19
İçerik Sadakat Geçmişe Değil; Geleceğedir! Niyazi SAFA Lümpenlik, Aidiyet ve Modernlik Kemal ÖZDEMİR Tarihi Tahmis Kahvesi Hakkında Tahmis Röportaj: Bir Tahmis Müdavimi Ahmet Muhtar Ademoğlu Tahmis Bir Film İncelemesi: Yaşa ve Ol! Emir CAN Peyami Safa’nın Yalnızız Romanı Ekseninde Bir Deneme: Yalın Öz Mehmet PANU Edebiyat Köşesi: ‘Yol Almışım Ebede’ Şiiri Muhammed Turan ŞEHİTOĞLU

Tahmis E-Dergi 1.sayı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Tahmis E-Dergi 1.sayı Aralık – 2011

Citation preview

Page 1: Tahmis E-Dergi 1.sayı

İçerik

Sadakat Geçmişe Değil; Geleceğedir!

Niyazi SAFA

Lümpenlik, Aidiyet ve Modernlik

Kemal ÖZDEMİR

Tarihi Tahmis Kahvesi Hakkında

Tahmis

Röportaj: Bir Tahmis Müdavimi Ahmet Muhtar Ademoğlu

Tahmis

Bir Film İncelemesi: Yaşa ve Ol!

Emir CAN

Peyami Safa’nın Yalnızız Romanı Ekseninde Bir Deneme: Yalın Öz

Mehmet PANU

Edebiyat Köşesi: ‘Yol Almışım Ebede’ Şiiri

Muhammed Turan ŞEHİTOĞLU

Page 2: Tahmis E-Dergi 1.sayı

Editörden…

Herkese yürekten muhabbetler…

Nihayet beklenen gün geldi ve Tahmis yayında. Tahmis rint olmayı amaçlayan bu uğurda

rintlerin akşamını da ölümünü de göze almış arkadaşların oluşumudur. Her sayısında farklı

konuyu irdeleyecek olan dergimiz, o ayın konusunda deneme, film incelemesi, kitap

incelemesi, şiir incelemesi veya şiir yayınlayacaktır.

Hikâyelerimizle, denemelerimizle eski zamanlara – iyi insanların evinde huzur içinde

oturduğu, iyi atlarınsa haralarda durduğu- zamanlara götürmek arzusundayız.

Şunu belirtmek gerekir ki; kavram kargaşasının yoğunlukla yaşandığı, anlamların giriftleştiği,

kelimeleriyle oynanmış cümlelerin, anlamsızlığın anlam bulduğu zamanlardayız. Bizler

Tahmis ekibi olarak en çok ihtiyaç duyduğumuz ama bir sabah kaybettiğimiz kavramları

bulmak için yola çıktık, bir nefes alma molasında onları bulmak gayesindeyiz. Belki hakikate

tek başına ulaşılır ancak ulaşana kadar ki yolda hemhal olmak üzere beraber olmak

ümidindeyiz.

Bu sayımızda konumuz temel çerçevede insanlık ve aidiyet. Bu temel çerçevede insanlık,

aidiyet, sahiplenmek, sahiplenmeyi arzulamak, birisinin sahibimiz olmasına izin vermek,

mekâna ait insanlar, insanlara ait mekânlar gibi kelime olarak yakın ancak anlam olarak

zıtlıkları incelemeye çalışacağız.

Ayrıca ilk sayımızın özel konusu olarak dergimizin ismini esinlendiğimiz Tahmis

kıraathanesinin müdavimleri ile yaptığımız söyleşi ile mekân ait insanlara veya insana ait

mekânlara, şehrin göbeğinde çağlara şahitlik eden şehre ait bir mekâna tanıklık etmeye

çalışacağız.

Son olarak, Tahmis müdavimleri ile söyleşi ve Tahmisin yeni halinin resimleri konusunda

bizden yardımlarını esirgemeyen Sayın Mehmet Hilmi Bağcı’ya, Sayın Ömer Asım Öztürk’e,

Tahmis’in restore edilmeden önceki halini betimleyen fotoğraflara ulaşmamızda bizlere

yardımcı olan Sayın Emre Kasap’a bütün tahmis ekibi adına gönülden teşekkür ederken,

sizlere yeni sayımıza kadar esenlikler dilerim.

Editör

Page 3: Tahmis E-Dergi 1.sayı

Sadakat Geçmişe Değil, Geleceğedir

İnsan aidiyet duygusunu içinde barındıran bir varlıktır. Ömrü boyunca birçok aidiyet hissi

yaşayan insan temel olarak üç aidiyet duygusu olmadan sağlıklı bir hayat süremez,

nevrotikleşir. Bir anne- babaya (aile)’ye ait olma, bir topluma(millete) ve bir inanca ait olma.

Eğer inancı ile ait olduğunu düşündüğü yeri (vatanını) bir potada eritebilirse aitlik sayısı temel

olarak ikiye düşürülebilir.

