58

Politika Dergisi Sayi 14

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Politika Dergisi Sayi 14

Citation preview

Page 1: Politika Dergisi Sayi 14
Page 2: Politika Dergisi Sayi 14
Page 3: Politika Dergisi Sayi 14

Kurucudan...

“GELECEĞĐ TAHMĐN

ETMENĐN EN ĐYĐ YOLU, ONU

YARATMAKTIR.”

02.05.2009 Sayı 14

Politika Dergisi

Merhaba Değerli Politika Dergisi Okuyucu-ları;

Bu sayfanın başlığını “Editörden..” şeklin-de görmeye alıştığınızı biliyorum. Bu deği-şikliğin sebebi Politika Dergisi’ndeki görevi-min artık editörlük olmaması. Yeni yapılan-ma çalışmaları çerçevesinde Politika Dergi-si’ni kurumsal bir yapılanmaya oturtmaya çalıştık, halen de çalışıyoruz.

Dergimizin yerel bir yayın organı olarak Bursa Uludağ Üniversitesi’nde hayatına başladığını belirtmeliyim; fakat gerek duru-şumuz, gerek savunduklarımız, gerekse sizin desteğinizle kısa zamanda Türkiye’nin tanınır bir dergisi hâline geldik.

Dolayısıyla kurumsal bir yapılanmaya ge-çiş şart oldu. Dergimizde diğer kesinleşen görevler ise şöyle: Nuran TALAY - Plan ve Proje Müdürü, Timur Veysel DOĞRUOK - Đdari Đşler Müdürü, Sevda EĞER - Đç Đlişkiler Sorumlusu ve Politika Dergisi Editörü, Ev-ren YELKANAT - Yazı Đşleri Müdürü, Erbil DENĐZ Politika Dergisi Editörü.

Görevi kesinleşen ve ileri ki süreçte görevi kesinleşecek tüm çalışma arkadaşlarıma güvenimin sonsuz olduğunu belirtiyor, Politi-ka Dergisi’ni verimli bir çalışma ortamı yara-tarak daha iyi noktalara taşımamız gerektiği-ni bir kez daha siz değerli okuyucularımızın huzurunda yineliyorum.

Detay künyemizi ise yakın bir zamanda sitemizden duyuracağız.

Sitemiz Konusunda

Politika Dergisi’nin kuruluş felsefesi biliyor-sunuz ki apolitik bir nesle karşı duruş fikrin-den doğmuştur. Bu karşı duruşta şerefli hiç-bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşını sınırın dışına koyarak gerçekleştirilemez. Bunun dışındakiler ise zaten politik bir toplum yarat-maktansa apolitik bir toplumu düşünürler.

Dolayısıyla sitemiz ve dergimiz herkesin görüşlerine açık olduğu kadar eleştirel bir yapıya da sahiptir; fakat bu yapısı birçok kez görüşlerini yansıtmaktan çekinen insanlarca kullanılmamış bunun yerine sitemize yoğun

e-saldırı yöntemi seçilmiştir. Bu tavır fikrini açıklamaya yüzü olmayan korkak insanların tavrı değil de nedir?

Ama şunu bilmeleri lazım ki bizim yüreği-miz bu işi sürdürmekte kararlı. Bu sayının sitemizden yayınlanması da kararlılığımızın açık bir göstergesi.

Bundan böyle sitemizde soru - cevap gün-leri düzenliyoruz. Belirli günlerde yazarları-mız sizden gelecek politik konulardaki soru-ları cevaplayacaklar. Sorularınızı gönderme-niz için gerekli olan her şey 4 Mayıs 2009 Pazartesi saat 21.00’de sitemizde mevcut olacak.

Sorularınızı ilk yanıtlayacak yazarımız Ali Đhsan UĞUZ. Yazarımıza sorularınızı 8 Ma-yıs 2009 Cuma saat 21.00’e kadar iletebilir-siniz. Cevaplarınız çok acil değilse toplu olarak 10 Mayıs 2009 saat 12.00 itibariyle sitemizden yayınlanacak. Politika Dergisi okuruna yakışacak zor sorularla Ali Đhsan UĞUZ’u terleteceğinizi düşünüyorum..

Bu sayımızı 1 Mayıs sebebiyle tüm işçileri-mize, yani gücünün hikmetini bildiği takdirde bu ülkenin gerçek söz sahiplerine armağan ediyoruz.

Hepinize Selam Olsun..

Gelecek sayımızda görüşmek üzere..

[email protected]

Yazar Kadromuz

> Ahmet Tuna ALP > Ali Đhsan UĞUZ > Beşir ĐSTEMĐ > Bilgin TÜRK > Emrah ÖZDEMĐR > Erbil DENĐZ > Erdal ALTUN > Erdinç AYDIN > Evren YELKANAT > Gamze G. KONA > Gökhan DAĞ > Kadir Levent BECĐT > Levent SEÇER > M. Burak KAHYAOĞLU > Miraç ÇEVEN > Murat KUTLUOL > Naile DUMAN > Neylan ÇEVĐK > Nihat ATAR > Nuran TALAY > Osman BUDAK > Özcan NEVRES > Saadet TOKSÖZ > Sevda EĞER > Timur V. DOĞRUOK > Yamaç KONA

Karikatürler

> Irmak ATABERK

Kapak Tasarım

> Emrah ÖZDEMĐR

Web Tasarım > Gökhan DAĞ > Metin TINAY Not: Bu tabloda alfabetik sıralama kullanılmıştır.

[email protected]

Page 4: Politika Dergisi Sayi 14

Sayfa 8

Gündeme Dair

Gökhan DAĞ

Sayfa 16

Devlet Kapitalizmi Dönemi ve Đşçi Sınıfı (1)

Evren YELKANAT

Sayfa 18

1 Mayıs Öncesinde Sohbet

Ali Đhsan UĞUZ

Sayfa 22

Devrimin Ruhu—Deniz

Sevda EĞER

Sayfa 24

Devrim—Karşı Devrim

Nihat ATAR

Đçindekiler

Sayfa 4 Politika Dergisi

Page 5: Politika Dergisi Sayi 14

Sayfa 26

Finans Krizinde Üst Düzey Yöneticilerin Sorumluluğu

M. Burak KAHYAOĞLU

Sayfa 29

Bölgesel Baraj Modeli

Erbil DENĐZ

Sayfa 31

Anne Bana Sen Sahip Çık

Nuran TALAY

Sayfa 34

Politika?, Eşitlik?

Neylan ÇEVĐK

Đçindekiler

Sayfa 5 Sayı 14

Page 6: Politika Dergisi Sayi 14

Sayfa 38

Demokrasinin Tehlikesi: Kö-lelik

Gökhan DAĞ

Sayfa 40

Soğuk Savaşın Yeni Yüzü ve Türkiye

Erdinç AYDIN

Sayfa 43

Küresel Mali Krizde Tekstil

Timur V. DOĞRUOK

Sayfa 46

Kardeşin Duymaz, El Oğlu Duyar!

Emrah ÖZDEMĐR

Đçindekiler

Sayfa 6 Politika Dergisi

Page 7: Politika Dergisi Sayi 14

Sayfa 50

P—Kitap: 1 Mayıs’a Özel Seç-kiler

Der.:Gökhan DAĞ

Sayfa 51

Uluslararası Đşçi Filmleri Fes-tivali Programı

Sayfa 52

Deniz, Aşk ve Nietzsche

Ece ERDAĞ

Sayfa 54

P—Tiyatro: Mustafam Kema-lim

Ayşegül ĐNAN

Sayfa 56

ÇIZIKTIRMAK

Đçindekiler (Kültür - Sanat)

Sayfa 7 Sayı 14

Page 8: Politika Dergisi Sayi 14

Sayfa 8 Politika Dergisi

Gökhan DAĞ

Yayınlayamadığımız Sayının “Gündeme Da-ir..” Özeti

Uzun zamandır iş yaşantım dolayısıyla yazama-dığım köşemde, yine sizlerle birlikte olmanın mut-luluğunu yaşadığımı belirtmeliyim.

Nisan ayında çıkarmayı planladığımız sayımızın sitemize yönelik saldırılar sonrası engellenmesiyle bu köşeden maalesef ki yine sizlere ulaşamadım. Halbuki oldukça güzel şeyler yazmıştım.

Gündemle ilgili ilk konuşmaya başladığımızda söylediğim şeyi tekrarlayarak şunu söyleyebilirim ki biz her şeyi çok çabuk unutuyoruz. Çıkartamadığı-mız sayımızda yazdığım şeyleri belirtmek ve unut-muş olabileceklerimizi tekrar hatırlatmak adına bu sayımızı kapsayan gündemden biraz daha eskiye gitmek istiyorum. Sonrasında ise bu sayımızın ana gündem maddesi olan 1 Mayıs’a geçeceğim.

Neler yazmıştım?..

Mesela ortaçağ karanlığında yapılan oy sayımız-dan bahsetmiştim. Đktidar partisinin amblemi olan ampulün, nasıl birden bire sönüverdiğinden ve amblemini dahi yaşatamayan daha doğrusu yaşat-mayı gözüne yediremeyen bir partiden söz etmiş-tim.

Sonuçta da demiştim ki, eğer sen seçim sonra-sı oy sayım sürecindeki karanlığa çare olama-

yacaksan bu ülkedeki hangi karanlığa çare ola-bilirsin?

Bana lütfen biri aşağıdaki sorunun cevabını ver-sin?

“Oy sayım yerini aydınlatamayan ampul amb-lemli bir iktidar partisi hangi yüzle sözde Ergene-kon Örgütü denilen karanlık ilişkileri aydınlatacak-tır, yoksa bunların aydınlıktan anladığı Deniz Fene-ri vasıtasıyla kara paralarımı aydınlatmaktır?”

Bu sorunun cevabını bilenler varsa mail adresim [email protected] sonuna kadar bilgilenmeye hazırım.

Tabii ki, yazdığım ama yayınlayamadığımız gün-deme dair başlıklı yazımda sadece karanlığı suçla-madım.. CHP ve DSP’nin de yapmış olduğu yan-lışlara değindim.

Sonra biraz da halkımıza serzenişte bulundum. Atatürk’ün evlatları nasıl oldu da ülkesini başkaları-na peşkeş çekenlere oy verdi diyip durdum.

29 Mart 2009 yerel seçimlerinin, özcesi demokra-tik seçimlerle bir kez daha demokratik olmayanı seçme geleneğini sürdürdüğünü belirterek seçim defterini kapattım.

Daha sonra Hüseyin Barack Obama ve Rasmussen denilen motosiklet görünümlü kaykay-lara yüklendim.

Obama’nın hayvan severliğini ve ne hikmetse Tayyip Erdoğan’a olan yakınlığını irdeledim.

Obama yüzünden halkımızın namaz kılma hürri-yetini kısıtlayan sözde dinci iktidarın politikalarını bir bir yazıma döktüm.

Evet hatırlayınız. Tayyip Erdoğan sırf Obama için Sultanahmet Camii’ne girişi yasaklamadı mı?

Sonra Obama için okullarımızın tatil edilmesini kınadım. Eğitim sistemimizin bu kadar ayaklar altı-na alınmasını garipsedim.

Sonrasında ise Atatürk’ün ölümü üzerine ders yapıp yapmama tereddüdünde kalan Alman profe-sör ile Đstanbul Üniversitesi Rektörü’nün o meşhur hikayesini anlattım.

Sonra geldim Rasmussen denilen adama. Müs-lümanlığı hiçe sayan bu adama Bop Dedik Recep-’in nasıl önce Kasımpaşalı edasıyla diklendiğini ve bunun sonrasında nasıl balon gibi söndüğünü bir güzel anlattım.

Bu anlatışa yandaş meydanında nasıl ön ayak olduğunu öyle bir ballandırarak ekledim ki sorma-yın gitsin!

“Okuyucunun dikkatini çekmek için,

buraya yazıdan bir alıntı veya ilginç bir

cümle koyun.”

Gündeme Dair..

Page 9: Politika Dergisi Sayi 14

Sayfa 9 Sayı 14

Çok şey kaçırdınız ya!!

Sonra bir ara duraksadım. Eskiyi hatırladım. Bilgi-sayarımın arşivine dalıp bir ülke sevdalısıyla resim-lerimi aradım. Sonunda çok değerli Rektör Hocam Mustafa Yurtkuran ile resimlerime ulaştım. Onunla yapmış olduğum mülakatta nasıl gözlerimden yaş-lar aktığını hatırladım ve yazmaya bir müddet ara verdim.

Çünkü Rektör Hocam Ergenekon Davası denilen soruşturma sebebiyle tutuklanmıştı!..

Yapmış olduğumuz mülakattan ve hocamızın “hapishanelerde vatan toprağı bir suç işlediysek şereflice gider yatarız” sözünden bahsettim.

Hocamdan, onu yıldırma politikalarından, eşinin rektörlüğünün sırf Atatürkçü diye nasıl engellendi-ğinden bahsettim.

Onun “bu ülke size emanettir” ısrarından ve o şu an tutuklu olduğu için benim onu şimdi çok daha iyi anladığımdan bahsettim.

Bir gün, bu satırlarda onun beraat edeceği günü yazacağımdan hiçbir şüphemin olmadığını üstüne basa basa söyledim.

Muhsin Yazıcıoğlu’ndan da bahsettim. Kurtar-ma operasyonunun nasıl bu kadar saçma sapan işlediğini hayretler içinde belirttim. Bu işte bir komplo var mı, yok mu sorusunun cevabını bilme-diğim için bu noktayı es geçip kendisine rahmet ailesine ve sevenlerine başsağlığı diledim.

Kendisinin Maraş ve Sivas Katliamları’nda rolü-nün olup olmadığı konusuna ise hiç girmedim.

“Bir gün, bu satırlarda onun (Mustafa

Yurtkuran) beraat edeceği günü

yazacağımdan hiçbir şüphemin

olmadığını üstüne basa basa

söyledim.”

Page 10: Politika Dergisi Sayi 14

Sayfa 10 Politika Dergisi

Sadece bir ünlem (!) koyup söyleyeceklerimi orada bitirdim. Dipnot olarak da Sivas Belediyesi’ni kaza-nan Büyük Birlik Partisi’nin, vefat eden genel baş-kanlarının üzerindeki söylentileri kaldırmak için Madımak Oteli’ni müze yapması gerektiğini ısrarla belirttim.

Tabii Đ. Melih Gökçek’e, Eski Adalet Bakanı Meh-met Ali Şahin’e de yazmadan edemedim.

Ermeni sorunu, ruhban okulu vs. derken de bana ayrılan köşeyi bir güzel doldurdum.

Şimdiyse vakit sıcak gündemi yazma vaktidir.

Sıcak Gündem..

Sıcak diye başlamamın nedeni bazı şeylerin ısıtı-lıp ısıtılıp önümüze konulmasına gönderme yap-mak. Mesela her sene bu zamanlarda Amerika Birleşik Devletleri Başkanı “Ermeni Soykırımı” keli-mesini kullanacak mı kullanmayacak mı onun tela-şını yaşarız. Çünkü biliriz ki bizde kula kulluk ya-panlar çoğunluktadır.

Mesela 1 Mayıs yaklaştığı an kutlamalar Taksim’-de mi yoksa başka yerde mi yapılacak diye ortalığı velveleye veririz. Sonuçta her yıl olduğu gibi işçi, Taksim’de veya bir yerde evine polisimizin copları-na maruz kalarak döner.

19 Mayıs yaklaştığı için verilecek baloda türbanlı eşlerin baloya katılıp katılamayacağı, askerin balo-daki tutumu, Baykal’ın balo öncesi ve sonrası ref-leksi de ısıtılıp ısıtılıp önümüze konulacak cinsten-dir.

Daha bunun gibi bir yığın şey işte, ne bileyim..

Ama bazı konularda vardır ki daha fırından yeni çıkmış gibidir. Daha önce soğumamış, dolayısıyla ısıtılamamış türden şeyler.. Olaylar bazen benzer

olsa da kişilerin farklılığı yaratır bu etkiyi. Örneğin bugün Şaban Dişli, Dengir Mir Mehmet Fırat gibiler bir yasadışı olaya karışsa herkes “aha işte yine bu” diye söylenmeyi gereksizlik sayacakken adam gibi adamların bu tarz olaylara karışması halinde “ana bunu da mı görecektik?” diyeceklerdir.

Dolayısıyla benzer olaylarda benzer olmayan kişilerin başrolü oynaması fırından yeni çıkmış bir gündem haberidir.

O zaman size bir soru kalıbı: Lütfen yukarıda verilen bilgiler ışığında aşağıda sorulan soruları cevaplayınız.

Soru 1: Celalettin Cerrah’ın ölümle sonuçlanan bir operasyon sorası başarılı olduğunu ilan etmesi sonucu verilecek tepki aşağıdakilerden hangisidir?

Cevap: “aha işte yine bu”

Soru 2: Đstanbul Valisi Muammer Güler’in Tak-sim’i işçilere açmayacağız açıklaması sonrası ve-receğiniz (en kibar) tepki hangisidir?

Cevap: “aha işte yine bu”

Soru 3: Ergenekon Operasyonun 1. dalgası son-rası verilecek tepki hangisidir?

Cevap: “ana bunu da mı görecektik?” (!!)

Soru 4: Ergenekon Operasyonun 13. dalgası sonrası verilecek tepki hangisidir?

Cevap: “aha işte yine bu” (!!!)

3. ve 4. sorulardaki ters mantık bana kalırsa da-vanın meşruluğunu yitirmeye başlaması dolayısıy-ladır.

Soru 5: DTP’li bir milletvekili ve bir üye Kürdistan lafını etse vereceğiniz tepki hangisidir?

Cevap: “aha işte yine bu”

Soru 6: Gökhan DAĞ bu sorudan sonra günde-me yönelik ağır eleştiriler getirecektir dense verile-cek tepki hangisidir?

Cevap: ”aha işte yine bu”

O zaman 1 Mayıs’tan başlamanın vakti gelmiştir..

“Bazı konular önümüze sürekli ısıtılıp

ısıtılıp tekrar konarken, bazıları fırından

yeni çıkmış gibidir. Đşte o fırından yeni

çıkanlarda bazı gariplikleri beraberinde

bizlere sunabilir: Ergenekon gibi!”

Page 11: Politika Dergisi Sayi 14

Sayfa 11 Sayı 14

1 Mayıs 2009

Hatırladığınız üzere geçtiğimiz 1 Mayıs sendika-ların isteğinin yadsınması üzerine Taksim’de kutla-namamıştı. Hafızalarımıza kazınansa feryad figan eden emekçilerdi.

Kanlı 1 Mayıs 1977 olayları sonrası Taksim’i bir onur mücadelesinin merkezi olarak gören işçiler öldürülen yoldaşlarını anmak için Taksim’de toplan-mayı hedeflemişlerdi. Ne yazık ki amaçlarına ulaşa-madılar.

Bense o dönemde yaşananları konuşmak için Devrimci Đşçi Sendikaları Konfederasyonu Başkanı SüleymanÇelebi’nin kapısını çalmış ve bir mülakat talebinde bulunmuştum. Kendisi de bu talebime oldukça olumlu yaklaşmıştı. Biz de gayet verimli bir röportajı okurlarımıza sunmuştuk.

Bu sunumda ayrıca 2009 yılında Taksim’de ol-mak için daha büyük bir özveri gerçekleştirecekleri-ni ve bunu başaracaklarının sözünü vermişti.

1 Mayıs 2009’u dün büyük bir coşku içinde kutla-dık. Hem de Süleyman Çelebi’nin dediği gibi Tak-sim’de..

31 yıldır beklenen bu mutluluğa şahit olmak ger-çekten oldukça sevindirici.

Taksim’e gidene kadar yaşananlar geçmiş yıllar-

da yaşananları aratmadı ne yazık ki. Yine dövü-len, yine gaz bombası yiyen emekçiler oldu.

Polis panzerlerinden “kaçmayın ulan sesleri” sokakları inletti.

Neticede bu ülkenin gücünün farkına varabilse en büyük gücü olan emekçi gücü Taksim Meyda-nı’na ayak bastı.

Bize de emeğin gücü önünde saygı ile eğilmek kaldı. Son sorum ise iktidara.

“Yukarıdaki fotoğrafı yaşadığınız güne hiç mi saygınız yok, bana lütfen bunun izahını yapar mı-sınız?”

Not: Fotoğraf bana ulaşan bir e-postadan alıntı-lanmıştır.

Kabine Değişikliği

Tayyip Erdoğan, kabine konusundaki çalışmalarını tamamladı ve nihayetinde bazı isimleri kabinenin dışına yollayıp, bazılarını ise kabinenin içine sok-tu.

Gidenler: Hilmi Güler, Hüseyin Çelik, Kemal Unakıtan, Mehmet Ali Şahin, Kürşad Tüzmen, Mu-rat Başesgioğlu, Nazım Erken ve Mustafa Said Yazıcıoğlu..

Gelenler: Bülent Arınç, Sadullah Ergin, Cevdet

Page 12: Politika Dergisi Sayi 14

Yılmaz, Ömer Dinçer, Taner Yıldız, Nihat Ergün, Selma Aliye Kavaf, Mustafa Demir ve Ahmet Davutoğlu..

Yapılacak yorum kısa ve öz:

“Balık baştan kokar. Gerisi de ona uyar.”

Yeni kabineye gelince, arasında birçok meslek-taşım olsa da başarılı olabileceğini düşünmüyo-rum. Umarım yanılan ben olurum.

Pervin Buldan’ın Riyakarlığı

Türkiye Büyük Millet Meclisimizin kuruluşunu kutlayalı daha bir ay bile olmadı; ama onun yüceli-ğini anlayamayanlar ne yazık ki hala mevcut.

Hatırlayalım daha birkaç gün önce DTP’li vekiller protesto için TBMM’de sabahladılar; ama aynı ve-killer hatırlayalım 23 Nisan kutlamalarına katılma-dılar.

Bana kalırsa buradaki tezat düşündürücü olduğu kadar provoke de edicidir.

