633
MUHABBETNÂME 2.BASKI Ahmet ARSLAN 1

MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

  • Upload
    others

  • View
    7

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

MUHABBETNÂME

2.BASKI

Ahmet ARSLAN

Salihli – 2012

1

Page 2: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

2

Bu kitabın tüm yayın hakları yazarına aittir. Tanıtım için yapılacak alıntılar dışında tüm alıntılar, Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları sözleşmesi gereği yazarın izni gerekir.

www.tevhidderyasi.com

e-mail: [email protected]

ISBN : 978-605-60397-0-6

Salihli / MANİSA

Page 3: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

İ Ç İ N D E K İ L E R

ÂDEM İLE HAVVA’NIN VÜCÛDUMUZDAKİ YERİ 10ÂDEM İLE HAVVA’NIN YARATILIŞI 12ÂDEM İLK İNSAN VE İLK PEYGAMBERDİR 14ÂDEM RİSALESİ 16ÂDEM’İN YARATILMASI 25ALLAH BÜTÜN İNSANLARI ZÂTINA DAVET EDİYOR 27ALLAH VE MUHAMMED’İ NASIL GÖREBİLİRİZ 31ALLAH’I NASIL BİLMELİ VE GÖRMELİDİR 34ALLAH’IN İNSANDAKİ ZUHÛRU 36ALLAH’IN İNSANI MERKEZ ÜSSÜ OLARAK SEÇMESİ 57ALLAH’TAN HİDÂYET, PEYGAMBERDEN ŞEFAAT VE PİRÂNDAN HİMMET NE DEMEKTİR 60ALLAH’A KUL OLMANIN VASIFLARI 63ARIYA VAHYOLUNMASI NE DEMEKTİR 64ASHAB-I KEHF KISSASI 66AŞK ATEŞİ NEDİR 67ÂYETLERİN ÂDEM VE ÂLEMDE ZUHÛRU 71BAKARA SÛRESİNİN HİKMETİ 73BERZAH NEDİR 74BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM NE DEMEKTİR 76BU KÂİNATIN ASLI BİR NOKTADIR 77CENÂB-I HAKK’I TENZİH VE TEŞBİH NASIL YAPILMALIDIR 79CENAZE NAMAZINDAKİ 4 TEKBİR NEYİ İFADE EDER CENAZENİN YIKANMASI KEFENLENMESİ 61 NAMAZININ KILINMASI VE GÖMÜLMESİ NEDİR 82CENNET VE CEHENNEM NEDİR 83CİN NEDİR 85CUMA 88CUMA GÜNÜ ÜÇ DEFA OKUNAN EZANIN MÂNÂSI 89CUMA NAMAZININ FARZININ 2 SÜNNETLERİNİN 8 REKAT OLMASINDAKİ HİKMET NEDİR 91DAVUD (A.S.) VE SÜLEYMAN (A.S.)’ IN HÜKÜMLERİ 94DERVİŞ OLMAK 96DÖRT MELEĞİN GÖREVLERİ NELERDİR 97DUHA SÛRESİNİN TE’VİLÂTI 98DÜNYA DERTLERİNDEN NASIL KURTULUNUR 100EHL-İ BEYT 102“EVVEL, ÂHİR, ZÂHİR, BÂTIN BENİM” ÂYETİNİN ŞÜHÛDLARI 104EYYÛB (A.S.) SABRI 107

3

Page 4: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

EZAN-I MUHAMMEDİYYE’NİN AÇIKLAMASI 109FARK VE CEM 111FATİHA SÛRESİ VE BESMELENİN SIRRI 113FENÂ FİŞŞEYH, FENÂ FİRRESUL, FENÂFİLLÂH NE DEMEKTİR 117FİL SÛRESİ VE AÇIKLAMASI 119HABİL İLE KABİL 121HAC VE UMRE RİSÂLESİ 123HACCIN SIRLARI 130HAK VE HAKÎKATİ DUYMAK VE GÖRMEK NASIL OLUR 134HAKÎKATA VUSLAT 136HALİFE NEDİR 138HER ÂLEMDE AYRI VÜCÛD GİYERİZ 141HER NEFS ÖLÜMÜ TADACAKTIR 143HİCRET 145HIZIR (A.S.) KİMDİR 148HIZIR İLE İLYAS’IN TAŞIDIĞI MÂNÂ 149HZ. YUNUS (A.S.) KISSASI 150HZ. YUSUF KISSASI 152İBRAHİM (A.S.)’IN YILDIZA, AY’A VE GÜNEŞ’E RABBİM DEDİĞİ ÂYETİN TE’VİLÂTI 157İMAMIN CEMAATİNİ SELÂMETE ÇIKARMASI 158İNSANIN KENDİSİNİ OKUMASI 161İNSANLAR SAADETİ NASIL ELDE EDERLER 169İNSANLARIN HAKK’I BULMASI VE KUL OLMASI 173İNSANLARIN YARATILMA GÂYESİ NEDİR 177İNŞİRAH SÛRESİ 179İSLÂMIN BEŞ ŞARTININ HAKÎKATTEKİ İDRÂKİ NEDİR 181İSLÂMİYET KUR’ÂN-I KERÎM’DEKİ DÖRT İLMİ BİLMEKLE ANLAŞILIR 183

ABDEST 183ORUÇ 184NAMAZ 184HAC 186ZEKÂT 187KELİME-İ ŞEHÂDET 187

KABİR EHLİNDEN YARDIM İSTEMEK NE DEMEKTİR 188KADİR GECESİ 190KÂİNATTA TEK İRŞÂD EDEN HZ. MUHAMMED’DİR 191KALB TEMİZLİĞİ 193KAZÂ VE KADER 196KERÂMET NEDİR 198KEVSER SÛRESİ 199KUR’ÂN’I YAŞAMAK NEDİR 201

4

Page 5: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

KUR’ÂN-I KERÎM’DEKİ SÛRELERİN NÛZÜL SIRASININ HİKMETİ 202KUR’ÂN-I KERÎM’E VARİS OLANLAR 204KURBAN 205

KURBAN BAYRAMI 207KURBAN BAYRAMINDA GETİRİLEN TEŞRİK TEKBİRLERİNİN MÂNÂ VE MAHİYETİ 209

LÛT (A.S.) KISSASI 211MAİDE SOFRASI NEDİR 214MELAMİLER NAMAZ KILMAZ MI 216MELAMÎYİZ 218MESCÎDLERDE KILINAN NAMAZIN ECRİ 219MEVLİD KANDİLİ 221Mİ’RAC 223MUHARREM AYININ TAŞIDIĞI MÂNÂ 228MUHKEM, MÜTEŞABİH ÂYETLERİN ZUHÛRU 230MUSA (A.S.) VE ASÂ MUCİZESİ 232MUSA (A.S.) VE HIZIR KISSASI 235MUSA (A.S.) KAVMİNİ SAMİRİ’NİN SAPTIRMASI 238MUSA (A.S.)’NIN ŞUAYB (A.S.)’DAN TAHSİLİ 239MÜ’MİN KİMDİR 241MÜRŞİD-İ KÂMİL KİMDİR 243MÜRŞİD-İ KÂMİLLERİN SÂLİKLERİNDEN İSTEDİKLERİ 244NAMAZ RİSÂLESİ VAKİT NAMAZLARININ SIRLARI 247NAMAZDA ALLAH’LA NASIL KONUŞULUR 257NAMAZDA KOLAYLIK 258NAMAZDA SÜSLÜ ELBİSE GİYMEK NE DEMEKTİR 260NÂS SÛRESİ 262NASR SÛRESİNİN BATINÎ MÂNÂSI 263NECM SÛRESİ 264NİÇİN MELAMÎ OLUNMALIDIR 266NUH (A.S.) VE NUH’UN GEMİSİ 270NÛRÂNÎ VE ZULMANÎ PERDELER 273ORUÇ 275ÖLMEDEN EVVEL ÖLMEK NE DEMEKTİR 278ÖLÜM ÖTESİ 279PEYGAMBERİMİZİN SEVR MAĞARASINA SIĞINMA VAK’ASI 283RAHMÂN SÛRESİ 286RAMAZAN BAYRAMI 288RAMAZAN AYI 289RECEB AYI 290REGÂİB KANDİLİ 292RESÛLULLAH EFENDİMİZLE DÂİMA BİRLİKTE OLMAK 294

5

Page 6: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

RESÛLULLAH EFENDİMİZİN BİZLERE GETİRDİĞİ HEDİYE 296RÛH NE DEMEKTİR 297RÜYA 299SALİH PEYGAMBERİN DEVESİNİN HİKMETİ 300SÂLİKİN HİCABLARININ AÇILMASI 302SÂLİKLERDE EDEB NASIL OLMALIDIR 303SEVGİ VE AŞK 305SEVMEK VE SEVİLMEK 308SÜLEYMAN (A.S.) İLE BELKIS HADİSESİ 311ŞERİAT NE DEMEKTİR 314ŞERÎAT NEDİR 316ŞERÎAT SOHBETİ 318ŞİRK NEDİR 320TASAVVUFTA GÂYE NEDİR 322TAYY-I ZAMAN VE TAYY-İ MEKÂN 324TEMİZLİK ÎMÂNDANDIR 326TEN GÖZÜ, KALB GÖZÜ, CAN GÖZÜ NEDİR 331TERÂVİH NAMAZI NE DEMEKTİR 332TESBİH NE İÇİN ÇEKİLİR 334TEVHÎD NEDİR 335TEVHÎD GÖMLEĞİ NEDİR 337TEVHÎD MERTEBELERİ VE YAŞAM ŞEKLİ 338TEVHÎD NASIL YAŞANIR 343TEVHÎDE DAVET 345TİN SÛRESİNİN MÂNÂSI 347VAHDET-İ VÜCÛD MUHAMMEDÎ OLMAKTIR 349VAKİT NAMAZLARININ HİKMETLERİ VE SÜNNETLERİNİN SIRLARI 352

SABAH NAMAZI: 352ÖĞLE NAMAZI : 353İKİNDİ NAMAZI : 354AKŞAM NAMAZI : 355YATSI NAMAZI : 356SALÂT-İ VİTR NAMAZI : 357

VEL ASR SÛRESİ 358ZÂTİYYUN VE SIFATIYYÜN VELÎ NE DEMEKTİR 359ZEKÂT NASIL VERİLMELİDİR 361ZİKİR NEDİR, NASIL YAPILIR 362ZİKİRLE BİRLİKTE RÂBITA NASIL KULLANILIR 364ZİYÂRET NİYETİYLE MESCÎDLERİ GİTMEK 366ZÜLKARNEYN (A.S.) KİMDİR 367RUHUN KABZEDİLMEİ 369 MUSEVİLİKTE İSEVİLİKTE VE MUHAMMEDİLİKTE NAMAZ 371

6

Page 7: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

RABBİL HAS VE RABBİL ALEMİN NE DEMEKTİR 373 ÂDEME RUH ÜFÜRÜLMESİ 374

Ö N S Ö Z

Âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Allah’a sonsuz hamd ve senâlar olsun. O’nun habîbi ve iki cihan serveri Hz. Muhammed (S.A.V.)

Efendimize binlerce salât u selâm olsun. Ayrıca, Allah ve Muhammed’i tanıyarak, O’nun hakîkatini gönlünde zevk edip sonsuza kadar

beraberliğin mutluluğunu yaşamayı bu eseri okuyanlara ihsân etsin.

Muhabbetname ismini verdiğim bu 2.Baskı Muhabbetname eserimde, Cenâb-ı Hakk’ın Muhammed’de Rahmâniyet kemâl sıfatıyla nasıl tecellî ettiğini izâha çalıştım. Kâinattaki tek Mürşîd olan o Muhammed’i tanıyanların, kendi gönül âleminde Hz. Muhammed’den tecellî eden yücelikleri görmeleri zuhûr edecektir. Muhammed’e inananlarda nûr, rûh, akıl ve kalem gibi tecellîlerin cemisini kendilerinde Muhammediyyûn olarak görmeleri ve Muhammed güneşinden yıldızlar halinde ziyâlarını almalarının zevk edilmesini arzu ettiğim için acizâne olarak bu satırları yazdım.

Sohbetten muhabbet, muhabbetten ise Muhammed hâsıl olur.”Muhammed’siz hiçbir şey hâsıl olmaz.” kâidesiyle sîret olan Muhammed aynası, sûret olan Muhammed aynalarından Cenâb-ı Hakk’ın mazharların isti’dâd ve kabiliyetlerine göre nasıl tecellî ettiğini anlatmaya çalıştım.

Bakara Sûresi 156. “ Ellezıne iza esabethüm müsıybetün kalu inna lillahi ve inna ileyhi raciun” “Allah’tan geldik ve yine O’na döndürüleceğiz.” âyetindeki ifâdesini bulan yeryüzündeki Cenâb-ı Hakk’ın halîfesi olan Âdem diye bildiğimiz Hakk Mürşîdlerinden, Hicr Sûresi âyet 29 daki ‘Nefahtü’ âyet-i kerimesi gereğince rûhundan bir rûh üfürülerek insan-ı asliyyemizi bulma formüllerini dilim döndüğü kadarıyla izaha çalıştım. Niyazi-i Mısrî Hazretlerinin “Taatın ihlâsa erişmez, ilim ile amel ile /İzzeti ko zilleti tut, odur onun mayası”buyurduğu gibi Hakk’a vuslatın yalnız zâhir ilimlerle varılamayacağını, zâhir ilimsiz bâtın ilimlerle de olmayacağını, bâtın ilmin, zâhir ilimle Tevhîd yapılarak sîretin sûretlerden tecellîsini Tevhîd yapıp, amellerle Tevhid zevkine ancak varılabileceğini anladım. Kardeşlerimin de bu minval üzere yol takip etmelerini, Hakk ve hakîkat yolundaki vuslatlarında Cenâb-ı Hakk’tan kolaylıklar ihsân etmesini niyâz ederim.

7

Page 8: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Ahmet ARSLAN

Y A Y I N L A N M I Ş E S E R L E R İ

1- Tevhidderyasından Damlalar -1

2- Tevhidderyasından Damlalar -2

3- Tevhidderyasından Damlalar -3

4- Kuran-ı Kerimdeki Peygamberlerle ilgili Ayetler

5- 32 Farzın Zahir ve Batın sırları

6- Hasan Fehmi divanı’nın Açıklaması

7- Muhabbetname

8- Tevhid Risalesi ve İlahiler

9- Tevhid Sohbetleri ve İlahiler

8

Page 9: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

SEYYİD MUHAMMED NURÜL ARABİ 1813 - 1887 (1228 - 1303)

ŞEYH HACI SALİH RIFAT EFENDİ

HACI ALİ RAHMİ EFENDİ

HACI HASAN FEHMİ TEZDOĞAN EFENDİ

1885 - 1951

HACI HASAN ÖZLEM EFENDİ

1911 - 1996

9

Page 10: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

HACI AHMET ARSLAN EFENDİ 1940 - …

ÂDEM İLE HAVVA’NIN VÜCÛDUMUZDAKİ YERİ

Âdem (A.S.) Cennet’te iken yalnız olarak, her nereye dönerse dönsün “Allah” diyerek, mutluluk içinde bulunuyordu. Bir gün başının ucunda bir kişi gördü. Sen kimsin diye ona sordu. O da ben sana Cenâb-ı Hakk tarafından verilmiş bir hayat arkadaşıyım dedi. Âdem de ona senin adın Havva olsun diyerek, kabullendi. Havva hayat sahibi demektir. Cenâb-ı Hakk onlara, bu Cennet’te yiyiniz içiniz fakat şu yasak meyveye yaklaşmayınız diyerek, yasak koydu. Onlar da bir zamana kadar Cennet-i Âlâ’da yediler, içtiler, fakat o yasak meyveye yaklaşmadılar. İblis ise Cennet’ten kovulduğu için, Cenâb-ı Hakk’tan müsaade isteyerek, “Ya Rabbi senin kullarının yoluna oturarak onları doğru yollarından saptıracağım” dedi. Cenâb-ı Hakk da “Sen benim doğru kullarımı saptıramazsın, eğri kullarım için seni bir imtihan vesîlesi olarak, sana müsaade ettim” dedi.

İblis doğru Cennet’in kapısına giderek, içeriye girme formülleri aramaya başladı. Karşıdan yılan geliyordu. Ona “Beni de Cennet’e götür” diye dilekte bulundu. O da “Seni herkes Cennet’te tanır, ben seninle Cennet’e gidemem” dedi. İblis de “Ben senin ağzının içerisine girerek, senden gerektiği şekilde oradakilere konuşurum, beni görmedikleri için, seni konuşuyor zannederler. Dolayısıyla da beni ne görürler, ne de bilirler” dedi. Yılan da “O zaman olur” diyerek kabul etti.

İşte, dünya ehli olan yılan ağzından, nefs-i emmâre olan İblis insanın vücûd ülkesinde, insanın Cennet’ine girmiş olur. İblis doğru Havva’nın yanına giderek, onu kandırmaya başladı.”Ya Havva size Cenâb-ı Allah ne için bu meyveyi yasakladı biliyor musunuz” dedi. Havva da “Hayır” dedi. İblis de, siz ebedî Cennet’te kalmayasınız diye yasak koydu. Çünkü bu meyveyi yerseniz ebedîyen Cennet’te kalmanız zuhûr edecektir diye onu kandırdı. Havva da buna kanarak, yedi fakat hiçbir şey olmadı. Havva doğru Âdem’in yanına gitti. Ona da “Bak ben yediğim

10

Page 11: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

halde hiçbir şey olmadım. Sen de ye” diyerek Âdem’e de yedirdi. Âdem yiyince, bütün mahrem yerleri açılıverdi.

Âdem Cenâb-ı Hakk’ın Zâtının, Havva da Cenâb-ı Hakk’ın sıfâtının sembolüdür. Âdem akl-ı küll, Havva ise nefs-i küll tecellîsidir. Aklı temsil eden Âdem nefsi temsil eden Havva’ya ve Havva’daki nefsi emârenin arzu ve isteklerine uydu. Dünya arzu ve isteklerini temsil eden yılanla beraber, nefsi emâreyi temsil eden İblis birlikte hareket ederek, nefs-i küll mazharı olan Havva’yı tesir altına alıp akl-ı küllü temsil eden Âdem’i de Havva’ya uydurdular. Yılan, ki dünya arzu ve istekleridir, bu isteklerle birlikte akıl ve irâdenin, emmâre nefse meyillenmesi, Âdem’in yasak meyve olan, benlik devresine girmesine vesîle olur. Havva, yediği halde bir şey olmaması; aklın bir şeyi kabullenip, kalbin tasdik etmesi, Âdem’e yedirmesi demektir. Âdem’e yedirmeden, onda hiçbir değişiklik olması mümkün değildir. Zâhirde bile, bir kişi başka bir kişiyi öldürmek istese, onun bu isteği fiile dökülmediği müddetçe ceza görmez. Şühûd ve müşâhede olmadan bir kişi ilimle, kendi varlığını Hakk’a verdim derse, kendinde tecellî eden Allah’ın Vahdâniyyet zuhûrunu, kendine nisbet edip, “Ene” diyerek şirk işleyeceğinden, Cennet’ten çıkarılır. Zira Hakk’a nisbet edebilmesi için şühûd ve müşâhedesi olması lâzım idi. Olmadığı için, Tevhîd Cennet’inden çıkarılarak, süflîyyât vâdisine geri dönmüş olur.

Cenâb-ı Allah,“Ya Âdem, yasak meyveye yaklaşmayın dediğim halde ne için o yasak meyveye yaklaştınız” diye sorduğunda, Âdem hatasını anlamış ve “Nefsime zulmettim” demiştir.

Böylece, Âdem ile Havva Tevhîd Cennet’inden çıkarıldılar. Âdem Serendip adasına Havva da Cidde’ye gönderilerek yeryüzüne indirildiler. Yetmiş yıl Rablerine tövbe ettiler. Bir kişi Tevhîd zevklerinden, nefs-i emmâresiyle uzaklaşırsa, yedi sıfat-ı subûtiyesinin beş zâhir ve beş bâtın duygusu ile, 70 yıla tekâbül eder. Nedâmet duyarak tövbe ederse, eski Tevhîd zevkine dönmesiyle Allah tarafından, tövbesi kabul edilmiş olur. Yoksa, Serendip adası Hindistan’da, Cidde de Suudi Arabistan’da bir yer. Zâhir olarak, o zamanın vasıtasız ve bilgisizliği göz önünde bulundurulacak olursa gelmenin ve gitmenin mümkün olmadığı anlaşılmış olur. Âdem ile Havva’yı, Allah (C.C.) Arafat’ta birleştirdi. Yani Vahdet zevki halinde, ilimle değil şühûd ve müşâhede ile, kendilerindeki Hakk’ın zâhir oluşuna şahitlik yaptılar. Hakk’a ârif olarak Arafat’ta, kendilerinin hiçbir şeyi olmadığını, her tecellînin Hakk’ın tecellîsi olduğunu şühûd ettiler. Oradan Müzdelife’ye indiler. Âdem ile

11

Page 12: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Havva birbirlerini çok seviyorlardı. Hz. Muhammed onların nikâhını Müzdelife’de kıyarak evlendirdi.

Yani, zât ile sıfat, vücûd olan Muhammed mazharından başka bir yerde yaşantısına devam edemeyeceğine göre, onların nikâhını Hz. Muhammed kıydı denilmektedir.

Âdem ile Havva evlendikten sonra, bu vücûd ülkesinde zât ve sıfat olarak Muhammed zuhûru ile, evlilikleri devam edegelmektedir. Yeter ki bizler, Tevhîd zevki ile zevkiyâb olalım. Yoksa o gün, bu gündür. Aksi takdirde bizler de Vahdâniyyet Cennet’inden çıkarılanlardan oluruz. İkilik yeri olan bu arzda, yedi sıfatımızın (sıfât-ı subutiyye) Cenâb-ı Hakk’ın Âdem’deki tecellîlerini şühûd edesiye kadar o Tevhîd Cennet’ine girmemiz mümkün değildir. Pişmanlık ve canla başla çalışma sonunda süflîyyât vâdisi olan vehim, hayâl ve vesvese gibi bizleri Hakk ve hakîkatten uzaklaştıran her şeyden kurtulduğumuzda, bu lütfa mazhar oluruz. Yoksa, perişan bir vaziyette arzın üzerinde şaşkın şaşkın yaşantımızı tamamlamış oluruz. Burada ikilikten kurtulup mutluluğa eremeyenler, şunu iyi bilsinler ki âlem-i âhirette de, mutluluğa eremeyeceklerdir.

Âdem ile Havva sırrını gönül âleminde yaşayamayan, nasıl olur da âhirette, Âdem ile Havva’yı lâtif vücûd ile zevk edebilirler. Cenâb-ı Hakk bütün kardeşlerime bu zevkleri ihsân etsin. Âmin.

ÂDEM İLE HAVVA’NIN YARATILIŞI

Adem yok demektir. Fakirlik veya kendi varlığı olmayanlara adem denilir. Hakk’ın, ademden kemâlâtı ile Rahmâniyyet sıfatının Hüviyyet ve Eniyyet yüzünün açığa çıkmasına Âdem denilmektedir. Bütün varlıklarda Allah’ın tecellîsi vardır. Fakat nâkıstır. Âdem’de ise tecellîsi tamdır. Onun için “halifem” denmiştir. İnsan kelimesi ile Âdem kelimeleri kemâlât mertebesinde aynı anlama gelir. Tin Sûresi 4. âyetinde “Biz insanı en güzel biçimde yarattık” buyrulmuştur.”Allah Âdem’i kendi sûreti üzerine halk etti” (H.Ş.) ’i bizlere Âdem’in yüceliğini sergilemektedir. Buradaki sûret, şekil değildir. Allah’ın sûreti, sıfatlarıdır. İşte kemâlât sıfatı olarak Âdem’i halk etti demektir. Onun için Niyazi-i Mısrî Hazretleri bir ilâhisinde şöyle buyurmuşlardır:

“Hakk’ı istersen yürü insana bak

12

Page 13: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Şems-i Zât yüzünde rahşân eylemiş

Hakk yüzü insan yüzünden görünür

Zât-ı Rahmân şeklini insan eylemiş.”

Onun için bizler Allah’ın Zâtını düşünmeyiz. Fakat mukayyed olan bu âlemde bütün sıfatlarından Zâtını ilân eden ve câmi’-ül esmâ’ sahibi olan Âdem’in sırlarını öğrendiğimizde Hakk’ı ve hakîkati de zevk etmiş oluruz.

Âdem’in yaradılışı, Mekke şehrindeki Numan vâdisinden melâike-i kirâmdan Azrail (A.S.) tarafından çamuru alınarak Allah’ın cemâl ve celâl elleriyle yoğrulup insan sûretinde meydana getirilmiştir. Bu gün ise bu hakikatı Mekke şehri olan nefis arzından alınan bir salike önce celaliyle yani, kendi varlığının olmdığını kabullenmek zor geleceğinden bu demde celal tahsili olan kendisine nisbet eylediği efalinin, sıfatının ve zatının kendisinin olmadığı varlık sahibinin Cenab-ı Hakk olduğunun idrakı ile celalen yoğrulur, sonra ise bunların tecellileri olan vucudun vucudullah oluşu, sıfatın sıfatullah oluşu ve efalin kendisinde fiilullah oluşunun tahsil şuhud ve zevkleri ilede cemalen yoğrulmuş olur. Celallen yoğrulup Üç yüz sene ateşte pişirildikten sonra tam Rubûbîyyet halinde hazır olduğu görülünce “ve nefahtü fihi min rûhi” âyeti gereğince Rabbi tarafından ona rûhundan bir rûh üfürülmüş olur. Kız 9 ay, oğlan ise 9 ay 10 gün anne karnında kaldıktan sonra dünyaya ayak basmış olacaktır. Zâhirde de böyle değil midir.

Birinci 40 günde kan pıhtısı, ikinci 40 günde bir çiğnemlik et parçası, üçüncü 40 günde yani 120 gün sonra el ve ayaklar teşekkül ederek anne karnındaki çocuk nasıl hareket ettiği biliniyorsa, aynen mânâda da esfel-i sâfilîn olan bu dünya içinde hayvani bir yaşantı ile yaşarken, Azrail olan İnsan-ı Kâmil mazharından gayriyetimizi öldürerek teslimiyet ve edep toprağı ile ilim suyunu karıştırarak, dâimî zikirle bizi her nefes yoğuruyor. Ona layıkiyle kul olacağımız anlaşılınca üç yüz yıl olan ef’âl yüzü, sıfat yüzü ve zât yüzleriyle pişiriyor.”Kalbler zikirle mutmain olur.” âyeti olmadan pişirme fırınına konmaz. Bu üç yüzyıl da piştikten sonra, ilim sahibi olan Allah, ma’lûm olan bizim, kıvama geldiğimizi, emaneti kaldırabileceğimizi görünce, rûhundan bir rûh üfürecektir. İşte o zaman o sâlikte anne karnındaki çocuk gibi hareketler başlayacaktır. Çocuk kız ise 9 ay yani 9 şühûd hali ile veled-i kalbin tecellîsi, oğlan ise 9 şühûd ve 10 duygu zevkleri ile veled-i kalb yani kalbin oğlu zuhûr edecektir. Âdem ancak bu saydığımız nefs âlemi olan

13

Page 14: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

fenâ-i tam olmadan Âdem olarak görünmeyecektir. Fakat ilk insan, Rûhullah (Allah’ın rûhu) olarak kişide kemâlâta geldiğinde kemâlât tecellîleriyle bu sûret ve şekillerden kendini ilân edip görünmeye başlayacaktır. Onun için insanlar üç sınıftır:

1- Sûrette insan sîrette hayvan,

2- Sûrette insan sîrette nâkıs,

3- Sûrette insan sîrette de insandır.

Kemâlât ve Rahmâniyyeti ile câmi’-ül esmâ’ olarak Rabbimin tek göründüğü yer insan mazharıdır. Bütün âlemi kendi inhisarı altında cem etmiş olduğu için ona insan denilmiştir. İbrahim Hakkı Hazretleri “Ey kişi sen âlem-i kübrasın. Kendine dikkatle bak. Cennet de sende Cehennem de sende, Sırat da sende Mizan da sende. Sen ceseden küçük bir varlıksın ama manâda bütün 18 bin âlem sende toplanmıştır.” buyurmuşlardır.

Şu halde sûret olarak görülen bu tene Âdem denmiyor. Yok mânâsına gelen Adem mazharından, Allah’ın kemâlât ve Rahmâniyyetini sîret yönü ile zuhûra gelen ve Allah’ın Rûhullah zevkine sahip olan o Vahdâniyyet zuhûruna Âdem denilmektedir. Âdem bu sırlara sahip iken yalnızlıkta canı sıkıldığı için Allahü Teala ona hayat arkadaşı olarak Havva’yı verdi.”Sen kimsin” diye sorduğunda “Ben sana arkadaş ve dost olarak Allah tarafından lütfedildim” dedi. Çünkü lâtif olarak rûh sıfatlardan elbette tecellî etmek isteyecektir. Sıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun için Âdem’e de sıfat olan Havva validemiz ihsân edildi. Çünkü Allah “Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi murâd ettim. Bu halkı yani sıfatlarımı halk ettim” demekle, Âdem’den de Havva’yı zuhûra getirerek neslin çoğalması dâimlik tecellî etmesi içindir. Allahü Teala Zât iken Muhammed sıfattı ve Muhammed aynasından kendinin her an ayrı bir şe’nde tecellîlerini seyrettiği gibi, Âdem de zât, Havva sıfat olarak Havva aynasından her türlü tecellîsini zuhûr ettirmekte ve seyretmektedir.

Şu halde Havva ile Âdem olmasa âlem de olmayacaktı. Bu âlem, sîret olan Âdem’in sûret olan yani sıfat olan Havva’dan tecellîsinden ibarettir. Allahü Teala cümlemize Âdem ile Havva’nın sırrının, zât ile sıfat sırlarının aynısı olduğunu, zerreden kürreye kadar her şeyde her an ayrı ayrı tecellîlerini, çoğalmasını şühûd ederek zevk ettirmek nasîb etsin. Âmin.

14

Page 15: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

ÂDEM İLK İNSAN VE İLK PEYGAMBERDİR

Âdem (A.S.) yaratıldığında, bu günkü gibi can kavmi ve cin kavimleri de vardı. Fakat onların arasında insanlığını bulmuş Âdem yok idi. Rahmân Sûresi 1, 2 ve 3. âyetlerde “Rahmân olan Allah Kur’ân’ı tâlim etti ve insanı halk etti” buyrulmaktadır. İşte Rahmân olan Allah, bir Mürşîd-i Kâmil mazharından, senin ve benim gibi bu toplumların içindeki sâliklere nefis kitabını tâlim ederek, isti’dâdı olanlara insanlığını buldurdu. Yani ilk Âdem olarak yaratılmış oldu. Âdem demek insan demektir.”Allah insanı kendi sûreti üzere halk etti.” buyrulmuştur. (Allah’ın sûreti sıfatlarıdır. ) İnsan da Cenâb-ı Allah’ın Hüviyyet ve Eniyyet yüzlerini kendi inhisarı altında toplayan mazhar demektir. Dolayısıyla insanın yaratılması Âdem’in yaratılması olmuş oluyor. Bir kişi bir gün denizin kenarında oturmuş, engin denizi seyrederken, arkasından bir arkadaşı gelerek ona ne yaptığını sormuş. O da “Denizdeki gelen dalgaları sayıyorum.” demiş. Arkadaşı “Denizde ne kadar dalga varmış” diye sorduğunda, “Evvelkileri sayma, bu gelen bir” demiş. Onun için bu güne kadar, milyonlarca bu âlemden nice Âdemler gelmiş ve geçmiştir. Fakat sîret yönünden Âdemliğini bulamadıkları için, Rahmân tarafından halk edilen Âdem ilk olur. Mısrî Niyazi Hz. leri:

Âdemliğini her kim buldu ise odur Âdem

Yoksa görünen sûret bir gölge imiş ancak.

Buyuruyor. Sûreti Âdem olup da, içi hayvan olursa o kişi bir cismin gölgesi gibidir. Güneş bâtınca gölge diye bir şey kalmaz. Onun için insan üç çeşittir.

1- Sûrette insan sîrette hayvan

2- Sûrette insan sîrette nâkıs (henüz insanlığını bulmamış)

3- Sûrette insan sîrette de insan.

İşte Âdem budur. Cenâb-ı Allah Âdem’i bizlere tanıtırken, bizlerin bildiği gibi sûretteki Âdemleri değil, sûret ve sîrette Âdemliğini bulmuş, Cenâb-ı Hakk’ı Hüviyyet ve Eniyyet kemâlâtıyla zuhûra getiren Âdemden bahsetmektedir. İşte bu Âdemliğini bulmuş Âdemler de, ister vücûd ülkesinin ilk peygamberi diyelim, isterse kendine tâbi olan, inananların peygamberi diyelim, her ikisine de ilk peygamber olmuş oluyor. Tevhîd içinde de, ilk peygamber mertebesi, Âdem olduğu için ilk peygamber denmiştir. Peygamberlerin:

15

Page 16: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

1- Fetânet

2- Sıddıkiyet

3- İsmet

4- Emanet

5- Tebliğ

hasletlerinin kemâlâtına sahip olmasıdır. Bu da Âdemden başlamaktadır. Ondan sonra diğer peygamberler sırası ile mertebelerde zevk edilir. Kur’ân-ı Kerîm’deki zikredilen 28 peygamber 28 Kur’ân'daki harflerin karşıtları olduğu gibi, merâtib-i İlâhiyede 28 İnsan-ı Kâmil mertebesine kadar tahsilde, Âdem olan safiullahtan, Cenâb-ı Hakk’ın ‘habibim’ dediği Resûlullah'a kadar 28 mertebede tahsil edilmektedir. Şu halde, bir kişinin insan-ı asliyyesini bulabilmesi için evvelâ bir İnsan-ı Kâmilden kendi Kur’ân’ını tâlim etmesi lâzımdır. Sonra Âdem olarak halk edilmiş olacaktır. Sonra, Rahmân Sûresi 4. âyette buyrulduğu gibi, ümm-ül kitâb olan insan kuranını beyan etmesi için onun canlı bir Kur’ân, yani peygamber olması demektir. Çünkü peygamberlik ikidir. 1- Nübüvvet-i teşriye 2- Nübüvvet-i risâlet.

Nübüvvet-i teşriye demek, peygamber vârislerinin sonsuza kadar ümmet-i Muhammed'e Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını Hz. Muhammedin terazisiyle tebliğ ediyor demektir.

Nübüvvet-i risâlet ise Hz. Muhammed son peygamberdir ondan sonra hiçbir kitaplı risâlet peygamberi gelmeyecektir. Fakat teşriye peygamberi olan evliyalar gelip durmaktadır. Ve gelecektir de. İşte bizlerin anladığı gibi ilk Âdem ve ilk peygamber şekliyle değil, ilk insan olarak yaratılması ilk Âdem oluyor. Ve ilk peygamber de yine ilk irşâd etme yönüyle ilk peygamber olmuş oluyor. Şu halde, Rahmân Sûresinin başındaki âyetlerde ifade edildiği gibi, Rahmân olan Allah, evvelâ, şu anda da mevcut oldukları gibi, can kavmi, cin kavmi, ins olan henüz Âdemiyetini bulamamış olanlara Kur’ân’ı tâlim etti. İnsanı böylece yaratmış oldu. Âdemliğini bulan bu kişiye de sonra Kur’ân’ı beyan ederek peygamberlik ihsân edilmiş oluyor.

ÂDEM RİSALESİ

Âdem henüz Âdemliğini bulmadan hangi merhalelerden geçerek Âdemiyetini buldu Yaratılan varlıkların en yücesi olarak, Tin Sûresi âyet

16

Page 17: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

3 “Biz insanı en üstün yarattık” sözünü bizlere ne zaman bildirdi. Âdemiyet sırrına her kişi ulaşabilir mi. “Kur’ân eşittir insana” (H.Ş.) gereğince, canlı Kur’ân olan Âdem kitabında:

1-Şeriat

2-Tarîkat

3-Hakîkat

4-Mârifet merdiven basamaklarındaki, kişinin tahsilini dilimin döndüğü kadar anlatmağa çalışacağım.

Âdem demek varlığı olmayan, yok demektir. Âdem ise, işte o kendine ait varlığı olmayan mazharda, Cenâb-ı Hakk’ın Hüviyet ve Eniyetini kemâlâtıyla cem edip zuhûra çıkarma mazharıdır. Âdem kelimesi kul kökünden gelmektedir. Onun için, Âdem’de iki yön vardır:

1- Et ve kemik yönü olan Eniyyeti ki fânidir. Dâima tebdilâta tâbi olup durmaktadır. Bugün var yarın yok olur. Rûhumuzun taşıyıcısı, hammalıdır. Günü gelince, görevini tamamlayıp, bedenlerin çöplüğü olan beden kabristanlığına defnedilir. Zamanla cemâdâtta görevini bitirdiğinde, teşriye yönü ile nebâtâta geçer. Oradan hayvânâta, oradan da insan varlığına intikal ederek devr-i dâim eder. Her bir mertebeden diğerine geçerek binlerce sene kalıp, milyonlarca parçalara ayrılarak yoluna devam eder. Bu dünyanın ağırlığı yaradılışında, 1000 kg. ise, bu günde aynı ağırlıktadır. Ne bir kilo fazlalaşmış, ne de bir kilo eksilmiştir.

Cenâb-ı Hakk Âdem’i yaratacağı zaman, Cebrail’e, İsrafil’e ve Mikail’e, Mekke’nin Numan vâdisinden, bir avuç Âdem’in çamurunu getirmeleri için emir vermiştir. Onlar getirememişler. Bu sefer Azrail’e aynı emri vermiş. Azrail ise hiçbir yalvarışa aldanmadan, bu Âdem’in çamurunu getirmiştir. Cenâb-ı Allah, celâl ve cemâl elleriyle, Âdem’in kalıbını yaratmış ve kalan çamurla da hakîkat şehrini yaratmıştır. İşte bunlar, hep şifreden ibarettir. Ârif olanlar, bu ifadelerin söylendiği gibi olmadığını bilirler. Beş duygumuzla algıladığımız bu zâhir zevklerin olmadığını, ancak hiss-i müşterekimiz olan bu manevî duygularla zevk edilmesi mümkün olduğunu anlamış olurlar. Çünkü dünya âlemine, unsuriyetimizin gelmesiyle, bu âlemin âlet ve edavatı olan 5 zâhir duygumuz da, bizlere ihsân edildi. Bu beş zâhir duygu da, bu âlemden, âlem-i Âhirete intikal edilesiye kadar, görevini yapacak, ondan sonra onların da görevi bizlerde sona erecektir.

17

Page 18: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Âlem-i Âhirette ise, bâtın olan 5 duygular görev yapacaktır. Dünyada iken, ölmeden evvel ölmüş âriflerin, kuş dilini anladıklarını, fakat bu hislerden mahrum olanların, ne kuş dilini ne de bu hislerden haberdar olmadıklarını her gün görmekteyiz.

2-Rubûbîyyet yönü, Araf Sûresi âyet 172 “Âdem oğullarının zürriyetlerini arkalarından çıkartarak, nefislerini şahit tutup, biz sizin Rabbiniz değil miyiz dedik. Evet Rabbimizsin şahit olduk dediler.” İşte bu Rubûbîyyet (kulluk) yönü ile bir kişi akıl baliğ olduğunda, Rabbini idrâk edip bu dünya bataklığı olan esfel-i safilinden kurtulmağa başlayacaktır. Bedenin akil baliğ olması 13-14 yaştır. Fakat insan, rûhen bu yaşlarda Rabbini idrâk edemiyorsa o kişi bedensel olarak akil baliğ olmuş, fakat rûhen daha Rabbini idrâk edebilecek bir durumda olmadığı için, akıl baliğ olmamıştır. Dolayısıyla da îmân edemez. Kişi rûhen, ister 40 ister 50 yaşlarında olsun bunu kabul edebilirse, işte onun akil baliğ olması o zamandır. Bu kişideki kabulleniş, onun artık Âdemiyetinin sırrını öğrenme yolculuğuna başlaması, bir Mürşîd-i Kâmil mazharından Rabbinin çağırması ile olacaktır.

İşte o Mürşîd-i Kâmile biat etmek için diz dize geldiği an, onun elest bezmidir. Çünkü henüz daha kendini bilmeyen bir kişi doğmamıştır ve Rabbi tarafından o andan itibaren yaratılmaya başlanacaktır. İşte zâhir olarak Araf Sûresi âyet 172 deki “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” sözünün ispatı, bir Mürşîd-i Kâmil önünde yapılmış oluyor. İrşâd ve terbiye olmak istemeyen bir kişinin, kâmil huzurunda ne işi var. Onun hâl ve kâl lisanı ile bunu, kâmilin huzurunda göstermesi, îmânını göstermiş oluyor. Bizler Âdem deyince, yalnız sûret yönü ile herkese Âdem gözü ile bakmaktayız. Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’inde, herkese Âdem veya insan demiyor. Mısrî Niyazi Hz. leri bir ilâhîsinde:

“Kim ki Âdemliğini buldu odur Âdem,

Âdemliğini bulmayan hayvandır ancak” demiştir.

Şu halde Kur’ân'ın tabiri ile:

1- Nas ( insan toplumları )

2- İns ( nâkıs olan, eksik kişiler )

3- İnsan ( sûrette de, sîrette de Âdemiyetini bulmuş, Âdemiyet sırrına vâkıf olanlar) dır. Onun için

1- Sûrette insan fakat sîrette hayvan olanlar18

Page 19: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

2- Sûrette insan, sîrette nâkıs olanlar eksik kişiler

3- Sûrette insan olduğu gibi sîrette de, insan-ı asliyesini bulan Âdemlerdir.

Âdem bu kâinatta, en son erişilmesi gerekli olan bir varlıktır. Çünkü, cemâdât, nebâtât ve hayvânâtta olmayan yüce hasletler bu insan dediğimiz Âdemde mevcuttur. Bu âleme gelesiye kadar yarım devir yapan bu insan, can kavmi, cin kavmi ve ins kavimleri gibi merhalelerden geçerek, insanlığını bulmaktadır. Rahmân Sûresi 1. ve2. âyetlerde “Rahmân olan Kur’ân’ı tâlim etti” buyruluyor. Peki kimlere tâlim etti. Elbette henüz daha insanlığını bulmayan, can kavmi, cin kavmi ve ins kavimleri gibi çeşitli îmân seviyesinde bulunan eksik olan bizler gibi kişilere tâlim etti.

Rahmâniyyet, Cenâb-ı Allah’ın kemâlât sıfatı olan Mürşîd-i Kâmillerdir. Bizler de bu tahsille insanlığımızı bulmuş olacağız. Yoksa, sûrette insan, sîrette hayvan kalırız. Rabbinin terbiye etmesiyle, insan-ı asliyesini öğrenen bir sâlik, nefsini tanımıştır. Nefsini bilen ise Rabbini bilir. O kişi nefsine ve Rabbine ârif olmuştur. İsra Sûresi 85. âyette: “Bir de sana rûhtan sorarlar. De ki: Rûh Rabbimin bir emridir.” buyruluyor. Peki, irşâd ve terbiye eden Mürşîd mazharından Rabbimiz bize ne emir vermektedir. unu kendimize sorduğumuzda, hadisât dediğimiz bu âlem ve Âdemde, Cenâb-ı Allah’ın üç tecellîsi olan, ef’alini, sıfatlarını ve Zâtının öğrenilmesini emrettiğini görmekteyiz. Şu halde kendisindeki rûh, bu üç tecellî imiş. Zaten kişinin kendi insan-ı asliyyesini tahsil etmesi demek, kendi diye bildiği, Cenâb-ı Hakk’ın varlığı olan bu tecellîleri, bilmesi, görmesi ve O’nunla O olup yaşamasından ibarettir. Hem “la havle vela kuvvete illa billahil aziym” diyoruz. Yani” kuvvetim ve kudretim yoktur. Bunların hepsi senindir ya Rabbi” diyoruz, hem de kendimize nisbet ediyoruz. Bu şirk olmuyor mu. Elbette şirk olmaktadır. Bunu söylemek çok kolay. Fakat bu merdiven basamaklarını, teker teker çıkarak, menzile varıp Âdemiyeti bulmak çok zordur. Sabırla birlikte “mutlaka elde etmeliyim” diye azim gereklidir. Bu kişilerin bedeninde taat, nefsinde boyun bükmek gibi küllî teslimiyet olmalıdır. Bu kurbiyet onların kalbinde, huzur ve mutluluk meydana getirecektir. Bu huzur vâdisinde bulunanlarda, rûhanî şuhûd olacağından, daha bu âlemde iken Cennet içinde yaşama imkânına kavuşmuş olacaklardır.

Bu kâinatta, bütün varlıklar, gayriyet vâdilerinden Âdem meyvesi olabilmesi için, koşu halindedirler. Çünkü bu kâinat ağacının

19

Page 20: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

meyvesi Âdemdir. Kim Âdemiyetini buldu, işte onlar murâdlarına erdiler. Kimler bulamadıysa yolda dökülenler oldular. Tarlaya ekilen bir meyve çekirdeği bile meyve haline dönüşesiye kadar ne merhaleler geçirerek meyve olmaktadır. Aynen bunun gibi, bahçıvan olan Mürşîd-i Kâmilin, sâlik olan kişilerin gönül tarlasına ektiği, Âdemiyet tohumu, bir çok ibtilâ merhalelerinden geçerek, Cenâb-ı Hakk’ın kul mazharındaki üç tecellîsinin, Rûhullah haline dönüşmesidir. İşte Âdem’in yaratılma yeri burasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in Bakara Sûresi 30. âyet-i kerimesinde “Rabbin meleklere, ‘ben yer yüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Melekler de, ‘biz seni hamdinle tesbih ve noksanlardan tenzih etmekte olduğumuz halde, orada fesat çıkaracak ve kan dökecek kimse mi yaratacaksın’ demişlerdi. Allah: ‘ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim’ buyurdu.” Buyruluyor. Bu hitap henüz daha Âdemiyetini bulmamış sâlik durumundaki melekleredir.

Mürşîd-i Kâmilin etrafındaki sâliklerin hepsi melek durumundadır. Ayrıca, enfüsümüzde rûh âlemi, kalb âlemi ve nefs âleminde bunların levhaları olarak sûretleri vardır. Çünkü “Her şeyin hazinesi bizim indimizdedir” buyrulmuştur. Her şeyin malûmatı nisbetinde, Cenâb-ı Hakk’ın tecellî ettiğini Hicr Sûresi 21. âyet bunu bize ispat eder. Onun için Âdem sırrı henüz zuhûra gelmeden rûh, kalb ve nefs âlemlerindeki sûretinin vücûdu, Allah’ın meleklere “Ben yer yüzünde bir halife yaratacağım” demesidir. Allah Âlim, kullar ise malûmdur. Cenâb-ı Hakk, Âlimliği ile, nefs, kalb ve rûh vâdilerindeki, sâliklerin hallerine vâkıf olduğu için, bir halife yaratacağım demiştir. Melekler bu âlemdeki bütün sırları bilemedikleri için, halifeliğe kendilerini daha uygun görmelerinden mütevellit, “Biz seni tesbih ve takdis etmekteyiz” dediler. Melek durumunda olan bir sâlik de, kendisinin üstünde olan kişilerin irfâniyetinden haberdar değildir. Ama kendi mertebesinin altındakilerden haberdardır. Onun için süflîyyâttaki nefs vâdisinde, Âdem’in fesat ve kan dökeceğini bildikleri için melekler, “Yer yüzünde, fesat ve kan dökecek bir kimse mi yaratacaksın” demişlerdir. Cenâb-ı Allah da,“Sizin bilmediklerinizi ben bilirim” demiştir. Elbette her şeyin en iyisini bilen Allah’tır. Meleklerin Cenâb-ı Allah’a karşı böyle bir hitapta bulunmaları, onların itiraz etmeleri anlamına gelmektedir. Nefsten münezzeh olan melekler, Cenâb-ı Hakk’ın yalnız emirlerini yaptıkları halde, bu mevzuda neden itiraz etmişlerdir.

Çünkü buradaki melekler, sâliklerin durumunu arzetmektedir. Her sâlik Rabbine karşı kurbiyet içindedir. Her ne zaman içlerinden bir

20

Page 21: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

halife seçildiğinde, ondaki yücelikleri değil de, sûret yönünü görmesi nedeniyle, süflîyyât vâdisi olan nefsine düşerek itiraz eder. İşte Bakara Sûresi 31. âyette “Allah Âdeme bütün isimleri öğretti. Sonra eşyayı meleklere gösterip, eğer sadıklardansanız bunların isimlerini bana haber verin buyurdu” buyruluyor. Yani Cenâb-ı Allah “allemel esmâ” olan bütün âlemlerin ismini Âdem’in kalbine ilka etti.

Âdem, bütün esmâları ihâta eder. Nûr-i Muhammedi ve esmâyı Âdem sûreti ile zâhir oldu.

Âdem dediğin el ayak baş değil.

Âdem rûha denir, sûret ile kaş değil

Ten, et ve deridir rûh onun serveridir

Hakk sırrıdır rûhsuz beden hoş değil.

Ahmet sen kendini Âdem sanma

Âdem sendeki özdür, söz değil.

Hz. Muhammed (A.S.) mazhar-ı Zâttır. Âdem ise, mazhar-ı esmâdır. Nûr-i Muhammed’in bu âleme zuhûru, Âdemle olmuştur. Onun için, allemel esmânın tâlim edilmesi, Âdem’in rûhundan zuhûra gelmiştir demektir. Resûlullah efendimiz, bir hadislerinde, (Evvelâ ma halakallahu Rûhu) “Allah evvelâ benim rûhumu yarattı” buyuruyor. Resûlullah efendimizin külli rûhu, bütün 18 bin âlemde tecellî ederek esmâlar aldı. İşte bu rûhu okuyabilenler, âlemlerin esmâlarını da okumuş olurlar. Aslında rûh birdir. Parçalanma kabul etmez. Fakat tecellî ettiği mazharlarda esmâ alır. Bakara Sûresi âyet 32 de “Melekler: ‘seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir ilmimiz yok. Muhakkak sen her şeyi hakkıyla bilensin. Üstün hikmet sahibisin’ dediler” buyruluyor. Çünkü, melek durumunda olan bütün sâliklerin, ilm-el yakînlikleri, onların şuhûd sahibi olduğunu göstermez. Âdemiyet sırrına, rûhun şuhûd zevki ile mümkün olacağından, vücûdlarında bu Âdemiyet kemâlâtsızlığının zuhûru şuhûd zevklerine sahip olmadıklarının bir ifadesidir. Allah’ın Âlim ve her şeye lâyıkıyle hakim olduğunu bilmeleriyle de teşbih etmişlerdir. Onun için daha evvel halifeliğe bizler de lâyıkız dercesine itiraz eden melekler, allemel esmâ hakkındaki bilgiyi Cenâb-ı Hakk isteyince, zelil ve hakir olarak, mahcubiyetlerinden

21

Page 22: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

eksiklenerek “Ya Rabbi senin bildirmediğin bir şeyi biz bilemeyiz.”dediler.

Cenâb-ı Hakk da Bakara Sûresi 33. âyette “Allah Âdeme: ‘Ey Âdem eşyanın isimlerini, meleklere haber ver’ buyurdu. Âdem de o isimleri meleklere haber verince, Allah: “Ben size söylemedim mi, göklerin ve yerin gaybını ben bilirim. Açıkladığınızı da, gizlediğinizi de elbette ben bilirim’ ” buyurdu. Çünkü Âdem, Âdemiyet sırrını kendi vücûd ülkesinde şuhûdla zevk etmiş idi. Bunu meleklere tâlim et denmedi. Çünkü sîretteki şuhûd zevkleri lütf-u İlâhiye’dir.”Cenâb-ı Allah kimlere hikmet vermişse, onlara pek çok lütuflar ihsân eder.” âyeti bunun delilidir. Bundan sonra Bakara Sûresi âyet 34 de “Âdem sizin ulunuzdur. Ona secde edin denildiğinde, bütün melekler secde ettiler. Ancak İblis secde etmekten yüz çevirip kibirlendi de kafirlerden oldu.” buyruldu. Burada meleklerin secde etmeleri, bedenimizin yerlere kadar eğilme secdesi değildir. Bu secde, tâbilik ve teslimiyet secdesidir. Meleklerin hepsi, tâbi olma ve teslimiyetlerini gösterdiler. Fakat, İblis secde etmedi. Araf Sûresi 12. âyette “Allah İblis’e ben sana secde ile emretmişken, seni secde etmekten alıkoyan ne idi” buyruldu.”İblis şöyle dedi: Ben Âdemden hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın” Ateş yandıkça alevleri yükseldiği için bizlerde gurur ve kibri; toprak ise, alçakgönüllü olmayı, her şeyi yerine göre kabullenmeyi remzeder. Çünkü toprağa her ne atarsanız atın hiç kabul etmiyorum demez. Buna binaen Araf Sûresi 13. âyette “Allah şöyle buyurdu. Hemen in oradan, sana Cennet’te kibirlenmek gerekmez. Haydi çık. Çünkü sen hor ve bayağı kimselerdensin” buyruldu.

Nefs olan kuvve-i vehimiye, rûhun aklı idrâkini bilemez. Dolayısıyla da, Âdem’in sîretini değil, sûretini gördüğü için, zannındaki Allah’a ben senden başkasına secde etmem dedi. Çünkü Âdemdeki varlığın, Hakk’ın varlığı olduğunu bilemedi. İblis ezelden Vahdet nuruna perdeli olduğu için, Cenâb-ı Hakk ona bu hasleti vermişti. Böylece İblis huzurdan kovulanlardan oldu.

Âdem Cennet-i Âlâ’da bir zamana kadar, yalnız başına yaşadı. Yalnızlıktan canı sıkılmaya başladı. Her ne kadar dâimî zikirle, Hakk’tan gayri bir şey görmüyorsa da, bir arkadaş arzu ediyordu. Bir gün uykudan uyandığında, başı ucunda bir kadın gördü. Ona “Sen kimsin” diye sordu. O da: “Cenâb-ı Hakk beni sana hayat arkadaşı olarak verdi.”dedi. Âdem de onun hayat sahibi olması nedeniyle “Havva” dedi. Araf Sûresi âyet 19 “Ey Âdem, ikiniz birlikte Cennet’te yerleşin. Dilediğiniz nimetlerden bol

22

Page 23: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

bol yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayınız ki, sonra zalimlerden olursunuz” buyruldu.

Âdem ile Havva bir zamana kadar Cennet’teki bütün nimetlerden yiyerek Cennet’te yaşadılar. Tevhîd Cennetinden kovulan İblis ise boş durmuyordu. İblis Rabbine yalvararak Araf Sûresi âyet 14 “Ya Rabbi bana Kıyâmete kadar ömür ve mühlet ver dedi” Araf Sûresi âyet15 “Allah da ‘sen mühlet verilenlerdensin’ ” buyruldu. İblis buna binaen âyet 16 da “Yemin ederim ki, insanoğullarının doğru yolunun üzerine oturarak onlara vesvese vererek saptıracağım” dedi. Cenâb-ı Allah da Âdem ile Havva’ya, “Şeytan sizin açık bir düşmanınızdır” diyerek onlara ikazda bulundu. Buna rağmen, İblis bir yolunu bularak yılanın ağzından, Cennet’e girerek onları saptırdı. Araf Sûresi âyet 20 de “Rabbiniz size şu ağacı yasak etmekteki gâyesi, devamlı cennette kalmamanız içindir.”dedi.”Ben sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim” deyip, yemin ederek onları inandırdı. Âdem ile Havva da yasak meyveyi yiyince Araf Sûresi âyet 22 deki ifade ile “yasak meyveyi yedikleri zaman, ayıp yerleri kendilerine açılıverdi” Rableri onlara “ben ikinize de bu ağacı yasak etmedim mi” buyurdu. Onlar da “Ey Rabbimiz nefsimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, muhakkak biz ziyan edenlerden oluruz.” dediler.

Bir kişi nefsin kötü sıfatlarından sakınıp, Hakk’ın sıfatlarını zuhûr ettiremezse, o zaman ziyan edenlerden olur. Dolayısıyla da Tevhîd Cennetinden mahrum edilmek üzere çıkarılır.

İşte bizler de, Âdem gibi Tevhîd Cennetinden çıkarılıp çıkarılmadığımızı anlamak için:

1- Vücûdumuzla Hakk’a taatımızın yaklaşımı

2- Ef’alde fenâ yaklaşımı

3- Sıfatta fenâ yaklaşımı

4- Zâtta fenâ yaklaşımı yaptığımıza bakmalıyız.

Taatımız, Hakk’a boyun büküp teslimiyetimizi, teslimiyet ve kurbiyetimiz, kalbimizdeki huzur ve mutluluğumuzu, kalbimizdeki huzur da, rûhumuzdaki her tecellînin şuhûd zevkini meydana getirecektir. Yoksa, süflîyyât tecellîsi olan gaflet, kişiyi vehim ve hayâl şeytanlarına dost yaparak nefsânî isteklerine tabi kılacaktır.

23

Page 24: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Halbuki böyle kişiler kendilerini hidâyet bulmuş kişiler olarak zannederler. Ne yazık ki yanlıştır. Zira vehim ve hayâlin vücûd ülkesindeki sultanı “zan” iledir. Zan ise iki türlüdür:

1-Su-i zann (kötü zan)

2-Hüsn-ü zan (iyi zan)

Bu iyi ve kötü zanların her ikisine de itibar edilmez.

Âdem (A.S.)’e Araf Sûresi 24. âyette “Bir kısmınız bir kısmınıza düşman olarak oradan ininiz. Yerde sizin için, bir zamana kadar yerleşip kalmak ve yaşamak var.” buyruldu. Âdem Serendip adasına, Havva da Cidde’ye indirildi. Âdem 70 sene Rabbine yalvarıp tevbe etti. Çünkü Bakara Sûresi âyet 37 “Âdem Rabbinden bir takım kelimeler aldı. O’na yalvarıp tevbe etti. O da tevbesini kabul buyurdu. Çünkü tevbeyi çok çok kabul eden asıl esirgeyici odur.” buyrulmuştur. 70 sene sonunda, Cenâb-ı Hakk yalvarmalarını kabul ederek, Âdem ile Havva’yı Arafat’ta birleştirdi. Sonra Müzdelife'de mânen nikahları Hz. Muhammed (A.S.) tarafından kıyılmıştır.

İşte günümüzde de, nefs terbiyesi görenlerin, kendi diye bildiği varlıklarının Hakk’ın varlığı olduğunu idrâk ettikten sonra, rûhullah mertebesinde Âdem’in yaratılmasını zevk edecektir. Hakk’ın zâhir, halkın bâtın olduğu bu mertebede, kişi Havva’ya, yani, nefsine uyarsa Cennet’ten çıkarılır. Çünkü nefs yönünden “benim” demiş olmaktadır. Bu sözü Âdem mazharından “Benim” diyen Cenâb-ı Hakk ise, o yasak meyve yemiş olmaz. Onun bu sözü kabul gördüğü için, daha üst mertebeye ancak vuslatı olabilir. Âyet-i kerîmedeki yasak meyveyi yemek olarak vasıflandırıldığına göre, Âdem’in bu sözü kendisinin söylediği anlaşılmaktadır. İşte o zaman vehim, hayâl gibi gaflet perdeleri kişinin şuhûdlarını yok edeceği için, o Cemalullah seyrini ona göstermeyecektir.

Âdem’le Havva’nın senelerce tövbe etmeleri, bu hicâbların kaldırılması için, canla başla Hakk yolunda çalışıp Muhammedîliğini idrâk etmelerine kadar devam eder. Yedi sıfat-ı subûtiyesinden Hakk ve hakîkati şuhûd ettiğinde, bu Âdem’in Muhammed yüzü suyu hürmetine affedilmiş olur.

İşte Hakk’a ârifiyet mertebesi olan Arafat’ta, Âdem ile Havva birleşerek Müzdelife'ye geldiler. Kesret âlemindeki sıfatlardan, rûhun

24

Page 25: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

tecellî etmesiyle, Muhammedîlik zuhûr eder. Böylece Âdem ile Havva’nın nikahları da Hz. Muhammed tarafından manen kıyılmış olunur. Bir kişide, rûh ve sıfatlar vücûdda birleşip zuhûra gelince, nasıl bir Muhammedî meydana gelirse, aynen onun gibi, rûh olan Âdem ile sıfat olan Havva da, bir vücûdda kemâlâtıyla zuhûr ederse, o da Muhammedî olmuş olur. Her ikisinin birleşmesine, o vücûd vesîle olduğu için, ona Muhammed bunların nikahını kıydı denilir. Yoksa Hz. Muhammed’in yaşadığı devir ile Âdem’in yaşadığı devir, zâhirde farklı zamanlarda olduğu için bu yönü ile değildir.

Araf Sûresi âyet 31 “Ey Âdem oğulları, her namazınızda, süslü elbiselerinizi giyinin. Yiyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” buyrulmakla, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşırken, amellerde ihlas, kurbiyette tam teslimiyet ve Cenâb-ı Hakk’ın rızasından başka, hiçbir şeyle kâim olmamak sûretiyle, şeriat elbisesini giyip, Hakk ve hakîkati müşâhede ederek yaşamamızı istiyor. Çünkü bu zevkler, kalbimizle tenzih, hissimizle teşbih yapılarak zevkimizde Tevhîd olarak yaşama halidir. İşte Âdemiyet budur. Cenâb-ı Allah’ın Hüviyyet ve Eniyyet yüzlerini kendi mazharında açığa çıkarıp, şerh edenler, Âdemiyetini kazanmış olurlar.

Mısrî Niyazi Hz. leri bir ilâhîsinde şöyle diyor :

Hakk yüzü insan yüzünden görünür,

Zâtını Rahmân, şeklini insan eylemiş

İşte Âdemiyetini bulan bunlardır. Yoksa, nefsânî sıfatlardan geçmeden, yalnız ilim ile Âdemiyetin sırlarına vâkıf olanlar, Âdemiyeti bulmuş değillerdir. Zira onlar zanlarınca, Tevhîdin fenâ mertebelerinde ilm-el yok olmuşlar, bekâ mertebelerinde de, Hakk’ın sıfatlarını kendi süflî sıfatlarında gizleyerek, kendilerinin hidâyet bulduklarını zannederler. Zan ise vehmin başbakanıdır. Onun için Cenâb-ı Hakk cümlemize, kulluğumuzu idrâk etmek ve yaşamak için, aşk versin, güç versin. Âdemiyet sırrını temkin halinde yaşatmak nasîb ve müyesser etsin. Âmin.

ÂDEM’İN YARATILMASI

Âdem’in yaradılışı iki bölümden meydana gelmiştir:

25

Page 26: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

1- Et ve kemikten meydana gelmiş olan fiziksel vücûdunun yaradılışı

2- Rûhsal vücûdu olan sîret vücûdunun yaratılması.

1- Et ve kemikten meydana gelen vücûdu topraktan meydana gelmiştir. Yani, teşri devresiyle, cemâdâttan nebâtâta, nebâtâttan hayvânâta, hayvânâttan da insan vücûduna geçerek insan vücûdu haline gelmiştir. Ten, rûhun taşıyıcısıdır. Fânidir. Bu gün var, yarın yok olacaktır. Rûhun taşıyıcısı olarak, çocukluk devri, delikanlılık devri, olgunluk devri, dolgunluk devri ve ölgünlük devirlerinde, ızdırari ölüm tecellî edesiye kadar görevini yapacaktır.

2- Rûhsal vücûdumuz olan sîret yönümüz, bezm-i elest olan Hakk Mürşîdinin dizinin dibinde, Hicr Sûresi 29. âyeti “Rûhumuzdan bir rûh üfledim” gereğince, Rabbinin evvelâ zikir rûhunu üfürdüğünde, o sâlikte ne kadar Rabbine sevgi ve teslimiyeti varsa, o kadar onda zikir rûhu tecellî etmiş olacaktır. Hakk Mürşîdi tarafından atılan bu Muhammedî zikir tohumu, ona her yerde ve işinde, Rabbi ile dâima beraber olma zevkini verecek ve kendisinden zikredenin de, Rabbi olduğunu anlayacaktır. O sâlik Rabbini can-ı gönülden seviyorsa, Rabbinden ayrılmamak için saat gibi gönlünde zikreden Rabbini yakın takibe alarak, O’nu dinleyecek ve O’nunla dâima zikirde beraber olma zevki ile dirilmiş olacaktır. Bu zikir rûhundan sonra, onun Hakk Mürşîdi, ef’al-i İlâhiye rûhunu, sıfat-ı İlâhiye ve Zât-ı İlâhiye rûhlarını üfürerek, Muhammedî tohumunu sâlikin gönül tarlasına ekmiş olur. Sâlikler bu Muhammedî tohumunu, zikir, şuhûd ve râbıtalarla sulayıp, çapalarsa, o sâlikin Muhammedî vücûd ağacının, yeşerip dal ve yaprakların arasında çiçek açtığını görürüz. Artık, “Nefsini bilen Rabbini bilir.” Hadis-i Şerifi gereğince, kendisinin diye bildiği vücûdunun Rabbinin vücûdu olduğunu anlamıştır. Rabbinin ise, Kaf Sûresi 16.”Biz kulumuza şah damarından daha yakınız” âyeti gereğince, gönlünde tahtını kurduğunu, o kulundan duyan, o kulundan gören ve o kulundan her türlü icraatı yapanın Rabbi olduğunu anlamış olur. Zikir rûhundan başlayarak ef’al-i İlâhiye rûhu, sıfat-ı İlâhiye rûhu ve Zât-ı İlâhiye rûhuna hamile kalan sâlik, manevî sîret vücûdunu bir anne karnındaki çocuğun birinci 40 günde kan pıhtısı, ikinci 40 günde et parçası, üçüncü 40 günde kol ve bacakları teşekkül ederek hareket ettiği gibi, hareket edecektir. Biz bu devreye Âdem’in Fenâfillâh olan uruc seferi diyoruz. Âdem rûh sahibi olarak yaratılmış, fakat henüz sıfatlarından zuhûr etmediği için, kendisini ispat edememektedir. Kadir Sûresi 4.”O gecede melekler ve rûh Rabbinin izniyle fecrin doğuşuna

26

Page 27: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

kadar inerler” âyetinde de belirtildiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyeti olan gecede, bütün sıfatlarından kemâlâtıyla zuhûr edesiye kadar, rûhun, melek olan kuvveleriyle, Rabbinin o kişideki kabullenişi kadar sıfatlardan tecellî etmiş olur. İşte, rûhun zuhûruna kadar Âdem’in urucu ve sıfatlardan tecellîsiyle nüzûl devresini bitirdikten sonra, vücûdun vücûdullah olmasının Tevhîd idrâki ile Âdem yaratılmış olacaktır. Yoksa bu gördüğümüz bütün insanlar Âdem değillerdir. Onun için Âdem üç nev’idir.

1- Sûrette Âdem sîrette hayvan

2- Sûrette Âdem sîrette nâkıs

3- Sûrette Âdem sîrette de Âdem

Sûrette Âdem sîrette hayvan olanlar, “hay” diri demektir.”van” varlık anlamına gelir. Yani “hayvan” diri olan canlı varlıklar demektir. Yiyen, içen, nefsânî bütün istek ve arzularını yerine getiren anlamındadır.

Sîrette nâkıs olanlar da, Âdemiyet tahsilinde olup, henüz kemâlâtı elde edememiş kişilerdir.

Sûret ve sîretinde Âdemiyetini bulanlar ise, Hakk Mürşîdinden rûh üfürülmüş ve Âdemiyetinin idrâk kemâlâtına vâkıf olanlardır. Âdem’in bütün varlığı Hakk’ın varlığı olduğunu zevk etmiş, Hakk’ın yeryüzündeki halifesidir. Cenâb-ı Hakk, Âdem yüzünden Zâtını ilânetmiştir. Onun sûreti Âdem sîreti Hakk’tır. Yalnız ona Hakk denilmez. Âdem’in başındaki “A” Harfi Allah’ı remzeder, “dem” de zaman demektir. O dem, bu demdir. Anlayan anladı. Anlamayanlar da yalnız dinledi.

ALLAH BÜTÜN İNSANLARI ZÂTINA DAVET EDİYOR

Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Kerîm’in Hac Sûresi 27. âyetinde “Bütün insanlar içinde haccı ilânet ki, gerek yaya olarak ve gerek uzak yoldan develer üzerinde sana gelsinler” buyrulmaktadır. Hac ziyâret etmek demektir. Neyi ziyâret etmemizi Cenâb-ı Allah istemektedir Kâbe’yi ziyâret etmemizi istemektedir. Kâbe Allah’ın zâtını remzeder.

Kâbe, zâhir ve bâtın olarak iki şekilde mütalaa edilir. Biri zâhir Kâbe’dir ki, zâhiri Kur’ân-ı Kerîm’de emredildiği gibi, Suudi Arabistan’daki Mekke şehrinde, Kâbe’yi ziyâret etmek, bütün Allah’a ve Resûl’üne inanan, en üstün sadakat ve teslimiyetle, ehl-i sünnet vel

27

Page 28: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

cemâat kardeşlerimizin, bedenen o beldeye giderek, haccın farzları olan: 1- İhrâma girmek 2- Arafat’ta vakfeye durmak 3- Kâbe’yi yedi defa tavâf etmek, Allah’ın kulları üzerindeki hakkıdır. İster yaya, isterse bineklerle, o mübarek Kâbe’yi ziyâret etmek, hayatında bir defa her inançlı kardeşimizin, istek ve arzusudur.

Biri de, bâtın olan Kâbe’dir ki o da Allah’ın Hüviyyet ve Eniyyetini kendisinde, kemâlâtıyla cem eden, Kâbe kavseyn sahibi olan İnsan-ı Kâmillerdir. Allah’ın Kâbe olarak davet ettiği bu kâmiller, bizlerin gönüllerinde Hakk’ın Cennet ve cemâlinin, kemâlât tecellîsini zuhûra getirmesi nedeniyle bizleri onlardan kendi insan-ı asliyemizi ta’lîm ve terbiye ederek öğrenmemizi istemektedir. Kuran-ı Kerîm’in Müzzemmil Suresinin başında bizlerin cehâlet uykusundan uyanarak İnsan-ı Kâmilde Tevhîd tahsili yapmamızı istemektedir. Yine Kur’ân-ı Kerîm’in Müddessir Sûresi 1 ve 2. âyetlerinde “Ey örtüsüne bürünen, kalk artık uyar” buyrulmaktadır. Rûhullah olanların kemâlât sıfatlarında tecellîsiyle onları uyarmamızı istiyor. Bu da günümüzde Mürşid-i Kâmillerin Îsâ nefesli olmaları nedeniyle bizlerin uyarılmasıdır. İşte Cenâb-ı Allah’ın emri üzerine, hem zâhirini hem de bâtınını idrâk ederek bu davete icabet edenler, Kâbe’nin sahibiyle görüşme lütfuna mazhar oldukları için, hacc-ı ekber (büyük hac) olurlar. Bunların diğer zâhir davete icabet edenlerden farkı, zâhir ve bâtın yönüyle Kâbe’ye ziyâret ibâdetlerini yapmalarıdır. Gâye taştan yapılmış bir binayı ziyâret değildir. O ziyâretin sırrını idrâk etmektir. Resûlullah efendimiz “Kim ki Kâbe’yi taştan ibaret görürse o hac yapmamıştır” buyurmuşlardır.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin hocası Fakrullah Hazretleri hüccacın önüne geçerek, nereye gittiklerini sormuş onlar da hacca gittiklerini söylemeleri üzerine “Kâbe Kâbe olalı o taştan yapılmış binaya Allah hiçbir zaman girmedi, fakat bu fakirin gönlünden de hiçbir zaman çıkmadı” diyerek, Cenâb-ı Hakk’ın tahsil tavâfının kendisinde olduğunu söylemiştir. Şu halde, taştan yapılmış bir bina, bizlere Allah’ın Zâtın tecellîsi olan, tavâfların mânâsını ve bu kâinattaki tecellî-i İlâhisinin îzâhını yapamaz. Kâbe’ye gitmeden bir İnsan-ı Kâmilden, Kâbe’nin Allah’ın zâtının remzedildiğini, onun tavâfının ondan merâtib-i İlâhinin tahsili yapıldıktan sonra, o mübarek yerlerde, bizzât yaşamak gerektiği vurgulanmıştır. İşte bu İnsan-ı Kâmili ziyâret ederek, Zâtının sıfatlarından, esmâ alarak fiilleriyle eserlerinin sırlarını öğrenmemizi Cenâb-ı Allah istemektedir. Zâhirde bütün inanan

28

Page 29: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

kardeşlerimizin kıblesi nasıl Kâbe ise, onun remzettiği mânâ da, canlı Kur’ân olan, Kâbe kavseyn sahibi İnsan-ı Kâmillerdir.

Zira Allah’ın Hüviyyet ve Eniyyet tecellîleri, onlarda kemâlâtiyle açığa çıkar. İster yaya olan fiillerimizle, isterse binekler olan sıfatlarımızla, Allah’ın zâtını ziyâret etmemiz bizlerin üzerinde Allah’ın bir hakkıdır. Zira Harem-i Şerîf’e girmek, bedeni arzu ve isteklerimiz olan, bütün nefsani haram lezzetlerden geçmedikçe, kendi nisbîyetlerimizden kurtulmadıkça mümkün değildir. Zan ve sûretlerden geçtikten sonra ancak hakîkatin zevkine ulaşılır. Bu da İnsan-ı Kâmilleri ziyâret tahsili ile mümkündür. Çünkü Cenâb-ı Hakk kullarının şirkle, günahkar olarak huzuruna gelmelerini istemiyor. Zâten şirk ve günahkar olarak ikilikle Harem-i Şerîf olan Kâbe’ye girmek mümkün değildir. Dikkat edilecek olursa, hacılar Hacer-ül Esved taşını öperek, tavâfa başlamaktadırlar. Aynen bunun gibi, Hacer-ül Esved rumuzâtı da, kendi insan-i asliyyesini öğrenmek isteyen inanan kardeşlerimizin bir İnsan-ı Kâmile gelerek, elini öpmesidir. El ele, el Hakk’a denmiştir. Gâye, et ve kemikten meydana gelen İnsan-ı Kâmilin gölge elini öpmek değil, tende canı, canda cananı bulmak olup teslimiyeti izhar etmektir. Ondan sonra hacdaki gibi, kişinin kendisindeki Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini yedi sıfat-ı subûtiyesinden zuhûra getirmektir.

Kur’ân eşittir İnsan-ı Kâmile. Fatiha-i Şerîf yedi âyettir. İnsan-ı Kâmildeki Cenâb-ı Hakk’ın 3 fenâ, 4 bekâ tecellîleriyle o da canlı bir Kur’ân’dır. Fatiha Sûresi 7 âyet olup, üçü Cenâb-ı Hakk’a ait bâtın, dördü de kula ait ifadeler taşıdığı için, zâhir olması nedeniyle İnsan-ı Kâmiller bizlere bu tahsili yaptırmaktadırlar. 3’ü çalımlı ve 4’ü sakin olarak tavâfımız, insanlardan tecellî eden üç bâtın olan Allah’ın sıfatlarının (hayat, ilim, irâde), mutmain nefs olarak zuhûra gelmesi içindir. Kişi bir an evvel şirkten kurtulmak ve buna kavuşması için koşmalıdır. Dört sakin olan tavâflar da kulun mazharından açıkta olan Allah’ın (duymak, görmek, kelâm, kudret) sıfatlarının, sakin olarak zuhûrunu istemekten ibarettir. İnsan-ı Kâmilde, üç fenâ mertebesi ve dört bekâ mertebelerindeki tahsili sonunda, kendisinde Cenâb-ı Hakk’ın vahdet ve kesret tecellîlerini kemâlâtıyla görmek istediği için, insanlar üzerinde bu Kâbe’ye daveti Allah’ın insanlar üzerindeki hakkı olmuş oluyor. Niyazi-i Mısrî Hazretleri bir ilâhisinde :

“Halkı bunca evliya ki geldi davet eyledi

Vahdetin sırrı bilinmektir o davetten garaz

29

Page 30: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Sanii gör günde yüzbin sanat gösterir

Kendini göstermek içindir o sanattan garaz”

Buyurmakla, zâtının bütün sıfatlarındaki ef’âl tecellîlerini bilmek ve görmek için olduğu anlaşılmış olunur.

İşte İnsan-ı Kâmilde bu tahsil yapıldıktan sonra, emr-i İlâhi olduğu için, o mübarek beldeye giderek, her türlü ziyâret ibâdetlerimizin, taşıdığı rumuzâtlarıyla tekrar zevk etmek elbette güzeldir. Zâten hac ziyâretini tetkik ettiğimizde, birinci farzı olan, evvelâ ihrâma girmenin, kişinin kendi varlığından kurtulması olan Fenâfillâh olduğunu görürüz. Yunus Emre’nin bir ilâhisinde:

“Aşkın bahrına dalmayan, canını feda kılmayan

Senin cemâlini görmeyen meydana gelmez Allah’ım

Aşık yunus seni ister, lütfunla cemâlini göster

Cemâlini gören aşıklar, ebedî ölmez Allah’ım.”

Dediğini görüyoruz. İkinci farz, Arafat’ta vakfeye durmaktır. Arafat Hakk’a ârif olmaktır. Hakk’a vâkıf olanlar Bakara Sûresi 115. âyetin “Bununla beraber, doğu da Allah'ın batı da! Nerede yönelseniz, orada Allah'a durulacak yön vardır! Şüphe yok ki Allah'ın rahmeti geniştir ve O, her şeyi bilendir” idrâkinde oldukları için, Allah’ın Vahdâniyyet tecellîsini zevk ederler. Niyazi-i Mısrî Hazretleri:

“Her neye baksa gözün bil sırrı Sübhan ondadır

Her ne işitse kulağın mahzı Kur’ân ondadır

Her şeye mahlûk gözüyle baksan o mahlûk olur

Hakk gözüyle baki bi şek nûr-u Yezdan ondadır.”

Buyurmakla zerreden küreye kadar her varlıktaki Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyetinin tecellîsini söylemişlerdir. Ayrıca:

“Hakk’ı istersen yürü insana bak

Şemsü zâtı yüzünde Rahşan eylemiş

Hakk yüzü insan yüzünden görünür

Zâtı Rahmân şeklin insan eylemiş”

30

Page 31: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Demekle de, İnsan-ı Kâmillerin Allah’ın kemâlât sıfatı olan Rahmân’ın İnsan-ı Kâmil’den göründüğünü söylemiştir. İnsan-ı Kâmiller Allah’ın Rahmân sıfatlarıdırlar.

Üçüncü farziyette, Kâbe’yi yedi defa tavâf etmek olan, üçü bâtın sıfatların zuhûru, dördü zâhir olan sıfatlardan mutmain nefs olarak yedi subût sıfatlar olarak yaşamayı istemek değil midir. Onun için hac ziyâreti, zâhirde de bâtında da kişilerin insan-ı asliyyelerini öğrenerek, kul mazharından Cenâb-ı Hakk’ın zuhûrunu seyirden ibaret olduğu anlaşılmış olunur. Bu da İnsan-ı Kâmilden merâtib-i İlâhiyeyi tahsil etmekle mümkündür. Allah bizleri de bu davete icabet edenlerden eylesin.

ALLAH VE MUHAMMED’İ NASIL GÖREBİLİRİZ

Cenâb-ı Allah zât ve mutlakiyet yönüyle, ne bu âlemde ne de âlem-i Âhirette görünmesi imkânsızdır. Zira zâtının yanında başka bir zât lâzım ki onu bilsin ve görmüş olsun. Onun mülkünde, ondan başkası olmadığı için onu bilmek ve görmek zât ve mutlakiyet yönüyle imkânsızdır diyoruz. Onun için zât ve mutlakiyet yönüyle, bizler Allah’a îmân eder ve teslim oluruz. Nerededir, nasıldır gibi kesafetle bağlı düşünüşler, bizleri ondan uzaklaştırdığı için düşünmeyiz. Zâten Resûlullah efendimiz, “Allah’ın zâtını düşünmeyiniz.” demiştir. Fakat Allah’ın Rubûbîyyet yönünü, yani zerreden küreye kadar bütün sıfatlarındaki kemâlât tecellîlerini bilmek ve görmek, bizlerin yaratılma gâyemizdir. Onun için sıfatlar yönüyle O’nu görürüz, O’nunla konuşur, sohbet ederiz. O’nunla dâima beraber oluruz. Allah’ın Zâtı sıfatlarını sayarken, “kıyam bi nefsihi” deriz. Allah’ın nefsi ise sıfatlarıdır. O sıfatlarıyla kaimdir. Âfâkta kemâlât sıfatları nasıl İnsan-ı Kâmiller ise, kendi vücûd ülkemizde de, zâtımızın kemâlât tecellîleri elbette, mutmain olmuş nefsimizdir. Onun için, Cenâb-ı Allah’ı kemâlât sıfatlarında görmemiz mümkündür. Zâten Âdem ve âlemde, zâtının sıfatlarında, esmâ alarak fiilleriyle eserini zuhûra getirmesi, bilinmesi ve görülmesi gerekli tek yoldur. Esmâ ve sıfatlara vücûd verdiğimiz müddetçe onu hayâlden ötede bilip göremeyiz. Musa (A.S.)’ın “Görün bana bakayım sana” dediğinde, “Lenterani ya Musa” “sen beni göremezsin” hitabına muhatap olduğu gibi, kesafet vücûd varlığımız olduğu müddetçe görmemiz de mümkün olmayacaktır. Ne zaman Musa’nın, karşıki dağa bakarak ateş sûretindeki Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsiyle, kendinden geçmesi,

31

Page 32: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

yani kendi varlık dağının aşk ateşinde yok olmasıyla, O’nu görmeye başlamıştır. Yoksa Musa’nın kesafet bakışıyla görmek istediği için, ya rabbi seni benim zannım gibi görmek isteyenlerin ilk tövbecisi ben olayım diyerek, öyle görünemeyeceğini de bizlere bildirmiştir. İşte bizler de bu zannımızdaki gibi görmek istersek elbette dâima “lenterani” “sen beni göremezsin” hitabına muhatap oluruz. Cenâb-ı Hakk’ı zât yönüyle değil zâtının kemâlât sıfatlarından, esmâ ve fiilleriyle dâima şühûd etmemiz mümkündür.

Niyazi-i Mısrî Hazretleri bir ilâhisinde bakın ne buyuruyor:

“Zâtı Hakk’ı anla zâtındır senin

Hem sıfatı hep sıfatındır senin

Sen seni bilmek necatındır senin

Gayre bakma sende iste sende bul

Sûreti terk eyle mânâ bulagör

Ko sıfatı bahri Zâta dalagör

Ey Niyazi şark ve garba dolagör

Gayre bakma sende iste sende bul”

Kul mazharından 4 türlü görüş vardır:

1- Hakk’ın Hakk’ı görmesi, özden öze.

2- Hakk’ın kulunu görmesi, özden göze.

3- Kulun Hakk’ı görmesi, gözden öze.

4- Kulun kulunu görmesi, gözden gözedir.

Kuldaki kemâlât derecesi nisbetinde bu görüşlere sahip olunmaktadır. Allah’ın görünmezlik keyfiyeti Ahadiyet âlemine ait olup, Vahdâniyyet âleminde mazharlardan hep görünmektedir. Yeter ki Hakk Mürşidinden bu şühûd ve müşâhedemizi tahsil edelim.

Niyazi-i Mısrî Hazretleri bir ilâhisinde de şöyle buyurmuşlardır:

“Hüsnünü izhar eder bunca sıfat

Zâtına insanı bürhan eylemiş32

Page 33: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Hakk’ı istersen yürü insana bak

Şemsü zâtı yüzünde Rahşan eylemiş

Hakk yüzü insan yüzünden görünür

Zâtı Rahmân şeklin insan eylemiş”

Hz. Muhammedi de her an görmek mümkündür. O’nun zâhir unsur vücûdunu görmek O’nu görmek değildir. O’nun beşer vücûdunu 14 asır evvel Ebucehil de gördü. O’nun hakîkat-i Muhammediyyesini, Nûr-i Muhammediyyesini maalesef göremedi. Görmüş olsa idi, ona îmân ederdi. Şu halde O’nun nûr ve hakîkat-i Muhammediyyesi, taptaze olarak bilinip görülmektedir.”Levlake levlak vema halaktül eflak” “Sen olmasaydın, sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım.” Hadîs-i Kudsîsinden de anlaşıldığı gibi zâhir ve bâtında Allah’ın Muhammed aynaları olmasa, Cenâb-ı Hakk’ın kendisini seyretmesi mümkün olmayacaktır. Onun için “Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi murâd ettim. Bu halkı halk ettim” ifadesinde, kendisini görmek ve seyretmek için, Muhammed aynasını yarattığını bildirmişlerdir. Peygamberimizin “evvelâ ma halakallahu Nuru” (Allah evvelâ benim Nurumu yarattı) “evvelâ ma halakallahu rûhu” (Allah evvelâ benim rûhumu yarattı) “evvelâ ma halakallahu Akli” (Allah evvelâ benim Aklımı yarattı) sözleriyle, küll-i nûr güneşinin, rûh güneşinin ve akıl güneşinin, evvelâ Resûlullah efendimizin güneşi olarak yaratıldığını görmekteyiz. Aslında, nûr da, rûh da, akıl da parçalanma kabul etmez. Fakat tecellî ettiği mazharlarda esmâlar almışlardır. Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyye diye tarif edilen cemâdâtta, nebâtâtta, hayvânâtta ve insanlarda ayrı ayrı bu nûr, rûh ve akıl gibi tecellîlerin, Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyye aynalarından da, her varlığın isti’dâd ve kabiliyetine göre, bu tecellîsinin görünmesi zuhûr etmiştir. Tin Sûresi 4. âyetindeki “Biz insanı en güzel biçimde yarattık” ifadesinden de anlaşılacağı gibi, Cenâb-ı Allah’ın bu âlemde Âdem diye yarattığı bu yüce varlık, Resûlullah efendimizin aynalarından birer cüz olduğuna göre, Allah’ın kemâlât sıfatlarıdır. Bunlarda kemâlâtıyla tecellî eden Cenâb-ı Hakk, tecellî mazharları da Muhammed’i olmuş olur. Muhammedî olan kardeşlerimiz, kendi gönüllerini yakın takibe aldıklarında, dört yerde Muhammed’i göreceklerdir:

1- Enfüste Muhammed

2- Âfâkta Muhammed

3- Vahdette Muhammed33

Page 34: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

4- Kesrette Muhammed

Enfüste Muhammed’in görünmesi kişinin bütün sıfatlarından mutmain olmuş nefs halinde, rûhun sıfatlarından tecellîsini zevk etmesidir.

Afakta Muhammed’in görünmesi; Hakk Mürşidinin sâliklerinde kendisini kemâlâtıyla nasıl görüyorsa, aynen onun gibi, Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyye olan bu âlemde de, her varlığın farkıyla, şühûd ve müşâhede edilmesidir.

Vahdette Muhammed’in görülmesi Ahadiyet zevkiyle zevklenen kardeşlerimizin, 6 merâtib-i İlâhiye'den Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini fark gözlüğü ile seyretmesidir. Çünkü bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Allah, bu âlemi 6 günde yarattım buyurmaktadır. İnsan da bir âlem-i kübradır. İşte 6 mertebede Hakk’ın tecellîlerini seyredenler Vahdette de Muhammedi bilir ve görürler.

Kesrette Muhammed’in görünmesi Hadid Sûresi 3. âyette “O, ilk ve sondur; görünen ve görünmeyendir. Hem O her şeyi bilendir!” buyrulduğu gibi, Muhammed aynalarından Cenâb-ı Hakk’ın tecellî ettiğine göre elbette, cemâdât, nebâtât, hayvânât ve insanlar gibi bu yerlerde de onu görmemiz tabiidir. Hasan Fehmi Hazretleri bir ilâhisinde :

“Bu âlem mebdeyi sensin Evvelsin ya Resûlullah

Nübüvvet hatemi sensin Ahirsin ya Resûlullah

Cemi kurb-i ferâizde Bâtınsın Hakk olur zâhir

Nevafil kurb-i hazrette Zâhirsin ya Resûlullah”

Demek sûretiyle, gördüklerini bizlere bildirmişlerdir. Onun için kendimizdeki, Cenâb-ı Hakk’ın tenzih ve teşbih tecellîlerini Tevhîd yaptığımız zaman, Allah ve Muhammed’siz hiçbir yerin olmadığını görmüş olacağız. Dâima onunla beraber olmak, bu âlemde de, âlem-i âhirette de bizleri, her iki Cennet’te de yaşatmış olacaktır. Allah bütün inanan kardeşlerimi, Muhammed’i bilerek ve görerek yaşamak nasîb etsin.

ALLAH’I NASIL BİLMELİ VE GÖRMELİDİR

Cenâb-ı Hakk insanlara iki göz ve iki kulak vermiştir. Bu gözlerin birisi ile, ötelerin ötesinde, mutlak, kahhar, tecellî ettiği

34

Page 35: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

mazharlara benzemeyen münezzeh, ulaşılamaz olarak bilmelidir. Mekanı, şekli nasıldır diye düşünülmemelidir. Resûlullah Efendimizin “Allah’ın zâtını düşünmeyiniz” diye hadisi vardır. Bu Makâmda ona mutlak Rab sıfatıyla, yalnız îmân edilmelidir. Zerreden küreye kadar, bütün varlıklarda, Vahdâniyyeti ile tecellî eden yalnız O’dur. O’na burada soru sorulmaz. Yalnız itaat edilir. Burası hak arama yeri değil, îmân etme ve külli kurbiyetle itaat etme Makâmıdır. Fakat aynı kişi, öteki gözüyle Allah’ı gönlünde, kalbinde her an tecellî halinde görür. O bize şah damarımızdan daha yakındır. Bu Makâmda O dosttur. Sevgililerin en sevgilisi, güzellerin en güzelidir. Bu Makâmda ona, sadece kulluk edilmez, aynı zamanda sevilir, özlenir, arzulanır. O’nunla burada sohbet edilir. Aradaki perdeleri kaldırıp onunla bir dost, bir sevgili gibi konuşmak mümkündür.

Allah insanlara iki de kulak vermiştir. Bir kulağı ile Hakk’ı duyması, bir kulağı ile de halktaki Hakk’ın, isti’dâdlara göre, farkıyla tecellîlerinin sedâsını duyması içindir. Niyazi-i Mısrî Hazretlerinin:

“Her neye baktım ise vechi Rahmân ondadır.

Her neyi duydum ise mahzı Kur’ân ondadır.”

Buyurdukları gibi, Cenâb-ı Allah’ın vahdet yüzünün, bütün varlıklarda tecellî ettiğini, cemâl yüzüyle de, bütün varlıklarda, bu varlıkların isti’dâd ve kabiliyetleri nisbetinde zuhûr ettiğini, fakat tecellî ettiği hiçbir varlığa benzemediğini görürüz. Onu kemâlâtıyla, peygamberlerde ve evliyalarda görmek mümkündür. İnsan-ı Kâmiller onun bir sesi gibi olduğu için, her türlü müşküllerimizi, onlara sormakla, Hakk’ın onların mazharından bizlere cevap verdiğini, bizlerin insan-ı asliyemizi bulmamıza vesîle olduğunu görürüz.

Ahadiyet sahibi olan bu İnsan-ı Kâmiller, vahdet ve kesret gözleriyle, Allah’ın evvel ve bâtın olan celâl yüzünü, zâhir ve âhir olan cemâl yüzünü görerek ve duyarak gönlünde Tevhîd yaparak, tek dil azasıyla, sohbetleriyle bizlerin gönül kitaplarımızı yazarlar. Bizlere, Allah’ın Zât yönüne yalnız îmân ederek itaat etmemizi, Rahmâniyyet yönüyle de, zerreden kürreye kadar her varlıkta tecellîsini gösterdiği için, O’nu görmeye, O’nunla sohbet etmeye, O’nu sevmeye, dâima O’nunla bir olmaya teşvik etmektedirler. Onlar insanın yaradılışındaki yedi âyette cem olan canlı Kur’ân’ı okuttukları için, Tevhîdin, Ahadiyet mertebesinden, fiilleriyle zuhûra gelesiye kadar, yedi merâtib-i İlâhiye zevkiyle bizlerin

35

Page 36: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

idrâk ve anlayışına göre îzâh etmektedirler. Hasan Fehmi Hazretleri bir ilâhisinde;

“Söyler kelâm bakar sana, görmez gözü hiç mâsivâ

Vermiş gönlünü Hakk’tan yana, hep gördüğü dîdâr olur.”

Buyurmakla kâmillerden bizlere bakarak sohbetleri yapanın kim olduğunu açık açık söylemektedir.

Bizler, kesafet vücûdumuz olan bu dünyada, canımızın taşıyıcısı, hammalı olan et ve kemikten meydana gelmiş unsuriyetimize, ihtiyacı kadar ilgi gösterip, esas bâkilikte yoluna devam edecek sîret vücûdumuzun ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmalıyız. Bu zâhir bedenimiz fânidir. Sîret vücûdumuz ise bâkidir. Dünya âhiretin madem tarlasıdır, burada sîret vücûdumuzu ne kadar besler ve manevî gıdalarla geliştirirsek, âlem-i âhirette o nisbette Cennet’e hak kazanmış oluruz. Zâten Cenâb-ı Hakk’ın mutluluk refah ve saadeti, Hakk’la beraber olup, huzur ve şühûd zevkindekilerdedir.

ALLAH’IN İNSANDAKİ ZUHÛRU

Daha Allah ile cihan yok iken

Biz onu var edip ilân eyledik

Hakk’a hiçbir lâyık mekan yok iken

Hanemize aldık mihmân eyledik

Kendisinin ismi henüz yok idi

İsmi şöyle dursun cismi yok idi

Hiçbir kıyafeti resmi yok idi

Şekil verip tıpkı insan eyledik

Bu insan ve kâinat yok iken, Cenâb-ı Allah altında ve üstünde boşluk olmayan ama’da idi. Bilinmekliğini murâd etti ve bu âlemi ondan sonra sevdi ve halk etti. Bu halk ettiği âlemlerin içinde de en üstün olarak insanoğlunu yarattı ve onu merkez üssü olarak mekân seçti.

36

Page 37: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

İnsanı yaratmazdan evvel kendisini bilen hiçbir varlık yoktu. İnsan denen bu varlıkta Cenâb-ı Allah, Hüviyyet ve Eniyyetini cem ederek insan sûretinde şekillenerek zuhûr etti. İnsandaki bu yüceliklerden mütevellit ona “Halifem” dedi. Câmi’-ül esmâ’m dedi. Âlem-i kübra, Sin sahibi, Beytullah, en üstün yaratık gibi bir çok isimlerle taltif edildi.

Allah ile işte burada birleştik

Noktayı ama’ya girdik yerleştik

Sırrı küntü kenzi orada söyleştik

İsm-i şerifini Rahmân eyledik.

Kur’ân-ı Kerîm 28 harften meydana gelmiştir. Bu harfler de noktadan meydana gelir. 7 noktayı üst üste koyduğumuzda, bir “elif” meydana gelir. Bu elifi de değişik şekillere bürüyerek Kur’ân’daki 28 harfi meydana getiririz. Aynen bunun gibi Cenâb-ı Allah da, nokta sırrındaki altında ve üstünde boşluk bulunmayan ama’dan, ulûhiyetine tecellî etti. Allah’ın ulûhiyet mertebesi, elif harfinin sırrıdır. Oradan da rubûbiyeti olan kulluğuna tecellî ederek Kur’ân’daki 28 harfin sırlarını meydana getirmiştir. Allah’ın gizli hazinesinden, tafsilât-ı Muhammediyye dediğimiz şu kesret âleminde, zuhûrunu görüyoruz. Kemâlâtı olan insan-ı şerifindeki Rahmâniyyetinden evvel, o ne biliniyor, ne de görünüyordu.

Aşikâr olunca Zâtı sıfatı

Kün dedik var ettik bu semâvâtı

Birlikte yarattık hep kâinatı

Nam-ü nişanını cihân eyledik.

Yerleri gökleri yaptık yedi kat

Altı günde tamam oldu kâinat

Yarattık içinde bunca mahlûkat

Erzâkını verdik ihsân eyledik

Zâtından sıfatlarına tecellîsini zuhûr ettiğinde, insanlığını bulan âriflerden görmeye başladı. Ârifler, kemâlât sahibi olmaları nedeni ile, kendilerini okumaları, kâinatı da okumak olduğu için, Cenâb-ı Allah’ın bu

37

Page 38: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

kemâlât mazharlarından, ister Âdemde olsun, isterse âlemde olsun, yerlerin ve göklerin 7 kat olduğunu ve 6 günde bu âlemlerin yaratıldığını gördüler. Çünkü bir âyet-i kerîmede “Allah bu âlemi altı günde yarattı.” buyrulmaktadır. Yerlerin ve göklerin yedi kat olmasının sırrı da insandaki 7 sıfat-ı subûtiyesi ile Tevhîd mertebelerindeki, 6 pencereden kemâlâtı ile zuhûrundan ibarettir. Bu 6 pencerenin dışında, Cenâb-ı Hakk’ı, şuhûd etmek mümkün değildir.

Gerçi kün emriyle var oldu cihan

Arşı kürsi gezdik durduk bir zaman

Boş kalmasın bu kevn-i mekan

Âdem’in halkını ferman eyledik.

Ârif olan bilir sırrı müphemi

İzhar etmek için ism-i âzâmı

Çamurdan yoğurduk yaptık Âdem’i

Rûhumuzdan bir rûh revân eyledik

Gerçi Cenâb-ı Allah kün emri ile bu cihanı yarattı. Fakat bu âlem hazır olasıya kadar “ol” emrini vermedi. Hazır olduğunu gördükten sonra, “Kün” yani “ol” dedi. Buna binaen de bütün varlıklar da “fe yekün” “oldum” dediler. Yani oluverdiler. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın, “ol” demesi için üçleme sırrı olan varlıklardaki, zaman, mekan ve ihvânın hazır olması lâzım idi. Bunlardan biri eksik olsa, Cenâb-ı Hakk, “kün” emrini vermez. İşte onun için, Azrail Âdem’in çamurunu Mekke’nin Numan vâdisinden getirdi. Cenâb-ı Hakk da onu, iki eli olan celâl ve cemâl elleriyle yoğurdu ve Âdem şeklinde şekillendirdi. Artan simsime çamuru ile de hakîkat şehri yapıldı. Bu Âdem şeklindeki varlık, üç yüz yıl güneşte pişirildi. Yani ef’al yüzü, sıfat yüzü, zât yüzü olarak kemâlâta getirildi. Her seferinde, “sen kimsin, ben kimim” diye Rabbi ona sordu. O da “Sen sensin, ben benim” demek sûretiyle, henüz kemâlâta gelmediğini gösterdi. Üçüncü yüzü piştikten sonra, bu sorulara cevaben “Ben aciz bir kulum. Sen ise âlemlerin Rabbisin” dedi. Çünkü nefsini bilen Rabbini bilebilir. İşte ondan sonra “kün” emrini verdi.

Daha evvel “kün” ol emrini vermiş olsa idi, henüz eksik olduğu için, “kün” emrini taşıyamayacaktı. Allah’ın rahmeti gadabını geçtiği için,

38

Page 39: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

emaneti taşıma hasletini kazanmasını bekledi. Ârif olanlar bu gizli sırrı bilirler. İşte bu ism-i azam sırrını ehline ifşâ etmek için, bu Âdem’e “Rûhumuzdan bir rûh üfledik” âyet-i kerîmesi îzâh edildi.

Âdem ile Havva birlik idiler

Ne güzel bir mekân bulduk dediler

Cennetin içinde buğday yediler

Sürdük bir tarafa payan eyledik

Âdem’le Havva’dan geldi çok insan

Nebiler velîler oldu nübeyân

Yüz bin kere doldu boşaldı cihan

Nuh nebiyyullaha tufan eyledik

Âdem Cennet’te o kadar mutlu idi ki Bakara Sûresi 115.”Doğu ve Batı Allah’ındır. Yüzünüzü nereye çevirirseniz çeviriniz, onun yüzü oradadır” âyetinin zevki ile zevkiyâb olmuştu. Fakat yalnızlıktan canı sıkıldı. Cenâb-ı Hakk da, ona Havva isminde bir kadın arkadaş ihsân etti. Beraberce yaşamaya başladılar. Cenâb-ı Hakk onlara “her şeyden yiyin için, fakat şu yasak meyveye yaklaşmayınız” diye yasak koydu.

Âdem ile Havva bir zamana kadar, o yasak meyveye yaklaşmadan neşe içinde yaşadılar. İblis Âdem’e secde etmemekten mütevellit Cennet’ten kovulmuştu. Artık Cennet’e girme müsaadesi yoktu. Cennet’teki Âdem’i kandırmak için çeşitli çareler arıyordu. En sonunda yılanın ağzına girerek Cennet-i âlâ’ya girme imkânı buldu ve Havva validemizi kandırarak, yasak meyveyi yedirdi. Havva Âdem’e gelerek “Ben yedim hiçbir şey olmadı, sen de ye diyerek” o da Âdem’i kandırdı ve o da yedi. Cenâb-ı Hakk ise, onlara yasak kıldığı meyveyi “Ne için yediniz” dedi. Âdem de “Ya Rabbi nefsime zulmettim” dedi. Böylece her ikisi de Cennet’ten çıkarıldılar. 70 yıl, Cenâb-ı Hakk’a yalvardılar. Ve sonunda affedildiler. Âdem’le Havva’dan çok insanlar ve nebiler bu âleme geldiler. Bu âlem yüz binlerce defa doldu boşaldı. Bu cihan, insanlığın ikinci atası olan Nuh (A.S.) ile tekrar yaşama başladı. Nuh, necata (kurtuluşa) erdiren demektir. Nuh tufanı ile bütün insanlar Tevhîd

39

Page 40: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

gemisine davet edildi. Binenler kurtuldu, binmeyenler tufanda helâk oldular. Nuh tufanı Kur’ân-ı Kerîm’in Hud Sûresi 25-48 âyetleri arasında anlatılan bir kıssadır.

Nuh (A.S.) kavmini Hakk ve hakîkata davet etmiş fakat kavmi onu inkâr etmiştir. Cenâb-ı Hakk Nuh (A.S.)’a bir gemi yapmasını vahyetmiştir. Sanatı dülgerlik olan Nuh (A.S.)’a gemiyi yaptırdıktan sonra canlılardan dişi ve erkek olarak birer çift alması için vahyedildi. Nuh (A.S.) inanmayanlara Cenâb-ı Hakk’ın kendilerini helâk edeceğini bildirdi. Nuh’un oğlu Kenan da gemiye binmeyenlerdendi. Kenan babasına “Ben yüzme biliyorum, dağcılığım da var, tufanda ben helâk olmam” diyordu. Hatta Nuh (A.S.) buna binaen Cenâb-ı Allah’a münacaatla oğlunun kendisine tâbi olmadığını bildirdiğinde, Cenâb-ı Hakk da Nuh’a: “O senin oğlun değildir. Senin oğlun senin sulbünden gelen değil, senin yolundan gelendir.” buyurdu. Nuh tufanı, günü gelince başladı. Gemiye binenler kurtuldu, gemiye binmeyenler tufanda helâk oldular. Nuh’un gemisi de tufan sonunda Cudi dağına oturdu. Gemidekilerin hepsi kurtuldu.

Günümüzde de Nuh (A.S.)’lar ilmiyle âmil, güzel ahlâk sahibi, edeb, iffet ve hayâ yüceliklerini sergileyen, mütevazı Mürşîd-i Kâmillerdir. Onlar peygamber vârisi oldukları için Hakk ve hakîkati tebliğ görevindedirler. Bu görevlilerin Tevhîd gemisine davetine icabet etmeyenler gayriyet ve cehâlet tufanında şirk denizinde boğulup durmaktadırlar. Resûlullah Efendimiz “Ehlibeytim, Nuh’un gemisi gibidir. Her kim o gemiye binerse kurtulur. Her kim muhalefet ederse gark olur.” buyurmuştur.

Şu dünya su dolu bir denizdir. Eğer bedeni fâni olduktan sonra binecek Tevhîd zevkleriyle bir Tevhîd gemisi yaptın ise, kurtuluşa erenlerden, yapmadın ise o suda helâk olanlardansın. Cenâb-ı Allah Nuh (A.S.) gibi kurtuluşa davet eden Tevhîd gemisine binerek şirk tufanından kurtulanlardan eylesin.

Salih’e bir deve eyledik ihsân

Kayanın içinden çıktı nâgehân

Pek çokları buna etmedi îmân

Onları hâk ile yeksân eyledik

40

Page 41: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Nuh (A.S.)’un davetine icabet etmeyenlerin tufanda helâk oldukları gibi bir zaman sonra Semud kavmine de Cenâb-ı Allah Salih isminde bir Peygamber gönderdi. O da kavmini Hakk ve hakîkate davet ettiği halde kavmi ona inanmadılar.”Sen hakîkaten peygambersen şu taştan bir deve çıkar da görelim.” dediler. O an Cebrail gelip Salih (A.S.)’e kırk yıl evvel o taşın içinde bir dişi devenin konulduğunu, Allah’a dua ettiğinde çıkacağını söyledi. Salih (A.S.) de Rabbine münacaatla taşın içinde dişi bir deve çıkardı. Deve dile gelerek: “Ben şehâdet ederim ki Allah birdir. Salih onun kulu ve resulüdür.” dedi. Bu mucizevî olaya binden fazla insan inandı. Salih (A.S.) suyu, bir gün kavminin, bir gün de devenin içeceğini söyledi. Bu tebliğine uymayanların helâk olacaklarını söyledi. O kavmin Salih (A.S.)’e inanmayanları bir gece vakti, deveyi ayaklarından keserek öldürdüler. Salih (A.S.) bunu duyunca çok üzüldü. O kavim de üç gün içinde evlerinin ve mallarının ateş içinde yanması ile helâk oldular. Kur’ân-ı Kerîm’in Araf Sûresi âyet 73 den 79’ a kadar ve Hud Sûresi 64 den 67’ye kadar, Salih ile ilgili diğer âyet-i kerîmelerde anlatılmıştır. Bu gün de, Salih (A.S.) gibi bir Mürşîd-i Kâmile inanır ve tebligatını uygularsak kurtuluşa ermiş oluruz. Uymadığımız takdirde, ilim ve irfâniyetten yoksun olarak helâk oluruz.

Salih (A.S.)’in taştan dişi bir deve çıkarması, taşlaşmış olan kalp sahiplerinden Tevhîd aşkını ve irfâniyetini çıkarmaktır. Deve dişidir. Erkek olmuş olsa idi çoğalamazdı. Bir kişi de, Tevhîd aşkı zuhûr ettiğinde, elbette “Ben şahitlik yaparım ki Allah birdir. Salih (A.S.) onun kulu ve resulüdür” diyecektir.

Suyu bir gün kavmin, bir gün devenin içmesi de, nefs sahibi kavmin akıllarıyla taklîd şekilde ibâdet etmeleri, devenin ise irfâniyet ve küllî akılla ibâdet etmeleridir. İşte günümüzde de Salih (A.S.) kavmi gibi cehâlet ve şirk halinde olanlar küfür ateşinde yok olup gidiyorlar.

Bir zaman Ashâb-ı kehfi uyuttuk

Hazreti Musa'yı Tur’da okuttuk

Şid' e çulha yaptık bezler dokuttuk

İdris' e biçtirip kaftan eyledik

Kur’ân-ı Kerîm’in Kehf Sûresinde 9. âyetten itibaren anlatılan bir kıssadır.

41

Page 42: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Hakk ve hakîkata inanan yedi kişi, o zamanın padişahı olan Takyanus'tan şiddetli işkence görmüşler. Bu yedi kişi anlaşarak firar edip Tarsus'taki mağarayı kendilerine mesken tuttular. Mağarada üçyüz yıl uyudular. Kendilerine gelip uyandıklarında karınları acıkmıştı. Aralarından bir kişiyi, ekmek almak için şehre gönderdiler. Giden kişi, ekmeği alıp Takyanus'tan kalma parayı verince yakayı ele verdi. Fırıncı, bu paranın geçmediğini, o zalim hükümdarın öldüğünü, yerine salih bir hükümdar geldiğini, onun da parasının altından olduğunu söyledi. Fırıncı ona: “Korkma evladım, her şeyi anlat” dedi. O kişi de her şeyi açık açık anlattı. Hep beraber mağaraya gittiler. Mağaraya varınca beraberindekiler dışarıda kaldı, o bir kişi arkadaşlarının yanına, mağaranın içine girdi. Bir daha çıkmadı ve hepsi birden sır oldular.

İşte, Ashab-ı Kehfi uyuttuk demekten mânâ, zâhirde budur. Bizler de vücûd mağaramızda, nefs-i emmâre olan nefs hükümdarından şiddetli azap görüp kaçan, yedi sıfatımızın Hakk ve hakîkat şuhûdu istemesinden ibarettir. Bir sâlik de Mürşîd-i Kâmilden, kendi vücûd mağarasındaki, ef’âl yüzünü, sıfat yüzünü ve Zât yüzünü tahsil ederse, üçyüz yıl mağarada, uyanasıya kadar uyudular demektir. Hakk’ın varlığı ile uyanan sıfatlar veya kişiler, elbette acıkacaktır. Kalb sahibi olan Mürşîd-i Kâmilden manevî taamlar için rızık isteyecektir. Fakat ikilikteki nisbîyet parası, bekâ olan letâfet âleminde hemen kendisini gösterecektir. Çünkü bekânın hükümdarı İnsan-ı Kâmillerdir. Parası da bakır değil altındır. Kendi varlığından geçerek, Hakk’ın varlığı ile varlıklanıp, bekâ âlemine geçen kişiler, artık ikilik ve şirk yeri olan fenâya dönmeyecekleri için de, mağarada sır olmuşlardır. Dâima Hakk’la beraberlik zevki onları fâni olan fenâda sır haline dönüştürmüştür.

Hz. Musa’nın Tur dağında okutulması da, Musa (A.S.)’nın Cenâb-ı Allah’tan, Tevrat levhaları almak için kavminin arasından seçtiği yedi kişi ile birlikte, Tûr-i Sina'ya çıkmasıdır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’in Araf Sûresi âyet 143 de buyrulduğu gibi “Musa kendisi ile konuşacağımızı vaad ettiğimiz vakit gidince, Rabbi ona kelâmını söyledi. Şöyle dedi: ‘Cemalini bana göster. Sana bakayım. ’ Allah da ‘beni hiçbir zaman göremezsin. Fakat şu dağa bak. Eğer o yerinde durursa sen de beni görürsün’ buyurdu. Nihâyet Rabbi dağa tecellî edince onu yer ile bir etti. Musa da bayılarak yere düştü. Sonra ayılınca şöyle dedi. ‘Allah'ım, seni tenzih ederim. Tövbe ettim ve ben mü’minlerin ilkiyim’ ”diyerek Musa (A.S.)’nın Tur dağında Cenâb-ı Hakk’la konuşmasıdır.

42

Page 43: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

İşte bizim gibi Musalar da her zaman gönül Tûr-i Sina'sında tecellî ederse Hakk’la mülâki olmuşlar demektir. Kendi varlığı olanlar onu maalesef göremezler. Musa gibi varlık dağlarının yok olması lâzımdır. İşte o zaman bizlerin bildiği gibi Rabbimizi görmek değil, irfâniyet ve kemâlât şuhûdu ile görmek olacağını anlamış oluruz.

Şid (A.S.) de Âdem (A.S.)’in oğludur. Kabil ve Habil’den sonra, Cenâb-ı Allah tarafından hediye olarak verilen ve 50 sahife kitap indirilen bir Nebidir. Şid (A.S.)’in çulha yapıp bezler dokuması şeriat-ı ahkâmiyenin tam ve adaletli olduğunu göstermektedir. Şeriat, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına tam uyum halinde oluşudur.

Şid (A.S.)’den sonra İdris (A.S.)’e peygamberlik verildi. 30 sahifelik kitapçık da indirildi. Terzilik sanatını İdris icat etti. Elbise dikip giydirirdi. Terzilerin Pîri İdris (A.S.)’dir.

Bir gün Cennet-i Âlâ’ya elbise dikmek için davet edildi. Cennet’te elbiseleri biçip diktikten sonra, Cennet’ten çıkması için, Cebrail ondan söz aldı. O da elbiseleri diktikten sonra, makasını Cennet’te bıraktı. Cebrail’le birlikte Cennet’ten çıktıktan sonra İdris : “Eyvah makasımı Cennet’te unuttum. Gidip alayım.” dedi. Cebrail de: “Peki, git al” buyurdu. İçeriye girince, ben verdiğim sözü tuttum. Şimdi artık bir daha ben Cennet’ten çıkmam dedi. Cebrail Cenâb-ı Hakk’a bu durumu bildirdi. Cenâb-ı Hakk da bundan böyle Cennet’te kalmasına ve elbise dikmesine müsaade etti. O gün bu gün, İdris Cennet’te elbise dikmektedir.

İşte günümüzde de Mürşîd-i Kâmiller, hakîkat şeriatı ile, Cenâb-ı Hakk’ın her tecellî ettiği varlığın, farkla şuhûd etmeyi ve muamele yapmayı öğretmektedirler. Yani her mutmain olmuş nefsin, şeriat-ı sani elbisesini dikmektedirler.

Süleyman’ı dehre sultan eyledik

Eyyub’a acıdık derman eyledik

Yakub’u ağlattık nalân eyledik

Musa’yı Şuayb’e çoban eyledik

Davud (A.S.) âlem-i Âhirete intikal ettikten sonra, tahtına Süleyman (A.S.) geçti. Süleyman (A.S.) zâhir ve bâtın zamanın padişahı idi. Süleyman (A.S.)’ın emrinde cinler, rüzgâr ve kuşlar var idi. Bütün istek ve arzusunu bunlara yaptırırdı. Hatta Cenâb-ı Allah, Mescîd-i Aksa’yı, babası Davud (A.S.)’a nasîb etmeyip, Süleyman (A.S.)’a nasîb

43

Page 44: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

ettiğini söylediğinde, Mescîd-i Aksa’yı da Süleyman tamamlattı. Süleyman (A.S.) Cenâb-ı Allah’tan üç şey istemişti:

1- Melik olmak

2- Hikmet ilmine sahip olmak

3- Beyt-ül Mukaddes’te iki rek’at namaz kılanların günahlarının affedilmesi

İşte bir kişi de vücûd ülkesinde, nefsin padişahlığı değil de rûhun padişahlığına sahip olabilirse, birinci isteği kabul edilmiş demektir. Kulun kendine nisbet ettiği, ilim ve irfâniyetinin olmadığını, ilim Allah’ın bir sıfatı olduğu için irfâniyetin Hakk’ın olduğunu bildiğinde, gönül semâsından yağacak olan o Rahîmiyyet rahmeti ile ilm-i ledün hikmet ilmine sahip olmaktır. Süleyman olmak isteyenler bunu da isterler. Üçüncüsü, Beyt-ül Mukaddes’te iki rek’at namaz kılmakta zâhir ve bâtın şirklerden kurtularak Cenâb-ı Hakk’ın, vahdet ve kesret tecellîsi olan iki rek’atlık kalb namazı olan vusta namazını gönül Mescîdinde kılınmasıdır. Çünkü her kim emin beldeye ayak basmışsa, o, günahlardan temizlenmiş olan emîn kişidir. Süleyman (A.S.) da bize Tevhîddeki kavseyn mertebesine kadar vuslat etmemizi ve kuş dili olan bu hikmet ilmine sahip olmamızı remzediyor.

Eyyûb (A.S.)Yusuf (A.S.)’dan sonra gelen bir peygamberdir. Çok zengin ve çok da ibâdet eden bir kişiydi. İblis bunu çok kıskanıyordu. Cenâb-ı Hakk’tan müsaade isteyerek, malına, mülküne, çoluk ve çocuğuna musallat oldu. Eyyûb bunlara sabrederek “Veren Allah, alan Allah” dedi. Üçüncü defa İblis vücûduna da musallat olmak istedi. Cenâb-ı Hakk “Eyyûb’un aklına, kalbine ve diline musallat olma da, diğer a’zalarına musallat olabilirsin” diye müsaade etti. Eyyûb bu ibtilâ ile 42 derece sıtma hastalığı ateşi ile yatağa düştü. Buna rağmen, zikrinden ve ibâdetinden hiç eksiklik yapmadı. Bu ibtilâlara o kadar sabrediyordu ki, Cenâb-ı Allah “Ya Eyyûb sen benim sabreden kullarımdansın. Artık ayaklarını yere vur.” dedi. Eyyûb ayaklarını yere vurunca, yerden bir sıcak su, bir de soğuk su çıktı.”Soğuk suyu iç, sıcak su ile de yıkan” denildi. Eyyûb da aynen öyle yaptı. Sonunda sıhhate kavuştu.

Kur’ân-ı Kerîm’in Sad Sûresi âyet 43 de “Eyyûb’a ve bütün ehline ve beraberinde daha bir mislini bağışladık. Eşi ve çocukları da eski iyi günlere döndüler” buyrulmaktadır.

44

Page 45: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Eyyûb’(A.S.)dan almamız gerekli bir çok dersler vardır. Eyyûb kul anlamındadır. Bizim gibi, Cenâb-ı Hakk’a yüzünü dönmüş kullara, elbette iblis musallat olacaktır. Onun görevi Hakk yolundaki Hakk yolcularına musallat olup, Hakk yolundan saptırmaktır. Eyyûb’(A.S.)un Kur’ân-ı Kerîm’in Sad Sûresi âyet 41 de “Şeytan beni zorluk ve eleme uğrattı”buyurması, kişinin gaflet zamanlarında vesvese ve vehim gibi haktan uzaklık hali, ahlâksızlık ve gadap hallerini nefs yönü ile yaşamasıdır. Şeytan Eyyûb’a, üç defa musallat olmuştur. Birincisinde malını mülkünü almış, yani fiillerin fâili Allah iken onu engellemiştir. İkincisi çocuklarını elinden almıştır. Yani sıfatların mevsûfunu örtmüş ve rûh tecellîlerini engelleyerek nefsine nisbet ettirmiştir. Üçüncüsünde de vücûduna hastalık vererek eleme uğratmıştır. Yalnız kalbi, aklı ve dili hariçtir.

İşte bir sâlik de, mürşîdinden, kendine nisbet ettiği, Cenâb-ıAllah’ın, bu üç tecellîsini, Allah’a nisbet etmeyi öğrendiğinde, enfüsünde nefs-i emmâre olan Şeytanın vehim ve vesveselerinden kurtularak, kuvve-i rûhun selametine mazhar olacaktır. Bu tahsilde, her türlü ibtilâ ve tecellîlere sıdkıyle sabredenler, Tevhîd yolu olan ayağını yere vurması ile, sıcak ve soğuk su çıkacaktır. Soğuk su bedenin, sıcak su da sîretin mutluluğu için kişiyi huzura kavuşturur. Sıcak su, hakîkat-ı Muhammediyyeyi, soğuk su da şeriat-ı Muhammediyyeyi remzeder. Bir kişi Fenâfillâh olasıya kadar şeytanın bütün ibtilâlarına sabredip Hakk’ın varlığıyla var olursa, şirklerinden ve vücûd varlığı gibi en büyük günah hastalığından kurtulmuş ve hakîkat sıcaklığı ile yıkanmış olur. Cenâb-ı Hakk’ın her mazhardan farkı ile bütün tecellîlerini, zevk ettiğinde de Şeriat elbisesini giyerek soğuk suyu içmiş olacaktır. İşte vahdet zevki hakîkattır. Kesretteki Cemalullah zevki de Şeriattır. Kendi diye bildiği malı, mülkü olan ef’alini, çocukları olan sıfatlarına ve vücûdu diye bildiği vücûdullahı Cenâb-ı Hakk ona ihsân etmiş ve eski zenginliğine tekrar kavuşmuştur. Çünkü Hakk’ın zenginliğiyle zenginleştiğinde dâimî mutluluğa ermiştir. Cenâb-ı Hakk bizlerin de Eyyûb gibi sabırla ve sadakatla teslim olduğumuz nisbetle, günah ve cehâlet hastalığından kurtularak mutluluğa erebileceğimizi bildiriyor.

Yakup (A.S.) da oğlu Yusuf (A.S.)’ dan ayrı düşmesi nedeniyle gelen, geçen kimselere oğlu Yusuf’u sormak sûretiyle çok inledi. Ayrılık ateşi onu harâb etti. Kur’ân-ı Kerîm’ in Yusuf Sûresinde, uzun uzun îzâh edilen bu vak’aya göre kardeşleri tarafından Yakup (A.S.)’un oğlu Yusuf kuyuya atıldı. Kervancıya pul olup satıldı. Kervanla Mısıra giden Yusuf,

45

Page 46: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

köle olarak satıldı. Onun için babası olan Yakup (A.S.) dan uzun müddet ayrı kaldı. Bunun sevgi ve ayrılık ateşi Yakup (A.S.)’u çok inletti, hatta öyle hâle geldi ki, gelen geçene oğlu Yusuf u soruyordu. Diğer evlatları ona diyorlardı ki: “Baba, sen artık bunadın. O sorduğun kişiler senelerce evvel ölmüş olan Yusuf’u nereden bilecekler”. Yakup (A.S.) da onlara, “Ben Peygamberim, kime sorduğumu biliyorum, siz kendinize bakın” dedi. Sonunda Mısır’a sultan olan oğlu Yusuf, babasına beyaz bir gömlek gönderince her şeyi anladı. Ağlaya ağlaya gözleri de kör olmuştu. O beyaz gömleği gözlerine sürünce gözleri de açıldı ve görmeye başladı.

İşte bu olayda da bizlere çok ibretler var. Ten Yakub’u, oğlu can Yusuf’undan ne zaman ayrı kalır, dünya kuyusuna atılıp, bir Mürşîd-i Kâmilin Tevhîd kervanına pul olarak satılarak, Tevhîd kervanının tahsilinde, Mısır olan kalp ülkesinde Sultan olasıya kadarki devrede, Yakup çok ah u figan ederek inler. Ayrılık ateşi onu yakar. Ne zaman rûhun kemâlâtı tamamlandı, teselli etmek için kalb Yakub’u ona ihtiyaç hissetti. İşte o beyaz gömlek olan Tevhîd gömleği ile gözleri açıldı ve inlemesi de sona erdi.

Ey ihvân kardeşim, senin de bu inleme ve Hakk’tan ayrılık ateşi seni yakıyor ve harap ediyorsa, sen de kuyuya atıl. Tevhîd kervanına pul olarak satıl ve vücud ülkesinde hükmünü gösteresiye kadar Yakup gibi inlemekten kurtul.

Musa (A.S.) da firavunun askerinden birini öldürünce Mısır’dan çıkarak Şuayb (A.S.)’ ın ülkesi Medyen e gitti. Orada

Şuayb (A.S.)’ ın emrinde sekiz sene çobanlık yaptı. Sonunda, kızı ile evlenerek on sene sonra Mısır’a döndü.

İşte bizler de, nefs firavunundan kaçarak, Şuayb (A.S.) gibi bir Mürşîd-i Kâmilin Tevhîd ülkesine giderek ona sekiz sene çobanlık yaparsak, yani sekiz sıfat-ı subûtiyemizin aslını tahsil ederek Fenâfillâh olursak, kendi gönül kuyumuzdan çıkacak olan, o kalbin cemâl tecellîlerine sahip oluruz. Yoksa bir hikaye olarak anlamaktan öteye geçemeyiz. Şuayb (A.S.)Musa’ya sekiz seneden sonra “İki sene daha hizmet edersen, doğacak kuzular size veririm. Onlarla geçiminizi sağlarsınız, hem de memnun olurum” dedi. Musa da bunu kabul etti. Birinci sene kuzuların hepsi erkek doğdu. İkinci senede kuzuların hepsi dişi doğdu. Musa bu erkek ve dişi kuzuları alarak o beldeden, eşi ile birlikte ayrıldı.

46

Page 47: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Fenâfillâh olan bir sâlik de, birinci sene olan ferâizde, vahdet zevki ile zevklenir. İkinci senede ise kesretteki her varlıkta cemalullahı Muhammedî olarak zevk eder demektir.

Yusuf u kuyuya attırmış idik

Mısır’da kul olarak sattırmış idik

Züleyha’yı ona çattırmış idik

Zellesinden bendi zindan eyledik.

Kur’ân-ı Kerîm’in Yusuf Sûresinde anlatılan, Yusuf’la ilgili kıssa, hepimize malûmdur.

Bir gün Yusuf babası Yakub’a, rüyasında on bir yıldızla ay ve güneşin kendisine secde ettiklerini gördüğünü söyledi. Buna binaen, babası Yakup “Oğlum rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra sana bir kötülük yaparlar” dedi. Babası onun bu rüyasından anladı ki, Yusuf üstün bir isti’dâda sahip olup, peygamberliğine vâris olacaktır. Onu diğer kardeşlerinden fazla sevmeğe başladı. Kardeşleri de bunu gördükleri için, ona tuzak kurdular. Yusuf’u babalarından, oynamak bahanesiyle rica ederek aldılar ve oyun sahasındaki bir kuyuya döverek attılar. Uzaktan gelen bir kervanın sucusu onu kuyudan su çıkarırken gördü ve çıkardı. Bunu gören kardeşleri, kervancı başına: “O bizim kölemizdir. Size satalım” diyerek Yusuf'u pul değerinde kervancı başına sattılar. Kervancı başı Mısır’a vardığında, Züleyha’nın kocası maliye nazırına da, ağırlığı kadar altına sattı. Züleyha Yusuf’a sahip olmak için çok diller döktü. Bir gün sahip olamayacağını anlayınca, Yusuf’un gömleğini arkasından yırttı. O anda kapıdan içeriye giren kocası bunu gördü. Züleyha kocasına şikâyetle, “Yusuf bana sahip olmak istedi” diye iftira attı. Yusuf’un gömleğinin arkadan yırtılmasını gören efendisi, suçlunun Züleyha olduğunu ve yalan söylediğini anladı. Buna rağmen Züleyha yine de Yusuf’u zindana attırdı. Böylece Yusuf birçok ibtilâların sonunda Mısır’a sultan oldu.

İşte onun için, can Yusufları bu günde, varlık kuyusuna atılmadan, Tevhîd kervan başı olan bir Mürşîd-i Kâmile pul olup satılmadan, Tevhîd kervanında merâtib-i İlâhiye tahsili sonunda, vücûd ülkesinin başşehri kalp Mısır’ında, ağırlığı kadar altına o zaman satılabilir. Yani kişi, kendi varlığını Rabbine, pul değerinde satarsa, Hakk’ın varlığını giyeceği için onun değeri de kendi ağırlığı kadar altın olur.

47

Page 48: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Yusuf’un Züleyha ile mücadelesi ise, rûh sahibi olan bir kişinin nefsi ile mücadelesinden ibarettir. Yusuf’un halvet zindanına atılması ve kemâlâta kadar vuslatı sonunda, kalp Mısır’ına padişah olmasıdır. Bir kişi de kendi vücûd ülkesinin padişahlığını, nefsten alarak, idareyi rûha teslim edebilirse, o kişi kurtuluşa ermiştir. İşte Yusuf kıssası bizlere bunu anlatmaktadır.

Davut Peygambere çaldırdık udu

Kazâdan kurtardık Lût ile Hud’u

Bak ne hale koyduk narı Nemrut’u

İbrahim’e bağı bostan eyledik.

Davud (A.S.)’un çok güzel sesi var idi. Davud, Makâmında, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini ilâhîlerle ud çalarak söylerdi. Kendisine verilen Zebur hep ilâhîlerden ibarettir. Yanık sesini duyan bütün insanlar, kendisinden geçiyorlardı. Sen de Davud gibi bir kâmilin sohbetlerinde bulunursan, hem onun ilm-i ledün olan, sır ilimlerinden etkilenerek sarhoş olursun. Hem de, kendi varlığını yok ederek Hakk’ın varlığı ile dirilmek sûretiyle dâimî haylığa vâsıl olursun.

Lût (A.S.)’un kavmi oğlancı idi. Lût (A.S.)’un Hakk’a olan davetini de hiç dinlemiyorlardı. Bir gün Lût (A.S.)’a oğlan kisvesinde iki melek geldi. Onun kavmi bu gelen iki meleği gördü ve onlara sahip olmak istediler. Lût (A.S.)’ un kapısına gelip dayandılar.”Kapıyı aç, o iki delikanlıyı bize teslim et” diye direndiler. Lût (A.S.) da “Tanrı misafirlerine dokunmayın, isterseniz benim iki kızım var, onların yerine size kızlarımı teslim edeyim” dedi. Kavmi ise, “Sen de biliyorsun ki biz kızlara bakmayız. Bize oğlanlar gereklidir” diye ısrar ettiler. İçerdeki melekler de “Biz Cenâb-ı Hakk’ın emrini size tebliğe geldik. Bu kavmi Cenâb-ı Hakk helâk edecek. Ya Lût, siz bu beldeyi inananlarla birlikte terk edin” dediler. Gece karanlığı olasıya kadar, kavminden müsaade aldı. Gündüz göz göre göre bu livata (oğlana tevessül etme) olmaz. Gece olunca yaparsınız diye, dilekte bulundu. Onlar da bunu kabul ettiler. Lût (A.S.), eşi ve ona inananlar akşam olunca, evin arka kapısından o beldeyi terk ettiler.”Kimse geriye bakmasın. Bakan olursa helâk olur” dendiği halde, şehirden çıktıklarında, şiddetli bir gürültü ile şehirdekiler helâk oldu. Bu gürültüyü duyan Lût (A.S.)’un eşi geriye baktığında o da helâk olanlardan oldu. Böylece Lût (A.S.) ve ona inananlar, bu kötü kavimden kurtulmuş oldular.

48

Page 49: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

İşte nefs-i emmâre sahipleri dâima Lût (A.S.) gibi, kâmillerin sözlerini reddettikleri ve o yolda gitmedikleri için, dâima helâk olup durmaktadırlar. Çünkü çoğalması mümkün olmayan kesbî ilimler, gönüllere tat vermez. Dolayısıyla da sönmeye mahkûmdur. Zâhiri, taklîdî ilim ve ameller kişiye fayda vermediği gibi. . . İlm-i ledün olan, vehbî ilimlerle amil olmak, kişileri kurtarır. Nefs şehrinden gece olan vahdet zevki ile çıkanlar, Lût (A.S.) ve inananlar gibi o helâktan kurtulmuşlardır. Lût’un eşi gibi geriye bakan, yani, nefsinden kopamayanlar helâk olmaya mahkumdurlar. Cenâb-ı Hakk’ın bu gazâbından kurtulmak istiyorsan, bir kâmilin yolunda gitmeye bak.

Hud (A.S.)da Ad kavmine gönderilmiş bir Peygamberdi. Hakk ve hakîkata kavmini davet ettiği halde, ona karşı geldiler. Atalarının dininden dönmemek için Hud (A.S.)’a kötülük yapasıya kadar ileri gittiler. Cenâb-ı Hakk da, âyetlerini inkâr edip, peygamberlerine isyan ettikleri için Hud (A.S.)ve inananları kurtarıp diğer Ad kavminin hepsini ağır bir şekilde helâk etti.

Bak ne hale koyduk nâr-ı Nemrud'u

İbrahim’e bağı bostan eyledik.

İbrahim (A.S.)bir gün putların yanında kalmıştı. Herkes bayram yerine gittiklerinde, eline bir balta alarak, bütün putları paramparça etti. Yalnız büyük putu kırmadı. Elindeki baltayı da büyük putun boynuna astı. Bu hali gören bir kişi Nemru'da giderek İbrahim'in putları parçaladığını haber verdi. Nemrut, İbrahim'in yanına gelerek, “Bunları sen mi kırdın” dedi. İbrahim de, büyük putu göstererek, “Balta boynunda, belki o yapmıştır. Ona sorsanız ya” demiştir. Nemrut, “O konuşamaz” deyince İbrahim (A.S.) şöyle dedi: “Sizlere cevap vermekten aciz olan puta tapıyorsunuz da, her şeyi yaratan âlemlerin Rabbine inanmıyorsunuz.”

Bunun üzerine, mancınıkla yüksek bir yerden ateşe atılmasına karar verildi. Kırk gün ateş şiddetli bir şekilde yakıldıktan sonra İbrahim (A.S.)ateşe atıldı.Cenâb-ı Hakk da Kur’ân-ı Kerîm Enbiya Sûresi âyet 69’ da “Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selamet ol” buyurdu. İbrahim düştüğü yerde güllük gülistanlık olarak oturur bir vaziyetteyken Nemrut onu görünce, hayretini gizleyemedi. Sonra Cenâb-ı Hakk’ın gazâbına uğrayan Nemrut kulağına giren bir sinekle helâk oldu. Nemrut kafasının içindeki sineğin vızıldamasından, bir kişi tutarak, devamlı tokmakla başına vurduruyordu. Ancak biraz o zaman rahat edebiliyordu. Zamanla ağrıları o kadar şiddetlendi ki, tahammül edemeyecek hale geldi. Kafasına

49

Page 50: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

tokmakların şiddetli vurulmasıyla da kafası parçalanıp geberdi gitti. İşte Nemrud'u bu hale koyan ve İbrahim’i de güllük gülistanlık içinde mutlu kılan Cenâb-ı Hakk’tır buyruluyor.

İsmail’e bedel Cennet’ten kurban

Gönderdik şâd oldu Halil-i Rahmân

Balığın karnında bir hayli zaman

Yunus Peygambere mekân eyledik.

İsmail (A.S.), İbrahim (A.S.)’ in oğludur. İsmail’den evvel İbrahim (A.S.)’ in oğlu olmadığı için, Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulundu.”Ya Rabbi bana bir evlat verirsen, canımdan daha çok sevdiğimi sana kurban edeceğim” dedi. İsmail büyüdü. İbrahim (A.S.) Rabbine verdiği sözü tutmak için koyun ve yüzlerce deve kurban etti. Fakat rüyasında “Verdiğin sözü yerine getir” diye her gece ikaz ediliyordu. En sonunda anladı ki, canından daha çok sevdiği oğlu İsmail’dir. Saffat Sûresi âyet 102 “Ya İsmail, seni rüyamda kurban kesmem emredildi” dedi. O da, “Ey babam, madem ki sana bu emir verildi, onu yap”dedi. Bunun üzerine, İbrahim bir iple bir bıçak alarak, oğlu ile birlikte dağa odun kesmek için yola çıktılar. Dağa vardıklarında, Hz. İbrahim, oğlu İsmail’i koyun gibi kesmek için yatırdı. Elindeki bıçağı boynuna çaldı. Fakat bıçak kesmedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk Saffat Sûresi âyet 105 “Ya İbrahim, gerçekten rüyana sadakat gösterdin. Şüphe yok ki biz güzel amel işleyenleri işte böyle mükafatlandırırız” dedi. Bunun üzerine gök yüzünden bir koç gönderildi.”Allahü ekber, Allahü ekber” nidâsıyla İbrahim (A.S.)’ in yanında belirdi. Bu koçu gören İsmail de “La ilâhe illallah vallahu ekber” dedi. Hz. İbrahim de “Allahü ekber velîllahul hamd” dedi. İşte Cennet’ten gönderilen bu koç da Allah’a sonsuz inanç ve ondan razı olmanın karşılığı olarak, Hz. İbrahim’e verilmiş oldu. O da bu olaydan sonra, çok mutlu oldu.

İşte bizler de, inanç ve Hakk’a olan cömertliğimizi gösterirsek, yani her türlü varlık şirklerinden kurtulup, Cenâb-ı Hakk’ın varlığı ile var olursak, bunun karşılığı olarak da, bizlere bir koç lütfedilecektir. Zira İsmail, Hz. İbrahim’in nefsi idi. Nefsin hiçbir zaman kesilemeyeceğini, kurbiyetle Hakk’a yaklaşılacağını bizlere göstermiş oluyor.

50

Page 51: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Meleklerin iki defa, “Allahu ekber Allahu ekber” diye koçu getirmeleri Allah’ın Hüviyet ve Eniyetinin, yani zâhir ve bâtındaki ululuğu ve yüceliğidir. Meleklerin bu tekbirini duyan İsmail de “La ilâhe illallahu Allahu ekber” deyişi, Allah’ın zandaki, bilinçteki ululuğu ve büyüklüğü değil, bizzat şuhûd ettiğimiz zerreden kürreye kadar, bütün sıfatlardan ilânedilen, Cemalullahını gösteren Allah büyüktür anlamındadır. Buna cevaben Hz. İbrahim de “Allahu ekber velîllahu hamd”demekle, zâhir ve bâtın bütün varlıkların Allah’a hamd ettiklerini, hepsinin varlığı Allah’ın varlığı ile var olabildikleri için, teşekkür ettiklerini söyledi.

İşte tenzih ve teşbihi, Hz. İbrahim Tevhîd yaparak, bu tekbiri kâl lisanıyla ifade edilmiş oldu. Bizler de, kalbimizle tenzih, hissimizle teşbih yaparak, Hz. İbrahim gibi Tevhîd yapabilirsek, Cenâb-ı Hakk’ın koç lütfuna mazhar oluruz.

Balığın karnında bir hayli zaman

Yunus Peygambere mekân eyledik.

Yunus (A.S.) otuzüç sene kavmini Hakk ve hakîkata davet ettiği halde, kavmi ona tâbi olmadı. O da kavminin üç güne kadar, helâk olacağını söyleyerek, onların arasından ayrıldı. Ve bir gemiye bindi. Gemide kur’a çekildi. Çekilen kur’ada, denize atılacak kurban, Yunus’a isabet etti. Yunus’u denize attılar. Cenâb-ı Allah da Yunus’u, bir yunus balığının yutmasını tecellî ettirdi. Kırk gün Yunus (A.S.), yunus balığının karnında kaldı. Bu müddet içinde, Yunus hep zikir yapıyordu. Enbiya Sûresi âyet 87 “La ilahe illa ente subhaneke inni küntü minazzalimin” (Noksan sıfatlardan münezzeh olan Rabbim, beni bir daha zalimlerden eyleme) diyordu. Kırk gün sonra deniz kenarına çıkarıldı. Karaya çıktığında üryandı. Kabak yaprağıyla avret yerlerini örterek, kısa zamanda sıhhatına kavuşup, ümmetinin arasına gitti. Ümmetinin yüzbin mevcûdu vardı. Hz. Yunus kavminden ayrılırken onlara söylediği sözler tahakkuk etmişti. Birinci günde her taraf sararmış, ikinci günde kırmızılaşmış, üçüncü günde de her taraf kararmıştı. Kavmi bunları görünce, nedâmet duyarak tövbe edip Cenâb-ı Hakk’a yalvardılar. Hz. Yunus’un geri geldiğini görünce hepsi birden îmân edip uzun seneler, Hz. Yunus’la birlikte mutluluk içinde yaşadılar.

İşte bu, bir kişinin, enfüsünde, rûh Yunus’unun beden balık karnında kırk gün kalarak Fenâfillâh olup kendi insan-ı asliyyesini bulması veya bir Mürşîd-i Kâmilden ferâiz olan dördüncü mertebeye

51

Page 52: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

kadar, merâtib-i İlâhiye tahsilinde bulunmasıdır. İnsanlar isyanda ve nefs sahibi oldukları müddetçe, rûhları dâima zulmettedir. Bir İnsan-ı Kâmile gelip, nefsini terbiye ederek mutmain olabilirse, balığın karnındaki karanlıktan Hz. Yunus’un kurtulduğu gibi, rûh Yunus’u da, bu ten zulmetinden kurtulmuş olur. Çünkü bu âlem bir denizdir. Ten balık, rûh Yunus gibidir. Âfâkımızda ise, kişilerin kâmil olan seçilmiş Yunus balıkları tarafından dâima yutulmalarıdır. Kırk gün kendi terbiyelerinde bizleri Tevhîd-i Ef’âl, Tevhîd-i Sıfât ve Tevhîd-i Zât günlerinden sonra Vahdâniyyet deryasında kemâle getiriyorlar.

İşte nisbîyeti olan nefsle, yaptığı kötülükleri idrâk ederek “Ya Rabbi artık beni zalimlerden eyleme” diye dua etmiş oluyor. Sahile çıkarıldığında Yunus hasta idi. Yani henüz daha kemâlâta gelmemişti. Zamanla kemâlâta geldi. Rabbine şükrânî olarak ilk defa ikindi namazını da Yunus kıldı. Bizler de, Hz. Yunus gibi dâima tesbihâtla meşgul olalım. Nefsimizin mutmain olmasıyla uzun seneler mutluluk içinde, Hz. Yunus gibi yaşayalım. Vücûd ülkemizde, a’za ve sıfat kavimlerimizin rûha olan idrâk tâbiliğini istiyorsak, ikilikteki nefs vâdisinden, teklik vâdisi olan rûh vâdisine geçerek, vücûdumuzda rûhu padişah yapalım. Vücudumuzda rûh padişah olunca, bütün sıfat ve a’zalarımızda, mutmain olarak onu en güzel bir biçimde açığa çıkaralım. . Artık, kulak Hakk’ı duyacak, göz Hakk’ı görecek, dil Hakk’ı konuşacak ve hiçbir ihtilaf kalmayacaktır. Dolayısıyla da mutluluk ve saadet içinde yaşanmış olunacaktır. Cenâb-ı Hakk’tan bütün kardeşlerimin Hz. Yunus’u örnek almalarını ve onun gibi mutluluğa kavuşmalarını niyaz ederim.

Bir Mescîde soktuk Meryem Ana’yı

Pedersiz doğurttuk orda Îsâ'yı

Bir ağaç içinde Zekeriya'yı

Biçtirip kanını rizan eyledik.