Aidiyet duygusunu tatmin eden insan da doğal bir sahiplenme içgüdüsü gelişir. Kendisini,

kendisi gibi olanları, ailesini ve insanlığı sahiplenir, dertleriyle ve dahi her halleriyle hem hal

olur. İnsanlığı sahiplenir zira bilir ki mesele bir inanca bir topluma –millete- ait olmaktır ve

bur da en önemli nokta belki inancını değilse bile insan milletini kendisi seçemez. Bundan

dolayı aidiyet duygusunu tatmin etmiş – sağlıklı- insan diğer insanların aidiyet duygusu ile

uğraşmak yerine onlarında hakkını gerektiğinde savunacak kadar sahiplenme duygusu

gelişmiş insandır. Bu doğu kültürünün o eşsiz tanımlamasıyla diğerkâmlıktır. Moda olan bir

tabirle tam olarak karşılamasa da empati diyebiliriz buna.

Aidiyet duygusunu tatmin edemeyen insan tek başına kalır. Burada dikkat edilmesi gereken

durum tek başınalıktır. Her insan yalnızdır esasında ve hakikate yalnız başına ulaşılır ancak

nevrotik durumlar insan tek başına kalınca başlar. Bu sorunlarla boğuşmaya başlayan insan

Oğuz Atay’ın da bahsettiği gibi sorunlarını yalnız çözmeye çalışma çabasında aşırılığa kaçar

ve toplumdan uzaklaşır. Ancak bu ne Hıra’ya çekilmektir ne de ölmeden önce ölmek. Bu başlı

başlına bir nevrozdur.

Bu nevroza yakalananlarda iki durum söz konusudur. Ya benzeyemediklerine karşı aşırı sevgi

ve bundan kaynaklı koruma güdüsü ve sahip olmak isteği veya da aşırı nefret. Ancak nefret ve

öfkesini sahip olarak örtbas etme isteği güderler.

Peki, sahiplenmek ve sahip olmak arasındaki fark nedir?

Sahiplenmek gerektiği zaman omuz veren bir diğerkâmlık, sahip olmak tanrılaşma eğilimi

gösteren narsist bir yaklaşımdır. Narsizmi küçük farklılıklar doğurur ve bu tip nevrotik

kişilikler kendi eksiklerini farklılık olarak görürler.

“İnsanların aklı pazara çekilse ve seçme şansı tanınsa herkes gider yine kendi aklını alır

oğlum” derdi dedem. Pek önemsemedim bu sözü uzun süre ancak ne zaman Peyami Safa’nın

o meşhur romanı Yalnızız’ı okuyunca anladım. “İnsanın en kolay aldattığı budala kendisidir.”

İnsan anlama çabası güden bir varlıktır. Ruh sağlığı yerinde olsun veya olmasın herkesin

amacı aynıdır. Asıl mesele doğru anlamak için ne yapmak gerekir.

Öncelikle aidiyet duygusunu tatmin etmek gerekir. Zannımca Cemil Meriç “İnan da istersen

oduna inan” derken insanlara bu mesajı, vermek istiyordu. Daha sonra olabildiğince yalnız

Page 4: Tahmis E-Dergi 1.sayı

ama asla tek başına kalmadan, hakikati aramaktan bıkmadan, daireyi tamamlamaya çalışarak

kendi Hıra’mızın her kovuğuna bıkmadan usanmadan bakarak aramak gerekir. Sahiplenerek

ama sahip olmaya çalışmadan, sahiplenilmekten hoşlanıp, sahibimiz olmak isteyenleri yolda

bırakarak başlamak lazımdır işe. Zira insan kendi kendinedir sorunlarını çözme yolunda ancak

bunu da abartmamalıdır. Saplanıp kalmamalıdır geçmişe daima ileriye bakarak ümit ederek

yürümelidir. Geçmişe saplanıp kalmak ümitsizliğe girişin en büyük kapısıdır ve zannımca bu

yolculukta başa gelecek en kötü durumdur.

İşte tam da bu sebepten dolayı insan “sadakat geçmişe değil geleceğidir” diyerek devam

etmelidir mağarasına ulaşmak yolculuğuna.

Niyazi SAFA

Page 5: Tahmis E-Dergi 1.sayı

Lümpenlik, Aidiyet ve Modernlik

İnsanoğlu hayatın gereği olarak birbiri ile dayanışma içinde olmuştur. Bu dayanışma pek

tabiidir ki insanların birbirlerine yakınlaşması sonucunu alışkanlık ve fıtratı gereği ait olma

şuurunu meydana getirmiştir. Ve çeşitli aidiyetler vukuu bulmuştur aile, arkadaşlık, soy,

millet, kültür… Bunların en kuvvetlilerinden birisi kendi içinde yetiştiği topluma kültüre ve

millete olan aidiyetidir. Aidiyetler tümü ferdin kendine bir yer edinip varlığının şuuruna

varmasına katkıda bulunmaktadır.

Fert kendini tanımak için yetiştiği topluluğu tanımaya mecburdur. Bununla birlikte insan

toplumun yanı sıra bizatihi insanı tanımaya mecburdur. Aidiyet hissini taşımayan insan

kendini de tanıması mümkün olamamaktadır. Marks bu noktada aidiyet bilinci taşımayan

insan topluluğunu lümpen olarak tanımlamıştır.