Bunlar yetmezmiş gibi, bu sürecin sonrasında DTP Iğdır Milletvekili Pervin Buldan ütopyasının sınırlarını çizdi.

Milletvekili yeminini tekrar hatırlatıyorum:

“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üs-tünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriyete ve Ata-türk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplu-mun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anaya-sa'ya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”

Şimdi de Pervin Buldan’ın söylediklerinden baş-lıklar;

> 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri Kürdistan’ın sı-nırlarını çizmiştir.

> Türkiye PKK’nın 1 Haziran’a kadar silah bırak-ma durumunu avantajına çevirmek için çabalamalı

> Bu coğrafya, Kürdistan coğrafyasıdır. Bugün bu ülkede sayın Abdullah Öcalan, bu halkın irade-sidir. Đsteseniz de, kabul etseniz de etmeseniz de ‘biz varız' diyoruz. Bu halkın yanında yer almaya devam edeceğiz.

> Hakkari savaş alanı gibi, oradaki güvenlik güç-lerinin gücü yetiyorsa 21 tane DTP’li milletvekilleri-ne dokunsunlar bakalım.

Milletvekili yemini okuduktan sonra bunları söyle-yen bir insan kendi sınırlarını belirleyememiş de-mektir. Dolayısıyla kendi sınırlarını belirleyemeyen birisinin başkasının sınırlarını belirlemesi olanak-sızdır.

Son söz Türkiye Büyük Millet Meclisi’nindir. Bu tarz milletvekilleri için gerekli işlem yapılmalıdır.

Hain Terör Saldırıları

Ülkemiz hain terör saldırıları sonrası yine evlatla-rını kaybetti. Elimden başsağlığı dilemekten başka bir şey gelmiyor. Yüce Türk milletinin başı sağolsun.

Bu sayılık benden bu kadar değerli okurlar. Gele-cek sayımızda buluşmak dileğiyle…

[email protected]

“Pervin Buldan ütopyasının sınırlarını

çizmeden önce kendi sınırlarını

çizmeli.”

Sayfa 12 Politika Dergisi

Page 13: Politika Dergisi Sayi 14

Sayfa 13 Sayı 14

Page 14: Politika Dergisi Sayi 14

Sayfa 14 Politika Dergisi

Page 15: Politika Dergisi Sayi 14

Sayfa 15 Sayı 14

Page 16: Politika Dergisi Sayi 14

Evren YELKANAT

Günümüzde; neo-liberal sömürünün altında ezi-len “Türkiye işçi sınıfı”nın, sadece “Devletçilik-Devlet Kapitalizmi” ( 1932 – 1938 ) döneminde sömürü altında bulunmadığı gibisinden tezler ileri sürüldüğünü görmekteyim. Türkiye’de işçi sınıfının sömürülmediği bir dönem olmamakla birlikte, elbet-te sömürünün yoğun yaşandığı ve diğer dönemlere göre sömürünün az olduğu süreçler yaşanmıştır.

Devlet kapitalizmi döneminde de “işçi sınıfı”nın sömürüsü, diğer dönemlerle kıyaslandığında; göre-celi olarak daha az olmasına rağmen, sömürü orta-dan kalkmamıştır. Devlet kapitalizmi dönemindeki işçi sınıfının durumunu ortaya koymadan önce, toplumsal sınıf ve işçi sınıfı kavramlarını hangi an-lamda kullandığımı belirtmeliyim.

V. I. Lenin toplumsal sınıf kavramını şöyle tanım-lar:

“Toplumsal sınıf deyince, üretimde, birbirine benzer bir rol oynayan, öteki insanlara karşı birbirleriyle aynı olan ilişkiler içinde bulunan kişiler topluluğu anlaşılır”. Demek ki toplumsal sınıf deyimi, ancak üretim ilişkileri düzeyinde bir anlam taşır.

Đşçi sınıfı ise, üretim araçlarına sahip olmadıkları hâlde onları kullanarak üreten, üretimi ve bölüşüm mekanizmasını denetleyemeyen, işgücünü satarak geçinmeye çalışan, emekçi yığınlardır.

Ek olarak belirtmeliyim ki köylülük, bir sınıf-sal köken değil, toplumsal bir kategoridir. Ta-rım işçileri proleter nitelikli iken, küçük üretici-

ler yarı proleter niteliklidir. Orta köylülük ve bü-yük toprak sahipleri ise burjuva niteliklidir ve konu-muzun dışındadır.

Bu tanımlamalara ek olarak, 1932–1938 dönem-leri arasındaki mevcut iktisat politikası olan “Devlet Kapitalizmini” (Devletçilik) açıklama gereği duy-maktayım.

Devletçilik dediğimiz uygulamaya, devlet kapita-lizmi ismini verirsek, konuyu daha net açıklama olanağı buluruz. Kapitalizmin amacı, nasıl sermaye birikimini sağlamak ise; devlet kapitalizminin ama-cının da aynı olduğunu söyleyebiliriz.

Devlet Kapitalizmi, dünya ekonomisinde tarımsal ekonomiye ağırlık veren yarı sömürge durumdaki devletlerde ortaya çıkmış ve onları etkilemiştir. Devlet kapitalizmi uygulayan yarı sömürge devlet-lerin amacı, azgelişmiş ülkelerdeki geri kalmışlığın azaltılması için yerli sermayenin yabancı sermaye-nin boyunduruğundan kurtulması, yerli sermaye adı verilen milli burjuvazinin geliştirilmesini kendine görev adledmesidir.

Artık tanımlamalarımızı yaptığımıza göre bu dö-

Devlet Kapitalizmi Dönemi ve Đşçi Sınıfı (1)

“Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu

kadroları, Türkiye’yi imtiyazsız-sınıfsız-

kaynaşmış bir kitle olarak

tanımlamışlardır.”

Sayfa 16 Politika Dergisi

Page 17: Politika Dergisi Sayi 14

nemdeki işçi sınıfının rolünü incelemeye geçebiliriz.

Türkiye’deki kurucu kadronun, sınıf yapısına ba-kış açısını incelememiz çok önemlidir. Zira her yeni kurulan ülkenin başında bulunanlar (kurucu kadro-lar), kendi bakış açısına göre belirli sınıfları destek-lemektedirler. Zaten devlet dediğimiz olgu, destek-lediği sınıf üzerinde gelişir ve büyür. Türkiye Cum-huriyeti ise kurulurken sınıfsal yapıyı reddetmiştir.

Mustafa Kemal kurucu kadroların sınıfsal yapıya olan bakış açısını kısaca şöyle belirtmiştir:

“Đşte bu sebeplerden dolayıdır ki, biz bu ve bun-dan evvel ki nazariyeleri memleket ve milletimiz için uygun görmüyoruz. Biz memleket halkı fertlerinin ve türlü sınıf mensuplarının yekdiğerine yardımları-nı aynı kıymet ve mahiyette görürüz; hepsinin men-faatlerini aynı derecede ve aynı eşitlik hissiyle temi-nine çalışmak isteriz. Bu tarz, milletin umumi refahı, devletin bünyesinin kuvvetlenmesi için daha muva-fık olduğu kanaatindeyiz.”

Mustafa Kemal’in açıklamalarından da anlaşıla-cağı ve daha sonrada dile getirildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları, Türkiye’yi imtiyaz-sız-sınıfsız-kaynaşmış bir kitle olarak tanımlamış-lardır. 1930’lu yıllarda; Serbest Fırka olayı ve rejim karşıtı hareketlerin artması üzerine bu tezden vaz-geçilmiş ve tarım burjuvazisinin hâkimiyetinin ege-men kılındığı bir sınıfsal yapı oluşturulmuştur.

Sınıfsız yapının çökmesiyle birlikte Korporatist Devlet Đdeolojisi uygulanmaya çalışılmıştır.

Korporatist devlet ideolojisini “Feroz Ahmad” şöy-le tanımlar:

“Đşçiyi, patronun; köylüyü, toprak sahibinin karşı-sındaki saflarda, yatay ittifak grupları halinde orga-nize eden kapitalist toplumun sınıfına dayalı düzen yerine, korporatizm; toplumu çeşitli dikey gruplar halinde organize edecek, bu arada gruplar arasın-daki ayrılık ve çatışmalar toplumun tepesindeki ta-rafsız devlet tarafından çözüme kavuşturulacaktı.”

Dönemin Liman şirketi müdürü “Ahmet Hamdi Başar”, Halk Fırkası Genel Sekreterliği’ne resmi müracaatta bulunarak, işçilerin sömürülmesinin önlenmesini istemiştir. A.Hamdi Başar ayrıca işçi kullanma işinin müteahhide verilmesi yönteminin kaldırılmasını istediğini ve bunun devlet politikası-nın bir prensibi olması gerektiğini söylemiştir.

Ahmet Hamdi Başar, bu konudaki görüşlerini Ata-türk ve Đsmet Đnönü ile geçen uzun görüşmede şu şekilde aktarmıştır:

“Đstanbul'da liman amelesi bile Serbest Fırka'ya rey veriyor. Çünkü bu amele Halk Fırkası namına istismar ediliyor. (sömürülüyor) Amelenin bir cemi-yeti (sandığı) vardır. Bu cemiyet (sandık) onları ko-rumak, hastalarına bakmak, muhtaçlarına yardım

etmek için kurulmuştur. Amele yevmiyelerinden kesilen yüzde beşler buraya verilir. Cemiyetin ba-şına Halk Fırkası tarafından reis, idare heyeti aza-sı ve kâtip diye birtakım adamlar konmuştur. Reis filan vekilin tanıdığı bir eski şeyhtir. Katib-i umumi mazul (azledilmiş) bir mülkiyet memuru, azalardan biri falanın akrabası, diğeri de falanın kayırması-dır. Reis dört yüz lira, azalar ikişer yüz lira aylık alırlar. Amelenin bıraktığı yüzde beşler bu maaşla-ra bile yetişmediğinden, yardım işini mecburen Liman Şirketi üstüne almış; cemiyet sadece bir yeyinti yeri olmuştur. Cemiyete kayıtlı olmayan ameleye iş verilmez. Onun için evinde çocuğu ilaç beklerken amele, Cemiyet ismi verilen tufeyli (asalak) istismar yuvasını Halk Fırkası'nın kendisi olarak görüyor ve ilk fırsatta bundan kurtulmak için Serbest Fırka'nın kucağına düşüyor.

Bu vaziyet yalnız liman amelesi değil, bütün amele için aynıdır. Gündelikleri ve kazançları, on-lara ve ailelerine en sefil şartları bile korumaktan uzak olan bu zavallıların bugün Halk Fırkası namı-na istismarları acınacak bir hal almıştır.” (Devam edecek)

Not: Uluslararası işçi sınıfının bayramını yürek-ten kutlarım.

[email protected]

“Dönemin Liman şirketi müdürü

‘Ahmet Hamdi Başar’, Halk Fırkası

Genel Sekreterliği’ne resmi müracaatta

bulunarak, işçilerin sömürülmesinin

önlenmesini istemiştir. A.Hamdi Başar

ayrıca işçi kullanma işinin müteahhide

verilmesi yönteminin kaldırılmasını

istediğini ve bunun devlet politikasının

bir prensibi olması gerektiğini

söylemiştir.”

Sayfa 17 Sayı 14

Page 18: Politika Dergisi Sayi 14

Ali Đhsan UĞUZ

Yine 1 Mayıs'ın arifesindeyiz. Son yıllarda rutinle-şen Taksim tartışmaları, hemen hiçbir gelişme gös-termeyen bir tekrar halinde gündeme girmiş du-rumda. Đktidar cephesinde ise, imaj siyaseti çok daha gelişkin araç ve yöntemlerle sürdürülüyor. Saldırılar dahi "açılım", "reform", v.b tanımlar eşli-ğinde gündeme sokuluyor.

Gündem, egemenler tarafından sürekli bir şekil-de değiştirilmeye çalışılmakta “halkın gerçek so-runları göz ardı edilmektedir.” Obama ziyareti sonrası Ermeni meselesinden tutun da Kuzey Irak sorunlarına kadar birçok konuda ABD Başkanı tali-matlarını verip gitmiş, iktidar ise bunları gerçekleş-tirirken gündemle sürekli bir şekilde, istediği gibi oynamakta, halkın artan açlık ve yoksulluğunu sü-rekli bir şekilde göz ardı etmektedir. Bazı yanlış sol siyasetler ise bilerek veya bilmeyerek bu anlayışa hizmet etmekte, gündeme kahraman olmak mantı-ğı ile bakmaktadır. Yine bir 1 Mayıs öncesi Türkiye siyasetine bir göz atıp elbette yorumlarımızı suna-cağız. Bu nedenle Devrimci Hareket dergisinde yayınlanan yaşadığımız süreç ile ilgili değerlendir-meler oldukça ilgi çekicidir.

"DEVRĐMCĐ YOL HAFIZASIYLA YENĐDEN ÜRETĐM SÜRECĐN ZORUNLU ĐHTĐYACIDIR”

“Nedir en zor şey? Görmek gözünün önünde-kini!” (Goethe)

Bugün sol, belki de tarihinin en boyutlu kafa karı-şıklığını yaşamaktadır. Yaklaşık 150 yıl boyunca teorik ve pratik düzlemde Marksistlerin ısrarla koru-duğu ölçekler bugün aşılarak değil, ya yeri boş bırakılarak ya da karşıtı sayılabilecek ölçeklerle ikame edilerek mevcut fikri bütünlük büyük oranda parçalanmıştır.

Sol, zayıf düştükçe, kahramanlık hikâyelerine daha çok öykünür, içeriği değil biçimi öne çıkarır hale geldi. 1 Mayıs'ta olduğu gibi kimi yapıların büyük oranda kendisinin moral ihtiyacını gidermek üzere dönem dönem ortaya koyduğu dar pratikler, o dar çerçeve içinde anlam taşısa da dönemin mü-cadele ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır.

Bilinir ki yaşananlardan ders çıkarmamak, tekra-ra düşmenin önünü açar. Gerçekte konfederasyon başkanlarının bu yılki duruşlarının öz itibarıyla ge-çen yıldan bir farkı yoktur. Bu yıl 1 Mayıs sonrasın-da çok ağır eleştirilere maruz bırakılan Süleyman Çelebi'nin geçen yıl 1 Mayıs'ı takip eden süreçte gittiği her ortamda ‘Taksim Fatihi' edasıyla mikro-fonlara çağrıldığı anımsanırsa, ortadaki çarpıklığı görmek daha kolay olur. Bu, genelde solun, özelde devrimci yapıların gerçekliğini kabule hala ne denli uzak olduğunun göstergesidir. Hâlbuki bugün devrimcilerin gelişmeleri, doğru okuyup çözüm üre-tebilmesi için hiç olmadığı denli diyalektik bir algıya ve yaratıcılığa ihtiyacı vardır.

Yakın geçmişte F tiplerinin tek gündem madde-si yapılmış olmasının neler kaybettirdiği inanıyoruz ki bugün çok daha net biçimlerde görülebiliyor. Bu-radan çıkarılan derslerin 1 Mayıs'a izdüşürülmesi halinde ise, gündemin tanımındaki daralmanın güne dair diğer devrimci görevlerin ihmalini bera-berinde getirdiği görülecektir.

Öznel hesaplarla belirlenmiş gündemleri tek gündem olarak görüp, bunun dışında kalan tüm olasılıkları devrimciliğin kapsama alanının dışında görmek ve kısa periyodlarla çıkan dergiye, tartışma yoğunluklu konular oluşturmak, yeni karşılaştığımız bir olgu değildir. Biz bu gerçekliği tanımlar ve iki yıldır Taksim'i ‘kazananlarla aynı söylemi kullan-mazken belki yapay söylemlerle kabartılmış kü-çük burjuva ilgiden mahrum kalıyoruz, ama ger-çeği söyleme ve gerçek gündemler oluşturma onu-runu yaşamış oluyoruz.

1 Mayıs'ı önceleyen haftalarda GSS Meclis'te görüşülürken kendilerine tek gündem olarak Tak-sim'i seçip, yasanın zahmetsizce çıkmasının önünü açanlar, 1 Mayıs sonrasında Đstihdam Yasası ge-çerken de gelecek yıl 1 Mayıs'ta nerede olacak-larını ilan etmekle, yani yine tek gündemle meş-gullerdi. Bu şekilde, sınıflar mücadelesinin dışında

1 Mayıs Öncesinde Sohbet

Obama ziyareti sonrası Ermeni

meselesinden tutun da Kuzey Irak

sorunlarına kadar birçok konuda ABD

Başkanı talimatlarını verip gitmiş,

iktidar ise bunları gerçekleştirirken

gündemle sürekli bir şekilde, istediği

gibi oynamakta, halkın artan açlık ve

yoksulluğunu sürekli bir şekilde göz

ardı etmektedir.

Sayfa 18 Politika Dergisi

Page 19: Politika Dergisi Sayi 14

öznel ihtiyaçlar çerçevesinde gündem oluşturmanın diğer versiyonu, önüne bugünden gelecek yıl Nisan ayında yapılma ihtimali olan yerel seçimleri koymak ve bu ihtiyaca bağlı olarak düşünülmüş Çatı Partisi tartışmaları ile vakit geçirmektir.

Evet, soruyoruz; Taksim için mücadele etmiş olmak biçimindeki ‘kazanç', son yüz yılın en büyük kayıplarının 1 Mayıs öncesi ve sonrasında yaşan-mış olması ile kıyaslanabilir mi? Devrimciler, de-vam eden ve sebep olduğu kayıplar giderek büyü-yen saldırılar karşısında bir çözüm öznesi olarak sahnedeki yerini almak yerine, dar grup çıkarları etrafında içe dönük hesaplarla vakit tüketmeyi sür-dürecek mi?" (3 Haziran 2008, Devrimci Hareket )

Evet, yine bir tekrarla karşı karşıyayız. Yukarıda sözünü ettiğimiz kafa karışıklığı devam ediyor. 29 Mart seçimlerinde, devrimcilerin önemli bir kesimi tarafından burjuva siyaset sahnesinde oy peşinde koşturtulup beklentileri sistem içine çekilen kitlele-rin, 1 Mayıs'ta Taksim'de olmaları isteniyor. Üstelik çağrıcıların bu konuda eylemin ciddiyetine denk düşen bir planlamasının olduğu da söylenemez. Yine kahramanlık hikâyelerine öykünen, ama 1 Ma-yıs akşamı televizyonlara yansıyan acz görüntüleri-nin kimi vicdanları harekete geçirmesinden başarı damıtmaya hazırlanan bir duruşla karşı karşıya-yız. Bu durum solun giderek dünya ve ülke ger-

çekliğinin dışında bütünüyle öznel bir konumda hareket ettiğinin en güncel göstergesidir. Aynı za-manda halk ile devrimciler arasında giderek büyü-yen açının ve yaşanan güven sorununun en etkili nedenlerinden biridir.

Dünya ölçeğinde imaj siyaseti yürütmek, diğer bir ifadeyle gözleri ve akılları gölge oyununa yö-neltip, sürecin temel önemdeki sorunlarının gün-dem dışı kalmasını sağlamak, son yıllarda giderek

Dünya ölçeğinde imaj siyaseti

yürütmek, diğer bir ifadeyle gözleri ve

akılları gölge oyununa yöneltip,

sürecin temel önemdeki sorunlarının

gündem dışı kalmasını sağlamak, son

yıllarda giderek artan biçimde

egemenlerin başvurduğu bir yoldur.

Sayfa 19 Sayı 14

(Yüksek getiri)

(Düşük ücret)

(Şir

ket)

Page 20: Politika Dergisi Sayi 14

artan biçimde egemenlerin başvurduğu bir yoldur. Böylece hem emperyalist politikalar eksiksiz biçim-de uygulanmış hem de halkların tepkisi büyük oranda önlenmiş veya ikincil önemdeki konulara yöneltilmiş oluyor.

Emperyalistler, krizin yükünü halkların sırtına yıkmak için küresel boyutta kararlar alıp IMF, NA-TO, v.b oluşumları bu doğrultuda tahkim ederken; bu saldırgan ve sömürücü politikalarını, Obama'nın ten rengiyle, üslubuyla veya yaptığı içi boş vaatler-le kamufle etmektedir. Türkiye'yi, Kafkaslar ve Orta Asya dâhil tüm bölgeyi etkileyecek emperyalist denklemlerin taşeron bileşenlerinden biri haline getirmek için ülkemizi öncelikli ziyaret listesine alan Obama'nın, üçüncü sınıf bir magazin eşliğinde haber yapılması bu nedenledir.

Obama, Irak'ta asker azaltmanın, şimdilik Đran'a saldırmamanın veya siyahî renginin arkasına sak-lanarak halklara yakın, demokrat bir imaj bırakma-ya çalışırken; Türkiye'de de Tayyip Erdoğan, Na-zım'ın itibarının iadesi, Ahmet Kaya'nın mezarının getirtilmesi, TRT Şeş, v.b ile halkların değişim ve çözüm beklentisini sömürmekte, temel önemdeki hak gasplarını bu şekilde kamufle etmektedir. Đşte 1 Mayısın tatil yapılması da bu kapsamda bir adımdır.

1 Mayıs, işçi sınıfının birlik mücadele ve daya-nışma günüdür. Ülkemizde askeri darbelerin dahi gasp etmeye cüret edemediği haklara göz diken, emekçilerin örgütlü olduğu sendikaları güçten dü-şürüp bir tabela örgütü haline getirmek için her yola başvuran AKP, ülkede sol bir baskılanma da yokken 1 Mayıs'ı tatil yapıyorsa, bunun bir kazanım mı yoksa iktidar tarafından bahşedilmiş bir "şeker" mi olduğuna dair kafa yormak gerekiyor.

