320
T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI Dış Politika ve Kimlik: İnşacı Perspektiften Türk Dış Politikasının Analizi Doktora Tezi Fulya EREKER Ankara, 2010

T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

  • Upload
    others

  • View
    7

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

T.C

ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI

Dış Politika ve Kimlik:

İnşacı Perspektiften Türk Dış Politikasının Analizi

Doktora Tezi

Fulya EREKER

Ankara, 2010

Page 2: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI

Dış Politika ve Kimlik:

İnşacı Perspektiften Türk Dış Politikasının Analizi

Doktora Tezi

Fulya Ereker

Tez Danışmanı

Prof. Dr. Mustafa Aydın

Ankara, 2010

Page 3: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda
Page 4: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda
Page 5: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

Bu tez, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) Yurt Dışı

Araştırma Bursu Kapsamında Desteklenmiştir.

Page 6: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ........................................................................................................................... 1

BİRİNCİ BÖLÜM: KURAMSAL ve KAVRAMSAL ÇERÇEVE........................ 8

I. DIŞ POLİTİKANIN ANALİZİ ve YAPI-EDEN (AGENT-STRUCTURE) SORUNU……………………………………………………………………………..

8

1. Geleneksel Bireyci ve Bütüncü Yaklaşımlar……………………………………… 10

A. Bireyci Yaklaşımlar: İdealizm, Realizm ve Dış Politika Analizleri…………

a. İdealizm……………………………………………………………………..

10

10

b. Realizm…………………………………………………………………….. 12

c. Dış Politika Analizleri (DPA)……………………………………………… 14

B. Bütüncü Yaklaşımlar: Neorealizm ve Dünya Sistem Analizleri…………......

a. Neorealizm………………………………………………………………….

20

20

b. Dünya Sistem Analizi (DSA)……………………………………………… 25

2. Eleştirel ve Postmodern Yaklaşımlar: Minimum Etkileşim ve Karar Verilemezlik…..............................................................................................................

29

A. Eleştirel Yaklaşımlar………………………………………………………...……. 30

Page 7: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

ii

B. Postmodernizm…………………………………………………………….....……

3. Yapı ve Edenin Ontolojik Eşitliği: İnşacı Yaklaşım (Constructivism)…………….

34

37

A. Uluslararası İlişkilerde Kurallar ve Onuf’un İnşacılığı………………...…………. 40

B. Uluslararası Politikanın Sosyal Teorisi ve Wendt’in İnşacılığı………...………… 44

4. Dış Politikayı Analiz Etmek……………………………………………………...... 51

II. KİMLİK KAVRAMI VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER YAKLAŞIMLARINDA KİMLİK……………………………………………………

56

1. Kimlik Kavramı…………………………………………………………………… 56

2. Kimlik ve Dış Politika…………………………………………………………....... 61

IKINCI BÖLÜM: KİMLİĞİN İNŞASI…………………………………………… 65

I. BİRİM DÜZEYİ: TÜRKİYE DEVLETİ KİMLİĞİ……………………………...... 65

1. Devleti ‘Kurtarmaktan’ Devleti ‘Kurmaya’ Modernleşme/Batılılaşma Olgusu…... 66

2. Sıfır Noktası: Kemalizm ve Yeni İnsan…………………………………………… 78

II. DEVLET DÜZEYİ: ETKİLEŞİM VE KİMLİK KURUCU ETKİSİ…………….. 88

1.İnşa Sürecinde Önemli Öteki/Batıyla Etkileşim…………………………………… 89

A. Osmanlı Mirası Diplomasi ve Batı……………………………………....... 89

Page 8: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

iii

B. Milli Mücadele: Batı Gibi Olmak İçin Batıya Karşı Olmak…………......... 117

C. Kemalist İnşa Süreci: Dış Politikada Batıcılık…………………………….. 127

2.Öteki(ler)………………………………………………………………………........ 141

A. Komünizm ve Sovyetler Birliği………………………………………........ 142

B. Eski Uyruk, Zelil Düşman ve Yeni Komşu: Yunanistan………………….. 146

C. Geçmişin Referansı: Araplar ve Ortadoğu……………………………........ 158

III. YAPI: ULUSLARARASI SİSTEMİN YAPISI………………………………….. 169

1. Teorik Belirlemeler: Wendt ve Uluslararası Sistem………………………………. 169

2. Avrupa Uyumu’ndan Soğuk Savaş’a Uluslararası Sistemin Yapısı…………......... 172

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: KİMLİK, ÇIKARLAR ve DEĞİŞİM (Mİ)………………... 181

I.BIRIM DÜZEYI: MİLİTANLAŞMA, LİBERALLEŞME, MUHAFAZAKÂRLAŞMA ve KİMLİK.………………………………………........

181

1. Çok Partili Hayata Geçiş…………………………………………………………... 181

2. 27 Mayıs ve 12 Eylül: Türk Siyasetinin Deus Ex Machina’sı…………………….. 188

3. İslamcılıktan Milliyetçiliğe 1990’lı Yıllar……………………………………........ 200

4. Muhafazakâr Demokrasi vs. Cumhuriyetçi Muhafazakârlık…………………........ 206

Page 9: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

iv

II. DEVLET DÜZEYİ: KİMLİK, ÇIKARLAR ve DIŞ POLİTİKA PRATİKLERİ………………………………………………………………………...

214

1. Batı: Jeopolitiğin Kifayet Etmediği Noktada Öteki’leşmek……………………..... 215

A. Soğuk Savaş Sürecinde Türkiye ve Avrupa……………………………….. 217

B. Kimlikler Sorgulanırken 1990’lı Yıllarda Türkiye ve Avrupa………......... 228

2. Bölgesel Güç Türkiye ve Öteki’ler………………………………………………... 241

A. Yeniden Kuzey Komşu: Rusya Federasyonu……………………………... 241

B. Yeni Bir Türk ve Müslüman ‘Biz’: Orta Asya ve Kafkaslar…………........ 245

C. Hep Öteki, Yine Öteki: Yunanistan……………………………………….. 251

D. Yaklaştıkça Ötekileşen: Ortadoğu……………………………………........ 258

III. ULUSLARARASI YAPI: SOĞUK SAVAŞIN SONA ERMESI VE LOCKEAN’DAN KANTIAN’A ANARŞI………………………………........

266

SONUÇ………………………………………………………………………………. 273

KAYNAKÇA……………………………………………………………................... 280

ÖZET…………………………………………………………………….................... 312

ABSTRACT………………………………………………………………………..... 313

Page 10: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

GİRİŞ

İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama

kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar,

doğrudan belirli olan ve geçmişten gelen

koşullar içinde yaparlar.1

Karl Marx’ın Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına ait bu sözü, Uluslararası

İlişkiler disiplininde 1980’li yılların sonlarında başlayan, 1990’lı yıllarda olgunlaşan

‘Üçüncü Tartışma’ kapsamında yeniden canlandırılmış, bir bakıma

kutsallaştırılmıştır. Bu kutsallaştırma, temelde Uluslararası İlişkiler bağlamında her

zaman söylenecek iki hikâye olduğuna dair görüşe

2 karşı, daha doğrusu bu iki

hikâyeyi bir araya getirmek amacıyla üçüncü bir hikâye ortaya koyma çabasının

sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Sözü edilen hikâyelerden birisi, toplumun yapısını

üreten ve zaman zaman da dönüştüren eden’in (agent)3 hikâyesidir. Diğeri ise,

‘eden’lerin pratiklerini olanaklı kılan ve de engelleyen ‘yapı’nın (structure)

hikâyesidir. Bu iki hikâyeyi biraraya getirme çabası sonucunda çok farklı sentezler

ortaya çıkmışsa da, tümünün ortak özelliği yapı ya da eden’den herhangi birine

ontolojik öncelik vermekten kaçınmak olmuştur.4

1 Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i, çev. Sevim Belli (Ankara: Sol Yayınları, 1990), s. 13.

2 Martin Hollis ve Steve Smith, Explaining and Understanding International Relations (Oxford: Calerondon Press, 1991), s. 1. Kitap bütünüyle bu argüman üzerine inşa edilmiş, kitabın yazarları birisini “iç” (inside), diğerini “dış” (outside) olarak tanımladıkları bu hikayeleri, “açıklamak” ve “anlamak” bağlamında yaptıkları tartışmalar sonucunda, birbirleri yerine geçemeyecek, ayrı olarak varlıklarını sürdürmesi gerekli araştırma odakları olarak ortaya koymuşlardır. 3 İngilizce literatürde agent olarak kullanılan sözcüğün Türkçe’de yaygın kullanılan bir karşılığı yoktur. İlk anda birim veya öğe sözcükleri anlamı karşılar gibi görünse de, agent ‘eylem yeteneği olan’, ‘birşeylerin eyleyeni’ anlamını taşımaktadır. Birim ve öğe gibi sözcüklerin karşılamadığı açık olan bu anlamı, “eden” sözcüğü karşılar görünmektedir. Bkz. Faruk Yalvaç, “Uluslararası İlişkiler Kuramında Yapısalcı Yaklaşımlar”, Atila Eralp (der.), Devlet, Sistem ve Kimlik: Uluslararası İlişkilerde Temel Yaklaşımlar (İstanbul: İletişim Yayınları, 1997), s. 144, dipnot 22. 4 Roxanne Lynn Doty, “Aporia: A Critical Exploration of the Agent-Structure Problematique in International Relations”, European Journal of International Relations, Cilt 3 (3), 1997, s. 367.

Page 11: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

2

Uluslararası İlişkiler disiplininde yapı-eden (agent-structure) tartışması olarak

bilinen, yapı ya da eden’den hangisine ontolojik öncelik verileceği üzerine inşa

edilen bu tartışma, ‘Üçüncü Tartışma’ (eleştirel dönem) ile başlamışsa da, Hollis ve

Smith’in iki hikâyesinde görüldüğü üzere, aslında disiplindeki tüm tartışmaların

temelinde yatmaktadır. Bu bağlamda yeni bir tartışma da değildir. Disiplinde ‘İkinci

Tartışma’ olarak adlandırılan davranışsalcı dönüşüm döneminde, indirgemecilerle-

sistemciler, mikrocularla-makrocular, içcilerle-dışçılar arasındaki tartışmanın

temelinde de yapı-eden sorunu yatmaktadır. Elbette bu tespit yapılırken,

gelenekselci-davranışsalcı tartışmasının epistemolojik açıdan pozitivist sosyal bilim

çerçevesinde yürütülmüş olduğu, bu bağlamda pozitivizme bir meydan okuma olarak

ortaya çıkmış olan eleştirel yaklaşımlardan kesin bir çizgiyle ayrıldığı göz ardı

edilmemektedir.