Türkiye’de ise lümpenlik içinde bulunduğu topluma, onun kültürüne ve değerlerine

yabancılaşmış insan sınıfı olarak karşımıza çıkar. En büyük problemi Batılılaşmak veya

Batılaşmak meselesini kavrayamayışıdır der Durmuş Hocaoğlu. Ve burada karşımıza yeni bir

kavramı karşımıza çıkarmıştır Lümpen Batılılaşma .“Lümpen Batılılaşmanın en temel sâiki,

“Batılılık”ın temelinde yatan şeyin, “İnsan eşya münasebetleri”nin Batı tarafından

düzenleniş tarzından ileri geldiğini, yani konunun bütünüyle kökenleri çok derinlerde olan

bir modernite problemi olduğunu kavrayamamak, sebeplerle değil hep sonuçlarla

uğraşmaktır. Bu yüzden, Lümpen Batılılık hiçbir sûrette başarılı olmamıştır; hep

taklitçidir, hep yüzeyseldir[1].Bu tartışma Türkiye’deki hemen bütün kültür, medeniyet,

siyaset meselelerinin düğüm noktasını teşkil etmiştir.

Türkiye’deki batılılaşma problemine bağlı olarak içinde bulunduğu topluma ve medeniyete

yabancılaşan insan tipinin esas meselesinin modernite problemi olduğunu yani modernlik

meselesi olduğunu ortaya koymuştur Hocaoğlu.

Peki, nedir modernlik?

Çağdaşlık ile modernlik aynı şey midir? Hayır, aynı çağda mevcut olan her şey çağdaştır.

Modernlik mevcut bulunanı niceliksel olarak değil niteliksel olarak ileri götüren ve geri

dönüşü mümkün olmayan, alternatifi de olmayan bir insanlık durumudur. Yani modernliğin-

modernitenin karşısında direnmek söz konusu değildir. Ve yine rahmetli Hocaoğlu’nun tespiti

ile konuyu açıklamaya çalışalım “günümüzde tek modernite olan Batı Modernitesi

kontekstinde– bilim yoluyla yeni bir dünya kurmak ve bunun mücessem netîcesi olarak ise,

bir sanâyi’ cemiyeti olmak, yâni “sanâyi’ devrimi”ni başarmak demektir.”[2]

Batı modernitesinin temelinde Bacon’un “Bilgi güçtür.”düşüncesi yer almaktadır ve Batı

bilgiyle ve madde ile münasebetini bu ölçüde geliştirmiş yeni dünya inşa etmiştir.

Müslümanların bunu kavraması uzun bir zaman almış dünya ile münasebetinde dünyaya ve

ilme sırtını dönen İslam dünyası birçok mağlubiyetler yaşamış bu mağlubiyetler insanlarda

tartışmasız bir özgüven kaybına yol açmıştır. Bilgi ile kudrete, Kudretle tahakküme ulaşan

Page 6: Tahmis E-Dergi 1.sayı

Batı karşısında kavrayış noksanlığı gerçek olan modernite ile yüzleşmek yerine taklitçi,

başıbozuk (lümpen) bir batılılaşmaya yer bırakmaktadır. Durumu İbn Haldun’un şu satırları

ile tamamlamak gerekirse.

XXIII. Mağlup, ebedî olarak gâlibin şiarına, kıyafetine, mesleğine, sair ahval

ve âdetlerine tâbi olmaya düşkündür.

Bunun sebebi şudur: İnsan, kendisine gâlip gelende, bir kemâl bulunduğuna itikat eder ve ona

boyun eğer. Ya tazimde bulunulması gerektiğine inandığı kemâli nazar-ı itibara aldığı için

böyle hareket eder veya kendisindeki inkiyad halinin, “tabii bir galebeden” değil, gâlipteki

kemâlden ileri geldiği yolunda bir hataya sürüklenmiş olduğu için böyle davranır. Böyle bir

yanlışlığa düşülmesi ve bunun aralıksız devam etmesi, bir itikat meydana getirir, bir inanç

ortaya çıkarır. Bunun neticesi olarak gâlibin bütün yol ve yöntemlerini benimser, her hususta

onun yolunu tutar, ona benzemeye çalışır (teşebbüh, temessül, adapt, assimilation). İktida

(tebaiyet, taklit, imitation) işte budur. Veyahut da mağlubun gâlibe uymasının sebebi, – Allah

daha iyi bilir -, gâlibin galebesi ve zaferi ne asabiyet ne de zorlu bir güç sayesinde değildir.

Sadece âdetlerine, ananelerine, takip ettiği yol ve usûllere dayanmaktadır, diye bir görüş

sahibi olmasıdır. Onu böyle bir hataya sürükleyen yine galebe ve zaferdir, bu da ilk sebebe

racidir. Bu sebeple ebedi olarak mağlubun, kendini gâlibe benzetmeye çalıştığını, kılıkta -

kıyafette, binme ve nakliye vasıtalarında, silahta, bunun, yapılışında ve şekillerinde, daha

doğrusu tüm sair hallerinde onun gibi olmaya çalıştığını müşahede edersin[3]

[1]-Durmuş Hocaoğlu,Milliyetçi,Mukaddesatçı ve Lümpen /durmushocaoglu.com

[2]-Durmuş Hocaoğlu, Kültür Savaşçıları Meydan Okuyor/durmushocaoglu.com

[3]-Durmuş Hocaoğlu, Cehaleti Faturası İslam Medeniyetinin Çöküşü ve Lümpen Batılılaşma

yazısından, İbn Haldun. Mukaddime., Cilt I, İkinci Baskı., Hazırlayan: Süleyman Uludağ.,

Dergâh Yayınları., İstanbul, Mayıs 1988., s.465-466

Kemal ÖZDEMİR

Page 7: Tahmis E-Dergi 1.sayı

Tarihi Tahmis Kahvesi Hakkında

Türkiye’nin en eski kahvelerinden biri olan tarihi tahmis kahvesi 2 yıl süren restorasyondan

sonra kahvehane kültürünü tüm dünyaya tanıtmak amacıyla faaliyete geçti.

