24
YIL:6 SAYI:44 HAZİRAN 2016 FİYAT: 2 TL /SODAP /SODAP74 WWW.SODAP.ORG Saray Darbesine Karşı Birleşelim! Faşizme Karşı Demokrasi Cephesi Demokratik Laiklik Mücadelesi Birleştirir Piyasaları Saray Çarptı KESK’e Dönük Saldırılar ve Mücadele Demokrasi Mücadelesi “1Arada” Güvencesizlerin Güvencesi Sokak Sendikası “Birlikte Çözüm Yolları Aradık” Sonunda “Yol Ayrımı”na Geldik Gasp Yasaları ve Direnişin Dayanılmaz Güzelliği Gençliğin Rolu ve Güvenlik Mücadele Ederek Kazandık! Direnerek Savunacağız! Libya’da Yeni Girişim Adımları Küba, Devrim ve ‘Tok’ Bir Özgürlük Altın Palmiye’yi Bizim Yönetmenimiz Kazandı

Sosyalist Dayanışma Haziran 2016 Sayı 44

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.sodap.org & www.twitter.com/sodap74 & www.facebook.com/sodap

Citation preview

YIL:6 SAYI:44 HAZİRAN 2016FİYAT: 2 TL/SODAP /SODAP74

WWW.SODAP.ORG

Saray Darbesine Karşı Birleşelim!

Faşizme Karşı Demokrasi Cephesi

Demokratik Laiklik Mücadelesi

Birleştirir

Piyasaları Saray Çarptı

KESK’e Dönük Saldırılar ve

Mücadele

Demokrasi Mücadelesi “1Arada”

Güvencesizlerin Güvencesi Sokak

Sendikası

“Birlikte Çözüm Yolları Aradık”

Sonunda “Yol Ayrımı”na Geldik

Gasp Yasaları ve Direnişin Dayanılmaz

Güzelliği

Gençliğin Rolu ve Güvenlik

Mücadele Ederek Kazandık! Direnerek

Savunacağız!

Libya’da Yeni Girişim Adımları

Küba, Devrim ve ‘Tok’ Bir Özgürlük

Altın Palmiye’yi Bizim Yönetmenimiz

Kazandı

Sosyalist Dayanışma / Haziran 2016

2

Sosyalist DayanışmaAylık Yerel Süreli Siyasi Dergi

Yıl: 6, Sayı: 44Haziran 2016

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:Sezgin KARTAL

Adres:Piyalepaşa Mah. Şark Sk. No: 15/ABeyoğlu İstanbulİletişim Tel: 0535 922 82 68İletişim Mail: [email protected]

www.sodap.org

Basım Yeri:Yön Matbaacılık

Adres:Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İSTTel: 0212 544 66 34

işten çıktım

sokaktayım

elim yüzüm üstümbaşım gazete

sokakta tank paleti

sokakta düdük sesi

sokakta tomson

sokağa çıkmak yasak

sokaktayım

gece leylâk

ve tomurcuk kokuyor

yaralı bir şahin olmuş yüreğim

uy anam anam

haziranda ölmek zor!

havada tüy

çalışmışım onbeş saat

tükenmişim onbeş saat

acıkmışım yorulmuşum uykusamışım

anama sövmüş patron

ter döktüğüm gazetede

sıkmışım dişlerimi

ıslıkla söylemişim umutlarımı

susarak söylemişim

sıcak bir ev özlemişim

sıcak bir yemek

ve sıcacık bir yatakta

unutturan öpücükler

çıkmışım bir kavgadan

vurmuşum sokaklara

HAZİRANDA ÖLMEK ZOR orhan kemal’in güzel anısına..

sokakta tank paleti

sokakta düdük sesi

sarı sarı yapraklarla birlikte sanki

dallarda insan iskeletleri

yıllar var ki ter içinde

taşıdım ben bu yükü

bıraktım acının alkışlarına

3 haziran ‘63’ü

bir kırmızı gül dalı

şimdi uzakta

bir kırmızı gül dalı

iğilmiş üzerine

yatıyor oralarda

bir eski gömütlükte

yatıyor usta

bir kırmızı gül dalı

iğilmiş üzerine

okşar yanan alnını

bir kırmızı gül dalı

nâzım ustanın

gece leylâk

ve tomurcuk kokuyor

bir basın işçisiyim

elim yüzüm üstümbaşım gazete

geçsem de gölgesinden tankların tomsonların

şuramda bir çalıkuşu ötüyor

uy anam anam

haziranda ölmek zor!

Hasan Hüseyin Korkmazgil

Haziran 2016 / Sosyalist Dayanışma

3

Ekonomik ve siyasal kriz-lerin altüst oluşlarla ya-şandığı bu dönemde fa-

şizmin yükselişine tanık oluruz. Yine sağ tüm dünyada en kör göze batacak şekilde yükseli-şe geçmiştir. ABD’de ırkçı aday Trump’ın yükselişi, Arjantin’de 85 yıl sonra sağcı bir başkan se-çilmesi, Kolombiya’da sağın atağı bu yükselişin en son göstergeleri olmuştur.

Ekonomik ve siyasal uygula-malar ile beraber sermayeyi güç-lendiren politikaların derinleş-tirilmek istendiğini görüyoruz. Fransa’da özgün olarak burjuvazi aleyhine halk isyanının sebebi de bu güvencesizlik politikalarının dayatılmasıdır. Ülkede bu konu-da son örnek cumhurbaşkanının da onayıyla Kiralık İşçi Yasası adı altında köleliğin resmileştirilme-si şeklinde yaşandı. Neoliberal politikaların ilk vurduğu yer ola-rak Latin Amerika’da, buna önce devrimle karşılık verilse de 21. yüzyıl sosyalizmi irtifa kaybet-meye başlamış, Madura darbeye karşı olağanüstü hal önlemi al-mak zorunda kalmıştır.

IŞİD bölgede güç kaybet-meye başlasa da Irak’ta Musul, Suriye’de Rakka bölgesinde var-lığını sürdürmektedir. Demok-ratik Suriye Güçleri’nin bir süre önce Rakka’nın kuzeyine başlat-tığı operasyonla çeşitli bölgeler temizlense de uzun vadede he-nüz IŞİD’den boşalacak o koca alanın nasıl doldurulacağı konu-su belirsizliğini korumaktadır.

IŞİD’in geriletilmesi ve bölge-den süpürülmesi ile ilgili olarak emperyalist güçler hem fikir olsa da paylaşım harareti devam et-mektedir. Kilise roketler tesadü-fen düşmemektedir. IŞİD’in tek nefes alabildiği hat olması itiba-riyle Türkiye IŞİD için hala son derece önemlidir. Bu anlamda IŞİD Türkiye’de halklar için ciddi bir tehdit olmaya devam ediyor. IŞİD’e karşı savunma oluşturmak bu bakımdan Türkiye Devrimci Hareketi’nin önemli görevlerin-den olmak zorundadır.

Kürt Siyasi Hareketi açısın-dan olanak ve fırsatların sürdüğü bir dönemden geçiyoruz. Ulusal kongrenin gündeme geldiği bu dönemde Kürtleri kimin temsil ettiği noktasında da hesaplaşma devam etmektedir. ABD’nin se-çeneği olarak Barzani mi, yoksa Suriye’de PYD mi bu öncülüğü hak ediyor tartışmalarda uzun süredir bir yer tutmaktadır.

Türkiye Kürdistanı’nda savaş suçlarının neredeyse sıradanlaş-tığı ve gündelikleştiği bugünler-de Cizre benzeri bir katliamın Nusaybin’de de yaşanmasının Türk devleti açısından herhangi bir sakıncası bulunmamaktadır.

Ülkemiz Saray darbesiyle her gün daha fazla inmelenmektedir. En son kendi başbakanına darbe yapmakta da sakınca görmeyen diktatör, kimin hangi koltuğa na-sıl geldiğini unutmaması konu-sunda herkesi sıkı sıkıya tembih-liyor ve Davutoğlu yerine Binali Yıldırım’ı geçirerek düşük profilli yeni bir başbakanla bizi tanıştırı-yor.

Sarayın darbe konseptinin en önemli halkalarından biri olan ve HDP’li vekilllerin dokunul-mazlıklarının kaldırılmasını ön-gören yasa değişikliği teklifinin meclisten CHP oylarıyla geçmesi önümüzdeki günlerin ne kadar çetin olacağının göstergesidir. Altı milyon seçmenin iradesini ortadan kaldırmaya çalışmak Sa-ray darbecileri açısından o kadar da mühim bir mesele değilken asıl olan tek adamlık, başkanlık hülyalarıyla seksen milyon nü-fusu olan bir ülkenin iradesini ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Dokunulmazlık meselesiyle il-gili olarak CHP ise ikircikli bir tutum içerisinde bile kalmamış, doğrudan AKP’nin yasa teklifine anayasaya aykırı olduğunu bile bile “Evet diyeceğiz.” diyerek ta-rihsel kodlarından gelen devletçi ve Kürt düşmanı rolünü oyna-mıştır. Bu durumda CHP’den medet uman kimi sosyalist parti-ler de bu gelişmelerden kendine pay çıkarmalıdır.

Saray hem ekonomik hem siyasal düzenlemelerle birlikte diktatörleşme sürecinin alt yapı-sını oluşturmaya çalışıyor. Laik-lik karşıtı söylemleri kullanması, kadın ve çocuk haklarını gasp edecek boşanma komisyonunun hazırladığı yasaları desteklemesi, tecavüzcü Ensarcıları koruması gibi süreçler AKP tarafından dik-tatörü başkanlığa götürecek sü-recin ideolojik kılıfının görünen kısımlarıdır. Yeni inşa edilecek rejimin İslami yapıda olmasının istendiği alenen ifade edilmekte, kendini destekleyen kesimler bu ideolojik çimento ile kemikleşti-rilmeye çalışılmaktadır. AKP bu süreçte istediği her şeyi kendi iç gerilimlerine rağmen başarıyor görünüyor. Ancak bu görüntü yanıltıcıdır. AKP’nin önü sanıl-dığı kadar engelsiz değildir. İkti-darını kaybetmemeye sarsılmaz bir inançla bağlanmış olan çürük çarık diktatörü asıl yıkılmaz gös-teren şey ise halk güçlerinin ör-gütsüzlüğüdür.

Dünyada sağ eğilimlerin seçe-nek olması, neoliberal politikala-rın son uygulamalarla birlikte de-rinleştirilmek istenmesi ve ülkede kadınların, Kürtlerin, çocukların, Alevilerin özellikle hedef haline getirilerek diktatörlüğün ve fa-şizmin inşa edilmek istenmesi ile karşı karşıyayız. Günler içerisin-de dokunulmazlıkları kaldırılan vekillerimize dönük yaptırımlar başlayabilir. Tek alternatifimiz ise direnmektir.

Darbeye karşı demokrasinin inşa edileceği ve direnişin büyü-tüleceği zorlu, çetin bir döneme giriyoruz. Kuşkusuz her döne-min kendine özgü mücadele yöntemleri olduğunu bilerek. Bu dönemde HDP’yi de aşan de-mokrasi cephesini oluşturmak bugünün önemli görevlerinden birisidir. Kanserle karşı karşıya-yız. Ya Saray darbesi tamamla-nacak ya da direnerek demokrasi yolu açılacaktır. Saray darbesine karşı demokrasi için direnişi bü-yütelim! Diktatörü yenelim!

SARAY DARBESİNE KARŞI BİRLEŞELİM!

Sarayın darbe konseptinin en önemli halkalarından biri olan

ve HDP’li vekilllerin dokunulmazlıklarının

kaldırılmasını öngören yasa değişikliği teklifinin

meclisten CHP oylarıyla geçmesi önümüzdeki

günlerin ne kadar çetin olacağının göstergesidir.

Altı milyon seçmenin iradesini ortadan

kaldırmaya çalışmak Saray darbecileri

açısından o kadar da mühim bir mesele

değilken asıl olan tek adamlık, başkanlık hülyalarıyla seksen

milyon nüfusu olan bir ülkenin iradesini ortadan

kaldırmaya çalışmaktır.

SODAP Meclisi Karar Metni’nden alıntıdır.

Sosyalist Dayanışma / Haziran 2016

4

Cumhuriyet tarihiminiz en büyük siyasi krizinin için-de olduğumuz artık sıra-

dan bir tespit oldu. Davutoğlu’nun tasfiyesi ve dokunulmazlıkların anayasaya aykırı bir şekilde kal-dırılmasıyla Erdoğan başkanlık yürüyüşünde iki adım daha atmış oldu. Kürt coğrafyasında savaş bütün şiddetiyle devam ederken Erdoğan kışkırttığı şovenizmin üstüne binerek tek adam rejimi-ni inşa etmeye devam ediyor. Bu yolda bir yıldır ordu ve MHP ile kurduğu ittifaka, son olarak do-kunulmazlık bahsinde CHP yö-netimi de katılmış oldu.

CHP’nin son bir yıl içerisin-de Barış Bloku üyeliğinden savaş koalisyonuna doğru sürüklenmiş olmasının nedenleri bu yazının konusu değil, ama 100’den fazla milletvekilinin çeşitli nedenlerle “Hayır” oyu vermiş olması parti içinde demokrasi mücadelesine katkı verebilecek önemli bir po-tansiyel olduğunu gösteriyor. Bu satırların yazıldığı sırada doku-nulmazlık kanunun anayasaya mahkemesine götürülmesine CHP milletvekillerinin destek verip vermeyeceği hala belirsizli-ğini koruyor.

Erdoğan’ın anayasayı çiğneye-rek fiilen devlet başkanı gibi dav-ranması, kimi sol kesimlerde za-ten fiilen başkanlık yapıyor daha kötüsü ne olabilir gibi bir duygu yaratabiliyor. Ancak durum böy-le değil, Gezi’nin sloganı Erdoğan için de geçerli, “Bu daha başlan-gıç”. Artvin’deki bir açılış törenin-de HDP milletvekillerini “Bunlar iyi günleriniz.” diye tehdit etmesi

boşuna değil. Erdoğan’ın arzu-ladığı mutlak iktidar gerçekte hiçbir zaman mümkün olmadığı için hep saldırmaya, hep düşman yaratmaya devam edecek. Bu yüzden bu tehdidi tüm demokra-tik muhalefet kendisine yönelik olarak almalı.

Erdoğan hayalindeki faşist rejimi inşa etmenin daha baş-langıcında olduğunu düşünüyor. Eğer iktidarı bütünüyle kendi el-lerinde toplayabilirse sokağa çı-kamadığımız gibi, sözümüzü bile söyleyemediğimiz bir Türkiye hayal edin. Erdoğan’ın bunu ba-şarıp başaramayacağını tartışabi-liriz ama deneyeceği kesin.

Bu anlamda Türkiye Solu, 12 Eylül öncesine benzer bir dönem-de bulunuyor. Elbette siyasal, sos-yal ve ekonomik şartlar bambaş-ka. Ancak faşizmin öngünlerinde olmak gibi keskin bir benzerlik içindeyiz. 1980 darbesi aşikâr bir biçimde “geliyorum” derken sol örgütler strateji ve taktiklerinde köklü bir değişiklik yapmadılar, aksine zaten yapageldiklerini aynen sürdürdüler. Oysa siyasi dengelerin köklü bir şekilde de-ğişeceği açıktı ve her şeyi buna göre yeniden düzenlemek gereki-yordu. Darbe rejimi inşa edildik-ten sonra yapılabileceklerin son derece sınırlı olduğunu yine 12 Eylül deneyimden biliyoruz.

Türk tipi faşizmin ön gün-lerinde hala yapabileceğimiz çok şey var. Öncelikle 12 Eylül öncesi günlere benzer bir siyasi konjonktür içinde olduğumuzu kabul edip tüm siyasi faaliyet-lerimizi buna göre yeniden dü-

zenlemek zorundayız. Lenin’in meşhur deyimi ile yakalamamız gereken kritik halka nedir?

Bu soruya yanıtın geniş bir an-tifaşist cephe kurmak olduğu sa-nırım bir sır değil. Giderek daha yüksek sesle faşizme karşı geniş bir demokrasi cephesinin kurul-ması gerekliliği sol kamuoyunda tartışılıyor. Bu konuda dâhiyane fikirlerden çok güven verici pratik girişimlere ihtiyacımız var.

Demokrasi cephesi aslında 3 yıl önce Gezi isyanı sırasında fiilen eylemin içinde oluştu ama kurumsallaşamadığı için sönüm-lendi. Geçen yıl HDP’nin barajı aşması için oluşan seçim ittifakı da aslında kısmi bir demokrasi cephesiydi. Bugün faşizmin ayak sesleri kulağımızı sağır ederken tüm demokrasi güçlerinin bir araya gelip ortak bir direniş hattı oluşturmasından daha doğal ve gerekli bir şey olamaz.