Üçüncü bir hikâye söylemek amacıyla ortaya koyulan sentezler, birbirinden farklı

biçimlerde ortaya çıkmışlarsa da, bir ‘orta yol’ olmaya en yakın olan, ‘inşacı’

(constructivist) yaklaşım olmuştur. Zaten bu yaklaşım, disiplinde daha önce bir sorun

olarak görülmemiş ve bu nedenle de özel olarak ele alınmamış olan yapı-eden

konusundaki ontolojik varsayımlar üzerine kurulmuştur. İnşacı yaklaşımların

temelinde yer alan, yapı ve eden’den herhangi birisine öncelik verilmemesi gerektiği,

bunların karşılıklı olarak birbirini inşa edici olduğu varsayımı, bu çalışmanın da

dayandığı temel argümandır. En genel anlamda, Türk dış politikasının bir analizi

olarak bu çalışma, yapı ve eden’in birbirlerini karşılıklı inşa ettiği ve birisini diğeri

lehine göz ardı etmenin olanaklı olmadığı varsayımı üzerine temellendirilmiştir.

Kuramsal anlamda yapı ve eden konusuna tek taraflı bir bakış yerine, ilişkili bir

anlayışla yaklaşılmasını sağlayan unsur, pozitivist sosyal bilim çerçevesi dışında,

dünyanın sosyal olarak inşa edildiği argümanına dayanan (eleştirel) bakış açısı

olmuştur. Yapı ve edenlerin karşılıklı etkileşimi üzerine kurulu olan inşacı yaklaşım

da, dünyanın, dolayısıyla da uluslararası ilişkilerin sosyal olarak inşa edildiği

varsayımından yol çıkılarak geliştirilmiştir. Bu bağlamda inşacı yaklaşım, yapı ve

edenlerin öznelerarası anlamlarca inşa edildiğini öne sürerek ‘kimlik’ kavramını

doğrudan yaklaşımın merkezine yerleştirmektedir. Uluslararası ilişkiler, öznelerarası

anlamlarla inşa edilen edenlerin birbirleriyle etkileşimlerinin alanı olarak

Page 12: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

3

tanımlanmaktadır ve etkileşimi sağlayan dış politika pratikleri de öznelerarası

anlamlarca inşa edilmiş kabul edilmektedir. Bu bağlamda inşacılığın ve bu yaklaşım

çerçevesinde analiz yapmak üzere yol çıkılmış olan bu çalışmanın anahtar kavramı

da ‘kimlik’ olmaktadır.

Bu çalışma, yapı ve eden kavramsallaştırması bağlamında ve esasında ‘Dış

Politika ve Kimlik’ ana başlığını taşımakla daha en başından kabul edilmiş olduğu

gibi, inşacı bakış açısı sınırları içerisinde geliştirilmeye çalışılacaktır. Fakat

kaçınılmaz bir durum olarak, herhangi bir teorinin/yaklaşımın lehine diğerlerini

dışlamanın, anlayışımızı kısıtlayacağı ve birçok önemli unsuru görmezden gelmeye

yol açacağının farkında olarak, bu çalışmada analitik bir eklektizm tercih edilmiştir.

Dış politikanın analizi bağlamında yeterli bir çerçeveye sahip olmayan inşacı

yaklaşım, Dış Politika Analizi yaklaşımlarından belirli konularda öncülük

edebileceği oranda seçici bir şekilde faydalanılarak tamamlanmaya çalışılacaktır.

Bu açıklamalar ışığında, çalışmanın araştırma sorusu, en genel anlamda ‘kimlik

unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti

devleti, eden’i temsil etmek üzere analiz edilecektir. Fakat yapı-eden

kavramsallaştırılmasıyla açıklanmaya çalışıldığı üzere, eden olarak devlete

odaklanmak, bütünüyle devletlerin Uluslararası İlişkiler’deki birincil konumuyla

ilgili ontolojik bir iddia olarak okunmamalıdır. Devlet, açıklamanın kaynağı değil,

bizatihi açıklanması gereken sorun olarak ele alınmaktadır. Eden olarak devlet, bu

çalışmada verili kabul edilmemekte, sosyal olarak inşa edildiği ya da diğer bir

deyişle, bir kimliği olduğu varsayımıyla yola çıkılmaktadır.

Bu çerçevede analiz birimi devlet olan bu çalışmada, analiz düzeyi (levels of

analysis5

5 Analiz düzeyleri konusunda, J. David Singer, “The Level-of-Analysis Problem in International Relations”, World Politics, Cilt 14 (1), 1961, s. 77-92 ve A. Nuri Yurdusev, “‘Level of Analysis’ and ‘Unit of Analysis’: A Case for Distinction”, Millennium: Journal of International Studies, Cilt 22 (1), 1993, s. 77-88’e bakılabilir. (Bu makalenin Türkçe çevirisi, “’Analiz Seviyesi’ ve ‘Analiz Birimi’: Bir Ayrım Argümanı” başlığıyla, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt 4 (16), 2007-2008, s.3-19’de bulunabilir.)

) söz konusu olduğunda, dış politikayı analiz etmenin en iyi yolu olduğu

iddiasıyla herhangi bir düzey lehine tercihte bulunulmayacaktır. Kuramsal anlamda

bu çalışmanın dayandığı yapı-eden kavramsallaştırmasının doğal bir sonucu olarak,

Page 13: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

4

esasında farklı analiz düzeylerinden söz etmenin anlamlı olmadığı, çünkü her bir

düzeyin diğeriyle etkileşim içinde olduğu varsayımıyla yola çıkılmıştır. Bu

bağlamda, her analiz düzeyine eşit derecede önem verilmesi gerektiği argümanına

bağlı olarak, öncelikle analiz birimi olarak eden/devletin eylemlerini yorumlamak ve

bu bağlamda bu eylemlerin kaynağına inmek, ardından ortaya çıkan yorumlama

temelinde etkileşimi anlamak ve son olarak da daha derin bağlamı, yani yapıyı ortaya

çıkarmak üzere üç düzeyde de analiz yapılmaya çalışılacaktır.6

Özetlenen kuramsal dayanaklar ışığında bu çalışmada, ‘Türk dış politikasını

belirleyen kimliğin ne olduğu, bu kimliğin zaman içerisinde değişip değişmediği ve

değişmişse ne yönde değişime uğradığı’ sorularının yanıtlanması amaçlanmaktadır.

Bu bağlamda, üç bölümden oluşan tezde, öncelikle Türk dış politikasının analiz

edileceği kuramsal çerçeve oluşturulacak, ardından kimlik kavramının dış politika

analizinde açıklayıcı gücü ölçülmeye çalışılacaktır. Kimlik kavramının, devletlerin

çıkar ve önceliklerini belirleyen unsur olduğu, dolayısıyla dış politika analizinin de

temelinde yattığı ortaya koyulduktan sonra ise, kimliğin ne olduğu ve ne şekilde inşa

edildiği açıklanacaktır. Bu aşamalardan sonra, söz konusu kimliğin değişip

değişmediği sorusuna, üç farklı analiz düzeyinde yanıt aranacaktır.

Çalışmanın birinci bölümünde, kuramsal çerçeveyi kurmak bakımından,

öncelikle Uluslararası İlişkiler disiplinindeki temel yaklaşımların dış politikayı ne

şekilde açıkladıkları incelenecektir. Disiplinde, kuramsal ayrışmanın temelinde yapı-

eden kavramsallaştırmasının yattığı varsayımıyla, ele alınan yaklaşım ve teoriler

pozitivist-postpozitivist genel çerçevesinde sınıflandırılacak ve yapı-eden

kavramsallaştırması üzerine oturtularak analiz edilecektir. Kimlik kavramının genel

olarak uluslararası ilişkiler, özelde de dış politika analizleri bağlamında

açıklayıcılığını ortaya koymak bakımından, bu kavramı pozitivist kuramsal temelleri

dolayısıyla analizlerinde ihmal eden geleneksel yaklaşımlardan farklı olarak, kimlik

kavramını analizlerinin odağına yerleştiren eleştirel yaklaşımlar biraz daha ayrıntılı

ele alınacaktır. Bu bağlamda, bu çalışmanın da kuramsal dayanağı olan inşacı bakış

açısı, bu bakış açısını Uluslararası İlişkiler literatürüne tanıştıran ve ardından

6 Bu yönde bir öneri için, Heiki Patomäki ve Colin Wight, “After Postpositivism? The Promises of Critical Realism”, International Studies Quareterly, Cilt 44 (2), 2000, s. 233.

Page 14: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

5

günümüzün üzerinde en fazla tartışılan yaklaşımı konumuna getiren iki ayrı teorisyen

olan Alexander Wendt ve Nicholas Onuf’un yaklaşımları ışığında açıklanacaktır.

Ardından, bir bakıma bu yaklaşımların birçok özelliklerini içinde barındıran ve aynı

zamanda onları aşma çabasında olan, bu tez çalışmasında kullanılan yöntem

açıklanmaya çalışılacaktır. Bu çerçevede, kimlik perspektifinde dış politika analizi

yapmanın inşacı yaklaşımla olanaklı olmakla birlikte, bu yaklaşımın dış politika

analizi için yeterli derecede kapsayıcı olmadığı, dahası bizatihi dış politikanın doğası

gereği tek bir yaklaşımın sınırları içerisinde kalamayacak kadar kapsayıcı olduğu

varsayımına ulaşılması, analitik eklektizmin tercih edilmesinin de kaynağı olmuştur.