Zekeriya (A.S.) Meryem validemizin dayısıdır. Ailesi, Meryem validemizi islami bir terbiye içinde yetiştirmek istedi. Aile arasında, Meryem’in terbiyesi için kur’a çekildi. Kur’a Zekeriya (A.S.)’ya isabet etti. Zekeriya (A.S.) ona bir Mescîd yaptı. Başkaları ile irtibâtını keserek hem terbiye ediyor, hem de yemeklerini getiriyordu. Bir gün Mescîdde Meryem’in yanında kış ve yaz meyvelerini gördü.”Ya Meryem bu meyveleri sana kim getiriyor” dedi. O da “Bana bunları Rabbim ihsân etti. Bundan sonra yemek getirme” dedi. Zekeriya'nın terbiyesinde Meryem

52

Page 53: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

tamamen kemâle gelince, bir gün Cebrail’i karşısında gördü. Meryem Sûresi âyet 19 da “Cebrail gerçekten, ben sana temiz bir oğlan vermek için sırf Rabbimin gönderdiği bir elçiyim” diyerek, Îsâ’nın müjdesini verdi. Meryem validemiz de, Meryem Sûresi âyet 20 de belirtildiği gibi “Benim için nasıl bir oğlan olur. Bana bir insan dokunmadı ve ben iffetsiz bir kimse değilim” dedi. Cebrail de “Evet doğru söylersin. Fakat Rabbin için her şey kolaydır” diyerek, Meryem validemizi sakinleştirdikten sonra, sağ yakasından üfürmesi ile Îsâ’ya gebe kaldı. İşte bir zaman sonra, bir hurma ağacının dibinde de Îsâ'yı doğurdu. Onun için zâhirde Îsâ (A.S.)’nın babası yoktur.

Bizler de Zekeriya gibi bir kâmilden Meryem gibi bir sâlik olup, nefs terbiyesi alırsak, elbette bizlerde de yaz ve kış meyveleri olan ilham tecellîleri zuhûr edecektir. Bunu da bizlere, zâhir ilmiyle irfâniyetimizi geliştiren Mürşîd mazharından, Rabbimiz zevk ettirecektir. Bu tecellîler kemâlâta geldiğinde, Cebrail olan, bâtın Rabbimizin bizim gibi Meryemlerden Rûhullah olan Îsâ’ları doğurmuş olacaktır. Îsâ’nın kişilerde doğması, o kişinin rûh sahibi olmasıdır.

Mürşîd-i Kâmiller, Fenâfillâh olasıya kadar bizim gibi Meryemlerin anası, bekâ zevklerine geçince de babası olmaktadır. Meryem’de hem erkek hormonu, hem de kadın hormonu olduğu için “Îsâ’yı babasız doğurdu” denmiştir. Bu söz mecâzîdir.

Bir ağaç içinden Zekeriya’yı

Biçtirip kanını rizan eyledik.

Zekeriya (A.S.) bir gün Yahudilerden kaçtı. Çünkü Hakk ve hakîkata davetinden, kavmi hoşlanmıyordu. Yahudiler Zekeriya’nın arkasına düştüler. Zekeriya bir ceviz ağacının içine gizlendi. Şeytan bunu gördü ve kavmine haber verdi. Yahudiler bıçkı ile bu ağacı ikiye ayırdılar. Zekeriya da ağaçla birlikte ikiye ayrılmış oldu. Böylece Zekeriya, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kanıyla da kazanmış oldu. Bir kişi de, vuslatında ceviz ağacına sığınırsa (Çünkü cevizde üç haslet vardır. 1-Yeşil kabuk, 2- Ağaç sert kabuk, 3- Cevizin özü) Cenâb-ı Hakk’ın Ef’al, Sıfat ve Zâtının zevkleriyle yok olur. Hakk’ın varlığı ile var olduğunda, Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsi iki bölümdür. Vahdet ve Kesret’tir. Bu tecellîlerle Hakk’ın rızası kazanılmış olunur. Zekeriya(A.S.)’ da celâl ve cemâl tecellîleriyle zuhûr edip kanı rıza-yı Bâri için akıtılanlardan oldu.

Beyt-iMmukaddes’te Kudüs şehrinde

53

Page 54: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Nehr-i Şeria’da Ürdün şehrinde

Tathir etmek için günün birinde

Yahya’yı Îsâ’yı üryân eyledik.

Mukaddes ev olan Mescîd-i Aksa, Orta Doğuda bu günkü İsrail devletinin işgal ettiği yerdir. Bir zamanlar, Zekeriya (A.S.)’nın oğlu Yahya (A.S.) ile Meryem validemizin oğlu Îsâ (A.S.) da, bu beldede aynı zamanda yaşamışlardı. Yahya (A.S.)’yı Cenâb-ı Allah, Zekeriya’ya, ihtiyarlığın son deminde, bir armağan olarak ihsân etti. Hiç günah işlemeyen ve karşılıksız lütuf olarak verilen bu oğlan, çok güzeldi. Meryem oğlu Îsâ ile aynı devrede yaşadılar. Her ikisi de Cenâb-ı Hakk’ın peygamberiydi.

Bir gün ikisi karşı karşıya geldiler. Yahya (A.S.) çok üzgün ve kederli duruyordu. Îsâ (A.S.)Yahya’ya “Niçin bu kadar kederlisin, yoksa Cenâb-ı Allah’ın rahmetinden ümidini mi kestin” dedi. Îsâ (A.S.) da, çok neşeli ve güleçti. Yahya (A.S.) da Îsâ’ya “Sen de çok neşeli ve güleçsin. Yoksa Cenâb-ı Allah’ın gadabından emin misin” dedi. Her ikisi de birbirlerine cevap vermediler.

İşte, akraba olan bu Yahya ve Îsâ (A.S.)ları, İsrail oğulları, Allah için Hakk ve hakîkata davet ederlerken, Yahya’yı boynundan kestiler. Kanını akıttılar. Îsâ’yı da kendi zanlarına göre çarmıha gererek öldürdüler. İşte, bir sâlik de Hakk’ta fâni olarak, rûhullah zevki ile zevkiyâb olursa, gayriyetlerden ve günahlardan soyunduğu için, üryan olur. Ferâiz zevki kişilerde, Îsâ (A.S.) olan Rûhullah (Allah’ın rûhu) şuhûdunu ihsân eder. Mukaddes ev olan gönül evinde vahdet tecellîleri, Îsâ ve Yahya’yı remzeder. Rûh tecellîleri her nerede zuhûr ederse, esmâ aldığı için çoğalmanın ve tafsilâtta görünmenin mutluluğu ile Îsâ gibi neşeli ve güleç olur. Îsâ rûhtur. Yahya candır. Can da her nerede tecellîsiyle diriliğini gösterse de, rûh gibi esmâ almadığı için üzgün olur. Bunların her ikisi de, enfüste Hakk’ın bizlerdeki tecellîleri olduğu için, gayriyetten temiz olduğu için üryan denmiştir. Bu mertebede, Hakk’tan gayri hiçbir şey görülmediği için de, Tevhîdde o Makâmın hâli üryanlıktır

Böylece cilvelerle vakit geçirdik

Bu Enbiya ile çok iş bitirdik

Başka bir Nebi yüz zişan getirdik

Onun her nutkunu Kur’ân eyledik. 54

Page 55: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

İşte, böyle zamanın ve toplumun isti’dâd ve kabiliyetlerine göre, her devirde Peygamberlerle toplumları Cenâb-ı Allah imtihan etti. Bu Peygamberlerin kavimlerle olan münasebetlerini de, Kur’ân-ı Kerîm’de ayrı ayrı beyan etti. Bugün de, evliyaların irşâd çalışmaları ile toplumların yaşantıları, o günlerdeki gibi zuhûr edip durmaktadır. O dem bu demdir.

Küffarı Kureyş'i ettik bahâne

Muhammed Mustafa geldi cihana

Halkı davet etmek için îmâna

Murtaza'yı ona ihvân eyledik.

Peygamber olarak en son Hz. Muhammed dünyaya gelmiştir. Damadı Hz. Ali (K.V.) de ona ihvân, yani talebe oldu. Böylece Hz. Muhammed zamanında da toplumları îmâna davet etmek için, bunları Cenâb-ı Allah görevlendirdi.

Ona kıyas olmaz asla bir nebi

Nebiler şahıdır Hakk’ın habibi

Dünyanın ukbanın O’dur sebebi

Biz onu Nebiy yi yüz zişan eyledik.

Hz. Muhammed ile diğer peygamberlerin herhangi birisi asla mukayese edilemez. Her ne kadar, Kur’ân-ı Kerîm’de sayılan Peygamberler, Hz. Muhammed gibi görevli peygamberse de, Hz. Muhammed dünya ve âhiretin yaratılmasına sebeptir. Çünkü Hadis-i Kudsîde “Levlake levlak, vema halaktül eflak” (Habibim ya Muhammed, sen olmasaydın, sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım) buyrulmaktadır. Onun için dünya ve Âhiretin yaratılmasına yalnız Hz. Muhammed sebeptir. Cenâb-ı Allah onu rûhanîyet yönü ile ilk Peygamber, unsuriyet yönüyle de son Peygamber olarak yaratılmıştır.

Hakk Muhammed Ali ile birleştik

Hep beraber Kâbe kavseyne gittik

O Makâma pek çok muhabbet ettik

Leyletel esrayı seyran eyledik.

Kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok ederek, ölmezden evvel ölme zevkine sahip olanlar, bu âlemde Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerinin

55

Page 56: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

velâyet yönünün Ali, nübüvvet yönünün Muhammed olduğunu çok iyi bilirler. İşte, tenzih ve teşbih zevklerini birleştirerek, Kâbe kavseyn olan kalbin Tevhîd zevkinde, dâimlik elde edilir. Bütün enbiya ve evliyalar orada ikamet ederler. Kâbe kavseyn Makâmı, rûhanî mi’rac yapan evliyaların muhabbetle sarıldıkları bir yerdir. Onun için Peygamber Efendimizin, gece yolculuğu yaparak, Cenâb-ı Hakk’ın üstün âyetlerini seyrettiği gibi, bütün evliyalar da, rûhanî olarak bu âyetleri seyrederler. Malûmunuz, Peygamber Efendimizin 34 mi’racı vardır. Bunun 33’ü rûhanî, biri cismânîdir. Rûhanî olan 33 mi’racı bütün evliyalar yapıp, mi’rac zevkine sahip olurlar. Fakat cismânî olan Mi’rac, yalnız Resûlullah Efendimize aittir. Çünkü Makâm-ı Ahadiyet, Makâm-ı Mahmûd olduğu için Resûlullah Efendimize aittir. Kim ki oraya gitmek ister ve cismânî Mi’rac yapmak isterse, Resûlullah’ın izni olmadan oraya giremez. Velevki müsaade alarak girse bile, kendi esmâ ve sıfatını dışarıda bırakarak, Muhammed olarak girebilirler. Bütün evliyaların oraya girenleri, teberrüken, yani Resûlullah Efendimizi tebrik için girmişlerdir. Yoksa başka türlü hiçbir peygamber ve evliyanın oraya girmesi mümkün değildir.

Bu sözlerimi sanma her insan anlar

Kuş dilidir bunu Süleyman anlar

Bu sırrı müphemi ârifan anlar

Çünkü cahillerden pinhân eyledik.

Malûmunuz Süleyman (A.S.)Davud (A.S.) ’un oğludur.

Cenâb-ı Hakk, Süleyman’ın emrine cinleri, rüzgarı ve kuşları vermiştir. Mescîd-i Aksa'yı bunlarla tamamlamıştır. Onun için Süleymanlar gök ehli oldukları için, bütün dilleri bilirler. Buraya kadar söylediğimiz sözler, Kur’ân-ı Kerîm’de, ilm-i ledün diye bahsedilen sır ilimleridir. Bu ilmi her kişi bilemez. Yalnız vücûd ülkesinde bu sırların yerlerini gören ve zevk eden kişiler anlayabilir. Zira onlar, gök ehli oldukları için, bu kuşların dilinden anlarlar. Her kişi bu sırları kaldıramayacağı için, cahil olanlardan, esmâ ve sıfat perdesi ile, onu Cenâb-ı Hakk’ın örttüğünü görüyoruz.

Hakk ile Hakk idik biz ezelde

Ta rûz-i eleste kâlu belîde

Makâm-ı Hüda'da bezm-i celide56

Page 57: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Cemâlini gördük îmân eyledik.

Ervâh âlemi olan rûhlar âleminde iken, orada Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyetinde, Hakk’la Hakk idik. Araf Sûresi âyet 172 de “Elestü Rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim) diye, mürşîd-i Kâmil mazharından, hâl lisâniyle söylediğinde, (kâlu belî) dedik. İşte o yerde Rabbimizin cemalini gördük ve îmân eyledik. Çünkü bütün irfâniyet ve kemâlât Rabbimindir.

Sözlerimiz bizim pek muhakkaktır

Doğan, ölen, yapan, bozan hep Hakk’tır

Her nereye baksan, Hakk mutlaktır

Ahvâli vahdeti beyan eyledik.

Rahmân Sûresi 26 ve27. âyetlerde “Her şey yok olucu ve geçicidir. Ancak Allah’ın Zât’ı bakidir” buyrulmuştur. Onun için, mülkünde O’ndan başkası yoktur ve mutlak olan O’dur. Bu kesret âleminde, Vahdâniyyet ile her türlü tecellî, O’nun mazharlardaki renk ve şekilleriyle açığa çıkmasından ibarettir. İşte biz de, nokta sırrından, Kur’ân-ı Kerîm’de isimleri geçen peygamberler vasıtası ile bu güne kadar gelmiş geçmiş bütün kavim ve toplumları nasıl imtihan ettiğini ve ibtilâlardan kurtardığını Vahdâniyyet zevki ile zevkiyâb olursak, Cenâb-ı Hakk’ın bu 18 bin âlemin tecellî sırlarını bilmiş ve görmüş oluruz.

Vahdet sarayına girenler için

Hakk’ı Hakk-al yakîn görenler için

Bu sırrı HARABİ bilenler için

Birlik meydanında cevlân eyledik.

Harabi Hazretleri gönül vahdet sarayına girip, Hakk’ta Hakk oldukta, Hakk-al yakîn olarak görmesi nedeniyle, bu İlâhiyeyi kendi mazharından Hakk’ın söylediğini, kendisindeki her tecellînin birlik meydanında, temâşa ettiklerini söylüyorlar. Cenâb-ı Allah bizlere de bu zevkleri ihsân eylesin. Âmin.

ALLAH’IN İNSANI MERKEZ ÜSSÜ OLARAK SEÇMESİ

57

Page 58: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Bir hadiste, “İnsan ve Kur’ân ikiz kardeştir.” buyrulmuştur. Onun için Kur’ân’la insan eşittir. Bütün semâvî kitaplar Kur’ân’da cem olmuştur. Kur’ân’ın özü de yedi âyetlik Fatiha Sûresidir. İnsana baktığımız zaman onun yedi âyetten meydana geldiğini görüyoruz.

Tevhîd mertebeleri incelendiğinde, yedi merâtib-i İlâhiyye olduğu, mertebe pencerelerinden bakıldığında da hem Fatiha ve hem de insanda yedi âyetin nasıl tecellî ettiği anlaşılmaktadır.

Cenâb-ı Allah, Ahadiyetinden “Bismillâhirrahmanirrahim” sırrı ile tecellîsini göstermektedir. Allah gizli bir hazine iken bilinmekliğini istemesi ile, Ahadiyet-ül ayn’ından, Ahadiyet-ül kesre yüzü olan bu kesret âlemine tecellî etti.

Bismillâh=Allah’ın Zâtı

Rahmân=Allah’ın Sıfatı

Rahîm=Allah’ın ef’âl-i İlâhisidir.

Bu kesret âlemine tecellîsiyle 99 Esmâ-ül Hüsnası ile zuhûra geldi.”Elhamdülüllahi Rabbü’l-Âlemîn” ifadesi ile, bütün yaratılanlar, yaratan Rablerine karşı, hâl lisaniyle teşekkür ettiler, hamd ettiler. Çünkü, Cenâb-ı Allah’ın, celâl ve cemâl yüzlerinin, Hadid Sûresi 3. âyetinde evvelde, âhirde, zâhirde ve bâtında kendisini şerh etmesiyle açığa çıkmış oldu. Biz buna Cenâb-ı Allah’ın Ahadiyetinden kavseyn mertebesi olan kalb mertebesine tenezzülü ile tecellîsi diyoruz.

Fatiha Sûresinin 3. âyetinde Rahmân ve Rahîm esmâlarıyla da, ister insanda isterse bütün kâinatta, vahdet ve kesretin sahibi olduğunu, vahdet ve kesret tecellîleriyle de bunu sergilediğini söylemektedir. Âdem ve âlemde, zâtının sıfatlarından zuhûra geldiğini, her şeyin bâtını Hakk, zâhiri Muhammed olduğunu bizlere söylüyor. İşte Cenâb-ı Hakk’ın, Cem'ul- Cem mertebesinden, zâhir yüzü olan Hazret-ül Cem zevk vâdisinde, Muhammed yüzünden Cemalullahını sergilediğini görüyoruz.

Dördüncü âyetteki “Maliki yevmiddin” (din gününün sahibi) ifadesinde, Vahdâniyyeti ile her şeyi şemsiyesi altına aldığını, onun müsaadesi olmadan bir sineğin bile kanadını kıpırdatamayacağını söylüyor. Kurb-i Ferâiz zevki olarak vasıflandırılan bu Cem mertebesinde, ondan başka hiçbir varlık görülmediği için, “Bu mülk kimindir” sorusuna, kendisinden başkası olmadığı için yine kendisinin, “Bu mülk Vahid ve Kahhar olan Allah’ındır” cevabının verildiğini görüyoruz.

58

Page 59: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Buraya kadar okunan Fatiha (Maliki yevmiddîn), Cenâb-ı Hakk, kendisini Muhammed aynasında (Âdem ve âlemde) seyretmek için, irfâniyeti henüz sıfatlarından tecellî etmediği için Hakk’a aittir. Bundan sonra okunacak âyetler ise kulun yaratılması idrâki zuhûr ettiği için, kulun isteklerine aittir denmiştir. Cenâb-ı Hakk, bilinmekliğini istedikten sonra, Ahadiyetinden, Kavseyn mertebesine tecellî etmiş, oradan Kurb-i Nevâfil mertebesi olan kesret âleminde zuhûr etmiş, oradan da din gününün sahibi olarak Vahdâniyyeti ile bütün varlıklardaki birliğinin mührünü vurmuştur.

Bundan sonra kesret âleminde, fâni olan kulun istek ve tecellîleri halinde zuhûra gelmektedir.

Başından beri Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini idrâk eden bir kişi elbette “iyyakenabüdü” (yalnız sana ibâdet ederiz) diyecektir. Çünkü kulun varlığı Hakk’ın varlığı ile kâimdir. Hakk’ın tecellîsi olmasa kul diye bir varlık olamazdı.”İyyakenestain” (yalnız senden yardım isteriz). İşte kul dâima Hakk’a muhtaç olduğu için, her zaman O’na yalvarmakta ve O’nun lütfuna muhtaç olduğunu beyan etmektedir.”İhdinassıratel müstakim” (bizi doğru yola ilet) denmektedir. Kulun doğru yolu, Tevhîd yoludur. Kul doğru yolda olmasa bu âyeti idrâk ederek bu istekte bulunabilmesi mümkün değildir. Onun için Tevhîd yolcuları sırât-ı müstakim yolcularıdırlar.

“Sıratallezine enamte aleyhim gayril mağdubi aleyhim veladdalin” (kendilerine sonsuz ihsânlarda bulunduğun peygamberlerin ve velilerin yolundan ayırma, sapıkların ve peygamberlere uymayanların yolundan değil) demek sûretiyle, hiçbir zaman ikilikte iken kendisinden emin olamayan, dâima kendisini günahkâr hissederek muhtaç bir vaziyette yalvarmasını devam ettirmektedir. Bizler de, Mürşid-i Kâmillerin tarifleri doğrultusunda gitmeyi, onların Tevhîd doğrultusundaki nasihatlarını dâima kendimize düstur edinmemizi istemeliyiz. Onların söz ve nasihatlarını, kendi nefsimizin istek ve arzusuna göre uygulamamalıyız. Yoksa helâk olanlardan olacağımızı Kur’ân ikaz ediyor.

İnsanoğlunun iki yüzü vardır:

1- Hakk’a bakan yüzü

2- Halka bakan yüzü

Halka bakan yüzünü tetkik ettiğimizde, diğer canlı varlıklar gibi, mahlûkturlar. Diğer varlıklardan hiçbir farkı yoktur.

59

Page 60: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Hakk’a bakan yüzünü tetkik ettiğimizde, Allah’ın Hüviyyet ve Eniyyetini kendisinde cem etmiş en büyük varlıktır. Âlem-i kübradır. Yaratılmışların en yücesidir. Canlı Kur’ân’dır. Yedi âyetlik canlı Fatiha-i Şerîf’tir.

İşte nasıl Kur’ân-ı Kerîm’in kalbi Fatiha-i Şerîfse, bu kâinatın Fatihası da İnsan-ı Kâmillerdir. Bundan hiç şüpheniz olmasın. Bir kişi, Tevhîd merâtibini tamamladığında görecektir ki, allemel esmâyı (isimlerin ta’limi) kendinde okuyabilme imkânını bulacaktır. Onun için insan merkez üssü olarak seçilmiştir. İnsan-ı Kâmilden çıkan feyz-i İlahînin (manevî frekanslar, şualar...) bütün kâinattaki varlıklara dağıldığını, her bir varlığın ondan aldığı güç ve enerji ile feyz ve aşkla vuslat ve yaşantısına devam ettiğini görüyoruz. Tîn Sûresi 4. âyette “Biz insanı en güzel biçimde yarattık” buyrulmuştur. Cenâb-ı Allah onu, bu âlemin trafosu yapmış. Bütün kâinatın aydınlanma ve yaşama merkezi olarak insanı görevlendirmiştir. Onsuz bu âlem ne bilinirdi, ne de görünürdü. Onun için, insan ve Kur’ân ikizdir, buyrulmuştur. Kur’ân’ı okumakla insanı okumak aynıdır. Yeter ki bu kemâlâtı elde etmek için gayret gösterelim.

Gelin kardeşlerim, elimizde daha yaşam fırsatı varken, kendi Fatihamızı âyet âyet okuyalım. Okuyamıyorsak okuyan bir Kâmilden okunmasını öğrenelim. Yoksa bu fırsat bir daha ele geçmez. Cenâb-ı Allah bütün kardeşlerime bu zevk ve idrâki tattırsın. Âmin.

ALLAH’TAN HİDÂYET, PEYGAMBERDEN ŞEFAAT VE PİRÂNDAN HİMMET NE DEMEKTİR

Şefaat günahkâr kişilerin affedilmesi ve itaatkâr mü’minlerin de yüksek mertebelere yücelmeleri için Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin Cenâb-ı Allah’tan niyâzda ve ricada bulunmasıdır. Her ne kadar zâhiren böyle deniyorsa da Allah’tan hidâyet, Resûlullah (S.A.V.) Efendimizden şefaat, pîrandan himmet, mü’minlerden de dua müstecaptır, buyrulmuştur. Bu sözleri incelediğimizde Allah’tan hidâyet olması, bir Mürşid-i Kâmilin mânen bizleri çağırması demektir. Yoksa bizim kendimize ait ne bir kuvvet ne de kudretimiz vardır.”La havle vela kuvvete illa billahil aliyyül azim” Tahrim Sûresi 8. âyette: “Ey îmân edenler! Samimi bir tevbe ile Allah'a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter, Peygamber'i ve onunla birlikte îmân edenleri utandırmayacağı günde

60

Page 61: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan Cennetlere sokar. Çünkü onların nurları, önlerinde ve yanlarında koşar da, ‘Ey Rabbimiz! Nurumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü sen her şeye kâdirsin. ’ derler.” İnsanlardan ilm-i ezeliyede kimlere ihsân edilmişse kâmil mazharından onlar çağırılmakta ve tahsil sonunda insan-ı asliyyelerini onlar bulmaktadırlar. Çünkü onlar “El ulemayı veresetül enbiya” dırlar. Enfal Sûresi 2. âyet-i kerîmede “Gerçek mü'minler ancak o mü'minlerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir; karşılarında âyetleri okunduğu zaman, îmânlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler” buyrulmaktadır.

İşte zanlarımızdaki bir Resûlullah (S.A.V.)’dan değil, günümüzde onun vârisi olan canlı Mürşid-i Kâmillerden şefaat aramalıyız. Bir gün Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz kızı Fatma validemizi: “Kızım Fatma, baban Peygamberdir diye güvenme, benden bugün ne elde edebilirsen Âhirette kepçene o çıkacaktır. Dikkat et.” diye ikaz etmişlerdir. Bizler de günümüzdeki görevlendirilmiş İnsan-ı Kâmillerden şefaata nâil olabilirsek ne mutlu bize. Çünkü Şura Sûresi 13. âyetinde “Allah dilediğini kendine seçer ve kendine yöneleni de doğru yola eriştirir” buyrulmuştur.

Pîrandan himmet de aynıdır. Pîr demek Mürşid-i Kâmil demektir. Mürşid-i Kâmile intisab eden bir sâlik onda merâtib tahsilini, harfiyen, teslimiyet ve sevgi bağlarıyla yaparsa himmetini fazlasıyla alacaktır. Teslimiyeti onun şahsına değil onun mazharından âlemlerin Rabbine olmalıdır. Teslimiyette ve sevgide eksiklik himmet almayı engellediği gibi sâlikin vuslatını da durdurur. Çünkü sâlik himmet nisbetinde vuslat sağlayabilir. Bir sâlikin mürşidinden aldığı feyz ve vuslatı başka hiçbir yerden elde etmesi mümkün değildir. Mürşid Allah’la kulun arasına girmez ve giremez de. Çünkü Allah’la kulun arasında mesafe yoktur ki girsin. Kaf Sûresi 16. âyetinde “Ben kuluma şah damarından daha yakınım” buyrulmuştur. Bir sâlik nefsini bildiği zaman Rabbini bilmiş olacaktır. İşte o zaman kendi ayrı Rabbi ayrı olmadığını anlayacak ve kendi diye bildiği varlığın Rabbinin varlığı olduğunu anlayacaktır. Böylece kendinden duyanın Rabbi, kendinden görenin Rabbi olduğunu bilip şühûd edecektir. O zaman kendisinin Allah’ın bir âleti olduğunu anlayacaktır. Ve artık Rabbini uzaklarda değil kendinde bilip şühûd edecektir. Niyazi-i Mısrî Hazretleri bir şiirinde şöyle buyuruyor:

“Sağı solu gözler idim dost yüzünü görsem deyu,

Ben taşrada arar idim ol can içinde canan imiş,

61

Page 62: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Öyle sanırdım ayriyem dost gayridir ben gayriyem,

Benden görüp işiteni bildim ki ol canan imiş”

Demek ki Allah zanda, hayâlde değildir. Zerreden kürreye kadar her varlıkta Zâtını ilânedendir. Zâten âyet-i kerimede “Lâ ilâhe” demekle senin zannındaki hayâlden ibaret bir ilâh yoktur.”İllallah” demekle de, illa duyduğun gördüğün Allah vardır. Allah’ın Resulü: “Siz Allah’ın Zâtını düşünmeyiniz” diyerek Allah’ın Zâtını düşünmeyi yasaklamıştır. Onun için bizler Allah’ın Zâtını tefekkür etmeyiz. Zira Allah’ın Zâtının yanında ikinci bir zât yok ki onu düşünsün. Zâtından sıfatlara tecellî etmeyince onu tefekkür de mümkün değildir. Bizler bu âlemde onu sıfatlarıyla bilir ve şühûd edebiliriz.

Kul, Allah’ı hiçbir zaman bilemez ve göremez. Yalnız “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” Hadis-i Şerifine mazhar olursa (Kim ki nefsine ârif olur Rabbine de ârif olur) işte o zaman kendi değil, Rabbi Rabbini bilir ve görür. Zira Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Rabbimi Rabbimle bildim ve gördüm” buyurmuşlardır. Hadid Sûresi 3. âyette “Evvel benim, Ahir benim, Zâhir benim, bâtın benim” buyrulmuştur. Allah aynı zamanda zâhirim demektedir. Zâhir ne demektir, açıkça görünen demektir. O halde bizler neden göremiyoruz Çünkü gözlerimizde cahiliyet perdesi var, irfâniyetsizlik âmâlığı var. Onu irfâniyet ve kemâlât olmadan kendi zannındaki gibi görmek istersen “Len terani ya Musa” “Sen beni öyle göremezsin.” hitabına muhatap oluruz. Musa (A.S.) karşıki dağa bakıp ta eridiği gibi bizler de kendi varlık dağımızı aşk ateşiyle eritebilirsek, işte o zaman Musa’nın dediği gibi (benim zannımdaki gibi görmek isteyenlerin ilk tövbecisi ben olayım) diyerek O’nu ancak irfâniyetle bilmenin ve görmenin mümkün olduğunu anlamış oluruz. Bunun için de bir Mürşid-i Kâmile gidip ameliyat olmak lâzımdır. Bu ameliyat zâhirdeki gibi kan akıtılarak yapılan bir ameliyat değildir. Kansız ve acısız olarak cehâletimizi irfâniyete tebdil etme, zanlarımızı müşâhedeye tebdil etme ameliyatından ibarettir. O zaman ayrı bildiğimiz Rabbimizin bizlerde Rabbil has olarak, bizi bizle sevk ve idare ettiğini, Rabbimizi Rabbimizin bilip gördüğünü anlamış olacağız. Dolayısıyla Allah’la kul arasında bir boşluk ve mesafenin de olmadığını idrâk etmiş oluruz.

Cenâb-ı Allah’a zât ve mutlakiyet yönü ile, yalnız îmân etmeli ve ona küllî teslim olmalıdır. O nerededir, mekanı var mıdır, gibi düşünüşlerden uzak kalmalıyız. Diğer Eniyyet yüzü ile de, onunla

62

Page 63: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

sevişmeli, onunla konuşmalı onunla her türlü müşküllerimizi halletmeliyiz. Yoksa O, ne zanda bir Allah, ne de tecellî ettiği mazharlar yönü ile görünen resimlerden ibaret değildir. O celâl yönü ile sîret, cemâl yönü ile de bütün mazharlardan yüzünü ilânedendir. Mazharlar onun zuhûr yeridir. Bir aynada insanın zuhûr ettiği gibi.

İşte Allah’ın hidâyeti, Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin şefaati, pîranın himmetinin hepsi Mürşid-i Kâmilin bizlere yaptığı ameliyat ve uyguladığı tedavide toplanmaktadır. Yeter ki teslimiyet, sevgi ve edep kâidelerine uyulsun. Sâlikin teslimiyet ve sevgisi nisbetinde vuslatı ve himmet alışı vardır. Buna bilhassa dikkat etmek lâzımdır.

Mü’minlerden duaya gelince, Enfal Sûresi 2. âyette “Gerçek mü’min şol kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri titreyen, âyetler okunduğu zaman îmânları artanlardır. Onlar yalnız Allah’a tevekkül ederler” buyrulmaktadır. Böyle mü’minlerden dua istemek lâzımdır. Zira onların mazharlarından Cenâb-ı Hakk kemâlâtıyla zuhûr edendir. Onlar emîn beldeye ayak basmışlardır. Mertebesi yüksek bir sâlikin, aşağı mertebedeki bir sâlikin müşküllerini gidermesi, ilimle ona dua olduğu gibi, zâhir ve bâtın yönüyle de ona faydalı olması demekdir. Zâhir olarak da bir ihvânın diğer bir ihvân kardeşine dua etmesi onların ağızları birbirleri için günahsız olduğu için dua etmek müstecaptır. Allah cümlemizi Rabbimizin yolundan giden, teslimiyette, sevgide, edep ve ahlâk güzelliğinde iki cihan serverine uyan kullarından eylesin. Âmin. Son nefese kadar dâim etsin. Âmin.

ALLAH’A KUL OLMANIN VASIFLARI

Allah’a kul olabilmek için kişilerde beş vasfın olması lâzımdır.

1- Sultanla muharebeye girmek

2- Ganimet malını, beyt-ül mala toplayıp vermek

3- Gazilere ganimet malını taksim etmek

4- Kafir (örtücü) olmak

5- Dar'ül harpten çıkmaktır.

Bir kişi evvelâ sultanla muharebeye nasıl girer. Sultanlar yani Mürşîd-i Kâmiller nefis ile muharebeye girecek sâliklerine, daimi zikir

63

Page 64: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

vererek,cenabı hakkın emir ve yasaklarını uymak suretiyle cihad-ı ekber diye vasıflandırılan nefis muharebesine onları sokar. ve nefsimizde ve ufkumuzdaki âyetleri (delilleri) fiillerin fâili Allah’tır diyerek başlar. Nefsinde ve ufkunda, yani kendinde ve kendisinden başka varlıklarda fâil yani halk edici Allah’tır diyesiye kadar daimi zikirle birlikte bu nefisle muharebeye devam eder.

İkincisi, ganimet mallarını yani bütün sıfatlarından icraatını gösteren hayat sahibinin, ilim, irâde, duyan, gören, kudret ve kelâm sahibinin kendisinin olmadığını anlayarak, beyt-ül mal olan, mal sahibine ganimetlerin hepsini vermektir. Yani bu sâbit sıfatların sahibinin kendisinin olmadığını anlayıp Hakk’a vermektir.

Üçüncüsü ise, ganimet mallarını gazilere taksim etmektir. Bir sâlik nefisle muharebeye girdi, mürşîd-i Kâmilinden “vela havle vela kuvvete illa billahil azim” diyerek güç ve kuvvet sahibinin Cenâb-ı Allah olduğunu öğrendi. Ve bu tâlimatı alarak muharebeye girdi. Burada ganimet mallarını elde etti. Bu ganimet malları daha evvel nefsin iken şimdi onun elinden alınarak fiillerin fâili ve fiillerin tecellî ettiği sıfatların mevsûfunun sahibi olan Cenâb-ı Allah’a verdi. Nefsin elinde iyilik ve kötülük yapabilecek ihtiyacını gören hiçbir ganimet malı kalmadı. İşte bu ganimet mallarını harpten salimen çıkan gazilere yani sıfat mazharlarına vücûd ülkesinde taksim et. Bu mazharlardan daha evvel, emrinde olan ve ona hizmet eden bu ganimet malları şimdi Allah’a hizmet etmesi için gazilere dağıt. Çünkü bütün sıfatlar vücûdda icraatını yapabilirler. Vücûdun vücûdullah olduğu idraki ile öz nefsinin Rabbin olduğunun idrâkine varmış olursun.

Kul olmanın dördüncü vasfı ise kâfir olmaktır. Kâfir burada örtücü demektir. Neyi örtüyor. Kâfirlik iki türlüdür:

1- Halkın kâfiri

2- Hakk’ın kâfiridir.

Burada örtücülük olan kafirlik, halkı görmeyip yüzünü her nereye çevirirse çevirsin Hakk’ın yüzünden başka hiçbir yüz görmemektir. Hakk’ın kâfiri ise, Hakk'ı görmeyip halkı görenlerdir. Demek ki Hakk’ı zuhûra getirmek ve her yüzde onu görmek dördüncü vasfımız oluyor.

Beşincisi ise dar'ül harbden çıkmaktır. Yani vücûd ülkesinde nefsin cırtlak seslerinin çıkmama halidir. Bu vücûd ülkesinde tek

64

Page 65: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

sahibinin sesini duymak ve bütün sıfat olan ahaliden o tek olan rûhun tecellîlerini gördüğümüzde dar’ül harpten çıkmış oluruz.

İşte bu beş haslete sahip olduğumuzda kulluğumuzu elde etmiş oluruz. Kul demek köle demektir. Kölenin de hiçbir şeyi olmadığı gibi kendi diye bildiği varlığı bile sahibinindir. Böyle hiç olan varlıkta, yani kulda, Cenâb-ı Hakk kemâlâtıyla tecellî eder. Kemâlâtıyla tecellî mazharlarına da Muhammed denir.

İşte bizler de kulluğun uzun idrâki ile Muhammedliğimizi görebilirsek, lâyıkıyle Allah’a kul olmuş oluruz. Yoksa kulluk herkesin bildiği gibi emir ve yasaklara gücümüzün yettiğince taklîdi olarak uymak değildir. O avâm için geçerli olabilir. Fakat hakîkatte kul olmak için geçerli değildir.

ARIYA VAHYOLUNMASI NE DEMEKTİR

Kur’ân-ı Kerîm’in Nahl Sûresi âyet 68 de “Senin Rabbin, bal arısına da vahy etti” buyrulmuştur. Dikkat edilecek olursa, eşek arısı veya kızıl arı değil de, yalnız bal arısına vahyolunmuştur. Peygamberden başkasına vahyolunmadığı halde, hayvan cinsinden bir arıya vahyolunması ne mânâya gelmektedir.

Cenâb-ı Allah, arıyı dağların arkasındaki çiçeklerin kokusunu alabilecek hasletlerle yaratmıştır. Arı çeşitli çiçeklerden polen tozlarını toplayarak, gıda deposunda biriktirir sonra da kendi butûnunda, onu Rabbinin verdiği ilhamla bal olarak kusar. Mühendislerin bile hayret duyduğu altıgen peteklere yerleştirerek sırlar. İşte hem kendisi için, hem de bütün insanlık için şifa kaynağı olan bal, imal edilmiş olur. Arıya bal imal etmesini Cenâb-ı Allah âyetinde vahiy olarak belirtmiştir. Zâhirde vahiy ifadesi ilham edildi anlamındadır. Bâtınında ise, aynen âyet-i kerîmede geçen vahiy olarak mütalaa edilir.

Vahiy 4 türlüdür.

1- Vahiy: Peygamberlere Cebrail vasıtası ile olur.

2- İlham: Evliyalara gönül tecellîleriyle olur.

3- Mürşîd-i Kâmilin sohbetleri, sâliklere vahiydir.

4- Kitâb-ı Furkân okumakla (kesret âlemindeki sıfatların tecellîsi)

65

Page 66: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Bütün mahlûkata, kendi isti’dâd ve kabiliyetlerinin yaratılma yeri olarak ilham olunmuştur. Arının da isti’dâdında, böyle bir bal yapma hasleti ile yaratılması onun bu ilhamlara mazhar olduğunu göstermektedir. Bu âyet-i kerîme müteşabih âyetlerdendir. Nahl, arı demektir.

N=Nûr-u Muhammed

H=Hidâyet-i Muhammediyye

L=Lütuf, ihsân demektir.

Şu halde bir sâlik de, Mürşîd-i Kâmilin sohbetlerinde elde ettiği ilm-i ledün diye bildiğimiz, polen tozlarını toplayıp, kendi fikir laboratuvarında süzgeçten geçirir. Tefekkür süzgecinden geçtikten sonra, şuhûd ve müşâhede haline dönüşmesine bal denir. O kişi hem kendisi için, hem de bütün inananlar için bal imal eden bal arısı demektir. Vahiy Cebrail vasıtası ile peygamberlere gelir. İlham ise, âriflerin gönlündeki tecellîlerdir. Bir sâlikin Mürşîd-i Kâmili onun Cebrail’idir. Cebrail’den aldığı altı merâtib-i İlâhiyyenin irfâniyet ve kemâlât sohbetlerini, kendisi idrâk ve şuhûd etmeye başlayınca o bal arısı durumunda olan kişi, altıgen peteklere depo ederek, hem kendisi için hem de bütün insanlık için şifa dağıtan bir hale gelmiş olur. Herkese şifa dağıtmaya başlar. Allah’ın Nuru Muhammediyyesi, hidâyet ettiği kimlerse bu lütuf ve ihsâna onlar mazhar olurlar. Eşrefoğlu Rumi Hazretleri bir ilâhîsinde şöyle niyazda bulunmuşlardır:

“Şeyhim baldır ben onun arısıyım

İlâhî arıyı baldan ayırma.”

Burada arı sâlik, bal da Mürşîd-i Kâmildir. Onun için bu âyet-i kerime bizlere, bilhassa arı olan bir sâlik ile, Mürşîd-i Kâmilin sohbet çiçeklerinden elde ettiği polen tozlarını kendi idrâk tefekkürleriyle tatlı ve şifa olan bal haline dönüştürmesini bildiriyor. Onunla yaşama geçtiğinde hem kendisi için mutluluk ve saadet meydana getirmekte, hem de insanlık için gönüllere şifa dağıtmaktadır.

Bu balla ilgili âyet-i kerime bizlere, inanan ve ilmiyle âmil olmak için İnsan-ı Kâmillerden elde edilen ilm-i ledünü, yaşam içinde uygulamak ve zevk etmemizi istemektedir. Allah cümlemize bal arısı olmayı nasîb etsin. Âmin.

66

Page 67: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

ASHAB-I KEHF KISSASI

Kur’ân-ı Kerîm’in Kehf Sûresinin 9. âyetinden itibaren anlatılan, ashab-ı Kehf, zâhir olarak Mersin ilinin Tarsus ilçesinde dağlık bir mağarada zuhûr etmiştir. Hakk ve hakîkata inanan yedi kişi, o zamanın padişah olan Takyanus'tan şiddetli işkence gördüklerinden firar ederek, Tarsus'taki bu mağarayı kendilerine mesken tuttular. Mağarada üçyüz yıl uyudular. Kendilerine gelip uyandıklarında, karınları acıkmıştı. Aralarından bir kişiyi, ekmek almak için şehre gönderdiler. Giden kişi ekmeği alıp Takyanus'tan kalma parayı verince yakayı ele verdi. Fırıncı bu paranın geçmediğini, Takyanus adındaki o zalim hükümdarın öldüğünü, yerine salih bir hükümdar geldiğini, onun parasının da altından olduğunu ve korkmamasını söyledi. O kişi de her şeyi açık açık anlattı. Hep beraber mağaraya gittiler, mağaraya girince dönmediler, sır oldular.

İşte zâhir olarak anlatılan Kur’ân’daki bu kıssa bizlere, bu vücûd mağarasındaki, nefs-i emmâre olan nefis hükümdarından, şiddetli azap görüp kaçan yedi sıfatımızın Hakk ve hakîkat şuhûdu istemesinden ibarettir. Bir sâlik de, Mürşîd-i Kâmilden, kendi vücûd mağarasındaki, ef’âl yüzünü, sıfat yüzünü ve Zât yüzünü tahsil ederse, üç yüz yıl mağarada uyudular demektir. Hakk’ın varlığı ile uyanan sıfatlar veya kişiler, elbette acıkacaktır. Kalp sahibi olan Mürşîd-i Kâmilden, manevî taamlar için rızık isteyecektir. Fakat ikilikteki nisbîyet parası, bekâ âleminde geçmeyeceğinden, hemen kendini gösterecektir. Çünkü bekânın hükümdarı, İnsan-ı Kâmildir. Parası da bakır değil, altındır. Bekâ âlemine geçen kişiler, artık fenâya dönmeyecekleri için de, mağarada sır olmuşlardır. Bir sâlik fenâ mertebelerinde, üç yüzü ile uyuyup bekâya intikal edince, Cenâb-ı Hakk’ın bakiliği ile bekâ bulacağından, kurtuluşa ermiş olacaktır. Allah cümlemize bu zevkleri nasîb etsin. Âmin.

AŞK ATEŞİ NEDİR

Aşk, sevginin üç mertebesinden sonra bir insanda tecellî etmeye başlar. Resûlullah efendimiz sevginin pekleşmesi için “Aranızda selamlaşınız” buyuruyor. Telefonlarla, muhtelif ziyâretlerle, gelen giden

67

Page 68: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

dostlarla selam göndermek ve hal hatır sormalarla, sevgi bağlarını kuvvetlendirmek lâzımdır. Sevgiler de çeşitlidir.

1- Tek taraflı sevgi tilkinin tavuğu sevdiği gibi bir sevgidir. Tilki tavuk yemeyi sever ama, tavuğa tilkiyi sevip sevmediğini sorsak sevmediğini söyleyecektir.

2- Çift taraflı sevgi: bu da kulun Rabbini sevmesi, Rabbinin de kulunu sevme halidir. Kulun Rabbini sevmesinin belirtisi bütün varlığını Hakk’a vererek, ihtiyarî olarak, cehâletinden, günahlarından ve şirklerinden kurtularak, “Ölmeden evvel ölünüz” Hadis-i Şerifine mazhar olmasıdır. İşte bundan sonra kişide aşk hali tecellî eder. Aşk kişinin bütün mevcûdiyetiyle Rabbine dönmesine denir. Zira aşk üç harf ve beş noktadan meydana gelmiştir. Üç harfin sırrı Cenâb-ı Hakk’ın bu Âdem ve âlemde tecellîsi olan ef’âl, sıfat ve zât tecellîlerini remzetmektedir. ‘Kaf’ta iki nokta, ‘şin’de üç nokta vardır ki toplamı beş eder. İnsandaki beş zâhir duygularla, bu üç tecellîyi şühûd edip, Rabbine yüzünü dönenler, bütün mevcûdiyetiyle Rabbine döndükleri için bu kişilere âşık, bu olaya da aşk denir. Hasan Fehmi Hazretleri bir ilâhisinde;

“Yanıp yakıldım ateş-i aşka

Kül olup savruldum harmanı aşka

Hakk’a varılmaz ucub kibirle

Yandır onları suzan-ı aşka”

Buyurmaktadır. Aşk yanıcı bir ateştir. İnsanın benliğini yakar. Ne idi insanın benliği Hakk’ın varlığını kendi varlığı zannediyordu. İşte o zannettiği varlık hastalığı yanınca, insanın zanları kül olacaktır. Aşk rüzgârı ile de bu küller savrulunca, aşkı o kişinin Cennet’i olmuş olur. Çünkü âşık için aşktan daha zevkli bir Cennet olamaz. Kişinin varlığı kül olduğu zaman, yani yanacak hiçbir tarafı kalmayınca aşk ateşine girmiş olur. Allah’ın bir adı da Aşk’tır. Onun için aşk ateşine girenler Hakk’ın varlığı ile var olanlardır. Hasan Fehmi Hazretleri bir ilâhisinde ne güzel söylüyor:

Gezme avare bakma ağyare

Bul derde çare Aşk ateşinde.

Bakma sol sağa olma sen karga

Ver zevk dimağa Aşk ateşinde. 68

Page 69: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Bul işin fendin bilesin kendin

Gör ol bendin Aşk ateşinde.

Bakma uzağa düşme tuzağa

Dal gülşen bağa Aşk ateşinde.

Sanma sen gayri Hakk senden ayrı

Bul bu esrarı Aşk ateşinde.

Aşıksan candan korkma sen nardan

Yan çık evhamdan Aşk ateşinde.

İstersen yarı kaldır hicabı

Seyret cananı Aşk ateşinde.

Oku akait anla fevait

Bul sen hakayık Aşk ateşinde.

Fehmi kıy cana gir bu meydana

Yan çık pervane Aşk ateşinde.

Ey ihvân kardeşim, Hakk’a gönül vererek bir İnsan-ı Kâmile tâbi oldun, artık avare avare gezme. Eski bilinçlerin sana yabancı oldu. Onları Allah’a olan aşkın ateşinde yak. Cehâlet ve gayriyetin, zikir ve fikirlerle yanmazsa, senin Hakk’tan ayrı olma hastalığın geçmez. Bir kişi doktorun verdiği ilaçları kullanmazsa, hastalığının geçmesi mümkün olabilir mi. Elbette olmaz. Bu göreve dâima devam edersen, senin aşkın uzakları yakın edecektir. Çünkü eski bilinçlerin sana Hakk’ı çok uzaklarda gösteriyordu. Şerîatta ve tarîkatta çok aradın, fakat bulamadın. Zira bu arayış seni Hakk’tan daha uzaklaştırdı. En sonunda, “Ben bu dünyada bol bol ibâdetimi yapayım Allah cemalullahını bana âhirette gösterecek” diye ümidini âhirete bıraktın. Boynunu büküp elini bağlayarak teslim

69

Page 70: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

oldun.”Dünya nasıl olsa geçici, âhiret ise kalıcı” diyerek bütün ümidini âhirete bağladın. Hiç Kur’ân okumadın mı “Dünyada a’ma olan âhirette de a’madır.” Dünya âhiretin tarlasıdır. Tarlaya hangi tohumu ektin de bitmedi. Ama çorak toprağa tohumu saçtın ise, elbette bitmez. Çorak toprak senin eski bilinçlerindi. Bu eski bilinçlerini bırakmadan, bunun üzerine ilim ve îmân tohumu saçtın bekliyorsun.”Allah inşâallah âhirette faydasını gösterecektir” diye de ümitleniyorsun. Dolayısıyla da kendini aldatmış oluyorsun.

Ey ihvân kardeşim, sağdan soldan gelen seslere kulak asma. Bu yol Peygamber Efendimizin Mi’rac yoludur. Âlemlerin Efendisi Mi’raca çıkarken sağdan ve soldan çok sesler duydu. Bunların hiçbirine itibar etmedi. Ona vahiy gelerek “Mazagal beşeru mema tega” diyerek onun gözü, istikametinden ayrılmadı. Biz ihvânlara da bu istikamet gösterildi. Sakın Hakk’ı uzaklarda aramayalım. Bize bizden yakın olduğu halde neden uzaklarda arayalım.

İşte bu sır bizde gizlenmiştir. Bunu bize göstermeyen bizim varlığımızdır. Sözümüzde sadakat göstermiş olsa idik, bu sır bize açılacaktı. Eğer bir âşık tam bir teslimiyetle Rabbinin celâl tecellîlerine göğüs gerip, zikir ve fikrinde dâim olursa, bu celâl tecellîler cemâle döner. İşte aşkın ateşinde olanlar bunlardır.

Kur’ân-ı Kerîm’de İbrahim (A.S.) hakkındaki kıssada Nemrud’un, kırk gün ateş yakarak, İbrahim (A.S.)’i mancınıkla ateşe atması, İbrahim (A.S.)’i yakmamıştır. Zira Cenâb-ı Allah, “Ey ateş, İbrahim’e serin ve selamet ol” emriyle, ateşin yakmadığını bildirmektedir. Bâtında da, Nemrud’un İbrahim (A.S.)’i attığı ateş, Nemrud’un cehâlet ve gayriyet ateşi idi. Çünkü İbrahim’in gayriyeti kalmadığı için, yanacak hiçbir tarafı kalmamıştı. O Tevhîd babasıydı. Aşk ateşinde var olmuştu. Hatta İbrahim (A.S.) mancınıkla ateşe atıldığı zaman, Nemrud nasıl yanıyor diye merak edip atıldığı yere baktığında, ateşin içerisinde bir beyaz elbiseli kişi ile İbrahim (A.S.)’in beyaz elbise giymiş bir vaziyette, karşılıklı güllük gülistanlık içinde konuştuklarını görmüştür. Hayretle İbrahim (A.S.)’in yanına giderek, yanındaki beyaz elbiseli kişinin kim olduğunu sormuştur. O da “Cebrail’di” diye cevap vermiştir. Görüldüğü gibi, Cebrail kişinin Rabbidir. İbrahim (A.S.)’in üzerindeki beyaz gömlek de, O’nu gayriyet ve nefs-i emarenin ateşinden kurtaran Tevhîd gömleği idi. Bir kişi Tevhîd gömleğini giyer, aşk ateşinde gayriyet ve nisbîyetlerini yok ederse, o kişi ikilikteki fânîlikten geçip, bekânın Vahdâniyyetinde yaşıyor demektir. Çünkü yanacak hiçbir tarafı

70

Page 71: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

kalmamıştır. İşte buna aşk ateşi denir. Ayrıca bir kişinin, şiddetli bir biçimde, Rabbinin hasretinden mütevellit, zikir ve fikirle gece ve gündüz ah u figan edip, ona kavuşmak için yemekten içmekten ve uyumaktan geçmiş olması bütün istek ve arzusunun sevgilisine kavuşmak için olduğunu gösterir. İşte buna da aşk ateşine kendini atmış kişi denilir. Mevlana Celaleddin-i Rumi Hz. leri, efendisi Şems-i Tebrizi Hz. lerinin, Konya’dan uzun bir zaman ayrılması nedeniyle, O’na olan hasretinden, gelene gidene onu soruyordu. Ondan her kim haber verirse, mükâfatlandıracağını söylüyordu. Halktan bir kişi, Mevlana’ya gelerek onu Bağdat’ta gördüğünü söyledi. Mevlana da buna binaen o zaman için en kıymetli hırkasını, sırtından çıkartarak o kişiye mükâfat olarak verdi. Yanındakiler Mevlana’ya “Bu kişi yalan söylüyor, ona inanmayın” dediler. Mevlana da, “Ben onun Şems’i gördüğünün yalan olduğunu bildiğim için bu hırkamı verdim. Ya doğru söylemiş olsa idi, canımı verirdim” demiştir. Bu vak’ada da görüldüğü gibi, aşk ateşine düşenlerin hali böyle olur.

Akıl, insanlarda dünyanın, aşk ise âhiretin malıdır. Onun için aşksız Hakk’a varılmaz. Hakk’a giden tek yol vardır. O yol da aşk Burak'ına binerek gönül semâlarını kat etmekle mümkündür.

Allah bütün inanan kardeşlerime ‘aşk ateşi’ ihsân etsin. Âmin.

ÂYETLERİN ÂDEM VE ÂLEMDE ZUHÛRU

Muhkem âyetler, sağlam, sıkı sıkıya kuvvetli, değiştirilemeyen, zâhir mânâ taşıyan anlamlarına gelmektedir. Her türlü ibâdetlerin zâhir anlam ve şekli bu cümledendir. Allah’ın emrettiklerini yapmak, yasak ettiklerinden uzak durmak yani şerîat-ı ahkâmiyeye uymak diyebiliriz.

Müteşabih âyetlere gelince birbirine benzeyen, açık olmayan, te’vilâta muhtaç, (çeşitli mânâlar vermek) onun bâtın mânâları remzettiğini anlamak, zâhir ifade edilse de mânâsının bâtın olduğunu, onu ancak Allah ve Allah yolunda ilimde râsih olanların bilebileceğini bilmektir. Mesela, Elif, Lâm Mim gibi, Tâ-Hâ gibi, Yâ-Sin gibi, Vel Asr gibi âyetlerdir. Bunların zâhirlerinden hiçbir şey anlamak mümkün değildir. Te’vilâta ihtiyaç vardır.

Bir de hem muhkem hem de müteşabih âyetler vardır ki hem zâhir mânâsı hem de bâtın mânâsı vardır. Mesela İslâmın şartı diye

71

Page 72: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

bildiğimiz oruç tutmak, namaz kılmak, hacca gitmek, zekât vermek, kelime-i şehadet getirmek gibi ibâdetlerin hem zâhiri hem de bâtın mânâsı ve îzâhı vardır. İnsanlar ilim ve irfâniyetleri derecesinde bu üç türlü Hakk’ın tecellîlerini yerinde görür ve kullanırlarsa hem layıkiyle Allah’a kul olmuş olurlar hem de saadet ve mutluluğu yakalamış olurlar. Şerîat âyetlerini hakîkatte, hakîkat âyetlerini de şerîatta kullanmak nasıl insanları çıkmaza sokuyor ve ondan layıkiyle faydalanamıyorlarsa aynen onun gibi muhkem âyetleri yerinde, müteşabih âyetleri yerinde, hem muhkem hem de müteşabih âyetleri de zâhirini zâhire göre, bâtınını da batınî yerde mütalaa ve zevk edersek mutluluğa ermiş oluruz.

Kur’ân-ı Kerîm’deki bu âyetler nasıl böyle yerli yerinde mütalaa ediliyorsa, bu âlem-i Kübra dediğimiz âlem ve Âdemde de bu âyetler öylece mütalaa edilmelidir. Âyet deliller demektir. Allahü Teala bu âlemde ve Âdemde delilleriyle her şeyi zuhûra getirmiştir. Bir âyet-i kerîmede “Nefsinizde ve ufkunuzda âyetlerimizi göstereceğiz” demekle hem nefsimizde hem de ufkumuzda âyetlerini göstermiş ve İsra Sûresi 14. âyette “Oku kitabını! Hesap görücü olarak bugün sana nefsin yeter!” demekle nefs kitabımızı okumamız emredilmektedir. İnsanlarda bu üç türlü âyetlerin yerli yerinde okunması hem de ufkumuzda bizden ayrı olarak görünen varlıklarda bu üç âyeti ayrı ayrı okumak, görmek ve yaşama geçirmek gerektiği anlaşılmaktadır.

Bizler Kur’ân’ı yalnız satırlarda okuyup belki oraya göre mütalaa ettiğimiz için bir türlü yaşama geçiremiyoruz. Halbuki bu ilim ve irfâniyet bizlerin yaşama geçmemiz ve onun yaşam zevkine sahip olarak mutlu olmamız içindir. Toplumdaki çoğu insanlar muhkem âyetleri okuyabildikleri için üçte bir mutlu olsalar da her şeyi muhkem açısından mütalaa ettikleri için huzursuzluktan kurtulamıyorlar. Peçeli ve tamamen şekli benimsemiş toplumlar plajlarda bulunan açık saçık kadın ve erkeklere kafir ve aklına ne kadar kötü sözler geliyorsa söylüyorlar. O açık saçık diye vasıflandırılan toplum da İslâmiyeti dar çerçevede mütalaa ettikleri için onlara yobaz, gerici, irticacı gibi sözler söylüyorlar. Biraz evvel söylediğimiz gibi bu iki topluma göre de Kur’ân-ı Kerîm ufkumuzda yazılmış âyetlerden ibarettir.

Sen kemâlât sahibi isen her iki toplum âyetlerini yerinde görmeye bak. Her varlık yerinde hoş ve güzeldir. Sen onları yerinde göremiyorsan, bil ki çirkinlik sendedir. Allahü Teala Âl-i İmrân Sûresi 191. âyette “Onlar ki, gerek ayakta, gerek otururken ve gerekse yanları üzerinde yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında

72

Page 73: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

inceden inceye düşünenler "Ey Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın, seni bütün eksiklerden tenzih ederiz; o halde bizi o ateş azâbından koru” Sen nasıl birini iyi, birini kötü görürsün İyilik ve kötülük görmek, yerinde görmemekten olur. Mukayese edildiğinde ortaya çıkar. Ayrıca Allahü Teala kişileri başkasından sorumlu tutmuyor. Seni, sana soracak. Senden o mütalaa ettiğin toplumların hesabını istemeyecek. Onun için en çirkin gördüğümüz nefsimiz olmalıdır. Allah şeklinize ve amelinize bakmaz, kalb ve niyetinize bakar. Hepimiz Allah’ı sevdiğimizi söyleriz. Onun yarattıklarını da sevmemiz gerekmez mi. Mecnun Leyla’nın mahallesindeki köpekleri bile “Leyla’nın mahallesinin köpekleri” diye severmiş.

Onun için toplumumuzdaki her türlü inanç ve şekilde bulunan insanlar Allah tarafından o yerler için yaratılmışlardır. Allah Âlim’dir, bizler ise ma’lûmuz. Bizlerin ilm-i ezeliyette isti’dâdlarımız Allah’a nasıl ma’lûm olduysa, o da bizlerde, yaratılma yerimiz neresi ise o şekilde tecellî etmektedir. Kimimiz meyhane için, kimimiz kumarhane için, kimimiz inkârcı olarak yaratılmışız. Sen onu yerinde görüp, ona göre hareket edebiliyorsan, o zâhir olan âyetleri yerinde kullanmaktan mütevellit huzurlu ve mutlu olursun. Kullanamazsan mutsuz olursun.

Bu zâhir ve bâtın âyetleri nefsinde zevk eden ve iç içe olma zevkiyle nefsinde yaşayanlar ise Kâmillerdir. Onlar oruç tutarlar, namaz kılarlar. Fakat bedenen zâhir, rûhen bâtın zevkiyle bu ibâdetlerin sırlarını yaşarlar. Hiçbir zaman zâhiri bâtından, bâtını da zâhirden ayırmadan her şeyi yerli yerinde kullanarak mutlu olurlar. Onun için Kur’ân-ı Kerîm’deki bu âyetleri yerli yerinde kullandığımızda doğruyu ve zevki bulmuş oluyoruz.

Âlemdeki Kitab-ı Furkan’ı da böylece okuyup dar çerçevelere İslâmiyeti sıkıştırarak zümreleri tenkit etmek ve kerih görmek o âyetleri lâyıkıyle anlayamadığımızın bir sonucudur. Aynı mutluluktan paye alarak en büyük “AYET” delil olan insanın önce Alâk 1“İkra bismi rabbikellezi halak” ilmel yakınlık seviyesinde oku seni yaradan Rabbının adıyla oku denir, ve okumaya başlanır, kişide aşk ve istek galebe çalar ise ne okuyacağını merak eder. Ve Aynel yakınlık seviyesinde kendisine isra 14 “ikra kitabek, kefa bi nefsikel yevme aleyke hasiba” oku nefis kitabını, sana hasib olanı bilmen için nefsini okuman yeter buyrulmaktadır. İşte ona nefis kitabını bilmekle bu alemde nefsini bilmeden rabbını bilemeyeceğinden hesap görücüyü bilemeyeceğine işaret buyrulmaktadır.

73

Page 74: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Kişi nefis kitabını okumaya başladığında nefsinin kendisine nisbet eylediği efalinin sıfatının ve zatının nisbiyeti olduğunu tevhid tahsilinde peyder pey tahsil eyleyerek görür. Ve bu nisbiyet ve şirkinden kurtulma iseği ile kendisine nisbet eylediği efailinin ifnası, sıfatının ifnası ve vucudunun ifnası ile “BEN’im” dediği varlığı “YOK” yani ifna eder. Ve kendisninde şuhuden gördüğü bu benim dediği varlığın en büyük delil olan Ayet ve ısbatı olan…

Mısr’ı Niyazi Hz.lerinin buyurduğu gibi…

Dermân arardım derdime derdim bana dermân imişBürhan arardım aslıma aslım bana bürhan imiş.

Olduğunu anlamış ve idrak eylemiş olur. Böylelikle yola aslolan fakat kendim dediği ile değil Rabbımın varlığıyla devam edeceğini anlar, işte mutluluk Tecelliyi Zat’a ayak basan bir salik için asıl ayet ve delil, “Allah Makamları” olan Tecelliyi zat delili olan Rabbının varlığını, Tecelliyi sıfat delili olan Rabbının Sıfatlarını ve Tecelliyi Efal delili olan Tecelliyi efali giymiş olarak, Nasıl ki Rabbının Zatınından sıfatlarına sıfatlarından da fiilleriyle açığa çıktığını bilmiş ve görmüş olur. Artık onun için hayalde ve zanda bir Allah tahayyül eylemek yoktur, her varlıkta zerreden küreye zatını ilan eylemiş olan Allah’ın zuhura gelişiyle seyrini Kendisi gibi aciz bir mazhardan seyredenin Rabbı olduğunu ve âdemde ve alemde bütün ayet ve ayetlerin bu şekilde vucut bulduğunu Âdemdeki zuhuratın ne ise bu kesif alemde de aynısı olacağını Âdem’i okumanın Alemi okumak “Zerreyi bilmek de küreyi bilmek” olacaktır.

İşte bu efsel ve âla arasında olan insan, olarak bizleri Allahü Teala her türlü âyet tecellîlerini yerli yerinde okuyup yaşayan kullarından eylesin. Âmin.

BAKARA SÛRESİNİN HİKMETİ

Kur’ân-ı Kerîm’in bakara Sûresi 67 ilâ 73. âyetlerinde “Cenâb-ı Allah size bir bakara (sığır)boğazlamanızı emrediyor” buyruluyor. Bakara nefs-i hayvâniyedir. İki köy sınırında, bir kişi ölü bulunmuş. Bunun kimin tarafından öldürüldüğü bilinmediği için, Musa (A.S.)’ya kavmi müracaat ederek, “Senin Rabbin bu ölenin kimin tarafından öldürüldüğünü bilir.” demişler. Musa (A.S.) Hakk’a müracaat ettiğinde, Cenâb-ı Hakk, “Bir sığır kesilerek onun etinin ölüye vurulması ile

74

Page 75: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

dirileceğini ve ölünün dirilmesiyle de, hangi köy ahalisi tarafından öldürüldüğünü söyleyecektir.” dedi. Buna binaen, sığırın renginin ne olduğunu, yaşlı olup olmayacağını ve sığırdaki bütün belirtileri sordu ve öğrendi. Cenâb-ı Hakk sığırın, sarı renkte olacağını, ne çok genç ve ne de çok yaşlı olmayacağını, çifte koşulmamış olacağını, alaca olmayacağını buyurdu.

İşte bu bakara diye ifade edilen, kişinin nefs-i hayvâniyesidir. Bir kişi Mürşîd-i Kâmile gelerek, kendine nisbet ettiği fiillerini ve varlığını kesmesidir. Bu kesilmesi gerekli nefs-i hayvâniye sahiplerinin, rengi Allah’a sevgi ve aşkından mütevellit sarı olmalıdır. Akil baliğ olmamış çocuk kadar küçük ve çok yaşlı duyma ve görme sıfatlarını kaybetmiş de olmamalıdır. Meratibini bitirmiş kemâl ehli de olmamalıdır. Çünkü onun kurban olmağa ihtiyacı yoktur. Yine hiçbir itikada sahip olmayan kişiler de boğazlanmaya lâyık değildir.

İşte böylece hakîkat-ı Muhammediyye deryasında, kendi insan-ı asliyyesine talip olan kişi, tarif edilmiş oluyor. Sonra tarif edildiği gibi yaşlı bir kadının oğluna ait bir sığır bulunuyor. Fakat yaşlı kadın, sığırın derisini altınla doldurursanız onu verebileceğini aksi takdirde onu satmayacağını söylüyor. Musa’nın kavmi bu teklifi kabul ederek, sığırı kesiyorlar. Ve sığırın derisini de altınla doldurup kadına veriyorlar. Kesilen sığırın etinden, ölü olan o kişiye vurunca ölü diriliyor. Ve dile gelerek, soldaki köy yani nefs-i emmâre tarafından öldürüldüğünü söylüyor. İşte yaşlı kadın, kişinin tabiat-ı cismâniyesidir. Oğlu ise, rûhun oğlu akıldır. Kendi varlığını yok edip, Hakk’ın varlığında dirilen ölü ise, kalbin oğlu veled-i kalbdir. Elbette dirildiğinde, kendisinin nefis köyü tarafından öldürüldüğünü, rûh köyünün bunda hiçbir suçunun olmadığını söylemiştir.

Bir sâlik de kâmile gelerek, fiil, sıfat ve vücûd nisbîyetlerini boğazlatarak, bunları Hakk’a verince kendi süflî emelleri doğrultusunda kullanılan kalp, emmâre nefsinden kurtulacaktır. Kalbin uyanmasıyla Hakk ve hakîkati idrâk etmiş ve nefsin kalp üzerine istilâsından mütevellit, nefis tarafından öldürüldüğünü söyleyecektir. Aslında nefis ile rûh kardeştir. Fakat nefs-i hayvâniye yönü bir kişiyi, şehvet, gazap vb. gibi istek ve arzularla kalbi katletmiş olurlar. Ve rûh kuvvelerinin yolu üzerine bırakırlar. İşte Mürşîd-i Kâmil, bunu çok iyi bildiği için nisbîyet olan fiillerini, boğazlayınca artık kötülük yapamaz bir hale gelir. Dolayısıyla da kalbin uyanmasıyla da her şeyi idrâk etmiş olur.

75

Page 76: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Bu âyet-i kerimelerle anlatılan kıssa bizlere ne anlatmak istemektedir. Allah’a karşı bir sevgi ve arzumuz varsa, bu dünya çirkefinin içinden kurtulup, insanî aslımızı bulup huzur ve saadete kavuşmak istiyorsak, mutlaka bir Mürşîd-i Kâmile gitmemiz lâzımdır. Ona hayvânî nefsimizi boğazlatıp, bütün Allah’ın yasak ettiği kötülükleri yok etmek gerekmektedir. Bu da fiillerin fâilinin Allah olduğunu bilmekle olacaktır. Böylece kişinin kötülük yapan damarları kansız ve bıçaksız olarak kesilince, rûh yönünden gelen Rabbimin nurları o kişiyi istila edecektir. Böylece kalbi, rûhun nuru ile uyanmış ve Hakk’ın varlığı ile varlıklandığını gördüğünde, huzur ve saadet içinde her iki âlemde mutlu olacaktır. Cenâb-ı Hakk bizleri de bu gafletten uyandırıp mutlu kullarından eylesin. Âmin.

BERZAH NEDİR

Dünya ile Âhiret arasına berzah denir. Peki dünya nedir, Âhiret nedir. Bunları bilmemiz lâzımdır. Dünya bizlerin bildiği gibi, bu kâinat değildir. Bu gördüğümüz kâinat dünya olmuş olsa idi, nice peygamberler ve evliyalar da dünya ehli olurlardı. Dünya, üzerinde yaşadığımız bu kesret âlemi değil, kişileri Hakk’tan uzaklaştıran her şeydir, gaflettir. Onun için, Cenâb-ı Allah ârif olmayan kişilere, esmâ ve sıfatlarıyla kendini örtmüştür. İlk bakışta, karşımızda esmâ ve sıfatla bütün varlıkları şuhûd ettiğimizde, eşyayı eşya, mahlûku mahlûk görmüş oluruz. Niyazi-i Mısrî Hz. leri ilâhîsinin bir yerinde şöyle buyuruyor:

“Mahlûka mahlûk gözüyle bakarsan o mahlûk olur.

Hakk gözüyle bak ki bi şek Nûr-u Yezdan ondadır.”

Meratib-i İlâhiyede bu hicâbları yırtabilen ârifler, eşya ve mahlûk olarak vasıflandırılan bu sıfatlardaki Hakk’ın zuhûrâtını görecekleri için, çok çeşitli esmâ ve sıfatlar onlara hicâb olmaz. Onlar her varlığı, yaratılma yerine göre Allah’ın tecellîlerini şuhûd ederler. İşte dünya bir yere göre gaflettir. Dünya bir yere göre de Hakk ve hakîkati görmek için bir vesîle yeridir. Dünya şu taşıdığımız bedenimizin, Hakk’tan ayrı olarak, ona hizmet etmemizdir.

Âhiret ise ismi üzerinde, kesif olan bu vücûdumuzun sona ermesiyle letâfet âlemine geçmektir. Âhir son demektir. Neyin sonudur. Dünya âleminin sonudur. Kendimize nisbet ettiğimiz ve gece gündüz

76

Page 77: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

onun ayakta durabilmesi için çalıştığımız vücûdumuzun yaşamının sona ermesidir. İnsan varlığının üzerindeki Cenâb-ı Hakk’ın nefesinin ondan kesilmesidir. Artık yeni bir âlem ve yeni bir vuslat devresine girilmiştir.

Tabiatta da, kış mevsiminden yaz mevsimine girerken, ilk bahar gibi bir berzah devresi geçirmekteyiz. Aynen onun gibi dünya ile Âhiret arasına da zâhirde berzah denilir. Tevhidde bütün peygamber ve evliyalar berzahta ikamet ederler. Gerektiğinde dünya ehillerinin arasına girerler ve onları irşâd ederler denilmiştir. Çünkü onlar berzah sahibidirler.

Berzah, kesret âlemi olan dünyadan, Vahdet âlemine ayak basmaktan ibaret değildir. İnsan-ı Kâmillerin dâimî ikamet yeri, kavseyn mertebesindeki kesret zevkine galebe çalan Vahdet yeridir. Yoksa, bu Tevhîd meyvesinin Vahdet dalı olan cem mertebesi, İnsan-ı Kâmiller için tek taraflı ikamet yeri olamaz. Hakk’ın zâhir, halkın bâtın olduğu bu yer, Tevhîd meyvesinin Vahdet yüzünün göründüğü sahadır. Muhammediyye yüzü olan kesret yüzünün isti’dâd ve kabiliyetine göre, tecellîsi için bu Tevhîd meyvesinin her iki yüzünün de kemâlâtına sahip olunması lâzımdır. İşte berzah budur. Yoksa dünya olan kesretten, Vahdet zevki olan rûhanîyete yükselmek berzaha intikal etmek demek değildir.

Kıştan yaza hazırlık oluyorsa insanlar da aynen onun gibi berzahta beklemeye tâbi oluyorlar. Buna biz kişilerin berzahı diyoruz. Gece karanlığından kurtulup, gündüzün aydınlığına kadar aradaki seher vakti olan tan yerinin ağarması da günün berzahıdır. İnsan-ı Kâmiller bu âlemde gerektiğinde kesret zevkine, gerektiğinde de vahdet zevkine sahiptirler. Vahdet içre kesret, kesret içre Vahdet zevkine sahip oldukları için onlara berzah sahibi denmiştir.

Âhiretin bahçesi olan dünya âleminde, i’tikad, amel ve ahlâk icraatını, yaşamamız müddetince fotoğraflarını çektirdik. Bu filmleri öldüğümüzde tab için banyoya verdik. İşte bir kişi için berzah filmlerin banyo odasıdır. Çekilen filmlerin net görüntülerini sağlamak için filmler banyo olduğunda, kart üzerinde, kesafet görüntülerimiz zuhûra gelmiştir. Bu görüntülerin zaman ve yer olarak gösterildiğinde bizlerin inkâr etmesi de mümkün değildir. İşte İnsan-ı Kâmiller de tenzih ve teşbih arasındaki Tevhîd zevkinde ikamet etmektedirler. Her iki tarafı da aynı mesafede görerek Tevhîd içinde yaşarlar. Yani halk içinde dâima Hakk’la beraberdirler. Allah bizlere de bu yerleri nasîb etsin. Âmin.

77

Page 78: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM NE DEMEKTİR

“Bismillah” Allah’ın Zâtını remzetmektedir.

“Rahmân” Allah’ın sıfatlarını remzetmektedir.

“Rahîm” Allah’ın ef’alini remzetmektedir.

Bu mukayyed olan Âdem ve âlemde, Cenâb-ı Allah’ın, Zâtından sıfatlarına, sıfatlarından esmâ alarak fiilleriyle açığa çıktığını görüyoruz. Bunu bütün kitaplardan okuyarak zâhir ve bâtınını böylece bilirsek, ilm-el yakînlikle öğrenmiş oluruz. Ayne’l-yakîn olarak besmelenin tecellîsine vâkıf olmak istiyorsak, mutlaka bir İnsan-ı Kâmilden bunun tahsilini yapmamız gerekiyor. Zira Âdemiyetini bulmuş olan bu İnsan-ı Kâmiller, yeryüzünde Allah’ın halifeleridir. Cenâb-ı Hakk’ın Hüviyyet ve Eniyyetini kendilerinde kemâlâtıyla açığa çıkaran çok yüce Hakk’ın temsilcileridir. Kâbe nasıl Allah’ın Zâtını remzediyorsa, İnsan-ı Kâmiller de Hakk’ın Zâtını remzetmektedir. Hac Sûresi âyet 27 de “Bütün insanlara haccı ilânet, gerek yaya gerekse bineklerle senin huzuruna gelsinler. Bu Allah’ın kulları üzerindeki hakkıdır.” buyrulduğu gibi, sâliklerin Hakk Mürşîdlerinin ziyâretini yapmasıyla, Hakk’ın Zâtının sâliklerdeki Rahmân ve Rahîm tecellîlerinin, nefislerinde ve ufuklarında nasıl şuhûd ettiklerini görmelerini sağlayacaktır. Bu, kişilerin Hakk Mürşîdlerindeki merâtib-i İlâhiye tahsilinde, besmelenin Ayne’l-yakînlik olarak şahitliklerini ispat etmektedir. Hakk-al yakîn olarak bir kişinin canlı bir besmele-i şerîf olduğunu zevk etmek istiyorsa, Mürşîd-i Kâmilden yaptığı tahsil ve gösterdiği mertebelerdeki şuhûdlar doğrultusunda Zâtının, tenzih ve teşbih yüzlerini Tevhîd yaparak kendisinin yeryüzündeki Allah’ın halifesi olduğunu, o mazhardan Cenâb-ı Hakk’ın bilip ve gördüğünü zevk edecektir.

Rahmâniyyette iki bölüm vardır.

1- Rahmâniyyet olan Nübüvvet yüzü

2- Rahîmiyyet olan Vahdâniyyet yüzü

Nübüvvetin içinde hem cemâl yüzü hem de Vahdâniyyet olan velâyet yüzü mevcuttur. Hakk Mürşîdleri bizlere özel olan Rahîmiyyet rahmetinin tahsilini ve bütün varlıkların sûretinden farkıyla nasıl tecellî ettiğinin irfâniyet ve kemâlâtını öğretmektedirler. Cenâb-ı Hakk’ın, Rahîmiyyet olan Vahdâniyyet yüzünde, halk bâtın olduğu için, tek taraflı

78

Page 79: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

olması nedeniyle, Rahmâniyyete göre Rahîmiyyet rahmeti kemâlât değildir. Âfâkta ve kendi vücûd ülkesindeki Cenâb-ı Hakk’ın rahmet tecellîlerini şuhûd ederek yaşama hali, onların Hakk-al yakînliği olacaktır. Zira “Onların cesetleri rûhlarıdır, rûhları cesetleridir.” Hadis-i Şerifi tecellî etmiş olur. İşte gönlümüzdeki tenzih ve teşbihi Tevhîd yaptığımız zaman, canlı bir besmele-i şerîf olduğumuzu zevk etmiş oluruz. Yoksa Allah Allahlığını kimseye vermez. Kul kuldur. Allah Allah’tır.

BU KÂİNATIN ASLI BİR NOKTADIR

Kur’ân-ı Kerîm’in Nûr Sûresi 35. âyetinde “Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nuru, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lambaya nisbet edilmeyen mübarek zeytin ağacından zuhûr eder. O nûr üstüne nûrdur.” buyrulmaktadır.

Burada zeytin ağacı insan ağacı gibidir. Doğu Vahdeti, batı ise kesreti remzeder. Bu îmân nuru, insanın gönül kandilinde yanan bir ışıktır. Bu insanın gönül fanusunda yanan kandilin ışığı ne bedene, ne de cana ait değildir. Cananın bu nuru gönül fanusundan meydana gelmektedir. Aslında kamu âlem bir noktadır. Fakat bu âlemde, sıfat ve esmâsıyla, kendini ârif olmayanlardan gizledi. O’nun nûr olan güzel yüzünü âriflerden başkası göremedi. Bu âlem bir fenerdir. Onu aydınlatan, her varlığın içindeki Zâtının tecellîleridir. Bir lambanın fitili gibi ışığını verip durmaktadır. Sen ise, hayâli gölgeleri görmekten, ışığı göremiyorsun. Ondan sonra da, gece ve gündüz ah u figan edip inleyerek onun aşkı ile yanıyorsun. Nasıl insanlardaki rûh bülbülü, sıfatları olan gülün dalında ötmekle kendini sıfatlarından zuhûra getirince, sesi kesilir, aynen onun gibi, sen de Zâtından sıfatlarına, sıfatlarından da esmâ alarak fiilleriyle açığa çıkarak eserlerini görmeye çalışırsan, bu kâinatın bir noktadan meydana geldiğini görmüş olursun. Bir hadiste “İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı” buyrulduğu gibi, ilmin Allah’ın olduğunu bildiğimizde, cahillik elbette kula kalmış olur.

İşte Allah da hiçbir varlığı kalmayanlardan, bu ilim ve tecellîlerini açığa çıkardı. Bir ağacın çekirdeğine dil verip “Bu ağaç senin açığa çıkış şeklin midir” diye sorsak “Evet” diyecektir. Bütün ağacın, gövde, kalın dal, ince dal ve yapraklarına da sorsak onlar da, kökteki çekirdeğin birer şerhi olduğunu söyleyeceklerdir. İşte bu kâinat ağacı da öyledir. Bir Hadis-i Kudsî’de “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmekliğimi

79

Page 80: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

murad ettim. Bu halkı halk edip, onlardan da kendimi seyrettim” buyrulmuştur.

Kemâlâtını bulup, ârif olanlardan her an Cenâb-ı Hakk seyredip durmaktadır. Bu sırlara vâkıf olmak için, canı Hakk yolunda fedâ etmek lâzımdır. Hakk’a canını verenler canan alır yerine. Böylece Hakk’ın gizli hazine kapıları o kişiye açılır. Yoksa her kişiye değil. Cenâb-ı Hakk bu âlemde Zât, sıfatları, esmâsı, ef’âli ve eserleri ile kendini sergilediği halde, hicâb perdelerini yırtamayanlara sıfat ve esmâsı ile kendi yüzünü örtmüş ve gizlemiştir. Aslında onu görmemek, kişinin kendi cehâlet perdeleridir. Yoksa, o her şeyde ayan beyan görünmektedir. Noktalardan ‘elif’ meydana gelir. Elif de çeşitli şekillere bürünerek 28 Kur’ân harflerini meydana getirir. Bunun gibi, noktanın tecellî ettiği yerlerde, şekil ve zuhûrâtıyla bu âlemdeki nurunu meydana getirdiğini görmüş oluyoruz. Cenâb-ı Hakk bizlere bu idrakle her şeye bakmayı nasîb etsin. Âmin.

CENÂB-I HAKK’I TENZİH VE TEŞBİH NASIL YAPILMALIDIR

Tenzih, hiçbir şeye benzemez demektir. Cenâb-ı Hakk, Zât yönüyle hiçbir şeye benzemez. Cenâb-ı Hakk’ın yanında başka bir varlık olması lâzım ki, mukayese yapılabilsin. O her şeyden münezzehtir denilir. Zira bir âyet-i kerîmede: “Leyse kemislihi şey’ün” “O’nun misli yoktur ve hiçbir şeye benzemez.” buyrulmuştur. Onun için tenzih keyfiyeti kalble bilinir.

Teşbih, benzetmek demektir. Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarından Cemalini gösteren odur. Her varlık onunla kâim olduğu için, bu isim ve sıfatlardan tecellî eden, Cenâb-ı Hakk’ın Cemalidir. Kur’ân-ı Kerîm’in Şura Sûresi 11. âyette “Leyse kemislihi şey’ün ve hüves-semiy-ul basiyr-u” (O’nun misli yoktur. O hiçbir şeye benzemez ve o her şeyi işiten ve görendir) buyrulmuştur. Burada, ‘O’nun misli yoktur, hiçbir şeye benzemez’ kısmı tenzihtir. Allah Zât yönüyle hiçbir şeye benzemez. Âyetin devamındaki ‘O her şeyi işiten ve görendir’ kısmı ise teşbihtir. Cenâb-ı Hakk, tenzih yönüyle yani Zât yönüyle bilinmiyor. Cenâb-ı Hakk’ın künhü Zâtı bilinmez. Fakat, teşbih, yani isim ve sıfatları yönüyle tecellîsi olan Cemalini görmekle bilinir demektir.

80

Page 81: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Cenâb-ı Hakk Nûr Sûresi 35. âyetde insanın Zâtının nurunu miskat yani lamba konan yer olarak vasfetmiştir. Bundan maksat da, insanın sadrı yani göğsüdür. Zücac dan maksat kalbdir. Misbah ise insanın sırrıdır. Şecere-i Mübarekeden(mübarek Ağaç) maksat da, insanlardaki îmân ağacıdır. Görüldüğü gibi, Kur’ân-ı Kerîm dahi benzetmek sûretiyle bizlere târifler yapmıştır.

İşte Hakk’a olan îmân, halk sûretinde ‘Hakk olarak’ zuhûr etmesinden ibarettir. Onun için bir kişi Hakk’ı Zât yönünden tenzih eder, teşbih etmezse zındık olur. Yalnız teşbih ederek tenzih etmezse müşrik olur. Bunun her ikisi de yanlıştır.

Tevhîd cem’dir fark onun gövdesi

Cem’e ermişse idrâk şirktedir kendisi,

Cem’e varsa da fark etmezse yanılgıdır bilgisi

Cem farkıyla bilinir gizli hazinesi

Ahmet mazharıdır Kur’ân okur bendesi

Mazharında diridir kelâm eder kendisi.

Muhyiddîn İbnü’l-Arabî Hz. leri bu mevzuda, “Cenâb-ı Hakk’ı tenzih edecek olursan, onu sınırlamış olursun. Teşbih edecek olursan onu kayıt yapmış olursun. Tenzih ve teşbihi cem ederek, Tevhîd yaparsan gerçeği söylemiş ve Allah'ı bilmede, imam ve seyyid (insanların efendisi) olmuş olursun buyurmuşlardır.

Bir kişi de Cenâb-ı Hakk’ı, his ile teşbih, kalb ile tenzih etmelidir ki Makâm-ı Muhammediyye'ye yükselebilsin. Bizler de Cenâb-ı Hakk’ı, Zât yönüyle tenzih, yani hiçbir şeye benzetmeyerek, kalbimizle onun her isim ve sıfatlarındaki tecellîsi olduğunu tasdik edeceğiz. Hissimizle, bütün isim ve sıfatlarından görünen onun Cemali olduğunu hissederek, tecellî eden ve tecellî olunanı Tevhîd yaparak zevk edeceğiz. Bu zevkimizde, ne zanna ve hayâle çıkacağız, ne de tecellî olunan mazharların gölgesine takılıp kalacağız. Zira zâhir tecellî olan mazharların hepsi Hakk’ın gölgesidir.

İşte kalb ile tenzih, his ile teşbih zevkine sahip olduğumuzda, bunları Tevhîd yaparak seyyidlerden oluruz.

81

Page 82: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Yoksa, tenzih ve teşbihi zevk vâdisinde değil de, ilim vâdisinde mütalaa edenler aldanmışlardır. Her şeyi zâhir olarak ispat etmek her zaman mümkün olmayabilir.

Cenâb-ı Allah, Zâtı özellikleri itibariyle eşyadan münezzehtir. Eşya değildir. Eşyanın hakîkati Hakk’tır. Vücûd itibariyle de, Hakk’ın sıfatları ve mazharlarıdır.

İnsan da öyle değil midir. Gölge Zâtı itibarıyle, onun dışındadır. İnsana girmemiştir. İnsan O’nun aynı olmadığı gibi, o gölgeye muhtaç da değildir. İşte gerçekte insan da, Hakk’ın vücûdu ile kâim olduğu halde gölge gibidir. İnsanın gölgesi de, gölgenin gölgesi olur.

Mevlana Hz. leri mesnevisinde:

“Gölge insan ile kâimdir. İnsan olmasa gölge olmazdı. İnsan da Allah ile kâimdir. Allah olmasa, insan da olmazdı. Lâkin insan olmasa, Allah dâima bâkîdir. İnsandaki vücûd Allah’ındır. Kayıtlı olarak görünen insandır. Mutlak olan Allah’tır.” buyurmuşlardır.

CENAZE NAMAZINDAKİ 4 TEKBİR NEYİ İFADE EDER

Cenaze namazı dört tekbirle kılınan bir namazdır. Bütün peygamber ve evliyalar kendi cenaze namazlarını kendileri kılmışlardır. Bizim gibi sâliklerin cenaze namazlarını da Fenâfillâh olmamışlarsa Mürşid-i Kâmilleri kılmakta, Fenâfillâh olmuşlarsa onlar da kendi cenaze namazlarını kendi kılmış olmaktadırlar.

Cenaze tekbirlerinden de anlaşılacağı gibi birincisinde “Allah için sâlata” denmektedir. Yani ‘Allah için namaza’. Namaz ise mü’minin mi’racıdır. Mi’rac ise Allah’la beraber olmak, konuşmak, buluşmaktır. Kul Allah’la nasıl konuşur ve buluşur. Mukayyed olan bu âlemde Zât olan Allah, sıfatı olan kullarından tecellîsini izhâr edince kulun kuvvesinden fiileriyle açığa çıkması, kulundan buluşup konuşması demek olur. İşte bu bütün mazharlarından zuhûra gelmesi, kulların kendi mazharlarından Hakk’ı açığa çıkarmasına sâlat dendi. Onun için “Allah için sâlata” ifadesi kullanıldı.

İkinci tekbir ifadesi de “Resûlullah (S.A.V.) için salâvâta” oldu. Çünkü bu âlemde Zât Allah, sıfat ise Muhammed’dir. Allahü Teala Muhammed’siz bilinemediği için bir Hadis-i Kudsîsinde “Levlake

82

Page 83: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Levlak vema Halaktül eflak” “Habibim sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım” buyurmuşlardır. Şu halde Muhammed bir ayna, kendisini o aynada seyreden Hakk Teala olmuş oluyor. İşte Resûlullah (S.A.V.)’a salâvât, bu âlemdeki dört tecellî mazharları olan sıfatlardaki (cemâdât-nebâtât-hayvânât ve insanlar) farkıyla her tecellînin mevsûfunun Allah olduğunu idrâk et demektir.

Üçüncü tekbir ifadesinde “Meyyid için duaya” denilmektedir. Yani vücûdun Vücûdullah olduğunu idrâk ederek ölmezden evvel ölmeyi sağlamaktır. Ondan sonra da er kişi niyetine veya hatun kişi niyetine denilmektedir. Bir kişi ‘birliğe’ bu tahsilden sonra erebildiyse ‘er kişi’ olmuştur. Hayır bu tahsilden sonra ikilikten kurtulamamışsa o kişi erkek de olsa ikilikte olduğundan hatun kişi durumundadır.

Bir Mürşid-i Kâmilden bu merâtib tahsilini yapmayanların cenaze namazları nasıl olmaktadır. Bu anlattıklarım ehl-i Tevhîd içindir, avâmın cenaze namazı için değildir. Onların cenaze namazları da taklîd olarak avâm kâideleri içinde kılınmaktadır.

Cenaze namazının mânevî irfâniyeti tekbirler alındığında namaz içinde okunan dualarda da görülecektir. Birinci tekbirde ‘Sübhaneke’yi okumaktayız. Sübhanekenin taşıdığı mânâ nedir. Kişinin kendi varlığının olmadığını, bütün varlıkların Hakk’ın olduğunu anlamaktır. İkinci tekbirde “Allahümme Salli” ve “Allahümme Barik” dualarını okuruz. Yani Resûlullah (S.A.V.) Efendimize, ashabına, O’nun yolunda gidenlere, Tevhîd babası İbrahim (A.S.) ve âline övgü ve dualar gönderilmektedir. Allah’ın bu sıfatlardan tecellîsinin övgüsü anlamındadır. Üçüncü tekbirde ise ölü için dua yapılmakta ve Fenâfillâh olması için dua edilmektedir. Dördüncü tekbirde hiçbir şey okunmadan kişi selamete çıktığı için sağ ve soluna selam vererek namazını tamamlamaktadır. Çünkü selâmete çıkan selâm verebilir. Selâmete çıkmayan selâm veremez.

Cenaze namazı taklîden kılınıyorsa da aslında bir Mürşid-i Kâmilin tahsilinde merâtib-i fenânın idrâkinden ibaret olduğu anlaşılmalıdır. Allah cümlemize “Mutu kable ente mutu” ölmezden evvel ölmeyi ihsân ederek kendi cenaze namazlarımızı kendimizin kılmasını nasîb etsin. Âmin.

83

Page 84: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

CENAZENİN YIKANMASI, KEFENLENMESİ, NAMAZININ KILINMASI VE GÖMÜLMESİ NEDİR

Ölüm iki türlüdür:

1-Izdırari ölüm.

2-İhtiyarî ölüm.

Izdırari ölüm, bedenimizin bir gün dünyadaki görevini tamamladıktan sonra şeriat hükümleri dahilinde, kitaplarda yazıldığı gibi ölü bedenin yıkanması, kefenlenmesi ve toprağa gömülmesinden ibarettir. Çünkü bu beden ömrü müddetince, rûhumuza hamallık yaptığı için ona da zâhiren saygı ve ihtimam göstermemiz gereklidir.

Kendi istek ve arzularıyla ölmeden evvel ihtiyârî bir ölümle ölenler ise, varlık şirkinden kurtulmuş kimselerdir. Resûlullah efendimiz, Ebubekir Hazretlerinde bu hâli gördüğü için “Yiyen, içen, gezen ölü görmek isteyeniniz Ebubekir'e baksın” diye sahabeye söylemiştir. İşte Mürşîd-i Kâmile gelen bir sâlik de, kendine nisbet ettiği ef'alini, sıfatını ve vücûdunun olmadığını idrâk etmesi, cenaze olan varlığının yıkanmasıdır. Çünkü bütün nisbîyetlerinden temizlenmiştir. Fenâ-i ef’âl, fenâ-i sıfat ve fenâ-i vücûd kişiyi ihtiyârî olarak yok eder. Yani Fenâfillâh olur. Allah'ta fâni olan artık kefenlenmeye hak kazanmıştır. Kefen üç parçadan meydana gelen beyaz bir kaput bezi veya patiskadan ibarettir. Fenâ-i Zât tecellî Zâtla, fenâ-i sıfat tecellî-i sıfatla, fenâ-i ef’âl tecellî-i ef’âl kefeni ile sarılır. Böylece kişi ölmeden evvel ölüp yıkanmış ve kefenlenmiş olur. Kişinin idrakinde dâimî zikirle Hakk’la beraber olma yoksa, râbıtasında da hissiyle bu tecellîleri şuhûd etmiyorsa, bu hâle geçemez. Kefenlendikten sonra tabut olan bu ayaktaki vücûd tabutu ile cenaze namazı kılınmaktadır. Artık bu kişi ölmeden evvel ölmüş, Hakk’ın üç tecellîsi ile de kefenlenmiş, kendi cenaze namazını da kendisi kılmağa hak kazanmıştır. Yoksa ölünün cenaze namazını diri cemaatın kılması bir rumuzâttır. Cenaze namazı dört tekbirle kılınır. Tekbirlerde ef'alin, sıfatın, Zâtın idrâkinden sonra birliğe erdi ise, er kişi niyetine, ikilikte kaldı ise isterse erkek olsun hatun kişi niyetine cenaze namazı kılınır. Dördüncü tekbirde ise hiçbir şey okunmadan, sağa ve sola selam verilmesi onun kurtuluşa erdiğinin ispatıdır. Görüldüğü gibi birinci tekbirden sonra ‘Subhaneke’yi okumakla bütün fiillerin fâilini, ikinci tekbirde, ‘Allahumme salli’ ve ‘Allahümme barik’ okumakla, Resûlullah efendimizin Allah’ın sıfatları olması nedeniyle övgü ve O’ndan tecellînin

84

Page 85: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Allah’ın olduğu, üçüncü tekbirden sonra, meyyit için duada da vücûdun Vücûdullah olması idraki ile ölmeden evvel ölmenin zevkini ve dördüncü tekbirde, hiçbir varlığı kalmayan kişinin sağına ve soluna selam vermesi ile de kurtuluşa erdiğinin ispatı olmuş oluyor. Ondan sonra da ebedi istirahatını sağlamak için gözün göremeyeceği bir yere götürüp geliyoruz. İşte manevî yönüyle cenaze biziz. Yıkanması nisbîyet ve şirklerden kurtularak Fenâfillâh olmaktır. Kefenlenmesi, Cenâb-ı Hakk’ın varlığı ile var olmağa kadar Makâmlardaki Allah’ın yüceliğinin idrâkidir. Toprağa gömmek ise bizlerin diye bildiğimiz varlığımızın olmadığını, bu varlığın Cenâb-ı Hakk’ın varlığı olduğunun yaşama geçme hâlidir. Cenâb-ı Allah bütün kardeşlerime bu idrâki nasîb etsin. Âmin.

CENNET VE CEHENNEM NEDİR

Cennet, Allah’a inanan ve O’na ibâdet eden, ihlasla, sadakatla hizmet edenlerin ebedîyyen içinde kalacakları mekân ve meskenlerdir.

Cehennem ise, Allah ve Resulünü inkâr eden kendi nefislerine uyarak, heveslerinin her istediğini yaparak işledikleri cürüm ve suçtan dolayı ilâhi adalette ceza görecekleri yerdir.

Cennetler sekizdir. Dördü amel Cennet’i, dördü irfâniyet Cennetleridir. Cehennem ise yedidir. İnsanoğlunda bunların yerlerini göstermek gerekirse, insanlardan tecellî eden sekiz sıfat-ı subûtiye vardır. Bir sâlik bunların hepsinin Hakk’ın bu âleme tecellî pencereleri olduğunu idrâk eder ve seyrederse sekiz Cennet’i anlamış ve zevk etmiş olur.

Cehennemin yedi olması ise, bu sıfat-ı subûtiyelerden ilim sıfatını kaldırdığımızda câhiliyetinden mütevellit geliştirmemiş kişiler yedi Cehennem’e girmiş olurlar. İlimle her şey bilinir ve yaşanır. Yoksa bilmeyen bir kişi hiçbir zaman cehâlet olan Cehennem azâbından kurtulmaz. Onun için büyüklerimiz: “Cehennem kişinin cehâleti, Cennet ise kişinin irfâniyet ve zevkidir.” buyurmuşlardır.

Cennet’in dördü amel Cennet’i, 1- Oruç tutmak 2- Namaz kılmak 3- Hacca gitmek 4- Zekât vermek gibi ameller olduğu gibi her türlü manevî gıdayı yemek içmek için sarf edilen zaman ve sohbetler de amel Cennetleridir.

85

Page 86: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

İrfâniyet Cennetleri de 4’tür. 1- Tecellî-i ef’al, 2- Tecellî-i sıfat, 3- Tecellî-i Zât, 4 - Âdem’de ve âlemdeki hayat tecellîlerini zevk etmek irfâniyet Cennetleridir. Ayrıca, irfâniyet Cennetlerine ilaveten, Rahmân Sûresi 62. âyette “Ötelerinden (bu ikisinden başka) iki Cennet daha vardır” buyrulmaktadır.

Şu halde Tevhîd ehli için amel ve irfâniyet Cennetlerinden daha yüce olarak Allah rûh Cennet’i ve Zât Cennet’i olarak zevk üzerine zevk hallerinin de mevcûdiyetini bizlere bildiriyor. Bizler cehâletimizle yaşamamıza devam edersek dünyada Cehennem’de, âhirette de Cehennem’de olacağımız muhakkaktır. İlim ve irfâniyetimizi geliştirip cehâlet hicablarımızı yırtarsak, hem dünyada hem de âhirette de Cennet’te olacağımız ortaya çıkar. Demek ki dünyada Cennet ve Cehennem var. Âhirette de Cehennem ve Cennet var. Bir hadis-i şerifte “Dünya âhiretin tarlasıdır.” buyruluyor.

“Cennet ve Cehennem nerededir” diye soracak olursanız uzaklara gitmenize gerek yok, her ikisi de sizdedir. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Cennet düz bir boşluk arazidir. Kim ki Sübhanellah, Elhamdülillah, Allahü Ekber diyebilirse bütün cennetteki nimetleri tecellî ettirmiş olurlar.” demiştir. İşte sen daha evvel başıboş, işe yaramayan bir kişi idin, ilmin irfâniyetin yoktu. Hakk’a vâkıfıyetin yoktu. Bir Mürşid-i Kâmilden Hakk ve hakîkate vâkıf olmayı öğrendin. Sübhanellah demekle senin ve bütün varlıkların varlığının, Vahdâniyyeti ile Allah’ın varlığı olduğunu, bu varlıkların kendine ait varlıklarının olmadığını bildiğin için ‘Sen bu varlıklara benzemezsin seni bu varlıklara benzetmekten tenzih ederim’ dedin. Elhamdülillah demekle de bu kesret âleminde her ne varsa hepsi Hakk’ın birer sıfatları olduğunu, sıfatlarından Zâtın tecellîlerini müşâhede edince bütün sıfatların, Zât’a hâl ve kâl lisanlarıyla hamd ettiklerini müşâhede ettin. Allahü Ekber demekle Hakk’ın sîretiyle, vücûdu olan sûretinden zuhûr edip tekliğinin idrâki ile başka bir varlığın olmadığını, Zâtının bütün sıfatlarından Ekber (büyüklüğü ile her şeyi ihâta eden) olduğunun idrâki ile Tevhîd yapınca elbette ebedî Cennet’te kalıcılardan olunur. Sübhanellah tenzih, Elhamdulillah teşbih, Allahü Ekber Tevhîd olmuş oluyor.

Cehennem hakkında ise Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Cehennem boş bir arazidir. Buranın ateşi insanlar ve taşlardır” buyurmuştur. Yani Allah ve Resûlüne îmân etmeyip taşlaşmış katı kalbli olan insanların Cehennemlik olduğu anlaşılmaktadır. Bunca peygamber ve evliyalar Allah’ın Ahadiyet sırrının Âdem’de ve âlemdeki zuhûrunun

86

Page 87: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

tahsili için, ayrıca davet ve tebliğ görevi için de gönderilmiştir. Kendimize “Dünyada ve Âhirette Cehennem’liklerden miyiz yoksa Cennetliklerden miyiz” sorusunu dâima sormalıyız. Vücûd ülkemizde sekiz sıfatımızdan ilim sıfatına sahip değilsek, Cehennem’lik, ilim sıfatına sahip isek dünyada da Âhirette de Cennet’te olduğumuz anlaşılmış olur. Çünkü Cehennem Allah’ı bilmemek ve ondan uzak olarak cehâlet içerisinde yaşamaktır. Cennet ise, Allah’ı bilmek ve her an O’nunla yaşamaktır.

CİN NEDİR

Cin örtmek, gizlemek anlamlarına gelir. Cinler, lâtif varlıklar oldukları için, gözle görünmemeleri nedeniyle örtülü denmiştir. Peri Farsça'da Cin demektir. Kur’ân-ı Kerîm Hicr Sûresi 27. âyette “Cin yaratığını daha önce, şiddetli ateşten yarattık” buyrulmuştur. Cinler, sünnî cinler süflî cinler diye iki kısımda mütalaa edilir. Sünnî cinler, lâtif varlıklar olup, akıl ve şuurları ile, ibâdet ve isyan yapabilirler. Çünkü, Zariyat Sûresi 56. âyette “İns ve cinleri ancak bana ibâdet etmeleri için yarattım” buyruluyor.

Onlar Asr-ı Saadette, Resûlullah Efendimiz Kur’ân okurken, Kur’ân dinlemeye gelmişlerdir. Hatta bazı sahabelerden bunları görenler dahi vardır. Zira letâfet âlemine geçen bazı ârifler bile, câmide, caddede ve her yerde bunları görmekte ve bunlarla konuşmaktadırlar. Bunlar sünnî oldukları için, zararsız ve taklîdî ibâdet içindedirler. İkinci sınıf süflî cinlerin, insanlardan süflî olanlarına kötülük yapmaları ve zarar vermeleri mümkündür. Bunlara şeytanî cinler de denilir.

Bu saydığım ister sünnî cinler, isterse süflî cinler olsun, âyet-i kerîmede belirtildiği gibi ateşten yaratılmışlardır. Lâtif varlıklar oldukları için, insanların süflîyyât vâdisinde olan nefs sahiplerine, nüfûz edebilirler. Onları vehim ve hayâl gibi görüntülere bağlayarak Ulviyet vâdisine geçmelerine engel olurlar. Hatta, Kur’ân-ı Kerîm’in Nas Sûresi 6. âyetinde cinlerin ve süflî insanların, kişilere vesvese verdiğinden bahsetmektedir. Ateşten yaratılan bu cinler, her şekle girebilirler. Melekler de lâtif varlıklardır ama, onlar nurânî dir. Ateşte iki haslet vardır.

1- Yakıcı ve sıcaklık yönü

2- Ziya, aydınlık ve nûr olan parlaklık yönü

87

Page 88: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

İşte melekler, bu nûr ve ziya yönünden yaratılmıştır. Cinlerin ateşin yakıcı ve sıcaklık tarafından yaratıldığını, meleklerinde, nûr ve parlaklık yönünden yaratıldığını karıştırmamak lâzımdır.

Bu âlemde evvelâ Can kavmi vardı. Sonra ateşten Cin kavmi yaratıldı. Ondan sonra melek dediğimiz nurânî varlıklar yaratıldı. En sonunda da İnsan yaratıldı. Onun için insan, meleklerden üstündür. Cinlerde akıl ve şuur olduğu için de hayvanlardan üstündür. Cinlerin süflî olanlarında ateş fazla, sünnî olanlarında hava fazladır. Süflî olan şeytanî cinler, çoğunlukla hava ve rüzgar gibi her yere girebildiği gibi, insanın kalbine ve damarlarına kadar sirâyet edebilirler. Ayrıca hayvan şeklinde bile görülebilirler. Sünnîleri, insan şeklinde ibâdet ederler. Hatta, şeklen hacı ve hoca kisvesinde görünmeleri de mümkündür. İnsanların çoğalmaları meni ile olduğu halde, cinlerin çoğalmaları gaz (hava) iledir. İnsanların, cin ile evlenmesi, bir hayâlle olmaktadır. (Gençlerin rüyalarında ihtilam olmaları gibi) Süflî cinlerden korunmak için, onların bulunduğu süflîyyât vâdisinden çıkmak lâzımdır. Süflîyyât vâdisinden çıkmak için de dâimî zikir gereklidir. Gafleti yok eden tek çâre, zikirdir. Sabit bazı şeyleri düşünmek, Hakk ve hakîkatten gafil olmak, kişileri o süflîyyât vâdisinden uzaklaştırmaz. O vâdide kalındığı müddetçe de, onlardan kurtulmak mümkün olmayacaktır. Onlardan kurtulmanın tek çaresi, bir Mürşîd-i Kâmile tâbi olup onun tâlimatı olan dâimî zikirden hiçbir zaman ayrılmamaktır. Sayıyla veya zaman zaman hatırlanarak yapılmakta olan zikirler o kişiyi tam kurtaramaz. Zikir dâimî olmalıdır.

İnsanların bütün hücrelerine kadar, sirâyet eden bu varlıklar, bizlerle yaşamaktadırlar. Bizleri dâima nefs istek ve arzularıyla bağlamakta, Hakk ve hakîkat vâdisi olan ulviyete çıkmamıza engel olmaktadır. Kişi kendine iyi baksın. Nefsânî istek ve arzularla yaşamakta ise, bilsin ki cinlerin az veya çok onun üzerinde etkisi vardır. Böyle değil de, iyiliğe, doğruluğa, Hakk ve hakîkata doğru, edep ve ahlâk güzelliği mevcutsa, melekî yönü ağır bastığı için doğru yoldadır. Allah mübarek etsin.

Cinler, akıl ve şuur sahibi olduğu için, lâtif olmalarından istifade ederek, bazı gizli mevcut sırları bizlere getirebilirler. Cinler gelecekten haber veremezler. Yalnız geçmişten bazı şeyleri bilirler ve haber verirler. Onun için bazı ârifler, onları emrinde kullanmak sûretiyle, onlardan istifade ederler. Fakat bunlara aldanmamak lâzımdır. Çünkü onlar her şeyi bilemezler. Sebe Sûresi 14. âyette “Eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı, o zilletli azap içinde bekleyip durmazlardı”

88

Page 89: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

buyrulmaktadır. Süleyman (A.S.)’ın ölümüne hükm ettiğinde, asasına dayanan Süleyman (A.S.)’ın öldüğünü cinler bilemediler. Bilmiş olsalardı, bu azâba katlanırlar mıydı diye Kur’ân-ı Kerîm, onlara meydan okuyarak, bizlere, cinlerin her şeyi bilmediklerini söylüyor.

Onlardan istifade etmek yerine, zikir ve fikre sarılıp, gönlümüzü aydınlatmak lâzımdır. Vehim ve hayâl gibi vesvese hallerinde durmamağa özen göstermeliyiz.

Cin Sûresi 6. âyette “İnsanlardan bazı kişiler, cinlerin bazılarına sığınıyorlar da, cinlerin kibir ve azgınlıklarını artırıyorlar” buyruluyor. Görüldüğü gibi fazla itibar edilen kişiler, kendilerini bir şey sanarak, gurur ve kibire kapılarak azgınlaşıverirler. Onun için bazı nefs vâdisindeki kişilerin, cinleri çıkış yolu kabul etmesi, onların insanlar üzerindeki ilgisini artırmaktadır. Dolayısıyla da bizleri, hiçbir zaman yalnız bırakmıyorlar. Bizleri dâima nefs vâdisine çekerek, Hakk ve hakîkatten uzaklaştırmak için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar.

Onun için bizler mutlaka bir Mürşîd-i Kâmile gidip, dâimî zikirle kendimize manevî bir sigorta yaptırıp o süflîyyât vâdisinden kurtulmalıyız. Şunu çok iyi bilmemiz lâzım ki zikir ve fikirsiz, onların süflîyyât vâdisinden kendimizi kurtarmamız mümkün değildir.

İnsanlara verilmiş hasletler, cinlerden çok üstün olduğu için, bu üstünlüklerini kullananlara, cinlerin kötülük yapması değil, yaklaşması bile mümkün değildir.

Ne yazık ki günümüzde zikir ve fikirsiz, hayâl ve vehim ile yaşayan bazı kişiler, Allah tarafından kendilerine verilmiş nimetleri kullanmayı bilmedikleri için bu süflî cinlerin oyuncağı olmaktadırlar. Mânâ ve idrâkine vâkıf olmadıkları Âyet-el Kürsî gibi bazı âyetleri kelâmi olarak okusalar bile onlara fayda sağlamamaktadır. Onları çok iyi bilmek ve onlarla, ona göre mücadele etmek lâzımdır.

Resûlullah Efendimizin “Küçük cihaddan büyük cihada, yani cihad-ı ekbere geçtik” buyurmaları işte bunun içindir. Küçük cihad, belli olan düşmanlarla harp etmektir. Bedir Muharebesi ve Uhud muharebesi gibi. Büyük cihat ise nefsle mücadeledir. Lâtif olan süflî güçlerle muharebedir.

Allah inanan bütün kardeşlerimi süflîyyât vâdisinden kurtararak, Ulviyet vâdisinde dâim kılsın. Âmin.

89

Page 90: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

CUMA

Cuma mü’minlerin bayram günüdür. Bayramın birincisine Ramazan bayramı, ikincisine de Kurban bayramı diyoruz. Üçüncü bayram ise Ramazan bayramı ile Kurban bayramını bünyesinde cem etmiş Cuma bayramıdır.

Yahudilerin bayram günü Cumartesidir. Hıristiyanların bayramı Pazar günüdür. Mü’minlerin bayramı ise Cuma günüdür. Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz bir Hadis-i Şerîflerinde “Hz. Îsâ (A.S.)’nın ümmeti 71 fırkadır. Bunun 70 fırkası dalâlette 71’inci fırkası hidâyettedir. Musa (A.S.)’nın ümmeti 72 fırkadır. Bunun 71’i dalâlette 72’ si hidâyettedir. Benim ümmetim ise 73 fırkadır. Bunların da 72’si dalâlette 73’üncüsü Fırka-i Nâciye’dendir.” buyurmuşlardır.

Neden Hz. Îsâ (A.S.) ümmetinin 71 fırkasının 70’i dalâlette biri hidâyettedir. Çünkü Hz. Îsâ (A.S.) tenzih dininde idi. Bu günde kim ki yedi sıfatı ve on duygusu ile Bakara Sûresi 115.”Bununla beraber, doğu da Allah'ın batı da! Nerede yönelseniz, orada Allah'a durulacak yön vardır! Şüphe yok ki Allah'ın rahmeti geniştir ve O, her şeyi bilendir” âyetine mazhar olamamışsa, yani Allah’ın birliğini yedi sıfat ve on duygusu ile -ki 70 eder- şühûd edemezse dalâlette, O’nun birliğini şühûd etmişse hidâyette olduğunu söylemiş oluyor.

Musa (A.S.) da teşbih dininde idi. Onun da ümmeti 72 fırka idi. Yedi sıfat-ı subûtiyesi ve zâhir ve bâtın beşerden on duygusu ile de Allah’ın birliğini Vahdet yönüyle zevk etse Musa (A.S.) dini olan teşbih dinine göre dalâlettedir. Vahdetin bütün sıfatlardan tecellîsini zevk ettiğinde hidâyette olacaktır.

Hz. Muhammed’in dini ise tenzihi ve teşbihi birleştirerek Tevhîd yapan Tevhîd dinidir. Ne Îsâ gibi ne de Musa gibi tenzih ve teşbih yapsa dahi Hz. Muhammed’in dini olan Tevhîd dinine göre dalâlette, tenzih ve teşbihi Tevhîd ettiğinde ancak hidâyette olduğu anlaşılmış oluyor. İşte cuma da bunu remzetmektedir. Üç bayramı birlikte cuma günü kutlayan mü’minler, hem onların bayram zevkini hem de ayrıca Tevhîd olan cuma zevkinin üçünü birden zevk etmektedir. Çünkü bayram dostla görüşmek ve buluşmaktır.

Onun için Cuma namazında iki rek’at farz, dört rek’at ilk sünnet, dört rek’at son sünnetinden başka namaz yoktur. Cuma farzının bir rek’atı

90

Page 91: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

kulun Hakk’ta yokluğu, ikinci rek’atta da Hakk’ın kulundan zuhûrâtıdır. Fenâfillâh ve Bekâbillâh rek’atları da diyebiliriz. Bu altı pencereden Hakk’ın bütün tecellîlerini zâhir ve bâtın yönüyle zevk edenler Cumaya çıkmışlardır. Cuma namazını kılanlar için Allah, Cuma Sûresi 10. âyette “Namaz kılındıktan sonra da yeryüzüne dağılın, Allah'ın bol nimetinden nasîb arayın ve Allah'ı çok zikredin ki, kurtuluş bulabilesiniz” buyurmaktadır. Rabbimiz ‘cuma’yı idrâk eden ve zevklenen kullarından eylesin. Âmin.

CUMA GÜNÜ ÜÇ DEFA OKUNAN EZANIN MÂNÂSI

Cuma günü câmilerimizde üç defa ezan okunmaktadır. 1- Minarelerde okunan dış ezan 2- Câmi içinde okunan iç ezan 3- Cuma namazı kılınacağı zaman okunan kâmet ki o da ezandır.

Ezan ne demektir. Ezan namaza davet ve Vahdâniyyet-i İlâhiyeyi, Âdem ve âlem-i kâinata bildirmektir. Dış ezan okunduğunda, bütün mahlûkat, inanan ve inanmayanlar bu daveti duyarlar. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın murat etmediği mazharlar, bunu duymalarına rağmen bu davete icabet etmezler. Murad ettiği mazharlar ise, bu davete icabet ederek câmilere gelirler. Cenâb-ı Hakk’ın, celâl ve cemâl tecellî fiilleri Hakk’tır. Mülkünde o abes hiçbir şeyde yaratmamıştır. Âl-i İmrân Sûresi 191. âyeti “Allah bâtıl hiçbir şey yaratmamıştır.” bunun delilidir. İç ezan okununca, imam efendi minberde yedinci basamağa kadar çıkar. Orada hiçbir şey söylemeden, altıncı basamağa inerek va’z u nasihatini verir. Çünkü imam o anda, Resûlullah efendimizi temsil etmektedir. Neden yedinci basamakta va’z u nasihatını yapmadı da, altıncı basamağa inerek va’z u nasihatını yaptı. Çünkü yedinci basamak, Tevhidde görüldüğü gibi, Ahadiyet mertebesini remzettiği için, orada hiç söz ve konuşma olmaz. Birlik yeridir. Konuşma ikiliktedir. Altıncı basamak Tevhiddeki, kavseyn mertebesi olduğundan, peygamber ve vârisleri, va’z u nasihatlarını hep oradan yaparlar. Onun için iç ezanda, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarından, Vahdâniyyet-i İlahisinin farkıyla bütün tecellîlerinin sergileme davetidir. Artık bu ezanı, Cenâb-ı Hakk’ın murad etmediği dışarıdaki insanlar duymaz. Yalnız Allah’ın murad ettiği kişiler davete icabet ederler ve onlar bu Rahîmiyyet rahmet lütfundan istifade ederler. Üçüncü ezan olan kâmet de, iki rek’at olan Cuma namazının imama uyarak, bu ilâhî Vahdâniyyet zevkinin, mutluluğuna erme davetidir. Bu üç türlü ezan, Cenâb-ı Allah’ın bu mukayyed olan hâdisatta, tenzihe, teşbihe ve tevhide davetten ibarettir.

91

Page 92: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Başka bir deyişle, dış ezan şeriata, iç ezan tarîkat olan ilim ve ahlâk güzelliğine ve üçüncü ezan da hakîkat-i İlâhiye'ye davettir diyebiliriz. Çünkü Cuma’nın içinde üç bayram vardır. Ramazan bayramı, Kurban bayramı ve Cuma onun için tenzih daveti, teşbih daveti ve Tevhîd davetlerinden sonra Cuma ancak kılınabilir. Cuma namazını kadın da olsa erkek de olsa erliğini bulmuş olanlar kılabilir. Şu halde, Cuma günü üç defa iç içe okunan ezanlar, gayriyetten ayniyete doğru vuslat için davetiyelerden ibaret olduğu anlaşılmış olur. Cuma namazı zevkine erebilen bir kişi, bu üç davet mertebelerinden vuslat yaparak, erliğini bulmuş, Tevhîd zevkine sahip olanlardır. Yoksa bu zevke sahip olmayanlar hakîkatte Cumayı taklîd olarak kılmaktadırlar. Sakın “Bizler taklîd Cuma kılıyoruz, öyle ise kılmayıverelim” diye bir fikre kapılmayınız. Zira, taklîd olmazsa tahkike erişilmez. Çırak olunmadan usta olunamadığı gibi. Yeter ki inanç ve hulus-i kalble, bu Rahîmiyyet rahmetine sahip olmak için talip olun. Sizler bildiklerinizle amil olun, Cenâb-ı Allah size bilmediklerinizi ihsân edecektir. Cenâb-ı Allah cümle ümmet-i Muhammede, Cuma’yı kılmayı nasîb ve bu ezanların zevklerine nâil kılsın. Âmin.

CUMA NAMAZININ FARZININ 2, SÜNNETLERİNİN 8 REK’AT OLMASINDAKİ HİKMET NEDİR

Cuma günü, cuma namazının farzı iki rek’at, sünneti ise sekiz rek’at olup, hepsi on rek’atten ibarettir. Cuma günü bu on rek’atten başka da hiçbir namaz yoktur. Cuma vaktinde, vakit namazı olan öğlenin farz ve sünnetleri de iptal edilir.

Cuma namazı, vaktin farzını iptal ederse, öğlenin son sünneti ve zuhru evvel veya zuhru âhir diye kılınan namazlar, kılınır mı Tabii ki kılınması mümkün değildir. Günümüzde maalesef câmilerimizde, taklîd namaz kılanlar için bu kişilerin câmiye ve namaza ısınmalarını sağlamak gâyesiyle, fıkıh âlimlerimiz, bunu fıkıh kitaplarına koymuşlardır. Yoksa Tevhîdde, zanlarla kılınan bir namaz yoktur.

Haftanın ilk günü Cumartesidir. Yahudilerin bayram günüdür. Haftanın ikinci günü Pazar günüdür. Hıristiyanların bayram günüdür. Haftanın son günü ise Cuma’dır. Müslümanların bayram günüdür. Bunu Tevhîd ilminde, tenzih, teşbih ve Tevhîd günleri olarak ifade edebiliriz.

92

Page 93: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

İkilikteki kesret zevki Yahudilerin teşbih bayramı, tenzihteki vahdet Hıristiyanların tenzih bayramı, kesret ve vahdeti Cem yaparak Müslümanların Tevhîd Cuma bayramı oluyor.

Cuma namazında üç bayram zevki vardır.

1- Ramazan bayramı zevki

2- Kurban bayramı zevki

3- Cuma bayramı zevki

Malûmunuz bayramlar dost ile buluşmak ve konuşmaktır. Ramazan bayramı zevkinde kulun ayrı, Hakk’ın ayrı idrâkinden Recep, Şaban, Ramazan aylarının tahsili ile, Fenâfillâh olan bir kişi, Şevval ayının birinde, Ramazan ayının zevkiyle bayram yapar. Rûhullah mertebesinden, nevâfil mertebesine tenezzül ederek, kurbiyet yani, teslimiyeti ile, Kurban bayramı zevkini de elde eder. Cuma bayramı olan, kalb mertebesinde, Vahdet ve kesreti cem ederek, evvel, ahir, zâhir, bâtın zevkleriyle zevkiyâb olarak, evvel ve bâtını celâl, zâhir ve ahiri cemâl olarak zevk edip iki rek'atlik Cuma'yı kılmış olur.

Bu iki rek’at Cuma namazının kılınabilmesi için, Cuma farzından evvel, kılınan dört rek’atlık Cumanın ilk sünnet idrâkine vâkıf olması gerekir. Cumanın ilk dört rek’atlık sünnetinin idrâki ile bu namazı kılmayanlar, farz olan iki rek’atlık farz namazı kılamazlar. Biz kılıyoruz ve oluyor da diyenlere, siz taklîd Cumayı kılmışsınız derim. Zira Cumanın dört rek’atlık sünnetinin idrâki ve şuhûdu olmazsa, onun iki rek’atlık farz olan Cuma namazını kılması ve zevk etmesi mümkün değildir. Bir kişi, bu idrâk ve zevke sahip olduktan sonra, işi gereği zaman zaman Cumanın ilk sünnetine yetişememesi veya mazeretinden mütevellit kılamaması mahzur sayılmaz. Çünkü o kişi zaten bu îzâh edilen irfâniyete sahipti. Cumanın ilk dört rek’at sünnetinin idrâki nedir ki, iki rek’at Cumanın farzı o zaman kılmış olsun.

Sünnet Peygamber Efendimizin yaptığı ve “Ben nasıl namaz kılıyorsam, sizler de öyle namaz kılınız.” diye târif ettiğidir. Şu halde zâhirde Peygamberimiz her türlü namazın kaç rek’at olduğunu ve şekillerini bizlere göstermiştir. Bizler de bunu aynı şekilde yaparız. Fakat sünnet olan dört rek’at Cumanın ilk sünnetinin Tevhîd idrâki Hadid Sûresi 3. âyetin “Evvel benim, Âhir benim, Zâhir benim, Bâtın benim” ifadesinin Resûlullah Efendimizden veya vârislerinden öğrenilmesidir.

93

Page 94: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Bu gün Cenâb-ı Hakk’ın dört yerdeki tecellîlerini bizlere İnsan-ı Kâmiller öğretmektedir. Onun için sünnet denmiştir. Bu dört yerdeki Allah’ın tecellîlerini, Resûlullah Efendimiz veya O’nun vârisleri bizlere öğretmemiş olsalar, Allah’ın zâhir ve bâtındaki iki farz olan şuhûd ve müşâhedesini nasıl yapabiliriz. Onun için bu dört yerdeki tecellîlerini, Resûlullah'dan öğrenemeyenler, evvel ve bâtın celâl yüzü olarak, zâhir ve âhir cemâl yüzü olarak şuhûd ve müşâhede edemezler. Dolayısıyla da dört rek’at sünnete vâkıf olmayanlar, Cenâb-ı Hakk’ın, delilleri olan âyeti, iki rek’at Cuma farzı olarak müşâhede ve zevk edemez. Onun için Cuma günü, öğle namazı bile iptal edilir. Günümüzde Resûlullah Efendimizin vârislerinden, kalp mertebesinde, iki kulakçık ve iki karıncık olarak ifade edilen, vahdet ve kesret tecellîlerini öğrenmek, Resûlullah'tan olduğu için sünnet denmiştir. Tecellîler de, Cenâb-ı Hakk’ın olması nedeniyle farz denmiştir.

Son olarak dört rek’at yine sünnet kılarız. Zira bu kadar büyük bir nimete vâkıf olan kullar, Cenâb-ı Hakk’a teşekkür etmesinler mi Onun için bu âciz kuluna her şeyi yerli yerinde görmek ve zevk etmek nasîb ettiği için, şükür olarak, teşekkür etmek maksadıyla kılınır.”Neden dört rek’attır” denecek olursa, “Hakk’ın dört yerde tecellîsinin müşâhede ve zevki de dört rek’at olur.” derim.

İşte Cuma günü, Cumanın farzından evvel, dört rek’at sünnet, Cuma namazının farzından sonra da, dört rek’at sünnet kılınarak, sekiz rek’at sünnet ve iki rek’at da farz olarak on rek’at olarak Cuma ifâ edilmiş olunur.

Cuma günü Cuma namazından başka da hiçbir namaz yoktur. Zira bu zevke sahip olanlar, üç bayram zevkini de kendilerinde cem ederek, zevk ettikleri için, başkaca bir namazın olmadığını bilirler. Kavseyn mertebesinin zevki ile kılınan bu Cuma namazı bütün kardeşlerime mübarek olsun.

Şu halde, namaz ve her türlü ibâdetlerimiz, bizlerin dâima O’nunla birlikte olma zevkinin idrâki ile, her an O’nunla beraber olduğumuzu zevk etmektir. Bir kişi her varlıkta O’nu şuhûd ederse, O’na karşı takınacağı hâl ve tavır, halka değil, Hakk’a olacağı için dâima Hakk’la beraber olma zevkini ona verecektir. Halka hizmetin ve her türlü muamelenin Hakk’la olması onu hem mutlu edecek, hem de dâima Mi’rac hâli zuhûr etmiş olacaktır.

94

Page 95: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Cenâb-ı Hakk’ın her varlıktaki cemâl yüzünü görmek ve bütün icraatını bu minval üzere uygulayıp, Kur’ân-ı Kerîm’in yapın diye emrettiklerini yapmak, yasak ettiklerinden uzak durup yapmamak, bir kişi için dünya ve Âhiret mükafatı olarak yetmez mi. Onun için, zâhir ve bâtın abdestimiz ile kendimizi temizleyip, yaşam içinde bunu uygulamalıyız. Abdest ve namaz gibi bütün ibâdetler, hakikî yaşamımızda gâyenin tahakkuku için, birer araç ve gereçtir. Bu aletlerle, sanatımızın mahsulü olan eserimizi meydana getiremiyorsak, bu araç ve gereçler, ne kadar çok olursa olsun, hiçbir faydasının olmadığını görürüz.

İslamiyet bizlere, her şeyde peşin alış veriş yapmamızı öneriyor.”Sen burada bol bol ibâdet yap, Cenâb-ı Hakk inşâallah Âhirette mükâfatını verecektir.” diyenlere inanmayınız. Kur’ân-ı Kerîm İsra Sûresi 72. âyet “Kim ki dünyada kör olursa, o Âhirette de kördür” buyruluyor. Şu halde, yaptığımız ibâdetle hicâblarımızı açıp, cehâlet ve gayriyet temizliğini yaptığımızda, dünyada körlükten kurtulduğumuz için, Âhirette de körlükten kurtulmuş oluruz. Burada bilinçli olarak cehâlet temizliğini sağlayamamışsak, Âhirette Cenâb-ı Hakk bize Cemalini gösterecek diye boşuna beklemeyelim. Çünkü, biraz evvelki âyet, net ve kesin olarak bunu ifade etmiştir. Sen âyetleri bırakır da, falan feşmekânın sözüne bakarsan, sen de öyle olursun.”Hoca efendiler bizlere bu güne kadar, mânâsını bilmeden de, Kur’ân’ı oku, ibâdetlerini de yap dediler.” dersen, ben de sana derim ki “Seni o eski cehâletinden ve ibâdetsizliğinden kurtarmak için, o demde onların sözleri doğrudur. Ama sen artık ibâdet edebilen, yüzünü Hakk’a çevirmiş bir kişi olarak, daha iyiyi, daha güzeli yapmak mecburiyetinde kendini hissetmelisin.” Peygamberimiz, “İki günü denk olan aldanmıştır” buyurmuşlardır.

Yaptığın ibâdetlerin, sana fayda sağlayıp sağlamadığını, her zaman muhasebe yapmalısın. Yoksa aldananlardan olursun. Bunları bilmiyorsan, git bir bilene sor, öğren. Yoksa taklîd içinde, uğraşır durursun. Temizliğini de sağlayamazsın. Cenâb-ı Hakk zâhir ve bâtın abdest alarak, dünya ve Âhiret yaşamımızda her türlü temizliği zevk ettirmek nasîb etsin. Âmin.

DAVUD (A.S.) VE SÜLEYMAN (A.S.)’ IN HÜKÜMLERİ

Kur’ân-ı Kerîm’in Enbiya Sûresi 78 ve 79. âyetleri iki kişinin, Davud (A.S.)’ a gelerek şikâyette bulunmalarıyla zuhûr etmiştir. Tarla

95

Page 96: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

sahibi, “Benim üçyüz dönüm tarlamı, bu kişinin üçyüz koyunu harâb etmiştir” diyerek şikâyette bulundu. Davud (A.S.) da “Madem ki tarla ile koyunlar eşittir, koyunlar tarla sahibinin, tarla da koyunların sahibinin olsun.” diye hüküm verdi. Bu kişilerin her ikisi de dışarıya çıktıklarında, Davud (A.S.)’un oğlu Süleyman (A.S.)’ la karşılaştılar. Süleyman (A.S.) bu kişilere babası Davud (A.S.)’ un nasıl bir hüküm verdiğini sordu. Onlar da, tarlayı koyun sahibine, koyunları da tarla sahibine verdiğini söylediler. Süleyman (A.S.) da “Bu hüküm yerinde ama, her iki taraf için de daha hayırlı bir hüküm verilebilirdi.” dedi. Hz. Davud bunu işitti. Süleyman'ı çağırarak “İki taraf hakkında hayırlı olan hüküm nedir. Bunu bana söyler misin” dedi. Süleyman (A.S.) “Bir zamana kadar, tarla sahibinin koyunların sütünden, yününden yararlanması için, koyun sahibinin koyunlarını tarla sahibine vermesini, tarlayı da evvelki haline getirip biçilecek hale gelinceye kadar, koyun sahibine vermesini, ekinler kemâlâta gelince, tarlayı kendi sahibine, koyunları da kendi sahibine vermeyi uygun görürdüm.” dedi.

İşte bu âyet-i kerimedeki hüküm, insanın kendi vücûd ülkesinde, uygulaması gerekli bir olaydır. Cenâb-ı Allah, böyle vak’aları, Kur’ân-ı Kerîm’inde anlatarak bizlere yaşama biçimini öğütlemiş oluyor.

Vücûd ülkemizde tarla sahibi rûhtur. Koyunların sahibi ise nefistir. Bu vücûdu ayakta tutan ve her türlü vuslatını sağlayan rûh olduğu halde, nefsin sıfatları olan koyunlar, nefis doğrultusunda bu rûh tarlasını istila eder. İşte rûh sahipleri de, İnsan-ı Kâmil olan Davudlara müracaat ederek hakkını arar. Mürşîd-i Kâmil de, tarlanın rûha ait olduğunu, yani kişinin kendine nisbet ettiği ef'alinin, sıfatının ve vücûdunun Hakk’a ait olduğunu bildirir. Kişi kendine nisbet ettiği tarlanın yok olduğunu idrâk edince, rûhun açığa çıkması zuhûr eder. Zâten Mürşîd-i Kâmillerin de asıl görevleri budur. Bütün sıfatlarından tecellînin kendisinin olduğu hükmünü verirken, Davud'un hükmüyle, her tecellîyi Hakk’a nisbet etmeye başlayacaktır. Fakat her tecellîyi Hakk’a nisbet etmek, farksız olduğu için eksiktir. . Onun için o iki kişi için de hayırlı olan Süleyman (A.S.)’ın hükmüdür. Süleyman (A.S.) kavseyn mertebesinin sahibi olduğu için, babası olan Davud'un hükmü yerinde güzeldir. Fakat, kemâle gelesiye kadar nefis koyunlarının, süt ve yününden istifade ettikten sonra, ekinlerin başak vermesi zuhûr edince koyunları koyun sahibine, tarlayı da tarla sahibine, tekrar verirdim diyor. Yani nefis mutmain olasıya kadar, koyun olan sıfatların, sütünden ve yününden istifade eder. Yani ilim ve amelle kemâlât sahibi olur. Bu kemâlâta sahip olunca, kişi her şeyi yerli yerinde

96

Page 97: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

göreceği için, celâl ve cemâl tecellîleri, farkıyla zevk edecektir. Süleyman (A.S.) kalp sahibi bir İnsan-ı Kâmildir. Kalp radar gibi dönücü demektir. Gerektiğinde yüzünü celâle döndürür. Gerektiğinde yüzünü cemale döndürür. Onun için Tevhidde Davud (A.S.)’un hükmü, celâl ve cemâl tecellîlerinin ayrı ayrı hükmünden ibarettir. Süleyman (A.S.)’ın hükmü ise, her ikisini de Tevhîd yaparak, kemâlât zevkinden ibarettir. Aslında Davud ayrı Süleyman ayrı değildir. Kur’ân-ı Kerîm bizlere Davud'un mertebesinde, Davud'un hükmünü, Süleyman Makâmı olan kalp mertebesinde de Süleyman'ın hükmünü bildirmektedir. Bizler de bir zamanlar, her şeyi nefsimize nisbet ediyor ve ‘ben’ diyorduk. İnsan-ı Kâmildeki Tevhîd tahsilinden sonra anladık ki, bunlar bizim değil Cenâb-ı Hakk’ınmış. Zâhir ve bâtınımız Hakk olunca, esmâmızın bile bizlere verilen, halkiyet esmâsı olduğunu idrâk ettik. Görenin, bilenin, duyanın O olduğu zevki zuhûr etti. İşte bu kemâlâta vuslat için, Cenâb-ı Hakk bizlere Kur’ân-ı Kerîm’inde bir Tevhîd eğlencesi sunmuştur. Rabbim arzu edenlere ihsân etsin.

DERVİŞ OLMAK

Derviş olabilmek için, Niyazi-i Mısrî Hazretleri bakın ne buyuruyor:

“Derviş olan âşık gerek hem yolunda sâdık gerek

Bağrı onun yanık gerek, can gözleri açık gerek”

Bir kişi, Allah’ın Vahdâniyyetinin zerreden küreye kadar her bir tecellîsini görmek ve bunu zevk etmek istiyorsa, evvelâ Allahü teâlâ’ya aşık olması lâzımdır. Sonra, bir İnsan-ı Kâmile sıddıkiyetle teslim olup, onun tâlimatlarını aynen, eksiksiz uygulayarak, gassaldaki ölü gibi olması gereklidir. İşte o zaman kişinin gönlü sevgilisi için, gece ve gündüz, durmadan bülbül gibi öterek ah u figân etmeye başlar. İşte o zaman onun sevgilisine olan bu aşkından, gönül kapıları açılarak, Cenâb-ı Hakk’ın Âdem’de ve âlemdeki tecellîlerini görmeye başlar. Bir hadiste: “Mü’minin ferâsetinden sakınınız, zira o Allah’ın nuruyla bakar” buyrulmuştur. Allah’ın nuru, mukayyed olan varlıklardaki üç tecellîsinin yerli yerindeki zuhûrunun, mü’minler tarafından müşâhede edilmesinden ibarettir.

“Alçaktan alçak yürüye toprak içinde çürüye

Aşk ateşinde eriye altın gibi sızmak gerek”97

Page 98: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Toprak altındaki madenler, altın binlerce sene sonra illete uğrayarak demir, demirden binlerce sene illete uğrayarak gümüş, ondan bakır, bakırdan kurşun, kurşundan kalay olduğu gibi, insan da öldükten sonra tekrar, insanlığını bulması elli bin yıl gibi bir zaman geçirerek, bir çok ibtilâlardan sonra, cemâdât, nebâtât, hayvânâttan geçerek teşriyesini tamamlayıp insan olabilir. Bu kâinatta bütün varlıkların en üstünü altın durumunda olan insandır. Altın 500 santigratta erir. Eriyiğin içindeki altından gayri yabancı maddelerden temizlenerek %100 som altın olur. Aynen bunun gibi insan da, alçak gönüllülük içinde, hiçliğini hiçbir zaman unutmadan, dâima kendi varlığının olmadığını, varlık sahibinin Hakk olduğunu idrâk etmesi, altın gibi sızması demektir.

“Zikri Hakk’a meşgul ola yana yana taa kül ola

Her kim diler makbul ola Tevhîde boyanmak gerek.”

Bir kişi, kendisinden zikredenin Allahü teâlâ olduğunu bilirse, Bakara Sûresinin 115. âyeti “Bununla beraber, doğu da Allah'ın batı da! Nerede yönelseniz, orada Allah'a durulacak yön vardır! Şüphe yok ki Allah'ın rahmeti geniştir ve O, her şeyi bilendir” gereğince, Allah’ın bütün sıfatlarından da, fiilleriyle zikrettiğini zevk edecektir. İşte bu kişinin kendi varlığı, Allah’a olan gönlündeki aşk ateşinde yanıp kül oldu demektir. Kulun yokluğunda, Hakk’ın varlığının zuhûr etmesi, Tevhîd boyasıyla boyanmakla olur. Tevhîd boyası ise, Cenâb-ı Allah’ın Âdemdeki, Zât tecellîsinin kemâlât sıfatlarından esmâ alarak fiilleriyle açığa çıkmasının zevkinden ibarettir.

“Eyvan kişi yol alamaz maksudunu tez bulamaz

Yok olmayan var olamaz varını dağıtmak gerek”

Bencil ve kendisini dâima büyük gören varlık sahibi mütekebbir kişiler, bu yolda mesafe kat edemezler. Sevgilisi olan Rablerine de, ömürleri bittiği halde kavuşamazlar. Rablerine kavuşmak isteyenler, evvelâ kendi varlıklarının olmadığını bilmelidirler. Ezelden varlık sahibinin Cenâb-ı Allah olduğunu anlayanlar maksûduna varabilirler.

“Dervişlerin en alçağı buğday içinde burçağı

Bu Niyazi-i Mısrî gibi balçığı her bir ayak basmak gerek.”

Tevhîd tahsilindeki sâliklerden en alçak seviyede olanları zikir sahipleridir. Bir çuval buğdayın içinde tek tük burçak da vardır. Bu bir çuval buğday değirmene gittiğinde bu içindeki burçaklar da diğer

98

Page 99: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

buğdaylarla birlikte un olur. Pazarda satıldığında diğer buğdaylarla birlikte aynı para eder. İşte bunun gibi zikir sâlikleri de ister bu âlemde, isterse âlem-i Âhirette, kemâl sahipleri gibi, ister kâmilleri vasıtasıyla, isterse Tevhîd babası olan İbrahim (A.S.) tarafından mutlaka kemâle erdirilirler.

DÖRT MELEĞİN GÖREVLERİ NELERDİR

Melek Arapça’da kuvve, kudret demektir. Lâtif oldukları için sıfatlardan tecellîsi ile bilinmektedir. Meleklerin en büyükleri:

Cebrail

Mikail

İsrafil

Azrail

isimlerindeki meleklerdir.

Bunlar âfâkta nasıl Cebrail peygamberlere vahiy getirmekle, Mikail bütün canlı varlıkların rızıklarının teminiyle, İsrafil sûr üfürmekle, Azrail de canlıların rûhlarını kabzetmekle görevliyse enfüste yani kişinin kendisinde de bunlar mevcuttur. Cebrail, akl-ı Resûl, Mikail, manevî rızıkları ayarlayan idrâk, İsrafil, sûr üfüren ilim ve irfâniyet, Azrail, ölüm meleği olan şühûd ve kalbin tasdikidir.

Bu dört melek İnsan-ı Kâmil’lerde her an görev yapmaktadırlar. Kâmil dört meleği emrinde çalıştırmaktadır. İlhamlarıyla akıl sahiplerine sohbet etmekle Cebrailliğini, sâliklerine Tevhîd telkînâtı ile teveccühde sur üfürmesiyle İsrafilliğini, sohbetler ve ahlâk güzelliğini sergilemesiyle Mikailliğini ve sâliklerin şirk ve gayriyetlerini öldürmesiyle de Azrailliğini yapıp durmaktadır.

Âfâkta melekler Kâmilin etrafında Tevhîd tahsili yapan sâliklerdir. Henüz Âdemiyet sırrını bilmeyen bütün sâlikler melek sınıfındadır. Bakara Sûresi 34. âyetinde “Ve o vakit meleklere: "Âdem için secde edin!" dedik, derhal secde ettiler. Ancak İblis dayattı, kibrine yediremedi, zaten o kafirlerden idi” buyrulmaktadır. Bir Mürşid-i Kâmilin halife tayin ettiğinde bazı sâliklerin onu tanımaması dahi ona secde etmeme anlamına gelmektedir. Zira bir Kâmil kendisini halifesinde görmemiş olsa idi, ona halifelik vermezdi.

99

Page 100: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Melekler nefisten münezzehtirler, yalnız emre tâbi olurlar. Kendimize soralım nefsimizle mi hareket ediyoruz, yoksa (nefisten kurtulmuş) mutmain olan nefs haliyle mi emre tâbiyiz. Ayrıca namazlarda Sübhanekeyi okuyarak nasıl nisbet varlığımızdan geçip Hakk’la konuşma hasletine sahip oluyorsak, bu dört Melek bizi hem şirklerden kurtarmakta, hem de manevî kuvvelerimiz olan bu meleklerin Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini mazharlarımızdan bizlere seyrettirmekle Hakk’ta Hakk olmanın zevkini vermektedirler.

DUHA SÛRESİNİN TE’VİLÂTI

1-Vedduha 2-Velleyli iza seca “Andolsun ki kuşluk vaktine ve karanlığı çöküp de sükûn bulduğu geceye” İnsanın iki yönü vardır:

1- Zulmet yönü

2- Nûrânîye yönü

Bir insanın iki cihanın câmisi olması nedeniyle, nûr ve zulmet yönlerine yemin edilerek, cehâlet karanlığından kurtulup aydınlığa çıkması için, bir Mürşid-i Kâmilin himmetiyle, her nefeste zikir yapmak sûretiyle kalbinin gayriyet ve her türlü fitne fücurluktan kurtulması lâzımdır. İnsanın bedensel olan dünya arzu ve istek yönü zulmanî, rûhâni letâfet vücûd yönü nurânîdir. İşte, Cenâb-ı Hakk da “Rabbin hiçbir zaman seni terk etmedi, darılmadı da” diyor. Çünkü senin diye bildiğin varlık benim varlığım. Senin gibi en üstün yarattığım kulumun aynasından kendimi seyretmek istediğim için seni yarattım. Senden hiçbir zaman, sıfatından zât tecellîmle ayrı olmadım. Cehâlet ve gayriyet halinde iken, nefs Makâmında ef’âl ve sıfatlarından habersiz olduğun halde yine de seni terk etmedim.”Âhiret senin için dünyadan daha hayırlıdır.” Dünya gaflet ve ikilik yeri olduğu için, dünyada huzur ve rahatlık bulmak mümkün değildir. Nefs âlemine göre, nûr âlemi elbette, huzur ve mutluluk yeridir. Nûr âlemi huzur ve mutluluğun membaı olduğu için, insanlar dâima nûr âlemine davet edilmektedirler. Yunus Sûresi 25. âyette “Allah selâm yurduna ‘Cennet’e’ çağırıyor ve dilediğine de bir doğru yola hidayet buyuruyor” buyrulmaktadır. Çünkü nûr âlemi nefs âleminden hayırlıdır.”İleride Rabbinin sana vereceklerinden memnun olacaksın” Bir kişinin kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok ettikten sonra, Hakk’ın elbisesini giymesi ve O’nun varlığı ile varlıklanması, kul için en büyük

100

Page 101: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

mükâfat ve memnuniyet ifadesidir. Artık üzüntü ve kederlerden uzak olarak Vahdet deryasında zevkle yaşamaktadır. Bütün üzüntü ve kederler ikilikteki nefs âlemi olan dünyadadır. “O seni bir yetim iken barındırmadı mı” Seni nefs âleminde, yetim iken, bir Mürşid-i Kâmil mazharından Rabbin, “Mutu kable ente mutu” ölmezden evvel ölüp, kendi terbiyesi ile dirilterek, nûr âleminde kucaklayıp, O’nun mazharından zât tecellîsi ile seni yetimlikten kurtardı.