Kurulacak bir demokrasi cephesinin kimleri kapsayacağı, nasıl işleyeceği, nasıl bir söy-lem ve eylem hattı oluşturaca-ğı elbette tartışılması gereken önemli başlıklar. Burada bu de-taylara girmek mümkün olmasa da kabaca şunlar söylenebilir: Gezi’nin toplumsal ve siyasal çe-şitliliğini bünyesinde birleştire-bilecek bir cephe hayal etmeliyiz. Üç temel kavram etrafında birle-şebiliriz; tek adam rejimine karşı Demokrasi, savaşa karşı Barış, dinselleşmeye ve mezhepçiliğe karşı Laiklik. Şu an sol hareke-tin önünde koyabileceği bundan daha önemli bir görev düşüne-miyorum.

FAŞİZME KARŞI DEMOKRASİ CEPHESİMUZAFFER KAYA

Haziran 2016 / Sosyalist Dayanışma

5

Daha önce dindar bir Anayasa’nın gerektiğini belirten TBMM Başka-

nı İsmail Kahraman, geçtiğimiz günlerde bu demecine yeniden sahip çıkan bir duruş sergiledi. Türkiye’nin bir din devletine dö-nüşümünün eşiğinde olduğunu düşünebilir miyiz?

Erdoğan’ın kafasındaki bi-rinci önceliğin kendisini huku-ken güvence altına alacağı bir formülü (Başkanlık ya da Partili Cumhurbaşkanlığı) Anayasa’ya kazımak olduğu açıktır. Böylesi bir formülde ilerleme sağlandığı takdirde dindar Anayasa da çok daha güçlü bir olasılık haline ge-lecektir. Erdoğan’ın şu anda bi-rinci önceliğinin Kürt Sorunu’nu “hal”etmek, Ortadoğu’da ve Suriye’de gelişen yeni koşullara uygun bir pozisyon almaya ça-lışmak olduğu da ortadadır. Do-layısıyla laiklik meselesinin gün-deme gelme hızı bu noktalarda sağlanacak politik gelişmelerin seyrine bağlıdır. Fakat Erdoğan ve çevresindekilerin kendilerine sıkı bir meşruiyet kazandırmak için dinselleşme sürecini çok aktif bir biçimde kullandıkları görülmektedir. Cemaat ile ittifak günlerinde çoğu İslamcı siyasi hareket ve tarikat kendilerini gö-rece dışlanmış hissetmekteydiler. Ancak Gezi ve özellikle de 17-25 Aralık sonrasında İslamcı örgüt-ler Erdoğan’da aradıkları dini ve siyasi lideri bulmuş gibi görü-nüyorlar. Türkiye’de Erdoğan’ı eleştiren radikal bir siyasal İsla-mi çizgi bulunmamaktadır. Bu durumun Erdoğan’ın hegemon-yasına büyük bir destek sağladığı açıktır.

Erdoğan bir siyasal rejim de-ğişikliği hedeflemektedir ve kur-mayı düşündüğü yeni rejimin İs-lami bir yapıda olmasını istediği de açıktır. Bu konuda savaş bloğu içerisinde bir mutabakatın ema-releri de okunmaktadır. En son Binali hükümetinde, Milli Eği-

tim Bakanlığı görevinin kıdemli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’a verilmiş olması, askerin eğitim sistemine dönük kimi talepleri-nin belirleyici olmasına dönük bir düzenleme olarak da değer-lendirilebilir. Yine Ergenekon Davası sanıklarından eski Ge-nelkurmay Başkanı Başbuğ’un Atatürkçü Düşünce Derneği’nde yaptığı bir konuşmada “imam hatiplere ve ilahiyat fakülteleri-ne sahip çıkması” ve bir dönem kapatılmalarını eleştirmesi savaş koalisyonunun ruhuna uygun gözükmektedir. 1932 yılında İmam Hatip okullarının Atatürk döneminde kapatılmasının bir eski Genelkurmay Başkanı tara-fından eleştirilmesi ve bu kurum-ları radikal İslam’ın ve cemaatle-rin panzehiri olarak göstermesi aslında yeni dönemin şifrelerini okuyabilmek açısından olduk-ça önemlidir. Benzer bir şifreli mesaj Sümeyye Erdoğan’ın dü-ğününde Hulusi Akar’ın doğru-dan laiklik açıklamasının sahibi İsmail Kahraman ile aynı şahitler grubuna üye olmaktan beis duy-maması ile de verilmişti.

Bu tablo oldukça önemlidir. Olumsuz yanı, düzen güçleri açı-sından laikliği daha da aşındır-ma noktasında bir konsensusun bulunduğunu göstermektedir. Olumlu yanı ise orduyu laikliğin bekçisi olarak görme yanlışının giderek savunulacak hiçbir yanı-nın kalmadığının ortaya çıkmış olmasıdır. 1980 darbesi sonrasın-da devrimci/sosyalist hareketleri boğmaya çalışırken İslamcıların her açıdan desteklendiği bir dö-nemi başlatan ordunun, 28 Şubat dönemindeki tutumu bu yanlış bilinci üretmişti. Artık hala bu zeminde durmanın hiçbir tutarlı yanı olamaz.

Laiklik mücadelesi ile ilgili yapılacak önemli yanlışlardan bir tanesi de bunu örneğin HDP ile arayı açmanın bir gerekçesi olarak kullanmaktır. Oysa laiklik

mücadelesi Saray faşizmi karşı-sında en geniş kesimleri birleştir-me potansiyeli olan çok önemli bir mücadele alanıdır. ÖDP ve TKP gibi kimi partiler, HDP’ye ve Kürt halkına çok yoğun sal-dırılmasına rağmen dayanışmayı hala içselleştirememiş bir gö-rüntü sergilemektedirler. Laiklik gündemini merkez gündem ola-rak yansıtarak konuyu bir uzak-laşma vesilesi haline getirmeye çalışmaktadırlar. Durumun bu kadar kritik, saldırının bu kadar şiddetli olduğu bir momentte deyim yerindeyse laiklik müca-delesini “kaçırmaya” çalışmak öncelikle laiklik mücadelesine büyük zarar verecektir. Bir poli-tik gündem arkasında en geniş toplumsal muhalefetin birleşme-si sağlandığı oranda başarılı bir mücadele pratiğinin ekseni ola-bilecektir. Orta sınıf laikler yeter-li bulmayabilir ancak Kürt siyasi hareketinin demokratik laiklik algısı oldukça güçlü ve sahicidir. HDP 7 Haziran seçimleri ön-cesinde tüm saldırılara rağmen Diyanet’in kaldırılması gerek-tiğini son derece ikna edici bir biçimde savunmayı başarmıştır. Örneğin; gözlerin hiç ayrılama-dığı CHP bu noktanın yanına dahi yanaşamamıştır. YPJ’nin kadın savaşçıları da aslında İs-lamcılığın kadını toplumsal ya-şamın yaması yapma çabalarının somut olarak panzehiridir. Kürt Özgürlük Hareketi, Kemalizm’in

DEMOKRATİK LAİKLİK MÜCADELESİ BİRLEŞTİRİR

ve dolayısıyla laikliğin en zayıf olduğu bir toplumsal dokuda son derece güçlü bir demokratik laiklik duruşu yaratmıştır. Tür-kiyeli sosyalistler buraya doğru bakmalıdır. Altan Tan’ın kimi söylemleri üzerinden çok kap-samlı analizler yapmak gerçekli-ği karartır.

İkinci bir yanlış ise yine aynı çevreler tarafından laikliğe sıfat eklenmesine itiraz edilerek ger-çekleştirilmektedir. Oysa Davu-toğlu tarafından kullanıldıktan sonra daha da antipatik hale ge-len Özgürlükçü Laiklik kavramı Türkiye Soluna ÖDP’nin arma-ğanıdır. ÖDP şimdi reddi miras yapıyor olabilir ancak laikliğin hiçbir sıfat eklenmeden benim-senmesinin Kemalist laiklikten ayrışmama çabası olduğu da açıktır. Kemalist kitlelerle mü-cadelede ortak hareket etmekten kaçınılması ne kadar saçmaysa bunu yapabilmek için ideolojik özgünlüğünü rafa kaldırmak da o derece büyük bir yanlışlık, bir tür kuyrukçuluk olacaktır. Yok-sa böylesi bir ideolojik özgünlük vehmederek bizler mi hata yapı-yoruz?

Bu konuda yazmaya gelecek sayılarda da devam edeceğiz.

M. SİNAN MERT

Sosyalist Dayanışma / Haziran 2016

6

Ekonomide çok alametler belirdi.

Dışarıdan sıcak para girişine bağımlı bir “yükselen piyasa ekonomisi” olarak ABD Merkez Bankası FED’in ara ver-diği faiz artırımlarına Haziran ayından itibaren yeniden baş-layacağını açıklaması Türkiye ekonomisinin tansiyonunu yük-seltti. Bunun üstüne giderek şid-detlenen savaş koşullarının ve Rusya ile yaşanan krizin turizm sektörünü neredeyse çöküşün eşiğine getirmesi durumun va-hametini arttırıyor. Davutoğlu hükümetinin Saray tarafından düşürülmesi de ülkenin siyasi istikrardan giderek uzaklaştığı şeklinde okundu ve ülkenin risk primini daha da arttırdı. Küresel sermayenin yakından tanıdığı ve güvence olarak gördüğü Mehmet Şimşek’in bakanlık koltuğunu korumasının küresel piyasalarda yarattığı olumlu etki ise sadece 1 gün sürmüş gibi görünüyor.

Mayıs ayında Türkiye eko-nomisi aslında siyasi krizler kar-şısında ne kadar kırılgan oldu-ğunu bir kez daha açıkça ortaya koymuş oldu. Korkut Boratav 2-13 Mayıs tarihleri arasında dolar karşısında “yükselen pi-yasaların” kur değerlerindeki değişimi incelendiğinde Türk Lirası %5,9’luk değer kaybıyla ikinciyi (%2,1) ikiye katlamış durumda. (http://www.birgun.net/haber-detay/bes-ayda-uc-finansal-dalga-112931.html) 10 Mayıs tarihli Financial Times’ta yayınlanan bir yorumda ise şöyle deniyordu: “Sert piyasa koşulla-rının genellikle zayıf halkası olan Türkiye bile kurları güvenceye almadan faizleri indirmeye kalk-mıştır. Brezilya ılımlı, Türkiye ciddi siyasi risklerle karşı karşı-ya.” Tüm küresel sermaye çevre-leri Mehmet Şimşek’in Merkez Bankası’nı Saray’ın basıncına karşı koruyup koruyamayacağı-nı tartışmakta, genel eğilim ise Şimşek’in elinin önceki dönem-lere çok daha zayıf olduğunu dü-şünmekte. Türkiye ekonomisinin

üzerinde en etkin aktör olarak tanımlanan aktör ise oldukça dikkat çekici: “Erdoğan ve yakın danışmanlarından oluşan çem-ber”. Cemil Ertem ve Yiğit Bulut isimli meczuplar eliyle Türkiye “milli ekonomi” inşa hamlesinin eşiğinde gözüküyor. Birkaç sene önce Birgün gazetesinde fantas-tik kolajlama ekonomi-politik değerlendirmeleri yazan Ertem, Saray’da Erdoğan’ın ruh haline en uygun atmasyon hikayelerini anlatmayı başarıyor gözüküyor. Ertem TRT’ye verdiği demeç-lerden birinde şöyle buyuruyor: “Türkiye dışarıdan gelen uyarı-ları dinlemek yerine kendi özgün politik çözümlerini uygulayacak. Yeni hükümet Türkiye’nin eko-nomik altyapısını faiz oranlarına dayalı olmaktan üretime dayalı bir biçime dönüştürecek.”

Erdoğan’ın her durumda bir yerlere muhalefet ediyor gibi konuşmayı başarması, onun po-pülist karakterinin en öne çıkan yanlarından birisi. Nasılsa “14 yıldır iktidardasınız, ekonominin faiz oranlarına bu kadar bağlı ol-ması tablosunda sizin hiç mi pa-yınız yok?” diyecek bir muhabiri TRT’de bulabilme şansımız yok. Fakat ülkenin imalat sanayisinin ekonomiden aldığı pay giderek azalırken, değerli kur politikası ülkenin ara mal üretim altyapısı-nı tamamen imha etmişken şim-di yeniden üretim politikasına sarılmak nasıl açıklanmalı? Bey-lerin zaten üretimden anladık-larının da kentsel rant yaratmak ve üzerlerine inşaat kondurmak olduğu bu kadar açıkken!

Ancak inşaat sektöründe de işler terse dönüyor. Konut satış-ları, 2016 Nisan ayında bir ön-ceki yılın aynı ayına göre %10,9 oranında düştü. Düşüş ipotekli satışlarda daha da fazla, %27,4. Toplum konut satışlarında ipo-tekli satışların oranı 1/3’ün altı-na gerilemiş durumda (%31,4). Erdoğan’ın Merkez Bankası’nı faizler konusunda bu kadar yo-ğun bir markaj altına almasının gerekçeleri de daha rahatlıkla

anlaşılabiliyor. Sosyoloji mezu-nu yeni Merkez Bankası Başkanı ikinci toplantısında faizleri kü-çük de olsa aşağıya çekti ancak Saray’ın bundan çoğunu istediği bilinmekte. Hele de Başkanlık /Partili Cumhurbaşkanlığı mese-lesinin referandumsuz/seçimsiz halledilemeyeceği ortaya çıktık-ça Saray’ın büyüme oranını art-tırmaya ihtiyacı var.

Bunun sonucunda Binali’nin “Yatırımcının ayağına turkuaz halı sereceğiz” demeci geliyor. AKP, finans kapitalin hiç değiş-mez politikası sıkıştıkça işçinin gırtlağına daha fazla yapışma geleneğine daha fazla yoğunlaşa-cak. Özel İstihdam Büroları’nın jet hızıyla yasalaşması patronla-rın işgücü maliyetlerini aşağıya çekecek. İşçi maaşlarından her ay 100 lira daha fazla kesinti yapılmasına yol açacak zorunlu BES uygulaması ise finans pi-yasalarının derinliğini, işçilerin ise borçluluğunu azaltacak. “Her işçi bir portföy yöneticisi olacak” şarlatanlığıyla finans devlerine cebellezi edilecek yeni birikim-cikler yaratılacak. En önemlisi de finans kapitalin kadim derdi kıdem meselesi halledilerek, pat-ronların ayaklarına kırmızı halı serilmiş olacak. Fakat ancak ken-di gerçekliklerinin zerre kadar ayırdında olmayanlar hem PKK hem de IŞİD ile aynı anda savaş-mak zorunda kalan bir ülkeye, böylesi bir zamanda yabancı ser-maye akışının artacağını umabi-lir. Erdoğan’ın referandum/erken seçim öncesinde ekonomiyi pat-latma planları hem dövizle borç-lu şirketler için alarm durumunu şiddetlendirebilir hem de artacak kamu harcamaları, ekonominin şu anda yegane “tutunacak dalı” bütçe dengelerini alt üst edebilir. Küresel piyasalarda dalgalanma emareleri belirirken küçük bir tekneyle hızlanma çabaları ala-bora durumuna yol açabilir.

Cemil Ertem’in uydurduğu Erdoganomics’in nasıl bir illet olduğunu keşfetmeye az kaldı…

PİYASALARI SARAY ÇARPTI

Ancak inşaat sektöründe de işler terse dönüyor. Konut satışları, 2016 Nisan ayında bir önceki yılın aynı ayına göre %10,9 oranında düştü. Düşüş ipotekli satışlarda daha da fazla, %27,4. Toplum konut satışlarında ipotekli satışların oranı 1/3’ün altına gerilemiş durumda (%31,4).

M. SİNAN MERT

Haziran 2016 / Sosyalist Dayanışma

7

KESK son 3 aylık Sendikal Hak İhlalleri Raporu’nu açıkladı: 7 Şubat’tan bugüne 16.475’i 29 Aralık greviyle ilgili olmak üze-re 16.676 kamu emekçisine so-ruşturma açılmış. Soruşturma açılanların büyük bir çoğunluğu eğitim emekçisi. Sürgün edilen 82 kişi, görevden men cezası alan 50 kişi… Gözaltı ve tutuklama sayısı 20… Rapor bu şekilde uza-yıp gidiyor. Baskılar, sürgünler, mobbingler, ayrımcılıklar, sendi-ka üyeliğinin engellenmesi, ceza davaları, soruşturmalar, işten at-malar…

Askeri darbe dönemlerin-de bile olmayan uygulamalar gerçekleştiriliyor. Uluslararası sözleşmelerden ve anayasadan

doğan en temel sendikal haklar ayaklar altında… Hukuksuzluk diz boyu… Eğitim-Sen’in özel olarak hedefe konduğu ortada…

29 Aralık grevi hakkında şimdiye kadar açılan soruşturma sayısı, yakın tarihin en kitlesel rakamları. Bu sayının tek adam diktatörlüğünün güç gösterisini yükselteceği “düşük profilli” baş-bakan döneminde hızla artması yaygın bir öngörü.