İlk bölümün ikinci kısmı, doğrudan kimlik kavramını açıklamaya ve anlamaya

ayrılmıştır. Farklı disiplinlerin kimlik kavramına yaklaşımları da içerilmekle birlikte,

bu kısımda kimlik kavramı, temelde Uluslararası İlişkiler bağlamında ele alınacaktır.

Kimlik kavramı, öncelikle uluslararası ilişkiler ve dış politika yazınında açıklayıcı

unsur olarak kullanılan ‘ulusal kimlik’ kavramı ile bu çalışmanın araştırma odağını

oluşturan ‘devlet kimliği’ kavramı arasındaki farklılıkları vurgulamak amacı

çerçevesinde kavramsallaştırılacaktır. Ardından, çalışmanın daha sonraki

bölümlerinin alt yapısını oluşturacak şekilde dış politika ve kimlik arasındaki ilişki,

inşacı yaklaşımın argümanları temelinde açıklanacaktır.

Tahmin etmek için açıklamak, ama açıklamak için de anlamak gerektiği

düşüncesiyle ilintili olarak, bir devletin dış politika eylemlerini yorumlamak ve

gelecekle ilgili tahminde bulunmak için öncelikle onun kim olduğunu anlamak

gerektiği argümanı bu çalışmanın temel dayanaklarından birisidir. ‘Kimliğin İnşası’

başlığını taşıyan, ikinci bölümde amaçlanan da Türk dış politikasını analiz etmeye ve

gelecekle ilgili tahmin yürütmeye kalkışmadan önce, Türkiye’yi anlamaktır. Bunun

için devlet olarak Türkiye’nin kimliğinin ne olduğu ortaya koyulmaya çalışılacaktır.

Bu bağlamda, öncelikle bu kimliğin nasıl inşa edildiği, kurucu unsurlarının ne

olduğu, devletin inşa süreci olarak dönemlendirilen bir zaman dilimi çerçevesinde,

hem birim, hem etkileşim ve hem de yapı düzeylerinde ayrı ayrı ele alınacaktır. Bu

çerçevede, Türkiye Devleti kimliğinin nasıl inşa edildiğinin analizi, temelde

modernleşme/batılılaşma olgusu ve bununla ilintili olduğu varsayılan Kemalizm

çerçevesinde gerçekleştirilmeye çalışılacaktır. İnşa süreci olarak yapılan

Page 15: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

6

dönemlendirme, devletin kimliğinin nasıl inşa edildiği bağlamında yapılacak bir

analizin tarihsel geçmişi gözardı ederek hedefine ulaşmasının olanaklı olmayacağı

varsayımıyla, Osmanlı İmparatorluğu’nun batılılaşma sürecine girmesiyle bağlantılı

olarak kurgulanmıştır.

İkinci bölümü oluşturan üç kısımın her biri, ‘birim’, ‘devlet’ ve ‘yapı’ olmak

üzere bir analiz düzeyine işaret edecek şekilde oluşturulmuştur. Birinci kısımda, eden

olarak devletin kendisine ve devletin (bileşik) kimliğini inşa eden içsel süreçlere,

ikinci kısımda devletin dış politika pratiklerini ortaya koyduğu etkileşim süreçlerine

ve üçüncü kısımda ise uluslararası sistemin yapısına odaklanılarak, Türkiye

devletinin kimliğinin nasıl inşa edildiği, dolayısıyla da ne olduğu ortaya

koyulacaktır.

Çalışmanın üçüncü ve son bölümünde ise, bir önceki bölümde ortaya çıkan

Türkiye devleti kimliğinin değişim dinamikleri ele alınacaktır. Bu bölüm de bir

önceki bölümde olduğu şekilde, her biri ayrı bir analiz düzeyini gösterecek şekilde üç

kısımdan oluşmaktadır. Bu bağlamda, kimliğin değişim dinamikleri birim, etkileşim

ve yapı düzeylerinde ortaya çıkarılmaya çalışılacaktır. Dış politika pratiklerinde

görülen her değişim dinamiğinin bir kimlik değişimi olarak görülemeyeceği, aksine

bu değişimlerin mevcut kimliği güvence altına almanın bir yolu olarak kullanıldığı

varsayımı bu bölümün temelini teşkil etmektedir. Bu bağlamda, özellikle 1990’lı

yıllarda Türkiye’nin kimliğinin değiştiği, neo-Osmanlıcı, Pan-Türkist vb. açılımlar

gösterdiği iddialarının aksine, kimliğin kriz yaşamakla birlikte değişime uğramadığı

ve söz konusu değişim ve açılımların mevcut kimliği koruma güdüsüyle ortaya

koyulduğu öne sürülecektir.

Türkiye’de Kemalist inşa sürecinin sona erdiği ve toplumsal değişim

dinamiklerinin harekete geçtiği, 1950’li yıllardan 2000’li yıllara birim düzeyinde

yapılacak bir analizle, inşa süreci sonrasında ortaya çıkan yeni bir kimlik olup

olmadığı ortaya koyulmaya çalışılacaktır. Ardından söz konusu kimlik dinamiğinin,

1990’lı yıllarda etkileşim süreçlerindeki dış politika pratiklerine ne şekilde etkide

bulunduğu ve aynı zamanda bu etkileşimlerden nasıl etkilendiği açıklanarak,

Türkiye’nin kimliğinin değişmediğine dair öne sürülen argüman kanıtlanmaya

Page 16: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

7

çalışılacaktır. Son olarak, yine 1990’lı yıllarla birlikte uluslararası sistemin yapısının

kimliğin kriz ve değişimine yaptığı etki yapısal süreçlerin analiziyle açıklanacaktır.

Page 17: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

8

BİRİNCİ BÖLÜM: KURAMSAL VE KAVRAMSAL ÇERÇEVE

Bu çalışma Türk dış politikasını geleneksel yöntemlerin dışında, inşacı perspektif

içerisinde sayılabilecek, ama bu yaklaşımın da eksikliklerini aşmaya çalışan farklı bir

yöntemle açıklamayı amaçlamaktadır. Bu bağlamda teorik çerçevenin ortaya

koyulabilmesi için öncelikle Uluslararası İlişkiler disiplinindeki temel yaklaşımların

dış politikayı ne şekilde açıkladıkları incelenecek, ardından bir bakıma bu

yaklaşımların birçok özelliklerini içinde barındıran ve aynı zamanda onları aşma

çabasında olan ve bu çalışmada kullanılan yöntem açıklanacaktır.

I. DIŞ POLİTİKANIN ANALİZİ VE YAPI-EDEN (AGENT-

STRUCTURE) SORUNU

Dış politika analizi (Foreign Policy Analysis), Uluslararası İlişkiler disiplininin bir

alt dalı olarak, dış politikanın kaynakları ile dış politikanın tasarlandığı,

kararlaştırıldığı ve uygulandığı süreçleri açıklama girişimleri sonucu ortaya çıkmış

bir çözümleme düzeyi (level of analysis)’dir. En geniş anlamıyla devletlerin

uluslararası sistemde diğer devletlere karşı davranışları olarak tanımlanabilecek dış

politika, tek bir yaklaşımın sınırları içerisine hapsedilemeyecek bir niteliğe sahiptir.7

7 M. Fatih Tayfur, “Main Approaches to the Study of Foreign Policy: A Review”, METU Studies in Development, Cilt 21 (1), 1994, s.113.

Bu nedenle dış politika, Uluslararası İlişkiler disiplinindeki hemen tüm temel

yaklaşımlar için olduğu kadar, disiplinlerarası bir inceleme gerektirdiği için sosyal

bilimler ailesinin farklı yaklaşımları için de bir araştırma alanı

oluşturmuş/oluşturmaktadır. Dış politika konusunun yalnızca dış politika analizi

yaklaşımının sınırları içinde kalamayacağı gözönüne alındığında, Uluslararası

İlişkiler disiplininin temel yaklaşımlarınca nasıl ele alındığının ortaya koyulması

gerekmektedir. Disiplindeki her yaklaşım farklı bir bakış açısına sahip olduğundan,

dış politika sorunlarını ve dolayısıyla da analizlerini diğerlerinden farklı biçimde

ortaya koymaktadırlar.

Page 18: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

9

Uluslararası İlişkiler disiplininde dış politika ya da uluslararası politikaya bakış

açılarını ve dolayısıyla analizleri biçimlendiren ve analizlerdeki ayrışmayı belirleyen

en derinde yapı-eden sorununun ele alınış biçimidir. Bu nedenle çalışmada temelde

Uluslararası İlişkiler literatürünün artık klasik ayrımı haline gelmiş olan geleneksel-

eleştirel teoriler ayrımına sadık kalınmakla birlikte,8

Yapı-eden tartışması aynı zamanda disiplinde uluslararası politika-dış politika

ayrışmasının da temel nedeni olduğundan önemlidir. Disiplinde ‘İkinci Tartışma’ ya

da davranışsalcı etki ile başlamış olan bu ayrışma, özellikle ‘Üçüncü Tartışma’

sonrasında yapı-eden konusunda birçok sentez çabası ortaya çıkmış olmasına karşın,

henüz herhangi bir birleşmeye dönüştürülebilmiş değildir.

bu ayrım, dış politikanın odak

noktası olarak alınmasını sağlayacak şekilde yapı-eden tartışması üzerine

oturtulacaktır.