Sözümüz özellikle bunu bir zafer, bir kazanım olarak sunan sol kesimleredir. Geçen yıl Taksim örneğinde olduğu gibi "zafer", bu denli sık ve kolay telaffuz edildiğinde, içeriği de ona ulaşma olasılığı

da zayıf düşürülmüş, potansiyel güçler yanıltılmış olur. Bu kadar sık kazanılan(!) zaferlerin neden emekçilerin konumunda bir arpa boyu ilerleme sağlayamadığı açıklanamadığında zafere de ön-cüye de inanç yitirilir.

Bizlerin kaygısı bu çerçevededir. "1 Mayıs tatil yapılmasın" demiyoruz. Đktidar bahşetmiş de olsa, biz bu tatili değerlendirmeli; ama bunun mücadele sonucu kazanılmış bir zafer olmadığı bilinciyle ha-reket etmeli ve oligarşinin bu tatilin gölgesinde ge-liştireceği manipülasyonu önlemeliyiz.

Özellikle belirtme ihtiyacı duyuyoruz ki Çelebi'yle malul DĐSK veya onunla giderek aynılaşan KESK, kuruluş amacına denk düşen en küçük bir adım atmaz ve emek cephesinde yaşanan tükenmeyi bir seyirci gibi izlerken, bu yapıların her yıl 1 Mayıs'ın

Özellikle belirtme ihtiyacı duyuyoruz ki

Çelebi'yle malul DĐSK veya onunla

giderek aynılaşan KESK, kuruluş

amacına denk düşen en küçük bir adım

atmaz ve emek cephesinde yaşanan

tükenmeyi bir seyirci gibi izlerken, bu

yapıların her yıl 1 Mayıs'ın arifesinde

yaptığı "devrimcilik" gösterisini artık

değerlendirmeye değer dahi bulmuyoruz.

Sayfa 20 Politika Dergisi

Page 21: Politika Dergisi Sayi 14

arifesinde yaptığı "devrimcilik" gösterisini artık de-ğerlendirmeye değer dahi bulmuyoruz.

Küçük burjuva, kendini olguların merkezine koyar. Bu nedenle, örgütlü de olsa bir küçük burju-va için, amaçtan ve toplam kazanımlardan öte, ha-reketinin ne yaptığı değil kendisinin ne yaptığı önemlidir. Benzer şekilde, bir küçük burjuva örgüt için, diğer tüm devrimci yapıların ne yaptığı değil, kendisinin ne yaptığı önemlidir. Bu nedenle, ger-çeklikten uzak tanım ve hedefler geliştirir.

Bugün de solun önemli bir kesimi, "Taksim her şeydir" yönlendirmesinin etkisine girmiş; kendi ger-çekliğini olduğu kadar ülke gerçekliğini de göreme-yen bir yanılsama halinde hareket etmektedir.

ŞĐĐRSEL SÖYLEME DEĞĐL GERÇEKLĐĞĐ GÖR-MEYE ĐHTĐYAÇ VARDIR

Devrimcilerin, hızla yaşanmakta olan erime ve geri düşme halinden çıkabilmek için şiirsel söyleme değil; gerçekliği görmeye ve çözüm geliştirme im-kânlarını büyüten bütünlüklü bir perspektife ihtiyacı vardır.

Lenin, tarihin izlediği yolun Nevski'nin kaldırımı gibi düz olmadığını; Mahir Çayan, devrim yolunun engebeli, dolambaçlı ve sarp olduğunu söyler. Bu yol, günübirlik hesaplar üzerine bina edilmiş kolay kazanımlarla değil, devrimi öngören "sabır taşla-rı"yla döşelidir.

Bugün dünyada ve ülkemizde yaşanmakta olan kriz, on yıllardır olmadığı denli sistemin kendi ken-dini teşhirini sağlamakta, halkların egemen yönlen-dirmeler dışında farklı arayışlara yönelmesini hız-landırmaktadır. Bu koşullarda yapılması gereken, 1 Mayıs'ı dar kadro eylemine indirgemek değil, devrimcilerle halkların buluşma zemini haline getir-mektir. Sorun radikal refleksleri büyütmekse; bilin-melidir ki bunun da yolu böyle bir buluşmadan geç-mektedir.

1 Mayıs, aynı zamanda bir yıl boyunca mücade-le içinde elde edilen başarıları/kazanımları taçlan-dırma günüdür. Yani, 30 Nisan'dan devralınanla, 2 Mayıs'a çıkma günüdür. Sanıldığının veya göste-rilmeye çalışıldığının aksine "Taksim" yönlendir-mesinin arkasında radikal bir duruş da yok. Yıl boyu düşülen politikasızlığın ve edilgenliğin bir sapma halinde dışavurumudur yaşanan. Üstelik sahnelenen fiili duruşta önceki örneklerde görüldüğü gibi "üstün" değil "mağdur" duruma dü-şüldüğü için, sınırlı sayıdaki hedef kitlenin moti-vasyonu da arttırılmış olmamakta, aksine giderek azalan bir güven ve artan bir karamsarlık halinin müsebbibi olunmaktadır. Bu gidişat değiştirilmeli, demir tersine bükülmelidir.

Devrimciler, gücünü öncelikle haklılıktan alır. Ezilenlere önderlik ederken sergileyecekleri pratik-lerde, ezilmeyi yeniden üreten acz örnekleri de-ğil, kitlelerin kendine güvenini büyüten yaratıcılık örnekleri ortaya koymalıdır. (Devrimci Hareket dergisi, 24 Nisan 2009.)

Bütün yaşanılan bu süreç içersinde elbet Taksim inkâr edilemez. Devrimciler yukarda belirtilen nedenleri de göz önünde bulundura-caklar ancak yine de Taksimde olacaklardır.

Bu anlayış çerçevesinde sloganlarımız halkın gündemi olmalı, iktidarın ve/veya egemenlerin gündemine kuyrukçuluk yapılmamalıdır.

Saygılarımla…

[email protected]

1 Mayıs, aynı zamanda bir yıl boyunca

mücadele içinde elde edilen başarıları/

kazanımları taçlandırma günüdür. Yani,

30 Nisan'dan devralınanla, 2 Mayıs'a

çıkma günüdür. Sanıldığının veya

gösterilmeye çalışıldığının aksine

"Taksim" yönlendirmesinin arkasında

radikal bir duruş da yok.

Sayfa 21 Sayı 14

Page 22: Politika Dergisi Sayi 14

Sevda EĞER

“Biz 50 sene evvel Kurtuluş savaşı vermiş bir ülkenin çocukları olarak Kurtuluş Savaşı’nın gerçek tahlilini yapmaya her zaman için muktediriz. Biz yine çok iyi biliriz ki Türkiye Kurtuluş Savaşını yap-mak için Samsun’a çıkanlara Đstanbul örfi idaresin-ce ve mahkemelerince idam cezası verilmiştir. Ve yine bilmekteyiz ki, Osmanlı Đmparatorluğu yüzler-ce generalinden ancak birkaç tanesi Kurtuluş sava-şına iştirak etmiştir. Ve yine bilmekteyiz ki Kurtuluş Savaşı yapıldığı sırada Đstanbul’da bulunanlar bun-ları yapanlara eşkıya demiştir.

“Đkinci Dünya savaşı sırasında faşizme hayır di-yen gençler, ilerici gençlerdi. Ve 28 Nisan 1960 tarihinde özgürlük savaşı veren gençlerdir. Amerikan emperyalizmi tarafından Đnönü hükümetten düşürül-düğünde protesto gösterisi yapan gençler, ilerici genç-lerdir. Anayasa’ya Bağlılık Mitingi’ni de bizler yaptık. O günün mitinginde iktidarın kiralık adamlarından ve poli-sinden dayak yiyen de gene bizlerdik.

Gerçekler örtülmek isteni-yor. Mustafa Kemal’e ger-çekten sahip çıkanlar var-sa onlar da bizleriz. Onun Đstiklal-i tam prensibini ve onun Đstiklal-i tam Türkiye idealini yalnızca biz de-

vam ettiriyoruz.

Đddia makamı bizim vermekte olduğumuz Bağım-sızlık Savaşına karşıdır. Türkiye Cumhuriyeti Ana-yasası’na karşı, reformlara karşı ve bu nedenle bizim Anayasa’yı ilgaya teşebbüs ettiğimizi ileri sürmektedir. Çünkü Süleyman Demirel hala ortada gezmektedir. Kudreti yetiyorsa Süleyman Demirel hakkında aynı şekilde dava açsın, onlar 36 milyon-luk ülkenin bütün yükünü 20 gencin üzerine yıkma-ya alışmışlardır.

Süleyman Demirel’in Anayasa’yı ihlaline, despo-tizmine ve ülkeyi Amerika’ya satmasına ses çıkarıl-madı. Ve meydanlarda bunlara karşı bizler dövüş-mek zorunda kaldık, bizler kurşunlandık. Ve so-nunda idam isteğiyle buraya getirildik.

Türkiye’nin bağımsızlığından başka hiçbir şey istemedik ve hayatımızı bu yola koyduk.

Varlığımızı Türkiye halkına armağan ettik. Bunu aksini iddia edenler vatan hainidir.

Bizim düşmanlarımız, Amerikan emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçileridir.

Bizim kişi güvenliğini, mülkiyet hakkını, egemen-lik ilkelerini milli bütünlüğü bozmak için harekete geçtiğimiz iddiaları vardır.

Kişi güvenliğini ihlal edenler kimlerdir? Bunu ev-vela tespit etmemiz lazım. Karakollarda işkence gören bizler olduk. Meydanlarda kurşunlanan bizler olduk. Bakanların emriyle içeri atılanlar bizler ol-duk. Buna rağmen kişi güvenliğini bozan olmakla itham ediliyoruz. Asıl kişi güvenliğini bozanlar ise serbestçe meydanlarda dolaşmaktadır.

Mülkiyet hakkını ortadan kaldıracağımız iddia

Devrimin Ruhu—Deniz

“Türkiye’nin bağımsızlığından başka bir

şey istemedik. Ve bu sebeple Amerikan

emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı

mücadele verdik. Bundan dolayı da

ölümden korkmuyoruz. Onu ancak

işbirlikçiler düşünsün ve ancak onlar

kendi canlarının telaşına düşsün. Ve ben,

24 yaşındayken, kendimi Türkiye’nin

bağımsızlığına armağan etmekten onur

duyuyorum. ‘Deniz Gezmiş’ - Savunma”

Sayfa 22 Politika Dergisi

Page 23: Politika Dergisi Sayi 14

ediliyor. Bizatihi Anayasa mülkiyet hakkını toplum yararına kısıtlamıştır. Mutlak mülkiyet hakkı tanıma-mıştır. 50 köye sahip bir toprak ağasını Anaya-samız kabul etmez.

Milli bütünlüğe karşı çıkmakla suçlanıyoruz. 101 tane Amerikan üssünün bulunduğu ülkede milli bütünlüğü bozmak istemekle itham edilmemiz gülünç olmaktadır.

Mustafa Kemal sağ olsaydı bu gün çok şaşırırdı. Đddianame baştan beri sırf kelle istemek maksadıy-la hazırlanmıştır. Hukuki kıymet ve değerden mah-rumdur. 21 yılın hesabını 21 gençten sormak mak-sadıyla ve suçluların telaşı içerisinde hazırlanmış bir iddianamedir.

Türkiye’nin bağımsızlığından başka bir şey istemedik. Ve bu sebeple Amerikan emperyaliz-mine ve işbirlikçilerine karşı mücadele verdik. Bundan dolayı da ölümden korkmuyoruz. Onu ancak işbirlikçiler düşünsün ve ancak onlar kendi canlarının telaşına düşsün. Ve ben, 24 yaşındayken, kendimi Türkiye’nin bağımsızlığı-na armağan etmekten onur duyuyorum. ‘’ Deniz Gezmiş-Savunma (Kısaltılmıştır)

**

1961 Anayasası, Menderes’in zorba hükümdarlık anlayışından sonra adeta yalancı bahar coşkusu yaratmış iken demokrasiye hasret memleketin yurt-taşlarında, buzdağının görünmeyen kısmı homur-danıyordu aynı memleketin temellerinde. Mende-res ve dava dostları yargılanmıştı yargılanmasına ancak; öncesinde imzalanan ve günümüzde bile hala gerçek nüshalarına ulaşılamayan, birçoğunun hala içeriği bile tam olarak anlaşılamayan uluslara-rası anlaşmalar, protokoller vardı. Ekonomi yerle bir olmuştu. Tarikatçılık hızla gelişimini sürdürürken, faşist milliyetçilikte siyasi destekle sağ sol çatışma-larını körüklemekteydi. NATO, SEATO -dolayısında - CENTO anlaşmalarının ağır yükümlülükleri, özel-likle üniversiteli gençlerin deşifreleriyle hızla gün yüzüne çıkmaktaydı. Üniversitelere uygulanan yo-ğun baskı ve öncesinde gerçekleşen SBF ve Ha-cettepe Üniversitesi’ndeki kanlı olaylar, işkencede ölen, gözaltında kaybolan, sokakta vurulan gençle-rin sayısının giderek artması, tarafları silahlı çatış-malara sürükledi. “Deniz”lerin yargılanmaları da işte böyle bir ortamda başlamış oldu.

Davanın en önemli gerekçesi, Türkiye Halk Kurtu-luş Ordusu (THKO) kurucusu olan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının TCK’nin 146. maddesini ihlal et-tikleri idi. Ve savcı Baki Tuğ’un isteği bu suç bağla-mında idamdı.

16 Temmuz 1971 tarihinde Altındağ Veteriner Okulu binasında Tuğgeneral Ali Elverdi başkanlı-ğında Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Mahkeme-

sinde başlayan yargılamalar 9 Ekim 1971 günü sona erdi. Đdam cezalarının infazı için meclis oyla-ması mecburiyeti, talimatlara göre -mecburiyetten- karar veren hakim ve savcılardan vebali alıp, biza-tihi sorumluların boynuna atmış oldu.

24 Nisan 1972 günü TBMM’de yapılan oylama-ya 115 milletvekili katılmadı. Katılmayanlar arasın-da Necmettin Erbakan, Osman Bölükbaşı bulunu-yordu. Đsmet Đnönü, Bülent Ecevit siyasi suçlarda idam olmaması gerektiği savıyla “hayır” oyu kul-landı. Toplamda 276 kişinin “evet” oyuna karşın 48 kişinin “hayır” demesi sonucu değiştirmedi. Đdam edilmelerine el kaldırarak onay verenler ara-sında Süleyman Demirel, Alparslan Türkeş, Nahit Menteşe, Đsmet Sezgin ve Necmettin Cevheri de bulunmaktaydı.

Deniz Gezmiş, Hüseyin Đnan, Yusuf Aslan ve arkadaşları yaptıkları eylemlerden çok, yapma ihtimali öngörülen eylemleri ile yargılandı. Ancak onları sevenler, onları anlayanlar, hatta anlamayıp sadece hayran olanlar, sevenler hem de sebepsiz sevenler ve daha bilmem kimler tarafından hatıra-ları daima yaşatıldı.

Yaşlarından beklenmeyecek cesaretleri mi, da-rağacına giderken bile umutla soğuk avluda çınla-yan “Yaşasın tam bağımsız Türkiye” sözleri mi bilinmez… Ama bilinen o ki; onlar, birinin boynun-da kolye, birinin dilinde bir türkü, birinin evladına verdiği bir isim, bir başkasının duvarında bir resim olarak yıllarca acı ama gururla yaşatıldı. Herkes iyi bildi ki onlar devrimciliğin olanca ateşiyle yanarken aslında kötü ve yanlış hiçbir şey yapmadı.

[email protected]

“Deniz Gezmiş, Hüseyin Đnan, Yusuf

Aslan ve arkadaşları yaptıkları

eylemlerden çok yapma ihtimali

öngörülen eylemleri ile yargılandı.

Ancak onları sevenler onları

anlayanlar, hatta anlamayıp sadece

hayran olanlar, sevenler hem de

sebepsiz sevenler ve daha bilmem

kimler tarafından hatıraları daima

yaşatıldı.”

Sayfa 23 Sayı 14

Page 24: Politika Dergisi Sayi 14

Nihat ATAR

Canlı türleri içinde insanı farklı kılan özelliklerin başında düşünebiliyor, sorgulayabiliyor, üretebili-yor, sürekli olarak yaşamını daha iyi hale getirebil-me arayışı içinde olabiliyor olması gelir. Elde ettiği her iyi ve yeni, onu bu konuda daha çok çaba sarf etmeye yönlendiriyor. Açgözlülük, doyumsuzluk, tatminsizlik olarak da yorumlanan insanın bu özelli-ğini, yaşamını ve neslini devam ettirme içgüdüsü-nün, bir garanti arayışı veya ortaya çıkış biçimidir diyebiliriz. Đnsan türünün bu özelliğini, insanların oluşturduğu tüm toplumlarda ve toplumsal örgüt-lenmelerde de aynen görmekteyiz.

Đnsan ve oluşturduğu toplumlar sürekli olarak değişime ve yenilenmeye açık olmak zorundadır. Bir başka ifadeyle çağın bilimselliğine, teknolojisine ve kültürüne ayak uydurmak zorundadır. Bu zorun-luluğun gereklerini yerine getiremeyen toplumlar öteki toplumların dayatmaları, sömürüsü ve gücü karşısında öteki canlı türlerinin konumuna düşerler.

Doğal süreci içinde bilimsel, teknolojik ve kültürel gelişimini sağlayıp özgürleşemeyen toplumlarda değişim ve egemenlik modelinin belirlenmesi iki şekilde olabilir. Birincisi: toplumu oluşturan bireyle-rin yaşamını ve neslini devam ettirme içgüdüsünün zorlamasıyla, gereksinimleri gerçekleştirmek ve yaşamını daha kaliteli hale getirmek için siyasal iktidara karşı tepki vermesidir. Bu tepki verme de-mokrasilerde yasaların belirlediği eylem biçimleri şeklinde olur. En etkin tepki de seçimlerde oyunu vermeyerek iktidarı değiştirmektir. Bu yöntemin

uygulanmasında en büyük risk halkın kendisine tanınan bu eylemlerde başarılı olmasına yetecek, ekonomik ve siyasal özgürlüğe sahip olmaması ihtimalidir. Bireyler temel gereksinimlerini karşıla-makta kendisine tanınan olanaklarla çözüm oluştu-ramasa ve bu çözümsüzlük kronikleşirse, yasalara, kurulu devlet düzenine ve değer yargılarına olan inancını ve saygısını yitirir. Doğru ile yanlışı ayırt edemez hale gelir. Hem bu durumda, hem de de-mokrasinin geçerli olmadığı toplumlarda ise toplum içinde isyan, soygun, terör gibi olaylar artar. Her-kes kendini yasaların ve devletin yerinde görmeye başlar.

Değişim uygulamasının ikinci şekli değişimin si-yasal iktidarlar tarafından veya işgal altında kalma gibi durumlarda, başka toplumlar tarafından toplu-ma uygulanmasıdır.

Toplumsal değişimler eğer kendi doğal süreci ve kuralları içinde gerçekleşmiyor ise uygulamada bir dayatma ya da zorlama söz konusudur. Her zorla-manın da bir karşı tepki yaratması doğaldır. Zorla-malar çoğunlukla dışarıdan topluma yönelik olur. Nadiren de toplumların kurulu düzene ve egemen unsurlara karşı olduğu görülür.

Osmanlılıktan Cumhuriyete geçiş bir devrim ya da bir toplumsal değişim örneğidir. Çağının yaşam standartlarının çok gerisinde kalmış Türk toplumu için hayati önem taşıyan ve gecikmeye tahammülü kalmamış bir değişimin gerçekleşmesi söz konusu olmuştur. Toplumun böylesi bir devrime gereksini-mi çok büyüktü. Ancak, ekonomik ve siyasi özgür-lükten yoksun olan bu toplumdan, düşüncede, inançlarda, hukukta, hak ve özgürlüklerde, yaşam biçiminde, ekonomide ve egemenlikte değişim, daha açık bir anlamda devrim gerçekleştirmesi, ya da böylesi kapsamlı bir devrime uyum sağlayıp sahip çıkması beklenemezdi.

Devrimlerin topluma mal edilmesi için öncelikle kültürel alt yapının sağlanması, bunun için karşı kültürel akım, yapı ve kurumların tasfiyesi gerekir-

Devrim—Karşı Devrim

“Aydınlanma ve uygar bir millet olma

adına başlattığımız devrim, gününden

evvel ve tüm organlarını

tamamlamadan doğan, çok fazla ve

sağlıklı bir yaşam şansından uzak bir

bebek gibi yaşama başladı. Kısa bir

zaman sonra da karşıtlarıyla tanıştı.

Karşı devrimle aralarında devam eden

mücadelede henüz üstünlük

sağlayabilen yok.”

Sayfa 24 Politika Dergisi

Page 25: Politika Dergisi Sayi 14

di. Toplum yeniliklerin kendi yaşamında meydana getireceği olumlu gelişmeler konusunda bilgilendiril-meliydi. Kısacası toplum bu yeniliklere motive edil-miş olmalıydı. Ne yazık ki bu hususlar gerçekleştiri-lemedi. Aydınlanma ve uygar bir millet olma adına başlattığımız devrim, gününden evvel ve tüm or-ganlarını tamamlamadan doğan, çok fazla ve sağ-lıklı bir yaşam şansından uzak bir bebek gibi yaşa-ma başladı. Kısa bir zaman sonra da karşıtlarıyla tanıştı. Karşı devrimle aralarında devam eden mü-cadelede henüz üstünlük sağlayabilen yok.

Toplumsal değişimlerden ya da devrimlerden ön-ce, karşıt akımların, yapıların, kurumların tasfiye edilerek devrime uygun ortam hazırlanması, böyle-ce siyasal egemenlikten önce kültürel egemenliğin sağlanması ilkesinin, sömürgen odaklar ve işbirlik-çileri iktidarlarca çok iyi bilindiğini, özenle uygula-dıklarını görüyoruz.