17 Şubat 2016 tarihinde, “Milli Güvenliği Tehdit Eden Örgüt ve Yapılarla İrtibatlı Kamu Çalışanları Hakkında” başlığıyla yayınlanan Başbakanlık genel-gesinin kamudaki tüm muhalif sesleri susturmaya, “cadı avı” başlatmaya dönük bir düzenleme

olduğu, hemen ardından hayata geçirilen uygulamalarla apaçık ortaya çıktı. Bu genelgeden son-ra, AKP faşizmine yönelik en ufak muhalefeti olan emekçilerin her türlü baskı ve soruşturmaya maruz kalma durumu trajik bo-yutlarda arttı.

Bu kitleselliğe ulaşmış ol-masına rağmen açılan keyfi-hu-kuksuz soruşturmalar, Saray’ın “Mevzuatı bir yana bırakın.” ta-limatına uymayı reddeden, yasa ve yönetmeliklere göre denetim ve soruşturma yürütmeye çalışan kimi maarif müfettişleri sayesin-de istenilen sonuçları üretmemiş olacak ki yeni saldırı dalgası bu kez de müfettişlere dönük olarak geldi. Meclis Komisyonu’na gön-

derilen yasa tasarısına göre sa-yıları 4000’i bulan müfettişlerin denetim yetkisi ellerinden alı-narak MEB’de uzman statüsüne geçirilecekler. Bunların içinden ve/veya diğer kurumlardan 500 kişi, yapılacak “mülakatta” başa-rılı olmaları durumunda yeniden müfettiş olarak atanacaklar. Şim-diye kadar bütün yönetici atama-larında uygulamaya koydukları “mülakat”ların nasıl bir seçim yaptığı, neye göre seçtiği, seçi-lenlerin neyin tetikçiliğini yap-tığı herkesin malûmu olduğuna göre bu düzenlemenin hedefini anlamak da zor olmasa gerek.

KESK’i, Eğitim-Sen’i hedef alan bu saldırganlık tesadüfi de-ğildir. Erdoğan’ın başkanlığında simgeleşen islamofaşizmin inşa

süreci toplumsal yapının da bir bütün olarak dönüştürülmesi süreciyle birlikte yol almakta-dır. Bu rejimin inşası için eğitim başta olmak üzere tüm kamusal hizmetlerin Saray’ın projesi ek-seninde dönüştürülmesi gerekir. Eğitim alanının bir bütün olarak dinselleştirilmesi ve ticarileşti-rilmesine dönük uygulamaların, kamusal hizmetleri rantçı ve pi-yasacı anlayışla yeniden düzenle-yen uygulamalarının hız kazan-ması bunun içindir. Yeni rejimin dinci ideolojiyi giyinmiş biatçı topluma ve bu ideolojik formas-yonun misyonerliğini, cihadistli-ğini yapacak yeni nesillere, kad-rolara ihtiyacı vardır. Bunun için anaokulundan üniversitesine kadar bütün eğitim sistemi söz konusu ihtiyaçlara göre yeniden inşa edilmelidir. Bütün eksikleri-ne ve zaaflarına rağmen, Eğitim-Sen ve KESK, kamu emekçileri arasındaki örgütlülüğüyle, kamu hizmetlerinin piyasalaştırıl-masına, çalışanların “kapıkulu memur”lara dönüştürülmesine, eğitimin dinselleştirilmesine karşı en önemli direnç odakla-rından biridir. Bu nedenle bütün emek ve demokrasi güçleri kamu emekçilerine ve onların yürüttü-ğü mücadeleye sahip çıkmalıdır.

Bu saldırı aynı zamanda ser-mayenin çıkarları için emeğin maliyetinin düşürülmesi, iş gü-vencesinin ortadan kaldırılması saldırısıdır. Emeğin örgütlülüğü-nü dağıtarak sermayeye sömürü için dikensiz gül bahçesi yaratma projesidir. Bu saldırılar milletve-kili dokunulmazlıklarının oylan-dığı gece onaylanan kiralık işçilik yasasından, kıdem tazminatının fona devrinden, iş güvencesini hemen bütün kesimler için orta-dan kaldıran taşeron yasasından ayrı düşünülemez. Bu nedenle bütün emek ve demokrasi güç-leri ekmek, onur ve barış için, geleceğimiz için “birarada” mü-cadeleyi büyütmelidir.

KESK’E DÖNÜK SALDIRILAR VE MÜCADELE

KESK’i, Eğitim-Sen’i hedef alan bu saldırganlık

tesadüfi değildir. Erdoğan’ın başkanlığında

simgeleşen islamofaşizmin inşa

süreci toplumsal yapının da bir bütün olarak

dönüştürülmesi süreciyle birlikte yol almaktadır. Bu

rejimin inşası için eğitim başta olmak üzere tüm

kamusal hizmetlerin Saray’ın projesi ekseninde

dönüştürülmesi gerekir. Eğitim alanının bir bütün

olarak dinselleştirilmesi ve ticarileştirilmesine

dönük uygulamaların, kamusal hizmetleri rantçı

ve piyasacı anlayışla yeniden düzenleyen uygulamalarının hız

kazanması bunun içindir.

ELİF CAN

Sosyalist Dayanışma / Haziran 2016

8

Bugünlerde 3. yıl dönü-müne girdiğimiz Ha-ziran isyanı ile 2013’de

Türkiye’nin en büyük sosyal hareketi gerçekleşmiş, rantçı, talancı, kadın düşmanı politika-lara, otoriterleşmeye, tek adam-lığa karşı demokrasi ve yeni bir yaşam talebi sokaklarda günler süren direnişle kendini ortaya koymuştu. Parkları ve meydanla-rı dünyadaki örneklerine benzer şekilde yaşam ve direniş alanına çeviren Gezi isyanı toplumsal, siyasal muhalefetin önüne doğ-rudan demokrasi ve barış gün-demlerini taşıdı.

7 Haziran seçimlerine gi-derken Gezi Parkı’nda yeşeren demokrasi tomurcuğu HDK-HDP’de boy gösterdi. 7 Haziran seçiminde 12 Eylül askeri darbe-siyle konulan yüzde on barajını yıkıp geçen HDP sandıktan çıkan aritmetikten de daha da büyük bir etkiye sahip siyasi atmosfer yaratmayı başarmıştı. Bu da oto-riterleşmeye karşı demokrasiyi, cinsiyetçiliğe karşı, eşitliği, savaşa karşı barışı güçlendiren bir hat oldu. Sadece HDK-HDP bileşen-lerini değil bütün demokrasi güç-lerini kucakladı. HDP 1 Kasım’da keyfi şekilde gidilen tekrar seçim-de de AKP iktidarının vahşi saldı-rılarına karşı bu hatta tutunabildi.

Tutunulan hat, Kürt sorunu-na karşı demokratik çözüm ve birlikte yaşam ekseniydi. Bütün farklı kimliklerle bir arada yaşa-mı, emeği, doğayı, inanç özgür-lüğünü, barışı savunan cinsiyet eşitlikçi, demokratik özgürlükçü programdı. Neoliberal saldırıla-ra, kölelik yasalarına, HES’lere, cinsiyetçi politikalara karşı çı-kanlar bu hatta buluşmuşlardı. Bu programın önü kesilmezse egemen güçlerin halklara dayat-tığı ırkçı, şoven, mezhepçi, cin-siyetçi, rantçı, neoliberal gemi su alacaktı. O yüzden de aynı gemide olanlar savaş koalisyonu kurdular ve topyekûn savaş baş-latmayı seçtiler.

Bölgede sürdürülen emper-yalist yeniden paylaşım sava-şı, 100 yıllık statükonun alt üst oluşu, sınırların yeniden çizilme aşamasına gelinmiş olması, Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu süreç-te bir siyasi aktör olarak bölgede rol alması ve Rojava demokra-tik devriminin tutunma çabası, “O”nun statükosu meselesi Tür-kiye egemen kliğinin HDP’yi yakın ve ciddi tehlike görme ve karşısında etle tırnak olma ger-çekliğinin arka planını oluşturdu. Öte yandan, AKP Saray iktidarı-nın IŞID ve benzer güçlerle böl-gede kurduğu iş birlikleri, 17-25 Aralık’ta ortaya saçılan pislikler; Cizre’de, Sur’da, Silopi’de, İdil’de, Nusaybin’de işlenen savaş suç-ları Erdoğan’ı çıktığı yolda geri dönülmez noktaya getiriyor, yü-rüttüğü kirli savaş politikalarına daha sıkı bağlanmaya zorluyor.

Emperyalistlerin İkiyüzlülüğüAKP Saray iktidarının sa-

vaştan kaçıp, zorunlu göçle Türkiye’ye gelen göçmenleri Batı’ya karşı koz olarak kullan-ması yaratılan tahribatın büyük-lüğüne de işaret ediyor. Bölgede Batı güçleri ile yürüttüğü savaş it-tifakları ve zaman zaman Batı’yla düştüğü çıkar çatışmaları emper-yalist merkezlerle sürtünmeleri-ne sahne olsa da, süren vekalet savaşları AKP Saray iktidarına çoklu seçenekler sunuyor, ma-nevra kabiliyeti kazandırıyor. Birbirlerine çeşitli ithamlarda bulunsalar da coğrafyamızdaki, bölgedeki çatışma ve şiddetten bütün bu güçler hep beraber so-rumludurlar. Halklar için kendi örgütlülüğüne ve mücadelesine dayanmaktan da başka çıkar yol bulunmamaktadır.

Devletler birbirlerinin kirli politikalarını işlerine geldiğin-de birbirlerine karşı kullanıyor-lar. Gerçekleri ancak çıkarlarına gelirse dile getirebilirler. Aksi halde üç maymunu oynuyor-lar. Merkel’in Kürt illerindeki katliamlara gözlerini kapatarak

kendi mülteci sorununu çözmek için Saray’a verdiği tavizleri bili-yoruz. Bunun en son örneği ise Birleşmiş Milletler’in İstanbul’da düzenlediği Dünya İnsani Zirvesi’nin savaş suçu işlemekle suçlanan bir ülkede, Türkiye’de gerçekleşebiliyor olmasıdır. Üs-telik zirve bir skandalla bitmiş, 49 ülkenin imza attığı ortak bil-diriye ev sahibi Türkiye imza vermemiştir. Oysa insani zirvede yayınlanan bildirge baştan sona evrensel haklar ile doludur. Ça-tışma alanlarında tarafların ulus-lararası insan hakları hukukunun yükümlülüklerine uyması, silahlı çatışmalar esnasında sivillerin korunmaları içeriğine sahip dek-larasyonun imzalanmaması de-mek “Ben bu suçları işliyorum ve işleyeceğim.” demektir esasında. İçerde yargıyı tamamen kontrol eden ve ülkeyi keyfiyetle yöne-tenlerin, söz konusu uluslararası mahkemeler olduğunda kılı kırk yarmaları manidardır.

Öfke Ayakta!Bugün toplumun yarısı Saray

AKP iktidarına karşı büyük bir öfkeye sahip. Tek adam diktatör-lüğüne doğru yaklaşan bu süreci durdurmak isteyen milyonlarca insan arayış içerisinde. Kurtulu-şun nerede olduğu sorusu doğal olarak akıllara birleşmeyi, de-mokratik bir cephe yaratmayı, ortak bir şemsiye altında bir ara-ya gelmeyi getiriyor.

Fakat halkların karşısında konumlanan iktidarlar gücü el-lerinde toplamayı hesap ettikleri gibi karşılarına dikilebilecek ke-simleri nasıl paralize edecekleri-ni, birbirinden kopartıp uzaklaş-tırabileceklerini de hesaplıyorlar. Stratejilerini, politikalarını buna göre yapıyor. Nitekim doku-nulmazlıkların gündemleşmesi böyle bir planın parçası olarak ortaya atıldı. Savaş koalisyonuna güç devşirmek, Saray’ın karşısın-da yan yana gelişi önlemek için Türkiye toplumunun yıllar boyu zihinlerine kazınan Kürtlere kar-

DEMOKRASİ MÜCADELESİ “1ARADA”

AKP’nin bu manevrası CHP’yi bu suça ortak ederek savaş koalisyonunun kimlerden oluştuğunu daha açık bir şekilde gözler önüne sermek istemiştir. CHP’nin kurumsal yapısının düştüğü bu zehirli çukur şovenizm çukurudur ve teşhir olmuştur. Bu statükocu bağnazlığa artık yeter, diyenler mutlaka olacaktır. Bu kısır döngüden kurtulmak, geleceği ellerine almak için CHP ile aynı önyargıları paylaşmaya son verebilecek, şovenizm bataklığına düşmeyecek geniş kesimlerin olacaktır.

SERPİL KEMALBAY

Haziran 2016 / Sosyalist Dayanışma

9

şı ırkçı şoven önyargılar kışkırtıl-dı. Despotik bütün iktidarlar her zaman bu zemine güvendiler ve yığınaklarını da hep buraya yap-tılar.

CHP Statükocudur!Parlamentonun tamamen

işlevsizleştirilmesi, Saray AKP diktatörlüğü önündeki tek direnç odağı olan HDP’nin CHP’nin evet oyları ile dokunulmazlıkla-rının kaldırılması böyle bir pla-nın parçası olarak gerçekleşti. CHP söz konusu Kürt savaşı ol-duğunda kayıtsız, şartsız Saray’ın arkasına geçtiğini göstermiştir.

AKP’nin bu manevrası CHP’yi bu suça ortak ederek savaş koalisyonunun kimlerden oluştuğunu daha açık bir şekilde gözler önüne sermek istemiştir. CHP’nin kurumsal yapısının düştüğü bu zehirli çukur şove-nizm çukurudur ve teşhir ol-muştur. Bu statükocu bağnazlığa artık yeter, diyenler mutlaka ola-caktır. Bu kısır döngüden kurtul-mak, geleceği ellerine almak için CHP ile aynı önyargıları paylaş-maya son verebilecek, şovenizm bataklığına düşmeyecek geniş kesimlerin olacaktır. Bu kişiler statükocu, devletçi anlayışı ar-kalarında bırakarak, artık gerçek demokrasi ve barıştan yana adım atacaklardır.

Gezi’den Kobani’ye Dayanışma Ruhuyla Örgütlenmeye!

Savaş konseptine dayanan egemen güçler toplumu bu tarih-

sel dönme dolap içerisine hap-setmeye çalışsa da Gezi’den son-ra pek çok şey eskisi gibi değil. Halkların kendi kendini yönetme talepleri, Gezi Parkı’nda başlayıp diğer kentlerde de deneyimlenen etkinlikler, forumlar, doğrudan demokrasi pratikleri gel geç şey-ler değildi. İzleri geleceğe kaldı. Haziran direnişi emniyetin ya-yınladığı rapora göre Türkiye’de 2 il hariç bütün illerde irili ufaklı direnişlerle gerçekleşmişti. Ve 2,5 milyonu aşkın insanı mobi-lize etmişti. Orada yeni ve başka bir dünyaya duyulan özlemin bi-rikmişliği dile gelmekteydi.

Haziran direnişinin kendili-ğinden bir hareket olarak yaşan-ması, örgütlülüğe dönüşememe-si, forumların sürdürülememesi büyük bir eksiklik olarak kaldı. Ancak örneğin Cizre’de öz yö-netim direnişlerini yapan halkla dayanışmaya gidilmesi, Rojava ve Kobani dayanışmaları, Batılı bir grup gencin Kobani’nin ye-niden inşasına soyunması, yeni mücadele alanlarına ilgi ve daha fazla kaynaşma bir süreklilik arz etti. Kana bulanan 10 Ekim mitingi de Cizre’ye el uzatmak isteyen emekçilerin mitingiydi. Doğrusu son dönemde ezilen-lerin barıştan ve demokrasiden yana tutum alışları hiç bu kadar toplumsallaşmamıştı.

O nedenle savaş koalisyonu-nun kararını verdiği ‘Çöktürme’ planı bu yüksek profilli demok-ratik mücadeleyi hedefliyordu.

Savaş koalisyonunun ‘Çöktürme’ planı sadece militarist uygula-malar olarak planlanmadı, aynı zamanda demokratik muhalefe-tin nasıl dağıtılacağına dair ay-rıntılı bir yol haritası da yapıldı.

Kentlerde sivillere yönelik patlatılan bombalar ile yan yana gelişleri önlemek istediler, korku iklimini yarattılar. Suruç katlia-mının da, 10 Ekim katliamının da emniyetin bilgisi dâhilinde gerçekleştiği artık netleşmiş bir bilgidir.

Başta seçilmiş yerel yönetici-ler olmak üzere, muhalif siyaset-çilere yapılan yaygın keyfi tutuk-lamalar örgütlü gücü dağıtmak için gerçekleştiriliyor. Aynı savaş planı kapsamında kamu emekçi-leri üzerinde idari baskılar uygu-lanıyor. Kanunsuz bir genelgeye dayandırarak kamu emekçileri sürgün ediliyor, soruşturmaya tabi tutuluyor ve meslekten uzak-laştırılıyor. 15 bini aşkın kamu emekçisine soruşturma açılması, sürgün ve baskılar sürüyor.