Yapı-eden sorunu ontolojik anlamda bu unsurlardan hangisine öncelik verileceği

ayrışmasına dayanmaktadır. Bu bağlamda, teorileri yapı-eden sorununu ele alış

biçimleri açısından bütüncü (holist), bireyci9 (individualist) yaklaşımlar ile yapı-eden

konusuna etkileşim açısından yaklaşan sentezci yaklaşımlar ve/veya yapılanmacılar10

8 Uluslararası İlişkiler literatüründeki klasik ayrımlamanın aksine, bu çalışmada davranışsalcı akım ve sonrası geleneksel yaklaşımlar birlikte ele alınmaktadır. Klasik yazında, davranışsalcı akımın, geleneksel diye adlandırdığı yaklaşımlara tepki olarak ortaya çıktığı olgusundan hareketle böyle bir ayrım yapılmaktadır. Buna karşın, davranışsalcı akımın geleneksel yaklaşımlara yalnızca metodolojik bir başkaldırı olduğu, epistemolojik açıdan geleneksel yaklaşımlarla aynı çizgide durduğu gerçeğinden yola çıkıldığında, davranışsalcı akımın geleneksel başlığı altında değerlendirilmesi yanlış olmayacaktır. Uluslararası İlişkiler disiplininde 1980 sonrasında ortaya çıkan yeni tartışmaların, gelenekselci ve davranışsalcı yaklaşımların paylaştığı pozitivizme bir meydan okuma oldukları göz önüne alındığında, eleştirel ve temelde eleştirel teoriden ortaya çıkan yeni Uluslararası İlişkiler yaklaşımlarının yeni ve ayrı yaklaşımlar olarak ele alınmaları daha uygun olacaktır.

olarak ayırmak mümkündür. Bunun yanında, bireyci ve bütüncü yaklaşımlar

geleneksel teorinin sınırları içerisinde bulunurken, eleştirel teoriler bireyci ya da

bütüncü olmadıkları gibi, ne ölçüde sentezci oldukları da tartışmalıdır.

9 Burada bireyci terimi, insan öznesine odaklanmak anlamında değil, eden’e ya da birime odaklanmak olarak anlaşılmalıdır. Bu birim insan/birey ya da bireylerin oluşturduğu gruplar olabileceği gibi, çoğu zaman devlettir. 10 Bireyci yaklaşımlar, edene yapı karşısında öncelik tanıyan ve analiz birimi olarak seçtikleri bireysel aktöre edenliği atfeden yaklaşımlardır. Yapısalcılar, edenleri daha derin yapıların yüzeysel görünümleri olarak kabul ederek, yapıya eden karşısında öncelik tanımaktadır. Buna karşın yapılanmacılar, yapı ve edenin birbirine karşılıklı bağımlılığını vurgulamaktadır. Bkz. dipnot 102.

Page 19: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

10

1. Geleneksel Bireyci ve Bütüncü Yaklaşımlar

A. Bireyci Yaklaşımlar: İdealizm, Realizm ve Dış Politika Analizleri

Geleneksel Uluslararası İlişkiler teorilerinin ilk jenerasyonunu oluşturan idealizm ve

realizm ile ikinci jenerasyon olarak sayabileceğimiz Dış Politika Analizleri (DPA)

yaklaşımları bireyci kategorisi içinde ele alınmalıdır. Bu yaklaşımların “bireyci”

olarak sınıflandırılması eden’e odaklanmalarından kaynaklanmaktadır. Bu

yaklaşımlardan idealizm ve realizmde eden, insan doğasından çıkarsanan bir

varsayımla rasyonelliğin yüklendiği devlettir. DPA de kendi içerisinde eden-liği hem

devlet, hem de doğrudan bireye yükleyen, fakat tümü bireyci olan farklı yaklaşımları

barındırmaktadır.

a. İdealizm

İdealistler,11

11 İdealist yaklaşımda dış politikanın ne şekilde ele alındığı konusunda burada ortaya koyulacak görüşlerin birer genelleme olduğu ve idealistlerin kendi içlerinde de farklı söylemler barındırdıkları, tek bir ses olmadıkları belirtilmelidir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya koyulan tüm çalışmaları tek bir başlık altında “idealist” olarak adlandıranlar, daha sonra bu yaklaşıma bir meydan okuma olarak ortaya çıkacak olan realistlerdir. Realistler kendilerini bu şekilde adlandırmadan önce aslında “idealizm” adına konuştuğunu savunan kimse de yoktur. Yine de, tarihsel barış projelerinden Hıristiyan ahlaka, ticaret serbestliğinden dünya federalizmine iki savaş arası dönemin uluslararası ilişkiler söylemleri ortak bazı temellere dayanmakta olduğundan genellemelere gidilmesi olanaklı olmaktadır. Bu bağlamda, disiplinde genel kabul gören bir yaklaşıma dayanılarak, ama aradaki söylem farklılıklarının da farkında olarak burada idealizmin dış politikayı açıklama biçimini belirleyen temel noktalar ele alınacaktır. İki savaş arası dönemin idealist söylemlerinin bir karşılaştırması için bkz. Cameron G. Thies, “Progress, History and Identity in International Relations Theory: The Case of the Idealist-Realist Debate”, European Journal of International Relations, Cilt 8 (2), 2002, s. 147-185 ayrıca bkz. David Long ve Peter Wilson, Thinkers of Twenty Years’ Crisis (Oxford: Clarendon Press, 2003).

temel olarak Ondokuzuncu yüzyıl liberalizminin insan doğasıyla ilgili

görüşlerini benimsemiş ve bu bağlamda insan doğasının esasında iyi ve işbirliğine

yatkın olduğu sonucuna varmışlardır. İdealizmin temelindeki en önemli

varsayımlarından birisi insanların rasyonel olduğudur. Bu varsayım idealistleri

insanların savaşı dış politika için yararlı bir araç olarak görmeyecekleri sonucuna

götürmüştür. İnsanların kötü davranışlarının ya da daha doğrudan savaşların nedeni,

karşılıklı yanlış anlama ve siyasal süreçlerdeki yanlış yönlendirilmiş zihniyetlerdir.

Page 20: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

11

Savaşı önlemenin yolu ise, uluslararası toplumda demokrasi ve barışı kuracak kurum

ve mekanizmaların oluşturulmasıdır. Buna göre, nasıl barışı sağlayanlar tarafından

oluşturulan Milletler Cemiyeti’nin bir misyonu varsa, idealizmin de bu yönde bir

misyonu vardır.12 İdealizm, bu misyonuyla uluslararası kurumsallaşma konusu

üzerinde odaklanmış, hatta Uluslararası İlişkileri uluslararası kurumsallaşmayla aynı

anlama taşımıştır. Bu bağlamda, uluslararası kurumsallaşma yoluyla barışın

sağlanacağı ve sürdürülebileceği akılcı bir uluslararası ortam yaratma çabası,

idealizmin dış politikayı açıklama biçimi haline gelmiştir.13

İdealist teoride yapıyı oluşturan uluslararası sisteme ulus-devletlerin toplamı (ya

da insan toplumunun bir toplamı) olmaktan öte bir anlam yüklenmediğinden, yapıya

eden üzerinde bir etki olasılığı tanınmamıştır. Uluslararası kurumsallaşma,

uluslararası sistemde rasyonel ulus devletlerin kendi çıktıları sonucu oluşturulacak

bir durum olarak görülmüştür. Yapıyı gözardı eden ve edene odaklı analiz yapan

bireyci bir yaklaşım olmasına karşın idealizm, eden’i açıklayıcı bir çerçeveye sahip

değildir. İdealizm, insanın ve dolayısıyla devletin rasyonelliğini varsayarak,

insanları/devletleri bu rasyonellikten uzaklaştıran etkiler mevcut olmadığında tüm

edenlerin “aynı” rasyonel davranışları ortaya koyacakları argümanına dayandığından,

eden’leri farklılaştıran ve bu farklılıklara dayanarak onu açıklamayı sağlayan bir

çerçeveden yoksun kalmaktadır.

Her ne kadar klasik

liberalizmin temel varsayımlarından yola çıkmışlarsa da, idealistlerin tümü

uluslararası ilişkileri liberaller ya da daha doğru bir deyişle Kantçı geleneğe dayanan

liberaller gibi insan toplumunun ilişkileri olarak görmemiş, aksine ulus devletlerin

toplamından oluşan bir sistem olarak görmeyi yeğlemişlerdir. Bu bağlamda,

Ondokuzuncu yüzyıl liberalizminin insana yüklediği rasyonellik varsayımı Yirminci

yüzyılın idealist Uluslararası İlişkiler yaklaşımlarının çoğunda devlete yüklenmiş ve

rasyonellik varsayımı devlete eden olmaklığını sağlayan unsur olmuştur. Bu

çerçevede Uluslararası İlişkilerin idealist teorisi de uluslararası ilişkiler ve dış

politikayı eden’e odaklanarak analiz etmiştir.

12 Hollis ve Smith, Explaining and Understanding International Relations, s. 19-20. 13 Tayfur, “Main Approaches to the Study of Foreign Policy”, s. 118.

Page 21: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

12

b. Realizm

İdealizmde görüldüğü şekilde devlete yüklenen eden olmaklık, realizme

baktığımızda rasyonellik yanında istek, niyet, inanç gibi diğer insani özelliklerin

yüklenmesiyle de desteklenmiştir. Devlete insani özelliklerin yüklenerek edenliğinin

sağlanması çabası en kolay şekilde realizmin “devletlerin de insanlar gibi güç

çerçevesinde tanımlanan çıkarları peşinde koştukları” önermesinde görülebilir.14

Bunun yanında, realizmin en güçlü yönlerinden birisini oluşturan, devletlerin

bütüncül aktörler olarak kabul edilmesi de aynı şekilde kişileştirmeyle bağlantılıdır.15

Bu çerçevede realizme göre, devletler de insanlar gibi rasyonel ve bütüncül

olduklarından, dış politika her devlet için aynı olan ulusal çıkarlarla yönlendirilen

devlet davranışlarının etkileşimiyle belirlenmektedir. Yalnızca güç çerçevesinde

tanımlanan ve devletleri bilardo topları16 gibi aynılaştıran ulusal çıkarlar uluslararası

sistemin ‘durumun’dan kaynaklanmaktadır. Realizmde uluslararası sistemin bu

‘durumu’ anarşi olarak tanımlanmaktadır. Anarşinin Waltz’dan ödünç alınan bir

sözcükle ‘durum’17

14 Uluslararası İlişkiler literatüründe, realizmin babası sayılan ve siyasi realizmin altı ilkesini ortaya koyan Morgenthau’ya göre, devletler doğaları gereği bireyler gibi çıkarları peşinde koşan varlıklardır. Sürekli çıkarları peşinde koşan devletlerden meydana gelen uluslararası sistemde sonu gelmez bir güç mücadelesi söz konusudur ve bu anlamda da “çıkar”, güç ilişkileri çerçevesinde tanımlanmaktadır. Bkz. Hans J. Morgenthau, Uluslararası Politika, Cilt I, çev. Baskın Oran ve Ünal Oskay (Ankara: Türk Siyasi İlimler Derneği, 1970), s. 4-5.