Gaziantep kahvehanelerinin çoğunluğunda belli dönemlerde yaşanmış, ortak özellikler

oldukça fazladır. Dönemin siyasi, ekonomik, eleştirel sohbetler yine kahvehanelerde yapılmış,

şairler tarafından “Tahmis”ler yazılıp, yaşanmış halk hikayelerinin en güzel örnekleri burada

dinleyicileriyle buluşmuştur. Bu bağlamda özellikle Tahmis Kahvesini şehirdeki diğer

kahvehanelere göre ayrıcalıklı tutan en önemli özelliği, fiziksel dokusundan çok tarihe

yaptıkları tanıklığı, edebiyatın, musikinin, karagöz gösteri sanatının en güzel örneklerin

sunulduğu mekan olmasıdır.

Tahmis Kahvesinin gerek cumhuriyet öncesi dönemde gerekse günümüze kadar geçen

süreçte, kentin kültürel ve sosyal yaşama etkisi oldukça fazladır. Kahvehanenin 40-50 yıllık

müşterilerinin anlatımlarından, bu mekanın özellikle ramazan aylarında farklı bir havaya

büründüğünü anlıyoruz. Kahvenin asma katı ramazan ayında ve özel günlerde musiki ve

gösteri sanatlarına ev sahipliği yapmışi hikayeciler ve karagöz ustaları bu geleneği yıllar

sürdürmüşlerdir.

Kahvehaneler uzun yıllar şair, düşünür ve edebiyat adamlarına ev sahipliği yapmıştır.

Özellikle tasavvuf söyleşilerinin yapıldığı bu mekanda zaman zaman evlerinin yakınlığı

nedeniyle olsa gerek Hasırcıoğlu ve Hasip Dürri Efendi gibi şairlerinde oturduğunu biliyoruz.

Hatta Hasip Durri Efendi’nin Tahmis Kahvesi’ninde bulunduğu alanda 1901 ve 1903

yıllarında çıkan Arasa yangınını anlattığı “Ateş-i Suzan”, “Yangın” ve “Harık-i Dilsüz”

şiirlerinde o günlere ışık tutmaktadır. Hasip Durri bu şiirlerinde yangının nasıl başladığını,

nasıl büyüdüğünü, görevlilerin vurdumduymazlığını, kimilerinin yangının oluşturduğu

telaşeden yararlanarak nasıl yağmaya giriştiklerini, zararın bilançosunu acı acı anlatıyor.

Page 8: Tahmis E-Dergi 1.sayı

Tahmis Kahvesi bir dönem tasavvuf söyleşilerine mekan olmuştur. Kentin son

mutasavvıflarından Dökmeci Bekir Efendi, Kılınçoğlunda evinin dışında genelde

sohbetlerinin burada yapmış, bu sohbetlerin önemli mutasavvıf katılımcıları olan şair Muhittin

Atıf Efendi, Tenekeci Mehmet Efendi, Mehmet Hayri Efendi, İmam Ali Efendi, Tuzcu

Mehmet Efendi gibi daha nice tasavvuf erlerinin bu mekanda oluşturdukları sufi hareket,

kentteki tasavvuf kültüründe önemli köşe taşalrındandır. Bu tür söyleşi birliktelikleri

Ramazan aylarında daha da yoğunlaşmıştır. Hacegan Silsilesi’nin ve ulularının anlatıları

bazen de sadece tek bir beyit üzerine yapılan ve tüm gece boyunca süren konuşmalar bu

sohbetlerin ana temasıdır.

Günümüzde daha çok “nostaljik mekanlar” olarak adlandırılan yerlerde yaşatılmaya çalışan

“nargile kültürü” eskiden kentin Arasa, Kalealtı, Suburcu, Şehreküstü semtlerinde ki

kahvelerinde yoğunlaşmaktadır. Tahmis Kahvesi’ndeki nargile sohbetlerinde genellikle,

Antep Harbiyleilgili anılar, “Gülmelikli” hikayeler olurken, zaman zaman konu edebiyata,

şiire de yönelmiştir. Tahmis Kahvesi mudavimlerinin anlatımından, şair Fahri Yıldız’ın bu

edebiyat sohbetlerini okuduğu şiirlerle süslediği bilinmektedir.

Page 9: Tahmis E-Dergi 1.sayı

Tahmis Kahvesi’nin bilinen en eski nargile mudavimleri, Halepli Mehmet, Yemenci

Abdulkadir, Apardım Hüseyin, Çıtıpıtı Mehmet Ali’dir. Nargilecilerin büyük çoğunluğu

kahvede oyun oynamaz, sohbet ederler. Tiryakiler genellikle sabahın erken saatlerinde ve

kuşluk vaktinde nargilelerini fokurdadırken bir kısmının ise gece gelip nargile içtiği dahi

olurdu. Nargileciler için söylenen; “Tütünü tömbeki, tömbekiyi teneşir paklar” deyimi

nargileceiler tarafından yaygın olarak bilinir.