Fakat bütün bu saldırılara ab-lukaya rağmen hiç kimse ne sus-mak istiyor, ne de iddiasından vazgeçmek istiyor. Geçtiğimiz 8 Mart, 1 Mayıs böyle bir iradenin sonucu olarak gerçekleşebildi. KESK 81 ilden 9 merkezde yaptı-ğı mitinglerle bu saldırılara karşı çıktığını ilan etti. “Bu suça ortak olmayacağız!” diyen akademis-yenler baskılara, işsiz bırakılma-larına rağmen mücadelede ısrar-

cı olmaya devam ediyor. HDP darbeye karşı demokratik direniş buluşmaları gerçekleştiriyor. Bü-tün illerde demokratik siyaset buluşmaları yaparak yerellerde sadece partililerle değil demok-ratik kurumlarla da temaslarını artırmayı önüne koyuyor.

KESK’in laiklik ve güvenceli yaşam mitingi için seçtiği slogan-daki gibi, demokrasi mücadele-sinde “1Arada” olmaya devam edeceğiz. Fakat aynı zamanda uzun bir zamandır hemen her örgütsel yapının açıklamasında, köşe yazılarında, basın açıkla-malarında defaatle ifade edilen demokrasi bloğu ihtiyacının da acil bir ihtiyaç haline geldiğini görmeliyiz.

Bu amaçla yan yana gelen bireyler, örgütler, inisiyatifler de demokratik platformlar oluştu-ruyorlar. Hâlihazırda 4-5 tane böyle demokratik platform oluş-muş durumda. Bazıları barışı öne çıkarıyor, bazıları anayasa tartışmasını, bazıları “Önce De-mokrasi!” diyor. Fakat hala bu platformların bir birleriyle nasıl bir eksende buluşacağı ve faşiz-me karşı ortak sesi ne şekilde yükselteceğimiz cevaplanmamış soru olarak duruyor. Gezi’den Kobani’ye biriktirdiğimiz, bütün direngen gücümüzle, ortak aklı-mızla, mücadele azmimizle şim-di bu soruyu cevaplamalıyız.

Sosyalist Dayanışma / Haziran 2016

10

Sokak Sendikası (Sokak-Sen) güvencesiz işçilerin güvencesi, sigortasız işçile-

rin sigortasıdır. Sokak Sendikası işçi hak-

larına göz diken, mevcut yasal hakları hiçe sayan işverenlere karşı sınıfın öz savunma kuru-mudur. Sokak Sendikası bu tür işverenlere karşı yasal mücadele imkânlarının çok sınırlı olduğu, mahkeme kararlarını bile dinle-meyen işverenlerden yasal hakla-rını almanın neredeyse imkânsız hale geldiği koşullarda sınıf ola-rak meşru zeminde iş başa düş-tü, diyerek mücadele etmektedir. Bunun içinde sınıf zoru çoğu hal-lerde kaçınılmaz hale gelmiştir.

Hele kayıt dışılığı meşrulaştı-ran bir düzende sınıfın zorunun da meşrulaşacağı açıktır. Merdi-ven altı, sigortasız, güvencesiz bir ortamda, çalışanlar ertesi gün işe geldiklerinde işyerinin ortadan kaybolduğunu görüyorlar. İşten çıkarılanların ücretleri öden-miyor. Mahkeme ve sendikalar bunlarla nasıl mücadele edebi-lir? İşte Sokak Sendikası tam da bu gerçekler ışığında, kayıt dışı bir sendika oluşması gerektiği düşüncesiyle İstanbul’un bir ma-hallesinde ortaya çıktı.

Kimi zaman ödenmeyen maaşlar, kimi zaman işçiye ha-karet, küfür, kimi zaman kadına yönelen taciz vb. sınıfa dair tüm sorunlar güvencesiz işçiler ta-rafından Sokak-Sen’e taşınmaya başlandı ve birlikte çözüm yolları arandı.

Sokak Sendikası’na gelen so-runlar o kadar çeşitlendi ki her seferinde yeni bir deneyim orta-ya çıktı. Sorunlar çeşitlendikçe, çalışmalar ve deneyimler arttık-ça prensipler oluşturulmuştur. Bu çerçevede sorunlar düzenli olarak üç kişilik komisyona gel-mekte, ilk olarak bu komisyonda ele alınmaktadır. Bu üç kişiden biri kurumdan, diğer ikisi kurum dışı kişilerden seçilmektedir. Gö-rüşülen sorunun çözümüne dair

belirlenen prensiplerle bir yol haritası belirlenerek sınıfın çı-karları doğrultusunda meşru fiili pratiklere girişilir.

Sokak Sendikacılığında kar-şılaşılan zorluklar da olmaktadır. Bunun başında kurumsallaşma gelmektedir. Sorunu çözülen iş-çilerin örgütlenme ve Sokak Sen-dikası meclisinin daimi üyesi ol-ması konusunda zorluklar henüz aşılamamıştır.

Basına yansıyan bir örnek:Özgür Gündem’de yer alan

‘Sendika sokakta, sokak sendi-kada’ adlı haberde şunlara dikkat çekiliyor:

İstanbul Okmeydanı Mahallesi’nde emekçiler canla-rına tak eden kayıtsızlığa karşı Sokak Sendikası’nı (Sokak-Sen) kurdular. Mahalledeki merdiven altı işyerlerinin kayıt dışı çalıştır-dığı, güvencesiz, mevsimlik işçiler ve göçmen işçiler sorunlarını or-taklaştırıp kendi deneyimleriyle sorunlarına çözüm arıyorlar. Bu, bürokrasinin, başkan ve sekreter-lerin olmadığı, mahalle sakinle-rinden oluşan bir sendika. Gü-vencesizlerin öz savunması olarak nerede bir hak gaspı varsa hep birlikte patronun kapısına dayanı-yorlar. Haklarını almadan o işye-rinden ayrılmıyorlar. İşveren gece makinaları kaçırmasın diye nöbet bile tutuyorlar. Tüm bunların ya-şandığı Okmeydanı Mahallesi’nde Sokak-Sen çalışanı ile konuştuk.

Kapıya dayanıyoruzMahallede yaşanan hak gasp-

ları bu fikrin doğmasına neden olduğunu söyleyen Sokak Sendi-kası çalışanı şöyle devam etti: “Bu mahallede merdiven altı bir sürü tekstil atölyesi ve kayıtsız işyerleri var. Buralarda çalışanlar bu ma-hallenin çocukları, kadınları ya da mevsimlik olarak Kürt illerin-den gelenler ile göçmen işçilerdir. Hepsinin ortak özelliği kayıt dışı, güvencesiz, gündelikçi olarak ça-lıştırılıyor olmalarıdır. Yaşadık-larını paylaştılar. Her seferinde çeşitli kriz dönemlerin mağdurla-

GÜVENCESİZLERİN GÜVENCESİSOKAK SENDİKASI (SOKAK-SEN)

Hepsinin ortak özelliği kayıt dışı, güvencesiz, gündelikçi olarak çalıştırılıyor olmalarıdır. Yaşadıklarını paylaştılar. Her seferinde çeşitli kriz dönemlerin mağdurları olduk. Ve haklarımızı da hiçbir şekilde ispatlayamıyorduk çünkü işyerleri kayıtlı değil. Mahkemeye gittiğimizde işyerinin kaydına rastlanmıyor. Hangi sendikaya gittiysek ilgilenmediler. Çünkü sigortamız yok. Tüm bunlar üst üste gelince Sokak Sendikası fikri ortaya çıktı.

rı olduk. Ve haklarımızı da hiçbir şekilde ispatlayamıyorduk çünkü işyerleri kayıtlı değil. Mahkeme-ye gittiğimizde işyerinin kaydına rastlanmıyor. Hangi sendikaya gittiysek ilgilenmediler. Çünkü sigortamız yok. Tüm bunlar üst üste gelince Sokak Sendikası fikri ortaya çıktı.

Sokak- Sen çalışanı yaşadık-ları deneyimleri ise şu ifadelerle aktardı: “2009 yılında bir arkada-şımız çalıştığı işyerinde alacağını 8 ay boyunca alamadı. Patron da mahallemizde tanınan birisi. Önce bu patronun geceleri bar-larda, pavyonlarda eğlendiğini tespit ettik. Ardından o işyerin-de çalışanların aileleriyle birlikte patronla konuşmaya gittik. Patro-nun ailesiyle görüştük. Yaşamını deşifre ettik. En sonunda bize bir ödeme planıyla geri döndü. Yine 180 TL’lik bir alacağı için sokak ortasında işveren tarafından dö-vülen bir ablamızın yaşadıkları var. Dayak yiyen kadınla birlikte iş yerinin bulunduğu sokaktaki esnafı gezdik, işverenin diğer iş-çilerine anlattık ve iş yerinin ka-pısında ayrılmadık. İşveren bir saat sonra parayı getirdi ve bütün esnaftan özür diledi. Daha birçok benzer örnekler var.”

Amed’in sokakları örnektirDeneyimlerden yola çıkarak

güvencesizlerin resmi sendikasının kurulması için çalıştık. Amed’in (Diyarbakır), Colemêrg’in (Hak-kari) ve Venezuela sokakları ön açıcı oldu. Bütün dünya de-neyimlerinden yararlanıyoruz. Venezüella’yı takip ediyoruz. Kürt illerindeki Demokratik Özerklik sistemini yakından takip ediyo-ruz. Gençlik, köy, işçi, kadın mec-lisleri gibi biz de batı illerinde ör-gütlemeye çalışıyoruz. Bizim için stratejik bir yaklaşımdır. Komünal bir yaşam tarzı benimsediğimiz bir çalışma sistemidir. Yozlaşmayı, çeteleşmeyi, parçalanmışlığı daya-tan sisteme karşı stratejik bir karşı mücadeledir.

Haziran 2016 / Sosyalist Dayanışma

11

24 Mayıs 2016’da Gü-ner Işık ve Hamza Konuşlu ile Sosyalist

Dayanışma dergisi olarak Sokak-Sen’e başvurularını ve sorunla-rını birlikte nasıl çözdüklerini konuştuk.

Güner abla, kendinizi tanı-tır mısınız?

Güner I.: İsmim Güner Işık. 1994’te evlenerek İstanbul’a gel-dim. 1995’te bir çocuğum oldu. Tekstilde çalışmaya başladım. O gün bugündür işçiyim. Evliyim, ancak hayatımda olmayan, “ha-yırsız” bir kocam var. Kocamın bir çalışma hayatı yoktu. Kumar oynardı. Eve pek nadir gelirdi. Kendinden daha çok borçluları kapıya dayanırdı. Yıllarca ken-di kazandığım parayla kocamın borçlarını ödedim. Hala borç-luları arıyor, beni ve çocuğumu tehdit ediyorlar. Bu sebepten çocuğumu uzun zaman ablamın yanında sakladım. Ben kızıma bir yumurta yediremiyorken ko-cam iskender yiyor. 12 senedir evliyim, ama kocamın eve bir katkısı olmadı. Ödediğim borç-larla kendime yeni bir ev alırdım. Parası olduğu halde tüp parası dahi vermezdi. Bir gün, sokakta iş yerimden bir kadınla gezerler-ken karşılaştığımızda eşi olduğu-mu söylememişti ona. Sonradan beni o kadınla aldattığını da yine aynı kadından dinledim. Koca-ma verdiğim emekler sonsuz. Beni geç, kendi çocuğunu dü-şünmez, kendi çocuğunun çekti-ği eziyetlere üzülmezdi. Kızım da şeker hastası, bir gün ilaç almasa bayılır. Yine de kızımla babasını barıştırmak istiyorum. Çünkü kanser hastasıyım, bana bir şey olursa diye.

İş yerinizde yaşadığınız so-runu anlatır mısınız?

Güner I.: 4 yıldır aynı yerde kayıtsız, sigortasız olarak çalı-şıyordum. Ustabaşı tarafından hem tacize uğradım hem de onca emek verdiğim iş yerinden hak-larımı alamadan atıldım. Bir gün

iki kişiyi işten çıkardılar. Onla-rın işlerini de bana yaptırmaya başlamışlardı. Usta içip içip işe sarhoş geliyordu. Öğlenden önce depoda uyuyor, öğleden sonra ise ayılıp işler yetişmediği için bana bağırmaya başlıyordu. Tartışma-ya başladık, ustabaşına, çok üze-rime geldiğini söylediğim anda ustabaşı da “Üzerine mi çıktım?” diyerek sözlü tacizde bulundu. O anda yanımda eleman olma-saydı elimdeki makası saplaya-caktım. Yaşadığım taciz üzerine Sokak Sendikası’na başvurdum. Aradan üç gün geçti geçmedi iş yerinden beni iki hafta için üc-retsiz izne çıkardılar. Daha sonra döndüğümde “Artık bizim mu-hatabımız değilsin.” diyerek beni içeri almadılar. Patron ve ustaba-şı “iki erkek” el ele verip Sokak Sendikası’na başvurduğum için beni işten attılar.

Sokak Sendikası’na nasıl ulaştınız?

Güner I.: Sokak Sendikası’nı zaten duymuştuk. Yeğenim ta-nıştırdı beni, mahalleden tanı-yoruz, mahallenin esnafı var adı Hamza. O getirdi bizi. Onunla birlikte gittik, mağduriyetimizi sorunlarımızı anlattık. Birlikte çözüm yolları aradık. Sonrası za-ten geldi.

Sokak Sendikası soruna na-sıl yaklaştı, sorunu nasıl çözdü?

Güner I.: Uğradığım tacizin

etkisi altında kalmıştım. Onlar-dan hesap sormak istiyordum. Öncelikli çözülmesi gereken şey de benim için buydu. Sokak Sendikası’ndan arkadaşlar, usta-nın ve patronun olduğu bir gün iş yerine gelerek işçilerin de olduğu bir ortamda, ustaya benden özür dilettirdiler. Normalde çalışmaya devam edecektim ama bu durum onların da ağrına gitmiş belli ki.

Hamza K.: Önce uygun bir dille Güner ablanın hakkı olan parayı istediler. Buna uymadık-ları takdirde firmanın tacizcileri koruduğunun teşhir edilebile-ceğini ve iş yeri önünde çadır açılarak hakların istenebilece-ğini söylediler. Bu durum kar-şısında patron Özcan çetevari bir grubu arkasına alarak Sokak Sendikası’nı korkutmaya çalıştı. Sokak Sendikası defalarca fir-mayla görüşmeye çalıştığı halde patron çağrılara cevap vermedi, çetevari bu grubun firmaya ortak olduğunu söyleyerek bu grubu Sokak Sendikası’nın karşısına çıkarmaya çalıştı. Sendika bu gruptan birini alarak bir görüş-me gerçekleştiriyor. O kişi böyle bir ortaklığı olmadığını kabul ediyor ve patronla birlikte soru-nun çözülmesi için yapılacak gö-rüşmeye katılmaya ikna ediliyor.

Güner I.: Ben, patron, esnaf-lar ve Sokak Sendikası çalışan-larından oluşan bir meclis oluş-

“BİRLİKTE ÇÖZÜM YOLLARI ARADIK”turuldu. Önce bana söz verildi. Ben orada yaşadığım sorunları dile getirdim. Esnaf ve diğer ar-kadaşlar sağ olsunlar beni dinle-diler. Patron Özcan da orada ko-nuştu. Ben orada konuşmamda ustanın tacizine uğradığımı, dört yıl sigortasız çalıştığımı, kanser hastası olduğumu, üç kişinin işini yapmaya başladığımı, mağ-duriyetlerimi ifade ettim. Patron Özcan’dan dört yıllık alın terimi istedim. Patron Özcan da sek-sen çalışanı olduğunu, bunların on dördünün sigortalı olduğunu söyledi, onun asıl korkusu ise di-ğer işçilerin de bilinçlenmesi ve uyanmasıydı. Konuşmasında iki yıl dokuz ay çalıştığımı söyledi. Sendika çalışanları ve hukukçu arkadaşların yaptığı hesaba göre haklarımın karşılığı olan yıllık izinlerim, resmi tatillerim, me-sailerimin hepsinin sekiz bin lira olduğunu söylediler. Tartışma yürütüldü. Patron, söylediğini belgelerle kanıtlamaya çalıştı.

Hamza K.: Orada herkese söz verdiler. Biri konuşurken di-ğeri sözünü kesmiyordu. Burada değil de başka yerde olsaydık her kafadan ses çıkardı. Tartışmalar-dan sonra karar verildi ve patro-nun yapması gereken söylendi.

Güner I.: Hakkım olan pa-rayı bana teslim ettiler. Sokak Sendikası’ndan Allah razı olsun.

Sosyalist Dayanışma / Haziran 2016

12

Siyasi değerlendirmelerde son yıllarda çok sık yapılan “yol ayrımı” tespitinin ya-

şama geçmesi için gerçekten çok az bir zaman kaldı. Erdoğan’ın AKP’ye dayattığı son hükümet değişiminin, yol ayrımında salla-nıp duran Türkiye’nin daha hızlı Saray’ın yoluna sapması için ya-pıldığı iyice anlaşılıyor. Ülke hala yol ağzında… Ancak Saray bü-tün gücüyle ülkeyi kendi yoluna sürüklüyor.