Cumhuriyet döneminin aydınlanma ve çağdaşlaş-ma devrimine karşıtlığını üslenmeyi kendileri için yaşamsal bir görev sayan siyasal iktidarlarımız, kültürel egemenlik kurma konusundaki girişimleri-ne, kendileri için sakıncalı gördükleri kurumların tasfiyesi ile başladılar. Köy Enstitüleri kapatılıp yeri-ne imam – hatipler açıldı. Sonra Halk Evleri kapatıl-dı. Eğitimde bilimsellikten uzaklaşıldı. Üniversite yönetimlerinde kadrolaşma sağlandı. Şimdilerde TÜBĐTAK’ın kendisine ismini veren bilimsellik kimli-ğinden uzaklaştırılmasına çalışılıyor. Yönetimine yapılan müdahalelerle üniversitelerde ve YÖK de hâkimiyet kurdular. Yargıya ve TSK’ya karşı, ABD ve AB işbirliği içinde bir yıpratma kampanyası baş-latıldı. Laikliğe karşı duruş ve söylemler, dini inanç-ları ve kuralları yasalardan üstün göstermeye çalış-malar, devlet yönetiminin her kademesindeki uygu-lamalarla yaşam biçimine dönüştürülmeye çalışılı-yor.

Aydınlara ve siyasal iktidar muhaliflerine yönelik, hukuka aykırılıklar taşıyan “Ergenekon” soruştur-malarıyla bir korku toplumu yaratma çabasındalar. Basın ve medyaya akıl almaz baskılar yapılıyor. Atatürkçü düşünceyi, çağdaşlığı savunan dernekle-re, muhalif siyasi partilere, kısacası iktidarlarına muhalif tüm kurumlara ve kişilere karşı baskı uygu-luyorlar. Seçim ortamlarında dağıttıkları sadakalar-la, yolsuzluklar konusundaki duyarsızlıklarıyla top-lumdaki değer yargılarını ve bireylerin kendilerine olan saygılarını zaafa uğratılıyor. Bir siyasi yetkili-nin veya devlet yöneticisinin yolsuzluk yapmış oldu-ğu veya rüşvet aldığı iddia edildiğinde, bu durum tepkiyle bile karşılanmaz oldu. Hatta “helal olsun, yaman adammış, rüşvet almayan, yolsuzluk yap-mayan mı var” gibi değerlendirmeler yapılmaya başlandı.

Türkiye’de yaşanan bir karşı devrimdir. Bu sade-ce bir siyasi parti veya iktidar sorunu değildir. Şu

anda yargılanan kişi veya kurumların mağduriye-tinden ibaret de değildir. Yargıya herkesin bir gün ihtiyacı olabilir. Birilerini sorgulamakla, sorumlu ya da suçlu aramakla geçiştirilemeyecek bir sorunla karşı karşıyayız. Toplumlar gelişme ve çağdaşlaş-ma sürecini geciktirme veya ihmal etme şansına sahip değildirler. Kültür değişimlerinin sağlıklı bi-çimde yaşanabilmesi, kendine özgü kuralları ve süreci içinde gerçekleşmesine bağlıdır. Đnsanın ve toplumların gelişmelerini önlemek, ya da geciktir-mek, toplumsal çözülmelere ve insani özellikleri-nin yitirilmesine neden olabilir.

Bütün bu hususlar dikkate alındığında, konuya inançlarımızdan, etnik ayrılıklarımızdan, siyasi parti tercihlerimizden, duygusallıklarımızdan, öfke-lerimizden ve saplantılarımızdan uzaklaşarak sağ-duyulu bir yaklaşım içinde bakmamızın gerektiği inancındayım. Bilimselliğin ve insancıllığın gereği-ni yerine getirme konusunda,”bizimkiler” - “ötekiler “ ayrımına girmeden, yeni düşmanlıklar yaratma-dan hareket etmek zorundayız.

Yanlışları yapanlarla düzeltmeye çalışanları bir araya getiren paydada buluşmak dileğimdir.

[email protected]

“Türkiye’de yaşanan bir karşı

devrimdir. Bu sadece bir siyasi parti

veya iktidar sorunu değildir. Şu anda

yargılanan kişi veya kurumların

mağduriyetinden ibaret de değildir.

Yargıya herkesin bir gün ihtiyacı

olabilir. Birilerini sorgulamakla,

sorumlu ya da suçlu aramakla

geçiştirilemeyecek bir sorunla karşı

karşıyayız.”

Sayfa 25 Sayı 14

Page 26: Politika Dergisi Sayi 14

Mehmet Burak KAHYAOĞLU

ABD’de başlayan ve bütün dünyayı etkisi altına alan finansal kriz bugün itibariyle daha öngörülebi-lir bir hal aldı. Kriz, iflaslarla başlayarak bir şok etki-si yarattı, büyük çaplı zararlarla devam etti ve en sonunda reel sektöre sıçrayarak dünya çapında bir resesyona (durgunluğa) sebep oldu. Krizin yarattı-ğı korku nedeniyle, tüketicilerin talebi kesmesi dün-ya ticaretini daralttı. Krizin etkilerini hafifletmek amacıyla alınan bölgesel önlemler sonuç vermedi

ve gözler G–20 zirvesine çevrildi. G–20 zirvesin-den de 1 trilyon dolarlık gücü ile dünyanın kurtarı-cısı rolüne sahip bir IMF çıktı. Bunun yanında küre-sel ticaretin artırılması, korumacılığın engellenmesi ve finansal sektöre ilişkin sıkı düzenlemeler yapıl-ması konularında mutabakat sağlandı. Şimdi dün-ya, küresel ölçekte alınan önlemlerin etkilerinin ne olacağını merakla bekliyor.

Krizin şokunu üstünden atan dünya, şimdi so-rumluları araştırmaya başladı. Olağan şüpheliler olarak tabii ki türev ürünler ve hedge fonlar başrol-de görünmektedir. G–20 zirvesinden çıkan sonuç-lar da türev ürünler ve hedge fonların sıkı denetime tabi tutulması yönündedir. Bununla birlikte gözden kaçmayan bir başka sorumlu grup ise üst düzey şirket yöneticileridir (CEO). Firmaları rekor zararlar yazarken ve hükümetlerin kapılarında batmamak için dilenirken, CEO’ların milyon dolarlık ikramiye-leri kamu vicdanında derin yaralar açmaktadır. Üs-telik krizin bu boyuta ulaşmasındaki en önemli un-sur CEO’ların ücretlendirme yönetimidir. Yaşanan gelişmelerin gösterdiği üzere, küresel organizas-yonlar üst düzey şirket yöneticilerinin ücretlendiril-mesinde sosyal patlamalar yaratacak ölçüde kan-tarın topuzunu kaçırdılar. Hem krizin en önemli sorumlusu olmaları, hem de krizden hiçbir yara almayarak sıyrılmaları, üstelik bir de tazminat ola-rak milyon dolarlar almalarına kimse tahammül edememektedir. Öncelikle CEO’ların ücretlendirme politikalarına göz atalım.

Finans Krizinde Üst Düzey Yöneticilerin Sorumluluğu

Olağan şüpheliler olarak tabii ki türev

ürünler ve hedge fonlar başrolde

görünmektedir. G–20 zirvesinden çıkan

sonuçlar da türev ürünler ve hedge

fonların sıkı denetime tabi tutulması

yönündedir. Bununla birlikte gözden

kaçmayan bir başka sorumlu grup ise

üst düzey şirket yöneticileridir (CEO).

Sayfa 26 Politika Dergisi

Page 27: Politika Dergisi Sayi 14

Üst düzey şirket yöneticilerinin ücretlerini 5 ana başlık altında toplamak mümkündür. Bunlar;

1. Baz Ücret: Aylık maaş

2. Yan Faydalar: Şirket arabası ve şoförü, mobil şirket iletişim aracı ve bağlantıları, şirket bilgisayarı, sağlık sigortası, periyodik sağlık kontrolleri, mesleki dernek üyeliği aidatları, özel kulüp aidat ödemeleri, ev kirası, çocuklarının özel eğitim giderleri, taşınma giderleri, yabancı dil eğitimi giderleri gibi organizas-yonun gereksinimlerine, konumuna, lokasyonuna göre uzayan bir liste.

3. Kısa Dönemli Özendiriciler: Yıllık performans primleri

4. Uzun Dönemli Özendiriciler: Özel emeklilik planları, hayat sigortası, hisse senedi sahibi olma seçenekleri, uzun dönem performans primleri.

5. Altın Paraşüt (1)

Baz ücret, yan faydalar ve uzun dönemli özendiri-ciler, yöneticilerin toplam gelirlerindeki pay olarak diğer iki ücrete nazaran daha düşük orandadır. Yö-neticilerin gelirlerindeki önemli bir kısmı yıllık per-formans primleri ve şirketten ayrılmaları halinde alacakları tazminatlar teşkil etmektedir. Kısa dö-nemli özendiriciler kanımca, krizin başlamasında ve bu boyutlara gelmesinde en önemli unsurdur. Kısa dönemli (1 yıllık) performanslarına göre yüksek oranda prim alma hakkı kazanan CEO’lar büyük riskler aldılar ve bu riskleri görmezden geldiler. Çünkü yüksek risk firma için yüksek kazanç demek-tir, aynı zamanda CEO için yüksek prim! Zaten bu şekilde güdülenen bir yöneticiden başka bir şey beklemek sanırım imkânsızdır; fakat burada önemli olan konu, kısa dönemli yüksek performans uğruna uzun dönemli performansın riske atılmasıdır, ki bu-rada altın paraşüt kavramı devreye girmektedir. Bilindiği üzere kâr ve zarar kardeştir ve bunu çok iyi bilen CEO’lar, aldıkları yüksek riskler sonucunda oluşabilecek zarar neticesinde şirketten ayrılmak durumunda kaldıklarında, kendilerini garantiye al-mak için astronomik tutarlarda tazminatlar almaları-nı sağlayacak maddeleri sözleşmelerine koymakta-dırlar. Kısacası yönettikleri şirketler batarken kendi-leri zengin olmaktan çekinmemektedirler. Yönetici-ler için her durumda kazan-kazan anlamına gelen bu uygulamalar ise kamuoyunda şiddetle eleştiril-mektedir.

Günümüz küreselleşme düzeyinde büyük şirket-lerin hisse senetleri dünyanın birçok ülkesinde alı-nıp satılmaktadır. Dünyanın her yerinden küçük yatırımcıların yatırım yaptığı bu şirketler, küresel çapta iş ilişkilerine sahip olduklarından, yaşanan bir finansal kriz aynı anda birçok yeri etkileyebilmekte-dir. Bunun yanında bu tipteki krizlerin nihai faturası

(Enflasyon, işsizlik, vergiler, ücretlerin düşmesi vb.) çoğu zaman sokaktaki vatandaşa kesilmekte-dir. Bu nedenle üst düzey şirket yöneticilerinin üc-ret yapılarının organizasyonun tüm paydaşları için (yatırımcılar, müşteriler, tedarikçiler, rakipler, ka-mu yönetimi ve toplum) adil ve makul bir düzeyde olması gereklidir. (2)

Altın paraşüt kavramına ilk ciddi eleştiri ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’den gel-di. Bush’un ekonomik krizi engellemek adına 700 milyar dolarlık paket için ABD Kongresini ikna et-meye çalıştığı sırada söz alan Pelosi tepkisini ‘‘Mali sorumsuzlukla, ekonomide her şey mubah zihniyeti birleşti ve bugün bulunduğumuz noktaya geldik. Yani düzenleme yok, denetim yok, disiplin yok. Ve eğer çakılırsanız, vergi ödeyen vatandaş-ların paralarıyla size altın bir paraşüt veriliyor. O günler geçti. Beyler, parti bitmiştir’’ sözleriyle orta-ya koydu. Bunun yanında 700 milyar dolarlık kur-tarma paketinden faydalanan bankaların 2007 yılı sonu itibariyle üst düzey yöneticilerine maaş ve emeklilik ikramiyesi dâhil 40 milyar dolar borcu olduğu ortaya çıktı.

Pelosi’nin tarihi konuşmasından sonra gözler CEO’ların tazminatlarına çevrildi ve karşılaşılan

Bilindiği üzere kâr ve zarar kardeştir ve

bunu çok iyi bilen CEO’lar, aldıkları

yüksek riskler sonucunda oluşabilecek

zarar neticesinde şirketten ayrılmak

durumunda kaldıklarında, kendilerini

garantiye almak için astronomik

tutarlarda tazminatlar almalarını

sağlayacak maddeleri sözleşmelerine

koymaktadırlar.

Sayfa 27 Sayı 14

Adı Kovulduğu Şirket

Tazminat (milyon do-

lar) Bob Nardelli Home Depot 210

Hank Mckinnell

Pfizer 200

Stan O’Neal Merrill Lynch 160

Philip Purcell Morgan Stanley

62

Carly Fiorina Hewlett Packard

21

Page 28: Politika Dergisi Sayi 14

manzara inanılmazdı. Đşte birkaç örnek;

CEO’ların bunlarla yetinmeyerek ‘‘altın tabut’’ kavramı ile öldükten sonra bile yakınlarını koruma-yı amaçlayan bir takım maddeleri sözleşmelerine koymayı başardıklarını görüyoruz. Örneğin, bir şir-ketin CEO’su ölümü halinde ilk yıl 2 milyon dolar, ikinci yıl bunun % 75’i, üçüncü yıl ise % 50’sinin yakınlarına ödenmesini, anlaşmasına koyabilmeyi başarmış.

Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ise Ey-lül 2008’de yaptığı konuşmada krizin sorumlusu olarak CEO’ları gösterdi ve yöneticilerin yanlış yap-tıktan sonra altın paraşütle kaçamamaları gerekti-ğini; ayrıca, yönetici ücretlerinin uzun dönemli reel performanslarına göre belirlenmesi gerektiğini be-lirtti. Hatta sorumluların (CEO’lar) adaletin sağlan-ması için en azından para cezasına çarptırılmaları-nı önerdi.

Bu konuya önem veren bir diğer isim ise yeni ABD Başkanı Barack Obama oldu. Bu durumdan duyduğu rahatsızlığı dile getiren Obama, konuya son noktayı koyan isim oldu ve CEO’ların devlet yardımı talep etmelerine rağmen, yıllık 20 milyon doları bulan maaşlarından feragat etmeye yanaş-mamalarını yöneticilerin arsızlığı olarak değerlen-dirdi. Sigorta şirketi AIG’nin devletten 170 milyar dolar yardım aldıktan sonra çalışanlarına 165 mil-yar dolar ikramiye dağıtması ise ABD’de kamuoyu-nun sinirlerini iyice gerdi. Bunlara tepki olarak, ABD’de Sorunlu Varlıkları Kurtarma Programı (TARP) olarak adlandırılan finans sektörünü kurtar-ma paketi çerçevesinde yardım alan bankaların üst düzey yöneticilerinin yıllık maaşlarına 500 bin dolar sınırı getirileceği belirtildi. Esas önemli nokta ise şirket yöneticilerinin maaşlarının uzun dönemli performanslarına göre belirlenmesi gerektiği kabul edildi. Böylece artık, şirket yöneticileri ya da çalı-şanları, kısa vadede zafer tadında başarılar sağla-mış olsa da, uzun vadede aynı başarı yakalanamı-yorsa yüksek ödemeler alamayacaklar.

Son olarak 2 Nisan’da toplanan G20 zirvesinde mali sistemin sıkı denetime tabi tutulması yönünde bir karar alınmıştır. Bu karar elbette CEO’ların üc-retlendirme sistemine de yansıyacaktır.

Yaşadığımız küresel finans krizinin oluşmasında ve etkilerinin derinleşmesinde CEO’ların ücretlen-dirme sisteminin büyük payı olduğu herkes tarafın-dan kabul edilmektedir. Küreselleşmiş bir dünyada geminin kaptanı konumunda olan CEO’ların yük-sek risk almalarına ve bu riskleri görmezden gel-melerine yol açan ücretlendirme sisteminin sonucu olan bir finansal kriz ile karşı karşıyayız. Bireysel yatırımcılar ile kurumsal yatırımcıların finansal sis-teme olan etkilerini karşılaştıracak olursak, zaten kurumsal yatırımcıların nihai karar vericisi konu-

munda olan CEO’ların etkisinin çok yüksek olduğu-nu söyleyebiliriz. Açıkçası bireysel yatırımcıların finansal piyasalardaki rolü daha çok edilgen ko-numdadır. CEO’lar (kurumsal firmalar) daha çok piyasaya yön veren konumundadır. Bu konumların-dan dolayı finansal sistemin denetimine CEO’ların ücretlendirme sistemlerinden başlanması kaçınıl-maz görünmektedir.

Dipnotlar

(1) Akçasoy,Gül, ‘’Yönetici Ücretleri ve Altın Paraşüt’’,www.ydd.org.tr,2008

(2) Akçasoy, “a.g.e”, 2008

[email protected]

Sayfa 28 Politika Dergisi

Page 29: Politika Dergisi Sayi 14

Erbil DENĐZ

Yıllardır hep tartışma konusudur ülkemizdeki se-çim sistemi. Adil olmadığından, eşitçe temsil sağla-namadığından ve dolayısıyla demokrasinin tam olarak işlemediğinden yakınılır. Sanki demokrasi için seçim sisteminin düzelmesi yetecekmiş gibi. Oysa az çok demokrasi modellerinden haberdar olanlar bilirler ki; baraj formülünün uygulanması, yönetimsel açıdan önemlidir. Aksi halde, yönetimde ve muhalefette birçok farklı görüş ve çıkar grupları oluşabilir ve bu da ülke yönetiminin bazı konularda karar alamamasına ve kilitlenmesine neden olur. Ama bu baraj nasıl olmalıdır? Asıl düşünülmesi, eleştirilmesi gereken konu bu olmalı. Yüzde 10’luk baraj yüksek belki, ama yüzde 5’lik baraj da fazla düşük olabilir. Yeni bir düzenleme, yeni bir model uygulanabilir. Bu modelin yeryüzünde benzeri ol-ması da gerekmez. Ülke olarak zaten benzersiz bir yapıya sahip olduğumuz için, kendimize uygun bir model de düzenleyebiliriz.

Farklı fikirlerin ve tavırların daha fazla temsil edil-mesi için bu düzenleme kaçınılmaz olarak gözük-mekte. Şu anki sistemden en çok şikâyetçi olan siyasi partilerin başında hiç kuşkusuz DTP gelmek-te. Bu da, hem halkta, hem de politikacılarda ister istemez kuşku uyandırmakta. “Yeni düzenlemeler, DTP’nin güçlenmesini sağlarsa?” sorusu içten içe ayak sürümelere neden olmakta. DTP için şu an farklı bir durum yok, zira bağımsız adaylarla da olsa mecliste yerlerini alabiliyorlar artık. Korkuyla ilerle-mek ne kadar mümkün olabilir? Bu konuyu milli duygulardan uzak tutmak gerekir. Her ne kadar DTP’nin malûm bölücü terör örgütünün siyasi kana-dı olduğu gün gibi ortada olsa bile, hukuk devletle-rinde bunu engellemenin yolları bellidir. Zorluklar çıkararak değil, gerekli düzenlemeleri ve caydırıcı-lıkları kullanarak engellemek gerekir. Konuyu sade-ce DTP endeksli düşünmemekte fayda var; örne-ğin, 2002 genel seçimlerindeki tabloyu hatırlayalım. Yaklaşık olarak yüzde 45’lik kesim meclis dışında kaldı. Böyle bir durumda demokrasiden bahsetmek ne kadar mümkün peki? DYP yüzde 9.5, MHP yüz-de 8.3 ve GP yüzde 7.2 ile dışarıda kaldı. Bu sis-temden dolayı halk da istediği partiyi desteklemekte zorlanıyor, oy vermeden önce akıllara gelen “Bu parti barajı geçemezse, bu yüzden oyum boşa gi-derse?” fikri, hep ikinci partilere yönelmeye veya baraj altında kalan partilerin hakkı olan milletvekili sayılarının, başka partilere verilmesine yol açıyor.

Son yerel seçimleri göz önüne alırsak, tablo daha da net ortaya çıkmakta. Siyasi partilerin aldıkları

oyların dağılımlarına ‘bölgesel’ olarak bakarsak, ne kadar haksız bir düzen olduğunu anlarız. Kısa-ca, ülkemizde her partinin hâkim olduğu iller ve/veya bölgeler mevcut. Bu durumda farklı bir düzen uygulanmalıdır. Peki, bu eşitsizlik nasıl ortadan kalkabilir? Çaresi var mıdır?

‘Bölgesel Baraj Modeli’ diye bir sistem oluşturu-labilir. Bu modelde, genel baraj ortadan kaldırıla-rak, bölgesel barajlar konulabilir. Bu bölgesel ba-rajların sabit bir oran olması yerine doğal bir oran ile gerçekleşmesi gerekmekte. Peki, ‘Doğal oran’ nedir? Her bölgenin kendine özgü bir barajı olma-sıdır. O şehrin temsil edileceği milletvekillerinin, siyasi partilerin yine o şehirde aldıkları oy oranın-da temsil edilmesi. Kısaca, 5 milletvekili hakkı olan bir şehirde, 1 milletvekilliği oranı, kullanılan oyların yüzde 20’si olarak düşünülebilir. Boş kalan millet-vekillikleri ise öncelikle bölgesel oy çoğunluğu, daha sonra genel oy oranı ile dağıtılabilir. Kaba tabir ile bu şekilde anlatmak mümkün bu modeli. Đlk bakışta oran yüksek gözükebilir ancak en bü-yük il olan Đstanbul’un 7 milyon seçmen sayısı ve 85 milletvekilliği olduğu düşünülürse, her milletve-killiği yaklaşık 80.000 oya denk gelmektedir (herkesin seçime katılması halinde) ve bu da Đs-tanbul gibi bir il için fazla olmasa gerek. Bu sistem için farklı türler de denemek mümkün. Örneğin il bazında doğal oran olabileceği gibi, bölge bazında da olabilir. Açıkta kalan milletvekillikleri içinse, il / bölge / genel gibi sıralama yapılabileceği gibi, sa-dece ülke geneli oy oranı da kullanılabilir.