Bir insanın rûhanîyet yönü, süflî nefs ülkesinde yetimdir. Hz. Muhammed bile bu dünya âleminde yetim idi.”Seni bilmediğin yolda ilerletmedi mi” Şerîat-ı evvelde sıfat ve Zâttan habersiz olduğun halde, şerîat-ı sâni olan hakîkatten sonra gelen şerîatta, hiçbir şeyden mahcub olmayarak, şerîat-ı ahkâmiye olan fark ile her şeyi yerli yerinde görmeni sağladı. Zerreden kürreye kadar, Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyye’den, Cenâb-ı Hakk’ın zâtının şerh edilişini gösterdi.”Seni bir yoksul iken zengin etmedi mi” Sen bir zamanlar, cehâlet ve gayriyet içinde yaşarken, ihtiyarî bir hâl ile, süflî nefs vâdisinden alıp, kalb temizliği ile Hakk’ın elbisesini giydin. Kendi varlığını fenâ edip Hakk’ın nuru ile sıfatlanarak, her türlü nimetlerimi yerinde görerek ahlâk güzelliği ile zenginleştirdiği için şükretmelisin.”Öyle ise yetime gelince zulüm etme” Sen de gayriyet ve cehâlet halindeki nefsine tâbi olanları, tatlı bir dille Hakk ve hakîkata davet et. Onları hâkir görme, elinden geldiğince yardımcı olmağa bak. Çünkü, Allah’ın indinde en makbul insan, insanlığa faydalı olandır.”Dilenciyi de azarlama” Hakk ve hakîkati öğrenmek isteyen sâlikler dilencidirler. Sen de Hakk ve hakîkati öğrenmek isteyen, Cenâb-ı Hakk’ın cemalini görmek isteyenlere, elinden geldiğince hidâyet yolunu göstermelisin.”Rabbinin nimetini söyleyip anlat” İşte, bekâ zevkleriyle zevklendiğin zaman, sen de aynen benim gibi onlara Hakk ve hakîkati dâima anlatmakta devam et buyrulmaktadır.

Bu sûre, bir insanın Tevhîd mertebelerindeki aşamaları, mertebeleri şühûd ve zevk etmeyi, gerekli her türlü ikaz ve açıklamaları bizlere yapmaktadır. Bir kişi başka hiçbir sûreyi bilmese de yalnız bu sûrenin sırlarına vâkıf olsa, onun için insan-ı asliyyesini bulmasına ve Cenâb-ı Hakk’ın murâdı olan kulluk görevini yapmasına yeterli olacaktır. Allah bu sûrenin idrâki doğrultusunda bütün kardeşlerime yaşamak nasîb etsin. Âmin.

101

Page 102: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

DÜNYA DERTLERİNDEN NASIL KURTULUNUR

Dünyaya gelen her kişi mutlaka bir derde ibtilâ olmuştur. Dünyaya gelip de dertsiz hiçbir kimse olmamıştır. Peygamberler bile bir çok ibtilâlar geçirmişlerdir. Dünyadaki üzüntü ve kederlerden kurtulmak için, islâmiyette bazı formüller önerilmiştir. Bu formül ve tavsiyeleri uygulayanlar, Cehennem içinde Cennet’te yaşamak imkânını bulmuşlardır.

Elimize bir meyve çekirdeği alalım. Bu çekirdeğin toprağın altında, rüzgârdan, tipiden, sıcaktan veya diğer etkenlerden etkilenmesi düşünülemez. Çünkü dış etkenlerden korunmuş durumdadır. Toprağın altındaki bu çekirdek filizlenerek ağaç haline dönüştüğünde, yaprak ve meyveleri, her türlü soğuk ve sıcaktan, tipi ve kardan etkilenmektedir. Bir ağacın çekirdek hali hiçbir dış etkenden etkilenmez. Çekirdek ancak ağaç haline geldiğinde dış etkenlerden etkilenir.

İnsan da bir îmân ağacı gibidir. Çocukken hiçbir mes’uliyeti ve derdi yoktu. Büyüyünce okul devresinde okuma derdi, evlenince idare derdi, evlatları olunca onların istikbâl derdi, torunlar olunca, hem torun derdi hem de kendilerinin ve aile efrâdının hastalık vb. gibi bir çok sıkıntı ve ibtilâlar, kişileri, yaşamdan nefret ettirecek bir hale getirmektedir.

Bu sıkıntılardan kurtulmanın yolu, dünya dediğimiz kesret âlemindeki ayrılıklardan, zıtlıklardan Tevhîd akîdesiyle, birlik ve Vahdâniyyet idrâkine sahip olmaktır. Çünkü orada ihtilaf yoktur. Cenâb-ı Allah’ın Vahdâniyyeti bir ağacın çekirdeği, kesret olan Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyyesi de o çekirdeğin ağaç halinde, Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyyesiyle görünmesidir. Cenâb-ı Allah, Âl-i İmrân Sûresi 191. âyette “Ben abes hiçbir şey yaratmadım” buyuruyor. Şu halde her şeyi yerinde görmek ve farkıyla ona göre hareket ederek, Allah’ın müsaadesi olmadan bir sinek bile kanadını kıpırdatamaz diyerek, her olayın onun müsaadesiyle olduğunu bilmek gerekir. Bizler ma’lûmuz Allah ise Âlim’dir. Allah ma’lûmiyet nisbetinde tecellîsini göstermektedir. Şu halde bizim mazharlarımızda eksiklikler var ki, Allah ona göre bizde o ibtilâyı zuhûr ettiriyor.

Hem bütün fiillerin fâilinin Allah olduğunu bilmek, hem de kendimizdeki eksikliğin gözden geçirilmesi, bizlerin Vahdâniyyet idrâkine girmemizi sağlayacak, böylece üzüntü ve kederimiz uzun sürmeyecektir.

102

Page 103: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Kardeşlerim, kulları Allah’a şikâyet etmeyiniz, zira Allah o şikâyet ettiğiniz kula sizden daha yakındır. Kulları kullara da şikâyet etmeyiniz. Zira o şikâyet ettiğiniz kullar da sizin gibi âcizdir. Onun elinden hiçbir şey gelmez. Bütün dertlerinizi, gönlünüzü merkez üssü olarak kullanan Rabbinize arz ediniz. Kendi şikâyetlerinizi Rabbinize arz etmeniz şikâyet değildir. Başkalarını başkalarına şikâyet veya başkalarını Allah’a şikâyet, şikâyettir.

İşte, çekirdek misalinde olduğu gibi, Vahdâniyyet deryasında ihtilaf olmadığı için, huzur ve mutluluk oraya girenleredir. Onlar sabırla koruğu helva yapmışlardır. Onlar da bu esfel olan debdebelerle dolu dünyada yaşadıkları halde, dünyanın olumsuz etkilerinden Vahdâniyyet deryasında yaşadıkları için emîn kişilerdir.”Emîn beldeye ayak basanlara, korku ve hüzün yoktur” buyrulmuştur. Cenâb-ı Allah bütün kardeşlerimi bu ayrılıklar beldesi olan dünya Cehennem’inden kurtararak Vahdâniyyet beldesi olan dünyadaki Cennet vâdisine ulaşmalarını nasîb etsin. Âmin.

EHL-İ BEYT

Beyt ev demektir. Ehl-i Beyt ise ev ahâlisi anlamına gelir. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz bir hadislerinde Hz. Ali’yi, Hz. Fatımat-üz Zehra validemizi (kızı olur) ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Efendilerimizi yanına alarak “Bunlar benim Ehl-i Beytimdir” buyurmuşlardır. Dikkat edilirse ev ahâlisi olarak eşi Ayşe validemiz veya diğer eşleri için “Ehl-i Beytimdendir” dememişlerdir. Bu da gösteriyor ki bu sözlerde çok sırlar mevcuttur. Ayrıca Ahzab Sûresi 33. âyette “Hem vakarınızla evlerinizde durun da önceki cahiliyet devri çıkışı gibi süslenip çıkmayın, namaz kılın, zekât verin, Allah'a ve peygamberine itaat edin! Ey Ehl-i Beyt (peygamberin ev halkı), Allah yalnızca sizden kiri uzaklaştırıp tertemiz pampak etmek istiyor” buyrulmaktadır. Peygamber Efendimiz bizlere iki emanet bırakmıştır. Biri Kur’ân-ı Kerîm, biri de Ehl-i Beyttir.

Kur’ân-ı Kerîm yalnız lafzî mushaf-ı şerif değil ‘Elif, Lâm, Mim’ olan canlı, şüphe götürmeyen İnsan-ı Kâmillerdir, Hakk Mürşîdleridir. İlmiyle âmil olan muvahhidlerdir.

Ehl-i Beyte gelince :

103

Page 104: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

1- Hafi

2- Sıddıkiyet

3- Karabet

4- Nübüvvet

5- Velâyet

hallerine vâkıf olanlar günümüzde Ehl-i Beyttirler.

İnsan vücûdu dört anasır-ı unsurîyeden meydana gelmiştir. Bunlar: 1- Toprak

2- Su

3- Hava

4- Ateştir

Toprak gibi Fatımat-üz Zehra, su gibi yani ilim ve kemâlâtla Hz. Ali, hava ve ateş gibi de Hasan ve Hüseyin Efendilerimizi vücûd ülkesinde zevk etmeyen, Hz. Muhammed gibi Muhammedliğini idrâk edemez.

Şu halde Muhammed olan bizler Ehl-i Beytimiz olan vücûd ülkesindeki dört anasır-ı unsuriyemizi zevk edemezsek Muhammed olmamız mümkün değildir. Dolayısıyla da Ehl-i Beyt’i tanımayan, Ehl-i Beyt’i sevmeyen kendi özünü sevmemiş demektir. Ehl-i Beyt’i sevmeyen ne Muhammed’i ne Allah’ı sevebilir. Zira kendi teşekkülü Ehl-i Beyt'ten meydana gelmiştir. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî Hazretleri bunu daha da genişleterek insanlardaki Muhammediliği şöyle anlatır: “Sağ elin baş parmağı Hz. Ali’yi remzetmektedir. İşaret parmağı Resûlullah efendimizi ve diğer 3 parmak da 3 halifesini remzediyor. Sol elin 5 parmağı da yine Resûlullah (S.A.V.)Efendimizi ve Ehl-i Beytini remzetmektedir. Bunlara inanmayan ve bilmeyenler bütün elleriyle işledikleri işler, onlarsız yapılamadığı için kendilerini de inkâr etmektedirler. Sağ elin baş parmağı Hz. Ali, işaret parmağı Hz. Muhammed, orta parmak ve diğerleri Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ı remzetmektedir. Sol eldeki baş parmak Hz. Ali, işaret parmağı Hz. Muhammed, orta parmak Hz. Fatma, diğer iki parmak da Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin efendilerimizi remzetmektedir.”

104

Page 105: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Bütün yaşam müddetince fiilerini elleriyle yaptıklarına göre bunları idrâk etmemek ve dolayısıyla da tanımadığı için sevmemek kişinin kendisini tanımaması ve sevmemesi demektir. Kendisini tanıyıp sevmeyen, Muhammed (S.A.V.)’i de tanıyıp sevmiyor demektir. Dolayısıyla da Allah Muhammed’den tecellî eden olduğuna göre Allah’ı da tanımıyor ve sevmiyor demek olur. Seviyorum dese bile zannındaki, hayâlindeki bir Allah’ı ve 14 asır evvel geçmiş bir Muhammed’i ilm’el tanımış ve sevmiş olur ki hakîkatte, ne zanda bir Allah mevcûd ne de günümüzde unsuriyet yönüyle Muhammed mevcûddur.

Her an ayrı bir şe’nde tecellîsini gösteren, taptaze âyetleriyle her an ayrı bir değişiklikle bizlere hitap eden âlemlerin Rabbi olan Allah’ı tanıyamamış ve sevememişse, günümüzde Hüviyyet ve Eniyyeti ile bütün kemâlâtını Rahmâniyyetiyle izhar eden o Hz. Muhammed’i göremiyorsa O’nu da tanımış ve sevmiş olamayacaktır. Allah’ını ve Muhammed’i tanıyamayan kendini de tanımamıştır. Buna tasavvufta insan veya Âdem değil sûrette insan ama sîrette hayvan denilmektedir. Hayvanlar için de bilmek mecburiyeti yoktur. Onlara hayvan olarak bir yaşam biçimi yeterli azâb değil midir. Onun için Ehl-i Beyti sevelim, tanıyalım. Çünkü tanıyıp sevmemek kendi özünü tanıyıp sevmemek demektir. Sûrette de sîrette de aynıdır. Hiç değişmez. Ehl-i Beyt üç türlüdür:

1- Şecere yönüyle Ehl-i Beyt; Resûlullah (S.A.V.)Efendimizin sulbünden gelen

2- Rûhânî yönüyle Ehl-i Beyt; Resûlullah (S.A.V.)Efendimizin Tevhîd ilim ve irfâniyetine vâris olanlar

3- Hem şecere yönüyle hem de rûhânîyyet yönüyle Ehl-i Beyt; Her ikisinin de bir kişide birleşmesidir ki bunlardan kutuplar zuhûr eder.

Görüldüğü gibi Resûlullah yolunda Allah’a gönül vermiş ve ilmiyle âmil İnsan-ı Kâmillerin, Mürşid-i Kâmillerin ve âriflerin hepsinin günümüzün Ehl-i Beyt’i olduğu anlaşılmış olur. Zira Kur’ân-ı Kerîm’i en güzel idrâk edip yaşamaya gayret gösteren, Peygamber Efendimizin bütün güzelliklerini bizzât icraata koymak ve koydurmak için gece ve gündüz hiç durmadan çalışanlar onlardır. İlhamlarıyla sohbet ve insan yetiştirmek, onların tek gâyesidir. Elhamdülillah bu şekildeki bütün Tevhîd ehillerinin rûhâniyyet yönüyle de Ehl-i Beyt'ten oldukları anlaşılmaktadır.

105

Page 106: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

EVVEL, ÂHİR, ZÂHİR, BÂTIN BENİM” ÂYETİNİN ŞÜHÛDLARI

Hadid Sûresi 3. âyette “O, ilk ve sondur; görünen ve görünmeyendir. Hem O her şeyi bilendir!” buyrulmuştur. Bizler buna elbette ilm-el inanıyor ve îmân ediyoruz. Fakat nerede evvelliğini tecellîsiyle ilân etmiş, bunu görüyor muyuz, Görmüyorsak, bu inancımız yalnız ilimden ibaret değil midir. Ayne’l-yakînliği nasıl şühûd etmeliyiz. Tevhîd tahsilinde bu şühûdlara sahip olamayanlar da aynen zandaki ve hayâldeki bir Allah’a inanmış insanlar gibidir.

Bir sâlikin evveli zikir hali, bâtını kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok ederek Rûhullah hâli, zâhiri mutmain olmuş nefsin zuhûru, âhiri de kalb sahibi olarak evvelliğini, batınlığını, zâhirliğini, ahirliğini Tevhîd yapma hâlidir. Meratib-i İlâhiye tahsili yapan kardeşlerim bunu dâima zevk etmektedirler. Bedensel amellerimiz gönül âlemine inmediği için ibâdetlerde zevksizliğimiz zuhûr etmektedir. Bir kişi her şeyi zâhir görüyor ve öyle kabulleniyorsa, o zâhir amellerinden başka bir amelden zevk alamaz. Niyazi-i Mısrî Hazretleri :

“Bir şeye mahlûk gözüyle bakarsan o mahlûk olur.

Hakk gözüyle bak ki bî şek nûr-u Yezdan ondadır.”

Buyurmuşlardır. Kendi varlığını ihtiyarî olarak yok edip Hakk’ın varlığı ile varlıklanarak her tecellîye öyle nazar ediyorsa, o zaman gören ve görünen kendisi olduğu için, evvelinde Ahadiyet tecellîsi olarak, zâhir ve bâtınında temkin zikrini küllî olarak görecektir. Ahir tecellîsini de, Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyye meyveleri olan, ister İnsan-ı Kâmil mazharlarında isterse dönücü diye vasıflandırdığımız kalb sahiplerinde, celâl ve cemâl yüzlerini kavseyn zevkiyle göreceklerdir.

Bu kardeşlerimiz, ormandaki bir ağaç nasıl hizarhanede kereste, marangozhanede kapı pencere, mobilyacıda sehpa koltuk olması onun ağaçlığını bozmaz, dâima aslını muhafaza eder ve bulunduğu hâl üzere isimlendirilirse aynen bunun gibi, Cenâb-ı Hakk’ın da tecellî ettiği mazharlarda her ne şekilde görülürse görülsün, kişiyi yanıltmaz, O olduğunu bilir, şerîat terazisiyle tartarak her şeyi yerinde kullanır ve ona göre hareket eder. Cenâb-ı Hakk’ın zâhirdeki tecellîsi de bu âlemde Muhammed mazharları olan Allah’ın kemâlât sıfatlarından, Rahmâniyyetiyle zuhûrunu seyretmektir. Yalnız zâhir sûretleri görmek, onun zâhirini görmek değildir. O cemâl, Hakk’ın Vahdâniyyet

106

Page 107: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

tecellîlerinin görünen gölgelerden zuhûra gelmesidir diyerek bu irfâniyetle bakıyor ve görüyorsa doğrudur. Yoksa eşyaya eşya gözüyle bakmak mahlûkluktur. Bunu her hayvan da o gözle görmektedir. Bir Hadîs-i Kudsî’de “Kulum bana nevâfille yaklaştığında ben onun görmesine göz, duymasına kulak konuşmasına dil olurum.” buyruluyor. Onun için, sîret gözlüğünü takmadan bu eşyadaki tecellîlere Hakk demek ahmaklık olur. Fehmi Hazretleri bir ilâhisinde şöyle buyuruyorlar :

“Her kime açılsa hicâb, hep gördüğü dîdar olur.

Gözüne olmaz serâb, hep gördüğü dîdar olur.

Dünya ve ukbâdan geçer, Vahdet ile kanat açar

Şer ve sevabından geçer, hep gördüğü dîdar olur.

Söyler kelâm bakar sana, gözü görmez hiç mâsivâ

Vermiş gönlünü Hakk’tan yana, hep gördüğü didar olur.”

Bâtın tecellîsi de Cenâb-ı Hakk’ın bu âlemde Vahdâniyyet tecellîlerinden ibarettir. Zira, zerreden küreye kadar bu kesret âlemindeki tecellîlerin hepsi Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyetinin Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyyede tecellîsinin gereğidir. Bir meyve bahçesindeki bütün meyvelerin kemâlâta gelerek tadı, kokusu ve rengi hep su ile mümkünse, aynen onun gibi her varlığın hayat kaynağı da Hakk’ın Vahdâniyyetinin hayat verişi ile mümkündür. Görünmediği için biz ona bâtın diyoruz. Yoksa ehl-i ârif için evveldeki tecellîleri de, âhirdeki tecellîleri de, zâhirdeki tecellîleri de, bâtındaki tecellîleri de apaçık görülmektedir. Ârifler şühûd sahibidirler. İşte İslâmiyet bir ağaç gibidir. Bir ağacın çekirdeği o ağacın evveli, âhiri ise meyvesidir. Bahçıvanlar bunu çok iyi bilir ve görür. Gönül bahçıvanları olan ârifler de görür ve bilirler. İşte onun için, çekirdeğin, toprak altındaki hâline nasıl bâtın diyorsak, Cenâb-ı Hakk’ın sûretlerden tecellî etmezden evvelki Vahdâniyyetine de bâtın demekteyiz. Çünkü bizlere göre görülmeyen olduğu için böyle denmektedir. İnsanlar gözlerini görmekte fakat gözlerinden göreni görememektedirler. Kulaklarını görmekte fakat kulaklarından duyanı görmemektedir. Dilimizden konuşmayı duyuyoruz peki dilimizden bu kelâmların meydana gelişini görüyor muyuz. İşte onun için bâtın deriz. Meyve ağacının bütün vücûdunu gördüğümüz için de buna zâhir deriz. Zira görünene zâhir denir. Âhir de meyve ağacının dallarındaki gelişmiş meyvesidir. Ağacın dalındaki meyvenin içindeki çekirdeği çıkarsak, aynen evveldeki toprak altındaki ilk çekirdeğin aynısı olduğunu görürüz.

107

Page 108: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Onu toprağa diksek aynen diğeri gibi bir meyve verdiğini görmek mümkündür. Bu çekirdek tam mânâsıyla kemâlâta gelmemişse toprağa dikildiğinde ağaç meydana getiremez. İşte evvelinde zuhûrâta gelerek bâtınında gelişip zâhir ve âhiriyle, bütün tecellîlerini sergileyendir. Evvel ve bâtın celâl, zâhir ve âhir cemâldir. Ârifler her ne kadar ilimle bunları ayrı ayrı îzâh ederlerse de, aslında Niyazi-i Mısrî Hazretlerinin;

“Anla hemen bir söz durur yokuş değildir düz durur

Âlem kamu bir yüz durur onu gören hayran imiş.

İşit Niyazi’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün

Hak’tan ayan bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş.”

İfadesinde kendisini bulur. Onun için sîret ve sûret âlemlerindeki bu İslâmî Tûba ağacının, evvelini, âhirini, zâhirini ve bâtınını şühûd eden bu kardeşlerimiz “lâ” dan geçip “illa”yı zevk ettikleri için, (zikirden Cem’ul-Cem mertebesine kadar olan süreç) ondan başkasını görmezler. Her tecellînin Hakk’ın tecellîsi olduğunu seyrettikleri için Âl-i İmrân Sûresi âyet 191 deki “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Ve ‘Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateşin azâbından koru. ’ derler” “Rabbena ma halakte haza bâtıla” “sen bâtıl bir şey yaratmamışsın” derler. Zira yine evvelimizi niyet olan zatımız, ahirimizi kemalat irfaniyet fillerinin tecellileri, zahirimizi ise rahman sıfatlarımız ve batınımızında Ruhumuz olduğunu zevk eylemek mümkündür. Ve böylece gerek efselden âlaya, gerekse âlayül âlaya “zevklerden zevkler” olsun hepsini yerli yerinde görmek en güzeli olacaktıri aynı zamanda eşyayıda yerinden oynatmamış olunacaktır. Gerek geçmişte ve gerekse günümüzde Allah dostları her şeyi yerli yerinde görenlerden olmuşlardır. Allah bütün kardeşlerime Âdem ve âlemde bu şühûdları nasîb etsin. Âmin.

EYYÛB (A.S.) SABRI

Eyyûb peygamber, Yusuf (A.S.)’ dan sonra gelen, çok zengin, gece ve gündüz ibâdetinde dâim bir peygamberdir. Şeytan, Eyyûb’un bu kadar çok ibâdetini kıskandı. Bir gün Cenâb-ı Hakk’a yalvararak “Kulun

108

Page 109: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Eyyûb çok zengin, hiçbir ihtiyacı olmadığından bu kadar çok ibâdet yapıyor. Ya Rabbi bana müsaade et, malını mülkünü elinden alalım gör halini” dedi. Cenâb-ı Hakk da “Bu müsaadeyi verdim” dedi. Eyyûb'un elinden bir felaketle ne kadar malı mülkü varsa hepsini aldı. Eyyûb (A.S.) “Veren Allah, alan Allah” dedi. Hiç kederlenmedi. İkinci defasında, çocuklarını da bir felaketle elinden aldı. Yine “Veren Allah, alan Allah” dedi.

Çünkü Eyyûb'un yedi kız ve yedi oğlan evladı vardı. İblis bunda da muvaffak olamayınca “Ya Rabbi, vücûduna ibtilâ vereyim de bak yine ibâdetini yapabilecek mi !” dedi. Cenâb-ı Hakk da “Diline, aklına ve gönlüne dokunma. Bunlardan gayrisinin ibtilâsına müsaade ettim.” dedi. Eyyûb hastalandı ve 42 derece sıtma ateşiyle yatağa düştü. Buna rağmen zikrinde ve ibâdetinde eksiklik yapmıyordu. İblis, üç defa Eyyûb'a musallatından bir sonuç alamayınca, çıldırmağa başladı. Bir gün ailesi, ekmek almak için fırına gitmişti. Daha önceden İblis’in “Bu kadın hastalıklı Eyyûb'un eşidir. Ona saçından bir miktar kesmeden ekmek vermeyin” telkînâtına binaen ekmek vermediler. Çünkü Eyyûb (A.S.) çok hasta olduğu için, saçı uzun olan eşinin saçlarına tutunarak kalkıyordu. Eşi de fırından ekmek alamayınca, aç kalma korkusu ile saçından kestirdi ve ekmeği eve götürdü. İblis ise boş durmamış, eşi eve gelmeden haberi Eyyûb (A.S.)’a getirmişti. Saçının kesilmesini gören Eyyûb (A.S.) “İyi olursam sana yüz sopa vuracağım” dedi. Eyyûb (A.S.) bu ibtilâlara o kadar sabrediyordu ki, melekler dahi hayrette kaldılar. Bir ara Cenâb-ı Hakk’tan nidâ geldi.”Ya Eyyûb ! Sen benim sabreden kullarımdansın. Artık ayaklarını yere vur.” Eyyûb ayaklarını yere vurunca, yerden bir sıcak ve bir de soğuk su çıktı.”Soğuk suyu iç, sıcak su ile de yıkan” denildi. O da aynen öyle yaptı. Sıhhate kavuştu. Ayrıca Sad Sûresi 43. âyette de buyrulduğu gibi “Eyyûb’a bütün ehlini ve beraberinde daha bir mislini bağışladık” emriyle eşi ve çocukları da, eski güzel günlere döndüler.

Eyyûb (A.S.)’un aklına eşine yüz sopa vuracağım diye verdiği söz geldi. Buna binaen de, Cenâb-ı Hakk, 43. âyetin devamında nidâ ederek “Eline yüz başaklı bir demet al ve onu bir defa eşine vur ki, sözünde durasın. Çünkü biz seni sabırlı bulduk” buyruldu.

İşte Sad Sûresi 41 ilâ 45. âyetlerde Eyyûb (A.S.)’ dan bahseden kıssa bizlere, zâhir olarak böylece anlatılmışsa da, bu gün bizler bir Eyyûb gibi aynı ibtilâları zâhir ve bâtında geçirmekteyiz. Fakat kendimizden haberdar olmadığımızdan bu âyetlerin bu gün bizlere hitap ettiğini

109

Page 110: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

bilemiyoruz. Günümüzdeki İblislerin musallat olmalarından nasıl korunmamız gerektiğini, sabırla muvaffak olma metodlarını, ehlinden öğrenmediğimiz için de, ne dünyada ne de âhirette mutluluğa geçemiyoruz. Eyyûb kul anlamındadır. Bizim gibi Cenâb-ı Hakk’a yüzünü dönmüş, emir ve yasaklarıyla âmil olmak için gayret gösteren kullara İblis musallat olur. Onun görevi Hakk yolundaki kişilerin doğru yolunun üzerine oturarak, bu Hakk yolcularını saptırmak ve kendisi gibi bunların da huzurdan kovulmalarını sağlamaktır. Bu işi de Cenâb-ı Hakk’tan müsaade alarak yapması, dikkate şâyândır. Demek ki şeytan bile Hakk’tan müsaade almadan bir iş yapamıyor. İşte Sad Sûresi 41. âyetteki Eyyûb’un “Şeytan beni zorluk ve eleme uğrattı” sözü, kişinin gaflet zamanlarında vesvese ve vehim gibi, Hakk’tan uzaklık hâli ile, ahlâksızlık ve gadap hallerini nefis yönüyle yaşamasıdır. Şeytan üç defa Eyyûb (A.S.)’ a musallat olmuştur. Birincisinde malını mülkünü almış, yani fiillerin fâili Allah iken onu engellemiş, ikincisi çocuklarını yani sıfatlarının mevsûfunu örtmüş ve rûh tecellîlerini engelleyerek nefsine nisbet ettirmiş, üçüncüsünde de vücûduna hastalık vererek eleme uğratmıştır. Yalnız kalbi, aklı ve dili hariç

İşte bir sâlik de, Mürşîd-i Kâmile giderek, nefsinin kendisine ait gibi gösterdiği bu varlıkları Allah’a nisbet etmeyi öğrendiğinde, enfüsünde nefs-i emmâre olan, şeytanın vehim ve vesveselerinden kurtularak, kuvve-i rûhun selametine mazhar olacaktır. Eyyûb’un eşi sıfatlarıdır. Rûhun nurundan mahrum olan sıfat, elbette nefsin emrinde olacağı için, mahlûku mahlûk görecektir. Tahsilindeki her türlü ibtilâ ve tecellîlere sıdkıyetle sabredenler, Tevhîd yolu olan ayağını yere vurmasıyla sıcak ve soğuk su çıkacaktır. Soğuk su bedenin, sıcak suda sîretin mutluluğu için kişiyi huzura kavuşturur. Sıcak su hakîkat, soğuk su şeriattır. Bir kişi Fenâfillâh olarak şeytanın bütün ibtilâlarına sabreder, Hakk’ın varlığı ile var olursa, şirklerinden ve en büyük günah olan vücûd varlığı hastalığından kurtulmuş ve hakîkat sıcaklığı ile de yıkanmış olur. Feraiz olan Makâm-ı Cem’den, hakikî şeriat olan Hazretü’l Cem mertebesine iner. Şeriat elbisesini giyerse, soğuk suyu da içmiş olacaktır. Vahdet zevki hakîkat, kesretteki cemalullah zevki de şeriattır.

Bu tenzih ve teşbih zevkine sahip olanlar, kendilerinde ve bütün tecellîlerde Tevhîd yaparak imtihanı kazanmıştır. Evvelde kendisine ait diye bildiği malı, mülkü olan ef’alini, çocukları olan sıfatlarını ve vücûdu diye bildiği Vücûdullahı, Cenâb-ı Hakk ona ihsân etmiş ve eski zenginliğine kavuşmuştur. Çünkü Hakk’ın zenginliği ile

110

Page 111: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

zenginleştiğinden, dâimî mutluluğa ermiştir. Nefsin tahakkümünden kurtulan, kul olan Eyyûblar, Cenâb-ı Hakk’ın en üstün diye vasıflandırdığı bu insandaki bütün nimetlerini, kemâlâtıyla o mazhardan açığa çıkarır. Eyyûb’un yedi kız ve yedi oğlan evladı vardı. Onlar da ehliyle birlikte rahmete kavuştular. Bunlar kişinin yedi sıfat-ı subûtiyesinin, Vahdet ve kesret tecellîleridir. Bütün vücûddaki, şubeler rûhun emrine girdiği için refah ve mutluluğa ermiş oldular. Eyyûb’un ailesine yüz sapı bir araya getirerek bir defa vurması da 99 esmâ-ül hüsnanın yüzüncüsü olan Allah isminden cem’iyle tecellî etmesidir. Çünkü rûhun, vücûd ülkesinde tasarrufu, kalbin bütün sıfatlarından onu sergilemesinden başka bir şey olamaz.

Bu yolda, çok sabretmek ve sadakatla teslimiyet şarttır. Cenâb-ı Hakk bizleri, İnsan-ı Kâmile giderek ilka edilen üç nisbîyetten kurtulan ve selâmete çıkan kullarından eylesin. Gayriyet ve cehâlet hastalığından kurtularak mutluluğa erenlerden eylesin. Âmin.

EZAN-I MUHAMMEDİYYE’NİN AÇIKLAMASI

Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) in müekkede sünneti olarak, İslâmiyette günde beş vakit namazlarda okunmaktadır. Ezan, günün belirli beş vaktinde, müslümanları namaz kılmak için câmiye davet etmek ve Allah’ın her an zuhûrâtının tecellîlerini bildirmek için okunur. Cenâb-ı Allah’ın tecellîleri üç kısımdır.

Celâl tecellîler

Cemâl tecellîler

Kemâl tecellîlerdir.

Ulûhiyyet sahibi olan Allah’ın, 1- Sıfatlarına 2- Esmâsına 3- Ef’âline 4- Âsârına bu tecellîlerini gösterdiği için, ezan-ı Muhammediyye okurken dört defa, ‘Allahü ekber’ (Allah yücedir ) diyoruz. Pir Hazretleri ezan-ı Muhammediyyeyi şerh ederken, bu mertebenin yüceliklerini şöyle îzâh etmişlerdir:“Uluhiyet sahibi olan Allah, Rubûbîyyeti olan Rabliğinden, Rahmâniyyetinden, Rahîmiyyetinden ve Mâlîkiyetinden büyük olduğu için dört defa Allahü ekber denmektedir.”

Cenâb-ı Allah’ın Ulûhiyetinden, bu kesret âlemine dört yerde de tecellîsi vardır.

111

Page 112: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

1- Cemâdâtı rûhu ile tecellîsi

2- Nebâtâtı rûhu ile tecellîsi

3- Hayvânâtı rûhu ile tecellîsi

4- İnsanî rûhu ile kemâlât tecellîsini

gösterdiği için, bizler ezan-ı Muhammediyye’de Allah’ın yüceliğini şuhûd etmemizden mütevellit dört defa Allahü ekber diyoruz.

Cenâb-ı Allah

1- Ef’âl-i İlâhiyesi ile

2- Sıfat-ı İlâhiyesi ile

3- Vücud-u İlâhiyesi ile

4- Vahdâniyyet-i İlâhiyesi ile

Merâtib-i İlâhiyedeki tecellîsini her an “Allahü ekber” nidasıyla tekrar edip durmaktadır.

Ayrıca Cenâb-ı Allah, Hadid Sûresi 3. âyette de zikredildiği gibi 1- evvelinde 2- ahirinde 3- zâhirinde 4- bâtınında tecellîlerinin yüceliğini söylemiyor mu İşte Allah onun için, eser ve sıfatlarındaki tecellîlerinde kayıttan münezzehtir. Noksan ve kusurdan paktır. Vahdâniyyet tecellîlerinde, büyüklük ve Zâtıyla yüceliğini zuhûra getirmektedir. Bundan sonra müezzin efendi iki defa “eşhedü enla ilahe illallah” (şehâdet ederim Allah’tan başka ibâdete lâyık ilah yoktur.” der. Bunun sebebi Cenâb-ı Allah zâhir ve bâtın olarak tecellî etmektedir. Bu tecellînin zâhirine, tafsilât-ı Muhammediyye, bâtınına da, cem’i İlâhiye denmektedir. ‘Eşhedü’ ben şuhûd ederim ki, ‘en la ilahe illallah’ O’ndan gayri Zât yoktur. Bu cem-i zâhîredir, makâm-ı şeriattır. Tevhidde de Hazretü’l-Cem mertebesinin zuhûrudur. Bir kere daha yine ‘eşhedü’ ben şuhûd ederim ki, ‘en lailahe illallah’ “O’ndan gayri Zât yoktur” denmektir. Bu da cem-i bâtına işaretle merâtibde Makâm-ı Cem zuhûrâtıdır. Bu âlemin zâhiri tafsilât-ı Muhammediyye, bâtını ise Vahdâniyyet olan Zâtın tecellîsidir. Ondan sonra iki defa “eşhedü enne MuhammederResûlullah” (şehâdet ederim Muhammed Allah’ın resûlü yani elçisidir) okunur. Bunun birinci defa okunması, Hz. Muhammed (S.A.V.) efendimizin bir Hadis-i Kudsîsinde “levlake levlak vema halaktül eflak” (sen olmasaydın, sen olmasaydın bu âlemi halk etmezdim. ) buyrulduğu gibi, iki defa sen olmasaydın, sen olmasaydın

112

Page 113: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

buyrulması, Cenâb-ı Hakk’ın eser ve sıfatlarının ancak Hz. Muhammedin nuru ile görünmesine işaret edilmektedir. Birincisi zâhire, ikincisi de bâtına davetiyedir. Ayrıca birincisi ‘inse’, ikincisi de ‘cinne’ dâvet diyebiliriz. Ondan sonra müezzin efendi sağına dönerek, iki kere ‘hayyalesselah’ “namaza gelin” namazın kılınması için toplanın diye, ins ve cinlerin saidlerini, yani inananları davet etmekte, sol tarafına dönüp ‘hayyalelfelah’ “kurtuluşa gelin” diye iki defa ins ve cinlerin şakîlerini, kurtuluşa yani Tevhide davet etmektedir. Bundan sonra, müezzin efendi kıbleye dönerek iki defa “Allahü ekber, Allahü ekber” (Allah yücedir) diye okur. Bu da Allah zâhirde de, bâtında da yücedir. Onun eser ve sıfatlarındaki tecellîler onun Zâtının bir zuhûrâtıdır demektir. En sonunda ezanı bitirirken, bir defa da “Lâ ilâhe illallah” “Allah’tan başka ibâdete lâyık ilah yoktur” demekle Allah’ın zâhir ve bâtınındaki tecellîlerinin birliğinin idraki ile dâima görünenin olduğunu söylemekle ezan-ı Muhammediyye sona ermiş olur.

Görüldüğü gibi ezan-ı Muhammediyyenin başından sonuna kadar, merâtib-i İlâhiyenin bütün mertebelerinde Cenâb-ı Hakk’ın zuhûrâtının şuhûdlarının ifadesinden ibaret olduğu anlaşılmış oluyor.

FARK VE CEM

Tevhidde kişi, ister fenâ mertebelerinde olsun isterse bekâ mertebelerinde olsun, mutlaka fark ve cem’i kullanmalıdır. Bu nasıl olacaktır. Tevhîd-i Ef’âl’de, “Bütün fiillerin fâili Allah’tır.” diyen bir kişi, enfüsünde farkta, âfâkında cem’de olmalıdır. Çünkü her ne kadar hayır da, şer de hakîkatte Cenâb-ı Hakk’ın fâilliği ile tecellî ediyorsa da, sen kesret âleminde yaşama zevkine sahip olduğun için, hayır tecellîlerini, Hakk’a nisbet et. Fakat eksik gördüğün Kur’ân’ın yasak ettiği halleri de kendine nisbet et. Kendine eksiklikleri nisbet etmekle, o halleri kendinde görecek ve o eksiklikleri peyderpey yok ederek, eksiksiz haline geçeceksin. Yoksa “Allah benden böyle tecellî ediyor. Benim elimde ne var ki” dersen, hem Allah’a eksiklik isnat etmiş olursun, hem de bu eksiklikleri görüp izale etmediğin için kemâlât kapılarını kapatmış olursun. Kişi âfâkta ise cem’de olmalıdır. Çünkü senden gayri diğer bütün insanlarda, namazsızlık, oruçsuzluk ve Allah’ın Kur’ân’da yasak ettiği bazı tecellîleri görürsen, onlara müdâhale etme. Senden yardım isterlerse o zaman elinden geldiği nisbette onlara yardımcı olmağa çalış. Fakat senden yardım istemiyorlarsa, onları tenkîd etme. Onlardaki bu tecellîlerin de fâili

113

Page 114: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Allah’tır diyerek cem et. Çünkü Allah herkesi, isti’dâdları nerede ise, perçeminden yakalayıp orada kullanıyor. Sen onun başına, “Neden yasak edilenleri yapıyorsun” diye balyozla vursan da, Allah hidâyet etmedikten sonra sen onu hidâyet edemezsin. Yalnız sana düşen görev, onların da hidâyete nâil olmaları için, dua etmekten ibarettir. Kendinde yani enfüsünde, farkta ol. Şeriat emirlerini uygula. Ve eksikliklerin varsa, tamamlamağa çalış. Âfâkta da cem’de ol.”Bütün varlıklardan her türlü tecellî Cenâb-ı Allah’ındır.” diyerek onları tenkîd etmekle vaktini boşa harcama. Allah hidâyet ederse, o da eksikliklerini görür ve yapmaz. Yoksa sen âciz bir kulsun. Elinden ne gelir. Bir sâlik bekâ zevkleriyle zevklendiğinde, artık bu idraki tersine dönecektir. Yani bâtın olan gönlünde hep cem’de, âfâkta yani zâhirde, hep farkta olacaktır. Çünkü Allah’ın mülkünde, Hakk'tan başka varlık kalmamıştır. Dolayısıyla da gönlümüzde hep Hakk'la beraber olmağa, cem diyoruz.

Âfâkta yani zâhirde ise Allah’ın tecellî ettiği cemâdât, nebâtât, hayvânât ve insanlar diye bildiğimiz dört âlemde tecellîlerini vasıflarına göre değerlendirmek, hâl ve kâllerine göre muamele yapmak kemâlâttır. Hukuk, şeriat, adalet ve yaşam bununla kâimdir. Onun için içimiz Hakk ile, dışımız halk ile olsun. Kişi kendine dâima soracak. Benim zevkim Cenâb-ı Hakk’ın bütün varlıklarda tecellîsini görme hâli midir, yoksa kendisinin yokluk idraki ile her varlıkta tecellî eden kendisi midir. İşte öylece fark ve cem idraki onu mutlu edecektir. Onun için diyorum ki, “Tevhîd ehli olanlarda, tecellî eden Cenâb-ı Hakk, tecellî olunan kuldur.” idrâki galip geliyorsa, bu kişiler isterse merâtibi bitirmiş olsunlar yine de fenâ mertebe zevkine sahip olduğundan, enfüste fark, âfâkta cem sigasını kullansınlar. Kendilerinde daha birçok eksiklikler göreceklerdir. İşte bu eksiklikleri levm ederek böyle tamamlayabilirler. Mülkünde, Hakk’tan gayri varlık görmüyor, “Bütün varlıklar onun sıfatlarıdır.” diyerek tecellî farkını görüyorsa, o zaman kendisi dâima Hakk'la beraber olduğu için, gönlünde cem’de, zâhir varlıklar denen Hakk’ın sıfatları ile münasebetinde fark’ta olmalıdır.

Yoksa yılanla beraber olayım, o da Hakk’ın bir tecellîsidir diyerek cem sigasını kullanırsa idraksizliğinden mütevellit seni sokar öldürür. Cemâdâta ayrı muamele, nebâtâta ayrı muamele, hayvânâta ayrı muamele, insanlara ayrı muamele yapmak âfâktaki farktır. Allah insanı, ahsen-i takvim üzerine yarattığı için, mülkünde Hakk’tan başkasını bırakmayan kişide, Kur’ân-ı Kerîm’in yasak ettiği fiiller zuhûr etmez. Bazıları “Ben Hakk’ın mülkünde ondan başkasını bırakmadım” demesine

114

Page 115: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

rağmen, Cenâb-ı Hakk’ın yasak ettiği bazı fiiller ondan zuhûr ediyorsa, bilsin ki o yalancıdır. İşte zevkimiz dâima bu olmalıdır.

FATİHA SÛRESİ VE BESMELENİN SIRRI

Fatiha Sûresi yedi âyettir. Birinci âyeti Besmele-i Şerîftir. Bu sûreye “Seb-ül- mesânî” yani iki yedi veya iki yerde (biri Mekke’de, biri de Medine’de ) nazil olan denilmiştir. Zira peygamber efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V.)’in “Semâvî kitapların bütün sırrı Kur’ân’da, Kur’ân'ın sırrı Fatiha-ı Şerîfte, Fatiha'nın sırrı da başındaki Besmele-i Şerîfte mevcuttur. ’’(H.Ş.) buyurdukları gibi hem Âdem’in hem de âlemin bütün sırlarını ihâta ettiği anlaşılmaktadır. Allah lafzının başındaki “Elif” Zât’ını, iki “Lam” sıfatlarını, sonundaki “Hu” da ef’âl-i ilâhiyesini remzettiği gibi, Besmele-i Şerîfte de Bismillâh Allah’ın Zât’ını, Rahmân Allah’ın sıfatlarını, Rahîm de Allah’ın ef’âlini remzetmektedir.

Allah bu mukayyed olan Âdem ve âleme yedinci Ahadiyet mertebesinden ‘Bismillâhirrahmanirrahim’ olarak Zât’ı, sıfatı ve ef’âli ile tecellî ettiğini bildiriyor. Ahadiyet mertebesinde kelâm ve hiçbir fiil olmadığı için cemâat halinde kılınan namazlarda bile imam efendiler besmeleyi hafî, ikinci âyetten itibaren Fatihayı ve Zammı sûreyi cehrî okurlar. Çünkü Ahadiyette besmele gizliliktedir. Allah (C.C.) böylece Ahadiyetten bu âleme tecellî ederek “Elhamdülillahirabbilâlemin” buyuruyor. Çünkü bir Hadis-i Kudsî’de “Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi murad ettim, bu halkı halk eyledim” buyruluyor. Hadid Sûresinin 3. âyetinde de “Evvel de benim, Ahir de benim, zâhir de benim, bâtın da benim” demek sûretiyle kavseyn tecellîsini bizlere göstermiş oluyor.

Şu halde evvelde ve bâtında Hakk olan bu Âdem ve âlemin, zâhir ve ahîrinin Muhammed aynasından Hakk’ın görüntüsü olduğu anlaşılmaktadır. Bu kavseyn mertebesinde, tenzih ve teşbih tecellîlerini birleştirip Tevhîd zevki ile zevkiyâb olanlar, Âdem’de ve âlemde, âlemlerin Rabbine hamdin ne olduğunu bilirler. Onlar Tevhîd ettikleri için Muhammediyyûndurlar. Hakîkat-i Muhammediyyeyi idrâk ettiklerinden seyyidlerden olmuşlardır. Üçüncü âyetteki Rahmân ve Rahîm esmâlarına gelince, Rahmâniyyeti ile yarattığı sıfatlara tecellîsiyle maddî ve manevî rızkını verdiğini ilânetmektedir.

115

Page 116: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Yaratılan sıfatların hiçbiri Allah’ın tecellîsinin dışında değildir. Her sıfat, varlığını, vuslatını, her türlü güzelliğini O’ndan almaktadır. Rahîm esmâsıyla da istediğini isteyene bol bol verendir. Rahmâniyyet nasıl umumî bir tecellî membaı ise Rahîm de o nisbette özeldir. Zira “men talebeni vecedeni” Hadis-i Kudsîsi gereğince ancak tâlip olanlara lütûf ve inâyetini gösterendir.

İşte mukayyed olan bu âleme, Muhammed aynasından Rahmân ve Rahîmiyyetiyle, “fetedalla” tecellîsiyle zuhûra geliyor. Dördüncü âyette de Din gününün sahibi olduğunu ilân ediyor. Zira Bakara Sûresi 115. âyette “Bununla beraber, doğu da Allah'ın batı da! Nerede yönelseniz, orada Allah'a durulacak yön vardır! Şüphe yok ki Allah'ın rahmeti geniştir ve O, her şeyi bilendir.” buyrulmuştur. Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyet tecellîsiyle mülkünde kendinden başka bir kimse olmadığı için Din gününün sahibi ancak O’dur.

Şu halde her anımız bir Din günü olduğu gibi bir ömür de Din günüdür. Onun sahibi de Allah’tır. Buraya kadar her ne kadar kulun dilinden Allah kendi yüceliğini bu âlemdeki tecellîlerinde mertebe aynalarından zuhûr ettiğini söylüyorsa da buraya kadar kulun bu âyetlerde hiçbir hissesi yoktur. İfadeler ikilikle anlatılacağı için Birlik deryasındaki O Rabbi'min yönlerini kulun dilinden söylemiş oluyor. Aslında buraya kadar kul yoktur. Fatiha Sûresinin yarısı Hakk'a yarısı da kula aittir denmiştir. Beşinci âyet ise “yalnız sana ibâdet ederiz” dir. İbâdet nedir. Kul nasıl ibâdet eder. Zariyat Sûresi 56. âyette “Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım” buyrulmuştur. İbâdet ise Allah’ı Tevhîd etmek ve bilmektir.

Şu halde kulun en büyük ibâdeti kendisine nisbet ettiği vücûd varlığının olmadığını, kendisi diye bildiği o varlığın Hakk’ın olduğunu bilmesinden ibarettir. Yoksa herkesin bildiği gibi bol bol zâhir namaz kılmak, Kur’ân okumak gibi ikilikle yapılan ibâdetler değildir. Cehâletten, nisbîyetten, şirk ve bütün günahlardan kurtulup “Mutu kable ente mutu” sırrına ermektir ibâdet. Çünkü Allah şirkle yapılan ibâdetleri kabul etmiyor.

Kul zannındaki nisbetlerinden kurtulunca kendisi yok olacağı için Allah’tan başkası kalmayınca aynı zamanda Tevhîd de edilmiş olacaktır. Zâten ondan başkası yok ki. Rahmân Sûresi 26 ve 27. ayetlerde “Her şey yoktur. İkram sahibi Rabbi'min yüzünden başka” buyrulmuştur.

116

Page 117: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

“İyyakenestain” demekle, yalnız senden yardım isteriz veya yalnız sana yardımcı oluruz denir. Kulun Allah’a yardımcılığı herkesin bildiği gibi bir yardımcılık değildir. Allah’ı kendi sıfat mazharlarından kemâlâtıyla zuhûra getirmektir.

İşte Rabbi’min gizlilikten, kemâlâtıyla kul mazharında açığa çıkması ve kulun Rabbi’ne dâima muhtaç oluşunun idrâkiyle altıncı âyet olan Sırat-ı Müstakim yolu olan Tevhîd yolundan ayırma diyerek, kulun dilinden kul olarak istekte bulunuyor. Çünkü Rabbim hiçbir şeye muhtaç değildir. Kul ise dâima Rabbi’ne muhtaçtır. Doğru yol, Kur’ân-ı Kerîm ahkâmı ve sünnet-i seniyye doğrultusunda İnsan-ı Kâmillerin gösterdikleri Tevhîd yoludur. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz mi’ractan dönüşte üç ilimle geldi.

1- Umumî, herkese

2- İsteyene verilen özel

3- Kendisine ait

Bu ifadeler umumîdir. Tevhîd içinde mânâ verilirse:

1- Bütün sâliklere merâtib-i İlâhiyenin mertebeleri aynı telkîn edilir. Hiçbirine ayrım yapılmaz. İnsan-ı Kâmilin sâlike bu telkîni ilm-el yakîndir.

2- Özel, isteyene ise Rabbine küllî teslimiyeti sonunda tecellî-i ef’al, tecellî-i sıfat ve tecellî-i Zât gibi Tevhîdi şühûd ve müşâhede zevklerine sahip olup Muhammediyyûn olmasıdır. Buna ayne’l-yakîn müşâhede ehli de denilebilir.

3- Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin kendisine ait olması ise, o sırdır. Kendisi ve vârislerinin ona vâkıf olmasıdır ki, o söylenmez.

İşte bir sâlik de Fenâ-i ef’âl, Fenâ-i sıfat ve Fenâ-i Zât mertebelerinde kendi varlığının olmadığını ilm-el yakîn bilmiş olur. Bekâ zevkleri de, ona tecellî-i ef’al tecellî-i sıfat ve tecellî-i zât ile şühûdî zevkleri, gönlünde tecellî etmesiyle de her kişide isti’dâd ve kabiliyetine göre zuhûr ettiği için özel olmuş oluyor. Rabbimden istediği kadar ihsân edilmiş oluyor. Üçüncüsü ise Makâm-ı Mahmûd’dur. Resûlullah (S.A.V.) Efendimize aittir. Vârisleri de oraya Resûlullah (S.A.V.)’ın müsaadesiyle ayak basarlar. Teberrüken girdikleri için Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin Makâmı olması hasebiyle onun namına imza atarlar. Ayrıca bu yerde lâf ve saft yoktur. Sır olduğu için anlatılmaz.

117

Page 118: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

İşte bu anlatılanlara vâkıf olan kullar kendi acizliklerini idrâk ettikleri için yalvarırlar yakarırlar ve her an ayrı şe’ndeki tecellîlerinin zevkini bizlere de ihsân et derler.”Sıratelleziyne en amte aleyhim” demekle de peygamberlere ve evliyalara verdiğin her türlü ihsân ve nimetlerini bizlere de ver derler.”Gayril mağdubi aleyhim veladdallin” peygamberlere uymayan kavimleri helâk ettiğin gibi, gazâba uğrayanların ve doğru yol olan Tevhîd yolundan ayrılanlar gibi bizleri ayırma diye Fatiha’nın yarısından sonraki âyetlerde de kul olarak istekte bulunmaktadırlar.

İşte varlığı olmayan fakat Allah’ın zuhûr etmesi için Allah’ın bir sıfatı olan bu Âdem mazhar olarak, Ahadiyetinden mertebe mertebe yedi âyet halinde tecellî eden Hakk’ı kul mazharından zuhûra getirmektedir. Âdem, yedi âyetten müteşekkil olan Hakk’ın hüviyyet ve enniyetini kemâliyle zuhûra getiren Muhammed aynasından ibarettir. Âdemliğini bulanlar ‘Elif, Lâm, Mim’ sırrına sahip, canlı ve şüphe götürmeyen bir kitaptır. Böylece her gün kırk defa Fatihayı okumamızın nedeni ortaya çıkmış oluyor.

Namaz kılan bir kişi her Fatihayı okuduğunda tekâmülde olduğunu bilmeli ve kendi canlı bir Fatiha olduğu için yedi penceresinden Hakk’ın her an ayrı bir tecellîsini, kendini yakın takibe alarak müşâhede etmeye gayret göstermelidir. Allah cümlemize bu zevkleri tatmak nasîb ve müyesser etsin. Âmin.

FENÂ FİŞŞEYH FENÂ FİRRESUL FENÂFİLLÂH NE DEMEKTİR

FENÂ FİŞŞEYH= Kişinin şeyhinde yok olmasıdır.” Men arafe nefsehu fakat arafe Rabbehu” “Nefsini bilen Rabbini bilir.” Hadis-i Şerifine mazhar olması gereklidir. Bir kişi kendi diye bildiği, öz varlığının Rabbinin olduğunu anlayabilmesi için, Mürşîd-i Kâmilden, nefs terbiyesi tahsilini yapması lâzımdır. Cenâb-ı Allah, Rab esmâsını Mürşîd-i Kâmil olan mazhardan tecellî eder. Kişinin Rabbinde ifnâ olmasıyla, gönlünde O’nun taht kurarak, kendinden duyanın, kendinden görenin ve kendinden konuşanın Rabbi olduğu zevki ile Rabbini tanımış olur. Rab iki türlüdür.

1-Rabbil has

2-Rabbü’l-Âlemîn’dir.

118

Page 119: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Rabbil has hakkında Kur’ân-ı Kerîm’in Kaf Sûresi 16. âyette “Kuluma şah damarından daha yakınım” buyrulmaktadır. Kendini her yerde ve mekânda kendinden kendisini sevk ve idare edenin Rabbil hasından tecellî edenin şeyhi olduğunu bilir. Buradaki şeyhden murad, beşer olan unsuriyet sahibi kişi değil, onun sîretidir. Şeyhinde fenâ olduğu için, tırnağından saç teline kadar, bütün a’za ve sıfatlarından yetki sahibinin efendisi olduğunu zevk eder. O’na olan sevgi ve aşkından, bütün fiil ve işlerinde, O’nun muhtarlığını görür. Sanki O’nun bütün yetkileri efendisine verilmiş uzaktan kumanda ile yönlendirilen bir uydu gibidir. Bu demde kişide tam bir kurbiyet hâli galebe çalar.

FENÂ FİRRESUL = Resûlullah'ta yok olmak demektir. Bir kişi, şeyhinde yok olduktan sonra, bilir ki "El ulemayı veresetül enbiya" (H.Ş.) gereğince, o kişi, “Benim şeyhim, Peygamber Efendimizin vârisidir.” der. Peygamber efendimiz de; "Vema erselnake illa Rahmeten lil âlemin" âyetinde belirtildiği gibi, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Ayrıca, her türlü irfâniyet ve kemâlâtın Muhammedsiz tecellî etmediğini anlar.

Her fiil sıfattan tecellî ettiği gibi, Muhammedsiz bir idrâkin gönül penceresinden ilham olarak zuhûr etmeyeceğini de bilir. Kendi gönül ülkesindeki tahta oturan şeyhini, Resûlullah’a tebdil ederek O’nu Resûlullah görmeye başlar. Artık şeyhi Resûlü olmuştur. Kendini daha evvel nasıl şeyhinde yok etti ise, şimdi de ne kendini ne de şeyhini görebilir, yalnız Resûlü görmektedir. Çünkü şeyhi fiilleri ise, Rahman sıfatından tecelli eden aynası Resûlü olmuştur. Aynasız fiil ve görüntülerin olmadığını anlamıştır.

Bu kişinin bütün yaşamı Resûl’e uymakta ve ilmi Resûlullah, ahlâkı Resûlullah, zikri Resûlullah, fikri Resûlullah, zevki Resûlullah, bir çok yönü Resûlullah’a uymuştur. Artık mutmain olmuş nefs tecellîlerine mazhardır. Rabbini Rabbi ile bilen, Rabbini Rabbi ile gören olmuştur. Kendi varlığı olmayan ve Âdem diye bilinen varlıkta, Cenâb-ı Hakk’a ayna olduğunun bilinci de zuhûr etmiş, âlemlere rahmet olarak gönderilmenin sırrını daha güzel anlamıştır. Resûlullah'da fenâ olmak, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarındaki tecellîlerin kemâlâtına mazhar olmak demektir. O da Âdem’de görülür.

FENÂFİLLÂH = Kulun Allah’ta yok olması demektir. Kişi fiillerin sıfatlardan, sıfatların da Zâttan tecellî ettiğini gördüğü gibi, şeyhinin ilim ve irfâniyetinin Resûl’ün ilim ve irfâniyeti, Resûl’ün

119

Page 120: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

irfâniyet ve kemâlâtının da Cenâb-ı Hakk’ın olduğunu zevk ettiğinde, ölmezden evvel ölmüş, her varlık diye bildiği mazharlardan tecellî edenin Cenâb-ı Hakk olduğunun idrâkine ermiştir.”Külli men aleyhe fânîn ve rabbike zülcelâli vel ikram" “Her şey yoktur, yalnız Rabbimin celâl yüzü bakidir” zevki ile zevkiyâbdır. Cenabı Allahın zatının kendi mazharında kemalat Rahman sıfatlarından tecelli ettiğini, ve bu rahman sıfatlarındanda şeyhi olan Rabbi has olarak fiilleriyle tecelli ettiğini görecektir. Artık ne kendisi vardır, ne şeyhi vardır ne de Resulü vardır. Cenâb-ı Allah, Allahlığı ile gizlilikteki halinden, bilinmekliğini istediği için, bütün tafsilât-ı Muhammedi sıfatlarındaki aynaları yaratmış, bu Muhammed aynalarından kendini seyretmektedir. Muhammed aynalarının en kemâlâtlısı olan, şeyh diye ifade edilen Rablarden de bizleri, Hz. Muhammed'in hakîkat-i Muhammedi nurlarıyla irşâd ve terbiye etmiştir.

Cenâb-ı Allah, Allahlığı ile gizlilikteki halinden bilinmekliğini istediği için, kendisini Muhammed aynaları olan sıfatlardan tecellîsi ile göstermiştir. Bu kemâlât sıfatları olan, şeyh ve evliya diye bildiğimiz kemâlât mazharlarından da Rabliği ile bizleri, nûr - i Muhammediyyesiyle terbiye ve irşâd etmektedir. Bizler de, Cenâb-ı Allah’ın bu kemâlât mazharlarından açığa çıkmasının fiil ve eserlerinin şuhûd ve müşâhedesini zevk etmiş oluruz. Aslında Cenâb-ı Hakk’ın mülkünde, O’ndan başka hiçbir varlık yoktur. Yalnız tecellî ettiği mertebe yerlerinde esmâ almak sûretiyle, açığa çıkmasından ibarettir.

Ulûhiyette Allah iken, Rubûbîyyeti olan kulluğuna tecellî ederek, Muhammed aynasından Resûllüğünü ilânetmiştir. Resûlullah efendimize Allah’ın kulu ve Resûlüdür diyoruz. O, beşeriyet yönü ile kuldur, fânidir. Bu gün var, yarın yoktur. Ama sîret yönü ile bâkidir, Resûlullah'tır.

İşte bu irşâd ve terbiye tahsilinde Âdemiyetini bulanlar, evvelâ şeyhte, sonra Resûlullah'ta fenâ olmayı ihtiyârî olarak hak kazanırlar. Resûlullah’ta fenâ olup Hakk’ta bâki olanlar da ihtiyârî olarak bu zevke sahip olurlar. Allah’ta bâki olmak, hâşâ Allah olmak değildir. Allah Allahlığını hiçbir kimseye vermez. Zaten mülkünde O’ndan başkası da yoktur. Onun için, Cenâb-ı Hakk’ın kemâlât mazharları olan, peygamberlerinden, evliyalarından, Mürşîd-i Kâmil diye bildiğimiz Rabbü’l-Âlemîn mazharlarından irşâd ve terbiyeyi bizzat yapan Cenâb-ı Hakk’ın kendisidir. Cenâb-ı Allah, vücûd birliğindeki tecellîlerinin, bütün varlıklardaki isti’dâd ve kabiliyetlerine göre tecellî ettiğini, hiçbir zaman

120

Page 121: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

bu tecellî mazharlarına nisbet etmemek bizlerdeki huzur ve mutluluğu meydana getirecektir.

Allah cümle kardeşlerime bu idrâk ve müşâhedeyi nasîb etsin. Cehâlet ve nisbîyet hicâblarını yırtarak, dünya ve ukbâda bütün tafsilât-ı Muhammediyye’den tecellî eden Cenâb-ı Hakk’ın Cemalini seyrettirsin. Âmin.

FİL SÛRESİ VE AÇIKLAMASI

Peygamber efendimizin doğumundan tam 52 gün evvel, Yemen kralı Ebrehe'nin fil ordularıyla Kâbe'yi yıkmak için, Mekke şehrine gelmesini ve Cenâb-ı Hakk’ın da, ebabil kuşlarıyla onun ordusunu helâk edip, Kâbe’yi yıkılmaktan kurtardığının bir kıssasıdır. Yemen kralı Ebrehe, hacıların hac mevsiminde Kâbe’ye hacca gittiklerini görünce, Habeş kralı Neceşi’ye bir mektup yazarak “Burada senin için altın ve gümüşlerle süslü bir kilise yaptırdım. Ziyâretinizi buraya yapınız.” diye bildirdi. Habeş kralı buna itibar etmeyince, Mekke'deki Kâbe’yi yıkmağa yemin etti. Fillerden oluşan ordularıyla birlikte Mekke'ye girdiler. Otlaklardaki bütün develeri askerleri rehine aldı. Bu develerin içinde peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib’in de develeri vardı. Rehine alınan develerin sahipleri, sözcü olarak Abdülmuttalib'i Ebrehe’ye gönderdiler. Ebrehe onu karşıdan geldiğini görünce anlaşma yapmak için geldiğini zannederek, onu karşıladı ve saygı gösterdi. Fakat peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib Ebrehe’ye anlaşmak için gelmediğini, Kâbe’nin koruyucusunun Allah olduğunu, kendisinin, develerin sahibi olarak develerini istemeye geldiğini söyledi. Ebrehe buna çok sinirlenerek develerini verdi. Fakat Kâbe'yi de yıkmağa karar verdiğini belirtti. Bir zaman sonra kırlangıç benzeri kuşlar ayaklarına ve bir de gagalarında birer nohut büyüklüğünde olmak üzere, üç taşla Ebrehe ordusuna musallat oldu. Ebrehe'nin bütün ordusu helâk oldu. Kuşların attığı taş her kime değdiyse, başından girip ayaklarından çıkmak sûretiyle onları yakarak öldürüyordu. Bu vak’adan sonra, Ebrehe ordusu Allah’ın gazâbına uğradı diye, Arapların, Harem-i Şerif olan Kâbe'ye daha fazla sevgi ve saygıları artmış oldu. Ebrehe'nin de Yemen'de yaptırmış olduğu kilise harâb oldu. Ona kimse itibar etmedi. İşte, zâhirde Peygamber Efendimizin doğumundan 52 gün evvel olan bu olaydan ibret alıp, ona göre Hakk ve hakîkat yolunda, yardımcımızın Cenâb-ı Hakk olduğu bildiriliyor.

121

Page 122: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Bu sûreden yeterli istifade etmemiz için gönül âlemine girmemiz lâzımdır. Yoksa yeterince istifade edemeyiz. Ebrehe ordusu, nefs-i emmârenin ta kendisidir. İşte nefis Ebrehesi, kalp Kâbe'sini tahrip ve istilâ etmek için, kendisine nisbet ettiği vücûd kilisesine rûhânî kuvvelerimiz olan hacıları çevirmek istiyor. Fakat akıl gibi rûhânî etkenler, yani kâmilin verdiği irfâniyetle vücûd kilisesini, yani varlığını yaktı. Bunun üzerine Ebrehe nefis, gazâb ve şehvet gibi zulmânî askerlerle, vehim şeytanı fillerle Kâbe’ye doğru yürüdü. Fakat İnsan-ı Kâmilin verdiği Tevhîd taşları olan üç taşla hepsi helâk oldu.

Kuş gök ehlidir. Onun için ef’âl, sıfat, taşlarını kuşun ayaklarında, Zât taşını da gagasında taşıyan bu kuşlar, fil kadar varlık içinde olanların varlıklarını yok etti. Cenâb-ı Allah, Resûlullah efendimizin bu vak’ayı zâhiren görmediği halde, Kur’ân-ı Kerîm’de bahsetmesi, “bilmek görmektir.” diyerek her an olup durmakta olduğunu bildiriyor. Günümüzde nefis sahipleri Ebrehe gibidirler. Her türlü yaşam ve icraatlarında gönül Kâbelerini yıkmağa çalıştıkları gibi, arkadaşlarının ve tanıdıklarının da gönül Kâbelerini yıkmak için çalışma içerisindedirler. Bunların şerlerinden kurtulmak, ancak İnsan-ı Kâmile gelip, ebabil kuşları gibi bu üç taşı alıp kullanmakla mümkün olacaktır. Nisbîyet kilisesini yıkmadan, rûhânî kuvvelerimizin icraat yapması mümkün değildir. Dikkat edilirse bu sûre beş âyetten ibarettir. Çünkü Tevhîd mertebelerinde şeriat-ı sâni diye bildiğimiz fark mertebesi, kişinin dar'ül harbden çıkması ile mümkündür. Bütün sıfatlarımızdan rûhânî kuvvelerimizin tahakkukuyla ancak o zaman selamete çıkıldığı ile bilinmektedir. Beş âyetten gâye de, Tevhîddeki beş manevî vücûda sahip olmakla hakikî kurtuluşun olacağı anlaşılmaktadır. Cenâb-ı Allah, hafî, rûh, nefs, kalp, sır olan manevî vücûdu bütün kardeşlerime ihsân etsin. Âmin.

HABİL İLE KABİL

İnsanlığın babası Âdem (A.S.)’in iki oğlu vardı. Bunlar Habil ile Kabil idi. Kabil Habil’den büyüktü. Havva anamız her seferinde bir kız bir oğlan dünyaya getiriyordu. Babaları bu iki oğlan kardeşin Kabil ile ikiz doğanını Habil’e, Habil ile ikiz doğan kızı Kabil’e vermek istiyordu. Fakat Kabil buna razı olmayarak kendisiyle doğan kızı almak istiyordu. Babaları Âdem (A.S.) buna binaen ikisinin de Allah’a birer kurban kesmelerini, Allah tarafından hangisi kabul olunursa bu kızla o

122

Page 123: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

evlenmesini istedi. Habil’in kurbanını Allah kabul etti ve gökyüzünden bir ateş gelip kurbanı yedi. Kabil kendi kurbanının kabul olunmayışından etkilenerek kıskançlığından “Seni öldüreceğim” dedi. Habil ise “Allah takva sahiplerinin kurbanını kabul eder. Sen bana elini uzatsan, ben sana elimi uzatmayacağım, çünkü ben Allah’tan korkarım” diyerek iyi niyetini sergiledi.

Kabil, Habil’i öldürdü. Kardeşini çuvala koyarak çıplak arazide kırk gün sırtında taşıdı. Sonunda bu arz üzerinde saklayacak bir yer bulamadığı için Allah Teala ona ibret olsun diye iki karga gönderdi. Kabil’in gözü önünde biri diğerini öldürdü. Toprağı eşeleyerek gömdü. Kabil “Yazıklar olsun bana şu karga kadar bile olamadım. Kardeşimin cesedini gömmekten acizim” diyerek pişmanlık duyanlardan oldu. Onun için Maide Sûresi 32. âyette “. . Her kim bir kişiyi, bir kişi karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuğu olmaksızın öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir adamın hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” buyrulmuştur. Bu ifadelerimiz Maide Sûresinde 27’den 32’ye kadar ifade edilen âyet-i kerîmelerin özetidir.

Bizler manevî yönde bu âyetlerden neler anlamamız ve yaşantımızda Habil ile Kabil olayını nasıl icraata koymamız lâzımdır. Her şeyden evvel enfüste yani bizim vücûd ülkemizde ve âfâkta bizim dışımızdaki varlıklarda Âdem kimdir. Habil ile Kabil kimdir. Âyet-i kerîmede geçen kurban, kız kardeşler, karga gibi tabirlerin de te’vilâtı ve zevki nelerdir. Enfüste Âdem, kalb sahibi olan sensin, Kabil nefsin Habil ise rûhundur. Âfâkta Âdem kalb sahibi olan Mürşid-i Kâmildir, Habil emirlerine tâbi olan sâliktir, Kabil ise nefsine tâbi olan sâliklerdir.

Tevhîd içinde ifade etmek gerekirse Âdem yine İnsan-ı Kâmil, Habil zikir, râbıta ve şühûdları kullanıp zevke geçen sâlik, Kabil ise ilimle Tevhîdi bilse bile bir türlü nefsin buyruğundan kendini kurtaramayanlardır. Bunların yanında ikiz doğan kız kardeşleri ise Habil’le doğan kız kardeşi akıl nimetiyle rûhun doğrultusunda yapılan ameller, Kabil’in ikiz kız kardeşi de "vehim"in nefsânî olan amelleridir. Âdem (A.S.) Habil’le doğan kızı Kabil’e, Kabil’le doğan kızı Habil’e vermek istiyordu. Çünkü rûh doğrultusundaki amellerle Kabil evlenirse, Kabil nefsin süflî isteklerinden mutmain olan nefs hâline dönüşecek. Habil de Kabil’le doğan kızı yani vehim amellerini eş olarak yanına alırsa, o da kendi rûh yüceliğini onda tecellî ettirecek. Her iki taraf da hidâyet bulmuş olacak. Fakat bunu Kabil anladığı için itiraz ediyor. Maide Sûresi

123

Page 124: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

27. âyetinde “İkisinin de birer kurban kesmelerini, hangisinin kurbanı kabul olursa onun isteğinin olacağını” söyleniyor. Kurban kurbiyet demektir. Yani Allah’a yaklaşmaktır. Rûh insanoğlunda Rabbimin bir emri olduğu için Habil’in kurbiyeti, edep ve teslimiyetinin karşılığı olarak kabul edildi. Fakat Kabil’inki nefsin vehim mahsulü olduğu için kabul olunmadı. Olunamaz da. Çünkü Allah her fiilin fâili benim diyor. Kabil’ler de benim diyor. Bu hal Rabbinin rızasını kazandırır mı

Kabil ziraatla uğraşır, Rabbi için verdiği her şeyde en kötü olanlardan verirmiş.

Fenâ sâliklerinin hepsi de ziraatçıdır. Kesbî ilimle vuslat almak için bütün mevsim mahsul kaldırmak için uğraşırlar. Bunların içinden vehbî ilme nasibi olanlar Habil gibi kurbanı kabul olanlardır. Bunun üzerine Kabil kardeşi Habil’i öldüreceğini söyledi. Kıskançlığından kardeşi Habil’i öldürdü. Yani rûh yönüyle gelen Rabbi’min emri olan, bütün fiilerin fâili Allah demekten kesti. Nefsine nisbet etti. Kırk gün çıplak arazide bitkin bir halde gezindi durdu. Çünkü rûh, akıl nimetiyle amellerini, fiilerini yapamazsa nefsi de güçsüz ve kuvvetsiz kalarak zayıflar, kendini boşlukta hisseder. O duygusu ile Tevhîdde dördüncü mertebe zevki olan Vahdâniyyet yerine kadar fiilerin fâilini, sıfatların mevsûfunu, vücûdunun mevcûdunu kendine nisbet etmekle, onun kırk gün hamallığını yapar. İşte vehime uyan kişinin hali böyle olur. Allah ona karga göndererek, gözünün önünde öldürdüğü kargayı, toprağı eşeleyip gömdüğünü gördü. Ve yazıklar olsun bir karga kadar olmadım diye pişmanlık duydu.

İşte Allah nefs arzını eşeleyen hırs kargasını göndermiştir. Zira rûhun akıl nuruyle kemâlâta vuslatını engelleyen nefsin vehim kuvvetleri, hırs kargasını örnek alarak nefsi zulmanîye olan nefs toprağına gömdü. Fakat çok değerli akıl nimetimi neden kullanamadım diye de pişman oldu. Onun için Maide Sûresi 32. âyette “Bir insanı öldürmek bütün insanları öldürmek gibidir. Bir kişiyi diriltmek bütün insanları diriltmek gibidir.” buyrulmuştur.

İnsan âlem-i kübradır. Kendi nefsini öldürürse tırnağından saç teline kadar bütün vücûd ülkesindeki kişileri de öldürmüş olur. Çünkü nefsi onun aslı idi. Nefs öldürülmemeli, terbiye edilmelidir. Bir kişi de nefsini Hakk’ın varlığıyla diriltirse bütün âlemi diriltmiş olacaktır.

Günümüzde bütün Kabiller mutsuz ve iki yakaları bir araya gelmeyen zevksiz kişilerdir. Allah’ın yasak ettiği bütün musibetler

124

Page 125: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

onlardan zuhûr eder. Habiller de kurbiyet sahibi oldukları için dâima Allah’ın rızasını kazanmış, vücûd ülkelerinde rûhu padişah yapmış saadet içinde bulunanlardır. Zâten İnsan-ı Kâmillerin de bizlere önerdiği yol olan Allah yolunda yok olmayı başarabilirsek, Habil’in karşılığı olarak Âdem (A.S.)’e veled-i kalb zevki olan Şit (A.S.) ihsân edilecektir.

HAC VE UMRE RİSÂLESİ

‘Hac’ kelimesinin anlamı ‘ziyaret’tir. Kur’ân-ı Kerîm Âl-i İmrân Sûresi 7. âyette “Orada açık alâmetlerle İbrahim’in makâmı vardır. Kim oraya girerse taarruzdan emîn olur. Azık ve binek bakımından yoluna gücü yeten herkese Kâbe’yi haccetmesi Allah’ın kulları üzerinde hakkıdır. Kim inkâr ederse bilsin ki Allah âlemlerden müstağnidir.” ve yine Kur’ân-ı Kerîm Hac Sûresi 27. âyette “Bütün insanlara haccı ilân et. Gerek yaya olarak gerekse bineklerle senin huzuruna gelsinler.” buyrulmaktadır. Peygamber Efendimiz de “Ey insanlar üzerinize hac farz kılınmıştır. O halde haccediniz” buyurmuşlardır.

Haccın üç farzı vardır. Bunlar:

1- İhrâma girmek,

2- Arafat’ta vakfeye durmak,

3- Kâbe’yi tavâf etmektir.

1- İhrâma girmek zâhirde her ne kadar Kâbe’ye giden bir mü’min mîkât denilen yerde dikişsiz iki parçadan ibaret olan elbise giymesi gerekli ise de, Allah’ın Zâtını remzeden o Kâbe’ye varmadan kendisine nisbet ettiği ef’âlini, sıfatını ve Zâtını ifnâ ederek “Lebbeyk, Allâhümme lebbeyk, lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnnel hamde ven-ni’mete vel-mülke lâ şerîke leke” “Buyur Allah’ım, buyur çağrına koşup geldim. Buyur. Ortağın yoktur Sen’in. Buyur. Hamd Sana’dır. Nimet Sen’indir. Ortağın yoktur Sen’in.”telbiyesi ile tecellî-i ef’âli, tecellî-i sıfatı, tecellî-i Zâtını görmesini istemesinden ibârettir. Kesif olan kulun kesâfetinden fenâ olmadan Hakk’a şühûd ve müşâhedesi mümkün olmaz. Ayrıca, bir kişi zâhir olan icraatının bâtınını bilmeden veya bâtınını bilip de zâhirini yapmadan, sîretin sûretten tecellîsini Tevhîd yaparak yaşamadığı için, Allah’ın murâdı olan hac farzını yapmış olamaz. İşte, fenâ-i ef’al, fenâ-i sıfat, fenâ-i Zât nisbiyetlerinden soyunmayı zevk ederek tecellî-i ef’al, tecellî-i sıfat ve tecellî-i Zâtı idrâk edenler, Zâtı

125

Page 126: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Ahadiyyet olan o Kâbe’yi şühûd ve müşahede edebilirler. Onun için bu şühûd ve müşahede bir Mürşîdsiz olamayacağı için Mürşîde gitmek farzdir denmiştir. Şu halde ihrâma girmek kişinin kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok etmesi demektir. Kendi varlığı yok olan bir kişi ihtiyârî bir ölüm hâlinde olduğu için

Meyyit gibidir önünde cismim

Karşında göründü böyle resmim

İhrâm tenimde bir kefendir

Altındaki bir ölü bedendir

Ama bu bedende can senindir

Can mı yalnız cihan senindir.

diyerek gönül tecellîlerini dillendirir.

2- Arafat’ta vakfeye durmak: Arafat demek, Hakk’a ârifiyet demektir. Kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok edenler, kesâfet olan zanlarındaki o vücûdlarını ifnâ ettikleri için, Hakk’ı zâhir halkı bâtın olarak görmeye başlarlar. Orası Hakk’a ârifiyet yeridir. Bakara Sûresi 115. âyette “Doğu ve batı Cenâb-ı Allah’ındır. Hangi tarafa yönelirseniz Allah’ın yüzü oradadır.” buyrulmuştur. Kesret kalabalık her ne kadar halk ise de onların hepsinden tecellî eden Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyetidir. Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyet örtüsünü zevk edenler halkı göremezler. Zira halk dediğimiz kesret butûna geçmiştir. Yani kişinin Hakk’a ârif olmasıdır. Arafat’ta vakfe nasıl ayakta Kâbe’ye doğru dönerek dua etmekse bu vücûd ülkesinde Rûhullah olan bir kişinin tırnağından saç teline kadar bütün sıfatlarından rûhun ilânıdır. Onun için ‘Arafat’ta yapılan dualar anında kabul edilir. ’ buyrulmuştur. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın kendisinin yaptığı dua elbette reddolunmaz. Bütün tafsilât-ı Muhammediyyeden tecellî eden Allah’ın Vahdâniyyetidir. Ayrıca Muhyiddîn İbnü’l-Arabî Hazretleri ‘Enallah’ diyen ikidir. Biri ‘Enallah’ ifâdesinde Allah ismidir. Biri dahi İnsan-ı Kâmildir. İnsan-ı Kâmili bulup onun gönlüne girenler, Harem-i Şerîf’e girmişlerdir. Girmeyenler dışarıda kalmışlardır. Onun için “Fedhûli fî ibâdi fedhuli cenneti” âyeti bunun şahididir. Bunu idrâk ettinse Arafat’ta vakfenin ne demek olduğunu anlamışsın demektir.

3- Kâbe’yi tavâf etmek: Zâhirde nasıl taştan yapılmış Allah’ın Zâtını remzeden Kâbe’yi üçü çalımlı dördü de sâkin olarak etrafında

126

Page 127: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

dönerek tavâf ediyorsak aynen onun gibi bir sâlik de Mürşid-i Kâmilinde üç fenâ, dört bekâ merâtibini tahsil ederek yeryüzünde Allah’ın Zâtını remzeden canlı Kâbe durumundaki İnsan-ı Kâmilleri tavâf etmeleridir. Çünkü bu ilim ve irfâniyeti başka hiçbir yerde elde etmek mümkün değildir. İbrahim Hakkı Hazretlerinin hocası Fakrullah Efendi bir gün hüccâcın önüne geçip nereye gittiklerini sormuş. Onlar da hacca gittiklerini söylemişler. Onlara cevaben “Gelin beni yedi defa tavâf edin sizleri hacc-ı ekber yâni büyük hacı edeyim.” demiştir. Yâni beni tavâf edin demekten gâye onun etrafını dönmek değil, onda yedi merâtib-i İlâhînin tahsil edilmesidir. Çünkü “Kâbe, Kâbe olalı Allah hiçbir zaman oraya girmedi. Fakat bu fakîrin gönlünden de hiçbir zaman çıkmadı” buyurmuşlardır. Onun için tavâf Hacer-ül Esved köşesinden başlar. Zira Kâbe’nin dört köşesi vardır:

1- Hacer-ül Esved köşesi

2- Irakî köşesi

3- Şâmî köşesi

4- Yemânî köşe

Cenâb-ı Hakk’ın Zâtı Ahadiyyet tecellîsi, Rahman olan sıfatından zâhir olduğu için ister Kâbe’deki tavâfa, Hacer-ül Esved köşesinden veya kâinattaki Allah’ın halîfesi Rahman olan, İnsan-ı Kâmil sıfatından tavâfa başlarız. İnsan-ı Kâmiller kâinatta Allah’ın hüviyyet ve eniyyetini cem ederek kemâlâtıyla zuhûra getirdikleri için tavâf oradan başlar. Onların elini öpmek de Hacer-ül Esvedi öpmek demektir. El ele, el Hakk’adır. Yoksa taş şahîdlik yapamaz onun remzettiği ancak şahîdlik yapabilir. Kur’ân-ı Kerîm Araf Sûresi 172. âyet “Ben sizin Rabbiniz değil miyim, diye buyrulduğu vakit onlar da ‘Evet sen bizim Rabbimizsin şahîd olduk demişlerdi”sözüne binâen evvelâ Hacer-ül Esved’i istîlâm ederek ilm-i ezelîyyetimiz olan ervâh âleminde sizi ziyâret edeceğime söz vermiştim. İşte sözümde durarak ziyâretinize gelip sizi tavâf ediyorum şahîd ol diyerek “Bismillâhî Allahü Ekber” le tavâfa başlarız. İnsan-ı Kâmille de sâliklerin elestü bezmi olan diz dize telkîn aldığı andaki verdiği sözle Mürşidindeki merâtîb-i İlâhiyye tahsiline başlaması aynıdır. Bir kişinin nefs-i emmâre yırtıcı hayvan sıfat olan şeytânî hâlinden, sakinleşmiş hayvan sıfatına, oradan da melekleşmiş mutmain hâli olan Yemânî köşesine kadar “Subhanallahu velhamdülüllahi velâ ilahe illalahu Allahü ekber velâ havle velâ kuvvete illâbillahil aziym” tesbih zikriyle şeytânî, nefsânî ve melekî

127

Page 128: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

tecellîleri geçer. Yemânî köşesi ile Hacer-ül Esved köşesi arasında mutmain olmuş nefsin kemâlât hâline dönesiye kadar iki köşe arasında da “Rabbena atina fiddünya haseneten vefil âhireti haseneten vegina azabennar.” “Ey Rabbimiz, bize dünyada iyi hâl ver, âhirette de merhamet ihsân et ve bizi Cehennem azâbından koru” “Rabbena firliğ veli valideyye velil mü’mînine yevme yekümul hisâb” “Ey Rabbim, annemi babamı ve bütün mü’minleri hesap gününde mağfiret et.” tesbihâtıyle tavâflarını yaparak Cenâb- Hakk’ın Rahman olan kemâlât sıfatını elde etmiş olur. Üçünü koşarak ve çalımlı dördü de sâkin olarak tavâf yapılır. Her tavâfın şahîdliği için Hacer-ül Esved taşına istîlâm edilir. İster vücûd ülkesindeki üç bâtın olan hayat, ilim, irâde sıfatlarını zâhire çıkarmak için acele et, isterse ikilik olan nisbîyyet hâlinden bir an evvel kurtulmak için ef’alini, sıfatı, Zâtını ifnâ et. Çünkü bunları fiillerinle zâhir olarak yaşayamazsan tavâf etmiş olamazsın. Dördü de sâkin olarak yapılır. Duymak, görmek, kelâm ve kudreti zâhir olarak kendinde fiillerinle yaşamak demektir. Nasıl Kâbe’de bu şekilde dönülüyorsa gönül Kâbe’sinde de mutmain olmuş sıfatlar olarak, Cenâb- Hakk’ın Rahmaniyyetine mazhar olmak demektir. Sîretin sûretten zuhûru ile hem Fenâfillahı, hem de Bekâbillahı zevk ederek yaşayanlar hac farzını yapmışlardır. Niyazi-i Mısrî Hazretleri “Savm u salât hac ile sanma zâhid biter işin İnsan-ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş.”sözü ile bu sırrı ifşâ etmişlerdir. Kâbe’de nasıl dört köşe varsa insanın gönül Kâbe’sinde de dört köşenin tecellîleri vardır:

1- Şeytânî tecellîler

2- Nefsânî tecellîler

3- Melekî tecellîler

4- Rahmanî tecellîlerdir.

Gönül Kâbe’sinin,

Hannan (Hak) (çok merhametli),

Mennan (Muhammed) (ihsânı bol),

Deyyan (Herkesin hakkını ve hesâbını en iyi bilen, veren),

Subhan (Yarattıklarına benzemekten münezzeh olan Allah)

köşelerinin idrâkini geçmeden Fenâfillah olup Bekâbillah zevkleriyle zevkiyâb olamaz. Hacer-ül Esved taşı Allah’ın sağ elidir. Onu kim öperse

128

Page 129: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Allah’ın elini öpmüş olur. İşte İnsan-ı Kâmiller de yeryüzünde Allah’ın halîfeleridir. Onların ellerini öpmek Cenâb- Hakk’ın elini öpmek demektir. Onun için tahsil ve Kâbe’deki tavâfa oradan başlanır. Onun için hac ibâdeti de bir kişinin kendi insan-ı asliyyesini bulmasıdır. Tavâftan sonra İbrahim makamında iki rek’at şükranî namaz kılmak, dua etmek ve zemzem suyunu da ayakta üç yudum hâlinde “Allah’ım Senden faydalı ilim, geniş rızık, kabul edilmiş amel ve her hastalıktan şifâ diliyorum.” diye dua etmek güzel olur. Zemzem suyu İnsan-ı Kâmillerin iki dudaklarının arasından gönül Tûr-i Sina'sından tecellîsi olan ilm-i ledünü remzetmektedir.Cenâb-ı Hakk’ın Vahdet tecellîlerini, kesret olan Hakk’ın kemâlât sıfatlarında Tevhîd yaparak Allah’ın Muhammed’le nasıl seviştiğini görenler mutluluk içinde kulluklarını, acziyet ve muhtaç oluşlarını dillendireceklerdir. Bize bu idrâk ve zevkleri ihsân ettiğin için teşekkürlerini dua halinde arz edeceklerdir. Zira İbrahim makamı emîn beldedir. Ayrıca haccın Safa ile Merve arasında sa’y yapmak, Mina’da şeytan taşlamak, Müzdelife’de vakfeye durmak, saçları traş etmek, vedâ tavâfı yapmak gibi vacîbleri de vardır.

Safa ile Merve arasında yedi defa üçü koşarak dördü sakin olmak üzere sa’y yapmak kişinin ikilik hâli olan Fenâ mertebelerinde celâl tecellîler kişiyi huzursuz ve mutsuz yapar. Bunlardan bir an evvel kurtulmak için, Kâbe’de koşmak, İnsan-ı Kâmil tahsilinde de cehaletten, nisbîyyetten ve şirklerden bir an evvel kurtulmak lâzımdır. Yâni ikilikten kurtulmak için çok çalışmak gereklidir. Dördü ise sâkindir. Zira kula nisbîyyet kalmadığı için Bekâ mertebelerinde de sâkin sâkin Hakk’ın her an ayrı tecellîlerinin zevki vardır. Merve demek kulluk demektir. Safa demek ise selâmete çıkmak demektir. Bizler de kulluktan yâni ikilikten yedi sa’y sonunda selâmete çıkanlardan olmuş oluyoruz. Sa’y Safa tepesinde bitince hiçbir gayrîyyet kalmadığı idrâki olan traş olunarak ihrâmdan çıkılır.

Ayakta zemzem suyunu içme sırrı: Zemzem suyu İnsan-ı Kâmillerden tahsil edilen ilm-i ledün diye vasıflandırdığımız sır ilimleri, esrâr ilimlerini remzeder. Çünkü İnsan-ı Kâmiller Tûbâ ağacıdırlar. Onların kökleri arş-ı âlâda, dal ve meyveleri yerdedir. Onlar ilhamlarıyla ledün ilmini bizlere bardak bardak sunmaktadırlar. Bu zemzem suyunu da onlardan başka hiçbir yerde ve kitaplarda taze taze bulmak mümkün değildir. Onların bu ilm-i ledünü kelâm fiili ile zuhûra geldiği için ayakta içilmektedir. Zira kıyâmda durmak da Hakk’ın fiilleri ile açığa çıkışını remzetmektedir.

129

Page 130: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Mina’da şeytan taşlamak: Yetmiş taş yedişer yedişer büyük şeytan, orta şeytan, küçük şeytan diyerek üç gün atılmaktadır. İşte bunlarda büyük şeytan dediğimiz kendi varlığımızı, orta şeytan dediğimiz kendi sıfatlarımızı, küçük şeytan dediğimiz kendi ef’alimizi taşlıyoruz. Yâni bunların bizim olmadığını yedi sıfatımızla kabullenme ameliyesini şeklen ve bâtınen yapıyoruz. Büyük şeytana yedi taş attıktan sonra kurbiyyetimiz gereği kurban kesiyoruz. Yani varlığımızı Hakk’ın varlığında yok edip Rûhullah sâhibi olduğumuzda rûhun sıfatlara tecellî ederek aslını göstermesi kurban olmuş oluyor. Yâni kurban, rûhun sıfatlarımızdan kemâlâtıyle zuhûra gelmesi anlamındadır.

Hüccac Arafat’ta öğle ile ikindi namazlarını ikindi vaktinde (cem-i tehir) cem ediyor. Müzdelife’de de akşam namazı ile yatsı namazını cem ediyor. Bunların remzettiği mânâ da ikilikteki sıfatlarımız Zât’a vuslat bulunduğunda yâni Zât’ın idâresi altında cem olduğunu zevk edince sıfat ayrı Zât ayrı mütâlaa edilemez. Öğle namazı sıfatı, ikindi namazı da Zât’ı remzetmektedir. Namaz mü’minin Mi’racı, Mi’rac da Allah’la beraber olmak, konuşmaktır. Sıfatlardaki tecellîlerin Zât’ın olduğunu irfâniyetle bilmek öğle ile ikindiyi cem etmektir. Akşam ile yatsı namazının cem’i ise Müzdelife’de olmaktadır. Yani rûhun sıfatlarından zuhûr etmesiyle cem edilmiş olunur. Kısaca şunu anlıyoruz ki halkın Hakk’ta birleşme idrâki Vahdaniyette olduğu için Arafat’ta cem ettik. Hakk’ın da halkta tecellîsi ile yâni kesrette zuhûratıyla Müzdelife’de cem ettik demektir.

Kâbe dışında kadınların erkeklerin arkasından namaz kılmaları gerekli iken Kâbe’de erkeklerin önünde namaz kılabiliyor. Neden. Çünkü Kâbe Allah’ın Zât’ını remzettiği için orada kadın erkek diye kesret yoktur. Yalnız insan vardır. Bütün nehirlerin suları deryâya ulaştığında deryâdaki suların hiç biri ‘Ben şu nehrin suyuyum, diğeri ben bu nehrin suyuyum’ diyemediği gibi Kâbe’de kadın erkek diye bir şey olamaz. Yalnız insan vardır. Kul vardır. Oradaki kılınan namaz gönül Kâbe’sinde kılınmaktadır. Cenâb-ı Hakk’ın Muhammed sıfatlarından cinsi, ırkı, rengi, dili ayrı ayrı oldukları halde Âdem diye vasıflandırılan bu insanlardan Allah ve Muhammed’in nasıl seviştiğini, nasıl âyan beyân görüldüğünü, herkesin Cennet-i âlâ’da yaşadığını görmemek mümkün değildir. Orada süflî nefse yer yoktur. İşte onun için kadınların önde erkeklerin arkada namaz kılmaları dahi mahzurlu sayılmaz.

Genel olarak zâhirde emr-i İlâhî olarak ömrümüzde bir defa hac farîzası yapılmalı, aslında da batînen bir İnsan-ı Kâmilden bu merâtib-i

130

Page 131: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

İlâhiyye olan Fenâ ve Bekâ tahsilini yapıp zevk etmemizden ibarettir. Bâtın haccını bir İnsan-ı Kâmilden tahsil ettikten sonra zâhirini de bizzat yerinde Resûlullah Efendimizin yaptığı gibi oralarda zâhir ve bâtını Tevhîd yaparak yaşama geçirmek lâzımdır. Yoksa yalnız imkânları varsa haccın zâhirini yapanlar veya yalnız bâtınını yapanlar eksiktirler. O sîretteki zevklerini bizzat remzedildiği mahallerde zâhir ve bâtınını birleştirerek Tevhid zevkiyle zevklenmeleri Cenâb-ı Hakk’ın murâdı olacaktır. Yoksa tek kanatlı kuş gibidirler. Tek kanatlı kuşun uçması mümkün değildir.

Haccın sırrı Mekke şehrindeki Kâbe’yi ziyaretten gâye bir rumuzâttır. Onun taşıdığı mânâlar İnsan-ı Kâmilden meratîb-i İlâhîyyeyi tahsil ederek yedi mertebedeki Hakk’ın tecellîlerini zevk etmekten ibârettir.

Umre haccının iki farzı vardır:

1- İhrâma girmek

2- Kâbe’yi tavâf etmek

Safa ile Merve arasında sa’y yapmak, traş olmak gibi vacîbleri de vardır. Umre hacca göre çok kolaydır. Arafat’ta vakfe yoktur. Şeytan taşlama yoktur. Kurban kesme yoktur. Tevhidde Fenafillah olan kardeşlerimiz umre yapmış sayılırlar. Allah cümlemize bu zevkleri ihsân eylesin. Âmin.

HACCIN SIRLARI

Hacca gidecek bir kişinin,

1- İhrâma girmek,

2- Arafat’ta vakfeye durmak,

3- Kâbe’yi tavâf etmek

farzlarını şekil olarak yapılmasını değil taşıdığı manevî sırları da bilmesi lâzımdır ki haccın zevkini alabilsin. Ayrıca 24 vâcib ve bir çok da sünnetleri mevcuttur. Bunlar neleri remzetmektedirler. Teker teker saymaya çalışalım. Evinden çıkarak çoluğunu çocuğunu, malını mülkünü tek Allah için terk ederek, Allah’ın farziyeti için hacca hazırlanıp gitmesi gibi bir sâlikin de dünya zevklerini ve nefsânî her türlü zevklerden vazgeçerek bir Mürşid-i Kâmile gelip Hakk ve hakîkata talip olmasıdır.

131

Page 132: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Birinci farziyet olan ihrâma girmek, İnsan-ı Kâmilinde, kendine nisbet ettiği ef’âlinin, sıfatının ve vücûdunun kendisinin olmadığını irfâniyeti ile bilerek Fenâfillâh olmasıdır. Yani kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok etmesidir.

İkinci farziyet Arafat’ta vakfeye durmaktır. Yani kişinin Hakk’a ârif olmasıdır. Vakfe nasıl ayakta Kâbe’ye doğru dönerek dua etmekse hakîkatinde de Rûhullah olan bir kişinin tırnağından saç teline kadar bütün sıfatlarından rûhun ilânıdır. Bakara Sûresi 115. âyetinin “Bununla beraber, doğu da Allah'ın batı da! Nerede yönelseniz, orada Allah'a durulacak yön vardır! Şüphe yok ki Allah'ın rahmeti geniştir ve O, her şeyi bilendir” ifadesi ile ârif olmuş demektir.

Üçüncüsü Kâbe’yi tavâf etmektir. Zâhirde nasıl taştan yapılmış Allah’ın Zâtını remzeden Kâbe’yi üçü çalımlı dördü de sakin olarak etrafında dönerek tavâf ediyorsak, aynen onun gibi bir sâlik de Mürşid-i Kâmilinde üç fenâ, dört bekâ merâtibini tahsili ederek yer yüzünde Allah’ın Zâtını remzeden canlı Kâbe durumundaki İnsan-ı Kâmilleri tavâf etmeleridir. Çünkü bu ilim ve irfâniyeti başka hiçbir yerde elde etmek mümkün değildir. İbrahim Hakkı Hazretlerinin hocası Fakrullah Efendi bir gün hüccacın önüne geçip nereye gittiklerini sormuş onlar da hacca gittiklerini söylemişler. Onlara cevaben: “Gelin beni yedi defa tavâf edin, sizleri Hacc-ı Ekber yani büyük hacı edeyim” demiştir. Yani beni tavâf edin demekten gâye onun etrafını dönmek değil onda yedi merâtib-i İlâhiyenin tahsil edilmesidir. Çünkü “Kâbe, Kâbe olalı Allah hiçbir zaman oraya girmedi. Fakat bu fakirin gönlünden de hiçbir zaman çıkmadı” buyurmuşlardır.

Haccın ayrıca vâcib durumunda olan emirleri de vardır. Merve ile Safa arasında yedi defa üçü koşarak dördü sakin olmak üzere sa’y yapmak vardır. Çünkü fenâ mertebelerinde celâl tecellîler kişiyi huzursuz ve mutsuz yapar. Bunlardan bir an evvel kurtulmak için koşmak lâzımdır. Yani ikilikten kurtulmak için çok çalışmak gereklidir. Dördü ise sâkindir. Zira kula nisbîyet kalmadığı için bekâ mertebelerinde de sakin sakin Hakk’ın her an ayrı tecellîlerinin zevki vardır. Merve demek “kulluk” demektir. Safa demek ise “selamete çıkmak” demektir. Bizler de kulluktan yani ikilikten yedi sa’y sonunda selâmete çıkanlardan olmuş oluyoruz.

İbrahim Makâmında iki rek’at namaz kılmak da emin beldeye ayak basanların şükranî olarak iki rek’at namaz kılmaları demektir.

132

Page 133: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

İbrahim Makâmı emin beldedir. Kendi varlıklarını Hakk’ın varlığında yok edenler emin beldeye ayak basmışlardır.

Ayakta zemzem suyunu içmeye gelince, zemzem suyu İnsan-ı Kâmillerden tahsil edilen ilm-i ledün diye vasıflandırdığımız sır ilimleri, esrar ilimleridir. Çünkü İnsan-ı Kâmiller Tuba ağacıdırlar. Onların kökleri arş-ı âlâda, dal ve meyveleri yerdedir. Onlar ilhamlarıyla ledün ilmini bizlere bardak bardak sunmaktadırlar. Bu zemzem suyunu da onlardan başka hiçbir yerde bulmak mümkün değildir. Onların bu ilmi, kelâm fiili ile zuhûra geldiği için ayakta içilmektedir. Zira kıyamda durmak Hakk’ın fiilleri ile açığa çıkışını remzetmektedir.

Mina’da şeytan taşlama, büyük, orta ve küçük şeytanların her birine yedişer adet olmak üzere üç gün boyunca yetmiş taş atılmaktadır. İşte bunlar da büyük şeytan dediğimiz kendi varlığımızı, orta şeytan dediğimiz kendi sıfatlarımızı, küçük şeytan dediğimiz kendi ef’âlimizi taşlamak demektir. Yani bunların bizim olmadığını yedi sıfatımızla kabullenme ameliyesini şeklen ve bâtınen yapıyoruz. Büyük şeytana yedi taş attıktan sonra kurbiyetimiz gereği kurban kesiyoruz. Varlığımızı Hakk’ın varlığında yok edip Rûhullah sahibi olduğumuzda, rûhun sıfatlara tecellî ederek aslını göstermesi kurban olmuş oluyor. Yani kurban rûhun sıfatlara yaklaşması anlamındadır.

Hüccac Arafat’ta öğle ile ikindi namazlarını cem ediyor. Müzdelife’de de akşam namazı ile yatsı namazını cem ediyor. Bunların remzettiği mânâ da ikilikteki sıfatlarımız Zât’a vuslat bulduğunda yani Zât’ın idaresi altında olduğunu zevk edince sıfat ayrı zât ayrı mütalaa edilemez. Öğle namazı sıfatı, ikindi namazı da Zât’ı remzetmektedir. Namaz mü’minin mi’racı, mi’rac da Allah’la beraber olmak, konuşmaktır. Sıfatlardaki tecellîlerin Zâtın olduğunu irfâniyetle bilmek öğle ile ikindiyi cem etmektir. Akşam ile yatsı namazının cem’i ise Müzdelife’de olmaktadır. Yani rûhun sıfatlarından zuhûr etmesiyle cem edilmiş olunur. Kısaca şunu anlıyoruz ki, Halkın Hakk’ta birleşme idraki Vahdâniyyette olduğu için Arafat’ta cem ettik. Hakk’ın da halkta tecellîsi ile yani kesrette zuhûrâtıyla Müzdelife’de cem edilmektedir.

Kâbe dışında kadınların erkeklerin arkasından namaz kılmaları gerekli iken, Kâbe’de erkeklerin önünde namaz kılabiliyor. Neden… Çünkü Kâbe Allah’ın Zât’ını remzettiği için orada kesret yoktur. Erkek kadın ayrımı da yoktur. Bütün nehirlerin suları deryaya ulaştığında deryadaki suların hiçbiri “Ben şu nehrin suyuyum” diyemediği gibi

133

Page 134: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Kâbe’de de kadın erkek ayrımı yapılamaz. Oradaki kılınan namaz gönül Kâbe’sinde kılınmaktadır. Bedenin hükmü yoktur. Düşünülemez de. İşte onun için kadınların önde erkeklerin arkada namaz kılmalarında dahi mahzur yoktur.

Genel olarak, zâhirde, emr-i ilâhi olarak ömrümüzde bir defa hac farizası yapılmalıdır. Bâtînen de bir İnsan-ı Kâmilden bu merâtib-i İlâhiyeyi ömrümüzde tahsil etmemiz gerekir. Bâtın haccını, ifade edildiği gibi yapanlar zâhirine “Ne gerek vardır” dememelidir. O sîretteki zevklerini bizzât remzedildiği mahallerde zâhir ve bâtınını birleştirerek Tevhîd zevkiyle zevklenmelidirler. Bu durum tek kanatlı kuşun uçmaya çalışmasına benzer. Tek kanatlı kuş da menzile varamaz.

Kâbe’de 4 köşe vardır:

1- Iraki köşesi

2- Şam köşesi

3- Yemânî köşesi

4- Hacer-ül Esved köşesi

Hakîkatte gönül Kâbe’sinin de dört köşesi vardır:

1- Şeytanî tecellîler

2- Nefsânî tecellîler

3- Melekî tecellîler

4- Rahmanî tecellîler

Çünkü her kişi bu tecellîlerin birinin tahakkümü altında yaşamına devam etmektedir. Onun için Kâbe’nin dört direği vardır. Bunlar: Hannan, Mennan, Deyyan ve Süphan direkleridir. “Kâbe bu dört direk üzerinde durmaktadır” denilmiştir.

Iraki Köşesi : Şeytânî köşedir.

Şam Köşesi : Nefsânî köşedir.

Yemânî Köşesi : Melekî köşedir.

Hacer-ül Esved Köşesi : Rahmânî köşedir.

Tavâfa Hacer-ül Esved köşesinden başlanmakta ve yedi tavâftan sonra yine orada bitirilmektedir. Çünkü Kâbe üzerinde Hacer-ül Esved

134

Page 135: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Allah’ın sağ elidir. Onu öpenler veya uzaktan da olsa istilam edenler sözleşmeyi yapmışlardır. Araf Sûresi 172. âyette “Hem Rabbin Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini alıp onları nefislerine karsı şahit tutarak: ‘Rabbiniz değil miyim’ diye şahit gösterdiği zaman ‘Evet Rabbimizsin, şahidiz !’ dediler. Kıyâmet günü ‘Bizim bundan haberimiz yoktu!’ demeyesiniz” buyruluyor. İşte o gün verdikleri sözü tuttuklarını Hacer-ül Esved’e dönerek şahit ol diyerek tavâfa başlamaktadır. Bu kâinatta da Allah’ı Hüviyyet ve Eniyyetiyle cem edip kemâlâtıyla da zuhûra getiren İnsan-ı Kâmillerdir. Onlar bu âlemde Zât’ı remzettikleri için elini öpenlere o şahitlik yapmaktadır. Yoksa taş şahitlik yapmaz. Rab irşâd eden ve terbiye eden mânâlarına geldiğine göre insanların irfâniyet ve kemâliyet irşâdlarını da onların yaptıkları açık olarak anlaşılmış olur.

Pirimiz Muhammed Nurul Arabi Hazretleri üç yerde cem oluruz demiştir: 1- Ervâh âlemi

2- Berzah âlemi

3- Âhiret âlemi

Ervâh âlemi rûhlar âlemidir. Yani bir sâlikin İnsan-ı Kâmilinin huzurunda toplanıp onun irşâd ve terbiyesini kabul ederek nefisleri üzerine şahitlik yapmalarıdır.

Berzah âlemi ise İnsan-ı Kâmilin varlığı Hakk varlığı olduğu için O’nun varlığında bâtın yönüyle Vahdâniyyet deryasında cem olmasıdır.

Âlem-i Âhirette cem olması ise ihtiyarî bir ölümle ölüp, Hakk’ın varlığında var olarak hafî şirklerden de kurtulup ibâdet eden, ibâdet ve ibâdet edilen birliğine erildiğinde de cem olunmuş olmaktadır.

Onun için bu âlemde Allahü Teala, Zâtı yönüyle hiçbir kimseyi irşâd etmez. Kemâlât sıfatı olan İnsan-ı Kâmiller mazharından bizzât kendisi irşâd ve terbiye etmektedir. Buna binaen İnsan-ı Kâmilleri tavâf etmek kişiyi hacc-ül ekber yapmaktadır. Mekke şehrindeki Kâbe’yi ziyâretten gâye bir rumuzâttır. Onun taşıdığı mânâlar İnsan-ı Kâmilden merâtib-i İlâhiyeyi tahsil ederek 7 mertebedeki Hakk’ın tecellîlerini zevk etmekten ibarettir. Allah cümlemize bu zevkleri ihsân eylesin. Âmin.

135

Page 136: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

HAK VE HAKÎKATİ DUYMAK VE GÖRMEK NASIL OLUR

Bir insan, Âdem ve âleme bakarken, Allah’ın kendisine bahşettiği iki gözün, iki kulağın ve bir ağzın Tevhîdini yaparak bakmalıdır. Cenâb-ı Allah insana iki göz vermiş. Biriyle Allah’ın Vahdâniyyetini, diğeriyle de, Allah’ın kesretteki Tafsilât-ı Muhammediyyesini şühûd etsin diye. Allah’ın Zât yüzü olan mutlakiyetine yalnız îmân edilip teslim olunmalıdır. Allah nasıldır, nerededir, mekanı var mıdır. diye düşünülmemelidir. Zira Allah’ın Resûlü “Allah’ın zâtını düşünmeyiniz.” demiştir. Diğer gözümüzle de Allah’ın kesret yüzü olan Tafsilât-ı Muhammediyye’den, sıfatları yönü ile tecellî edişini, esmâ alarak fiilleriyle zuhûra gelip âsârını bizlere gösterdiğini tahsil ederek görüp, yaşamaya çalışmalıyız. Cenâb-ı Allah’ın kemâlât tecellîsi, İnsan-ı Kâmillerde zuhûr ettiği için de, bilmediğimizi onlardan sorup öğrenmeli, onlardaki kemâlâtın Allah’ın kemâlâtı olduğunu hiç unutmadan, sevgide, saygıda, hizmet ve teslimiyette kusur etmeden, bunları şahsa değil, Hakk’a yapmış olduğumuzu bilmeliyiz. Hasan Fehmi Hazretleri:

“Söyler kelâm bakar sana, görmez gözü hiç mâsivâ

Vermiş gönlünü Hakk’tan yana, hep gördüğü dîdar olur”

Demek suretiyle Hakk mürşidinden sohbet edenin Hakk olduğunu bizlere bildirmiştir.

Allah insanlara iki de kulak vermiştir. Sağ kulakla Hakk’ın, sol kulakla da, halkın sedâsını duysun ve ‘Hakk’ ile ‘halkın’ ayrı olmadığının idrâkini Tevhîd yapsın diyedir. Zira halktan tecellî eden Hakk olduğuna göre her neye bakarsa vech-i Rahmanı görecek, her neyi kulağı duydu ise mağzı Kur’ân’ı dinleyecektir. Bizler, fiziksel bedenlerin idrâkinden öteye, sîret vücûdların mevcûdunu göremediğimiz için, bütün Allah’ın tecellî mazharlarından Hakk’ın Kur’ân sedâsını duymamız mümkün olmuyor. Hacivat’la Karagöz’ün bir gölge olduğunu, onların ses ve hareketlerinin görünmeyen bir sanatkâr tarafından icra edildiğini nasıl biliyorsak, Âdem ve âlemde de bu ses ve hareketlerin, Allah tarafından mazharların isti’dâdları nisbetinde yapıldığını bilmemiz gerekmektedir. İşte bu halk ve Hakk’ın Tevhîdini zevk etmemiz, bizlerin kemâlâtı olacaktır.

Cenâb-ı Allah insanoğlunu yaratırken bütün a’zalarını melekleri vasıtası ile yaratmış, yalnız burnunu bizzât kendisi yaratmıştır. Çünkü

136

Page 137: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

burun Zâtı remzetmektedir. Onun için, burnun iki deliğinin rumuzâtı, Allah’ın celâl ve cemâl tecellîlerinin kokusunu idrâk ve bilinçlerinde Tevhîd yaparak, kendi gönül laboratuvarında rapor yaptıktan sonra, dilleriyle her şeyi yerli yerinde başkalarına anlatabilmeleridir. Zira Allah iki kulağı ile duyduğunu, iki gözü ile gördüğünü, kalbinin tasdikini ifade etsin diye bir de ağız yaratmıştır. İki kulak ve iki göz ile bu Tafsilât-ı Muhammediyye’de, Cenâb-ı Hakk’ın bütün tecellîlerinin Tevhîd idraki, zamanla insanda yaşama dönüşecektir. Allah insana iki de el vermiştir. Hakk’ın güç ve kuvvetinin bu ellerden fiilleriyle tecellî ettiğini bilecek ve bu idrâki ile bütün işlerini yapmaya başlayınca, Hakk ve hakîkatten ayrılmayacaktır.

Çünkü fiillerin fâili Allah’tır. Zira Allah ve Resûl’ünün yolunda gidenler sağcılar olup kitabı sağ tarafından verilenlerdir. Allah ve Resûl’ünü inkâr edenler ise solcular olup kitabı sol tarafından verilenlerdir. Sağ elimiz, Allah’ın emirlerini, iyilik, güzellik, insan için faydalı her şeyi yapmayı remzetmekte, sol elimiz de, Allah’ın yasakladığı, insanlığa faydasız olan işleri remzetmektedir. Tevhîdde sağ, kul mazharından Cenâb-ı Hakk’ın bütün fiil ve işleri yaptığını zevk etmek, sol ise kul mazharından tecellî eden her türlü fiil ve işleri, o kişinin kendisine nisbet etmesi anlamına gelir.

Onun için, sağ tarafımızda Cennet, sol tarafımızda Cehennem vardır denmesi rumuzâttandır. İki ayağımızın da mevcûdiyeti, Hakk ve halk diye vasıflandırdığımız Tevhîd yolunun vuslatını bizlere ikaz etmektedir. Sağ ayağımız Hakk yolunu, sol ayağımız da, halk yolu olan nefse hizmet yolunu remzetmektedir. Bizler bu sıfat ve a’zalarımızın Hakk ve halk yönlerinin idrâki ile Tevhîd yolunda ilerleyip yaşama geçebilirsek, işte o zaman kendi varlığımız diye bildiğimiz Hakk’ın, halk sıfatlarında kendi kendisini seyretmesi zuhûr edecektir. Halk dediğimiz Hakk’ın zuhûra gelmesinden ibaret olup ayrı değildir. Yoksa, Allah ayrı, bizler ayrı olarak bir idraka sahip olmamız, bizleri nefsimizin yolunda hizmet ettirecektir. Cenâb-ı Allah’ın “Hiçbir yere sığmadım mü’min kulumun kalbine sığdım” demesi, mü’min kullardaki, Cenâb-ı Hakk’ın kemâlât tecellîsinin idrâkinden ibaret olduğu anlaşılmış oluyor. Allah hepimize bu idrakları nasîb etsin.

137

Page 138: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

HAKÎKATA VUSLAT

İnsanoğlu esfel-i sâfilin olan bu dünya âlemine bir imtihan için gönderilmiştir. Kendi insan-ı asliyyesini bilmek ve görmek için Kur’ân-ı Kerîm’in Enbiya Sûresinin 7. âyetindeki “Fes’elu ehlez zikri in küntüm la ta’lemun” “Siz Allah’ı bilmiyorsanız ehline gidip öğrenin” emrine tâbi olmaları lâzımdır. Maddî cisimlerin mahlûku mahlûk olarak gördüğümüz, beş duygumuza hitap eden bu fiiller âleminden, sîret âlemi olan letâfet âlemine geçebilmek için mutlaka bir İnsan-ı Kâmilden bunun tahsilini yapmak lâzımdır. Bütün fiillerin fâilini, mazharlara nisbet eden sâlik bu tahsilden sonra hiçbir varlığın kendine ait fiilinin olmadığını, bütün fiillerin fâilinin Allah olduğunun bilincine erecektir. Bu bilince eren sâlik, fiillerin sıfattan ve sıfatın da vücûdu olmadığı için Vücûdullah olarak, yalnız fiiller penceresinden üç tecellîyi de görmesiyle, melekût âlemi olan letâfet âlemine intikal etmiş olacaktır. Çünkü bu letâfet âlemi beş duygu ile algılanmaz. Yalnız zevk edilir. Fiiller âleminde maddî varlıklar, şeriat kuralları dahilinde hareket ederler.

Melekût âlemi olan gözle görülmeyen letâfet âleme geçerken, fiillerin sıfatlardan tecellî edişinin tefekkürü ve zaman, mekan ve ihvân durumuna göre ayrı şe’n ve tecellîde bilinip görülmesi, onu ahlâk ve edep güzelliği ile tarîkat seviyesi olan ilim ve irfâniyetteki ayrıcalığa yükseltecektir. Tarîkat düzeyindeki kişi neyin, neden, nasıl, ne şekilde oluştuğunu araştırmağa başlar. Yoksa günümüzdeki kadiri, rufai, nakşi gibi tarîkatlar değildir. İnsan-ı Kâmilin üfürdüğü rûh ef’âlin, sıfatın ve vücûdun sahibinin Allah olduğunu bilmekten ibarettir.”Allah, Âdem’i kendi sûreti üzerine yaratmıştır” Hadis-i Şerifi bizlere Allah’ın Hüviyyet ve Eniyyeti ile Âdem denen bu varlıkta kemâlâtıyla açığa çıktığını gösteriyor. Âdem sûreti deyince yanlış anlamayalım. Allah’ın sûreti sıfatlarıdır. Yani kemâl sıfatlarını insan varlığından açığa çıkarmıştır. Tabii ki burada sözü edilen insan, insan görünümünde olanlar değil, sûret ve sîrette insanlığını bulan İnsan-ı Kâmillerdir. Lâtif olan Melekût âleminin ef’âl, sıfat ve vücûd zevki insanda tecellî edince, her varlıkta tecellî edenin Cenâb-ı Hakk olduğu bilinci ile özde ihtilaf ve dargınlıklar kalmaz. Çünkü varlıkların hiçbir güç ve kuvveti olmadığı gibi hükmü de yoktur. Onlar yalnız Cenâb-ı Hakk’ın birer âletidirler. Cenâb-ı Hakk o varlıkları nerede kullanırsa orada görev yapmak mecburiyetindedirler. Bu Melekût âleminde, her varlığından görünen ve

138

Page 139: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

bilinen Cenâb-ı Hakk olduğu bilinci ile hareket ederler. İnsan, rûh itibariyle lâtif âlem olan Melekut âleminde yaşar ve zevkiyâb olur.

Bundan sonra kişi yoluna devamla, esmâ ve sıfatlar âlemi olan Mârifet âlemine intikal eder. Burada sâlik her gördüğü sıfatın esmâsını görür ve esmâlardan da müsemmayı görerek manevî sûretlerin mânâlarının zâhirde ortaya çıkışını seyreder. Cemalullah ile zevklenir. Hangi mazhardan nasıl zuhûra geldiğini yedibin hassas terazisiyle tartar ve ona göre tavır takınırlar. Her şeyi yerinde görür ve uygularlar. Bu âlemde vahdetin kesreti vardır. Yalnız tek olan Allah bilincinin kendi özünde sayısız tecellî ve mânâlar vardır. Şunu anlar ki bütün âlemde fâil-i mutlak olan tek Allah’tır.

Hiçbir varlığın bağımsız, kendine ait vücûdu yoktur. Sıfat ve esmâ âleminin mânâlarını teşkil eden bu Mârifet âleminde, çokluk müşâhedesi kaybolduğu için, artık tek olan Cenâb-ı Hakk’ın Vahdaniyet irfâniyeti başlamıştır. Kişi bu yerde çok dikkat etmesi gereklidir. Bu zevke sahip olan sâlikte, ilhamlar başlamıştır. İlhamlar iki yerden geldiği için çok dikkat etmek lâzımdır. 1- Nefisten 2- Rûhtan gelir. Kişi Cenâb-ı Hakk’tan başka O’nun dışında, bir varlık görüyorsa hala şirkten kurtulmamıştır. Bu gizli şirk hâlidir. Onun için kişi nefsini bilicidir. Bu yerde zaman zaman çok yükseklerden de sâlik haber alabilir. Fakat bunlara aldanmamalıdır. Dâima nefsini dinlemeli ve tam teslimiyet göstermelidir. Buradaki ayak kaymalarından ve yanılgılardan kolayca kurtularak vuslatında dâim olmalıdır. Lâhut âlemi, mârifet âleminden sonra gelen Zât âlemidir. Kişi burada Zâtıyla yaşadığı için ‘yalnız ben varım’ bilincinin kişide zuhûrudur.

Allah’ın Resulü “Allah’ın Zâtı üzerinde tefekkür etmeyiniz” buyurmuşlardır. Çünkü Allah’ın Zâtının yanında başka bir varlık yok ki onu tefekkür etsin. Ayrıca tefekkür sıfatla yapılacağı için, sıfatın Zâtı ihâta etmesi imkânsızdır. Onun için böyle buyurmuşlardır. Bu saydığımız nasut âlemi ( varlıklar âlemi) ayrı, melekût âlemi (lâtif veya sîret âlemi) ayrı, mârifet âlemi (ceberrut âlem veya esmâ ve sıfat âlemi) ayrı, lâhut âlemi (Zât âlemi) ayrı değildir. Bunlar anlaşılması için, sözde dört yönünün iç içe izâhından ve zevkinden ibarettir. Kişi insan-ı asliyyesini bu dört mertebede kâmilinden alacağı tahsilden sonra anlayacaktır. O zaman “Allah ayrı ben ayrı değilmişim. Cenâb-ı Hakk, bende zuhûra gelenmiş”diyecektir. Bu kemâlâta sahip olunca kendi diye bildiği varlığın da, kendisinin olmadığını o varlığın da Hakk’a ait olduğunu, bir âlet olarak kullanıldığını zevk etmek hakîkatin ta kendisiymiş diyecektir.

139

Page 140: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Cenâb-ı Hakk bizleri bu esfel-i sâfilin olan dünya bataklığından, İnsan-ı Kâmilin himmetiyle kurtarsın. Maddî vücûdumuzdan, daha bu âlemde geçerek rûh âlemine, oradan rûhun dört mertebede tecellî ederek, sıfat ve esmânın mânevî zuhûrâtının mârifet zevkine, oradan da Zât âleminin zevk ve yaşamını cümlemize nasîb ve müyesser etsin. Âmin.

HALİFE NEDİR

Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Kerîm’inde, Bakara Sûresi 30. âyette “Meleklere ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Melekler de, ‘Biz seni tesbih ve hamd ettiğimiz halde kan dökecek ve fesat çıkaracak kimse mi yaratacaksın’ demişlerdi. Allah da ‘Ben sizin bilmediklerinizi bilirim. ’ buyurdu.” denilmektedir.

İşte, ister peygamberlerden sonra toplumları, saadet ve mutluluk içersinde yaşayabilmeleri için vârisleri olsun, isterse, mürşîd-i Kâmillerin dünyada görevlerini tamamlayıp Âhirete intikal ettiklerinde yerine halifeler yaratılıp, Cenâb-ı Hakk’ın tâlimatıyla saadet ve mutluluklar sağlayacaklardır. İşte bunlar halifedirler.

Peygamberimiz bir hadisinde “Peygamberlerin vârisleri, ilmiyle âmil olan âlimlerdir” buyurmuştur. Görüldüğü gibi hitap meleklere yapılmaktadır. Bir Mürşîd-i Kâmilin etrafındaki bütün ihvânlar melektirler. Meleklerde nefis yoktur. Şu halde nefis yoksa neden Cenâb-ı Hakk’ın ben yeryüzünde bir halife yaratacağım sözüne itiraz etmişlerdir. Görüldüğü gibi lâtif olan meleklerden değil kesâfete bürünmüş olan ihvân durumundaki meleklerden bahsetmektedir. Çünkü melekler Rableri tarafından ne emredilmişse onun dışında hiçbir şey yapamazlar. İnsan vücûdunda göz kuvveleri yalnız görme fiilini, kulak duyma fiillerini ifâ eder. Onun için bir sâlik de Hakk’a küllî teslim olmuşsa, Rabbinin melekleridir. Onların içersinden günü gelince elbette bir halife yaratılacaktır. Fakat uzun seneler lâyıkıyle melekleşememiş ve ‘Rabbim her şeyi daha iyi bilir’ diyemeyenler, ‘Kan dökecek ve fesat çıkaracak bir kimse mi yaratacaksın’ diyeceklerdir.

Aslında manevî olarak onların sözleri de doğrudur. Çünkü halifenin görevi kan dökmek ve fesat çıkarmaktır. Zira görev gereği cehâlet ve gayriyet kanını akıtmaktır. Ayniyete duhûl ettiğinde eski emmâre duyguları veya arkadaşları, onu aralarından ayrıldığını görünce

140

Page 141: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

dedikodu yapacaklardır. Dolayısıyla da fesat çıkarmış olacaktır. İşte Cenâb-ı Hakk da ‘Sizlerin bilmediklerini ben bilirim’ diyerek halife tayin edeceği kişiyi çok iyi bilir ve Âdemiyetini bulmuş o hâlifeye allemel esmâyı yani âlemlerin isimlerini özel olarak öğreterek yetiştirmiştir. Bu âlemlerin esmâsı, merâtib-i İlâhiyedeki zâhir olan makâmların ilmi değildir. Çünkü İnsan-ı Kâmiller bir sâlike bütün merâtibi tahsil ettirir. Fakat Ahadiyete gelince burasını hiçbir kimse telkîn edemez. Ancak o mertebeyi Resûlullah efendimiz telkîn edebilir. Bazı dar görüşlüler, “Resûlullah’ın vârisi benim Mürşîd-i Kâmilimdir. O da bana bu altı Makâmı telkîn etti. Ben de altı günde yaratıldım ve Cenâb-ı Hakk’ın altı günde yarattım dediği, bu âlemi biliyorum” diyerek ilmî bir mütalaada bulunuyor. Maalesef aldanıyor.

Efendisinin onun peygamberi ve vârisi oluşu doğrudur. Fakat kişinin bu merâtib-i İlâhiye sonunda kendisinin Muhammediyyûn olmasıyla, mânen, bizzat Makâm-ı Mahmûd sahibi Resûlullah efendimiz, âlemlerin esmâsını bizzat kişinin kendinde vehbî olarak sırlarını göstermesidir. Yoksa kelâm olarak söylemek değildir. Bu da kişinin kesbî ilim sahibi olduğunu fakat vehbî ilim sahibi olmadığını gösterir. İşte Cenâb-ı Hakk evvelâ Âdem’e değil de meleklere ‘Allemel esmâyı okuyun’ diye emir buyurdu. Melekler de “Bize öğretilmeyeni biz bilemeyiz”dediler. Bilinmesi gerekli esmâlar ilimden ibaret olsa idi, bütün melek durumunda olan ihvânlara o ilim öğretilirdi. Demek ki o değildir. Pir Hazretleri Niyazi-i Mısrî’nin divanını şerh ederken bir hikaye anlatır. Zâtın birisi rüyasında kendini, Hz. İbrahim (A.S.) ile Hz. Âdem (A.S.)’in kabirlerinin arasında görür. Kabirden bu zâta “Allemel esmâyı oku” diye bir nidâ gelir. Bu zât da 99 Esmâ-ül Hüsnâ’yı okur. Fakat üç defa daha bu hitap tekrar eder. Eksik ya da yanlış okuduğunu düşünerek Esmâ-ül Hüsnâ’yı her seferinde daha itinalı okur. Buna rağmen hitap ‘Olmadı’ diye tekrarlanır.”Zürrâ, tâcir, haris isimlerini okumadın” denir. Burada Hakk ticaret yapar mı ziraat yapar mı sorusu akla gelir. Gerçekten de Hakk’ın kudreti olmazsa hiçbir şey olmaz. Onun için hakîkat-i insaniyye, Hz. Muhammed (A.S.)Efendimizin ilm-i Zâtiyesidir. Buna binaen, Âdem’e ‘Sen oku’ diye hitap edildi. O da hemen okuyuverdi. Çünkü zâhir ve bâtın yönüyle allemel esmâya vâkıftı. O yüzden “Âdem sizin ulunuzdur, O’na secde edin” denildi. Melekler tereddütsüz secde ettiler fakat İblis secde etmedi. Bu secde yere kapanarak yapılan secde değil, tâzim ve tâbi olma secdesidir. Cenâb-ı Hakk İblis’e secde etmemesinin sebebini sorduğunda İblis “Ben ateşten yaratıldım, Âdem ise topraktan

141

Page 142: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

yaratıldı. Ben ondan yüceyim” dedi. Yani O’ndaki Hakk'ın hilâfet sırrını göremedi. Yoksa her varlık Hakk’ın varlığı ile vardır. Cenâb-ı Hakk bütün varlıklarda, tafsilât-ı Muhammediyyesiyle tecellî edip durmaktadır. Bu tecellîler başka, hilâfet sırrını taşımak başka şeydir. Onun için de huzurdan kovulanlardan oldu.

Muhyiddîn İbnü’l-Arabî Hazretleri “İblis, ef’âl ve sıfat kemâlâtına sahip olduğu halde onlara ayrı ayrı vücûd vermesi nedeniyle, ef’âlin sıfattan sıfatın da vücûddan tecellî ettiğini bilemediği için, Âdem’in ayrı bir varlığı var zannı ile ‘Ya Rabbi, ben senden başkasına secde etmem. Bana ne emredersen yaparım, fakat senden ayrı olan bu Âdem’e secde etmemi emretme’ dedi. Halbuki Âdem’in varlığının, Cenâb-ı Hakk’ın varlığı olduğunu bilemedi.” demektedir.

Günümüzde de, Âdem’i ayrı, Hakk’ı ayrı mütalaa edenler hem Rablerini cahil, bilgisiz yerine koymaktalar, hem de halîfe olarak yaratılan kişinin varlığını kendisine nisbet etmekten mütevellit dâimî şirkte olduklarının farkında değildirler. Cenâb-ı Hakk böyle düşünenlere iz’ân versin, hidâyet ihsân etsin.

“Cenâb-ı Hakk her kime hilâfet vermişse, ona sayısız hikmetler ihsân edecektir.” âyetinden, halîfe mazharından tecellî edenin kendisinin olduğu anlaşılmaktadır. Bunu bilmek ve kabullenmek istemeyenler helâk olmuşlardır. Kur’ân-ı Kerîm’in Bakara Sûresi 247. âyetinde Musa (A.S.)’ dan sonra Cenâb-ı Hakk’ın Tâlut isminde birini kavmin başına padişah olarak gönderdiği, Tâlut fakir ve toplumda nüfûzlu bir kişi olmadığı için o toplum tarafından beğenilmediği, başlarına lider olarak kabul etmedikleri anlatılır. Cenâb-ı Hakk da lider olduğunun ispatının Musa ve Harun’ un emanet olarak bıraktığı levhaların sandukasının O’nda bulunması olduğunu söyler. Rablerinin bu ikazına bazıları inandı bazıları inanmadı. Musa (A.S.) on levha ile Rabbinden gelmişti. Rabbi “Bunun yedi levhasını ümmetine tâlim et. Diğerlerini öğretmeye kalkışırsan ümmetin onları kaldıramayacakları için seni inkâr ederler” dedi. O da bu insan vücûdundaki yedi sıfat-ı subûtiye sırlarını tâlim etti. Sanduka ise vücûd sandukasıdır. Bu sırlara vâkıf olan Tâlut’a tâbi olup inananlar, O’nunla birlikte yola çıktılar. Bir nehre geldiklerinde Tâlut “ Allah sizleri imtihan edecek. Kim bu nehirden içerse benden değildir, kim içmezse bendendir. Ancak eli ile alıp az bir miktar içenler müstesna “ demiştir. Askerlerin pek azı müstesna, çoğu kana kana içmişlerdir. İçenler güç ve kuvvetten düştükleri için, nehri geçememişler ve karşıdaki düşman olan Calut'la da muharebe edememişlerdir. Çok az sayıda asker, sudan içmemiş ve ‘Allah

142

Page 143: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

sabredenlerle beraberdir’ diyerek, daha güçlü ve kuvvetli olarak Calut'un karşısına çıkmışlardır. Tabiat suyu olan pozitif ilimden kana kana içip satırlardan öte sadırlara geçemeyenler, nefs-i emmâre padişahı olan Câlut'un karşısına çıkma gücünü kendilerinde bulamayacaklardır. Nefis suyunu içmekle imtihanı kaybetmişlerdir. Az miktarda içip sabrederek Câlut'un ordularının karşısına çıkanların arasında Davut (A.S.) da vardı. Davut (A.S.) Câlut'un karşısına çıkarıldı. Onu mağlup ederek öldürdü. Cenâb-ı Hakk da âyet-i kerimesinde “Davud'a padişahlık ve peygamberlik ihsân ettik.” buyurmaktadır.

Görüldüğü gibi, gerek peygamberlerden sonra gelen halifelere gerekse İnsan-ı Kâmillerden sonra gelen halifelere itirazlar hep devam edegelmiştir. Aslında hepsi aynıdır. Bizler bunları göz önünde bulundurarak, kişilere nisbet etmeden, Ahmet veya Mehmet mazharından halifenin Cenâb-ı Hakk olduğunun bilinci ile ona tâbi olalım. İnsan-ı asliyyemizi bulalım ve ihtilaflarla daha bu dünyada Cehennemimizi yaşamayalım. Tam teslimiyet ve inançla mutluluk ve saadeti yakalayıp yaşamımıza geçirmeyi Cenâb-ı Hakk cümlemize ihsân eylesin. Âmin.

HER ÂLEMDE AYRI VÜCÛD GİYERİZ

İnsan denen bu varlık baba sulbünde iken ayrı, anne karnında ayrı bir vücûd giymektedir. Dünya âlemine geldiğinde dünya vücûdunu giymektedir. Âlem-i Âhirete intikal ettiğinde de lâtif olan vücûdu giyecektir.

Biz baba sulbünde meni iken, vücûdumuz bir damla su halinde idi. Anne rahmine düştükten sonra, birinci kırk günde kan pıhtısı haline, ikinci kırk günde bir çiğnemlik et parçası haline geliriz. Üçüncü kırk günde yani yüzyirmi gün sonra dünyadaki vücudumuzun küçük bir nümunesi meydana gelecektir. Tıp ilminin bugünkü kadar gelişmemiş olduğu dönemlerde bunu söyleselerdi inanmazdık. Bebek anne karnında gıdasını göbek bağından almağa başlar. Bebek dokuz ay veya dokuz ay on gün gibi bir zaman sonra dünya vücûdu ile dünyaya gelir. Anne rahminde geçen sürede bebeğin içinde gelişip büyüdüğü ‘son’ dediğimiz organın da görevi biterek doğumla birlikte kişiden ayrılır. Artık bebek dünyaya yeni bir vücûd ve yeni bir gıda mekanizması ile gelmiştir. Anne karnında iken ilmi, aklı ve her türlü idrâki olmayan bu varlık, bundan böyle göbek bağından gıdalanmamakta, ağızdan gıdalanmaktadır. Beş duyusu anne

143

Page 144: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

karnındakinden farklı olarak faaliyete başlamıştır. Hasılı her ayrı âlemde, her yönü ile ayrı olan bu insanoğlunun dünya âleminde de yeni bir vücûd giydiğini ve yeni bir vuslat takviminin yapraklarını koparmağa başladığını görürüz. Elbette bir gün bu takvim yaprakları da sona erecek, bu dünya vücûdu da toprakta ifnâ olacaktır. Fakat öz olan rûhâniyeti ölmeyecek ve yoluna devam edecektir. Zâten rûh için ölüm yoktur. Ölüm bedenedir. Bu dünya âleminden, letâfet âlemi olan rûhlar âlemine geçen insanoğlu, o yeni âleminde de ayrı bir vücûd giyecektir. Dolayısıyla da “Dünya Âhiretin tarlasıdır.” Hadis-i Şerifi gereğince, dünyada i’tikad ve amel yönü her ne ise, Âhiret diye vasıflandırdığımız bedensel yaşamın sonu olan Âhiret âleminde bunun ceza ve mükâfatını görecek ve yaşayacaktır. Âhiret âleminde dünya vücûdu giymeyecektir. Oranın vücûdu lâtif vücûddur. Dünya vücûdu ise kesif vücûddur. Onun için oranın vücûdu ayrı dünyanın vücûdu ayrıdır. Baba sulbündeki vücûdun ayrı, anne karnındaki vücûdun ayrı, dünya vücûdunun ayrı olması gibi Âhiret vücûdu da ayrıdır. İnsanoğlu anne karnında göbek bağından gıdalanıyordu, dünyaya geldi, vücûdunun gıdasını ağzından almağa başladı. Âlem-i Âhirette de, rûhun gıdası olarak idrâk ve beyinden gıdalanmağa başlayacaktır. Yani beş bâtın duygularımızla. Bütün varlıklar her merhalede nasıl peyderpey tekâmüle doğru koşuyorsa, insanoğlu da, baba sulbünden Allah’ın Lâhut âlemi olan Zâtına kadar vuslat koşusundadır. Her devrede, üç yüz bin mertebe geçmekte ve insan-ı asliyyesini bulmak için çetin mücadelelerle yol katetmektedir.

Bir meyve çekirdeği sırrını kemâlâtıyla açığa çıkarabilmek için sonbaharda üç ay üç mertebede vuslat yolculuğu yapıyor. Kışın, üç ay üç mertebede vuslat yolculuğunu sürdürerek toparlanıyor. İlk bahar gelince, üç ay kendisini sergilemeye hazırlıkla vuslat yolculuğuna devam edip nihâyet yazın üç ay üç mertebede kemâlâtıyla meyvesinin ispatını yapıyor. Bu devrelerde yeterli bakımı yapmazsak, ilgi göstermezsek, o nisbette meyvenin de kemâlâtı eksik oluyor. Aynen insanoğlu da bunun gibidir.

Dünyada kişi tenceresine ne koydu ise, Âhiret âlemi dediğimiz letâfet âleminde de kepçesine o çıkacaktır. Âlem-i Âhirette de kişi üç mertebeden geçerek Zât deryasına vuslat bulabilir. Bu âlemlerin vücûdları bizim bildiğimiz gibi cismânî değildir. Hepsi de lâtif olup idrâk ve hislerle gıdalanırlar. İster Vahdet âleminde, ister Mârifet âleminde olsunlar, nurânî vücûdlarıyla Cennettekiler zevkten zevke geçerler. Cehennemdekiler de azâbtan azâba geçerler. Bir kişi rüyasındayken vücûdu yatakta olduğu

144

Page 145: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

halde rûh yönüyle her yere gidebiliyor. İşte bunun gibi, lâtif olan rûh için de zaman ve mesafe mefhumu yoktur.

Geçtiğimiz bu vatanlarda ayrı ayrı vücûdlar giyerek, o âlemlerde üçer yüz bin mertebe geçerek, Zât deryasına kadar bir vuslat koşusunda isek de, aslımız hiç değişmiyor. ‘Yunus’ esmâsı olan kişi sonuna kadar her âlemde ‘Yunus’ olarak anılmakta ve bilinmektedir. Allah cümlemizi her geçtiğimiz âlemde, bütün tecellîlerini dünyada iken görmek ve zevk etmek nasîb etsin. Âmin.

HER NEFS ÖLÜMÜ TADACAKTIR

Peygamber Efendimiz bir hadislerinde: “Küllü nefsin zaikatül mevd” “Her nefs ölümü tadacaktır.” buyurmuştur. Dikkat edilecek olursa, ölecektir demiyor, ölümü tadacaktır diyor. Şu halde, evvelâ nefs nedir ki, ölmüyor. Nefs, kişinin özüdür. Nefs kişinin, kendine nisbet ettiği ef’âli, sıfatı, zâtıdır. Yedi sıfat-ı subûtiyesinden, bedensel olan zâhir hizmetlerine, ikilik halinde Hakk’tan uzak oluşuna süflî nefs, Ulûhiyetteki rûhun emri doğrultusundaki, zâhir ve bâtın hizmetlerine de mutmain olmuş nefs diyoruz.

Nefsin tanımı, yalnız kişiye ait nefsin tanımı olmayıp, bütün varlıklardaki özün tanımı olmalıdır. Zira Peygamberimiz: “Allah evvelâ benim nefsimi yarattı” buyuruyor. Bu nefs, küllî nefs idi. Bütün varlıklarda, isti’dâdlarına göre tecellîsini gösterdi. Esfel olan bu dünya yüzünde, irfâniyetsizlikten mütevellit, esmâ ve sıfatları ayrı görmesi nedeniyle onu, zulmanî perdeler içinde, Rabbinden ayrı bıraktı. Bir kişinin, bu cehâlet ve gayriyet bataklığından kurtulabilmesi için, bir kâmil eteğine tutunarak, süflî nefs vâdisinden çıkması lâzımdır. İşte, kendisinde ve bütün âlemde tecellî eden, Cenâb-ı Hakk’ın tahsili ve üç yüzünü görmesiyle, nefs terbiyesini yapmış olacaktır. Şu halde nefs öldürülmüyor. Yalnız terbiye ediliyor. Peygamberimiz “Nefsini bilen Rabbini bilir” buyurmuşlardır. Dikkat edilirse burada da nefsini bilen Allah’ı bilir demiyor, Rabbini bilir buyruluyor. Çünkü mutlakiyeti ile Allah bilinmez. Allah, Rubûbîyyetine tecellî edince, kulluk mertebesinde Rabliği ile bilinir. Allah’ın Rubûbîyyetinin 1- Nübüvvet yönü 2- Kulluk yönü olarak iki yüzü vardır. Rabbini bilmeyen Allah’ı bilemez.

145

Page 146: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Kişinin nefsi olan özünü bilmesi, bütün varlıklarda tecellî eden Rabbinin zuhûrunu da bilmesi ve görmesi demektir. Şu halde nefsimiz olarak bildiğimiz Hakk’ın bizlerdeki tecellîsini, zâhir olan vücûd kafesinde hapsolduğu için ve idrâk edemediğimizden göremiyoruz. Cenâb-ı Hakk insanın vücûd kafesinde kendisini gizlemiştir.”Kullarım beni selamete çıkarırlarsa ben de onları ebedî saadet yurdu olan bâkiliğe kavuştururum, yok onlar beni bu beden kafesinden, irfâniyet ve kemâlâtları ile salıvermezlerse, cehâletlerinin gereği olarak, ikilik içinde, Cehennem’de yaşayıp duracaklardır” diyedir. İşte ölmezden evvel ölünüz emri bunun için verilmiştir. Maide Sûresi 35. âyette “Ey îmân edenler, Allah'tan korkun, O'na yaklaşmaya vesîle arayın, O'nun yolunda cihad edin ki, mutluluğa erebilesiniz” buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi, bir İnsan-ı Kâmile gidip, nefsimizi tanıyıp, nefs terbiyesini yaparak, Allah’a kavuşmanın farz olduğu anlaşılmaktdır. Bir kişinin, kendi bildikleriyle veya kitaplar okuyarak nefsini tanıması ve terbiye etmesi mümkün değildir.

İnsan-ı Kâmilde nefs terbiyesini yapanlar kurtulmuş, tahsil yapmayanlar maalesef esfel olan süflîyyât vâdisinde kalmaları nedeniyle kurtulamamışlardır.

Bu fiziksel olan bedenimiz fânîdir. Bunun hizmetinde bulunmak da fânîliği gerektirmektedir. Sîret vücûdumuz olan rûhsal yönümüz bâkidir, bunun hizmetinde bulunmak da bâki olacaktır. Bâki olan sîret vücûdumuz için, ölüm de yoktur. Ne kadar onun hizmetinde bulunursak o nisbette, selâmete çıkmış oluruz. Bu âlemde, en fazla % 49 fiziksel bedene hizmet etmek lâzımdır. Bunun ne kadarını aşağıya çekebilirsek o kadar manevîyatımız kuvvetleniyor demektir. En az da %51 rûhsal lâtif bedene hizmet etmelidir. Yoksa, bu gönül fabrikasındaki idare amiri, fiziksel bedeni birinci planda mütalaa edeceği için, hiçbir zaman süflîyyât vâdisinden kurtulması mümkün olmayacaktır.