Bu konuda iki büyük kanıtı bir kez daha vurgulamak gere-kiyor. İlki, Avrupa ile ilişkilerin kopma noktasına gelmesidir. Yeni AB Bakanı Ömer Çelik ilk konuşmasında “AB perspektifi yegane seçenek değil” deyiverdi. Zaten Erdoğan her gün AB’ye posta atıyor. Karşı taraftan ge-len sesler de oldukça olgunlaş-tı. İngiltere, Türkiye’nin “üyelik saçmalığına” artık son verme zamanının geldiğini söyledi. Bir dönem gündemin ön sıralarına çıkmış olan “eksen kayması” tar-tışmaları, o günler için belki er-kendi; ancak şimdi tartışmadan öteye Ankara’nın ekseni artık kaymıştır. Konu hangi hızla yeni eksene yerleşeceğidir.

Suudi kralına “devlet nişa-nı” verildi. Türkiye Katar’da ve Körfez bölgesinde önemli üsler açıyor. AB ekseni kayınca geriye NATO ekseni kalıyor. Bu eksen-den kaymak ise Ankara için hiç mümkün değil. O zaman geriye çok basit bir denklem kalıyor. AB’nin “demokrasi” zırvaların-dan kurtulmuş ve “NATO’nun en büyük ordusuna sahip” Türkiye’nin bölgede oyuna yeni-den dahil olmasını gerçekleştir-mek!

Elbette bu hedef büyük zor-luklarla yüklüdür. Rusya, İran, Suriye ekseni karşısında Suudi, Türkiye ekseninin hiçbir hük-mü olamaz. Fakat orta vadede ABD’nin Ortadoğu’da aktif mü-dahil güç olmama stratejisi de-

vam ederse, bölgede güç olarak İsrail dışında Türkiye ve Mısır kalır. Suudiler hiçbir zaman as-keri bir güç olmadılar, olamaz-lar da… Ancak bölgenin kasası; operasyonların finansörüdürler. Petrol fiyatlarının düşmesi ile bu konuda ayaklarının altındaki halı kaymaya başlamış olsa da, yakın dönem bölge stratejik den-gelerinden silinmeleri söz konu-su değildir.

Ankara, bugün bölgede oyun dışıdır, ancak bütün gücüyle ye-niden oyuna katılmayı zorluyor. En son Suriye’deki operasyonun önce Mare-Cerablus hattında değil de Rakka’da başlamasında Ankara’nın parmağı hissediliyor. Sonuç olarak, artık eksen kayma-sı bir tartışma konusu değil, pra-tik işleyen bir süreçtir.

Yol ayrımına ikinci önem-li kanıt iç politikada son yarım yıldır yaşananlardır. Erdoğan’ı kutsallaştırma kongresi ile baş-kanlık sistemi yoluna çıkılmıştır. Dokunulmazlıklar konusunda AKP bir hamle yapmış, anayasa değişikliği ve başkanlık sistemi nihai hedefine adımlar atmaya hazırlanıyor. Bu yolun da, bölge-deki gibi, çok zorlu olduğu açık-tır. Ancak Saray 7 Haziran seçim sonuçlarının intikamını alma konusunda önemli riskler göze alarak, hedefine doğru yürüyor. Saray’ın başka bir alternatifinin olmadığı açıktır. Türk-İslam sen-tezi bir içerikle yüklenmiş sivil

faşizmin inşası yoluna çıkılmış-tır. Bu yolda sonuna kadar yürü-yecektir.

Sorun Saray karşıtı güçle-rin durumundadır. Çok basit bir gerçek büyük gürültüler ve toz duman arasında kayboluyor. Saray’ın ülkeyi kendi yönüne sürüklemek için uyguladığı ana taktik “Kürt savaşıdır”. Her gün nefret kusan konuşmalar, Kürt coğrafyasında yapılan katliam ve yıkım, bütün bunların “vatan” ve “şehit” nutuklarıyla kutsanması, bugüne kadar Saray’ın hedefine yakınlaşmasını sağladı.

Saray bu yolda kararlı adım-larla yürürken MHP ve CHP’nin çözülmesi elbette rastlantı değil-dir. MHP’nin faşizmin inşasın-dan bir şikayeti olmayacağına göre, CHP’nin durumunu nasıl yorumlamak gerekiyor?

Tarih 1970’lı yılların sonla-rındakine benzer bir şekilde te-kerrür ediyor. İktidar Kürt düş-manlığını köpürttükçe CHP felç oluyor. Ecevit CHP’si aynı tuza-ğa 1978’de düşmüştü. Demirel, CHP’yi “solcular, komünistler ve anarşistlerle” beraber olmakla suçladıkça, Ecevit kan teri döke-rek tersini kanıtlamak için didi-niyordu. O günlerde grevlerle si-yasal ortam iyice gerilince Ecevit, bu ezik, düşmanın çektiği alanla kalan ruh haliyle “CHP’nin kim-seye ödenecek diyeti yoktur” di-yerek DİSK’e efelenmiş, kendini

klığı ve sınıf karakteriyle ilgili cevaplar verebiliriz. Ancak bugün başka bir gerçeğe vurgu yapmak gerekiyor. Bu ülkede hiçbir düzen partisinin demokrasi ile arası iyi olmamıştır. Bu dün Ecevit, bugün Kılıçdaroğlu CHP’si için de geçerlidir. Kılıçdaroğlu, öfkeli nutuklar atıyor. Gidişin diktatörlüğe doğru olduğunu söylüyor. Ancak mevcut siyasal dengelerin ve demokrasi mücadelesinin gerektirdiği adımları atmıyor. “Vatan” söz konusu olunca “demokrasi” teferruattır.

SONUNDA “YOL AYRIMI”NA GELDİKMEHMET YILMAZER

Buna CHP’nin “devlet partisi”olması, korka-

Haziran 2016 / Sosyalist Dayanışma

13

güçlendiren saflardan kopmuştu. Sonra her şey çok hızlı gelişti. Maraş katliamı, ardından Kürt illerinde sıkıyönetim ilanı ile ko-şar adımlarla 12 Eylül askeri dar-besine doğru yol alındı.

Şimdi Saray, aynı yöntem-le Kürt savaşı ve düşmanlığıyla CHP’yi politik olarak felç ede-biliyor. Dokunulmazlıklar konu-sunda düştüğü konum, Ecevit’in 1978’de işçi grevleri karşısında düştüğü konumla çok benzerdir. Bu alın yazısı neden tekrar edi-yor?

Buna CHP’nin “devlet par-tisi” olması, korkaklığı ve sınıf karakteriyle ilgili cevaplar ve-rebiliriz. Ancak bugün başka bir gerçeğe vurgu yapmak ge-rekiyor. Bu ülkede hiçbir düzen partisinin demokrasi ile arası iyi olmamıştır. Bu dün Ecevit, bu-gün Kılıçdaroğlu CHP’si için de geçerlidir. Kılıçdaroğlu, öfkeli nutuklar atıyor. Gidişin diktatör-lüğe doğru olduğunu söylüyor. Ancak mevcut siyasal dengelerin ve demokrasi mücadelesinin ge-rektirdiği adımları atmıyor. “Va-tan” söz konusu olunca “demok-rasi” teferruattır.

Tıpkı 1978’lerde CHP, ken-dini destekleyen işçi örgütlen-melerinden kopunca faşizmin yolunu nasıl açtıysa; bugün de Kılıçdaroğlu’nun CHP’si, HDP ile hiçbir ilişkiye girmeyerek Saray’ın diktatörlüğüne giden

yolların döşenmesine yardım ediyor. Yaşanan toz duman ara-sında yeterince görülemeyen bir gerçek vardır. Bu ülkede Saray’ın faşizm planlarının önünde en önemli engel, demokrasi mü-cadelesinin motor gücü Kürt Hareketi’dir. Bu siyasal gerçekli-ği Saray ve düzen, şimdilik Kürt coğrafyasındaki savaşla, “tek bayrak, tek vatan” nutuklarıyla örtmeyi başarabiliyor.

CHP tutarlı bir demokrasi gücü değildir. Son grup toplan-tısında atılan sloganlar keskin Erdoğan düşmanlığını açığa vu-ruyor olsa da, demokrasi dostlu-ğuyla ilgili belirgin hiçbir işaret yoktur.

Siyasetin açmazı buradadır. Savaşa rağmen ortamı barışa evrimleştirecek siyasal ittifak-ları yükseltebilmek gerekiyor. Demokrasi güçleri bu konuda tarihsel bir sınavla yüz yüzedir. Bu konuda sık tekrarlanan ya-nılgıyla bir kez daha karşılaşmak üzereyiz. Nasıl ki, Ecevit DİSK’e efelenip bağları koparmasına rağmen, DİSK liderleri, faşizm uygun adımlarla gelirken hala Ecevit’in arkasında sallanıp dur-dularsa; bugün de CHP’nin arka-sında ya da yanında aynı şekilde sallanmak benzer tuzaklara yol açar.

O dönem CHP’nin solun-da lanetli “anarşistler” vardı. Onlara yakınlaşanların üzerine

düzen bütün hiddetiyle yöneli-yordu. Devlet, AP ve MHP eliyle ilk elden Ecevit’i taktik alanına çekip felç edince, CHP’den bek-lentisi olan demokrasi güçleri de Ecevit’in etki alanında kalıp ka-rarsızlaştılar.

Bugün de buna benzer bir tehlike yaklaşıyor; bu konuda tarihin tekerrür etmesini engel-lemeliyiz. CHP, dokunulmazlık-lar konusunda AKP’nin döşediği mayın tarlasında kıpırdamaktan korkan bir felçliye dönüşürken, ondan beklentisi olanlar da ben-zer bir kararsızlık bulutu içinde kaybolup önlerini göremez hale geliyorlar. Saray bütün gücüyle siyasal ortamı kendi hedeflerine doğru eğerken, kararsızlık, siya-sal sürüklenme sonucunu yara-tır. CHP çaresizleştikçe her gün daha fazla hırçınlaşarak, siyase-tin niteliğini düşüren üsluplara bayrak açarken olmayan itibarını iyice yerlere düşürüyor.

Tıpkı 1978’lerde olduğu gibi bugün de CHP’den kopmanın demokrasi güçlerini zayıflataca-ğı üzerine tespitler yapılıyor. Bu genel olarak doğru olsa da, gün-lük pratik olarak büyük hatadır. Saray’ın çektiği alanda yarı felçli duran aktüel CHP demokrasi mücadelesi için bir güç değildir. Ondan kopma cesaretini göste-rip daha tutarlı demokrasi güç-lerinin mücadelesini yükseltmek yapılması gerekendir. Ancak böyle CHP etkilenebilir ve an-cak bu yolla demokrasi güçleri genişleyebilir. CHP, demokrasi güçlerinden koptuğunu ilan etti, öyleyse ondan kopmayı göze al-mak gerekiyor. Faşizme giden yol ancak böyle tıkanabilir.

Saray cumhuriyeti yol kavşa-ğından kendi yönüne itmek için büyük bir gayretle uğraşıyor. Fa-kat henüz hiçbir şeyle ilgili son sözler söylenmemiştir.

Tıpkı 1978’lerde olduğu gibi bugün de CHP’den

kopmanın demokrasi güçlerini zayıflatacağı

üzerine tespitler yapılıyor. Bu genel olarak

doğru olsa da, günlük pratik olarak büyük

hatadır. Saray’ın çektiği alanda yarı felçli duran aktüel CHP demokrasi

mücadelesi için bir güç değildir. Ondan kopma

cesaretini gösterip daha tutarlı demokrasi

güçlerinin mücadelesini

SONUNDA “YOL AYRIMI”NA GELDİK

yükseltmek yapılması

gerekendir.

Sosyalist Dayanışma / Haziran 2016

14

Çerkezköy’de yaşadığımız son örgütlenme deneyi-mi, işçi sınıfına dayatı-

lan borçluluk sarmalının örgütlenmenin önünde nasıl bü-yük bir engel oluşturduğunu bir kere daha bize gösterdi.

Çalıştıkları fabrikada orta-lama 4-5 yıl kıdemi olan işçi ar-kadaşların kıdem tazminatlarını alarak ayrılma talepleri anlaşılır taleplerdi. Çünkü hemen tama-mı maaşlarının 20 katı 30 katı rakamlarla borçlanmışlardı ve hayat gerçekten artık çok zor ilerliyordu.

Ama bu taleplerinin yerine gelebilmesi için de örgütlenme-leri, haklarına sahip çıkmaları, sermayenin karşısında durmala-rı ve itiraz etmeleri gerekiyordu. Tam adım atacakken aynı soru tekrar gündem oluyor ve adım her geçen gün gecikiyordu. “Ya uzun süre bir daha iş bulamaz-sam?”

Aynı fabrikada 4-5 yıllık kı-demleri boyunca onlarca sorunla boğuşmuşlar, oldukça kötü çalış-ma koşullarında çalıştırılmışlar-dı. Asıl üretimde çalıştırılmala-rına rağmen taşeron firmalardan sigortalı yapılmışlar, asıl işveren işçilerine verilen ikramiye gibi sosyal haklardan yararlandırıl-mamışlardı. Sendikal örgütlen-me yapmaları engellenmiş ve çalışma baskısıyla, meslek has-talıkları ve iş kazası riskleriyle karşı karşıya bırakılmışlardı. Bütün bu bedellere karşılık çok büyük üretim yapıyorlar ve iş-verenlerine milyonlarca lira ka-zandırıyorlardı. Kısacası tam bir üretim cehenneminde 12 saatlik vardiyalarda birbirlerini görme-den çalışma acılarıyla yaşamak zorunda kalıyorlardı.

Örgütlenmeleri ve itiraz et-meleri, son kertede isyan etme-

leri için oldukça fazla sebepleri vardı. Bu örgütlenme süreci bir hak mücadelesine dönüştüğün-de işçiler her anlamda kazançlı çıkacaktı. Çalışma saatleri dü-şecek, maaşlar yükselecek, ve-rilmeyen ikramiyeler geçmişe yönelik olarak ödenecek, taşeron son bulacak, çalışma koşulları iyileştirilecek, çalışma baskısı son bulacak ve insanca çalışma koşullarına kavuşacaklardı. Ama tüm bunlara rağmen işçilerin tek bir talebi vardı: Bir direniş veya mahkeme süreci yaşamadan kı-dem tazminatlarını almak! Bu kıdem tazminatları ile borçları-nı kapatmak ve borçsuz olarak su yüzüne çıkarak yeni bir sayfa açmak.

Ancak anlayamadıkları veya yine bu borçluluk sebebiyle an-lamazdan geldikleri bir nokta vardı ki borçlar o an bitse bile üretilenler bu şekilde paylaşıl-maya devam edildiğinde, bir ay sonra yine borçlanacaklardı. Yine çalışma baskısıyla 12-16 saat çalıştırılacaklar, şeflerin ha-karetleri eksik olmayacaktı. Yine en ufak itirazlarında her an işsiz kalma tehdidi ile karşı karşıya olacaklardı. Yine her an bir iş ka-zası yaşama riskiyle ya da meslek hastalığına yakalanma riskiyle hayatlarından çalınacaktı. Çalış-ma acıları dinmeyecek, her gün geleceklerinden bir gün daha kaybedeceklerdi.

Tüm bunları görüp kolektif bir iradeyle bu sömürüye dur dediklerinde hayat herkes için daha kolay olacak tabi ki. Tabi ki bu borçluluk durumunun bir sonu var. Ama bu arada sermaye olanca vahşiliği ile saldırıyor. Ki-ralık işçiliği düzenleyen yasa jet hızıyla Meclis Genel Kurulu’nda kabul edildi ve Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. İşçiler 10 bin TL tazminat alıp veresiye defterini sıfırlamak ça-

basında onurlarını kaybederken, sermaye bu işçilerin çocukları-nın geleceğini dişlerinin arasına alarak çiğniyor. Çok kısa bir süre sonra fabrikalarda, iş yerlerinde güvenceli işçi kalmayacak. Ki-ralık işçilik düzenlemesi bu an-dan itibaren işe girecek hemen her sektörden çalışanın hayatını olduğundan daha geriye götü-recek ve kıdem tazminatı, ihbar tazminatı, işe iade, iş güvencesi tazminatı, yıllık ücretli izin hak-kı, örgütlenme ve grev hakkı gibi birçok hakkımız tarihin sayfa-larında tatlı birer anı olarak ka-lacak. O zaman, bugün direnişi seçmeyen–seçemeyen işçi sınıfı, kaybettiklerini fark edecek ama artık dünya başka türlü dönüyor olacak. O zaman örgütlenmek ve kazanmak için daha fazla çabaya daha fazla direnişe ihtiyacı ola-cak.