Geçmişteki kahvehanelerin siyasal yaşama etkilerin dışında; bir dönem şehrin ekonomisinde

de önemli yer tutmuştur. Tahmis Kahvesi’de uzun yıllar bugün ki Buğday Borsasının görevini

üstlenmiş; buğdayın rekoltesinin ne olacağı, hangi köylerden ne kadar hububat geleceğini

konuşup, ticari anlamda tedbir ve kararların alındı mekan olmuştur.

Gaziantep’in Tarihi Tahmis Kahvesi yenilenen yüzü ile ve yeni imajı ile yerli ve yabancı

turistlerin ilgi odağı haline dönüştü.

Page 10: Tahmis E-Dergi 1.sayı

Röportaj: Bir Tahmis Müdavimi Ahmet Muhtar Ademoğlu

Ahmet Muhtar Âdemoğlu, Gaziantep’in eski terzilerinden şu anda çiftçilik yapıyor. Yaşını

göstermeyen Ahmet Muhtar Âdemoğlu, tam 86 yaşında.

Muhtemelen en az yarı ömrü kadardır devam ettiği berberinde olunmuş tıraşı, ütülü gömleği,

pantolonu, kravatı fötr şapkası, alnındaki ve yüzündeki anlam yüklü kırışıklıkları ile tam bir

Beyoğlu beyefendisi görüntüsü oluşturmakta güzel giyinmeyi, güzel bakmayı unutmuş

bizlere. Bir mekâna, daha da önemlisi kendi değerlerini koruyan bir mekâna ait olmak kolay

değildir dercesine bakıyor.

Tahmis ile ilk tanışmasını sorduğumuzda; “60 yılı geçti” diyor. Her gün muhakkak uğradığı

mekânın en eski müdavimlerinden birisi. Kendisi için tahmis ne demek anlatırken. “Burası

Gaziantep’in önemli bir mekânı. Esnaf gruplarına, Zanaatkâr insanlara ve Tüccarlara hem

kendilerine hem toplantılarına sahip çıkmış bir mekân.” Ahmet amca ile konuşmamız

sırasında çıkardığımız en önemli çıkarımlardan birisi müdavimlerin birbirine olan bağlılıkları.

Bunu kendisi şöyle dile getiriyor. “Bir gün bir kişi uğramaz ise hemen sorulur, bir sıkıntısı

veya hastalığımı var neden gelmedi denir. Gerekirse ziyaret edilir. Sıkıntısı giderilir.

Hastalıkta, doğum ve cenazede hep beraber olunur. Dayanışma ile bir birimizi tutarız. Asla

kimse kimseye bir yanlış yapamaz. Çünkü itibar ve itimat kaybeder.” Anlıyoruz ki bu

insanların hayatlarında en değer verdikleri şey itibarları.

Tahmisle ilgi hatıralarını sorduğumuzda eskiyi hatırlayan insanlara has bir göz dalması ile

anlatmaya başlıyor. “Burası esnaf gruplarının toplantılarına, problemlerinin ve sorunlarının

tartışılmasına özellikle ev sahipliği yapar. Burada mesele görüşülerek gerekli mercilere

bildirilir, başvuruda bulunulur.” Yani anlayacağınız Tahmis bir dönem lonca sistemi gibi

Page 11: Tahmis E-Dergi 1.sayı

çalışmış şehirde daha modern bir tabirle şehrin ortak akıl platformu görevini

yürütmüş. Tahmis’le ilgili en canlı hatıraları arasında özel günler, hafta sonları, hasat zamanı,

bayramlar ve bil hassada Ramazan gelmekte. “Ramazan ayında, teravih çıkışı insanlar buraya

gelir. Sahura kadar insanlar burada olurlar. Sahurda sahur topu atılınca insanlar evlerine

dönerler. Burada saz heyeti ince saz faslı yapar. Okuyucular gelir, gazel ve kaside

okurlar. Bazı günlerde Karagöz ve Hacivat gösterileri olur. Daha eskilerde ilmi toplantılar ve

okumalarda yapılırmış.” diyerek adeta yaşarcasına anlatırken bizlere yaşatıyor Ahmet amca.

Bilindiği gibi şehir ticari ilişkiler yönünden gelişmiş bir merkez. Peki Tahmis’in ticarette rolü

nedir yada ticarette tahmisin rolü dediğimizde araya giriyor hemen “Eskiden insanlarda bir

birine daha fazla itimat vardı. Büyük tüccarlar develerle arpa, buğday ve diğer mahsulleri

buraya getirirler, komisyoncularda bu malları satarlardı. Bu malları çoğu kez köylüler getirir,

bu gelen köylüler, Tahmis’te misafir edilir ve ağırlanırdı. Satım bitinceye kadar tüccarlar

burada oturur çay içer ve hububat piyasasını, ihtiyaçları değerlendirirlerdi. Satım işlemi

bitince komisyoncular, tüccarlara hesabı devrederlerdi. Büyük bir karşılıklı güven vardı.

Ticaret itimat üzerine yapılırdı. Senet, çek yoktu.”