olarak tanımlanması, realizmde anarşinin yapısalcı anlamda

uluslararası sistemin yapısı olarak görülmediğinin altını çizmek içindir. Devletler

arasında etkileşimin ortaya koyulduğu saha olan uluslararası sistem anarşiktir, fakat

bu anarşi birimlerden bağımsız bir varlığa sahip olan ‘yapı’ değildir. Bu bağlamda

realizmde ve özellikle de Morgenthau’da anarşi kavramı Hobbes’un “doğa

15 Bütüncül aktör varsayımına göre, devletlerin kendi içindeki farklılıklar dış dünyaya karşı hükümetlerin tek bir ağızdan konuşmasına olanak sağlayacak şekilde çözümlenir ve dolayısıyla analitik açıdan dünyaya karşı bütünleşik tek bir birim halinde kabul edilirler. Bkz. Mustafa Aydın, “Uluslararası İlişkilerin ‘Gerçekçi’ Teorisi: Kökeni, Kapsamı ve Kritiği”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 1 (1), Bahar 2004, s. 40. 16 Devletlerin bilardo topları olarak tanımlanması, Morgenthau’un realizmin ilkelerini ortaya attığı dönemden daha sonra adı konulmuş olan “bilardo topu modeli”ne dayanmaktadır. Realizmin bütüncül aktör varsayımını en iyi şekilde açıklayan bu modele göre, devletlerin dış politika davranışlarını belirleyen kendi iç çevrelerinde meydana gelen olaylar değil, birbirleri arasındaki etkileşim (bilardo toplarının birbirlerine çarparak meydana getirdikleri hareket gibi) olacaktır. 17 Kenneth N. Waltz, “Realist Thought and Neorealist Theory”, Andrew Linklater (der.), International Relations: Critical Concepts in Political Science, Cilt IV (Londra, New York: Routledge, 2000), s. 1533.

Page 22: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

13

durumu”nun realist teoriye aktarımıdır. Bu doğa durumu aynı zamanda realist teori

açısından uluslararası ilişkiler alanında iç ve dış ayrımını yaratan temel unsur olarak

ortaya çıkmaktadır. Uluslararası ilişkilerin edenleri olarak devletlerin içsel alanı

hiyerarşiyle tanımlanmakta ve anarşinin hakim olduğu ‘dış’tan farklılığı

vurgulanarak, uluslararası ilişkiler açısından önemli olanın dışsal alanda bulunacağı

çıkarımıyla, ‘iç’ bütünüyle gözardı edilmektedir.

Realizmin çizilen bu çerçevede eden’e odaklanan, ayrı bağımsız bir varlık olarak

yapının eden üzerindeki etkilerini gözardı eden bireyci bir yaklaşım olduğu açıktır.

Fakat dış politikayı açıklayıcı tek ve en önemli analiz aracının ulusal çıkar ve bu

bağlamda ortaya koyulan davranışlar/etkileşim olduğu realist teoride bu ulusal

çıkarların nereden geldiği konusunda tatmin edici bir açıklama yoktur. İnsan

doğasından yapılan bir çıkarımla, devletlerin temel ulusal çıkarları en başta beka,

yayılma ve hakimiyet olarak belirlenmiştir ve bu ulusal çıkarlar insan doğasına içkin

kabul edildiklerinden, zaman ve mekana bağlı değil,18

Bu durum realizmin pozitivist/rasyonalist çerçevesiyle de uyumludur.

Morgenthau’un belirttiği şekilde siyaset nesnel yasalarca yönetilmekteyse, rasyonel

bir uluslararası ilişkiler teorisinin amacı da bu uluslararası ilişkileri yöneten nesnel

yasaları ortaya çıkarmak olmalıdır.

yani verilidirler. Ulusal

çıkarları verili almak, nereden kaynaklandıkları sorusunu sormamak, bu çıkarlar

peşinde koşan devletleri de verili almak anlamına gelmektedir. Bu bağlamda

realizmin eden’e odaklanan, dış politikayı eden açısından açıklayan bireyci bir

yaklaşım olarak eden için söyleyecek birşeyi yoktur.

19 Bunun için de rasyonel/bilimsel bir uluslararası

ilişkiler teorisinin temeli, sosyal-kültürel unsurlar gibi zaman ve mekana bağlı ve

göreceli kavramlar yerine evrensel bir kavram olan “güç”e,20

18 Beate Jahn, The Cultural Construction of International Relations (New York: Palgrave, 2000), s. 14.

dolayısıyla da güç

çerçevesinde tanımlanan çıkarlara dayanmalıdır. Fakat tüm devletler için aynı ve

verili olan çıkarlar yoluyla bir devletin belirli koşullar altında, neden belirli bir dış

politika davranışını seçtiğini açıklamak olanaksızdır. Realizmin ulusal çıkar

19 Morgenthau, Uluslararası Politika, s. 3. 20 Jahn, The Cultural Construction of International Relations, s. 15.

Page 23: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

14

tanımlaması Weldes’in deyimiyle “devlet davranışını açıklamak için fazla geniş,

fazla genel [ve] fazla belirsiz...”dir.21

c. Dış Politika Analizleri (DPA)

Dış Politika Analizinin disiplinde ayrı bir alan olarak ortaya çıkışı, sosyal bilimlerde

“davranışsalcı” devrimin yaşandığı döneme rastlamaktadır. Bu dönem, uluslararası

politika ve dış politika çalışmalarının Uluslararası İlişkilerde ayrı iki alt-dal olarak

ortaya çıktığı tarih olarak da alınabilir. DPA, disiplinde dış politikanın analiz edilme

yöntemini önemli oranda değiştirmiş, kendisinden önceki yaklaşımların bakış

açılarını bir bakıma tersine çevirmiştir. Bu tersine çeviriş, bir yandan davranışsalcı

akımın etkisiyle ‘bilimsel’ bir dış politika teorisi ortaya koymaya çalışan

karşılaştırmalı dış politika analizleri, diğer yandan realizmin bütüncül aktör

varsayımına soyut varlıklar olan devletlerin kendi başlarına değil, karar alıcıları

aracılığıyla hareket ettiklerini öne süren karar verme yaklaşımı temelinde yapılan

karşı çıkışla gerçekleştirilmiştir. Karşılaştırmalı dış politika analizleri her ne kadar

farklı bir yaklaşım türü olarak görülse de, onun da temelinde karar verme anlayışı

olduğundan,22

Dış politika analizlerinde bir analiz türü olarak karar verme yaklaşımı, esas

itibariyle ilk kez Synder, Bruck ve Sapin tarafından gündeme getirilmiş ve bu

yazarlar günümüzde bu konuda artık bir klasik haline gelen çalışmalarında

geleneksel yaklaşımlar karşısında devrim sayılabilecek düşünceler öne sürerek karar

verme analizlerinin de öncüsü olmuşlardır. Sözü edilen yazarlar devletlerin

davranışlarını, o devletin resmi karar alıcılarının davranışları olarak tanımlamış ve

analiz için önemli olan unsurun bu karar alıcıların durumu nasıl gördüklerini

anlamak olduğunu ileri sürmüşlerdir.

genel olarak DPA’nın temelinde karar verme yaklaşımı olduğu

söylenebilir.

23

21 Jutta Weldes, “Constructing National Interests”, European Journal of International Relations, Cilt 2 (3), 1996, s. 278.

Yazarlar tarafından öne sürülen bu temel

22 James N. Rosenau ve Gary D. Hoggard, “Foreign Policy Behavior in Dyadic Relationships: Testing a Pre-Theoretical Extension”, James N. Rosenau (der.), Comparing Foreign Policies : Theories, Findings, and Methods (New York-Londra: John Wiley &Sons, 1974), s. 119. 23 Richard C. Snyder, H. W. Bruck ve Burton Sapin, “The Decision-Making Approach to the Study of International Relations”, James A. Rosenau (der.), International Politics and Foreign Policy: A Reader in Research (New York: The Free Press, 1969), s. 202.

Page 24: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

15

argüman dış politika analizlerine bireyleri, dolayısıyla bu bireylerin içinde çalıştığı

grupları ve bu grupların dış politika kararlarını oluşturmak üzere içinde çalıştıkları

örgütsel süreçleri getirmiştir.

Devlet ve hükümetlerin kendi başlarına değil, karar alıcı olarak adlandırılan

somut bireyler aracılığıyla hareket ettikleri görüşünün ortaya koyulması,

davranışsalcıların geleneksel olarak adlandırdıkları yaklaşımların (özellikle realizm)

en önemli dayanak noktası olan rasyonellik konusunun sorgulanmasına yol açmıştır.

Rasyonellik varsayımının sorgulanması; insan rasyonalitesinin “sınırlı” olduğu,

bireylerin ihtiyaç ve arzularını optimize etmek yerine “tatmin” olmaya çalıştıkları;

eksiksiz bilgiye sahip olamayacakları gibi aynı anda iki ya da üçten fazla alternatifi

birden aynı ölçüde değerlendiremeyecekleri; stres altındayken normal koşullarda

olduğundan farklı şekilde bilgi toplayacakları ve bireylerin kişisel özellikleri ve

kültürel-sosyal eğilimlerinin içinde bulundukları durumu yorumlamalarında etkili

olduğu şeklinde önemli çıkarsamalara yol açmıştır. Rasyonellik varsayımına bu

şekilde karşı çıkış dış politika analizlerine bugün “bilişsel devrim” olarak

adlandırılan dönüşümü getirmiştir. Bilişsel devrimin dış politika yapıcısı bireylerin

zihinleri boş birer kukla gibi (tabula rasa) ele alınmalarının olanaksız olduğunu

ortaya koymasıyla birlikte, karar verme analizlerine karar vericilerin algılamaları,

inanç sistemleri, değerleri, duyguları ve karşı karşıya bulundukları durumlarla ilgili

kavramsallaştırmaları dahil olmuştur. Aslında bütün analiz odaklarının ortaya

çıkışında ‘algılama’ anahtar kavram olmuştur. Karar vericilerin algılamalarını hangi

unsurların etkilediğinin bilinmesi çabasıyla birlikte, bireylerin algılamalarının

değerleri, kişisel özellikleri, geçmiş deneyimleri gibi unsurların oluşturduğu inanç

sistemlerinden etkilendiği ortaya koyulmuştur.24

Dış politika analizlerine bireylerin dahil olması, aynı zamanda bu bireylerin karar

verme sürecinde çalıştıkları grupların öneminin vurgulanmasına da yol açmıştır.