Biliyoruz ki kiralık işçilik yasası ile asıl hedeflenen üretim zincirinin kopması. Yani fabrika-da üretim sürecinin temeli olan işçinin, üretimin sonunda elden edilen zenginlikten ayrıştırılma-sı. Taşeron ve esnek çalışma yön-temleri ile bunu kısmen başaran sermaye, işçi ile patronun orga-nik bağını tamamen koparmak istiyor. İşçinin çalışma sürecine tamamen yabancılaşması anla-mına gelen bu uygulama ile üre-tilen zenginlik tamamen görün-mez kılınacak. İşçi maliyetlerini sermaye yönünden minimuma indirecek bu uygulamanın onla-ra en büyük getirisi ise işçi-pat-ron karşılaşmasını geciktirmek olacak. İşçinin emeğinin tasarru-fu tamamen elinden alınacak ve kıdem tazminatı kaybından çok daha büyük bir bedel işçi sınıfını bekliyor olacak. Şöyle ki işçinin çalışmama hakkı, grev hakkı, söz söyleme hakkı, kendi yaşamını kendi ellerine alma hakkı orta-dan kaldırılacak. Asıl güvence-sizliğin başladığı noktada, işçi

GASP YASALARI VE DİRENİŞİN DAYANILMAZ GÜZELLİĞİ

Ancak anlayamadıkları veya yine bu borçluluk sebebiyle anlamazdan geldikleri bir nokta vardı ki borçlar o an bitse bile üretilenler bu şekilde paylaşılmaya devam edildiğinde, bir ay sonra yine borçlanacaklardı. Yine çalışma baskısıyla 12-16 saat çalıştırılacaklar, şeflerin hakaretleri eksik olmayacaktı. Yine en ufak itirazlarında her an işsiz kalma tehdidi ile karşı karşıya olacaklardı.

SEVGİ EVRİM

Haziran 2016 / Sosyalist Dayanışma

15

ile patronun bağının kopmuş olması onun direnme hakkının meşruluğunu görünmez kılmayı, yok etmeyi hedefliyor. Bu kadar büyük bir saldırı dalgasına karşı örgütsüz ve hazırlıksızız. Bulun-duğumuz yerlerde bu saldırıyı ne kadar duyurabildik, ne kadar tepki geliştirebildik, dönüp ken-dimize bakmamız sorgulamamız gerekiyor. Hükümetin manipü-lasyonunu ne kadar engelleye-bildik. Daha yeni bir uygulama olan “Evde bakım hizmetleri” adı altında Avrupa Birliği’nden aldı-ğı 3,8 milyon avro fon parasını, sanki hükümet icraatıymış gibi kitlelere anlatan hükümetin “bal kaymak” diye sunduğu paslı de-mirin, çalışanların ciğerini söke-ceğini ne kadar anlatabildik? Ve işin daha korkunç tarafı bu sal-dırının arkasının gelecek olması. Bu sessizliğimiz, bu çözümsüzlü-ğümüz devam ettiği sürece “Gasp yasaları” bir bir ardına çıkamaya devam edecek. Kiralık işçilik yasalaştı, sırada kıdem tazmina-tının gaspı, bölgesel asgari ücret uygulamasının başlatılması ve emeklilik hakkımızın şirketlere (bankalara) peşkeş çekilmesi var. Bu gidişe emekçiler olarak bir dur demezsek hayatlarımız ta-mamen kararacak.

Aslında alt yapısı uzun yıl-lardır hazırlanan kiralık işçilik uygulamasının başlaması ve yay-

gınlaşması ile haklarla beraber kapitalist sistemden ve bunun devamlılığı için organize olmuş devletlerden adalet beklentisi de azalacak ve önümüzdeki dönem direniş takvimleri çok dolu ola-cak.

Bunun örneklerini şimdiden görüyoruz. Bir yanda organize sanayi bölgelerinde büyük ci-rolar yapan fabrikalarda işçiler paramparça yaşamlar sürerken, bir yanda da birçok sektörde direnişler yaşanıyor. En temel hakların bile ödenmediği, maaş alacakları için dahi büyük müca-dele vermek zorunda kaldığımız bu dönemde işçiler hakları için direniş çadırlarını da kuruyorlar.

Daha geçen yıl yaşadığımız Bross Tekstil ve Sanifoam Sün-ger direnişlerinde işçiler “Ada-let yoksa direniş var!” dediler, kazandılar. Halen Zonguldak’ta verilmeyen maaş alacakları için açlık grevi yapan ve çalıştıkları madeni işgal eden maden işçi-leri ölümüne direnirken, diğer yanda ücreti ödenmediği için ça-lıştıkları inşaatı işgal eden inşaat işçileri diğer emekçileri desteğe çağırıyor. Bir yanda kötü çalış-ma koşullarına itiraz ettiği için işten atılan tekstil işçileri fabrika önünde direniş çadırlarını ku-rarken, diğer bir yanda direnen Avon kozmetik işçileri burju-vazinin makyajlı imajını ayak-

lar altına alıyor. Bir yanda Swiss Otel işçileri 5 yıldızlı direnişle-riyle hizmet sektöründe çalışan işçilerin direniş gücünü göste-rirken diğer yanda metal işçileri sarı sendikaları layık oldukları çukura gömüyor. Hepsi ekmek kavgasının nasıl verileceğini bize gösteriyorlar.

Yine dünyada da emekçiler kolay lokma olmadıklarını dos-ta düşmana gösteriyor. Fransa’da bizden çalınanların sadece onda biri çalışanlardan alınmak is-tendi ve kızılca kıyamet koptu. Halen Paris sokaklarında barikat ateşleri yanıyor. Üst üste yaşanan grevlerle hayat durma noktasına geldi. Brüksel’de on binlerce ça-lışan kemer sıkma politikalarına karşı protesto gösterilerinde so-kakları dolduruyor. Her sektör-den emekçiler, işsizler, öğrenciler omuz omuza çalınmak istenilen geleceklerine sahip çıkıyorlar. Şili’de öğrenciler eğitim hakları-nın gasp edilmesine karşı sokak-ları terk etmiyor.

Saldırının bu derece yoğun-laştığı bu dönemde direniş hal-kalarının da birbirine eklenerek büyümesi gerekiyor. Haziran is-yanının yıl dönümünde direniş takviminde yerimizi ayırtmanın vakti geldi.

Daha geçen yıl yaşadığımız Bross Tekstil

ve Sanifoam Sünger direnişlerinde işçiler

“Adalet yoksa direniş var!” dediler, kazandılar. Halen Zonguldak’ta verilmeyen maaş alacakları için açlık

grevi yapan ve çalıştıkları madeni işgal eden

maden işçileri ölümüne direnirken, diğer yanda ücreti ödenmediği için çalıştıkları inşaatı işgal

eden inşaat işçileri diğer emekçileri desteğe

çağırıyor.

Sosyalist Dayanışma / Haziran 2016

16

Gençlik her zaman dev-rimci mücadelenin motor gücü olmuştur.

Gençliğin karakterinden kay-naklı dinamizmi ve canlılığı ile devrimci mücadelenin en önemli dayandığı tabandır. Faşist devlet her zaman gençliğin örgütlen-mesinden korkmuştur. Mücadele içerisinde gençlik büyürse, dev-rimci mücadele de büyür. Faşiz-me karşı mücadelenin büyüme-sinin, gençliğin örgütlenmesi ile diyalektik bir bağ vardır.

Gençliğin rolünü pratik olarak dünyada yaşanan dire-

nişlerde de hep birlikte izlemek-teyiz. Avrupa’nın şatafatlı gözü-ken dünyasının tam ortasına ateş topu olarak düşmektedir. Gençli-ğin dinamizmini ve yaratıcılıkla-rını Gezi Direnişi’nde de hep bir-likte yaşadık. Şu an Kürdistan’da Saray eli ile yürütülen savaşa kar-şı direnişin baş kahramanı yine gençlerdir.

Biz bu halkın gençliğiyiz. Halkımıza gerçekleştirilecek her saldırıya karşı direnişi büyütmek aldığımız nefes kadar doğal bir şeydir. Nefesimiz kesilirse ölü-rüz. Halkımızın da kılına gelecek en ufak saldırıyı da bu şekilde

hissetmeliyiz. Bu yüzden gençlik yoksul halkın güvenliğidir. Ma-hallelerimizde faşist saldırılara karşı, hem de uyuşturucu çeteleri eli ile yürütülen her türlü saldırı-ya karşı savunma hattının geliş-tirilmesinde önümüzdeki gün-lerde biz gençlere daha çok görev düşmektedir. Saray eli ile besle-nen İŞİD çeteleri de bir tehlike olarak önümüzde durmaktadır. Mücadelemizin önüne dizilen bu düşman ittifakının birbirinde zerre kadar farkları yoktur. Bu-nun için halkımızın, mahalleri-mizin ve kurumlarımızın güven-liğini alma konusunda kendimizi hem teorik, hem de pratik olarak geliştirmek, bu saldırılara karşı örgütlenmek en acil görev olarak durmaktadır.

Güvenlik almak ile ilgi-li en somut örneği 1 Mayıs Mahallesi’nde Mehmet Ayvalıtaş ve Fadime Ana Kütüphanesi’ne yönelik saldırıda gördük. Bir gece vakti çeteler kurumu taş-lıyor, kurşunluyor, SODAP ve LDG bayraklarını yakıyor. Bu yaşadığımız somut örnek ku-rumlarımızın güvenliğini al-maktaki zaafımızı gösterirken, genel anlamda mahallesinden tut, kurumuna kadar saldırılara

karşı güvenlik alma konusunda gençliğin örgütlenmesinin ve savunma hattını inşa etmesinin aciliyetini bize göstermektedir.

Bu saydığımız düşman sil-silesi özellikle yoksul, Kürt ve Alevi mahalleleri hedef almak-tadır. Mahallelerimiz devlet güçleri tarafından abluka altına alınarak faşizmin cenderesinde preslenmeye çalışılırken, yine devlet destekli çeteler tarafından yozlaştırılmaya çalışılıyor. Bu saldırıları göğüsleyebilmek için gençliğin örgütlenmesini büyü-tüp, düşmana karşı görkemli bir direniş sergileyerek tarihin akışı-na yön verebiliriz.

Bizler gençlik olarak faşiz-min yükseldiği bu dönemlerde Saray faşizminin korkulu rüya-sıyız. Her türlü saldırıya karşı halkımızın, kurumlarımızın, gü-venliğini almak için örgütlenip, zapturapt altına alınmaya çalı-şılan halkımızın nefes boruları olacağız. Yükselteceğimiz direniş ile yoksul halkın yüreklerine su serpeceğiz. Gençlik kapitalizme öfkedir. Faşizme karşı direniştir. Saldırıların artığı bu dönemde, tarih bizi çağırıyor.

GENÇLİĞİN ROLÜ VE GÜVENLİKKENAN DEMİR

“Gençlik; öğrenci gençlik, köylü gençlik ve özellikle işçi gençlik savaşımın sonucunu belirleyecektir.” LENİN

Biz bu halkın gençliğiyiz. Halkımıza gerçekleştirilecek her saldırıya karşı direnişi büyütmek aldığımız nefes kadar doğal bir şeydir. Nefesimiz kesilirse ölürüz. Halkımızın da kılına gelecek en ufak saldırıyı da bu şekilde hissetmeliyiz. Bu yüzden gençlik yoksul halkın güvenliğidir.

Haziran 2016 / Sosyalist Dayanışma

17

6 Mayıs tarihinde TBMM Boşanma Komisyonu ta-rafından hazırlanan yasa

taslağından, kadın mücadeleleri tarihinden süzülüp getirilen pek çok hakkımızın gasp edilmek istendiğini öğrendik. AKP’nin iktidar olmasından bu yana ka-dını aile dışında yok sayan, her yeri geldiğinde kadını aşağıla-yan, kadın bedenini ucuz devlet politikalarına alet eden, kürtajı yasaklatmaya çalışan vb. pek çok durumla karşı karşıya kaldık. Zaten erkek egemenliği ve kapi-talist düzenin sarmaş dolaş, kol kola birbirini desteklediği bir düzende bir de ortaya neolibera-lizmi de iyi kavrayan ve toplumu da kendi çıkarları doğrultusunda muhafazakar, dindar söylem ve uygulamalarla yeniden dizayn eden AKP çıktı. Bugün de şimdi-ye kadarki kadın düşmanı politi-kalarını en uç seviyeye sıçratarak kadın ve çocuk haklarını kaybet-memize yol açacak uygulamaları hayata geçirmeye hazırlanıyor. AKP Düzce Milletvekili Ayşe Ke-şir başkanlığındaki komisyonun raporunda, çalışma hedefleri, aile bütünlüğünün korunması, sorunların en sağlıklı yöntem-lerle çözülmesinin yanı sıra bo-şanma nedenleri ile boşanma vakalarının özellikle çocukların en az etkilenmesini sağlayacak şekilde sonuçlandırılması olarak belirlendi. Bu yaldızlı lafların al-tından ise yine kutsanan aile, aile dışında varlığı tanımlanamayan kadın ve boşanmayı zorlaştıran önlemler çıktı.

Bu rapor kadın ve çocukların canı, güvenliği ve mutluluğu hiçe sayılarak boşanmaların engellen-mesi ve aile kurumunun korun-masını amaçlıyor. Raporun bazı maddeleri ve kadın mücadelesi açısından ortaya çıkan tartışma ve hak gaspları ise şöyle:

Aile danışmanlığı50 bin veya 100 bin nüfusun

üzerindeki yerel yönetimlerin

kadın sığınaklarının yanı sıra Aile Danışma Merkezleri açması için gerekli kanuni düzenleme-ler yapılması öneriliyor. Bakan-lıkların, “aile alanında çalışan” meslek örgütü ve sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapması öneriliyor. Ancak rapor hazır-lanırken örneğin Mor Çatı’nın dahi görüşlerine yer vermeyen-ler bu işbirliğini ne şekilde ve kimlerle yapacaktır? Mağdur erkekler dernekleriyle görüşme-ler yapılarak hazırlanan bu rapor kadının aile içindeki rollerine de itiraz etmeyecek bir danışmanlık kuruyor. Ayrıca aile danışmanlı-ğı verecekler de milli kültüre uy-gun kişiler olmalıymış!

Aile hukukuBoşanmada nafakaların sü-

resiz olmasının, erkeğin hayatı-nı ipotek haline getirdiği söyle-nirken, nafakanın beş ila on yıl arasındaki gibi belirli bir sürede ilgili kurumlarca çalışılarak dü-zenlenmesi, yoksulluğun devam etmesi halinde kadının sosyal yardım, meslek edindirme, istih-dam imkânlarından faydalanma-sının sağlanması öneriliyor. Bu öneride de nafaka hakkının kı-sıtlanması boşanmaların engel-lenmesinin bir aracı yapılmıştır.

Yine aile hukukuna ilişkin tüm davalarda duruşmaların giz-li yapılması yönünde mevzuatta düzenleme yapılması öneriliyor. Yani aile hukukunu ilgilendiren davaların gizli kapaklı yapılması-

nı öngörüyor. Burada kutsal aile yapısına zarar verecek davalar-dan kadınlar ve kadın örgütleri-nin uzaklaştırılmak istendiğini anlıyoruz. Ancak biz kadınları ilgilendiren davaları izlemekten vazgeçmeyeceğiz.

Arabuluculukİstanbul Sözleşmesi ve Ara-

buluculuk Kanunu’na göre, şid-det vakalarında arabuluculuk yöntemine gidilemeyeceğinin defalarca tekrarlandığı raporda, çocuk kaçırma durumlarında, boşanma davalarında, dava sü-reci sırasında ve boşanma ön-cesinde arabuluculuk sürecinin kullanılmasının faydalı olacağı söyleniyor. Arabuluculuk şiddet

davalarında uygulanamayacağı halde raporda bu davaları da içe-recek şekilde düzenleme yer alı-yor. Evlilik içi de olsa tecavüz ve şiddet suçtur, meşrulaştırılamaz. Boşanma arabuluculuk yöntem-leriyle durdurulamaz.

Şiddet uygulayanla ilgili önermeler

Raporda, şiddet uygulayana yönelik öfke kontrolü ve rehabi-litasyon çalışmaları, cinsel suç-lardan hüküm giyenlerin cezası sırasında rehabilitasyondan ge-çirilmesi, haklarında tedbir ka-rarı verilen erkeklerin rehabilite programlarına zorunlu katılım-larının sağlanması, elektronik kelepçe sisteminin ülke geneline yaygınlaştırılması gibi maddeler de yer alıyor. Bu uygulamaların

ELİF IRMAK

erkek egemen zihniyetle hesap-laşma içerisine girilmeksizin bir iyileşmeye yol açmayacağı, şid-deti önlemeyeceği zaten uzun sü-redir söylediğimiz bir konuyken kurtarıcı niteliğinde raporda yer verilmiştir!

Bu rapor çocukların istismar-cı ve tecavüzcüleri ile evlendiril-mesini içeriyor.

Bu rapor şiddet gören, teca-vüze uğrayan kadınlara “Boşan-mayın.” diyor.

Bu rapor erkekleri mağdur gösteriyor.