Her kişi kendisini sorgulasın. Yaşantısında birinci plânda dünya işlerini yapıyor ve gayret gösteriyorsa, bilsin ki süflîyyât vâdisinde olmaktan mütevellit üzüntü, keder, stres, alamadım veremedim gibi bir çok dertler içinde kıvranmakta ve bu kişi yaşadığı müddetçe dünyada iken bile Cehennem’de yaşamaktadır. Elbette Âhirette de, yaptığı ibâdetler yeterli puan alamadığı için, murâdına eremeyecektir. Birinci plânda Allah’ı düşünerek, yaptığı bütün ameller Allah için ve Allah’ın rızasını kazanmak içinse, onun gönlünde Hakk’a yaklaşmaya bir nûr bağı olacak, her tecellînin Hakk’ın olduğunu bilecek, her olayı Hakk gözlüğüyle

146

Page 147: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

görmek onu mutlu edecektir. Yaptığı ibadetler saadet ve refah içinde yaşamasına vesîle olacağı için, süflîyyât vâdisindekiler gibi dünyada Cehennemini yaşamayacak, dâima kendisini Cennet’te hissedecektir. Âlem-i Âhirette de bu güzel halleri sıfatlara bürüneceği için Cennet’te olacaktır. Çünkü, dünya Âhiretin tarlasıdır. Dünyada gönül tarlana ne ekersen mahsul zamanı onu biçersin.

Gelin kardeşlerim gönlümüzün tarlasına, hiç olmazsa % 51 rûhaniyet mahsulünü ekmeye gayret gösterelim. Dâima zikirden, fikirden, şühûdlardan ayrılmayalım. Allah bütün kardeşlerime kolaylıklar ihsân etsin. Âmin.

HİCRET

Peygamber Efendimizin, Mekke-i Mükerreme'den, Medine-i Münevvere'ye gitmesine hicret denilmektedir. Mekke müşriklerinin peygamberimizi ve dolayısıyle de, inananları rahatsız etmeleri nedeniyle, evvelâ Peygamberimiz ve Ebubekir Hazretleri Medine’ye hicret etmişler, bunu takiben de, Allah ve Resulüne inananlar Medine’ye göç etmişlerdir. Bu göç edenlere ‘muhacir’, muhacirlere ev ve gönüllerini açan Medine ahâlîsine de ‘ensar’ denilmektedir. Mekke’de iken İslâmiyet, lâyıkıyle yayılmazken, Medine’ye hicret edilince, İslâmiyet çığ gibi yayılmağa başlamıştır. Zâhirdeki hicretle İslâmiyet çok şeyler kazanmıştır.

Bizler de nefis âleminden rûh âlemine hicret yaptığımızda çok şeyler kazanmış olacağız. Nefis âlemindeki kişiler, dünya meşgaleleri, stresler vb. gibi bir çok müşküller yüzünden rahatsız olmakta huzursuz ve mutsuz bir yaşam sürmektedirler. Peygamberimizin Medine’ye hicret edip de huzur ve mutluluğa ermesi gibi, bizler de Peygamber vârisi bir Mürşîd-i Kâmil vasıtası ile rûh âlemine hicret ettiğimizde, ikilikteki huzursuzluk ve mutsuzluğumuzun sona erdiğini göreceğiz.

Kur’ân-ı Kerîm de Mekke âyetleri ve Medine âyetleri olarak iki yerde nâzil olmuştur. Mekke’de nâzil olan âyetler bizlere i’tikad, amel ve nefisle mücadele metotlarını öğretmektedir. Her türlü ikilikteki Allah’ın bütün tecellîlerini öğrenmemizi ve cihad etmemizi emretmektedir. Medine’de nâzil olan âyetlere baktığımız zaman da, Allah’ın Vahdâniyyet deryasında yaşam biçiminin uygulanması ve her varlıktaki Cenâb-ı Hakk’ın fark dediğimiz şeriat gözlüğü ile şuhûd ederek, mutluluk ve saadet içinde dâimliği göstermektedir.

147

Page 148: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Şu halde Cenâb-ı Hakk bizlerden, Mekke ahâlisi olan nefis diyarından, Medine olan rûh diyarına hicret etmemizi istiyor. Bu da Ebubekir'in, Resûlullah'a tâbi olarak Medine’ye hicret ettiği gibi, O’nun vârisleri vasıtasıyla ve elbette bir merâtible mümkündür.

Kul ayrı, Allah ayrı iken, sefere çıkan bir sâlik, üç günlük ef’âl, sıfat ve Zât yolculuğunu yaparak hicret eder. Allah kuluna şah damarından daha yakındır. O halde hicret de kişinin kendinden kendine yaptığı bir seferdir. Yunus Emre'nin “Şeriat tarîkat yoldur varana, hakîkat mârifet ondan içeri” buyurdukları gibi bu yol ilim ve irfâniyet yoludur. Hakk ve hakîkata hicret etmeyenler, ibâdetlerinde taklîdden öteye geçemedikleri için huzur ve mutluluğa kavuşamamaktadırlar. Onun için bu dört ilmin zâhir ve bâtınını tahsil edip, yaşamak gerekir. İşte o zaman hicret edilmiş olacağından Resûlullah Efendimizin Medine’ye hicretinden sonra İslâmiyetin hızla yayılması gibi, bizlerin de gönül âlemine intikalimizle çok büyük zevk ve tebdilâtlarla mutluluğa sahip olacağımız muhakkaktır. Harabi Hazretleri bir ilâhîsinde şöyle buyurmaktadır:

Şer'i şerif inkâr edilmez amma

Şeriat var şeriattan içeri

Tarîkatsız Allah bulunmaz amma

Tarîkat var tarîkattan içeri

Gördüğün şeriat şeriat değil

Gittiğin tarîkat tarîkat değil

Hakîkat sandığın hakîkat değil

Hakîkat var hakîkatten içeri

Gel vech-i Harabi'ye eyle dikkat

Hakk’ın cemâlini görmek istersen rü’yet

Sadece Hakk var demek değildir mârifet

Mârifet var mârifetten içeri.

148

Page 149: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Demek ki, şeriat yalnız şekil olarak yapılan ibâdetler, emir ve yasaklardan ibaret değildir. Cenâb-ı Allah “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmekliğimi murat ettim. Bu halkı halk eyledim” buyuruyor. Zâtından halk dediği, bu Muhammed sıfatlarına tecellî ederek, onlardan da fiilleriyle kendisini şerh etmesi şeriattır. Her ne kadar şeriat Allah’ın emir ve yasakları ise de, tafsilât-ı Muhammediyye'de, Cenâb-ı Hakk’ın fark tecellîsini açığa çıkarmasından ibarettir.

Tarîkat da yol demektir. Bu yol ilim ve irfâniyet yoludur. İlim yolculuğuna da tarîkat denir. Tarîkat, bizlerde ahlâk ve edeb güzelliğini tesis eder. Bu da ef'al-i İlâhiye ve sıfat-ı İlâhiye zevkini tadanlarda hâl ile kendisini gösterir. Yoksa isim olarak söylenen şu veya bu tarîkat şeyhlerine tâbi olmak değildir.

Hakîkat ise Kur’ân’ın veya insanın sırlarına vâkıfiyettir. Her şeyin hakîkatini bilmek ve olmaktır. Her şeyin hakîkatini ilimle bilmek değil, bizzat kendinden kendine şuhûd ve müşâhede etmektir. Eşyanın hakîkati ef'al-i İlâhîyedir. Ef'alin hakîkati esmâ-i İlâhiyedir. Esmânın hakîkati sıfat-ı İlâhiyedir. Sıfatın hakîkati de Zât-ı İlâhiyedir. Şu halde, eşya Hakk değil, eşyanın hakîkati Hakk’tır. İşte bunu böyle zevk edebiliyorsak hakîkat içindeki hakîkati de zevk etmiş oluruz.

Mârifet zâhirde, az bir işi veya bir fiili mârifetiyle çoğaltmak, sanatın üstünlüğünü göstermekte ise de, mârifet sıfat ve esmâ ilmidir. Cenâb-ı Allah’ın Zâtından cemâdât, nebâtât, hayvânât ve insanlar mazharlarından nâmütenâhi esmâlar alarak, şeklinde, renginde, tadında, kokusunda, tabiatlarında, sonsuz değişikliklerle ressamlığını, mühendisliğini, nakkaşlığını sergilemesidir. Görüldüğü gibi şeriat basamağından dört merdiven çıkarak yani hicret ederek, nefis müşrikliğinden kurtulup, Medine’de ensarın arasında mutluluğa kavuşmak bizim hicretimiz olacaktır. Cenâb-ı Hakk bütün kardeşlerime bu hicreti nasîb etsin. Âmin.

HIZIR (A.S.) KİMDİR

Hızır demek “hazır” demektir. Zâhir ve bâtın Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerine vâkıf olan merâtib-i hayat sahibidir. Bu Cenâb-ı Hakk’ın tecellîleri olan zâhir ve bâtın, bütün müşküllerimizi halleden, Allah’ın görevli kıldığıdır. Bu ne demektir. Tevhîd mertebelerinin tamamına vâkıf olup, esfel olan bu dünya üzerinde ikilikte bulunanlara, her an hâzır ve nâzırlığı ile yol gösteren, onların sırat-ı müstakîmde ilerlemeleri için her

149

Page 150: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

ne gerekiyorsa yardımcı olan Allah’ın mübârek kullarındandır. Sûret ve esmâ yönü ile bu âlemden göçseler bile, letâfet âleminde de rûhların seçilmişlerinden olmaları nedeniyle diri olarak dâima görevdedirler. Onlar bizler gibi fiziksel bedenle kayıtlı değildirler. Tayy-ı zaman ve tayy-i mekân olan zamansızlık ve mekânsızlık durumunda oldukları için, bir vakitte bir çok yerde bulunmaları mümkündür. Hatta bazı şuhûd ve keşif sahibi evliyâların bunlarla görüştükleri bilinmektedir. Kesâfet ve letâfet âlemlerine vâkıfiyetleri nedeniyle, bizlerin bilmediği bir çok sırlara ve olağanüstü mârifetlere Cenâb-ı Hakk tarafından sahip kılınmış olmaları onların kesâfet ve ervâh âleminde yetki sahibi olduklarını gösterir. Dünya ve ukbâya ait Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerine vâkıf olmaları nedeniyle, insanlar tarafından, bazen Hakk Mürşîdi, bazen Hızır, bazen de evliyâ olarak vasıflandırıldıklarını görüyoruz. Bunların hepsi de doğrudur. Kur’ân-ı Kerîm’de Kehf Sûresinin 60 ilâ 83. âyetlerinde anlatılan kıssadan da anlayabileceğimiz gibi, Ulûlazîm peygamber olan Musa (A.S.) ilm-i ledün sahibi olmasına rağmen bazı şeyleri göremezken, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği kerâmet-i kevniyye tecellîleriyle, Musa’nın göremediği bazı şeylere Hızır’ın vâkıf olduğunu göstermiştir. Halbuki Musa Ulûlazîm bir peygamber, Hızır ise bir velîdir. Musa’nın bilmediği kevniyye tecellîleri O’nda zuhûr etmemiş olsa idi Cenâb-ı Hakk gönderir miydi. Onun için merâtib-i hayat olarak bilinen Hızır, bekâ âlemleri olan rûhlar âlemine vâkıfiyetleri nedeniyle, melekût âleminden, mârifet âleminden, lâhut âleminden bizlere kevniyye tecellîlerinden de haber getirirler. Onlar dâima hayydırlar. Gittikleri yerlerin yeşermesi de, gönüllere ekilen Muhammedî tohumunun yeşermesi gibidir. Zaten ancak diri olan ölüyü diriltebilir. Yoksa ölü ölüyü diriltemez. Ölümsüzlük suyu olan ab-ı hayatı içmiş, nasibi olup da içmek isteyenlere de dâima içirmekte olan Allah’ın mübârek kullarıdır. Resûlullah Efendimiz bir Hadisinde: “Musa Hızır’a biraz daha sabretmiş olsa idi, O’ndan çok şeyler öğrenecekti.” buyurmuşlardır.

HIZIR İLE İLYAS’IN TAŞIDIĞI MÂNÂ

Hızır, İlyas ve Zülkarneyn ab-ı hayatı (ölümsüzlük suyu) aramak için yola koyulmuşlar. Günlerce yolda yürümekten Zülkarneyn yorulmuş. Daha ileriye gidemeyeceğini söyleyince, Hızır ile İlyas, yollarına devam etmişler. Bir gün ab-ı hayata kavuşmuşlar. Her ikisi de kana kana içmişler. Beraberinde getirdikleri kapları da doldurarak, geride bıraktıkları Zülkarneyn’in yanına gelmişler. Ona ab-ı hayatı bulduklarını, kana kana

150

Page 151: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

içtiklerin söylemişler. Beraberinde getirdikleri ab-ı hayattan ona da vermişler. O da içmiş. İşte o gün bu gündür ölümsüzlüğe mazhar olan Hızır, kara parçasında, yani dünyada, İlyas ise denizlerde ve deryalarda, yani letâfet âleminde görevli olarak, bütün varlıklara ab-ı hayatı içirmekle görevlidirler.

Hızır demek “hazır” demektir. Hızır, insanların nefs âlemi, kesret âlemi olarak gördüğü bu fânî âlemde, her türlü müşkülleri halletmekle, insanların mutluluk, huzur, refah, irfâniyet ve kemâlât gibi Vahdâniyyet zevklerine sahip olmaları için görevlidir. Fiziksel bedenden beden ötesi ölümsüzlük âlemine geçmeleri için bir vesîledir. Onun için sâliklerin Hızırları da Mürşid-i Kâmilleridir. Çünkü bunlar, talip olanlara kendi insan-ı asliyyelerini buldururlar. Ölümsüzlük suyunu içirirler. Sâliklerin fânî olan bedenlerine takılmamalarını, rûhsal lâtif bedenin ölümsüzlüğünü onlara öğrettikleri için Hızırlarıdır.

Tevhide Hızır bir Mürşidi kamil,İlyasta Mürşidi kamile külli teslimiyeti ile teslim olan,tevhid tahsili yapan saliktir.Bunlar Mürşid mazharından tecelli eden tevhid mertebelerinin ilmi ledün olan ölümsüzlük suyu olarak tabir edilen ab-ı hayat suyunun elde edilmesidir. Aslinda,kamilin doğuşları salikin cenabı hakka teslimiyeti nisbetinde olduğu için ilhamlardan yalniz salik değil her ikiside istifade etmektedirler. Meratibi ilahinin sonunda,gül kokanların gül olduğu gibi İlyas da denizlerde ve deryalarda görevli olması,ayni ab-ı hayat suyunu içmeleridir. Deniz ve deryalardan kasıt, bekâ âlemi olan kişinin gönül âlemindeki, Cenâb-ı Hakk’ın Vahdet ve kesret yüzleriyle her an ayrı bir şe’nde tecellîsini Tevhîd yaparak, fark terazisiyle uygulama tahsilidir. Çünkü kulluğunu idrak edenler; gören, görme ve görünen hep kendisi olduğu için, Cenâb-ı Hakk’ın varlığı ile varlıklanma ölümsüzlük suyunun içilmesi demektir.

Günümüzde her Mayıs ayının altıncı günü, gençlerin yol ortasında ateş yakarak üzerinden atlamaları ve dilekte bulunmaları, deniz olan yerlerde de, bir şişenin içine çeşitli dileklerin yazılıp suya bırakılması kendilerindeki Hızır ile İlyas’tan haberdar olmamalarının bir sonucudur.

Zülkarneyn ikinci elden ab-ı hayatı içtiği için Kur’ân’da Kehf Sûresi 85. âyetten 99. âyete kadar bahsedilen “Zülkarneyn evvelâ batıya, yani güneşin battığı yere, sonra doğuya, sonra da üçüncü bir yöne giderek oradaki Ye’cûc ve Me’cûc’ten şikâyet eden kavme, Hakk ve hakîkati anlatarak faydalı oldu.” denilmektedir. Günümüzde de

151

Page 152: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Zülkarneyn gibi bir çok kâmillerden inanan kişilerin, irşâd olarak ölümsüzlüğe kavuştuklarını görüyoruz.

Aslında bir kâmil de, ikilikteki nefs vâdisinde olanlara Hızır görevini yapmakta, sâliklerin nisbî varlığını yok ederek, bekâda da İlyas esmâsıyla ab-ı hayatı ihvânlarına içirip durmaktadırlar. Hızır ile İlyas aynı kişiden tecellî edebileceği gibi ayrı kişilerden de aynı kemâlâtta tecellî edebilir. Yeter ki ab-ı hayatı yani ölümsüzlük suyunu içmiş bu kâmillerden her türlü ihtiyaç ve eksiklerimizi isteyelim, tamamlayalım. Zanda ve hayâlde yarattığımız Hızır ile İlyas’tan istekte bulunursak murâdımıza kavuşamayız.

HZ. YUNUS (A.S.) KISSASI

Yunus (A.S.) Musul civarında, Ninova şehri ahalisine gönderilen İsmailoğullarından bir peygamberdir. Ahalisine otuz üç sene Hakk ve hakîkati anlattığı halde, kavmi O’na itaat etmedi. O da üç güne kadar kendine tâbi olmayışlarından mütevellit helâk olacaklarını söyleyerek kavminin arasından ayrılıp bir gemiye bindi. Gemide kur'a çekildi ve kur'a Yunus (A.S.)’a isabet etti. O’nu denize attılar. Cenâb-ı Hakk Yunus (A.S.)’a, bir yunus balığının yutmasını tecellî ettirdi ve kırk gün yunus balığının karnında kaldı. Bu müddet içinde Yunus (A.S.) hep zikir yapıyordu. Zikrinde “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke inni küntü minezzâlimin” diyordu. Yani “Noksan sıfatlardan münezzeh olan Rabbim, beni zâlimlerden bir daha eyleme” diye tesbih ediyordu. Saffad Suresi 139 ilâ 149. âyetlerde bu kıssa anlatıldıktan sonra âyet-i kerime şöyle devam ediyor: “Biz onu açık bir sahaya attık. O hasta idi. Üzerine kabaktan bir ağaç gerdik. Kısa zamanda sıhhate kavuşarak kavminin yanına gitti. Kavminin yüzbin mevcûdu vardı. Yunus (A.S.)’un kavminden ayrılırken söylediği sözler tahakkuk etmişti. Birinci günde, her taraf sararmış, ikinci günde kırmızılaşmış ve üçüncü günde de her taraf kararmıştı. Kavmi bunları görünce nedâmet duyarak tövbe edip Allah’ın birliğine inandılar. Kendilerinin arasına Yunus (A.S.)’un geri döndüğünü görünce, hepsi îmân edip uzun seneler Yunus’la beraber o kavim mutluluk içinde yaşadılar.” Peygamber Efendimiz de bir hadislerinde “Mutluluk içinde en uzun yaşayan kavim, Yunus (A.S.)’un kavmidir” buyurmuşlardır.

Anlatılanlar Tevhîdde, sâlikin enfüsünde rûh Yunus’unun, beden balığının karnında kırk gün kalarak insan-ı asliyyesini bulması veya bir

152

Page 153: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

sâlikin Mürşîd-i Kâmil terbiyesinde kırk gün, yani zâhir ve bâtın beşerden on duygusu ile Tevhîd mertebesi olan dördüncü Makâma kadar İnsan-ı Kâmilin tahsilinde bulunmasıdır.

İnsan isyanlarda bulundukça rûhu dâima zulmettedir. Bir İnsan-ı Kâmile gelip nefsini terbiye ederek kendi diye bildiği varlığı Hakk’ın varlığında yok edebilirse, Yunus (A.S.)’un balığın karnındaki karanlıktan kurtulması gibi, rûh da bu ten zulmetinden kurtulmuş olur. Çünkü bu âlem deniz, ten balık, rûh da Yunus gibidir. Âfâkımızda ise ten balıkları yanı sıra can balıkları olan İnsan-ı Kâmiller de mevcuttur. Onlar senin ve benim gibi seçilmiş rûhânî Yunusları, Cenâb-ı Hakk’ın emriyle dâima yutuyorlar. Bizleri kırk gün kendi terbiyelerinde, bizlere göre karanlık bir yerde tutuyorlar. Sâlik bu terbiye müddetince nisbîyetlerinden kurtulup nefsini tanıyınca, Yunus gibi nedâmet duyarak “Ya Rabbim, beni artık zâlimlerden eyleme” diye dua etmiş olacaktır.

Cenâb-ı Hakk, yasak meyveyi yiyip “Ben nefsime zulmettim” dediğinde Âdem (A.S.)’i affettiği gibi, Yunus'u da affederek selâmet sahiline çıkarıyor. Sahile çıktığında Yunus (A.S.) hasta idi. Yani henüz daha kemâlâta gelmemişti. Bir zaman sonra kemâlât zuhûr eder. Kavmine döndükten sonra kavminden O’na îmân etmeyen hiçbir kişi kalmadı. Hepsi îmân ettiler. Çünkü Yunus aralarından ayrılırken, üç gün içinde îmân etmedikleri için helâk olacaklarını söylemişti. Onlar da bu zuhûrâtı gördüler. Birinci günde ef'al-i İlâhiyenin tecellîsi ile kendi varlıkları sararıp soldu. İkinci günü sıfatların mevsûfunun Hakk’a ait olduğunu gördüklerinde ne sevap ne de günah işleyememe varlıklarının can damarı olan kanlarının aktığını da gördüler. Güneş bile ziyasını kaybettiği zaman kızarır. Üçüncü gün ise, vücûdlarının Vücûdullah olduğunu anladıklarında secdeye kapanarak Yunus (A.S.)’un Rabbine îmân ettik dediler. İşte bir sâlikin de nefsinin mutmain olmasıyla, uzun seneler, mutluluk içinde Yunus (A.S.)’un kavmini yaşaması budur.

Yunus (A.S.)’un bu tesbihi ile dâima meşgul olalım. Vücûd ülkemizde a’za ve sıfat kavimlerimizin rûha olan idrâk tâbiliğini istiyorsak, ikilikteki nefis vâdisinden, teklik olan rûh vâdisine geçerek vücûd ülkemizde rûhu padişah yapmamız gerekmektedir. Vücûd ülkesinde rûhumuz padişah olunca, bütün sıfat ve a’zalarımız da mutmain olarak onu en güzel bir biçimde açığa çıkaracaktır. Artık kulak Hakk ve hakîkati duyan, göz Hakk ve hakîkati gören olunca, hiçbir ihtilaf kalmayacağı için huzur ve saadet içinde yaşanmış olacaktır. Cenâb-ı Allah bütün kardeşlerime Yunus (A.S.)’un mutluluğu tattırsın. Âmin.

153

Page 154: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

HZ. YUSUF KISSASI

Müşriklerin önde gelenlerinin Resûlullah Efendimize Yusuf kıssası ile ilgili olarak Yakub (A.S.)’un Şam’dan Mısır’a ne için göç ettiğini sorması üzerine Yusuf Sûresi nâzil olmuştur.

Bir gün Yusuf babasına “Babacığım ben rüyamda on bir yıldızla ay ve güneşi bana secde ederlerken gördüm”dedi. On bir yıldız kardeşleri idi. Bunlar zâhirdeki 1-İşitmek 2-Görmek 3- Koklamak 4- Tatmak 5- Dokunmak duyguları ile bâtındaki 1- Hissi müşterek 2- Hayâl 3- Vehim 4- Hafıza 5- Haset 6- Gazap idi. Ay ise Yakub’un eşi olan nefsi, güneş de babası Yakub (A.S.)’dur. Yusuf rüyasında kardeşlerini yıldız sûretinde, babası Yakub’u güneş sûretinde, Yakub’un eşini de ay sûretinde görmüştür. Bunların cümlesinin Yusuf’a secde etmeleri, ileride Yusuf’un cümlesine Sultan olacağına işarettir. Çünkü rûh veya ‘Can Yusufu’ zâten vücûd mülkünün sultanıdır. Fakat kemâle gelmeden bunu idrâk etmesi mümkün değildir. Yusuf Sûresi 5. âyetinde “Babası: "Yavrum, rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar; çünkü şeytan, insana belli bir düşmandır” buyrulmuştur. Babası Yakub Yusuf’un rüyasından sonra O’nun küllî bir isti’dâda sahip olduğunu görünce, peygamber vârisi olacağını anladığı için diğer kardeşlerinden fazla sevmeğe başladı. Kardeşleri de bunu gördükleri için tuzak kurdular. Babalarına gelerek dediler ki: “Ey babamız sen bize neden inanmıyorsun, onu bizimle kıra gönder de bol bol yesin oynasın. Şüphesiz ki biz onun koruyucularıyız” dediler. Yakub dedi ki: “O’nu götürmekle hem beni tasaya düşürürsünüz hem de gafil bulunurken O’nu kurda yedirmenizden korkarım.” dedi. Zira Yakup bir gün rüyasında dağın başında Yusuf’a on kurdun birden hücum ettiğini, Yusuf’un aralarında kaybolduğunu gördü. Onun için onlara “Kurt yemesinden korkarım” dedi.

Elbette bir kişi nefsin isteklerine uyarsa, nefs-i emmâre olan kurda kaptırmış olur. Kardeşleri Yusuf’u kıra götürdüler. Ve kuyuya attılar. İşte bizlerdeki can Yusufunun bu beden kuyusuna atılmasıyla, esfel-i sâfilîn olan bu dünya bataklığından, Hakk ve hakîkat ticareti yapan İnsan-ı Kâmil’in himmetiyle, Tevhîd kervanından bir sucunun kuyudan su çıkarması sonucu vesîle olarak kardeşleri tarafından kervancı başına satılması zuhûr etmiştir.

154

Page 155: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Yusuf kuyuya atılınca Cebrail hemen ona beyaz bir gömlek giydirmek sûretiyle O’nu boğulmaktan kurtarmıştır. Bu gömlek, İbrahim (A.S.)’i Nemrut tarafından ateşe atıldığında ateşten koruyan Tevhîd gömleği idi. Beden varlık kuyusuna atılan Can Yusufu kervancı başı olan Mürşid-i Kâmil’e pul olup satılmıştır. Mısır ülkesine doğru, kervanda yol alan bir köle olarak yolunda ilerlemeye devam etti. Hasan Basri Hazretleri “Yusuf kuyuya atıldığında tam oniki yaşında idi. Babası ona kırk sene sonra mülâki olmuştur” buyurmakla, bir sâlikin akıl baliğ olduktan sonra, Hakk’ta Hakk olup, kalb sahibi olarak zuhûra gelişini ifade etmektedirler.

Peygamber Efendimiz de bir hadislerinde “Yusuf’u kardeşleri sekiz cevize sattılar” buyurdular. Bu, sekiz sıfat-ı subûtiyenin nefs-i emmâre tahakkümünden Mürşid-i Kâmil emrine bir anlaşma ile verilmesi demektir. Kervanla Mısır ülkesine varıldığında Maliye Nazırına köle olarak satılması ile Züleyha ile karşılaştı. Züleyha bir padişahın kızı idi. Rüyasında çok güzel bir erkek gördü.”Sen kimsin” dedi. O da “ben Mısır padişahıyım” dedi. Züleyha bu rüyanın te’sirinde kaldı. O’nun bu halini görenler “Bu âşık” diyorlardı. Kendisine evlenmek için talip olanların da bütün tekliflerini reddediyordu. Bir gün Mısır padişahının yanına gitti. Rüyasında gördüğünün o olmadığını görünce üzüldü. Gâipten bir ses “Üzülme kızım, günü gelince o gördüğüne kavuşacaksın.” dedi. İşte o zaman şükür secdesi yaptı. Yusuf’la karşılaşınca rüyasında gördüğünün o olduğunu anlayıp O’nun güzelliğinden mütevellit ona sahip olmak istedi. Çok diller döktü, ama sahip olamadı. Zorla sahip olmak istediğinde de gömleğini arkadan yırttı. Gömleğin önü rûh tarafı, arkası da nefs tarafını remzeder. Tevhîd gömleğinin arka tarafından yırtılması nefsin onu yırttığını gösterir.

İşte kul Allah’a tam yönelince, Tevhîd gömleği arka tarafından yırtılır. Sad Sûresi 83. âyette “ ‘Ancak içlerinden ihlâs ile seçilmiş has kulların müstesna’ dedi” buyrulmuştur. İşte burada da görüldüğü gibi Şeytan Yusuf’u yolundan saptıramamıştır. Züleyha’nın karşısına o anda kocası çıkınca Züleyha yalan söyleyerek efendisine “Bu köle benim nefsimden murad almak istemiştir” dedi. Gömleğin arkasından yırtılmasını gören efendisi ise durumu anlamıştır.

Züleyha’nın Mısır kadınlarına imtihanına gelince, şehirdeki bir kısım kadınlar Azizin karısının kölesi olan Yusuf’un nefsinden murad almak istediği söylentisini duyunca “Bu kadın apaçık bir sapıktır” dediler. Şehirdeki kadınlar nefsin kuvveleridir. Burada Yusuf rûhu, yani Allah’ın emirlerine itaatı ve yasaklardan kaçınmayı, Züleyha dünya ve nefsi,

155

Page 156: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

şehvet ve arzuları, Mısır azizi de dünyaya meyyal olan Züleyhalara söz geçiremeyen dünya adamlarını remzetmektedir. Züleyha şehirdeki bütün kadınları topladı ve her birine tabak içinde elma ile bıçak verdi. Yusuf’a da karşılarına çıkmasını söyledi. Karşılarına çıkan Yusuf’u görünce bütün kadınlar Yusuf’un güzelliğinden kendilerini kaybederek önlerindeki elmaları kesecekleri yerde ellerini kestiler.”Bu bir insan değil sanki bir melektir” dediler. Rûhun nurunu görenlerin elbette fiillerin fâilini Allah’a nisbet ederek kendilerine nisbetleri kesilecektir. Yusuf’u dedikodular kesilinceye kadar zindana attılar.

Zindanda iki arkadaşı vardı. Onlar Yusuf’a rüya gördüklerini söyleyerek tâbir yapmasını istediler. Biri “Ben rüyamda şarap olacak şırayı sıktığımı görüyorum” dedi. Diğeri de “Rüyamda başımın üzerinde ekmek taşıdığımı ve bu ekmekten kuşların yediğini görüyorum” dediler. Yusuf rüya tabirinde, biriniz efendisine şarap sakîliği yapacak, diğeri ise zindandan çıkınca asılacak ve kuşlar başından yiyecek dedi. Şarap aşkı remzeder. Vehbî ilimle Fenâfillâh olup Hakk’a vâsıl olacağını ve padişah olan rûha hizmet edeceğini, diğerinin ise kesbî ilimle ef’âl, sıfat ve vücûdunun ifna olmasını bekâ kuşu olan Kâmilin de onun gayriyetlerini yiyerek Hakk’a kesbî bir ilimle vâsıl olacağını belirtiyor. Çünkü padişaha aşk şarabını içiren şarapçıdır. Diğeri ise nefsten ayrılmayan beden şehrinin ekmekçisidir.

Yusuf, rüyasında şarap gören arkadaşına “Hapisten çıkınca sahibinin yanında beni hatırlat” demişti. Arkadaşının bunu unutması sonucu Yusuf yedi sene daha zindanda kaldı. Rûh Makâmında vücûdu talep etmek elbette yedi sıfat-ı subûtiyeden zuhûra gelesiye kadar zindanda kalmak demektir. Çünkü bu mertebede kul bâtın Hakk zâhirdir. Rûh Yusufu sıfatlanmadan kendini ispat edemez.

Mısır melikinin rüyası ve Hz. Yusuf’un tabiri:

Padişah “Ben rüyamda yedi semiz sığırı yedi zayıf sığırın yediğini ve yeşil yedi başağın da yedi kuru başağa sarılıp galip geldiğini gördüm” dedi. Yusuf bu rüyanın tabirinde “Âdetleriniz üzerine yedi sene tohum ekersiniz, mahsulün ancak yiyeceğiniz kadarının az miktarından maadasını başaklarında terk ediniz. Sonra bolluk senelerinden sonra şiddetli yedi sene kıtlık gelecektir. Şiddetli kıtlık senelerinden sonra da bereketli bolluk seneleri gelecektir” dedi. Yani normal bir kişinin nefsi doğrultusunda yedi sıfat-ı subûtiyesini kullanması bidâyette bolluk

156

Page 157: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

yıllarıdır. Sonra Kâmilin nefs terbiyesinin ardından sâlik, yedi semiz nefs sıfatlarının, rûh sıfatları olan zayıf yedi sığır tarafından yendiğini görecektir. Yedi yeşil başak olan rûhânî yeşil başakların yani sıfatların, kendine nisbet edip zayıflamış ve kurumuş olan başağı ihâta ettiğini, onun artık hakîkat deryasında hiçbir sözünün geçmediğini zamanla anlayacaktır. Bir sâlikin rûhaniyet yönünün nefs yönüne galip gelmesi demek kuvvetlenmiş olan rûhaniyet yönünün nefs kuvvelerini dâima bağlamış bir vaziyette tutması demektir.

Yusuf beraatından sonra melikin tahtına oturdu.”Biz onu yer yüzünde halife kıldık” denildiği gibi kavseyn Makâmına oturup hazinelerin de tasarrufunu eline aldı. Yusuf’un Mısır’a zâhire almak için giden kardeşlerini can Yusufu hemen tanıdı. Nefs olan kardeşleri ise hiçbir zaman Yusuf’u bilemezler. Yusuf onları tanıyınca “Babanızdan olan kardeşinizi de bana getiriniz” dedi. Bu sözüyle ‘kuvve-i akliyyeyi veya tefekkürü getirmezseniz bir daha bana yaklaşamazsınız’ demek istedi. Yakub (A.S.) oğullarına “Bir kapıdan girmeyiniz, ayrı ayrı kapılardan giriniz” diye tenbihatta bulundu. Yani ‘kalb şehrine vahdet ve kesreti ile giriniz veya hakîkat ve şerîat kapılarından giriniz, şerîatsız hakîkat ve hakîkatsız şerîatla Mısır ülkesi olan gönül evine giremezsiniz’ dedi. Yakub (A.S.) ilim sahibidir. Şühûd ve ayan sahibi değildir. Kemâlât, akıldaki ilimden ibaret değildir. Havvas sahipleri akl-ı külün ilmini bilmezler. Akl-ı maaş ve akl-ı meadı bilirler. Yusuf kardeşlerinin içeriye girdiğini görünce Bünyamin’e doğru ilerleyerek onu kucaklayıp bağrına bastı. Gizlice kulağına “Ben senin kardeşinim, diğerlerinin bize yapmış olduğu ihanet sebebiyle sen mahzun olma” dedi. Altın tas olan ilim ve irfâniyet kuvvelerini Bünyamin’in yüküne koydurdu. Sonra “Ey kafile, durunuz. Siz hırsızsınız” diye bağırıldı. Çünkü kalbin isti’dâdı altın tastır. Yusuf’un kuyuya atılması ile Yakub (A.S.)’un gözleri görmez olmuştu. Yusuf’un Makâm ve kemâlâtını idrâk edememekle şühûdsuz kaldı. Sonunda Yusuf “Bu gömleği babama götürün de babamın gözlerine sürün. O artık bundan sonra rahatlıkla görmeye başlar. Sonra bütün ailenizle birlikte bana gelin” dedi. Yusuf’un gönderdiği gömlek Tevhîddeki kemâlâtın cemâl nurlarıdır. Bununla gözleri görmeyenlerin körlükleri izale olur. Yakub ailesiyle birlikte Mısır’a vardığında onları Yusuf karşıladı ve birbirlerine sarıldılar. Babasını ve annesini tahtının üzerine oturttu. Hepsi O’na hürmetle eğildiler.

Yusuf “İşte daha evvel gördüğüm rüyam tahakkuk etti. Şüphesiz ki her şeyi hakkıyla bilen tam hikmet sahibi olan ancak O’dur.” Ve kırk

157

Page 158: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

sene sonra Yakub Yusuf’una kavuşmuş oldu. 23 sene daha beraber yaşadılar.

Şu halde Yusuf kıssası, bir sâlikin Mürşid-i Kâmile gelip merâtib-i İlâhiyeyi tahsil edinceye kadarki bütün safhalarını tek tek anlatarak üzerinde derin derin tefekkür etmemizi gerektiriyor. Yusuf Sûresi 111. âyette “Gerçekten onların kıssalarında akıllılar için bir ibret vardır! Bu Kur’ân uydurulur bir söz değil, ancak kendi önündekinin tasdiki, her şeyin açıklayıcısı ve îmân edecek topluluk için bir hidayet, bir rahmettir!” buyruluyor.

Muhakkak ki Yusuf (A.S.) ve kardeşlerinin kıssalarında Tevhîd ehline sayılamayacak kadar ibretler vardır. Bunlar uydurulabilecek birer söz değildir. Her şeyin tasdiki ve tafsilinin îzâhıdır.”İman eden bir cemâat için bir hidâyet ve rahmettir o” denilmektedir. Resûlullah efendimize ilk defa bu sûre kıssa olarak indirilmiştir. Başka sûrelerde çeşitli vak’alardan ve peygamberlerden bahsedildiği halde Yusuf Sûresinde başka hiçbir vak’a ve peygamberden bahsetmeden yalnız 1’inci âyetten 111’inci âyete kadar Yusuf vak’asından başka bir olaydan bahsedilmemektedir.

Bu da gösteriyor ki Tevhîd ehilleri buna çok dikkat etmeleri gereklidir. Çünkü merâtib-i İlâhinin bütün safhaları ayrı ayrı şifreli olarak îzâh edilmiştir. İster nefsinizden rûhunuza kadar bir enfüsî tahsil mekanizmasında değerlendirme yapın, isterse Tevhîd ilmine yeni dahil olan bir kişinin Mürşid-i Kâmili ile arasındaki münasebetleri mütalaa edin. Enfüsü ve âfâkı aynıdır. Rabbim bütün sohbetlerde bu kıssayı tekrar tekrar işlemek ve onunla yaşama geçmek nasîb etsin. Âmin.

İBRAHİM (A.S.)’IN YILDIZA, AY’A VE GÜNEŞ’E RABBİM DEDİĞİ ÂYETİN TE’VİLÂTI

Kur’ân-ı Kerîm’in Enam Sûresi 76-79. âyet-i kerîmelerinde İbrahim (A.S.)’in çocukluğunda evvelâ yıldızı görerek “Bu benim Rabbimdir.”demesi, sonra batmasıyla Ay’ı görüp “Rabbim bu olsa gerektir” demesi, sonra Ay da bâtınca Güneş’in doğmasıyla “Bu hepsinden parlak, Rabbim budur.” demesi onun da battığını görünce “Batanlar benim Rabbim olamaz. Yüzümü, yer ve gökleri yaratan Allah’a çevirdim.”diyerek Rabbini layıkiyle bulması ve idrâk etmesi anlatılmaktadır.

158

Page 159: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Zâhiren böyle ifade edilmişse de, ilim yoluyla da Rabbimizi bulabileceğimiz bizlere söylenmektedir. Hatta sohbetlerde ilimle mukayyed olan bu âlemde, Allah’ın tecellîlerinden olan ef’âl yıldızları, sıfat ay’ı ve Zât güneşi gibi ilmî bazı tabirlerle İbrahim (A.S.)’in ilmî zevkine ortak olmak mümkündür.

Bir Mürşid-i Kâmil’in irşâdı ile nefs mertebesinde nefs yıldızlarını gören bir kişi elbette kendi sıfatlarından tecellî eden duymak, görmek gibi bütün yıldız pırıltılarını kendisine nisbet eder. Dolayısıyla da onun Rabbi yani terbiye ve irşâd edeni kendisidir. Onun için kişiye Hakk teâlâ kendi yıldızını göstermektedir. Ve hâl lisaniyle “Benim Rabbim budur.” der.

Nefs Makâmından geçip kalb nurlarının doğduğunu görünce, nefs yıldızlarının kendilerine ait nurunun olmadığını gecenin zulmanîyetini nuruyla aydınlatan Ay’ın aydınlığına binaen “Benim Rabbim budur.” der. Çünkü kalb bütün vücûdun komutanıdır. İnsan vücûdundaki sıfatların hepsinden o nurun müşâhedesini yapan kalbdir. Onun için Mürşîdler kalb sahibidirler. Bütün sâliklerinden bilen, gören onlardır. Bu yüzden kalb Makâmında zulmanîyet ve hafî şirk kalmaz. Kişi bu mertebede rûh güneşinin doğduğunu görünce “İşte bu daha parlak, batanlar benim Rabbim olamaz, benim Rabbim budur” der. Çünkü rûh güneşini gören bir kişi kalbinde kendine has bir nurunun olmadığını, kalbdeki o nurun rûh güneşinden geldiğini görür ve zevk eder. Çünkü kalb zaman zaman nefsin hicablarıyla etkilenebilir. Kişi rûh nurunun tecellîsine mazhar olunca elbette “Rabbim budur.” diyecektir.

Kişi bir gün fâni olunca ondaki rûh güneşinin battığını gören bizim gibi İbrahimler işte o zaman her şeyi idrâk edip “Batanlar benim Rabbim olamaz. Ben yerlerin ve göklerin yaratıcısı olan Allah’a döndüm.” diyerek Allah’ı, mazharlardaki rûha nisbet etmez. Zâtını bütün sıfatlarından ilâneden Allah hiçbir mazharla kayıtlı değildir. Mazharlardaki güneş dâima batmaya mahkûmdur.

Onun için kişiler nefs Makâmından kalb Makâmına oradan da rûh Makâmına ve bunların hepsini ihâta eden âlemlerin Rabbini bilmek suretiyle İbrahim (A.S.) esmâsı ile vuslat bulmalıdır. Dâima kendini muhasebeye çek. Sen bu mertebelerin hangisinde yaşıyorsun. Nefsine hizmet ediyorsan her şeyi ne kadar bilirsen bil, bildiğini yaşamıyor ve hayata geçiremiyorsan melamî değil kelâmisin. Yüz yıl yemek yesen yine de doyamazsın. Kelâmiler hâle geçmeden sohbetlerle kendilerini ayakta

159

Page 160: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

tutmaya çalışırlar. Hal ehliysen ahlâkında ve hareketlerinde de Tevhîd yönün görünüyor demektir. Sen kalb ehliysen ve Tevhîdi yaşantına intikal ettirdiysen rûh ehli olarak hem güneşini vücûd ülkende doğurmuş, hem de onu kayıtsız olarak zevk ediyorsun demektir.

İnsanlar lâyıkıyle Hakk teâlâ’yı idrâk etmiş olsalardı kulların ve herhangi bir şeyin vücûdunun olmadığını, her şeyin ancak Hakk ile kâim olduğunu bilirlerdi. Halbuki bütün mevcûdât Hakk’ın Vücûduyla mevcûddur. O’ndan başkasının vücûdu yoktur. Vücûd ancak Hakk’ındır. Bu şehâdet âleminin hepsi Hakk’ın zâhiridir. Gayb âlemi de Hakk’ın bâtınıdır. Her bâtının da bir zâhiri vardır. Dolayısıyla ilim ve bâtın hikmetinin İnsan-ı Kâmil’den başka bir mazharı da yoktur. Peygamberler Hakk’ın sûret itibariyle zâhiridir. Mânâ itibariyle Hakk’ın bâtınıdır. Hakk’ın ilmi peygamber ve evliyanın kalbine iner. Lisanından ise zâhir olur. Bunlarla Hakk Teala kullarını Zâtına davet eder. Bu âlemde kat’iyen ikilik yoktur.

İMAMIN CEMAATİNİ SELÂMETE ÇIKARMASI

Câmilerimizde ezanla birlikte toplandığımızda, farz olan namazlarımızı imamla kılarız. İmam önder demektir, lider demektir. İmam Resûlullah Efendimizi temsil etmektedir. O’nun vekilidir. Hâl lisanıyla imam “Ey cemaatım, bana tâbi olursanız, sizi ikilikten kurtarıp birliğe çıkarmaya söz veriyorum. Bütün mutsuzluk ve huzursuzluklar, Allah’tan uzak kalmaktan meydana gelir. Selâmete çıkmak ve Hakk’la beraber olmak istiyorsanız, bana tâbi olunuz. Saadet ve Refaha o zaman kavuşabilirsiniz. Kulluğunuzun idrâki ile dâima Âhiret mutluluğuna ermeniz mümkündür.” der. Cemaat da hâl lisanıyla “Biz bu mükâfatlara sahip olmak için geldik.” diye cevap verir.

İmam cemaatıyla birlikte kılacağı farz namaza niyet ederek hep beraber “Allahu ekber” diyerek namaza başlıyorlar. Allahu ekber ‘Allah büyüktür. Allah yücedir. Allah her şeyi ihâta etmiştir. ’ demektir. Allah’ın her şeyi ihâta eden Uluhiyetine doğru, imam önde, cemaat arkada, kendilerinden kendilerine vuslat yolculuğuna çıkıyorlar.

İmam nasıl zat ise cemaat sıfat, Resurullah nasıl zat ise mürşid-i kamiller de ona sıfat olmuş olurlar. Bu gün ise bizlerin selamete çıkması için mürşid-i kamilleri zat kendimizi sıfat kabul eyleyip, dizlerinin dibinde teslim ve tabiyet ile talim ve terbiye görmemizle mümkün olacağına iman

160

Page 161: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

edip inancımızın devamı ile olacaktır. Ve böylece zaman içerisinde görülen talim ve terbiyeler olan nisbiyet varlığımızdan kurtulup, hakkın varlığı ile var olduğumuzda ise göreceğimiz, bu kesret aleminde bile selbi sıfat olan bu gölgelerden zuhur edenin “Kurtulmuşların fiilleri olan” selamet fiilleri olduğundan başkası olmayacaktır. Ve bu hal ve halimizle de Allah’a Halife yani Hal’ifa “halini ifa eden” olmuş oluruz.

Günümüzde de toplumumuzda ve tüm toplumlarda bu selamet ve mutluluğu arzu edenlerin ehli olan, Resurullah’a sıfat olan mürşid-i Kamillerden bu tahsili ve terbiyeyi almaları ile peyder pey imamlıkları ve selamete çıkan sıfatlarındaki mutluğun artması ve seyri de zuhur edecektir.

İmam kurtulmuşlardan olduğu için, cemaatini gaflet ve gayriyet ikiliğindeki varlık beldesinden alarak, ayakta durmakla ef’al-i İlâhiyye beldesini, rükû’u yaptırmakla sıfat-ı İlâhiyye beldesini, secdeyi yaptırmakla da Zât-ı İlâhiyye beldesini geçirerek Hakk’ın Vahdâniyyet deryasına vuslat buldurup mola veriyorlar.

İmam efendi cemaatına yat deyince, hepsinin onunla birlikte yatması, kalk deyince, bütün cemaatın kalkması ile cemaatın imama uymasının bir delili olmuş oluyor.

Namazın içindeki kıyam, rüku ve secdede tecellîsiyle, Cenâb-ı Hakk’la konuşan bu cemaat, oturduğunda, Ettehıyyâtü'yü okumakla da, Cenâb-ı Hakk’la konuşup, selamete çıkmaya hak kazanıyor. Ondan sonra sağa ve sola selam vererek, nefislerinin de selametini istemekle, selamete çıkmış olunuyor.

İmam efendi namazın sonunda yüzünü cemaatına dönerek “Siz benim kıblem, ben de sizlerin kıblesi oldum. Ben kendimi Zât olarak, siz sıfatlarımda görüyorum. Siz de, temiz ve pak olarak, kendinizde tecellî edenin Zâtını görüyor ve zevk ediyorsunuz.” der.

Çünkü selâmete çıkanlar, Zâtın yönünü sıfatlara kıble ettiğini ve her an ayrı ş’ende sıfatlardan tecellîlerinin bilinmekliğini istediğini görecektir. Sıfatlar da Zâtın tecellîleriyle ayakta durduğunu, dâima kemâlât tecellîlerini istemeleri nedeniyle kıblelerinin Zâta doğru dönük olduğunu göreceklerdir. İmam efendi “Haydi hep beraber ellerimizi gök yüzüne değil, kendimizin gönül semâsına açarak, mazharlarımızdan Cenâb-ı Hakk’ın, cemâl ve kemâlât tecellîlerinin dâim olmasını isteyelim,

161

Page 162: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

istek ve arzularımızı kelâma getirip yalvaralım” demektedir. Cemaat da hep beraber her türlü dünya ve Âhiret isteklerini kelâma getirirler.

Ondan sonra da câmiden günahsız ve temiz olarak çıkıyoruz. Hatta câminin dışında cemaat “Allah mi’racınızı, mübarek etsin” diyerek birbirleriyle musafahalaşıyorlar.

Ne yazık ki dünya diye vasıflandırdığımız gaflet ve bedenimize ait hizmet ve çalışmalar bizleri rûhumuzun hizmetinden hem uzaklaştırıyor, hem de lâtif olan mânevî zevkimizin ateşini söndürüyor. Günde beş vakit bu hatırlamayı ve Hakk’la beraber olma zevklerini lâyıkıyle tadamadığımız için ikilikten bir türlü kurtulamıyoruz. Stres ve huzursuzluğumuz yaşam boyunca devam ediyor.

İşte zâhirdeki imama tâbi olma bu şekildedir. Bütün sâliklerin de imamı Mürşîd-i Kâmilleridir. Onlar ahsen-i takvîm yani en üstün bir biçimde yaratıldıkları için, isti’dâdlarında nasibi olanların, imamıdırlar. Bu kâinat Mescîdinde, ilim ve irfâniyetleriyle, tâlip olanlara Mi’rac yaptırmaktadırlar. Allah ayrı kendileri ayrı olan bu cemaatları, bu Kâmiller, evvelâ zikirle abdest aldırıp namaza başlatırlar. Sâlikler kıyamda ef’allerinin, rükûda sıfatlarının, secde de kendi vücûdlarının olmadığını anlayarak zevk ederler. Namazın ikinci rek’atında da kıyamda ef’alin ef’al-i ilâhîye olduğunu, rükûda sıfatların sıfat-ı İlâhiye olduğunu, secdede vücûdun vücûd-i İlâhiye olduğunu zevk ederler. Yani Cenâb-ı Hakk’ın kendi mazharlarından nasıl tecellî ettiğini seyrederler. Namazda oturulduğunda Rabbinin kulundan memnuniyet konuşmasını yapar, selam vermekle de selamete çıkmış olurlar.

Bütün namazların aslı iki rek’atten ibaret olduğu gibi bir sâlikin de bütün tahsili iki rek’atlık fenâ ve bekâ namaz zevklerine sahip olmaktan ibarettir.

Gelin kardeşler, cemaatin câmide imama tam ve eksiksiz tâbi olduğu gibi bizler de mânevî imamımız Mürşîdimize tam ve eksiksiz tâbi olalım. Günde beş defa Rabbimizle konuşmamız dâimî salât olsun. Böylece yaşamamızda her an ve her zaman Cenâb-ı Hakk’ın tecellîleri zuhûr etmeye başlayacaktır. Allah’a gönül verenlerin yardımcısı elbette Allah olacaktır. Yaşamın da bir Mi’rac olduğunu unutmayalım. Allah, bütün kardeşlerimi yaşamları boyunca, vücûd ülkelerinde rûhlarını imam, sıfat ve a’zalarını cemaat yapmak suretiyle Mi’rac halinden ayırmasın. Âmin.

162

Page 163: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

İNSANIN KENDİSİNİ OKUMASI

Kur’ân-ı Kerîm eşittir insana. Onun için İsra Sûresinde ‘insanı okuyun’ ifadesi kullanılmamış ‘ta ‘kitabını oku’ ifadesi kullanılarak ‘okuma’ emredilmiştir. İlk nâzil olan sûre Alak Sûresidir. Sûre, “Rabbinin adıyla oku” diye başlamaktadır. Bir şeyin okunabilmesi için mutlaka bir okutucudan okumayı öğrenmek gerekir. Ondan sonra okumaya başlayabiliriz. Yoksa okumayı öğrenmeden okumak mümkün değildir. Âyet-i Kerîme’de, “Allah’ın adıyla oku” denmiyor.”Rabbinin adı ile oku” buyruluyor. O’nun Ulûhiyetteki adı Allah, Rubûbîyyetteki irşâd ve terbiye eden esmâsı ise Rab’dir. Bu âyet bizim Rabbimizi tanımamızı ve O’nun vasıtasıyla okunması gerekli olan insan-ı asliyyemizi okumamızı emretmektedir. Rab, irşâd eden ve terbiye eden, âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Allah, Allahlığı ile Ulûhiyyetinden irşâd ve terbiye etmez. Rab esmâsı olan Rubûbîyyet mertebesine tenezzül ederek kemâlâtıyla oradan bizleri okumakta, terbiye ve irşâd etmektedir.

Allah Ulûhiyyet mertebesinde iken bilinmekliğini istedi ve Rubûbîyyetine tecellî etti. Rubûbîyyetinin iki yönü vardır:

1- Ubudiyyet olan kulluk yönü

2- Rab olan irşâd ve terbiye edicilik yönü

Peygamber Efendimiz de, Allah’ın kulu ve Resulü idi. Bir Mürşîd-i Kâmil de, evvelâ beşeriyet yönüyle Allah’ın kuludur. Bir mazhardır. Fânidir. Herkes gibi yer içer, doğar, büyür ve günü gelince aramızdan ayrılır. Çünkü kuldur. İkinci yönü ise Samadaniyet esmâsına mazhar olduğu için, hiç kimseye muhtaç değildir. Herkese karşılıksız verir. İrşâd ve terbiye eder. Çünkü Rab’dir. Ölüm ve her türlü noksanlıktan uzaktır. Tecellî ettiği mazharların esmâsı ile anılır. Kat’iyen göründüğü esmâya isnat edilmez. Fakat hikmet sahibi olan mazhardan başka bir yerde de görünmez. Sâliklerin bunu çok iyi anlayıp şirk vâdisinden kurtulmaları lâzımdır. Yoksa dâima küfürde kalırlar. Onun için bir Mürşîd-i Kâmil mazharından irşâd ve terbiye ediciliği olan Rabliğini izhar ettiğinde, bunu, onun et ve kemikten meydana gelmiş kulluk yönü olan bedenine isnat etmemeliyiz. Bu, şirktir, küfürdür. Bedensiz, lâtif olan, zanda ve hayâlde bir Rab kabul edersek bu da şirktir. Tek taraflı tenzih veya teşbih yaparak Rab bilinmez. Tenzih ve teşbihi Tevhîd yaparak Rab bilinir. İşte böylece Âyet-i Kerîmedeki ‘Rabbinin adı ile oku’

163

Page 164: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

emrinin, bir Mürşîd-i Kâmil vasıtası ile okunması anlamına geldiği anlaşılmış oluyor.

Alak Sûresinin 2. âyetinde “İnsanı bir kan pıhtısından yaratan Rabbinin adı ile oku” buyrulmaktadır. Allah neden başka bir misal vermiyor da, insanın bir kan pıhtısından yaratılmasını misâl vererek okumamızı ısrarla istemektedir. Âyetin devamında “insanın bilmediklerini bir kâlemle öğrettiğini” vurgulamaktadır. İşte kâlemden gâye İnsan-ı Kâmildir. Kâlemin iki ucu arasından mürekkep akarak nasıl bütün yazıları yazıyorsa, İnsan-ı Kâmillerin de iki dudağının arasından, dili ile ilm-i ledün olan bütün ilimleri anlatarak inananlara, insan-ı asliyyelerini ve nefis terbiye metotlarını öğretmektedir.

Cenâb-ı Allah bilinmekliğini murat ettiğinde Ulûhiyyet mertebesinden, Rubûbîyyetine tecellî ederek, Rabliği ile cin ve ins olan varlıkların arasında göründü. Henüz insanlığını bilmeyen cin ve ins varlıklarını Hakk ve hakîkata davet etti. İlm-i ezeliyyede hangi kimselerin isti’dâdlarında insanlığını okuyup, insan-ı asliyesini bulma hasleti var ise onlar Mürşîd-i Kâmili bularak bilinen o mazhardan okumaya başladılar.

Dikkat ederseniz Rahmân Sûresinin 1. ve 2. âyetlerinde “Rahmân olan Kur’ân’ı tâlim etti” buyrulmuştur. Şu halde okunması ve öğrenilmesi gerekli olan, insanın kendisi imiş. Gerçi her ne kadar “Rabbinin adı ile oku. İnsanı bir kan pıhtısından yaratanın adı ile oku. Kerem sahibi olan Rabbinin hakkı için oku” diye defalarca tekrar edildiği halde okunması gerekli olan şeyi söylemiyorsa da biz anlıyoruz ki okunması gerekli olan Rahmân Sûresinde de anlaşılacağı gibi insanın kendisidir. Henüz insanlığını bulmamış, cin ve ins seviyesindeki nâkıs varlıkların, kendi nefis kitaplarını okutmak sûretiyle insanlığını bulmuş olacaklardır. Böylece bu tahsille onlar için Rahmân Sûresi 3. âyetindeki “İnsanı yarattı” ifadesi tahakkuk etmiş olacaktır. Bir Hadis-i Şerifte “Men arefe nefsehu fakat arefe Rabbehu” “Nefsini bilen Rabbini bilir” buyrulmuştur. İşte Mürşîd-i Kâmiller de, nefsin ne olduğunu bizlere öğrettikleri zaman, Rabbimizin de ne olduğunu öğrenmiş oluruz. Dolayısıyla da kendi nefis kitabımızı okumakla insanlığımızı bulmuş oluruz.

Nefis nedir. Nefsin sıfatlarıyla nefis bilinebilir mi. Biraz da buna göz atalım. Nefis bizim sıfatlarımızdır. Dâima ikilik istediği için, nefs denmiştir. Süflîyyâttaki adına nefs, Ulûhiyetteki adına rûh denir. Şu halde nefis ile rûh aynıdır. Nefs, kişinin özü ve aslıdır. Nefsin sıfatları olan

164

Page 165: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râziye, merziyye ve safiye ile nefs bilinemez. Bir kişinin kulağı, gözü, burnu, ağzı gibi sıfatlarını saysak o kişiyi tam olarak tanımış, bilmiş olabilir miyiz. Tabii ki bilemeyiz. Mukayyed olan Âdem ve âlemde Allah'ın üç tecellîsi vardır. Ef’âl, sıfat ve Zât tecellîlerinden başka dördüncü bir tecellîsi yoktur. İşte bu tecellîler insanın özünü teşkil etmektedir. Kişi cehâletinden mütevellit bunları kendine nisbet ettiği için ikilik vâdisi olan süflîyetten yani nefis vâdisinden kurtulamamaktadır.

Cenâb-ı Allah, ‘Fâil, Mevsûf, Mevcûd benim’ dediği halde, kul, ‘Hayır bunlar benimdir’ diyor. Dolayısıyla da kişi Allah’a karşı şirk koşmuş oluyor. Cenâb-ı Allah her günahı affeder, fakat şirk günahını asla affetmez. Onun için Mürşîd-i Kâmiller, bizleri esfel-i safilin olan bu cehâlet ve dünya bataklığından alarak, üç günlük sefer ile Rûhullah mertebesi olan Vahdâniyyet vâdisine vuslat buldurmaktadırlar. Rûhullah, bütün sıfatlarda, isti’dâd ve ma’lûmiyeti nisbetinde tecellîsini gösteren Allah’ın rûhu demektir. Teklik idrâkine vâkıf olanlar, Ulûhiyyetteki tecellî zevkine sahip olmuşlardır. Zaten bütün huzursuzluk ve mutsuzluk ikiliktedir. Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretleri Mesnevi’sinde şöyle bir hikaye anlatılmaktadır:

Bir gün aslan, kurt ve tilki ormanda ava çıkmışlar. Bir yaban öküzü, bir yaban keçisi, bir de tavşan avlamışlar. Bir ağaç gölgesinde istirahata çekilmişler. Ormanlar kralı aslan kurda dönerek avları taksim etmesini emreder. Kurt: “Baş üstüne!” dedikten sonra “Padişahım bu yaban öküzü sizin, yaban keçisi benim, tavşan da tilki kardeşin olsun” diyerek taksimini beyan eder. Aslan hiddetlenerek hızla yerinden kalkıp bir pençede kurdu öldürür. Aslan tekrar yerine geçerek bu kez tilkiye avları taksim etmesini emreder. O da bu olayın korkusundan mütevellit, üç defa secdeye kapanıp “Emredersiniz sultanım” diyor ve hemen taksime başlıyor.”Bu yaban öküzü sizin sabah kahvaltınız olsun, bu yaban keçisi sizin öğle yemeğiniz olsun, bu tavşan da sizin akşam yemeğiniz olsun” diyor. Bu taksimden memnun olan ormanlar kralı aslan “Tilki kardeş bu taksimi sana kim öğretti ” diye sorduğunda o da kurdu göstererek “Kurttan ibret alarak öğrendim.” diyor. Aslan bu olaydan sonra azametle tilkiye “Ben bu ormanların kralıyım. Zaten bütün avlar benimdir. Senin bu taksiminden fazlasıyla memnun oldum. Bu üç avı da sana veriyorum. Afiyetle hepsini ye !” diyerek onu taltif edip bağışlıyor. Tilki de açık gözlü oluşunun mükâfatını böylece görmüş oluyor.

165

Page 166: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Ey kardeşim, sen de av olarak vasıflandırılan bu nisbîyetlerini Cenâb-ı Hakk’a verirsen, kurt gibi parçalanan değil, tilki gibi avların hepsine sahip olduğunu görürsün. Çünkü senin varlığın ayrı Hakk’ın varlığı ayrı değildir. Senin diye bildiğin o varlık zaten Hakk’ındır. Bunu içtenlikle kabullen. Hakk’ın, senin ve bütün sıfatlardan her an ayrı bir ş’ende tecellîsini seyretmeğe bak. Hakk’ın bütün tecellî nimetlerinden faydalan. Kurt, nefsi remzeder. Nefsin emrindeki akılla hüküm verirsen kurt gibi helâk olanlardan olursun. Tilki ise burada, ibretle olaydan ders alan akıllı olmayı bizlere ikaz ediyor.

Mürşîd-i Kâmiller, bizler gibi cin ve ins olan, henüz insanlık kemâlâtını bulamayan kişileri, esfel-i safilin olan bu dünya kötülüklerinden kurtarmaktadırlar. Kur’ân-ı Kerîm’in Enbiya Sûresi 7. âyetinde “Siz zikri bilmiyorsanız onu ehli olandan öğreniniz.” buyrulmaktadır. Ayrıca bu kâmiller “veresetül enbiya”, yani Peygamber vârisleridirler. Onun için, günümüzde peygamber olmadığına göre, Mürşîd-i Kâmillerden bu mânevî tahsili yapmamız gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerîm Fetih Sûresi 10. âyette “Gerçekten sana biat edenler, Allah’a biat etmiş olurlar” buyruluyor. Muhammed’e biat Allah’a biat olduğuna göre, vârislerine biat da Hz. Muhammed’e biattir. Dolayısıyla da Allah’a biat olmuş olur. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm Âl-i İmrân Sûresi 31. âyette “Eğer siz Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizleri sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Zira Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” buyruluyor. Bu ve benzeri bir çok âyetlerden de anlaşılacağı gibi Peygamber vârisi olan bu kâmilleri bulmak lâzımdır. Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretleri “Her köşede mürşîdim diyen çokdurur, fakat binde birinin irfâniyeti yokdurur” demiştir. Onun için, Mürşîd-i Kâmilleri bulmak çok zordur. Mısrî Niyazi Hazretleri de bir ilâhîsinde:

“Mürşîd gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk-al yakîn

Mürşîdi olmayanların bildikleri gümân imiş” buyurmuştur.

Şu halde, ilm-el yakînlik mertebesinde mürşîdler var, ayne’l-yakînlik mertebesinde mürşîdler var, Hakk-al yakînlik mertebesinde mürşîdler var. Siz bunlardan Hakk-al yakînlik mertebesindeki İnsan-ı Kâmilleri bulunuz diyor. Bu kâmillerin üç belirtisi vardır:

166

Page 167: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

1- Onları gördüğünüz zaman, onlar size Allah’ı hatırlatırlar.

2- Onların her sözünün mıknatıs gibi çekicilikleri vardır

3- Onların yanında bütün üzüntü ve kederiniz kaybolur.”Anlatsa da biraz daha dinlesem” dersiniz. İster sorarak, isterse sormadan müşkülleriniz hakkında tatminkâr biçimde cevap vermeleri sizleri memnun eder. İşte böyle bir kişi bulduğunuzda sizin irşâdınız orasıdır. Bunu değerlendirmelisiniz. Yoksa bu ilim tasavvufa ait kitapları okumak ve öteden beriden duyduğun mârifet sözlerini sermaye yaparak melez bir ilimle elde edilemez.

Bu yol bir aşk ve gönül yoludur. Ayrıca âyetlerdeki “Ey gayba îmân edenler” diye bahsedilen ‘gayb’ Allah değildir. Bu kâinatta Allah’tan başka bir varlık yok ki, O’nu örtmüş olsun. Allah gayb değildir. Kişilerin cehâletlerinden dolayı, Allah’ın Zâtını ve Mutlâkiyetini zanlarında kabullendikleri için, Hakk’ın her sıfatından tecellî eden zuhûrunu görememektedirler. Halbuki Resûlullah efendimiz, “Allah’ın Zâtını düşünmeyiniz” diyor. Bu âlemde gayb olanlar İnsan-ı Kâmillerdir. Aramızda oldukları halde, onları ehli dışında hiçbir kimse bilemez. Herkes onları sıradan bir kişi gibi gördüğü için, unsuriyet yönü ile tanır.

Onlar, tâlip olanlara evvelâ nisa suresi ayet 64 deki gibi tövbe yaptırırlar. Peygamberimiz “Bir defa tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir” buyurmaktadır. Ondan sonra dâimî kalbî zikir ile gönül kabının kalaylanması ve pisliklerden temizlenmesi icraatına başlanır. Çünkü bir Hadis-i şerifte “Kalbler de demirin pas tuttuğu gibi paslanır.” buyrulmaktadır. İşte bunun da tek tedavisi Kur’ân-ı Kerîm’in İnşirah Sûresi 1. âyetinde belirtilen kansız ve bıçaksız sadrımızı İnsan-ı Kâmile yardırarak, içerdeki pislikleri temizleyip zikirle cilalamaktır. Burada bıçaksız oluşu, kâmilin telkîniyle kalp kabının temizlenip kalaylanması anlamındadır. Dâimî zikirle kişinin kalbi mutmain olunca, gönlü Rabbine dönecektir. Zira “Gönüller zikirle mutmain olur” âyeti bize dâimî zikrin gönülleri mutmain edeceğini bildirmektedir. Gönüller mutmain olunca Kur’ân-ı Kerîm’in Fecr Sûresi 27 ve 28. âyetlerdeki “Ey mutmain olmuş nefs, dön Rabbine” hitabına muhatap olur. Kâmil ona, hadisât olan bu âlemde, Allah’ın üç tecellîsinden biri olan Tevhîd-i ef’al mertebesini telkîn eder. Şuhûd ve râbıtası ile bu âlemdeki, Cenâb-ı Hakk’ın bir penceresinin açılması ile, enfüs ve âfâkındaki fiillerin fâilini görmeye başlar. Ondaki mutluluk târif edilemez. Hiçbir kimse ile ihtilafı kalmaz. Çünkü iyi ve kötü diye bildiği bütün fiillerin fâilini tanımıştır. Kişiler

167

Page 168: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

birer tecellî mazharı oldukları için onların hiçbir yetkilerinin olmadığını bilir. Mazharlar neresi için yaratılmışlarsa, Cenâb-ı Allah’ın onları orada kullandığını ve ona göre hareket ettiklerini öğrenmiştir. Kulun kendine ait hiçbir güç ve kuvveti yoktur. Saffat Sûresi 96. âyette “Sizleri ve fiillerinizi yaratan Allah'tır” buyrulmaktadır. Nasıl olur da bu yerde kişi, herhangi bir işi kendine veya karşısındaki varlığa nisbet eder. Her ne kadar hakîkatte “Hayır da şer de Allah’tandır” diye bizlere hakîkat yönü bildiriliyorsa da ‘Sizden iyi bir fiil zuhûr ederse onu Hakk’tan, kötü bir fiil zuhûr ederse onu nefsinizden biliniz’ emri mevcuttur. Zira iyilik ve kötülük bizlere nisbet edildiğindedir. Hakk’a nisbet olunduğunda cümlesi hayırdır. Günah ismini almaktan da münezzehtir. Çünkü “Allah kötülük yaptı” denilmez. Kötülüğü icad eden nisbîyettir. Eğer işin kula nisbeti olmamış olsaydı, işin iyilik veya fenâlığı tayin olunamazdı. Bu mertebede ‘istek kuldan, halk eden Cenâb-ı Hakk’ olduğu için, kul, iyiliği istediğinde, Allah iyiliği halk eder. Ondan memnun olduğu için, mükâfatını görür. Kul kötülüğü istediği zaman Allah kötülüğü de halk eder. Yine kul ondan da memnun olduğu için azâbını çeker. Zira Zilzal Sûresi 7. ve 8. âyetlerde “Bir kişi zerre miktarı bir hayır işlerse onun mükafatını görecek. Zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını da çekecektir” buyruluyor. Fâil-i muhtar Hakk’tır. Kulun fiil-i ihtiyârîsi de yoktur. İlim Allah’ın bir sıfatıdır. Kul ise malûmdur. İlim malûma tâbidir. Malûm olan kulda nasıl bir istek zuhûr ediyorsa, Cenâb-ı Hakk o şekilde tecellî ediyor demektir. İlim nerede tecellî ederse ona Âlim denir. Kul burada zuhûra tabidir. Kendinde ve âfâkındaki bütün fiillere bakarak Hakk’ın aynasında fiillerin fâilini müşâhede eder. Hiçbir zaman fiillerin tecellî ettiği mazharlara herhangi bir fiili nisbet etmez. Bu gördüğü fiiller iyi fiiller ise, o mazhara yaklaşır ve iyiliklerden istifade eder. Yok fiiller kötü ise, o mazhardan uzak durarak o kişinin eksik bir mazhar olduğuna hükmederek tedbirli olur. O kişinin kötülüğünün kendisine sıçramasına engel olur. Uzak durduğu halde yine de üzerine geliyorsa işte o zaman kendinden ne tecellî ederse onu yapar. Üzerine gelmeyip o kötülüğü sana yapmıyor olsa bile, onun yaradılışı eksikler vâdisinde olduğu için başkalarına mutlaka yapacaktır. Zira yaradılışı orasıdır. Onun için bu mertebedeki sâlikler enfüsünde farkta, âfâkında cem’de olmalıdırlar.

Enfüsteki fark, kişinin kendisini yakın takibe alarak, Kur’ân-ı Kerîm’in yasakladığı fiilleri yapmamak için gayret göstermesi demektir. Âfâkta cemde olmak ise kendisinden başkalarının oruç tutmaması, namaz kılmaması gibi kişilerin eksikliklerine müdâhale etmemek demektir. Her

168

Page 169: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

şeyi yerinde görerek, onların, orası için yaratıldığını kabullenmek demektir. Çünkü onlardan da Hakk öyle tecellî etmektedir.

Mukayesede huzursuzluk ve mutsuzluk vardır. Senden herhangi bir yardım isterlerse onlara elinden geldiğince yardımcı olabilirsin. Onlar için bol bol duada bulunmalısın. Yoksa Allah’tan hidâyet olmazsa, hiçbir kimse başkasının kötü hâlini değiştiremez. Bu mertebede sâlikler, kalbi dâimî zikirle birlikte, hissiyle de “Lâ fâile illallah” düşüncesinde olmalıdırlar. Her iş ve fiilinde halk edicinin Allah olduğunu düşünen bir kişi fiillerin Tevhîd’ini yapmakla, tecellî eden mazharların hiçbirine fiilleri nisbet etmez. Hata ve eksiklerin mazharlara nisbîyetinden kurtulmuş olur. Allah’a tevekkül hâli kişide başladığı için Allah’ın her tecellîsine boyun bükerek kabulleniş sergiler. Fiilleri şuhûd ettiği için kalbinin tasdiki sonunda elde ettiği müşâhede ile seyir halinde mutlu olur. Her şeyi yerli yerinde görür.

Günün birinde Bektaşinin biri eksik gördüğü bir olaya müdahale etmiş. Bu yüzden bir hastalığa yakalanmış. Çok çare aradıysa da, bir türlü çare bulamamış. Hatasını anlayıp tövbe etmiş. Ondan sonra birisi bu hastalığın tedavisinin pislik böceği olduğunu, pislik böceğinin tozunu su ile günde üç defa içmesini söylemiş. O da tedaviyi uygulamış ve yedi günde hiçbir rahatsızlığı kalmamış ve şifaya kavuşmuş. Yine bir gün vapurda yolculuk yaparken fırtına çıkmış. Yolcular korku ve telaşla sağa sola koşuşmaya başlamışlar. Bektaşi ise oturduğu yerde hiç kıpırdamadan onları seyrediyormuş. Telaş içindekiler “Sen nasıl bir adamsın. Biz canımızla uğraşıyoruz. Sen ise kılını bile kıpırdatmıyorsun” deyince Bektaşi “Ben Rabbimin işine bir defa karıştım. Bana pislik böceği yedirdi. Onun için bir daha O’nun işine karışmıyorum. O ne isterse onu yapar.” demiş.

Kıssada anlatıldığı gibi fiillerin fâilini şuhûd eden kişilerin kimseye nisbet edecek hali kalmaz. Her gün abdest alırken kendi elleriyle kendisini nasıl yıkadığını, müştereken kendi mazharından namaz kıldığını seyrettikçe, O’nun zuhûrundan başka hiçbir fiil görmemeye başlayacaktır. Filler aynasından fiil ve fâili seyreden sâlikin, Allah’a tevekkülünden yani boyun bükmekten başka yapacak hiçbir şeyi kalmaz. Zevki ve mutluluğu had safhadadır.

Fiillerin Tevhîdinden sonra Tevhîd-i sıfat telkîn edilir. Zira fiillerin tecellîsi sıfatlardan olur. Hiçbir fiil sıfatsız tecellî etmez. Sâlik bu mertebede sekiz sıfat-ı subûtiyenin de Allah’ın olduğunu öğrenir. Bir

169

Page 170: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

evvelki mertebede istek kuldan, halk etmek Allah’tandır denmişti. Şimdi öğrendi ki istek de Allah’tan imiş. O halde, kulun sevap veya günah işlemesi söz konusu değildir. Çünkü isteyen de O, halk eden de O’dur. Kişi madde aleminde iken her şeyi benden Allah böyle işliyor diyerek kendisini helak etmemelidir. Buna çok dikkat etmek lazımdır.

Cenâb-ı Allah’ın ilm-i ezelî kazâsına kişinin isti’dâdı denilir. Ezeldeki kazâ da Allah’ın murâdıdır. Allah’ın murâdı, malûmat nisbetinde olmaktadır. Allah ilim sahibidir. Kimde tecellî ederse Âlim adını alır. Bizler malûmuz. Malûmiyetimiz bizlerin isti’dâdına bağlıdır. İsti’dâdımızda iyilikler mevcutsa, Cenâb-ı Allah bizlerin kalplerini o tarafa doğru meyillendirdiği için iyilikler yapmayı, isti’dâdımızda kötülükler mevcutsa, yine kalbimizi kötülüklere meyillendirerek kötülükler yapmayı isteriz. Bu iyilik ve kötülükler, bizim mazharımızdan tecellî ettiği için de iyilik tecellîlerinde mutluluk, kötülük tecellîlerinde huzursuzluk ve mutsuzluk görmüş oluruz. İyilikler mükâfatı, kötülükler de cezayı getirmiş olur. Allah için, iyilik ve kötülük yoktur. Bizlere nisbet edildiğinde günah ve sevap denilmektedir. Enfüsünde ve âfâkındaki bütün sıfatlardan tecellîlerin Allah’ın olduğunu gören kula beratı verilmiş olur. Çünkü bütün sıfatlardan fâil Hakk’tır. Cenâb-ı Allah’ın, ilminden irâdesine, irâdesinden de kudreti ile sıfatlarından zuhûra geldiğini şuhûd eder. Kendisinin hiçbir katkısının olmadığını bilir. Mevsûf sıfatların sahibinin Allah olduğunu, bu sıfatların da vücûd sahibi Zâtından tecellî ettiğini görmeye başlar. Şu halde, fiiller sıfatlardan, sıfatlar da vücûddan tecellî ettiğine göre, tek vücûdu veya fiilleri görmekle, o mazhardan tecellî eden Hakk’ı görmüş oluruz. Çünkü zannımızda bizim diye bildiğimiz bu tecellîlerin, bizim değil, Hakk’ın olduğunu artık müşâhede etmiş olduk. Bizim varlığımız yok imiş. Varlık sahibi Allah imiş. Kul “Ölmezden evvel ölünüz” hadisine mazhar olmuş olur. Bu ölüm izdirarı bir ölüm değil, ihtiyâri bir ölümdür. Kişi neresi için yaratılmışsa, orada bulunduğunu ve oranın bütün tecellîlerini sergilediğini görecektir. İster kendisi kendisini seyretsin, isterse başkaları onu seyretsin İsra Sûresi 14. âyetini “ikra kitabek kefa binefsikel yevme aliyke hasiba” “nefis kitabınızı okuyunuz” okumuş, “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” Hadis-i Şerifi gereğince nefsinin, kendi özü olduğunu anlamış olacaktır. Bütün sıfatlardan tecellîleri müşâhede ederek, Rabbinin kendisinden hükmettiğini; görenin, duyanın, zevk edenin Rabbi olduğunu anlar. Nasıl bir insan vücûdunda, hiçbir a’za ve sıfat, birbirleriyle ihtilafa girmeden uyum içinde görevlerini yapıyorlarsa, bu kâinatta da bütün toplumların,

170

Page 171: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

uyum içinde, ihtilafsız yaşadıklarını görecek, ihtilâflı görüntülerin ise mutlaka bir sebebe dayandığını müşâhede edecektir. Çünkü Allah abes hiçbir şey yaratmamıştır. Her şeyi yerinde görmek kemâlâttır. Mukayese ise cehâlettir. Her şeyi kendi bulunduğu yerdeki terazi ile tartmak lâzımdır.

İnsanın kendi kendisini okuması nefsini okuması ile mümkündür. Her an ayrı ayrı tecellîleri kendi nefs sahifelerinde veya kâinat sahifelerinde okuması elbette bu saydığım irfâniyet ve müşâhede ile mümkündür. İşte, Mürşîd-i Kâmiller, Rabbü’l-Âlemîn mazharıdırlar. Bizlerde tecellî eden Rabbil hasımızı bizler bilmiyorduk. Mürşîd-i Kâmiller, nefsimizi bizlere öğrettikten sonra, Rabbil hasımızı kendimizde görmeye başladık. Her kişinin kendisindeki Rabbil has, Mürşîd-i Kâmil olan Rabbü’l-Âlemin mazharlarından bizleri irşâd ve terbiye eden tecellîler olduğu anlaşılmış olunur. Cenâb-ı Hakk cümlemize bu kemâlât idrâkini nasîb etsin. Âmin.

İNSANLAR SAADETİ NASIL ELDE EDERLER

Acaba içimizde saadet aramayan bir kimse var mıdır. Her insan mutlaka saadet arayışı içindedir ve tek gâyesi de onu bulmaktır. Fakat insanlar bunu saadet pazarında değil de esfel-i sâfilîn olan dünya pazarında aramaktadırlar.

Pazardan aldığımız bir televizyonla birlikte cihazdan en verimli şekilde yararlanabilmek için bir de kullanma kılavuzu verirler. Kılavuzu okuyup her türlü talimatı ve ikazları uygularsak net görüntü sağlayabiliriz. İşte aynen bunun gibi bu insanoğlu televizyonunun da imalâtçısı Cenâb-ı Allah’tır. Onun da saadet içinde yaşaması için Kur’ân-ı Kerîm olan tâlimat kitabını göndermiştir. Çünkü insanların saadete ulaşma metodlarını en iyi bilen yüce Allah’tır. Öyle ise onun sözlerine kulak verelim. Yüce Rabbimiz saadetin iki bölümde kazanılacağı bildiriyor.

Dünya saadeti

Âhiret saadeti

İnsanoğlu et ve kemikten oluşmuş bir beden ve rûhtan meydana gelmiştir. Beden rûhsuz ayakta duramadığı gibi rûh da bedensiz icraatını sergileyemez. Onun için beden ve rûhumuzu Allah’a teslim etmemiz

171

Page 172: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

gerekir. Allah insanların mutlu olmalarını istiyor. İnsanların saadetinden başka hiçbir şey istemiyor. Bizlerin ibâdetlerine Allah’ın ihtiyacı yoktur. Fakat bu ibâdetlere bizlerin ihtiyacı ise pek çoktur. Çünkü ibâdetler yapıldığı takdirde saadete erişmek mümkün, yapılmadığı takdirde saadete kavuşmak mümkün değildir.

Allah’ın insanlardan tek istediği Tevhîd edip bilmek ve mutluluk içinde Hakk’ın Cemalullahını seyretmektir. Bunun için de:

1- Nefs ile rûh arasındaki ikiliği kaldırmak gerekir. Çünkü nefs ayrı rûh ayrı değildir. Süflîyyetteki ikilik adına ‘nefs’, Ulûhiyetteki teklik adına da ‘rûh’ denir.

2- Rûhullah âleminde bütün sıfatlarında tecellî eden Vahdâniyyetin farkı ile Cemâlullahı seyretmek, saadetin Hakk olduğunu zevk eylemektir.

Nasıl bir hasta doktora giderek ondan tedavi için reçete alıp hastalığını izale etmek imkânına sahip olabiliyorsa, saadet reçetesini de, “El ulamayı Veresetül enbiya” (H.Ş.) gereğince Peygamber vârisleri olan İnsan-ı Kâmillerden almak ve uygulamak gerekmektedir. Onlara tâbi olarak insan-ı asliyyelerini öğrenip hidâyete erenler saadeti yakalamışlar, bu vârislerden uzak kalanlar dalâlette kalmışlardır. Kasas Sûresinin 50. âyeti “Eğer yine çağrına uymazlarsa, artık bil ki, onlar sadece kendi heveslerinin peşinde gidiyorlar. Allah tarafından bir doğru delil olmaksızın sırf kendi hevesleri peşinde giden kimselerden daha şaşkın kim olabilir. Muhakkak ki Allah zalimler topluluğunu başarıya erdirmez.” bize nefse uyulduğu zaman dalâlette olduğumuzu, hidâyete erebilmemiz için ise Allah’ın bir hidâyetçisine tâbi olunması gerektiğini bildiriyor. Taha Sûresi 123.”Allah : ‘İkiniz de oradan birlikte inin, kiminiz kiminize düşman olarak! Sonra ne zaman size Benden bir doğru yolu gösterici gelir de her kim Benim kılavuzuma uyarsa, iste o, sapıklığa düşmez ve mutsuz olmaz’ ” Bakara Sûresi 151.”Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik. O size âyetlerimizi okuyor, sizi temizliyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor. Size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor” Secde Sûresi 24.”İçlerinden, sabrettikleri zaman emrimizle doğru yolu gösteren öncül imamlar (önderler) yetiştirmiştik. Onlar ayetlerimize kesin bir şekilde sarılmışlardı” ve Furkan Sûresi 57. âyette “De ki: ‘Ben, buna karşı sizden bir ücret değil, ancak Rabbine doğru bir yol tutmak isteyen kimseler (olmanızı) istiyorum. ’ ” buyrulmaktadır. Şu

172

Page 173: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

halde dalâletten kurtulup hidâyete ermeniz, saadete kavuşmamız için hidâyet davetçisi bir Mürşid-i Kâmile tâbi olmamız gerekmektedir.

Buna da dünya ve âhiret tahsili olarak zikirle başlanmaktadır. Ankebût Sûresi 45. âyet-i kerîmesinde “Sana vahyedilen Kitabı güzel güzel oku ve namazı kıl! Muhakkak sahih namaz edepsizlikten ve uygunsuzluktan alıkoyar. Muhakkak Allah'ı anmak en büyük iştir ve Allah, her ne işlerseniz bilir” buyruluyor. Demek ki Allah’ın zikri namazdan ve bütün ibâdetlerden önemli bir etken. Allah hiçbir ibâdeti devamlı emretmemiş. Namaz, oruç, hac gibi ibâdetler belirli zamanlarda ve belirli miktarlarda olduğu halde ‘zikir’ her nefeste yapılmakta ve insanın işine de engel olmamaktadır. Nisa Sûresi 103. âyet-i kerîmesinde “Otururken, ayakta iken ve yatarken dâima Allah’ı zikret” emrini görüyoruz. Bu, bir insanın eline tesbihi alarak gün boyu tesbih çekmesi anlamında değildir. Kişi dilini damağına yapıştırıp ağzını kapatarak burnundan derin bir nefes alıp aldığı o nefesi üçe bölerek burnundan ‘Allah Allah Allah’ diyerek verir. Bu zikirle kalbinde sürûr ve mutluluk nurları parlamaya başlayacaktır. Kalbin iki penceresi vardır. Biri nefse açılan pencere biri de rûha açılan penceredir. Zikir dâimleştikçe nefs tarafına açılan pencere kapanmaya, rûh tarafına açılan pencere ise açılmaya ve nurları ile kalbi aydınlatmaya başlayacaktır.

Bu yapılan dâimî zikir hem işlerimizi yapmamıza engel olmaz hem de “Kalbinizin her atışında Allah’ı zikrediniz” emrini yerine getirmiş oluruz. Dolayısıyla da Allah’ın davetine icabet etmekten ve kalbin zikir nurlarıyla nurlanmasından dolayı kişi bütün şartlarda rahatlatıcı mutluluğa ermektedir.

İnsanların üzüntü ve stres halinde hemen ilk müracaat ettikleri şey sakinleştirici sinir ilâçlarıdır. Ne yazık ki onlardan da sonuç alamamaktadırlar. Halbuki Allah’ın en büyük rahatlatıcısı olan zikirle meşgul olsa hiç ilaç almadan sonuca varacaktır. Çünkü insan televizyonundan saadet görüntüsü almanın yolunu, yaratıcısı Rabbü’l-Âlemîn tâlimatında yazmıştır. Bakara Sûresi 186.”Bana dua edildiği taktirde mutlaka davete icabet ederim” ve Bakara Sûresi 152. âyetlerde “Siz beni zikrederseniz ben de sizi zikrederim” buyrulduğuna göre O’nun bizdeki zikri, bizim üzüntü ve kederlerden uzak, stressiz, saadet içinde yaşam halidir. Hem ilaç almak hem de zaman zaman zikir yapmaya yeltenirsek maalesef sonuç almamız mümkün olmayacaktır. Bedenin tedavisi zâhir doktorlarla, rûhun tedavisi ise bâtın doktorlarla mümkündür.

173

Page 174: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Zikir yapıldığında kişi ferahladığını ve rahatladığını görecektir. Zikir yaptığımız zaman gelen rahmet bize rahatlama hissi verir. Bu rahatlama sebebiyle de ferahlık duyarız. Bu zikir dâimî olursa dünyadaki mutluluğu yakalamış oluruz.

Bundan sonra mukayyed olan bu âlemde Allah’ın ef’âl, sıfat ve Zât tecellîlerinin tahsili ile rûhumuzun Allah’a ulaşması gerçekleşecektir. Rahmân Sûresi 33. âyet-i kerîmesinde “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Ama Allah'ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz” buyrulmaktadır. Hiçbir kişi Sultan’ın yani Mürşid-i Kâmilin yardımı olmadan Allah’a vuslat bulamaz. Görülüyor ki rûhun Allah’a ulaşması mutlaka bir Mürşid-i Kâmil vasıtasıyla gerçekleşecektir.

Mürşid, i’tikadının düzelmesi ve irfâniyetinin artması için sâlike Tevhîd-i Ef’âl mertebesini telkîn eder. Allah’ın delilleri anlamına gelen âyetleri okutur ve gösterir. Burada sâlikte çok büyük değişiklikler ve i’tikadında tebdilât olur. Kendini kınama haliyle, âleme açılan bir pencereden, kalbine ef’âl-i ilâhiye nurlarının sızdığını ve kalbin nisbîyet karanlıklarından kurtulup aydınlandığına vâkıf olur. Sıfat mertebesinde de ilhamlara mazhar olarak Âhiret mutluluğuna erer. Yalnız burada ilhamlara aldanmamak lâzımdır. Çünkü ilhamlar iki türlüdür:

1- Temizlenmiş olan gönülde zuhûr eden Rahmanî ilhamlar,

2- Nefisten gelen, zulmanî ilhamlar da denilen Nefsanî ilhamlar.

Rahmanî ilhamlar kalbe rûh penceresinden gelen Vahdet ve Kur’ân-ı Kerîm’e uygun olan ilhamlardır. Bu ilhamlar kişiyi mutlu ettiği gibi başkalarına anlatıldığında onları da mutlu eder.

Nefsanî ilhamlar ise nefisten geldiği için kişinin kendisini mutlu etse bile başkalarını mutlu edemez. Çünkü Kur’ân’a da ters düşmektedir. Bu tecellîler nefsin kişiyi aldatmasından ibarettir. İnsanda akıl, irâde ve rûh üçlemesi zuhûr ederse Mürşid-i Kâmilin tariflerini uygulamada zorluk çekmeden Allah’a vuslat bulur. Ebedî mutluluğu elde etmiş olur. Zaman zaman zikir ve şühûdlardan uzaklaşırsa nefse uyduğu için, ilimle her şeyi bilse bile, bir türlü dalâletten kurtulamaz. Kişi vücûdun Vücûdullah olduğunun idrakiyle hem bedenin hem de rûhun irfâniyetine sahip olarak kemâle erip saadeti yakalamış olur.

Demek ki saadet, Rabbimize ârif olup Âdem’de ve âlemde tecellîlerini görerek huzur içinde yaşamaktır. İnsanın sulh ve sükûna

174

Page 175: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

ulaşması için nefsinin bütün âfetlerinden kurtulması ve bu vücûd şehrinde âfetlerin yerine rûh hasletlerini ikame ettirmesi lâzımdır. Bu, saadete ulaşmaktır. Âl-i İmrân Sûresi 119. âyet-i kerîmesinde “Onlar sizi sevdikleri halde siz onlara muhabbet beslersiniz(seversiniz). Çünkü siz kitabın bütününe tâbi olursunuz” buyrulmaktadır. Görülüyor ki bu hâl nefsin âfetlerinden kurtulmuş olanların davranışıdır. Tevbe Sûresi 100. âyette “İslâmiyet inançları dolayısıyla muhacir ve ensarlar (Mekke’den Medine’ye göç edenlere muhacir, Medine’de evlerini açanlara ensar denir) Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razıdırlar. Altlarından ırmaklar akan Cennetler ihsân edilerek orada ebedîyyen kalacaklardır.” buyruluyor. İşte en büyük saadet budur.

İşte hem kendimizle hem de cümle âlemle barışık olmak rûh birliği irfâniyetinin Allah’a vuslatıyla mümkün olduğu anlaşılmaktadır. Allah cümlemizi nefs âleminden kurtararak rûh âlemine vuslatımızı nasîb etsin. Rûhumuzun mutmain olmuş nefisle Allah’a kavuşarak her sıfattan Cemalullahını müşâhede etmeyi nasîb eylesin. Âmin.

İNSANLARIN HAKK’I BULMASI VE KUL OLMASI

İnanan her kişi, bu âleme geldiği günden beri, dâima Hakk’ı bilmenin, görmenin ve O’nda O olmanın yollarını aramış, bulanlar bulmuş, bulamayanlar ortada, ümitsizlik içinde ömürlerini bitirmişlerdir. Niyazi-i Mısrî Hazretleri bakın bir ilâhisinde ne buyuruyor:

Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş

Bürhan arardım aslıma aslım bana bürhan imiş.

Sağı solu gözler idim dost yüzünü görsem deyu

Ben taşrada arar idim, ol can içinde canan imiş.

İnsanoğlu bu âleme geldiğinden beri hep nereden geldiğini, nereye gideceğini merak etmiş ve bunu dert edinmiştir. Cenâb-ı Allah’a âşık olan bir kişinin derdi, aşkıdır. Âşık olduğu Hakk’a kavuşmayı ve bu soruların cevabını bilmeyi arzular. Bir kişinin derdi olmazsa aşkı da olmaz. Şu halde dermanı da aşkı olmuş oluyor. İkilikteki insanlar, Cenâb-ı Hakk’ı kendilerinden çok uzaklarda zannettikleri için, hayâllerinde

175

Page 176: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Allah’ın Zâtı veya mutlakiyet yönünün dışında, bir bilince sahip olmayışları, onların îmânlarını kuvvetlendirmemektedir. Îmân üç bölümde mütalaa edilir:

1- Bilmek (ilm-el yakînlik) zâhir ilimle, şühûdsuz bilme hâli,

2- Görmek (Ayne’l-yakînlik) sıfatlarından tecellîlerini görme hâli,

3- Olmak (Hakk-al yakînlik) O’nda O olma hâli.

Kişinin bu idrâke vâkıf olabilmesi için, bir İnsan-ı Kâmilden Tevhîd tahsilini yapması lâzımdır. İşte o zaman insan-ı asliyyesini öğrenecek ve Âdem (AS)’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin kendi gönül sevk ve idare eden tecellîsi olduğunu öğrenmiş olur. İşte bu onun aslı olduğu için âleminde, mevcûdiyetlerini, görev idrakları ve yaşamını zevk edebileceğini, Cenâb-ı Hakk’ın da, kendi gönlünde taht kurarak, her şeye hükmettiğini görecektir.

“Burhan arardım aslıma aslım bana burhan imiş.”

Bir kişi Hakk’a vuslat etmek için delil yani kılavuz arıyorsa, onun aslı ona delildir. Bir kişinin aslı nedir ki ona delil olsun. Kişi kendisine ayrı bir vücûd verdiği için kendisini ayrı, Rabbini ayrı zanneder. Nefsini bildiğinde, Rabbinin kendisini delili de o olmuş oluyor.

“Sağı solu gözler idim dost yüzünü görsem deyu

Ben taşrada arar idim ol can içinde canan imiş.”

Bu ikilik hâlimle sağı solu gözleyerek Cenâb-ı Hakk’ın yüzünü göreyim diye, Mekke’de, Medine’de ve birçok yerlerde aradım, bulamadım. Rabbimin öğrettiği Tevhîd tahsilinden sonra anladım ki, aradığım bendeki can içinde canan imiş. Burada can nedir, canan nedir. diye bir soru akla gelmektedir. Allah’ın her bir sıfatının ayrı ayrı diriliğine can denir, rûh denir. Canan ise, Allah’ın bütün sıfatlarının diriliğine veya küllî rûhuna denir.

“Öyle sanırdım ayriyem, dost gayridir ben gayriyem

Benden görüp işiteni bildim ki ol canan imiş.”

Daha evvel Allah’ı ayrı, kendimi ayrı olarak biliyordum. Şimdi anladım ki benim kendime ait hiçbir varlığım yokmuş, “Velâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyül aziym” kudret ve kuvvet Allah’ınmış. ‘Ben

176

Page 177: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

yaptım, ben ettim’ diye hep şirk hâlinde imişim de haberim yokmuş. Allah’ın, bir sıfatı olarak beni, istediği yerde kullandığını idrâk etmiş oldum.

“Savm, salât, hac ile bitmez zâhit senin işin

İnsan-ı Kâmil olmağa lâzım olan irfân imiş.”

Oruç tutmak, namaz kılmak ve hacca gitmek inanan kişilere Cenâb-ı Allah’ın farz-ı İlâhiyesidir. Bunların zâhirini yapmak vücûdumuzun hakkıdır. Rûhanîyetimizin hakkı ise ikilikten birliğe çıkma irfâniyetine sahip olmaktır. Namaz mü’minin mi’racıdır. Mi’rac ise Allah’la beraber olmak ve O’nunla konuşma sırrına vâkıf olmaktır. Hac, ziyâret demektir. Sıfatların Zâtı ziyâret edişlerinin sırlarına vâkıf olup yaşama geçme halidir. Yoksa yapılan ibâdetlerin irfâniyeti olmadan bedensel hareketlerle icraat yalnız taklîdden ibarettir. Ancak bunların irfâniyeti kişiyi kâmil yapabilir.

“Kandan gelir yolun senin ya kanda varır menzilin

Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş.”

Ey insanoğlu nereden geldin ve nereye gidiyorsun. Eğer bunun mânâsını bilmiyorsan Allah’ın insanlara bahşettiği akıl nimetini kullan. Akıl nimetinden mahrum, yeme, içme ve nefsâni arzulardan başka hiçbir şey düşünmeyen hayvanlardan farkın olsun. Onun için gel, insan-ı asliyyeni öğren. Fiziksel bedeninle cemâdât, nebâtât, hayvânât ve insan teşriye devri ile topraktan geldiğini, rûhsal yönünle de “Elestü bezminden” itibaren Rabbinden gelip Rabbine rücû edeceğini öğren. Bakara Sûresinin 156. âyetini “Allah'tan geldiniz tekrar Allah’a rücû edeceğiz” biraz tefekkür et.

“Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakka’l-Yakîn

Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş.”

Ey kardeşim, ilm-el yakîn irşâd eden Mürşîdler vardır. Ayne’l-yakîn olarak irşâd eden Mürşîdler de vardır. Sen Hakka’l-yakîn irşâd eden mürşide tâbi olarak hakîkata vâsıl olmağa bak. İlm-el yakînlik ehl-i şerîatın ilmidir ve irşâd olmaktır. Ayne’l-yakînlik ehl-i tarîkatın ilmidir. Onun da irşâdı ahlâk güzelliklerine sahip olmaktır. Hakk-al yakînlik ilmi ise ehl-i hakîkatin ilmidir. İlm-i ledün ve Kur’ân’ın sırlarını bildiren bir ilimdir. Bu ilmi, hakîkat Mürşîdlerinden başkası öğretemez. Hakîkat mürşidine tâbi olursan o seni ilm-el yakînlikten ayne’l-yakînliğe, ayne’l-

177

Page 178: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

yakînlikten de Hakk-al yakînliğe yükseltir. İlm-el yakîn veya ayne’l-yakîn olan bir kâmil seni, bulunduğu yere kadar götürebilir. Yoksa kitabî bilgilerle ve mütalaalarla Hakk’a vâsıl olunmaz. Yani Tevhîd ilmi sülûksuz olmaz.

“Her Mürşide dil verme kim yolunu sarpa uğratır

Mürşid-i kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş.”

Bir kişinin Mürşid-i Kâmili bulması çok zordur. Zira günümüzde Mevlana Hazretlerinin “Her köşede Mürşidim diyen çokdurur, binde birinin irfâniyeti yokdurur” dediği türden bir çok mürşîd vardır. Bunların hakîkata vâkıf olanlarının yanına vardığınız zaman, mıknatıs gibi çekicilikleriyle sizleri etkilediklerini görürsünüz.”Biraz daha anlatsa da dinlesem” diye gönlünüzde arzu ve istek tecellî eder. O’nun huzurunda manevî dertleriniz ve müşkülleriniz hallediliyor, mutluluğa ve huzura kavuşuyorsanız, işte sizin irşâd kapınız orasıdır. Tâbi olmakta vakit kaybetmeyiniz.

“Anla hemen bir söz durur yokuş değildir düz durur

Âlem kamu bir yüz durur gören onu hayrân imiş.”

Yukarıdan beri anlatılan irfâniyet ve kemâlâta sahip olan bir kişi, ister esmâsını söylesin, isterse aklı ile O’nu düşünsün, zerreden kürreye kadar, onun Tafsilât-ı Muhammediyyesi olan zâhirinden, Vahdâniyyetinin zuhûrunu şühûd ve müşâhede ederek hayran kalacaktır. Cenâb-ı Allah’ın bu mukayyed âlemde tecellî eden yüzüne Vahdâniyyet yüzü, tecellî olunan zâhir yüzüne de Tafsilât-ı Muhammediyye olan kesret yüzü denildiğini anlayacaktır.

“İşit Niyazi’nin sözün bir nesne örtmez Hak yüzün

Hak’tan ayan bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş.”

Mülkünde Cenâb-ı Allah’tan başka bir varlık yoktur ki O’nu örtmüş olsun. Bütün sıfatlarında Zâtını ilâneden Cenâb-ı Hakk, ârif ve kâmillere, hem cemâlini göstermekte, hem de o varlıklardan hitâb etmektedir. Yalnız bu irfâniyet ve kemâlâta sahip olamayanların hicâbları

178

Page 179: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

açılmadığı için, onlar için gizli olduğundan bu hâli göremezler. Cenâb-ı Allah bizlerin de hicâblarını açarak bu sırlara vâkıf kılsın. Âmin.

İNSANLARIN YARATILMA GÂYESİ NEDİR

İnsanlar bu âleme bir gâye için gönderilmişlerdir. Âşıkın biri:

“Bekâ mülkünden eyledim teşrif,

Bu dâr-ı fenâya imtihan için.

Gece gündüz murâdım budur,

Cemâl-i pâkini anlamak için”

Buyurmuştur. Demek ki bu âleme imtihan için gelmişiz.

Ayrıca Zariyat Sûresi 56. âyette “Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” buyrulmuştur. Burada cinlerin evvelâ zikredilmesi onların gerçekte insten evvel yaratılmış olmalarıdır. Sahabeler Resûlullah (S.A.V.) Efendimize “ibâdet nedir” diye sorduklarında “İbâdet Allah’ı Tevhîd etmek ve bilmektir.” Yani kul olmaktır buyurmuşlardır. Demek ki ibâdet herkesin bildiği gibi oruç tutmak, namaz kılmak ve Kur’ân okumak gibi bilinçsiz amelî ibâdetler değildir. Allah’ın bu âlemdeki ef’âl, sıfat ve Zât tecellîlerini yalnız ilmî olarak bilmek de değildir. Allah’ı Tevhîd edip bilmek için ibâdetin beş madde halinde zuhûrunu zevk etmek gerekmektedir.

1- Âdemde ve âlemde Allah’tan başka hiçbir varlığın olmadığı ef’âl-i İlâhiye, sıfat-ı İlâhiye, Zât-ı İlâhiyye Tevhîdi ile bilmektir.

2- Emir ve yasaklar olan şerîat-ı ahkâmiyeyi bilmek ve uygulamaktır. Bu da iki bölümde mütalaa edilir:

a) Amel bölümü

b) Muamelât bölümü

Amelî bölümde her türlü zâhir ibâdetlerimiz mevcuttur. Tevhîd ehli, Mürşîde gelmeden evvel bu Tevhîd akideleri ona vâcib değilken, zorlama olmaksızın kendi istek ve arzusuyla Mürşîde gelip “Ben kendi insan-ı asliyyemi öğrenmek istiyorum” demek suretiyle vacipleştirmiş oldu. Fetih Sûresi 10. âyetinde “Her halde sana biat edenler ancak

179

Page 180: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Allah'a biat etmiş olurlar. Allah'ın eli (kudreti) onların elleri üstündedir. Onun için her kim cayarsa yalnızca kendi aleyhine caymış olur. Her kim de Allah'a verdiği sözü yerine getirirse O da ona yarın büyük bir mükafat verecektir.” “Gerçekten sana biat edenler Bana biat etmişlerdir.” buyrulmuştur. Biatler Mürşidin şahsına değil onun mazharından Rabbil Âleminedir. Abdestsiz yere basmaması, yalan söylememesi, beş vakit namazını kılması, Ramazan’da bir ay oruç tutması, eksiklik aramaması, elinden geldiği nisbette ümmet-i Muhammed’e faydalı olmaya çalışması hâsılı Allah’ın emrettiklerini yapmayı, yasak ettiklerinden kaçmayı kendisine vâcipleştirmiş oldu. Bir sâlikin bunlara uyması gerekli iken, Tevhîdi kendisine uydurmak istemesi, vagonun raylarından çıkarak trenin menziline gidememesine benzer.

Muamelât bölümünde de günlük yaşantısında ailesine, çoluk çocuğuna, komşu ve insanların tümüne muamelesi emir ve yasaklar doğrultusunda olmalı, her türlü işlerinde herkese eşit muamelede bulunmalı, ticaretinde kimisine pahalı, kimisine ucuz mal satmamalıdır. Çünkü sendeki varlık Hakk’ın varlığı olduğu gibi karşındaki varlık da Hakk’ın varlığıdır. Şu halde karşındakine kötü muamelede bulunursan, bilmelisin ki Hakk’a kötü muamelede bulunmuşsun demektir. Onun için Tevhîd ehli bunlara riâyet etmeyi kendisine vâcib bilmelidir.

3- Tarîkat halini yaşamak ise, ilimle bildiği ef’âlinin, sıfatının, Zâtının Hakk’ın olduğunu ayne’l-yakînlik derecesinde şühûd etmesidir. Ayne’l-yakînlik derecesini şühûd eden bir sâlikte elbette edeb, güzel ahlâk ve tevazu’un meyveleri görünecektir. İnsanın meyvesi fiilleridir. Nasıl bir meyvenin rengi, kokusu ve tadı onun aslını bizlere bildiriyorsa, ayne’l-yakîn olan bir insanın fiillerinin rengi Allah’ın boyası “Sibgatullah” Tevhîd boyası, kokusu Rahmân’ın kokusu olan Tevhîd kokusu, tadı da fiil ve sıfatlarından tecellî eden Tevhîdi yaşama zevki olarak görünmelidir.

4- Eşya dediğimiz varlıklarda eşyanın hakîkatini bilip her mazharda O’nu müşâhede etmektir. Çünkü eşyanın hakîkati ef’âl-i İlâhiyedir. Ef’âlin hakîkati esmâdır. Esmânın hakîkati sıfat-ı İlâhiyedir. Sıfatın hakîkati de Zâttır. Zira zerreden kürreye kadar her varlıkta Allahü Teala ma’lûmiyeti nisbetinde Zâtıyla tecellî etmekte, onların kapları ve renkleri nisbetinde varlıklarda kendini seyretmektedir. Tin Sûresi 4. âyette “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” sırrını İnsan-ı Kâmil’lerden seyretmektedir. Böylece her varlıktaki tecellînin hakîkatini zevk eden bir sâlik kendi varlığının olmadığını, varlığın Hakk’ın varlığı olduğunu, esmâsının dahi Allah’ın sıfatlarına verilmiş birer isimden ibaret olduğunu,

180

Page 181: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

kul esmâsıyla dâima muhtaç, Mürşid-i Kâmil mazharından, Samedâniyyeti ile lütuflarda bulunulduğunu zevkle müşâhede eder.

İşte bu dört madde halinde saydığımız birinci, ikinci, üçüncü merdiven basamağı gibi Tevhîd mertebelerini geçmeden; Allah’ı bilmek, görmek ve olmak halinde Tevhîd etmedikçe; mârifet ehli olunamaz. Zira ibâdet, mârifet miktarıncadır. Ârif olmayan tahkikî ibâdet edemez. Nitekim Hz. Ali (K.V.) “Görmediğim Rabbime ibâdet etmem” demiştir. Bu demektir ki Hazreti Ali kendi vücûdundaki sıfatlarından Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini müşâhedeyle zevk etmiştir.

İşte Allah’ı Tevhîd edip bilmek için bu beş madde ile vasıflandırdığımız hallerin ehl-i Tevhidde olması istenmektedir. Elhamdülillah seçilmiş kullardanız. Seçilmemiş olsa idik bir Mürşid-i Kâmilden bizleri çağırmaz, Tevhîd ilmini de telkîn etmezdi. Sevilen kullardanız ki kendi varlığımızın olmadığını, varlık sahibinin Hakk Teala olduğunu, kendi mülkünde Zâtının bütün sıfatlarından tecellîsini müşâhede etmeyi nasîb etti. Kendi tecellîsini bizlerden kendi seyretti. Rabbimize dâima hamd ederiz.

İNŞİRAH SÛRESİ

Sûrenin 1. âyetinde “Elem neşrahleke sadrek” “Biz sizin sadrınızı yarmadık mı” buyruluyor. ‘Sadır’ göğüs demektir. Göğsün yarılması bizlerin bildiği ameliyatlardaki neşterle yarma değildir. Bıçaksız ve kansız olarak günümüzde Mürşîd-i Kâmillerin telkînât ve sohbetleriyle inanan kardeşlerimizin cehâlet ve nisbîyet pisliklerinden temizlenmesidir. Kâmiller telkînâtlarıyla sâliklerin gönüllerindeki kötülük damarlarını çıkarıp, iyilik damarlarını onun yerine koyar. Bir sâlikin, Mürşîde gelmezden evvel, vücûd kabının darlığından mütevellit halk ile Hakk’tan habersiz olduğu için mutlaka gönlünün açılmasına ihtiyacı vardı. Fenâ mertebelerindeki ameliyat sonunda sâliklerin vücûdu kalmadığı için, Hakk’a ve halka hicâblıdır. Ne zaman Hakk’ın vücûdunu giyerse işte o zaman kul olarak ‘sadrının yarıldığı’ hitabına muhatap olur. Kulluğunu giymeyen bir kişi bu hitaba muhatap olamaz. Bir insanda iki yön vardır:

1- Cin yönü: O kişi dâima süflîyyât tarafına eğilimli olduğu için kötülükler onu bırakmaz.

181

Page 182: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

2- Melek yönü: Melek yönü galip gelirse, o kişinin iyiliğe, doğruluğa meyli vardır. Sadrın yarılması ile kişiye melek kuvveleri olan iyilik ve doğruluk fiilleri hâkim olur.

2. ve 3. âyetlerde “Ve vedana anke vizrekellezi enkada zahrek” “Senin belini büken yükünü hafifletip kaldırmadık mı” buyruluyor. Burada insanın belini büken yük, kişinin kendi nisbîyet varlıklarıdır. Kâmilin telkînâtı ile bu varlıklar giderilir. Yerine Hakk’ın varlığı kalır.”Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” Kuvvet ve kudret Allah’ındır. Biz yaptıklarımızdan sorumluyuz. Fakat Allah yaptığından sorumlu değildir. Çünkü mülkünde başka bir Allah yok ki, “Bunu neden yaptın” desin. Onun için belimizi büken yükü de kâmil mazharından bizlerden kaldırmış oluyor.

4. âyetteki “Ve refana leke zikrek” “Biz senin zikrini yükseltmedik mi” hitabını peygamberimize yorumlarsak, güne beş defa ezan-ı Muhammediyye okunduğunda dâima Allah’la beraber ismi anılarak semâya yükselmektedir. Bizler için de, Cenâb-ı Hakk’ı kemâlâtıyla açığa çıkarmak ve tafsilât-ı Muhammediliğin kesret âlemindeki Zâtını idrâk etmek yücelik değil midir.

5. âyette “Fe inne meal usri yüsren” “Bir güçlüğün yanında bir kolaylık vardır.” buyrulmaktadır. Demek ki gerçeği arayıp bulasıya kadar elbette müşkülât çekilmektedir. Kâmili bulduktan sonra Allah’a vâsıl olmak kolaylaşıyor. O seni zahmetsiz Vahdâniyyet zevki ile zevklendiriyor.

6. âyette “inne meal usri yüsra” “İkinci bir defada güçlüğün yanında bir kolaylık vardır” buyrulmakla insanın Allah’a vâsıl olduktan sonra yani Hakk’la beraber olduktan sonra tekrar halka dönmesi gerektiğini anlıyoruz. Çünkü Allah, Allahlığını kimseye vermez. İşte güç olan da budur. Onun için seyr-i sülûk ikidir. Birincisi, halktan Hakk’a vuslattır. İkincisi, Hakk’tan halka tenezzül edip kulluğa dönmektir. Ancak bu her babayiğidin harcı değildir, çok güçtür. Kulluğa döndüğünde iş kolaylaşır.

7. âyette “Feiza ferağte fensab” “O halde boş kaldın mı, yine kalk yorul.” buyruluyor. Şimdi kulluktan Hakk’a ve Hakk’tan kulluğa vuslat olan iki seyrini tamamlayıp ikisini birleştirerek Tevhîd yolunda dâim ol. Bu Cenâb-ı Hakk’ın Vahdet ve kesret tecellîlerini Tevhîd yaparak kişinin yaşama geçmesi demektir.

182

Page 183: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

8. âyette de bu yaşam içersinde “Ve ila rabbike ferğab” “Rabbine dâima rağbet et” buyrulmaktadır. Zerreden kürreye kadar, bu kesret âlemindeki tafsilât-ı Muhammediyyedeki tecellîleri zevk et. Onunla dâim ol. Evvelâ kul mu Allah’a rağbet eder, yoksa Allah mı kuluna rağbet eder. Cenâb-ı Allah hidâyet etmeyince hiçbir kimse yüzünü Rabbine döndüremez. Şu halde evvelâ Rabbimiz bizlere rağbet edecek, biz de o zaman Rabbimize rağbet etmiş oluyoruz. Yalnız Allah Âlimdir, bizler ise malûmuz. Onun için Allah malûmiyetimiz nisbetinde bizlere rağbet etmiş oluyor. Bizler Rabbimize nâkısiyet içinde malûm isek o zaman Rabbimiz de bize o kadar rağbet eder.

Görüldüğü gibi İnşirah Sûresi bizlere Tevhîd de merâtib-i İlâhiyenin başından sonuna kadar bütün Makâmların tecellîlerini anlatmaktadır. Tevhîd yapıp Rabbimizi tanımadan rağbet olmuyor. Yoksa yapılan taklîdi oluyor.

Cenâb-ı Allah cümle ümmet-i Muhammedi Mürşîd-i Kâmil mazharından bıçaksız ve kansız göğüslerini yararak cehâlet hastalığından kurtarsın. Zikirlerimizi de pekleştirerek Vahdet ve kesret Kaf dağlarının zorluklarını kolaylaştırarak Tevhîd ovasında mutluluk ve saadet meyvelerini yemek nasîb etsin. Âmin.

İSLÂMIN BEŞ ŞARTININ HAKÎKATTEKİ İDRÂKİ NEDİR

Şeriat-ı ahkâmda islâmîyetin ispatı için evvelâ “La ilâhe illallah Muhammederresûlullah” kelime-i şehâdeti gelirse de hakîkat-ı Muhammediyyede önce

oruç gelmektedir. Bunun ispatı, Arabi ifadedeki savm, salât, hac, zekât ve kelime-i şehâdet ifadesidir.

1- Oruç, uruc etmektir. Yani yükselmektir. İkilik olan kulluktan Hakk’a vuslat olarak, her türlü şirk ve kula ait bütün günahlardan ihtiyarî olarak kurtulmak diyebiliriz. Sabahtan akşama kadar aç ve susuz bedenimizin ihtiyaçlarını vermemek değil, doğduğumuz günden, öleceğimiz güne kadar, ihtiyarî olarak “Mutu kable ente mutu” (Ölmezden evvel ölünüz) hadisinin ışığında, bizim ve gördüğümüz varlıkların kendilerine ait hiçbir varlığının olmadığını, varlık sahibinin Allah olduğunu, bu varlıkların O’nun bu mukayyed âlemde, lâtif varlıkların birer gölgesi olduğunu bilmektir.

183

Page 184: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

2- Namaz, mü’minin mi’racıdır. Mi’rac ise, Cenâb-ı Hakk’la beraber olmak, O’nunla konuşmaktır. Bir kişi kendi varlığının olmadığını, varlık sahibinin Cenâb-ı Hakk olduğunu idrâk ettikten sonra, kul dediğimiz mazhardan tecellî edenin O olduğunu zevk edince, kendi mazharında ve bütün mazharlarda O’nun her an ayrı şe’nde tecellî edişini seyredip zevk etmesi, o kişinin Hakk’la beraber olup konuşmasıdır. Kıyam, rükû ve secde halinin dışında O’nunla konuşma olmaz. Çünkü bu üç tecellî dışında onun zuhûru yoktur.

3- Hac ziyâret demektir. Her ne kadar Allah’ın Zâtını remzetmesi nedeniyle bizler Kâbe’yi ziyâret ediyorsak da, âfâkta bütün sâliklerin Kâbe’si durumunda olan Efendilerini ziyâret etmeleri ve Rablerinden merâtib-i İlâhiyenin tahsilidir. Kâinattaki bütün sıfatların, kendilerinde tecellî eden Zât-ı İlâhiyye’yi idrâk ederek, gönüllerini ona açmış bir vaziyette, “Ya Rabbi Sen bizlerden tecellî etmesen bizler olmazdık ve şu halimizi sana muhtacız. Samadaniyetinle bizlere verdiğin bu lütuflara hamd ediyoruz” demeleri yani bütün sıfatların Zâtın samedâniyyet tecellîlerini idrâk etmesi hactır.

4- Zekât vermek zengin olanın fakir olanlara zenginliğinden kırkta birini vermesidir. Bir kişi mülkünde Allah’tan başka bir varlık görmüyor ve gördüğü sıfatların da O’nun ‘kün’ emrinin bir sonucu olarak O’na muhtaç durumda olduğunu görüyorsa zengin olan Allah’tır. Nasıl bir vücûdda rûhun bütün sıfatlara tecellîsini lûtfetmesiyle; kulak duymasıyla, göz görmesiyle, dil konuşmasıyla zekâtını alıyorsa, bu kâinatta da, Cenâb-ı Hakk’ın zerreden küreye kadar bütün varlıklara lütfu O’nun zekâtı olmaktadır. Varlıkların isti’dâd ve kabiliyetlerine göre bütün varlıklar Hakk’ın zenginliğinden zekâtlarını almaktadırlar. Cenâb-ı Hakk’ın bu âlemdeki dört tecellîsinin duyguları ile birliğinin idrâkinde olanlar, dâima zekâtı alan ve verenin, seyir zevkini yapmaktadırlar. Sakın hakîkatteki bu zekât zevkini söylediğim için şerîattaki zekâtı inkâr ettiğimi zannetmeyiniz. Şerîatta şerîat zekâtı, hakîkatte de hakîkat zekâtı mutlaka verilmelidir.

5- Kelime-i Şehadet “La ilâhe illallah Muhammederresûlullah” dır. Bir kişi, “Lâ ilâhe” demekle bu âlemdeki varlıkların hiçbirinin, zanlarında hayâllerinde bir ilâhın da bulunmadığını bilmektir.”İllallah” demek de zerreden küreye kadar bu gördüğümüz varlıkların kendilerine ait bir varlıklarının olmadığını, Cenâb-ı Hakk’ın varlığı ile var olduklarını, Cenâb-ı Hakk’ın sıfat olan Muhammed aynasından görüntüsünden ibaret olduğunu idrâk etmektir.”Muhammederresûlullah” Muhammed

184

Page 185: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

(A.S.)Allah’ın kulu ve Resulüdür. Kul demek köle demektir. Kölenin de hiçbir varlığı yoktur.

Dolayısıyla bir kişi, oruç tutarak, kendi varlığını ihtiyarî olarak Allah’ın varlığında yok eder, letâfet vücûda bürünerek lâtif olan Hakk’ın kendi mazharında Hakk’la konuşarak namazının zevkine ererse, kendinde ve âlemdeki bütün sıfatların da Zâta muhtaç olmalarının idrâki olarak hac yaparsa, Hakk’ın Zâtının zenginliğini idrâk ederek bütün sıfatlara isti’dâdları nisbetinde tecellî ile zekâtını verdiğini zevk edebilirse, işte o zaman kelime-i şehâdeti getirmiş olur. Yoksa getirilen kelime-i şehâdet sözde kelime-i şehâdet olur. Görüldüğü gibi, Tevhîddeki merâtib-i İlâhinin tümü bizlere beş madde halinde, islâmın şartı olarak sunulmuştur.

KUR’ÂN-I KERÎM DÖRT İLMİ BİLMEKLE ANLAŞILIR

1- Şerîat ilmi (Kur’ân-ı Kerîm’deki emredilen emir ve yasaklardır)

2- Tarîkat ilmi ( Ahlâk ve edep güzelliği)

3- Hakîkat ilmi ( İbâdet ve âyetlerin hakîkatine vâkıf olmak)

4- Mârifet ilmi (Esmâ ve sıfat ilmi olarak uygulamak)

ABDEST Bir kişi evvelâ temizlenerek, yani abdest alarak Hakk yoluna

çıkar. Abdestin tam olabilmesi için :

1- Abdest, su ile emredilen a’zaların yıkanması, su yoksa pak toprakla teyemmüm edilmesidir. Bu, şerîatın uygulanması ile ilgili bedensel, dış temizliğimizdir.

2- Abdestin tarîkat seviyesinde idrâki: Madem ki göz, kulak gibi sıfat ve a’zalarımız yıkanarak temizlenmiştir, kulağımızla gıybet dinlemememiz, gözümüzle harama bakmamamız, dilimizle yalan söylemememiz gerekir. Bunlardan her hangi birisi ihlâl edilirse o sıfat ve azamızın abdesti bozulmuş demektir.

3- Abdestin hakîkat seviyesinde idraki: Abdest, ‘abîd’ olan kulun ‘dest’ olan yıkayıcıdan, yani bir Mürşid-i Kâmilden, cehâlet,

185

Page 186: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

nisbîyet ve şirk kirlerinden yıkanarak temizlenmesi demektir. Kâmilin bir sâliki temizlemesi demek, sâlikin Tevhîd tahsilindeki nefs terbiyesi, cehâlet, gayriyet ve nisbîyet şirklerinden sohbet ve telkînleriyle kurtulması, kendisinin varlığının olmadığı, varlık sahibinin Cenâb-ı Hakk olduğunun idrâkine varmasıdır. İşte o zaman, kişinin, her nereye bakarsa Hakk’ın yüzünü orada görmesi, Hakk’ın sesini oradan duyması ve orada Hakk’la konuşması zuhûr edecektir.

4- Abdestin mârifet idrâki ise bu saydığımız üç mertebe zevkini, kendimizde cem ederek dâimî bir yaşam halinde devam ettirmek olacaktır. Biz buna uygulama ve icraat diyoruz.

ORUÇ1- Şerîat seviyesindeki oruç bedenle ilgili olduğu için, evvelini,

ahîrini ve ikisi arasında geçen zamanda, yemekten içmekten ve nefsânî isteklerden uzak kalmaktır diye tanımlanmıştır.

2- Tarîkat seviyesinde oruç, hem bedenle hem de rûhla ilgili olduğu için, şerîat seviyesindeki bedenle ilgili emirleri uyguladığı gibi aynı zamanda, sıfat ve a’zalarının Hakk’tan gayrı şeylerle meşgul olmaması için zikir ve fikir halinde bulunması, ona ahlâk güzelliği, edeb güzelliği gibi hasletler kazandıracaktır. Zâten orucun gâyesi ahlâk güzelliğidir.

3- Hakîkat seviyesinde oruç, ikilikten birliğe uruc etmektir. Yani kişi ayrı Allah ayrı iken, yaptığı Tevhîd tahsilinde kendisi diye bildiği varlığın kendisinin olmadığını öğrenip, varlık sahibinin Cenâb-ı Hakk olduğunu anlaması demektir. Yani Fenâfillâh olmak demektir.

4- Mârifet seviyesindeki oruç, şerîat, tarîkat ve hakîkat seviyesindeki oruç idrâkini bizzât, yaşama geçirip, eksiksiz uygulamasıdır. Kişi saydıklarımızdan hangisini uygulayabiliyorsa onun orucu o seviyededir.

NAMAZ1- Şerîat seviyesindeki namaz, fıkıhî şekilde tarif edildiği gibi,

vakitlerle ilgili olarak bedenle uygulanan bir emr-i İlâhidir. Bu namazı kılan kişiler, ta’dîl-i erkâna ve bütün fıkıh kâidelerine uysalar bile “Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öyle namaz kılınız” (H.Ş.) gereğince Resûlullah efendimizi taklîd etmektedirler. Ne kıyam, rükû, secdenin remzettiği mânâyı, ne de namazın mü’minin mi’racı oluşunu, mi’racın ise

186

Page 187: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Allah’la beraber olmak, konuşmak olduğunu bilemezler. Yalnız emr-i İlâhi olduğu için, görerek değil de görüyormuş gibi bu ibâdeti yaptıklarını söylerler. Maddî isteklerinin yanında, Cennet arzusu ve Cehennem’den kurtulmak için namaz kılarlar.

2- Tarîkat seviyesinde, her ne kadar Cehennem korkusu ve Cennet arzusu olmadan, Allah rızası için namaz kıldıklarını söyleseler de, kendileri ayrı Allah ayrı olduğu için ikilik içersindedirler. Kendilerinden tecellî eden Hakk’ın zuhûrunu bilirler, fakat zevk edemezler. İlim ve amelleriyle huzu’, hudû’ ve huşû’ haliyle namazlarını kılarlar. Ankebut Sûresi 45.”Sana vahyedilen Kitabı güzel güzel oku ve namazı kıl! Muhakkak sahih namaz edepsizlikten ve uygunsuzluktan alıkoyar. Muhakkak Allah'ı anmak en büyük zikirdir ve Allah, her ne işlerseniz bilir” âyetine mazhar oldukları için ahlâk ve edepleri şerîat erkanına göre çok farklıdır. Tevhîdde bunların kıldıkları namaza, Yunus (A.S.)’un taht-ı serada, yani balığın karnında kıldığı namaz denilmektedir.

3- Hakîkat seviyesindeki namaz nedir. Namaz mü’minin mi’racıdır. Mi’rac nedir. Mi’rac, Allah’la beraber olmak ve konuşmaktır. Bir kişi kendi varlığının olmadığını, varlık sahibinin Cenâb-ı Hakk olduğunu anladığı zaman, Allah’ın Vahdâniyyetini kendinde zevk edecektir. Necm Sûresi 8 ve 9. âyetlerde “8. Sümme dena fe tedella. Fe kane Kâbe kavseyni ev edna”) “sümmedena” ifadesiyle kişinin kendisinde Hakk’ın Vahdâniyyet tecellîsini zevk etmesi, “fetedalla” ifadesiyle bütün sıfatlarından zuhûrâtı (kulağının Hakk’ı duyması, gözünün Hakk’ı görmesi. . . gibi), “Vekane Kâbe kavseyn” ifadesiyle (Allah’ın Vahdâniyyeti; bütün sıfatlarından zuhûra gelmesiyle, , iki yayın birleşmesi gibi Allah’ın Vahdetini ve kesretini gönül evinde görmesi ve zevk etmesi) “Evedna” ifadesiyle de Bir’le Bir olma hâli anlatılmaktadır. Hakîkat seviyesinde, kulun mazharından tecellî eden yani namazı kılan Hakk olduğu için, kul diye vasıflandırdığımız kul sıfatından, kıyamda ef’âl-i İlâhisiyle âyet tecellîlerinin zuhûru, rükû’da sıfat tecellîlerinin zuhûru, secdede vücûdunun Vücûdullah tecellîleriyle, kul diye bildiğimiz sıfat dilinden, bazı kul diliyle bazı Hakk diliyle, karşılıklı yüce âyetlerinin tecellîlerine namaz denmiştir. Hakîkatte rûh bedenin emrinde değil, beden rûhun emrine girmiştir. Rûhun gönül evindeki görüşme zevkini zâhir vücûddan şerh ettiğini görürüz. Hakîkatte namaz kişinin gönlünde, kul ile Hakk’ın konuşmasıdır. Zâtın, sıfatlarından tecellî idrâkidir. Hakikî sâlikin Mürşidi ile kendi gönül evinde sohbetidir.

187

Page 188: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

4- Mârifet seviyesinde namaz, şerîat, tarîkat ve hakîkat seviyesindeki namaz zevklerini kendi şemsiyesi altında toplayarak, hiçbirinden ayrılmayarak yaşam halinde bunların uygulanmasına, Peygamber efendimizin buyurdukları gibi, taht-ı istivâda yani Arş-ı Âlâ’da Mi’rac yapmış olurlar. Kişinin Muhammedi aynasından, tecellî edenin kendisi, tecellî kendisi, tecellî olunanın kendisi olduğunun idrâk ve zevki Mi’rac olacaktır.

HAC1- Şerîat seviyesindeki hac için sağlığı yerinde olma, bir sene

yiyeceği olup hac farzını yapmak için gidip gelecek kadar yeterince maddî imkâna sahip olma, yolculuğa engel bir durum olmama şartları aranır. Bundan başka sayılı günlerde bedenen ihrâma girmek, Arafat’ta vakfeye durmak ve Kâbe’yi yedi defa tavâf etmek kişinin hacı olması için yeterlidir.

2- Tarîkat seviyesindeki hacda, ihrâma girmenin, Arafat’ta vakfeye durmanın ve Kâbe’yi tavâf etmenin ilim ve irfâniyetleriyle her türlü ziyâretin mânâları bilinmekte ve bu minval üzere hac farzı yerine getirilmektedir. Kâbe’yi ziyâretin taştan bir binayı ziyâret değil Allah’ın Zâtının ziyâreti olduğunu, Hacer-ül Esved taşını öpmenin İnsan-ı Kâmilin elini öpme olduğunu, Kâbe’nin yedi tavâfının Kâmilde yedi merâtibin tahsili olduğunu bilirler. Fakat ilimle bildikleri için müşâhedeleri yoktur.

3- Hac ziyâret demektir. Hakîkat seviyesinde Allah’ın Zâtını remzeden Kâbe’yi, Allah’ın sıfatları durumunda olan kullarının ziyâreti anlamına gelmektedir. Rabbinin irfâniyet ve kemâlâtını sohbetleriyle irşâd olmak isteyen sâliklerin de, Mürşîdlerini ziyâret etmeleri onların haccı olmuş olur. Bunun için evvelâ ihrâma girmelidir. İhrâma girmenin remzettiği mânâ Fenâfillâh olmaktır. Ondan sonra Hakk’a ârifiyeti elde eden kişinin, Allah’ın Vahdâniyyet tecellîsi ile Arafat’ta vakfeye durması, yani kendisinde tecellî eden Allah’ın Vahdâniyyetinin bütün sıfatlarından kemâlâtıyla tecellîsini istemesidir. Kâbe yedi defa tavâf edilmektedir. İlk üç tavâf çalımlı, koşarak yapılmaktadır. Burada amaç insanın kendi varlığından bir an önce kurtulma isteğidir. Kendi varlığından kurtulduktan sonra dört sakin tavâfın da Hakk’ın varlığı ile varlıklandığında, Hakk’ın duyması, Hakk’ın görmesi, Hakk’ın kelâmı ve Hakk’ın kudreti ile bu dört sıfatından kemâlâtını sergilemesi olduğunu zevk etmesidir.

188

Page 189: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

4- Mârifet seviyesinde hac Zâhir ve bâtın Cenâb-ı Hakk’ın zerreden küreye kadar saydığım bu tecellî zevkine sahip olanlar, zâhirini emr-i ilâhi olduğu için, bâtınını da, her an ayrı bir tecellîde oluş zevki ile, bütün kâinattaki sıfatların zâtına muhtaç ve tavâf ettiklerini görürler.

ZEKÂT1- Şerîat seviyesinde zekât maddiyatla mütalaa edildiği için

malın kırkta birini fakirlere vermektir denilmiştir. Mal denilince yalnız madde olan zâhir maldan başka bâtın mal yok mudur. Maddî fakirden başka manevî fakirler de yok mudur. Bunlar kimlerdir. Bunlar hakkında fazla bir bilgileri olmadığı için, yalnız emr-i İlâhiye’ye uyarak zâhir ifadeye göre hareket ederler.

2- Tarîkat seviyesinde zekât verenler zâhir zekâtlarını verdikleri gibi bâtın olan zekâtlarını da verirler. Kâmilin tahsilinde kendilerinin varlık sahibi olmadıklarını, varlık sahibinin Cenâb-ı Hakk olduğunu anladıklarında cehâletten, nisbîyetten, şirkten kurtulmakla zekâtlarını vermiş olurlar.

3- Hakîkat seviyesinde, zâhir ve bâtın olan zekâtını tamamen veren bir kişi, kulluğunu, fakirliğini, köleliğini, hiçbir varlığının olmadığını idrâk ettiğinde zengin olan Cenâb-ı Allah, kulundan kemâlâtıyla tecellî ederek zekâtını vermektedir. Çünkü zengin olan Allah, fakir olan kuldur. Böylece Allah’ın her an kullarına nasıl zekâtını verdiği seyredilir.

4- Mârifet seviyesinde zekâtta ise bütün mertebelerdeki zekât idrâkini bildiği için hepsinin yerli yerinde olduğunu tasdik ederek, irfâniyet ve kemâlâtı ile her şeyi yerinde kullanır. Varlık sahibi olan kullar zengin oldukları için zekât vermek mecburiyetindedirler. Kendi varlıklarının olmadığını anlayıp “Zengin olan Cenâb-ı Allah’tır.” diyebilirlerse, o zaman Allah kullarına zenginliğinin zekâtını verecektir. Zaten verip durmaktadır.

KELİME-İ ŞEHÂDET 1- Şerîat seviyesinde kelime-i şehâdet: İsmi üzerinde şehadet

kelimesi demektir. Bu da “Lâ ilâhe illallah Muhammederresûlullah”dır. Allah’tan başka ilâh olmadığına, Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve Resulü olduğuna şahitlik etmek anlamına gelen şehadet kelimesini Müslüman olmak isteyenlerin dilleriyle ikrar, kalbleriyle tasdik etmeleri

189

Page 190: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

yeterli olmaktadır. Ancak, Allah neden birdir. Neden ondan başka ilâh yoktur. Hz. Muhammed hangi yönden onun Resulüdür... gibi detaylı bilgilere sahip değillerdir.

2- Tarîkat seviyesinde şehadet: “Lâ ilâhe” demekle, hiçbir şeyin kendisine ait bir varlığının olmadığını, zannımızda, hayâlimizde yarattığımız böyle bir ilâhın bulunmadığını, zerreden küreye kadar her şeyde tecellî ettiği halde bu tecellî ettiklerine benzemeyen bir Allah olduğunu ilmen bilirler.”İllallah” demekle de mülkünde O’ndan başkası olmayınca, bütün sıfatlarından cemalullahını sergileyenin illâ Allah olduğunu da ilmel bilirler.”Muhammederresûlullah” demekle de, Hz. Muhammed’in, Allah’ın Vahdet ve kesret olan iki cihanda da en kemâlâtlı sıfat aynası olduğunu, her an bu kemâlâtı bütün kâinat aynasında göstererek, Resûlullahlığı olan tebligatının yapıldığını yine ilmel bilir ve uygulamaya özen gösterirler.

3- Hakîkat seviyesinde şehadet: Hakîkatte şehadet, şahitlikten gelmektedir. Görünmeyen bir şey şeyin şahitliği olmaz. Rahmân Sûresi 26. ve 27. âyetlerde “Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir; Yüce ve iyilik sahibi Rabbinin yüzü bâkidir” buyrulmaktadır. Âdem ve âleme nazar ettiklerinde, Allah’ın bütün sıfatlarından zâtının kemâlâtıyla zuhûra geldiğini ve bütün sıfatların isti’dâd ve kaabiliyetlerine göre Muhammed aynalarından şerhinin ilân edilişini seyrederler. Seyreden de seyredilen de kendisidir. Allah’ın, Ahadiyet deryasından bu mukayyed âlemdeki Vahdâniyyet tecellîsiyle, Muhammed aynalarından yüce âyetlerinin şühûd ve müşâhedesini zevk ederler ve dâima kâl ve hâl lisaniyle “Lailâhe illallah Muhammederresûlullah” derler.

4- Mârifet seviyesinde şehâdet: “Lâ ilâhe illalah Muhammederresûlullah” sözünü yalnız ifade etmekle kalmayıp, taşıdığı sırrı tenzih, teşbih ve Tevhîd yaparak, müşâhede halindeki bir yaşam biçimidir. Onun için şehâdet ifadesi her türlü îmân ve ibâdetten sonra söylenmiştir.

KABİR EHLİNDEN YARDIM İSTEMEK NE DEMEKTİR

“İşlerinizde şaşırırsanız kabir ehlinden yardım isteyiniz” Hadis-i Şerifi çoklarının bildiği gibi izdirarî bir ölümle ölüp, toprak altında yatan kabir ehlinden yardım istemek anlamına gelmiyor. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz bir İnsan-ı Kâmil’den tahsil yaparak

190

Page 191: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

ihtiyarî bir ölümle ölmüş, Hakk’ın varlığı ile dirilip bu ten kabirlerinde dâimî ölümsüzlüğe erişmiş, yaşayan, yiyen, içen, sohbet yapan İnsan-ı Kâmillerden yardım istememizi tavsiye etmektedir.

Bir Hadis-i Kudsîde “Ben hiçbir yere sığmadım, mü’min kulumun kalbine sığdım.” buyrulmuştur. Şu halde kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok etmiş, kalbini cehâlet ve nisbîyet pisliklerinden temizlemiş bir kişi elbette Hakk’ı gönlünde tecellî ettirerek misafir etmiş olacaktır. İşte orada dâimî misafir olan Hakk’ın irfâniyet ve kemâlâtından istimdat istemek, müşküllerimizin hallolması için o vücûd kabristanlarında dâimî diri ve kemâlâtıyla bizlerin isteklerini karşılayan kabir ehlinden yardım istemek gereklidir. Bizler kabir ehli deyince hemen toprak altındakileri aklımıza getirmekteyiz. Yardım istenecek kabir ehli deyince aklımıza İnsan-ı Kâmiller, Mürşid-i Kâmiller gelmeli, onlardan istifade edilmelidir. Yoksa toprak altında yatanlardan velevki bir evliya da olsa herhangi bir isteğimizi arz ettiğimizde ondan herhangi bir söz veya müşkülümüzü halleden sonuç almak mümkün değildir. Mevlana Hazretleri “Bizleri kabirlerimizde değil, âriflerin gönlünde arayınız” buyurmuşlardır. Ayrıca bir Hadiste “Hakk Teala her canlıda tamam fakat ölüde nâtamamdır.” buyurarak izdirari bir ölümle ölmüş olanlarda cemâdî rûhtan başka rûh mevcûdunun olmadığını vurgulamıştır. Rûh birdir, parçalanma kabul etmez. Yalnız tecellî ettiği mazharlarda esmâ alır. Toprak, madenler vs. bu cinstendir. Nebâtâtta tecellî ettiğinde iki rûh olarak nebati rûh adını alır. Çünkü nebâtâtta hem cemadi rûh, hem de nebati rûh vardır. Bütün bitkiler bu cinstendir. Hayvânâtta tecellî ettiğinde üç rûh olarak hayvânî rûh adını alır. Çünkü hayvânâtta hem cemâdî, hem nebâtî, hem de hayvânî rûh vardır. Bütün hayvanlar buna dahildir. İnsanlarda tecellî ettiğinde ise dört rûh olarak insânî rûh adını alır. İnsanlarda hem cemâdî, hem nebâtî, hem hayvânî hem de insânî rûh vardır. Onun için insanlar bütün varlıklardan üstün yaratılmışlardır. Onlara verilen akıl, fikir, ilim gibi nimetler diğer varlıklarda eksiktir.

Rûhun saydığımız bu dört yerdeki tecellîlerini Tevhîd mertebelerinde de şu şekilde bulabiliriz:

Zikir sâliki manevîyatta cemâdî rûha sahiptir. Çünkü râbıta ve şühûdu yoktur. Her yer onun için Hakk’ın yüzüdür. Dâima ‘Allah’ der. Tevhîd-i Ef’âl sâliki nebâtî rûha sahiptir. Çünkü râbıta ve şühûd verilmiştir. Bu hadisâtta ona ef’âl penceresi açıldığı için onda yeşermeler başlar. Tevhîd-i sıfat sâliki ise hayvânî rûha sahip olmuştur. Zira “Hay” diri demektir.”Van” ise varlık demektir. Diri varlık demektir. Fiil ve

191

Page 192: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

sıfatlarının sahibinin Allah olduğunu idrâk edince elbette diri varlık olacaktır. Hakk’ın diriliğiyle dirilmiş olanlar mü’minlerdir. Tevhîd-i Zâttaki bir sâlik de kendisinin Kâmili olması nedeniyle insanî rûha sahip olur.

İşte bizler insanî rûha sahip olan İnsan-ı Kâmillerden yardım talep edeceğiz. Her insan insanî rûha sahip değildir. Onlar her ne kadar sûrette insan ise de henüz “Rûhumdan bir rûh üfledim” âyetine mazhar olamadıkları için sîrette hayvandırlar. Burada bahsedilen insanî rûh sûret ve sîrette insanlığını bulmuş olanlardaki rûhtur. İnşâallah cümle ümmet-i Muhammed’e kabir ehli olan sûret ve sîrette insanlığını bulmuş olanlardan istifade ettirir.

KADİR GECESİ

Kadir gecesi Ramazan ayının 27. gününe tekabül eden mübarek bir gece olarak kutlanmaktadır. Bakara Sûresinin 185. âyetinden Kur’ân’ın Ramazan ayında, Kadir gecesinin de Ramazan ayı içinde olduğu için Kadir gecesinde inzal olduğunu anlamaktayız. Kadir Sûresinde “1. Doğrusu Biz onu (Kur’ân'ı) Kadir gecesinde indirdik. 2. Kadir gecesinin ne olduğunu ne bildirdi ki sana 3. Bin aydan hayırlıdır o Kadir gecesi. 4. Onda melekler ve Rûh, Rablerinin izniyle (yapılacak) her iş için peyderpey inerler. 5. Bir selam (güvenlik) dir o gece, ta tan yeri ağarana kadar” buyrulmuştur. Bin ay seksen küsur sene yapar. İnsanoğlunun ömrü seksen küsur sene olsa bu ömür müddetince içerisinde kadir gecesi olmayan bir ömürden hayırlı demektir.

Evvelâ şunu iyi bilmek lâzımdır ki bu gece dünya gecelerinden bir gece değildir. Yoksa bin aydan hayırlı olan bu gecede sabaha kadar uyumayıp ibâdet etmekle o gecenin ihyâsını yapıp ömrümüz boyunca elde edeceğimiz ecirden fazla ecir elde edebiliriz diye düşünürdük. Bu bir zevk-i İlâhidir. Bir sâlik Receb ayında fenâ-i ef’âli, Şaban ayında fenâ-i sıfatı, Ramazan ayında fenâ-i Zâtı zevk edebilirse Cenâb-ı Hakk’ın Tecellî-i Zâtına mazhar olmasıyla Kadir gecesine erişir. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz bir hadislerinde “Receb Allah’ın ay’ı, Şaban benim ay’ım, Ramazan ümmetimin ay’ıdır.” buyurmuşlardır. Receb neden Allah’ın ayıdır. Çünkü onsekizbin âlem Allah’ın fiilleriyle zuhûra gelmiştir. Saffat Sûresi 96. âyetinde “Halbuki sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı” buyrulmaktadır. Onun için bir sâlik kendine nisbet ettiği fiilleri Cenâb-ı Hakk’a verirse Receb ayını idrâk etmiş demektir. Şaban ayı da

192

Page 193: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

sıfatları remzetmektedir. Bir kişi sıfatların mevsûfunun Allah olduğunu bilirse Şaban ayını idrâk etmiş demektir. Fiiller sıfatlardan, sıfatlar da vücûddan tecellî ettiği için vücûdun Vücûdullah olduğunu bilen bir kişi Ramazan ayını da idrâk etmiş olacaktır.