Anlaşılan senet de çek de insanların ağzından çıkan sözmüş beklide tahmis de burcu burcu

kokan çayını içerken esnafın ya da tüccarın verdiği söz bugünkü çekten de senetten de daha

güvenilirmiş. Mekânın ruhu, mekâna ait insanlar ya da insanlara ait mekânlar dedikleri bu

olsa gerek diye düşünürken kendi içimizde sanki bizi anlayan Ahmet amca devam ediyor

anlatmaya

“Tahmis’in kendine has bir adabı vardır. Çay kahve hepsi odun ateşiyle pişer. Efendi insanlar

gelir oturur. Kötü bir adam buraya gelip oturamaz. Gençlerin burada büyüklere çok saygısı

vardır. Burada kazandırdığı saygı ve kibarlık çok başkadır. Öyle ki eskiden nargile tömbeki

içmek dahi edepleydi. İçilirken kimse rahatsız edilmeyecek şekilde içilirdi. Hatta tömbekinin

ateşiyle sigara dahi yakılmazdı. Közden kül çıkar başka bir oturanı rahatsız eder diye. Buranın

müdavimleri bu kadar kibar ve naziktirler.” diyor.

Ne diyelim? Bir zamanlar gençlerle ihtiyarları bir araya getiren adabı, edebi öğreten bu ruhu

olan mekâna bir kez daha duvarlarında adını koyamadığımız şeyleri görme ümidiyle bakarken

noktalıyoruz söyleşimizi Ahmet amcayla.

Page 12: Tahmis E-Dergi 1.sayı

Bir Film İncelemesi: Yaşa ve Ol!

“Yaşa ve Ol” Romen yönetmen Radu Mihaileanu‘ya ait. Film birçok yerde “Bir Şans daha”

adı ile vitrinde olmasına karşın, orjinal adı itibari ile Almanca ve İngilizce isimlerinde

orijinalliğine sadık kalınarak adlandırılmıştır. Fransızca “Va, vie et deviens” “Haydi, yaşa ve

ol”, İngilizce “Live and Become“, “Yaşa ve Ol”, almanca ise “Geh und lebe“, “Git ve Yaşa”

adlarıyla vitrine çıkmıştır. Tüm bu adlandırmalar gerek filmin içeriği, gerekse orijinal adının

karşılığı açısından uyumludur. Bu nedenle “Bir Şans Daha” adlandırılmasını kullanmamayı

tercih ediyoruz.

Böylesine mühim bir filme belki böylesine bir detayla giriş yapmak sıkıcı gelebilir. Ancak her

açıdan hayatı sıkmak, ince eleyip sık dokumak zorundayız. Detaylar parça hakkında, parça ise

bütün hakkında fikir verir, aynı zamanda da bütünün temsilidirler. Dikkat edilmesi gereken

bir başka detay da, -hatta bütünü tamamlayan bir unsur desek daha doğru olur- filmin

müzikleri. Filmin o can alıcı sahnelerinde sahneyi adeta tamamlayan ve ona hayat veren

müziklerinin sahibi meşhur Bab’Aziz filminin de müziklerini yapanArmand Amar.

Mistisizm ve hüznün notalarla anlatısının ustası.

Page 13: Tahmis E-Dergi 1.sayı

Film Tevrat’tan göç kısmında bulunan bir ayet ile başlar. Gerçek bir hikaye üzerinden

uyarlanan film, Etiyopya’dan kaçmak üzere Sudan’da mülteci kampında bekleyen Etiyopya

Yahudileri olan “Falasha”ların dramını gözler önüne getirir. Bu mülteci kampında Müslüman,

Hıristiyan ve Yahudi Etiyopyalılar beraber yaşamakta, açlık ve çaresizlik içinde aynı acıları

çekmektedir. Bu şartlar altında Yahudi Etiyopyalıları götürmek üzere İsrail Devleti’nin

yardımı yetişir. Ancak sadece Yahudi olanlara. Yaşanan bu toplu acıya bir başkalık katan

yönetmen, aynı zamanda aidiyet problemini ele alır. Bu meselenin üzerinde incelendiği ana

karakter ise Schlomo’dur. Şimdi objektifimizi Schlomo’nun üzerine çevirelim.

Annesinin kucağında açlıktan ölen bir çocuk. Annenin gözyaşları. Ve gözlerini bu manzaraya

dikmiş bir anne. Bu manzara karşısında kendisine “bir şeyler ye” deyip yemeğini paylaşmak

isteyen evladına “tokum” diyebilecek dirayeti gösterebilen fedakâr bir anne. Schlomo’nun

annesi. O müthiş ayrılık sahnesinde “Git, Git ve öyle ol! Öyle olmadan da gelme!” diyen

kadın. Hıristiyan olan bu kadın oğlunu yaşatabilmek için onu Yahudilerin arasına katar ve

öyleymiş, onlardan biriymiş gibi davranmasını ister. Öyle ol ki yaşayabil, yoksa öyle

olmadığın için yaşama hakkın olmayacak!

Aidiyet, insanın gereksinimi ve hakkı. Bir yere, bir şeye, bir aileye, gruba ya da millete ait

olma. Sosyal varlığın sosyalleşme hakkı ve meylidir aidiyet. Bir güvenlik hissi verir, bir

destek ve güçtür insan için. Ama toplumsal anlamda elbette. Peki, bireysel ihtiyaçları ön plana

çıkmış bir insanın toplumsal olanla alakası nasıl bir boyut kazanır? En temel gereksinimini,

gıdasını karşılayamayan bir insan toplumsal bir eylemde bulunabilir mi? Yoksa bencilleşir

mi?