Tabii bu model akla eyalet düzenini getirebilir; ama bunu da gerekli düzenlemelerle sınırlarını belirleyerek aşmak mümkün. Olumlu tarafları; her siyasi partinin yerel seçimlere ve bölgelere daha

Bölgesel Baraj Modeli

Son yerel seçimleri göz önüne alırsak,

tablo daha da net ortaya çıkmakta.

Siyasi partilerin aldıkları oyların

dağılımlarına ‘bölgesel’ olarak

bakarsak, ne kadar haksız bir düzen

olduğunu anlarız.

Sayfa 29 Sayı 14

Page 30: Politika Dergisi Sayi 14

fazla önem vermek zorunda kalmasıdır. Belli başlı illere hizmet götürmekle, sadece o bölgenin oyları-nı almak mümkün olabilir ve genel seçimlerde yük-sek oranda destek görmek için çalışmalarını daha da büyütmeli ve her bölgeye / şehre aynı önemi vermek mecburiyetinde olmalıdır. Böylece bölgeler arasındaki sosyal ve ekonomik uçurumlarda gideri-lecektir. Diğer taraftan seçime katılım oranı barajı belirleyeceği için ve her partinin şansı olduğu için halkın sandığa gitmemesi kısmen de olsa önlenmiş olacaktır.

Bu model nasıldır? Đyi midir kötü müdür tartışma-sına girmeye gerek yok. Uygulama zorlukları mev-cut olabilir ama şu anki düzenden daha adaletli olduğu da göz ardı edilemez. Kaldı ki; bu modelin geliştirmeye ve düzenlemeye açık bir yapıda oldu-ğu da aşikâr. Asıl sorun şu: Gerçekten bu seçim düzeninden kurtulmak istiyor muyuz? Eğer bu so-runun cevabını bulabilirsek, çözümler de kendili-ğinden ortaya çıkacaktır. Đlla a modeli veya b mo-deli olsun diye bir beklenti içinde de değiliz hiçbiri-miz, sadece bu sistemden daha adaletli, daha eşit temsil sağlayan ve farklılıkları gözeten bir seçim modeli oluşturulmasını istiyoruz. Tabi ki sadece halk olarak istiyoruz, şimdiye kadar siyasi partileri-mizden böyle istekler duyamadık. Her partinin se-çim vaatleri arasında baraj konusu vardır; fakat Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin mistik havasını soluyan her insanın unutma hastalığı, sürekli tek-rarlanan bir gerçek. Ellerindeki otoriteyi kendi çı-karları için kullanmak fikri, bütün konularda olduğu gibi seçim sistemi konusunda da gönülsüz davran-malarına neden olmakta. “Hep bana, tek bana” düşüncesi ile ortak bir nokta bulmanın zorluğunu bilen her kesim, suyu kendi tarlasına çevirmeye çalışmakta. Bu yüzden yıllardır sürüncemede kalan birçok konudan sadece biridir bu durum. Ara sıra paylaşılamayan su yüzünden sitemler, hakaretler olsa da belli bir anlaşma mutlaka sağlanmakta ve o

bağırışlar yerini elde edilen haksız getirinin keyfini sürmeye bırakmakta. Bu öneri veya fikre sahip çı-kılır veya çıkılmaz önemli değil, ama yapılması gereken bir şeyler olduğunu hatırlamak gerekmek-te. Sadece bu konu için değil bu düşünce, birçok konuda yapılması gereken o kadar çok düzenleme, atılması gereken o kadar adım var ki… Duydukları-mızı, okuduklarımızı ve yaşadıklarımızı çabuk unu-tan bir toplum olarak, bu konunun da fazla hatırlar-da kalmayacağını biliyoruz. Yakın zaman içinde yeniden birkaç ‘sözde’ tartışmalar izleriz, daha sonra yine özümüze döneriz. Unuturuz, sünger çekeriz…

[email protected]

Asıl sorun şu: Gerçekten bu seçim

düzeninden kurtulmak istiyor muyuz?

Eğer bu sorunun cevabını bulabilirsek,

çözümler de kendiliğinden ortaya

çıkacaktır.

Sayfa 30 Politika Dergisi

Page 31: Politika Dergisi Sayi 14

Nuran TALAY

Erkekleri de kadınları da dünyaya getiren an-ne olduğuna göre o zaman analar sahip çıksın evlatlarına...

Kadın, sen doğurdun evladını…

Kimi zaman “neden bana erkek evlat vermedin diye aşağılandın, üstüne getirilen kumaya bo-yun eğdin, aile planlaması nedir bilmeden bir bir dünyaya getirdin evlatları”.

Şimdi soruyorum sana;

Hamilelikte cinsiyeti belirleyen “erkektir” bu-nu bile bile hala boyun eğecek misin?

Evet mi diyorsun pes…

Kız evladını okula göndermeyen babasına kar-şı gelmeyecek misin?

Hayır diyorsun, sana söyleyecek söz bulamıyo-rum…

Hadi bir şekilde göndermişsin kızını okula, bu nişan takmak da neyin nesi? Derslerini düşünmek yerine kocası olacak adamı düşünüyor, diğer arkadaşlarına da kötü örnek oluyor, sen de vur-dumduymazlık yapıyorsun. Kendi kızını düşün-meyen diğer çocukları neden düşünsün değil mi?

Yasalar izin veriyor buna, sen ne diyorsun hanım diyorsun bana. Üstelik Milli Eğitim Bakanlığının Lise ve Đlköğrenimde yaptığı değişiklikle nişana serbestlik geldi diye övünüyorsun.

Sen bu yasayı sorgulamak yerine neden övünü-yorsun diyorum, “Nişanlı kız okula gitmesin” di-yen binlerce aile var, onun önüne geçmek için diye bir de savunuyorsun. Sen 12-13-14’ten başlaya-rak kızlara evlilik vizesi çıkaran yasayı açıkça onaylıyorsun da farkında değilsin.

Đş yok güç yok diye bir de vicdan yapmıyor mu-sun? Söyleyecek söz bulamıyorum sana…

Buna rağmen en az üç çocuk en az diye haykı-ranlara, evet evet Allah verir rızkını diye destek veriyorsun.

Bakamayacağın kadar çok çocuk doğurdun şimdi, hepsine eşit şekilde ilgini, sevgini, eğiti-mini verebilecek misin?

Bilmiyorsun!

Kızın 12-13 yaşına geldiğinde onu satın almak isteyenlere başlık parası altında satacak mısın?

Babası istiyor elim mahkûm diyorsun demek…

Aile içi şiddete maruz kalan senin acılarını gören evladının psikolojisini düzeltebilecek misin?

Ya benim durumum ne olacak diye çıkışıyorsun birde…

Okumak yerine evlenen kızının çocukları ce-halet içinde yetişecek bunu görsen de engel olmayacak mısın?

Ben de okumadım diye kadercilik yapıyorsun, ne diyeyim ben sana…

Biliyorum senin de aynı süreçten geçtiğini, bili-yorum aynı acıları yaşadığını…

Evlendirildiğinde yanı başında oturan yaban-cıya bakmak ne zor gelmişti, belki baban ya-şındaydı içinde kopan fırtınanın sesini, senin annen de duymamıştı. O halde neden anne, neden aynı kaderi bana yaşatıyorsun, neden çektiğin acıların tekrar benim bedenimde, ru-humda yeşermesine göz yumuyorsun demez mi kızın sana?

Bari sen duy evladının sesini annesi, sen duyda bu kadercilik, bu cehalet son bulsun.

Bak oğluna,

Okula gidemedi serseri oldu çıktı. Sokaklarda kızlara laf atar, haraç keser, kahve köşelerinde gencecik hayatını heba eder durumda, için acımı-yor mu senin?

Cinsellik bilgisi ayıp ya öğretilmedi senelerdir. O çocuk bilseydi, okula da öğrenseydi internet

Anne Bana Sen Sahip Çık

Hadi bir şekilde göndermişsin kızını

okula, bu nişan takmak da neyin nesi?

Derslerini düşünmek yerine kocası

olacak adamı düşünüyor, diğer

arkadaşlarına da kötü örnek oluyor,

sen de vurdumduymazlık yapıyorsun.

Sayfa 31 Sayı 14

Page 32: Politika Dergisi Sayi 14

Caferlerinden öğreneceğine, tacizde bulunur muydu?

Peki, amcanın, dayının veya onların oğullarının yaptıklarına ne demeli, kızına tacizde bulundukla-rını bildiğin hâlde kol kırılır yen için kalır hesabı saklıyorsun. E be kadın, bu kız senin canın, evla-dın ne diye ses çıkarmazsın.

Oğlun da, kızın da “cehaletin” kurbanı oluyor. Sen sessiz kaldıkça onlar acı çekiyor ve torun-larında senin yüzünden aynı acıları yaşayacak.

Bana hiç babası var azıcık da o düşünsün deme!

Kızı da doğuran sensin, erkeği de… Onların hayatını sen belirliyorsun!

Çözüm mü istiyorsun? Bak senin için kızları-

mız, oğullarımız evlatlarımız için diye yola çıkan birçok sosyal proje var daha önce de anlattım, bi-raz kulak kabartmanı istiyorum, küçük de olsa de-ğişim başlayacak emin ol.

“Baba beni okula gönder” adı ile ÇYDD’de Prof. Dr. Türkan Saylan önderliğinde kızlarımıza okuma imkânı sağlayan bir proje var. Bu kampan-yaya destek vererek binlerce kızımızın okula gitmesini sağlayabilirsin.

Ya da senin bilinçsizce davranışlarının önüne geçmek için “evlilik değil, evcilik” adında SODEV’ in yürüttüğü anlamlı proje var. Kızlarını erken yaşta evlendiren, çocuklarını okutmayan aileler olmasın diyerek çıktığı yolda hepinize il il, ilçe ilçe her mezraya ulaşarak aydınlatmaya çalışanlar var.

Bunu neden mi yapıyorlar? Senin kızın, senin oğlun “senin gibi” olmasın diye!

Sen annesin, evladını bile bile cehalete mah-kûm etmezsin, artık kendine bir çeki düzen ver. Hem kendini, hem eşini ve etrafında olan mil-yonları uyar. Geleceğine, yarınlarına sahip çıka-rak, hem kendini, hem evlatlarını kurtaracaksın unutma.

Hala duymayacak mısın evladının sesini, bak ne diyor “anne bana sen sahip çık!”

Sosyal projelere nereden ulaşabilirim diyorsan burada senin için aktarıyorum!

"Evlilik Değil, Evcilik!" kampanya direktörü Atilla Aydemir'e [email protected]”den ula-şabilirsiniz.

Destek için hesap numaraları:

Vakıfbank Beyoğlu Şubesi 2036527,

Yapı ve Kredi Bankası Parmakkapı Şubesi 82002660,

Not: 50 TL'nin üzerinde bağışlarınız için, eğer dilerseniz posta adresinizi [email protected]'ye yollayıp el yapımı kampanya defterlerimizden isteyebilirsiniz.

“Baba beni okula gönder!” kampanyası için;

http://www.bbog.org/bagis.html

http://www.bbog.org/indexMain.html adresini ziyaret edebilirsiniz.

[email protected]

“Baba beni okula gönder” adı ile

ÇYDD’de Prof. Dr. Türkan Saylan

önderliğinde kızlarımıza okuma imkânı

sağlayan bir proje var. Bu kampanyaya

destek vererek binlerce kızımızın okula

gitmesini sağlayabilirsin.

Sayfa 32 Politika Dergisi

Page 33: Politika Dergisi Sayi 14

Sayfa 33 Sayı 14

Geleceği Kuruyoruz

Bize reklam verin; adımlarımız sağlamlaşsın.

“GELECEĞİ TAHMİN ETMENİN EN İYİ YOLU, ONU YARATMAKTIR.”

Politika Dergisi Neyi Đfade Etmektedir?

Politika Dergisi; in-san hakları, demokra-si, Cumhuriyetimiz, hukuk söz konusu ol-duğunda taraflı; bu ilkelere saygılı olan düşünce ve akımlara

karşı yansızdır.

PD’nin yola çıkış amacı; okuyan gençli-ği düşünmeye, düşün-düğünü düzenli bir biçimde dile getirme-ye; bu bağlamda da eskimeyen bir yapı-

lanma oluşturmaktır.

Toplumun en dina-

mik ve temiz katmanı olan gençlerin ve dü-şünsel anlamda genç olanların sürdürdüğü bir akım olan PD, ke-sinlikle birincil ama-cını parasal kazanç olarak belirlememiş-tir. Politika Dergisi için kâr, yalnızca ye-ni projelerini yaşama sokabi lmek i ç in

önemlidir.

Politika Dergisi, öz-cesi; düşünen, düşün-düğüne inanan, etkin olmaya çalışan, kâr

amacı gütmeyen, Cumhuriyet ve de-mokrasimizi gerçek anlamda yüceltmek isteyen bir kuruluş-

tur.

Neden PD’ye Destek Vermelisiniz?

Rekla

m için

; il

etis

im@

po

litik

ader

gis

i.co

m,

rekl

am@

po

liti

kad

erg

isi.

com

Toplumumuzda genel olarak; okumayan, düşünmeyen, edilgin kalan bir gençlik olduğundan yakınılır. Politika Dergisi olarak, biz bu gereksi-

nime yanıt vermeye çalışıyoruz.

Elbette böyle bir gençlik var; fakat PD, genel olarak internette bulu-nan ve çok dağınık olan gençleri ve gençlerin düşüncelerini bir araya getirmeye çalışmaktadır. Siz de bu akımı, maddi ve/veya manevi des-tek olarak istediğimiz düzeye çıkartmamız için yardımcı olabilirsiniz.

Yeni projeleri yaşama sokmak için, desteklerinize ihtiyacımız var.

[email protected] [email protected]

Page 34: Politika Dergisi Sayi 14

Neylan ÇEVĐK

Bu ayki yazımda 1 Mayıs sebebiyle, Marksizm ve Marksizm’in -çağımızın en çok tartışılan bir diğer kavramı olan- demokrasi üzerine eleştirisine yer vermeyi istedim.

Marksistler; “kapitalizmin her hükümdarlığı, kapi-talistlerin diktatörlüğüdür” derler. Faşizmin, de-mokrasinin yardımıyla yenileceğini söylerler. De-mokrasinin, faşizm tarafından yok edilmesi, işçile-rin gözünü açarak, devrimin değerinin yükseltilme-sini sağlayacak ve devrim demokratik metotlarla yapılacaktır, derler. Bu demokratik bir devlette, burjuvazinin baskınlığının azaltılması için çaba sarf edilmediği takdirde oluşur; fakat demokrasiye karşı da tavır oluşturur. Marx ve Engels’in zamanındaki demokrasinin başlangıç aşamasında ve çok yeni olduğunu unutmamak gerekir.

19. yüzyılın ortalarında işçi sınıfı haklarından mahrumdu. Oy verme ve diğer politik haklar elimi-ne edilmişti. Greve gitme, politik parti kurarak orga-nize olma gibi hakları yoktu. Fransız ihtilalinin baş-langıcından 80 yıl sonra uluslararası kamuoyu oluştu, 95 yıl sonra basın özgürleşti, 120 yıl sonra dernek kurmak yasal hale geldi. Bu yüzden 19. yüzyılda burjuvazinin egemen sınıf olmasından ve demokrasinin bir diktatörlük rejimi gibi görünmesin-den bahsetmek, günümüzdekinden daha ikna edi-ciydi. Sonuçları istenen gibi olmasa da modern toplumun oluşumunda demokrasinin evrilme ama-cı, sosyal eşitliği sağlayarak, doğuştan getirilen türlü sınıf ayrımlarını kaldırarak, tüm mevkileri ve

ödülleri herkes için ulaşılabilir hale getirmekti.

Marksist zamanda birkaç önemli toplumsal yöne-tim biçimi (Faşizm, Sosyalizm vb.), toplumsal ha-yatın söylemlerine ve düşünce hayatına ağırlığını koyuyordu. Bu açıdan postmodernliği, teknolojide büyük gelişmeleri yaşamış olduğumuz bu günün dünyasında toplumsal yaşamı, o zamanın “Sosyalizm ve Demokrasi“ atıflarıyla anlamak yan-lış olur.

Fakat, günümüz demokrasisinin en iyi örnekleri bile, Marx’ın dediği çelişkileri bir miktar içermekte-dir. Marksizm’e göre demokrasi; “sunduğu, bir yan-da politik eşitlik ile diğer tarafta ekonomik eşitlik anlayışı arasındaki tutarsızlıktan, çelişki içerisinde-dir.” Đkincisinin varlığı, politik ve kanun önündeki eşitliğin tam anlaşılmasını önler. Bir kişi, kendisini ifade edebilmek için, lobi faaliyetine girebilmek için, başkalarını etkilemek ve kendisini bir politik parti veya organizasyonda seçtirebilmek için veya mah-kemede kendini savunmak için para, boş zaman ve eğitimli olmak gibi kalifiye bir duruma sahip ol-duğunda, bahsedilen herkesin sahip olduğu, kanu-nen politik eşitlik etkinliği bir miktar yok olmaya başlar. Aynı seviyede para ve eğitime sahip olma-yan kişiler, kendisini seçtiremiyor, politik olarak

Politika?, Eşitlik?

Fakat, günümüz demokrasisinin en iyi

örnekleri bile, Marx’ın dediği çelişkileri

bir miktar içermektedir. Marksizm’e

göre demokrasi; “sunduğu, bir yanda

politik eşitlik ile diğer tarafta ekonomik

eşitlik anlayışı arasındaki tutarsızlıktan,

çelişki içerisindedir.”

Sayfa 34 Politika Dergisi

Page 35: Politika Dergisi Sayi 14

aktif olmak isterse olamıyor, kendi hakkını yeterin-ce savunamıyor.

Demokrasi, toplumdaki her ekonomik sınıfa eşit bakıyor fakat kullanımında ekonomik eşitliği sağla-yacak teşkilatlar içermiyor. Politik eşitliği ise oy ver-me olarak ele alırsak, ancak insanlar politik olarak farksız olabiliyorlar. Çünkü, yönetimin, kişilerin mal sahibi olmasına, eğitim görmesine karışmaması, kendini arka plana atıyormuş gibi görünmesine yol açıyor. Fakat gerçekte böyle mi? Demokrasi, bu tür kişisel haklara uzak durarak, tabakalaşmanın oluş-masına muhalif olmadığını gösteriyor, gücünü de bu farklılaşmadan almıyor mu? Vaat ettiği eşitlik anlayışı yüzünden ise hata veriyor görünüyor. Çün-kü toplumda sınıfsal ayrımların olmadığı durumda, zaten devlet denen bir kurum oluşmuyor. Devlet, toplumun farklı sınıflarının etkileşimini sağlayan özerk bir kurum olarak ortaya çıkmıştı. Bu bakım-dan, devletin tarafsızlığından da bahsetmek imkân-sızdır.

Đktidar olmuş bir sistemin, birincil vazifesi kendi varlığının karşısına çıkabilecek başka iktidarlara yaşam hakkı tanımayıp, kendisini korumasıdır. Bu haliyle, devlet tarafsız olamaz. Desteklediği düşün-celeri, çeşitli politikalarla insanlara içselleştirebilir. Çünkü söz konusu rejim, demokrasi bile olsa, ikti-dar mefhumunun olduğu yerde tarafsızlık olamaya-caktır. Tarafsızlık, eşitlik gibi konular politika düzleminin problemleri değildir.

Dolayısıyla sınıfsız bir toplum tasavvuru ancak devletin, bir monarşik düzende tek, kesin ve despot hâkimiyeti ile vücut bulabilir. Marx’ın eleştirdiği nok-tada demokratik devletin varlığı, farklılıklar arasın-daki çelişkileri çözümleyerek adalet işlevi gören bir kurum olmasından çok, ekonomik egemen sınıfı yeniden üreterek, edilgen olmaktan öteye gideme-

mesidir. Devletin ekonomik varlığının, bu egemen sınıfın ekonomik varlığı olmasıdır. Sermaye biriki-minin koruyuculuğunu yapmak, kriz zamanlarında araya girmek gibi çeşitli yollardan liberalizmi des-tekler görünmesidir. Bu bakımdan demokrasi, yu-muşak başlı görünen bir rejimken, liberaller tara-fından kapitalizmle arasında organik bir bağ kurul-masına da elverişlidir. Yani, demokrasinin özünde bahsi geçen eşitlik anlayışıyla, kullanılışındaki an-layış birbirini tutmamaktadır.

Bununla beraber iyi yönleri de yok mu? Bireyler arasındaki “eşit” yaklaştığı tabakalaşmayı, kutup-laşmayı gizlemeden gösteriyor ve maddi ve sosyal ortamdan kopmuş bireylerin seslerini duyurabilme-sine, isteklerini ve taleplerini dile getirmesine çe-şitli kanallarla izin veriyor. Bu özellikleriyle Lenin’in dediği gibi:

“Sosyalizme giden yolda yapılan bir egzersiz olarak görülebilir de-mokrasi.”

Burjuvazi, tarihte yönet-meden hâkim olan tek sınıf olagelmiştir. Globalizm, insanlar ara-sındaki farkı kullanır. Eko-nomik yapılanmasıyla bütünü parçalara ayırarak nasıl sınıf ayrımı yaptıy-sa, insan topluluklarına toplum adını vakfetmiş, insanı da bireye indirge-miştir aslında. Marx’ın teorisinde ise, proletarya ile onu temsil edecek kişi ve kişiler arasındaki ilişki belirsiz bırakılmıştır, işçi sınıfının diktatörlüğü söz konusudur, temsilcileri ne

Sermaye birikiminin koruyuculuğunu

yapmak, kriz zamanlarında araya

girmek gibi çeşitli yollardan liberalizmi

destekler görünmesidir. Bu bakımdan

demokrasi, yumuşak başlı görünen bir

rejimken, liberaller tarafından

kapitalizmle arasında organik bir bağ

kurulmasına da elverişlidir.