İşte fenâ-i ef’âl, fenâ-i sıfat ve fenâ-i Zâtı zevk ettikten sonra o kişiye melekler vasıtasıyla bütün vücûddaki kuvvelerine rûh nazil olacaktır. Kulağa inen rûh kulağı canlandıracak, göze inen rûh gözü mâsivâyı göremez hale getirip Hakk’ı görmeye, dili başka kelâm söylemeyip Hakk’ı konuşmaya başlayacaktır. Bu zuhûrât tecellî-i Zât zevki olarak belirtilmekte ve zevk edilmektedir. Bu tecellîler fecr zamanına kadar devam eder. Fecr, kişinin bütün kuvvelerinden tecellî eden Hakk’ın o vücûd ülkesinin aydınlığa çıkma zamanıdır. Artık Vahdette olan rûh bütün sıfat ve kuvvelerden o sıfat ve kuvveleri aydınlatıncaya kadar bu meleklerin rûh ve selam getirmeleri devam eder. Nasıl güneş doğmadan her taraf aydınlanmaya başlarsa aynen onun gibi rûh da bütün kuvvelerinden aydınlığa çıkar.

İşte Rablerinden melekler vasıtasıyla rûh ve selamın bütün sıfat ve kuvvelerimize inmesi o vücûd ülkemizi aydınlığa çıkarmış olacaktır. Bu aydınlık ise her sıfattan Cemalullahın görünmesi demektir ki hakîkatten sonra gelen şerîat-ı sânî dediğimiz Şerîat-ı Muhammediyye budur. Bu yüzden Kadir gecesini dışarıda, dünya gecelerinde bulmamız mümkün değildir. Onu enfüsümüzde ararsak Rabbimiz bize onu bulduracaktır. İşte bu vücûd minarelerinde fenâ-i ef’âli yaptığımızda gönlümüzde bir ışık parlar. Fenâ-i sıfatta yine gönlümüzde bir ışık parlar. Fenâ-i Zât sonunda da gönlümüzde bir ışık parladığında kandillerimizi yakmış oluruz. Tecellî-i Zât zuhûr edince de Kadir gecesinin kandili yanmış olacaktır. Geceler Vahdeti remzettiği için Kadir gecesini de gecelerde aramaktayız. Bir kişi Allah’ın ef’âlini, sıfatını, Zâtını kendi vücûd ülkesinde Vahdâniyyetiyle birleyebilirse kadere ereceği için kadir gecesini kutlamış olur. Bu bir zevk-i İlâhidir. Cenâb-ı Hakk bütün ihvân kardeşlerimize ihsân etsin. Âmin.

KÂİNATTA TEK İRŞÂD EDEN HZ. MUHAMMED’DİR

Bu kâinatta tek Mürşid-i Kâmil vardır. O da Hz. Muhammed’dir. Günümüzde Hakk Mürşidi diye bildiğimiz bütün

193

Page 194: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

kâmillerden de irşâd eden yine Hz. Muhammed’dir. Çünkü bir Hadis-i Şerif’te: “Evvelâ ma halakallahu nûri” “Allah evvelâ benim nurumu yarattı”, “Evvelâ ma halakallahu rûhi” “Allah evvelâ benim rûhumu yarattı” “Evvelâ ma halakallahu akli” “Allah evvelâ benim aklımı yarattı” “Evvelâ ma halakallahu kâlem” “Allah evvelâ benim gönüllere nakşeden sözlerimin kâlemini yarattı.”buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi “Levlâke levlâk vemâ halâktül eflâk” Hadis-i Kudsîsi gereğince, Vahdet ve kesret âlemlerinde, Hz. Muhammed aynaları olmamış olsa idi, Cenâb-ı Hakk bu âlemlerdeki varlıkları yaratmayacaktı. Dolayısıyla da, âlemlerdeki bu varlıklar ne nuru ile görülecek, ne de rûhu ile diriliğini sergilemiş olacaktı.”Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi murat ettim sevdim ve muhabbet ettim. Bu halkı halk eyledim” Hadis-i Kudsîsi ile, evvelâ Hz. Muhammed’in nurunu, rûhunu, aklını ve kâlemini yaratarak, Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzü olan sıfatlar âleminde, kâinatta kendini gösteren tek ayna olduğunu, bunu Tafsilât-ı Muhammediyyesiyle, cemâdî rûh, nebâtî rûh, hayvânî rûh, insan rûhu halleriyle sergilediğini, aslında hepsinden, bu varlıkların isti’dâd ve kaabiliyetlerine göre, bilinen ve görünenin Hakk’ın ta kendisi olduğunu anlamış oluruz. Cenâb-ı Allah Allahlığı ile irşâd ve terbiye etmez. Kesret âlemine tecellî etmesi ile, kemâlât mazharı olan (mazhar, Allah’ın kesret âleminde açığa çıktığı varlığa denir) Muhammed’den irşâd ve terbiyesini yapmaktadır. Hz. Muhammed’in günümüzde vârisleri olan (el ulemayı veresetül enbiya) Hakk Mürşîdlerinden irşâd eden de yine Hz. Muhammed’in ta kendisi olduğunu anlamış oluruz. Belki bugün zâhir unsuriyeti ile O’nu görmek mümkün olmayacaktır ama bâtın olan Hakîkat-i Muhammediyye’siyle, Nûr-i Muhammediyyesiyle günümüzdeki Hakk Mürşîdlerinden irşâd edenin O olduğunu görürüz. Karagöz oyunu seyretmişsinizdir. Aslında ne Hacivat’ın ne de Karagöz’ün bir varlığı ve icraatı vardır. Her ikisinden de söz ve hareketleri yapan onların gerisindeki görünmeyen sanatkârdır. İşte aynen onun gibi, günümüzde de, Hakk Mürşîdlerinden irşâd edenin Hz. Muhammed, bizlerin de insan-ı asliyesini bulmak isteyen kullar olduğumuzu anlamış oluyoruz. Temiz elbise olan Muhammed elbisesini giydiğimizde, kendi Muhammed oluşumuzu anlamış oluruz. Kesafet âlemi olan bu dünya âleminde, nasıl birbirimizin fiziksel bedenini görüyor ve şahitlik yapıyorsak, fiziksel bedenimizi bu âlemde soyunup, rûhlar âlemine intikalimizle âlem-i Âhirette de rûhlar birbirlerini görüp şahitlik yapacaktır. Buradaki şahitlik ‘dış’ı görmekle değil, aynı zamanda rûhların kokularını tanımalarıyla olacaktır. Zira orada beden yoktur. Lâtif olan Muhammed elbisesi vardır. İçinden dışı, dışından da içi ayan beyan

194

Page 195: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

görünmektedir. Onun için Fehmi Hazretleri bir ilâhîsinde şöyle buyuruyorlar:

“Gül kokanlar gül olur bülbüle dîdâr olur

Kaftan kafa hükmeden mülke Süleyman olur”

İnşaallah bizler de bir gün, gül olan Hz. Muhammed’in ilm-i ledününü kokladıkça, Muhammed olacağımız âşikar olur. Cenâb-ı Hakk isteyenlere bu zevkleri ihsân etsin. Âmin.

KALB TEMİZLİĞİ

Bizler günde beş defa abdest alıyor, beş vakit namaz kılıyor ve Ramazan’da da bir ay oruç tutuyoruz. Acaba bunlardan istifade ederek kalbimizi temizleyip hallenerek yaşantımızda uygulamaya geçebiliyor muyuz. Çünkü Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz buyuruyorlar ki: “Bir müslümanın evinin önünden bir nehir geçse ondan beş vakit abdest alıp yıkansa o kişide pislik kalır mı. Elbette kalmaz değil mi” Çeşitli âyetlerde de ellerimizi, yüzümüzü baş ve ayaklarımızın yıkanması emredildiği için tenimizle ilgili bu temizliği eksiksiz yapıyoruz. Fakat bunların getirdiği manevî temizliğin olup olmadığını kendimizi yakın takibe alarak izlemiyoruz. Günlük muhasebemizi yaparak eksiklerimizi izale edemiyoruz.”İki günü bir olan zarardadır.” (H.Ş.) gereğince zararda olduğumuz açıkça ortaya çıkmaktadır.

Tevhîd ehli olarak ellerimizin yıkanması ef’âlin bize ait olmadığını remzetmektedir. Yüzümüzün yıkanması, sıfat mahallî olduğu için sıfatların bize ait olmadığını remzetmektedir. Baş ve ayakların da mesh edilmesi, başla ayak arasındaki vücûdun Vücûdullah olduğunun idrâkiyle nisbîyetlerden kurtulmak olduğunu remzetmektedir. Bunları ilmel öğreniyoruz.

“Fiilerin fâili Allah’tır” derken şühûd edemediğimiz için hâlâ karşımızdaki varlık ve kişilere nisbet etmekten kendimizi alamıyoruz. İlimle yine biliyoruz ki kuvvet ve kudret Allah’ındır. Hiçbir kimsenin güç ve kudreti yoktur. Şu halde bu ikilik içerisinde huzur ve saadeti bulmamız mümkün değildir. Çünkü kalbimiz temizlenmedi. Abdest almakla yalnız a’zalarımızı yıkamaktan öteye geçemedik. Bu yıkanmanın manevî yönü olan ef’âl, sıfat ve vücûdun Hakk’a ait olduğunun idrâki, kalbimizin tasdik etmesi bütün a’zalarımızın onunla hallenmesine vesîle olacaktır ve

195

Page 196: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

kalbimizin temizliğinin meyveleri sıfatlardan tecellî eden iyi ve güzel fiillerden görünecektir.

Kalb bir komutan, bütün sıfatlar onun askerleridir. Komutan iyiliği emrederse askerler iyiyi yaparlar. Komutan kötülüğü emrederse askerler kötülüğü yaparlar. Komutan olan kalbimizin temiz ve iyi olduğunu görmek istiyorsak kendi fiillerimize bakalım. Edep, ahlâk, sevgi, teslimiyet ve alçak gönüllülük gibi Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin bu yönlerini kendimizde görebiliyor muyuz. Görebiliyorsak Elhamdulillah kalbimiz temizlenmiştir. Aldığımız abdestler bizim hem zâhirimiz olan tenimizi hem de bâtınımız olan kalb temizliğini sağlamış olacaktır.

Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “İstediğiniz kadar ilim öğreniniz, bildiğinizle amel etmedikçe Allah’a yemin olsun ki mükâfata nâil olamazsınız.” buyurmuşlardır. Şu halde bizler de öğrendiklerimizle amel etmeyince ne zâhir yapılan temizliklerden ne de ilim ve sözlerden faydalanamayacağımız anlaşılmaktadır.

Namaza gelince, “Namaz mü’minin mi’racıdır.” Hadis-i Şerifi gereğince Mi’rac ikilikten birliğe uruc etmek, Allah’la beraber olmak, Allah’la konuşmak, Allah’la sevişmektir. Zâhir olarak kıyam, rükû, secde halinde kıldığımız namazlarda yalnız zâhirde kalıyorsak kıyamın, rükûnun ve secdenin taşıdığı manevî mânâyı bilmiyorsak zâhir olarak ömrümüz müddetince kıldığımız namazlardan maalesef layıkiyle istifade edemiyoruz demektir. Çünkü namaz Allah’la görüşmekti, görüşmedik. Onunla beraber olmaktı, olamadık. Zira zannımızdaki bir Allah bizlere fersah fersah uzaklarda olduğu için ne görebildik ne de beraber olabildik. Allah ise hayâllerden, zanlardan münezzehtir. Beş vakit namazı da emr-i ilâhi olduğu için bilinçsiz olarak devamlı kıldık. Bir günden bir güne bu kıldığımız namazlardan ne istifade ettiğimizi düşünmedik. Hep zannımızdaki Âhirette “Mükâfaatı görürüz inşâallah” dedik. İki cihan serveri Peygamberimizin dünya ve Âhirette saadet dağıttığını düşünüp bunlar nelerdir. Nerededir. nasıldır demedik. Devamlı tenimizle namaz kıldık, rûhumuzun Mi’racını düşünmedik. Belki tenimizle kıldığımız namazlardan bedenen, sıhhat yönünden birçok faydaları sağladık, fakat manevî faydalardan nasibimizi alamadık.

Allah’la beraber olmanın yalnız namazda değil her zaman ve her yerde olduğunu, bu kâinatın bütün nebâtâtı ile kıyamda, hayvânâtıyla rükûda ve cemâdâtıyla secde halinde Allah’ı dâima zikrettiklerini bilmemiz lâzımdı, bilemedik. Bilmek de yetmiyor, görmek lâzımdı,

196

Page 197: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

göremedik. Göremeyince amel ve muamelelerimizin de nâkıs ve bilinçsiz olacağı muhakkaktır. Dolayısıyla da ikilik içerisinde huzur ve mutluluğu bulmamız mümkün olmayacaktır. Allah’la beraber olmanın ve konuşmanın tek gâyesi O’nu layıkiyle bilmek, dünya ve Âhirette huzur ve saadet içinde yaşamaktır. Unutulmamalıdır ki Allah’ın bunlara hiç ihtiyacı yoktur. Esas bizlerin ihtiyacı vardır.

Zâten oruç, namaz gibi amelle ilgili ibâdetler gâye değil araçtır. Bu ibâdetlerin zâhirini yapıp bâtınını bilmemek ve elde edilen faydaları görmemek emeklerimizin boşa gittiğini göstermez mi. Namazda Allah’la konuşabilen bir mü’min her gün ve her yerde onunla beraber olduğunu anlayacaktır ve zevk edecektir. Her kimle alış veriş yapıyorsa Allah’la alış veriş yaptığını, halka hizmetin onlarda Hakk’ı gördüğü için Hakk’a hizmet olduğunu şühûd ederek zevk edecektir.

İşte o zaman emr-i İlâhi olduğu için namaz kılan bir kişi anlayacaktır ki, her varlık namaz kılmaktadır. Bu kâinatta namaz kılmayan hiçbir varlık yoktur. Yalnız insanoğlu kendisine verilen akıl ve ilim nimetleriyle bunun idrâkinde ve şühûdundadır. Akıl ve ilim nimetinden nasipsiz olan diğer varlıklar ise bundan habersizdirler. Onlar bu âleme hayvan gelmiş hayvan gidenlerdendir. Namazın Mi’rac olduğunu, Mi’racın da Allah’la beraberlik ve konuşma olduğunu anladığımızda kalbimiz temizlenmiş olacaktır. Hakk’tan gayri bir varlığın olmadığı bir yerde ihtilaf olamayacağı için ikilikte kahır diye bildiğimiz her ne varsa hepsinin iyiliğe tebdil edildiğini görmüş olacağımızdan saadet zevkine sahip olmuş oluruz.

Şu halde yaptığımız ibâdetlerin yalnız zâhirini yapıp bâtını olan ilim ve irfâniyetine sahip olarak hallenmeden yaşamımıza geçiremiyorsak henüz kalb temizliğine sahip olamadığımız için bunları fiilerimizden gösteremiyoruz demektir. Çokları nasıl yalnız zâhir ibâdetlerini yapıp da bâtınından hiç haberleri olmadığı için yaşantılarında saadete sahip olamıyorlarsa aynen onlar gibi yalnız ilimle bâtını bilenler de fiilerinde sevgi, ahlâk, edeb gibi meyvelerini gösteremedikleri için huzur ve saadet zevkine eremezler. Çünkü zâhirdekiler taklîdden tahkike geçemedikleri için bu nimetlerden mahrum edilmektedirler. Bâtını bilip de yaşamına geçiremeyenler için de durum aynıdır. Allah’ın bütün sıfatlarından Zâtını ilân edişi nasılsa bu irfâniyete sahip olanların da O’nu bütün sıfatlarından sergilemesi gerekmez mi. Yaşamak istemeyenler kelâmda kaldıkları için meyvesiz ağaç durumundadırlar.

197

Page 198: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Sözde ârifim diyenler de sîretlerinde henüz ikilikten kurtulamadıkları için her gün beğenmediklerinin gıybetini yapmakta, hatta iftiralarda bulunmaktadırlar. Halktaki Hakk’ı göremedikleri için onlarla hep ihtilâftadırlar. Bilmiyorlar ki zâhir bâtınsız, bâtın da zâhirsiz olmaz. Ten cansız can da tensiz mutluluğa erdiğini gören var mıdır. Zira eksi ve artı kutuplar olmazsa elektrik lambası bile yanmıyor.

Gelin kardeşler her türlü ibâdetlerin zâhir ve bâtınını bilmiyorsak, bilen bir İnsan-ı Kâmilden öğrenelim. Ondan sonra da isti’dâd ve kabiliyetimiz nisbetinde yapmaya gayret gösterelim. Zâhir ibâdetlerde unsuriyetimizin sayılamayacak kadar faydaları var. Sîretimizin de irfâniyet ve kemâlâtla şühûd ederek o Resûlullah (S.A.V.) meyvelerini hem kendimizde hem de her varlıkta görelim ve gösterelim. Onun saadetiyle yaşamımızda yediğimiz gibi isteyenlere de yedirelim ki layıkiyle kul olmuş olalım. Yoksa kuru lâflarla kendimizi aldatmaktan başka bir iş yapmış olamayız. Allah cümlemizi i’tikâdımızda layıkiyle O’nu bilen, zerreden kürreye kadar her varlıkta farkıyla O’nu gören, yaşantısında bildikleriyle amel eden, O’nda O olmak saadetine nâil olan kullarından eylesin. Âmin.

KAZÂ VE KADER

Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i Zâtiyesindeki malûmata kazâ denir. O da ilm-i ezeliyetteki kulun isti’dâdıdır. Bunların zuhûrâtının günü ve saati gelince, meşiyyet-i İlâhiye tecellîleriyle fiillerinden açığa çıkmasına da kader denilir. Bir kişinin isti’dâdındaki o hâl, fiile tecellî edince, O’nun takdiriymiş diyoruz.

Kazâ iki türlüdür:

1- Kazâ-yı mübrem (değiştirilemeyen, mutlaka zuhûr edecek)

2- Kazâyı muallâk (değiştirilebilecek, henüz karar verilmemiş).

Biz buna hakîkatte kazânın değişmediğini, şeriatta ise terbiye ve yönlendirileceğini söyleriz.

Misâl vermek gerekirse, bir badem çekirdeğini toprağa dikelim. Buna hiçbir müdahalede bulunmadan beklersek, o badem çekirdeği badem ağacı olacak ve meyvesini verecektir. Hiçbir değişiklik olmaz. Fakat atılan tohum, toprak yüzüne çıktıktan sonra, biraz büyüyüp aşı demine gelince, o fidana şeftali, kayısı gibi bir meyve aşılarsak, toprağa badem

198

Page 199: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

olarak ektiğimiz o tohum aşı sonunda badem değil, aşılanan şeftali veya kayısı verecektir. Böylece hakîkatte çekirdek olarak kazânın değişmediği, şeriatta yani ağaç haline gelince aşılanmakla değiştirilebileceği anlaşılmış olur.

Bizler ilm-i ezeliyyetteki kazâmızın ne olduğunu bilmiyoruz. Bir Mürşîd-i Kâmilden, Muhammed aşısı ile aşılandığımızda, kekremsi olan ahlat meyvelerimizin, Muhammed meyvesi olan armut haline dönüştüğünü görüyoruz. Allah ilim sahibidir. İlmiyle her şeyi bilir. İrâdesi ile murâd eder. Tekvinâtı ile de halk ederek fiilleriyle açığa çıkar. Yalnız Cenâb-ı Hakk’ın, ilim, irâde, tekvin sahibi olması yeterli değildir. Cenâb-ı Allah bir şeye ‘ol’ diyebilmesi için, tecellî edeceği mazharda, tecellîye uygunluk aramaktadır. Onun için Allah Âlimdir. Bizler ise malûmuz. Bizlerdeki Cenâb-ı Hakk’ın ma’lûmiyeti, zaman, mekân ve ihvân üçleme sırrı ile mümkün olur. Yoksa bu üçleme sırrına müsait olmayanlarda kün (ol) emrini Cenâb-ı Hakk vermez. Şu halde kişilerin ilm-i ezeliyette, isti’dâdları ne ise, Cenâb-ı Allah herkesin isti’dâdını görüyor. İsti’dâdı neyi iktizâ ediyorsa, onu irâdesine, irâdesi de kudretine veriyor. O da kişilerin isti’dâdlarını meydana getirmek sûretiyle, fiilleriyle kendisini göstermiş oluyor. Şu halde kazâ önce geliyor. Kazâ Cenâb-ı Hakk’ın Zâtı ilmindeki malûmatıdır. Herkesin isti’dâdını bildiği için, ona göre tecellî etmektedir. Tecellîsi olan fiil görüntüsüne de kader denir. Çok insanlar isti’dâdlarını bilmedikleri için, bu tecellî eden olaylara gamlanıp kederlenmektedirler. Ne zaman Tevhîd ilmini tahsil ederek, kişiler isti’dâdlarını bilir ve fiillerinde O’nu görürlerse, bu olayın isti’dâdlarından geldiğini anlayacak ve hiçbir zaman kederlenmeyeceklerdir. Her kim, gamlanıp kederleniyorsa, henüz daha isti’dâdlarından geldiğini lâyıkıyle bilmiyor ve görmüyordur.

Cenâb-ı Allah değişmeyen, mübrem kazâyı günü ve saati gelince, mutlaka tecellî ettirir. Bu, bir silahın namlusundan çıkan mermiye benzer. Mermi silahın namlusunu terk ettiyse, onun hedefe isabet etmemesi düşünülemez. Fakat mermi, silahın içinde ve henüz tetik çekilmemişse, Cenâb-ı Hakk onun bütün yetkilerini evliya ve Mürşîd-i Kâmillerden kullanır. Ya da bir dut ağacının ceviz ağacına aşılanmasının mümkün olmaması gibi o tecellîyi hiçbir zaman zuhûr ettirmez.

Evliyalar da iki sınıftır:

1- Bilir ve görür. Tecellîye mani olamaz.

2- Bilir ve görür. Fakat tecellîyi değiştirebilir. 199

Page 200: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Bir sâlikin isti’dâdında her ne kadar kötü tecellîler mevcut olsa da, İnsan-ı Kâmile gelince Cenâb-ı Hakk’a verdiği sözde sadakat gösterdiği müddetçe, bir silahın emniyete alınması gibi, zikir ve fikirlerinde dâimî oluşu onun silahını patlatmayacaktır.

İkinci velîler ise silahın tetiği çekilmiş de olsa mermi namluyu henüz terk etmediği için namlunun ucunu başka tarafa çevirterek o tecellîyi başka yönde zuhûr ettirebilir. Bu da bazı kötülüklerin rüyaya tebdil edilmesi gibidir.

Görüldüğü gibi kişilerin isti’dâdları ne ise mutlaka tecellîsini gösteriyor. Fakat bu, gerektiğinde İnsan-ı Kâmiller mazharından değiştirilebiliyor. Cenâb-ı Hakk bütün kardeşlerime kazâ ve kaderin idrâkini ve yaşamayı ihsân etsin. Âmin.

KERÂMET NEDİR

Kerâmet Allah’ın velâyet mertebesine yükselen kullarına tecellî ettiği bir ihsânıdır. Bir ikram ve bağıştır. Kerâmetler iki türlüdür:

1- Kerâmet-i kevniye

2- Kerâmet-i ilmiye

Kerâmet-i kevniye de iki şekilde tecellî eder: Birincisi, kulun kendi istek ve arzusu ile zuhûra getirilen, mârifeti ile insan üstü fiiller. İkincisi, gerektiğinde Cenâb-ı Hakk’ın velî kullarından insanların faydalanmaları için zuhûrudur. Günümüzde kerâmet-i kevniyeye hiç itibar kalmamıştır. Çünkü bir televizyon düğmesine basmakla dünyanın bütün yönlerini ekranda görebiliyoruz. Bir cep telefonu ile uydudan dünyanın diğer yönü ile konuşabiliyoruz. Bunlar günümüzün üstün mârifet görüntüleri değil midir. Artık bunları görmek güncel fiilleri görmek olduğu için, bir kişiden mârifet tecellîlerini görmek şahıslarda rûhların uyanmasını meydana getirmiyor. Ayrıca kerâmet-i kevniye bir fiilullah olayı olduğu için, o vak’ayı Cenâb-ı Hakk'a değil de, kerâmeti gösteren kişiye isnat ettikleri için açıktan büyük günah olan şirk işlemiş oluyorlar. Onun için, Tevhîd ehli hiçbir zaman kerâmet-i kevniyeye itibar etmez. İnkâr da etmez. Çünkü tecellînin aslını bilmekte ve görmektedir. Devrimiz kerâmet-i ilmiye devri olduğu için bilhassa kerâmet-i ilmiyeye itibar

200

Page 201: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

edilmelidir. Kerâmet-i ilmiye, Kur’ân-ı Kerîm’in ledün ilmi diye ifade ettiği sır ilmi ve esrar ilmidir. Kerâmet-i ilmiye de iki bölümdür:

1- Kesbî ilimle elde edilen kerâmet-i ilmiye

2- Vehbî ilimle elde edilen, Cenâb-ı Hakk’ın ilhamlarıyla her an ayrı bir ş’ende tecellîlerinin ilmi.

Bir kişinin Mürşîd-i Kâmilin sohbetlerinden veya kemâlât sahiplerinden elde ettiği ilimle, çeşitli evliyaların kitaplarından öğrendiği ilimlerin hepsi, bu irfâniyete sahip olmayanların yanında, üstün ilme sahip olduğunu gösterebilir. Fakat kendi kuyusundan dâima taze su çıkaramadığı için, elbette bir gün, bu su bitince, aynı mevzuları tekrar etmeye başlayacaktır. Dolayısıyla da dinleyenlerde yenilik tecellîleri olmadığı için bıkkınlık meydana getirecektir.

Vehbî ilim kerâmetine sahip olanlar Cenâb-ı Hakk’ın her an, ayrı ayrı tecellîlerine ayak uydurdukları için, gönül semâlarından gelen ilhamlara tâbi olduklarından, gönüllerde dirilik meydana getirirler. Dinleyenler mutluluk duyarlar ve “Biraz daha anlatsa da dinlesek” derler. Onlar da âyet ve hadislerin gölgesinde, olayları ilhamları nisbetinde anlatırlar. İşte bunlar İnsan-ı Kâmildirler. İnsanları ancak bunlar irşâd edebilir. Bir zeytin ağacı nasıl yaz ve kış yapraklarını döktüğü halde, sanki hiç yapraklarını dökmüyormuş gibi hep yeşilse, işte bu kâmiller de ilim ve kerâmet kemâlâtını hiçbir zaman yitirmezler. Kendilerine belki o ana kadar duymadığı, bilmediği bir soru sorulduğu zaman Cenâb-ı Hakk ondan tecellî edeceği ilhamlarla hem karşısındaki soru sahibini mutmain eder, hem de kendi anlattığı ile o ilme vâkıf olur. Çünkü o zamana kadar o sorulan ilmi kendisi de bilmiyordu. İlhamı ile öğrenmiş oldu. Zira ilim kulun değil Allah’ındır. Bilen de Cenâb-ı Hakk’tır. İşte bu kişiler ümmet-i Muhammed'e faydalı olanlardır. Her nerede bunları bulursak onlardan mutlaka istifade etmeliyiz. Günümüzde itibar edilmesi gerekli kerâmet-i ilmiye budur.

KEVSER SÛRESİ

Âyet 1- “ İnna ateyna kelkevser” “Biz sana kevseri verdik.” Kevser nedir. Kevser Cennet’te bir ırmaktır. Bu, ilimle dâima söylenen bir sözden ibarettir. Bazı kişilere Cennet’in nerede olduğunu sorsak ya toprağın altını tarif edecek veya zannında bir Cennet yaratarak oradaki

201

Page 202: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Kevser ırmağından bahsedecektir. Halbuki kevser, Mürşîd-i Kâmilin sohbetlerindeki ilhamlarıyla gönül semâsından tecellî eden, ilm-i ledün diye vasıflandırılan vehbî ilimlerdir. Kâmilin kendi kuyusundan çıkardığı kevser suyunu sohbetlerde içenler, kendilerinden geçip sarhoş olurlar. Vahdeti kesrette, kesreti de Vahdette zevk etme hasletlerini sana lûtfettik buyruluyor. Çünkü Mürşîd-i Kâmilin Tevhîd sohbetlerinde ilm-i ledün diye Kur’ân-ı Kerîm’de ifade edilen ilhamlarla bizlere kevser şarabı sunulmaktadır. İşte o kevser de Cennet’teki ilm-i ledün ırmağıdır. Onun için hem Tevhîdde Vahdâniyyet deryasına girenlerin tafsilât-ı Muhammediyyedeki Cemalullahı seyretme hasletine sahip olmayı, hem de nâmütenâhi kesret âlemindeki Vahdâniyyet şuhûduna sahip olmayı size ihsân ettik buyrulmaktadır.

Âyet 2- "Feselli lirabbike venhar” “O halde namaz kıl ve kurban kes” İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyetini bu kesret âleminde şuhûd ettiğinde, kemâlâtıyla ibâdet etmekten kendini alıkoyamaz. Çünkü, 1- Bedenin taatını 2- Nefsin boyun eğmesini 3- Kalbin huzurunu 4- Rûhun şuhûdunu noksansız cem ederek bütün tafsilâtın hukukuna riâyet ederek kemâlâtıyla namaz kılmış olacaktır. Yoksa bu sayılan beden, nefis, kalp ve rûhun hakkını, kişi, Fenâfillâh ve Hakk'ta bâkilikle vermiş olacaktır. İşte o zaman lâyıkıyle namaz kılmış olunur. Yoksa bunların hakkını vermediği için lâyıkıyle namaz kılmış olmayacaktır.”Venhar” ile şuhûdunda henüz kesrette zâhir olmamış benlik devesini boğazla ki halkın fenalığı ve Hakk’ın bakîliği zuhûr etsin. Cehâlet ve gayriyeti akıtmak, kişide irfâniyet ve kemâlâtı zuhûr ettirecektir. Yoksa akıtmak yalnız kan akıtmaktan ibaret değildir. Kişinin gönlüne ilim ve irfâniyet akıtmak da denilebilir, gayriyet ve cehâlette akıtmak da denilebilir.

Âyet 3- “İnne şanieke hüvel ebter” “Sonu kesik olan sana buğz edendir.” Sana buğz eden, kin besleyen, muhalefet eden yani Tevhîd ilmi görmemiş, Hakk ve hakîkatten haberdar olmayanların bakîlikleri olmayacağı için, asıl onların kendileri ebterdir. Yani nesilleri kesilenlerdir. Sen ise Mürşîd-i Kâmilden Tevhîd ilmini görmüş, kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok ederek Hakk’ın bekâsı ile bâki ve dâimsin. Ebediyyen hakikî zürriyetin olan ehl-i îmân arasında zikrolunursun. Çünkü o buğz ediciler, hakîkatte fâni ve helâk olmuşlardır. Onlar zikredilmez bile.

202

Page 203: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Gelin kardeşler Mürşîd-i Kâmilden dâima kevser şarabını içelim. Elde ettiğimiz şuhûd ve kemâlâtla namaz kılıp, Rabbimizle dâima konuşup sevişelim. Cehâlet ve gayriyet bırakmamağa özen gösterip yaşamaya bakalım. Cenâb-ı Hakk bu zevki bizlere ihsân eylesin. Âmin.

KUR’ÂN’I YAŞAMAK NEDİR

Zuhruf Sûresi 1. ila 4. ayetlerde “1. Ha, Mim. 2. Bu parlak Kitab'ın kadrini bilin! 3. Doğrusu, Biz onu Arapça olarak okunacak bir Kur’ân yaptık ki akıl erdiresiniz. 4. Ve gerçekten o Bizim nezdimizdeki Ana Kitapta. Çok yüksek, çok hikmetlidir.” denilmektedir.

Ha: Hakk ve Hakîkat sırlarını, Mim: Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyyeyi remzetmektedir. Allah, Zât hakîkatlarının, Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyye olan sıfatlarından, sayfa sayfa tecellî ederek, zerreden kürreye kadar her şeyde âyet âyet yazdığını bildiriyor.

İşte açık olarak beyan edilen bu Kitab’ı okuyup bilmek, görmek ve olmak dediğimiz yaşamakla mümkündür.”Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi murâd ettim ve bu halkı (sıfatları) halk eyledim” (Hadis-i Kudsî). Onun için Zariyat Sûresi 56.”Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” âyetinde de belirtildiği gibi ibâdetten gâye de, Allah’ı ef’âli, sıfatı ve Zât’ıyle birlemek ve yaşama geçirmekten ibarettir. Niyazi-i Mısrî Hazretleri “Bunca enbiya ve evliya halkı davet eyledi. Allah'ın bu mukayyed âlemdeki Vahdet tecellî sırrını öğretmek içindir.” buyurmuştur.

Evvelâ Allah’ın ayrı, biz yarattıklarının ayrı olmadığını bileceğiz. Allah’ın Hakîkat-ı Muhammediyyesinden, bu görünen tafsîlât-ı Muhammediyyeden Zât’ını ilân ettiğini, bu varlıkların hiçbir güç ve kuvvetinin bulunmadığını, bütün güç ve kuvvetin Allah’ın olduğunu bileceğiz. Zâtının sıfatlarından, fiillerinin de sıfatlardan tecellî ettiğini her varlığın isti’dâd ve kabiliyeti nisbetinde Hakk’ı zuhûra getirdiğini, fiillerinin cibilliyeti nisbetinde Hakk’ın ondaki tecellîyatını müşâhede edeceğiz. İ’tikad yönüyle böyle bir îmândan sonra bunu yaşamımıza geçirmemiz gerekmektedir. Yani faydalı olan şeyleri yapmaya gayret göstermeli, zararlı olan şeyleri terk etmeyi kendimize prensip edinmeliyiz. Elbette İslâm'ın şartlarını yerine getirmekteyiz. Fakat bunların gâye değil, araç ve gereç olduklarını bilmeliyiz.

203

Page 204: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Kur’ân'ı yaşamak, i’tikadımızı düzeltmekle mümkündür. Fiillerimizde edep, ahlâk, teslimiyet, kurbiyet, sıddıkıyet, alçak gönüllülük islâmî vecibeleri yerine getirme gibi hâller görülmelidir. İsra Sûresi 14. âyetinde “Nefs kitabınızı okuyunuz, bu size hesap günü için yeterlidir.” buyrulmuştur. Başka bir âyet-i kerîmede de nefsimizde ve ufkumuzdaki âyetleri okumamız emredilmektedir. İşte bu âyetleri okuyup idrak ederek âmil olursak Kur’ân’ı yaşamış oluruz.

KUR’ÂN-I KERÎM’DEKİ SÛRELERİN NÜZÛL SIRASININ HİKMETİ

Kur’ân-ı Kerîm 6666 âyetten ibarettir. Bunun ikibin âyeti emirler, bin âyeti yasaklar, bin âyeti tarihçe, bin âyeti kıssalar, bin âyeti örnekler, beşyüz âyeti haram ve helâllerle ilgili âyetlerdir. Yüz âyeti ibâdetlerle, altmışaltı âyeti de kadınlarla ilgilidir.

Bir anne bebeğini doğumundan itibaren şefkatle ve merhametle iki yıl boyunca emzirir, yedirir, içirir, ihtiyaçlarını giderir, konuşmayı, yürümeyi, çeşitli davranış biçimlerini öğretir. Kısaca hayata hazırlar. Bütün bunları yeri ve zamanı geldiğinde yapar. Allahü Teala da Kur’ân’daki âyetlerini lâyıkıyle öğrenip uygulayabilmemiz için, sûrelerin iniş sırasını ona göre ayarlamıştır.

Birçok âyette Kur’ân’ı nefsimizde uyguladığımız zaman dünyada ve Âhirette mutluluğa kavuşacağımız bildirilmiştir. İlk sûre Alak Sûresidir.”İkra bismirabbikellezi halak” “Oku ! Seni yaratan Rabbinin adıyla, O insanı nutfeden yarattı.” diye başlayan bu sûre ilk önce okumamızı, okumadan hiçbir şeyin bilinemeyeceğini, bilinmeyen bir şeyin de uygulanamayacağını ikaz ediyor. Üç defa “oku” dediği halde okunması gerekli olanın ne olduğunu söylemiyor. Fakat bizler Rahmân Sûresininin 1, 2 ve 3. âyetlerinden okunması gerekli olanın ‘kişinin kendisi’ olduğunu anlıyoruz. Canlı Kur’ân olan kişinin kendisini okuyabilmesi için de “Rahmân olan Kur’ân’ı tâlim etti ve insanlığını buldurdu” âyetini uygulamamız gerektiği anlaşılmaktadır. Bu da elbette bir Mürşid-i Kâmilden tahsil edilecektir.

Okuma ile ilgili olan Alak sûresinden sonra ikinci nâzil olan sûre Kalem Sûresidir. Sûrenin ilk âyeti “Nun vel kalem vema yesterun” dur. ‘Nun’, Nûr-i Muhammediyyeyi, ‘vel kâlem’ İnsan-ı Kâmil

204

Page 205: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

mazharından yazan ve her şeyi söyleyeni, “vema yesterun” sahife sahife okunması gerekli bu tecellîlerin hepsine yemin ederek başlamaktadır. Zâtından sıfatlarına ve sıfatlarından da her varlığın yaratılma yerine göre fiilleriyle açığa çıkması, kalem olarak vasıflandırılan İnsan-ı Kâmillerden, merâtib-i İlâhiyenin tahsil edilmesinin gerekli olduğunu bildirmiş oluyor. Kişi kendi enfüsünde nefs-i külliyenin akl-ı külliye kâlemi ile bütün sıfat ve a’zalarında sahife sahife o nuru uygulaması aynı şey değil midir. Veya bir Mürşîd-i Kâmilin, irfâniyet ve kemâlâtını ihvânlarına sahife sahife öğretmesi aynı mânâya gelmez mi.

Üçüncü nâzil olan sûre Müzzemmil Sûresidir. Bu sûrenin başındaki “Ey elbisesine bürünüp yatan, kalk” âyetleriyle cehâlet ve gayriyet uykusundaki kişilere hitap ediyor. . Allah, ‘kalk ve Kur’ân’ı güzelce oku’ demek suretiyle Vahdâniyyet deryasına geçmemizi, kendimize nisbet ettiğimiz şirklerden kurtulmamızı, İnsan-ı asliyyemizi öğrenmemizi emrediyor. ‘Gece kalk’ denmesinin sebebi ayrılıktan ve şirklerden kurtularak birlik zevki ile zevklen demektir. Çünkü geceler Vahdeti remzeder. Müzzemmil Sûresi bizlere, İnsan-ı Kâmillerden cehâlet ve şirklerden kurtulma ilmini tahsil etmemiz gerektiği mesajını vermektedir.

Dördüncü nazil olan sûre Müddessir Sûresidir. Sûre, hakîkat nûr örtüsüne bürünen kişinin kalkıp hakîkatı insanlara anlatmasını emrederek başlar. ‘Kendi vücûd ülkende sıfatlarından tecellî ettirerek topluma örnek ol’, ‘İnsanların arasına gir ve onları irşâd et’ diyor. Ayrıca ‘Elbiseni de temiz tut’ diye ikaz var. Elbise şeriattır. Cenâb-ı Hakk bu kemâlâta gelenlerin şeriatlarının da tam olmasını istiyor.

Beşinci inzal olunan sûre Fatiha Sûresidir. Fatiha Sûresi, yedi âyetiyle, merâtib-i İlâhiyede yedi mertebede kendi mazharından açığa çıkaran İnsan-ı Kâmili remzetmektedir. Şu halde bu beş sûrenin bu sıraya göre nâzil olmasındaki hikmet, evvelâ okumamız, okuyabilmek için bir İnsân-ı Kâmilden bunu tahsil etmemiz, cehâlet örtüsünden kurtulmak için de o kâmilden Fenâfillâh tahsilini yapıp Bekâbillâh zevki tecellî ettiğinde toplumun içine girerek onları uyarmamız ve kendimizin de yaşamımıza geçirmemizdir. Yoksa mânâsını bilmeden taklîdi olarak yaptığımız ibâdetler ecir getirmeyecektir. İnsan canlı bir Fatiha olduğuna göre birinci sûreden dördüncü sûreye kadar Cenâb-ı Hakk'ın yaptığı bu sıraya göre tahsil yaparsak hem kolay hem de kısa zamanda gâyeye vâsıl oluruz.

205

Page 206: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Şu halde evvelâ ‘Allah’ın adıyla okumanın’ ne olduğunu öğreneceğiz. Sonra kâlem olan İnsan-ı Kâmili bularak ondan cehâlet ve zulmet karanlığından kurtulma tahsili yapacağız. Sonra kendi varlığımızı Hakk'ın varlığında yok edip, bütün nehirlerin deryaya döküldükten cinslerinden ve isimlerinden eser kalmaması gibi ‘nûr kabristanlığına’ dahil olacağız. Ondan sonra da Vahdâniyyet örtülerinden sıyrılarak ister vücûd ülkemizde kabiliyetimiz nisbetinde her an ayrı bir ş’ende tecellîsini seyrederek isterse âfâkta her varlıkta zuhûrâtını görüp tecellî edişine göre fark ile Cemalullahı seyrederek dünya ve Âhirette mutlu olacağız.

Bu 4 sûreden sonra diğer sûrelerin hepsi, yer ve duruma göre bizlere günlük yaşantımızın çeşitli yönlerini îzâh etmektedir. Bunu idrâk ettikten sonra, jetonumuz hangi âyette düşerse düşsün, anlatılan hep insanın kendisidir. İnsanlık için faydalı olan her şey emredilmiş ve insanlık için zararlı olan her şey yasak ve haram emredilmiştir. . Bunu anlayıp yaşamına geçmeğe çalışalım.

KUR’ÂN-I KERÎM’E VARİS OLANLAR

Kur’ân-ı Kerîm’in Fâtır Sûresi 32. âyette “Kur’ân’ı, seçtiklerimize vâris kıldık. Onlardan kimi nefislerine zulmedicidir. Kimi nefsini kısanlar, kimi de hayırda yarış yapanlardır” buyrulmaktadır. Âyette:

1- Nefsine zulmedenler,

2- Nefsini kısanlar (muktesitler yani orta halliler),

3- Hayırda yarış yapanlar olmak üzere üç zümre zikredilmiştir.

Nefsine zulmedenler, kendilerine nisbet ettiği, ef’al, sıfat ve vücûdlarından geçerek “Mutu kable ente mutu” “Ölmeden evvel ölünüz” sırrına vâkıf olan ve Hakk’ın Vahdâniyyet zevkiyle zevklenenlerdir. nefislerini Âhiret âleminde mutlu kılmaları için Bunlar Nefis ehli olarak, ikilikten birliğe vuslat bulmuşlardır. Fenâ-i ef’al, fenâ-i sıfat ve fenâ-i vücûd yaparak Resûlullah efendimizin, “Fakirliğimle iftihar ederim” dediği varlık fakirliğine erenlerdir.

Muktesitler, yani orta halli olanlar, Muhammedîliğini idrâk etmiş, Cenâb-ı Hakk’ın bütün tecellîlerini, Muhammedî olan mazharlarından zuhûra getirenlerdir. Bunların kendi varlıkları olmadığı

206

Page 207: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

için nefisleri mutmain olmuş, gerçek mü’min Nefis sahibi kişilerdir. Bunlar hakkında Enfâl Sûresinin 2. âyetinde “Gerçek mü’minler, yalnız o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman, kalpleri korkarak ürperir, onlara âyetler okunduğu zaman îmânları artar ve yalnız Rablerine tevekkül ederler” buyrulmuştur. İşte gerçek mü’minler, her an zikir yapmakta ve ayrı ayrı mazharlardan âyetleri okumakta ve bu sıfatlardan Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini tenzih ederek îmânları artmaktadır. Hakk’ın kemâlât tecellîlerine mazhar olmaları nedeniyle Muhammedîdirler. Bu kişiler, Âdem ve âleme nazar ettiklerinde her şeyi farkı ile müşâhede ederek Cemalullahı görürler. Cenâb-ı Hakk’ın dört yerdeki tecellîsini, rûhanîyetleri ile şuhûd ederek, onlarla her türlü muamelelerini ona uygun olarak yaparlar. Hakk’a nevâfil ile yaklaştıkları için, onların görmesine göz, duymasına kulak, konuşmasına dil ve bütün a’zaları O olmuştur. Bu yerde Niyazî-i Mısrî Hazretleri şöyle diyor:

Hakk yüzü insan yüzünden görünür

Zâtını Rahmân şeklini insân eylemiş.

Hayırda yarış yapanlar da kalb sahibi İnsan-ı Kâmillerdir. Kâbe kavseyn sahibidirler. Onun için gece ve gündüz hiç durmadan köy köy, kasaba kasaba gezerek insanların ebedî saadetlerini kazanmaları ve insan-ı asliyyelerini öğretmek için, ilim sadakası, hâl sadakası, iffet, hayâ, edep, ahlâk sadakalarını dağıtarak hayırda yarış yaparlar. Ömürlerini buna adamışlardır.”En hayırlınız insanlığa faydalı olanınızdır” Hadis-i Şerifini kendilerine düstur edinmişlerdir. Cenâb-ı Hakk onları ilm-i ezeliyyette insanlığa faydalı olmaları için yaratmıştır. Onlar, Bakara Sûresi 1. 2. ve 3. âyetlerde sözü edilen ‘Şüphe götürmeyen Elif, Lâm, Mim olan canlı kitap’tırlar. Kur’ân’a en çok vâris olanlar bu zümredir.

Bizler kendimize bu üç zümreden hangisinde olduğumuzu soralım. Bu üç zümreden değilsek bile henüz geç kalmış sayılmayız. Birinci zümre olan nefis terbiyesi vâdisine hemen girmemiz mümkündür. Allah bu üç zümre zevkini de bizlere nasîb etsin. Âmin.

KURBAN

Kurban, Allah’ın rızasını kazanmak için bir vesîledir. Kişinin maddî ve manevî varlığını Allah için fedâ etmesidir. Biz buna, kurbiyet, Hakk’a yaklaşma diyoruz. Her ne kadar Kaf Sûresinin 16. âyetinde

207

Page 208: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

“Andolsun ki, insanı Biz yarattık, nefsinin onu ne ile vesveselendirdiğini biliriz ve Biz ona habl-i veridden (şah damarından) daha yakınız” buyrulmakta ise de biz O’na cehâlet ve gayriyet itibariyle çok uzaklardayız.

Kurban iki türlüdür:

1- Afakî kurban

2- Enfüsî kurban

1- Afakî Kurban: Kur’ân-ı Kerîm’in Hac Sûresinde, büyük ve küçük baş hayvanların Allah rızası için kesilip dağıtılmasının, kişinin Hakk’a yaklaşmasına bir vesîle olduğu belirtilmektedir. Ayrıca Kur’ân okumak, namaz kılmak gibi ibâdetler de Hakk’a yaklaşmaya vesîledir. Bir yoksulu giydirmek, karnını doyurmak gibi maddî yardımlar da Hakk’a yaklaşmaya vesîledir. Elbette her yaklaşmanın bir derecesi ve birbirinden farkları vardır. Sözünü ettiğimiz kurban ve yardımlar bizlerin gönlünü Hakk’a yaklaştırıyor, teslimiyetimizi arttırıyor ve yaşantımızda kurbiyet farklılığı meydana getiriyorsa güzel, bunları sağlamıyorsa âdetlerden ibaret olur.

2- Enfüsî kurban iki türlüdür:

a) Koç kurbanı

b) Can kurbanı

Koç kurbanı kendi diye bildiğimiz vücûd varlığımızı, Rabbimize teslim ederek, her türlü, cehâlet ve gayriyetten kurtulmakla kurban olmaktır. Tevhîd tahsilinde buna bedenden rûha vuslat olan ‘uruc’ denmektedir. İkilikten birlik olan rûha vuslattır. Kişi bir Mürşid-i Kâmilden aldığı Tevhîd tahsiliyle, kendi varlığının olmadığını, varlık sahibinin Rabbü’l-Âlemîn olduğunu idrâk ettiğinde Cenâb-ı Allah’ın gönlünde tecellî ettiğini rûh olarak görecektir. İşte bu kişi, âlemlerin Rabbine inandığı için, Rabbine teslim olarak, kurban olduğunu göstermek sûretiyle, cehâlet ve gayriyetlerinden kurtulup, Rûhullah olarak yaklaştığını zevk edecektir. İsrâ Sûresi 85. âyetinde “Bir de sana rûhtan soruyorlar. De ki: "Rûh Rabbimin emrindendir. Size ise pek az bilgi verilmiştir” buyrulduğu gibi, Rabbimin emirler âlemindeki tecellîsinden ibarettir. Tevhîd tahsilinde bulunan bütün kardeşlerim, Rablerinin kendilerine, telkîn ettiği, rûhun tecellîsi olarak mukayyed olan Âdem ve

208

Page 209: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

âlemdeki ef’âl-i İlâhinin, sıfat-ı İlâhinin ve Zât-ı İlâhi olduğunu bilirler. Şu halde rûhumuzun ne olduğu da anlaşılmış olur.

Can kurbanı ise candan canana nüzûl olan, her varlıktaki Cemalullahı görme yaklaşımıdır. Hakk’ın varlığı ile varlıklanan bir kişinin, bütün sıfat ve a’zalarından kemâlâtıyla mutmain olmuş bir nefs halinde zuhûrunu göstermesine tenden cana vuslat, bir salikin urucu candan canana, yani rûhun sıfatlardaki nüzûlüne de can kurban denilmektedir. Kişi bu yaklaşımıyla, ihtiyarî olarak, kendinin diye bildiği sıfat ve vücûdunun, Allah’ın lâtif olan Muhammed sıfatına tebdil olduğunu görecektir. Allah nasıl lâtif ise, Muhammed’in de lâtif olarak kendisindeki tecellîlerini görüp zevk etmekten mutluluk duyacaktır. Zira Allah’ın bütün tecellîleri, Muhammed olan kemâlât sıfatlarından zuhûr eder. Cenâb-ı Allah’ın kişinin gönül semâsından tecellî eden manevî gıdalarını, hem kendisi zevkle yer, hem de ihtiyacı olan bütün kardeşlerine dağıtır.

Kendi varlığımızı kurban etmeye koç kurbanı diyoruz. Koç kurbanı devresinde Fenâfillâh olasıya kadar, bizlere kemâlât ilmi, ahlâk güzelliği ve amelî menfaatler gibi bir çok manevî gıdalar lütfedilmektedir. Canımızı Hakk’a vermeye ve Muhammed olan mazharımızdan, Hakk’ın kemâlât tecellîlerini seyretme yaklaşımına da can kurbanı diyoruz.

Bizlerin ister koç kurbanı, isterse can kurbanı olsun Hakk’a kurban olabilmemiz için Rabbimize küllî teslimiyetle Tevhîdi zevk etmemiz gerekmektedir. Zâhirde hayvanların kesilerek fakir ve fukaraya dağıtılması elbette Hakk’a bir yaklaşma vesîlesidir. Her türlü hayır hasenât da Cenâb-ı Hakk’a yaklaşma vesîlesidir. Cenâb-ı Allah, Âl-i İmrân Sûresi 92. âyette “Sevdiğiniz şeylerden başkalarına da vermedikçe, tam bir iyilik vasfına eremezsiniz. Her ne harcarsanız şüphesiz Allah onu bilir” buyurmaktadır. Cenâb-ı Allah, İbrahim (A.S.)’den de en sevdiğini kurban etmesini istemiştir. Bizlerin de en çok sevdiği kendi varlığımız ve canımızdır. Aslında olmayan, zannımızdaki bir varlığı, Hakk’ın varlığında yok etmek, bizlere, Allah’ı, Allah’ın sıfatlarından, Allah’ın zikrettiğini ve Allah’ın Muhammed sıfatlarından kemâlâtıyla tecellî ettiğini gösterecektir. İnşaallah Rabbim bütün inanan kardeşlerime can kurban etmeyi nasîb eder.

209

Page 210: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

KURBAN BAYRAMI

Kurban kurbiyet demektir. Yani kulun Allah’a yaklaşması demektir. Bir kulun Allah’a yaklaşabilmesi için enfüste ve âfâkta ibâdetlerini lâyıkıyle yapması lâzımdır. İbâdetler mâli ve amelî ibâdetler olmak üzere iki türlüdür.

a) Mâli ibâdetler: Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen (en’âm) kurban olması gerekli hayvanların Allah için kanlarının akıtılması ve etlerinin üçe bölünerek fakirlere, eşe dosta ve kendi ailesine ziyafet çekmesidir. Dikkat edilirse bu üç sınıfın hepsi de nefsin ziyafetidir. Hac Sûresi 37. âyette “Elbette onların etleri ve kanları Allah'a ulaşmayacaktır. Ancak O'na sizin takvanız erecektir. Onları bu şekilde sizin buyruğunuza verdi ki, size yolunu gösterdiğinden dolayı, Allah'ı tekbir ile yüceltesiniz. (Ey Muhammed!) Vazifelerini güzelce yapan iyilik sevenleri müjdele” buyruluyor. Elbette bir kişinin inancı olmasa yüzlerce lirayı Allah için bir kurbana vermezdi. Demek ki malını ve imkânlarını Hakk için harcaması onun Allah’a yaklaşmasına vesîle olmaktadır. Fakirlerin, eşin dostun bundan istifâde ederek memnun olması da Hakk’a yaklaşmasına vesîle olmaktadır. Dolayısıyla halktaki Hakk’ın memnuniyeti Hakk’ın da o kuluna yaklaşmasına sebep olmuş olur. Onun için Resûlullah Efendimiz “Ben iki kurban atasının evladıyım” buyurdular. Onun için her sene birini kendi için birini de ümmeti için olmak üzere iki kurban kesmiştir. Ayrıca bir yoksula sadaka vermek, gıda, yakacak, giyecek, ilaç vb gibi ihtiyaçlarını gidermek de kurban olmasa bile kişileri Hakk’a yaklaştırabilir.

b) Amelî ibâdetler: Kur’ân okumak, namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek ve zekât vermek gibi ibâdetler amelî ibâdetlerdir. Amelî ibâdetler de bizlerin Hakk’a yaklaşmamıza birer vesîledir.

Allah kendine yaklaşmamız için bizlerden ne istemektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok yerinde, Allah’a yaklaşmak için vesîle aramamız emredilmektedir. Bulduğumuz İnsan-ı Kâmillerden Allah’a yaklaşma iki safhada ta’lîm edilir:

1- Koç kurbanı

2- Can kurbanı

210

Page 211: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Bir kişinin Mürşid-i Kâmile tâbi olarak aldığı Tevhîd tahsili sonunda, halka dönük nefsinin, cehâlet, şirk ve nisbîyet günahlarından temizlenerek Hakk’a uruc ederek yaklaşmasına koç kurbanı diyoruz. Çünkü ten mezbelesinden rûh âlemine kişinin vuslatı Hakk’a koç kurbanıdır.

Can kurbanı ise, candan canana erişmektir. Allah’ın Rûhullah olan Vahdet deryasından sıfatlarına tecellî ederek kendi cemâlini izhar etmesine de, rûhun sıfatlara nüzûlü olan kurbiyetinin gereği can kurbanı denmiştir. Bir kişi Hakk’a kurban olmak istiyorsa, evvelâ koç kurbanı olan varlığını Hakk’a vermelidir. Hakk’ın varlığı ile varlıklanan kişinin de ister kendi vücûd sıfatlarından, isterse âfâktaki Hakk’ın bütün sıfatlarına yaklaşması, Cenâb-ı Hakk’ın zuhûru olduğunu görmektir. Yani kurban, bir sâlikin vuslatı içinde ‘uruc’ ve ‘nüzûl’den ibarettir.

Onun için koç kurbanı kendimize nisbet ettiğimiz varlığımızı kurban etmektir. Fenâfillâh olmaktır. Can kurbanı ise, canın birlik zevki ile zevklenen kişinin, sıfatlarından kemâlâtı ile zuhûra gelmesidir. Yunus Emre Hazretleri hakîkati şöyle ifşâ ediyor:

“İsmailem Hakk yoluna canımı kurban eylerem

Çünkü bu can kurban sana ben koç kurbanı neylerem” buyurmuşlardır.

KURBAN BAYRAMINDA GETİRİLEN TEŞRİK TEKBİRLERİNİN MÂNÂ VE MAHİYETİ

Teşrik tekbiri “Allahü ekber Allahü ekber. Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber, Allahü ekber ve lillâhil-hamd” ’dir. Teşrik tekbirleri Kurban bayramı arefesi sabah namazından başlayarak dördüncü bayram günü ikindi namazı da dâhil olmak üzere yirmiüç vakit getirilir. Teşrik tekbirleri vâcibdir. Farz namazlarının hemen arkasından getirilmelidir. Ferdî namaz kılarken unutulursa son sünnetlerden sonra da getirilebilir.

İbrahim (A.S.) oğlu İsmail (A.S.)’i kurban etmek için boynuna bıçağı çaldığında bıçak kesmedi. Taşı ikiye böldüğü halde bıçak İsmail’i bir türlü kesmiyordu. İşte o zaman iki melek, bir koçla birlikte iki defa “Allahü ekber, Allahü ekber” nidâsıyle zuhûr ettiler. İki defa

211

Page 212: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

söylemelerinin nedeni Allah’ın Hüviyet ve Eniyetinde yüceliği, ululuğu, büyüklüğünün zâhir ve bâtında olmasındandı. Bir kez söylenmiş olsaydı Allah’a eksiklik isnâd edilmiş olurdu. Meleklerin bu tekbirini duyan İsmail (A.S.) cevaben “Lâ ilâhe illallahü Allahü ekber”, yani zannımızdaki, hayâlimizdeki Allah’ın ululuğu, büyüklüğü değil bizzât şühûd ettiğimiz, zerreden kürreye kadar Zâtını bütün sıfatlarından ilân eden ve zuhûra çıkıp Cemâlullahını gösteren “Allah büyüktür” dedi. Buna cevaben de İbrahim (A.S.) “Allahü ekber Velillahil-hamd” demekle zâhir ve bâtın bütün varlıkların Allah’a hamd ettiklerini, hepsinin varlığının Allah’ın varlığıyla var olabildiği için teşekkür ettiklerini söyledi. Böylece tenzih ve teşbihi İbrahim (A.S.) Tevhîd yaparak, tekbiri, kâl lisaniyle ifade etmiş oldu.

Tevhîd ehli de merâtib-i İlâhi tahsilinde Tevhîd-i ef’âl, Tevhîd-i sıfat ve Tevhîd-i Zât idrâkine sahip olduğunda, Allah’ın Vahdâniyyetinin idrâki ile Allah’tan başka bir varlık göremediği için zâhir ve bâtın yönüyle “Allahü Ekber” yani “Allah uludur, Allah büyüktür” diyerek O’nun yüceliğini ifade eder. Vahdâniyyetinden sıfatlarına tecellîsi ile her varlıktaki cemâlini şühûd etmesiyle de “La ilâhe illallahü Allahü ekber” demiş olur. Cenâb-ı Hakk, Vahdâniyyeti bütün sıfatlardan tecellî ettiği halde bu tecellî ettiği sıfatların hiçbirine benzemez. Çünkü İsmail (A.S.), İbrahim (A.S.)’in nefsi idi. Nefsin kesilemeyeceğini, ancak kurbiyetle yaklaşılabileceğini bizlere göstermiş oldu. Böylece Tevhîd babası İbrahim (A.S.)’in “Allahü ekber velillahil-hamd” demesiyle, tenzih ve teşbihi Tevhîd yaptığını, hem tekbirin, hem de insandaki Kur’ân’ın, kemâlâtıyla tamamlanmış olduğunu anlamaktayız. Kur’ân-ı Kerîm 23 senede tamamlandığı için bizler de bu kurban diye vasıflandırdığımız kurbiyet yani yaklaşmanın zâhir ve bâtınını, 23 vakit (Kurban bayramı arefesi sabah namazından başlayıp dördüncü bayram günü ikindi namazı dahil olmak üzere)namazların farzlarının arkasından bir defa tekbir getirmekle tamamlamış oluruz

Müslümanların üç bayramı vardır. Ramazan bayramı üç gündür. Receb, Şaban ve Ramazan irfâniyetine sahip olanlar bâtında da bu üç gün bayramı yapmaya hak kazanmışlardır. Çünkü bayram, dostla buluşmak, görüşmek ve sevişmektir. Kurban bayramı da dört gündür. Allah’ın Vahdâniyyet zevkiyle zevkiyâb olanlar evvelde, âhirde, zâhirde ve bâtındaki tecellîleri zevketmeleriyle dört gün bayram yapmış olacaklardır. Tevhîdde de tecellî mertebeleri bekâ mertebesi olarak tahsil edilmektedir. Bu bayramların, bayram namazları da vâcibdir. Üçüncü bayram ise

212

Page 213: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Cuma’dır ki Ramazan ve Kurban bayramı namazlarını bünyesinde cem ederek Tevhîd yapıp farz olmuştur. Onun için Cuma günü mü’minlerin bayramıdır.

Bayram namazlarında Sübhanekeden sonra üç defa tekbir alınıp el bağlanması Fenâfillâh olan bir kimsenin nisbîyetlerini bağlamasını, ikinci rek’atta ise üç tekbirden sonra bağlamayıp dördüncü tekbirde rükû’ya eğilmenin de bekâ zevkiyle dört mertebe yönüyle Hakk’ın tecellîsini remzetmesi bizlere fenâ ve bekâ zevkiyle merâtibin ta kendisi olduğunun zevkini vermektedir. Hakîkatte vâcib “mutlaka” demektir. Nasıl bir barutla bir ateş yan yana gelince onun infilak etmesi kaçınılmaz olursa, aynen onun gibi bir sâlikin kendine nisbet ettiği varlıkları Hakk’a vermesi ile Rabbinin onda tecellî etmesi de vacîbtir. Hakk, Vahdâniyyeti ile sıfatlarına tecellî edince o sıfatlardan gören, duyan Hakk’tan başkası olamaz. Bir sâlike de böyle tecellî ederse o sâlikten duyan, gören ve konuşan Rabbi olmuş olur.

Kurban bayramında kesilen kurbanlık hayvanlardan da bir nebze bahsedelim. Kevser Sûresindeki “Fe salli li Rabbike venhar” âyeti “Sen de Rabbin için namaz kıl ve kurban kes!” şeklinde tefsir edilmiştir.”Venhar” akıt demektir. Bu âyetten “kan akıtmak” anlamı yanında cehâlet ve nisbîyetlerin de akıtılması anlamı çıkarabilir. Hatta bu ilim ve irfâniyetle, boş olan gönlünüze irfâniyet ve kemâlât akıtın şeklinde de zevk edebiliriz. Hac Sûresinin 37. âyetinde “Sizlerin Allah için kestiğiniz kurbanların ne kanları ne de etleri Allah’a ulaşır. Allah’a ulaşan takvanızdır.” buyrulmuştur. Kurban kesme konusunda açıklık olmadığı için zâhirde farz değil de vâcib denmiştir.

Onun için zâhirde eti yenen hayvanlardan kurban yapıyorsak da hakîkatinde kurbanın “kurbiyet” yani Allah’a yaklaşma olduğunu bilmeli, kul olarak Allah’a yaklaşmaya gayret göstererek Rabbimizi kendimizde zuhûra getirmeliyiz. Kâmil isek de ihvânlarda zuhûra gelmeliyiz.

“Sür çıkar gayriyi gönülden tâ tecellî ede Hakk.

Padişah konmaz saraya hâne mâmur olmadan.”

Allah cümlemize bu zevkleri ihsân etsin. Âmin.

213

Page 214: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

LÛT (A.S.) KISSASI

Bir gün İbrahim (A.S.)’e oğlan sûretinde iki melek misafir geldi. İbrahim (A.S.) çok misafirperver bir kişi olduğu için, hemen bir hayvan keserek önlerine yemek olarak koydu. Misafirler yemekten yemeyince İbrahim (A.S.) korkmaya ve endişelenmeye başladı. Onlar “Biz Allah tarafından gönderilen görevli iki meleğiz. Lût (A.S.)’un kavmi oğlancılık yapmak sûretiyle iyice azıttı. Onları helâk edeceğiz.” dediler. İbrahim (A.S.) onların içinde Lût ve ona inananların da olduğunu söyleyerek “Onlar da mı helâk olacaklar” deyince melekler “Hayır, onlar helâk olmayacaklar.” dediler. Lût (A.S.) İbrahim (A.S.)’in kardeşinin oğludur. Yani yeğeni olur. Lût (A.S.)’un kavmi, güzel birer genç oğlan sûretindeki bu iki meleğe sahip olmak için onları takip ettiler. Melekler, Lût (A.S.)’un kapısını çalarak kendilerinin Tanrı misafiri olduklarını söyleyerek içeri alındılar. Lût (A.S.)’un kavmi, o gelen oğlanların kendilerine teslim edilmesini, aksi halde Lût (A.S.)’a da zarar vereceklerini söylediler. Lût (A.S.) her ne kadar onların Tanrı misafiri olduklarını söyleyip “Beni rezil ve mahcub etmeyiniz” diye yalvardıysa da dinlemediler. Lut iki kızının olduğunu, misafirlere dokunmamaları şartıyla onları kendilerine teslim edebileceğini söylediğinde kavmi “Ya Lût, sen de iyi biliyorsun ki bizim kızlarla hiçbir ilişiğimiz olamaz.” dediler. Melekler Lût (A.S.)’a “Biz bu beldeyi helâk etmek için, Cenâb-ı Hakk’ın elçileri olarak geldik. Geceye kadar onlardan müsaade al. Gece olunca bizler arka kapıdan çıkar gideriz. Bu belde de ondan sonra helâk olur” dediler. Lût (A.S.) kavminden geceye kadar müsaade etmelerini, gece olunca o misafirleri teslim edebileceğini söyledi. Kavmi Lût (A.S.)’un bu teklifini kabul etti. Lût (A.S.) ve ona inananlar gece olunca arka kapıdan çıkıp gittiler. Geride kalanlar sabaha karşı gökyüzünden yağan çamurlu taşlar ve şiddetli bir gürültüyle beldenin göçmesi sonucu helâk oldu. Bu gün bile Ürdün ile Filistin arasında bulunan Lût gölü yanındaki o beldede helâk olayının yaşandığına dâir apaçık deliller mevcûddur. Lût (A.S.)’ın karısı, Lût (A.S.)’a tam inanmıyordu.”Hiçbir kimse sakın geriye bakmasın, yoksa o da helâk olanlardan olur” diye tembih edildiği halde, söz dinlemeyen karısı geriye baktı ve hemen oracıkta taş kesiliverdi. Lût (A.S.) ile inananlar da böylece o kötü kavimden kurtulmuş oldular.

214

Page 215: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

İşte bu vak’a günümüzde de her an olup durmaktadır. Yeter ki, olaya Tevhîd açısından bakarak bu âyetleri günümüzde de görmeye çalışalım.

Görevli olarak gönderilen iki melek “akıl” ve “idrâk”tir. Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın insanlara elçi olarak verdiği en güzel nimetlerdir. Evvelâ Tevhîd babası olan İbrahim (A.S.)’e uğradılar. Zira Tevhîdsiz, nefs-i emmâre olan süflî emellerin helâkı mümkün değildir. Melek durumunda olan lâtif varlıkların zâhir nimetlerdeki gıdaya ihtiyaçları yoktur. Vücûd ülkesi olan Lût (A.S.)’un kavmi oğlancılık ibtilâsına yakalanmışlardı. Yani nefs-i emmâre olan süflî istek ve arzular içinde bulunuyorlardı. Nasıl bir erkeğin bir erkekle cim’asıyla nesli çoğalamazsa nefs-i emmâre istekleriyle bir kişinin Rabbinin rızasını kazanması da mümkün değildir.

Nefs-i emmâre emrinde olan bütün şûbeler, elçi olarak bu ülkeye gelen oğlan sûretindeki ‘akıl’ ve ‘idrak’a sahip olmak istemektedirler. Lût (A.S.) olan insandaki rûh da, onların tanrı misafiri olduğunu söyleyerek teslim etmek istememektedir. Zira nefs-i emmâre insandaki akıl ve idraka sahip olursa o kişi, hakîkatte helâk olmuş demektir. Lût (A.S.) kavmine, misafirlerine ilişmemeleri koşuluyla iki kızını verebileceğini söylemiştir. İnsanoğlunda iki türlü amel vardır:

1- Nefsin amelleri

2- Rûhun amelleri.

Nefsin amelleri ‘kız’ durumundadır. Lût (A.S.) nefsin ameli olan kızları vermek istediğinde, onlar bunu çok iyi bildikleri için kabul etmemişlerdir. İlle de rûhun ameli olan o iki ‘oğlan’ı istemişlerdir. Çünkü çok iyi biliyorlar ki, bu iki oğlana sahip olduklarında, o vücûd ülkesi kendi istek ve arzuları doğrultusunda yönetilecektir. O iki melek durumunda olan akıl ve idrâkin, Lût (A.S.)’dan geceye kadar müsaade istemeleri, gece ülkeyi terk edeceklerini, ülkenin (nefs ülkesi) helâk olacağını söylemelerindeki anlam ise gecenin Vahdeti remzetmesidir. Çünkü bir kişi Vahdet zevkine girince, nefs-i emmârenin istek ve arzuları helâk olur. Lût ve kavminden kendisine tâbi olanlar nefs ülkesini terk etmişlerdir. Onun için arkada kalan nefslerini terk etmek sûretiyle o beldeden ayrılmışlardır. Lût (A.S.)’un karısı eski nefs bilinçlerini bırakmadığı için geriye bakmak suretiyle helâk olmuştur. Bu kıssada olduğu gibi bir sâlik de şayet Mürşid-i Kâmilin telkînlerini uygulamazsa Lût’un karısı gibi helâk olur. Lût (A.S.)’un kavmi nefs-i emmâreyi remzettiği için, kötü isteklerini dâima uygulamak isterler. Cenâb-ı Hakk

215

Page 216: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

da, gönlü Hakk’a dönmüş kişilerin vücûd kavminde nefs-i emmâreyi helâk eder. Lût (A.S.) olan Mürşid-i Kâmillerin etrafında toplanan sûrette inanmış görünüp sîrette inanmayan sözde sâlikler Lût kavminin helâk olanları gibidir. Bir kişinin Rabbinin bazı tâlimatlarına uyup bazılarına uymaması demek o kişinin inanmadığı mes’elelerde hakîkati idrâk etmemesi demek olup, o sıfat idraklarının taş haline dönmesi demektir. Bir sâlikin de Kâmile inanmaması aynı şeydir. Onun için hiçbir kardeşimiz vuslatında “geriye” bakmamalıdır. Hep ileriye bakmalı ve yeni tecellîlerle zevklenmelidir. Tevhîd-i ef’âl mertebesinden, Tevhîd-i sıfat mertebesine geçen bir kardeşimizin râbıta ve şühûdlarında, ef’âl şühûdunu kullanmaya devam etmemesi, yalnız bulunduğu mertebenin şühûdunu kullanmasının gerektiği söylenmektedir. Çünkü her mertebenin şühûdunda bir önceki mertebelerin râbıta ve şühûdları vardır. O halde, sâlikin eski ilmine, eski hallerine dönmemesi gerekmektedir.

Kur’ân, Lût (A.S.) kıssasında Hakk ve hakîkata vuslatın, ancak kâidelere uymak sûretiyle mümkün olduğunu anlatmaktadır. Allah hepimize uygulamayı nasîb etsin. Âmin.

MAİDE SOFRASI NEDİR

Maide ‘sofra’ demektir. Teslimiyeti olanlara indirilen Kur’ân-ı Kerîm’in ilm-i ledün diye bahsettiği manevî bir sofradır. Sır ilimlerini öğrenmek anlamına gelmektedir.

M : Muhammed

A : Allah

İ : İlim

D : Dünya (her an tecellî eden mazharlar)

E : Hakk’ın emirlerini ifade eder.

Hadis-i Kudsî’de Allah “Küntü kenzen mahfiyyen feahbebtü en unefe fe halektel halka li uref” “Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi murâd ettim ve bu halkı halk eyledim ki bilineyim” diyerek Zâtından sıfatlarına, sıfatlarından esmâ alarak fiillerine zuhûr edip âsârıyla kendini ilân ettiğini buyurmaktadır.

216

Page 217: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Hz. Îsâ (A.S.)’ın hâvârileri bu tecellî sırrını bilmediği için peygamberleri olan Hz. Îsâ (A.S.)’ya Maide Sûresi 112. âyette “Ey Îsâ! Senin Rabbin gökten bir sofra indirmeye kâdir olur mu” dediler. ‘Rabbimizden iste’ demediler. Çünkü onların Rabbi buna kâdir olamazdı. Hz. Îsâ (A.S.) da “Eğer Allah’a inanıyor ve mü’minler iseniz Allah benim dileğimi reddetmez.” dedi.

İşte bir sâlik de, zamanın Îsâ’sı olan Mürşid-i Kâmilinden, Ahadiyet sırlarının bu mukayyed varlıklara tecellîlerinden istifade etmek istiyorsa maide sofrasını istemelidir. Yalnız kâmilinin resminden tecellî eden o hakîkat sırlarına inanmalı, sevgisinde, edebinde, teslimiyetinde zerre miktarı eksiklik olmamalı, tam inanmalıdır. İşte o zaman arzu edilen sofra iki bulut arasından yani kâmilin iki dudağının arasından ilm-i ledün olarak inmeye başlar. Yoksa inanç ve i’tikâdında eksiklik olanlar bu sofradan yeterince faydalanamazlar.

Hz. Îsâ (A.S.) duayı yaptığında iki bulut arasından bir tepsi içinde örtülü vaziyette sofra indiriliyor. Hz. Îsâ (A.S.) Besmele ile örtüyü kaldırıyor. Bakıyor ki tepsi içinde kızartılmış bir balık, başucunda tuz, balığın kuyruk tarafında sirke, ayrıca beş yufka ve her bir yufkanın üzerinde 1- Yağ 2- Bal 3- Zeytin 4- Piyaz 5- Pastırma var. Bütün buna ‘inanıyoruz’ diyenleri buyur etti. Böylece kırk gün sofra, birer gün aralıklarla indi. Kırk günün sonunda da Hz. Îsâ (A.S.)’ya vahiy geldi. Vahiyde Allah, “Bu sofradan fakirler yiyecek zenginler yemeyecek” demekteydi. Bu emri duyan zenginler isyan ettiler.”Bu açık bir sihirdir” demeleri yüzünden Allah da onları helâk etti.

Bu sofra inanan ihvâna her zaman inip durmaktadır. Bu sofranın kâmilin iki dudağı arasından indirilen ilm-i ledün dediğimiz Tevhîd ilmi olduğunu söylemiştik. Kızartılmış olan balık senin Hakk’a dönmüş olan sevgi ve aşkındır. Çiğ olmuş olsa idi balık yenmezdi. Balığın başındaki tuz iştahı açan kâmilin sana telkîn ettiği dâimî zikirdir. Balığın kuyruk tarafındaki sirke de Tevhîdi idrâk ettikten sonraki zevkidir. Salikin merâtib-i İlâhiye tahsilinde Âdem’de ve âlemde Hakk’ın tecellîsi olan ef’âl, sıfat ve Zâtın idrâkinden sonra kendinin diye bildiği bu varlıkların Hakk’ın olduğunun müşâhedesiyle manevî varlık tam olarak zuhûr etmiş olur. Sâlik beşi zâhir beşi bâtın on duygusu ile dördüncü rûh mertebesi olan Vahdâniyyet mertebesine kadar ikilikten âri olamayacağı için, kırk gün fakir de zengin de bu sofradan yer. Fakat Vahdâniyyet mertebesinde mürşidin telkînâtı gereği, sûretten sîrete geçildiği için kesâfette kendi varlığından geçemeyen zengin olanların, letâfetteki tecellîleri müşâhede

217

Page 218: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

etmeleri mümkün değildir. Kendi kuyularından sularını çıkaramadıkları için zevk edemezler.

Onun için kırk gün sonra Hz. Îsâ (A.S.)’ya ‘zenginler yemeyecek fakirler yiyecek’ emri, hâl ve idrâk lisâniyle tecellî etmiş olur. Zenginler dediğimiz kendi varlığından geçemeyenler, diğer kardeşlerimiz bu zevklere sâhip oldular da biz neden olamadık diye âsi olurlar. İnkâra kalkıp isyan ederlerse Allah da onları bu Tevhîd yolundan uzaklaştırmak sûretiyle helâk eder. Allah bizleri onlardan eylemesin. Âmin.

İşte fakirleşmiş olanlar da Mürşidinin himmetiyle gönül semâsından sıfatlar arzına yağ şifresiyle bildirilen ef’âl, sıfat ve Zât zevki, bal olan Cemâlullah seyri, zeytin olan fark dediğimiz tahkîk-i Şerîat zevki, piyaz denilen de celâl ve cemâl tecellîlerinin iç içe kemâlât ve Tevhîd zevki ve pastırma da kokması, bozulması olmayan Ahadiyet sır zevkinin zuhûr etmesinden ibarettir.

Bir sâlik kendi varlıklarından ihtiyarî olarak geçip vücûdunda Hakk’ı tecellî ettirip edep ve güzel ahlâkla ahlâklanırsa îmân-ı taklîdden îmân-ı tahkîke geçmiş olur. Şerîat idrakiyle de, taklîdden, mutmain olmuş tahkik-i şerîata geçmiş olur. Şerîat ikidir:

1- Şerîat-ı evvel (Taklîd şerîat)

2- Şerîat-ı sânî (Hakikî şerîat)

Bizler de bu manevî sofradan istifade etmek istiyorsak, nefs deryası olan unsûriyet idrâkinden geçip, rûh deryası olan Rûhullah’ı müşâhede etmemiz gerekmektedir.

MELAMİLER NAMAZ KILMAZ MI

Melamîler, Mürşîd-i Kâmile gelmezden evvel, taklîd şeriat gereği, Allah’ın emir ve yasaklarını uygulamak için gayret gösterip, taklîdi olarak yaptıkları ibâdetlerin mânâ ve sırlarını bilmeden de olsa oruç da tutarlar, namaz da kılarlardı. Mürşîde geldikten sonra orucun ve namazın sırlarını sohbetlerde öğrenince sırların irfâniyeti daha câzip gelmeye başlayıp bundan zevk aldıkları için, şekildeki vakitlerle ilgili namaza itibar etmemeye başlarlar.”Namaz mü’minin miracıdır. Miraç ise, Hakk’la konuşmak ve Hakk’la beraber olmakmış.” diyerek bedenin yaptığı ibâdet hareketlerinin ayrı, irfâniyetinin ayrı olduğunu mütalaa

218

Page 219: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

ederek henüz melamî olamamış, kelâmi olarak vasıflandırdığımız bazı kişilerde namaz fiili görülmemektedir. Yine “Oruç ikilikten birliğe yükselmekmiş, sabahtan akşama kadar aç kalmak değilmiş.” diyerek oruç tutmayan bazı sözde melamîlere de rastlıyabiliyoruz.

Halbuki, sîretin sûretsiz zuhûra gelmesi ve yaşanması mümkün değildir. Melamîler kelâmilikten ve yalnız sohbet eden zümreden ibaret değildir. Melamînin, kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok edip, Resûlullah efendimizin güzel ahlâkı ile ahlâklanması, bu irfâniyet ve kemâlâtla da hem kendi mazharından Cenâb-ı Hakk’ı bütün yönleriyle açığa çıkarması, hem de âfâkta bütün tecellîleriyle O’nu seyretme imkânına kavuşması gerekir. Rûh cesetsiz icraatını gösteremediği gibi cesedin de rûhsuz ayakta durması mümkün değildir. Onun için mânâ ve sırrına vâkıf olmadan, kılınan namaz, taklîdden öteye geçemediği gibi, bedensiz fiile dökülmeyen, namazın da hükmü yoktur. Çünkü Cenâb-ı Allah fiilleriyle açığa çıkmış ve âyetlerini göstermiştir. Kendilerini en üstün kişiler olarak ifâde edenler, fiilleriyle, ister emir fiilleri olsun, isterse ahlâk fiilleri olsun, açığa çıkaramadığı için zındıklıktan kurtulamamışlardır. Onlar yalnız ilim ile Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyetini bilmişler, kendi varlıkları yok olmadığı için nefsî istekleri yüzünden zındık olmuşlardır.

Tevhîd yalnız ilim ve irfâniyet değildir. Bir yaşam biçimidir. Melamîler, kendi varlıklarını Hakk’ın varlığında yok ettikleri için, ne sevap ne de günah işleyebilirler. Çünkü varlıkları yoktur. Varlığı yok olanlarda, Cenâb-ı Allah bütün kemâlâtı ile tecellî ederek zuhûra gelir. İşte artık onların kendileri oruç tutmazlar, namaz kılmazlar. Fakat, Cenâb-ı Hakk onların mazharından kemâlâtı ile namaz kılar, oruç tutar. Her türlü tecellîsini kemâlâtıyla açığa çıkarır. Zâten Cenâb-ı Hakk da, bilinmekliğini istemiş ve onun için bu halkı halk etmiştir. O mazhar aynalarında, Cenâb-ı Hakk kendisini seyretmek istemektedir. O mazharlarda eksiklik görülürse, hâşâ ‘Allah eksiktir’ mi diyeceğiz. Hayır, o eksiklik kulundur. Çünkü su girdiği kabın renginde görünür. Suyun rengi yoktur. Renk kaplardadır. Onun için, irfâniyete sahip olan kardeşlerim, Cenâb-ı Allah’ın, Zâtından sıfatlarına tenezzül ettiği gibi, onlar da Mürşîd-i Kâmillerinde elde ettikleri irfâniyet ve kemâlâtı namaz fiillerinde açığa çıkararak, günde beş vakit namazlarında bizzat şuhûd ederler. Cenâb-ı Hakk’ın bazı tecellîlerini irfâniyetle kabul edip, ibâdet emirlerindeki fiillerle açığa çıkmasını inkâr etmezler. Mülkünde ondan başka fâil yoktur. ‘Bizden böyle tecellî ediyor’ diyorlarsa o da doğrudur.

219

Page 220: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

O zaman, kendi mazharlarında Kur’ân-ı Kerîm emirlerine göre her türlü ibâdet ve yaşam fiillerine baksın. Hayvanî fiiller zuhûr ediyorsa o kişinin yeri ve hâli odur. Sakın insanlıktan bahsetmesin. İnsanlık fiilleri zuhûr ediyorsa onda Resûlullah efendimizin güzel ahlâkı görülüyor, İslâmî yaşam mevcuttur demektir. İşte o melamîdir. Mübarek olsun. Şu halde, ismi melamî olup da namaz ve ibâdet fiilleri görünmeyenler, melamî değil, kelâmidir, müşriklerden hiçbir farkı yoktur. Cenâb-ı Allah, bütün melamîyim diyen kardeşlerime, evvelâ Fenâfillâh olup, kendi varlıklarını Hakk’ın varlığında yok etmek nasîb etsin. Sonra da, Âdem ve âlem mazharlarından her an, ayrı ayrı tecellîlerini zâhir ve bâtın olarak müşâhede etmeyi nasîb etsin. Âmin.

MELAMÎYİZ

Melamî kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok edip Resûlullah efendimizin güzel ahlâkı ile ahlâklanmaya denir. Melamî, kınamak ve kendi eksikliğini sürekli yok etme gayreti içinde olma mânâsını da taşır. Melamîlik bir tarîkat değildir. Kur’ân-ı Kerîm ahkâmı ve sünnet-i seniyye neşvesiyle hallenerek yaşamaktır. Meslek-i Resûlullah'tır. Bu meslek ve meşrebin icraatında zikir ve fikir esastır. Taç, hırka, tekke, zâviye yoktur. Melamîlik bir sohbet yoludur. Sohbetlerimiz de gizli değildir. Herkese açıktır. Meslek-i Resûlullah olan Melamîliğin birinci dönemi Pîr Hamdun Kassar’la başlar. (hicri 271) İkinci devre Hacı Bayram Velî Hazretlerinin halîfesi Bıçakcı Ömer Dede (milâdî 1475) ile devam eder. Üçüncü devre Melamîliğin kurucusu ise Pîrimiz Şeyh Muhammed Nûr Hazretleridir. (milâdî 1887)

Melamîler Vahdet-i Vücûd zevki ile zevkiyâbdırlar. Bir Hadis-i Şerifte “Bir saatlik tefekkür yetmiş yıllık ibâdetten üstündür.” buyrulmuştur. İşte melamîler yetmiş yıllık bilinçsiz taklîdi ibâdetleri değil, bir saatlik bilinçli tefekkür yolu yolcuları olup beş vakit namazın üstüne sünnetlerden başka bir şey eklemezler. Kalpleriyle dâimî zikirde olmaları nedeniyle Allah’la beraberdirler. İlimde derin ilim ve irfâniyete sahiptirler. Allah’ın seyyid dediği ve âlemlerin efendisi Hz. Muhammed onların içindedir. Gönüllerimiz Hakk’la, dışımız halkla beraberdir. Yani sûretimiz nakşî, sîretimiz melamîdir. İnsanları kendilerine bağlamazlar. Kendilerine biat ettirmezler. Allah’a bağlarlar, Allah’a biat ettirirler. Râbıta Allah’adır. Mürşîde değil.”İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır” düsturu ile hareket ederler. Bir kişinin melamî olabilmesi için “La mevcûde illallah “ diyerek Allah’tan başka bir varlık tanımaması

220

Page 221: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

lâzımdır. Gönlünü Allah aşkıyla doldurması gerekir. Melamî, tasavvufta manevî mertebenin en yücesi olan melamete vardığı için, İlâhî nura kavuşmuş olup, gönlü Cenâb-ı Hakk’la doludur. Bu seviyeye gelen melamî ile Cenâb-ı Hakk arasına kimse giremez. Artık o Hakk ile Hakk olma sırrına ermiştir. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî Hz. leri Fütuhât-ı Mekkiye’sinde melamîler için “Eşyaya Allah’ın baktığı nazarla bakarlar. Gerçeği birbirine karıştırmazlar. Bunlar Allah’tan başkasına muhtaç olmayı da reddederler. Allah’a karşı fakirdirler.” buyurmuştur. Melamîler kerâmet-i kevniyyeye itibar etmezler. Kerâmet-i ilmiyeye itibar ederler. Melamî anlayışında kesinlikle çirkin davranışlarla halkın nefretini kazanmak ve halktan uzaklaşmak yoktur. Aksine halkın sevgisini kazanmak ve halk ile barışık olmak esastır. Müslüman olmanın bilinci ile namazını kılan, orucunu tutan, zekatını veren, hac farizasını yerine getiren kişilerdir. İbadetlerini nefsi için değil, Hakk için ve Hakk ile yapma gayretinde olan kişilerdir. İslamî vecibeleri bilmekten öte, uygulayan kişilerdir. Halka hizmetin, Hakk’a hizmet olduğu bilincindedirler. Toplumdan kopmadan, toplumun içinde zâhiren halk ile bâtınen Hakk ile olduğunu zevk ederek kalıbının halk, kalbinin Hakk ile olduğunu tefekkür ederek yaşama zevkine erişenlerdir. İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Bu nedenle mazhar-ı tamdır. Hakk’ın aynasıdır. Aynadaki görüntü aynanın kendisine ait olmadığı gibi, insandaki görüntü ve tecellîler de kendisine ait değildir. İnsan, bu görüntü ve tecellîlerin zuhûr yeridir, yani mazharıdır. Mazharın sahibi değildir. Mazharı sahiplenmek emânete ihanet etmektir. Emrolunduğu gibi dosdoğru olma yoludur. İşte bu sayılamayacak kadar çok hasletleri öğreten yüce bir vuslat müessesesidir.

Melamî silsilemiz şöyledir:

1- Pîr Muhammed Nûr-ül Arabî Hazretleri

2- Hacı Salih Efendi Hazretleri

3- Ali Rahmi Efendi Hazretleri

4- Hasan Fehmi Tezdoğan Efendi Hazretleri

5- Hasan Özlem Efendi Hazretleri

6-Ahmet Arslan Efendidir.

221

Page 222: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

MESCÎDLERDE KILINAN NAMAZIN ECRİ

Bir Hadis-i Şerîf’te “Mescîd-i Haram’da kılınan iki rek’at namaz başka yerlerde kılınan yüzbin rek’at namazdan efdaldir. Mescîd-i Nebevi’de kılınan iki rek’at namaz başka yerlerde kılınan bin rek’at namazdan efdaldir. Mescîd-i Aksâ’da kılınan iki rek’at namaz başka yerlerde kılınan beşyüz rek’at namazdan efdaldir.” buyrulmuştur.

Zâhirde Mescîd-i Haram, Kâbe’nin bulunduğu yerdir. Mescîd-i Nebevi Resûlullah Efendimizin kabrinin bulunduğu yerdir. Mescîd-i Aksâ da Kudüs şehrindeki Aksa Mescîdidir. Taşıdığı mânâ yönünden bu mescîdlerin idraki kimlerde mevcûdsa, onlar bu yerlerin ecirlerini nerede bulunurlarsa bulunsunlar, oralara gitmeden de alırlar.

Kâbe Allah’ın zâtını remzetmektedir. Dâima Cenâb-ı Hakk’la beraber olma hasletine vâsıl olan bir sâlik Kur’ân okurken onun hitabını duyuyor, namaz kılarken onunla beraber olup onunla konuşma zevkine sahip oluyor ise, elbette üç fenâ mertebelerini geçip Vahdâniyyet zevki ile zevkiyâb olarak tenzih ve teşbih mertebelerinden sonra Tevhîd zevki ile zevkiyâb olacaktır. Yüzbindeki üç sıfır Fenâfillâh'ı remzetmekte, iki sıfır da tenzih ve teşbih mertebelerini remzetmektedir. Bunların hepsinin ifnâsı, “Bir” olan Cenâb-ı Hakk’ın varlığının meydana gelmesidir.

Mescîd-i Nebevi ise sıfatları remzetmektedir. Onun için sünnet ve hadislerle âmil olmak kişiye bin rek’at namaz ecri verdirecektir. Elbette farz olan Allah’ın emirlerinin yanında sünnetin derecesi yüzbine karşı bindir.

Mescîd-i Aksâ ise, bir konu hakkında âlimlerin toplanıp âyet ve hadisler doğrultusunda verdikleri karar olan icma-i ümmet demektir. Fıkıhta Edille-i Şer’iye dörttür. Bunlar:

1- Kitab (Kur’ân-ı Kerîm)

2- Sünnet

3- İcma-i ümmet

4- Kıyas

Günümüzde bazı inananların yalnız Kitab’la âmil olduklarını, bazılarının sünnet ile şekil ve hallerini tanzim ettiklerini, bazılarının da

222

Page 223: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

kitap ve sünnete itibar etmeden, falan âlim şöyle demiş, filan âlim böyle kıyas yapmış diyerek iç içe uygulanması gerekli edille-i şer’iyeyi kendilerine göre yorumlayarak İslâmın ana gövdesinden ayrıldıklarını görüyoruz.

İslam ağacı evvelâ farz olan ana gövdeden başlar. Bunları Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerinde görebiliriz. İkincisi, ağacın dalları nasıl ana gövdenin açıklaması ise, Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesi de Cenâb-ı Hakk’ın âyetlerinin açıklamasıdır. İnce dallar icma-i ümmeti, yapraklar da ilim ve irfâniyetle ahlâk güzelliğini insanlarda göstermektedir. Farzları bırakıp sünnetleri yapmakla veya farzları bırakıp âlimlerin kıyasını ön plana almakla insan ağacında meyve meydana gelmez.

Onun için Allah nefislerinde âyetleri uygulayanlara yüzbin ecir vermektedir. Âyetlerden sonra da sünneti uygulayanlara bin ecir daha veriyor. Âyet ve hadislerin üstüne bir de âlimlerin inceliklerini uygularsa, ayrıca beşyüz ecir daha veriyor. Yoksa islâm ağacının sadece dal ve yapraklarıyla uğraşmak bize fazla fayda sağlamaz. Farz olan âyetleri nefsinde ve ufkunda okumayanlar İsra Sûresinin 14. âyetindeki “Oku kitabını! Hesap görücü olarak bugün sana nefsin yeter!" emrini yerine getirmiş olamayacaklardır. Bu âyetleri okuyamayan bir kişi ne kadar şekil olarak sünnete sarılsa da sonuç alamayacaktır. Bir ağaçtaki meyveyi yemek için evvelâ ana gövdeye çıkar, sonra kalın dallara, ardından ince dallardaki yaprakların arasındaki meyveye ulaşırız. Meyveden ancak bu yöntemle istifade edebiliriz. Yoksa direkt meyveye ulaşmak mümkün değildir. Onun için öncelikle farzlara dikkat etmeliyiz. Sonra sünnet ve diğerlerini imkânımız nisbetinde uygulamalıyız.

Bir sâlik Mürşid-i Kâmilin verdiği her görevi farz olarak kabul edip uygulamazsa vuslatı oracıkta kalır. Her nefeste ‘Allah’ zikriyle meşgul olması gerektiği halde mânâsını bilmediği çeşitli tesbihlerle uğraşması o sâlikin zevksizliğini, hiçbir şey anlamadığını ve anlamayacağını gösterir. Çünkü teslimiyeti olsa idi aynen uygulayacaktı. Demek ki teslimiyeti yok, vuslatı da yok. Bunlara Allah iz’ân versin. Âmin.

MEVLİD KANDİLİ

Mevlid kandili Rebîu’l-evvel ayının 12. gecesine tekabül eden Peygamber Efendimizin doğum günüdür. Miladi takvime göre de Nisan

223

Page 224: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

ayının 20’sine tekâbül eder. Nisan ayında ağaçlar çiçeklerini açar, kuzuların meleşir, kuşlar cıvıldaşır, tabiat kış uykusundan uyanır. Bunlar ilk baharın müjdecisidir. Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz de dünyaya teşrif ettiklerinde de ateşe tapanların ateşlerinin sönmesi, Kisra saraylarının sütunlarının yıkılması, putların devrilmesi gibi şahit olunan bir çok vak’a zuhûr etmiştir. Peki unsûrî vücûdlarının bu âleme teşrifleriyle böyle olağanüstü vak’alar zuhûr ettiğine göre, Peygamber Efendimizin doğumu olan Mevlid kandilinde biz inananlarda da çok büyük değişiklerin olması gerekmez mi. Bizler Resûlullah (S.A.V.) Efendimizi vücûd ülkemizde zuhûra getirmeliyiz ki zâhirdeki gibi bizde de irfâniyet ve yaşam değişikliği olmalıdır. Her sene Mevlid kandillerini ihyâ ediyoruz. Fakat hiçbir irfâniyet ve değişiklik göremiyoruz. Oysa bu mübarek günler, bizler için, o günlerin taşıdığı mânâları idrâk etmek ve yaşamak için bir fırsattır. Bu mübârek gecelerin ihyâsı ilimle bilmekten ibaret değildir.

Arabî aylar onikidir. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz Receb ayında Regaip kandilinde anne rahmine düşmüş, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade, Zi’l-hicce, Muharrem, Safer ve Rebîu’l-evvel aylarını geçirerek dünyaya teşrif etmişlerdir. Aynen bunun gibi bir kişi de İnsan-ı Kâmile gelerek kendi insan-ı asliyyesinin tahsiline Hakk ve hakîkate rağbetle başlar. Merâtib tahsilinde dokuz ay on günde Muhammediyyûn olur. Onun için Âdemde ve âlemde Muhammed’i zuhûra getirebilmesi için dört yerde onu zevk etmesi icap etmektedir.

Enfüste Muhammedin zuhûru

Âfâkta Muhammedin zuhûru

Vahdette Muhammedin zuhûru

Kesrette Muhammedin zuhûru

1- Enfüste Muhammedin Zuhûru: Kişinin Zâtının Hakk, sıfatlarının Muhammed olduğunun idrâki olduğunda bütün sıfatlardan tecellî eden Hakk’ın zuhûr zevki de enfüste Muhammedi zuhûra getirmek olacaktır. Çünkü Allah bilinmekliğini istediği için Muhammed olan sıfatları halk etti. Zât Allah, sıfat Muhammed’dir. Sıfatlar olmazsa Hakk’ın tecellîsi görülemez. İşte enfüsümüzde rûh güneşinin kalb ayından geçerek sıfat yıldızlarından parlayarak cehâlet karanlığımızı aydınlatma irfâniyet ve zevkine enfüste Muhammedin zuhûru denilmektedir.

2- Âfâkta Muhammedin zuhuru: İnsan-ı Kâmilin kemâlât nurunun bütün ihvân ve inananlarda zuhûr etmesidir. Çünkü bu kişilerin

224

Page 225: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

bütün irfan ve kemâlâtı, İnsan-ı Kâmilin onlardaki isti’dâd ve kemâlâtı nisbetinde duyması, görmesi, konuşması değil midir. Elbette her türlü icraat mazharların değil, Hakk’ındır. Komutanın her yönü askerlerinde görülür.

3- Vahdette Muhammedin Zuhûru: Allah’ın Ahadiyetinden merâtib-i İlâhinin altı mertebeden zuhûrunun zevkidir. Çünkü bu Muhammed olan aynalardan Hakk’ı müşâhede etmek Muhammedliğin ta kendisidir.

4- Kesrette Muhammedin zuhuru: Allah’ın dört yerde tecellîsinin esmâ aldığı rûhların cinsleriyle idrâk zevklerine denir. Hakk Teala 1- Cemâdâtta cemâdî rûh ile 2- Nebâtâtta nebâtî rûh ile 3- Hayvânâtta hayvânî rûh ile 4- İnsanlarda da insânî rûh ile tecellîsini göstermiştir. İşte bu kâinatta her sıfat eksiklik veya kemâlâtıyla Muhammed aynasıdır. Hakk’ı zuhûra getirmek için yaratılmıştır. Yoksa “Levlâke Levlâk vemâ halaktül eflâk” “Sen olmasaydın, sen olmasaydın bu âlemi halk etmezdim” diye Hadis-i Kudsî olmazdı. Biz Muhammed’i kemâl sıfatlarda görür ve zevk ederiz. Muhammed noksan sıfat tecellîlerinden münezzehtir deriz.

İşte Âdemde ve âlemde Muhammed’i bu dört yerde zuhûra getirenler Muhammed’in ölmediğini dâima şühûd ederler. Hakk teâlâ her an ayrı bir şe’nde taptaze âyetlerini sergilediği gibi Muhammed’in taptaze yaşadığını ve bu hicabları açanları irşâd ettiğini görmekteyiz. Allah bütün insanlara bu zevki nasîb etsin. Âmin.

Mİ’RAC

Mi’rac, Receb ayının 27 sinde zuhûr etmiştir. İsra Sûresi 1. âyette “Uzaktır bütün noksanlıklardan O ki, kulunu bir gece Mescîd-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescîd-i Aksâ’ya götürdü; ona ayetlerimizden gösterelim diye. Gerçek şu ki, O'dur işiten gören!” buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi, zâhirde Mekke’deki Haram-ı Şerîf’ten kulu alınarak, şu anda İsrail devletinin toprakları içinde bulunan Mescîd-i Aksâ’ya, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudretinin delilleri olan âyetlerini göstermek için götürüldüğü ifade edilmektedir. Âyetler deliller demektir.”Mekke’de bu yüce deliller yok muydu da Mescîd-i Aksâ’ya götürülmüştür.” sorusu akla gelebilir. Bunların cevabını zâhir olarak

225

Page 226: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

vermek mümkün değildir. Ayrıca her ne kadar, Kur’ân-ı Kerîm, Resûlullah’a indiği için, bizler peygamberimize atfen, ‘Peygamberimiz Hz. Muhammed, Mekke’deki Haram-ı Şerîf’ten Mescîd-i Aksâ’ya götürüldü’ diyoruz. Âyette O’nun ismi geçmemektedir. Her kim bu Mi’racı, tarif edildiği gibi, mânen yapabilirse, o kişi de bu hitaba mazhar olmuş olacaktır. Çünkü Resûlullah efendimiz, "Namaz mü’minin Mi’racıdır.” buyurmuşlardır. Şu halde bizler de namazımızda bu Mi’racımızı yapabilmeliyiz.

Bir kişi, kendi diye bildiği, varlık beden Mekkesinden, Hakk ve hakîkata gönül vererek aşk Burak'ına binip Mürşid-i Kâmil olan Mescîd-i Aksâ’ya götürülür. Mescîd-i Aksâ’, kalb sahibi, gönül sahibi olan Kâbe kavseyn mertebesi sahiplerinin bulunduğu yerdir. Zira o Kâmilin ilhamları ile, irfâniyet ve kemâlât âyetlerini Cenâb-ı Hakk ona, o Kâmil mazharından zâhir ve bâtın olarak gösterecektir. Yani merâtib-i İlâhiyenin Makâmlarında Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini tahsil ettirecektir. Yoksa, bir kişinin Kâmilden irfâniyet ve kemâlâtını kazanmadan, bu âyetleri görmesi mümkün değildir.

Onun için, bu gece yolculuğu denilen Vahdet zevki ile, Tevhîd-i ef’âl, Tevhîd-i sıfat, Tevhîd-i Zât merdiven basamakları olan Mi’rac ile çıkmakla mümkün olacaktır. Zira Mi’rac, merdiven demektir.

Resûlullah efendimiz, Mescîd-i Aksâ’da, bütün enbiya ve evliyalara imam olarak iki rek’at namaz kıldırdıktan sonra, tekrar aşkı olan Burak’a binerek Sidret-ül Müntehaya kadar gitmiş, orada Burak’tan inerek Refref'e binip, Cenâb-ı Hakk’la görüşüp, beş vakit namaz müjdesi ile ümmetinin arasına dönmüştür.

Mescîd-i Aksâ’da bütün enbiya ve evliyaya kıldırmış olduğu bu iki rek’atlık namaz nasıl bir namazdı. Zira daha Mi’raca çıkılmadığı için namaz farz kılınmamıştı. İşte, bu namaz Resûlullah’ın atası İbrahim (A.S.)’in sünneti olan bir namazdı. Resûlullah efendimiz, İbrahim (A.S.)’in soyundan gelmektedir. Bizlerin de bedensel olarak kıldığımız namazların zâhir görüntü kısmı onun sünneti olur. Bizler de, Mürşid-i Kâmile gittiğimizde, beş vakit namazımızı İbrahim (A.S.)’in sünneti gibi kılıyorduk. Namazın ne kıyamının, ne rükûsunun, ne secdesinin, ne de bütün farz ve vacibiyetlerinin mânâsını bilmeden emr-i İlâhiye olduğu için Peygamberimizi taklîden kılıyorduk. Yalnız şekil olarak, mânâsını bilmeden Allah’ın rızasını kazanma inancı ile kılınan bir namazdı. Mürşid-i Kâmile geldiğimizde, Necm Sûresi 8 ve 9. âyetlerdeki “Sonra

226

Page 227: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

yaklaştı ve sarktı. Aradaki mesafe iki yay boyu oldu, hatta daha yakın” Mi’rac âyetinin mertebelerle bizlere delillerini îzâh edip gösterince, hakikî Mi’racın ne olduğunu öğrenmiş olduk.

Kur’ân-ı Kerîm’in başka bir âyetinde Resûlullah Efendimizin bir gün, iki kıbleli mescîd diye bilinen Mescîd-i Kıbleteyn’de namaz kılarken yüzünü Mescîd-i Aksâ’dan Mescîd-i Haram’a çevirmesi emrini aldığını görüyoruz. Bu âyette, bir sâlikin zâhirdeki Mürşid-i Kâmilin mazharından bilip öğrendiği Hakk’ın âyetlerini artık bundan böyle, kendi haremiyeti olan gönlündeki Kâbe’ye yüzünü dönerek namazını kıl denmektedir. Çünkü o güne kadar bir sâlikin kıblesi Mürşidi idi. Yüzünü ona dönerek sohbetleriyle Rabbü’l-Âlemîn mazharı olan Kâmilinin Rabbil has olarak kendi gönlünde taht kurduğunu, her türlü vücûd ülkesinde onun kendisini inanç ve teslimiyeti nisbetinde sevk ve idare ettiğini anlamıştı. Kaf Sûresi 16. âyetteki “Andolsun ki, insanı Biz yarattık, nefsinin onu ne ile vesveselendirdiğini biliriz ve Biz ona habl-i veridden -şah damarından- daha yakınız” ifadesi onun gönlüne inmesine vesîle oldu. İşte âfâktaki Rabbini kıble edinen bir kişi, bundan böyle gönlündeki, gönül Kâbesine yüzünü çevirecektir. Artık bu kişi yüzünü o güne kadar âfâktaki Rabbi olan Kâmiline dönerek kıldığı bir rek’at vuslat namazından sonra bu emirle de yüzünü Mescîd-i Haram olan gönül mescîdine dönerek namaz kılar. Resûlullah efendimiz iki kıbleli mescîdde namazının bir rek’atını kıldıktan sonra, ikinci rek’atta yüzünü Kâbe’ye doğru dönerek kılmıştır.

İşte bir sâlik de, kıldığı birinci rek’atta kendi varlığının olmadığını öğrenip Fenâfillâh olarak bir rek’at kıldıktan sonra, ikinci rek’atı kendi mazharından Hakk’ın tecellîlerini gönül zevkiyle, gönül Kâbesine dönerek kılmış olur. Kulun kıldığı namazın bir rek’atı kula aittir. İkinci rek’atı kulun mazharından Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsi olduğunu idrâkiyle Hakk’a aittir. Sâlik, Kâmildeki bu tahsil idrâkinden sonra gönül haramiyetindeki âyetleri okuyabilir.

Resûlullah, Aşk Burak’ına binip, aklın gidebileceği son yer olan Sidret-ül Müntehaya kadar geldikten sonra Burak’tan inip Refref’e binerek Cenâb-ı Hakk’la mülâki olmuştur. Sıfat mertebesinin sonu Sidret-ül Münteha’dır. Akılla her şey oraya kadar tahlil edilir ve her şey dille ifade edilebilir. Fakat sıfat mertebesinin sonunda Zât zevkine geçilince orada akıl yanar. Zira Cebrail olan Akl-ı Resûl “Bir adım daha atarsam yanarım” demiştir. Ondan sonra Resûlullah yoluna yalnız devam etmiş ve Cenâb-ı Hakk’la mülâki olduktan sonra bizlere de beş vakit namazı hediye getirmiştir.

227

Page 228: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Herkesin yakînen bildiği, Amenerresûlü dediğimiz, Bakara Sûresinin 285 ve 286. âyetleri Resûlullah’a Mi’rac’ta vahyolunmuştur. Resûlullah Efendimizin Cenâb-ı Hakk’a ait çok büyük dua ve niyâzları mevcuttur. Ayrıca, namazların sonunda oturarak okuduğumuz, Ettehiyatü hadisi de Mi’rac’ta tecellî etmiştir. Adı geçen hadisteki ifadelere baktığımız zaman, karşılıklı Hakk’la konuşmanın ve Meleklerin bile “Allah birdir, Hz. Muhammed onun kulu ve Resûlüdür” diyerek tasdikini görüyoruz. Nasıl oluyor da Cebrail, bir adım daha geçersem yanarım dediği Sidret-ül Münteha’da kaldığı halde, Ettehiyatü hadisindeki Cenâb-ı Hakk’ın huzurundaki karşılıklı konuşmaların sonunda melekler de “Biz şahidlik yaparız ki Allah birdir, Hz. Muhammed onun kulu ve Resulüdür” diyerek şahitlik yapabiliyorlar. Melekler orada ne arıyor. Ahzab Sûresi 56.”Muhakkak ki, Allah ve melekleri, peygambere hep salât ile ikramda bulunurlar. Ey îmân edenler, haydi ona teslimiyetle salât ve selam getirin!” âyetinde olduğu gibi, Allah melek olan kuvveleriyle, kudretiyle Muhammed’de tecellî etmektedir. Herkesin bildiği melek ayrı bir varlık olarak bilinen melek değil, kuvvet ve kudret demektir. Kişinin kuvveleriyle tecellî ettiği için melekler tasdik etmiş olmaktadır. Bir kişinin namazda her türlü ifade ve zevklerini, kişinin kendi kuvveleriyle aldığı için, melekler şahidlik yaptı denmektedir.

Otuz yıl evvel bir Cuma namazındaydım. Câminin içinde dizimin üzerine Muhammed oturuşu ile otururken imam efendinin hutbeye çıkışı anında bana bir hal oldu. Gözlerim cemâat ve imamı görmez oldu. Sanki gözüme gayriyeti örten bir perde çekildi. Önümde Resûlullah Efendimiz zâhir oldu. Bana “Ahmet efendi, gel seninle beraber Mi’rac yapalım” dedi ve benim sağ bileğimden tuttu. Sonra aynen kitaplarda okuduğumuz gibi, Mescîd-i Aksâ’ya, oradan yedi kat semâyı geçerek Sidret-ül Münteha’ya vardık. Oradan da ileriye geçerek yeşillik ve sulak bir alanda durduk. Burada “Yaklaş ya Muhammed !” diye bir sesin geldiğini duydum. Resûlullah Efendimiz sağ tarafımda olduğu için, Resûlullah Efendim nasıl bir harekette bulunacak diye sağıma dönerek Resûlullah efendimize baktım. Yanımda Resûlullah Efendimiz yoktu. Kendimi Muhammed olarak orada gördüm. Bu sefer bu ses Cenâb-ı Hakk’ın sesidir, O’nun Cemalullahını çok merak ediyorum, acaba nasıldır diye sesin geldiği yere dönerek baktığımda, yine o sesin sahibinin Cenâb-ı Hakk olarak kendim olduğunu gördüm. O anda, “Allah” diye beni bir sahika yakaladı. O beni ihâta eden nûr içinde bir hayli kendimden geçmiş vaziyete kaldım. O zamanımı kelâmla anlatmam mümkün değildir. Sonra,

228

Page 229: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

tekrar oradan yine yedi kat semâyı kat ederek kendi halime avdet ettim. Kendime geldiğimde, imam efendi hutbe için birinci basamaktan ikinci basamağa yeni çıkıyordu. Anladım ki, zaman içinde bir zamanda, Mi’rac yaptırılmıştım. Bu, hayatımda bir defa zuhûr etmişti. Yirmi sene Uşakî tahsilimden sonra, onbeş sene de Hasan Özlem Hazretlerinden Tevhîd merâtibi tahsilimi yaptım. Her vakit namazlarımda, kelâmın kelâmullah olduğu, kıyam, rükû ve secde fiillerinin fiilullah olduğu müşâhedesi idrâkiyle her gün Hakk’la konuşmak ve O’nunla beraber olma zevki beni istilâ etti. Hakk’ın sîret tecellîleriyle, O’nunla beraber olmak ve O’nu dâima kelâm ve fiilleriyle seyretmek bana zevk ve dostla beraber olma mutluluğu verdi. Ondan sonra anladım ki, ömründe bir defa misâlî bir görüntü ile Mi’rac yapmaktansa, her an ve her zaman zâhir olarak onunla beraber olmak ve her an ayrı bir tecellîsini seyretmek ve konuşmak kişinin Cennet’i olduğunu anladım.

İşte namaz kılan bir kişi, gönlündeki Zâtının tecellîlerinin sıfatlarından esmâ alarak fiilleriyle kendi Muhammediliğinden kemâlâtıyla zuhûra geldiğini seyredebilirse, hem bütün a’za ve kuvveleri onu tasdik ediyor, hem de o kişi Mi’rac yapıyor demektir. Bizler namazımızda, kıyam, rükû ve secde fiillerindeki fâili, Allahü Ekber tekbiri ile başlayıp, Subhaneke, Fâtiha-i Şerîf ve Zamm-ı Sûreler gibi namaz içindeki bütün tekbir ve ifadelerin, kelâm kelâmullah olduğunu ve kendisini yakın takibe alarak seyretmesi ve zevk etmesi, O’nu görerek ibâdet etmenin ta kendisidir.

Bütün Enbiya ve evliyalar rûhânî olarak Mi’rac yapmışlardır. Yalnız Yunus (A.S.) ile Resûlullah Efendimiz Hz. Muhammed hem rûhânî, hem cismânî Mi’rac yapmışlardır.

Neden bütün Peygamber ve Evliyalar rûhânî Mi’rac yapmışlar da, Yunus (A.S.) ile Hz. Muhammed hem rûhânî hem cismânî Mi’rac yapmıştır. Çünkü, Yunus (A.S.) balığın karnında Mi’racını yaptı. Bu, bir sâlikin mürşidinden Fenâfillâh tahsilini yapmasını ifade etmektedir. Hz. Muhammed’in Mi’racına gelince Muhammed Cenâb-ı Hakk’ın en yüce sıfatının kemâlât mazharıdır. O kemâlâta nâil olanlar, Makâm-ı Mahmûd yani Makâm-ı Muhammed mertebesine ayak basmış demektir. O Makâm ise yalnız Resûlullah Efendimize aittir. Oraya nâil olan her peygamber veya evliya kendi esmâ ve sıfatını o Makâmın dışında bırakır. Dolayısıyla da oradaki Muhammedîlik zevki ile zevkiyâb olan kişi, kendisini göremediği için yalnız Muhammedliğini görür. Mi’racını da Ahmet veya Mehmet olarak değil, Muhammed olarak yapar. Onun için ‘Makâm-ı

229

Page 230: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Muhammed’e girmek isteyenler, Hz. Muhammed’den müsaade isterler, ancak ondan sonra oraya girebilirler’ denilmiştir. Ama rûhânî olarak bütün evliyalar Mi’rac yapmaktadırlar. Yaptıkları makamı Muhammed Mi’racı ise tarif ettiğim şekilde, kendi isim elbiselerini dışarıda bırakarak, Muhammed olarak yaparlar. Çünkü orası yalnız Resûlullah Efendimizin Makâmıdır. Dışarıya çıkınca tekrar kendi isim elbiselerini giyerler. Resûlullah Efendimizin otuzdört Mi’racı vardır. Bunun otuzüçü rûhânî biri ise cismânîdir. Bu 33, rûhanî Mi’rac, üçün üçle zevkinden ibârettir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın bu hadisâttaki ef’âl, sıfat, Zât tecellîlerinin tenzih, teşbih ve Tevhîdini gönülde zevk etmek anlamına gelir.

Cenâb-ı Allah bütün kardeşlerimin gönül lambâlarını yakarak, bütün sıfat ve a’zalarından Tevhîd tecellîlerini zevk etmek nasîb etsin. Bizlerin kendimizi yakın takibe alarak bu önemli günler vesîlesiyle muhasebemizi dâima yapmamızı ihsân etsin. Âmin.

MUHARREM AYININ TAŞIDIĞI MÂNÂ

Muharrem ayı hicrî ayların birincisi ve Hicrî yılbaşıdır. Bu ay Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicreti olarak kabul edilmiştir. Bu ayda Âdem (A.S.)’in Cennet’ten çıkarıldıktan sonraki duasının kabulü, Nuh tufanının sona ererek Nuh (A.S.)’un gemisinin Cudi dağında selâmete çıkması, Musa (A.S.)’nın firavundan kurtulması, İbrahim (A.S.)’in Nemrud’un ateşinde yanmayıp kurtulması, Yunus (A.S.)’un balığın karnından selâmete çıkması gibi bir çok vak’alar gerçekleşmiştir. Hicrî ayların altısı bâtın, altısı zâhirdir. Bâtın tecellî ayları 1- Muharrem 2- Safer 3- Rebîu’l-evvel 4- Rebîul-âhir 5- Cemaziye’l-evvel 6- Cemaziye’l-âhir’dir. Altı zâhir aydan Receb, Şaban, Ramazan ayları, kulların kendi insan-ı asliyelerini öğrenme ayları olup, ef’âl şirkinden, sıfat şirkinden, vücûd şirkinden kurtulma tahsilini yapma aylarıdır. Tin Sûresindeki “En üstün bir biçimde yaratıldıktan sonra aşağıların aşağısına indirdik” âyeti gereğince, aşağıların aşağısı olan bu dünyadaki emmâre nefsinden, Hak Mürşidinin himmetiyle kurtulanlar, ihtiyarî olarak, ölmeden evvel ölme mutluluğuna erdikleri için, dostla bayram yapmağa hak kazanmışlardır. Şevval ayının birinci günü Fıtır bayramıdır. Şevval, Zilkade ve Zi’l-hicce ayları ise Hakk’ın mülkünde Hakk’tan başkasının kalmamasıdır.”Bu mülk kimindir” nidasına, kendisinden başkası kalmayınca “Bu mülk Vahid-ül Kahhâr olan Allah’ındır” cevabını yine

230

Page 231: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

kendisinin vermesidir. İşte bu üç ay, O’ndan başka bir şeyin olmadığının, Zâtının sıfatlarına ve sıfatlarından da fiileriyle kemâlât tecellîlerinin bu kesret âlemindeki şerhi olmaktadır.

Muharrem ay’ı, kullar için Hakk Mürşide henüz yeni biat etmiş bir sâlike zikir ay’ı, Allah’ın gizlilikten bilinmekliğini murâd edip henüz açığa çıkmadığı Ahadiyet ay’ı da diyebiliriz. Bir sâlikin zikir dersi elbette onun yılbaşısıdır. Çünkü yeni bir dönem ve yeni bir hayata başlamaktadır. Bir âyet-i kerîmede “Siz ölü idiniz diriltildiniz, tekrar öldürülüp tekrar diriltilecek ve Rabbinize döndürüleceksiniz” buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi, cehâlet ve gaflet uykusunda iken, Hak Mürşidi bizleri zikirle diriltti. Böylece yeni bir hayata başlamış olduk. Tevhîddeki temkin zikrinde, bütün mertebelerin zevki gizli olarak mevcuttur. Onun için “zikir Ahadiyeti vurur” denmiştir. Nasıl bir ağacın çekirdeğinde, o ağacın gövdesi, dalları, yaprak ve meyveleri gizli olarak mevcutsa, aynen onun gibi, zikir de merâtibin içindeki bütün mertebeleri bünyesinde cem etmiştir. Günü ve vakti geldiğinde, merâtib-i İlâhinin mertebelerindeki şühûdî zevklerin kişide tecellî etmesi gibi, her peygamberin başından geçen olaylar Muharrem ayında olmuştur diye cem sigasıyla ifade edilmiştir. Yoksa tek bir ay olan Muharrem ayında bütün olayların olması düşünülemez. Muharrem ayı çok değerli bir ay olduğu için, peygamberimiz “Ramazan ayında tutulan oruçtan sonra en üstün oruç Muharrem ayında tutulan oruçtur.” buyurmuşlardır. Oruç uruc etmektir. Yani kişinin ikilikten birliğe yükselmesi, ihtiyarî olarak şirklerinden kurtularak Hakk’ın varlığı ile varlıklanmasıdır. Biz kulların, hakîkatteki Ramazan orucunu tutmadan Muharrem ayındaki orucu tutmamız mümkün değildir. Her ibâdetin bir taklîdi, bir de tahkikî olduğu gibi, bunu da elbette yapmamızda fayda vardır. Yeter ki yerini bilelim. Ramazan ayındaki oruç bizlere farzdır. Muharrem ayı orucu ise sünnettir. Oruç ikilikten birliğe yükselmektir. İkilikten birliğe yükselemeyen bir kişi nasıl olur da “dâimî birlikte kalmak” olan nevâfil orucu tutabilir. Biz kullar, evvelâ farz olan Ramazan orucunu mutlaka tutmalı, ondan sonra da sünnet olan Muharrem ayı orucunu tutmaya gayret göstermeliyiz.

Melamîler, elhamdülillah hakîkat ehli oldukları için, zâhir ve bâtın ibâdetlerini beraber yaparlar. Zâhiri bâtından, bâtını da zâhirden hiçbir zaman ayırmazlar. Çünkü zâhir bâtınsız eksiktir. Bâtın da zâhirsiz zevk edilemez. Onun için bu zümre, daha zikirde iken her nefeste “Allah Allah Allah” demekle Allah’tan başka bir şeyle meşgul olmadan dâimî zikir birliğine erdikleri için baştaki Muharrem orucunu tutmuş olurlar.

231

Page 232: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Çünkü Allah’ın zikir birliğine nâil olanlar gafletten, vehimden, vesveseden uzak kalırlar. Zira her nefeste zikirle meşgul olmaları, onları gaflet vâdisinden uzaklaştırır. Zâhiren sünneti uygulamak isteyenler, şeriat-ı evvel ahkâmına göre bu ayda oruç da tutabilirler. Bu tutulan oruç taklîdi oruç olur. Melamîler, Receb ayında da oruçludurlar. Yalnız herkesin tuttuğu gibi bu bedenin gıdasını vermemekle değil, fiilerin fâilinin Allah olduğunun şühûd ve râbıtasıyla, fiiller birliğine ermekle ef’âl orucunu tutmaktadırlar. Şaban ayında da henüz vücûd kokusu duymayan bu Tevhîd ehilleri sıfatların mevsûfunun Allah olduğunun birliği ile oruçlu olmuş olurlar. Ramazan ayı gelmesiyle o güne kadar bâtınî olan zikir birliği, ef’âl birliği, sıfatlar birliği oruçlarını bu ayda vücûdların da vücûdullah olduğunun bilinciyle bâtınî ve zâhirî birliğe erme olan orucu tutarlar. Toplum bunların yalnız zâhirlerini gördüğü için bedenen tutulan oruçlara “oruç tuttu” demekte, bâtınî olan oruçlara itibar etmemektedir. Bâtınî oruç tutma hasletine sahip olamayanlar, nefislerinin ıslah ve terbiyesi için, şerîatın emrettiği bedensel oruçlarını mutlaka tutmalıdırlar.

Muharrem ayının on gününün oruçlu olunmasının hikmeti ise, ef’âl-i İlâhiyenin, sıfat-ı İlâhiyenin, Zât-ı İlâhiyyenin zâhir ve bâtın (zâhirde: işitme, görme, koklama, dokunma, tad alma; batında: hafî, rûh, nefs, kalb, sır) on duygu ile zevkinden ibarettir.

İşte Muharrem ayının üstün ay olmasındaki hikmet böylece anlaşılmış oluyor. Onun için Ramazan’da bir ay sûret ve sîret orucu tutmak bizlere emredilmiş, Muharrem ayındaki oruç ise, herkesin bu zevke nâil olamayacağı için nevâfil olmuştur. Zâten Hakk’ın mülkündeki bütün tecellîler nevâfildir. Allah, bütün kardeşlerime Muharrem ayının getirdiği hikmet ilimlerini nasîb etsin.

MUHKEM, MÜTEŞABİH ÂYETLERİN ZUHÛRU

Muhkem âyetler sağlam, sıkı sıkıya kuvvetli, değiştirilemeyen, an tecellisi anlamlarına gelmektedir. Her türlü ibâdetlerin emirler kaynağı anlamına gelmektedir.Allah’ın emrettiklerini yapmak, yasak ettiklerinden uzak durmak yani şerîat-ı ahkâmiyeye uymak diyebiliriz.

Müteşabih âyetler ise birbirine benzeyen, açık olmayan, te’vilâta muhtaç (çeşitli mânâlar vermek) âyetlerdir. Bu âyetler bâtın mânâlar

232

Page 233: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

remzetmektedir. Zâhir ifade edilse de mânâsı bâtındır. Bu tür âyetleri ancak Allah ve Allah yolunda ilimde râsih olanlar bilebilir.”Elif, Lâm Mim”, “Tâ-Hâ”, “Yâ-Sin”, “Vel Asr” gibi âyetler müteşabih âyetlerdir. Bunların zâhirlerinden hiçbir şey anlamak mümkün değildir. Te’vilâta ihtiyaç vardır.

Bir de hem muhkem hem de müteşabih âyetler vardır ki hem zâhir mânâsı hem de bâtın mânâsı vardır. Mesela İslâmın şartı diye bildiğimiz oruç tutmak, namaz kılmak, hacca gitmek, zekât vermek, kelime-i şehadet getirmek gibi ibâdetlerin hem zâhir hem de bâtın mânâsı ve îzâhı vardır.

İnsanlar, ilim ve irfâniyetleri derecesinde bu üç türlü Hakk’ın tecellîlerini yerinde görür ve kullanırlarsa hem layıkiyle Allah’a kul olmuş olurlar hem de mutluluğu yakalamış olurlar. Şerîat âyetlerini hakîkatte, hakîkat âyetlerini de şerîatta kullanmak nasıl insanları çıkmaza sokuyor ve ondan layıkiyle faydalanamıyorlarsa aynen onun gibi muhkem âyetleri yerinde, müteşabih âyetleri yerinde, hem muhkem hem de müteşabih âyetleri de zâhirini zâhire göre, bâtınını da bâtına göre mütalaa ve zevk edersek mutluluğa ermiş oluruz.

Kur’ân-ı Kerîm’deki âyetler nasıl yerli yerinde mütalaa ediliyorsa, âlem-i kübra dediğimiz âlem ve Âdemde de bu âyetler öylece mütalaa edilmelidir. Âyet, delil demektir. Allahü Teala bu âlemde ve Âdem’de delilleriyle her şeyi zuhûra getirmiştir.”Nefsinizde ve ufkunuzda âyetlerimizi göstereceğiz” âyetiyle hem nefsimizde hem de ufkumuzda âyetlerini göstereceğini söyleyen Allah İsra Sûresi 14. âyette de "Oku kitabını! Hesap görücü olarak bugün sana nefsin yeter!" demekle nefs kitabımızı okumamızı emretmektedir. İnsanlarda bu âyetlerin yerli yerinde enfüs ve âfâkımızda okunmasıyla görerek yaşama geçirmek gerektiği anlaşılmaktadır.

Bizler Kur’ân’ı yalnız satırlarda okuyup mütalaa ettiğimiz için bir türlü yaşama geçiremiyoruz. Halbuki bu ilim ve irfâniyet, bizlerin yaşama geçmemiz ve onun yaşam zevkine sahip olarak mutlu olmamız içindir. İnsanların çoğu Kur’an âyetlerini tamamen muhkem olarak mütalaa ettikleri için huzursuzluktan kurtulamıyorlar. Peçeli ve tamamen şekli benimsemiş topluluklar plajlardaki insanları kâfirlikle, dinsizsizlikle suçlarlarken o kâfirlikle, dinsizlikle suçlanan topluluklar da İslâmiyeti dar çerçevede mütalaa ettikleri kendilerini suçlayanları yobazlıkla, gericilikle

233

Page 234: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

suçlamaktadırlar. Biraz evvel söylediğimiz gibi bu iki topluluğa göre de Kur’ân-ı Kerîm ufkumuzda yazılmış âyetlerden ibarettir.

Sen kemâlât sahibi isen her iki toplum âyetlerini yerinde görmeye bak. Her varlık yerinde hoş ve güzeldir. Sen onları yerinde göremiyorsan, bil ki çirkinlik sendedir. Allahü Teala Âl-i İmrân Sûresi 191. âyette “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateşin azâbından koru” buyuruyor. Allah bâtıl hiçbir şey yaratmamıştır. Hal böyle iken sen nasıl birini iyi, birini kötü görebilirsin. İyilik ve kötülük görmek, her şeyi yerinde görmemekten olur. Mukayese edildiğinde ortaya çıkar. Ayrıca Allahü teâlâ kişileri başkasından sorumlu tutmuyor. Seni, sana soracak. Sana “O mütalaa ettiğin toplumların hesabını ver” demeyecek. Onun için bizlerin en çirkin olarak gördüğümüz şeyin kendi nefislerimiz olması gerekir. Allah şeklinize ve amelinize bakmaz, kalb ve niyetinize bakar. Hepimiz Allah’ı sevdiğimizi söyleriz. O’nun yarattıklarını da sevmemiz gerekmez mi. Mecnun Leyla’nın mahallesindeki köpekleri bile ‘Leyla’nın mahallesinin köpekleri’ diye severmiş.

Onun için toplumumuzdaki her türlü inanç ve şekilde bulunan insanlar Allah tarafından o yerler için yaratılmışlardır. Allah Âlim’dir, bizler ise ma’lûmuz. Bizlerin ilm-i ezeliyette isti’dâdlarımız Allah’a nasıl ma’lûm olduysa, O da bizlerde, yaratılma yerimiz neresi ise o şekilde tecellî etmektedir. Kimimiz meyhane için, kimimiz kumarhane için, kimimiz inkârcı olarak yaratılmışız. Sen onu yerinde görüp ona göre hareket edebiliyorsan o zâhir olan âyetleri yerinde kullanmaktan mütevellit huzurlu ve mutlu olursun. Kullanamazsan mutsuz olursun.

Bu zâhir ve bâtın âyetleri nefsinde zevk eden ve iç içe olma zevkiyle nefsinde yaşayanlar kâmillerdir. Onlar oruç tutarlar, namaz kılarlar. Fakat bedenen zâhir, rûhen bâtın zevkiyle bu ibâdetlerin sırlarını yaşarlar. Hiçbir zaman zâhiri bâtından, bâtını da zâhirden ayırmadan her şeyi yerli yerinde kullanarak mutlu olurlar. Onun için Kur’ân-ı Kerîm’deki bu âyetleri yerli yerinde kullandığımızda doğruyu ve zevki bulmuş oluyoruz.

İslâmiyeti dar çerçevelere sıkıştırıyor, zümreleri tenkit ediyor ve kerih görüyorsak âlemdeki Kitab-ı Furkanın âyetlerini okuyamamışız demektir. Allahü teâlâ her türlü âyet tecellîlerini yerli yerinde okuyup yaşayan kullarından eylesin. Âmin.

234

Page 235: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

MUSA (A.S.) VE ASÂ MUCİZESİ

Cenâb-ı Allah bir gün Musa (A.S.)’ya, Tâhâ Sûresi 17. âyette belirtildiği gibi “Ya Musa sağ elindeki nedir” diye sordu. Musa (A.S.) da “Ona dayanırım, davarlarıma yaprak silkerim ve sürümü onunla yönlendirmek gibi bir çok ihtiyaçlarımı gördüğüm asâmdır.” dedi. Allah, “Onu yere bırak” diye buyurdu. Musa asâyı yere bırakınca bir ejderha olduğunu gördü ve korkmağa başladı. Allah “Ya Musa, korkma, biz onu evvelki haline getireceğiz” dedi. Musa (A.S.) asâyı yerden alınca asâ eski haline geldi. İkinci bir mucize olarak da, Tâhâ Sûresi 22. âyette “Elini koynuna sok ve çıkar. Kusursuz olarak bembeyaz olsun “ buyruldu. O da elini koynuna soktu ve çıkardığında, eli bembeyaz olmuştu.”Bu iki mucize ile firavuna git. Çünkü o çok azıttı. Ona yumuşaklıkla yaklaş, Hakk ve hakîkata davet et.” denildi.

İşte ister kendimizde kalp Musa’sının hakîkat şeriat asasıyla, davarları olan sıfatlarına, rûh yönünden gelen rûhani tecellî yaprakları olsun, isterse rûhani tecellîler doğrultusunda yönlenmesi olsun, Hakk ve hakîkat yolunda ona dayanmak sûretiyle onu kullanıyorum demesidir.

Afakta ise, Mürşîd-i Kâmilin sâliklerini taklîdi şeriat ile değil, hakîkatten sonra gelen şeriat-ı sâni ile irşâd etmesi demektir. Musa’nın asası, mutmain olmuş Musa (A.S.)’nın nefsidir. Yere bırakması ise: akıl nimeti ile onu yönlendirirse insanlarda kabulleniş olmaz. Onun için kendi kontrolünden çıkması için “bırak asanı yere” buyruldu. Yani kesbî ılımını bırak ki Allah’ın vehbî ilmi zuhûr etsin, demektir. Bir kişi aradan çekilirse kalır Yaradan. Allah’ın güç ve kudreti sonsuzdur. İşte o zaman kişilerin akıl nimetiyle düzdüğü ilim cümlelerinin yanında, Cenâb-ı Hakk’ın tecellîleri ejderha oluverir.

İkinci mucizeye gelince; bir sâlik, nisbîyetlerinden kurtulup, Hakk’ın varlığı ile var olduğunda, her ne fiil işlerse işlesin, ondan işleyen Hakk olduğu için lekesiz ve bembeyaz olacaktır. İşte bir sâlik de, Musa olarak kendine nisbet ettiği süflîyyâttaki nefsini, mutmain olan nefse tebdil ederek ona göre hareket eder ve yine Hakk’ın varlığı ile var olur ve bunu yaşantısına intikal ettirirse bütün fiil ve işleri bembeyaz olacaktır. Dolayısıyla da selamete çıkmış olarak nefis firavununun karşısına bu iki mucize ile çıktığında galip gelecektir. Musa (A.S.) mucizelerle Firavuna gider. Firavun “Senin Rabbü’l-Âlemîn dediğin nedir”diye sorduğunda Şuara Sûresi 24. âyette belirtildiği gibi Musa (A.S.) “Rabbü’l-Âlemîn,

235

Page 236: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

yerlerin ve göklerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir” dedi. Firavun çok zeki olduğu için, Musa (A.S.)’nın nübüvvet yönüyle verdiği bu cevabı hafife alarak, “Ben hakîkatini soruyorum, o ise nereden cevap veriyor” dedi. Halbuki, hakîkat yönünün kelâmla ifade edilemeyeceğini bilmiyordu. Çünkü hiçbir zaman, Zâtın sıfatla îzâhı mümkün değildir. O bir zevk-i İlâhî’dir. Ayrıca “ Rabbü’l-Âlemîn doğunun ve bâtının ve aralarındaki mevcûdun da Rabbidir”diyerek sözünü bitirdi. Firavun, Musa (A.S.)’yı sihirbazlıkla suçlayarak tayin edilen bir yerde karşılaşılmasını istedi. Musa (A.S.)'nın sihrini kim mağlup ederse, ona büyük mükafatlar vereceğini söyledi. Sihirbazlar garanti bizim galip gelmemiz görülecektir diyerek Firavuna cesaret verdiler Firavun üçyüz sihirbazla meydana geldi. Sihirbazlar Musa (A.S.)'ya “Sen mi mârifetini göstereceksin, yoksa biz mi gösterelim” dediler. Musa (A.S.) da “Siz buyurun.” dedi. Her biri ellerindeki, ipleri yere bırakınca, tabiatta ne kadar yılan çeşidi varsa (çıngıraklı yılan, kobra yılanı, . . gibi ) hepsi ortalığı istila ettiler. Musa (A.S.) da asâsını yere bırakınca, asâ ejderha olup bütün sihirbazların yılanlarını yedi. Yani Musa (A.S.) ilm-i ledün diye bilinen hakîkat şeriatını ortaya koyunca, bütün âlimim diyen kesbî ilim sahiplerine galip gelir. Yunus Emre bir ilâhîsinde “Bir sinek, kartalı aldı vurdu yere, ben de gördüm tozunu” demekle bunu îzâh etmişlerdir. Sihirbazlar, yani nefs-i emmâre firavununun âlimleri ilhamla tecellî eden Cenâb-ı Hakk’ın vehbî ilmi karşısında insanın gücünün olamayacağını, bunların âlemlerin Rabbinin olduğunu düşünerek “Harun ve Musa'nın Rabbine inandık.” dediler. Tabii ki, Firavun bu yenilgi karşısında hiddetlendi. Sihirbazlara “Sizin kol ve bacaklarınızı çarprazlama kestireceğim.” dedi. Bu, ‘Ef’âl ve sıfatlarınızı Allah’a nisbet etmekten men ederek, sizleri bu zevkten mahrum edeceğim. ’ anlamına geliyordu. Onlar da “Bizler inandık, sen istediğini yapabilirsin” dediler. Bir sâlikte de nefs-i emmâre olan Firavunun bu engellemesi dâima olup durmaktadır. Kişi tam inanır ve teslim olursa sihirbazlar gibi zarar görmez ve kurtulmuş olur. Firavun, Musa taraftarlarını yok etmek için ordularını toplamağa gittiğinde Musa (A.S.) da taraftarlarıyla orayı terk ederek deryaya doğru yol aldı. Cenâb-ı Hakk “Ya Musa asânı suya vur. Sana deryanın ortasından bir yol açılacaktır.”dedi. Musa da vurunca 12 yol açıldı. Deryanın ortasına geldiklerinde Firavun da ordularıyla birlikte deryanın kenarına gelmişlerdi. Musa ile birlikte olanlar Firavunun ordularıyla birlikte arkalarından geldiklerini görünce yakalanacaklar diye çok korktular. Musa (A.S.) ise onlara, “Korkmayın ! Cenâb-ı Hakk bizimle beraberdir.” dedi. Firavunun orduları deryanın ortasına gelince, suların

236

Page 237: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

kapanmasıyla hepsi orada helâk oldular. Musa ve taraftarları da selâmete çıktılar.

İşte bizler de Musa (A.S.) gibi bir Mürşîd-i Kâmile tâbi olur, onun Tevhîd okulunda merâtib-i İlâhiye’yi tahsil edebilirsek, asâ ve elimizi koynumuza soktuğumuzda bembeyaz olma mucizesine sahip olmamız zuhûr edecektir. Böylece, ister enfüsümüzde nefs-i emmâre Firavununa, isterse âfâkımızdaki nice Firavunlara galip gelmiş oluruz. Çünkü ebedî mutluluk, dünya ve Âhiretteki saadet ve selamet bununla mümkündür. Mevlâm cümlemize bu yolu nasîb etsin. Âmin.

MUSA (A.S.) VE HIZIR KISSASI

Kur’ân-ı Kerîm’in Kehf Sûresinin 60 ilâ 83. âyetlerinde kıssa olarak anlatılan Musa ile Hızır vak’ası bizlere sayılamayacak kadar ders vermektedir. Bizim gibi Musaların, her zaman hazır ve bütün müşküllerimize devâ olabilecek Hızırlara yani Mürşîd-i Kâmillere ihtiyacı vardır. Onlar şeriat ve hakîkat deryalarının birleştiği Marec-el Bahreyn mertebesinin sahipleridir. Orda bulunurlar. Âyetlerin zâhiri aynen anlatıldığı gibidir. Zâhir olarak da ibret almamız lâzımdır. Fakat, kıssada geçen olayların bâtınını bilmezsek remzettiği mânâ ve şifreleri anlamadığımızdan, lâyıkıyle istifade edemeyiz.

Bir gün Musa'nın kavmi Musa (A.S.)’ya “Senden üstün âlim bir kimse var mıdır ” diye sordular. Musa (A.S.) “Yoktur” dedi. Çünkü âfâkta peygamberlerden üstün âlim kimse olmaz. Enfüste kişinin nefs-i emmâresi de benlik ve çok bilmişlikten mütevellit “Yoktur” diyecektir. Cenâb-ı Hakk Musa (A.S.)’ya “İki denizin birleştiği yerde bir kulum var, onunla görüş” dedi. Musa (A.S.) “Onu ben nasıl bulabilirim” diye sordu. Cenâb-ı Hakk da, sepete yiyecek olarak, koyacakları balığın bulduracağını söyledi. Arkadaşı Yuşa ile yola çıkan Musa, yollukları olan balığı alarak yürüdüler. Balık aşkı, arkadaşı Yuşa ise nefsi idi. İki deryanın birleştiği yerde mola verdiler. Musa uykuya daldı. Musa uykuya dalınca sepetin içindeki balık bir yol bularak denize gitti. Çünkü balığın denize gittiği vakit kalp Musa’sı uykudayken nefis Yuşa'sı uyanık olur. Vehim şeytanı, nefis Yuşa'sının kalp Musa'sına balığı hatırlatmasını unutturdu. Tekrar yollarına devam ettiler. Bir zaman sonra Musa (A.S.) “Yuşa balığı getir yiyelim” dedi. O da “Senin uyuduğun o iki denizin birleştiği yerde, o denize bir yol buldu gitti” dedi. Musa “İşte gitmemiz gerekli yer orasıdır”

237

Page 238: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

dedi ve geri döndüler. Oraya geldiklerinde, bir pîr-i fânî gördüler. Selam vererek, yanına yaklaşıp arkadaş olmak istediğini söyledi. O da “Otur bakalım, evvelâ bir yemek yiyelim, sonra bu mevzuyu konuşuruz” dedi. Yemekte Hızır'ın önünde pişmiş bıldırcın eti ve kudret helvası vardı. Musa’nın önünde de çiğ bir tavuk vardı. Musa bunun hikmetini sordu. O da “Senin gibi bu yiyeceğin de çiğ, onun için seninle arkadaşlık yaptığımda sen benim sözlerime itiraz edersin” dedi. Musa da “İtiraz etmem, çok şeyleri de sizden öğrenirim inşâallah” dedi. İşte, Hızır olan Mürşîd-i Kâmillere, Hakk ve hakîkati öğrenmek için gelen sâlikler, hiç itiraz etmeden vuslatlarını tahsil etmelidirler. İtiraz ederlerse, oracıkta kalır, bir adım dahi ilerleyemezler. Daha sonra Hızır'la Musa, bir gemiye bindiler. O beldede Hızır'ı herkes tanıdığı için, onlardan gemiye binme ücreti bile almadılar. Hızır denize açılınca gemiyi deldi. Musa itiraz ederek, ücretsiz bindikleri gemiyi neden deldiğini sordu. Hızır da kendisine itiraz etmemek üzere söz verdiğini hatırlatarak bu şekilde işlerine karıştığı takdirde ayrılacaklarını söyledi. Sonunda karaya çıktılar. Orada bir çocuk topluluğunun oyun oynadıklarını gördüler. Hızır, o çocuklardan birisinin başını koparıverdi. Bunu gören Musa tekrar itiraz ederek “Günahsız bir çocuğu ne için öldürdün” dedi. Hızır da çocuğun kürek kemiğini çıkarıp “Sen kürek ilminden anlarsın” diyerek Musa’ya verdi. Musa baktı ki çocuğun anne ve babası çok temiz insanlar, fakat çocuğun ileride bir fesatçı olacağını gördü ve anladı. Hızır Musa’ya “Bir daha itiraz edersen yollarımız ayrılacaktır.” dedi. Tekrar yollarına devam ederek bir şehre geldiler. Orada bunlara hiç kimse yiyecek vermedi. Buna rağmen Hızır yıkılmak üzere olan bir duvarı düzeltti. Musa “Bu işimizin karşılığında ücret alır ve yiyeceğimizi de temin ederdik” deyince Hızır “İşte bizim arkadaşlığımız buraya kadardır. Ben onu ücret karşılığı değil, fîsebilillah yaptım. Hem ben bu üç olayı Cenâb-ı Hakk’ın emirleriyle yaptım. Kendiliğimden yapmış değilim” dedi. Musa “Madem Cenâb-ı Hakk’ın emriyle yaptınız, bana bunun hikmetlerini söylerseniz memnun olurum” dedi. Hızır “Gemiye bindikten sonra, gemiyi delmemdeki hikmet, o gemi on yetimin malı idi. Yakında seferberlik ilân edilecek, ülkenin zalim padişahı bu delik gemiyi emrine almak istemeyecek. Yetimler de gemi ticaretiyle uğraşmaya devam ederek mağdur olmalarını önlemek için yaptım” dedi.