Doğal olan yahut da beklenen bencilleşmesidir. Çünkü doğa vahşidir. Bu doğal olandır. Peki

ya insansı olan? İnsan bu kargaşada da insanlığını koruyabilir ve haysiyet abidesi olabilir mi?

Schlomo’nun annesi bu anlamda tam bir haysiyet abidesidir. Annedir, en çok ihtiyacı olan

evladının sevgisinden kendisini mahrum etmek de olsa bedeli, evladından vazgeçer. O’nu

sonsuza dek kaybetmek pahasına hem de. “Öyle olmadan gelme” demek aslında bunu anlatır.

Onlar gibi olmadığı sürece annesi tarafından kabul edilmeyecek, onlar gibi olduğunda yani

Page 14: Tahmis E-Dergi 1.sayı

alışıp entegre olduğunda ise annesini aramayacaktır belki de. Küçük bir çocuk için aidiyet

krizlerinin başlangıcı olur bu durum.

Çoğunluğu Avrupa’dan gelmiş, Yahudi, Musevi ve beyaz bir toplumda, Afrika’dan gelmiş,

Hıristiyan, Etiyopyalı ve siyah olmak nasıl bir his olabilir ki? Onlardan olduğunuzu söylemek

bir şey ifade eder mi onlar için? Onlar için etse bile sizin için eder miydi? Schlomo için

etmedi. Çünkü o aidiyet hissini kazanmış olarak ayrılmıştı annesinden, yani vatanından.

Aidiyet bilincini idrak edebilecek yaşta ayrılmamış olsaydı dahi insanın akli deneyimlerle

kendi aslına dönme arzusunu tatmin etmek isteyeceği aşikardı. Endülüslü filozof İbn

Tüfeyl “Hayy ibn Yekzan” adlı eserinde insanlardan soyutlanmış, tek başına bir adada

büyüyen bir bebeğin akli ve ruhi gelişimini inceler. Bir ceylan tarafından büyütülen Hayy

uzun bir süre onu annesi zanneder. Ta ki insanlığının idrakine varana kadar. İnsan tek başına

olsa dahi bu idrake aklıyla ulaşabilir İbn Tüfeyl‘e göre. Bu kadar saf ve fıtri bir meylin, her

an “bizden değilsin” vurgusu yapıldığı bir yerde canlı kalması elbette ki olağandır. Filmde

Schlomo’daki bu hissiyat, çocukluğundan başlayıp herhangi bir değişiklik göstermemiş,

gençliğinde de çocukluğundaki gibi hatta daha da bilinçli bir şekilde idrak edilmiş, fiziksel ve

zihinsel güce kavuştuğu için de topluma karşı isyan duygusunda hüviyet kazanmıştır. Askere

gitmek istemez, gittiğinde dahi diğer askerlerden çok çok farklı davranır. Kendisini yetiştiren

babasına isyankar tavırlar sergiler. Evden ayrılır, Paris’e gider. Evlenip bir aile olduğunda

dahi, çıplak ayaklarla, yani en saf haliyle yürüdüğü toprakları unutamaz, toprağını, vatanını

yani annesini.

Bir başka durum da Avrupa’dan İsrail’e göç eden Avrupalı Yahudiler için de geçerlidir.

Yalnızca hissi bir bağlılık aidiyet duygusunun tatmini için yeterli midir? İnançtan

kaynaklanan aidiyet çok kuvvetlidir, öyle ki sizi binlerce yıl sonra olsa da vaat edilmiş

topraklara döndürecek kadar. Ama teorik olanla pratik hayat çoğunlukla uyuşmaz. Teoride

olan pratiğe dökülmek istendiğinde değişikliğe uğrar, ihmaller ve hata payları göz önüne

alınmak durumunda kalınır. Bertrand Russell şöyle der: ” Her şey bir dereceye kadar

belirsizdir(vague).Ancak bunları anlayabilmek için kesinleştiririz(precise).” Gerçek ile

gerçeklik algımız arasındaki fark budur işte. Dolayısıyla sosyo-kültürel olarak Avrupalı olan

bu insanlar sadece Musevi oldukları için bir yere hapsedildiğinde burada da krizler ve

Page 15: Tahmis E-Dergi 1.sayı

sorunlar baş gösterecektir. Entegrasyonun bir anda oluşması beklenemez ki binlerce yıllık bir

süreçtir bu bazen. Aynı inanç ve üst kültür tanımlamalarına sahip insanlar da dahi mekansal

aidiyet krizi yaşanabilmekte iken, Schlomo’dan entegre olmasını beklemek farazi ve haksız

bir istek olarak kalır.

Mihaileanu‘nun ait olamayanlara ait bu hikâyesi müziklerinin şiirselliğiyle göçün ve

vatansızlığın hüznünü bizlere yaşatırken, muğlâk bırakıp zihinde sorular oluşturmak yerine

“insanın aslına dönüş” meselesini kesin bir cevap vererek irdeliyor.

Emir CAN

Page 16: Tahmis E-Dergi 1.sayı

Peyami Safa’ nın Yalnızız Romanı Ekseninde Bir Deneme: Yalın Öz

Yalnızız, düşüncelerin ve düşlerin ayyuka çıktığı, kelimelerle dans eden Peyami Safa’nın

eşsiz eseridir. Romanın başkarakteri Samim, düşlerindeki diyar Simeranya ile kendisini;

teyakkuz halindeki düşünceleri sayesinde de diğer karakterleri tanıtır bizlere. Kendisini

kendisinden başka, diğer tüm keşmekeşe adamış insanların ve araftakilerin buhranlarını

yansıtır.