Sayfa 35 Sayı 14

Page 36: Politika Dergisi Sayi 14

kadar etkileyeceğinin sınırları çizilmemiştir. Bu kla-sik eleştirileri baz alırsak, Marksizm’i bir politik ide-oloji değil de sosyal yöntem olarak düşündüğü-müzde; böyle bir sosyal yöntemin bir politika olma-sına, günümüz şartları ve düşünce hayatı imkan vermemektedir. Proletarya, burjuvazi gibi politik kimlik ve yapılanma içinde değildir. Marx’a göre; proletarya bütünü parçalara ayırmadan, bütün ola-rak görür. Onu burjuvaziyi gördüğümüz gibi somut olarak ele alamayız, istediğimiz gibi eleştiremeyiz. Bu bütünlük, varolan bütün politik sistemlere karşı bir yalanlamadır, bununla birlikte onun doğruluğu-nu kanıtladığı gibi, nasıl uygulanacağına dair söz-cükler de yetersiz kalmaktadır.

Zeitgeist Addendum filmini izleyenler bilirler, Ve-nüs projesinden bahsediyor… Globalizmin, para-nın hakimiyetinin tavan yaptığı, insanları birer obje yapmaktan ileri götürmeyen ve borçla, köleliğe sü-rüklediği dünyamızda, global firmaların teknolojiye de engel olduklarını ileri sürüyor. Dünyada herkese yetecek kadar kaynak, hammadde olduğundan bahsediyor. Global firmaların ise, malum statülerini korumaları için açlığın devam etmesinin, teknoloji-

nin gelişimini ise kendi çıkarlarıyla çatıştığı için istemediklerini konu alıyordu. Filmin sonunda öne-rilen Venüs projesiyle, bu emperyalist firmalar orta-dan kaldırılacak, teknoloji gelişimi durdurulmadan kaynaklar eşitçe dağıtılacak, para kullanımı sona erecek gibi argümanlar ortaya konmuştu. Bu deği-şimlerinse, politikayla değil ama mühendislikle, teknolojiyle yapılacağı ileri sürülüyordu. Çünkü po-litikanın ve politikacıların bu değişimi gerçekleştire-cek güçleri, potansiyelleri ve özellikle istekleri ol-madığından bahsediliyordu.

Marksist teoride; kapitalist toplumlarda burjuva-zinin egemenliği, yerini işçi sınıfının diktatörlüğüne bırakır. Fakat şu andaki kapitalist toplumlarda mer-kezi politik kuruluş olarak devlet, güçlü sınıfın ens-trümanıysa, varlıklarını hissettiğimiz ama belki he-nüz adlandıramadığımız bazı politik sorular boy göstermeden kapanırlar. Aslında bu politik sorular, dünyanın hiç değişmeyen, henüz adlandıramadığı-mız sorularıdır. Aynı şekilde, işçi sınıfının sosya-lizmde yönetici sınıf olması ile de aynı gerçeğin tekrarlaması da beklenebilir. Bu bakımdan Mark-sist teoriyi, ezilen sınıfların mücadelesi olarak ta-nımlayabiliriz, çünkü sadece mücadeledir, müca-deleden öteye gitmesine de demokrasinin kısırdön-güsü izin vermiyor.

Günümüz gerçeklerine baktığımız zaman, Mark-sizm’in önerdiği sosyalizm anlayışının tüm boyutla-rıyla uygulanabilir metodunun bulunamayışının, demokraside hakların sosyal eşitliğinin üstü kapalı kaldığı düşünüldüğünde, bu proje daha önce de-nenmiş sistemlerden daha az mantığa aykırı gö-rünmüyor.

Sevgilerle…

[email protected]

Aynı şekilde, işçi sınıfının sosyalizmde

yönetici sınıf olması ile de aynı

gerçeğin tekrarlaması da beklenebilir.

Bu bakımdan Marksist teoriyi, ezilen

sınıfların mücadelesi olarak

tanımlayabiliriz, çünkü sadece

mücadeledir, mücadeleden öteye

gitmesine de demokrasinin

kısırdöngüsü izin vermiyor.

Sayfa 36 Politika Dergisi

Page 37: Politika Dergisi Sayi 14

Sayfa 37 Sayı 14

Page 38: Politika Dergisi Sayi 14

Gökhan DAĞ

Thomas Jefferson’un bir sözüyle başlayalım:

“Toplumun en üstün gücünün emanet edilmesi için halkın kendisinden daha emin bir yer bilmiyo-rum ve eğer kendi denetimlerini sağlıklı bir akılla uygulayacak kadar aydınlanmamış olduklarını dü-şünüyorsak, bunun çaresi denetimi ellerinden geri almak değil, akıllarını bilgilendirmektir”.

Jefforson burada demokrasiden başka bir yolun mümkün olamayacağına yönelik inancını sergile-mekte. En azından ben bu sözleri okuyunca bunu anlıyorum.

Peki, halkımızın denetimini sağlıklı bir akılla yü-rüttüğünü söyleyebilir miyiz?

Ben buna inanmak istesem de maalesef inana-mıyorum..

Denetimi ellerinden almaya yönelik bir tavrımda, isteğimde çok şükür ki yok.

Öyleyse Jefforson’a uyarak halkın aklının bilgi-lendirilmesi gerektiğini savunuyorum. Bu savunma-yı yaparken de Thomas Jefforson gibi onları hangi konularda bilgilendirmemiz gerektiği sorusuna ge-lip derin bir nefes alarak olduğum yerde duruyorum ve kendime şu soruyu soruyorum: “Hangi konuda bilgi?”

Liberal tabanlı mı yoksa ondan çok farklı doğrul-tuda bir bilgi mi?

Yoksa emek katmanlı bir demokrasi bilgisi mi?

Temsili demokrasi yönünden bir bilgilendirme yoluna başvurduğumuz zaman da karşımıza Jean-Jacques Rousseau çıkıyor. Bakın ne diyor Rouesseau:

“Bir halk temsil edilmeyi kabul ettiği anda artık özgür değildir.”

Bu tarz bir bilgilendirme yapsam her haldeki bi-zim milletimiz olayı saptırır, köktendinciler ve Ata-türk düşmanları Atatürk aleyhine propagandalar düzenler.

O zaman da Rousseau’nun özgürlük kavramının hiçbir kısıtlamaya meydan vermeyeceği bilgisini aktarmamız gerekir. Peki, o zaman Rousseau ne-den bir toplum sözleşmesi önermiştir!!

Tabii bunlar, işin derin siyaset bilimi mevzuları; benimse amacım şimdilik aklınızı bulandırmak!

Biz yine Thomas Jefforson’dan ilham alalım öy-leyse. Başka bir yerde bize ilham verebilecek baş-ka şeyler söylüyor çünkü..

“Bir yurttaşı yönetimde ve kendisine en yakın, en ilgi duyduğu kurumlarda etkin bir üye yapmak, onu en güçlü duygularıyla ülkesinin bağımsızlığına ve cumhuriyetçi anayasaya bağlayacaktır.”

Kısacası ister özgürlük kısıtlamasıyla, ister top-lum sözleşmesi denilen aslında var olmayan söz-leşme tipleriyle halkın aklını bilgilendirmenin tek yolu onları ilgi duyduğu kurumlara adapte etmek için tüm yolları açmaktır.

Halkın katılımcı olması bir yere kadar yeterli-dir, tamamıyla yeterli olacak onu yönetim sü-reçlerinde doğrudan görevlendirebilmektir.

Đnsanlar yönetildikleri rejimin yapılarını yaratma kudretine sahiplerse ve bu kudreti de en iyi şekilde somutlaştırabiliyorlarsa işte o rejimin adı demokra-sidir.

Demokrasinin Tehlikesi: Kölelik

“Bir halk temsil edilmeyi kabul ettiği

anda artık özgür değildir.” (Rouesseau)

Sayfa 38 Politika Dergisi

Page 39: Politika Dergisi Sayi 14

Demokrasi birçok yönden bir amaç olsa da onun asli görevi insanların siyasal olarak evrimlerini sağ-layabilmeleri için araçsal bir konuma sahip olması-dır.

Đyi bir demokrasi için iyi araçlara ihtiyaç vardır; fakat iyi bir siyaset için de iyi bir demokrasiye ge-reksinim duyulacağı aşikardır.

Đnsanlar belli soyut hakikatlere rıza gösterdikleri için yurttaş olmazlar, yurttaş haline geldikleri için uygun pratik hakikatler yaratmaya muktedir kişiler olurlar. Demokrasinin görevi, yurttaşların siyasal yargı gücünü besleyecek kurumlar ve işleyişler bul-maktır (Benjamin Barber).

Dolayısıyla insana demokrasinin bilgisini verecek olan insanın var ettiği demokratik yapılanmadan başka bir şey değildir. Bu sebeptendir ki insanın aklına verilecek bilginin ne olduğu sorusuna de-mokrasi ve onun enstrümanları dışında başka ce-vap verilemez.

Bizim ülkemizde yönetim denetimini elinde bulun-duranların bilgi dağarcığının eksik olmasının sebebi

maalesef ki demokrasiye olan inancın her daim yok edilmeye çalışılmasıdır.

Güçlenen demokrasi birinin elinde törpülenmek-te ve var olanın (demokrasi) oluşturacağı bilgi dü-zeyi sürekli cılızlaştırılmaktadır.

Hâl böyle olunca da demokrasi savunucuları gibi gözüken bir takım kişilikler, halkın aklına bilgiyi sokmaktan çok, halkın aklındaki bilgiyi alıp götür-mektedirler.

Ve tek bir amaç uğruna: “Geleceğin köleliğini yaratmak”

Ve elde kalan soru: Yoksa J.J. Rousseau haklı mı?

Ve son bir alıntı: “Demokrasimiz yalnız ve yalnız bize aittir; kendimizin yaparak meydana getiririz onu. Eğer yapamazsak, onu kırarız ve kaybederiz ve –demokrasinin gerçek ruhu içinde– kendimiz-den başka suçlayacak kimseyi bulamayız (Benjamin Barber).

Ve son söz: Gelecek sayımızda görüşmek üze-re..

[email protected]

Hâl böyle olunca da demokrasi

savunucuları gibi gözüken bir takım

kişilikler, halkın aklına bilgiyi

sokmaktan çok, halkın aklındaki bilgiyi

alıp götürmektedirler.

Sayfa 39 Sayı 14

Page 40: Politika Dergisi Sayi 14

Erdinç AYDIN

“Nevruz” ardı sıra yeni bir resmi tatilli bayram; “1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü”, emeğin ve da-yanışmanın sahibine göre de “1 Mayıs Đşçi Bayra-mı”...

Dayanışacak işçinin kalmamış olması, istihdam denen şeyin sünnetlene sünnetlene iş görmez, çiş görebilir bir hale getirilmesi, ardından “Hamdolsun” sendika sayılarının ve çeşitlenmesinin emeğin da-yanışması için kapital sahipleri ile değil, kendi ken-dileriyle “rekabet” edici nok-taya getirilmesi, ardından sarısından geçtik, yeşili, ne olduğu belli olmayanı pey-dahlanırken; sendikaların, zaten bir avuç bırakılan işçi sınıfının üretimden kaynakla-nan gücü lime lime bölüne-rek iş görmez ve dayanışa-maz hale getirilmesi, ardın-dan:

1 Mayıs Emek ve Daya-nışma günü, tatil promos-yonlu olarak hükümet eliy-le işçilerimize takdim olu-nacak.

Hayırlı olsun(!)

Hamdolsun (!)

Taksim bir fenomen haline

gelmişken, bu fenomenin artık mazide acı anımsat-malar yaratması hatta mazisi olmayan sendikalar tarafından zaten anımsatmalar bile yaratmaması-nın yanı sıra, mazisi olan ve rengini güneşten al-mış eskinin en kitlesel gücü (ki hala da öyle) bir sendika, biz Taksim başvurumuzu yaptık (Ama başvurumuz kabul olmazsa Kadıköy'e çıkarız) di-yerek;

Sayın Genelkurmay Başkanımızın atıfta bulundu-ğu ünlü sosyolog Max Weber'in protestan ahlakı ve “Kapitalizmin Ruhu” adlı eserde olduğu gibi “ılımlı”, “anlaşmacı” bir toplumsal sendika misyonu üstlen-diklerini; “çatışmacı bir süreç istemiyoruz. Taksim için olmazsa Kadıköy olur” diye açıklamışlar; sevin sevmeyin, “Đşçi sınıfının” doktrininin kurucusu ola-rak kabul edilen Marx yerine, “r” harfini atarak, Max Amca’nın öğretilerini tercih etmişlerdir yine.

Özetle, “Đşçi sınıfının sınıf bilinci” iyice köreltilmiş, fakat dayanışması gereken gerçeklikler artmışken, kime karşı dayanışacaklarını bilmeyen, içeriği hü-kümet edenlerden ilham alan bir “dayanışma anla-yışı” salık verilir olmuştur.

Đyi de olmuştur. Kendi safını bilmeyen bir emeğin neyi korumasını, kime karşı dayanışmasını bekler-siniz ki?

Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti, “halkçılık” gibi bir prensiple kurulmuş olmasına rağmen, zaten halk olanın, halkı neden savunması gerektiğinin ayırdına varamamış ve vardırılamamış, halk kitlesi-nin üretimdeki unsuru işçiler, bıraksanız da zaten ülke yönetemezler(!) anlayışı kendi içlerine de yer-leştirilmiş “kutsallar tarafından”, yöneten ve üreten

Soğuk Savaşın Yeni Yüzü ve Türkiye

Özetle, “Đşçi sınıfının sınıf bilinci” iyice

köreltilmiş, fakat dayanışması gereken

gerçeklikler artmışken, kime karşı

dayanışacaklarını bilmeyen, içeriği

hükümet edenlerden ilham alan bir

“dayanışma anlayışı” salık verilir

olmuştur.

Sayfa 40 Politika Dergisi

Page 41: Politika Dergisi Sayi 14

kabulünün gerekliliğini ortaya çıkarmıştır.

Sorun kimine göre imamet sorunu! Kimine göre ise imametin kimin elinde olduğu sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Mustafa Kemal Atatürk'ün, 23 Nisan 1920’de, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılması ve ege-menliğin sultandan alınarak “Millete” verilmesinin ardından bile, tebaa olanın millet olma azmi; alış-kanlıklarından dolayı olsa gerek ki pek değişme-miştir.

Hala kendine kıble arayan bir güruh, ol cemaatle birlikte F-tipi bir hocanın ardından yön aramaktadır. Yön ve yol aramak o kadar güzel bir şeydir ki; ama-cın, zaten kıblenin belirleyicisi olan “kabe” olmadığı da artık çok açıktır. Ya da “kabe” başkalaşmış, Or-tadoğu’da, “Kabe'nin kendisi de “Money is Power” (Para, güçtür.) ile açıklanabilir olmuştur.

Bu çekinceler ile;

1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü,

1 Mayıs Đşçi Bayramı, öncelikle ülkemiz emek-çilerine ve tüm dünya emekçilerine kutlu olsun! diyerek, gündemi oluşturan bir diğer konuya değin-mek istiyorum.

* * *

Her şey başkalaşıyor; zamanda mekân, mekanda insan, insanda algılar, değişmeyen tek şey değil mi ki değişimin kendisi, bunu da pek yadırgamıyorum. Ama yadırgadığım husus olumluyu biriktirmek yeri-ne olumsuzların galip çıkması, bu değişim içinde en azından bu dönemlik, Türkiye sürecinde...

Diyarbakır'ı önemsemek şekliyle özetlenebilecek bir yaklaşımın en uç sonuçlarını, 29 Mart sürecinde aşiretlerin devlete mesajı olarak aldık. Etnik milli-yetçilik üzerine çıkar ilişkileri inşaası talebi gibi bir yüzleşme. Yönetim, pazarlık ve taviz olarak tanım-lanırken çoğu kere, bir şeyi unutmamak gerekir ki; yönetenlerin içini doldurduğu mekânlar ve üstüne giydiği urbalar ya da atfedilen manevi sıfatların ge-reğini yapmak, pazarlık ve taviz ile yek başına açık-lanabilecek şeyler değildir.

Sayın Genelkurmay Başkanının yıllık değer-lendirme toplantısında alıntı yaptığı Max Weber'in “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ru-hu” adlı eserinde; Kapitalist Sistemin, insanları bir “Demir Kafes” içerisinde yaşıyor gibi hisset-melerini sağlar çıkarımını göz ardı etmesi, şu an “demir kafesler” ardına konmuş komutan ve profesörlerin ironik bir göz ardı edişi midir bilin-mez, ama bilinenin; hukuk devletinde hukuk-suzluk boyutuna varan uygulamaların yaşanıyor olduğudur.

Sayın Saylan, Yurtkuran, Haberal ve Manisalı gibi

isimlerin gözaltına alınması sürecinin ardından, toplumun bir bölümünü yeniden kaplayan endişe-ler artarken; Haberal, Manisalı ve Yurtkuran gibi diğer değerli akademisyenlerin, bu soruşturma çerçevesinde tutuklanmaları, yargı sürecinin sonu-cunu bekleme sürecine girerken bu soruşturma kapsamında bir yılı aşkın bir süredir içeride tutuklu olarak yatmakta olan insanların ciddi sıkıntılar ya-şayacağı da mutlaktır.

Davanın ucunun açık oluşu, davanın içeriği ve niteliği bakımından, davayla ilintili niceliksel sayı açısından da kaçınılmaz zorluklar yaratacaktır. Fakat bu davanın bir an önce sonuçlanması önemlidir ki; “Gecikmiş adaletin de adalet olmadı-ğı” gerçeği herkesçe malumdur.

Đşte efendim, imkânlar ve koşullar demek ile açıklanacak süreç değildir bu davanın da diğer davalar gibi dört, beş hatta onlarca sene sürmesi-nin muhtemel oluşu.

Türkiye Cumhuriyeti, büyük bir devlettir!

Türkiye Cumhuriyeti, demokratik bir devlettir!

Türkiye Cumhuriyeti, hukuk devletidir!

Diyenlerin ve iktidar olanların, devletin bü-yüklüğüne, demokratik yapısına ve hukuk dev-leti oluşuna halel getirmeden, en kısa zamanda bu ve diğer davaların sonuçlarının alınmasında hızlandırıcı tedbirler geliştirmek gibi sorumlu-lukları vardır.

* * *

Bir diğer konu ise Azerbaycan - Türkiye ilişkileri-nin geldiği çarpıcı noktadır. “Đki devlet bir millet” olunduğu dillendirilen “kardeşimiz” Azerbaycan ile olan akrabalık bağlarımız, “üvey kardeşlik” nokta-

Sayın Genelkurmay Başkanının yıllık

değerlendirme toplantısında alıntı yaptığı Max

Weber'in “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin

Ruhu” adlı eserinde; Kapitalist Sistemin,

insanları bir “Demir Kafes” içerisinde yaşıyor

gibi hissetmelerini sağlar çıkarımını göz ardı

etmesi, şu an “demir kafesler” ardına

konmuş komutan ve profesörlerin ironik bir

göz ardı edişi midir bilinmez, ama bilinenin;

hukuk devletinde hukuksuzluk boyutuna

varan uygulamaların yaşanıyor olduğudur.

Sayfa 41 Sayı 14

Page 42: Politika Dergisi Sayi 14

sına varan bir çizgiye yeniden çekilmiştir.

Azeri kaynaklara göre; Türkiye'nin, Azeri doğal-gazının Türkiye üzerinden geçmesinin “izah edile-mez derecede çok yüksek maliyetler ve talepler” ile geçişinin ortaya çıkması, Türkiye'nin, Azerbaycan doğalgazının aktarımı sürecinde Azerbaycan çıkar-larını pek de gözetmediği gibi bir durumun ortaya çıkması, Azerbaycan'ın “öz abisi” Rusya'ya dönmesine ve Türkiye'nin de “öz abisi” duru-munda görünen stratejik ortağı ABD'nin niyet ve taleplerini, Ermenistan ile normalleşme sü-reci şeklinde sürdürmesiyle “iki devlet bir mil-let” olduklarımızla, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev'in Rusya'ya doğalgazı satacağı beyanıy-la başka bir mecraya, “üvey kardeşliğe” dön-müştür maalesef.

Bunun, Azerbaycan yönetimi ve Türkiye yönetimi açısından dengeler, taktikler ve stratejiler üzerine kurulu bir dünyada, açıklanabilir yanları mutlaka vardır. Rusya'nın, Kafkasya üzerinde etkinliğinin artması, Türkiye'nin elini çoktan zayıflatmış hayali bir projenin ardından da (Türkî Cumhuriyetler ile olan ilişkiler) çıkar ilişkisine dönmesine neden ol-muştur doğal olarak.

Türkiye-Azerbaycan ilişkileri, ticari ilişkiler açısın-dan ele alındığından, “kar etme” güdüsü ile yürütü-len bir yaklaşım, iki ülke yönetimini değilse de, iki ülke halkını derinden sarsmıştır. Tarihi birliktelikle-rin, yarınlara böyle bir anlayışla, her zaman çok da sağlıklı taşınamayacağı da ortaya çıkmıştır.