Mürşîd-i Kâmiller de kendilerine tâbi olan sâliklerin beş zâhir beş bâtın duygularının Hakk ve hakîkat yolunda irfâniyetlerini sağlayabilmeleri için varlık gemilerini delerler. Çünkü zalim hükümdar

238

Page 239: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

olan nefs-i emmâre, bu duyguların malı olan o varlığa sahip çıkmasın. Bir sâlik de, Kâmilinin verdiği zikirden sonra Tevhîd-i Ef’âl’i aldığında, bütün fiillerin fâilinin Allah olduğunu anlayınca, varlık gemisine su girdiğini görecektir. Yani, o ilim nûru olan suyun, varlık gemisine ef’âl deliğinden girerek gemiyi istilâ ettiğini anlayacaktır. Tabii ki Musalar da o güne kadar kendine nisbet ettiği bütün fiillerin fâili Allah’tır denince itiraz edecektir. Çünkü hemen kabullenmek çok zordur.

Hızır çocuğun başını koparılması ile ilgili olarak “Anne ve babası çok temiz insanlar olduğu halde, bu çocuk büyüyünce fesatçı olacağı için Cenâb-ı Hakk’ın ilhamı ile başını kopardım.” dedi. Bu, o güne kadar nefs-i emmârenin doğrultusunda zâhir olan kin, gadap, şehvet vb. gibi sıfatların öldürülmesidir. İnsanlarda baş, sıfatların tecellî mahalli olduğu için ‘başı koparıldı’ denmiştir. Anne ve babanın temiz kişiler olması da, rûh ve onun tecellî sıfatları olan nefsin, aslında Rabbimin emirlerinden olmasındandır. Ne zaman emmâre nefse uydu, o zaman fesat çıkarır.

Duvarın yıkılıp tekrar yapılması konusunda Hızır “O duvarın altında iki yetimin hazineleri vardı. O yetimler henüz küçük oldukları için, akıl baliğ olmadan duvar yıkılıp o hazineleri başkaları almasın diye duvarı yeniledim. Çünkü o zamana kadar çocuklar büyüyecek, hazineler duvarın altında olduğu için de hiç kimsenin haberi olmasın diye yaptım” dedi. Duvardan murâd senin diye bildiğin vücûdundur. Bazı zevât “Duvarın altındakilerden biri ‘lâ ilâhe illallah’, diğeri de ‘Muhammeden resullullah’dır.”, bazıları “Biri öz, biri de söz hazine küpleri”, bazıları da “O duvarın altındaki hazineden kasıt, biri celâl biri de cemaldir” demişlerdir.

Sendeki bu hazine biri ten, biri de candan ibarettir. Hızır gibi Kâmillerden aldığın telkînâtla, vâriyetini, ef’âl burgusuyla delmeli ve harap etmeli, sıfatlarından zuhûr eden nefsinin, kendine nisbîyet isteklerinin başını koparmalı ve vücûdun Vücûdullah olduğu idraki ile mülkünde O’ndan başkasını bırakmayarak, dâima Zâtından sıfatlarına tecellî ile sıfatlardaki fiilleri müşâhede etmen gerekir. Peygamber Efendimiz, “Musa (A.S.) Hızır’a biraz daha sabretmiş olsa idi daha çok şeyler öğrenecek idi.” demiştir. Dikkat edilirse, Musa her seferinde itiraz etmiş ve sonunda da özür dileyerek kendini levm ( kınama) etmiştir. Bu da bir sâlikin her Hakk’ın doğru tecellîlerine itiraz etmesi doğarsa da, Kur’ân-ı Kerîm terazisiyle tartınca hemen levm etmesi, yani hata yaptığını kabul edip tövbe etmesi gereklidir. Kişinin vuslatını bu levm etmeler

239

Page 240: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

yükseltecektir. Bu kıssa bir sâlik ile bir Mürşîd-i Kâmilin arasındaki olaydan ibâdettir. Yukarıdaki kıssada gemiden murâd kişinin vâriyetidir. Variyet gemisini delmeli, harab etmeli, yani vâriyeti bırakmalıdır. Öldürülen erkek çocuğundan murâd ise insanın kendine nisbet ettiği nefsidir. Eski duvarın yıkılması da insanın kendi vücûdudur. Eskiden vücûd senindir zannederdin, sonra onu düzeltip Hakk’ın olduğunu anlamış oldun. Rûh Makâmı, Cem Makâmıdır. Bir kimse Kâmilden aldığı tahsille, kesreti tabiyeden kurtulur. Çünkü ef’âl, sıfat ve vücûdun Hakk’ın olduğuna vâkıf olunca kesreti tabiyye kalmaz. Vahdâniyyet deryası olan rûh Makâmı yani Makâm-ı Cem’e vuslat bulmuş olur. Cenâb-ı Allah cümle ihvâna bu kıssayı lâyıkıyla idrâk etmek nasîb etsin. Âmin.

MUSA (A.S.) KAVMİNİ SAMİRİ’NİN SAPTIRMASI

Musa (A.S.) Rabbinden Tevrat levhalarını almak için kavminden yetmiş kişi seçerek Tûr-i Sînâ’ya gitti. Yerine de kardeşi Harun (A.S.)’u vekil bıraktı. Dönüşünde kavminin Samiri tarafından aldatıldığını görünce kardeşi Harun’un yakasından tutarak “Ey anamın oğlu ! Bunlara neden sahip olmadın.” dedi. Bu sırada elindeki Tevrat levhaları yere düştü. Tûr-i Sînâ’da kavminin önünden acele ederek gittiğinde, Cenâb-ı Allah ona “Ya Musa! Seni acele ettiren sebep nedir” dedi. Musa (A.S.) “Ya Rabbi sana bir an evvel kavuşmaktır.” buyurdu. Cenâb-ı Allah da “Ben senin kavmine fitne verdim” dedi. İşte bu söz aklına geldiğinde fitneliğin de Cenâb-ı Hakk’tan olduğunu düşünerek kardeşi Harun’un yakasını bıraktı. Tevrat levhalarını da yerden toplayarak Samiri’nin yanına gitti.”Ey Samiri senin yaptığın bu iş nedir” diye sordu. O da, “Ben İsrailoğullarının görmedikleri Cebrail’in atının ayak izinden bir avuç toprak alarak altından yaptığım buzağının üzerine serptim ve böğürttüm. Bunu bana nefsim hoş gösterdi.” dedi. Musa (A.S.) altından yapılmış böğüren buzağıyı ezdi ve tozunu da denize savurdu. Samiri’ye de “Haydi defol git. Hayatın boyunca benimle temasın olmasın” diyerek huzurdan kovdu.

Kur’ân-ı Kerîm’in Tâhâ Sûresi 83. âyetten 98. âyete kadar anlatılan bu olay bizlere birçok ibretler vermektedir. Bu âyetleri zâhir ve bâtın olarak zevk etmek mümkündür. İsrailoğulları maddiyata düşkün, altın ve para için hemen dönüş yapıveren bir topluluktu. Günümüzde de taklîdi bir îmân ile inanmış kişilere, altın ve para gibi dünya ile ilgili

240

Page 241: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

nefsin isteklerini teklif ettiğimizde herkes sıraya girmez mi. Musa (A.S.) henüz Tûr-i Sînâ’dan Tevrat levhalarını kavmine getirip tebliğ etmediği için, kavmi, Musa’nın Rabbini zanda, hayâlde görünmeyen bir Rab olarak kabul etmişti. Samiri'nin altın ve mücevherleri eriterek altından bir buzağı yapması ve Cebrail'in atının ayak izlerinin tozundan bir miktar alıp yaptığı bu buzağının üzerine serpmesi buzağıyı böğürtmüştür. Elbette o kavim de gördüklerine inanmaları nedeniyle Samiri'ye hemen inanmışlardır. Günümüzde de çok güzel konuşan bazı kişiler, toplumun cehâletinden istifade ederek, onların üstünde bir ilimle onları kandırmıyorlar mı. Konuşurken öyle ateşli, öyle inandırıcı akıl buzağısını böğürtüyorlar ki, şühûd sahibi olmayanların çoğu bunlara kanıyor. Bâtında da, Musa’nın kavmi, ibâdetle amellerini yapan, fakat yaptığı ibâdetlerin tahkikî irfâniyetine sahip olmayan bir topluluktu. İbâdetlerini taklîd yapıyorlardı. Samiri’nin onların ziynet ve altınlarını eriterek buzağı yapması ise nefislerinin süflî tabiat isteklerine tâbi olması ve altın gibi dünya muhabbetinin ağır basmasından ileri gelmiştir.

Musa (A.S.) nübüvvet sahibi olduğu için toplumun seviyesine inerek onları irşâd ve ikna etmesi mümkündür. Kardeşi Harun (A.S.) ise velâyet sahibi olduğu için onda Vahdâniyyet zevki galipti. Sözlerindeki şeriat eksikliğinden dolayı kavmi ona tâbi olmadı. Musa (A.S.)’nın Harun’u yakasından tutarak, ‘Ey anam oğlu!” diye sallaması, rûha yakın olan Vahdâniyyet zevkine sahip olan Harun’u, nefis olan kesret tarafına yani, Musa’nın nübüvvet yönü Hakk tarafına çekmesidir. Bütün fiillerin fâilinin Allah olduğunu idrâk ettiğinde, bu da Hakk’ın bir tecellîsidir diyerek, “Fitne de Allah’tandır” dedi. Musa (A.S.) Samiri'ye, “Haydi defol git” dedi. Bu kelâm Musa’nın gazâbından sâdır olmuştur. Çünkü enbiya ve evliya Hakk’ın kemâl sıfat mazharlarıdır. Bunlar her kime gazâb ederse o kimse Hakk’ın kahrından dünya ve âhirette şaki ve ebedi azâbla cezalanır. Benden uzaklaş diye kovulsa da, bâtıl davete icabet edenlerin, Hakk ve hakîkatten uzak kalmalarından ibarettir. İşte vücûd ülkemizde de emmâre nefis komutanının bir çok dalavere ile süflîyyât istek ve arzularını, güzel göstererek, kendi inanç doğrultusunda, bu vücûdumuzun kavimleri olan sıfatlarımızı Hakk ve hakîkat yolundan ayırmak istemektedir. Rûh da Rabbinden aldığı emirler doğrultusunda bütün sıfatların gayriyeti değil, ayniyeti. Huzursuzluğu değil, refah ve mutluluğu istemektedir. Bizlere, Cenâb-ı Allah, Samiri gibi aldatıcı ve süflî isteklerden kurtulup, Musa ve Harun gibi Hakk ve hakîkat yolunda tahkike ermemizi istiyor. İlm-el yakîn olan ibâdetlerimizi, ayne’l ve

241

Page 242: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Hakk-al yakîn olarak yapmamızı öneriyor. Her düzgün konuşan kişilerin, her konuşmasını Kur’ân terazisiyle ile tartmamızı istiyor. Cebrail gibi, Mürşîd-i Kâmillerin sözlerinden bir miktar alıp, kendi malı gibi satanlara kanmamamızı istiyor. Cenâb-ı Hakk bütün kardeşlerimizi böyle Samirilerden muhâfaza etsin. Âmin.

MUSA (A.S.)’NIN ŞUAYB (A.S.)’DAN TAHSİLİ

Musa (A.S.) bir gün evinden çıktığında, Firavunun adamlarından iki kişinin birbirleriyle kavga ettiğini gördü. Birisi düşmanına karşı Musa’dan yardım istedi. Musa da, karşıdaki kişiye bir yumruk vurunca onu öldürdü. Musa bu olaya üzüldü ve Rabbine yalvararak, hata yaptığını, affetmesini istedi. Allah da onu bağışladı.

Şehrin öteki başından gelen bir kişi, Musa’ya, Kasas Sûresi 20. âyette belirtildiği gibi “Ey Musa, şehrin ileri gelenleri seni öldürmek için hakkında müzakere yapıyorlar. Buradan çık git”dedi.

İşte bizim gibi Musalar, nefs-i emmâre Firavununun vehim ile akıl adamlarını kavga ederken buldu. Hakk ve hakîkata gönül veren Musalar, bunlardan birisi olan ‘vehim’i vurunca öldürdü. Bu Musa’nın düşmanlarından idi. Kişilerin ikisi de nefs-i emmârenin kuvveleri olduğu için korktu. Şehrin öteki başından gelen rûhun Akılı onu ikaz ederek oradan kaçmasını söyledi. Musa da Medyen’e doğru yol aldı. Medyen, kendi varlığından geçerek, Hakk’ın varlığı ile var olan kurtulmuşların diyarıdır. Medyen suyuna varınca hayvanlarını sulayan bir kısım insanları buldu. Suyun başında, herkes sıraya girmiş, fakat iki kız da davarlarını sulamak için, en sonda sıra bekliyordu. Kızlara Musa yaklaşarak, onların durumunu sorarak, başka suyun olmadığını öğrendi. Kızlar işaret ederek, karşıdaki büyük bir taşın altında, bir suyun olduğunu, fakat babaları ihtiyar olduğu için davar sulamaya gelmediğini, kendilerinin de buna güçlerinin yetmediğini söylediler. Onun için herkes suladıktan sonra, sıra bize geldiğinde sulayabileceklerini söylediler.

Musa güçlü kuvvetli olduğu için o büyük taşı kaldırarak kızların davarlarını suladı. Kızlar da, erkenden babalarının yanına döndüler.

Babaları Şuayb (A.S.) kızlara “Bu gün erken geldiniz” dedi. Kızlar da, Musa isminde bir çobanın kendilerine yardım ettiğini, onun güçlü kuvvetli ve çok temiz olduğunu babalarına söylediler. Ücretli olarak

242

Page 243: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

onu çoban tutması için babalarına ricada bulundular. Şuayb (A.S.) kızların tekliflerini kabul ederek, Musa'yı çağırmalarını söyledi. Musa geldiğinde pazarlık başladı. Bu durum Kasas Sûresi 27. âyette şu şekilde anlatılmıştır: “Bana sekiz yıl ücretle çalışırsan, bu kızlarımdan birini sana nikâh yaparım. Eğer on seneyi tamamlarsan, bu beni daha memnun eder”

İşte bir sâlik de, Mürşîd-i Kâmile gider, onun tahsilinde sekiz sene çalışır, yani sekiz sıfat-ı subûtiyesinin terbiye tahsilini görürse, rûhun, rûh sıfatlarından tecellî eden ameli olan kızına sahip olur. Bu, kişinin kendine nisbet ettiği sıfatları fâni etmekle, Hakk’ın sıfatlarının kendi mazharından tecellî zevkine sahip olur demektir. Musa, sekiz sene sonunda Şuayb (A.S.)’dan kızını alarak ayrılırken, Şuayb (A.S.) Musa’ya “Bir sene daha kalırsan, davarların kuzularını da sana hediye ederim. Sermayeniz olur.” dedi. Musa bir sene daha Şuayb (A.S.)’ın yanında kaldı. O sene kuzuların hepsi erkek doğdu. Şuayb (A.S.) “Musa ! Bir sene daha kalırsan, inşâallah Rabbim kuzuları dişi verir. Böylece çoğaltırsınız” dedi. Musa bir sene daha kaldı. Bu sefer kuzuların hepsi dişi doğdu. Musa eşi ile birlikte, erkek ve dişi kuzuları da alarak yola çıktı. İşte bir kişi de Fenâfillâh olup, sekiz sıfatının, Hakk’ın tecellîsi olduğunun zevkine erince, o kişi Rûhullah olur. Vahdâniyyet zevki, onun bütün erkek kuzu olan Vahdet tecellîlerine mazhar olur. Bir sene daha kalarak, dişi kuzuların doğması da rûh mertebesinden kesret âlemine sıfatlardaki tecellîsi ile nevâfil olarak yaklaşımıdır. Şu halde, bizim gibi Musalar, Firavun olan nefs-i emmâre ülkesinden, Şuayb (A.S.)’ın bulunduğu, Mürşîd-i Kâmilin ülkesi Medyen’e gitti. Mürşîd-i Kâmilde sekiz sıfatından tecellî eden, her tecellînin kendisinin olmadığını, bunların Hakk’ın olduğunu tahsil etmekle, amellerindeki şirk halindeki bekâ tecellîleriyle müşerref olarak, Rabbinin tecellîleri ve ameli olan kızını da almış oldu.”İki sene daha kalırsan memnun olurum” sözü ise birinci senede kuzuların erkek doğması, Vahdâniyyet zevki ile kişinin zevklenmesi ve Hakk’tan başka hiçbir şeyi görmemesi demektir. İkinci senede kuzuların dişi doğması, kişinin bütün sıfatlarından Hakk’ı zuhûr etme zevkine sahip olmasıdır. Kul olma zevki, kişinin Muhammed olma zevkine sahip olmasıdır. Kasas Sûresi 19 ilâ 29. âyetleri arasında anlatılan bu kıssa, ulûlazîm peygamber olan Musa (A.S.)’nın hikayesi olarak bizlere anlatılmışsa da, ibret olarak bizim gibi Musaların, bir Mürşîd-i Kâmil olan Şuayb (A.S.)’a sığınmamız gerektiğini anlatıyor. Sekiz sene hizmet ederek tahsil etmemizin gerektiğini bildiriyor. Bu tahsili

243

Page 244: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

yapmayanların helâk olacağını anlatıyor. Cenâb-ı Allah, bütün kardeşlerimi nefsin tahakkümünden kurtarsın. Vuslatında kolaylıklar ihsân etsin. Âmin.

MÜ’MİN KİMDİR

Mü’min Allah ve Resulüne inanan Kur’ân-ı Kerîm’de emredilen emir ve yasakları uygulayarak emniyete kavuşan kimsedir. Enfal Sûresi 2. âyet “Gerçek mü'minler ancak o mü'minlerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir; karşılarında ayetleri okunduğu zaman, îmânlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler”, Enfal Sûresi 3. âyet “O kimseler ki, namazı dürüst kılarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden başkalarına dağıtırlar” ve Enfal Sûresi 4. ayetlerde “İşte gerçek mü'minler onlardır! Onlara Rablerinin katında dereceler vardır, mağfiret ve güzel rızık vardır!” buyrulmuştur.

Bu âyet-i kerîmelerde geçen bu ifadeleri açmak gerekirse; dâimî zikirle Allah’ı her nefeste zikreden sâlikin korkarak kalbi ürperir, titrer. Zira kendinin güç ve kuvvetinin olmadığını, güç ve kuvvet sahibinin Allah olduğunun bilincindedir. Allah’ı Allah’la zikrettiği tâlimatını göz önünde bulundurarak kendisine şah damarlarından daha yakın olan Rabbinin, kendi kalb davuluna tokmağını vurduğunu, bu nedenle kalbinin dâima titrediğini hissedecektir. Bu tokmağın vuruş sedâsı vücûd ülkesindeki bütün sıfat ve a’zalarımızın dikkatini oraya toplayacaktır. Ayrıca, Tevhîd tokmağını vurdukça, gözlerinden yaş akması, tüylerinin diken diken olması, kalbinin hop hop hoplaması ve cezbeye gelmesi onun kalbinin titremesinin ispatıdır. Kendini yakın takibe alan kişi gafletten kurtulduğunda bu tokmağın vuruş sedâlarındaki nurların kalbi zamanla ihâta ettiğini görecektir. Artık “Zikirle kalbler mutmain olur” âyeti tecellî ettiği için, nefse mahsus olan zikir kapısı kapanmış, kalbe mahsus olan sıfat zikriyle mutmainlik tecellî etmiş olacaktır.

İşte bu demden sonra o kimseye sırasıyla ef’âl âyetleri, sıfat âyetleri ve Zât âyetleri, zâhir ve bâtında okunduğunda îmânları artacaktır. Zira sâlik daha evvel bu âyetlerden yani Allah’ın delillerinden habersizdi. Okuyup, tecellîsini şühûd ettiğinde elbette ilm-el yakînlikten ayne’l ve Hakka'l yakınlığa vâkıf olunca îmânı artmış olacaktır. Dolayısıyla da taklîdi bir îmândan tahkikî îmâna geçtiklerinden, nefislerini bilmeleriyle Rablerini de bilmiş olacakları için onlar Rablerine tevekkül ederler. Çünkü her an ayrı bir şe’nde tecellîsini gösteren Allah, fiillerin fenâsı,

244

Page 245: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

sıfatların fenâsı, vücûdun fenâsından terakkî ederek fiilerin fâilini, sıfatların mevsûfunu, vücûdun mevcûdunu şühûd ederek her işini Allah’a bırakarak onun her tecellîsine rıza gösterir. Ayrıca onlar kendi varlıklarından geçip Necm Sûresi 8. ve 9. âyetlerde sözü edilen Allah’la konuşmayı gerçekleştirmiş olurlar ve bu zevkle namazlarını gereği üzere kılarlar. Her an ayrı ayrı tecellîleriyle beraber olarak Hakk’la konuşmuş olurlar. Zira Allah’ın bu Âdem ve âlemde altı pencereden ayrı ayrı tecellîlerinin irfâniyetine sahip oldukları için hepsini bir terazi ile tartarak değil, her penceredeki Hakk’ın terazisi olan fark kantarı ile tartarak huzur-u kalble namazlarını dâimî salât olarak kılarlar. Bu manevî zenginliklerini de kendilerine ve isteyenlere Hakk yolunda harcarlar. İşte bunlar gerçek mü’minler olup Rableri katından onlara dâima ilhamlar zuhûr edip saadet içinde amel edip Cennet’teki tükenmez nimetlerden istifade etmektedirler. Bunların bir adı da melamîdir. Çünkü onların özü Kur’ân, sözü Furkan, yüzü vech-i Rahmândır. Cenâb-ı Allah, fâil-i mutlak resminde bu kişilerden tecellî etmektedir. Fakat bunu görmek her insana nasîb olmadığı için bilmeyenler onun yalnız resmini görür. Allah’ın en güzel esmâlarından biri de El-Mü’min'dir. Emîn edicidir. Zâhirde halk içinde herkes gibi yaşamlarını sürdürürler. Fakat bâtında Hakk iledirler. Allah cümlemize bu hasletleri nasîb etsin. Âmin.

MÜRŞİD-İ KÂMİL KİMDİR

Mürşid-i Kâmil, irşâd eden, doğru yolu gösteren, terbiye eden, insanları gafletten kurtaran, peygamber vârisi olan, “El ulemayı veresetül enbiya” (H.Ş.) gereğince “Elif, Lâm, Mim” sırlarını kendinde toplayan canlı bir kitaptır. Allahü Teâla ilmi ezeliyette onları seçmiştir.

Onlar her insan gibi devrin yarısını bu âleme gelinceye kadar tamamlamış, cemâdât, nebâtât, hayvânât ve insana kadar gelerek baba sulbü, anne sulbü ve tabiat âlemlerini takip ederek Tin Sûresi 5. âyetinde tarif edilen “Sonra da çevirdik aşağıların aşağısına kaktık” aşağıların en aşağısına, insan-ı asliyesini bulmak isteyenler için gönderilmiştir.

Tin Sûresi 6. âyette “Ancak îmân edip yararlı işler yapan kimseler başka; onlar için kesilmez bir mükâfat vardır” buyrulmaktadır. Bu insanlar nefs âleminden yolculuğa çıkarak bir Mürşid-i Kâmilin eteğini tutup, nefs-i emmârelerinin tahakkümü olan nisbîyet ve şirklerinden kurtularak insan-ı asliyesini öğrenip Rûhullah olacaklardır.

245

Page 246: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Kendi varlıklarını Hakk’ın varlığında ihtiyarî olarak yok edip, Cenâb-ı Hakk’ın kemâlâtıyla tecellîlerini kendi varlıklarında zuhûra getirirler.

İlm-i ezeliyette kendisine Mevlâ tarafından lütfedilen irşâd göreviyle, toplumun içine inerek, onları nefs âleminden rûh âlemine veya kesâfet âleminden letâfet âlemine vuslat için irşâd ve çeşitli terbiye metodlarıyla, kendisi daha evvel İnsan-ı Kâmilinden nasıl irşâd olduysa aynen öyle irşâd edecektir. Çünkü Nahl Sûresi 78. âyetinde “Allah, sizi annelerinizin karınlarından hiçbir şey bilmediğiniz bir halde çıkardı. Öyle iken size, işitme, gözler ve kalpler verdi ki, şükredesiniz” buyrulmuştur. İşte bizler daha evvel hiçbir şey bilmezken, manevî anamız olan Mürşid-i Kâmilimiz butûnundan bizleri irfâniyet ve kemâlâtıyla çıkarıp kulaklarımızla Hakk ve hakîkati duyan, gözlerimizle Hakk ve hakîkati gören, kalblerimizle de cehâlet zincirlerini kırarak tefekkür eden bir hale dönüştürdü. Bizlerin isti’dâdlarında bu kemâlât olmamış olsaydı, bizler ne Mürşid-i Kâmil mazharından bu Tevhîd yoluna çağırılır ne de nefs âleminden rûh âlemine vuslat bulabilirdik. Buna ne kadar şükretsek azdır.

Mürşid-i Kâmilin üç belirtisi vardır:

1- Onun yüzüne baktığınız zaman onlar Allah’ı hatırlatıcıdır.

2- Sohbette iken ve hâllerinde mıknatıs gibi kişileri çekicilikleri vardır.

3- Sohbet ettiklerinde, dinleyenler sohbetinden hoşlanırlar, “anlatsa da biraz daha dinlesek” derler. Onların yanında her türlü üzüntü ve sıkıntımızın yok olduğunu görürüz. Soru sorulduğunda tatmin edici cevaplar alınır. Alçak gönüllüdürler. Sâliklere, Cebrail’in Meryem validemize Hz. Îsâ (A.S.)’yı müjdelemeye geldiği gibi yaklaşmayı düstur edinmişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm ahkâmı ve sünnet-i seniyyeden kat’iyen ayrılmazlar. Ellerini, dillerini, evlerini, gönüllerini, imkânları nisbetinde açan zâhir ve bâtın cömert kişilerdir.

Onlar sâlikleri kendilerine bağlamazlar, râbıta yaptırmazlar. Hakk’a bağlar, Allah’a râbıta yaptırırlar. Kendilerindeki Rabbü’l-Âlemîn’in zikrini, fikrini, müşâhede ve yaşamını öğretirler. Böylece dünyada Âhiretin mutluluğunu ve Cennet’ini yaşarlar.”İnsan benim sırrım, Ben de onun sırrıyım” Hadis-i Kudsîsi onları tarif eder. Cenâb-ı Allah Mürşid-i Kâmil resminde tecellî etmektedir. Herkese bunların sîretini görmek nasîb olmadığı için, bazıları onun resmini görür, maalesef

246

Page 247: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

sîretini göremez. Mürşid-i Kâmil resminden Hakk’ı ancak Allah’ın nasîb ettikleri görebilir.

MÜRŞİD-İ KÂMİLLERİN SÂLİKLERİNDEN İSTEDİKLERİ

Tasavvufta, vuslat nefsten rûhadır. Nefs terbiyesi için, kişinin kendi insan-ı asliyesini öğrenmesi şarttır. Bunun için de Mürşid-i Kâmili olan Rabbine, sevgi, teslimiyet ve sadakatle sarılması lâzımdır.

Sevgi, sıradan bir sevgi, teslimiyet sıradan bir teslimiyet olursa, onun vuslatı mümkün değildir. Kişiler belki sohbetlerde çok ilim de elde edebilir. Fakat nefsin elinden kurtularak rûh vâdisine intikâl edemez.

Bir kişi, ister kabir ziyâretine gitsin, ister bir velinin türbe ziyâretine gitsin, onun diri değil de ölü olduğu idrâkiyle ziyâret ettiği müddetçe ondan hiçbir fayda sağlayamadığı gibi, onunla irtibat da kuramaz. Bizler de aynen bunun gibi, Kâmillerin Hakk’ın varlığı ile diri olduğunu, Mürşîd mazharından bizzât Cenâb-ı Hakk’ın terbiye ve irşâd ettiğini, herhangi bir kişinin huzurunda veya sohbetinde değil, bizzât Hakk’ın huzur ve sohbetinde olduğumuzu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız. Mürşid-i Kâmillere sâliklerin sevgi ve teslimiyetleri tam olmazsa onların da vuslatı olmaz. Çünkü sâliklerin sevgi ve teslimiyeti nisbetinde Cenâb-ı Hakk onlarda algılama ve kabulleniş zuhûr ettirmektedir. Dolayısıyla da, kendi gönüllerinde, yalnız ilm-el değil, Hakka’l-yakîn olarak zevk idrâki tecellî edecektir.

Ma’lûmunuz sevgi, tilkinin tavuğu sevmesi gibi tek taraflı olursa, bu, arzu edilen sevgi değildir.

Rûhun sevgisi olan, kulun Hakk’ı sevmesi ve Hakk’ın da kulunu sevmesi olan çift taraflı sevgi veya ilâhi sevgi olan, kişinin bütün mevcûdiyetiyle Rabbine dönme hali olursa, işte o zaman seviyorum diyebiliriz.

Sevginin kişilerde geliştirilebilmesi için, Peygamberimiz “selamlaşınız, selamlaşma sevgi bağlarını pekleştirir.” buyurmuşlardır. Onun için, selamlaşmalar ve imkânlarımız nisbetinde sık sık ziyâretler yapmalıyız. Ziyâret imkânımız olmasa bile, telefonla hal hatır sormalı, gelen gidenlerle selam göndererek sevgi bağlarını kuvvetlendirmeliyiz. Ancak sadece telefon etmek yeterli olmamaktadır. Çünkü, kişilerin sevgisinin belirtisi kendisindeki, hâl ve tutumundan görülmektedir. Bir Fransız yazar "Söz Söylemek ve İnsanlar Üzerinde Tesir Yapmak" adlı

247

Page 248: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

kitabında, "karşınızdaki kişilerin hoşlanacağı bir şekilde karşınızdakine hitap ediniz" demektedir. Güzel sözün etkisini eşlerimiz üzerinde müşahede etmişizdir. Eşlerimize “Hayatım, gülüm, canımın içi. .” gibi sözler kullandığımızda onların bizim hakkımızdaki olumsuz fikirleri hemen değişir ve sevgi bağlarının kuvvetlendiği görülebilir.”Tatlı dil yılanı bile deliğinden çıkarır” denmiştir. Büyüklerimiz “Sevdiğin nisbette sevilirsin” buyurmuşlardır.”Yemen’dedir yanımdadır, yanımdadır Yemen’dedir” buyrulmuştur. Bazı kişileri gönülden sevgileri nedeniyle, Yemen kadar uzakta olsalar bile onları yanımızdaymış gibi hissederiz. Bazen de bedenen yanımızda olsalar bile, sevgilerinin yetersizliğinden Yemen kadar uzakta olduklarını düşünürüz.

Mürşîd-i Kâmiller sâliklerinden teslimiyet isterler. Teslimiyet ‘İslâm’ kelimesinden gelir. Toplumda birçok kişi İslâm olduklarını söyleyip dilleriyle “Lâ ilâhe illallah, Muhammederresûlullah” dedikleri halde, İslâmın emir ve yasaklarını uygulamazlar. Bunlar kelimenin Cennet’ine elbette gireceklerdir. Başka da herhangi bir îmân ve amel olmadığı için, bunların Cennetlerinden de mahrumdurlar. Bu teslimiyet Allah’ın indinde yeterli midir. Sizler bunun cevabını veriniz.

Bazıları da, kelime-i şehâdet getirirler, beş vakit namazlarını da boynumuzun borcudur diye taklîdi olarak, mânâsını bilmeden, nefislerini tatmin ederek kılarlar. Bunlar da elbette amel Cennet’ine gireceklerdir. Fakat irfâniyet Cennetlerinden mahrumdurlar. Bir de bütün bunları yapıp, bu yaptığı ibâdetlerin irfâniyetine sahip olup, hem amel Cennetlerinde, hem de irfâniyet Cennetlerinde, Cenâb-ı Hakk’ın sevgili kulu olarak bulunmaları ve yaşam müddetince huzur, refah ve saadet içerisinde bir yaşam sürmeleri daha iyi değil midir. Aynen onun gibi teslimiyetinde de, Ebubekir (R. A. ) Efendimiz gibi, bir sıddıkiyet içersinde Rabbimize teslim olup, dâima kendimizde Rabbimizi müşâhede etmemiz, Cennet’imizde onunla beraber olmamızı sağlayacaktır.

Cenâb-ı Allah insanı merkez üssü olarak seçmiştir. Bütün bu âlemdeki varlıkların özü, insan olan Âdem’in merkez üssünden, frekans, şua, cereyan ve dalgalar gibi kesafet yönü ile göremediğimiz bir çok etkilenme nurunu, ilâhi bir emirle Âdem’in merkez üssünden kendilerine aktarılmaktadır. Elbette, Rabbü’l-Âlemîn mazharları olan Mürşid-i Kâmillerden de onlara sevgi ve teslimiyet içinde bulunan sâliklere, sevgi ve teslimiyetleri nisbetinde bu nurun, yüksek bir cereyan halinde intikâl etmesi görülecektir. Şu halde, bizi bizimle yönlendiren ve sevk eden, zâhir olarak göremediğimiz, fakat fiillerin tecellîsini gördüğümüzde

248

Page 249: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

anlayabildiğimiz güçlerin olduğu açıktır. Onun için bizler sevgi ve teslimiyetimizi tam olarak gösterirsek menzile ulaşmamız mümkün olacaktır. Soğuk bir demir bile, ateşte kızardıktan sonra, ustanın elinde istediği şekli alabiliyor. Yoksa soğuk olarak şekillenmesi mümkün olmuyor.

Kardeşlerimin, sevgi ve teslimiyet içinde vuslat bulmalarını Cenâb-ı Hakk’tan niyaz ederim. Kendilerine sorsunlar. Mürşîdlerini üzerlerindeki elbise gibi mi zevketmektedirler, yoksa tam bir sıdkıyet ile kendi rûhlarının efendilerinin olduğunu, onunla sevk ve idare edildiklerini mi zevk etmektedirler. Üzerlerindeki elbise gibi zevkediyorlarsa bu elbisenin banyoda veya eskidiğinde çıkarılması ve değiştirilmesi mümkün olduğu için vuslat bulamaz. Kendi rûhunun efendisi olarak, dâima onunla beraber olduğunu, kendisinden sevk ve idare edenin Rabbi olduğunu idrâki ederek yaşama geçerse işte o zaman vuslat bulabilir. Tam bir sadakatle teslim olamıyorlarsa o yerde durmamalarını, her kime tam olarak teslim olabiliyorlarsa, manevî tahsillerini orada tamamlamalarını öneririm.

Tek mürşid-i Kamil Alemlerin Rabbı olan Resurullah S.A.V’dir. günümüzde ise Mürşid-i Kamillerden O’nun kemalatıyla tecelli eden Allah’tır. Mürşid-i Kamilleri dinlemek, Zat-ı Hakk’ı dinlemektir. Zatı hakk’ı dinleyenler ise müşkülleri nisbetinde paye olarak Zat-ı Hak’dan payesini olmış olurlar. Eğer ki kişideki kabulleniş bu idrak ve daha aşağı bir kabulleniş ise karşısındaki Mürşid-i Kamili de sıradan bir insan ne biliyor bende biliyorum dercesine dinliyor ise o kişideki vuslat zor ve imaknsız olur. Tüm kardeş ve kardeşlerimize Mürşid-i Kamilleri çok iyi tanımaları ve onların mazharlarından bizleri irşad edenin kim olduğunu, verilen söz ve sözlerin kime verildiğinin iyi bilinmesi gerektiğini unutmamalıdırlar. Allah cümle kardeş ve kardeş olacaklara bu idrakla idraklanmayı nasib eylesin.

NAMAZ RİSÂLESİ VAKİT NAMAZLARININ SIRLARI

İlk defa sabah namazını Âdem (A.S.) kılmıştır.

Âdem (A.S.) Cennet-i Âlâda Havva validemiz ile yaşarlarken, Cenab-ı Hakk onlara“ Yiyiniz, içiniz, fakat, şu yasak meyveye yaklaşmayınız! ”emrini vermiştir.

249

Page 250: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Âdem ile Havva uzun yıllar Cennet’te beraber yaşadılar. Daha evvel Cenab-ı Hakk “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Melekler de “Biz size lâyıkıyle ibâdet yapıyoruz, yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek bir kimse mi yaratacaksın” dediler. Cenab-ı Hakk da Âdem’e ‘allemel esmâ’yı tâlim ederek, bütün meleklere “allemel esmâyı okuyunuz” dedi. Melekler okuyamadıkları için bu emri yerine getiremediler. Âdem’e “Sen oku” deyince o bir çırpıda okudu. Buna binâen “Âdem sizin ulunuzdur. O’na secde ediniz.” denildi. Âdem’e bütün melekler secde ettikleri halde Şeytan Âdem’e secde etmedi.”Ben ateşten yaratıldım. Âdem ise balçıktan yaratıldı” diyerek huzurdan kovulanlardan oldu. İblis günlerce Cennet’e girip Âdem ve Havva’yı kandırmak için Cennet’in kapısında bekledi. Yılanı görünce ona “Sen Cennet’e girip çıkıyorsun, ben Cennet’i çok görmek istiyorum. Ne olur beni de Cennet’e beraberinde götür.” dedi. Yılan “Seni herkes tanıyor. Ben seni içeriye sokamam.” dedi. Şeytan “Ben senin ağzının içine küçülerek girerim, beni kimse görmez. Senden ben konuşurum, seni konuşuyor zannederler.” dedi. Yılan bunu kabul etti ve Şeytan yılanın ağzına küçülerek girdi. Böylece mel’ûn Şeytan cennete girmiş oldu. İşte günümüzde de, nefs-i emmâre olan nefs şeytanının dünya olan yılanın ağzına girerek, diğer bir tâbirle, dünyadaki Cenab-ı Hakk’ın bütün nimetlerini Hakk ve hakîkat yolunda kullanması gerekli iken nefsinin istek ve arzusu doğrultusunda kullanması o kişinin Tevhid cennetinden sürülmesine vesile olmaktadır.

Şeytan Havva validemizin yanına giderek “Şu ağaçtan meyve yemeniz neden size yasak edildi biliyor musunuz. Eğer siz o yasak meyveden yerseniz ebedî olarak Cennet’te kalacaksınız. Yemezseniz öleceksiniz de ondan size yasak edildi.” dedi. Bu sözlere kanan Havva validemiz giderek o ağaçtan yedi. Bir şey olmadığını görünce, Âdem’e gelerek “Ya Âdem benim karşıma bir kişi çıktı. Bana ‘Bu ağaçtan yerseniz Cennet’te ebedî kalırsınız, eğer yemezseniz ölürsünüz’ dedi. Ben de yedim bir şey olmadım, sen de ye!” diyerek Âdem’in de o yasak meyveden yemesine vesîle oldu. Âdem, o yasak meyveden yiyince, üzerindeki elbiseler alınıverdi. Havva validemizle birlikte Âdem(A.S.) de böylece Cennet’ten çıkarılmış oldu.

Âdem (A.S.) Cennet’ten dünyaya çıkarılınca dünyayı karanlık buldu. Sabah olup ortalık aydınlığa kavuşunca şükrânî olarak iki rek’at namaz kıldı. Bu kıldığı namazın bir rek’atı karanlıktan kurtulduğu içindi. Bir rek’atı da aydınlığa kavuştuğu içindi. İşte bu gün bizler de, nefsimizin dünya isteklerinden ve cehâlet karanlığından kurtulduğumuz için bir

250

Page 251: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

rek’at, fiillerin fâilinin Allah olduğunu idrâk ettiğimizde de, gönlümüzdeki fiiller aydınlığına kavuştuğumuz için de bir rek’at olmak üzere toplam iki rek’at namaz kılarız.

İnsanlar nefsin tahakkümünde dünyada yaşarlarken, gece karanlığı gibi cehâlet içindedirler. Çünkü daha evvel ‘Dünyaya ne için geldi, neye geldi, nereye gidecek, gibi soruların cevabını bilmiyordu. Dünyaya yemek, içmek, nefsâni istekleri için geldiğini zannedip ne kendisinden ne de Rabbinden haberi yoktu. Hakk Mürşîdine tâbi olunca, onun hidâyetiyle kendisine nisbet ettiği fiil karanlığından kurtulmuş oldu. Fiil şirkinden kurtulduğu için bir rek’at, fiil aydınlığı olan fiillerin fâilinin Allah olduğunun idrâkına varınca da ikinci rek’atı kılmış oldu. Burada bir kişinin aydınlığa çıkması fiil şirkinden kurtulması demektir. Hasan Fehmi Hazretleri şöyle buyuruyor:

Sabah namazına hâzır olanlar

Onlardır ef’âli Hakk’a verenler

Fâil Hakk’tır diye huzûr ederler

Yalvar kul Allah’a seher vaktinde

Yalvar kul Allah’a bahâr vaktinde

Bir insan sabah namazını kılabilmesi için nasıl hazırlık yapmalıdır. Evvelâ uykudan uyanmalıdır. Zira uyuyan kişinin uykuda iken yaptığı ibâdet geçerli değildir. Bu uyanma yalnız vücudun uyanması değildir. Aynı zamanda gönlünün de gaflet uykusundan uyanması lazımdır. Çünkü bir kişi daha evvel cehâlet devri geçirmekte idi. Bu cehâlet ona göre gece karanlığı gibidir. Cenâb-ı Allah, “Ben kulumun sûret ve ameline bakmam, kalp ve niyetine bakarım.” buyuruyor. Peki bir kişinin kalbi nasıl uyanır. İşte bizlere de evvelâ Mürşîdimiz tarafından her nefes daimî zikir telkin edildi. Sâlik, Mürşid-i Kâmilden aldığı daimi zikirle her nefes Hakk’la berâber olma idrâkına sâhib olduğunda gaflet uykusundan uyanmış olacaktır. Fiillerin fâilliğini de Allah’a nisbet ederek, ef’al-i İlahiye aydınlığına sahip olarak sabah namazını huzur ile kılmış olur. Çünkü Saffat Sûresi 96. âyette “Sizi halk eden Allah olduğu halde fiillerinizi de halk eden Allah’tır.” buyrulmaktadır. İşte bizler de Âdem (A.S.) gibi bu gün cehâlet ve şirk karanlığından kurtulduğumuz için bir rek’at, ef’al-i İlâhiye aydınlığına çıktığımız için ikinci rek’at’ı kılarak sabah namazımızı kılmış oluruz. Sabah namazının evvelinde iki rek’at sünnet kılarız. Bu, Peygamber Efendimizin bizlere sabah namazını

251

Page 252: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

sohbetleriyle açıklamasından ibârettir. Dikkat edilirse ister sabah namazının sünneti olsun isterse sabah namazının farzı olsun niyet farkından başka hiçbir değişikliği yoktur. İster sünnette olsun isterse farzda olsun Fâtihâ ve Zamm-ı Sûreler aynıdır. Yalnız niyette sünnete sünnet, farza da farz diye niyet edilir. Onun için sabah namazının ilk iki rekâtı sünnet olmuş oluyor. Sabah namazının sünneti olan bu sohbetlerle sabah namazının farzının idrâki olmadan farz kılınmamalıdır denilmiştir. Zira bir kişi Hakk Mürşîdinden bu ilmi tahsil etmeden nasıl aydınlığa çıkmış olabilir. Günümüzde de Hakk Mürşîdlerinin sabah namazının iki rekât oluşunu, tâdil-i erkâniyle içindeki bütün farz, vâcib ve sünnetlerin nasıl yapılacağını bizlere öğretmektedir. Namazdaki kıyâmda, rükû’da ve secdedeki farz oluşunun mânâlarını ve sabah namazının bütün namazlara şahîd olmasının hikmetlerini anlatmaktadırlar.

Öğle namazını ilk defa İbrahim (A.S.) kılmıştır. O’nun dört türlü belâsı mevcûddu. Bunlardan kurtulunca şükrânî olarak dört rek’at öğle namazı kıldı. Bu belâlar ne idi. Bir insanın yedi subut sıfatı vardır. Bunların üçü bâtın, dördü zâhirdir. Zâhir olanlar duymak, görmek, konuşmak ve kuvvetimizdir. Bizler bu güne kadar hep kendimizin duyduğunu, gördüğünü, konuştuğunu ve kuvvet sâhibinin kendimizin olduğunu zannederdik. Meğer bizden duyan, gören, konuşan ve kuvvet sahibi olan Hakk imiş.”Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” demekle bunların bizim değil Hakk’ın olduğunu anlamış olduk. Bunları kendimize nisbet ettiğimizde bunlar bizim için belâ olmuştu. Çünkü bütün günâhları bunlarla işleriz. İşte bunlardan kurtulduğumuzda dört rekât öğle namazı kılmayı hakketmiş oluruz. İbrahim (A.S.) de dört rekât öğle namazını bu belâlardan öğle vaktinde kurtulduğu için şükrânî olarak kılmıştır. Bizler de bu gün bu dört belâdan kurtulduğumuz vakit öğle namazını kılmaya hak kazanmış oluruz. Hasan Fehmi Hazretleri öğle namazı için bakın ne diyor:

Öğle namazını kılan mü’minler

Her sıfatı Hakk’a nisbet ederler

Her nazar mevsufu şuhûd ederler

Yalvar kul Allah’a seher vaktinde

Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde.

252

Page 253: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Demek ki öğle namazını kılabilmek için mü’min olmak gereklidir. Mü’min kimdir. Mümin Allah’ın zikriyle meşgul olup fiil ve sıfatların Hakk’a ait olduğuna inanan kişilerdir. Bunlar her sıfatın mevsûfunun yâni bu sıfatları sıfatlananın Cenâb-ı Hakk olduğunu idrâk ederek öğle namazını edâ etmiş olurlar. Yoksa böyle bir bilgiye sahip olmadan uzun yıllar ‘kıldım’ zannıyla öğle namazını kılsalar yine de kılmış olamazlar. Öğle namazından önce dört rek’at sünnet, farzdan sonra da iki rek’at sünnet kılmaktayız. Bunların mânâsı nedir. Sabah namazının sünnetinin izâhında belirttiğim gibi öğle namazı hangi idrâkle, nasıl ve kaç rekât kılınmalıdır. İbrahim (A.S.) bu belâlardan nasıl kurtuldu. İşte bizlerin de bu belâlardan kurtulmamızı, sohbet ve telkînleriyle Mürşîdimizin izâhları sünnet olmaktadır. Allah’ın tecellîleri farz, Peygamber Efendimizin târif ve icraatına sünnet demekteyiz. İşte öğle namazından evvel dört rek’at sünnetin kılınmasının, gerekli olan farzın Resûlullah Efendimiz tarafından izâhı olduğu anlaşılmaktadır. Bütün namazların aslı iki rek’attır. Bir rek’atı kulun Hakk’a vuslatı, ikinci rek’at da Hakk’ın kulundan tecellî etmesinin idrâki ve seyrinden ibârettir. Dikkat edilirse sünnetlerin dört rek’atında Zamm-ı Sûreler okunmakta, farzların iki rek’atında okunup ikisinde Zamm-ı Sûreler okunmamaktadır. Çünkü okunan Zamm-ı Sûreler, fiillerin tecellîsini remzetmektedir. Sünnette yalnız kulluk idrâk ve zevki olduğu için okunmakta, farzda ise yarısı kulun idrâk ve zevki yarısı da Hakk’ın kulundaki tecellî idrâk ve zevkinden ibarettir. Öğle namazının sonundaki iki rek’at sünnet de Cenâb-ı Hakk’ın zâhir ve bâtındaki tecellîlerinin şuhûd ve zevkine erdiğimiz için Rabbimize teşekkürdür.

İkindi namazını ise ilk defa Yunus (A.S.) kılmıştır. Yunus (A.S.) balığın karnında kırk gün kaldı. Bir ikindi vakti idi. Yunus (A.S.) günâhlarını idrâk ederek “Beni zâlimlerden eyleme.” diye dua etti. İşte bir kişinin, yunus balığı olan Mürşîd-i Kâmil tahsilinde kendi varlığının olmadığını anlayıp varlık sahibinin Hakk olduğunu anladığı zaman tövbe ederek ‘Beni bundan sonra zâlimlerden eyleme’ diye dua etmesidir. Cenâb-ı Hakk da onun günahlarını affederek balık onu sâhile çıkardı. İşte Yunus (A.S.) kendi diye bildiği vücûd varlığının kendisinin olmadığını, bu varlığın Cenâb-ı Hakk’a âit olduğunu anlayınca şükrânî olarak dört rek’at ikindi namazını kıldı. Yâni Yunus (A.S.) “Bu vücûd varlığımı bu güne kadar kendime nisbet ederek Senin varlığının yanında ben de varlık sâhibiyim diyerek şirk işliyordum. Şimdi anladım ki varlık benim değil Seninmiş. Beni bu

253

Page 254: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

idrka vâkıf kılrak vücûd şirkinden kurtardın. Sana ne kadar teşekkür etsem azdır.” diyerek şükrânî olarak ikindi namazını kılmıştır. Hasan Fehmi Hazretleri bakın ikindi namazı için ne buyuruyor:

İkindi namazını cemaatle kıl

Vücud Vücûdullah gayrî yoktur bil

Cümle âlem fâni Hakk bâkîdir bil

Yalvar kul Allah’a seher vaktinde

Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde

Bir kişinin bütün namazlarını cemaatle câmîlere giderek kılması mümkün değildir. İnsan cem-ül esmâdır. Âlem-i kübrâdır. Âlemde ne varsa Âdem’de o mevcûddur. Onun için câmîyi kendimizde bulursak her zaman cemaatle namaz kılmış oluruz. Cenâb-ı Hakk’ın vücûdu nedir. Bizim diye bildiğimiz Allah’ın ef’âli, sıfat ve bunları toplayan vücûda diyoruz. İşte bütün âlemde görünen ve görünmeyen zâhir ve bâtın bu âleme Vahdet-i Vücûd diyoruz. Peki bizim vücut ülkemizde câmî nerededir. İşte gönlümüzü câmî, rûhumuzu imam, a’za ve sıfatlarımızı da cemaat yapar, kıblemizi de Allah’ın yüzü yapabilirsek, ikindi namazını cemaatle kılmış oluruz. Bakara Sûresi 115. âyeti “Doğu, batı Allah’ındır. Yüzünüzü ne tarafa çevirirseniz Allah’ın yüzü oradadır.” tecellî etmiş olur. Bugün bizler de ef’âlimizin, sıfatımızın ve vücûdumuzun olmadığını, bunların hepsinin Cenâb-ı Hakk’ın olduğunu idrâk ve zevk ettiğimizde ikindi namazını edâ etmiş oluruz. İkindi namazının farzından evvel dört rek’at gayri müekkede olarak kılınan sünnet de güneş doğarken evvelâ tan yerinde bir kızarıklık olur ondan sonra güneş doğar aynen onun gibidir. Kişinin varlığının olmadığını idrâk etmesi müekkede sünnet değil gayri müekkede sünnet hâlidir. Resulullah Efendimiz de bu sünneti çok zaman yapmamış zaman zaman yapmıştır. Ayrıca öğle namazının müekkede sünnetinde Kâmilimizin bizlere dört rekât farzın nasıl her yönüyle kılınacağını izâh etmesi, ayrıca ikindi namazının dört rekâtlık farzının kılınması izâhı olan sünnetine de gayri müekkede sünnet diyoruz.

Dikkat edilirse öğle ve ikindi namazlarının farzları cemaatle kılındığında sessiz olarak ifâ edilmekte, diğer vakit namazları ise sesli kılınmaktadır. Çünkü bir kişi kendine nisbet ettiği ef’âlini, sıfatını ve vücûdunu Hakk’a verdiğinde onun sesi çıkmaz. Onun için bu iki vakit namaz sessiz kılınır. Akşam, yatsı ve sabah namazları sesli kılınır. Sabah namazında sıfat olan kelâm ve kudret olan sıfatlar henüz kişinin kendisine

254

Page 255: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

nisbet etmesi nedeniyle sesli olur. Meraâtib-i İlâhiyeyi bitirenler çok iyi bilirler ki Cenab-ı Hakk’ın fiilleriyle açığa çıkmasının idrâkinin bütün namazlara ahîd olduğunu zevk ederler.

Akşam namazını ilk defa Îsâ (A.S.) kılmıştır. Yahudiler, Allah, Meryem ve Îsâ olmak üzere üçlü bir varlık isnâd ediyorlardı. Bu da şirk olduğu için, Îsâ (A.S.)’yı Cenâb-ı Allah semaya ref’ etti. İşte Îsâ (A.S.) bunlardan Akşam vaktinde kurtulduğu için üç rek’at şükrânî olarak akşam namazını kıldı. Akşam namazını kılabilmemiz için rûhumuzu imam, a’za ve sıfatlarımızı cemaat yaparak gönül mescidinde Cenâb-ı Hakk’ın Ulûhiyyet tecellîsine dönerek kılmamız lâzımdır. Peki ruhumuzu nasıl imam yaparız. Vücûd ülkesinde rûhumuz bütün sıfat ve a’zalarımızdan kendisini şerh etmektedir. Duymamız, görmemiz, konuşmamız hep rûhun kalp komutanına verdiği emirle hareket etmektedir. Hakk’ı duymak, Hakk’ı görmek, Hakk’ı konuşmak için bu sıfat ve a’zalarımız yaratılmıştır. Bir kişi Hakk’ı duymuyor, Hakk’ı görmüyor ve Hakk’ı konuşmuyorsa “Ey insan! Sana Ben duymak, görmek ve konuşmak için a’zalar verdim. Neden bunları yerinde kullanmadın”diye Cenâb-ı Hakk soracaktır. Bir kişi Hakk’ı duymuyorsa gıybet dinlemekten, gözü Hakk’ı görmüyorsa harama bakmaktan, dili Hakk’ı konuşmuyorsa yalan söylemekten kurtulamaz. O kişi bu sıfat ve a’zalarını yerinde kullandıysa Hakk’ı duyan, Hakk’ı gören ve Hakk’ın konuştuğunu zevk eden kişide zulmet perdeleri açıldığı için her nereye bakarsa baksın vech-i Rahmân’ı, her neyi duyarsa duysun Hakk’ın sesini duyacağı için bu sıfatlarımız görevlerini yapmalarından akşam namazını kılmış olacaktır.

Bizler de Cenâb-ı Hakk’ın ef’âlinin, sıfatının ve Zâtının Hakk’ın Vahdâniyyet tecellîsinin tekliğinde üç rek’at akşam namazı kılarız. Akşam namazında Hakk zâhir olduğu için, duyan da, gören de, söyleyen de, işleyen de, konuşan da hep Hakk olur. Dolayısıyle insan burada yalan söylemekten, gıybet dinlemekten, harama bakmaktan vb. kurtulmuş olur. Bunları bilmek, görmek demektir.

Akşam namazını imamla kılan

Onlardır Allah’ı hem zâhir gören

Hakk söyler ene-l Hakk kulun dilinden

Yalvar kul Allah’a seher vaktinde

Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde

255

Page 256: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Akşam namazını imamla kılabilmemiz için gönül mescîdinde rûhumuzu imam, sıfat ve a’zalarımızı cemaat, kıblemizi ‘semme Vechullah’ yapabilirsek, Hakk zâhir olduğu için Allah’ı da bu kişiler apaçık zâhir olarak görürler. Kulun kendi varlığı olmadığı için varlık sâhibi Cenâb-ı Hakk olduğundan kulundan duyan, gören, konuşan hep Hakk’tır. Bizler de bu zevkle akşam namazını üç rek’at olarak kılarız. Farzdan sonra iki rek’at sünnet de yine Cenâb-ı Hakk’ın zâhir ve bâtın, Vahdet ve kesret tecellîlerine beni vâkıf kıldığın için teşekkür ederim demektir.

Yatsı namazını da ilk defa Musa (A.S.) kılmıştır. Musa (A.S.) Firavunun tehlikesinden kurtulması için “Ya Musa! Elindeki asâyı Nil nehrine vur. Sana oniki yol açılacaktır.” dediğinde asâyı Nil’e vurunca oniki yol açıldı. Firavunun tehlikesinden kurtulduğu için dört rekât yatsı namazını şükrânî olarak kıldı. İşte bizler de bu gün Musa (A.S.) gibi nefs firavunundan kurtulup mutmain nefs haline kavuştuğumuz için dört rekât yatsı namazını kılarız. Bir insan yatsı namazını kılabiliyorsa huzurlu olur. Zira Hadîs-i Kudsîde “Kulum bana nevâfillerle yaklaştığı zaman Ben o kulumu severim. Sevdiğim kulumun duymasına kulak, görmesine göz, konuşmasına dil, tutmasına el, yürümesine ayak hatta tüm a’za ve cevâhiri Ben olurum” buyrulmuştur. Bir kişi böyle idrâk ve zevke erdiğinde huzur bulur. Bizlerin de nefs firavunundan kurtularak Nil nehri olan ilim ve irfâniyetle mutmain olmuş nefs tarafına geçip nefs firavunundan kurtulmamız bizlerin de huzur bulmamız ve yatsı namazını kılmamız olacaktır. Bizlerdeki bütün icraat Hakk’ın olursa, O’nun tecellîlerini seyretmek elbette kişiye huzur ve mutluluk verir. İşte yatsı namazının hakîkati budur.”Bizler bu kadar yatsı namazını kılıyoruz ama neden huzur bulamıyoruz” derseniz “Bu idrâklara sâhib olmadığınız için sûret namazı kılıyorsunuz da ondandır.” derim. Sûret namazında insan huzur bulamaz. Hasan Fehmi Hazretleri yatsı namazı için bakın ne diyor:

Yatsı namazında eyle sen huzûr

Muhammed yüzünden Hakk zâhir olur

Hakk bâtın ile halk zâhir olur

Yalvar kul Allah’a seher vaktinde

Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde

256

Page 257: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Şu halde namazlarımızda ve yaşantımızda huzur bulmak istiyorsak Muhammed olan mutmain kemâlât sıfatlarımızdan Hakk’ı seyretmemiz gerekiyor. Sîret olan Cenâb-ı Hakk’ın sûret olan bu kemâlât sıfatlarından her an tecellîlerini seyretmek, O’nunla berâber olmak namazın hakîkati değil midir. Yatsı namazının evvelinde dört, farzdan sonra da iki rek’at sünnet kılmaktayız. İlk dört rek’at sünnet yine ikindi namazının ilk sünneti gibi gayri müekkede sünnettir. Güneş batarken nasıl evvelâ bir kızarıklık görünüp sonra da kızarıklığın kaybolup gece olan Cenâb-ı Hakk’ın Vahdet tecellîsinin zuhûruna kavuştuğumuz gibi ilk dört rek’at sünnet gayri müekkede sünnetlerdendir. Çok zaman kılınmayan, zaman zaman da kılınması gerekli sünnet demektir. Son iki rek’at sünnet de akşam namazının sünneti gibi müekkede sünnetten olup Cenâb-ı Hakk’ın Vahdet ve kesret tecellîlerinin zevkinin kişiye ihsân edilmesinin teşekküründen ibârettir. Zaten farzlardan sonra kılınan sünnetler, bu lütüflara nâil olduğumuz için hamd etmek teşekkür içindir. Vitr namazını ilk defa Peygamber Efendimiz kılmıştır. Peygamberimiz Mi’raca çıkacağı zaman Ebubekir’e “Rabbim beni Mi’raca dâvet ediyor. Rabbimle konuşacağım.” dediğinde Ebubekir “Ya Resulullah ! Rabbinin huzurunda benim için de bir rek’at namaz kılar mısın” dedi. Peygamber Efendimiz de Rabbinin huzurunda bir rek’at Allah için farz, bir rek’at kendisi için sünnet, bir rek’at da Ebubekir için olmak üzere üç rek’at namaz kıldı. Buna vitr namazı dendi. Bu namazda vâcib oldu. İşte bizler de bir rek’atı Allah’ın emri olduğu için farz, bir rek’atı Peygamber Efendimizin sünneti olduğu için sünnet, bir rek’atı da kulluğumuzun idrâki olarak üç rek’at vitr namazını kılarız. Vitr üçün tekliği demektir. Tecellî eden Hakk, tecellî Hakk, tecellî olunan Hakk olunca ihlâs olunmuş olur. İhlâs demek katkısız, saf, temiz, O’ndan başkası yok demektir. Artık burada hafî şirk de kalkmıştır. Aslında namazın özü de budur.

Teheccüd namazı farz değil sana

Yetim malıdır yakar baştan başa

Teberrüken kılar Fehmi yok hâşâ

Yalvar kul Allah’a seher vaktinde

Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde

Fehmi Hazretleri bu namaz yalnız Peygamber Efendimize âit bir ibâdettir. Bu namazı ben dahi kılamam. Çünkü İsrâ Sûresi 79. âyette “Sen

257

Page 258: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

gecenin bir hıfsında kalk, sana mahsus olarak Rabbine teheccüd namazı kıl. Umulur ki Rabbin seni Makâm-ı Mahmûd’a ulaştırır.” buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi bu emir yalnız Peygamber Efendimizedir. Makâm-ı Mahmûd yalnız Peygamber Efendimizin olduğunu bütün enbiyâ evliyâlar bildiği için oraya tebrik için girerler buyuruyor. Makâm-ı Mahmûd’a her bir enbiyâ ve evliyâ teheccüd namazını kılmak isterse kendi esmâsını dışarıda bırakarak Muhammed esmâsı ile o Makâma girer ve tebrik ederek tekrar dışarıya çıkınca kendi esmâsını giyer. Hiçbir peygamber ve evliyâ kendi esmâsı ile oraya giremez. Onun için bütün peygamberler bile âhîr zaman nebîsi Hazreti Muhammed’e “Bizleri de ümmet eyle” diye duâ etmişlerdir. Makâm-ı Mahmûd’un şefaati yalnız Hazreti Muhammed’e âittir. İnsanların bu namazı kılmaları bu Makâmı istemeleri demektir. Bir Âyet-i Kerîmede “Siz yetim malına yaklaşmayınız.” buyrulmaktadır. Peygamberimiz mânen yetim olduğundan dolayı Yalnız sana mahsûs olmak üzere “teheccüd namazı kıl.” buyrulmuştur. Yetim kime denilmektedir. Babasız, anasız kalmış kişiye denilmektedir. Peygamber Efendimizin rûhânîyeti anne ve babadan gelmedi. O’nun rûhânîyeti “Ol” emri ile oldu. Günümüzde taklîdî olarak mânâsını bilmeden teheccüd namazı kılanlar sevap için teheccüd namazı kılıyorlar. Teheccüd namazı idrâki olmadan sevap için gecenin bir saatinde nâfile olarak kılınan bu teheccüd adı altında şeriat’ı evvel mertebesinde elbette çok faydalar sağlamaktadır. Hakîkat seviyesindeki bu ifâdelerimiz bu yerleri idrâk etmeyenler tarafından kerih görülmesin. Her ibâdet yerinde ve mertebesinde doğrudur. İsrâ Sûresi 78. âyet “Güneşin zevâlinden gece karanlığına kadar gereği üzere namaz kıl. Bir de sabah namazı kıl. Çünkü sabah namazında gece ve gündüz melekleri hazır bulunur.”buyrulmuştur. İşte bu namazların idrâkinden sonra teheccüd namazı yalnız Resûlullah Efendimize emredilmiştir. Tevhîdde aslında beş kısım halinde namaz kılınır:

1- Hafî mertebesinde cehâletten, nisbîyetten, şirk ve günahlardan soyunma namazı

2- Ruh mertebesinde şuhûd namazı

3- Mutmain nefs mertebesinde fiilullah namazı

4- Kalp mertebesinde huzûr namazı

5- Sır mertebesinde münâcât namazı

258

Page 259: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

1- Bir kişi Tevhide girmesiyle, Fenâ mertebelerinde nefs tezkiyesi sonunda cehâletinden, nisbîyetinden, şirkinden soyunarak kendi varlığını Hakk’ın varlığında ihtiyârî olarak yok etmesi hafî yâni gizli olan soyunma namazıdır.”Men arefe nefsehû fakat arafe Rabbehû” Hadis-i Şerifi bu yer içindir.

2- Nisbîyetlerinden kurtularak Rûhullah mertebesine gelen bir kişi rûhunu imam, sıfat ve a’zaların vücûdda cemaat, gönül mescîdinde kalp komutanı tarafından akıl nimetiyle Hakk’ın yüzü olarak gördüğü Cenâb-ı Hakk’a şuhûd namazı kılmış olacaktır. Zira şuhûd görmek, şâhid olmak demektir. Kendi vücûdunda O’ndan başkası yok ki başkasını görsün. Rûhunun kalp komutanına nasıl tecellî ettiğini, kalp komutanın emrindeki sıfat ve a’zalara rûhun emrini nasıl ilettiğini, sıfat ve a’zaların da fiilleriyle nasıl zuhûra geldiğini seyretmesidir. İşte kendisinin tecellîlerini seyretmesine de şuhûd namazı diyoruz.

3- Rûhun Muhammed elbise vücûdunu giymesiyle, mutmain olmuş nefs tecellîlerin zâhir ve bâtın farkıyla zuhûr ve müşâhedesi o kişinin fiilullah namazını kıldığını göstermektedir. Çünkü bütün mazharların isti’dâd ve kabiliyetlerinin fiillerle açığa çıkması, onun fiillerini seyretmesidir. Mutmain olmuş Muhammed sıfatlarından elbette Hakk ve hakîkati duyma, görme ve kelâm gibi filler zuhûr edeceği için buna da küllî teslîmin fiiller namazı denilmektedir.

4- Bir kişi Cenâb-ı Hakk’ın celâl ve cemâl tecellîlerini gönül evinde cem’ edebildiyse, Allah’ın kahrı ve lütfunu birlemesi nedeniyle ihlâsa ermiş demektir. Zira tecellî eden, tecellî ve tecellî olunan hep Hakk’tır. Tafsilâtta her ne kadar çeşitli esmâ ve sıfatlarla Zâtını ilân etmişse de özdeki birliği ve mazharlardaki tecellîleri kişiyi yanıltmaz. Sîretteki birlik idrâki kesret ve tafsilâttaki adalet ve şeriat zevkini meydana getirir. Gayrîyetin zâhir ve bâtını yok olduğu için huzûr namazını kılmıştır. Artık O’nda O olmuştur. Her türlü değişik tecellîler onu aldatmaz. Hep huzûrdadır.

5- Salât-ül Vitr namazının üçüncü rek’atından sonra rükû’ya eğilmeden tekrar tekbir getirerek Kunût duâsını okumakla en son mertebenin kulluk mertebesi olduğunu anlıyoruz. Aynen onun gibi merâtib-i İlâhiyyenin sonundaki sır da kulluğun idrâki ile Cenâb-ı Hakk’a münâcatla münâcat namazıdır. Bütün tecellî Hakk’ın Zâtından olduğu,

259

Page 260: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

tecellî mazharları ise Hakk’ın muhtâc olan sıfatlarıdır. Bu sıfatlara biz kul diyoruz. Dâima kulun muhtâclığı böylece anlaşılmış oluyor. Onun için kul olanlar bu idrâkle Cenâb-ı Hakk’a münâcat ederek dâima bu sıfatlarından her an ayrı şe’ndeki tecellîlerini ihsân et. Bu bizim mazharlarımızdan seyreyle diye duâ etmektedirler. Cenâb-ı Allah bütün kardeşlerime bu idrak ve şuurla namaz kılmayı, dâima O’nda O olmayı ve O’nunla dâima konuşmayı nâsîb etsin. Âmin.

NAMAZDA ALLAH’LA NASIL KONUŞULUR

Namaz mü’minin mi’racıdır. Mi’rac ise Hakk ile konuşmaktır. Bir mü’min namazında Hakk’la nasıl konuşur. Zâten namazında Hakk’la konuşmayan ve konuştuğunu bilmeyen namaz kılmamıştır. ‘Allahü ekber’ tekbiriyle namaza başladığımızda evvelâ ‘Sübhaneke'yi okumaktayız. Bunu okumaktaki gâyemiz kendi varlığımızı yok ederek Hakk’ın varlığını zevk etmektir. Ondan sonra okuduğumuz yarısı Hakk’a, yarısı da halka ait tecellîlerin ifadesi olan Fâtiha-i Şerîfte, mü’minlerin canlı bir Fâtiha olduğu anlaşılmaktadır. Ayakta durma idraki bizlere fiilerin fâilinin Hakk olduğunu bildirmektedir. Fakat fiilerin vücûdu olmadığından nereden tecellî ettiğini anlamak için tecellî ettiği sıfatlara nazar ediyoruz. Gördüklerimizle bütün sıfatlardan fiilerin tecellî ettiğini, hiçbir sıfatın kendine ait bir gücünün, kudretinin, duymasının, görmesinin, bütün mevsûf sıfatlarının olmadığını, yalnız mevsûf sıfatların sahibinin Allah olduğunun şühûd ve müşâhedesi ile rükûda “Sübhâne Rabbiyel azîm” diyoruz. Yani “Rabbim, bu gördüğüm noksan sıfatlardan münezzeh, azîm olandır.” diyoruz. Üç defa demekteki gâyemiz Allah’ın bu mukayyed olan Âdem veya âlemdeki ef’âl, sıfat ve Vücûdullah olan üç tecellîsine binâendir. Allah da kulun dilinden “Semi Allahülimen hamide” “Kulumun hamdini işittim” diyor. Kul kıyama kalkarak “Rabbena lekel hamd” “Hamd yalnız Rabbime mahsustur” diyerek Hakk’ın sözüne cevap veriyor. Görüldüğü gibi Hakk ve halk kuldan tecellî ediyor. Yine üç defa “Sübhâne Rabbiyel alâ” “Noksan sıfatlardan münezzeh olan Rabbim en alâdır, yücedir” diyoruz. Ne gördük de bunu diyoruz. Çünkü kıyamda fiilerin fâilinin Allah olduğunu, rükûda sıfatlardan tecellî eden mevsûfun O olduğunu, secde de bunların vücûddan tecellîsini müşâhede ederek Vücûdullahtan başkasının olmadığını görüp zevk ederek yüceliğini ifade ediyoruz. İkinci rek’atta oturunca da ‘Ettehiyyatü’yü okuyarak namaz

260

Page 261: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

içindeki Rabbiyle karşılıklı konuşmanın özetini tekrar yapıyoruz. Evvelâ kul ‘İbâdetler, dualar ve bütün tesbihât Sanadır ya Rabbim’ diyerek acziyetini, kulluğun gereği olan saygı ve hürmetini bildiriyor. Rabbi de ona cevaben ‘Selamım, selâmetim, bereketim, mutluluğum senin ve bütün inananların üzerine olsun’ diye kulun diliyle, kula cevap veriyor. Melekler de bu Yaratan ve yaratılanın konuşmalarına şahit oldukları için “Şehadet ederiz ki Allah tektir, Hz. Muhammed onun kulu ve Resûlüdür” diyorlar.

İşte böylece Mi’racımızda Rabbimizle görüşmüş oluyoruz. Rahmân Sûresi 26 ve 27.”Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir; Yüce ve iyilik sahibi Rabbinin yüzü bâkidir” âyetlerde de buyrulduğu gibi mülkünde kendisinden başkasının olmadığını, bilinmekliğini murat ettiği için biz sıfatlarını yarattığını ve fiileriyle de bizlerin isti’dâdları nisbetinde tecellî ettiğini her yönüyle bizlere bildirmektedir.

İşte günümüzde her an ve her nefes birliği bozmayan bir ikilikle, Aynı kulakla hakk’ı duyar iken, Hakkın da aynı kulakla halkı duyduğunu, Aynı gözle Hakk’ı görür iken Hakk’ın da Aynı gözle Halk’ı gördüğünü yani sıfatlarını seyreylediğini, ve yine aynı dille Namazda olduğu gibi rukuda, Hamdi rabbımıza yapar iken “aynı dille hakk’a hamd eder iken” ve yine aynı dille doğrulur iken, işittim kulumun hamdini diyerek Rabbımızın işittim dediği dilin aynı olduğunu bu vucut ülkemizde görmemiz ve daim seyrininde Namaz oluşunun zevkiyle Daim namazda olmuş oluruz. Allah cümle kardeşlerimize Salat-ı daimun olan daim namazı, daimi seyri nasib eylesin. Amin.

NAMAZDA KOLAYLIK

Kur’ân-ı Kerîm’de üç türlü namazdan bahsedilmektedir:

Salât-ı Vukuta (yani vakitlerle ilgili)

Salât-ı Vusta (kalb namazı, orta namaz)

Salât-ı Dâimûn (dâimî olarak Hakk’tan başka görmemektir)

Vakitlerle ilgili namazımızı câmiye gitme imkânımız var ise elbette cemâatle kılmalıyız. Câmiye gitme imkânımız yoksa evimizde veya işyerimizde de kılabiliriz. Fakat çalıştığımız yerde bu imkânların hiçbiri yoksa kendimizi zorlamaya gerek yoktur. İmkân nisbetinde öğle ile ikindiyi cem ederiz. Akşam ile yatsı namazlarını da yalnız farzlarını

261

Page 262: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

kılmak sûretiyle cem edebiliriz. Uzun bir yolculuk veya yirmidört saat nöbet gibi iki vaktin dışına çıkacak bir zaman içersinde namazımızı ta’dîl-i erkânla veya cem ederek kılamıyorsak yalnız farzlarını îmâ ile yâni akıl nimetiyle kılabiliriz.

Allah bize namaz kılacak bir imkân tanımamışsa biz Allah’tan daha üstün bir imkâna mı sahibiz de onu yaratmaya kalkışıyoruz.”Dinde kolaylaştırıcı olunuz. Zorlaştırıcı olmayınız.” Hadis-i Şerifinde ve Âl-i İmrân Sûresi 191.”Onlar ki, gerek ayakta, gerek otururken ve gerekse yanları üzerinde yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünenler "Ey Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın, seni bütün eksiklerden tenzih ederiz; o halde bizi o ateş azâbından koru” âyetinde “Onlar ayakta iken, otururken ve yatarken Allah’ı zikrederler.” Yani namaz kılarlar. Onun için dinde zorlama yoktur. İmkânımız neye elveriyorsa ona göre hareket etmemiz gereklidir.

Namaz nedir. Namaz mü’minin mi’racıdır. Mi’rac nedir. Mi’rac Allah’la beraber olmak ve konuşmaktır. Bizler her varlıkta Allah’ın tecellîlerini görüyorsak yalnız câmide değil her zaman ve her yerde O’nunla konuşma imkânına sahibiz demektir. Doktor veya hemşire bir kardeşimiz günümüzdeki yasaklamalar nedeniyle kollarını sıvayarak lavaboda abdest alma imkânı bulamıyorsa, seccadeyi serip kıyam, rükû ve secde etme imkânı yoksa, bu kardeşlerimiz îmâ ile abdest alıp îmâ ile namaz kılabilirler. Her ne kadar şerîat-ı evvelde namazın kazâsı vardır ama, şerîat-ı sânî olan hakîkatte namazın kazâsı yoktur. Şerîat-ı evvel zevkinde olan kardeşlerimiz namazlarını kazâ da yapabilirler.

Zâhir imkânlara sahip olmayan bir mü’min, bâtın diye vasıflandırdığımız kalben Allah’la konuşmayı terk etmemelidir. İmkânı olduğunda zâhir ve bâtınını birleyerek her ikisini de yapabilir. Bâtın Hakk’la beraber olmak her zaman ve her durumda mevcuttur. Fakat günümüzün koşullarına göre zâhiri ibâdet imkânlarımız zaman zaman engellenebilir. İmkân mevcûd olmayabilir. Çalıştığımız yerin durumuna göre bizlere gerici, yobaz gibi tabirler kullanılabilirler. İşte böyle yasaklamalarla karşılaştığımızda ibâdetleri terk etmek değil, onlarla sürtüşmek değil, zâhirini terk ederek, bâtına geçip gönlümüzden bağları sağlamlaştırmak en çıkar yoldur. Zira İslamiyette zorda kalınca, haram olan leş yemek bile helal olur. Ayrıca Allah bizlerin sûretlerimize, amellerimize bakmaz. Kalb ve niyetimize bakar. Şu halde cem etme imkânımız varsa evvelâ öğlenin yalnız farzını sonra da ikindinin farzını

262

Page 263: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

arka arkaya kılabiliriz. Evvelâ akşamın farzını sonra da yatsının farzını kılar, cem edebiliriz.

Namazlarımızı vaktinde geçirmeden mutlaka kılmalıyız. Kazâya bırakmak olmaz. Çünkü kazâ namazı avâm içindir. Tevhîd ehli namazlarını kazâya bırakmaz. Mutlaka vaktinde kılar. Kılamadıysa hem zamanında vakti geçmeden îmâ ile onu kılar hem de imkânı olunca evinde cem eder. İnsanların Cehennem’i cahilliği, Cennet’i ise irfâniyet ve zevkidir. İşte bu kâideleri bilmeyenler ‘zamanında namazımı kılamadım diye’ dâima azâb içindedirler. Allah ümmet-i Muhammed’i bu azâblardan bir an evvel kurtarsın. Âmin.

NAMAZDA SÜSLÜ ELBİSE GİYMEK NE DEMEKTİR

Kur’ân-ı Kerîm Araf Sûresi 31. âyeti “Ey Âdemoğulları! Her mescîde gidişinizde güzel giysilerinizi giyin ve yiyin için, fakat israf etmeyin, Çünkü Allah israf edenleri sevmez” buyurmaktadır. Zâhirde temiz elbiselerimizi giyerek mescîdlere gitmemiz elbette gereklidir. Oradaki diğer mü’min kardeşlerimizi ayak ve ter kokularımızla rahatsız etmemiz elbette ki Allah’ın bizlerden istemediği bir davranıştır. Hiç kimsenin başkasını rahatsız etmeye hakkı yoktur.

Bu emr-i İlâhiyeyi bâtın yönüyle mütalaa edecek olursak, burada namazdan gâye, Allah’a secde ederek, O’nunla beraber olma ve konuşmaktır. Allah, bu Âdem ve âlemdeki tecellîlerine vâkıf olmamızı, nefs vâdisindeki kirli cehâlet ve nisbîyet elbiselerinden kurtularak, Cenâb-ı Hakk’ın nuru olan ziynet elbiselerini giyerek beraber olmamızı ve konuşmamızı istemektedir. Bu ziynet elbisesine bir kişinin sahip olabilmesi için, 1- İhlaslı olarak fiillerin fâil secdesini 2- Teslimiyetin gereği olan tevekkül ile sıfatların mevsûf secdesini 3- Cenâb-ı Hakk’ın rızası ile kâim olan mevcûd secdesi ile hak ve hakîkatin tahakkuku istikametinde, hukuk ve şerîatına uygulaması gerekmektedir.

Bir Hadîs-i Kudsî’de “Kulumun bana en yakın olduğu an secde anıdır.” buyruluyor. Şu halde, bir kişi de O’na ef’âl-i İlâhiyenin secdesi, sıfat-ı İlâhiyenin secdesi, zât-ı İlâhiyyenin secdesi ile yaklaşabilir. Daha evvel kendisine nisbet ettiği bu Cenâb-ı Hakk’ın tecellî varlığını, sahibine vermekle üzerindeki kirli ve pis elbiselerini çıkarmış olacaktır. Çıkarmış olduğu bu elbiselerin yerine, Hakk’ın üç tecellî elbisesini kabullenmesi de onun bu süslü Hakk’ın elbiselerini giymesi demektir.

263

Page 264: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Yani kendi varlık elbiselerini çıkararak Hakk’ın nûr elbiselerini giymesi, aynı zamanda Muhammed elbisesini giymesi demektir. Şirk ve nisbîyet içerisinde iken kendisindeki Muhammed elbisesinin gizli olması nedeniyle kendisine nisbet ettiği bu elbise kirli ve pis olduğu için, Cenâb-ı Hakk ile konuşamıyor ve ibâdetlerini de taklîd olarak yapıyordu. Bu kirli ve pis olan şirk ve nisbîyet elbiselerini çıkarıp Nûr-i Muhammedî elbisesi olan mutmain nefsin sergilediği Allah’ın Rahmân sıfatları olan Muhammed’in temiz ve pak elbiselerini giymesi ve şerîat-ı ahkâmiye ile kendi kul mazharından dâima zuhûra getirmesi, o kişinin süslü ziynet elbiselerini giyerek namaz kılması olacaktır. O kişi bundan sonra, Cenâb-ı Hakk’ın her an ayrı şe’nde tecellîsi ile, bu tecellîleri yerinde, farkıyla zevk edecek, manevî gönlündeki bu gıdayı yiyip içip israf da etmeyecektir. Zira yenen ve içilen rûhun gıdalarıdır, cesedin gıdaları değildir. Onun için her şeyi yerli yerinde farkı ile zevk etme gayretinde olacaktır. Zâhirde âlemlerin Rabbi olan Allah’ın huzuruna durduğumuzda, abdest alarak temizleniyor ve temiz elbiselerimizi de giyerek huzura duruyorsak, aynen bunun gibi, bâtında da kendimize nisbet ettiğimiz varlığı çıkararak, Hakk’ın varlığı ile varlıklanıp, nefsin mutmain olarak Nûr-i Muhammedi elbisesini giyip, ancak o zaman Rabbimizle konuşabiliriz. Kur’ân-ı Kerîm’in Tâhâ Sûresi 12. âyetinde “Ben şüphesiz senin Rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar, çünkü sen kutsal bir vâdi olan Tuvâ'dasın” buyrulmaktadır. İşte biz de Hakk ile beraber olmak ve onunla konuşmak istiyorsak, gayriyet ve cehâlet olan şirk ayakkabılarımızı çıkarmamız gerekmektedir. Aynı kirli elbiselerimizin çıkarılması gibi. . İşte o zaman onunla beraber olma ve konuşma zevkine sahip olabiliriz.

Böylece eski elbiselerimizi çıkartarak yeni ve süslü elbiselerimizi giymiş ve dâima onunla beraber olma zevkine ermiş oluruz. Farkı ile zevk ettiğimiz için yiyip içtiğimizi israf da etmemiş oluruz. Cenâb-ı Allah bütün kardeşlerime ziynetleriyle namaz kılmak nasîb etsin.

NÂS SÛRESİ

Âyet 1- “Kul eûzü birabbin nâsi” “De ki, nâsın Rabbine sığınırım.” Nâs ne demektir. Nas içersinde her türlü inanç ve mertebede bulunan insan toplumları demektir. Bunların Rabbi kimdir. Bunların terbiye edici ve öğreticisi, zanlarındaki ve hayâllerindeki bir Rabdır. İşte

264

Page 265: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

öyle, zanlarında yarattıkları bir Rabden, bizzat kemâl sıfatlardan kendini ilân eden âlemlerin Rabbine sığınırım.

Âyet 2- “Melikin nâsi” “Nâsın Melikine sığınırım. ) Melik idâre eden hükümdar demektir. Nâsın Meliki ise, herkesin işini ve kazancını bilen ve idâre eden kendisidir. Halbuki Cenâb-ı Allah onların güç ve kuvvetlerinin olmadığını, yalnız güç ve kuvvet sahibinin kendisi olduğunu söylüyor. Onların mazharlarından, onları da idâre edenin kendisi olduğunu söylüyor. (Limenil mülkü yevm lillâhi vâhidül kahhâr) “Bu mülk Vahid-ül Kahhâr olan Allah’ındır.” beyânı ile Malik Allah’tır.

Âyet 3- “İlahinnas” “Nâsın ilahına sığınırım.” Nâsın ilâhı, kendilerine nisbet ettikleri ef’âl, sıfat ve vücûd idi. Bu üç tecellîyi kendi vücûd ülkelerinde kendilerine nisbîyetle onlarında onların ilahları, fâil, mevsûf ve vücûdları kendileri olduğu için şirkleri oldu. İşte bir kişi, fâilin, mevsûfun ve mevcûdun Cenâb-ı Hakk olduğunu idrâk edince, nisbîyetlerinin fânî, hakîkî ilâhın ise Cenâb-ı Hakk olduğu meydana çıkmış olacaktır.

Âyet 4-5- “Min şerril vesvâsil hannasi” “Vesvese veren şeytanın şerrinden sığınırım” Şeytan kişilere gaflet halinde vesvese verir. Gafletten uyanıp, Allah’ı zikir edince, Şeytan kişiden uzaklaşır. Onun için kişileri gafletten kurtaran tek ilaç zikirdir. Kim ki gaflete giriyorsa Şeytan hemen ona vesvese verir. Fenâfillâh olunca vücûd kalmaz. Dolayısıyla vesvese de yok olur. Fenâdan sonra, Hakk teâlâ Hazretleri Mâbud olunca, abdin zuhûru ile Şeytan zâhir olur. Kişilerin kalbine hortumunu uzatarak onların vehim ve vesvese gibi hallerle Hakk’ın tecellîlerini görmelerine engel olur.

Âyet 6- “Minel cinneti vennas “ Vesvese veren Şeytan iki nev’îdir:

1- Cinler gibi lâtif olan, vehim ve hayâl gibi görünmeyen haller,

2- Mudil esmâsına mazhar olan emmâre nefisli insanlardan his ile görülen hallerdir.

Bu iki sınıf vesvese verenlerden, âlemlerin Rabbine sığınmak lâzımdır. Bu da merâtib-i İlâhiyeyi tahsil etmek ve yaşamakla mümkündür. Yoksa nâsın Rabbi, nâsın meliki, nâsın ilâhından kurtulamadığımız için şeytanın her an vesvesesinden de kurtulamayız. Dolayısıyla da gaflet içinde kalan sapıklardan oluruz. Cenâb-ı Allah bütün ihvânı kurtuluşa erenlerden etsin. Âmin.

265

Page 266: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

NASR SÛRESİNİN BATINÎ MÂNÂSI

Bu sûre üç âyetten ibaret olup:

1- Allah’ın yardımı bizlere geldiğinde,

a) Nefsin fethi, b) Kalbin fethi, c) Rûhun fethi ile Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ ve sıfat tecellîlerini geçip fethederek kurtuluşa erildiğinde,

2- Vücûd ülkendeki bütün sıfat ve a’za kavimlerinin, bölük bölük, tabur tabur, alay alay mutmain nefs olarak sana tâbi olduklarını görürsün.

3- Kurtuluşa ererek, bütün sıfat ve a’zalarının grup grup, mutmain nefs olarak sana tâbi oluşlarına karşılık Rabbine hamd ederek, dâima onu tesbih et. O, kalbinle tenzih, hissinle teşbih ve gönlündeki müşâhede ile de Tevhîd yapman nedeniyle, kendine rücû edenlerin rücûsunu kabul edendir.

‘Nasr’ kelime mânâsı itibariyle de, yardım edilen, üstünlüklere sahip olan demektir.

N: Nûr-i Muhammediyye

S: Selâmete çıkan

R: Rahmete mazhar olan

Kimler Allah’ın rahmetine mazhar olmuşlarsa, onların Cenâb-ı Hakk’ın Nûr-i Muhammediyyesiyle selâmete çıkacağı bildirilmektedir.

İşte, sâlikler de bu sûrede belirtildiği gibi, Allah’ın yardımı geldiğinde, ikilikteki hallerinden kurtulup Hakk’a vâsıl olmak için bir Mürşid-i Kâmile gelerek, nefs terbiyesini, kalb ve rûhun özelliklerinin irfâniyet ve fethini yaptıktan sonra melekût âlemindeki kurtulmuşlardan olur. Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyet deryâsında, Tevhîd Cennet’inde yaşamaya başlarlar. Bunlar ölmeden evvel ölmüş ve Hakk’ın varlığını dâima zerreden kürreye kadar seyredenlerdir. Bu demde kişi ister yüzünü doğuya isterse batıya çevirsin, Cenâb-ı Hakk’ın yüzünden başka hiçbir şey göremeyecektir.

Bundan sonra kişi, Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyye olarak bildiği cemâdât, nebâtât, hayvânât ve insan olarak her varlıktan Hakk’ın sedasını mutmain nefs olarak duymaya başlayacaktır. Her sıfat ve

266

Page 267: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

mazharın, senin bir tecellîn olduğunu haykıracaktır. Artık vücûd ülkende, dar-ül harb’den çıkılmış ve her şeyi farkı ile görmeye ve farkı ile muamele etmeye başlanmıştır.

Böylece, kalbin ile Cenâb-ı Hakk’ı tecellî ettiği mazharlara benzetmeden, hissin ile teşbih, kalbin ile tenzih etmek suretiyle tecellî ettiği bütün mazharlardan görünenin O olması nedeniyle, her ikisini (teşbih ve tenzihi) birleştirerek Tevhîd yapmanız sizi menzile ulaştıracaktır. Kalb dönücü olduğu için tabiattaki celâl tecellîlere dönerek celâl yüzünü gösteren, cemâl tecellîlere yüzünü dönerek cemâl tecellîlerini gösteren, bir idrakla, her şeyi müşâhede edebilirsin.

Artık kişi, birinci âyette tenzih, ikinci âyette teşbih, üçüncü âyette de Tevhîd yaparak mutluluk ve huzur içinde yaşamaya devam edecektir. İnsanoğlu beşer olması nedeniyle zaman zaman hata yapabilir. Fakat Cenâb-ı Allah, tövbeleri kabul eden, lütfunu da kulunun üzerinden eksik etmeyendir.

Bir sâlikin Mürşid-i Kâmilinden elde edebileceği bütün mükâfatlar Nasr Sûresinin sırrından ibârettir. Cenâb-ı Allah bütün kardeşlerime bu sûreyi idrâk ettirsin. Âmin.

NECM SÛRESİ

Yıldız anlamına gelen ‘necm’ ile başlayan bu sûre, parlak yıldızlarla, kişilerin yönlerini bulabileceğini bildirmektedir.

N= Nûr-i Muhammediyye'dir.

C= Cemâl-i İlâhiyedir.

M= Tafsilât-ı Muhammediyye demektir.

Bir kişi, kendi gönül âlemindeki Nûr-i Muhammediyyeyi görmek isterse, Vücûd-u İlâhiyesi olan Tafsilât-ı Muhammediyye olan sıfatlarında, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini seyretsin veya rûh olan sîretimizin, kalb gözü olan irfâniyet idrâkimizle, bütün sıfatlarımızdan görünen Cenâb-ı Hakk’ın cemâlinin zuhûru demektir. Bunun da bir İnsan-ı Kâmilden Tevhîd tahsili yapmadan elde edilmesi mümkün değildir. Nahl Sûresi 16.”Ve işaretler koydu. Yıldızla da yollarını bulurlar onlar” âyetinin zâhir mânâsı, kervancıların ve gemicilerin bu yıldızlarla yönlerini

267

Page 268: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

bulabileceklerini aklımıza getirse de, Hakk ve hakîkat yolunda, cehâlet ve gayriyet karanlığında inananların yönlerini ve kıblelerini bulmaları, ilim ve irfâniyeti ile parlayan İnsan-ı Kâmillerin vasıtasıyla, insanların Hakk ve hakîkati bulmaları demektir.

İsra Sûresi 70. âyette “Andolsun ki: Biz, Âdem oğullarını üstün bir şerefe mazhar kıldık; karada ve denizde binitlere yükledik ve güzel güzel nimetlerle besledik; yarattıklarımızdan çoğunun üzerine geçirdik” buyrulmaktadır. İnsanlar kara ve denizde yönlerini bulmak ve menzillerine varmak için parlayan bu yıldızlardan istifade etmektedirler. Ayrıca herkes bu yıldızlarla kıblesini de bulurlar. Zâhir ve bâtın birdir. Zâhirde nasıl kıble veya yönlerini bu parlayan yıldızlarla buluyorlarsa, bâtında da İnsan-ı Kâmiller halk arasında parlayan yıldızlar gibidir. Ancak bunlarla, kişinin gönül Kâbe'sini bulması ve bütün icraatını ona dönerek yapması mümkündür.

Cenâb-ı Allah “Karada ve denizde insanoğlunu yüklendik” ifadesi ile “kara” demek, kesret âlemi, fenâ âlemi demektir.”Deniz” demek, Vahdet âlemi, bekâ âlemi demektir. Ayrıca, ‘beden’ kara, ‘rûhaniyet’ yönü de deniz demektir. İnsan-ı Kâmil her ikisini kendisinde cem eden ‘Marecel Bahreyn’dir. Yani onları karada ve denizdeki vuslatlarında İnsan-ı Kâmil mazharından taşıdık demektir.

Onun için insanlar, dünyadaki yaşantılarında, cehâlet karanlığında, yönlerini bulmak isterlerse, Cenâb-ı Hakk’ın her varlıktaki o yüce tecellîlerini seyretsinler.

Cenâb-ı Hakk, Nûr-i Muhammediyyesinin idrakinin, bütün sıfatlarından tecellî eden Cemalullahını seyretmekle mümkün olduğunu bizlere bildiriyor. Maide Sûresi 35. âyette “Ey îmân edenler, Allah'tan korkun, O'na yaklaşmaya vesîle arayın, O'nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa erebilesiniz” buyrulmaktadır. İşte bu vesîleler toplum içinde bulunan parlak yıldızlar durumunda olan İnsan-ı Kâmillerdir. Bu parlak yıldız durumunda olanlar, kişilerin hem kıblesini, hem de menzilini buldurabilirler.

Bir âyet-i kerîmede “Ey gayba îmân edenler” denmektedir. Gayb, Allah değildir. Çünkü Allah’ın yanında, O’ndan büyük bir varlık olması lâzım ki O’nu örtmüş olsun. Ârifler için o gizli değildir. Toplum içinde ‘gayb’ durumunda olan işte bu İnsan-ı Kâmillerdir. Onları ehli çok iyi tanır. Onlar parlak yıldızlar gibi yönünü ve kıblesini bulmak isteyenlerin yön ve kıblesini buldurmaktadırlar. Sâlik durumunda olan

268

Page 269: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

kişilerin de, karada ve denizde, yâni fenâ ve bekâ âlemlerinde vuslatlarını sağlayan Rableridir. Zira o kuluna şah damarından daha yakındır. Kulun kendi varlığı yoktur. Varlık sahibi Cenâb-ı Hakk ise, elbette menzile kadar yüklenen ve taşıyan da Rabbimiz olacaktır.

Cenâb-ı Allah, bütün inananlara bu parlak yıldızları vesîle kılsın.

NİÇİN MELAMÎ OLUNMALIDIR

Bir kişinin tasavvuftaki vuslatı, Mi’rac yaparak Allah’ın dâima Zâtının sıfatlarıyla beraberliğinin ve sevişmesinin, her sıfattaki ayrı ayrı tecellîlerini her an zevk ederek seyretmektir. Bu da bir İnsan-ı Kâmilin tahsilinden geçmekle mümkündür. Hakk’a gönül verenlerin, kendi İnsan-ı Kâmilindeki bu tahsilinde, biat etmekle birlikte, zikirde nasıl Mi’rac yaptığını, ef’âl mertebesinde, fiilleriyle nasıl Mi’rac zuhûrunun görüntüye girdiğini, sıfat mertebesinde varlıklarla olan bütün temaslarındaki Mi’rac zevkinin nedenlerini ve Zât mertebesinde de O’nunla O olmanın zevki ve bunları kendi gönül laboratuvarında işleyerek, Allah’ın bütün sıfatlarının isti’dâd ve kabiliyetleri nisbetinde, Zâtının sıfatlarından tecellî edişi Mi’racı olacaktır. Günlük ibâdet ve çalışmalarında kendini dâima yakın takibe alarak, kendine telkîn edilen bu anayasa maddelerini hiçbir zaman unutmamaya gayret göstererek zikirle birlikte mutlaka fikir edilmelidir. Cenâb-ı Allah, kâinatta bütün varlıkların imal etme ve çoğalma fabrikalarını kendi içindeki çekirdeğin içine koymuş ve her an ayrı bir biçimde sonsuza kadar tecellîlerini zuhûr ettirmektedir. İşte bizler de, Cenâb-ı Allah’ın bir sıfatı olarak, “En üstün yarattım” dediği bu insan varlığının özünde kendini, Hüviyyet ve Eniyyeti ile gizlemiş olduğundan O’nu kendi gönlümüzde zuhûra getirmek olmalıdır. Kişi o zaman anlamış olacaktır ki, kişi diye bildiğimiz ve kabul edip oyalandığımız varlık, bizlerin olmadığını, varlık sahibinin Allah’ın insan sıfatından zuhûrunun bir görüntüsü olduğunu anlamış olacaktır.

Allah’ın Zâtı olmasa, bu insan mazharlarının, ne bir gücü ne de kuvveti vardır. Meğerse kendi sıfatından bilen de, gören de, açığa çıkan da Cenâb-ı Hakk’mış. İşte böyle bir idrâk ile, kişinin her varlıkta tecellî eden Allah imiş demesi bile ikilik olduğundan bu kişiler, zevklerinde ve gönüllerinde, O’nda O olmanın zevkiyle her neredeki mazharda tecellî ediyorsa, kendi tecellîsini, kendisi seyredeceği için, hem dâima mutlu, hem de hiçbir varlıkla ihtilafı kalmayacaktır. Çünkü kendi varlığının

269

Page 270: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

yanında başka bir varlık yok ki ihtilafa girsin. Bütün ihtilaflar ve çekişmeler ikiliktedir. Zerreden küreye kadar her sıfatında Zâtını ilâneden Hakk’tır.

Sizlere biraz da Makâm ve mertebelerdeki Mi’ractan bahsedeyim. Zikir, Makâm değil, mertebedir. Her mertebenin Mi’racı olduğu gibi, bizlere “Allah’ı Allah’la zikret” dendiği için, Allah’ı biz değil, Allah bizlerden zikretmektedir.”Velâ havle velâ kuvvete illâbillahilalîyül aziym” kuvvet ve kudret sahibi biz değil Allah’ın olduğu anlaşılmış olur. Zikredenler mest olur, onlar Allah’la dâima dost olur. Tefekkür ettiğimizde, kendimizdeki Allah’ın bizden nasıl zikrettiğini, gönlümüzde yaşadıkça, O’nunla beraber olmanın ve O’nun zikriyle gönlümüzün huzur ve saadet içinde aydınlandığını hissederiz. Daha bu demde iken bile, ‘Senden zikreden Allah’tır’ dendiği için, Allah’ın Mekke’de Medine’de değil, kendi gönlümüzde olduğunu hissetmeğe başlarız. Allah’a gönül veren kişinin, her işi O’nunla olacağı için, gaflete girmemeye özen göstererek, saat gibi kalbinin zikrini sağlamaya ve dâima onunla beraber olmak Mi’racını yapmış olacaktır.”Zikirle gönüller huzur ve sükûna kavuşur” ve “Zikirle kalbler itminan olur” âyetlerinden de anlayacağımız gibi, kulun gönlünde çok zevkli tecellîler vardır. Bütün ibâdetlerde, ibâdete mutlaka bir zaman ayırmak mecburiyetindeyiz. Fakat zikir ibâdetine zaman ayırmamız gerekmemektedir. Zira her zaman ve her yerde yapılabilir. Dâimî zikre giren kardeşlerimiz, dâimî Mi’racı da elde etmiş olabilirler. Zira Ankebut Sûresi 45. âyette “Sana vahyedilen Kitabı güzel güzel oku ve namazı kıl! Muhakkak sahih namaz edepsizlikten ve uygunsuzluktan alıkoyar. Muhakkak zikir en büyük iştir ve Allah, her ne işlerseniz bilir.” buyrulmuştur. Görüldüğü gibi bütün ibâdetlerin üstünde Allah’ı zikretmek, en büyük üstünlüktür. Yeter ki zikirle birlikte fikir de yapalım. Bütün tarîkatlarda zikir vardır. Fakat Allah’ın Vahdâniyyet tecellî fikri yoktur.

Tevhîd-i Ef’âl mertebesinde, bütün mazharlardan tecellî eden Cenâb-ı Hakk’ın fiillerinden fâil olanı görmek, o kişinin Mi’racı olacaktır. Zira abdest alırken, namaz kılarken veya başka birisi ile herhangi bir iş yaparken, fiillerin fâilini düşünmek ve ona göre hareket etmek, elbette günbegün kişiyi bunları seyredecek bir hale getirecektir. Yeter ki gönül verelim. İlimde ‘Fiillerin fâili Allah’tır’ dedikleri halde, bazı kişiler fiili ayrı fâili ayrı mütalaa ettiklerinden fiilleri kişilere nisbet ederek ilimden öteye geçemiyorlar. Allah lâtif olduğu için onun fiilleri de, fâilliği de bir

270

Page 271: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

mazhardan tecellî ettiği için lâtiftir. Sen yalnız zâhir mazharı görür de lâtif olan tecellî edeni göremezsen, bil ki lâtif olan fâil ve fiilin o mazharın isti’dâdına göre, o mazhardan tecellî ettiğini henüz idrâk edememişsin demektir. Bu ilmi, amellerimizle uygulamaya koymadığımız müddetçe, artı ve eksi kutupların bir araya gelmeden lambayı yakmadığı gibi, gönlümüzdeki fiillerin Mi’racını yapmamız da mümkün değildir. Fiillerin Mi’racı, abdest alırken senin elinden seni nasıl yıkadığını seyretmektir. Namazda, kıyamını, rükûunu, secdeni senin mazharından nasıl ta’dîl-i erkân ile yaptığını kendi mazharından seyretmektir. Âfâktaki bütün sıfatları, her neresi için yaratılmışlarsa orada onu nasıl kullandığını, onun mazharından fiilleriyle nasıl zuhûra geldiğini ve ona göre şerîat doğrultusunda hareket etmek olduğunu uygulamak onun Mi’racı olacaktır. Cenâb-ı Hakk’la beraber olmak ve dâima onunla konuşmak isteyen kardeşlerim, hem kendisini, hem de çok geniş sahaya sahip olan fiiller âlemini yakın takibe alarak, verilen telkînât doğrultusunda izlemeyi hiç bırakmasın. Günbegün, fiillerin Mi’rac zevkine sahip olacaktır.

Sıfat mertebesinde, sabit olan sıfatların, ister kişinin kendisinden tecellî eden kelâm ve kudret olsun, isterse âfâktaki bütün sıfatlardan tecellîler olsun, Cenâb-ı Hakk’ın tecellîleri olduğunu bilip zevk etmek de kişinin sıfat Mi’racı olacaktır. Kur’ân okurken, namaz kılarken kelâmın kelâmullah olduğunu zevk ettiğimizde, Zâtını bizim gibi insan sıfatlarından nasıl açığa çıkarmak istediğini, uygulandığında da namazdaki gibi açığa çıktını, fiilleriyle görür, kelâmı ile de duyarız. Artık kıldığımız namazları Rabbimizi görüyormuş gibi değil, bizzât görerek icra ederiz. İki cihan serveri güzel Peygamberimiz bunu, namazın ta’dîl-i erkânında îzâh etmişlerdir. Rükûda iken kulun üç defa, “Subhâne rabbiyel azîym” “Noksan sıfatlardan münezzeh olan Rabbim yücedir” yani ‘Bütün sıfatlardaki yüceliğini gördüm. Bu gördüğüm sıfatlardan tecellî ettiğin halde hiçbirine benzemesin. Bunların hepsinden yücesin’ sözüne karşılık, Cenâb-ı Hakk’ın “Semi Allahhülimen hamide” demek sûretiyle “İşittim kulumun hamdini” diyerek kulun dilinden kula cevap vermesi, kul ile Rabbimin karşılıklı konuşması değil midir. Halka hizmetin Hakk’a hizmet olduğunu dâima söyler dururuz ama şühûd sahibi olamadığımız için halk diye bildiğimiz sıfatların Hakk’ın Zâtının açığa çıkma mazharları olduğunu, sıfatların kendilerine ait varlığının olmadığını, varlık sahibi Cenâb-ı Hakk olduğu için hizmetin de O’na olduğunu zevk edemeyiz. Ancak bu zevke sahip olanlar, fiil ve sıfat Mi’raclarını iç içe yapmış olurlar. Hacı Bayram Velî Hazretlerinin :

271

Page 272: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

“Kim bildi ef’âlini, o bildi sıfatını

Onda buldu zâtını sen seni bil sen seni

Görünen sıfatındır onu gören zâtındır

Gayri ne hacetindir sen seni bil sen seni”

ilahilerdeki ifadelere vâkıf olanlar kendi gönüllerinde zevk ederler.

Zât mertebesinde ise varlık günahı kalmayınca, tecellî eden Cenâb-ı Hakk’ın Zâtının bütün sıfatlarından, fiilleriyle kendi yüceliğini sıfatların isti’dâd ve kabiliyetlerine göre sergilemesidir. O’nun mülkünde kendinden başkası kalmayınca tecellî eden, tecellî ve tecellî olunanın birliği zuhûr edecektir. Burada, Zâtının bizim gibi sıfatlarından tecellî ederek o yüceliklerini fiilleriyle sergilemesi ve yine bizim gibi sıfatlarından her an ayrı bir şe’nde tecellîlerini kendisinin o mazhardan seyretmesi onun Mi’racı olacaktır. Cenâb-ı Allah kendi sıfatlarına ‘kul’ demiştir. Kul demek köle demektir. Onun kendine ait hiçbir varlığı yoktur. Varlık sahibi Zâtı olan Cenâb-ı Allah’tır. Bu mi’racımızın en güzel bir şeklini de namazda iken, o güzel Peygamberimizin hadisi olan, Mi’racta iken Cenâb-ı Hak’la konuşma özeti ‘Ettehıyyatü'de görmekteyiz. Kulun Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluk ifadeleri olan ‘ibâdetler, dualar ve bütün tesbihâtlar sanadır ya Rabbim’ diyerek acziyetini, kulluğun gereği olan saygı ve hürmetini bildirmesi ve Cenâb-ı Hakk’ın kulunun dilinden, memnuniyet ifadesi olan, ‘Selâmım, selâmetim, bereketim, mutluluğum senin ve bütün inananların üzerine olsun’ diyerek, kuluna verdiği lütuflar, ihsânlar ve bütün vücûd ülkesindeki melek durumunda kuvvelerinin de, yine kul diliyle Hakk ile kulun karşılıklı konuşmalarına şahitlik yaptıklarını ve selamete çıktığını, kurtuluşa erdiğini görüyoruz.

Bizler işte böyle bir irfâniyet ve zevk ile yaşamak için melamî olduk. Çünkü melamîler Hakk’ın varlığı ile var olduğunu şühûd ve müşâhede ile zevk edip gönül âleminde, O’ndan başkasını bırakmazlar. Yoksa, kendim ayrı Hakk ayrı olarak, ikilikle ömür müddetince yapacağım ibâdetler, adedî zikir ve hatimler, O’nda O olmayı bir türlü sağlamaz. Allah’a yaptığımız ibâdetlerin mükâfatını dünyada ve âhirette değil de, yalnız Âhirette diyerek veresiye, Rabbimle yaptığım alışverişlerimiz de bizleri mutmain etmez.”Bu gün ibâdetlerini yap mükâfatını âhirette göreceksin” sözleri, ayrıca, mânâsını idrâk etmeden

272

Page 273: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

yüzlerce, binlerce esmâların çekimi, bizlerde, hiçbir hicabımızın açılmasını sağlamadığı gibi, kambur üzerine kambur yaratmıştır.

Hiçbir gün îmân ağacımın gövdesi değil, dalları değil hiç olmazsa yaprağı olduğumu bile zevk etmek mümkün olmadı. Halbuki Kur’ân ifadesiyle Âdemiyet bu îmân ağacının meyveleri, zübdesi yani özü ise Resûlullah efendimiz olduğunu görüyoruz. Cevizin yeşil kabuğu ile ömür müddetince oyalanmayı kendime zûl addettiğim için, her nefeste Cenâb-ı Hakk’la beraber olmak, O’nun bana şah damarımdan daha yakın oluşunu idrâk ederek onunla dâima alışveriş yapmam beni melamî etmiştir. Bazı kişiler, nasıl Allah’ı zanda, hayâlde veya akıllarında bir ilâh yaratarak ibâdet ediyorlarsa, âhiret hakkında yeterli bilgisi olmayanlar da zanlarında ve hayâllerinde bir âhiret, Cennet ve Cehennem yaratmaktadırlar. Şuara Sûresi 213. âyette “Bundan dolayı sakın, Allah ile beraber başka ilâhlara ibâdet etmeyiniz” buyrulmaktadır. Hem kendilerindeki can içindeki Canândan haberi olmayanlar hem de zerreden küreye kadar Zâtını ilâneden Cenâb-ı Hakk’tan habersiz olanlar, maalesef, taklîdi ibâdetlerden öteye geçemeyecekleri için hüsranda olacaklarını bu âyetlerden anlamaktayız. Allah inanan bütün kardeşlerimin yardımcısı olsun.

NUH (A.S.) VE NUH’UN GEMİSİ

Nuh (A.S.), İdris (A.S.)’den sonra ilk Resullük verilen bir peygamberdir. Ona Necibullah ;Allah’ın temiz, güzel ve ahlâklı kulu, kendine tâbi olanları kurtuluşa erdiren, selâmete kavuşturan anlamlarına gelen bir isim verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm Hud Sûresi 25. ilâ 48. âyetleri arasında anlatılan bu kıssada Nuh (A.S.), kavmini Hakk ve hakîkata davet etmiş. Fakat kavmi onu inkâr etmiş, sözlerini duymamak için parmaklarıyla kulaklarını tıkamışlar, dinlememişlerdir. Cenâb-ı Allah, Nuh (A.S.)’a bir gemi yapmasını vahyetmiştir. Sanatı dülgerlik yani marangozluk olduğu için gemiyi yapmıştır. Kavmi ise Nuh (A.S.)’a kötülük yapmak için, gemiyi pislemişlerdir. Cenâb-ı Allah da o kavme, salgın bir hastalık zuhûr ettirerek, gemiye, pisledikleri pisliklerden, her kim hastalık yerine sürerse, o kişiler tedavi oluyorlardı. Gemiyi tamamen temizleyip onlarında yaraları iyi oldu. Böylece kendi kötülüklerini, Cenâb-ı Hakk onlara temizletmiş oldu. Nuh (A.S.)’a gemiye canlılardan dişi ve erkek olarak birer çift alması vahyedildi. Ayrıca inananlardan da aldı. Çünkü Nuh tufanı ile inanmayan ve Nuh (A.S.)’a tâbi olmayanları Cenâb-ı Allah helâk edeceğini bildirdi. Nuh'un oğlu, Kenan gemiye

273

Page 274: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

binmedi. Babası Nuh (A.S.)’a “Ben yüzme bilirim. Hem benim dağcılığım da var” diyerek, helâk olmayacağını söylüyordu. Hatta Nuh (A.S.) Cenâb-ı Allah’a münâcaatla, oğlunun kendisine tâbi olmadığını bildirdiğinde, Cenâb-ı Hakk Nuh (A.S.)’a “O senin oğlun değildir. Senin sulbünden gelen senin oğlun değil, senin yolundan gelen senin oğlundur” dedi. Ve günü gelince Nuh tufanı başladı. Gemiye binenler tufandan kurtuldular. Gemiye binmeyenler tufanda helâk oldular. Nuh’un gemisi de tufan sonunda Cudi dağına oturarak gemidekilerin hepsi kurtulmuş oldular.

Zâhir olarak Kur’ân’ın bizlere anlatmış olduğu bu kıssadan bizler ne anlamalıyız. Yaşamımıza bunu nasıl uygulamalıyız. Günümüzde, Nuh (A.S.) ilmiyle âmîl, güzel ahlâk ve edeb sahibi, mütevazı Mürşîd-i Kâmillerdir. Onlar peygamber vârisi oldukları için Hakk ve hakîkati tebliğle görevlidirler. Nuh’un yaptığı gemi ise Tevhîd gemisi olup, ona binenler kurtuluşa ermiştir. Binmeyenler ise cehâlet, gayriyet ve şirk tufanında, hâlâ helâk olup durmaktadırlar. Gemi Recep ayında tamamlanmış ve Zi’l-hicce ayında Cudi dağına oturmuştur. Bir sâlik de, Mürşîd-i Kâmilin Tevhîd gemisine ef’âl ayı olan Recep ayında binerek, fiillerin şirkinden kurtulmağa başlar. Gemiye binmeleriyle, yedi gün gece gündüz devamlı rahmet yağdı. Her tarafı sular istilâ etti. İşte yedi sıfat-ı subûtiyemizle şuhûd kapılarının açılması ve gök diye vasıflandırdığımız, bekâ tecellîlerinin Rahîmiyyet rahmetinin yağmasına mazhar olduk demektir. Bu gemi Mürşîd-i Kâmil kaptanlığında, Recep ayı fiiller rahmetinin tecellîleri, Şaban ayı sıfatlar rahmetinin tecellîleri, Ramazan ayı Zât rahmetinin tecellîleri, Şevval ayı tenzih rahmetinin tecellîleri, Zilkade ayı teşbih rahmetinin tecellîleri, Zi’l-hicce ayı Tevhîd rahmetinin tecellîleriyle Tevhîd deryasında yol aldı. Zi’l-hicce ayından sonra gemi, Cudi dağı olan Ahadiyet mertebesinde oturdu. Gemiye seksen erkek ve kadın binmişti. Çünkü sekiz sıfatımızın zâhir ve bâtın olan duygumuzla, bu tufandan kurtulmanın tahakkuk edeceği muhakkaktır. Gemi Cudi dağında boşaldığında, aşûre günü idi. Malûmunuz aşûre de, Muharrem ayının onunda, yedi sıfatımızdan Hakk ve hakîkatin lezzetini zevk etmek olduğu için, Muharrem ayına Ahadiyet ayı denmiştir. Nuh (A.S.) nübüvveti ile kavmini Hakk ve hakîkata davet etmiş, fakat akıl seviyesindeki akl-ı maaş sahipleri, O’nun nübüvvet Makâmının sırlarını bilemedikleri için “Biz seni bizim gibi beşer görüyoruz” diyerek inkâr etmişlerdir.

Çünkü akl-ı maaş sahipleri, dünyadaki zâhir olan bazı nefisle ilgili şeyleri bilirler. Âhiretle ilgili bazı sırlardan gafildirler. Onun için

274

Page 275: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

günümüzde bile, şekilden öteyi göremeyen çok kimseler mevcuttur. Kısır akıllarıyla her şeyi biliyoruz zannederler. Onun için Nuh’un kavmi, “Seni yalancılardan zannediyoruz” dedikleri gibi, bu görevli kâmillere de yalancılık isnat ederler. Resûlullah Efendimiz “Ehl-i Beytim Nuh’un gemisi gibidir. Her kim o gemiye binerse kurtulur. Her kim muhâlefet ederse gark olur.” buyurmuşlardır. Şu dünya su ile dolu bir denizdir. Eğer bedenin harâb olduğu zaman binecek bir gemi yaptın ise, o sudan kendi âlemine necat bulursun. Yapmadınsa o suya gark olup helâk olursun. Gemiye mahlûkattan dişi ve erkek olarak iki tane alınması ise ilim ve amelle menzile varılır. Cenâb-ı Hakk’ın her tecellîsinde tenzih ve teşbihi vücûd gemimizde zevk edersek Tevhîd etmiş oluruz. Onun için ilimsiz amel taklittir. Amelsiz ilim de kişiye fayda sağlamaz. Hakîkat ve şeriat deryasında bu geminin yol alması için her ikisinin de tam ve eksiksiz olması gereklidir. Hud Sûresi 42. âyette “Nuh (A.S.) akl-ı maaştan ibaret bulunan vehmine mağlup, babasının din ve Tevhidinden mahcub oğlunu çağırdı:

‘Ey oğlum dinimize tâbi ol. ’ dedi. Hakk’tan mahcub, denizde nefis arzusu dalgalarıyla helâk olanlardan olma dedi. Oğlu ise, babasının davetinin esrarına mahcub olduğu için reddetti ve helâk olanlardan oldu. Ayrıca Hud Sûresi 45. âyette “Ey Nuh o senin oğlun değildir. Senin oğlun, senin sulbünden gelen değil, senin yolundan gelendir.” buyruluyor. Şu halde, evlâtlarımızın Hakk ve hakîkat yolunda gitmeyişleri, bizim evladımız olduğunu bedenen gösterse bile, Allah’ın indinde, sîreten evladımız olmadığını Cenâb-ı Hakk söylüyor. Hz. Ali (K.V.), “Agâh olunuz ki, her ne kadar eti yani karabeti Muhammed'e uzak olsa dahi Muhammedin dostu Allah’a itaat edendir. Ve biliniz ki, karabeti Muhammed'e yakın olsa dahi, Muhammedin düşmanı, Allah’a âsi olandır” buyurmuşlardır. Nuh (A.S.) kavminin kendisine tâbi olmadıklarından mütevellit “Ya Rabbi ! Yeryüzünde hiçbir kâfir bırakma” diye beddua etti. Tenzih mertebesindeki kişiler kendilerinin doğru yolda olduğunu kabul ederler. Teşbih mertebesindeki kişiler de, kendilerinin doğru yolda olduğunu sanırlar. Onun için Nuh (A.S.) geceyi yani Vahdeti Vahdete davet, gündüzü yani kesrettekileri kesrete davet kişilerin reddine vesîle olur. Bu, denizdeki balıklara, ‘denize gelin’ demeğe benzer. Halbuki Tevhidde, Vahdettekileri kesrete davet, kesrettekileri de Vahdete dâvet gereklidir. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî Hazretleri, Nuh (A.S.) bahsinde “Hz. Muhammed ümmetini dâvette, hem tenzih, hem teşbih etti. Hz. Nuh ise, akıl ve rûhânîyetleri yönünden

275

Page 276: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

kavmini gece davet etti. Çünkü bunlar, gizli ve mahiyetleri karanlıktır. Sonra kavmini, zâhir sûretleri ve maddî benlikleri yönünden gündüzleri de çağırdı ve her iki daveti birleştirmediği için bu ayırma yüzünden bâtıncılar nefret etti. Onların dolayısıyla kaçmalarına vesîle oldu. Onun için Hz. Muhammed (A.S.) geceyi gündüze, gündüzü de geceye davet etmiştir.” buyurmuşlardır.

İşte Cenâb-ı Allah’ın emriyle, Recep ayından itibaren vuslat yolculuğuna çıkan sâlik de, üçü fenâ, üçü de tecellîler yönüyle bekâ mertebelerinde vuslat sonunda hafî şirklerden de kurtularak, Cudi dağı olan Ahadiyete gemisini oturtur. Dâima tatlı ve en az yedi cinsten olan aşûreyi yemeğe de hak kazanır. Bu âlemde kalbi ile tenzih, hissiyle teşbih yapma zevkine sahip olanlar seyyidlerden oldukları için yani insanların efendisi olma hasletine sâhib oldukları için toplum içinde ihtilâftan kurtulmuşlardır. Yoksa kahrı ve lütfu bilmeyenler hiçbir dem rahat olamazlar. Cenâb-ı Allah bizleri, Nuh gibi bir İnsan-ı Kâmilden Tevhîd gemisine binerek tufandan kurtulanlardan eylesin. Tenzih ve teşbihte kalmadan Tevhîd zevki ile zevkiyâb olup bütün sıfat ve a’zalarımızla O’nun tecellîlerinin zevkine erdirsin. Âmin.

NÛRÂNÎ VE ZULMANÎ PERDELER

İnsanlar yaradılış gereği aceleci yaratılmışlardır. Az bir mücâdele sonunda hemen murâdlarına ermek isterler. Yaptıkları ibâdetler sonunda hicâblarının açılmasını, her şeyin Hakk ve hakîkatini görmek ve mutluluğa kavuşmak isterler. İşte böyle idrâkteki Musalara Kur’ân-ı Kerîm’de, Musa (A.S.) “Görün bana bakayım sana” dediğinde “Ya Musa! Sen Beni göremezsin” (Len terâni ya Musa) denmiştir. Musa (A.S.) “Karşı dağa bak” diye hitâb duyunca dağa baktı. Oradan tecellî eden ism-i celâl ateşi ile o benlik dağı eridi ve Fenâfillâh oldu. Kendine geldiğinde “Ya Rabbim benim arzu ettiğim gibi seni görmek isteyenlerin ilk tövbe edicisi ben olayım” diye niyâzda bulunmuştur.

Şu halde bizlerin bir Mürşid-i Kâmil vasıtasıyla nisbîyetlerimizden kurtulup, nefs deryâsından rûh âlemine geçme ilmini öğrendikten sonra zulmânî perdeleri yırtmamız mümkün olduğu görülmektedir. İkilikle yapılan ibâdetler müşâhedesiz olduğu için zulmanî perdeler kalkmaz. Kıldığımız vakit namazları, Ramazan’da bir ay tuttuğumuz oruçlar bizlere perdedir. Çünkü bedenle yapılan ibâdetlerin

276

Page 277: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

fiillerinin fâilini, görüntüde mevcûd olan sıfat ve esmâya nisbet ettiğimizde zulmanî perde inmektedir. Zira bedenin kendine has bir gücü ve kuvveti yoktur. Güç ve kuvvet sahibi Allah’tır. Kelâmla “Lâ havle velâ kuvvete illâ billahilazim” diyoruz ama yaşantımızda ‘Bu ten kafesinden her ne fiil zuhûr ederse bunların fâili Allah’tır’ diyemiyoruz, şühûd edip esmâ ve sıfatlara nisbet etmeden, Rûhullahın tecellîsinin zuhûrunu zevk edemiyoruz. Her varlığın yaratılma yeri neresi ise orada fiil ve icraatını gösterecektir. Biz de onu yerinde farkıyla seyredebilirsek, işte o zaman zulmânî perdelerimiz kalkmış olacaktır. Yoksa ikilik yaşantısında kendi vücûdumuz bize perde teşkil etmektedir. Çünkü sûretten sîrete geçmeden her varlıktaki birliğin zevkine eremeyiz. Okuduğumuz kitaplar bize perde olabilmektedir. Çünkü o yazarın fikirlerine bağlılık yaratmaktadır. Vücûdumuz bize perdedir. Çünkü nisbîyette kalmamız dâima yenilenmektedir. Hakk’a nisbîyet şühûdlarımız galebe çalmadıkça her an gaflete düşmemiz mümkün olmaktadır. Kıldığımız vakit namazlarımız bile bize perde olmaktadır. Çünkü dâimî namazda olamadığımızdan, müşâhedemiz tecellî etmediği için nisbîyetlere bağlılığımız devam ediyor. Bütün bunları ilmen bilsek bile gaflete düşmemize engel olamıyoruz. Nakşibendi, Kadiri, Nurcu gibi grup ve ekoller bizlere perde olabilmektedir. Çünkü bu grupların mazharlarından Hakk’ın, yaratılma yerlerine göre tecellî ettiğini, onların da yerli yerinde Hakk olduklarını kabullenemiyoruz. Bir bahçede bulunan gül, karanfil, menekşe, sümbül gibi hepsinin birer çiçek tecellîsi olduğunu kabullenecek, onlara ihtilafın Hakk'a ihtilaf olduğunu, onlara buğz etmenin Hakk'a buğz etmek olduğunu anlayarak, onları da yerli yerinde görüp, sevmeye gayret etmemiz gerektiğini anlayacağız. Halka hizmet Hakk'a hizmettir.

Halkı sevmek Hakk’ı sevmektir. Çünkü Hakk, halktan tecellîsini göstermektedir. Onun için Hakk, halktan ayrı değildir. Bu zevk ile zevkiyâb olduğumuzda Hakk’tan gayri olmadığımız o zaman anlaşılacaktır. İşte o zaman saydıklarımız bize perde olmadığı gibi bunlar bizler için günah da olmayacaktır. Çünkü en büyük günah Hakk’tan ayrı olmaktır. En büyük sevap da Hakk’la beraber olmaktır. Onun için yaptığımız ibâdetlerde dâima Hakk’ı müşâhede edelim. Dâima onunla beraber olmamız, bizim, bütün ibâdetlerden üstün olan dâimî zikrimiz olacaktır. Bizler Hakk teâlânın birer aletiyiz. Bizleri nerelerde kullandığını şühûd edelim. Emrettiği yerde mi. Yoksa yasak ettiği yerde mi. İşte biz oyuz.

277

Page 278: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Nûrânî perdeler ise birliği bozmayan ikilik perdeleridir. Nasıl bir evin penceresinin tülünden dışarıyı seyrettiğimizde her şeyi net görmek mümkünse aynen onun gibi Fenâfillâh olup Bekâbillâha erenler Allah’ın Cemalullahını bütün sıfatlardan seyrederler. İşte bu birliği bozmayan ikilikte Zâtını, sıfat aynalarından seyretme halidir. Seyreden ve seyredilen şekliyle anlatılsa da bu zevke erişen bir sâlik irfâniyeti ile kendi zâtını kendi sıfatlarından seyredenin ayrı olmadığını zevk etmektedir. Bir kişi aynaya baksa, bakan ayrı, aynadaki ayrı değil ki ayrı mütalâa etsin. İşte buna da nûrânî perdeler denilmektedir.”Allah âlem-i Âhirette ayın ondördü gibi Cemalullahını mü’min kullarına gösterecektir.” sözünün gerçek anlamı budur. Allah, Zâtını ne bu âlemde ne de âlem-i Âhirette mazharsız göstermeyecektir. Zâtının bulunduğu yerde başka bir varlık yok ki gören veya görünen olsun. Allah cümlemize nûrânî perdeler altında Cemalullahını seyretmek nasîb ve müyesser etsin. Âmin.

ORUÇ

Oruç, yükselmek demektir. Nereden nereye yükselmektir. İkilikten birliğe yükselmektir. Cehâletten irfâniyete yükselmektir. Şirkten, gayriyetten, nisbîyetten birliğe, ayniyete yükselmektir. Oruç dört bölümde mütalaa edilir:

1- Bedenin orucu(şerîat-ı evvel orucu)

2- Kalbin ve gönlün temizlik orucu(tarîkat orucu)

3- Hakîkat orucu (ikilikten birliğe yükselme orucu)

4- Mârifet orucu (esmâ ve sıfatların seyri)

Bedenle ilgili olan oruçta evvelini ve âhirini bilerek her ikisi arasında, yemek içmek ve nefsânî istek ve arzulardan uzak kalmak olarak mütalaa edilir. Çünkü bu beden onbir ay çalışıp bir ay bakıma tabi tutulan bir fabrika gibi dinlendirilirse sıhhatte kalacağı muhakkaktır. Bir hadiste "Oruç tutunuz ki sıhhat bulasınız" buyrulmuştur. Yalnız sahurda, akşama kadar aç kalmaktan korkarak tıka basa mideyi doldurup rahatsız olmak, iftar vaktinde de yine tıka basa yemek yemek bedeni dinlendirmek değildir. Aç kalmak kişiye tam mânâsıyla ölümü hatırlatıyor ve nefs muhasebesini yaptırıyorsa ancak o zaman bedenin orucunun faydasını kişi görebilir. Yoksa oruç tutmamıştır. Bedenin orucunu tutanlar, bu satırlarda

278

Page 279: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

îzâh edilemeyecek kadar çok sayıda faydalar elde etmektedirler. Fakat İslâmiyetin oruç emrindeki daha fazla yüceliğe sahip olmak için beden orucuyla beraber olan kalb ve gönül temizliği olan tarîkat orucu da tutmağa gayret göstermelidir. Böylece bedensel orucun yetmişbin katına mazhar olur. Çünkü yalnız bedensel orucu tutanlar kalb ve gönül terbiyesinden lâyıkiyle nasîb alamadıkları için, onların yaşantılarında, sinirlilik, sağa sola sataşma gibi, sabırsızlık halleri görülür. Halbuki oruç, günahlardan, kişiye zarar verecek her türlü kötülüklerden sakınmak içindir. Gaflet ve dalâlete düşerek, ahlâksızlıktan sakınılmalıdır. Oruçta güzel ahlâk, edeb ve iffet vardır. Peygamberimiz, "Bir kişi size kötü bir söz söylediği zaman, siz ona kötü bir söz söylemeyin. ‘oruçluyum, oruçluyum’ desin" buyurdular. Görüldüğü gibi oruçlu bir kişinin, el, ayak, göz, dil gibi her türlü sıfat ve a’zalarını kötülüklerden sakınması gerektiği anlaşılmaktadır. Bunlarla her hangi bir hata yaptı ise, hemen tövbe etmesinin orucun aslı olduğu beyan edilmiş oluyor. Orucun güzel ahlâk ve hakikî insanlığın ta kendisi olduğu, benlik, nisbetten, gurur, kibir, haset, fesat, yalan ve buna benzer bütün kötülüklerden sakınmanın oruç olduğu anlaşılmış oluyor. Oruç nefs terbiyesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de yasak kılınan, nefsin canavarlıklarını terk etmek tahsilidir. Oruç, kişinin kalb ve gönlünü nefsin hükmünden kurtarmalıdır. Kalbin ilim ve irfâniyet doğrultusunda güçlenmesi gerçek oruçtur. Bir kişi oruçlu olduğu halde sağa sola saldırıyor, onun bunun kalbini kırıyor, ahlâk ve edeb kâidelerine riâyet etmiyorsa onun orucu yoktur. Çünkü oruç kötülüklerden, ahlâksızlıktan, bilgisizlikten, kötü düşünüş ve davranışlardan sakınmak, güzel ahlâka ve bütün iyiliklere yükselmek için emredilmiştir. Gelin kardeşlerim bu seviyede bir oruç tuttuğumuzu söylüyorsak gıybet dinlememeye özen gösterelim. Kötü görmemeye, kötü şeylerle dilimizi meşgul etmemeye, kötü şeyler düşünmemeye, gönlümüzü ve bütün sıfatlarımızı elimizden geldiğince Hakk’la meşgul etmeye, zikir ve fikirle uğraşmaya gayret gösterelim. Unutmayalım ki zikrimiz ne ise fikrimiz de o olacaktır. Bir günümüzün kaç saatini Hakk için ve kaç saatini halk için harcadığımızı dâima kendimize sorup muhasebemizi yapalım.

Hakîkat orucunu ise ancak yukarıda açıkladığımız oruçları tutabilenler tutmağa hak kazanırlar. Zira bedensel oruç olmazsa ahlâk güzelliği olan tarîkat orucunu tutamaz. Bütün kötülüklerden uzaklaşmayan ve ahlâk güzelliği elde edemeyen de ikilikten birliğe vuslat olan hakîkat orucunu tutamaz. Hakîkatte oruç ‘uruc’ etmektir. Yani ikilikten birliğe yükselmektir. Kişinin kendi varlığı ayrı, Hakk’ın varlığı ayrı iken,

279

Page 280: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

cehâletinden, gayriyetinden, şirkinden kurtularak, kendi varlığının olmadığını, varlık sahibinin Hakk olduğunu şühûd etmesi ve yaşamına geçirmesi onun orucu olacaktır. Bu da bir Mürşid-i Kâmilden tahsil etmeden olmaz.

Bir sâlikin, zerreden kürreye kadar her neye bakarsa baksın Hakk’tan gayri bir tecellî görmemesi, onun ikilikten birliğe vuslatı olacaktır. Onun gayriyete çıkmaması, dolayısıyla da ikilikteki bütün şirk ve kötülüklerden sakınması, onun orucu demektir. Bütün ihtilâf ve kötülükler ikilikte olur. Birlik deryasında ihtilâf ve kötülükler olmaz. Hakîkatte ikilikle oruç da olmaz. Ölmeden evvel ihtiyarî bir ölümle ölenler oruç tutma zevkine sahip olabilirler. Oruçlu, her şeyi bir olan Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsini şühûd etmektedir. Hz. Îsâ (A.S.) "İkiliğe çıkmak orucu bozar" buyurmuşlardır. Yani, kişi kendisini Hakk’tan ayrı bir varlık sahibi olarak görüyorsa bu ikiliğe çıkma olacağından orucu bozulur demektir. Görüldüğü gibi, nasıl bir cevizin dış yeşil kabuğu olmadığı zaman, içindeki ağaç kabuk teşekkül etmiyor, bu kabuklar olmayınca da içindeki cevizin özü olan hakîkati teşekkül etmiyorsa oruç da böyledir. Hakîkat orucuna sahip olabilmek için, cevizin yeşil kabuğu olan bedensel terbiye, cevizin ağaç kabuğu olan, ahlâk güzelliği ve kötülüklerden uzaklaşma orucu olan tarîkat orucunu tutabilenler, ancak cevizin özünü yemeğe hak kazandığı için, birlik deryasına ayak basarak hakîkat orucunu tutabilirler.

Mârifet orucu ise bu üç mertebede tutulan oruçların idrâkini, gönlünde yaşama hâlidir. Kişi kendisine baksın, hangi mertebede bulunuyor ve oruç tutuyorsa onun orucu o seviyededir.

Bir kişinin hakîkat orucunu tutabilmesi için, kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok ederek, Fenâfillâh olup, “Mutu kable ente mutu” sırrına sahip olması lâzımdır. Kendi varlığı olmayan bir kişinin kötülük yapması, kötülük düşünmesi, şirk ve gayriyet içinde bulunması düşünülemez. Zira bunlar ikilik vâdisinde yetişen ürünlerdir. Cenâb-ı Hakk’ın güzel ahlâkına sahip olmamışsa, insanlarla zaman zaman takışıyorsa, şirk ve gayriyet fiillerinden kendisini sakındıramamışsa o kişinin orucu yok demektir. Cenâb-ı Allah, bütün kardeşlerime, bu dört mertebenin oruç idrâkine sahip olarak oruç zevklerini ihsân etsin. Âmin.

280

Page 281: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

ÖLMEDEN EVVEL ÖLMEK NE DEMEKTİR

Ölüm üç türlüdür:

1- İzdirari ölüm,

2- İhtiyârî ölüm,

3- Her nefesteki ölüm.

“Her nefs ölümü tadacaktır” (H.Ş.) gereği her canlı varlığın belirli bir ömürden sonra bu âlemi terketmesine izdirari ölüm denir. İhtiyarî ölüm ise bir kişinin kendi istek ve arzusuyla bir Mürşid-i Kâmile gelip merâtib-i İlâhiyedeki fenâ-i tam tahsilinde kendine nisbet ettiği varlığı yok edebilirse ölmeden evvel irâde ve idrâkiyle ölmüşlerden olur. Bunu Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz “Mutu kable ente mutu” sırrıyla tavsiye ediyor. Yani “Ölmeden evvel ölünüz.” buyuruyor. Sahabeye “Siz yiyip içen ve gezen ölü görmek ister misiniz. Ebubekir (R. A. ) Hz. ’lerine baksın demekle, onun sahabeler içinde şirklerinden kurtulup Fenâfillâh mertebesini zevk ettiğini göstermiş oluyor.

Bizler de kendimize nisbet ettiğimiz fiilimizin fiilullah, sıfatlarımızın sıfatullah, zâtımızın da Zâtullah olduğunu idrâk edersek ölmeden evvel ölenlerden oluruz. Bakara Sûresi 28. âyetinde “Allah'a nasıl küfrediyorsunuz ki, ölü iken sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek, sonra sizleri yine diriltecek, sonra da döndürülüp O'na götürüleceksiniz!” buyruluyor. Bizler de Mürşid-i kâmile gelmezden evvel manevî yönümüzle ölüydük. O bizi zikirle diriltti. Tekrar öldürüldük. Yani kendimize nisbet ettiğimiz ef’âlimizin, sıfatımızın, Zâtımızın kendimizin olmadığını irfâniyetle öğrenince gayriyetlerimiz ölmüş oldu. Tekrar dirilmemiz ise Fenâfillâh olduktan sonra Hakk’ın varlığı ile var olduğumuzu anlamakla ihtiyarî olarak olacaktır. Ondan sonra da O’na döndürüleceğiz.

Zira Rabbimizi tanıyınca, bizdeki Rabbil has, Rabbü’l-Âlemîn’e muhtaç olduğunu kendisindeki sevk ve idârenin Rabbü’l-Âlemîn’in bir şûbesi olduğunu anlayacaktır. Sonunda elbette dönüş de O’na olmuş olur. Bakara Sûresi 260. âyetinde “Bir vakit İbrahim:‘Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster. ’demişti. Allah buyurdu: ‘Yoksa inanmadın mı’ İbrahim: ‘İnandım, ancak kalbimin iyice yatışması için. ’ dedi. Allah buyurdu ki: ‘Öyle ise kuşlardan dördünü tut ve onları kendine çevir, iyice tanıdıktan sonra her dağ başına onlardan birer parça dağıt. Sonra

281

Page 282: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

onları çağır, koşa koşa sana gelsinler. Bil ki, Allah gerçekten güçlüdür ve hikmet sahibidir. ’” buyrulmaktadır.

İşte sendeki dört kuş

1- Leşle beslenen ‘kuzgun’, 2- Obur ve doymak bilmeyen ‘kaz’, 3- Eteğe düşkün ‘horoz’, 4- Gururlu ve kibirli ‘tavus kuşu’dur. .

Kuzgun, helâl haram gözetmeden her şeyi yer. Kaz, obur, açgözlü ve asla doymak bilmez. Horoz, haram ve helâl gözetmeksizin şehvete düşkündür. Tavus kuşu, tüylerinin güzelliğyle ve rengârenk oluşuyla mağrur olan bir kuştur. İşte saydığımız bu dört kuştaki hasletler insanlarda da vardır.

Bu kuşların taşıdığı hasletlerden geçersen, yani kendine nisbet ettiğin bu varlığı öldürüp, Hakk’ın bunların karşılığı olan güzel hasletleri, Hakk’ın varlığı ile dirildiğinde sende dirilir ve senin bu kötü hasletlerinin öldüğünü sendeki Hakk’ın güzel hasletlerinin dirildiğini görürsün. Yani ölmeden evvel ölmekle, dirildiğini görürsün buyurmuşlardır.

Zâhir bedenimizde nefesimizle aldığımız oksijenle dirilir, verdiğimiz nefesle de bedenimizdeki karbondioksiti atarak ölürüz. Bu bedensel faaliyetimiz her nefeste dirildiğimizi ve öldüğümüzü göstermektedir. Tevhîdde ise her nefeste ölüp dirildiğimiz Kâmilimizden aldığımız “nefehtü” âyetinin idrâkiyle anlaşılacaktır.

ÖLÜM ÖTESİ

Bizler dünya âleminde öldükten sonra bedenlerimizin toprağa girmesi ile Cennet’e veya Cehennem’e gideceğimizi zannederiz. Halbuki bu âleme gelesiye kadar üç âlem geçirdik. Bu âlemden sonra da üç âlem geçireceğiz. Ondan sonra Rabbimize kavuşmuş olacağız. Yoksa herkesin bildiği gibi ölünce hemen Cennet veya Cehennem’e girecek değiliz.

Bizler baba sulbünde iken meni halinde bir damla su idik. Orada ismim diyelim ki Ahmet idi. Oradaki vücûdum da bir damla sudan ibaretti. Oradan anne rahmine düştüm. Oradaki adım yine Ahmet oldu. Orada ayrı bir vücûd giydim. Yani anne rahminde yeni vücûd giydim. Burada göbek bağımla annemin kanından gıdalanıyordum. Anne karnından dünyaya geldim. Özüm yoluna dünyada devam etmeye başladı. Dünyadaki gıdamı artık ağız yolu ile almaya başladım. Dünyadaki adım

282

Page 283: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

yine Ahmet oldu. Vücûdum da dünyadaki bedensel olan vücûdum oldu. Dünyadaki vücûdumu da yetmiş-seksen senelik bir yaşam sonunda, baba ve anne sulbündeki vücûdlarımı nasıl bıraktıysam, aynen onun gibi dünyadaki vücûdum da, topraktan geldiği gibi toprağa gömülüp bırakılacak. Şimdi geriye baktığımızda, baba sulbündeki, anne sulbündeki ve bu dünyadaki vücûdumuzun nasıl olduğunu biliyorsak aynen onun gibi âlem-i berzaha geçtiğimizde de orada da lâtif bir vücûd giyeceğimizi bilecek ve göreceğiz.

Aslında, baba sulbünde de, anne sulbünde de, dünya âleminde de kesafet vücûdlarımızın altında ayrıca bir lâtif vücûdumuz dâima vardır. Yunus’un “Bir ben vardır bende, benden içeri” dediği işte o lâtif vücûdumuzdur. Kâinatta her varlık ‘dış’ ve ‘öz’den ibarettir. Bir ceviz bile kabuğunun içindeki özün durumunu lâyıkiyle bilemez. Fakat cevizin özü kabuğun durumunu çok iyi bilir. Kesâfet vücûdundan letâfet vücûduna geçmeden (Fenâfillâh) letâfet âlemi lâyıkıyle bilinemez. Fakat lâtif varlığımız kesâfet varlığımızdan zuhûra geldiği için onu çok iyi bilir ve görür. Kesif vücûdumuz fânî olduğu için ölüm onu yok eder. Fakat lâtif vücûdumuza ölüm yoktur. O, bir âlemden diğer bir âleme geçmekle yolculuğuna devam etmektedir. Lâtif vücûdumuz, bu dünya âleminde kesif vücûdumuz olan bu unsur vücûdun sıfat ve a’zalarından kendisini sergilemektedir. Evliya ve ehl-i ârifler, kesif olan bu zâhir vücûddan, gözle zâhirde görülmeyen lâtif olan vücûdu gördükleri için, ona göre tavır takınırlar. Bizler de onlara ‘Ne mübârek insanmış, içimizi okudu’ deriz. Gözle gördüğümüz zâhir vücûd, bu dünya âleminde gününü tamamlayınca aramızdan bir daha gelmemek üzere ayrıldığı için ona öldü deriz ve toprak olan cemâdâta teslim ederiz. Fakat lâtif olan vücûd bâkidir. O ölmemiştir. Berzah âlemine lâtif olan vücûd intikâl eder. Sakın bu âlemlerde bir yerlere gidilip gelindiğini zannetme. Sefer, senden sanadır. Anlaşılması için ikilik içersinde kelâmla bu şekilde ifade edilmektedir. Berzah âlemi, rûhlar âlemi, melekût âlemi diye bildiğimiz âlem, dünya ile Âhiret arasında bir bekleme salonudur. Burada, dünyada nasıl bir yaşam içerisindeysen, her anının çekilmiş fotoğrafları ve dünyadaki yaşamında söylediğin her sözün banta kaydedilmiş olarak tasnif edildiği yerdir. Ayrıca hakîkat ehli olarak da gönülden geçen her şey banta kayıt yapılmıştır. Bu fotoğrafların banyo yapılması ve bantların tasnifi, melekût âleminde yapılmaktadır. Bu âlemde de ismimiz yine aynıdır. Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyet yönünün her şeyi ihâta etmesi nedeniyle, bir çekirdeğin içerisinde bütün bir ağacın dal, yaprak ve meyveleri gizli

283

Page 284: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

olduğu gibi, berzah âleminde de kişinin dünyadaki çekilen fotoğrafları ve söz bantları henüz açığa çıkmamıştır. Gizlidir. Onun için buraya Vahdâniyyet âlemi, bekleme salonu veya berzah âlemi denmiştir. Burada sorgu ve sual yoktur. İnsanlar, burada da her ne kadar kalacaklarsa, kaldıktan sonra, rûhâniyetimiz olan lâtif vücûdumuz yoluna devam edecektir. Çünkü ölüm bedenedir. Rûha değildir.