25

24 James F. Voss ve Ellen Dorsey, “Perception and International Relations”, Eric Singer and Valerie Hudson (der.), Political Psychology and Foreign Policy (Boulder: Westview Press, 1992), s. 6.

Karar vermenin her zaman bir grup eylemi olduğu ve dış politikanın oluşturulma

25 Karar alıcıları mensup oldukları küçük grup içerisinde inceleyen ve bu gruba ait olmanın, dış politika kararını ne şekilde etkileyeceğini ortaya koymaya çalışan temel bir çalışma için bkz. Irving Janis, Victims of Groupthink (Boston: Houghton-Mifflin, 1972).

Page 25: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

16

sürecinin bütünüyle tek bir bireyin elinde olmadığı görüşüyle yola çıkanlar, dış

politika analizlerinde grupların yapısı üzerine odaklanmışlar ve grupların etkisi çok

küçük gruplardan, büyük örgütsel yapı ve bürokrasilere kadar değişen düzeylerde en

çok analiz edilen alanlardan birisi olmuştur. Bu çerçevede, karar verme yaklaşımları

için yapılan klasik bir ayrım olarak dış politikayı açıklamada üç analiz türü olduğu

kabul edilmektedir. Graham T. Allison tarafından yapılan sınıflandırmaya göre bu

analiz türleri; Rasyonel Aktör Modeli (RAM), örgütsel süreç modeli ve bürokratik

politika modelidir. 26

RAM bir DPA yaklaşımı olmasına karşın, aslında realist teorinin DPA

içerisindeki temsilcisi olarak da tanımlanabilir. RAM, karar alma faaliyetini, belirli

durumlarda merkezi şekilde kontrol edilen, tam bilgi edinmiş ve değerleri maksimize

eden rasyonel bir karar alıcı veya bir birimin hareketi olarak açıklamaktadır.

27

Rasyonalite varsayımına dayanan bu modelin temel varsayımları; karar alıcının

bütün alternatifleri göz önüne aldığı, gerekli tüm bilgiyi elde ettiği ve kullandığı,

fayda/maliyet hesabıyla hareket ederek kararın olumlu ve olumsuz tüm sonuçlarıyla,

seçilen kararın uygulanmasının sonuçlarını hesapladığı biçiminde özetlenebilir.

Karar alıcı rasyonel varsayıldığından, bu aşamalarla en iyi kararı seçmeye çalışırken

kişisel özellikleri, önyargıları ve geçmiş tecrübeleri gibi unsurların etkisine açık

değildir, bir bakıma bütün karar alıcılar aynı kişiliğe sahipmiş gibi ele alınır.28

Bu çerçevede bakıldığında, RAM eden’i dış politika analizlerinin genel

çerçevesine uygun bir görünümle bütüncül almaz, dış politika davranışlarını karar

alıcıların faaliyetlerinin sonucu olarak görür. Fakat bu noktada DPA’nın genel olarak

sorguladığı rasyonalite varsayımına sahip olmasıyla realist argümanlara geri döner.

Bireylerin rasyonel varsayılması, sosyal bağlamdan kopuk, inanç, algılama, istek gibi

nitelikleri görmezden gelinerek mekanik bir öncelikler sürecine oturtulması

26 Graham T. Allison, Essence of Decision: Explaining the Cuban Missile Crisis (Boston: Little Browm, 1971). Bu klasik ayrıma göre analiz birimi olarak doğrudan bireylerin alındığı analiz türlerinin rasyonalite varsayımına dayandığı gibi bir sonuç çıksa da, DPA çalışmalarının daha ilk yirmi yılı geçmeden psikolojik unsurların, dolayısıyla da rasyonaliteyi reddeden birey odaklı çalışmaların zireye oturmuş olduğu gözden kaçırılmamalıdır. 27 Allison, Essence of Decision, s. 67. 28 Sydney Verba, “Assumptions of Rationality and Non-Rationality In Models of the International System”, James N. Rosenau (der.), International Politics and Foreign Policy a Reader in Research (New York: The Free Press, 1969), s. 219.

Page 26: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

17

sonucunu getirmiştir.29 Sonuçta, rasyonellik dışında bir nitelikleri olmayan karar

alıcıların tercihleriyle ortaya koyulacak dış politika davranışı, yine realist teoride

olduğu gibi bütüncül bir aktör yaratmaktadır. RAM da realist teori gibi dış politikayı

eden üzerinden açıklamasına karşın, eden ile ilgili açıklayıcı bir yaklaşıma sahip

değildir. Aslında RAM, dış politika davranışlarını açıklamak için kullanılan bir

çerçeve olmaktan çok tercih stratejilerini ortaya çıkarmaya yarayan bir modeldir.30

Bu noktada RAM’ın eksiğini gideren davranışsalcı akımın dış politika

çalışmaları, hatta Uluslararası İlişkilerdeki ilk yansıması olarak karar verme odaklı

analiz türlerinden daha önce ortaya çıkan ve analizlerin odak noktasını davranışlara

yönelterek gidermeye çalışan karşılaştırmalı dış politika analizleri olmuştur.

Karşılaştırmalı dış politika analizlerinin en önemli dürtüsü ‘bilimsel’ bir dış politika

teorisi kurmak olduğundan, gözlemlenebilir davranışlar arasındaki düzenlilikleri

analiz etmeye odaklanmıştır. Karşılaştırmalı dış politika analizlerini Uluslararası

İlişkiler’le tanıştıran James Rosenau’ya göre, devletlerin davranışlarının biricikliğini

(unique) görebilmenin yolu bu davranışların karşılaştırılmasından geçmektedir.

Yani, belirli bir dış politika davranışının neden seçildiği ile ilgilenmez, belirli

koşullar altında rasyonel aktörlerin rasyonel tercih yapabilmek için hangi tür

stratejiler izleyebileceklerini ortaya koymaya çalışır. Yine devletler arası etkileşim

sürecini rasyonel bir oyun olarak gören bu modelde de oyunların ortaya koyulduğu

yer olan uluslararası sistemin yapısı gözardı edilmiştir.

31

29 RAM’da gözardı edilmiş olsa da “öncelik” analizlere sosyal unsurları davet eden bir kavramdır. Dış politika oyununda aktörlerin öncelikleri etkileşimler sonucu değişebilir, yani ya başka bir devletin ortaya koyduğu dış politika davranışı ya da yapının zorlaması aktörlerin önceliklerinde değişiklik yapabilir. Bu değişikliğin gerçekleşmesi aktörün durumu yorumlamasına ve dolayısıyla da anlamlandırmasına yol açacağından mekanik değil bütünüyle sosyal bir süreçtir. Fakat RAM’da aktörlerin sabit, değişmez bir öncelikler demetine sahip oldukları varsayılmıştır.

Bu

çerçevede Rosenau, öncelikle analizlerde karşılaştırma sağlayıcı değişkenleri (dış

politikayı açıklayıcı değişkenler olarak incelenen devletin büyüklüğü, gelişmişliği ve

siyasal sorumluluk derecesine göre, kişisel, hükümetsel, sosyal, sistemsel ve rol

olarak) belirlemiş, bu değişkenlere göre yapılan karşılaştırmalı analizlerle birden

fazla devletin dış politikalarındaki benzerlik ya da farklılıkların belirlenebileceğini

30 Walter Carlsnaes, “The Agency-Structure Problem in Foreign Policy Analysis”, International Studies Quarterly, Cilt 36 (3), 1992, s. 251. 31 James N. Rosenau, “Introduction”, James N. Rosenau (der.), Comparing Foreign Policies: Theories, Findings, and Methods (New York-Londra: John Wiley &Sons, 1974), s. 11.

Page 27: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

18

öne sürmüştür.32 Bu bağlamda bakıldığında, karşılaştırmalı dış politika analizlerinin

odak noktası olan davranış nesnel olarak ölçülebilir olduğundan, davranışa

odaklanmak aynı zamanda ‘bilimsel’ Uluslararası İlişkiler analizi yapmanın da tek

yolu olarak görülmüştür.33

Bu eksikliği ise karar verme yaklaşımları denildiğinde ilk akla gelen birey odaklı

analiz türleri tamamlamaya çalışmıştır. Dış politika analizlerine bireylerin karmaşık

iç dünyalarını getiren karar verme yaklaşımlarının eden’i bireylerdir. Bu yaklaşımlar

devleti eden olarak kabul etmezler, çünkü bir soyutlama olan devletin eden olmasına

olanak olmadığını, edenliğin yalnızca insanda bulunabileceğini ve dolayısıyla da

uluslararası ilişkilerin kaynağının bütünüyle insan olduğunu öne sürerler.

Pozitivist sosyal bilim çerçevesine uygun olarak bu

yaklaşım da bireyi sosyal bir varlık olarak görmez, davranışın ardındaki dürtüleri -

zihinsel süreçleri- dışlar.

34

Karar verme yaklaşımları daha çok karar alcıların sübjektif durumuna odaklanmış

ve bunu yaparken de bilimsel olmaya çalışmışlardır. Davranışları, bu davranışların

ardındaki algılamalar, imajlar, inanç sistemleri gibi sosyal psikolojiden alınan

kavramlar yoluyla açıklama yoluna giderek analizlere sübjektif fenomenleri

getirmişlerdir. Fakat her ne kadar sübjektif fenomenlere odaklanmış olsalar da,

pozitivist epistemoloji çerçevesinde bilimsel olma amacını yitirmediklerinden, bu

fenomenleri objektif durumlar olarak tanımlamışlardır. Çünkü pozitivist sosyal

bilime göre insanın sübjektifliği, sosyal davranışların objektif olarak analiz

edilmesine engel değildir.