Ermenistan ile Türkiye arasında, ABD ve AB'nin etkileriyle “Normalleşme” süreci olarak başlayan süreç, yine kamuoyu tarafından dikkatle takip edil-mektedir. Sınır kapısının açılması konusu günde-

me düştüğünde, Azerbaycan’ın da, Rusya'da Cum-hurbaşkanı sıfatıyla yaptığı açıklamada, “Karabağ Sorunu’nun” uygun bir çözüm bulunarak halledil-mesi söz konusu olursa, Azerbaycan'ın da, Erme-nistan'a “dehliz” yani bir sınır kapısı açacağı dahi dillendirilmiştir. Bu karşılıklı dış siyaset, Türkiye'nin Karabağ sorunu ve sınır kapısı ilişkisini tekrar eski anlayışla paralel yürütmesi gerektiği, Azerbaycan-'ın çıkarlarının bu konuda bizim çıkarlarımız olduğu söylemiyle Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı ta-rafından açıklanarak, yeniden bir dinginlik sürecine girme arayışına gidilmiş görülmektedir. Türkiye, ABD ve AB baskısı altında uygulamaya çalıştığı Ermenistan ile normalleşme süreci girişimini, Azer-baycan'ın öz abisini yani Rusya'yı anımsamasıyla, (Ya da Türkiye'ye bunu tekrar anımsatmasıyla) dış politika anlamında başarısız bir dönem yaşamaya başlamıştır.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde yapılan se-çimlerin, UBP tarafından tek başına iktidar oluna-cak şekilde %44'lük bir oy oranıyla kazanmasıyla ilgili bir fotoğraf çekecek olursak yaşadığımız coğ-rafyaya:

Türkiye, yeni bir “Soğuk Savaş” dönemine girmiştir. Ancak yaşadığı ekonomik kriz, iç si-yasi hesaplaşmalar, AB süreci, iç güvenlik me-seleleri; ABD'nin, Ortadoğu kapsamında politi-ka değişikliğine gidip gitmeyeceği, Rusya'nın düne karşılık bugünkü Kafkasya üzerindeki elinin güçlenmesi, Đran ile ABD ilişkileri; bu so-ğuk savaşın, önceki soğuk savaş döneminden daha çetin geçeceğine dair emareler vermekte-dir.

Siyasallaşan ve bu siyasallaşması da meşru-laştırılan etnik Kürt milliyetçiliği ise birilerinin elinde, Türkiye aleyhinde, maalesef bu ülkenin vatandaşı olan Kürtlere rağmen, (Aşiretlerin de devlet ile olan pazarlık payını güçlendirmek is-temesinden dolayı) onlara “azınlık” statüsünü bahşedenler ve yöneticiler tarafından, bunu söyleyen stratejik ortağımıza verilen prim saye-sinde, bu belirsiz soğuk savaşta; Türkiye halkı-nın yeni acılarıyla birlikte, bu konunun da dev-letin elini zayıflatan bir araç olarak kullanılmaya devam edileceği görülmektedir.

[email protected]

Türkiye, yeni bir “Soğuk Savaş”

dönemine girmiştir. Ancak yaşadığı

ekonomik kriz, iç siyasi hesaplaşmalar,

AB süreci, iç güvenlik meseleleri;

ABD'nin, Ortadoğu kapsamında politika

değişikliğine gidip gitmeyeceği,

Rusya'nın düne karşılık bugünkü

Kafkasya üzerindeki elinin güçlenmesi,

Đran ile ABD ilişkileri; bu soğuk

savaşın, önceki soğuk savaş

döneminden daha çetin geçeceğine

dair emareler vermektedir.

Sayfa 42 Politika Dergisi

Page 43: Politika Dergisi Sayi 14

Timur Veysel DOĞRUOK

— Merhaba Timur!

— Merhaba.

— Hangi sektördeydin?

— Tekstil.

— Hmm. (surat buruşur…)

Tekstil için bu söylemleri duymak gerçekten üzü-cü ama sektörel anlamda hâli de cidden harap ol-maya başladı demek izafi değildir. Đş yapabilme gücü ile birlikte düşen iş yapabilme potansiyeli de çoğu firmayı zora sokmuş hatta yok etmiştir. Zaten tekstil sektörü 2002–2003 yıllarından sonra düşüşe geçmiş olup, “küresel mali krizin de” etkisi ile iyice zayıflamış bir sektör hâlini almıştır.

Sektörde işlerin düşmesi, çoğu sektörde olduğu gibi iki ana pazara içindir: Đç pazar ve ihracat.

Đç Pazar:

Tekstil, alt dalları olarak birçok ayrı alt-sektörü içinde barındıran bir sarmaldır. Birbiriyle hiç alakası olmayan ürün grupları da tekstil sektörü içerisinde kendine yer bulabilmektedir. Çok prestijli bir meslek olarak bilinen tekstil işinin son yıllarda oldukça geri-ye atılması hepimizi üzmektedir. Bu alt-sektörlere örnekler verecek olursak; perdelik mensucat, yatak örtüsü, konfeksiyon, döşemelik vs… diyebiliriz. Bu önbilgilerden sonra gelelim iç pazar ve iş potansi-yelinin düşüşüne; özellikle küresel mali krizde…

Şöyle bir gerçek var ki, az önce de bahsettiğim gibi 2003 yılından sonra kârlar oldukça geri çekile-rek, fiyat kırma politikası ile rekabet edebilme gücü eridi. Büyük yatırımlar sermaye destekleri ile ücra köşelere bile ulaşarak, “yıllardır çalıştığım insan” tabusunu yıkmayı başardılar. Kalitede herhangi bir problem yok, hatta belki daha da iyi, fiyat çok cazip, ticari işletmelerin de kâr maksimizasyonu arzusu ile sistematik bir değişim gerçekleşti. O yıllarda, prestij sağlam, tezgâhlar çalışıyor, paralar dönüyor… Ke-yifler yerinde… Neredeyse en tarihsel sektör de tekstil sektörü olduğu için ileride de herhangi bir problem çıkmaz gözüyle bakılması çok da saçma gibi görünmüyor. Neyse, gelelim son zamanlara. Kredi borçları yürümüş gitmiş, işler düşmüş, satış yok, fiyat yok, paranın dolaşımı neredeyse yok… Bu durumlarda iç piyasada artık batma veya kapat-

ma seviyesine gelen firmalar, stok grubu için ön-ceden hazırladıkları malları, piyasayı kırarak en azından borçlarının belli bir kısmını; örneğin faizini durdurmayı amaçlayarak satışa sundu. Bu durum-da hâlihazırdaki talebi belirli oranda arttırdı. Ama cidden iş yapmak, piyasa eski koşullarında stabil kalmak isteyenleri ise sıkıntıya düşürdü. Nitekim “tekstil sektöründe” vadeler, diğer sektörlere göre dudak uçuklatan cinsten. Bu da nakit akış çabası-nı zora sokan en önemli kriter olmaktadır. Dönen

Küresel Mali Krizde Tekstil

Kredi borçları yürümüş gitmiş, işler

düşmüş, satış yok, fiyat yok, paranın

dolaşımı neredeyse yok… Bu

durumlarda iç piyasada artık batma

veya kapatma seviyesine gelen

firmalar, stok grubu için önceden

hazırladıkları malları, piyasayı kırarak

en azından borçlarının belli bir kısmını;

örneğin faizini durdurmayı

amaçlayarak satışa sundu.

Sayfa 43 Sayı 14

Page 44: Politika Dergisi Sayi 14

çekler, protesto senet/çeklere karşılık verilen ilave çekler, onlarında karşılıksız çıkması vs… Çok can sıkıcı.

Đhracat:

2001 Krizinde TL’nin değer kaybı ile beklenilen-den fazla paraların kazanıldığı bir pazar daha var-dı: Đhracat pazarı. Đhracat yapanın gücüne güç kat-tığı dönemlerdi o zamanlar. Şimdi ise ihracat yapı-yor olmak, stabil kalmak için önemli bir değer ola-rak görülebilmektedir. Kriz’in global yapısının artık sıkıcı olmaya başladığı bu dönemlerde tekstil sek-törünün canlanması için firmaların özgül çabaları nelerdir? Firmalar doğal bir getiri olarak fiyat kırmış ve yeni pazar arayışları içine girmişlerdir. Daha önceki yazılarımda belirtmiştim; beyaz yakanın artık daha kilit noktalar üzerinde çalışması bir ge-reklilikten öte zorunluluk haline gelmiştir. Ha bide “fuarlarımız” var. Mayıs ayında dünyanın en büyük 2. ev tekstili fuarı “Evteks” gerçekleşecektir. Lakin fuarlardan beklentiler de düşmüştür. Neden? Fuar-lardan bireysel anlamda benim de beklentilerim fazla değildir. Çünkü katılımcı firmaların çokluğun-dan kaynaklanan bir durum olarak, ziyaretçi firma-ların her katılımcıya uğraması arzusu ile zamanın kısıtlı olması gibi bir dezavantaj mevcuttur. Ha tabi ben ne yapıyorum? Bardağın boş kısmından bakı-yorum şu an… Ama sektörün getirisi olarak büyük yüzde, bardağın boş tarafı olarak karşımıza çıkı-yor. Yurtdışındaki firmalar ne düşünüyor peki? Yurtdışındaki firmaların Türkiye’den tekstil mamul-leri ihraç etmelerinin en önemli sebebi Türkiye’nin Uzakdoğu ülkelerine nazaran, lokasyon avantajının olmasıdır. Örneğin bir ürün ve Çin dendiğinde çoğu kesim 3., 5. sınıf kalite, kötü mal olarak bakıyor

ama aslında öyle değil. Çin, cidden üretim konu-sunda çığır açmış bir konumdadır ve farklı kalite-lerde üretim potansiyelini rahatlıkla içinde barındı-ran bir ülkedir. Lakin Avrupa’ya mal satması, özel-likle ulaşım dezavantajı sebebiyle zordur. E, bu sebeple yıllardır süregelen durum ne oluyor? Fiyat kırılması ile kâr maksimizasyonunun düşmesi, an-cak karşılığında iş yapabilme durumunun aktifleş-mesi sağlanıyor. Olsun, iş olsun!

Lakin diğer bir gerçek var ki; ona istihdam deni-yor! Sıkça duyuyoruz nasılsa… Hazmettik toplum olarak. Tekstil sektörü, ciddi istihdam potansiyeline ve “kadın istihdam” potansiyeline sahip bir sektör-dür. Özellikle konfeksiyon işletmelerinde, bayanla-rın sıkça çalışmış olduğu bilinmektedir. Kapanan, krize dayanamayan veya dayanmakta güçlük çe-ken firmalarda çalışmakta olan teyzelerimiz, abla-larımız ise işsizler ordusunda yer almaktadırlar. Sadece kadınlar değil tabii.

Otomotiv sektörü ile ilgili olan yazımda belirtmiş-tim. Enerji maliyetleri, genel maliyet sınıfı içerisinde iri maliyetler olarak belirmemekteydi. Ancak, “tekstil sektöründe” bu durum öyle değil. Tekstil sektörün-de enerji maliyetleri ile birlikte sabit maliyetler ciddi anlamda işletmelerin belini bükmektedir. Yine enerji maliyetleri kısmına geldiğimizde; doğalgaz, elektrik gibi maliyetlere ciddi oranlarda zam gelme-sine mukabil, satışları dibe vuran firmalar, çalışma-sına rağmen vadelerin de uzaması ve ödemelerin risk boyutunun artmasıyla bu maliyetlerini bile kar-şılayamaz hale gelmiştir. Vadelerin uzamasından bahsettik; ihracat yapılan yabancı firmaların bile bu tarz istekleri mevcuttur. Đhraç pazarında da vadeler uzamıştır. Tekstilin zorda kaldığı diğer bir nokta ise şudur: Risklerin artmasıyla, tekstil dışı sektörlerde genelde tedarikçilerin vadeyi daraltma önlemleri alması vuku bulmuştur. Tekstil sektöründeki firma ise, tekstil mamulü satacak ki, parasını bekleyecek de, tedarikçisine ödeyecek. Đşte bu da ciddi bir sı-kıntı! Hatta bazı ciddi kurumsal firmaların vadeli satışlarda teminat mektubu bile istediğini duymuş-tum.

Devletten bazı beklentileri, sektör temsilcileri dile getirdiler. Bunlar neydi ya da neler yapılabilir, bi-razda bunlara değinelim.

Öncelikle vergiler! Fason işlemlerde her işlem için KDV oranı %8 değil. Enerji maliyetleri keza yüksek, hem de vergileri de yüksek. Dış maliyetle-rin vergi oranları da yüksek. Çoğu firmanın devlete borcu var. Kosgeb’ten, can suyu kredisi alamadı-lar. Nedeni: borçları vardı. Zaten bu borçları kapa-mak için alınacağı, atlanmış olmalı. Yoksa düşün-senize, bana biraz ekstrem geliyor; firma, krizde dibe vurmaya yakın bir sektörde ve deli gibi yatırım maliyeti için can suyu kredisine ihtiyaç duymuş durumda! Can suyu, acil borçlarının ödenmesine

Tekstil sektörü, ciddi istihdam

potansiyeline ve “kadın istihdam”

potansiyeline sahip bir sektördür.

Özellikle konfeksiyon işletmelerinde,

bayanların sıkça çalışmış olduğu

bilinmektedir. Kapanan, krize

dayanamayan veya dayanmakta güçlük

çeken firmalarda çalışmakta olan

teyzelerimiz, ablalarımız ise işsizler

ordusunda yer almaktadırlar. Sadece

kadınlar değil tabii.

Sayfa 44 Politika Dergisi

Page 45: Politika Dergisi Sayi 14

olanak sağlaması çerçevesinde olmalı. Adı bu tarz-da, öyle değil mi? Gerçeği şu ve durum oldukça açık ki; sektör için önlem alınmakta çok geç kalındı.

Neler yapılabilir kısmı için; bu oranlarda sektöre özel bir düzenleme yapılabilir. Ya da tekstil sektörü için, otomotivcilerin beklediği ve Avrupa’dan örnek-lendirdiği gibi, ciddi ön şartlar koyulmadan yıllık faiz oranı çok düşük veya faizsiz kredi destekleri olabi-lir. Hibe ödenekler ayrılabilir. Lakin bu önlemlerin deforme olmuş, piyasada plastik deformasyon kalı-bında değil, elastik deformasyon kalıbında olması gerekmektedir. Yani piyasanın yaralarını sarmaya yönelik olması gerekliliği atlanılmamalıdır. Üretici-nin daha çok desteklenmesi istihdamı da verimli kılacaktır. Çark dönsün gerisi gelir ağabeyim!

Saygılarımla…

[email protected]

Lakin bu önlemlerin deforme olmuş,

piyasada plastik deformasyon

kalıbında değil, elastik deformasyon

kalıbında olması gerekmektedir. Yani

piyasanın yaralarını sarmaya yönelik

olması gerekliliği atlanılmamalıdır.

Üreticinin daha çok desteklenmesi

istihdamı da verimli kılacaktır.

Sayfa 45 Sayı 14

Page 46: Politika Dergisi Sayi 14

Emrah ÖZDEMĐR

Merhaba değerli okuyucularım. 1 Mayıs Đşçi Bay-ramımızı diğer yazar arkadaşlarımın nitelikli değer-lendirmeler yaptığını düşündüğümden, bu sayımız-da son günlerde patlak veren Azerbaycan ilişkileri-mizi konu edinmeyi yeğledim. Yine de girişimizde 1 Mayıs Đşçi Bayramımızı kutlar, güzel günler görme-yi umut ederim.

Gelelim konumuza. Malumunuz; Recep T. Erdo-ğan ve dış politika kahramanlarımız (!), Azerbay-can’la aramızın bozulması pahasına, Ermenilerle iyi ilişkiler (!) kurmaya başladılar. Ne için, kim için, kimin emirleriyle? Bunların hepsine bazı haber ha-tırlatmaları ve yorumlarımız eşliğinde değinmeye çalışacağım.

Abdullah Gül’ün Prag yolculuğu öncesinde yaptı-ğı açıklamayla giriş yapalım:

“Her bağımsız ülke kendi iç ve dış politikasını tayin etmede özgürdür.” (Hurriyet.com.tr)

Abdullah Gül, her ne kadar Azerbaycan’ı da dü-şündüğümüzü belirtse de konuşmanın can alıcı cümlesi olarak bunları görüyorum. Konuşmadaki diplomatik süs kaldırıldığında, “kimseye hesap ver-me durumunda değiliz” mesajını okumak zor ol-maz.

“Bu sırada Azerbaycan Dışişleri Bakanı Yardım-cısı Guliyev, Babacan'a yaklaşarak kulağına bir şeyler fısıldamaya başladı. Bunun üzerine Ermeni protokol görevlileri iki bakandan ayrılmaları iste-

minde bulundular. Ancak Azeri bakan yardımcısı ikazlara aldırmadan konuşmaya devam edince Ali Babacan, kendisine sert bir şekilde hitap ederek dışarı çıkması için kapıyı gösterdi. Beklemediği karşılık üzerine şaşkın duruma düşen ve morali bozulan Azerbaycanlı Bakan Yardımcısı sinirli bir şekilde oradan ayrılarak çıkış kapısı yerine tuvalet kapısından içeri girdi. Đddiaya göre Azeri bakan yardımcısının komik duruma düşmesi karşısında, Ali Babacan olayı seyreden Ermeni yetkililerle bir-likte gülüştü.” (Radikal, Ermeni ve Azeri basınında yer alan bir haber.)

Tayyip Erdoğan’ın Azeri-Ermeni ilişkileri normal-leşmeden Ermenistan’la tam mutabakatın sağlana-mayacağını belirtmesi de diplomatik bir söz olarak kalacaktır. Temel olarak, bu sözün hiçbir geçerliliği yoktur. Serj Sarkisyan’ın Wall Street Journal’de yer alan söyleşisinde Erdoğan’ın bazı konularda çift taraflı davrandığı -söylediğim bağlamda- izlenimine kapılıyoruz. “Elbette ki Başbakan Erdoğan’ın beya-nı (Karabağ ile ilgili) bizim anlaşmaların çerçeve-sinde değildi.” Güney Osetya krizi patladığında, 1 Eylül 2008’de çıkan 7. sayımızda belirttiğim gibi, Türkiye Kafkaslarda Amerikan elçiliği yapmaktadır. Gürcistan ve Ermenistan’ın Amerika safında yer almasıyla, arada Rusya’ya tek yakın ülke durumunda kalan Azerbaycan’ın tarihsel ortağı ve uluslararası alandaki en önemli savunucusu olan Türkiye’nin eliyle direncinin kırılmaya çalı-şılması çok anlamlıdır. Yoksa, seçimle iş başına gelen bir hükümetin kendi kamuoyundan tepki gör-mek pahasına böyle bir atılımda bulunmasının başka türlü bir açıklaması olabilir mi? Komşuları-mızla gereksiz kavgalar ve gerginlikler içinde olma-

Kardeşin Duymaz, El Oğlu Duyar!

Serj Sarkisyan’ın Wall Street Journal’de

yer alan söyleşisinde Erdoğan’ın bazı

konularda çift taraflı davrandığı -

söylediğim bağlamda- izlenimine

kapılıyoruz. “Elbette ki Başbakan

Erdoğan’ın beyanı (Karabağ ile ilgili)

bizim anlaşmaların çerçevesinde

değildi.”

Sayfa 46 Politika Dergisi

Page 47: Politika Dergisi Sayi 14

mızın bize zarar verdiğini öteden beri belirtiyoruz; fakat “soykırım” savlarında direten, henüz bu 24 Nisan’da resmi törenle Türk ve Azeri bayraklarını yakan, Karabağ’la ilgili herhangi bir adım atmayan Ermenistan’la hangi konuda mutabık olabiliriz? Serj Sarkisyan WSJ’deki söyleşisinde kimin adına barış yapıldığı konusunda da bizi aydınlatıyor: “En büyük çaba ABD tarafından yapıldı ve yapılıyor. Bunun için ABD yönetimine çok minnettarım.” Mutabakat tek taraflı bir olgu olmadığına göre, bu işin görün-meyen bir yüzü vardır demektir. Özcesi; burada bir barış değil, Azerbaycan’ın gardının düşürülme amacı söz konusudur.

Đlham Aliyev’in adına bir açıklama yapan danış-manı, Muhammedov’un “Türkiye bu konuda, Azer-baycan'ın kuruluş günlerinden itibaren izlenen çizgi-yi takip etmelidir. Turgut Özal'ın, Süleyman Demi-rel'in, Ahmet Necdet Sezer'in izlediği çizgiyi izleme-lidir. Buna göre, Ermenistan 'soykırım' ve 'toprak' iddialarından vazgeçmeli ve işgal ettiği Azerbay-can'a ait topraklardan çekilmelidir.” sözleri dikkat çekicidir. Buradan iki önemli soru çıkabilir. Birincisi; Abdullah Gül yönetimi, Azerbaycan konusunda Özal, Demirel ve Sezer’den farklı olarak hangi çiz-giyi izlemektedir? Đkincisi; Türkiye’nin eski politika-sının ve Azerbaycan dış politikasının anlamsız bir Ermeni düşmanlığı etrafında değil, Ermenilerin soy-kırım ve toprak iddialarından vazgeçmesi ve işgal ettiği topraklardan çekilmesi bağlamında bir baskı oluşturma çabası etrafında şekillendiği söylenebilir. O hâlde, Ermenistan iddialarını geri çekmediğine göre; Türkiye, bu politikadan ne uğruna vazgeçmiş-tir?

Kanaatimce Türkiye, yukarıda değindiğim üzere, ABD’nin Kafkasya politikasının elçiliğini yapmakta-dır. Çünkü; (1) Obama, 24 Nisan’da Ermeni iddiala-

rının ve bizim “özür”cülerin söylemini (medz yeghern / büyük felaket) kullanmıştır; (2) Tarihsel dostumuz Azerbaycan’ı dirençsiz bırakmak veya tamamen Rusya’nın ellerine bırakmak pahasına bir barışçı politika olamaz, bu sav geçersizdir; (3) Ermenistan, henüz hiçbir iddiasından ve yaptırı-mından vazgeçmemiştir.

Aliyev’in önümüzdeki günlerde Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan ve Rusya Devlet Baş-kanı Medvedev ile yapacağı görüşmeler, büyük olasılıkla Azerbaycan açısından yeni yol haritasını belirleyecek önemli gelişmeler olacak. Bakalım, ne sonuç çıkacak?

Yandaş basının bu konuda nasıl bir bilgilendir-me (!) içinde olduğu konusunda da bir örneğimiz var.