Berzah âleminden sonra, Âhiret diye bildiğimiz, ceberrut âlemine, yani mârifet âlemine ölümsüz olan lâtif vücûdumuzla geçeceğiz. İşte bu âlemde, Cennet de var, Cehennem de var, Sırat da var, Mizan da var. Dünyada iken tencereye ne koydu isek, burada kepçemize o çıkacaktır. Cenâb-ı Allah, hesâbını seri görendir. Bu âlemde, frekanslar, dalgalar, şualar gibi bazı etkenlerle, kişilerin Vahdet ve kesret âlemindeki yıldızlardan etkilenmeleri mümkündür. İşte bu ceberrut âleminde, letâfet vücûdları ile kişiler günahkârlarsa Cehennem’de azâblarını çekecekler, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını uyguladılarsa Cennet’i görüp yaşayacaklardır. Dünyada çekilen fotoğrafların, zâhir ve bâtın bantların hesabı bu âlemde verilmektedir. Dünya âhiretin tarlasıdır.”Dünyada gönül tarlana ne ektiysen, âlem-i Âhirette onu biçersin” (H.Ş.) burası için söylenmiştir.

Âlem-i Âhirette, bizlerin bildiği gibi kesâfet bir vücûd değil, lâtif bir vücûd azâb ve mükâfatı görmektedir. Bir kişi nasıl rüyasında zâhiri vücûdu azâb ve mükâfatı görmediği halde, letâfet vücûdu azâb ve mükâfatı görmekteyse aynen onun gibi letâfet yönü ile bu imtihanı geçirecektir. Cenâb-ı Allah’ın her nefesin bile hesabını çok çabuk gördüğü göz önünde bulundurmak gerekir. Dünya mâdem bir imtihan âlemidir, her türlü yaşam hâlimizin hesabını vereceğimiz muhakkaktır.

Dünyada iken bu lâtif vücûdu tanımak ve her türlü nefs terbiyesi sonunda, kalb ve gönlü, Rabbinden başkalarından temizlemek lâzımdır. Allah kendisinden başkasının o gönülde olmasını istemez. Peygamberimiz "Nâs uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar" buyurmuşlardır. Kalbin cehâlet ve gafletten uzak olarak ilim ve irfâniyetsizliği, kişinin gaflet uykusunda olduğunu gösterir. Ömrü boyunca bedensel vücûdunun huzur ve rahatını düşünerek yaşamak, kişinin Hakk ve hakîkat yolunda uyuduğunu gösterir. İşte kalbin bu cehâlet ve gafletinden uyanması, kişinin aynı zamanda ilim ve irfâniyetle lâtif olan Âhiret âleminde uyanması demektir. Dolayısıyla da daha yaşarken, lâtif olan Âhiret âlemini görür. Kendisinin diye bildiği varlığın olmadığını, varlık sâhibinin Hakk’ın varlığı olduğunu şühûd etmeye başlayınca, gönlünde

284

Page 285: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

canlandırdığı benlik varlığının kendisinin olmadığını, bu varlığın Hakk’ın varlığı olduğunu anlayınca, dâima O’nu görmeye ve O’nun yaşamını seyretmeye başlar.

İşte, bir kişi gaflet ve cehâletten ölerek, Hakk’ın varlığında dirilirse, gaflet uykusundan uyanmış, ilim ve irfâniyetle dirilmiş demektir. Zira ilim ve irfâniyet Hakk’ındır. Diri de O olmuş olur. Bir âyet-i kerîmede "Mü’minler ölmezler, fenâ evinden bekâ evine göçerler" buyrulmuştur. Artık o kişi Hakk’ta fânî olmuş ve Hakk’ta Hakk ile bekâ bulmuştur. Onun Allah’tan gayri kendine ait varlığı olmadığı için, ona ölüm de yoktur. Rûhullah olan letâfet vücûdu, Zât deryası olan Lâhut âlemine kadar yoluna devam edecektir. Yunus Sûresi 62. âyette “Uyan! Allah dostlarına ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar!” buyrulmaktadır. Birlik deryasında O’ndan başkası olmayınca kimden korkacak ki.

Berberin önünde saçlarımızın önümüze döküldüğünü gördüğümüz gibi, âlem-i Âhiret diye bildiğimiz ceberrut âleminde, Cennetlikler Cennet’e, Cehennemlikler de Cehennem’e gireceklerini göreceklerdir. Bu âlemde iken, bu âleme gelesiye kadar bütün âlemlerdeki vücûdumuzu görüp bildiğimiz gibi bu âlemde de vücûdumuzu görecek ve bileceğiz.

Ceberrut âleminde kaldıktan sonra Cennetlikler Lâhut âlemi olan Zât âlemine intikâl ederler. Her âlemde lâtif vücûdumuzla seyir yaptığımız gibi bu âlemde de Lâhut âlemine seyir yapılır. Mârifet âlemi olan Ceberrut âleminde, günahları ağır gelenler cehenneme,sevapları ağır gelenler ise cennete gireceklerdir. Günahları ağır gelenler ebedi cehennemde sevapları ağır gelenler ise ebedi cennette kalacaklardır.dünyada tevhid tahsilinden sonra cemalullahı görebilenler ise burada olduğu gibi Alemi ahirettede mükâfat olarak ebedî mutluluk ve huzur hâli olan Cenâb-ı Hakk’la beraber olma dâimliğine nâil olmuşlardır. İşte bunlar Rablerine kavuşmuş olanlardır. Irmak ve derelerin deryaya kavuştuğunda nasıl sesi ve sedâsı çıkmazsa Rablerine kavuşanların da mutluluklarına diyecek yoktur. Onlar bütün imtihan ve merhaleleri başarı ile geçmiş, Rablerine kavuşarak mutlu olmuş ve kurtuluşa ermiş kişilerdir. Her nereye bakarlarsa baksınlar, Cenâb-ı Hakk’ın yüzünü görmekte ve kendi sıfat mazharlarından, diğer bütün başka sıfatlarda tecellî eden Zâtın zuhûrunu seyretmektedirler. Bu âlemin bir seyir âlemi olduğunu bildikleri için, her an ayrı bir şe’nde tecellî eden Cenâb-ı Hakk’ın zuhûrâtını fark ile

285

Page 286: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

şerîat-ı ahkâmiyeyi seyreder ve yaşarlar. Allah bütün kardeşlerimi bu minval üzere vuslat bulan, kurtulmuş kişilerden eylesin. Âmin.

PEYGAMBERİMİZİN SEVR MAĞARASINA SIĞINMA VAK’ASI

Peygamberimiz Mekke şehrinde İslâmiyeti tebliğ ederken, Mekke müşriklerinin çok büyük kötülüklerine muhatap oldu. Hatta O’nu Mekke şehrinden çıkardılar. Bir gün Peygamberimiz Ebubekir (R. A. )’e gelerek Mekke şehrini terk edeceğini söyledi. Ebubekir (R. A. ), beraberinde kendisini de götürmesini istedi. Peygamberimiz de Ebubekir (R. A. )’in bu isteğini kabul etti. O gece Ebubekir (R. A. ) ile birlikte Resûlullah Efendimiz Mekke şehrini terk ettiler. Peygamber Efendimiz kendi yatağına Hz. Ali’yi yatırmıştı. Mekke müşrikleri Resûlullah’ın evini sarmışlar, kuş bile uçurtmuyorlardı. Kapıyı kırarak yatak odasına daldılar. Resûlullah’ı öldürmek için yorganı kaldırdıklarında O’nun yerinde Hz. Ali’yi yatıyor buldular. O’ndan Muhammed’in nerede olduğunu sordular. O da çıkıp gittiğini söyledi. Müşriklerin başı Ebucehil Resûlullah’ın ellerinden kaçtığını öğrenince çok hiddetlenerek “O’nu bana kim bulursa 100 deve vereceğim” dedi.

Müşriklerden bir kişi çok güzel iz takip edebildiğini, O’nu en kısa zamanda bulup getirebileceğini söyledi. O kişi ve beraberindekiler hemen harekete geçtiler. Resûlullah Efendimizin arkasından izleri takip ederek Sevr mağarasına doğru yola koyuldular.

Resûlullah Efendimiz ve Ebubekir (R. A. ) mağaraya vardıklarında Ebubekir (R. A. ) “Ya Resûlullah evvelâ ben mağaraya girip orayı temizleyeyim, ondan sonra siz girersiniz” diyerek mağarada temizlik yaptı. Sonra ikisi de mağaraya girdiler. Ebubekir, mağarada sekiz delik gördü, bunların yedisini kapattı. . Kalan delikten zararlı bir mahlûkun girmesini önlemek için o deliği de ayağı ile kapattı. Resûlullah Efendimiz mağaraya kadar yolculukta yorulmuş idi. Biraz dinlenmek için, Ebubekir’in dizine başını koyarak istirahata çekildi. Ayağı ile kapattığı delikten, Ebubekir’in ayağını bir yılan soktu. Acıdan, Ebubekir’in gözlerinden akan yaşlar dizinde yatan Resûlullah Efendimizin yüzüne düşmeye başlayınca, Resûlullah Efendimiz “Ya Ebubekir ! Ne için ağlıyorsun, bir şey mi oldu” dedi. O da ayağının yılan tarafından sokulduğunu, onun için gayri irâdî olarak gözünden yaşlar aktığını, istemeyerek de olsa kendisini rahatsız ettiğini söyledi. Resûlullah

286

Page 287: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

efendimiz, yılanın soktuğu yeri okuyarak, tükürüğüyle mesh edip ağrısını geçirdikten sonra “Bırak, yılan girsin içeriye” dedi. Yılan içeriye girince dile geldi ve “Ya Resûlullah ! Ben sizi üç yüz yıldan beridir bekliyorum. Arkadaşın benim içeriye girmeme engel olduğu için ayağını soktum. Ben de îmân ettim. Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” dedi.

Müşrikler Sevr mağarasının yanına kadar gelmişlerdi. Resûlullah ve Ebubekir müşriklerin konuşmalarını içeriden duymaktaydılar. Ebubekir korkmaya başladı. Peygamberimiz de “Korkma Allah bizimle beraberdir” diyerek onun korkusunu giderdi. Tevbe Sûresi 40. âyette “Eğer siz ona yardım etmezseniz, biliyorsunuz ya, o küfredenler onu çıkardıkları sırada mağarada bulunan ikinin bir iken Allah ona yardım etmişti ki, o, arkadaşına: "Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir!" diyordu. Bunun üzerine Allah ona manevî güç ve huzur verdi, onu görmediğiniz ordularla destekledi ve küfredenlerin kelimesini en alçak etti. Allah'ın kelimesi ise en üstün olandır. Allah, güçlüdür, hikmet sahibidir” bu olay anlatılmaktadır. Mağaranın ağzına hemen bir örümcek ağ örmüş, bir güvercin de orada yuva yaparak yumurtasının üzerine oturmuştu. Müşrikler örümcek ağı ile yuvasındaki güvercini görünce “Gelen olsaydı örümcek ağı olmaz, güvercin de buraya yuva yapmazdı” diyerek mağaranın boş olduğuna kanaat getirdiler. Böylece üç gün orada kaldıktan sonra Resûlullah Efendimiz Medine’ye hicret etmiş oldu.

Bu gün de aynı olaylar olup durmaktadır. Bizlerin nefs-i emmâre müşriklerinden, akıl ve rûh kuvvelerimizin, kendimize nisbet ettiğimiz bu vücûd şehri olan Mekke şehrinden, Hakk ve hakîkatin tecellî ettiği gönül Medinesine gitmekten ibarettir.

Anlatılan bu vak’ada müşrikler Hz. Ali’yi Resûlullah efendimizin yatağında buldukları halde neden öldürmediklerini, Sevr mağarası, mağaradaki sekiz delik, yılan ve yılanın îmân etmesi, örümceğin mağaranın ağzına ağ örmesi, güvercinin hemen bir yuva yaparak mağaranın ağzında oturması, mağarada üç gün kaldıktan sonra Medine şehrine hicret etmelerinin sırlarını öğrenmemiz ve vuslatımızda, kendimizi yakın takibe alarak yaşamamızda uygulamamız gerekmektedir. Yoksa anlatılanları hikaye gibi algılamak bizlere fayda vermeyecektir.

Hz. Ali ilm-i velayeti remzeder. Nefs-i emmârenin bütün kuvveleri onu asla öldüremezler. Çünkü kendileri de yok olur. Sevr mağarası ise bu rûhumuzun mülkü olan vücûd mağaramızdır. Bu

287

Page 288: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

mağaradaki sekiz adet delik sekiz sıfat-ı subûtiyemizdir. Bir sâlik nefs terbiyesini Kâmilinden tahsil ettikten sonra mutmain olmuş nefs haline döner. İşte o zaman yılan gibi nefs sahipleri de (nefs-i emmâre sahipleri) nefislerini mutmain ettikleri için üçyüz yıl beklemiş olurlar. Üçyüz yıl ef’al, sıfat ve Zât mertebelerinin idrâk edilmesi demektir. Onun için yılan “Ya Resûlullah ben sizi üçyüz yıldır bekliyordum. Ben de şimdi imân ettim. Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” dedi. Bir sâlik de ancak Fenâfillâh olduktan sonra lâyıkıyle Hz. Muhammed’e îmân etmiş olur. Çünkü îmân etmeden evvelki hâli, yılan olan nefsin dünya istekleri doğrultusunda halk ediyordu. Îmân ettikten sonra, artık nefs-i emmârenin istekleri doğrultusunda değil, rûhun istekleri doğrultusunda halk ediciliğini yapacaktır. Daha evvel ef’âl yüzü, sıfat yüzü, Zât yüzü olarak üç yüz yıl kişinin mutmain olmuş bir nefs halinde, kemâlât mazharı olan Muhammed’den zuhûrunu bekliyormuş. Burada enfüste Ebûbekir aklı, Resûlullah ise rûhu remzetmektedir. Âfâkta ise Mürşid ile sâliki remzeder. Bu nefs terbiyesi yolculuğunda sâlikler, nefs-i emmârenin kötülüklerinden çok korkarlar. Fakat onların kâmilleri “Korkmayın Allah bizimle beraberdir” diyerek, kendi varlıklarının olmadığını, varlık sahibinin Cenâb-ı Hakk olduğunu, hiçbir şeyden zarar gelmeyeceğinin güvencesini verirler. Zâten O’nun mülkünde O’ndan başkası yoktur. Kişinin kendisine en büyük zarar kişinin cehâletidir. Bir kişiye en büyük zarar yine kişinin kendisinden gelmektedir.

Kâmilde tahsil eden kişi, cehâlet ve nisbîyet hicâblarından kurtulduğu için, mağaranın içinden dışını, yani nefs-i emmârenin niyet ve isteklerini görür ve bilir. Fakat ilim ve irfâniyette hicâblı olan örümcek kafalılar, ilim ve irfâniyet sâhiplerinin durumuna vâkıf değillerdir. Onun için hicâb perdesi gibi örümceğin ağı da dışarıdan içeriyi göstermez. Zira nefs-i emmâre sahipleri veya nefs kuvveleri, gönül mağarasındaki rûh ve akıl nimetlerini idrâk edemez ve niyetini bilemez. Onun için örümceğin ağı burada cahil olanlara hicab perdesi olmuş oluyor. Güvercin de tefekkür nimetinin haberciliğini remzetmektedir. Çünkü kuş gök ehlidir. Anında istediği yere uçabilme hasletine sahiptir. Müşrikler mağaraya kadar geldikleri halde içeriye giremeyişlerinin sebebi câhil ve bilinçsiz oluşları, mağaranın onlar için karanlık oluşundandır. Velevki mağaranın içine baksalar bile onları orada göremeyeceklerdi. Zira nefs-i emmârenin kuvveleri, rûhun sıfat kuvvelerini idrâk edemez. Fakat içeridekiler, akıl ve idrâk, dışarıdaki müşrikleri, yani nefsin isteklerini bilirler. Üç gün mağarada kalmaları, Cenâb-ı Hakk’ın kendi mazharlarındaki tecellîlerin

288

Page 289: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

mutmain haline dönüşmesini remzeder. Üç gün sonra, Medine’ye hicret etmişler. Bizler de nefs Mekkesi olan şehirden, kalb ve gönül şehri olan Medine’ye, Sevr Mağarası olan nefs terbiyesi sonunda hicret etmiş oluyoruz.

Bu gün, bir Kâmilden nefs terbiyesi tahsilini yaparak, nefs ülkesi olan Mekke’den gönül ve kalb şehri olan kurtulmuşların diyarı, emîn belde olan Medine’ye hicret edenler, hem dâima Resûlullah ile birlikte, hem de mutluluk içinde, Âhireti dünyada yaşamaktadırlar. Resûlullah efendimiz, Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra orada toparlanarak tekrar Mekke’ye dönmüşler, Bedir Muharebesi, Uhud Muharebesi gibi bazı cihâdları ondan sonra yaparak İslâmiyet çığ gibi ilerlemiştir. İşte bizler de et ve kemikten meydana gelmiş bu beden olan nefs Mekkesinden, sîret zevkimiz olan gönül ve kalb Medinesine hicret ederek, gönlümüzdeki Tevhîd zevklerimizi, zâhirimizdeki Mekke şehri olan vücûdumuzdan zuhûr ettirerek bunu yaşamımıza geçirmeliyiz. İşte bu gün de Peygamberimizin hicretini vücûd ülkemizde yaşıyoruz. Yeter ki, dünyaya bağlanarak hiç ölmeyecekmiş gibi, mal, mülk elde etmek ve evlatları düşünmekten, bir gün olsun gönül âlemine inmekten uzak kalmayalım. Zâten bedensel olarak yaptığımız bütün amel ve ibâdetlerimiz, vücûdumuzun hakkıdır. Sîret olarak Tevhîd akidesi doğrultusunda yapılan idrakî ve şühûdî ibâdetler ise rûhun hakkıdır. Zâhir ibâdetler bizi gönül âlemine götürüyorsa bize fayda sağlamaktadır. Yoksa taklîdde kaldığı müddetçe faydasını göremeyiz. Allah hepimizi, Allah’a gönül vererek gönül âlemine inen ve yaşayanlardan eylesin. Âmin.

RAHMÂN SÛRESİ

Kur’ân-ı Kerîm’in bütün sûrelerinin başındaki âyet-i kerimelerde o sûrenin tüm sırlarının yekûn olarak bulunduğunu görüyoruz. Rahmân Sûresinin de bütün sırları baş tarafındaki âyetlerde gizli olarak ifşâ edilmiştir.

Âyet 1, 2- “Errahmânü allemel Kur’ân” “Rahmân olan Kur’ân’ı tâlim etti.” Peki Cenâb-ı Hakk Kur’ân’ı nasıl ve kime tâlim etti. İşte bizim gibi isti’dâdlarında insanlığını bulma hasleti olanları, Mürşîd-i Kâmil mazharından Tevhîd tahsili yapmak sûretiyle canlı Kur’ân olan insanın aslını onlara tâlim etti. Cenâb-ı Hakk’ın İki rahmeti vardır. 1- Rahîmiyyet rahmeti 2- Rahmâniyyet rahmeti. Bu tâlim edilen Rahîmiyyet

289

Page 290: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

rahmetidir. Çünkü Hakk’ın emirleri red kabul eder. Fakat murâdı red kabul etmez. Cenâb-ı Hakk faydalı olan her şeyi emretmiştir. Zararlı olan her şeyi de yasak etmiştir. İnsanların bazıları bu emirleri yerine getirmeyerek reddediyorlar. Fakat murad ettiği insanlarda ise uygulanmakta ve onlar da reddedemiyorlar. Onun için tâlim olunan Kur’ân, sîrette insan fıtratlı olanların bir Mürşîd-i Kâmilden insanlıklarını öğrenmeleridir.

Âyet 3-”Halekal insâne” “İnsanı yarattı” Kur’ân’ın tâlimini gördükten sonra bu nâkıs insanlar anladılar ki insan : 1- Sûrette insan sîrette hayvan, 2- Sûrette insan sîrette nâkıs, 3- Sûrette insan sîrette de insan olmak üzere üç nev’idir. İşte sûret ve sîrette insanlığını bulduğunda insan yaratılmış olur. Alak Sûresi 1, 2, 3, 4. âyetlerinde de “Oku Rabbinin adı ile, insanı kan pıhtısından yaratanın adıyla oku. Ve kerem sahibi ki kâlemle insanın bilmediklerini öğretti” diye bahsedilen okunması gerekli olan işte insanın aslıdır. Onu İnsan-ı Kâmilden tahsil edip okuyanlar, insanlığını bulmuştur.

Âyet 4- “Allemel beyan” “Âlemleri beyan etti” insanlığını bulanları ifade etmektedir. Artık rûhun, bütün sıfatlarından kendini sergilediği gibi, tırnağından saç teline kadar cemâdât yönünü, nebâtât yönünü, hayvânât yönünü ve insanî yönünü akl-ı Kur’ân ile sergiledi, beyan etti.

Âyet 5- “Güneş, ay ve yıldızlar bir hesap dahilinde seyrederler.” Yani rûh güneşi ile kalp ay’ı insanda bir hesapla kendi mertebelerinde seyrederker ve birbirlerinin mertebelerine de tecavüz etmezler. Tartıyla haksızlık yapılmasın diye de ölçüyü doğru koydu. Yani rûh ile beden arasındaki her şeyi akıl terazisiyle yerli yerinde, adaletle yarattı. İşte bu yukarıdan beri saydığımız Rabbimizin nimetlerini ve tecellîlerini bildiğimiz ve gördüğümüz halde ‘Nasıl olur da hâlâ inkâr edersiniz’ buyrulmaktadır. Otuz bir defa tekrar edilen bu ikaz, bizlere mukayyed olan bu Âdemdeki Zât, sıfat ve ef’âl tecellîlerinin, zaman, mekân ve ihvân durumuna göre zuhûrâtını anlatmaktadır. Tasdîk edip görenler için Cennette Cemalullah bahşedileceği, inkâr edenler için de Cehennem azâbında yaşama olacağı bildirmektedir. Cenâb-ı Hakk Rahîmiyyet rahmeti olan letâfet âlem zevklerinden bizleri mahrûm etmesin.

290

Page 291: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

RAMAZAN BAYRAMI

Ramazan kelimesi ‘yanmak, kor ateş, günah ve gayriyetleri yok eden’ anlamlarına gelmektedir. Ramazan bayramına ‘Fıtır bayramı’ da denilmektedir. Fıtır insanların yaradılışı, yani fıtratı demektir. Resûlullah Efendimiz Ramazan ayını üçe bölerek “On günü rahmet, on günü mağfiret, on günü de Cehennem’den azâttır.” buyurmuşlardır. İşte bir kişi de kendine nisbet ettiği fiilleri on duygusu ile yakıp yok edebilirse rahmete kavuşur. Kendine nisbet ettiği sıfatları yakıp yok edebilirse mağfirete, yani kurtuluşa kavuşur. Yine kendine nisbet ettiği vücûdunu yok edip Vücûdullah olduğunu zevk edebilirse, Cehennem’den azât olmuş olacaktır. Bunların yok edilmesi, idrâkle olacaktır. Çünkü Cehennem kişinin cehâletinden mütevellit kendini Hakk’tan ayrı görmesidir. Bizlerin bu âleme gelmekten gâyemiz, nefsimizde ve ufkumuzda Rabbimizi müşâhede etmektir. Bunca enbiya ve evliyanın halkı davet eylemesi bu kâinattaki Rabbimin Vahdâniyyet sırrını öğrenmek içindir. Fıtır sadakası inananlara vâcibdir. Onun için bir ay oruç tutarak yaratılma gâyemizi idrak edip fıtır sadakasını da vermemiz lâzımdır. Bazı kardeşlerimiz “Kendimize nisbet ettiğimiz, ef’âlin, sıfatın ve vücûdun yokluğundan sonra neyimiz kaldı ki, fıtır sadakasını veriyoruz, ‘yok’ olan nesini verecek ki” diye bir soru sorabilirler. Bizlerin bir Kâmildeki tahsilimizle Fenâfillâh olduktan sonra hiçbir şeyimiz kalmamıştır. Fakat hâlâ bir esmâmız kalmıştır. İsim ise o sıfatın hüviyyet etiketidir. Kişinin esmâsını da vermesiyle, bayrama çıkması zuhûr edecektir. Onun için fıtır sadakası verilmeden, bayrama çıkılamaz. Bu yüzden esmânın verilmesi, sadaka-yı fıtırımızın verilmesi demektir. Şevval ayının birinci günü, Ramazan bayramına kavuşmuş oluruz. Bayram dostla buluşma, dostla sevişmek, dostla beraber olmak demektir. Ramazan bayramı üç gündür. Birinci günü, kendimize nisbet ettiğimiz fiillerimizden kurtulduğumuz için bayram yaparız. İkinci günü, kendimize nisbet ettiğimiz sıfatlarımızdan kurtulduğumuz için bayram yaparız. Üçüncü günü de kendimize nisbet ettiğimiz vücûdumuzdan kurtulduğumuz için bayram yaparız. Dolayısıyla bu üç varlıktan geçtiğimiz için, fıtır bayramını yapmağa hak kazanmış oluruz. Bayramda, zâhiren büyüklerimizi, eşimizi dostumuzu ziyâret etmek, onların gönüllerini almak, bir telefonla da olsa onların sesini duymak nasıl en büyük sadaka ise, bâtında da dâima dostla olmak en büyük mutluluk olacaktır. Bir Hadis-i Şerifte “Güzel ve tatlı söz, en büyük sadakadır” buyrulmuştur. Ayrıca bir Âyet-i Kerimede “ ‘Allah

291

Page 292: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

sizleri ve bizleri mağfiret etsin’ diye birbirlerinize dua ediniz.” buyrulmaktadır. İşte Ramazan bayramına erişenler, Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyet deryasında oldukları için, herkesle sevişip kucaklaşmalıdırlar. Dargınlık ve küslükler nefsin ikiliği içinde bulunanlara aittir. Yoksa Vahdâniyyet deryasında ihtilâf olmaz. Varsa bilinmelidir ki, o kişiler hâlâ nefsin tahakkümü altındadır. Cenâb-ı Allah bütün kardeşlerimi dostla buluşma ve sevişme zevkine nâil kılsın. Âmin.

RAMAZAN AYI

Ramazan ay’ı onbir ay’ın sultânıdır. Zira bu ay Zât'ı remzetmektedir. Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin “Ümmetimin ay’ı” demesindeki hikmet, her inanan kişinin ef’âlini, sıfatını ve vücûdunu Hakk’a nisbet ettiğinde kendine ait hiçbir şeyi kalmadığı için şirklerden kurtulduğu ve “Mutu kable ente mutu” (H.Ş.) ile ‘Ölmezden evvel ölme’ zevkine sahip olduğu içindir. Bu ayın 27’sinde de ‘Kadir Gecesi’ vardır. Şirklerden kurtulmuş bir kişinin artık kadire ermemesi düşünülemez. Rabbine kavuşmuştur. Bakara Sûresi 185.”O Ramazan ayı ki, insanları irşâd için, hak ile bâtılı ayırt eden, hidayet ve deliller halinde bulunan Kur’ân onda indirildi. Onun için sizden her kim bu aya erişirse oruç tutsun. Kim de hasta veya yolculukta ise tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde kazâ etsin. Allah size kolaylık diliyor, zorluk dilemiyor. Bir de o sayıyı tamamlamanızı ve size gösterdiği doğru yol üzere kendisini yüceltmenizi istiyor. Umulur ki, şükredesiniz!” âyetinde Kur’ân’ın Ramazan ayında indirildiğini, Kadir Sûresi 1. âyetinden de “Doğrusu Biz onu (Kur’ân'ı) Kadir gecesinde indirdik.” Kur’ân-ı Kerîm’in Kadir gecesinde indirildiğini anlamaktayız.

Bir sâlik de kendine nisbet ettiği ef’âlinden, sıfatlarından ve vücûdundan geçerek şirklerden kurtulursa, Hakk teâlâ ona mükâfat olarak kendisini verir.

İşte bin aydan hayırlı olan bu Vahdet zevkine sahip olmak, zâhirdeki gecelerdeki kandil geceleriyle değil, bir Mürşid-i Kâmil'den tahsil ederek bu saydığımız kandil gecelerinin taşıdığı mânâların zevkine ermektir. Yoksa binlerce mübârek kandil geceleri kutlasak, bu idrâk olmadığı için bir adım dahi ilerlemiş olamayız. Melamîler Receb ve Şaban aylarında vücûdun orucu olan avâmın orucunu tutmazlar. Çünkü bilmektedirler ki fiil ve sıfatın vücûdu yoktur. Ancak Ramazan geldiğinde

292

Page 293: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

fiil sıfattan, sıfat da vücûddan tecellî ettiği için bir ay orucu tam tutarlar. Zâhiren Ramazan’da bir ay oruç farz derlerse de hakîkatte sâlikler Receb ayında da, Şaban ayında da ve bütün aylarda da oruçludurlar. Zira oruç hakîkatte yemek ve içmekten uzak kalmak değildir.

Oruç demek uruc etmek yani ikilikten birliğe yükselmek demektir. Sâlikler, Receb ayında fiilerin fâiline Allah demekle ikilikten birliğe çıktıkları için fillerin orucunu tutmaktadırlar. Şaban ayında sıfatların mevsûfunun birliğine yükseldikleri için sıfatların orucunu da tutmaktadırlar. Ramazan ayına gelince ef’âl, sıfat ve vücûddan soyundukları için hem zâhirde hem de bâtında oruçludurlar.

Oruç üç türlüdür:

1- Sûret orucu (bedenin)

2- Sîret orucu (idrâk ve şühûdla)

3- Sûret ve sîret orucu (zâhir ve bâtının Tevhîdiyle)

Melamîler oruç ve bütün ibâdetlerin farz olanlarını açıktan, nâfile denen ibâdetleri de gizli yaparlar. Şu halde, zâhirde vücûda giren her türlü şey orucu bozarken, bâtında birlikten ikiliğe çıkmak orucu bozmaktadır.

RECEB AYI

Receb ayı üç ayların birincisidir. Kelime ‘azametli, kuvvetli’ anlamındadır. Receb kelimesinde:

“R” rağbet etmek, “C” Cemalullah, “B” bir demektir.

İşte bir olan Allah’a, kim rağbet ederse ona Hakk Tealâ cemâlini gösterecek demektir. Arabî aylar on iki tanedir. Bunların altısı bâtın, altısı zâhirdir. Bâtın aylar:

1- Muharrem ayı

2- Safer ayı

3- Rebîu’l-evvel ayı

4- Rebîu’l-âhir ayı

5- Cemaziye’l-evvel ayı

293

Page 294: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

6- Cemaziye’l-âhir aylarıdır.

Toprağa atılan bir çekirdek ilk bahara kadar nasıl çeşitli devrelerden geçiyorsa insan çekirdeği de İnsan-ı Kâmile gelinceye kadar bu devreleri geçirmektedir. Tevhîd içinde de bu gizli aylar zikrin içinde gizlidir. Üç defa “Allah, Allah, Allah” demekle zâhir ve bâtın tecellîler henüz açığa çıkmamıştır. Ne zaman Receb ayına girilir işte o zaman çekirdeğin toprağı patlatıp açığa çıktığı gibi rağbet eden bir kuluna Mevlâm, bu âleme açılan ef’âl penceresinden ef’âl yüzünü gösterecektir. Bu ayın içinde mübârek iki kandil gecesi vardır. Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece Regaip kandili, bir de Receb’in 27. gecesi Mi’rac kandilidir.

Onun için diğer aylara nazaran bu ay kıymetli sayılmıştır. Çünkü sâliklere merâtib-i İlâhiye tahsili bu ayda başlamakta, Mi’rac yolculuğunun basamaklarına bu ayda çıkılmaya başlanmaktadır. Yoksa zâhir ay olarak diğer aylardan hiçbir üstünlüğü yoktur. Onun için Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz “Receb ay’ı Allah’ın ay’ıdır. Şaban ay’ı benim ay’ımdır. Ramazan ay’ı da ümmetimin ayı'dır.” demişlerdir. Bir sâlike dâimî zikirden sonra bu ayın remzettiği sırları açıklayan İnşirah Sûresinin sır kapıları bu ayda açılmakta ve kul, Hakk’a rağbetinin zevklerini bu ayda tatmaktadır. Çünkü Kâmil, onun göğsünü kansız bir ameliyatla yarmış, kendine nisbet ettiği fiilleri kaldırmakla yükünü hafifletmiş, zikrini pekleştirerek ef’âl penceresinden Hakk, ef’âl yüzünü yani Cemâlini göstermiştir. Şu halde Receb ay’ı taşıdığı mânâ itibariyle çok yüce ve kıymetli bir aydır. Bu zevke kişi başka bir ay veya gecede ulaşsa onun Receb ayındaki Regaib’i, yani Allah’a rağbeti de o zaman olur. Neden bütün mübarek kandiller gecelerde olmaktadır. Herkesin anladığı gibi bu gece ve gündüzler dünya gece ve gündüzü değildir. Geceler Vahdeti, gündüzler de kesreti remzetmektedir. Onun için her neyin Tevhîdini yaparsak yapalım hep ‘gece’lerde olacaktır.

Recebin 27. gecesi de Mi’rac gecesidir. Zira Tevhîd-i ef’âli alan bir kişi tecellî-i ef’alle Mi’rac yolculuğuna başlamıştır. Mi’rac, yükselmek demektir. Nereden nereye yükselmektir. İkilik içinde olan kulluktan bir olan Hakk’a yükselmektir. Mi’rac Hakk'la görüşmek, Hakk'la buluşmaktır. Neden 26. veya 28. gecelerde değil de 27. Gecesindedir. Hakk’ın fiileriyle açığa çıkışının şühûdunu zâhir ve bâtın olan iki (2) yerde yedi (7) sıfat-ı subûtiyesiyle zevk edebilirse 27. gecede Mi’rac yapılmış olacaktır.

294

Page 295: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Bir kişinin Receb ayında açığa çıkan insân-ı asliyesinin yeşilliklerinin görülmesi, Şaban ayında beratını almasıyla bütün sıfatlarında kurtuluşa ermesi, Ramazan ayında da Kadir gecesinde kadere, lütf-i İlâhiye mazhar olmasıyla, dal ve yapraklarını sergilemesiyle gelişir. Şevval ayına girince Ramazan bayramını kutlar. Zilkade ve Zi’l-hicce aylarında da sıfatlarından kemâlâtıyla Hakk'ın tecellîlerine sahip olup, Zât’ın ziyâretiyle selâmete çıkarak mutluluğa erer. Ahadiyet ayı olan Muharrem ayına ayak basınca evvelindeki zikrin altı merâtib pencerelerinden görünen Ahadiyetteki gizli olan ‘Allah, Allah, Allah’ zikrinin aynısının olduğunu anlamış olur. Niyet iyi, âkibet iyi, başlangıç zikir, sonuç da zikir olduğu anlaşılmış olur.

İşte manevî tahsil olan bu altı ayda, bu mertebelerde Hakk'ın açığa çıkması zuhûr etmiş olur. Demek ki ilkokul çok önemlidir. Tahsil, Receb’den 12. aya kadar olmaktadır.

REGÂİB KANDİLİ

Regaib kandili, Recep ayının ilk Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gecesidir. Bu gecenin taşıdığı mânâları dilimizin döndüğü kadar îzâha çalışalım.

Senenin içinde 12 ay vardır. Bu Arabî ayların altısı bâtın, altısı da zâhirdir. Bâtın olan aylar 1- Muharrem, 2 - Safer, 3- Rebîu’l - evvel, 4- Rebîu’l- âhir,

5- Cemaziye’l - evvel, 6- Cemaziye’l - âhir aylarıdır.

Zâhir Arabî aylar ise 1- Recep, 2- Şaban, 3- Ramazan, 4- Şevval, 5- Zilkade,

6- Zi’l-hicce aylarıdır.

Görüldüğü gibi her bâtının açığa çıkması Recep ayı ile başlamaktadır. Üç aylar diye vasıflandırılan bu aylarda bir talebenin sırasıyla ilk öğretim, orta öğretim ve yüksek öğretim yapması gibi, üç aylarda da, ihvân, Rablerinden yaptıkları tahsille manevî kemâlâta vuslat bulmaktadırlar. Günah ve bütün ikilikteki nisbîyetlerinden kurtularak, Rabbine ihtiyârî olarak kavuşmakla mutluluğu tadacaktır.

295

Page 296: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Her şeyin bir zâhiri bir de bâtını olduğu gibi, Regaib gecesinin de bir zâhiri bir de bâtını vardır. Zâhiri, herkesin bildiği gibi üç ayların başlangıcıdır. Bu aylarda yapılan her türlü ibâdet diğer aylarda yapılan ibâdetlerden kat kat üstündür. Mânâsını bilmeden okunan Kur’ân, bir karınca adımı kadar bile olsa elbette Hakk’a yaklaşmaya vesîledir. Taklîdî olarak tutulan bedensel oruçlar, kişileri ikilikten birliğe ulaştırmasa da, yine de inanç ve îmânını kuvvetlendirmek için vesîledir. Avâm olarak vasıflandırılan kişilerin ibâdetleri onların ömürleri bittiği halde vuslatları Hakk’a ulaştırmaz. Onun için kişilere, bu yapılan ibâdetlerin bâtın tahsilini de mutlaka yapmaları gerektiği anlaşılmış olmaktadır.

Regaib, rağbet etmek demektir. Kul Cenâb-ı Hakk’a ne kadar rağbet ederse, Cenâb-ı Hakk da kuluna o nisbette rağbet eder. Elbette, kula Hakk’ın rağbeti, kulun Cenâb-ı Hakk’a malûmiyeti nisbetinde olduğu için böyle denmiştir.

İşte bir sâlik de Mürşîd-i Kâmile tâbi olduğunda, Tevhîd-i ef’âl dersinde, fenâ-i ef’alden sonra tecellî-i ef’al ile rağbetini görmeye başlar. Ef’al-i İlâhiye tecellîsini görmeyen, kendinde ve başkalarındaki rağbeti göremez. Resûlullah Efendimizin babası Abdullah ile annesi Âmine hatun Recep ayında gerdeğe girdiler. Yani birbirlerine rağbet ettiler de Hz. Muhammed (S.A.V.) dünyaya geldi. Senin gibi bir sâlik de, Mürşîd mazharından Rabbine rağbet ederse, senin gibi Muhammedler zuhûr eder. Onun için Kâmiller sâliklerini zikir ile bâtın abdesti aldırıp Recep ayı olan Tevhîd-i Ef’âl dersi ile vuslata başlatırlar. Geceler Vahdeti remzettiği için mübârek kandiller hep gecelerdedir. Bir sâlikin kulağı ile duyduğu bir ilmi, gözü ile görmeye başlaması onun şuhûd etmesidir. Yani o fiile şahitlik yapmasıdır. Gözü ile şahitlik yapabilirse kalbi de o zaman tasdik eder. Gözü ile şahitlik yapmayan kişinin kalbi de tasdik etmez.

Enfüs ve Âfâktaki bütün fiillerin fâilini gören kişi O’nun bütün varlıklardaki fiil birliğini idrâk etmekle, fiillerdeki ikilik fâilliğinden kurtulacaktır. İşte bu sâlikin tecellîyi göresiye kadarki haline rağbet denilmektedir. Bu tecellî o kişinin gönlünde kendisine nisbet fiili değil de, fâilinin Allah olduğu inancı, onda kandil ışığı zuhûr ettirecektir.

Gönlünde yanmaya başlayan bu kandil ışığı ile, her şeye o açıdan bakacak ve her şeyi de o açıdan müşâhede edecektir. Müşâhede, kalbin tasdikinden sonra kişinin yedi sıfatı ile görmesine denir. Nasıl anne rahmine düşen insan spermi bütün yönleriyle gelişip dünyaya bir an evvel çıkmak istiyor veya toprağa atılan bir tohum bir an evvel zuhûra gelmek

296

Page 297: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

istiyorsa, bir sâlik de Mürşîd-i Kâmilden aldığı Tevhîd tohumunu kendi gönül bahçesinde bir an evvel zuhûra getirip zevk etmek ister. İşte Hakk’a rağbet olan Regaib’i yaşayamazsa, maalesef Regaib kandilini de kutlamış olamaz.

Kur’ân-ı Kerîm’in İnşirah Sûresinde, bir sâlikin İnsan-ı Kâmile gelerek ne şekilde temizlendiğinin açık bir şekilde îzâhı yapılmıştır. Bu sûrede, evvelâ kişinin göğsünün yarıldığı, belini büken günah ve cehâlet yükünün hafifletildiği, zikirlerinin pekleştirildiği, her zorluğun yanında dâima bir kolaylığın lütfedildiği uzun uzun anlatılmaktadır.

İşte sen de böylece Rabbine rağbet edersen her an’ının Regaib kandili olduğunu anlamış olursun. Yoksa dünya gecelerinden bir gecede olduğunu zannedersen ömrün boyunca bu geceleri ihyâ etsen yine de Rabbine rağbet etmiş olamazsın. Rabbim bizlere bu anlatılan idrakları nasîb etsin. Âmin.

RESÛLULLAH EFENDİMİZLE DÂİMA BİRLİKTE OLMAK

Ashâb, Resûlullah (S.A.V.) Efendimize “Cennet’te bizler seninle beraber mi olacağız, yoksa ayrı mı olacağız. Çünkü sen Makâm-ı Mahmûd sahibisin, bizler ise değiliz.” diye sorduklarında Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Her kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurdular. Peygamber Efendimizin bu sözünden ne anlamamız gerekir.

Evvelâ Muhammed’i bilmemiz gerekiyor. Muhammed’i bilemeyen onunla beraber olup olmadığını da bilemez. Cennetler ikidir. Amel Cennetleri ve irfâniyet Cennetleridir. Amel Cennetleri amel karşılığında Cennetler olup, oruç tutmak, namaz kılmak, hacca gitmek, zekât vermek gibi ibâdetlerimizdir. İrfâniyet Cennetleri de 1- Ef’âl Cenneti 2- Sıfat Cenneti 3- Zât Cenneti 4- Hayat veya Vahdâniyyet Cennetleridir. Bu Cennetlerin hangisinde olursak olalım Muhammed’i bilmemiz ve şühûd etmemiz gereklidir. Mukayyed olan bu âlemde Muhammed sadece dört yerde zevk edilir, beşincisi yoktur.

1- Enfüste Muhammed: Zât olan Hakk’ın sıfat olan Muhammed’den yani kişinin bütün sıfatlarından tecellîsini bilmek ve zevk etmektir.

297

Page 298: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

2- Âfâkta Muhammed: Bir Mürşid-i Kâmilin bütün ihvânlarından bilinmesi ve görünmesidir.

3- Vahdette Muhammed: Ahadiyetten altı merâtib mertebelerinden açığa çıkan Hakk’ın tecellîlerini bilmek ve görmektir. Zira “Allah bu âlemi altı günde yarattı.” âyeti bunu remzetmektedir.

4- Kesrette Muhammed: Allah Ahadiyetinden 1- Cemâdâtta, 2- Nebâtâtta 3- Hayvânâtta 4- İnsanlarda tecellî etmekle bu kâinatta dört yerde Tafsîlât-ı Muhammedi aynalarından kendini şerh etmektedir. Çünkü bu âlemde Zât Allah, sıfat ise Muhammed’dir. Ancak Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Allah’ı kemâl sıfatlarda arayınız. Allah’ı noksan sıfatlardan aramayınız. Allah noksan sıfatlardan münezzehtir” buyurmuşlardır. Bizler de Muhammed’i noksan sıfatlarda aramayız. Kemâl sıfatlarda ararız. O noksanlıktan münezzehtir.

Onun için kemâl mertebelerinde tecellîler Muhammedî tecellîlerdir. Bu mertebe ve yerlerde Muhammed’i tanıyan ve zevk eden kişiler her yerde ve her zaman Muhammed’le birdirler. Resûlullah (S.A.V.) Efendimizden ayrı olmadıklarını görür ve zevk ederler.

Hakîkatte Cennet, kişinin Allah’la beraber olma zevki, Cehennem ise, Allah’tan uzak olma cehâletidir. Böylece anlaşılmış oluyor ki kişiler hangi Cennet’te olurlarsa olsunlar Makâm-ı Mahmûd sahibi olan Resullulah efendimizle dâima beraberdirler. Böylece “Kişi sevdiği ile beraberdir.” Hadis-i Şerifi tahakkuk etmiş olacaktır. O’nu sevmek, O’nu bilmek ve O’nunla dâima beraber olup, O’nun her türlü hâli ile hallenmektir.

Cehennemdekiler ise hiçbir zaman Muhammed’i bilemeyecek ve görmeyeceklerdir. Bu âlemde saydığımız bu dört tecellînin dışında başka bir tecellî bilmek ve görmek de mümkün değildir. Resûllulah Efendimizle beraber olmak isteyenler bu yerlere nazar etsinler. İnşaallah Rabbim onlara ihsân edecektir. Âmin.

RESÛLULLAH EFENDİMİZİN BİZLERE GETİRDİĞİ HEDİYE

Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz Mi’ractan dönüşte bizlere üç hediye getirmiştir. Bu hediyeler:

298

Page 299: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

1- Umuma 2- Özel 3- Kendine ve vârislerine has olan hediyelerdir.

Umumî olan için zâhirde her ne kadar Allah’ın emir ve yasakları deniyorsa da Tevhîd içinde Kâmil tarafından sâlike telkîn edilen Makâmlardır. Çünkü bu ilme talip olan bütün sâliklere ayırdedilmeksizin her Makâm aynı telkîn edilmektedir. Ayırım yoktur. Buna Tevhîd içinde umumî emânet veya hediye diyoruz.

İkincisi ise özeldir. Yani telkîn edilen her sâlik Makâmlarda çalışıp râbıta ve şühûdları lâyıkıyle zevk edebildiyse o sâliklerin gönül semâsından ilham zevkleri özel olarak o kişilere lütfedilir. Çalışmayanlar bu zevklerden mahrumdurlar. İşte çalışanlara verilen bu özel hediyeler de İnsan-ı Kâmil’in ilm-el yakînlik mertebesinde verdiği hediyeleri o kişilerin ayne’l ve Hakk-al yakînlik mertebelerindeki zevk etmeleridir. Hatırlanacaktır Maide sofrasında da Hz. Îsâ (A.S.)’nın havarîleri kırk gün sofradan yedikten sonra “Bundan böyle bu yemekten zenginler yemeyecek fakirler yiyecektir” diye Hz. Îsâ (A.S.)’ya emir gelince zenginler yani varlıklarından kurtulamayanlar inkâr ve itiraz ettiler. Allah da onları bu zevk halinden uzaklaştırdı. İşte aynen onun gibi zevke geçemeyenlere, kendi kuyusundan suyunu çıkaramayanlara bu hediye verilmiyor demektir.

Üçüncüsü hediye ise Resûlullah (S.A.V.) Efendimize veya vârislerinedir. Bu ne demektir. Makâm-ı Mahmûd sahibi olan Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz o Makâmın tek sahibidir. O Makâmın sırlarına ve o Makâma ait hediyelere yalnız o vâkıftır. Hatta İbrahim (A.S.) Tevhîd babamız olduğu halde Resûlullah (S.A.V.)’ın müsaadesi ile o yere girmeye hak kazanmıştır. Dolayısıyla evliyalar ve vâris olanlar da kendi esmâlarıyla değil kendi esmâlarını dışarıda soyunup Muhammed olarak oraya teberrüken girebilmektedirler. Makâm-ı Mahmûd’a teberrüken giren bu evliyalar elbette oranın sır hediyelerine de sahip olmaktadırlar. İşte bu üç türlü hediye bizlere Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz tarafından getirilmiştir.

RÛH NE DEMEKTİR

Resûlullah Efendimiz bir Hadis-i Şeriflerinde "Evvelâ ma halâkallahu rûhi" “Allah evvelâ benim rûhumu yarattı.” buyurmaktadır.

299

Page 300: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Bu rûh, küll-i rûh idi. Cemâdâta tecellî ettiğinde, cemadî rûh, nebâtâta tecellî ettiğinde nebâtî rûh, hayvânâta tecellî ettiğinde hayvânî rûh, insanda tecellî ettiğinde de insan rûhu adını aldı. Aslında rûh birdir parçalanma kabul etmez. Fakat tecellî ettiği mazharlarda saydığımız gibi isimler almaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in İsra Sûresi 85. Ayetînde “Sana rûhtan sorarlar, de ki, o Rabbimin bir emridir.” buyrulmaktadır. Cemâdî, nebâtî, hayvânî rûhlar, teşriye devrinde kör dönemecin içinde elli bin yıl tekrar tekrar dönerek kaldıktan sonra ancak insan rûhuna kavuşabiliyorlar. İnsanlardaki rûh da üç bölümde mütalaa edilir:

1- Hayvânâtı insan rûhu

2- Nâkıs insan rûhu

3- İnsanlığını bulmuş insan rûhu

1- Nefsânî yaşantıdan başka bir yaşantısı olmayan, sûrette insan görünümünde olan ancak sîrette hayvan rûhuna sahib olan insanlardır. Baba sulbü, anne sulbü ve dünyaya geldikten sonra, bir Hakk Mürşîdi olan Rabbi tarafından “Rûhumuzdan bir rûh üfürdük” âyetine mazhar olamayanlardır. Bunlar, hayvânlar gibi yeryüzünde yaşayan, Hakk ve hakîkatten haberdar olmayan, yolca gelip boyca bu âlemden âlem-i Âhirete göçüp giden varlıklardır. Bunlar hiçbir zaman insan rûhuna sahip olmadıkları gibi, bu âlemde de âlem-i Âhirette de Cehennem azâbından kurtulmuş değillerdir. Hayvanlar gibi yerler, içerler, ürerler, dünya yaşamı ile nefsânî bütün zevklerini alırlar ve teşriye kör dönemecinde, genlerinin ve bütün insanlık hasletlerinin zuhûruna kadar yıllarca insan rûhuna hazır olasıya kadar cemâdât, nebâtât ve hayvânât teşriye devriyesinde döner dururlar. İşte dünyada da Âhirette de Cehennem bunlar içindir. Bu kişilerin, stres, üzüntü, keder, asabiyet gibi bir çok Cehennem halleriyle bezendiklerini görürüz.

2- İnsan-ı nâkıs rûhlar, bir İnsan-ı Kâmile gelerek, insan-ı asliyelerini bulmak için insanî rûh üfürülmesine rağmen henüz tam insan-ı asliyelerini tamamlamadıkları için, eksik ilim ve idrâka sahip olan kişilerdir. Zariyat Sûresi 56. âyette “ins” diye tabir edilen henüz insanlığını bulmamış olanlar bu sınıftandır.

3- Sûrette insan sîrette de insanlığını bulan kişilerdir. Kur’ân-ı Kerîm’in Araf Sûresi 172.”Rabbim Âdem oğullarının sulblerinden zürriyetlerini çıkarıp da onları nefislerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim’ buyurduğu vakit onlar da ‘Evet Rabbimizsin,

300

Page 301: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

şahit olduk’ dediler.” âyetini bu gün bezm-i elest olarak kabul edip, bir İnsan-ı Kâmilden, “Rûhumdan bir rûh üfledim.” âyetini üfürten kardeşlerim insan rûhuna sahip olanlardır. Bunlar da aynen nâkıs insan gurubunda olan kardeşlerimiz gibi akıl baliğ olasıya kadar baba sulbü, anne sulbü gibi devrelerden geçmektelerse de, henüz sâbîlik devresinde olduğu için, sâbîlikleri nedeniyle herhangi bir suçtan da mes’ul değillerdir. Nâkıs rûhlarla bunların arasında tek bir fark vardır, o da, eksik olan rûhların nâkıslığından mütevellit insan-ı asliyesini tam idrâk edememeleridir.

İşte insan rûhu bir Mürşid-i Kâmilden o kişiye evvelâ zikir rûhu, ef’al rûhu, sıfat rûhu, Zât rûhu üfürüldüğünde, Hicr Sûresi 29.”Feiza sevveytuhü ve nefahtü fiyhi min rûhi” “Ona Rûhumdan bir rûh verdik.” âyetinin zuhûru olan insan rûhu görülmeye başlar. Nasıl ki anne rahmine intikâl eden sperm birinci kırk günde kan pıhtısı, ikinci kırk günde et parçası, üçüncü kırk günde kol ve bacaklar teşekkül ederek yüzyirmi gün sonra anne karnındaki çocuk hareket etmeye başlıyorsa, manevî rûh da bu şekilde, Mürşid-i Kâmilin zikir rûhu, ef’al rûhu, sıfat rûhu, Zât rûhu olarak üfürülerek insan rûhu teşekkül etmiş olur. Yoksa bu gördüğümüz bütün insanların hepsinin insan rûhlu olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, “nas” tabiriyle bütün insanlardan bahsediyor. Zariyat Sûresi 56. âyet “Ben ins ve cinleri bana ibâdet etmeleri için yarattım” demekle henüz insanlığını bulmamış eksik, yani nâkıs insanlardan bahsediyor. Yine Kur’ân-ı Kerîm İnsan Sûresinde, sûret ve sîrette insanlığını bulan insanlardan da bahsetmektedir. Şu halde, insan rûhuna sahip olarak Rablerine kavuşan bu kişilerin, Bakara Sûresi 156. âyetinde “Galu inne lillah ve inne ileyhi raciun” “Allah’tan geldik tekrar Allah’a rücû edeceğiz.” belirtildiği gibi rûhlarının sonsuza kadar, mutluluk içinde Cennet-i Âlâ’da kalacağı görülmektedir.

İnsan rûhu dışındaki diğer rûhların cemâdât, nebâtât ve hayvânât teşriyesi dönemecinde uzun yıllar kaldığını görüyoruz. Onun için akıl sahiplerinin bir an evvel, bir İnsan-ı Kâmilden bu insan rûhunu üfürtmesini tavsiye ederim. Böylece ervâh âlemi olan bezm-i elest deminde, sıra ile zikir rûhu, ef’al-i İlâhiye rûhu, sıfat-ı İlâhiye rûhu ve Zât-ı İlâhiye rûhunu Vahdâniyyet diriliğini zevk ettiğinde, insan rûhuna sahip olduğu görülecektir. Cenâb-ı Allah bütün inanan kardeşlerime bu insan rûhunu nâsib etsin.

301

Page 302: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

RÜYA

Rüya uykuda görülen misâlî âlemdir. Dünya yaşantısı başlı başına bir rüyadır. Uyuduğumuz zaman gördüğümüz rüya ise rüya içinde bir rüya olmaktadır. Onun için rüyalarla âmil olunamaz. Bir âyet-i kerîmede “Rüzgârı yağmurdan evvel haberci gönderdik.” buyrulması gibi rüyalar da iyi ve doğru yorum yapıldığı zaman hakîkatları bizlere haber vermektedir. Rüyaların haberciliğini en iyi bilen Yusuf (A.S.) idi.

Kesâfet olan bu dünya görüntülerini meydana getiren lâtif olan Rûhullahtır. Onun için sîretin tecellîsini sûretten görebilenler de rüya tabir edebilirler. Yusuf (A.S.)’un zindandaki iki arkadaşından birinin gördüğü (Yusuf Sûresi 36. âyet “ ‘Ben kendimi rüyamda şarap olacak üzüm sıkarken gördüm’ dedi.”) rüyanın tabirinde Yusuf (A.S.) “Sen hapisten çıkınca efendine şarap sâkîsi olacaksın” dedi. Çünkü zâhirde şarap yasak edilen bir içkidir. Fakat mânâ ve sîrette aşkı ve zevki remzettiği için bu kendisine nisbet ettiği varlık hapishanesinden çıkarak ihtiyârî bir irfâniyetle Hakk’ın varlığı ile var olup Efendisi olan Rabbine ve her türlü tecellîlerine hizmet edecek demektir. Çünkü kesbî ilimle de Fenâfillâh olunur. Aşk Burak’ına binerek vehbî ilimle de Fenâfillâh olunur. İşte Yusuf (A.S.), o kişinin şarap yapıp dağıtmasıyla, aşk ile Hakk’ın lütfuna mazhar olacağını haber vermektedir.

İkinci arkadaşı da “ben rüyamda başımın üstünde bir ekmek gördüm, kuşlar ondan yiyor” dedi. Ona da cevaben “Sen asılacaksın ve kuşlar da başından yiyecekler” diyor. Çünkü ekmek cesedin gıdasıdır.”Sen bu tenden asılacak, gök ehli olan kuşlar da başından yiyecekler. Yani sen de kesbî bir irfâniyetle bu kesâfetten asılarak, senin bu tenini bekâ tecellîleri istilâ ederek yiyip bitirecekler” dedi.

Sonunda da Yusuf (A.S.)’un tâbir ettiği gibi aynen oldu. Onun için bu sûret âleminde her ne varsa hepsi de sîret âleminin tecellîlerinin görüntüsünden ibarettir. Sîret âleminin görüntüleriyle âmil olunamaz. Bir meyveli ağacın görüntüsü suya aksetmiş olsa biz de suyun içinde görünen meyveye sahip olmak istesek suyu taşlasak bile meyve elde etmemiz mümkün olur mu, Olmaz. Çünkü o meyve sudaki görüntüdür. Kafamızı kaldırıp aslını görürsek oradan istediğimiz kadar meyve yiyebiliriz. Onun için rüyaları tabir edecek kişilerin letâfet âleminden haberdâr olmaları lâzımdır. Yoksa tabirler yanlış olur. Hatta Resûlullah (S.A.V.)

302

Page 303: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Efendimizin “Rüyaları iyiye yorumlayınız” diye ikâzı vardır. Çünkü Hakk’ın hiçbir tecellîsi kötü değildir. Kötülük, iyilik bizler içindir.

Bir gün Padişahın eşi rüyasında, bütün Bağdat ahâlisinin üzerinden geçtiklerini görüyor. Zâhiren çok ayıp bir olay olduğu için hayâ edip de kimseye söyleyemiyor. Bu rüyanın tesirinden kurtulamadığı için hizmetçisinden bir kâmile gitmesini, gördüğü rüyayı kendisi görmüş gibi anlatmasını ve tâbir ettirmesini ister.”Bu rüyayı benim gördüğümü de kesinlikle söyleme” der. Hizmetçi de söylenen Kâmile giderek “Efendim ben böyle bir rüya gördüm, tâbir eder misiniz” diyor. O Kâmil de “Kızım sen ne iş yaparsın” diye soruyor. O da hizmetçi olduğunu söylüyor. Kâmil “Kızım bu rüyayı sen göremezsin, bu rüyayı gören gelsin, rüya kötü değil güzel bir rüyadır” diyerek cevap veriyor. Sonra rüyanın asıl sahibi ezile büzüle Kâmilin huzuruna çıktığında “Kızım sen bu Bağdat’a çeşmeler, câmiler, okullar gibi faydalı hizmetlerde bulunacaksın. O insanlar da senin bu faydalı olan eserlerinden istifade edecekler” tâbirini alıyor. Görüldüğü gibi zâhir yönü kerih bir olay, fakat letâfet yönü ise mânânın nurlarını yansıtmaktadır. Onun için herkes rüya tabir edemez. Rüyalar da nefsâni rüyalar, Rahmânî rüyalar diye ikiye ayrılır. Rahmânî rüyalar aynen çıkar ama nefsanî rüyalar çıkmaz. Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz de ilk altı ay rüyalarla iştigal ettiler. Onun için bir Hadis-i Şerîflerinde “Rüyalar nübüvvetin kırkaltıda biridir.” buyurmuşlardır. Yirmiüç senede kırkaltı tane altışar ay vardır. Kur’ân ise yimiüç senede indirilmiştir.

İşte Kur’ân’ın hakîkatine erebilmek için evvelâ altı ay her kişinin rüya ile iştigâl etmesi lâzımdır. Tevhîdde üç fenâ mertebelerinde zâhir ve bâtın olarak altı ay rüya derecesidir. Bu devreyi geçirenler artık her şeyi âyan beyan görecekleri için onlar rüya görmezler. Sûretlerdeki sîreti seyrederler. Yani hakîkata kavuştukları için her nereye dönerlerse dönsünler Hakk’ın Cemalullahını sûretlerin yaratılma yerlerinde, sûretlerden sîreti görürler. Allah cümlemizi kesâfet âlemi olan bu sûret âleminden letâfet âlemi olan sîret âlemine geçenlerden eylesin. Âmin.

SALİH PEYGAMBERİN DEVESİNİN HİKMETİ

Salih (A.S.) Ad kavminin helâkından sonra Semud kavmine gönderilmiş bir peygamberdir. Kavmi ona inanmadı.”Sen hakîkaten peygambersen şu taştan bir deve çıkar da görelim.” dediler. O an Cebrail gelip Salih (A.S.)’e kırk yıl evvel o taşın içine bir devenin konulduğunu,

303

Page 304: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Allah’a dua etmesini söylediğinde Salih (A.S.) de Rabbine münâcaatla taşın içinden dişi bir deve çıkardı. Deve dile gelerek “Ben şehâdet ederim ki Allah birdir, Salih onun Resulüdür.” dedi. Salih (A.S.) kavmine bir gün devenin su içeceğini bir gün de kavminin su içeceğini söyleyerek yanlarından ayrıldı. Kavminin inanmayanları gece vakti deveyi ayaklarından keserek öldürdüler.

Salih (A.S.) bunu duyunca çok üzüldü ve üç güne kadar helâk olacaklarını bildirdi. Yaptıklarına karşılık azâba katlanmalarını söyleyerek yanlarından ayrıldı. Kavmi de evlerinin ve bütün mallarının ateş içinde yanmaları sonucu helâk oldular. İşte Kur’ân-ı Kerîm’in Araf Sûresi 73. âyetinden 79. âyetine kadar, Hud Sûresi 64. âyetten 67. âyete kadar ve diğer Salih (A.S.) ile ilgili âyetlerde bahsedilen bu kıssalar bize zâhir olarak anlatılmıştır.

Fakat biz bu kıssalardan ne anlamalıyız. Bu âyetler bize nasıl bir fayda sağlamalıdır. Vücûd ülkemizde ve yaşantımızda bu âyetleri nasıl uygulamalıyız. Salih (A.S.) bir Mürşid-i Kâmildir. O’na inananlar kurtuluş gemisine binip kurtulanlar, O’na inanmayanlar ise ilim ve irfâniyetten yoksun oldukları için helâk olanlardandır. Kavminin Salih (A.S.)’den taştan bir deve çıkarmasını istemesi demek, sâliklerin vücûd dağından dişi deve olan Tevhîd aşkını ve irfâniyetini çıkarmak demektir. Çünkü zâhirde çöllerde uzak mesafelere tahamülle yükümüzü taşıyan develer olduğu gibi bâtında da uzak menzillere manevîyatımızı götüren Tevhîd aşkı olacaktır. Deve ayrıca dişidir. Erkek olmuş olsa idi çoğalamazdı. Bir kişide Tevhîd aşkı zuhûr ettiğinde elbette “Ben şahitlik ederim ki Allah birdir, Salih (A.S.) O’nun peygamberidir” diyecektir. Günümüzün Mürşid-i Kâmilleri de peygamberlerin vârisleri olması nedeniyle aynı görevi yapmaktadırlar. Suyu bir gün kavmin, bir gün devenin içmesi ise nefs sahibi kavmin akıllarıyla taklîdî ibâdet etmeleri, devenin ise Kâmilin kendisinde tecellî eden aklı rûhuyla ibâdet etmeleridir. Kavminin deveyi gece ayaklarından kesmeleri de cehâlet ve nefsaniye karanlığında onun Hakk ve hakîkat yolunda yürümesini engellemek içindir. Zâhirde de deve üç yerinden kesilir. Kavmin deveyi bu şekilde ayaklarından kesmeleri, bir kişinin Tevhîd yolundan uzaklaşması ve engellenmesi demektir. Deveyi ayaklarından kestiklerini duyunca Salih (A.S.) çok üzüldü ve üç gün içinde helâk olacaklarını söyledi. Günümüzde de, Salih (A.S.) gibi görevli Hakk Mürşîdlerinin sözlerine itibar etmeyenlerin Tevhîdden uzaklaşarak Hakk ve hakîkat yolunda Salih kavmi gibi helâk olduğunu görüyoruz.

304

Page 305: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Allahü teâlâ bizlere böyle âyetleri göstermekle ‘Sizler de onlar gibi helâk olmayın, Tevhîd aşkıyla Allah’ın Ahadiyet sırrına vâkıf olup dünyada da Âhirette de saadet içinde yaşayın’ diyor. Yani ‘Semud kavmi gibi olmayın’ diyerek îkaz ediyor.

SÂLİKİN HİCABLARININ AÇILMASI

Tevhîd yolu kişilerde ilim, i’tikad, edeb ile ahlâk güzelliklerini sağlıyorsa o, doğru yoldur. Bunlar eksik veya yoksa o yol ilm-i ledün diye Kur’ân-ı Kerîm’in bahsettiği sır veya esrar yolu değildir. Bir büyüğümüze “Farzdan önce farz nedir” diye sorduklarında “Farzdan önce farz, ilimdir” buyurmuş.”Farz içindeki farz nedir” diye sorduklarında da “Farz içinde farz da ihlâstır” buyurmuşlar. Görüldüğü gibi ilim olmazsa menzile doğru ilerleyen bir kişi dosdoğru yoldan sapabilir. İlimden gâye de i’tikad, edeb ve ahlâk güzelliklerini elde edip Âhiretin bahçesi olan dünyada çok güzel mahsul ve meyveleri yetiştirmek, Âhirette de refah ve mutluluk içinde ebedî olarak elde ettiklerini yemesidir. Onun için her nefesteki kalbî zikrini saat gibi kurmaya çalışmalıdır. Kurduktan sonra kalb mutmain olmuş demektir. Kalb zikirle mutmain olunca “ircî” hitabına mazhar olan sâlik, Mürşid-i Kâmilinin himmeti ile Tevhîd-i ef’âl mertebesi kendisine telkîn olunduğunda, artık hissiyle tefekkür etmeye başlayacaktır. Kalbiyle dâimî zikrine devam eden sâlik hissiyle de râbıtayı kullanmak sûretiyle kendinde ve kendisi dışındaki varlıklarda fiilleri şühûd etmeğe başlayacaktır.

Kulağın duyduğuna gözle de şahitlik yaparsak işte o zaman kalbimiz o fiili tasdik eder. Yoksa kulağın duyduğunu göz görmez ise şüpheden kurtulamadığı için kalp o olayı tasdîk etmeyecektir. Kalbin tasdîki her olayın şahitliği ile zuhûr eder. Ondan sonra kalp bütün sıfatlara komut vererek onun kabullenmesini ister. Dolayısıyla da her fiilin fâilini kişiye veya mazhara nisbet şekliyle değil, Hakk’a nisbet ederek müşâhede başlamış olur. Bir fiilin görünmesine şühûd diyoruz. Kalb tasdîk ettikten sonra bütün sıfatların kabullenişi ile görmeye de dâimî olduğu için müşâhede diyoruz. Bir kişi bu dâimî zikri kalbiyle yaptığı gibi hissiyle de mertebelerde dâima râbıtasını kullanırsa işte o zaman hicâblar açılmaya başlayacaktır.

Nasıl dâimî zikri yapmayan bir kişi kendisini zorlamak suretiyle zamanla o zikre alışkanlık meydana getiriyorsa aynen onun gibi, enfüste

305

Page 306: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

ve âfâkta hissiyle râbıtayı kullanmayı arzu eden bir sâlikte de elbette hicâblar kendiliğinden açılacaktır. Dâimî zikirle birlikte devamlı râbıtayı kullanmayanlarda bu hicâb açılmayacaktır. Bir kişi Tevhîd mertebelerinden hangisinde olursa olsun dâimî zikrini saat gibi kurduktan sonra mertebesinin râbıtasını da mutlaka hissiyle kullanmalıdır. Yoksa idrâk ve gönül aynasından bu niyetle bakmadığı için hicâblar açılmayacaktır. Ma’lûmunuz hicâblar ikidir: 1- Zulmânî perdeler 2- Nûrânî perdeler.

Zulmânî perdeleri açmak için ilim ve irfâniyetle fâili, mevsûfu ve mevcûdu iyi bilmek ve Hakk’a nisbet etmek lâzımdır. Bu irfâniyetten sonra da her mazhar kendisinin isti’dâd ve kabiliyetine göre Hakk’ı açığa çıkardığını ve varlıkların cins, renk ve vasıfları ne olursa olsun onun Vahdâniyyet tecellîlerini perdeleyemeyişine nûrânî perdeler denmektedir. Hicâb perde demektir. Zulmânî perdelerin açılması için dâimî zikri ve hissimizle râbıtayı kullanmayı dâimîleştirmeli, akıl nimetiyle de kendimizi, yakın takibe alarak dâima kontrol etmeliyiz.

Bir sâlik ne kadar sohbetlerde bulunursa bulunsun, irfâniyetini ilim yönüyle geliştirirse geliştirsin dâimî zikirle birlikte, hissiyle mertebesindeki râbıtayı kullanmaz ise hicâbları açılmayacaktır. Hicâbı açılmayan sâlik de varlıkları ve fiilleri ayrı ayrı kendisine nisbet ederek ihtilâftan ve ikilikten kurtulamadığı için hem mutsuz olacak hem de ilmin ötesine geçemeyecektir.

Allah’a gönül verenler yalnız ilimde kaldılarsa o kadar bir gönül verisi var demektir. Yoksa ilim, âmil olmak için elde edilmelidir. İlmiyle âmil olanlar edebinde, ahlâkında dâima kendilerini kontrol ederler. Hz. Muhammed (A.S.)’e ‘Muhammed-ül emîn’ denildiği gibi kendilerine de toplum tarafından “emîn” denir ve onlardan toplum memnundur.

SÂLİKLERDE EDEB NASIL OLMALIDIR

Edeb, terbiyeli olmak, insanlara sözle, fiille güzel davranmak ve lütufkâr bir hâl güzelliği ile muamele etmek anlamlarına gelir. Kelimeyi harflerle açacak olursak:

E: Eline sahib olD: Diline sahib oB: Beline sahib ol

306

Page 307: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Eline sahib olmanın, Malum her şeyi ellerimiz ile yaptığımızdan ellerimiz fiilullahı remzeylemektedir, bu fiilullaha sahib olmanın ise Tecelliyi Efal-e mazhar yani nail olmak, Tecelliyi Efal-i giymektir. Dilimize sahib olmak ise, malum dil “Kelam Sıfatı’nı” bu sıfatın zuhur mahalli olması itibariyle tecelliyi sıfata mazhar yani nail olmak, Tecelliyi Sıfat-i giymektir. Beline sahib olma ise malum bel insanoğlunun arzıyla arşının bir olduğu, çoğalma noktası olarak vucudun yekünüdür. Bu itibarlada Tecelliyi zat’a mazhar, yani nail olmak, Tecelliyi Zat’ı giymiş olur. Günümüzde Atasözü ve Özlü söz diye bilinen bütün söz ve sözlerin hakikatde ise ne hikmet ve manalara sahib olduklarını anlamak; ancak bir Mürşid-i Kamile giderek tevhid tahsilimizi yaparak mümkün olacaktır, aksi takdirde bu edebe sahib olmak mümkün olmayacaktır.

Hucûrât Sûresi 1, 2 ve 3. âyetlerde “1-Ey îmân edenler;Allah ve Resulünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Çünkü Allah, her şeyi işitir ve bilir. 2-Ey îmân edenler, seslerinizi peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın ve birbirlerinize bağırır gibi, ona bağırmayın. Haberiniz olmadan amelleriniz sonra boşa çıkıverir. 3- Gerçekten Allah’ın peygamberinin yanında seslerini kısanlar, bunlar o kimselerdir ki, Allah kalblerini takva için imtihan etmiştir, onlara bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır” buyrulmaktadır.

Görüldüğü gibi bu âyet-i kerîmelerde de, üstüne basa basa ifade edildiği gibi, Allah ve Resulünün huzurunda hudû’, huzu’ ve huşû’ halinde edebli olmamız istenmektedir.”Günümüzde, Resûlullah yok ki bunu uygulayalım” derseniz o iki cihan serverinin veresetül enbiya olan zâhir ve bâtın ilimlerini inananlara tebliğ eden İnsan-ı Kâmilleri mevcuttur.

Câmilerimizde, cemâatla kıldığımız namazlarda, nasıl imama uyduktan sonra, imamın dışında cemâattan çıt dahi çıkmıyorsa, aynen onun gibi, sohbet ve Kâmil ile beraberliklerimizde de edebe dâima uymalıyız. Çünkü İnsan-ı Kâmiller, Allah’ın bu yer yüzündeki sesidirler. O mazharlardan konuşan ve her türlü nasihatı bizlere yapan Rabbimin taa kendisidir. Rabbimin gölgesi olarak gördüğümüz beşer yüzlerinin hiçbir ilim ve irfâniyetleri yoktur. İlim ve irfâniyet sahibi o yüzlerden kemâlâtıyla tecellî eden Rabb-il Âlemin’dir. Kâmil mazharlarından, bizlerle sohbet eden ve her türlü yüce âyetlerini gösteren bizzât Cenâb-ı Allah’tır. Allah Zât olarak, sıfatı olan Muhammed mazharından tebliğini yapıp durmaktadır. Allah ‘Zât’tır. Muhammed ‘sıfat’tır. Muhammed ‘Zât’ olduğunda Âdem ‘sıfat’ olur. Âdem ‘Zât’ olduğunda da, sâlikler ‘sıfat’

307

Page 308: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

olmuş olurlar. Onun için, Zâtın tecellîlerine, sıfatlar asla karşı gelemediği gibi, îmân eden huzur ehlinin zâhir ve bâtın edeblerinin, Cenâb-ı Allah kişilerde cem olmasını istemektedir.

Tevhîdde her merâtib-i İlâhiye mertebesinin, riâyet edilmesi vâcib olan bir edebi vardır. Fenâ mertebelerinde ‘yok’luğun hisle yaşamı, bekâ mertebelerinde de yokluğun mukabilinde ‘var’lığın lâtif sıfatlardan zuhûrâtının müşâhedesi vardır. Kâmilin sözleri Rabbimizin sözüdür. Her ne konuşursa doğrudur. Eğri olarak algıladığımız bazı sözler varsa, “Mutlaka bir sebebi vardır” diye düşünmek lâzımdır.”Verdiği kararlarda doğruyu en iyi bilen O’dur” demelidir. Çünkü onun kendine ait bir varlığı yoktur. Varlık sahibi Allah ise nasıl olur da, Allah eksiklik sergiler. Bu yolda görevli olan Kâmillerimizi madem ki Allah görevlendirmiştir, onların bizlerin bilmediği, bize ters gelen bazı kararlarının nefslerinden olmadığını bilmemiz gerekmez mi. Onun için, zâhirde yürürken onların önüne geçmemeli, ses yükseltilmemeli, uzaktan çağırılmamalı, fiil ve davranışlarda edebe riâyetsizlik asla olmamalıdır. Onların meclisinde sohbet esnasında bir ihvân kardeşimizin diğer bir ihvân kardeşimizle O’nu dinlemeyerek kendi aralarında gizli gizli konuşmaları hoş olmayan davranışlardır. Bâtında da kâmillerin kişilere yakınlığını suistimal etmek, fazla isteklerde bulunmak hoş olmayan hâllerdir. Çünkü Allah zâhir ve bâtın her şeyi gören ve bilendir.

Maalesef günümüzde, Kâmil diye bildiğimiz Mürşid-i Kâmilleri sıradan ilim sahibi bir kişi olarak gördüğümüz için, bir adım ilerlememiz mümkün olmamaktadır. Onların, sırf ilim öğrenmek için sohbetlerini dinlememiz bize vuslat buldurmaz. Bu durum evimizde bir velînin kitabını okumuş olmak gibidir. Bu hâl suyun bulunmadığı yerde teyemmümle abdest almaya benzemektedir. Gönülden sevgi ile teslim olmayanlar “Hakk’ın huzurundayım ve Hakk’ın sohbetini dinliyorum” diyemiyorlarsa, ilimleri artsa bile, mânen onlardan istifâde edip vuslat bulamazlar. Onların sîreti, bir yerde Muhammed, bir yerde Rabbü’l-Âlemîndir. Sûretleri ise, senin benim gibi bir beşerdir. Artı kutup olan Allah’ın Zâtı, Muhammed olan eksi kutupla birleşmedikten sonra gönüllerimizde nûr ziyâsının parlaması mümkün değildir.

Gelin kardeşlerim, zerreden küreye kadar Allah’ın Zâtının tecellîlerini tanıyalım. En üstün vasfa sahip olan bu Kâmillerimizin Kevser ırmağından kana kana içmenin ancak edebimiz nisbetinde mümkün olabileceğini unutmayalım.

308

Page 309: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

SEVGİ VE AŞK

Sevgi, kişide istek ve arzu duymakla başlar. Şevk ve gönül vermek sûretiyle devam ederek aşka intikâl eder. Zâten sevginin gâyesi kişiyi Sevgili’ye kavuşmaktır. Allah güzeldir, güzelleri sever. Üç türlü sevgi vardır. Bunlar:

1- Tabii sevgi 2- Rûhâni sevgi 3- İlâhi sevgidir.

Tabii sevgi kâinattaki bütün yaratıklara ihsân edilen bir sevgidir. Kimisi parayı sever, kimisi mal ve mülk sever, kimisi kişileri sever. Kediye en çok neyi sevdiğini sorsak fareyi sevdiğini söyleyecektir. Tilkiye en çok neyi sevdiğini sorsak o da tavuk yemeyi sevdiğini söyleyecektir. Bunlar, mahlûkatın tek taraflı sevgisinden ibârettir.

Rûhanî sevgi ise sevgilisini hem onun için, hem kendi nefsi için sevme durumunu, sevende bir araya getirme hâlidir. Yani burada iki taraflı sevgi vardır. Oysa, tabii sevgide, seven sevdiğini kendi nefsi için tek taraflı olarak sever. Rûh birdir parçalanma kabul etmez. Fakat tecellî ettikleri mazharlarda esmâ alır. Cenâb-ı Hakk bu kesret âleminde kendisinden başkası olmadığı için kendisini sevdi. Bir Hadis-i Kudsî’de “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmekliğimi istedim, sevdim muhabbet ettim, bu halkı halk ettim” buyrulmuştur. Onun için Allah kendisinden başkasını sevmemiştir. Zâten mülkünde O’ndan başkası da yoktur. Bu tafsilât-ı Muhammedi aynalarından, kendi güzelliğini ve cemalullahını her an ayrı ayrı tecellîlerini seyretmektedir. Onun için, Hakk kendini bildi. Nereden bildi. Mazharlarından bildi. Çünkü bilinmekliğini istedi de bu sıfatlar âleminden kendini açığa çıkardı. Onun için, bu âlem, tafsilât-ı Muhammediyye aynaları oldu. Allah bu aynalarda kendi sûretini gördü ve sevdi. Âl-i İmrân Sûresi 31. âyette “De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız Muhammed'e tâbi olun ki Allah da sizi sevsin.” buyrulmaktadır. Şu halde Mürşîd-i Kâmile uymak ve ona bağlanmak sevginin sebebi olmaktadır. Rûh birliğini idrâk edenler, bütün kişilerden tecellî eden güzelliğin kendisi olduğunu bildiği için, her mazharda o güzel cemalullahın kendisi olma bilinci ile kendisini sevdiği anlaşılmış olur.

Rûhâni sevgi, kulun Hakk’ı sevmesi ve Hakk’ın kulunu sevmesi olarak iki bölümde mütalaa edilir. Kul Allah’ını bütün mazharlardan tecellîsi ile kendisinin yokluğunu idrâk ederek sever.”Bu mülk kimindir. Vahid-ül Kahhar olan Allah’ındır” hitabını duymasıdır. Yani kişinin

309

Page 310: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Fenâfillâh olmasıdır. Allah’ın kulunu sevmesi, O’nun kul mazharı olan bütün sıfatlarından kemâlâtıyla açığa çıkmasıdır.

İlâhî sevgi ise herkesin bildiği gibi zanda ve hayâlde olan bir Allah'ı sevmek değil, zerreden kürreye her sıfattan kendini ilân edenin, kendisini sevmesi ve seyretmesidir. Bütün âlem şuhûd ve ibâdet sahası olduğu için ‘sevgi’den başka hiçbir şey yoktur. Bu âlemi Cenâb-ı Allah sevmek ve sevilmek için yaratmıştır. Maide Sûresi 54. âyette “O onları sever onlar da O’nu severler.” buyrulmuştur.”Sohbetten muhabbet, muhabbetten Muhammed hasıl olur. Muhammed'siz hiçbir şey hâsıl olmaz” denilmiştir.

Bu sevgilerin toplamına aşk denilmektedir. ‘Aşk’ sözcüğü üç harf ve beş noktadan meydana gelmiştir. Harfler ‘ayın’, ‘şın’ ve ‘kaf’ harfleridir. ‘Şın’da üç, ‘kaf’ta da iki olmak üzere toplam beş nokta vardır. Bu da üç harf olan Allah’ın bu mukayyed olan bu hadisatta ef’âl, sıfat, Zât yüzlerinin, beş nokta sırrı olan kişilerdeki beş duygu ile zevk edebilme haline aşk denilir. Çünkü bütün mevcûdiyetinle Rabbine dönmeye aşk denilmektedir. Dönen kişiye de aşık denilir. Pir Hz. leri “Bir sâlik Fenâfillâh olasıya kadar sevgi ile vuslat bulur. Fenâfillâh olunca lâyıkıyle aşkı ancak tadabilir.” buyurmuşlardır.

Aşkın üç merhalesi vardır: 1- Aşk 2- Vâle 3- Heymân dır. 1- Aşk kişinin bütün mevcûdiyeti ile Mâşuk’una dönmesidir. Mâşuk’una dönene âşık denir. 2- Vâle ise kişinin bütün mevcûdiyetiyle Mâşuk’una dönmesi ve kendinden geçme hâline denir. 3- Heymân kişinin bütün mevcûdiyeti ile Mâşuk’una döndükten sonra kendinden geçip Mâşuk’unu kendinde görme hâlidir. Tevhîd mertebelerinde belirtilmek gerekirse, Fenâfillâha kadar aşk hâli, feraiz ve Vahdet zevki vâle hâli, kavseyn mertebesinde de heymân zuhûr eder. Âşık olan kişilerde uyku uyuyamama hâli vardır. Yemeden içmeden kesilerek, dâima sevgilisini anması, dâima O’nunla beraber olma arzusu gâlib gelir. Kişi, sevgilisinin yüzünden başkasını görmez. O, her şeye kördür. Sevgilisinin konuşulması dışında her şeye ilgisiz kalır. Kalbine O’nun dışında hiçbir şeyin girmesini istemez. Ve kalp kapılarını O’nun dışındakilere kapatır. Hayâlinde ve şuhûdunda hep o vardır. O’nunla yatar O’nunla kalkar. O’nunla hep beraber olur. Bir Hadis-i Kudsî’de “Kulum bana nevâfille yaklaştığında, onun görmesine göz, duymasına kulak, konuşmasına dil, yürümesine ayak, tutmasına el olurum ve bütün cevahir a’zaları ben olurum. Benimle görür, benimle duyar, benimle, konuşur, benimle yürür ve benimle tutar “ buyrulmuştur.

310

Page 311: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Kulağım âşık oldu sevgilimin sözlerine

Gözüm âşık oldu sevgilimin gözlerine

İşte bu aşırı sevgi âşıkların akıllarını başlarından alır. Onları inletir ve zayıflatır. Bir deri bir kemik haline sokar. Kuşku ve uyumama hâli zuhûr eder. Kuvvetli bir aşk arzusu, bir şevk ve iştiyâk hâli doğurur. Bu haller kişinin yaşantısını alt üst ederek değiştirir. Akıl ile aşk hiçbir zaman bağdaşmaz. Çünkü akıl insanı belli bir kayıt altına alır. Aşk ise insanın hayatını alt üst ederek şaşkına çevirir. Akıl kişiyi toplarken aşk kişiyi dağıtır. Hakk âşıkları yalnız Allah'ı müşâhede ederler. Her gözden görülen, her dilden konuşulan, her kulaktan duyulan sadece O’dur. Ârifler bunu böyle bilirler. O da âşıklara bu hakîkat ile tecellî eder. Peki seven sevgilisine acı çektirir mi. Çünkü en çok acıyı çekenler peygamberler, evliyâlar olmuştur. Maide Sûresinin 54. âyeti “Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler.” bize Allah’ın kullarını sevdiğinden mütevellit celâl tecellîlerini lütfettiğini, celâlsiz kemâlâtın olamayacağını, sevdiği peygamberlere ve evliyâlara kemâlâtını istediği için bu acıyı çektirdiğini anlatmış oluyor. Cenâb-ı Allah’ın lütfu kahrının içinde gizlidir. Aslında bu, bizlere acı gibi görünüyor. Yoksa onlar halinden memnunlardır. Allah’ın celâl tecellîsi ikiliktekileredir. Birlik deryasında olanlara celâl tecellî olmaz o aynı tecellî cemâl olmuştur. Cenâb-ı Allah bütün ihvân kardeşlerime bu aşkı nasîb etsin. Âmin.

SEVMEK VE SEVİLMEK

İnsanlar bu dünyaya, sevmek, sevilmek ve sevdirmek için gönderilmişlerdir. Yoksa üç günlük yaşamlarında birbirleriyle kavga etmek, geçimsizlik ve mutsuzluk için gelmemişlerdir. Neden insanlar birbirlerini sevmiyorlar, neden bütün yaşamını dünyadaki Cehennem’de geçirmekten kurtulamıyorlar, akıl, fikir ve bütün zihinsel düşünüşlerini ekonomik meselelerden, üzüntü ve dünya debdebelerinden Hakk’a doğru döndüremiyorlar.

İşte bu soruların cevabı Tevhîdde mevcuttur. Ne yazık ki bunları bilmediğimiz için bu Cehennem’den kurtulmamız mümkün olmuyor.

Kur’ân-ı Kerîm’in Araf Sûresi 179. âyetinde “Cin ve insin çoğunu Cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır tefekkür

311

Page 312: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

etmezler, gözleri vardır hakîkati görmez, kulakları vardır hakîkati duymaz, işte bunlar hayvan gibidirler.” buyrulmuştur. Şu halde insanların çoğunluğunun, mutsuz ve azabda oldukları anlaşılmaktadır. Dünyada Cehennem, kişilerin Hakk’tan kendilerini uzak hissetmeleri ve Cenâb-ı Hakk’ın tecellî mazharlarını Hakk’tan ayrı imiş gibi görüp, ihtilâftan kurtulamayıp azab çekmeleridir.

Her tecellî Hakk’ın olduğu halde, “Nedir bu kavgalar ve ihtilâflar” diye soracak olursanız, her tecellînin fâilinin Allah olduğunu bilmeme cehâletidir. Zira kişideki Cehennem azâbı cehâletinden ve Hakk’tan uzak oluşundan başka bir şey değildir. Cenâb-ı Allah, onsekizbin âlemde, zerreden kürreye kadar, Zâtını ilân etmiştir. İlân etmesi demek, her varlıkta zuhûra gelmesi demektir. Şu halde sevmeyip ihtilâf ettiğimiz kişi veya varlıkların, kendilerine ait hiçbir güç ve kuvveti yoktur. Onların mazharından bizlerdeki, malûmata göre Cenâb-ı Hakk, o âletleri, bizlere kullanmaktadır. Neden o eksik mazharları başkalarına değil de, bize kullanıyor. Çünkü bizlerde eksiklik var. Onları bize kullanmasa başkalarına kullanacak. Onun için her türlü olayda, başkalarını suçlamak değil de kendimizi gözden geçirip düzeldiğimizde, bir daha bu eksik tecellînin olmadığını görürüz. Çünkü Allah bizlere, hiçbir mahlûkata vermediği, akıl, fikir, irâde ve ilim gibi yüce emânetler vermiştir. Bunları yerinde ve doğru kullanırsak, o zaman azâbımız azalacaktır.

Sûrette kalanlar ve sûret için ömrünü bitirenler, azab ve mutsuzluktan kurtulamamışlardır. Sûretlerin hiçbir hükmünün olmadığını bilenler, sîret için çalışıp onun bilincine erenler, mutluluk ve saadet içinde, dünyada iken Cennetlerini yaşayacaklardır. Dünyada Cennet ve Cehennem vardır. Âhirette de Cennet ve Cehennem vardır. Dünyadaki Cehennem Hakk’tan uzak olmak ve her türlü ıztırab ve kederleri onların Cehennem’i olmaktadır. Dünyadaki Cennet’leri ise Hakk’la beraber olup huzur ve mutluluk içindeki zevkleridir.

Dünya zâhir beş duygumuzla algıladığımız kesâfet âlemidir. Âhiret ise bâtın duygularımız diye vasıflandırdığımız, hiss-i müşterekimiz olan bâtın duygularla algılanan bir âlemdir. Zâhir duyguların bu âlemde geçerliliği yoktur.

Dünyada iken Hakk’a olan yakınlığından (ilm-el yakînlik, ayne’l-yakînlik, Hakk-al yakînlik) aldığı zevkler, sıfatlara bürünerek karşısına çıkacaktır.”Dünya Âhiretin tarlasıdır.” Hadisi bize bunu bildirmektedir.”Dünyada a’ma olan Âhirette de a’madır.” Âyet-i kerimesi

312

Page 313: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

bizlere dünyada iken, bütün fiillerin fâilini çok iyi tanımamızı belirtmektedir. Sevdiğimiz her varlığın özünün, Cenâb-ı Hakk’ın bir tecellîsi olması nedeniyle bizzat Rabbimizi sevmiş olduğumuzu anlamış olacağız. Cenâb-ı Hakk kendinden başka bir varlık yaratmamış ki seven ve sevilen olsun. Seven de kendisi, sevilen de kendisidir. Yeter ki biz bu irfâniyete sahip olup mutluluk içinde yaşayalım. Yoksa kendi azâbımızı kendimiz hazırlamış oluruz.

Aşkınla sararıp soldum

Kâh yanıp kül oldum

Seni her yerde aradım

Sonunda kendimde buldum.

Aşk ateşini yanar sandım

Gönlümde hep Seni andım

Anan da sen, anılan da sen olduğunu bildim.

Ahmet’teki Aşk’ın ve Âşık’ın özünü gördüm.

Herkes bu gün kendini sorgulasın. Stres, üzüntü, keder ve mutsuzluk içinde dünya ile ilgili alamadım veremedim kaygısı içindeyse bu, Cehennem azâbından başka bir azâb mıdır. Bu azâb ona yetmiyor mu. Ondaki gayriyet ve Hakk’ın her türlü tecellîlerine vâkıf olmadığı için Cehennem azâbından bir türlü kurtulamıyor. Oysa Tevhîd ehli, Hakk’ın bütün tecellîlerine vâkıf olduğu için, fiillerin fâilini görüyor. Hangi mazharı nerede kullandığını, bu olaya karşı nasıl hareket etmek gerektiğini bildiği için, mutluluk ve huzur içinde yaşıyor. Dünyada o kişiye bundan güzel Cennet mi olur. Hasan Fehmi Hazretleri bir ilâhîsinde:

“Kahrı lütfu bilmeyen hiçbir dem rahat olmaz.”

Buyuruyor. Kahrında lütfundaki, fiilin fâili Allah’tır. Kime ve ne için kullandığını tefekkür ettiğimizde, her şeyin yerli yerinde ve doğru olduğunu görerek Cennet’e girmiş oluruz.

Cenâb-ı Allah, cümlemizi iki cihanda seven ve sevilen mutlu kişilerden eylesin. Âmin.

313

Page 314: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

SÜLEYMAN (A.S.) İLE BELKIS HADİSESİ

Bir gün Süleyman (A.S.) ordularını denetliyordu. Fakat Hüdhüd kuşunu göremedi. Nerde olduğunu sordu.”Geldiğinde bana tatminkâr bir cevap vermezse onun başını koparacağım veya ağır bir ceza ile cezalandıracağım.” dedi. Nihâyet Hüdhüd geldi. Ve dedi ki “Ya Nebîyullah senin bilmediğin bir yerden geliyorum. Oranın adı Saba ülkesidir. Başlarındaki padişah Belkıs isminde bir kadındır. Muhteşem bir tahtı var. Ne yazık ki Allah’a değil güneşe tapıyorlar. Şeytan onların amellerini de süslü göstermiş. Böylece kendilerini Hakk yolundan saptırmışlar da maalesef doğru yola giremiyorlar.” dedi. Süleyman (A.S.) bu habere memnun olarak “Sen sözünde doğru isen şu mektubumu ona götür ve bakalım nasıl bir neticeye varacaklar”diyerek Kur’ân-ı Kerîm’in Neml Sûresi 30. âyetinde “Bismillahirrahmanirrahim. Süleyman'dan O Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla (başlamakta)dır.” diye başlayan mektubunu yazmıştır. (Süleymansız besmele çekilemez. ) Hüdhüd bu mektubu Belkıs’ın tahtına bırakarak gözetlemeye başlamıştır.

Belkıs mektubu okuduktan sonra avenesini toplayıp onlara danışmış ve fikirlerini sormuştur. Onlar da “Süleyman’ın orduları buraya gelirse her taraf târ ü mâr edilir. Bizim ordularımız çok kuvvetlidir. O buraya gelmeden biz onun üzerine hücum edelim” demişlerdir. Belkıs ise Süleyman (A.S.)’ın peygamber olup olmadığını anlamak için elçileri ile hediyeler gönderip hediyeleri alırsa padişah olduğunu, peygamber olmadığını, hediyeleri almazsa peygamber olacağını söylemiştir. Elçilerin kadınlarına erkek elbisesi, erkeklere de kadın elbiseleri giydirip ellerine som altından iki kerpiç vererek hediye olarak göndermiştir. Süleyman (A.S.)’ın emrinde kuşlar, cinler ve rüzgâr olduğu için her şeyden haberdar olması nedeniyle elçiler henüz gelmeden bütün şehrin cadde ve kaldırımlarının som altın olmasını emrediyor.

Elçiler şehre girince her tarafın som altın olduğunu görüyorlar. Ve bu elimizdeki iki som altın kerpiç sanki buranın malı diyerek ellerindekilerinin bu şehirde kıymetinin olmadığını anladılar. Elçi oldukları için aldıkları görev nedeniyle Süleyman (A.S.)’ın huzuruna çıktılar. Süleyman (A.S.) elçilere “Sizi hediye getiresiniz diye çağırmadım, sizler hediyeye mazhar olasınız diye çağırdım. Geriye dönün ve padişahınıza söyleyin, ordularımla oraya girersem onları oradan

314

Page 315: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

çıkartırım” dedi. Süleyman (A.S.) vezirlerine “Seçkin topluluk müslüman olarak gelmezden evvel Belkıs’ın tahtını bana kim getirecek” dedi. Cin tayfasından bir ifrit “Sen yerinden kalkmadan önce ben o tahtı sana getiririm” dedi. Fakat Süleyman (A.S.) bunu çok uzun bir zaman buldu. Kendinde ilâhi bir kitaptan ilim bulunan Asaf bin Belhî adlı bir kişi “Gözünüzü kapayıp açıncaya kadar bir zamanda o tahtı size getiririm” dedi ve Süleyman (A.S.) tahtı yanında gördü. Süleyman (A.S.) tahtın tanınmayacak bir hale getirilmesini emrederek Belkıs’ın tahtını tanıyıp tanımayacağını anlamak istedi.

Belkıs geldiğinde “Bu taht senin mi” diye sordu. Belkıs ne “Benimdir.” diyebildi, ne de “Benim değildir.” diyebildi.”Sanki odur.” dedi. Süleyman (A.S.) koltuğunda otururken Belkıs yanına doğru ilerledi. Fakat tahta geçerken tahtın önündeki havuzdan geçmek gerektiği için Belkıs eteklerini sıvadı. Süleyman (A.S.) “Eteklerini indir, havuz su değil camdır.” dedi. Çünkü Belkıs’ın anası can kavminden babası da cin kavminden olduğu için bacaklarındaki kılları görmek için bu denemeyi yapmıştı. Belkıs bu üstün tecellîlerin hepsini görünce mutmain olarak “Süleyman vasıtasıyla âlemlerin Rabbi olan Allah’a inandım ve teslim oldum” dedi. İşte buraya kadar anlatılan vak’a Kur’ân-ı Kerîm’in Neml Sûresi 20. âyetinden 45. âyetine kadar anlatılanların kısaca özetidir.

Peki bizler bu âyetleri kendi vücûd ülkemizde ve âfâkımızda nasıl zevk etmeliyiz ki yaşamımıza geçirelim. Bu âyetler bizlere ne mesajlar vermektedir. Süleyman (A.S.) enfüste kalbdir. Âfâkta ise Mürşid-i Kâmildir. Hüdhüd kuşu ise tefekkürdür. Saba ülkesi olan Belkıs’ın ülkesi de kişinin gönül âlemidir. Hüdhüd kuşunun “Ya Nebiyullah ! Senin bilmediğin bir ülkeden geliyorum.” demesi “gayriyet ülkesinden geliyorum” anlamındadır. Oranın padişahı Belkıs isminde bir kadındır. Yani nefs ülkesi olan o yerde padişah ikilikte olan nefstir. Hem “Onların ibâdetlerini Allah’a değil güneşe yaptıklarını gördüm” diyerek onların âlemlerin Rabbi olan Allah’a değil, akıl güneşine taptıklarını söylüyor. Yani kendi akıllarıyla yarattıkları, zanlarındaki, hayâllerindeki akıl güneşine ibâdet yapıyorlarmış. Ve şeytan da onların yaptıkları ibâdetleri çok güzel gösteriyormuş. Günümüzde de bazı kimselerin, Allah’ın Muhammed aynasından, kendini sergilediğini göremedikleri için, zanlarındaki veya akıllarındaki bir ilâha ibâdet ettiklerini görüyoruz. Şuara Sûresi 213. âyetinde “Bundan dolayı sakın, Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma ki azâb edileceklerden olmayasın” buyrulmaktadır. Yani Allah sende ve sana şah damarından daha yakın

315

Page 316: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

olduğu halde O’nunla birlikte zannındaki ve hayâlindeki bir ilâha ibâdet edenler bu cümledendir. Hakîkaten onların şeytanları da bol bol yapılan bu ibâdetleri ‘şöyle sevap vardır, böyle sevap vardır’ diye güzel göstermektedir. Mânâsını bilmeden yapılan taklîd ibâdetlerin hiçbir hükmünün olmadığı Kur’ân-ı Kerîm’in Maun Sûresinde “Gafletle namaz kılan ve ibâdet edenlerin ibâdetlerinin, suratlarına çarpılacağı” âyetiyle bildirilmektedir.

İşte böyle kişilere Süleymanlar yani Mürşid-i Kâmiller dâima mektup yazıp durmaktadırlar. Ve mektupta hiçbir kişi Süleyman’sız, Besmele-i Şerîf olan Bismillâh Allah’ın zâtının sırlarına, Rahmân olan Allah’ın sıfatlarının sırlarına, Rahîm olan Allah’ın ef’âl-i İlâhiye sırlarına vâkıf olamaz demektedir.

Enfüsümüzde tefekkür olan Hüdhüd vasıtasıyla, âfâkta da palazlanmış bir sâlik vasıtasıyla nefs kuvvelerine veya nefs sahibi Belkıslara gönderilmiş olacaktır. Mektubu okuyan Belkıs arkadaşlarını toplayarak Süleyman’dan gelen mektubu tartıştıktan sonra onun hakîkaten buna yetkili olup olmadığını bilmek için hediye ile denemeye koyulacaktır. İlm-i ledün olan som altın kerpicini ona takdîm edince İnsan-ı Kâmil olan mürşid de “Sizleri hediye getiresiniz diye çağırmadım, hediyeye mazhar olasınız diye çağırdım” diyecektir. Zira kâmilin hazinesinde Allah’ın ilhâmlarıyla her tarafı som altın olan ilm-i ledün kerpiçleri çoktur.

Kâmiller ilm-i ledün olan ilhâmlara mazhardırlar. Onun için elçilerin ellerindeki som altın kerpiçlere Kâmiller hiç itibâr etmezler. Çünkü onlarda Allah’ın sonsuz tecellîleri zuhûr etmektedir. Bütün çağırdığı kişiler ondaki hediyelere mazhar olsunlar diye çağrılmaktadır. Hediye getirsinler diye değil. Çünkü onların hediyeye ihtiyacı yoktur.

Belkıs’ın tahtını kim getirecek dendiğinde cin tayfasından bir ifrit: “Ya Nebiyullah oturduğun yerden ayağa kalkasıya kadar bir zamanda getiririm.” dedi. Belkıs’ın üç yüz kişilik tahtı, o kişilerin ef’âl, sıfat ve Zâtıdır. Cin tayfasından olan ifrit, ef’âl sıfattan tecellî eder, sıfat da Zâttan tecellî ettiği için, işte Belkıs’ın tahtı olan bu nisbet ettiği Zâtını sana getiririm demek istedi. Süleyman (A.S.) bunun uzun bir zaman olduğunu söyledi. Âsâf bin Belhî ismindeki ilim sahibi olan bir kişi ise, “Gözünüzü açın tahtı karşınızda görürsünüz.” demekle, belirli bir tahsil sonu ef’âl, sıfat tecellîlerinden sonra Zâtı görürsünüz değil, onun karşınıza gelmesi ismini anmak kadar serî olacağını söylüyor. Nasıl çok uzaklarda

316

Page 317: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

bildiğimiz bir kişi veya yerin hatırlanması ile hemen gözümüzün önüne karşımızdaymış gibi gelirse aynen onun gibi Tevhîd ilmini tahsil edenler de nefs-i levvâme sahibi kişilerin her yönünü yanlarında görürler.

Belkıs’ın tahtının tebdil edilmesi ise Mürşid-i Kâmilde tahsil eden bir sâlike kendine nisbet ettiği ef’âl, sıfat ve Zâtı Fenâfillâh olduktan sonra sorulsa “Bu taht benim” diyemez. Çünkü kendisinin olmadığını öğrendi.”Benim değildir” de diyemez. Çünkü kendi esmâsından zuhûr etmektedir.”Sanki onun gibidir” der. Çünkü yok olan yalnız ‘zan’nıdır. Kendine nisbet ettiği varlığın Hakk’a ait olduğunu anlamıştır. Yoksa değişen hiçbir şey yoktur.

Süleyman (A.S.)’ın bu yüceliklerini Belkıs anladıktan sonra, Süleyman’ın himmetiyle “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a inandım.” diyerek taklîdi îmândan şühûdî ve tahkikî îmâna duhûl etmiştir. Zâhirde Süleymanlardan tecellî eden ilme ve irfâniyete inanmak başka, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın Süleymanlarda kemâlâtıyla açığa çıkışını şühûd etmek başkadır.

İşte enfüsümüzde kalb Süleymanının sıfatlara olan Hakk ve hakîkatin tecellîsi için nefs-i emmâreden kurtulma telkîni olduğunu, âfâkta da Kâmillerin nefs sahibi olan kişileri ka’l ve hâl lisaniyle Hakk ve hakîkata davet ederek onların da kabullenip kurtuluşa erme vak’asıdır.

Günümüzde her zaman bu Süleyman ile Belkısların vak’aları olup durmaktadır. Allah Süleymanlara kulak veren ve onlara tâbi olarak besmeleye sırrıyla vâkıf olanlardan eylesin. Âmin.

ŞERİAT NE DEMEKTİR

Kur’ân-ı Kerîm’deki emredilenleri yapma, yasak kılınanları yapmama yolu olan İlâhî kanunların hepsine birden şeriat denir. Şeriat ikidir:

1-Şeriat-ı evvel

2-Şeriat-ı sâni

Şeriat-ı evvel, taklîd olarak yapılan itikadî ve amelî yapılan bütün ibâdetlerimizdir. Bizler kimin taklîdini yapmaktayız. İki cihan serveri Peygamberimizin taklîdini yapmaktayız. Orucu, mânâsını ve

317

Page 318: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

bizlere sağladığı faydaları bilmeden emr-i İlâhiye diyerek tutarız. Namazı, kıyamın, rük’ûun ve secdenin bizlere sağladığı faydaları bilmeden, Resûlullah Efendimizin “Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öylece namaz kılınız.” emrine binâen kılarız. Madem ki namaz mü’minin Mi’racıdır, Mi’rac da, Cenâb-ı Hakk’la konuşmak ve beraber olmaktır, kendimize namaz kıldığımızda “O’nunla beraber olup konuştuk mu” diye sorsak “Hayır, konuşmadık” diye içimizdeki müftünün cevap verdiğini göreceğiz.”Kâbe-i Muazzama’yı ziyâret etmek Allah’ın kulları üzerindeki hakkıdır.” âyetini, taştan yapılmış bir bina olarak ziyâret ederek ismimizin ‘hacı’ olmasından başka bizlere sağladığı faydayı göremeyiz. Zekât vermek de aynı şekilde, ya malınızın kırkta biri veya ilmimizin zekâtından başka bir zekâttan haberimiz olmadığını görürüz. Dolayısıyla da, Allah’ın şehadetini de ‘kelime’ olarak söyler her şeyin bundan ibâret olduğunu zannederiz.

Şeriat-ı Sâni ise, hakîkatten sonra gelen, farkıyla zâhir ve bâtın bütün tecellîlerin bilinip uygulanmasıdır. Cenâb-ı Hakk’ın, zâhir ve bâtın olan Vahdet ve kesret tecellîlerini bilmek, bizim ilm-el yakînlik seviyesindeki vâkıfiyetimizi gösterir. Âlimlerimizin ve ehl-i tarîk diye günümüzdeki tasavvuf erbabının bu yolda şuhûdları yoksa, onlarda ilm-el yakînlik seviyesinde şeriatı uyguladıklarını görüyoruz. Hakk Mürşîdlerinde merâtib tahsilini yaparak şuhûd sahibi olanlar, Hakk Mürşîdlerinin ihvândaki ahlâk, edeb gibi irfâniyet ve kemâlât yüceliklerinin şahitliklerini yapmaları onların ayne’l-yakîn olmalarıdır. Çünkü kendi varlıklarını yok ederek Rablerini her şeyde görmeleridir. Bunlar, tecellî edenin Rabbi olduğunu zevk etmesi, tecellî olunanın da her varlığın isti’dâd ve kaabiliyetine göre o mazhardan zuhûra gelmesini seyretmesidir. Kişi biraz daha üstün zevke girerse, kendi varlığının yerine ikame eden Rabbinin, evvel, âhir, zâhir, bâtın gönül tecellîlerinin, bütün sıfat ve a’zalarından kemâlâtıyla zuhûra gelmesiyle Hakk-al yakîn olarak zevk edebilir. Lâtif olan Cenâb-ı Hakk’ın tafsilât-ı Muhammediyye’den zuhûra gelmesi şeriattır. Onun için Niyazi-i Mısrî Hazretleri şöyle diyor:

Şeriat enbiyânın sünnetidir

Kamunun ihtidâsıdır şeriat

Bu nefs-i kâfiri katletmek için

Hakk’ın hükm-ü kazâsıdır şeriat

318

Page 319: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Hakîkat gerçi sultanlıktır amma

Önünde onun libâsıdır şeriat

Şeriattan velî yâd olmaz asla

Velinin âşînâsıdır şeriat

Şeriatla durur arz u semâvât

Bu dünyanın binâsıdır şeriat

Cem-i enbiyâ ve evliyânın

Niyazi’ye yol gösterendir şeriat

ŞERÎAT NEDİR

Şerîat, doğru yol, Hakk yolu, aydınlık yol, Allah’ın ve Peygamberin târif ettiği emir ve yasaklar yoludur. Şerîat ikidir:

1- Şerîat-ı evvel

2- Şerîat-ı sânî

Şerîat-ı evvel, Allah’ın emrettiklerini yapmak, yasak ettiklerinden kaçmakla olur. Kul ayrı, Allah ayrı olarak idrâk edenler her türlü emir ve yasakları nefislerinde uygulamaktadır. Fakat taklîdî bir ibâdet içinde oldukları için, yaptıkları ibâdetlerin manâsını bilmezler. Kul, yaptığı ibâdetlerin faydalarını göremez. Yalnız emr-i İlâhiyye olduğu için uygular.

Şerîat-ı Sânî, hakîkatten sonra gelen şerîattır ki “Ben gizli bir hazineydim, bilinmekliğimi murâd ettim ve bu halkı halk ettim” Hadis-i Kudsî’sinde buyrulduğu gibi Hakk Teâla’nın bu kesret âlemine tecellî etmesiyle açığa çıkmasıdır. Şerîat-ı sânîde bulunan kişiler müşâhede sahibi oldukları için, Allah’ın, kâinatta, cemâdâtıyla, nebâtâtıyla, hayvânâtıyla ve insanlarıyla şerîatı ayakta tuttuğunu zevk etmektedirler. Allah’ın her an ayrı ş’en ve tecellîsi, şerîatla zuhûr etmektedir. Mevsimler, aylar, günler hep şerîatın birer yaprağıdırlar. Şerîatsiz hakîkat, hakîkatsiz şerîat olmaz. Niyazi-i Mısrî Hazretlerinin buyurduğu gibi:

319

Page 320: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

“Hakîkat gerçi sultanlıktır amma,

Önünde anın livâ’sıdır şerîat,

Şerîatla durur arz ü semâvât,

Bu dünyanın binâsıdır şerîat”

Şerîat mukayyed olan bu Âdem ve âlemde tecellî-i ef’al, tecellî-i sıfat ve tecellî-i Zâtı zevk etmektir. Mürşid-i kâmillerin yolu şerîatla kâimdir. Bir insan şerîatı ihmâl ederse o kimsenin yolu çok zorlaşır. İnsan, yazın sıcaklara ve kışın soğuklara karşı nasıl bir elbise giyer, giymediği takdirde vücûdu hasta olursa şerîat da bir libasdır(elbisedir). Şerîat olmazsa bir insanın hakîkati hastalanır. Bir insanın mazharından ne şekilde tecellîler olursa Allah’ın indinde o kişinin durumu da odur. Çünkü Allah Âlim’dir, bizler ise mâlumuz. Elbette Allah kullarında ma’lûmiyeti derecesinde tecellî etmektedir. On sekiz bin âlem şerîatla ayakta durmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in 6666 âyetinin tamamı şerîattan ibarettir.

Kur’ân-ı Kerîm’de:

1- Emirler 2000 âyet,

2- Yasaklar 1000 âyet,

3- Tarihçe 1000 âyet,

4- Kıssalar 1000 âyet,

5- Örnekler 1000 âyet,

6- Nisâ(kadınlarla ilgili) 66 âyet,

7- Haram ve helal 500 âyet,

8- İbâdetle ilgili 100 âyet bulunmaktadır.

Herkesin bildiği gibi oruç, namaz, hac İslâmın şartlarındandır. Bu ibâdetlerden elde edilen edeb, sevgi ve ahlâk güzelliği gibi faydalar şerîattır. Kur’ân’ın emrettiklerini yapmak, yasakladıklarını yapmamaktır şerîat. Tabiata baktığımızda, meyve veren ağaçların yapraklarını sıyırsak o ağacın o sene meyve vermediğini görürüz. Zira o meyveyi dalında geliştiren yapraklarıdır. Bunun gibi şerîat da hakîkatin kemâle gelmesini sağlayan Hakk’ın fiiller âlemindeki tecellîlerinden ibarettir. Arz ve semâvâtın şerîatla ayakta durduğunu biraz olsun tefekkür edersek, her şey

320

Page 321: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

açık olarak anlaşılmış olacaktır. Toprağa attığımız bir çekirdeğe özenle yetişmesi için emek sarfedilecek olursa zamanla, bir gün ağaç haline geldiğini gördüğümüz gibi, insanı da bir Muhammed çekirdeğine benzetebiliriz. İnsan, fiillerinden açığa çıkan eserlerini (meyvelerini) şerîatla gösterecektir. Bu icraatın sonucunda Hakk insan mazharından rızâsıyla zuhûr edecektir.

Allah bu âlemi sevmek ve sevilmek için yaratmıştır. Gerek bu âlemde gerekse âlem-i Âhirette refah ve saadet istiyorsak, sîretimizin sûretimizden tecellî eden fiillerini müşâhede etmemiz gereklidir. Şerîat, Hakk’ın bu âlemde kendisini açığa çıkardığı beyân-ı İlâhiyesi’dir. Şerîatsız tarîkat de hakîkat de olamadığı gibi zevk edilmesi de mümkün değildir. Hakîkatten sonra gelen şerîat, ‘fark’ tır. Her şeyin kendi mîzânı (ölçüsü) olduğu gibi, şerîat-ı farkta da her tecellîyi tecellî ettiği mazharın terazisiyle tartarak hüküm verilmelidir. Kur’ân-ı Kerîm’deki âyetlerden bu ölçü doğrultusunda anlamak ve uygulamak suretiyle faydalanabiliriz. Bu ölçüyü göz ardı ettiğimiz taktirde dalâlete düşeriz. Yani bir kimse bütün tecellîleri tefrik etmeden (ayırmadan) “Hepsi Hakk’tır” derse dalâlete düşmüş demektir. Kur’ân-ı Kerîm’deki müteşâbih âyetleri yerinde, muhkem âyetleri de yerinde değerlendiremezsek o âyetlerden istifade etmek mümkün değildir. Bir insan şerîatın hükümlerini yerine getirirse “ten”in şükrünü, eğer bâtınını mâmur ederse “can”ın şükrünü edâ etmiş olur. Ten cansız, can tensiz olmadığı gibi zâhir bâtınsız, bâtın da zâhirsiz olamaz.

ŞERÎAT SOHBETİ

Her ne kadar şerîat-ı evvel yani taklîd şerîat ve şerîat-ı sânî yani hakîkatten sonra gelen şerîat diye iki bölüm diye daha evvelki sohbetlerimizde îzâh ettikse de, hakîkatte şerîat dört yerde mütalaa ve şühûd edilebilir. Bunlar :

1- Enfüste Şerîat,

2- Âfâkta Şerîat,

3- Vahdette Şerîat,

4- Kesrette Şerîattır.

321

Page 322: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Enfüste şerîat: Allahü teâlâ gizli bir hazine idi, bilinmekliğini murâd etti. Bu halkı yani sıfatlarını halk etti. Bu âlemde Zât Allah’tır, sıfat ise Muhammed’dir. Muhammed aynasından tecellîleriyle kendini seyretti. Her bir sıfat kemâlâtıyla Allah’ın emanetlerini taşıyamadığı için Rahmâniyyet sıfatına mazhar olan insana Muhammed diyoruz. Çünkü Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Siz Allah’ı noksan sıfatlarda aramayın kemâl sıfatlarda arayınız.” buyurmuşlardır. İnsan da en üstün olarak yaratılması nedeniyle Muhammed’dir. Görmüyor musunuz, insanın başı ‘mim’, omzu ‘ha’, bacakları ‘dal’ şekliyle zâhirde bile Muhammed yazısıyla görünmektedir. Onun için bu insanın sîreti Hakk, sûreti ise Muhammed olmuş oluyor.”Nefsini bilen Rabbini bilir.” Hadis-i Şerifi gereğince nefsimiz bizim sekiz sıfat-ı subûtiyemizdir. Bu sıfatlardan tecellî edenin rûhumuzun aslı olan Rabbimizin olduğunu anladığımız zaman tek olan rûhun tekvîn vâsıtasıyla yedi kapıdan kendini şerh ettiğini yani açığa çıkardığını görürüz. İşte enfüsümüzde şerîat yani açığa çıkma kendini bilinmekliğini istediği için şerh etmesi, rûhun nefisten kendini ilân etmesidir. Bizler bir İnsan-ı Kâmilden bu tahsili yapmadıysak her an kendini ilân eden tecellîlerden haberdâr olamadığımız için bu zevklerden mahrumuz demektir. Şerîat herkesin bildiği gibi namaz kılmak oruç tutmak vb. amellerle ilgili ibâdetler değildir. Elbette onlar da bu saydığımız dört tecellînin dışında değildir. Ancak sadece onlarla kayıtlı da olamaz.

Âfâkta şerîat: İnsan-ı Kâmilin kendini sâliklerinde, sâliklerin de İnsan-ı Kâmili kendilerinde görmeleridir. Çünkü Zâtiyyûn bir kâmilin sâliki de Zâtiyyûn sohbet ve irfâniyetle yetiştiği için Zâtiyyûn kemâlâta sahiptir. Esmâ ve kitabî bilgilerle yetişmiş olsa idi onlardan başka bir şeye vâkıf olması görülemezdi. Onun için sâlik “Benden duyan, benden gören, benden bilen, beni benimle sevk ve idâre eden Rabbimdir” demesiyle bu şerîatı yaşıyor demektir. Burada esas olan Kâmilin sûreti değil, onun, Rab esmâsından açığa çıkan kemâl sıfatlarıdır. Bu sebeple “terbiye eden, irşâd eden” kişi olarak ona Mürşîd denir.

Vahdette şerîat: Allah Ahadiyetinde gizlilikte idi. Bilinmekliğini murâd etti. Tecellî etmek için bu âlemi altı günde yarattı. Altı günde yaratması altı mertebede kendisini açığa çıkarması, o Makâm ve mertebelerden kendini şerh etmesi anlamındadır. Yoksa Allah “kün” “ol” demesiyle “Fe yekûn” “oldum” tecellîsiyle bir anda olmuştur. Fakat bir sâlikin de altı mertebede tahsil yaparak aslını gördüğü gibi altı mertebede kudret ve yüceliğin tecellîsini izhar etti.

322

Page 323: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Kesrette şerîat: Allah gizlilikten, kesret âleminde dört yerde başka bir değişik tecellîsini gösterdi. Yani cemâdâtta cemâdâtı rûhuyla, nebâtâtta nebâtâtı rûhuyla, hayvânâtta hayvânâtı rûhuyla, insanlarda insanî rûhuyla zuhûra geldi. Bu yerlerden de kendini farkıyla şerh etmesine kesretteki şerîat demiş oluyoruz.

Şu halde şerîatin sadece belirli birtakım amellerle ilgili ibâdetler olmadığı, Allah’ın bu saydığımız yer ve mertebelerdeki tecellîlerinden ibâret olduğu görülmektedir. Âyet-i kerîmede “Allah melekleri vasıtasıyla yani kuvveleriyle Muhammed’e namaz kılıyor” denilmektedir. Yani Allah, Muhammed mazharından kemâlâtıyla tecellî ediyor. Ey îmân edenler sizler de bir Muhammedî olarak Allah’ı kendi mazharlarınızdan kemâlâtıyla zuhûra getirmek sûretiyle O’na namaz kılınız buyruluyor. Namaz mü’minin Mi’racıdır. Mi’rac ise Allah’la konuşmak, Allah’la bir olmaktır. Peki Zât olan Allah, sıfat olan Muhammed’le nasıl konuşur ve bir olur. Tabii ki Zâtın sıfatından tecellîsiyle, sıfatların da fiileriyle o sıfatların isti’dâd ve ma’lûmiyetleri nisbetinde zuhûra gelmesi Cenâb-ı Hakk’la sıfatların konuşmasıdır. Zira fiiller sıfatların tahakkümündedir. Sûrette insan olsa bile fiilleri hayvan fiili ise o sîrette insan olamaz. Onun yaratılma yeri o fiilerin tecellî vâdisidir. İşte bu dört yerde Allah’ın tecellîleri olan şerîatından başka beşinci bir şerîatı yoktur. Onun için şerîat 6666 âyet-i kerîme olan Kur’ân’a, şerîat de İnsan-ı Kâmil’e eşittir. Niyazî-i Mısrî Hazretleri de:

“Şerîatla durur arz ve semâvât

Bu kâinat binasının özüdür şerîat” buyurmuşlardır.

Şerîat, Allah’ın insanlarda Rahmâniyyeti ile açığa çıkması olduğuna göre bizler de O’nu kendi mazharlarımızdan kemâlâtıyla zuhûra getirmek için gayret gösterelim. Her an fiil mektuplarımızı okuyup ona göre Sırât-ı Müstâkîm’de olmak üzere çalışalım.

ŞİRK NEDİR

Şirk, Allah’a ortak koşmak demektir. Şirk iki türlüdür:

1- Cehrî şirk

2- Hafî şirk

323

Page 324: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Açıktan açığa Allah ve Resul’ünü inkâr edenler cehrî şirktedirler ve onlar Allah’a değil puta tapanlardır. Onun için Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Ben ümmetimin cehrî şirkinden korkmam fakat hafî şirkinden emîn değilim.” buyurmuşlardır. Peygamber Efendimiz ümmetinin Allah’ı bırakarak puta tapmayacağından, taparlarsa İslâm olamayacağından, bu nedenle de cehrî şirke düşmeyeceğinden emîn. Fakat hafî şirklerinden emîn değiller.

Hafî şirk de iki türlüdür:

1- İ’tikadda Şirk,

2- Amelde Şirk

Hayâlimizde, zannımızdaki bir Allah’a inanıyorsak bu i’tikaddaki şirkimiz olur. Zira böyle bir Allah olmadığı için mevhumda bir Allah yaratmakla, hakikî mevcûd olan Allah’a şirk koşmuş oluruz. İtikadımız İmâm-ı Mâtürîdî’dir. Onun itikadı ise ehl-i sünnet vel cemâat i’tikadıdır. Ehl-i sünnet vel cemâat demek dört mezhebin zâhir yönden kabul edip söyledikleri, Tevhîd ehlinin de kısa ve öz olarak Mürşid-i Kâmilinin sâlike telkîn ettiği meşiyyet-i İlâhiye olan Zâtını bütün sıfatlarından ilân eden ve müşâhede edilen, tek Allah’ın fâil, mevsûf ve mevcûd olduğunu bilmektir. Bir kişinin i’tikadı düzelmezse yaptığı amel ve ibâdetler taklîdden kurtulamaz. Ehl-i sünnet, sünnete ittiba’ edenler anlamına geliyorsa da esasında Allah’ın mukayyed olan bu âlemde fiileriyle açığa çıkmasına Allah’ın sünneti denilir. Vel cemâat ise bu âlemde dört tecellî mazharı olan cemâdât ayrı bir cemâat, nebâtât ayrı bir cemâat, hayvânât ayrı bir cemâat, insanlar ayrı bir cemâattır. Bunların ayrı ayrı rûh tecellîlerini görüp kabullenmek i’tikadımızın doğru olduğunu gösterir. Zerreden kürreye kadar her şeyde ayrı ayrı kendini ilân eden Cenâb-ı Allah’ın görüntülerini bırakarak, zanda, hayâlde, bilinçte bir Allah’a inandığını ve ona îmân ettiğini söyleyenin i’tikadı olur mu. İşte böylesine bir i’tikadı olan kişi şirktedir.

Ameldeki şirk ise kişinin ibâdetlerini kendisinin yaptığına inanmasıdır. Halbuki güç ve kudret Allah’ındır. Kulun mazharından ibâdetleri yapan Hakk’ın bir tecellîsinden ibarettir. Zannındaki Allah’a kendi namaz kılarsa elbette amelde de şirktedir. Zira hem Allah’ın gücü kuvveti var, bütün fiillerin fâili Allah’tır, hem de kişinin gücü kuvveti var ve namazı kendi kılıyor. Bu elbette şirktir, ortak koşmaktır. Doğrusu ise kulun hiçbir güç ve kuvveti yoktur. Ondan namaz vb. gibi amelleri işleyen de güç ve kudret sahibi olan Allah’tır. Onun için namaz müşterektir.

324

Page 325: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Zâtı sıfatlarından, sıfatları da esmâ alarak fiileriyle açığa çıkarak, iyi veya kötü dediğimiz fiillerinin meyvesi olan âsârıyla görünen ve bilinen Hakk’ın ta kendisidir. Bütün mazharlarında ameller O’nun birer tecellîsinden ibârettir. Kendimizdeki Hakk’ı cehâletimizden mütevellit göremediğimiz için Allah’la beraber başka ilâhlara ibâdet etmiş oluyoruz. Yani zannımızdaki bir Allah’a, mevcûd olan, güç sahibi bizdeki Hakk’la ibâdet etmiş oluyoruz. Bu da tümden şirk olmaktadır. Şuara Sûresi 213. âyette “Bundan dolayı sakın, Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma ki azap edileceklerden olmayasın.” buyrulmaktadır.

1- Müşriklerin şirki: Puta vesaireye tapmak gibi.

2- Fiillerin şirki: Fiilleri kendilerine ve başkalarına nisbet etmek sûretiyle kavga ve ihtilaflar halinde bulunmak.

3- Sıfatların şirki: İlmi kendine veya şahıslara nisbet etme hali.

4- Zât şirki: Mevki’ ve Makâm sahiplerinde olur.

Allah bu şirklerden bizleri korusun. Âmin.

TASAVVUFTA GÂYE NEDİR

Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Kerîm’inde emredilenleri yapmamızı, yasak edilenlerden kaçınmamızı istemiştir. Allah’a ve Resulüne inanan ve gönül veren kardeşlerimiz bu emir ve yasakların mânâsını bilmeden de yapsalar, yine de inanmış bir müslüman olmuş olabilir. Kur’ân-ı Kerîm dört ilim üzerine ancak bilinir ve yaşanabilir.

1- Şerîat ilmi (emir ve yasaklar)

2- Tarîkat ilmi (ahlâk güzelliği ve hâllenme)

3- Hakîkat ilmi (âyet ve hadislerin sırlarına vâkıf olma)

4- Mârifet ilmi (sıfat ve esmâların sırlarına vâkıfiyet)

İşte “Ben de bu sayılan maddelerdeki ilimleri isti’dâdım nisbetinde öğrenmek ve yaşamak istiyorum. Ben Allah’a inanıyorum. O’nu göremiyorum. Görmeden ve bilmeden O’na inanmam ve O’nu lâyıkiyle sevmem ne derece doğru olur. Ben Hz. Muhammed’i görmedim, görmeden onu sevmem taklîdi bir sevgi olmaz mı. Ayrıca namaz kılıyorum. Namaz mü’minin mi’racıdır. Mi’rac ise Hakk’la beraber olmak

325

Page 326: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

ve onunla konuşmaktır. Ben onunla konuşmak istiyorum. Kıyamın, rükûnun, secdenin mânâlarını bilerek ve görerek Rabbimle beraber olmak ve onunla nasıl konuşulduğunu öğrenmek istiyorum. Allah madem ki Zâtını bu mukayyed Âdem ve âlemde, zerreden küreye kadar ilân etmiştir, o halde, onları seyrederek, lâyıkiyle bilip görerek, kulluk yapmak istiyorum. Hz. Muhammed Nûr-i Muhammediyyesiyle, Hakîkat-i Muhammediyyesiyle diri ve ölmemiştir. Hâzır ve nâzırdır. O’nu da görerek sevmek ve O’nun ümmeti olarak yolunda gitmek istiyorum.” diyerek bilmeden yapılan ibâdetlerle itminan olmuyorsan, Enbiya Sûresi 7. âyet “Senden önce de Biz, sadece kendilerine vahiy gönderdiğimiz birtakım erkekler gönderdik; bilmiyorsanız, haydi bilgisi olanlara sorun!”, Maide Sûresi 35. âyet “Ey îmân edenler, Allah'tan korkun, O'na yaklaşmaya vesîle arayın, O'nun yolunda cihad edin ki, mutluluğa erebilesiniz” gibi bir çok vesîle âyetleriyle, bu yoldaki hakîkata vuslat bulacağımızı Cenâb-ı Hakk’ın emrettiğini bilmemiz gerekiyor.

Günümüzde Resûlullah Efendimizin vârisi olan Hakk Mürşîdleri vasıtasıyla bu Tevhîd ilmine vâkıf olmak mümkündür. İşte onun için, tasavvuf, görmeden, lâyıkiyle bilmeden, zâhir şerîatı uygulamaktan ibaret değildir. Cenâb-ı Allah’ı Zât yönüyle değil, sıfatlarında esmâ alarak fiilleriyle âsârını bilmek ve görmek, Hz. Muhammed’in zâhir ve bâtın olan aynalarından Cenâb-ı Hakk’ı nasıl zuhûra getirdiğinin tahsilini yaparak, bilerek değil, bizzât görerek yaşama geçmek ve zevk etmek için tasavvufa girilmelidir. Hakk’ı ve Hz. Muhammed’i görmeden taklîdî ibâdetler içinde yaşamını sürdürenler, yalnız kitabî bilgilerle zanlarındaki bir Allah’a inanmışlardır. Halbuki âyet-i kerîmede, “Allah’ın indinde hüsn-ü zann da, su-i zan da itibar edilecek bir şey değildir.” buyrulmaktadır. Cenâb-ı Hakk’ı sadece bilmek şerîattır. Görmek ise, bu yolda irfâniyet ve kemâlât yolcusu olduğu için tarîkattır diyoruz. Yoksa görmeden ilmî ibâdetler yapan günümüzdeki bütün tarîkatlar, şerîatı ayakta tutan birer müesseseden ibarettir. Zira şühûdî olmayan ve Cenâb-ı Hakk’ın her an ayrı ayrı tecellîlerini seyredemeyenler, tarîkat erbâbı değil, şer’i hükümleri, isti’dâdları nisbetinde uygulamaya ve yaşamaya çalışanlardır. Tasavvufta, bilmekten sonra görmek, ondan sonra da ‘ol’mak vardır. Kendi varlıklarını Hakk’ın varlığında yok ederek Hakk’ın bütün sıfatlarıyla sıfatlanıp her an her şeyde kendisini seyretmesi, O’nda O olmak demektir. Yoksa, Allah Allahlığını kimseye vermiş değildir. Kul kuldur, Sultan Sultandır. Yeter ki kemâlâtıyla her şeyi idrâk edelim. Onun için tasavvufta bilmek ilköğretimdir. Bunu tasavvufa girmeden de elde

326

Page 327: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

etmek mümkündür. Fakat yapılan ibâdetlerin sırlarını bilmek, her tecellînin sîretini görmek ve yaşamak istiyorsak, mutlaka bir Hakk Mürşidinden bunu tahsil ederek yaşamaya geçmek lâzımdır. İsimle Tevhîd ehli olmak bizim hicâblarımızı açmaz. Gönül verenler murâdlarına ermiş, gönül vermeyenler yollarda kalmışlardır. Günümüzde birçok inanan kardeşlerimizin ilimden öteye geçemedikleri için durmadan saf değiştirdiklerini, hicâbları açılamadığı için de, dünya zevklerine geri döndüklerini görüyoruz. Bu yolda hicâblarını açamayanların bu yolda ‘öl’melerini ve ‘ol’malarını niyâz ederim. Allah bütün kardeşlerimizin yardımcısı olsun.

TAYY-I ZAMAN VE TAYY-İ MEKÂN

Tayy-ı zaman demek zamanı ortadan kaldırmak, tayy-i mekân da mekânı ortadan kaldırmak demektir. Yani mekânsızlıktır. Bir şahsın bir anda muhtelif yerlerde görünmesi demektir. Tasavvufta bir şahsın üç yönü ile tecellîsi vardır:

1- Bedensel vücûd (Dünyadaki kesif vücûdumuz)

2- Rûhsal vücûd (Misâlî, lâtif vücûdumuz)

3- Rûhsal ve bedensel vücûd (Âhiret vücûdumuz)

Bedensel vücûd dediğimiz bu görünen unsûriyet vücûdumuz nerede bulunuyorsa yalnız orada görünen başka hiçbir yerde mevcûdiyetini ispat edemeyen zâhirde et ve kemikten meydana gelmiş fiziksel vücûdumuzdur. Rûhanîyet yönünü bilmeyen, rûhsal zevklerden mahrum olan şahıslar yaptığı her türlü ibâdetlerini bilinçsiz ve taklîd olarak yaptıkları için şekilden öteye geçemezler. Yapılan ibâdetler yalnızca nefislerini tatmin edebilir. Avâm olarak tâbir ettiklerimiz bu sınıfta mütalaa edilirler. İzdirari bir ölümle öldüklerinde onların her şeyi bitmiştir. Çünkü vücûd ülkesinde onların padişahları yaşam müddetince nefisleriydi.

Rûhsal vücûd ise, kendi varlıklarından geçerek “Mutu kable ente mutu” yani ölmeden evvel ölme sırrına ererek Hakk’ın varlığı ile varlıklananlardır. Onların vücûd ülkesinde padişahları Rûhullah olmuştur. Rûhsal vücûda sahip olanlar mekân ve zaman mevhumunu yok ederek, rüyalardaki gibi misâlî vücûdlarıyla, rüyalarda tanıdık veya evliyaların

327

Page 328: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

rûhaniyeti ile uzak menzillere gidip rûhen konuştuğumuz gibi konuşur. Bu, Mekke’deki Kâbe uzak bir mesafede olduğu halde belki bir saniyede oraya gidip Kâbe’yi tavâf ettiğimiz gibi zaman ve mekân mevhumu olmadan istenilen yerde anında bulunma hâlidir. Unsûriyetimiz zaman içinde görevlidir. Rûh ise zamanla ilgili değildir. An’ la ilgilidir. Zira rûhta beden gibi zaman ve mekân diye bir şey yoktur. O serbest olarak zamansız ve mekânsız istek ve zevkinin ülkesinde tecellî edendir. Bütün velîyyullahın otuzüç defa rûhânî Mi’rac yapmaları da bu cümledendir. Bu şahıslar namaz, oruç, hac, zekât gibi zâhir unsur ibâdetleri yanında sîret dediğimiz rûhânî zevklere de sahiptirler. Zâhirde bayramlarda, Cumalarda, mübârek gecelerde serbest rûhlar evlâtlarının, torunlarının evlerine gelip onların ziyâretlerini yaparak durumlarını görürler, memnun veya mahzun olarak ayrılır giderler denilmekteyse aynen onun gibi dâimî serbest rûhlar istediği yerde istediği anda bulunan bir hâldedir. Hasan Fehmi Hazretlerinin :

“Bu kafesten uçarım hiç beni gören olmaz”

sözleriyle, bir kişinin rûhen ten kafesinden ayrıldığı halde vücûdunun yerinde görüldüğü, fakat rûhen başka yerlerde olduğu anlaşılmış olur.

Rûhsal ve bedensel vücûd tecellîsinde ise vücûdda padişah rûhtur. Cismin hiçbir hükmü yoktur. Rûh sahibi olan Hakk dostları tayy-ı zaman ve tayy-ı mekan olarak vücûdlarıyla da birden fazla yerlerde görünebilirler. Yaşadığı beldede sıradan bir kişi halinde yaşantılarına devam ederlerken hacda veya başka başka yerlerde de vücûdlarını birden fazla kullanarak görünmeleri mümkündür. Hz. Ali’nin Emevî Câmiinden yedi kapıdan aynı anda Hz. Ali olarak çıktığı, Veysel Karanî Hazretlerinin şehit olduklarında yedi tabutun yedisinde ayrı ayrı göründüğü, Hz. Ali’nin vefatında, tabuta giren Hz. Ali, deveyi çeken Hz. Ali, arkasından giden Hasan ve Hüseyin Efendilerimizle cenazeyi takip edenin Hz. Ali olduğu gibi. . . Ayrıca Cebrail ve Azrail gibi meleklerin zaman zaman Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin sahabelerle yaptığı sohbetlere bir insan kisvesiyle katılarak görünüp, konuştuğu hepimizin ma’lûmudur.

İbâdetlerimizde de ‘ibâdet eden’ ‘ibâdet’ ve ‘ibâdet edilen’ üçlemesini birlediğimizde bu zevke nâil olmuş oluruz. Yalnız bilmek yeterli değildir. Çünkü bilmek bir zevktir. Ama yaşama zevkine nâil olmadan cismâniyetinizi rûhunuzla istediğiniz gibi oyuncak olarak kullanamazsınız. Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz ve bu zevkin ileri

328

Page 329: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

seviyesindeki bütün evliyalar otuzüç defa rûhânî Mi’rac yapmışlardır. Yalnız Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz, otuzüç rûhânî, bir cismânî olmak üzere otuzdört defa Mi’rac yapmıştır. Bu mi’racı evliya yapmadı mı. Yaptı. Fakat Makâm-ı Mahmûd zevki yalnız Resûlullah (S.A.V.)’a ait olduğu için her evliya kendi esmâlarını oraya girerken soyundu. Cismânî Mi’racını Muhammed olarak yaptı. Bu nedenle ‘yalnız Resûlullah (S.A.V.)cismânî Mi’racını yaptı’ ifadesi kullanılır. Evliyâlar esmâları ile yapmış olsalar o zaman ikilik olur. Hasan Fehmi Hazretleri bu yer için şöyle söylüyor:

“Teheccüd namazı farz değildir sana,

Yetim malıdır yakar baştan başa,

Teberrüken kılar Fehmi yok hâşâ”

Yani bütün evliyaların oraya teberrüken yani tebrik için girdiği anlatılmaktadır. Allah cümlemize ihsân etsin. Âmin.

TEMİZLİK ÎMÂNDANDIR

“Temizlik îmândandır.” Hadis-i Şerifi bizlere, yalnız çevremizin temizliğini, elbisemizin temizliğini, evimizin ve ibâdet ettiğimiz yerlerin temizliğini değil, gönlümüzün temizliğini, dolayısıyla da ahlâk temizliği, edeb ve iffet temizliği gibi, kişinin bütün muamele ve amellerle ilgili her türlü temizliğine riâyet etmesi gerektiğini bildirmektedi.

Bir kişinin kalbi, vücûd ülkesinde komutandır. Komutan temiz olursa, a’za ve sıfatlarından tecellî eden bütün fiiller de temiz olur. Çünkü her a’za ve sıfat bir gâye için yaratılmıştır. Kulak Hakk ve hakîkati duysun, göz Hakk ve hakîkati görsün, dil Hakk ve hakîkati konuşsun diye yaratılmıştır. Bunların yaratılma gâyesinde hizmet yapabilmeleri için, temiz olmaları gereklidir. Temiz olan sıfat ve a’zalardan, Hakk ve hakîkatin tecellîsi, o kişiden Hz. Muhammed’in yüksek kemâlât tecellîlerini zuhûr ettirmesi demektir. Dolayısıyla bu dünyada da, Âhiret âleminde de mutluluk ve refah onun demektir.

Tevhîdden gâye kalb ve gönlümüzü temizlemektir. Tevhid ehli her neye nazar ederse etsin Hakk’ın yüzünün oradan tecellî ettiğini bildiği için, herkesle iyi geçinir, hiç kimsenin hakkına tecavüz etmez. İnsanları

329

Page 330: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

aldattığı zaman Hakk’ı aldatmış olacağını bilir. Çünkü kendinde tecellî edenin de, onlarda tecellî edenin Hakk olduğunun bilincindedir. Güzel ahlâk, iffet ve hayâ sahibi olmayı amaç edinmişleridir. Gönül temizliğini sağlayanlar başkalarına yan gözle bakmazlar, gıybet yapmazlar, bütün sıfat ve a’zalarını Allah’tan başkası ile meşgul etmezler. İnsanlarda Allah, Muhammed ve kulluk dâima mevcûd olduğu için insanın aslı temizdir. Fakat bizler süflîyyâttan kurtulamadığımız için aslımızı unutup temiz olamıyoruz. Yüzümüz Hakk’a değil, halka dönük olduğu için, bedensel vücûdumuzun her türlü ihtiyaçlarını düşünmek ve temin etmek için, süflîyyât vâdisinden, ulviyet vâdisi olan melekût vâdisine geçemiyoruz. Süflîyet vâdisi nefs vâdisidir. Her ne kadar zikir ve her türlü ibâdetlerimizi bedensel olarak zâhiren yapıyorsak da maalesef gönlümüze inemediğimiz için, dâima O’nunla beraber olma mutluluğuna eremiyoruz.

Peki Allah insanın neresinde. Muhammed neresinde. Kulluk neresindedir. Zâhir olarak vücûdumuzun, ayakta durmasını sağlayan, bütün sıfat ve a’zalarımızdan zuhûr eden, Cenâb-ı Hakk’ın güç ve kuvveti değil midir. Bu tecellîler Hakk’ın tecellîleri olduğu için, bunlarla Hakk’ı görmekteyiz. Çünkü, ef’âl-i İlâhisiyle, sıfat-ı İlâhisiyle, vücûd-u İlâhisiyle Cenâb-ı Hakk, kendini insandan “Bu mülk benimdir.” diyerek ilân etmiyor mu. Yine kemâlât sıfatlarından zuhûra gelmesi de Muhammed olduğunun bir göstergesidir. Çünkü Hakk Muhammed’siz zuhûr etmez. Hakk’ın Vâcib-ül-Vücûd olan Muhammed mazharlarına geçici olması nedeniyle ‘kul’ diyoruz. Allah bâkidir. Muhammed’in sîret yüzü olan, kulluk Rahmân sıfatları bâki, beşeriyet yönü ise fânîdir. Başka bir misal verecek olursak, nasıl bir lâmbanın yanabilmesi için, artı ve eksi kutupların bir araya gelmesi gerekiyorsa aynen onun gibi Allah da, Muhammed sıfatlarından, kulluk adı altında bu mazharlarından her an tecellîlerini sergileyip durmaktadır.