Bu

bağlamda karar verme yaklaşımlarında analiz düzeyi devlet olmasına karşın, analiz

birimleri bireyler, bireylerin oluşturduğu gruplar veya bu grupların içerisinde

çalıştıkları bürokratik-örgütsel süreçlerdir.

35

32 James N. Rosenau ve Gary D. Hoggard, “Foreign Policy Behavior in Dyadic Relationships: Testing a Pre-Theoretical Extension”, James N. Rosenau (der.), Comparing Foreign Policies, s. 119.

Bütün bu bilişsel ve psikolojik unsurlar karar alıcıların

içerisinde bulundukları objektif gerçekliği doğru şekilde yorumlamalarına ve

33 Vendulka Kubalkova, “Foreign Policy, International Politics, and Constructivism”, Vendulka Kubalkova (der.), Foreign Policy in a Constructed World (New York-Londra: M. E. Sharp, 2001), s. 18. 34 Valerie M. Hudson, “Foreign Policy Analysis: Actor-Specific Theory and the Ground of International Relations”, Foreign Policy Analysis, Cilt 1 (1), 2005, s, 2. 35 Richard Ashley, “The Poverty of Neorealism”, Robert E. Keohane (der.), Neorealism and Its Critics (New York: Cambridge University Press, 1986), s. 281.

Page 28: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

19

dolayısıyla da rasyonel olmalarına engel olan unsurlar olarak ele alınmışlardır. Bu

bağlamda, her ne kadar karar alıcıların kararlarını alırken sınırlı bir rasyonaliteye

sahip oldukları öne sürülse de bu durum temelde aktörlerin sorunlar ve zorluklar

altında en iyi seçeneği tercih etmeleri ile ilgili varsayımlardan çıkarsanmaktadır.

Burada karar alıcıların karşısında verili bir seçenekler demetinin varlığı ve bunlar

arasından en iyi olanı seçme beklentisi rasyonalite temelinden bütünüyle

uzaklaşılmamış olduğunu göstermektedir.36 Ayrıca, karar verme yaklaşımları birey

psikolojisine fazlasıyla odaklandıklarından, bireyin içerisinde bulunduğu sosyal

bağlamı ve dolayısıyla da yapıyı gözardı etmişlerdir. Bununla birlikte bireysel

düzeyde psikolojik unsurlara odaklanmakla karar alma yaklaşımlarının analiz

soruları dış politika ile ilgili olmaktan çok, dış politika kararlarının oluştuğu

süreçlerle ilgili olmuştur.37

DPA’nın özellikle birey odaklı çalışmalarının yapıyı bütünüyle gözardı etmiş

olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bunun yanında sosyal yapıları bir ölçüde

analizlerine dahil eden DPA yaklaşımlarından da söz etmek olanaklıdır. Örneğin,

bürokratik politika modeli dış politika kararlarının oluştuğu bürokratik süreçleri

inceleyerek, kurumlar yoluyla analizlere yapıyı getirmiştir. Fakat bu modelde sosyal

yapı analize yine yalnızca bireyler aracılığıyla girebilmektedir

38

Dış politika analizlerinde yapının (uluslararası sistemin yapısı olarak) gözardı

edilmiş olması, dış politikayla dünya bağlamı arasında ilişki kurulmasını

engellemektedir. Dış politika kararlarının ne şekilde ortaya çıktığını bilmek analizler

için önemlidir fakat, birey psikolojisinin kararı ne şekilde etkilediği ya da bürokratik

ve örgütsel süreçlerin kararların oluşmasında ne türden etkilerinin olduğunun

bilinmesi devletler arası alanda bu dış politikaların nasıl bir etki yaptığını ve aynı

şekilde devletler arası bağlamın dış politika üzerindeki etkilerini açıklamaya

yetmemektedir.

ve bu yapı da dış

politikanın oluşturulma sürecini ertkileyen içsel sosyal yapı olmakla sınırlıdır.

36 Jutta Weldes, “Bureucratic Politics: A Critical Constructivist Assesment”, Mershon International Studies Review, Cilt 42 (2), 1998, s. 222. 37 Kubalkova, “Foreign Policy, International Politics, and Constructivism”, s. 18. 38 Carlsnaes, “The Agency-Structure Problem in Foreign Policy Analysis”, s. 252.

Page 29: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

20

B. Bütüncü Yaklaşımlar: Neorealizm ve Dünya Sistem Analizleri

a. Neorealizm

Bireyci yaklaşımların sorun ve avantajları bağlamında tam karşısında yer alanlar

bütüncü/yapısalcı yaklaşımlardır. Yapısal realizm olarak da adlandırılan neorealizm,

her ne kadar tartışmalı olsa da geleneksel bütüncü yaklaşımların ilk örneği olarak ele

alınabilir.

Kenneth Waltz’un 1979’da yayınladığı Theory of International Politics39

Waltz neorealizmin, dolayısıyla da yapısalcı Uluslararası İlişkiler teorisinin

temellerini öncelikle uluslararası politika teorilerini analiz yollarına göre

‘indirgemeci’ ve ‘sistemsel’ teoriler olarak sınıflandırmakla atmaktadır. İndirgemeci

teoriler birimlerin teorisidir, uluslararası politikayı birey ya da ulus düzeyinde analiz

ederler.

kitabıyla Uluslararası İlişkiler literatüründe ayrı bir yaklaşım olarak beliren

neorealizm, adından da anlaşılabileceği gibi realist temel üzerine geliştirilmiştir.

Fakat Waltz’un neorealizmini realizmden -ve diğer bireyci yaklaşımlardan- ayıran en

önemli unsur yapısalcı olma iddiasıdır. Bu çerçevede, neorealizmin yapı-eden

tartışmasındaki konumunu belirleyebilmek için öncelikle yapısalcılığı ne şekilde ele

aldığının açıklanması gerekir.

40 Sistemsel teoriler ise uluslararası sistem düzeyinde işleyen nedenler

üzerine odaklanırlar.41 Fakat Waltz’a göre kendisinden önceki sistemsel analizler de

aslında indirgemeci yaklaşımlardır. Neorealizm öncesi sistem analizleri, sistemi

devlet ve diğer aktörlerin bir toplamı olarak ele almış ve uluslararası sistemle ilgili

değerlendirmeleri bu aktörlerin davranışları ile bu davranışlarla ortaya çıkan

etkileşimlerden çıkarsamışlardır. Waltz’a göre böyle bir kabulle ortaya koyulan

araştırmalar yine birim düzeyinde bir analiz olacağından, neorealizm öncesi sistem

yaklaşımları da indirgemeci yaklaşımlardır.42

39 Kenneth N. Waltz, Theory of International Politics (Reading, MA: Addison-Wesley Pub. Co., 1979).

40 Ibid, s. 60. 41 Ibid., s. 71. 42 Ibid., s. 60-63.

Page 30: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

21

Birim düzeyinde analiz yapan indirgemeci yaklaşımlar Waltz’a göre

uluslararası politikayı açıklamak için yeterli değildir. Uluslararası politika ne

devletlerin içsel yapısından, ne de dış politika davranışlarının basit bir toplamından

analiz edilebilir. Birim düzeyindeki değişkenler sistem düzeyindeki değişkenlerle

etkileşim halinde olduğundan, Waltz’a göre devletlerin içsel yapısından yapılacak

analizler uluslararası sistemde gözlemlenen sonuçlarla uyuşmayacaktır.43 Bu

değerlendirmenin ardından her iki düzeyde de analiz yapmanın önemli olduğu

sonucunu çıkarmak olanaklı olsa da, Waltz bu yönde bir sonuca varmamıştır. Waltz,

uluslararası ve birim düzeyinde etkileşim halindeki değişkenlere dayalı bir analizin,

bir uluslararası politika teorisi değil, ancak bir dış politika teorisi olabileceğini öne

sürererek,44 birim düzeyinde analiz yapma gerekliliğinden kaçınmıştır. Dış politika

analizi değil, uluslararası politika teorisi kurmanın yolu ise, birim ve sistem

düzeyindeki etkileşimi kabul etmekle beraber, bunları bir yapıya bağlı kılmaktan

geçmektedir.45 Neorealizmde sistem, birbiriyle etkileşim içindeki birimlerden

oluşmaktadır; fakat bu sistemin, kendisini oluşturan birimlerden farklı bir “yapı”sı

vardır. Waltz’a sistemin parçalarının toplamından fazla birşey olduğunu düşündüren

de bu yapıdır.46

Yapı, Waltz’un teorisindeki anahtar kavramdır.

47 Yapılar, Waltz’a göre

birimlerin özellikleri, davranışları ve etkileşimlerinden soyutlanarak tanımlanmalıdır.

Çünkü sistem düzeyindeki değişkenlerle, birim düzeyindeki değişkenler arasında

ayrıma gidilebilmesi ve sadece sistem düzeyindeki değişkenlerle analiz yapılan bir

sistem teorisine ulaşılması bu şekilde olanaklı hale gelecektir.48

43 Ibid., s. 68.

Birim düzeyindeki

değişkenlerden soyutlanmak, siyasal liderler, ekonomik-sosyal kurumlar ve ideolojik

44 Ibid., s. 71. 45 Waltz bir dış politika teorisi ile uluslararası politika teorisi arasındaki ayrımı şu şekilde ortaya koymaktadır: “...hem uluslararası hem de içsel düzeyi ve hem siyasal hem ekonomik konuları kapsayan tek bir teorinin, basit bir uluslararası politika teorisinden çok daha iyi olacağını kimse reddetmeyecektir. Fakat, kimse henüz bunun nasıl yapılacağını düşünmemiş [bulamamıştır]...” Patrick James, “Systemisim and International Relations: Toward a Reassessment of Realism”, Micahel Brecher ve Frank P. Harvey (der.), Millenial Reflections on International Studies (Ann Arbor: The University of Michigan Press, 2002), s. 131. 46 Waltz, Theory of International Politics, s. 79. 47 Bu noktada Waltz’un öncelikle uluslararası yapılar arasında ayrım yaptığı, yalnızca uluslararası siyasal yapıyla ilgilendiği, ekonomik, kültürel vb. yapıları dışladığı belirtilmelidir. 48 Waltz, Theory of International Politics, s. 74.