“Rusya'nın Ergenekon’u kullandığını ileri süren Laçiner, hükümetin başı ne şekilde derde girerse girsin bundan yarar uman bir takım insanların bu-lunduğuna dikkat çekti. Rusya'nın asıl hedefinin Azerbaycan'daki Türk okulları ile işletmelerini ka-pattırmak olduğunu savunan Laçiner, Türkiye'nin Ermenistan ile yaptığı müzakereler konusunda kamuoyunu bilgilendirmemesinin de hata olduğu-nu vurguladı.” (…) (Yorum: Bir kısım Gülen okulu-nun Amerikan ajanlığı nedeniyle kapatılmasının üzerini yine Ergenekon adı verdikleri canavarla örtüyor olmasınlar!)

“Azerbaycan ilişkilerinin gerilmesinde Ergenekon yapılanmasının rolüne yönelik bir soruya Laçiner: “Ergenekon da bu işin içerisinde bir yerlerde var. Açıkçası Ergenekon çeteleşmesi içerisinde bir takım isimler Rusya ile omuz omuza, dirsek dirse-ğe çalışıyorlar. Dolayısıyla Rusya onları kullanı-yor. Rusya'nın onları kullanmasına ilaveten Anka-ra'daki hükümetin başı ne şekilde derde girerse girsin bundan yarar, medet uman bir takım insan-

Mutabakat tek taraflı bir olgu

olmadığına göre, bu işin görünmeyen

bir yüzü vardır demektir. Özcesi;

burada bir barış değil, Azerbaycan’ın

gardının düşürülme amacı söz

konusudur.

Sayfa 47 Sayı 14

Page 48: Politika Dergisi Sayi 14

lar da var. Türkiye'deki bazı grupların Bakü'de uzantıları var. Onlar gazetede çıkarıyor, televizyon vs yayınlar da yapıyorlar. Çeşitli gazetelerin içeri-sinde de yer alıyorlar. Yalan, tamamen hayal ürü-nü, iki ülke ilişkilerini baltalamaya dönük provokatif haberler yapıyorlar.” (Cihan)

Devletin resmi kanalında başlayan Ayrılık adlı bir dizi var. Türkiye’de filmlere bile harcanmayan müt-hiş bir prodüksiyon ve masrafla çekilen dizide; Gü-len okullarının öneminden, Rusya’nın aramızı boz-maya çalıştığı vs. dile getiriliyor veya ima ediliyor. Dizinin oyuncularından birisi de Fethullahçılığı ile tanınan Ahmet Özhan.

Yandaş (Gülenci) basın ve AKP’nin (bir zamanlar devletin olan) resmi yayın organı TRT’nin halkı nasıl yönlendirdiğini iyice ele almak gerekiyor. Me-seleyi Ergenekon ve Rusya sathında tutup, AKP’nin Azerilere yaptıkları ve Amerika’nın böl-gedeki varlığı göz ardı edilmek isteniyor. ABD-

’nin son dönemde Kafkasya üzerinde oynadığı oyunları hasıraltı edip, olayı tamamen Rusya üzerine yıkmaya çalışmak, bilgilendirme değil, yönlendirmedir. Dezenformasyon, tam sürat yani!

Tarihsel ve kültürel kardeşimiz olan Azerbaycan-’a karşı alınan tutum, Erdoğan’ın Azeri vekillere fitneci yakıştırması yapması vd. kabul edilemez. Türkiye’nin barışçı bir siyasa izlemesi ve özellikle komşularıyla iyi ilişkiler geliştirmesi, bizim için çok önemlidir. Bize barıştan yana olmadığımız eleştiri-lerine karşı diyebilirim ki Ankara-Erivan arasında ve tamamen ulusların karşılıklı iyi niyetlerine dayanan görüşmelerin gerçekleşmesine en ön safta destek vereceğiz. Lakin Ermenilerin 1915 olaylarında olduğu gibi, onun bunun oyuncağı ol-ması ve Türkiye’nin kardeş ulusu Azerbaycan’ı göz ardı etmesi kabul edilebilir değildir. Böyle sürerse; Ermeniler, ilk baş-bakanları Ovanes Kaçaznuni’nin 1923 Parti Konferansı’na sunduğu raporda belirtildiği gibi yine alda-nan; biz de kardeşimizin hakkını çiğnetip, emperyalizme hizmet etmiş olan bir millet olarak kalaca-ğız. Son söz olarak; bizim dış politi-kamızı vurgulamak gerekirse, Atatürk’ün 1921’deki sözlerine dönmek yeterlidir:

“Dış siyasetimizde başka bir devletin hukukuna tecavüz yoktur. Ancak hakkımızı, hayatımızı, mem-leketimizi, namusumuzu, savunuyoruz ve savuna-cağız.”

Dayancınız için teşekkür eder, saygılarımı suna-rım.

[email protected]

Lakin Ermenilerin 1915 olaylarında

olduğu gibi, onun bunun oyuncağı

olması ve Türkiye’nin kardeş ulusu

Azerbaycan’ı göz ardı etmesi kabul

edilebilir değildir.

Sayfa 48 Politika Dergisi

Page 49: Politika Dergisi Sayi 14

Sayfa 49 Sayı 14

Page 50: Politika Dergisi Sayi 14

Sayfa 50 Politika Dergisi

P—Kitap: 1 Mayıs’a Özel Seçkiler

Tuncer Uçarol (Genel – Đş Sendikası) Đşçi Öyküleri

Yıldırım Koç 100 Soruda Türkiye’-de Đşçi Sınıfı ve Sen-

dikacılık Hareketi

Harry Braverman Emek ve Tekelci

Sermaye

Marshall Berman Marksizmle Maceram

Emine Engin Marksizm’de Đşçi

Sınıfının Kapsamı ve Türkiye

Nail Güreli 1 Mayıs 1977

Marx, Engels, Lenin Đşçi Sınıfı Partisi Üze-

rine

Tevfik Çavdar Türkiye Đşçi Sınıfı Tari-

hinden Kesitler

H. Sami Güven Endüstriyel Đşçi Koo-peratifleri (Kuramı ve

Sosyal Politikası)

Volkan Yaraşır Đşgal, Direniş, Grev

Samir Amin 21. Yüzyılın Meydan

Okumaları Karşısında Köylü ve Đşçi Müca-

deleleri

Ronaldo Munck Emeğin Yeni Dünyası

Mustafa Kemal

ATATÜRK:

“Ben çocukken

fakirdim. Đki

kuruş elime

geçince bunun

bir kuruşunu

kitaba verirdim.

Eğer böyle

olmasaydım,

bu

yaptıklarımın

hiçbirisini

yapamazdım.”

Hazırlayan: Gökhan DAĞ

Bu Bölüme Đlişkin Önerileriniz Đçin: [email protected]

Halil Çelik Uluslararası Đşçiler

Birliği (1. Enternasyonal)

Page 51: Politika Dergisi Sayi 14

Sayfa 51 Sayı 14

Page 52: Politika Dergisi Sayi 14

Ece ERDAĞ

Az önce soğukça bir denize atladım. Güneş o kadar cılız ki, ısıtamıyor ürpermiş tenimi. Gümüş martılar geçiyor üzerimden; gölgeleri titriyor martı-ların, denizin dalgaları susturuyor çok sesi. Bir o içimdeki gürültüler susmuyor. Yaşadığım yerden uzakta olmayı neden bu kadar seviyorum, soruyo-rum kendime. Neden bu kadar bağlanamaz bir ha-lim var? Neden ütopyalarım bile suskun kalmış pesimizmim yanında? Büyük sorularımın fonunda bir çift, bağırış çağırış atlıyorlar suya. Çift değiller, pardon, âşıklar… Çift olurlarsa o büyü bozulur. Aidiyet kötü ya, ondan. Öpüşüyorlar. Kalemi elim-den düşürüyorum…

Denize bakıyorum sonra. Gözlerimi kısıp bakabil-diğim en uzak noktaya bakıyorum, ufku göremiyo-rum; miyobum artmış mı ne. Gerçi görülesi bir ufuk da yok ortada. Dağlar kıvrım kıvrım kıvrım… Dağ-ları boş ver şimdi, ben denize tutkunum ve içinde denizi barındıran her şeye tutkunum… Đçinde deniz olan şehirlere, denize kıyısı olan ülkelere, adı “Deniz” olan insanlara, denizli şarkılara, şiirlere, içinde denizi taşıyabilecek kadar cesur olan erkek-lere, deniz kenarında yenen yemeklere, içilen rakı-lara, babama ki babam deniz kokar hep…

Bir balık atlıyor önümden açığa doğru. Kongrenin son oturumunu asmanın keyfi içimde, saçlarımdan deniz suyu damlıyor. Kurumak bilmiyor saçlarım, kafamda onlarca düşünce birbirine dolanıp çözülü-yor deniz suyu damladıkça saçlarımdan yere. Đnsa-nın kalbi neden böyle güzel anlarda ağırlaşır ki?

Sigara paketine uzanıyorum, âşıklar açıktaki duba-nın üzerine çıkmış. Kız, çocuğun dizlerine yatmış; çocuk, yavaşça okşuyor kızın saçlarını. Ortalıkta bir karanfil kokusu dolanıyor ve bir de çıtırtılar. Nuri Bilge geliyor aklıma. Sigara seslerini abartılı kay-deder ve çok güzel olur diye düşünüyorum.

Âşık olmak ne kadar zor oysa. Birbirinin üzerinde mülkiyet anlayışı geliştirmeksizin sevebilmek birini ne kadar zor. Gerçi abartmamak lazım, o kadar da zor değil. Sosyal psikoloji öyle bir içselleştirmiş ki bu sahip olma durumunu, kemikleşmiş. Kaldı ki ben içimdeki bu b.ktan yoksunluk hissiyle hiçbir şeyi mülküm haline getirememeyi çok iyi beceriyor-ken neden mülkiyet anlayışını sorun ediyorum, anlayamadım. Bilmiyorum, iyi bir şey belki bazen sahiplenmek ya da sahiplenilmek. Đnsan sığınmayı da özleyebiliyor bazı gecelerde. Okulda/işte/sokakta onlarca dandik insanın yerlerde sürünen dandik egolarının dandik kaprisleriyle uğraşmaktan bıkıyor insan. Yoruluyor. Đnciniyor. Baltalanmış his-sediyor. Eve koşup birisine anlatmak istiyor hepsi-ni, anlatmak ve hafiflemek. Sarılmak ve susmak istiyor.

Aman aman. “Gitme eksperi”nden iddialı sözler dökülüyor yine. Demek ki kendime olan kızgınlığı-mı aşabilmişim. Çıkış noktama geri dönüyorum, beni kendime “kızdıran” adamı hatırlıyorum. The

Deniz, Aşk ve Nietzsche

Kız, çocuğun dizlerine yatmış; çocuk,

yavaşça okşuyor kızın saçlarını.

Ortalıkta bir karanfil kokusu dolanıyor

ve bir de çıtırtılar. Nuri Bilge geliyor

aklıma. Sigara seslerini abartılı

kaydeder ve çok güzel olur diye

düşünüyorum.

Sayfa 52 Politika Dergisi

Page 53: Politika Dergisi Sayi 14

Smiths tam o anda şöyle diyor kulağıma:

“The story is old, but i know it goes on”

Ah, Nietzsche… Deniz kenarında bir lise, Kaba-taş Erkek Lisesi. Lisede bir pencere denize bakan, pencerede bir kız çocuğu. Çocuğun içinde kıpırda-nan bir deniz. Denizde bir dalga, Nietzsche. Pesi-mizmimin kökeni, kronikleşmiş umutsuzluğumun yakıtı adam. Elimde “Tan Kızıllığı”, aforizmik bir yazarın kaleminden döküldüğü belli, yeni yeni keş-fediyorum, keşfettikçe ruhumun derinlerindeki dal-galar duruluyor. Hırçınlığım diniyor. Yaşamı bu ka-dar ciddiye almak ne kadar doğru, sorguluyorum. Ama belli ki kafa aynı kafa, yine bir konfüzyon… Öyle mi böyle mi düşünceleri, “bu nasıl bir adam; tam da düşündüğüm şeyi yazmış” sesleri. “Ne oku-yorsun” diyor Gülçin Orkan tam o anda. “Eyvaah, seni de kaybedeceğiz belli ki” diyor görünce elimde kitabı, gülümsüyor. Sosyoloji ve felsefe öğretmeni-miz Gülçin Orkan. 68 kuşağını bize hissettiren, hü-manizmi kabul ettiren güzel kadın. “Çocuklar ben lisede sizin gibi değildim, ikmale kalırdım” diyebile-cek kadar cesur. “Yaşama karşı sorumluluğumuz, daha yücesini yaratmaktır. Daha alçağını değil”in aslında ne olduğunu anlatan kadını, Gülçin Orkan’ı 2002’de kaybettik. O sıralarda Đzmir’deydim ve Đz-mir’e lanetler yağdırıyordum; Đzmir’in ne alakası varsa…

Öyle bir hayat yaşıyorum ki, Cenneti de gördüm cehennemi de

Öyle bir aşk yaşadım ki Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de

Bazıları seyrederken hayatı en önden, Kendime bir sahne buldum oynadım

Öyle bir rol vermişler ki, Okudum okudum anlamadım.

Kendi kendime konuştum bazen evimde, Hem kızdım hem güldüm halime,

Sonra dedim ki ’söz ver kendine’ Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin, Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,

Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin. Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.

Öyle bir hayat yaşadım ki, Son yolculukları erken tanıdım Öyle çok değerliymiş ki zaman,

Hep acele etmem bundan, anladım

Aradan yedi uzun yıl geçmiş… Deniz kenarında bir şezlong, şezlongda yatan bir kız çocuğu. Çocu-ğun elinde bir defter, defterde bir deniz… Denizde dalgalar… Alelacele kalkıyorum, yalnız başıma çıkıyorum merdivenleri… Đçimde dalgalar kıpırda-nıyor, galiba âşık oluyorum.

Nisan 2009, Marmaris

[email protected]

Elimde “Tan Kızıllığı”, aforizmik bir

yazarın kaleminden döküldüğü belli,

yeni yeni keşfediyorum, keşfettikçe

ruhumun derinlerindeki dalgalar

duruluyor. Hırçınlığım diniyor. Yaşamı

bu kadar ciddiye almak ne kadar

doğru, sorguluyorum. Ama belli ki kafa

aynı kafa, yine bir konfüzyon…

Sayfa 53 Sayı 14

Page 54: Politika Dergisi Sayi 14

Ayşegül ĐNAN

Bir insanı anlayabilmek… Yaptığı her işin, attığı her adımın kendine değil koskoca bir ulusa arma-ğan olduğunu fark edebilmek… Dünyada herkesin gıptayla baktığı askeri bir dehaya, sonsuz bir vatan sevgisine, müthiş bir zekâya ve liderlik vasfına sa-hip olduğunu bilmek… Ve bunları bir kez daha yeni nesillere aktarabilmek, nasıl bir minnet duygusuna sahip olduğumuzu anlatabilmek… Ve aynı gururu, minneti, sevgiyi, saygıyı onlara da her daim hisset-tirebilmek… Okuyup, araştırıp, özümsediğimiz tari-himizin en önemli lideri Mustafa Kemal ATATÜRK’ü her zaman olacağı gibi yaşatabil-mek…

Müjdat Gezen Tiyatrosu tarafından ilk kez 29 Ekim 2008’de Đstanbul Kadıköy’de sahnelenmeye başlanan oyun, yine aynı yıl içerisinde Tuncer Cücenoğlu tarafın-dan yazılmış. Müjdat Gezen’in rejisiyle sahnede hayat bulan oyunda, birçok farklı rolde yirmi altı oyuncu yer alıyor. Oyunun en önemli özelliklerinden biri, Atatürk’ün cephede kullandığı otomobilin aynısının yapılması.

Müjdat Gezen’in bin bir güçlükle kurdu-ğu okulunun ardından, böyle güzel bir tiyatro salonuyla, tiyatro dünyamıza katkı-sı, her zamanki gibi devam etmekte. Kü-

çük bir salon ve de küçük bir sahneye rağmen, seyircisi eksik olmayan oyunda, Atatürk ve Kurtu-luş Savaşı’nın tüm önemli isimleri yer alıyor. Genel anlamda Atatürk’ün anılarından derlenen oyun, “cepheden - bağımsızlığın kazanılmasına”, devri-min toplumsal hayata geçişine kadar yaşanan zor-luklarda, karmaşalarda Ata’nın nasıl usta bir şekil-de çözüme gittiği, halkının onu nasıl sonsuz bir sevgiyle bağrına bastığını anlatılırken, Atatürk’ün herkesçe bilinen insancıllığı, vatan ve millet sevgi-si, barışçıl yaklaşımı bir kez daha ifade ediliyor.

Oyunda, başta Atatürk’ü canlandıran Ömer Gecü olmak üzere birçok genç oyuncu yer alıyor. Her sahnesinde dinamizmini koruyan oyunda, Ata’ya ait anılardan oluşan her bir sahne izleyiciyi içine her dakika daha çok çekiyor.

Sahnenin çok büyük olmayışı, dekorun görkemini engelleyen bir faktör olmamakla birlikte, oyuncula-rın sahne trafiğini iyi oturtmuş olması sayesinde, oyunun akıcılığı hiçbir şekilde bozulmuyor. Kos-tümler ise dönemi en iyi anlatabilecek nitelikte ta-sarlanmış.

Ciddi ve titiz bir çalışma gerektiren bu oyunda, maddi ve manevi hiçbir özveriden kaçınılmamış, bu özveriler karşılığını bol alkışla alma şansına erişmiştir. Oyun, metni de alıp rahatlıkla okunacak bir metin olmasına rağmen, Ata’yı sahnede izleye-bilmek, o döneme bir kez daha dâhil olup ona hay-ranlığımızı kat ve kat yaşamak, onu anladığımızı düşünürken bile tekrar ona dair bir şeyleri anla-mak, bugünlere kolay gelinmediğini hatırlamak, millet olarak tek bir vücut olmamızın gerekliliğini bir kez daha görmek ve de “Ulu Önder’i” hep yapaca-ğımız gibi minnetle anmak için gerçekten izlenme-ye değer. Ve tabi ki Cumhuriyet’in ve devrimlerin yılmaz bekçileri olduğunu, belki de bu sefer alkış-larla ifade edebilmek şansını yakalamak açısından da önemli. Şimdiden iyi seyirler…

P—Tiyatro: Mustafam Kemalim

Sayfa 54 Politika Dergisi

"Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir..."

“Bütün ümidim gençliktedir.”

Page 55: Politika Dergisi Sayi 14

Oyundan…

“Đnsan, ait olduğu halkın varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün dünya halklarının huzur ve mutluluğunu da düşünmeli ve kendi halkının mutlu-luğuna ne kadar değer veriyorsa diğerlerinin mutlu-luğu için de çalışmalıdır. Çünkü dünya halklarının mutluluğu için çalışmak diğer bir yoldan kendi hu-zur ve mutluluğunu sağlamaya çalışmak demektir. Dünya halkları arasında barış, açlık ve anlayış ol-mazsa ne yaparsa yapsın huzur bulamaz…”

“…Dünyanın herhangi bir yerinde bir rahatsızlık varsa, tıpkı kendi aramızda olmuş gibi ilgilenmeli-yiz. Đşte ancak bu yaklaşım; insanları, halkları ve onları yönetenleri bencillikten kurtarır. Bencillik kişi-sel olsun, ulusal olsun her zaman fena sayılmalı-dır.”

YAZAN: Tuncer CÜCENOĞLU

YÖNETEN: Müjdat GEZEN

DEKOR VE KOSTÜM: Leyla GEZEN

OYUNCULAR:

Ferdi MERTER

Erdoğan TUNCEL

Ali Rıza KARA

Ali ŞAHĐN

Aykut GÜNER

Ayşegül ASLAN

Burak TEKEL

Buse DEMĐR

Bülent ÖZCAN

Can BANA

Diren POLATOĞULLARI

Ebru DEMĐR

Erhan IŞIKTAŞ

Faruk KALKAN

Güray ÖZÇELĐK

Đzzet BAŞLAK

Mehmet Ali YILMAZ

Melike EGE

Ömer GECÜ

Pınar GORDE

Taner KARAHAN

Zeynep AKAY

[email protected]

Sayfa 55 Sayı 14

“Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygula-rımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterli-dir."

“Devrimin amacını kavramış olanlar sürekli ola-rak onu koruma gücüne sahip olacaklardır.”

“Cumhuriyet, fikir serbestliği taraftarıdır. Samimi ve meşru olmak şartıyla her fikre saygı duyarız.”

Page 56: Politika Dergisi Sayi 14

ÇIZIKTIRMAK / Irmak ATABERKIRMAK / Irmak ATABERKIRMAK / Irmak ATABERKIRMAK / Irmak ATABERK

Sayfa 56 Politika Dergisi

[email protected]

Page 57: Politika Dergisi Sayi 14

Gençliğe Hitabe

Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinen-dir. Đstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahla-rın olacaktır. Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyet'i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. Đstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün ordu-ları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evlâdı! Đşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

20 Ekim 1927

Teşekkürler… > Uludağ Üniversitesi Eski Rektörü Prof. Dr. Musta-fa Yurtkuran’a > Değerli Hocamız Yrd. Doç. Dr. Sertaç Serdar-’a, > YeniÇağ Gazetesi Ya-zarı, Sayın Arslan Bulut-’a > Değerli Eğitimci ve Ya-zar Sayın Emre Kongar’a > Milliyet Gazetesi Yazarı, Çok Değerli, Sayın Melih Aşık’a ve Tabii ki Haldun Ertem’e > Metin Tınay ve Verim Hosting’e > Tüm Emeği Geçenlere > Ve Tabii ki Desteğini Bizden Esirgemeyen Tüm Okurlarımıza Politika Dergisi’ne verdikleri destekten ötürü teşekkürü bir borç biliriz.

Not

Bu sayımızda bazı ya-zarlarımızın yazıları çeşitli nedenlerden dolayı yayın-lanamamıştır. Okurları-mızdan özür dileriz.

www.politikadergisi.com — [email protected]

Page 58: Politika Dergisi Sayi 14