Bu rapor nafaka hakkımızı elimizden alıyor.

Bu rapor şiddete maruz kalan kadınların mesai saatlerinde ka-rakollara başvurmasının önünü kesiyor.

Erkek şiddetine karşı yasal mekanizmaları zayıflatıyor.

Kadın Cinayetlerine Karşı Acil Önlem Grubu ile raporun kamuoyuna yansımasının ardın-dan 22 Mayıs’ta Kadıköy’de ilk itirazımızı dile getirdik. Şimdi de kadınların kazanılmış hakla-rına yapılan bu saldırılara karşı mücadeleyi büyütmeye çağırı-yoruz. Bu raporun TBMM Ge-nel Kurulu’ndan geçmesine izin vermemek için, kürtaj yasağını önlediğimiz gibi bu paçavra ra-porunda, sokakta mücadeleyi büyüterek, meclisten geçmesi-ni engellemek için daha çok bir araya gelmeye ihtiyacımız var. Mücadele ederek kazandığımız haklarımızı bırakmayacağız, di-renerek savunacağız.

MÜCADELE EDEREK KAZANDIK,DİRENEREK SAVUNACAĞIZ!

Sosyalist Dayanışma / Haziran 2016

18

Paramparça bir ülke; birbir-leriyle çıkarları bir türlü uzlaşmayan ve savaşan on-

larca aşiret ve milisler; ayrı ayrı komutanlı iki tane ulusal ordu; biri ülke dışında, sürgünde Batı desteği ile kurulmuş sonra Mart ayında ülkeye getirilmiş bir baş-kanlı hükümet bir de halkın seç-tiği Tobruk’ta yerleşik halk mec-lisi ve de bunların karşısında ya da neresinde olduğu belirsiz bir IŞİD’in olduğu ülke: İşte Libya!

Aslında Libya’daki durum Irak ya da Suriye’den çok farklı değildir. Irak’ta Batı destekli hü-kümet hükümet değildir. Ülke paramparça denetlenemiyor ve giderek Batı çıkarlarından kayıyor. Biraz da bu nedenle Suriye’de Esad rejimini yıkmak-tan çekiniyorlar. Ortadoğu daha da güdümlerinden kaçacak diye düşünüyorlar. Şimdi ise Irak ve Suriye’de denemeye cesaret ede-medikleri şeyi Libya’da yapma girişimleri var. Henüz başında-lar ama deniyorlar. Paramparça, ülke olmaktan çıkmış topraklar tek bir iktidar altına alınmaya çalışılacak.

2011 yılında NATO bombar-dımanları ile Kaddafi devrildik-ten beri ülke çok çalkantılı, bir türlü toplanamadı. Bir hükümet gidiyor diğeri geliyor. Hiçbiri iktidarda tutunamadı. Her grup, aşiret vs. petrol hakimiyetini ele geçirmek için birbirleriyle sava-şıyor. Birden Kaddafi dönemin-de hiç olmayan ve nereden çıktı-ğı hala araştırılan bir IŞİD ortaya çıktı. Bu kez Batı birbirleriyle uzlaşamayan milis, aşiret, ordu güçlerini ortak bir düşman karşı-sında birleştirmeyi denedi. Gene olmadı. Kimisi IŞİD’e yakınlaştı, kimisi karşı tarafa geçti, kimisi de Batı ile işbirliğini yeğledi. Ya da her tarafı idare etmeye çalış-tılar.

Nasıl olduysa bu kez başka bir gelişme yaşandı. IŞİD güçleri ülkenin petrol kenti ve en önemli

limanı Sirte’yi ele geçirdiler. Or-tak düşman karşısında birleşe-mediler ama paylaşılamayan pet-rol eğer düşmanın eline geçerse acaba aşiretler birleşir miydi? O da işe yaramadı. Birleşme sağla-namadı.

Batı bu kez yeni bir plan yaptı. Kendi etrafında bir güç oluşturmaya çalıştı. Bir şekilde başkent Tripoli de olan ülke-nin Ulusal Birlik Hükümeti’nin (UBH) ülkenin doğusunda Tob-ruk kentindeki konumlu Ulusal Meclis ile anlaştıkları açıklan-dı. Dışarıya kaçmış olan devlet başkan ülkeye geri getirildi. Ve iki tarafta tek bir hükümet ola-rak çalışma kararı aldı. Ama bu hükümetin mecliste oylanması ve kabul edilmesi gerekiyor. İşte aylardır çoğunluk sağlanamadığı için hükümet oylanamıyor. Ve-killer tehdit altında olduklarını söylüyorlar. Yani tepeden yapılan anlaşma altta kabul görmüyor. İki hükümetin yapay anlaşması alttan destek bulmuyor. Çıkarlar gene uzlaşmıyor.

O zaman Batı kendisi askeri olarak girmeye karar verdi. Ama yerelde de postallar gerekiyor-du. Irak’tan bu ders alınmıştır. İlk önce Libya’ya Kaddafi dö-neminde konan silah ambargo-sunun kalkması gerekiyordu. UBH IŞİD’e karşı dövüşmek için ambargonun kaldırılması için BM’ye müracaat etti. Silah am-bargosu kalktı. Peki, silahlar kime verilecek? UBH ordusu ol-duğunu iddia eden iki tane ordu vardır. Bir tanesi bildik Haftar Ulusal Ordusu. Haftar, Kaddafi tarafından hain ilan edilip gö-revden alınan eski bir generaldir. Sonra CIA ile anlaştı ve ABD’ye yerleşti. Kaddafi yenilince de bü-yük umutlarla ülkeye geri döndü. Fakat yıllardır Libya’da bir itibar kazanıp bütünlük sağlayamadı. Batı’nın aslında ondan umudu yok. Öte yandan bölgedeki Mis-rata güçleri UBH ordusu olduk-larını iddia ediyorlar. İki ordu

birbirleriyle anlaşamadığı gibi zaman zaman savaşıyor. Batı “Hanginiz Sirta’yı IŞİD elinden alırsa onu destekleyeceğiz, onun arkasına geçeceğiz, silah verece-ğiz.” dedi. Ancak iki orduda bu-gün aldık yarın aldık, diyerek bu işi beceremedi.

Geçtiğimiz günlerde AB dı-şişleri bakanları toplandılar ve kendileri müdahale etme sözü verdiler. Bir şekilde birilerine si-lahlar verilecek kendi askerlerini getirecekler ve Libya’da kukla hü-kümetlerine kukla bir ordu oluş-turacaklar. Kim işe başlayacak? Belli değil. İlk önce NATO dedi-ler. Ama NATO başkanı Libya’ya girmeyeceklerini açıkladı. Libya’nın eski sömürgeci ülke-si İtalya başta gönüllüydü, 5000 asker yollayacaktı ama sonra Başbakan “Asker göndermeyiz.” dedi. Fransa asıl olarak eskiden beri Cezayir’in sömürgeci ülke-sidir. Buna rağmen ülkede faa-liyet gösteren özel kuvvetlerinin olduğu Şubat ayında ortaya çıktı. Radar görüntüleri var. Almanya toplantıda verdiği sözden hemen caydı, “Ben ordu eğitirim ama as-ker göndermem.” dedi. ABD’nin zaten bir takım askerleri var ve yeni özel güç yollama sözü verdi. Obama’nın onayı lazım. Ortado-ğu’daki başarısızlıktan, 2011’deki başarısızlıktan sonra bu işi nasıl yapacaklar belli değildir. Yani bir müdahale olacaktır ama tam daha açık birçok bilinmezi var-dır. Ayrıca verilen silahların aynı Suriye’de Özgür Suriye Ordusu denilen güce verilen silahlar gibi IŞİD’in eline geçmesi nasıl önle-necektir? Bunlar bilinmezlerdir.

Batı artık bir ülkeye aske-

ri olarak girip iktidarı deviri-yor ama ona istediği şekli ver-mede başarısızdır. Parçaları birleştiremiyor. Bunu Irak’ta hat-ta Afganistan’da bile yapamadı. Bu siyasi bir takım rüşvetlerle olmuyor. Halkların öz çıkarları Batı çıkarları ile örtüşmüyor ve ülke Batı çıkarlarına oturtulamı-

LİBYA’DA YENİ GİRİŞİM ADIMLARI

2011 yılında NATO bombardımanları ile Kaddafi devrildikten beri ülke çok çalkantılı, bir türlü toplanamadı. Bir hükümet gidiyor diğeri geliyor. Hiçbiri iktidarda tutunamadı. Her grup, aşiret vs. petrol hakimiyetini ele geçirmek için birbirleriyle savaşıyor. Birden Kaddafi döneminde hiç olmayan ve nereden çıktığı hala araştırılan bir IŞİD ortaya çıktı.

AYŞE TANSEVER

Haziran 2016 / Sosyalist Dayanışma

19

yor. Irak’ta yapamadıklarını şim-di Libya’da, deneme niyetindeler. Bunu kendi askeri zorları ve bir grup yerli ordu ile deneyecekler-dir.

GerekçelerBatı açısından Libya’nın ne

önemi vardır? Birincisi tabi yazmaya gerek yoktur: Petrol. Libya Afrika’nın tespit edilmiş en zengin petrol kaynakları olan ülkesidir. AB açısından Rusya’ya, Ortadoğu’ya alternatiftir. Hem de burnunun dibindedir. ABD açısından da denetim altına alınması gerekli bir güçtür. Öyle AB’ye filan bırakılmamalıdır.

İkinci olarak Libya göçmen krizi açısından kilit bir ülkedir. Afrika kıtasındaki savaşlardan, sömürü, açlık (şu anda 50 mil-yon insanın aç olduğu açık-landı), ekonomik, politik istik-rarsızlıktan kaçan on binlerce yoksul Afrikalı Libya üzerinden AB’ye geçmeye çalışıyor. Türkiye üzerinden gitme yolu tıkandığı

için en iyi olanak zaten karışık olan Libya’dır. AB Dışişleri Baş-kanı 450 bin göçmenin Libya sahillerinden AB’ye geçmek için beklediğini söyledi. Top tüfek-le bunları öldüremeyen, sınır koruması gözetlemesi yetme-yen AB ülkeleri de göçmenlerin Libya’dan geçişinin önünü bizzat tıkamak istiyor. Yaz ayları geldiği ve Akdeniz üzerinden geçiş ko-laylaştığı için de Libya Savaşı’na müdahale etmek onlar açısından önem kazandı. En azından göç-menleri burada durdurmaya ça-lışacaklar.

Üçüncü olarak, Libya Kuzey Afrika kıtasına giriş için önemli coğrafi konumu sahiptir. Sömür-geler kıtasına hakim olmanın AB’ye en yakın ülkesidir. Bir kale önemindedir.

Buna bir de IŞİD’i eklemek gerekir. Her ne kadar bu grubun anası, babası ve rahmi karanlık olsa da denetlenmesi gereki-yor. Onun Afrika kıtası içleri-

ne, komşu ülkelere yayılmasını önlemek ya da denetlemek için başta Libya denetlenmelidir. İşte bütün bu nedenlerle Libya soru-nun Batı çıkarları doğrultusunda çözümü son günlerde acil ihtiyaç oldu.

Bütün bu çıkarlar Batı’yı sanki Libya üzerinden yeni bir deneye sürüklüyor. ABD bunu Irak’ta tek başına yapamayacağı-nı anladı ama ortaklığa kimseyi razı edemiyordu. Şimdi Libya’da bu denenmeye çalışılıyor. Baka-lım ne kadar götürecekler? Fakat bunu da öyle çok öne çıkart-madan, yapmak istiyorlar. Yine yüzlerine gözlerine bulaştırma tehlikesini görüyorlar. Libya par-çalarını eğer birleştirebilirlerse belki bu deneyden Ortadoğu’da tıkanan yollarına yeni kanallar açabilirler diye düşünüyor olma-lılar.

Batı açısından Libya’nın ne önemi vardır?

Birincisi tabi yazmaya gerek yoktur: Petrol.

Libya Afrika’nın tespit edilmiş en zengin

petrol kaynakları olan ülkesidir. AB açısından Rusya’ya, Ortadoğu’ya

alternatiftir. Hem de burnunun dibindedir.

ABD açısından da denetim altına alınması

gerekli bir güçtür. Öyle AB’ye filan

bırakılmamalıdır.

Sosyalist Dayanışma / Haziran 2016

20

Küba; devrimin, müziğin, tütünün, romun ülkesi… Amerika’ya kuş uçuşu

180 km uzaklıkta sosyalist bir cumhuriyet. 28 Ekim 1492’de, Kristof Kolomb karaya çıktı ve şu an Küba’ya ait olan adada İs-panya Krallığı için hak iddia etti. Yüzyıllar boyunca İspanyolların sömürgesi altında yaşamış olan Kübalılar açlık ve sefalet içinde hayatını kaybederken, İspan-yollar tütünün, şeker kamışının, kahvenin, bedava iş gücünün keyfini sürüyorlardı. Kübalılar defalarca haklarını aramak için ayaklansalar da bu ayaklanmalar İspanyol orduları tarafından çok kanlı bir şekilde bastırılıyordu. İspanya’nın içine düştüğü siyasi ve ekonomik bunalımlar Kübalı-lara daha fazla vergi, daha fazla ölüm olarak geri dönüyordu. La-kin Kübalılar İspanyollara karşı açtığı son bağımsızlık mücadele-sini kazanarak bağımsızlıklarını resmen ilan ettiler.

Küba, 1898’de biten İspan-ya-Amerika Savaşı’na kadar İspanya’nın bir toprağı ola-rak kaldı ve 1902’de Birleşik Devletler’den resmi bağımsızlık kazandı. Sonrası devrime ka-dar Amerika’nın oyunları ile Batista’nın faşist rejimi altında geçiriyor. Sonrası Fidel ve ar-kadaşlarının gerilla mücadelesi vererek ülkeye devrim getirme-si ile neticeleniyor. Havana’daki Devrim Müzesi’nde bir karikatür var. Karikatürde yan yana 4 kişi yer alıyor; Batista, eski ABD baş-kanları; Ronald Reagan, baba ve oğul Bushlar. Resmin üzerinde başlık olarak yazan ise; Rincon de Los Cretinos. Yani; Ahmaklar Köşesi... Kovboy kıyafeti içinde resmedilmiş Reagan’ın yanında şöyle bir yazı var: “Teşekkürler ahmak; devrimi daha güçlü yap-tığın için.”

Fidel bin kadar gerillayla Havana’ya girmeden önce Batista rejimi ülkeyi Amerika’nın arka bahçesine çevirmişti. Kumar, fu-

huş, uyuşturucu, mafya cenneti olan Küba ‘modern’, gösterişli, lüks arabaların, zenginlerin cirit attığı bir yerdi. Lük oteller, villa-lar, Amerikan dolarları virüs gibi yayılırken halk sefalet içinde ya-şıyordu. Devrim ile fuhuş, uyuş-turucu, kumar, Amerikan doları ülkeden kovuldu, mafyaların el-lerindeki otellere el konuldu, lüks villalar kamulaştırıldı. Artık özel mülk ortadan kalkmış, Kübalılar bambaşka bir hayatı deneyimle-meye başlamışlardı. Artık herkes eşit ve özgürdü. Lakin bu eşitli-ğin ve özgürlüğün tadını Ameri-kan ambargosu gölgeliyordu.

Devrim; Amerika’nın biyo-lojik, ideolojik, politik ve silahlı saldırılarına karşı amansız bir direniş sergiledi. Sadece Fidel’e 600’ün üzerinde suikast girişimi olduğu söyleniyor. Ülkenin ta-rımını baltalamak için uçaklar-dan atılan zararlılar, insanların dış dünyaya olan meraklarını körüklemek için bilinçli bir şe-kilde akıntıya bırakılan Ameri-kan yaşamına dair eşyalar, Küba ile ticari ilişkisi olan ülkelere uygulanan yaptırımlar ile yal-nızlaştırma, Domuzlar Körfezi Harekatı… Tüm bunlar Küba’nın devrimi işletmeye çalışırken yanı sıra uğraştığı zorluklar.

Fidel, stratejik bir hamle ile Sovyetlere yaklaşmış ve eko-nomik ve politik olarak biraz olsun rahatlamış ve sorunları-nı ötelemiştir. Soyvetlerin de yıkılmasıyla Küba daha zor bir sürece girmiş, çareyi turizme açılmakta bulmuş. Turizmin ge-lişiyle aylık 25 CUC ile geçinme-ye çalışan halk bir şekilde bunu fırsata çevirerek açlıktan kur-tulmaya çalışmış. Bir süre sonra Küba Yönetimi yasalarını biraz daha esneterek yerli turistlere de tatil için otelleri açmış. Bu yerli turistler okyanus ötesi akrabala-rından gelen para ile bu otellerde kalıyor, bir Kübalı için oldukça lüks olan açık büfe ayrıcalığını yaşıyor. Tabi ihtiyaçlar terazisin-

de özgürlük ve eşitlik açık büfe yemekten daha kıymetli olacak ki Kübalılar devrimlerine ve Fidel’e hala oldukça bağlılar.