Yazar, şuurunu kapatmış, iradesini ise sadece, hürriyet elde edeceği zannı ile hürriyetini

kaybetmek için kullanan insanların ruhi portrelerini ustalıkla çizmektedir.

“İnsanın en kolay aldatabildiği budala kendisidir” der Peyami Safa. Yani insanın asıl

meselesinin yine kendisi ile olduğunu söyler.

Page 17: Tahmis E-Dergi 1.sayı

Kitapta, her insanın çift “benlik” taşıdığı, ikinci ben ile mücadelesinde galip gelinmesi ya da

teslim olunması ile hayatın şekil aldığı ifade edilmiştir. İşte bu noktada ikinci ben’e esir

olanlar için düşünmek bir eziyettir ve bir an olsun düşünmeyi engelleyen -her ne ise-

durumdan, aktiviteden ayrı düştüklerinde, yani “yalnız” kaldıklarında onlar için bir çöküşün

başlangıcıdır. Hâlbuki yalnız kalmak hakikat yolculuğu için alınmış bir bilettir. Bulmak için

aramak; aramak içinse yola koyulmak gerekir.

Sokrates’in “Kendini bil!” söylemi, Mevlana’nın “Kendinden kendine sefer eyle!” öğüdü,

Yunus Emre’nin ilmi, kendini bilmek olarak tanımlaması, insanı kendi sessiz, karanlık ve

uçsuz bucaksız sokaklarında yürüyüşe çıkarmak ve ona kendi ayak seslerini dinletmektir.

İnsan, yaşadığı hayatı değerli kılacak şeylerle bu sokaktaki gezintileri sayesinde

karşılaşacaktır. Bu sokağın sonu olmaması, karanlık olması belki ürkütücüdür. Ama karanlık,

size adımınızı daha dikkatli attıracak, duyularınızı çok daha iyi kullanmanıza vesile olacaktır.

Bir serçe kadar ürken yüreğinizle de her zaman tetiktesinizdir.

İnsanın sonsuz, karanlık sokağında çekilmiş bir film: 2005 Yapımı, Nacer Khemir’in yönettiği

Bab’Aziz filmi ve o filmden bir sahne…

Prens, atı ile bir “ceylan” takip ederek çölde kaybolmuştur. Ceylan sayesinde çölde

karşılaştığı bir su birikintisi başında, suyu seyre dalar. Prensi günlerce ararlar ve nerde

olduğu haberi gelir. Haber ile hemen yanına gidilir. Prensin yanı başında, ona göz kulak olan

derviş ile prensin şehrinden gelen iki kişi arasında şu diyalog geçer:

+Sence suyun dibindeki tezâhürünü mü seyrediyor?

*Belki de gördüğü, kendi tezâhürü değildir?

-Yalnızca âşık olmayan kendi tezâhürünü görür orada…

+Öyleyse ne görüyor?

-O şimdi canını seyretmede…

Page 18: Tahmis E-Dergi 1.sayı

Filmde de anlatıldığı gibi insanlar adedince Hakk’a giden yol vardır. Bu yol meşakkatlidir;

sabır ister; önce kendini tanı ki sonra başkasını tanıyasın der. Bizim asıl korkmamız gereken

ne yola çıkmaktır, ne de bizi yoldan çıkaracaklardır. Biz kendimizi aramaktan değil kendimizi

bulmak ümidini yitirmekten yahut kendimizi aramak çabasını bırakmaktan korkmalıyız…*

Hz. Peygamber de Hirâ Mağarası’nda, peygamberliği öncesinde ve sonrasında senelerce

tefekkür etmemiş midir? Sarp kayalıklarda olan, Mekke’ye hâkim bu yüksek tepeye defalarca

çıkıp; efkâra dalmamış mıdır? Yalnız başına, hem gecenin karanlığında hem kendi

karanlığında, tüm zorluklara rağmen… Peygamberlik bu mağarada müjdelenmemiş midir?

Cebrail (a.s) emri ilk kez buraya getirmemiş midir?

Ha! Sâhi, hirâsını, yani arayışını senelerce sürdüren efendimize gelen ilk emir ne idi?

“Oku!”. *

Kendini oku, insanları oku, tabiatı oku…

“Allah’ın adı ile oku”. *

Mehmet PANU

Page 19: Tahmis E-Dergi 1.sayı

Edebiyat Köşesi: ‘Yol Almışım Ebede’ Şiiri

YOL ALMIŞIM EBEDE

Rüyaydı sanki senle geçen dakikalarım,

Şimdi ise kaybolan aşkımıza ağlarım.

Sensizlik kâbus olup her ân çöker üstüme

Yanar bütün varlığım, yükselir sadâlarım!..

Hani sarhoştuk bir vakit aşk denizinde?

Semada koşuyorduk tahayyül âleminde.

Meğer boğuluyormuşum yalan selinde

Yanar bütün varlığım, yükselir sadâlarım!..

Benim için solan gülsün artık karanlık yerde.

Bütün aşkım Hakk’adır, yol almışım ebede…

İlahi, aşkıyla düşürsün beni derde

Yanar bütün varlığım, yükselir sadâlarım!..

MUHAMMED TURAN ŞEHİTOĞLU