İnsan varlığında Cenâb-ı Allah, ef’âli, sıfatı ve vücûd-u İlâhisiyle zuhûra gelmektedir. Şu halde bu bizim diye bildiğimiz varlık, Cenâb-ı Hakk’ın açığa çıktığı bir mazhardan ibâretmiş. Cenâb-ı Hakk mazharsız açığa çıkmadığı için Muhammed sıfatlarını da açığa çıkma vasıtası yapmıştır. Dolayısıyla da sıfatlarımız Muhammed olmuş oluyor. Kul ise köle demektir. Kendi varlığı olmayana köle denir. Zât olan Cenâb-ı Hakk’ın, Muhammed olan kendi sıfatlarından zuhûra gelmesi ile kulluğumuzu idrâk etmiş oluyoruz.

Kişi kendi mazharından tecellî eden Allah ve Muhammed’i lâyıkiyle zevk etmiş olsa hiçbir zaman Allah ve Muhammed’den ayrı

330

Page 331: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

olamaz. Zira Allah Muhammed’siz tecellîsini göstermez. Dâima onlarla beraber olmak, amellerinde, muamelelerinde, ahlâk ve her türlü icraatında, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği gibi temiz yücelikleri sergileyecektir. Allah, kemâlât tecellîlerini yalnız Muhammed mazharlarından gösterir. Yoksa eksik fiillerin cibilliyeti mazhara aittir. O, Muhammed olamaz. Muhammed kemâlât sıfatlara denir. İşte ancak o zaman temizlik îmândan olur.

Îmân ise inanmaktır. Neye ve nasıl inanmaktır. İşte Kur’ân-ı Kerîm’in Bakara Sûresi 177. âyetinde “Erginlik, yüzlerinizi bir doğu bir batı tarafına çevirmeniz değildir. Ancak eren Allah'a, Âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere îmân edip yakınlığı olanlara, öksüzlere, çaresizlere, yolda kalmışa, dilenenlere ve esirler uğrunda seve seve mal veren, hem namazı kılan, hem zekâtı veren, sözleştikleri vakit sözlerini yerine getiren, hele sıkıntı ve hastalık durumlarında ve savaşın kızıştığı anda sabır gösterenlerdir. İste bunlardır doğru olanlar ve bunlardır Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlar” buyrularak îmânın esasları açıklanmıştır.

Zanda, hayâlde kabullendiğimiz bir Allah’a ilm-el yakînlik derecesinde inanmak başka, zerreden kürreye kadar kendisini ilân eden, her varlıktaki tecellîsini görerek farkıyla müşâhede ederek inanmak başkadır. Allah’ın mutlakiyet ve Zât yönünü Resûlullah Efendimiz düşünmememizi buyuruyor. Çünkü O’nu Zât yönü ile düşünmemiz ve akıl sıfatıyla bilmemiz mümkün değildir. Bu hadisâtta, sıfat ve esmâ alarak filleriyle eserlerini görmek ve ona göre hareket etmek mümkünken, neden hep hayâle geçerek mutlakiyetini düşünüp idrâk ve müşâhedesinden mahrum oluyoruz. Zât yönünü îmân ile kabullenmek, zaman ve mekândan münezzeh olarak her şeyden tenzih ederek Zâtının bu hadisâttaki tecellîlerini, sıfat ve esmâ alarak, zuhûra gelen, fiilleriyle eserlerini müşâhede etmek olmalıdır. İşte o zaman, Allah’ın kemâlâtıyla İnsan-ı Kâmillerde Hüviyyet ve Eniyet yönleriyle tecellî ettiğini görürüz. Allah’ın tecellî ettiği kemâlât mazharlarına Muhammed dendiğini, Muhammed’siz Cenâb-ı Hakk’ın yüceliklerini bilip görmenin mümkün olmadığını idrâk edebiliriz. Onun için Allah’a inanmak, ilm-el değil, ayne’l ve Hakka’l-yakîn olursa, kişi zanlarından, tereddütlerinden kurtularak mutluluğa sahip olur. Amentüdeki:

1- Allah’ın birliğine îmân.

2- Âhiret gününe îmân.

331

Page 332: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

3- Allah’ın meleklerine îmân.

4- Allah’ın Peygamberlerine îmân.

5- Allah’ın kitaplarına îmân.

6- Kazâ ve kaderin Allah’tan geldiğine îmân maddelerinden sonra “Ben şahîtlik yaparım ki Allah birdir, Hz. Muhammed O’nun kulu ve Resûlüdür.” denmektedir. Bir kişi bu altı maddeyi görmeden, bilmeden nasıl şâhitlik yaparım diyebilir. Demek ki ancak görenler, bilenler bunu diyebiliyor. Bilmeyen ve görmeyenler, görenlerin sözlerinin taklîdini yapıyorlar. Taklîdin ise asılla hiçbir ilgisi yoktur.

Allah bu mukâyyet olan âlemde ve Âdemde “Lâ ilâhe” demekle, zanda, hayalde olmadığını, zandan, hayalden münezzeh olduğunu söylüyor. Sen ise O’nu hâlâ sıfatlarında aramıyorsun.

Hadid Sûresi 3. âyette “O, ilk ve sondur; görünen ve görünmeyendir. Hem O her şeyi bilendir!” “Ben zâhirim” dediği halde nasıl olur da O’nu sıfatlardaki tecellîleriyle zâhir olarak görmek istemeyiz. Peygamberimiz “O’nu Zât ve mutlakiyet yönü ile düşünmeyiniz” dediği halde, Allah’ı Zât yönüyle düşünmek, zanda yer tayin etmek, hayâlde bir varlık olduğunu tahayyül etmek cehâlet değil de nedir. Halbuki bu âlemde ve Âdemde, O’nun Zât ve mutlakiyetini hiçbir şeye benzetmeden yalnız îmân ederek, kesret âlemine tecellîsiyle, üç yüzünün birliğini şühûd edenler, ‘Allah birdir’ diyerek ayne’l-yakînlik derecesinde îmân etmişlerdir. Çünkü kulakları duymuş, gözleri O’nun her sıfattan Zâtını ilân edişini görmüş, kalbleri de tasdîk etmiştir.

Meleklere îmân, Cenâb-ı Hakk’ın her sıfatından tecellî edişinin bir kuvvet ve kudret ile zuhûra geldiğine inanmaktır. Arapça’da ‘melek’, kuvvet veya kuvve anlamına gelir. Ârif olanlar Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarından tecellî eden bütün fillerin birer kuvvetle zuhûra geldiğini görür ve bilirler. Zira gök yüzünden inen her bir yağmur tanesinin bir melek vasıtasıyla yer yüzüne inmesi, ikinci defa bir meleğe görev verilmemesi bunun ispatı değil midir.

Âhiret gününe inanmak da îmândandır. Âhîr, bedensel âlemin sonu demektir. Bu da kesâfet olan bu vücûdumuzun sona erip letâfet olan sîret yüzümüzün zuhûru demektir. Bedene ölüm vardır. Rûha ölüm yoktur. Bu âlemde letâfet vücûdlarından haberdâr olanlar, ölmeden evvel ihtiyârî bir ölümle öldükleri için aynı zamanda Âhiret âlemini de görerek yaşamaktadırlar. Onlar, Cennet ve Cehennemi, Sırat’ı, haşr ve neşri lâtif

332

Page 333: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

vücûdlarıyla daha dünyada iken görmekte ve hesap vermektedirler. Âhiret âleminde sorgu ve sualin olması, Cennet ve Cehennemin mevcûdu gibi, bütün dünya âlemindeki iyilik ve kötülüklerin birer sıfata bürünerek hesap verileceğine îmân etmek de îmândandır.

Yine yüz suhufun ve dört büyük kitap olan Zebur, Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’tan geldiğine ve Kur’ân-ı Kerîm’de isimleri geçen yirmisekiz peygambere inanmak da îmândandır.

Hâsılı bu altı îmân maddesine inanmak, ister kendi vücûd ülkemizde olsun, isterse âfâktaki bütün varlıklarda olsun, bunların tecellîlerini görmek ancak bizlere şâhitlik yaptıracaktır.

Allah Zât yönü ile sıfat olan kemâlât mazharları olan Muhammed sıfatlarından tecellî olup durmaktadır. Allah’ın Muhammed sıfatı olan kemâlât mazharlarına da kul denilmektedir. Zira kulun kendi varlığı yoktur. Taşıdığı esmâ bile halkiyyete ait olan Cenâb-ı Hakk’ın kulluk esmâsıdır. Şu halde Allah’ın Muhammed mazharından tecellî ettiği alete de kul denilmektedir.

İnsanlardaki îmân bir meyve ağacına benzer. Toprağa atılan bir meyve tohumu nasıl sulanır, çapalanır, ilaçlanır ve gelişmesi için her türlü ilgi gösterilirse o meyve ağacının dalları, yaprakları ve meyveleriyle çok güzel olduğunu görürüz. Sulamaz, çapalamaz ve her türlü bakımını yapmazsak o meyve ağacının hem cılız, hem de meyvesiz olduğunu görürüz. Bunun gibi insanlarda îmân da bir meyve ağacı gibi zamanla gelişir ve kemâlâta ulaşır. Sulanması, çapalanması ve her türlü bakımının yapılması ise kâmillerin sohbetlerinde bulunmaktır. Hz. Muhammed’in yolu sohbet yoludur. İlim irfâniyet yoludur. Sevmek ve sevilme yoludur. Ahlâkı güzelleştirme yoludur. İnsanlardan uzak kalarak bir kenara çekilme yolu değil, bilâkis insanlarla iç içe olup onlarla yardımlaşma yoludur. Cenâb-ı Hakk bile, Muhammed'siz kendi yüceliklerini zuhûra getirmiyor. Dâima Muhammed’le beraber oluyor. Sen ise neden Muhammed'siz yaşıyorsun. Bu yüzden ‘kulluk’ tasavvufta en son mertebedir. Tevhîde gönül verenler şunu çok iyi bilirler ki, bu yola ‘bilmek’ ve ‘olmak’ için değil, ‘hiç olmak’ ve ‘hiçbir şey bilmemek’ için gelinir. Çünkü ‘Bilen’ ve ‘Mevcûd’ olan Allah’tır. Zâten Melamî, kendi varlığının olmadığını bilip kabullenerek, Hakk’ın varlığında yok olan demektir. Bilen ve gören kul değil, Allah’tır.

Bilmek ve olmak amacıyla gelenler maalesef bu yolda ilimden başka bir şey elde edemezler. İnanan kardeşlerim de, gönüllerindeki

333

Page 334: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

gayriyet ve cehâlet temizliğini sağlayarak, îmân ağacı altında Allah, Muhammed ve kulluklarının idrâk zevkini dâima yaşarlar.

Allah bütün kardeşlerime, kendi vücûd ülkelerinde Allah, Muhammed ve kulluk idrâkini yaşatmak nâsib etsin. Âmin.

TEN GÖZÜ, KALB GÖZÜ, CAN GÖZÜ NEDİR

Ten gözü, mahlûku mahlûk gören gözdür. Her nereye bakıyorsa onun zâhir varlık yönünden başka hiçbir şey göremez. Bu göz bütün hayvanlarda ve insanlarda vardır. Hiçbir mânevî yönü yoktur. Bir şeye mahlûk gözüyle bakıldığında o mahlûk olur. Kesafet âleminde bütün mahlûkat için bir ihtiyaçtır.

Kalb gözüne gelince, onun iki kapısı vardır. Bir kapısı nefse bakar bir kapısı da rûha bakar. Bir kişi İnsan-ı Kâmilden Tevhîd ilmini alıp nefs kapısını kapatarak rûh tarafındaki kapıyı açabilirse irfâniyet sahibi olması nedeniyle kalb gözü görmeye başlar. İlimle ‘Bütün fiilerin fâili Allah’tır’ diyen bir kişinin kendine ve başkalarına nisbet ettiği fiili, tecellî-i ef’âl şühûdu ile görmeye başlaması, kulağının ilim olarak duyduğu tecellî ilmini gözüyle de görünce kalb tasdik etmiş olacaktır. Bunu görene ârif denilir. Malûmunuz âriflik de ikidir. 1- Bilen ârif 2-Gören ârif. İşte bu tasdîk, şühûd sonunda olduğundan fiillerin fâilinin Allah olduğunu kişinin irfâniyet gözü ile bu fiil resmini çekmesi, kalb gözü olan irfâniyetle görmesi anlamına gelmektedir. Çünkü nefs kapısından gelen zulmanîyyet ve cehâlet karanlığı kapanıp rûh tarafından gelen nûrun kalbi aydınlatması sonunda kalb irfâniyetle görüntüye geçmektedir. Onun için Niyazi-i Mısrî Hazretleri :

“Her neye baksa gözün bil sırr-ı Sübhân ondadır.

Her ne işitse kulağın mahz-ı Kur’ân ondadır.

Bir şeye mahlûk gözüyle baksan o mahlûk olur.

Hakk gözüyle bak ki bi şek nûr-u Yezdân andadır” buyurmuşlardır.

Can gözüne gelince, burada gayrî yoktur. Hakk Hakk’ı görür. Vahdâniyyet deryası olması nedeniyle kesret ve Vahdet ayrımı görülmez.

334

Page 335: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Her şey tek yüzdür. Kul da, Sultan da bir görünür. Tafsilde ise kul kuldur, Sultan Sultan’dır.

TERÂVİH NAMAZI NE DEMEKTİR

Ramazanda terâvih namazları ne için henüz oruç başlamadan evvel kılınmaktadır. Ramazan, bir kişinin bütün nisbîyetlerini yakıp yok etmek, cehâletini ifnâ etmek, bütün günâh ve şirklerini ateşte yakarak fenâ etmek anlamına gelmektedir. Terâvih ise ‘tervih’ten gelme olup rahatlatan, feraha kavuşturan, dinlendiren anlamlarına gelmektedir. Terâvih namazı oruca ait değildir. Ramazan ayına aittir. Her Ramazan ayına çıkan bir mü’min hastalık vb. gibi nedenlerden orucunu tutamıyorsa Ramazana çıktığı için müekkede sünnet olan terâvih namazını kılmalıdır. Kamerî aylardan Şaban ayının son günü ikindiden sonra bittiği için henüz sahura kalkmadan bir gün evvel terâvih namazlarını kılarız. Gecesinde de sahura kalkarız. Sahurda imsak vaktine kadar yer içeriz.

Aynen bunun gibi bâtında da Mürşid-i Kâmilimizin sohbetlerinde orucun mahiyetini, ikilikten birliğe yükselmenin ilmini öğrenmek sahurdaki yemek içmek gibidir. Onun için sâliklerin sohbetlerde bulunmaları çok önemlidir. Resûlullah Efendimiz “Sahura kalkınız, sahurda çok bereketler vardır.” buyurmuşlardır. Sahurda bereket vardır çünkü bâtın yönündeki bütün müşküllerimizi sahurlarda elde ediyoruz.

Bu yeme içme beyaz ipliğin siyah iplikten ayırdedilmesi olan imsâk vaktine kadar devam eder. Yani ikilikten birliğe geçinceye kadar bu sohbetlerimize devam ederiz.

Bir sâlikin her nefeste zikretmesi Allah’la alış-verişidir. Tecellî-i ef’ali şühûd etmesi onun kendine nisbet ettiği fiillerin Allah’ın olduğunu görmesiyle siyah iplik olan cehâlet karanlığı bitmiş, beyaz iplik olan hakîkat fiil tecellîsinin görünmesi zuhûr etmiştir. Böylece oruca girildi demektir. Fâil, mevsûf, mevcûd tecellîleri onun birliğe geçişi olacağından hakîkatteki orucu böylece tutmuş olacaktır.

Orucu zâhir ve bâtınını bilerek tutmak lâzımdır. Yalnız zâhir ve yalnız bâtın oruç eksiktir. Beden rûhsuz ayakta duramadığı gibi rûh da bedensiz kendini ispat edemez. Onun için tek taraflı orucun olabileceğini savunanlar kendi kendilerini aldatanlardır. Oruçlu olan bir kişi birlik

335

Page 336: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

içinde akşamı ettiğinde, fâil, mevsûf, mevcûdu kendi vücûd ülkesinde birlediğinde sıfatlarından tecellî etmesi ona vâcib olmuştur. İftarını açmıştır. Nasıl sabahtan akşama kadar aç olan bedeninin gıdasını almak için iftara hak kazanmışsa kişinin rûh birliğinin idrâki de sıfatlarında kendini göstermek sûretiyle iftarı olacaktır. Onun için Resûlullah Efendimiz “Sahuru mümkün mertebe geciktirin. İftarda ise acele ediniz” buyurmuşlardır. Rûhun sıfatlardan tecellîsine de hakîkatte iftar denilmiş oluyor. Elbette acele etmek lâzımdır. Tevhîd mertebelerinin hepsinde ayrı ayrı Zât ve sıfat vardır. Bir Makâmda yedi merâtibin mertebeleri de mevcûddur. Bir kabın içindeki malzemeyi boşalttığımızda tekrar o kabın içine bir malzeme koyasıya kadar geçen zamana tervih yani dinlenme dendiği gibi, bir kişide kendine nisbet ettiği varlıkların Cenâb-ı Allah’a ait olduğunun idrâki zuhûr ettiğinde bir dinlenme, selâmete çıkma, külfet ve günahlardan kurtulduğu için ortaya çıkan mutluluk hâline terâvih denmiştir.

Terâvih namazının aslı her namazın aslı gibi iki rek’attır. Fakat Resûlullah Efendimiz bir gün iki rek’at kılmış, bir gün dört rek’at kılmış, bir gün de 8 rek’at kılmıştır. Hiçbir zaman yirmi rek’at kılmamıştır. Yalnız Hz. Ömer’in cemâatla kıldığı yirmi rek’atlık terâvih namazına hiçbir şey söylememiştir. Tabi ki iki, dört, sekiz ve yirmi rek’atın da Tevhîdde zevki ve mânâsı vardır. Bu âlem Hüviyyet ve Eniyyet yüzü ile iki rek’attan ibarettir. Bu zevk ve müşâhede ile iki rek’at kılanlar Hüviyyet ve Eniyyet yönü ile zevkiyâb olanlardır. Bu zevke sâhib olamayanlar vücûd ülkesinde dört anasır-ı unsuriyyesi olan toprak, su, hava, ateş tecellîlerini zevk ederek terâvih namazını dört rek’at kılabilirler. Resûlullah Efendimizin bilhassa fazlaca devam ettiği sekiz rek’at terâvih namazıdır. O da sekiz sıfat-ı subûtiyenin tecellîlerinin müşâhedesinden ibârettir. Hz. Ömer’in yirmi rek’at olarak kıldığı terâvih namazını Muhyiddîn İbnü’l-Arabî Hazretleri zâhir ve bâtın on duygu ile vahdet ve kesretteki Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerinin zevki şeklinde açıklamıştır.

Allah dâima terâvih kılmak, sahura kalkmak ve oruç tutmak nasîb etsin. Taklîdlerin ötesinde bunların tahkîklerini nasîb ederek zevkine erdirsin. Müşâhedelerini nâsib edip bütün ihvân kardeşlerimize bu yolda şevk ve zevk versin. Âmin.

336

Page 337: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

TESBİH NE İÇİN ÇEKİLİR

Namazlardan sonra çektiğimiz tesbihlerin mânâsını açıklamaya bir Hadis-i Şerîf ile başlamak istiyorum. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Bir kimse namazdan sonra otuzüç defa Sübhânellah, otuzüç defa Elhamdülillah, otuzüç defa Allahüekber derse ormanlar kâlem, deryalar da mürekkep olsa ecrini yazmaktan deryalar biter, ecri bitmez.” buyurmuşlardır.

Otuzüç defa ‘Sübhânellah’ demenin mânâsı nedir. Neden otuziki veya otuzdört değil de otuzüç defa buyrulmuştur. Çünkü Allahü teâlâ, üç fenâda, üç bekâda bu tesbihlerin mânâlarını bizden zevk etmemizi istiyor. Üç fenâ ve üç bekâdaki iki üçün yan yana gelmesi rakamsal olarak 33 oluyor. ‘Sübhânellah’ Allah’ı tenzih etmek demektir. Allah Vahdâniyyetiyle bütün varlıklarda tecellî ettiği halde hiçbirine benzemez. İşte o bu yönüyle ‘Sübhanallah’tır. Sayıda eksiklik olduğunda tecellî de eksik olacağından Allah’a eksiklik isnâd edilmiş olunur. Hâşâ Allah eksiklikten münezzehtir.

O Vahdet olarak tecellî eden tek Allah bütün yarattıklarında mertebelerine göre sıfatlarıyla her an ayrı bir şe’nde tecellî ediyor olması nedeniyle bütün sıfatlarda dile gelerek tecellî eden Rablerine otüzüç defa “Elhamdülillah” diyerek teşekkür ederler. ‘Bütün sıfatlardan tecellî eden sensin. Seni tesbihâtınla zevk etmekteyiz’ diyerek ‘Elhamdülillah’ derler.

Tenzih, teşbih ve ikisinin birlenmesiyle Tevhîd yapılıp otuzüç defa “Allahü Ekber” yani “Allah uludur, yücedir" denilir. Çünkü Vahdet âlemine nazar ettiğinde tenzih ederek, kesret âlemine nazar ettiğinde teşbih ederek Hakk’tan gayrî varlık görmeyince O’nun ululuğunu ve yüceliğini zevk edenler elbette “Allahü Ekber” demekten başka bir söz söyleyemezler. İşte onun için Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz Mi’ractan dönerken İbrahim (A.S.) ile altıncı kat semâda karşılaştığında Tevhîd babası olarak bilinen İbrahim (A.S.), kavseyn mertebesindeki Peygamber Efendimize “Cennet bomboş bir arazidir. Buranın nimetleri Sübhânellah, Elhamdülillah, Allahü Ekber’dir. Benden ümmetine selam söyle. Buna çokça devam etsinler. O zaman bütün Cennet’in nimetlerine nâil olurlar” buyurmuşlardır. Bu, tenzih, teşbih ve Tevhîd yapanların Allah’ın Cemâlini zerreden kürreye kadar şühûd etme zevkine lâyık oldukları anlamına gelir.

337

Page 338: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Bir kişinin Cehennem’i cehâletidir. Cennet’i de irfâniyet ve kemâlât zevkidir. İnsanlar kendilerindeki ten ve can esmâlarıyla Tevhîd ederek bu tecellî zevkine sahip olmuş olsalar dâimî Cennet’te olduklarını göreceklerdir. Zulmanî perdeler çoğu kişiye engel olmaktadır. Dolayısıyla esmâ ve adet olarak ömür boyu çekilen tesbihât onlara fazla fayda vermemektedir.

TEVHÎD NEDİR

Tevhîd birlemek demektir. Allah’tan başka ilâh olmadığına inanmak demektir. Bu da “Lâ ilâhe illâllah” sözleriyle ispat edilmiş olur. Bir kişi “Lâ ilâhe illâllah vahdehu lâ Şerike leh Lehül mülkü ve lehül hamdu vehuve âlâ külli şey’in kadir” “Allah’tan başka Mabud yoktur. O bir olan Allah’tır. Ortağı yoktur. Mülk ancak O’nundur. Hamd ancak O’na mahsustur. O her şeye hakkiyle kâdirdir” dese, diliyle Tevhîd etmiş olabilir. Fakat bu ifadeyi kullandığı halde kalbi bundan gâfilse, lafzî ve taklîdi bir Tevhîd olur. Allah’ın bu mukayyed olan âleme (hadisâta) tecellîsi üç yüzüyle olup ef’âl, sıfat ve Zât yüzlerini idrâk ederek zerreden kürreye her varlıkta fiil ve işlerin fâilinin Allah’ın olduğunu, bütün sıfatların mevsûfunun (sabit sıfatların) Allah’ın olduğunu, bütün Mevcûdun Allah’ın olduğunu (Allah Vâcib-ül Vücûd’dur) bilir ve şühûd ederse Tevhîd etmiş olur.

Bir sâlik hiçbir zaman Allah’ı kendi Tevhîd edemez. Zira “Velâ havle velâ kuvvete illâ billâhilaliyyil azîm” yâni güç ve kudret Allah’ınsa nasıl olur da onu Tevhîd edebiliriz. Yalnız kendine nisbet ettiği bu ef’âlin, sıfatın ve zâtın yokluğunu, sağlayabilirse işte o zaman Allah’ın varlığı Tevhîd olarak ortaya çıkar. Siz yok olursanız, sizin varlığınız aradan çekilirse işte o zaman Yaradan kalır.

Şu halde biz, o zanlarımızdaki kendimize nisbet ettiğimiz varlıktan geçmeden, O’nu Tevhîd etmemiz mümkün değildir. Bizler Tevhîd etmiyoruz. Kendi varlığımız diye bildiğimiz varlığın yok olması ile O’nun varlığı ortaya çıkmış oluyor. Demek ki Tevhîdi de kendi yapmış oluyor.

“Lâ ilâhe” ‘zanlarımızdaki gibi hayâlimizde öyle bir ilâh yok, bizim kendimize nisbet ettiğimiz ef’âl, sıfat ve Zâtımız da yok’ demektir.”İllâllah” ise ‘illâ o görünen ve bilinen bütün varlıklarda, Zâtını zerreden küreye kadar ilân eden, Zâtını sıfatlarından tecellîsi ve fiilleriyle açığa çıkaran tek Allah vardır’ demektir. Hâdid Sûresi 3. âyetinde

338

Page 339: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

“Huvel'evvelu vel'ahıru vezzâhiru velbatınu ve huve bikulli şey'in 'aliymun” “O, ilk ve sondur; görünen ve görünmeyendir. Hem O her şeyi bilendir!” Allah, “Ben zâhirim” buyurmaktadır. Zâhir olmak da açıkta, görünen demektir. Niyazi-i Mısrî Hazretleri bir ilâhisinde:

“İşit Niyazi’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün

Hakk’tan âyân bir nesne yok gözsüzlere pünhan imiş” buyuruyor.

Zâten Allah’tan başka bir varlık yoktur ki O’nu örtücü olsun.”Vahdehu lâ şerikeleh” ‘Bütün varlıklarda tecellî eden senin tekliğindir, bu varlıklarda tecellînin senden başkasına nisbet ederek şirk eden (ortak koşan) hiçbir kimse de yoktur. ’ demektir.”Lehul mülkü” ‘Bu mülk de senindir. Yani senin tecellî mazharlarındır (âletlerindir)’, “Lehül hamdu” ‘Bütün hamd (övmek) sanadır. ’ “Vehuve alâ külli şey’in kâdir” ‘O her şeye muktedirdir, gücü yeter. ’ demektir. Böylece ister kendimizde, ister âfâkta (bizden gayri varlıklarda) bütün varlıkların Allah’la kâim olduğunu, bütün varlıklarda tecellî edenin Hakk olduğu bilinciyle şühûd edersek, Tevhîdi idrâk etmiş oluruz. Kur’ân-ı Kerîm’in Zariyat Sûresi 56. âyetinde “Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” buyrulmaktadır. Sahabeler Resûlullah efendimize “İbadetten kasıt nedir” diye sormuşlar. O da “Ehl-i ârifîn ve ehl-i muvahhidîn olmaktır” buyurmuşlar. Yani Allah’ı Tevhîd ederek bilmek demektir. Yunus Sûresi 105. âyetinde “Bir de Tevhîd inancı içinde hak dine yönel ve sakın müşriklerden olma!” buyrulmuştur. Bu ne demektir. İslâm dini Tevhîd dinidir. Bu kesret âleminde zerreden kürreye her şeyde Zâtını ilân eden Allah’tır. Bütün varlıklar O’nunla kâimdir. Yani her şeyin sîreti Hakk, sûreti mahlûktur. Şu halde her şey dediklerimiz Hakk değil bunların hakîkati Hakk olmuş oluyor. Eşyanın hakîkati ef’âl-i İlâhiyedir, ef’âlin hakîkati esmâ-i İlâhiyedir, esmânın hakîkati sıfat-ı İlâhiyedir, sıfatın hakîkati ise Zât-ı İlâhiyedir.

Cenâb-ı Allah’ın Zâtına hakîkat-ı İlâhiyye, sıfatına hakîkat-ı Muhammediyye, esmâsına hakîkat-ı insâniyye, ef’âline hakîkat-ı Âdemiyye, bunların kemâlâtıyla bir mazhardan tecellîsine de, cami’ül esmâ veya âlem- i kübrâ olan İnsan-ı Kâmil diyoruz.

İşte biz de kendimize ve bütün varlıklara, Allah’ın mukayyed olan bu âlemdeki bu üç tecellîsini nisbet etmekten, şirk etmekten kurtulabilirsek, o varlıkların yaratılma yerlerine göre fiillerini şühûd ederek ihtilâflardan kurtulmuş oluruz. Çünkü Allah Âlîm’dir, bizler ise

339

Page 340: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

ma’lûmuz. Allah bütün yarattıklarının ma’lûmiyetleri nisbetinde tecellîsini gösterir. Dolayısıyla da bütün fiillerin fâili (halk edicisi) Allah olduğu için hem kendimizle, hem bütün insanlarla, hem de bütün âlemle barışık oluruz. İşte böyle bir Tevhîd inancı İslâm dininde bölünmeleri yok eder, insanlarla olan münasebetler en üst düzeyde iyi ve güzel olur. Sahtekârlık, yalancılık, kıskançlık, dedikodu vb. gibi Kur’ân-ı Kerîm’de yasak edilen kötü hasletler de olmaz.

İnsanlar Tevhîd akîdeleriyle kucaklaşarak hem dünyalarını hem de Âhiretlerini mutluluk ve refah haline dönüştürmüş olurlar. Bu dünyaya kavga için değil, sevmek ve sevilmek için geldiğimize göre, huzur ve mutluluk bizlerin hakkı değil midir.

TEVHÎD GÖMLEĞİ NEDİR

Kur’ân-ı Kerîm’in muhtelif yerlerinde Tevhîd gömleğini giyenlerin kurtuluşa erdiklerinden söz edilerek, bizlerin de Tevhîd gömleğini giymemiz emredilmektedir.

1- İbrahim (A.S.) Nemrud tarafından ateşe atıldığında, Nemrut, İbrahim (A.S.)’i ateşler içerisinde olmasına rağmen güllük gülistanlık bir ortamda beyaz gömlekli bir kişi ile oturduğunu görmüştü. Bunun sebebini sorduğunda İbrahim (A.S.), yanındakinin Cebrail (A.S.), üzerindekinin de Tevhîd gömleği olduğunu, Tevhîd gömleği sayesinde ateşin yakmadığını söyledi.

2- Kardeşleri Yusuf (A.S.)’u kuyuya attılar. Fakat Cebrail (A.S.) ona beyaz gömleği giydirdiği için kuyunun dibine kadar düşmeyip kuyu kenarında gömleği bir dala takılarak askıda kaldı. Kervancının sucusu kova ile kuyudan su çekerken ona tutunarak çıktı. Kuyunun dibine düşse idi kuyunun dibindeki yılan ve çıyanlardan kurtulması mümkün olmayacaktı. İşte Yusuf (A.S.)’u da yine o gömlek kurtarmış oldu.

3- Yusuf Mısır’a götürülüp maliye nazırına köle olarak satılınca nazırın eşi Züleyha O’na sahip olmak istedi. O ise kabul etmedi. İşte o zaman Yusuf’un üzerindeki o gömleği arkadan parçalayarak yırttı. Çünkü Yusuf’un yönü rûha dönük arkası da nefse dönüktür. Arkadan gömleği yırtılınca bu işin Yusuf’un değil, nefsin bir işi olduğu ortaya çıktı. Suçlunun Züleyha olduğu anlaşıldı. Dolayısıyla da yine gömlek Yusuf’u haklı çıkarmış oldu.

340

Page 341: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

4- Yusuf zindandan çıktı ve Mısır’a Sultan oldu. Kardeşleri O’nun Yusuf olduğunu anladıklarında Yusuf kardeşlerine bir gömlek vererek “Bu gömleği babama götürüp gözlerine sürünüz, gözleri açılsın” dedi. Babası Yakup da Yusuf için yanıp tutuşuyor, gelene geçene Yusuf’u soruyordu. Yakınları ise “Yusuf öleli çok seneler oldu. Bu kişiler Yusuf’u ne bilsinler, sen bunamışsın” dediler. O da “Ben Yusuf’u kime sorduğumu bilirim. Ben peygamberim.” diyordu. Sonunda gömlek geldi, gözlerine sürünce görmeye başladı.

Bu gömlek nasıl bir gömlek ki gözlere sürülünce gözler görmeye başlıyor. Bu gömlekte iki kol bir beden vardır. Bu gömleğin bir kolu tenzih, bir kolu teşbih, bedeni de Tevhîddir. Şu halde bir şeyi kalbimizle tenzih, hissimizle teşbih yaparak şühûd edersek Tevhîd gömleğini giyenlerden olmuş oluruz. Kalb Yakub’u Yusuf olan candan veya rûhtan ziyâ gelmeden yâni nurlanmadan kalbin şûbeleri olan görme, duyma gibi sıfatlardan görmesi ve duyması olamazdı. Onun için O’nun gönderdiği mânevî Tevhîd gömleği böylece gözlerini açmış oldu.

Bizler de bu Tevhîd gömleğini giydiğimizde bize iftira etseler, her türlü kötülüğü yapmaya yeltenseler, hatta tabancayla mermi atsalar hepsinin o lâtif olan manevî gömlekten içeriye geçmediğini, patır patır gömleğin üstünden döküldüğünü göreceğiz. Çünkü “Onu biz indirdik. Onun muhafazacısı da biziz” buyrulmuştur. İşte bu Tevhîd gömleğini giymek için gerekli olan anahtarları Allah, Mürşid-i Kâmillere ihsân etmiş. Gidip onlardan alarak giyeceğiz, yoksa kâinatı dolaşsanız hiçbir pazarda bulup satın alamazsınız.

TEVHÎD MERTEBELERİ VE YAŞAM ŞEKLİ

Tevhîd Mertebelerini Pîrimiz Seyyid Muhammed Nur-ül Arabî Hazretleri iki bölümde mütalaa etmişlerdir:

1- Fenâfillâh Mertebeleri

2- Bekâbillâh Mertebeleri

Fenâfillâh Mertebeleri üç Makâmdır:

1- Tevhîd-i Ef’âl

2- Tevhîd-i Sıfât

341

Page 342: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

3- Tevhîd-i Zât

Bekâbillâh Mertebeleri ise dört Makâm olarak isimlendirilir:

1- Makâm-ı Cem

2- Hazret-ül Cem

3- Cem’ul- Cem

4- Ahadiyet (Bu Makâm yalnız Peygamber efendimize ait olduğu için telkîn edilmez. Edilse bile anlaşılmaz. )

TEVHÎD-İ EF’ÂL: Fenâfillâh mertebelerinin başlangıcı olup fiil ve işlerin birliği demektir. Bir sâlikin bu mertebeye gelebilmesi için her nefeste dâimî zikirle kalbinin mutmain olması, dolayısıyla da dış temizliği olan zâhir abdesti ve dâim zikir olan bâtın abdesti alması lâzımdır. Dışını şerîat ahkâmıyla, içini de bir saat gibi dâimî zikirle kurması lâzımdır. Fecr Sûresi 27 ve 28. âyetlerindeki “Ey Rabbine itaat eden huzura ermiş rûh, dön Rabbine, sen O'ndan O senden hoşnut olarak!” hitâba mazhar olarak Tevhîd-i Ef’âl telkîn ve tâlim edilir. Bu mertebede sâlike dört şühûd gösterilir. 1- Tevhîd-i Ef’âl 2- Fenâ-i ef’âl 3- Tecellî-i Ef’al 4- Cennet-ül ef’âl veya İrfan Cenneti. Râbıtası da “Lâ Fâile illallah”tır.”Allah’tan başka fâil -halkedici- yoktur.” Sâlik, enfüste, âfâkta, sükûn ve hareket halinde bütün fiilleri birleyerek, bunların hepsini Hakk’a nisbet eder. Fiiller her ne kadar iyi ve kötü fiiller diye isimlendirilse de iyilik ve kötülükler bizler içindir. Yoksa Hakk’a nisbet edildiğinde hepsi ‘hayr’dır. Ârifler fillerin cümlesini Hakk’a nisbet ederler. Yine de ‘Allah kötü yaptı. ’ denilmez. Zira kötü ismini icâd eden nisbettir. Eğer işin kula nisbeti olmamış olsa, o işin iyiliği ve fenalığı tâyin olunamazdı. Saffat Sûresi 96. âyetten anlıyoruz ki fiillerin fâili Allah’tır.”Allah sizleri ve sizlerin amellerinizi halk eyledi.”

İşte sâlik enfüsünde ve âfâkında bütün fiilleri hissî ve kalbî olarak Hz. Allah’a nisbet ederse kalbî müşâhede ile zevk hâline geçer. Karşılaştığı her olayda fiillerin meydana gelmesine vesîle olan mazhar veya kullara nisbet etmeyeceği için şirkten kurtulan o sâlik, Hacivat ile Karagözün kendilerinin hiçbir güç ve kuvvet sahibi olmadıklarını, onları kavga ettirenin, onları oynatan sanatkârın olduğunu bildiği gibi, bilecektir. Her şeyi yerli yerinde görüp enfüsünde fark (Şerîata uyup uymadığını tartması), eksikleri varsa peyderpey onları yok etmesi, nefsini levm etmesi

342

Page 343: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

lâzımdır. Âfâkta ise ‘cem’de (Vahdette) mütalaa ederek mutlu ve huzurlu olacaktır.

Bu sâlikler yaşamlarında sâkîn ve şer’î hükümlere tâbi olarak yaşarlar. Bütün tecellîlere nazar ederler ve zuhûrâta tâbi olurlar. Cenâb-ı Hakk’a boyun eğerek tam bir teslimiyetle, kalbi ile dâimî zikir, hissi ile de râbıtayı kullanırlarsa, Efendisinin himmetiyle Tevhîd-i Ef’âl zevkine ermiş olurlar.

TEVHÎD-İ SIFÂT: Fenâfillâh mertebelerinin ikincisidir. Hayat, ilim, irâde, kudret, semî, basar ve kelâm sıfatları Hakk’ın olup, bu sıfatlar sâlike ayna olmakta ve orada Hz. Mevlâ müşâhede edilmektedir. Burada sâlik zevken bu sıfatlar ile mevsûf olanın Hakk teâlâ olduğunu bilecektir. Bunun için de bu mertebede dört şühûd öğretilir: 1- Tevhîd-i sıfat 2- Fenâ-i sıfat 3- Tecellî-i sıfat 4- Cennet-ül sıfat. Râbıta olarak da “Lâ Mevsûfe illâllâh” verilir. Bakara Sûresi 255.”Allah’tan başka hiçbir tanrı yoktur. O, dâima yasayan, dâima duran, bütün varlıkları ayakta tutandır.”, Şura Sûresi 11.” O'nun benzeri gibi bir şey yoktur. O, öyle işiten, öyle görendir” ve Kasas Sûresi 68.”Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Seçim hakkı onların değildir. Allah, onların ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir!” ve benzeri âyetlerden bütün subût (sâbit) sıfatların halîkının Allah olduğunu anlamaktayız.

Sıfatlar gayba aittir, zuhûra gelince şehâdete intikâl ederek esmâ adını alır. İlim bir sıfattır, zuhûra gelince âlim adını aldığı gibi bu mertebeyi gören sâliklerde edeb, ahlâk ve yüceliklerin görülmesi lâzımdır. Zira fiil ve subût sıfatların nisbîyetlerinden kurtulan bir kulun mâğfirete ermesi, temizlik, doğruluk ve Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin güzel ahlâkını sergilemesi lâzımdır. Ef’âl ve sıfat mertebelerini görenlere Tevhîdde tarîkat ehli de denilir.

TEVHÎD-İ ZÂT: Tevhîd-i Zât, vücûd birliği demektir. Vücûd Hakk’ındır. Ef’âlin vücûdu yoktur. Sıfattan tecellî ediyordu. Sıfatın da vücûdu yok, o da vücûddan tecellî ediyor. Allah Vâcib-ül Vücûd’dur. İşte sâlike Fenâfillâh mertebelerinin sonuncusu olan Tevhîd-i Zât Mürşidi tarafından dört şühûdla tarif edilir. 1- Tevhîd-i Zât 2- Fenâ-i Zât 3- Tecellî-i Zât 4- Cennet-ül Zât. Râbıtası ise “Lâ Mevcûde illâllâh”dır.

Bu Makâmda sâlik hissen, aklen ve hayâlen gerek ef’âl, gerek sıfat ve gerekse Zât aynalarından Vücûdullaha bağlanıp cümle eşyânın vücûdu Hakk olduğunu mülâhaza eder ve zevk alır. Dâimî zevkte kalabilmesi için râbıtaya sımsıkı sarılır. Halkın fânî Hakk’ın ise bâki ve

343

Page 344: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

zâhir olması halinde zevkiyâb olur. Bu halle hallenen kişi ihtiyarî bir ölümle ölmüştür.”Mutu kable ente mutu” “Ölmezden evvel ölünüz.” Hadis-i Şerifi budur. Kasas Sûresi 88.”Allah'la birlikte diğer bir tanrıya daha çağırma; O'ndan başka tanrı yoktur. O'nun Zâtından başka her şey helâk olacaktır. Hüküm O'nundur ve nihayet döndürüIüp O'na götürüleceksiniz.”, Rahmân Sûresi 26 ve 27.”Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir; Yüce ve iyilik sahibi Rabbinin yüzü bâkidir” ve Yunus Sûresi 62.”Uyan! Allah dostlarına ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar!” âyetlerinde açık olarak bu mertebenin hâlini görmekteyiz.

Fenâfillâh mertebelerini gören bir sâlik nefsini bildiği için Rabbini de tanımıştır.”Nefsini bilen Rabbini bilir” (H.Ş.) Her ne kadar ilimle Fenâfillâh olunmuşsa da yine de zaman zaman nefsine tâbiliğinden geçemediği için hem mahcûbiyeti görülür hem de Makâm zevkleri tecellî ettiğinde ehl-i keşiftirler. Yâni halkla olduklarında hicâbları, Hakk’la oldukları zaman keşifleri artar. Ehl-i velâyettirler.

CEM MAKÂMI: Bekâ Makâmlarının birincisidir. Fenâfillâh mertebelerini zevk eden kul, kendisinin zannettiği fiil, sıfat ve Zâtın da yok olduğunu anlayınca bu mertebe telkîn edilir.

Sâlik bu yerde Hakk’ı zâhir halkı bâtın müşâhede edecektir. Bu Makâmda halk ayna olup, oradan Hakk zâhir olmaktadır. Ve Vahdet şühûdu kişiyi istilâ eder. Cem Makâmı telkîn edilen sâlik Hakk’a kuvve olup onun kuvvesinden Hakk zâhir olurken, kendisi bâtın olur. Aynı zamanda eşyâ da butûna girer. Bir cismin gölgesinin, öğle vakti cisimde yok olduğu gibi halk mazharından Hakk’ın zâhir olmasıdır. Ef’âlin, sıfatın, Zâtın birliği zevkiyle her nereye bakarsa Hakk’ın cemâl yüzünü görmesi onun zevki olacaktır. Bakara Sûresi 115. âyette “Doğu ve batı Allah’ındır, yüzünüzü her nereye çevirirseniz Allah’ın cemâl yüzü oradadır” buyrulmaktadır. Sâliki ismi ile çağırsalar ismini bile duyamayışı onun zevki olacaktır. Bu Makâma Kurb-i Ferâiz, Ulûhiyyet, Rûh Makâmı gibi isimler de verilmiştir. Bu Makâmda sâlik fazla durdurulmaz. Sâlik kabızlık ve yalnızlık içindedir. Cem Makâmı Hz. Îsâ (A.S.)’nın Makâmıdır.

HAZRETÜ’L- CEM MAKÂMI: Bekâbillâh mertebelerinin ikincisidir. Bu Makâmda halk zâhir Hakk bâtındır. Hakk aynasından halk zâhir olarak müşâhede edilir. Cem’de bilen, gören ve işiten abdın kuvvesiyle Hakk idi. Bu Makâmda ise, Hakk kulun kuvvesi olmaktadır. Hadis-i Kudsî’de “Kulum bana nevâfille yaklaştığı zaman duymasına

344

Page 345: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

kulak, görmesine göz, konuşmasına dil olurum. . .” buyrulmuştur. Her nereye nazar edersek edelim zâhirde halkı bâtında ise Hakk’ın tecellîsini zevk ve ifade ederiz. Necm Sûresi 8.”Sonra yaklaştı ve sarktı” âyeti Zât olan Allah’ın Muhammed olan sıfatlara yani kesret âlemine zuhûrâtı olarak da zevk edilir.

Hazretü’l- Cem’e, bütün sıfatların, Zâtı Hakk ile kâim olduğunun müşâhede ve zevk olduğu bir Makâm olması nedeniyle bu zevke sahip olanlara Sıfâtiyyûn da denilir. Bu mertebedeki sâliklerin şerîatlarında kemâlat, yücelik ve ahlâk-ı Resûlullah (S.A.V.) görülmektedir. Bu sâliklerin enfüsünde cem, âfâkında fark hali zuhûr eder. Bunlar mukarrebîndirler.

CEMÜL CEM MAKÂMI: Bekâbillâh mertebelerinin üçüncüsüdür. Makâm-ı Cem ile Makâm-ı Hazretü’l- Cem’i kendinde toplayan yani ‘Vahdet’ ve ‘kesret’i cem eden bir Makâmdır. Buna tenzih ve teşbihi Tevhîd yapmak yeri de diyebiliriz. Bâtın olan mutlak ve zâhir olan mukayyedin hepsi Hakk’tır diye zevk ederiz.

Kur’ân-ı Kerîm Hadid Sûresi 3. âyeti “O evveldir, O Ahîrdir, O zâhirdir, O bâtındır” bu zevkimize delildir. Ayrıca Necm Sûresi 9. âyette “Aradaki mesâfe iki yay boyu oldu, hattâ daha yakın” belirtilen ‘celâl’ ve ‘cemâl’ yaylarının birleştiği Kalb mertebesi de denilir. Vahdet aynı kesret, kesret de aynı Vahdet olarak zevk edilir. Tevhîd-i Ef’âl mertebesinde fiillerden soyunan sâlik bu yerde Hakk’ın fillerini giyer. Peygamber ve velîlerin sırlarına vâkıf olmak isteyenler bu Makâmı gerçek yönüyle zevk etmelidirler. İşte o zaman hafî şirklerin de tamamen yok olduğu bu yerde ‘ibâdet eden’, ‘ibâdet’ ve ‘ibâdet edilen’i birlemişlerdir. Mürşid-i Kâmillerin sâliklere telkîn ettikleri son mertebedir.

AHADİYYETÜ’L CEM MAKÂMI: Bekâbillâh mertebelerinin dördüncü ve sonuncusudur. Bu Makâm Makâm-ı Muhammed’dir. Makâm-ı Mahmûd da denilir. Kesret olan varlıklardan kaydın kaldırıldığı yerdir. Bundan sonra başka bir Makâm da yoktur, en yüce mertebedir. İbrahim (A.S.) Tevhîd babası olduğu halde bu Makâma ancak Muhammed (S.A.V.) Efendimizin müsaadeleri ile girebilir. 1- Ahadiyyetü’l- Ayn 2- Ahadiyyetü’l- Kesret diye iki kısımda mütalaa edilir. İhlas Sûresi 1. âyet “De ki: "O Allah tek birdir.” Enfâl Sûresi 17. âyet “Sonra onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü; attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı. Bu da mü'minlere güzel bir imtihan geçirtmek içindi. Gerçekten Allah işitendir, bilendir!” En’âm

345

Page 346: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Sûresi 152. âyet “Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar yaklaşmayın” Makâmı zevkinin delilleridir.

TEVHÎD NASIL YAŞANIR

İnsanların Tevhîdi yaşayabilmeleri, Cenâb-ı Hakk’a üç türlü yakînlik ve bunların şühûdu ile islâmî Tevhîdi yaşaması mümkündür.

Bir kişi ilm-el yakîn olarak Cenâb-ı Hakk’ın mukayyed olan bu kesafet âleminde, zerreden küreye kadar bütün tecellîlerini bilse, bu, kulun Hakk’ı bilmesi olur ki, bu lâyıkiyle Hakk’ı bilme değildir. Zira kul Hakk’ı lâyıkiyle bilemez. Ancak Rabb’im lâyıkiyle Rabb’imi bilebilir. Bir kulun Hakk’a ibâdetleri de, Kur’ân-ı Kerîm’deki emir ve yasakları taklîdi olarak, şerîat-ı evvel seviyesinde yaptığı için mânâsız ve hayâlindeki bir ilâha ibâdet etmesi nedeniyle avâmdır. Nefsine nefsi için ibâdet edenler sınıfındandırlar.

Bundan bir ilerisi olan nefsi ile Hakk’a ibâdet edenler ise, ilm-el yakînlik sınıfında olup, her ne kadar diğerlerinden üstün bir ilime sahiplerse de, yine de şühûdları olmadığı için bu kişiler ister Melamî olsun, ister herhangi bir tarîkat ehli olsun, isterse şerîat cemâatı olsun aynıdır. Zira bu kişiler de henüz, bildiklerini gözleriyle görüp şühûd etmemişlerdir. Onun için ayne’l-yakîn değildirler. Şahitlikleri olmadığı için, Cenâb-ı Hakk’ın bütün sıfatlarından tecellîlerini bildiği halde göremediği için görerek değil de, görüyormuş gibi ibâdet etmiş olurlar. Bunlar Melamîlik yolunda, Tevhîdin bütün mertebelerini su gibi bilseler bile, şühûda sahip olmadıklarından şerîat seviyesindedirler. Bir kişinin nefsiyle nefsini bilmesi veya nefsiyle Hakk’a ibâdet etmesi, onun şühûd sahibi olup ayne’l-yakîn olduğunu göstermez. Bu kardeşlerimin merâtib-i İlâhiye tahsillerinde, Hakk Mürşîdlerinin verdiği râbıta ve şühûdları lâyıkiyle kullandıklarında, kulaklarıyla duyup bildiklerini, gözleriyle gördüğü zaman Rabb’ini Rabb’inin görmesi tecellî edeceğinden, fiilin fâilini kalbin tasdîk etmesi onları ayne’l-yakîn zevkine erdirecektir. Bu da Hakk’ın kulunu görmesi, yâni Cenâb-ı Hakk’ın kendi kul sıfatlarındaki tecellîlerini seyretmesidir. Bütün sıfatların yaratılma yerlerinde kullanılmasını, sıfatların isti’dâdlarına göre fiillerinin açığa çıkmasını ayne’l-yakîn olarak şühûd etmek sûretiyle seyreder. Bir kişi, namaz kılarken, kıyamın, rükûun, secdenin irfâniyetiyle birlikte, kendi kul sıfatından ne şekilde, tâdîl-i erkâniyle açığa çıktığını, Zâtının seyretmesi

346

Page 347: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

ve zevk alması onun ayne’l-yakînliğidir. Bu kişiler Rablerini namazda görüyormuş gibi değil görerek namaz kılanlardır. Zât olan Allah, Muhammed aynası olan kemâlât sıfatlarından kendisinin tecellîsini ayne’l-yakîn olarak seyreder. Hakk’ın nefsini bilme ve görmesi budur. Allah’ın nefsi, sıfatlarıdır. Bu kişilerin gönül gözleri faaliyette olduğu için, irfâniyetleriyle, Zâtının sıfatlarından tecellîlerini görmekte ve ona göre sıfatların bazı sıfatlara, âfâkta yaklaşım yapması zuhûr etmektedir.

Üçüncü olarak Hakk-al yakînlik hâli ise Hakk’ın Hakk’ı bilmesi ve görmesidir ki, gören, görme ve görülenin birliği demektir. O’nun mülkünde O’ndan başka bir varlık bırakmadan, kendisi olan Zâtının, kendi sıfatı olan Muhammed aynalarından, fiilleriyle sıfatların isti’dâd ve kabiliyetleri nisbetinde açığa çıkmasını seyretmesidir.

Nefsi ile Hakk’a ibâdet edenler ilmî olarak Tevhîd yapsalar bile şühûd sahibi olamadıkları için, ikilikten, ihtilâftan, huzursuzluk olan dünyadaki Cehennemlerinden bile kurtulamazlar. Zaman zaman kendilerini dünyadaki ilim ve hâl Cennet’inde hissetseler bile, zaman zaman da Cehennem’e girerler. Onlarda stres, üzüntü, keder, huzursuzluk ve mutsuzluk gibi azâb halleri, zaman zaman dâima vardır.

Hakk’ın nefsini bilmesi ve nefsini görmesi (Allah’ın nefsi sıfatlarıdır) kişiyi şühûd sahibi yapar. Hakk’ın zerreden küreye kadar bütün varlıklarındaki tecellîlerini şühûd ederek, ikilikten kurtulmuş ve irfâniyet Cennet’ine ayak basmışlardır.

Hakk’ın Hakk’ı bilme hâli, onun gören, görme ve görülenin birliği idrâki olup, Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyyenin Tevhîd halindeki görüntüsünden ibarettir. Bizler tafsilâtta, bir olan kendimizi tenimiz, a’za ve sıfatlarımız, rûhumuz diye bölümler halinde îzâhını yaparız. Aslında bu saydıklarımız ayrı ayrı değildir. Hepsi bir vücûddur. Aynen onun gibi, Cenâb-ı Hakk da, mevcûd-u vücûd değildir. Mevcûd-u şühûd da değildir. O, Vahdet-i Vücûddur. Zira mevcûd-u vücûdda, mevcûd varlıklarla sınırlanma olmakta, mevcûd-u şühûdda da görülenlerle kayıtlanma yapılmaktadır. Vahdet-i Vücûdda ise hem zâhir görünenlerde, hem de görünmeyen bâtın, bütün varlıklarda tecellîsini sınırsız gösterendir.

Onun için, bizler bu Tevhîd merâtib-i İlâhisini evvelâ ilm-el yakînlikle bilmeyi öğrenmeli, sonra şühûdlarımızla her tecellînin fâilini mazharlardan görmeye ayne’l-yakînlik olarak çalışmalı, sonra da O’nda O olmak sûretiyle Tevhîd yapıp huzur ve mutluluğu yaşam içinde devam

347

Page 348: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

ettirmeliyiz. Çünkü ikilikte mutluluk olmaz. Mutluluk Tevhîddedir. Allah bizlere bu zevkleri ihsân etsin.

TEVHÎDE DAVET

İnsanlar esfel-i sâfilîn olan bu dünya yüzüne geldikten sonra, nefs vâdisinde, çamura batmış bir eşek gibi debelenmeye başlıyor. Nereye gideceğini, nasıl bir yol takip edeceğini, huzuru nasıl yakalayacağını kestiremiyor.

Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Kerîm’in Enfâl Sûresi 24. âyetinde “Ey îmân edenler, sizi kendinize hayat verecek şeylere dâvet ettiği zaman Peygamberi ile Allah'a icabet edin! Ve bilin ki, Allah gerçekten kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz, kesinlikle O'nun huzurunda toplanacaksınız!” buyurmaktadır. Görüldüğü gibi, burada yalnız Allah, diriliğe davet ettiğinde veya Muhammed, Allah için diriliğe davet ettiğinde denmiyor. Onun için bu dâveti:

1- Allah’ın diriliğe daveti

2- Resûlullah’ın diriliğe daveti

3- Allah’ın Resulünden diriliğe daveti şeklinde mütalaa edebiliriz.

Allah’ın daveti, mânevî yönü olan, Âdem ve âlemdeki Cenâb-ı Hakk’ın, ef’âl, sıfat ve Zât tecellîlerinin, bilinip görülmesi ile îmân edip, kalb ve gönüldeki diriliğini sağlamaktır. Çünkü "Hayy"lık yalnız Cenâb-ı Hakk’ındır.

Resûlullah’ın daveti: Allah’ın bu üç tecellîsini Muhammed olan sıfatlarından zuhûra geldiğini, Muhammedsiz hiçbir tecellînin ne bu âlemde, ne de âlem-i Âhirette görülemeyeceğini bilmektir.

Allah, her zaman Resûlullah mazharından inananları, zâhir ve bâtın yönüyle diriliğe dâvet edip durmaktadır. Çünkü Allah zâhir irşâd yönüyle, Muhammed’den davet eder.”Bu gün Resûlullah yoktur” diyorsanız "el ulemâyı vereset-ül enbiyâ" olan Resûlullah’ın vârisleri tarafında günümüzde de davet edilip durmaktadırlar. Dâvet edilen bu kişiler ölü müdür ki diriliğe davet edilmektedir. Evet, bedenen diridirler ama, rûhen ölü oldukları için, Cenâb-ı Allah’ın diriliği ile dirilmeye davet

348

Page 349: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

edilmektedirler. Burada, cehâletten, şirkten, irfâniyet ve kemâlâta davet var. ‘Fenâ’dan ‘Bekâ’ya davet var. Kulun kendisine nisbet ettiği, zannındaki vücûd varlığından, Hakk’ın Vahdâniyyetindeki ‘Hakk’ın varlığı ile var olmaya’ davet var. Taklîdi bir îmân ile îmân edenleri tahkikî bir îmâna davet var. Kalb ve gönül âleminde Hakk’tan başkasını bırakmama daveti var. Fenâfillâh olup İbrahim Makâmında saadete davet var. Niyazî-i Mısrî Hazretleri bir ilâhisinde bu dâvete icâbet ettikten sonra şöyle diyor:

Yıkıldı kaleyi fikrim yapıldı dinim îmânım.

Çü bildim vech-i canânı kamuda sezdim Allah’ı

Fenâyım Hak’ta vallâhî ne bilim kaldı ne danım

Ki bildim cümle Hakk imiş, arada gayri yok imiş.

Bi külli anda gark imiş, ne ben varım ne irfânım,

Şu halde Tevhîd ilmine âşinâ olunca, eski bilişler ve kendi aklı ile bildiği ilimler, eski fikirler yıkıldı, yok oldu yâni taklîdi îmân gitti bunların yerine gönlüne tahkikî îmân yerleşti. Âyet-i kerîmedeki Allah kişi ile kalbi arasına hulûl eder yani girer konusuna gelince, İslâmiyette hulûl ve ittihat yoktur. Yani girmek ve çıkmak yoktur. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın kişi ile kalbi arasına tecellîsinin zuhûrudur. Bir kişi dâvete uyar, yüzünü Cenâb-ı Hakk’a doğru döndürerek, ilmini, irfâniyetini, hâlini, insanlarla olan muamelelerinde Kur’ân-ı Kerîm’deki yasak ve emirleri gücü yettiğince uygulamaya gayret göstermesi, o kişide Cenâb-ı Allah’ın, onun gönlünde; huzur ve mutluluk sağladığı gibi, zamanla, süflîyyât vâdisindeki, mutsuzluk ve stresleri de son bulduracaktır. Zira kişi ile kalbi arasına Cenâb-ı Allah’ın tecellî etmesi, Kâmilin sohbetleriyle onun hem irfâniyet ve kemâlâtını geliştirecek, hem de eski cehâlet bilinçleri yok olacağı için, zikirde, fikirde, ibâdet ve her türlü yaşantısında, Hakk’la beraber olma zevki ile zevkiyâb olacaktır.

Kişinin Hakk’la beraber olmasıyla bütün yaşantısında O’nun emir ve yasakları doğrultusunda olacağından, dünyada da Cennet’te, âhirette de Cennet’te olduğu görülecektir. Îmân eden bir kişi, Resûlullah’ın diriliğe dâvetine icâbet etmez de ‘Ben satırlardan Kur’ân okuyorum, mânâsını bilmesem de namazımı kılıyorum’ diyerek taklîdi bir îmânla yaşantısına devam ederse, o kişilerin hicâb perdeleri açılamayacağından ömürleri müddetince süflîyyât vâdisinden kurtulmaları mümkün değildir. Dolayısıyla da, hayatları müddetince, Hakk’tan uzak

349

Page 350: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

oluşları nedeniyle, stres, üzüntü, asabî haller, onların dünyadaki Cehennemleri olacaktır. Allah ve Resûlullah’ın dirilik dâvetine de icabet etmedikleri için kişi ile kalbi arasına tecellî eden bu hicâb perdesi, onları maalesef Âhirette de Cehennemlik yapacaktır. Çünkü dünya Âhiretin tarlasıdır. Burada ne ekersen letâfet âleminde de onu biçersin. Onun için, bu dâveti inkâr etsen de tasdîk etsen de sonunda O’na döndürüleceksiniz. Resûlullah, inananları ilim ve irfâniyet yolunda, gayriyet ve şirklerden kurtularak, Hakk ve hakîkati zevk ederek ahlâk güzelliğine davet etmektedir. İmkânımız varken, yüzümüzü ve gönlümüzü Hakk’a döndürelim. İnsanlığa elimizden geldiğince faydalı olmaya çalışalım. Çünkü en üstün insan, insanlığa faydalı olandır. Allah’ın zikri, fikri ve O’nun tefekkürü ile zamanımızı değerlendirelim. Hakk’ı biliyorsak, Hakk’ı konuşalım. Hakk’ı lâyıkiyle bilmiyorsak sükût ederek, Hakk’ı anlatanları dinleyelim ve Hakk dostlarının sohbetlerinin, Cennet bahçelerinden bir bahçe olduğu bilinciyle bu fırsatları kaçırmayalım. Dâimî kalbî zikirlerle meşgûl olalım.

Sohbette olursa siyaset

Mü’minde bozulur ferâset

Sohbette olursa para

Herkes olur paramparça

Sen dâima Hakk’la et sohbet

Rabbin de sana etsin himmet

Ahmet sen de edersen dikkat

O zaman Mevlâm eder rahmet

Onun için gelin kardeşlerim bu dâvete hep beraber icâbet edelim.

TİN SÛRESİNİN MÂNÂSI

Allahü Teala incire ve zeytine yemin ediyor. Neden bir çok meyve var iken yalnız bu iki meyveye yemin etmektedir. Çünkü zâhirinde incirin her tarafı yenir. Yenmeyen hiçbir tarafı yoktur. İncir, Cenâb-ı

350

Page 351: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Hakk’ın Zâtı olan hakîkatini remzetmektedir. Zeytinin ise dışı yenip çekirdeği yenmez. İştahı açıcılığı nedeniyle o da şerîatı remzetmektedir.

İşte burada hakîkat ve şerîata yemîn edilmektedir. Allah’ın Hüviyyet ve Eniyyetine yemin edilmektedir. Enfüsümüzde ise zât ve sıfat olan külliyet ve cüz'iyetimize yemîn edilmektedir. İncir rûhtur, zeytin ise kalbdir. Rûh ve kalb sâhiblerine yemîn edilmektedir. Ayrıca Tûr-i Sînâ’ya ve Emîn Beldeye de yemin edilmektedir. Tûr-i Sînâ Musa (A.S.)’nın Allah’la konuştuğu yerdir. Her bir sâlik de kendi gönül Tûr-i Sînâsı olan Sînâ tepelerinden Rabbi ile konuşabilir. Emîn Belde de zâhirde her ne kadar Mekke şehrindeki Kâbe denmekte ise de 1978 senesinde İran’lı anarşistlerin Kâbe’ye girerek çok hacılarımızı katlettiklerini ve Kâbe’yi de harab ettiklerini gördük. Böylece oranın emin belde olmadığı anlaşılmış oldu. Şu halde emin belde insanın gönlüdür, kalbidir. Oraya müsaadesiz hiçbir yabancı giremez.

İşte kişinin gönül Tûr-i Sînâsı olan dimağı ile gönlündeki idrâke, gönlündeki yücelik tecellîlerine mazhar olması nedeniyle yemîn ediliyor. Sonra “İnsanı en güzel biçimde yarattık.” buyruluyor. Zira insan zâhirde cemâdâttan, nebâtâttan ve hayvânâttan üstün bir yaratıktır. Çünkü Cenâb-ı Allah bu üç sınıfı da insanın emrine vermiştir. İnsana verilen akıl ve ilim gibi yüce nimetler diğer varlıklara verilmemiştir. Onun için en büyük mahlûkattan olan fil ve timsahlar bile insanın emrindedir.”Allah insanı kendi sûreti üzere halketti.” Hadis-i Şerif Cenâb-ı Allah Hüviyyet ve Eniyyetini kemâlâtıyla insan denen o yüce varlıkta sıfatlarıyla zuhûra geldi. Burada Allah’ın sûreti sıfatları demektir. Hayat, ilim, irâde, kudret, kelâm, duymak, görmek ve tekvîn sıfatları kemâlâtıyla insanda zuhûr etti.

Onun için Allah hakîkate, şerîate, hakîkat ve şerîat yaşamı ile ortaya çıkan her türlü yücelik ve güzelliklere yemîn ederek “İnsanı en güzel biçimde yarattım.” diyor. Çünkü sayılan bu yücelikler yalnız ‘insan’ dediğimiz İnsan-ı Kâmillerde mevcûddur. Sonra “Onu aşağıların aşağısına gönderdik.” denilmektedir. Yani dünya diye bildiğimiz bu kötülükler ve zıtlıklar âlemine gönderildik denmektedir. Burada aklımıza “Mâdem insan en üstün biçimde yaratıldı, ne için aşağıların aşağısı olan bu dünya zindanına gönderilmiştir” sorusu gelebilir. Dünya ne demektir. Dünya Allah’tan uzaklaştıran her şeydir. Gaflet dünyadır. Yoksa üzerinde yaşadığımız bu âlem dünya değildir. Onun için bu âyeti iki şekilde zevk etmek mümkündür.

351

Page 352: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

1- En üstün bir biçimde yaratılan İnsan-ı Kâmilliğini bulanlar dünya bataklığındaki insanları kurtarmak için onların içine gönderilip onları o dünya bataklığından kurtarma görevi almalarıdır

2- Sûrette insan, sîrette henüz insanlığını bulamamış olanların dünya bataklığına gönderilmelerindeki sebep,

“Bekâ mülkünden eyledim teşrîf

Bu dâr-ı fenâya imtihân için

Gece gündüz niyâzım odur ki

Cemâl-i pâkini anlamak için”

diyen bir âşıkın ifadesinde olduğu gibi imtihan için gönderildiğimiz anlaşılmaktadır.

Bir İnsan-ı Kâmilin eteğinden tutarak bu dünya bataklığından kurtulmak mümkündür. Zira âyetin devamında da söylendiği gibi sâlih amel işleyebilmek ancak İnsan-ı Kâmil’e tâbi olmakla mümkündür. Şu halde esfel-i sâfilîn olan bu dünya bataklığından tek kurtuluş formülü en üstün biçimde yaratılan o İnsan-ı Kâmillere tâbi olarak sâlih amel işleyip ihlâsa ermektir. İşte o zaman onlar için tükenmez mükâfatlar vardır.

Mürşid-i Kâmil’den Tevhîd tahsili yapmadan, şirklerden kurtulup ihlâsa ermek mümkün değildir. Yoksa bu âleme hayvan gelip hayvan giden kimseler gibi azâbtan kurtulmamız mümkün olmayacaktır. Onun için bu kimseler Âdemde ve âlemde Allah’ın nûr tecellîleri olan Zâtından sıfatlarına, sıfatlarından da esmâ alarak fiilleriyle açığa çıkan âsârını görmemekten dolayı inkâr edişleri, onların Cehennemleri olmaktadır. Bazı kimselere bu meşiyyet-i İlâhiye tecellîlerini göstermekle mutlu kılmakta, bazı kimselere de esfelde sâlih amel işlemek için İnsan-ı Kâmil’e gitmeyip meşiyyet-i İlâhiye tecellîlerini hicâblarından mütevellit görememekten mutsuz kılan Allah hâkimler hâkimi değil midir. demekle meydan okumaktadır. Allah bu tecellîleri cümlemize görmek nasîb etsin. Âmin.

VAHDET-İ VÜCÛD MUHAMMEDÎ OLMAKTIR

Vahdet-i Vücûd ‘vücûd birliği’ demektir. Her yerde ve her şeyde, kişinin kalbini yalnız Allah ile meşgul etme hâli ve yaşamasıdır. Onsekizbin âlem diye vasıflandırdığımız varlık âlemi, Zât-ı Mutlak'ın her

352

Page 353: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

an ayrı bir tecellî ile eşya ve kâinat sûretinde açığa çıkmasından ibârettir. Eşya ve kâinat Allah’ın zâhiri ve her an ayrı bir tecellî ile yenilenmekte, Allah’ın bâtını ise, eşya ve kâinattan tecellîleriyle, her varlığın isti’dâdları nisbetinde kendini şerh eden rûhu mesâbesindedir. Yaratan ve yaratılan hep O’dur. Yaratan Zâtı, yaratılan ise kul olup fânî olan hadisâtıdır. Çünkü vücûd birdir.

Elimize bir elma çekirdeği alalım. Ve onu toprağa dikelim. Belirli bir zaman geçtikten sonra diktiğimiz bu çekirdeğin, gövdesi, dalları, yaprakları ve meyveleri olacaktır. Toprağa diktiğimiz çekirdeğin, dallardaki, yapraklardaki, meyvelerdekinin aynısı olmasına rağmen yer ve mekânlar ayrı olsa dahi hepsi vücûd birliği içindedirler ve bütün ağac gövdesinden meyvesine kadar bütün teferruatı hep çekirdekten meydana gelmiştir. Hulûl ve ittihat da yoktur. Ömrü bitince ağaç ve yapraklar yok olacaklardır. Fakat meyvelerdeki çekirdekler dâima zuhûrunu devam ettireceklerdir. İşte bu âlemde de bizim varlığımız yoktur. Bu fânî sûretlerde, tecellî eden ve görünen vücûd-i mutlak olan Cenâb-ı Allah’tır. Bir Hadis-i Kudsî’de “Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi murâd ettim ve bütün mevcûdatı halk ettim.” buyrulmaktadır. Şu halde hepsi O’dur ve bizler o ilâhî tecellînin bu hadisat âleminde, gölgeleri gibiyizdir. Onun için bizler için Cenâb-ı Allah’ın Zâtını bilmek mümkün değildir. O’nu, beşerî sıfatlardan tecellî eden kudretiyle bilebiliriz. Vahdet-i Vücûdda eşyânın kendisi değil, eşyânın hakîkati Hakk'tır. Yoksa eşyâ eşyâdır. Aslında bizim Hüviyyetimiz Hakk’tır. Sûretlerimiz O’nun görüntüsüdür. Vahdet-i Vücûd kemâlâtına sahip olan ârifler arasında hiçbir ihtilâf olmaz. Ama akılla her şeyi tartanlar arasında çok ihtilâf vardır. Vahdet-i Vücûdun dayandığı kaynak Kur’ân-ı Kerîm’dir.

Nûr Sûresi 35. âyet “Allah yerlerin ve göklerin nûrudur. O’nun nûru bir fenere benzer. O fenerin içinde zeytinyağındaki fitilde yanan ışık vardır. Bu ışıkla fitil, cam bir kandil içindedir.” demekle Vahdet-i Vücûd zevkinin tafsilât-ı Muhammediyye'den zuhûrunu anlatmaktadır. Aynen bunun gibi, bir Muhammed'den binlerce Muhammedler zuhûr ederek, Cenâb-ıAllah’ın “Habibim, Sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım.”Hadis-i Kudsîsi gereği dâima Muhammed olan kemâlât sıfatlarından tecellîlerini devam ettirecektir. Yeter ki bizler Muhammedîliğimizi idrâk edip, dâima onunla beraber olalım. Kâmilin huzurunda, üç İhlâs bir Fâtiha okuyarak Resûlullah Efendimizin rûhuna hediye etmiştik. Fakat bunu ondört asır evvelki Resûlullah Efendimize değil (çünkü O’nun bize ihtiyacı yoktur. Bizim ona ihtiyacımız vardır. )

353

Page 354: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

senin gibi henüz daha Muhammedîliğini bilmeyen sâliklerin, Muhammediliğini idrâk etmesi açısından birinci İhlâs ef'al-i İlâhiye için, ikinci İhlâs sıfat-ı İlâhiye için, üçüncü İhlâs da vücûd-i İlâhiye olduğunu idrâk edip yedi âyetten ibâret olan canlı bir Fâtiha-i Şerîf olduğunu bu vücûdda zevk etmek için okunmaktadır. İşte böylece Muhammedîliğini idrâk edenler, hem kendi Muhammedîliğinde Hakk’la beraber olma zevkine sâhip olurlar, hem de vücûd birliği içinde ayrılık görmemekten mütevellit mutlu olurlar. Her şeyi yerli yerinde görürler.

Kur’ân-ı Kerîm’i dikkatle incelediğiniz zaman bazı harflerin noktasız, bazı harflerin altı noktalı, bazı harflerin de üstü noktalı olduğunu görürsünüz. Noktasız harfler, Allah’ın Zât tecellîlerini, altı noktalı harfler ikilik içindeki celâl tecellîlerini, üstü noktalı harfler de cemâl tecellîlerinin sırlarını ifşâ etmektedir. Harflerin altında iki nokta ve harflerin üstündeki üç nokta da bulunduğu mertebelerdeki, fenâ ve bekâ tecellîlerini şerh etmektedir. Bunları velîlerde de görmekteyiz. Said-i Nursî Hazaretleri risâlelerinde genel olarak hep nebâtâtı dillendirmiştir. Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretleri de, Mesnevi’sinde hayvanları dillendirmiştir. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî Hz. leri, Mısri Niyâzî Hazretleri, Hacı Bayram Velî Hazretleri, Yunus Emre Hazretleri gibi bazı velîler de, ilâhîlerinde hep insanları dillendirmişlerdir. Şöyle ki:

Hakk’ı istersen yürü insana bak

Şemsü Zâtı yüzünden rahşân eylemiş

Hakk yüzü insan yüzünden görünür

Zâtını Rahmân şeklini insan eylemiş

Mısrî Niyazi

Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm

Yunus Emre

Vallah Kur’ân’dır senin yüzlerin

Yâsîn-i şeriftir iki gözlerin

İnnâ fetehnâ sûresi sözlerin

Vedduhâ inmiştir kulun üstüne

Nesimi

354

Page 355: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Her şeyin varlığı senin özündür

Kendini çok gören kendi gözündür

Bu mülke hükmeden senin sözündür

Kalbin kürsüdür Sultan sendedir.

Rıza

Demek ki, her kim hangi mertebede Muhammedî zevkine sahipse, orayı bizlere aksettirmektedir. Onun için Muhammedîliğimizi bulmağa çalışalım. Yoksa Allah ayrı, bizler ayrı olarak ikilikten ve taklîdi ibâdetlerden öteye geçemeyiz. Muhammed ağacının, gövde, dal ve yapraklarını vuslat yolculuğu ile kat edip, Muhammedî meyvelerini âfiyetle yiyelim. Allah bütün kardeşlerime bu zevki nasîb etsin.

VAKİT NAMAZLARININ HİKMETLERİ VE SÜNNETLERİNİN SIRLARI

SABAH NAMAZI: İki rek’at sünnet ve iki rek’at farz olarak kılınır. Bu namazı ilk

defa Âdem (A.S.) kıldı. Âdem (A.S.) Cennet’ten dünya yüzüne çıkınca dünyayı karanlık buldu. Sabah ortalık aydınlığa kavuşunca şükranî olarak iki rek’at namaz kıldı. Bunun bir rek’atı, karanlıktan kurtulduğu için, bir rek’atı da aydınlığa çıktığı içindir. Âdem (A.S.)’ in kıldığı bu iki rek’at namazın başına iki rek’at de Resûlullah Efendimiz sünnet eklemiş. Çünkü sabah namazını kılabilmemiz için bu namazın nasıl kılınacağını Resûlullah Efendimizin târif etmesi lâzımdır. İşte bu iki rek’at sünnet, bizlerin bir Mürşid-i Kâmile giderek bunu öğrenmemizi remzetmektedir. Bizler de cehâlet karanlığından kurtulduğumuz için bir rek’at, ilim ve irfâniyet aydınlığına çıktığımız içinde bir rek’at namaz kılarız. Bir kişi cehâlet karanlığından kurtularak, fiillerin fâilinin Allah olduğunu, aydınlığa kavuşunca da fiil şirkinden kurtulması ile iki rek’at namaz kılmış olacaktır.”Resûlullah'a tâbi olmak, Allah’a tâbi olmaktır.” Âyet-i Kerimesi gereğince, evvelâ Mürşîd-i Kâmile tâbi olmamız, sonra ondan öğrenip bizzat şuhûd ve icraata geçmemiz için Resûlullah'a veya Mürşîd-i Kâmile uymamız gerekmektedir. Sâlikler Mürşîd-i Kâmile gelip dâimî zikirle uyanırlarsa sabah namazına hazır olmuşlardır. İşte

355

Page 356: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Mürşîdden aldığı ilimle fiillerin fâilinin kendileri olmadığını, fâilin Allah olduğunu bildiklerinde, iki rek’atlık sünnet zevkini tatmışlardır. Artık onlar iki rek’atlık farz olan sabah namazını dâimî huzurda olmak sûretiyle ifâ ederler. Sabah namazı bütün namazların şâhididir. Zira fiillerle her şey zuhûr eder. Hasan Fehmi Hazretleri:

Sabah namazına hazır olanlar

Onlardır ef'ali Hakk’a verenler

Fâil Hakk’tır diye huzur ederler

Buyurarak bir Mürşîd-i Kâmilden evvelâ zikirle uyanıp hazır olmamızı, sonra da fiillerin fâilinin Hakk olduğunu öğrenip yaşamda huzura geçmemiz sûretiyle sabah namazının sırrını bizlere bildirmiş oluyor. Şu halde iki rek’at sünnetin Mürşîde tâbi olmanın yani fenâ-i ef’âlin idrâki, diğer iki rek’at farzın da Âdem olanların fiillerinin fâilinin Hakk olduğu huzuru ile tecellî-i ef’âlin yaşama hâli olduğu anlaşılmış oluyor.

ÖĞLE NAMAZI :Evvelâ öğle namazını dört rek’at olarak İbrahim (A.S.) şükranî

olarak kılmıştır. Buna Resûlullah efendimizde dört rek’at başında ve iki rek’at sonunda sünnet ekleyerek bizlere de kılmamızı emretmişlerdir. İbrahim (A.S.) dört türlü belâdan kurtulduğu için dört rek’at öğle namazını şükranî olarak kıldı. Bu belâlar duymamız, görmemiz, konuşmamız ve kuvvetimizdir. Bunları kendimize nisbet ettiğimizde, manevî âlemimizde, bize o kadar şirk belâları getirir ki târif edilemez. İşte İbrahim (A.S.) bunların Hakk’ın olduğunu idrâk ederek, duyanın, görenin, konuşan ve kudretin Hakk’ın olduğunu zevk edince, şükranî olarak dört rek’at namaz kıldı. Resûlullah Efendimiz bu namazın başında dört rek’at sünnet ve sonunda da iki rek’at sünnet kılmakla bizlere neyi öğretmek istemektedir. Hasan Fehmi Hazretleri bir ilâhîsinde şöyle buyuruyorlar:

Öğle namazını kılan mü’minler

Her sıfatı Hakk’a nisbet ederler

Her nazar mevsûfu şuhûd ederler

Bir kişi evvelâ sıfatların mevsûfunun Hakk’ın olduğunu bilmeden, her nazar sabit sıfatlar olan mevsûfu şuhûd edemez. İşte bu sıfatların kendisinin olmadığını, Hakk’ın olduğunu öğrenmesi önce

356

Page 357: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

kılınan dört rek’at sünnettir. Çünkü bu sıfatların Hakk’a ait olduğunu, kişi, Mürşîd-i Kâmilden öğrenmektedir. Onun için evvelâ bu sıfatların Hakk’a ait olduğunu Kâmilimizden ilm-el yakînlik derecesinde öğrenmemiz sünnet olmuş oluyor. Her nazar mevsûfu şuhûd etmek ise yaşama geçirmektir ki o da Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsi olduğu için bizlere farz oluyor. Şunu iyi anlamamız lâzımdır ki Kâmilden öğrendiğimiz ilm-el yakînlik derecesindeki nisbîyetlerimizin fenâ edilmesi sünnet, Hakk’ın bizlerin mazharından tecellîsi ise tecellî eden Hakk olduğu için farz olmuş oluyor. Peygamber ve evliyâların kendi varlıkları olmadığı için de onlara ‘şükrânî kılmışlardır’ diyoruz. Sonundaki iki rek’at sünnet ise bu idrâk ve zevkle enfüs ve âfâktaki tecellîleriyle şükrânî olarak Cenâb-ı Hakk’a şükrünü ifâ etmek içindir. Cenâb-ı Hakk Vahdet ve kesret tecellîlerini gösterendir. Bu sünnetler müekkede sünnetlerdendir. Müekkede sünnet demek peygamberimiz çok zaman kılmış, zaman zaman kılmamış ve bizlerin de uygulamasını istediği sünnetlerdendir. Bunlar sabah namazının sünneti, öğle namazının ilk ve son sünnetleri, akşam ve yatsı namazının son sünnetleridir. Bir de gayri müekkede sünnetler vardır ki onlar da Resûlullah Efendimiz çok zaman kılmadığı, zaman zaman kıldığı ikindi ve yatsı namazlarının farzından evvel kılınan sünnetlerdir.

İKİNDİ NAMAZI :İkindi namazını ilk defa Yunus (A.S.) kılmıştır. Balığın karnında

kırk gün kaldıktan sonra bir ikindi vaktinde balığın karnından sahile çıkınca, şükranî olarak dört rek’at ikindi namazı kıldı. Dört rek’at de evvelinde Resûlullah Efendimiz gayri müekkede olarak sünnet kıldı. Hasan Fehmi Hazretleri ilâhîsinde şöyle buyuruyorlar:

İkindi namazını cemaatle kıl

Vücûd Vücûdullah gayri yoktur bil

Cümle âlem fânî Hakk’tır bâkî bil

İşte bir sâlik de ef’âlin sıfattan, sıfatın da vücûddan tecellî ettiğini zevk ettiğinde artık gönül mescîdine girmiştir. Gönül mescîdine giren bir kişi rûhunu imam, bütün sıfatlarını cemaat yaparak yüzünü Allah’ın ‘semme vecullahına’ dönerek namaz kılar. Çünkü fiil sıfattan tecellî etmekte, vücûd da Vücûdullah yani Hakk’ın vücûdu olması idrâki ile gayrînin olmadığı bilinip bu hâl yaşanmaktadır. Neden Yunus (A.S.) balığın karnından çıkınca beş veya yedi değil de dört rek’at namaz kılmıştır. İnsanda toprak, su, hava ve ateş olmak üzere dört anasır-ı

357

Page 358: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

unsûriye vardır. Bunlar vücûdla ilgilidir. Bir sâlik de Yunus gibi yunus balığı olan Mürşîd-i Kâmilin tahsilinde kırk gün kalır, bu tahsilin sonunda “Beni zâlimlerden eyleme.” diyerek duâ eder ve duâsı kabûl olursa dört nisbîyetten kurtulur, dört nisbîyetten kurtulduğu için şükranî olarak dört rek’at namaz kılar ve Hakk’ın bütün tecellîlerini Hakk’ın dört anasırı olarak zevk eder. Resûlullah Efendimiz evvelinde dört rek’at sünnet eklemesinin hikmeti ise evvelâ bu nisbîyetlerden kurtulmak ve öğrenmektir. Cümle âlemin fânî olduğunu bilmek sünnettir. Cümle âlemin bâkîliğini zevk edip yaşamak ise farzdır. Bunu uygulama mazharları ise şükranî olarak ifâ ederler. ‘Farzdan evvel kılınan sünnet neden gayri müekkededir’ diye soracak olursanız güneş doğarken evvelâ bir kızarıklık zuhûr eder, ondan sonra güneş her tarafı aydınlatır. Aynen onun gibi bazı kişilerde hakîkat güneşi ağırdan geldiği için kızarıklıkla gelir. Onlar gayri müekkede sünnet kılmalıdırlar. Bazılarında ise, hakîkat güneşi kızarıklık olmadan tecellî eder. Onlar bu gayri müekkede sünneti çok zaman iptal etmiş olurlar. İşte bu idrâke binâen gayri müekkede denmiştir.

AKŞAM NAMAZI : Bu namazı ilk defa Îsâ (A.S.) kılmıştır. Hıristiyanlar Allah,

Meryem, Îsâ üçlemesi yapıyorlardı. Halbuki, bu üçleme varlık şirki idi. Bu şirkten kurtulduğu için, Îsâ (A.S.) üç rek’at namaz kıldı. Hasan Fehmi Hazretleri şöyle buyuruyorlar:

Akşam namazını imamla kılan

Onlardır Allah’ı hem zâhir gören

Hakk söyler Ene’l- Hakk kulun dilinden

Akşam namazını imamla kılabilmemiz için ef’âlin, sıfatın ve vücûdun görüntüsünün, rûhumuzun bir zuhûru olduğunu, bütün sıfat ve a’zalarımız imam olan rûha tâbi olduklarını bilmektir. Artık her sıfattan kendisini ilân edeni gördükleri için Hakk’ı da zâhir görmüş olurlar. Her varlık bizlere ‘Hakk’ım’ deyip durmaktadırlar. Onun için “Doğu, batı Allah’ındır. Yüzünüzü nereye çevirirseniz Allah’ın yüzü oradadır” Âyeti bize bunu ikâz etmektedir. Dolayısıyla bir sâlik de Fenâfillâh olması nedeniyle Hakk zâhir olduğunda konuşanın, duyanın ve görenin Hakk olduğunu bilir. Bilmek ise görmenin aynısıdır. Böylece kendi mazharından Cenâb-ı Hakk’ın ef’âl zuhûru, sıfat zuhûru, Zât zuhûru için üç rek’at namaz kılar. Namaz Hakk’la beraber olmaktır. Yani kul olan mazhardan Cenâb-ı Hakk’ın zuhûra gelmesi demektir. Ayrıca Resûlullah

358

Page 359: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

efendimiz iki rek’at şükrânî olarak sünnet kılmışlardır. Çünkü bu saydığımız tecellîler iki yerde; ya Vahdette veya kesrette zuhûr eder. Onun için sonunda teşekkür etmek için iki rek’at de sünnet kılınmaktadır.

YATSI NAMAZI :Yatsı namazını ilk defa Musa (A.S.) dört rek’at şükrânî olarak

kılmıştır. Resûlullah Efendimiz de evvelinde gayri müekkede olarak dört rek’at sünnet ve sonunda da iki rek’at müekkede olarak namaz kılmıştır. Musa (A.S.) ne için dört rek’at namaz kılmıştır. Bunu Fehmi Hazretlerinin şu dizelerinde bulmak mümkündür:

Yatsı namazında eyle sen huzur

Muhammed yüzünden Hakk zâhir olur

Hakk bâtın ile halk zâhir olur.

Bir kişi Fenâfillâh olduğunda varlığının yokluğunu idrâk eder, Cem’de Hakk’ın varlığı ile var olmanın zevkine erer. Hazret mertebesinde de Hakk’ın varlığı ile var olan kişinin dört anâsır-ı unsuriyenin de Hakk’ın olduğunun zevki, Musa (A.S.)’nın dört rek’at şükrânî olarak namaz kılmasına sebep olmuştur. Bir Hadis-i Kudsî’de “Kulum bana nevâfille yaklaştığında o kulumu severim. Sevdiğim kulumun duymasına kulak, görmesine göz, konuşmasına dil, tutmasına el, yürümesine ayak, tüm a’za ve cevâhiri Ben olurum.” buyrulmuştur. Artık Muhammed olan bütün Hakk’ın sıfatlarından Hakk teâlâ zâhir olarak zuhûr etmektedir. Kişi bu idrâkle, Hakk’ı bâtında, halkı da zâhirde olarak müşâhede eder. Görünen bütün sıfatlar Cenâb-ı Hakk’ın dâima her an ayrı tecellîsinin her sıfatta birer görüntüsüdür.

Musa (A.S.) teşbih peygamberi olması nedeniyle bu mertebenin zevkini remzetmektedir. Farzın önünden kıldığımız dört rek’at sünnet de aynı ikindi namazında târif ettiğimiz gibi hakîkat güneşinin kesret olan sıfatlarda gurûb yapmasının bir delilidir. Hakîkat güneşi kesrette batarken de kızarıklık meydana gelir. Bazı kişilerde ise bu durum yine kızarıklık olmadan hemen tecellî eder. Onun için Resûlullah Efendimiz çok zaman bu sünneti kılmamış, zaman zaman da kılmıştır. Bizler de aynen öyle yapmaktayız. Son iki rek’at sünnet de, öğle ve akşam son sünnetleri gibi müekkede olarak şükranî ifâ ederiz. Çünkü Hakk’ın Vahdet ve kesret tecellîsinden başka üçüncü bir tecellî yönü yoktur.

359

Page 360: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

SALÂT-İ VİTR NAMAZI :Altıncı vakit olup onu da Resûlullah efendimiz kılmıştır. Bu

namaz da üç rek’attır.

Salât-ı vitri kılan muhakkak

Evvel âhîr zâhir bâtın olur Hakk

Kalmaz şirkin abîd mâbud olur Hakk

Yalvar kul Allah’a seher vaktinde

Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde.

‘Vitr’ tek anlamındadır. Yâni ibâdet eden Hakk, ibâdet Hakk ve ibâdet edilen Hakk demektir. Onun için tenzih, teşbih ve Tevhîd üçlemesini zevk edenler, ihlâsa erdikleri için şirkten kurtulmuş ve salât-ı vitr namazını da kılmış olurlar. Vitr namazının bir rek’atı Allah emrettiği için farz, bir rek’atı Resûlullah Efendimiz kıldığı için sünnet, bir rek’atı da kul mazharından zuhûr ettiği için vâcib olmuş oluyor. Görüldüğü gibi tecellî eden Zât, tecellî sıfat ve tecellî olunan ise fiiller olduğu için hem ihlâs, hem şirklerden kurtulmak, hem de Hakk’ı ve hakîkati evvel, ahir, zâhir, bâtın olarak zevk etmiş olunuyor.

Bu namazlardan sonra bir de teheccüd namazı var ki, bu yalnız Resûlullah efendimize ait olduğu için bazıları bunu nâfile olarak kılarlar. Halbuki Fehmi Hazretleri:

Teheccüd namazı farz değil sana

Yetim malıdır yakar baştan başa

Teberrüken kılar Fehmi yok hâşâ

Buyuruyor. Yani Makâm-ı Mahmûd mertebesi yalnız Resûlullah Efendimize mahsustur. Oraya hiçbir evliya ve peygamber Resûlullah Efendimizden müsaadesiz giremez. Müsaadeli olanlar da kendi esmâlarını dışarıda soyunurlar, Muhammed esmâsı ile oraya girerek, tebrik edip teheccüd kılar ve çıkarlar. Bu da yalnız Hz. Muhammed (A.S.)’in bu namazı kıldığını gösterir. Kur’ân-ı Kerîm’in İsra Sûresi 79. âyetinde “Sen gecenin bir nıfsında kalk, sana mahsus olarak Rabbine teheccüd namazı kıl. Umulur ki Rabbin seni Makâm-ı Mahmûd'a ulaştırır” buyrulmuştur. İnsanların teheccüd namazı kılmaları bu Makâmı istemeleri demektir. Halbuki bir âyet-i kerimede “Siz yetim malına yaklaşmayınız.”

360

Page 361: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

buyruluyor. Yetim, Resûlullah Efendimizdir. Yetim kime denir. Babasız, anasız kalmışlara yetim denir. Peygamberimiz de rûhâniyet yönü ile anne ve babadan gelmedi. O’un rûhâniyeti “Ol” emri ile oldu. Onun için yetim Resûlullah Efendimizdir. Dolayısıyla teheccüd namazı da yalnız O’na aittir. Cenâb-ı Allah cümle kardeşlerime Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen

1- Vakitlerle ilgili namaz (salât-i vukuta)

2- Orta namaz (salât-i vusta )

3- Dâimî namaz ( salât-i dâimun )

hâllerini zevk ettirmek nasîb ve müyesser etsin. Âmin.

VEL ASR SÛRESİ

Cenâb-ı Allah asra yemin ederek insanın hüsranda olduğunu bildiriyor. Yüz yıla bir ‘asr’ denir. Resûlullah Efendimiz bir hadislerinde “Dehre küfretmeyiniz. Çünkü Dehr Allah’tır.” buyurmuşlardır. Dehr zaman demektir. Zaman ise Allah’tır. Bu nasıl olur. Senelerde aylar, aylarda günler, günlerde saatler, saatlerde dakikalar, dakikalarda saniyeler, saniyelerde saliseler, saliselerde de ‘an’ vardır. Kesret âlemindeki mesâfelere ‘zaman’, mesâfesiz olan Vahdet âlemine de “an” denilir. O da Allah’tır. Bu saydığımız bütün tecellîlerin ef’âl ve sıfat zuhûrâtına mazhar olan zât ise yüz yılda bir gelen ‘müceddit’tir. Yâni yenileyicidir. İşte ona îmân edip bu Âdem ve âlemdeki Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini göremeyenler zarardadırlar.

Çünkü âyet-i kerîmede “İnsanlar hüsrandadır. Yalnız îmân edip sâlih amel işleyenler, Hakk’ı ve sabrı tavsiye edenler müstesna” buyrulmuştur. İşte bu yüz yılda bir gelen müceddit, Zâtiyyun velîyyullah olması nedeniyle Allah’ın bu mukayyed olan âlemde canlı bir Kur’ân’dır. Ancak ona inanmak ve ondan Tevhîd tahsili yapmakla kişi sâlih amel işlemiş olur. Sâlih amel ise ihlâs, katkısız, saf, temiz amel demektir. O İnsan-ı Kâmil’e inanmayanlar bunu elde edemezler. Çünkü Allah, senelerden an’a kadar sergilediği bütün ef’âl ve sıfat tecellîlerini bir ağacın bütün yaprak, dal ve gövdesinin yekûn sırlarını çekirdekte cem ettiği gibi ef’âl ve sıfat tecellîlerinin bütün kemâlât sırlarını Zâtiyyun velî olan o İnsan-ı Kâmil’de cem etmiştir.

361

Page 362: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

İşte bu tecellîlerden habersiz olanlar hep hüsrandadır. Yalnız ona îmân edip kendi diye bildiği varlığın Hakk’ın varlığı olduğunu anladığında sâlih amellere kavuşmuş olacaktır. İşte bunlar müstesna olanlardır. Elbette ilm-el yakînlikleri nedeniyle Hakk ve hakîkata vâkıf olduklarından hem Hakk’ı tavsiye ederler, hem de sabrı tavsiye ederler. Çünkü onlar Fenâfillâh oluncaya kadar gayriyetten kurtulup Hakk’ın tecellîsinden başka tecellî göremeyecek hâle gelmişlerdir. Hakk’ı tavsiye etmek budur. Bunlar sabrı da tavsiye ederler. Zira bu sâliklerin Bekâbillâh olduklarında Cenâb-ı Hakk’ın her an ayrı bir şe’nde tecellîsine sabretmek çok ama çok zordur. Her babayiğidin harcı değildir. Onun için sabrı da tavsiye ederler. Sabır iki çeşittir:

1- Başkalarından gelen her türlü kötülüklere tahammül etmek,

2- Mülkünde Hakk’tan gayri kalmayınca her an nereden ve nasıl bir tecellî ile karşılaşacağını bilmediği için sabrederek gaflete düşmeme hâlidir ki bu da çok zordur.

İşte yüz yılda bir gelen müceddit yani yenileyici İnsan-ı Kâmil’e inananlar ondan gördükleri Tevhîd tahsili sonucu zâten sıfatlarından fiilleriyle tecellî edişini bilirler ve bu da sâbit olan Hakk’tır. Onun için Vahdet deryasından tecellîlerinin hepsinin Hakk’ın bir zuhûru olduğunu öğretirler. Zira Hakk’a vuslat kolaydır. Fakat Bekâda Hakk üzere kullukta sabretmek çok zordur. Bu sûre üç âyetten ibarettir. Zira Allah’ın üç yüzü olan ef’âl, sıfat, Zât yüzlerinin kemâlâtını sergilemekte, bunlara vâkıf olanlar kurtulanlar, vâkıf olmayanlar ise hüsranda kalanlardır buyrulmaktadır.

ZÂTİYYUN VE SIFATIYYÜN VELÎ NE DEMEKTİR

Velî, Allah’ın dostu, sevgili kulu, Allah’ın velâyetine sahip olan kemâlât esmâsıdır. Allah’ın bir adı da El-Vely’dir. Velilik mertebeleri her ne kadar çoksa da genelde üç türlü velîlik mertebesi vardır:

1- Zâtiyyun Veliler

2- Sıfatıyyun Veliler

3- Ef’âliyyun Velilerdir

362

Page 363: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Zâtiyyun velîler kendi varlıklarını Hakk’ın varlığında yok ettikten sonra Hakk’ın varlığı ile varlıklanarak zerreden kürreye kadar her varlığında kendi tecellîsini gören ve zevk eden evliyaullahtır. Nokta sırrına vâkıftırlar. Üst üste konulduğunda yedi noktadan bir ‘elif’ harfi meydana gelir. Elif harfi de çeşitli şekillere bürünerek Kur’ân-ı Kerîm’deki yirmisekiz harfi meydana getirmektedir. Zâtiyyun veliler bu kâinatta nokta olan o İnsan-ı Kâmil’in her varlıkta tecellî ettiğini görür ve yirmisekiz mertebede zuhûrâtını zevk ederler.

Sıfatiyyun veliler ise Allah’ın bütün varlıklarda tecellî ettiğini bilir ve görürler. ‘Her zuhûrât O’ndandır. ’ derler. Bir tecellî eden bir de tecellî olunan vardır. Onun için Sıfâtiyyûndurlar. İlimde kendi varlıklarını Hakk’ın varlığı yanında bir tecellî mazharı bilirler. Tecellî eden kendi olduğu zevkine sahip olmamışlardır. Her şey O’ndandır derler. O’dur diyemezler.

Ef’âliyyun velilerde bu kesret âleminde esmâ ve fiillerin vâkıfıyeti mevcuttur. Her tecellînin Allah’ın âyetleri olduğunu, şerîat hükümlerinde aşırı hassasiyet göstermeleri mevcuttur. Allah’ın fiil ve işlerinin her tecellîsine boyun eğmiş kimselerdir.

Bu saydığımız veliler de irşâdda görevli olanlar ve idârî bölümde olanlar diye ikiye ayrılırlar. İrşadla görevli olanlara Mürşid-i Kâmil denilmektedir. Bunların da kendi içinde irşâdla görevli her mertebede Mürşîdleri vardır. Bir de Mürşid-i Kâmil dediğimiz can Mürşîdleri vardır. Bunlar Resûlullah efendimizin nübüvvet vârisidirler. İdari bölümde olanlar ise irşâdla görevli değillerdir. Onlar “Gök kubbemin altında Benim nice sevgili kullarım vardır ki onları Benden başka kimse bilmez.” Hadis-i Kudsîsi gereğince bilinmezler. Bunlarda velâyet hâli gâlib geldiği için irşâdla görevli değillerdir.

Bizler Allah’ı seviyor muyuz. Allah da bizi seviyor mu. Bunların belirtisi nedir. diye sorduğumuzda Allah’ı sevmemiz, bizim Hakk’ın varlığında yok olmamızla mümkündür. Yani kişi Fenâfillâh olmasıyla Allah’ı sevmiş olabilir. Allah ‘Bu varlıklar benimdir. ’ diyor. Sen de ‘Benimdir. ’ dersen ihtilâfa girmiş olmaz mısın. Sevgilin için canını ver ki sana canân ihsân etsin.

Allah da seni sevdiyse senin bütün sıfatlarından kemâlâtıyla zuhûra gelir ki canını vermenin karşılığında canân almış olursun.

363

Page 364: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

ZEKÂT NASIL VERİLMELİDİR

Zekât temizlenme ve arttırma anlamına gelmektedir. Zekât Kur’ân-ı Kerîm’de âyetlerle farz kılınmıştır. Zâhirinde mallarımızın kırkta birini fakirlere vermemiz, bâtınında da nefsimizi temizleyerek, nisbîyetlerden kurtulmamız emredilmiştir.

İslamiyette 96 gr. altını veya karşılığında parası olan kişi zengin sayılmaktadır. Kendi yiyeceğinden başka bu 96 gr. altın veya karşılığı paranın, üzerinden bir sene geçtikten sonra o mevcut mal ve paranın zekâtı verilmelidir. Fakat her sene verilmiş olan mal veya paranın zekâtı ise verilmeyecektir. Çünkü zekât malın kirini temizler. Siz bir çamaşırınızı yıkayıp dolaba kaldırsanız giymediğiniz sürece o çamaşırınız kirlenmediği için yıkamazsınız. Aynen bunun gibi bu sene 96 gr. altın veya karşılığı paranın zekâtını verdin. Bu altın veya karşılığı olan paran önümüzdeki sene 196 gr. altın veya para olduysa bunun hepsinin değil yalnız artan 100 gr. altın veya paranın zekâtı verilecektir. 96 gr. altının zekâtı zâten daha önceden verilmişti. Bir tüccar elindeki 20 altının zekâtını birinci sene verdi. İkinci seneye bu miktar 25 olduysa bunun artan beş tanesinin zekâtı verilecek kalan yirmisinin zekâtı verilmeyecektir. Bu altınlar hiç artmadıysa yirmide kaldıysa yine onların zekâtları önceden verildiği için tekrar verilmeyecektir. İslâm İlmihâlinde (Ömer Nasuhi Bilmen Sahife 334 zekât bölümü 10. Madde) ‘Zekâta tâbi bir mal, üzerinden bir sene geçtikten sonra artacak olsa, bu artan kısmı -artmazsa verilmeyecek demektir- arttığı günden itibaren üzerinden bir sene geçmedikçe zekâta tâbi olmaz’ diye kayıt vardır. İşte zenginler onun için her sene milyarlar eden mallarının zekâtını vermek isteseler zekâtı da milyarları tuttuğundan o kadar parayı vermeye kıyamadıkları için Allah’a layıkiyle kulluklarını yapamama ezikliği içinde günden güne îmândan uzaklaşıyorlar. Mallarının kirlerini temizleyecek olan zekât fakirlere verilmediği için fakirler de toplumda maddî ihtiyaçlar içerisinde yaşamlarını sürdürüyorlar. Din âlimlerimiz İslâmın emirlerini lâyıkiyle anlatsalar zenginler seve seve mallarının zekâtını verecektir

Bu mevzunun bir de bâtınına bakalım. Kendimizi Allah’tan ayrı olarak düşünüyorsak biz zenginiz demektir. Çünkü bu düşünceye göre bütün varlık bizimdir. Biz yaparız, biz biliriz, biz görürüz ve bizim varlığımız vardır. İşte zengin olarak bu varlığımızı ‘hak sahibine’

364

Page 365: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

verdiğimizde zekât vermiş olmaz mıyız. Ef’âlimizi bu sene verdik, önümüzdeki sene verilmiş olan ef’âl zekâtını tekrar veriyor muyuz. Olmayan şeyin zekâtı olur mu. Tabii ki olmaz. Zekâtı verilen malın zekâtı verilmez. Fakat zekâtını verdik deyip önümüzdeki yıllarda tekrar ef’âli kendimize nisbet edersek işte o zaman zekâtını vermek gerekli olur. Ehl-i Tevhîd fakir olduklarının idrâkiyle zengin olan Allah’ın her an zekât tecellîlerine mazhar olarak mutluluk içindedirler. Bu mânâdaki mutluluk rüzgârlarının zâhirde zengin mazharlardan fakir mazharlara da esmesini engellemeye, yanlış mânâ verişle toplumların huzur ve mutluluğunu bozmaya kimsenin hakkının olmadığını belirtmek isterim. Zâten kimsenin de hakkı yoktur.

ZİKİR NEDİR, NASIL YAPILIR

Zikrin kelime mânâsı anmak, hatırlamak demektir. Bu âlemde Allah’ı bütün varlıklar zikrederler. Ya ayakta ya rükûda ya da secde halinde… Âl-i İmrân Sûresi 191. âyette “Onlar ki, gerek ayakta, gerek otururken ve gerekse yanları üzerinde yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünenler "Ey Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın, Seni bütün eksiklerden tenzih ederiz; o halde bizi o ateş azâbından koru.” buyrulmuştur. Onun için bütün nebâtât ayakta, bütün hayvânât rükû halinde, bütün cemâdât da secde halinde Allah’ı zikretmektedirler. İnsânlar ise cemâdâtın, nebâtâtın ve hayvânâtın zikrinin yekûn halini namazda toplayarak kıyam, rükû' ve secde halinde birleştirerek hepsinin zikriyle zâkir olmakta ve hepsinin de ecrini almaktadır.

Zikir yalnızca anmaktan ibaret değildir. Anmaktan ibaret olsa idi herkes “Allah” diyor. Zikir, fikirdir. Fikir edildiğinde zikir olur. Bir âyet-i kerîmede “Ya Muhammed sana Kur’ân’ı Arapça indirdik. Tâ ki anlayasın diye” buyrulmuştur. Şu halde anlamadan okunan Kur’ân bile zikir olmuyor. Zikirden gâye zikredilenin bilinmesi ve fikredilmesidir. Yoksa taklîdî bir anma olacaktır.

Zikir üç türlü yapılır:

1- Cehrî zikir: Açıktan ve yüksek sesle yapılan zikir.

365

Page 366: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

2- Kalbî zikir: Dil damağa yapışık, ağız kapalı, burundan derin bir nefes alıp o aldığımız nefesi üçe bölerek tekrar burundan verilmesi sûretiyle yapılan ve akıl nimetiyle takip edilen zikirdir.

3- Tefekkürî zikir: Bu da Tevhîd mertebelerinde râbıta ve şühûdların düşünülmesi ise de, merâtiblerin zevkî tefekkürüne sâlikleri alıştırarak, esas kalb zikri olan müşâhedeyi sağlamaktadır. Çünkü zâtımız yedi sıfatımızdan fiillerini sergilemektedir. İşitme fiili işitme esmâsının tahakkümünde, görme fiili ise görme esmâsının tahakkümündedir. Dolayısıyla zâtımız nasıl bir halde ise sıfatlarımızdan da o fiil zuhûra gelecektir.

Zuhûra gelen bu fiillerin cibilliyetine bakarak o şahsın veya varlığın Allah’ın indinde ma’lûmiyeti derecesinde tecellî ettiğini görmek ve ona göre tavır almak lâzımdır. Çünkü bu zikirde hem Zât, hem sıfat, hem fiil tecellîlerini müşâhede etmek, hem de Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda yaşam biçiminin uygulanması elde edilmektedir. Bu zikir aded olarak dil ile vücûdumuzun yaptığı zikir değil; gönlün kemâlâtla yaptığı lâtif olan müşâhede-i zikirdir. Ahzab Sûresi 41 ve 42. âyetlerinde “Ey îmân edenler, Allah'ı çok anış anın! O’ nu sabah akşam tesbih edin!” buyruluyor. Bu ‘Nefs mertebesinde ve rûh mertebesinde Allah’ı çok zikrederseniz hesapsız mükâfatlara nâil olursunuz’ demektir. Zikir yapmayanlara Mücâdele Sûresi 19. âyette “Şeytan kendilerini istila etmiş ve kendilerine Allah düşüncesini unutturmuştur. İşte onlar şeytanın yandaşlarıdırlar. Uyanık ol ki, şeytanın yandaşları hep hüsrana düşenlerdir.” denilmektedir. Taha Sûresi 124. âyette “Her kim de zikrimden yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır ve onu Kıyâmet günü kör olarak haşrederiz.” buyrulmaktadır. Yine Ankebût Sûresi 45. âyetten “Sana vahyedilen Kitabı güzel güzel oku ve namazı kıl! Muhakkak sahih namaz edepsizlikten ve uygunsuzluktan alıkoyar. Muhakkak Allah'ı anmak(zikir) en büyük iştir ve Allah, her ne işlerseniz bilir.” anlaşılacağı gibi zikir en büyük ibâdettir. Bakara Sûresi 152. âyette “O halde anın Beni, anayım sizi; Bana şükredin, nankörlük etmeyin!” buyrulmakla zikrin ne kadar önemli olduğu görülmektedir. .

Zikir, Allah’ın ef’âlini, sıfatını ve zâtını remzeder. Üç kez, “Allah ! Allah ! Allah!” denmesinin hikmeti budur. Zira bu üçlü zikirde tarif edilemeyecek kadar sırlar vardır. Besmele-i Şerîf’teki ‘Bismillâh’ Allah’ın zâtını, ‘Rahmân’ Allah’ın sıfatlarını, ‘Rahîm’ ise Allah’ın ef’âl-i ilâhiyesini remzetmesi nedeniyle bu üç lafzın manâsı tüm Kur’ân’ın sırrı olmuş oluyor. Allah lâfzı Arapça’da “elif”, iki “lâm” ve “Hu” harfleriyle

366

Page 367: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

yazılmaktadır. Bu üç harfin mânâsı, Hakîkat-i Muhammediyye’nin sıfatları olan Tafsîlât-ı Muhammediyye’den fiilleri ile açığa çıkması demektir.

Şu halde ister nefs mertebesinde lafzî olarak “Allah” densin, ister kalb mertebesinde Allah’ın ef’âlini, sıfatını ve zâtını şühûd etsin, isterse rûh mertebesinde kendi tecellîsinin bu üç yüzünü zâhir ve bâtında müşâhede zevkiyle zevkiyâb olsun, bunların hepsi zikirdir ve bu zikirler en büyük ibâdettir. Zamanla büyük dille yapılan cehrî zikir, küçük dille yapılan ağız kapalı kalbî dediğimiz akli zikre tebdil olacak ef’âl mertebesinde şühûdî zikirle kalbin tasdîki ve her bir âzasıyla müşâhedeye geçerek, her tecellînin Hakk’ın bir tecellîsi olduğunu, fakat bu tecellîler mazharlardan zuhûr ettiği için, mazharların yaratılma yerlerine göre tecellîsini gösterdiğini seyretmek en büyük bir zikir olacaktır. Bir kişinin kalbi saat gibi zikirle kurulursa, Cenâb-ı Hakk onu kat’iyen bir daha durdurmaz. Bir kişinin de hicâbı açıldığında Allah’ın şanından değildir ki onu kapatsın.

ZİKİRLE BİRLİKTE RÂBITA NASIL KULLANILIR

Bir sâlik yüzünü Rabbine çevirerek, bezm-i elest demi olan İnsan-ı Kâmilin dizinin dibinde zikir telkînâtını alır. Bu, “Rûhumdan Âdeme bir rûh üfledim” âyet-i kerimesi gereğince, zikir rûhudur. Her nefesteki “Allah, Allah, Allah” diye yaptığı bu zikir, ister Âdem’de isterse âlemdeki Cenâb-ı Allah’ın üç tecellîsinin idrâkini sağlayıp, Vahdâniyyeti ile diriliğini ihtiyarî olarak zevk ettirecektir. Zikir Makâm olmayıp bir derstir. Dolayısıyla da zikirde râbıta da yoktur.

Sâlik Tevhîd mertebelerinin Fenâ Makâmlarının birincisi olan Tevhîd-i Ef’âl’i telkîn aldığında, “Lâ fâile illallah” “Fiillerin halk edicisi yalnız Allah’tır.” râbıtasını hissiyle kullanmaya başlayacaktır. Bir kişi kalbiyle dâima “Allah, Allah, Allah” diyerek hissiyle de, yani bakışı, düşünüşü, görmesi, duyması gibi hissi müştereki ile bunu aklından hiç çıkarmaması, aynı zamanda râbıtayı da kullanması demektir. Râbıta bağ demektir. Neyin bağı. Kendisine üfürülen ef’al-i İlâhiye rûhunun, gönlündeki fiillerin kendisinin değil, halk edicisinin Allah olduğunun bağı.

Tevhîd-i Sıfât mertebesinde, zikirle birlikte sâbit sıfatların halk edicisinin Allah olduğunun râbıtası, Tevhîd-i Zât mertebesinde zikirle

367

Page 368: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

birlikte vücûdun Vücûdullah olduğunun râbıtası olmalıdır. Bir sâlik bir üst mertebeyi aldığında, daha evvelki mertebelerin râbıtaları o aldığı mertebenin râbıtasının içinde zaten mevcûddur. Sâlik kalbiyle dâimî zikrini, hissiyle de râbıtasını kullandığında, kendisinin ve kendisinden başka varlıkların hiçbir varlıklarının olmadığını, tek varlık sahibinin Cenâb-ı Hakk olduğunun irfâniyetine sâhib olacaktır. Bilmek ve idrâk etmek irfâniyet değildir. Bilmek ve idrâk etmek ilm-el yakînlik içinde bir şeye vâkıf olmaktır. Kulağınızla duyduğunuzu gözünüzle görebilmişseniz onu kalbiniz tasdîk eder, yoksa tasdîk etmez. İşte kalbin tasdîkinden sonraki o şuhûdu zevke irfâniyet denir. Yoksa bilmek veya ona vâkıfım demek irfâniyet değildir. Zaten kulağımızın duyduğunu gözümüz görmezse kalbimiz bunu tasdik etmez. Bu irfâniyete ilm-el yakînlik değil, ayne’l-yakînlik denmektedir. İhtiyarî olarak kendi varlığımızı Hakk’ın varlığında yok ederek, Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyeti ile zevklenmemiz, her neye bakarsak bakalım O’nun Vahdâniyyetinden başka bir tecellî görmememiz demektir. Bu mertebenin râbıtasında, Hakk’ın kulunun kulağından ve gözünden görenin, dilinden konuşanın Hakk olduğunu zevk etmek kişiye râbıta zevki sağlayacaktır.

Bekânın ikincisi olan Hazret’ül- Cem Makâmında, halkın zâhire çıkmasıyla, tafsilât-ı Muhammediyye olan bu âlemde, bütün varlıkların yani Hakk’ın sıfatlarının “Sen bizlerde tecellî etmemiş olsan bizler olmazdık, bizlerdeki varlıkta tecellî eden de Sensin ya Rab!” diye acziyetlerini ifâde ettiklerini, hissi müşterek olan bu bâtın duygularımızla, dâima kendimiz diye ikilikle ifade edilen Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının isti’dâd ve kabiliyetlerine göre farkıyla düşünmek, rûhun emrine geçmiş olan akıl nimetiyle kendimizi yakın takibe almak, bizleri Kâbe kavseyne ulaştıracaktır. İşte, sîretimiz olan rûhaniyet yönümüzün sûret olan fiziksel bedenimizden nasıl zuhûra geldiğini, Cenâb-ı Allah’ın vahdet-i şuhûd olan yalnız sîretten ibaret olmadığını, vahdet-i mevcut olan yalnız görünen varlıklarla da kayıtlı olmadığını, vahdet-i şuhûd olan sîreti, vahdet-i mevcûd olan sûretten tecellîsiyle vahdet-i vücûd olduğunu anlamış oluruz. Cenâb-ı Hakk’ın Zâtının, Muhammed olan sıfatlarından tecellîsini farkıyla izlemek ve yaşamak kemâlâttır. Zaten bekâ Makâmları olan bu mertebelerde kalbî zikirle birlikte verilen râbıtalar, o kişiyi dâima illallah irfâniyetine sahip kılacaktır.

Şu halde hangi mertebe ve Makâmda olursak olalım, dâima kalbî zikirle birlikte râbıtayı kullanmak bize vuslat sağlatacaktır. İlimle bu yerleri bilsek bile şuhûd ve râbıtamız yeterli değilse, saydığımız Allah’ın

368

Page 369: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

manevî nimetlerine sahip olamayız. Zikir fikirdir. Fikir ise zikirdir. Kalbî zikir her mertebede râbıta olan fikirle birleşmeden vuslat olmaz. Onun için fikir yalnız ilmî olarak bir şeye vâkıf olmak değildir. Ayne’l-yakînlikteki şuhûd ve irfâniyet bizleri vuslat bulduracaktır. Arzu eden kardeşlerime Allah bu yerleri zevk ettirsin. Âmin.

ZİYÂRET NİYETİYLE MESCÎDLERİ GİTMEK

“Evinizden üç yer için ziyâret kastıyla çıkınız. 1- Mescîd-i Harâm 2- Mescîd-i Nebevîyye 3- Mescîd-i Aksâ’’dır. Bu üç yerin dışında ziyâret kastıyla çıkmayınız.” (H.Ş.)

Peygamber Efendimiz Mescîd-i Haram için ziyâret kastıyla seyahata çıkmamızı uygun buluyor. Çünkü Mescîd-i Haram Mekke şehrindeki Kâbe’nin bulunduğu yerdir. Kâbe Allah’ın Zât’ını remzetmektedir. Dolayısıyla orayı ziyâret Cenâb-ı Hakk’ı ziyâret demektir. Yoksa zâhirde taştan yapılmış bir binanın hiçbir özelliği yoktur. Hatta bir gün Hz. Ömer Kâbe’yi tavâf ederken Hacer-ül Esved taşına şöyle hitapta bulunmuştur: “Ey taş! Senin bir taştan ibâret olduğunu biliyorum. Yalnız Resûlullah Efendimiz seni öptüğü için ben de öpüyorum.” Çünkü “Hacer-ül esved taşı Allah’ın sağ elidir” Hadis-i Şerifinde buyrulduğu için onu öpmek Allah’ın elini öpmek olacaktır.

Hakk ve hakîkat yolcusu Tevhîd ehillerinin bu insan toplumlarının içinde gizli olan Zâtiyyun olan velileri ziyâreti Kâbe’deki Hacer-ül Esved taşını öpmeleri gibidir. El öpmekten gâye et ve deriden meydana gelmiş bir eli öpmek değil “El ele, el Hakk’a” ifâdesinin sırrına vâkıfiyet ve ondan ilim ve irfâniyeti verenin bizzât Cenâb-ı Allah olduğunu bilmektir. Yoksa Kâbe’deki taşın hiçbir hikmeti yoktur. O İnsan-ı Kâmil’in elini öpmeği remzetmektedir. Bedensel olarak İnsan-ı Kâmil’in bizlerden hiçbir farkı yoktur. Fakat sîret yönüyle Cenâb-ı Hakk’ın kemâlâtıyla ‘insan’ diye vasıflandırdığı o resimden veliyyullah olarak bizlere bizzât Cenâb-ı Hakk’ın konuştuğunu anlamaktır.

İkincisi Mescîd-i Nebeviye ise Resûlullah efendimizin Medine-i Münevvere’deki Ravzâ-i Mutahhara’sıdır. Buranın ziyâreti de Sıfâtiyyûn velilerin ziyâretini remzetmektedir. Çünkü bu kâinatta Allah Zâttır, Muhammed sıfattır. Sıfatlardan her ne tecellî ederse Zât’ın o sıfatın isti’dâdı nisbetinde onun mazharından görünmesidir. Sıfatıyyun velîler

369

Page 370: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

zâtiyyun velilerin bir uydusudur. Bulundukları yerlerde kendi isti’dâdlarına göre Zâtın tecellîlerini sıfat mertebesinde kemâlâtıyla zuhûra getirenlerdir. Ayrı değildir. Görevleri orası olduğu için o mertebedeki isti’dâd sahiplerini irşâd ederler.

Üçüncü ziyâret yeri de Mescîd-i Aksâ’dır. Zâhirde Kudüs şehrinde bir mescîddir. Taşıdığı mânâ ise kalb sahibi olan Ef’âliyyûn velilerin ziyâret edilmesinden ibârettir. Bu veliler de Zâtıyyun velilerin Sıfâtiyyûn velilere manevî tâlimatlarının kendi mertebelerinde uygulama ve uygulatma emrini vermesi, Sıfâtiyyûn velilerin de Ef’âliyyûn velilere ef’âl mertebesinde kemâlâtıyla uygulama ve uygulatma görevini vermesidir. Bütün bu velîler kendi yerlerinde mertebeleri gereği görev yaparlar.

İşte Allah’ın Zâtıyyun, Sıfâtiyyûn ve Ef’âliyyûn velîlerinin ziyâretleri anlamına gelen bu Hadis-i Şerîf Allah’ın başka bir tecellîsinin olmadığını bütün tecellîlerin bu üç tecellî içinde olduğu için bu üç yerden başka yerlere ziyâret kastıyla evinizden çıkmayınız buyrulmuştur.

Günümüzde yatırlara, türbelere ve bazı Allah’ın büyük velîsi diye bildiğimiz kabirlere ziyâret edenler var. Hadis-i Şerîf’e göre bu ziyâretler yasaklanmıştır. Çünkü rûh hiçbir zaman ölmez. Onların rûhları toprak altında değil, âriflerin gönlündedir. Ancak ârif olan velîleri ziyâret edersek onları aynen ziyâret etmiş oluruz. Yoksa kabirlere gitmek sadece “Ey kişi ! Bir gün sen de buraya geleceksin. Gelmeden evvel hazırlığını yap!” diye ibret ve ders almamızı sağlar. Orada başka hiçbir şey yoktur. Onlara bir müşkül sorsanız kabirden o velî cevap veremez. Fakat bir ârifin ziyâretine gitseniz sizin bütün müşküllerinizi halleder. Bir Hadis-i Şerîf’te Resûlullah Efendimiz şöyle buyuruyorlar: “Kabirdekiler sizi duyar fakat cevap veremezler.” Bu ‘Sendeki rûh ne söylersen yine senden biliyor ve duyuyor. Fakat cevap veremiyor. Zira o isimdeki mazhardan cevap vermesi mümkün değildir. ’ anlamına gelmektedir. Rûh birdir. Parçalanma kabul etmez. Yalnız tecellî ettiği mazharlarda Ahmet, Mehmet. . gibi isimler alır. Allah bizlere Zâtıyyun, Sıfâtiyyûn ve Ef’âliyyûn velîleri ziyâret ettirmek nasîb etsin. Âmin. Onlarla tanışmak ve onların irfâniyetlerinden faydalanmak nasîb etsin. Âmin.

ZÜLKARNEYN (A.S.) KİMDİR

370

Page 371: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

Kur’ân-ı Kerîm Kehf Sûresi 83 ilâ 98. âyet-i kerimelerde bahsedilen nebîlerden birisidir.

Doğu ve batı ülkelerini de emrinde tuttuğu için “Zülkarneyn” denmiştir. Bu âyetler müteşâbih olduğu için tevilâta ihtiyacı vardır. Zâhir olarak garb ve şarka hükmettiğini söylediğimiz Zülkarneynler bu gün var mıdır. Kimlerdir. Onu tanımak ve bu âyetlerden istifade ederek yaşama geçebilmemiz için, vücûd ülkemizde onun yerini bulmamız ve zevk etmemiz gerekmez mi. Enfüs ve âfâkta Zülkarneyn (A.S.)’in doğuya ve batıya gitmesi nedir. Üçüncü bir yola gitmesi nedir. Oradaki halkın Ye’cûc ve Me’cûclerden şikâyet etmesi nedir. Oradaki halk Zülkarneyn'in himmetiyle Ye’cûc ve Me’cûc'ten nasıl kurtulmuşlardır. Günümüzde Ye’cûc ve Me’cûc var mıdır. Varsa bizler bunlardan nasıl kurtulmalıyız. İşte bu soruların cevaplarını bilmemiz bu kıssaya vâkıfiyetle mümkün olacaktır.

Günümüzde Zülkarneynler kalp sahibi olan İnsan-ı Kâmillerdir. Onlar hem sıfatlar âlemi olan beden arzına, hem de rûh arzına hükümdarlık yapmaktadırlar. Evvelâ nefisle yapılan ameller ülkesi beden arzına giderek oradaki halka Hakk ve hakîkati anlatıyor. Çünkü orası güneşin battığı, yani rûh güneşinin bâtın olduğu yerdir. Sonra doğuya giderek, oradaki ahâlîyi üryân bulmuş ve onlara da aynı şeyleri anlatmıştır. Doğu, Vahdâniyyet yeri olduğu için rûhun birlik zevkine sahip olmaları nedeniyle bazı kâidelere itibar etmek istemediler. Zira Hakk’ın sarhoşu olmuşlardı. Şeriat elbiseleri olmadığı için bunlar üryân yani çıplaktılar. Sonra üçüncü bir yola giderek orada Ye’cûc ve Me’cûc'ten şikâyet eden bir topluluk buldu. Onlar Zülkarneyn (A.S.)’den “Bize yardım et. Bizim sabahtan akşama kadar kazandığımız her şeyimizi Ye’cûc ve Me’cûc denilen bu varlıklar yiyip bitiriyor. Size ücret de ödeyelim” diyerek yardım istediler. Zülkarneyn (A.S.) de onlara “Ben hiçbir ücret istemem, benim ücretimi Cenâb-ı Hakk verir. Sizler bana yardımcı olursanız ben de sizleri onlardan kurtarırım” dedi. Halkın ellerinde ne kadar demir ve bakırları varsa, bir meydanda toplayarak ateşte eritti. Çin seddi gibi bir set yaparak, onları Ye’cûc ve Me’cûc'ten kurtardı.

İşte günümüzdeki İnsan-ı Kâmiller de, bâtınımız olan nefis ülkesine giderek, teşbih tecellîlerini öğretmekte, doğumuz olan rûh ülkesine giderek de tenzih tecellîlerini öğretmektedir. Üçüncü bir yol olan, halkı dâima rahatsız eden Ye’cûc ve Me’cûc varlıklarının bulunduğu esfel-i safîlin olan avâmın ülkesine gitti. Avâm, ilim ve irfâniyetsiz olarak

371

Page 372: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

ne kadar ibâdet yapsalar da onların enfüsündeki vehim ve hayâl gibi, Ye’cûc ve Me’cûc’ten kurtulmaları, yani ihlâsa ermeleri mümkün değildir. Onun için mutlaka bir Mürşîd-i Kâmile ihtiyaçları vardır. Âfâkta da avâmın kendi varlıklarını Hakk’a vermiş olan Tevhîd ehlinden rahatsız oldukları malûmdur. Yunus Emre bir ilâhîsinde “Bir sinek kartalı aldı vurdu yere, ben de gördüm tozunu” buyurduğu gibi, âlimim diyen bir kişi bir dervişe cevap bile veremiyor. İşte bu topluluğa İnsan-ı Kâmil sohbetleriyle, ‘inşâallah’ ve ‘mâşâallah’ sözlerinin sırlarını öğreterek bu rahatsızlıktan kurtuluyorlar. İnşaallah demek, işlerin sâhibinin Allah olduğunu bilmektir. Çünkü bütün fiillerin fâili Allah’tır. Mâşâallah demek de mâişetin sahibi Allah’tır demektir. Zira mevsûf sıfatların sahibi de Allah’tır. Bir insan fiil ve sıfat şirkinden kurtulursa, o kişi ne sevap işleyebilir, ne de günah işleyebilir. Artık o kişi, fiil ve sıfatsız olduğu için cehâlet ve gayriyetten ölmüştür. Her ne kadar henüz vücûdu varsa da, boş bir kütük gibi onun hiçbir şey yapması mümkün değildir. Tecellî-i sıfatı zevk eden sâliklere, “kurtuluş beratını almıştır” denilmektedir. İnsan-ı Kâmiller de Zülkarneyn gibi, batıya ve doğuya giderek her ne kadar teşbih ve tenzih mertebelerindeki kişilere vuslat zevklerini öğretiyorsa da esas üçüncü yol olan inançlarında taklîdden kurtulamayan, ister enfüslerinde vehim ve hayâlden kurtulamayıp ibâdetlerinden zevk alamayanlar olsun, isterse pozitif ilimle bir şeyler bilenlerin manevî rûh nurlarına sâhib olmadıkları için Tevhîd ehlinin Hakk ve hakîkat sözleri, onlara diken gibi batması nedeniyle, İnsan-ı Kâmile ihtiyaçları vardır.

İnsan-ı Kâmilsiz bu rahatsızlıktan kurtulmak mümkün değildir. Onun için de ‘inşâallah’ ve ‘mâşâallah’ sırlarının bizlere öğretilmesiyle mümkün olduğunu,söyliyor.

RUHUN KABZEDİLMESİ Bir insanın üç türlü ruhunun kabzedilmesi vardır.

1- İnançsız kâfirlerin ruhunu azâb melekleri kabzeder. Kur’an-ı Kerim’de Enfal suresinin 50. ayetinde “Ve kâfir olanları, vefat ettirilirken melekleri, onların yüzlerine ve arkalarına vururken ve “Yakıcı azabı tadın!” (derken) görseydin.” buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi, bu kişilerin ruhlarını azab meleklerinin nasıl parçalayarak pıtraklı bir telin parçalayıp yırttığı gibi azâb vererek kabzedildiğini görüyoruz. Bunlar için ebedî

372

Page 373: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

cehennem vardır. Günümüzdeki Allah ve Resulunu inkar edenlerin durumları budur.

2- İnanan ve bir Hak mürşidine tabi olan bütün insanların ruhlarını Azrail diye bildiğimiz ölüm meleği almaktadır. İnsan-ı kâmillerde 4 melek mevcuttur. Bunlar: 1- Cebrail, 2- İsrafil, 3- Mikail, 4- Azrail’dir. Cebrailliğiyle; bütün ihvanlara Cenab-ı Hakk’ın emirlerini tebliğ etmek suretiyle sohbetler yapar. İsrafilliğiyle; Hicr suresi 29. ayetindeki “Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın.” ifadesiyle tevhid mertebelerini üfürür. Mikailliğiyle; saliklerin sohbetlerden elde ettiği tevhid zevklerindeki ruhun manevi gıdalarıyla da onları beslemiş olur. Azrailliğiyle de, cehalet, gayriyet, şirk gibi bütün nisbiyetlerini öldürerek nefsini daimi zikirle yok ederek ölmeden evvel öldürür. İşte böylece ihtiyari bir ölümle ölenlerin izdirarı ölümü de hoş olacağından Azrail ruhları kabzetti denilmiştir. Secde suresi ayet 11 “ De ki, 'Üzerinize görevlendirilen ölüm meleği canınızı alacak ve sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.” diyerek bunu beyan etmektedir. Bütün Allah ve Resuluna inanan kişler bu cümledendir.

3- İnsanı kamillerin ve evliyaların bizzat Cenab-ı Allah tarafından ruhları kabzedilir. Zümer suresi ayet 42 “Allah alır o canları öldükleri zaman, ölmeyenleri de uyuduklarında, sonra üzerlerine ölüm hükmü verdiklerini alıkor da diğerlerini salıverir bir müsemmâ ecele kadar, şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için âyetler var.” buyrulmuştur. Zira evliya ve insan-ı kâmiller için artık melek olan kuvvelerinde hükmü kalmamış, Zat-ı Hakk’a vuslat edenler için, Hak’ta Hak olanlar ikinci bir varlık ve kudret olması mümkün değildir. Cenab-ı Allah Mü’min suresi 16. ayetinde “Bu mülk kimindir” diye nida ettiğinde cevap veren olmadığı için kendisi “Bu mülk Kahhar olan Allah’ındır” buyurmuştur. İşte insan-ı kamiller bu yerde bulundukları için, tebdilat yani değişiklik tecellisi olarak Allah bizzat bunlarda ruhları kendisi kabzeder denmiştir. Yoksa, ruh için ölüm yoktur. Mertebelerde seyir vardır. Allah bu üç halin idrakını bizlerde nasip ederek, üçüncüsünden olanlardan eylesin.

373

Page 374: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

MUSEVİLİKTE İSEVİLİKTE VE MUHAMMEDİLİKTE NAMAZ

Her şeyin bir zahiri ve birde batını olduğu gibi, bu musevlik ve isavilik mertebelerindeki ibadetlerinde zahiri ve batını vardır. Ayrıca Muhammediliğin Musevilik idrak ve ibadeti olduğu gibi, İsevilik idrak ve ibadeti de vardır. Muhammedilik ibadet ve idrakı ise kemalat mertebesinde olmaktadır.Toplumdaki islamiyete inanan çok kişiler, bilinçsiz olarak yapmış oldukları ibadet ve icraatlarını bedensel olarak zan ve hayallerindeki hakka yapmaktadırlar. Hiçbir mana ve cenabı hakla konuşmaları da mümkün değildir. Kuranı kerimdeki emre uyarak kulluklarını yaptım zannı ile ibadetleri onları dünyada belki mutlu etmekte, fakat ahiret de nasipleri yoktur. Taklit olarak yapılan ibadetler Maun suresinde ifade edildiği gibi, gafletle namaz kılanların kıldıkları namazlar suretlerine çarpılmaktadır. Dolayısıylada,Nefs mertebesinden Ruh mertebesine onları ulaştırmayacaktır. Aklı maaş sahibi olmaları nedeniyle dünyada zengin ve mutlu olabilirler, fakat taklit ibadet içinde oldukları için ahiret de nasipleri yoktur. Bütün ibadetlerini yalnız bedensel olarak yaptıkları için gönül alemine inemezler. Buna Muhammediliğin Musevileri denir. Bunlar yalnız şekilde ve zahirde inanmış görünebilir. Gösteriş ve riya hali onların Nefslerince hoş görülür. Camiden eve evden camiye gitmeyi Müslümanlık olarak kabul ederler. Nefslerinin istek ve arzularından başka ibadet ve tatlarını yalnız bedenen yaparlar. Gönüllerinde bir manevi kazanç görülmez.

Bir hadisi şerifteki “en üstün insan insanlığa faydalı olandır” ifadesini bilmedikleri için, nefsleri için çalışırlar başkaları için çalışmazlar. Benlik ve menfaat içindedirler.

Muhammediliğin İsevileri ise, ibadet ve tatlarını inançları nisbetinde gizli yaparlar. Kendi Nefslerini tatmin edebilirler. Çünkü Allah suretlere değil, yalnız kalp ve niyetlere bakar diyerek, gönül alemine inmiş suret ibadetlerden uzaklaşan kişilerdir. İlim ve tevhidde ki hissi müştereği ile bütün varlıklardaki tecellilerin hakkın tecellisi olduğunu bildiği halde, vahdet yönü ağır bastığı için zahir olan bedensel ibadete itibar etmezler. Bunların başkaları tarafından ne durumda olduğu da kesin bilinmez. Çünkü ibadet ve tatlarını gizli yaparlar. İdrakları da vahdetin galip gelmesi nedeniyle bunların çoğu zındıktır. Sıfatlar alemindeki fark

374

Page 375: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

tecellilerini göremedikleri için, halkın kafiridirler. (halkın örtücüsü) her ne kadar Musevi olan taklit ibadet edenlere göre bunlar farklı durumdalarsa da, her iki mertebedeki bu kişilerin Allahın indinde diğerleri yoktur. Eksik ve nakıs olmalarından mütevellit her iki alemde de azaptadırlar. Zira cenabı hakkın tecellisi yalnız zahir olmadığı gibi yalnız batında değildir.

Bedenin hakkını veren ruhun hakkını vermiyorsa, Ruh yönüyle azapta,Ruhun hakkını verip de bedenin hakkını vermiyorsa, beden yönüyle azaptadır. Bir insanda nasıl Ruhsuz beden ayakta duramıyorsa, Bedensiz Ruhta kendini ispat edemez. Onun için her iki halde de kişiler, İslamiyet de nakıs ve eksiktirler. Muhammediler ise; Musevilik ve İsevilik olan inanç ve itikatlarını pekleştirerek, tenzih ve teşbihi Tevhid yapmak suretiyle, İnsanların efendisi Muhammedi olmuşlardır. Onlar yalnız bedensel ibadet ve taat yapmakla yetinmez, Ruhani gıdalarına da ağırlık vererek, zahir ve batındaki ibadetlerin gönül alemindeki tecellilerini izlerler. Ve bunlarla yaşamaya özen gösterirler. Bu kişilerin kendi varlıkları kalmadığı için kendi diye bildiği bu mazharlarında cenabı hakkın Rahman sıfatları olarak seyrini yaparlar. Her an ayrı bir şanda ki tecellilerini gören bu kişiler farkı ile islamiyeti daimi huzurda yaşamaya başlarlar. İşte Muhammedi bunlardır. İslamiyetin Musevi veya İsevi bölümünde bir imana sahip isek, henüz nakısıyetten kurtulmuş ve Muhammedi olmuş değiliz. Belki, ismen veya genelde Muhammedi isek de hakikatta Muhammedi olmadığımızı bilmeliyiz.

Museviler, İsevileri, bunların her ikisi de Muhammedileri neden kabul etmez inkâr ederler bilirmisiniz. kedinin yetişemediği çiğere mundar dediği gibi, onlarda Muhammediliği kabul etmemektedirler. Bir ilk okul talebesine üniversitedeki fizik ve kimyayı anlatmaya kalkarsanız onu kabul edemez zira o idrak ve seviyede değildir. cenabı Hakkın evvela Museviliği, sonra İseviliği, sonrada Muhammediliği insanlara öğretmek için sırası ile, Tevrat, İncil ve kuran göndermesi islamiyetin merdiven basamakları değilmidir. Elhamdülillah bizler zahirde de batında da Muhammedi olarak yaratıldığımız için Rabbımıza hamd ederiz. Cenabı hak bizleri, zahirde ve batında laikiyle islamiyetin Museviliği, İseviliği ve Muhammediliği bir Mürşidi kamilden tahsil ederek yaşayan ve idrak eden kullarından eylesin amin.

375

Page 376: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

RABBİL HAS VE RABBİL ALEMİN NE DEMEKTİR

Rabbil has; kaf suresi ayet 16:” ben kuluma şah damarından daha yakınım” buyurulmaktadır. Bu ayete Muhiddini Arabi hz.leri kulların kendilerini sevk ve idare eden,irşad ve terbiyesini yönlendiren rabbil haslarıdır buyurmuşlardır. Bir kişinin gayriyet yönü ile sevk ve idare olması vardır. Birde ayniyet yönü ile sevk ve idaresi vardır. Gayriyet yönü ile yaşantısını tanzim edenler süfli nefslerinin doğrultusunda yaşantılarını idame ettirenlerdir. Her türlü irşad ve terbiyeleri hak ve hakikattan uzak olduğu için bu kişilerin dünyadada,ahirette de cehennem de azabta oldukları görülür. Bahçeye dikilen bir meyva çekirdeğinin sulanması,çapalanması.ilaçlanması ve aşılanması olmayınca nasıl yabani bir meyva oluyorsa, bunlarda aynen mutsuz ve dünyada iken bile cehennemlerini yaşamaktadırlar.Rabbil Alemin ise; alemlerin Rab mazharı olan Mürşidi kamillerdir. Cenabı Allahın,uluhiyetinden kulluk olan Rububiyetine tecelli ederek,Allahın Rahmaniyet kemalat sıfatı olan Muhammed de tecellisidir.Bunlar birden fazla çeşidli mazharlarda görünse bile,onların özde bir olmaları onların birlik tecellilerini bozmaz. Hicir suresi ayet 29 “Adem oğluna Ruhumdan bir Ruh üfürdüm” buyurulmaktadır.Günümüzde her kim kemalat Muhammed sıfatına sahipse,onlar Alemlerin rabbı tecellisinede sahibdirler. İrşad ve terbiye etmekle yüzlerce,binlerce alemi Kübra namzeti olan saliklerin rabbı olmuş olur. İşte Alemlerin Rabbı durumunda olan bu Mürşidi kamillerin pınarlarından ab-ı hayat suyunu içenler,gönüllerindeki rabbil has olarak verilen talimatlar doğrultusunda, Hakkın kendilerine şah damarından daha yakın olduğunu göreceklerdir. Zikir Ruhundan sonra efali ilahiye ruhu,sıfatı ilahiye ruhu ve zatı ilahiye Ruhlarını üfürterek bunların irfaniyet ve tecelli zevkine sahip olanlar,Âdemiyet sırrına sahibtirler. Artık kul ile Allah arasında bir mesafenin olmadığını,kendi diye bildikleri varlığın Allahın varlığı olduğunu zevk edeceklerdir. Rabbil Alemin mazharlarından Ruh üfürülenler,Rabbil has olarak ayniyet yolundaki vuslatları onların ilmel yakınlıktan aynel yakınlığa ve aynel yakınlıktanda hakkal yakınlığa şahid yaparak,şahidlik şerbetini içeceklerdir. Cenabı hak isteyen kardeşlerime bu zevkleri nasip etsin.amin.

376

Page 377: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

ADEME RUH ÜFÜRÜLMESİ

Cenabı Allah kuran-ı kerim’in Hicr suresi ayet 29 da “Adem oğlunu engüzel biçimde yarattıktan sonra, ona Ruhumuzdan bir Ruh üfürdük” buyurulmaktadır. Görüldüğü gibi, Cenabı Allah o kulluk mertebesi olan Rububiyetine tecelli ederek, Rab esması ile kemalat Rahman sıfatı olan Hz. Muhammed s.a.v. Efendimizden zuhura gelmiştir. Günümüzde Hz. Muhammed s.a.v. Efendimizin kemalatına kimler sahib ise, o mazharlardanda hak ve hakikata talip olan saliklerin kulaklarına o Mürşidlerden bu Ruh üfürülüp durmaktadır. Peki bu Ruh nedirki, talip olan saliklere bu Ruh üfürülsün.

İsra suresi ayet 85 de “Sana o Ruhtan sorarlar, deki o Rabbımın bir emridir” buyurulmuştur. Şu halde emirler aleminden olan bu ruh, cenabı Allahın mukayyet alemine tecelli eden, Efali ilahiye, Sıfatı ilahiye ve zatı ilahiyenin Mürşid Mazharından bizlere okunan telkininden ibarettir. İşte bu telkinde, Mürşidi kamil’in dizinin dibinde oturarak israfıl vastasıyla salikin kulaklarından toptan aldığı zikir telkinatıdır. Salik aldığı zikirle nefsini terbiye ve tezkiye ettiğinde, Cenab-ı Allahın Efal, Sıfat, Zat tecellilerini kendisine nisbet etmekten kurtularak ihtiyari bir ölümle ölerek, ölmeden evvel ölenlerden olacaktır. Bir hadiste “Men arefe nefsehu fakat arefe Rabbehu” nefsini bilen Rabbını bilir. Hadisi geregince, kendisindeki Rabbil alemin olan Mürşid mazharından üfürülen Rabbil hasının zevkini gönlünde yaşayacaktır.

Gönlünde tecelli eden Rabbil hasın talimatı doğrultusunda bütün nisbiyet ve şirk olan varlığından soyunarak, Âdemiyet mazharının cenabı Allah’ın bir kul sıfatı olduğunu anlayarak, evvela Ruhun kendi mazharında tecelli eden zatının sıfatından tecelli ederek fiilleriyle zuhura geldiğini görecektir. İşte Âdem mazharı evvela varlıktan temizlenerek en güzel bir biçimde yaratılmakta, sonrada Cenab-ı Hakkın tecellileriyle Ruh üfürülmüş olmaktadır.

377

Page 378: MUHABBETNAME - salihlimelamilerdernegi.comsalihlimelamilerdernegi.com/FileUpload/ds353055/File/9... · Web viewSıfatlar olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun

378