Küba’da kayıt dışı ekonomi çok büyük. Örneğin Küba’ya dı-şarıdan gelen bir öğrenciye evini kiralayan bir Kübalı onu misafiri gibi gösterir ve ondan aldığı kira kayıt dışıdır. Özellikle turistik bölgelerde seks işçiliği yoğun. Bir turist Kübalı bir seks işçisi ile bir-likte olmak isterse seks işçisine, onları taşıyan taksiciye, beraber olmak için odasını kiraladığı ev sahibine ve yakalanırlarsa polise para vermek zorunda. Basit bir birliktelik bile 4 ayrı kişinin cebi-ne para girmesine neden oluyor ve burada dönen paranın tama-mı devletin denetimi dışında. Sokak müzisyenleri, yerel kıya-fetler giyerek turistik yerlerde bekleyip kendisiyle para karşı-lığı fotoğrafını çektirenler ya da sadece dilenenler… Bunlar da halkın bir şekilde aç kalmaktan kurtulma yöntemleri. Zira aylık istihkak maalesef yeterli değil.

Komünist Parti yönetimin-de olan ülkede hayat çok kolay değil. Yıllardır ambargo altında olan ülke ekonomik olarak za-yıf bir ülke. Lakin sağlık ve eği-tim alanında oldukça ilerideler. Dünya Sağlık Örgütü’nün açıkla-malarına göre Küba kanser üze-rine en çok araştırması olan ülke. Üstelik Küba’da kanserin aşısı var ve dünyanın dört bir yanından insanlar bu aşıyı vurulmak için geliyorlar. İstatistikler hastaların %70’inde işe yaradığını söylüyor.

1992’de dış ticaretinin %80’ini gerçekleştirdiği ve tarım üretimi için gereken sübvansiyonların sağlandığı SSCB’nin çöküşünden sonra oluşan depresif dönemden sonra tarımdan sanayiye geçmiş-tir. Aynı zamanda (özellikle Pinar del Rio’dan) iç göçler başlamıştır. İş gücünün % 21’inin çalıştığı tarım sektöründe şekerkamışı, tütün, turunçgil, kahve ve pirinç

KÜBA, DEVRİM VE ‘TOK’ BİR ÖZGÜRLÜK

İnsanlar arasında ekonomik uçurum olmadığından sosyal statü kaygısı oldukça düşük. Yarın kaygısını yaşayıp birbirleriyle didişmediklerinden olsa gerek çok mutlular. Sokaklar cıvıl cıvıl, müzik hiç durmuyor ve insanlar dans etmeyi çok seviyor. Oldukça sakin ve yavaş bir hayat var Küba’da. Türkiye’de yaşayan biri için bazen çekilmez olabilecek bir yavaşlık hem de. Birbirine bağıran insanları görmemek, en son cinayetin 22 yıl önce işlendiğini bilmek insana ayrı bir mesaj veriyor.

SİDAR ARSLAN

Haziran 2016 / Sosyalist Dayanışma

21

önemli üretim ve ihracat kalem-lerindendir. Sosyalist rejimde özellikle önem verilen balıkçılık ve hayvancılık yine önemli üre-tim kalemlerinden biridir. Tu-rizm son yıllarda yeniden eski canlılığını kazanmıştır. Özellikle Kanada ve Avrupa Birliği’nden gelen turistler sayesinde turizm Küba ekonomisinin itici gücü haline gelmiştir. Çin Halk Cum-huriyeti, Kanada, İspanya ve Hollanda Küba’nın en büyük dış ticaret partnerleridir. Madenci-liğin temelini ihracat kalemleri içinde önemli bir payı olan nikel oluşturur. (Dünya üretiminin % 6,4’ü) Kişi başına düşen GSMH yaklaşık 9.900 $’dır ve yaşam standardı hala 1990 öncesindeki seviyeye getirilememiştir. Bunun en büyük nedeni, Sovyetler Bir-liği tarafından yapılan hibe ve yardımların, Sovyetlerin 1991’de yıkılmasıyla birlikte kesilmesi-dir. Petrol konusunda en büyük destekçisi Çin’dir. Mühendis ve makina yardımı yapmaktadır-lar. Ayrıca Venezuela’da Hugo Chávez’in iktidara gelmesiyle birlikte, bu ülkeyle yapılan eko-nomi anlaşmaları da Küba’nın zor koşullara karşın yeni bir müttefik bulmasını ve bir ölçüde rahatlamasını sağlamıştır.

Küba’nın oldukça karmaşık bir yapı gösteren nüfusu, geçmiş yüzyıllarda adaya değişik etnik toplulukların yerleşmesinin ürü-

nüdür. Kolomb öncesi dönemde sayıları 80-100 bin arası olan ada yerlilerinden günümüzde yalnız-ca adanın doğu ucunda yaşayan birkaç aile kalmıştır. Küba nüfu-sunun % 51’i Mulattolar (Avru-palı ve Afrikalıların karışımı), % 37’si beyazlar, % 11’i siyahlar ve % 1’i de Çinlilerden oluşur. Çinli nüfus 19. yüzyılda demiryolu ve maden işleri için adaya getirilen Çinlilerin torunlarıdır.

İnsanlar arasında ekonomik uçurum olmadığından sosyal statü kaygısı oldukça düşük. Ya-rın kaygısını yaşayıp birbirleriyle didişmediklerinden olsa gerek çok mutlular. Sokaklar cıvıl cıvıl, müzik hiç durmuyor ve insanlar dans etmeyi çok seviyor. Olduk-ça sakin ve yavaş bir hayat var Küba’da. Türkiye’de yaşayan biri için bazen çekilmez olabilecek bir yavaşlık hem de. Birbirine bağıran insanları görmemek, en son cinayetin 22 yıl önce işlendi-ğini bilmek insana ayrı bir mesaj veriyor. Kadına şiddetin çok ağır yaptırımları var. LGBTİ hakları konusunda ciddi bir ilerleme var. Cumartesi geceleri Habana’nın merkezinde Malecon sahilinde toplanıp birbiriyle dans eden yüzlerce LGBTİ bireyi bir arada görünce nefret cinayetleri ve ho-mofobiyle ciddi bir savaş verildi-ği algısı oluşuyor insanda. Zira CENESEX adlı kurumun başın-da bulunan Castro’nun kızı Ma-

riela Castro LGBTİ mücadelenin sıkı bir neferi.

Raul dönemiyle gelen deği-şim rüzgarları ince bir çizginin üzerinde seyrediyor. Fidel dö-neminde de turizm ile başlayan esnetmeler Raul döneminde de devam ediyor. En son Amerika ile ilişkilerin düzeltilmesi için adım atılması en büyük değişim işareti. Buna en çok karşı çıkan Fidel’e halkın sevgisi hala olduk-ça güçlü lakin Amerika ile de bu sürtüşmenin bitmesini istiyorlar. Zira artık ‘tok’ bir özgürlük isti-yorlar. Ülkede tek tük lüks ara-balar, markalar ve hatta turistik bazı yerlere ‘coca cola’ girmiş du-rumda. Ülke ekonomisinin %20’si artık özel sektör. Küba üze-rindeki ambargo kalktıkça sıkı bir değişim yayacak gibi. Turist rehberleri Küba’nın Batista dö-neminden kalan artık bakımsız-lıktan eskiyen evlerin yarattığı nostalji duygusunun şehrin ye-nilenmesi ile ortadan kalkabile-ceğini düşünüyorlar. Tüm Dünya Küba Devrimi’nin sona geldiğini düşünse de Kübalılar devrimle-rini yaşatmak istiyorlar. Çünkü Kübalılar özgürlüğü ve eşitliği tarihleri boyunca ilk kez devrim ile yaşadılar ve bu özgürlüğü baş-ka bir rejimde tadamayacakları-nı biliyorlar. Fidel’in son verdiği mesaj da buna işaret ediyor: “Ben öleceğim. Ama fikirlerimiz yaşamalı…”

Son niyetine:Herkesin belki zorlandığı

ama mutlulukla dans ettiği, so-kakları doldurduğu, her soka-ğında devrim kokan, biraz yal-nız bırakılmış, biraz dış dünyaya meraklı ama özgürlüklerine ve devrimlerine her şeyden daha bağlı bir halkın arasında dolan-mak, onlarla aynı yemeği yemek, istihkak sıralarına girmek, on-larla sokaklarda eğlenmek, dev-rim ile duran zamanın içinden geçmek paha biçilmez. Batista rejimini okudukça AKP dönemi ile büyük benzerlikleri bena içi-ne düştüğümüz faşist diktatörlü-ğün sonunun yakın olduğumuzu düşündürdü. Gezi’nin yıl dönü-münü yaşadığımız bu günlerde büyük halk hareketleri ile devri-me gitmenin ümidini cilalatmak lazım. Bakalım bizim Gramma teknemiz ne zaman çıkacak ka-raya.

Ufak bir ayrıntı: Duvarlarda yazan sloganlar o kadar düzgün ve estetik ki insan şaşırmadan edemiyor. Zira Türkiye’de sloga-nı yazan ya polislere ya da mobe-se kameralarına yakalanmamak için hızlı ve tedirgin bir şekilde yazıldığı için bizim eğri büğrü bazen de sonu olmayan duvar yazılarımızdan sonra bu duvar yazıları insana o derin farkı his-settiriyor.

Sosyalist Dayanışma / Haziran 2016

22

Merhaba,En içten devrimci duygularımla selam, saygı ve sevgilerimi sunuyorum. İyi olmanız dileğiyle.Arkadaşlar Sosyalist Dayanışma derginizi alıyorum. Bazen dergi geri size geliyor olabilir. Tekirdağ PTT’den kaynaklı olduğunu düşünüyoruz. Cezaevi idaresince dergilerin geldiğinde verildiği söylendi. Özellikle “Demokratik Ulus” gazetelerinin ulaşımının da problem yaşıyoruz. Yoldaşlara yazdık zaten.

Ben 18 yıldır zindanda PKK’li bir tutsağım. Gönderdiğiniz dergi için teşekkür amaçlı ve yeni yılınızı kutlamak için size önceden yazacaktım fakat yaşadığım sağlık sorunlarından dolayı gecikmeli yazıyorum.

Fıratın öte yakası büyük acılar yaşıyor ama büyük de bir dirayetle, dirençle özgürlüğü gelecekte yaşanacak bir ütopya olarak değil, bugünden özgür alanlar yaratarak özgürlüğü inşat etmektedirler.

Payımıza büyük acılar kayıplarda düşse bizleri özgürlük ve kurtuluşa daha da yaklaştırdığı bir gerçektir.

Bu temelde özgürlüğe olan inancım halkımızın direngen duruşuyla siz Sosyalist Dayanışma Dergisi çalışanlarının yeni yılını kutluyor 2016 yılının zafer yılı olması umuduyla çalışmalarınızda başarılar diliyorum.

D. Selam, saygı ve sevgilerimleÖzgür GÜRBÜZ

1 No’lu T Tipi CezaeviA28 TEKİRDAĞ

Dergimize ulaşmak isteyen devrimci tutsaklar, adresimiz üzerinden bize ulaşabilir.

Haziran 2016 / Sosyalist Dayanışma

23

ğini izlemiştik. Göçmen işçilik, özel istihdam büroları ve kiralık işçilik konularına değinen “İşte Özgür Dünya” ile kapitalist mer-kezlerin pisliklerini ortaya dök-müştü. Bir de filmlerinin akışı, hikâyelerinin içindeki mağdur insanların sıcaklığı, dayanışması ile kalbimizi defalarca fethetti.

Ken Loach ödülünü aldık-tan sonra Evrensel Kültür’den Arif Bektaş’la yaptığı röportaj-da “Filmler sonuç olarak sadece hikâyelerdir, insanlara cesaret verir. Ama değişiklik yaratabi-lecek olan insanların kendisi ve örgütlü işçi sınıfıdır. Başka hiç kimse değil. Filmler bunu teşvik edebilir, hikâyeler anlatabilir, in-sanları tepkiler duymasını sağlar. Belki bir analiz sunar. Fakat bun-dan daha fazlasını yapamaz film-ler. Filmler teşvik etmek dışında bir şey yapamaz.” diyerek müte-vazı duruşunu göstermiş.

Sağ ol Ken Loach, bizi yete-rince teşvik ediyor, bize cesaret veriyorsun…

*Ödül törenindeki konuşması

“Dünyanın beşinci en zengin ülkesinde yemek arayan insan-lar var. Yaşadığımız dünya ar-tık çok tehlikeli bir yere dönüş-tü. Neoliberalizm denilen sistem bizi yıkımın eşiğine getirdi, aşırı sağ ümitsizliğimizden ayrıca avantaj sağlıyor. Umut etmeyi sürdürmeliyiz. Başka bir dünya mümkün ve şart! (Ken Loach)”*

Cannes Film Festivali’nin bizlere neler çağrıştırdı-ğını düşündüğümüzde

hemen Yılmaz Güney aklımıza gelir. 1982 yılında Şerif Gören’le birlikte yaptığı Yol filmi festival-de en büyük ödülü kazanmıştı. Bizim sevgili Yılmaz Güney’imiz dünyaca tanınır olmuştu ve aynı zamanda sinemasal yaratıcılığı-nın hiç de küçümsenmeyecek bir noktada olduğunu kanıtlamış-tı. Ödül törenindeki yumruğu havada sıkılı bir şekilde duruşu hepimizin gözleri önündedir. Günümüzde ise Nuri Bilge Cey-lan Cannes Film Festivali’nde ilk olarak kısa film dalında aldı ödü-lünü. Daha sonra iki kez “Büyük Jüri Ödülü’’nü, “FIPRESCI” ödü-lünü ve 2014 yılında “Kış Uyku-su” filmi ile de en büyük ödül olan Altın Palmiye’yi kazandı. O da belki gayri ihtiyari ama Yılmaz Güney pozunu verdi Cannes’da. Bir de Kürt yönetmenlerimizin başarıları unutulmamalı bu festi-valde. İrili ufaklı pek çok ödülü alıyor genç Kürt yönetmenler.

Cannes Film Festivali çıkışı itibariyle (1939) özgür ve de-mokratik dünyanın sinemasını tanıtmak amacıyla düzenlenme-ye başladı. O zamanlar Mussolini ve faşizmin güdümündeki Ve-nedik Film Festivali’ne alternatif olarak kuruldu. Yalnız Cannes Film Festivali de 1960’lara kadar hükümetlerin denetimi altında idi. Kendi özerk duruşunu bu yıllardan sonra elde etti.

Festivalde 2016 yılı bizim top-raklara dair önemli bir ses getir-mese de sosyalistler için önemli bir yıldı. Yine fikrimizin yönet-meni, dört gözle yapıtlarını bek-lediğimiz, ne çekse izlemek için sabırsızlandığımız Ken Loach “I, Daniel Blake” filmi ile Altın Pal-miye ödülünü aldı. 2006 yılında “Özgürlük Rüzgârı” filmiyle ilk kez bu ödülü alan Ken Loach, bu sene 80 yaşında ikinci kez aynı onura erişti. (Çok ama çok yaşa Ken Loach! Senin yokluğun biz-ler için büyük eksiklik…)

Ken Locah filmleri gerçekten çok önemli bir yer tutuyor bizler açısından. Dönemin sorunlarına eğiliyor. Sınıfsal uçurumu de-rinleştiren yeni dünya düzenini işliyor çoğunlukla. Karşılaşılan yeni sorunları ezilenler pencere-sinden dile getiriyor. Burada bir-likte çalıştığı ekibinin de hakkını yememek gerekir. Beraber ça-lıştığı senaristi Paul Laverty çok iyi bir yazar. Aralarındaki uyum ise mükemmel. Her daim ken-dilerini yenileyebiliyorlar, yeni dünyanın yeni sorunlarını bizim penceremizden hikayeleştirebili-yorlar. “I, Daniel Blake” filmi de sosyal devletin çöktüğü ortamda açlık sınırında yaşayan insanları anlatmış.

Önceki filmlerine bir iki örnek verirsek daha anlaşılır onun güncelliği. “Tehlikeli Yol” filmiyle çok uluslu bir şirketin özel güvenlik firması aracılığıyla paralı asker olarak Irak’a savaşa giden iki arkadaşın hikâyesini işlemişti. “Ekmek ve Gül”de, temizlik işçilerinin sorunları-nı görmüştük. 11 Eylül’ü işle-yen kısa filminde, Şili’deki faşist darbeyi anlatarak egemenlerin “teröre” bakışının ikiyüzlülüğü-nü gözlerimizin önüne sermişti. “Özgürlük Rüzgârı”nda, İrlanda ulusal kurtuluş mücadelesinin sosyalizmle buluşması gereklili-

ALTIN PALMİYE’Yİ BİZİM YÖNETMENİMİZ KAZANDI“BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN VE ŞART!”

FATMA İNCE

AND OLSUN Kİ UĞRUNA CAN VERDİĞİNİZDÜNYAYI YARATACAĞIZ!