Page 31: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

22

tutumlar ile devletler arası ekonomik, askeri, siyasi ve kültürel etkileşimlerden

soyutlanmak demektir.49

Waltz yapı tanımını oluşturduktan sonra, bir uluslararası politika teorisi

kurulurken birimlerin özellikleri ve davranışlarının soyutlanması, göz ardı

edilmesinin mantığını sağlamlaştırmak için yapının birimler üzerindeki ‘aynılaştırıcı’

etkisini ortaya koymaya çalışır. Waltz’un neorealizminde yapılar, birimlerin

özellikleri, amaçları ve eylemleri farklı olsa da, onları birbirine benzer dış politika

çıktıları ortaya koyacakları şekilde etkilemekte ve sınırlamaktadır.

Bütün bu soyutlamalar sonrasında Waltz, yapının

birimlerinin konumlanmasına göre tanımlanması gerektiğini öne sürmektedir. Yani,

uluslararası sistemin yapısı onu oluşturan birimlerinin sistem içerisindeki konumları

ve bu konumlanmayı sağlayan ilkeye göre tanımlanmalıdır.

Neorealizm, uluslararası sistemin birimlerini fonksiyon olarak birbirinin aynı

kabul ettikten sonra, sistem düzeyinde analiz yapabilme olanağını sağlayacak farklı

bir değişken olarak “yetenek”leri ortaya koymaktadır. Yetenekler birimlerin

özellikleri gibi görünse de, Waltz’a göre bir uluslararası politika teorisinin analiz

odağı bu yeteneklerin kendileri değil, “yeteneklerin dağılımı” olmalıdır. Yetenekler

birim düzeyinde değişkenler olmasına karşın, yeteneklerin dağılımı sistem düzeyinde

bir unsurdur. Yeteneklerin dağılımı daha açık bir ifadeyle, devletlerin sahip oldukları

gücün birbirlerine göre durumu olarak ortaya konulabilir.

Waltz’un uluslararası sisteminin yapısı “anarşik”tir. Birimlerin birbirlerine

karşı duruşlarının hiyararşik düzenlenmiş olduğu ulusal sistemlerden farklı olarak,

uluslararası sistemde yapıyı oluşturan birimler arasında hiyerarşi olmadığından,

devletlerin temel motivasyonu “bekâ” olmaktadır. Her birim yalnızca kendi

bekâsıyla ilgilendiğinden, bu bir “kendini kurtarma”(self-help) sistemi olur ve

uluslararası sistemin düzenleyici ilkesi kendini kurtarma (self-help) haline gelir.

Özetlenen bu ana çerçevesinden anlaşılacağı gibi, yapısalcı bir teori olarak

neorealizmde eden’e yer yoktur. Dış politika çıktılarını ortaya koyan aktörler

devletlerdir fakat bu devletlere ‘yapı’ya etki edebilecek, onu değiştirip dönüştürecek

49 Bu tanımlamayı bir bakıma, hem karar verme, hem de karşılaştırmalı dış politika analizleri açısından dış politika analizlerinin bir eleştirisi olarak okumak yanlış olmayacaktır.

Page 32: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

23

eden’lik yüklenmemiştir. Yapının birimleri aynılaştıran bir unsur olarak ele alınmış

olması bu düşüncenin kaynağını oluşturmaktadır. Uluslararası sistemin yapısı tüm

devletlerin aynı güdülerle (örneğin güvenlik) hareket etmelerine sebep olan kendini

kurtarma (self-help) sistemini getirdiğinden, devletler içsel olarak farklılıkları

önemsiz olan bütüncül aktörlerdir. Böylece neorealizmde birimler bütüncül aktör

varsayımı yoluyla yapı karşısında önemsizleştirilmiştir.

Waltz’un amacı teorisini kurarken “yapı”yı bağımsız değişken olarak almaktır.

Yapıyı analizde bağımlı değişken olarak almak indirgemeci yaklaşımların yöntemi

olduğundan ve bu durumda analizin kaynaklarının birimler ve birim

etkileşimlerinden çıkarsanması zorunluluğu doğacağından Waltz’un amacına da

hizmet etmeyecektir.50 Bu sorun karşısında Waltz yapıyı, birime ait bir özellik

olmadığı gerekçesiyle birimlerin uluslararası sistem içerisindeki ‘konumu’ yoluyla

tanımlamaktadır.51 Birimlerin sistem içerisindeki konumları da, yine Waltz’a göre

birim düzeyinde bir etken olan yetenek değil, sistem düzeyinde bir etken olan

yeteneklerin dağılımı yoluyla belirlenmektedir. Fakat bu noktada Waltz’un her ne

kadar aksini öne sürse de yapıyı birimlerinden bağımsız bir şekilde açıklayamadığı

görülmektedir. Bunun en önemli nedeni Waltz’un yapıyı yalnızca bir soyutlamaya

dayandırmış olmasıdır.52 Bu, Waltz’un neorealizminin aslında yapısalcı yaklaşımlar

arasında olup olmadığı konusundaki tartışmaların da kilit noktasıdır.53

50 John G. Ruggie, “International Structure and Internatonal Transformation: Space, Time and Method”, Ernst Otto Czempiel ve James N. Rosenau (der.), Global Changes and Theoretical Challenges (Lexington: Lexington Books, 1989), s. 22.

Waltz son

kertede yapıyı, birimlerinden bağımsız şekilde tanımlayamadığı halde, birimleri

karşısında bağımsız değişken olarak ele almaktadır. Pozitivist sosyal bilim

çerçevesinde davranışsal ve nedensel etkilerle ilgilenen Waltz, yapıyı bağımsız

değişken olarak almasına karşın bunu dayandıracağı bir temele sahip değildir. Bu

51 Dessler bu bağlamda Waltz’un ontolojisini “konumsal ontoloji” olarak tanımlamaktadır. David Dessler, “What is at Stake in the Agent-Structure Debate”, International Organization, Cilt 43 (3), 1989, s. 448. 52 Waltz, Theory of International Politics, s. 80. 53 Kendi yaklaşımını büyük oranda neorealizmin eksiklerine karşı kuran Alexander Wendt’in birçok çalışması bu bağlamda eleştiriler içerir. Özellikle Alexander Wendt, “The Agent-Structure Problem in International Relations Theory”, International Organization, Cilt 46 (2), 1992 ve Alexander Wendt, Social Theory of International Politics (Cambridge: Cambridge University Press, 2000). Ayrıca bkz. Richard Ashley, “The Poverty of Neorealism”.

Page 33: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

24

bağlamda Waltz, Wendt’in söylediği gibi, davranışı eden düzeyinde açıklamaktan

kaçınmasına karşın, ontolojik olarak indirgemecidir.54

Waltz’un yapı kavramsallaştırmasında bir diğer sorun yapıyı yalnızca materyal

olarak görmesidir. Waltz’a göre gözlemleyemediğimiz bir soyutlama olan yapı,

materyal özellikleri yoluyla farkedilmektedir. Sosyal unsurlar (kültür ve ideoloji

gibi) birimlerin özellikleridir ve bu bu özellikler yapıyı etkilemez. Çünkü materyal

yapı birimleri, kültür ve/veya ideolojileri gibi sosyal niteliklerinden bağımsız şekilde

aynı davranışları ortaya koymaya zorlamaktadır. Bu materyal yapı ise birimlerin

davranışlarını iki yolla belirlemektedir; sosyalleşme ve rekabet.

55 Waltz bu etkileri

birimler arasındaki farklılıkları azaltıcı, aynılaştırıcı olarak ortaya koymaktadır. Bu

noktada özellikle sosyalleşmenin etkisinin farklılığının, çeşitliliği azaltmasında

aranmış olması tartışmalı görünmektedir. Sosyalleşme birimlere atfedilen bir

durumdur Waltz’un teorisinde. Birimler sosyalleşme yoluyla, uluslararası sistemin

anarşik yapısının gerektirdiği davranışları ortaya koymayı öğrenmektedirler. Bu

durumda sosyalleşmenin birimler arasında gerçekleşen bir süreç olduğu kabul

edilmiş olmaktadır. Waltz bu şekilde, birimlerin sosyalleşme/sosyal öğrenme yoluyla

kendilerini etkileyen ve sınırlayan yapıyı değiştirebilecek duruma gelebileceklerini

gözardı ederek argümanını zayıflatmaktadır.56

Waltz’un materyal yapısının paylaşılan anlamlar ve bilgiler gibi sosyal süreçleri

içermemesi ve dolayısıyla eden’in de bu bilgiler yoluyla yapıyı değiştirme

olanaklarının kalmayışı neorealizmin yine en fazla eleştirilen yönlerinden birisi olan

değişimin olanaksızlığı konusuna ulaşmaktadır.

Bizatihi yapısalcılığı tartışmalı olan neorealizmde, sorunlu bir temele dayansa da

son tahlilde yapıya eden karşısında öncelik tanınmış olduğu açıktır. Bu çerçeveye

yerleştirilmiş bir yapısalcılığın varacağı sonucun verili ve değişmeyecek bir yapı

içinde yer alan devletlerin, bu yapıyı değiştirme olanaklarının olmadığının farkına

varmaları ile mevcut yapının meşrulaştırılarak sürdürülmesi olacağı açıktır. 54 Wendt, “The Agent-Structure Problem in International Relations Theory”, s. 341-342. 55 Waltz, Theory of International Politics, s. 74. 56 Naeem Inayatullah ve David L. Blaney, “Knowing Encounters: Beyond Parochialism in International Relations Theory”, Yosef Lapid ve Friedrich Kratochwill (der.), The Return of Culture and Identity in International Relations Theory (Londra, Boulder: Lynne Rienner, 1996), s. 71.

Page 34: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

25

b. Dünya Sistem Analizleri (DSA)

Yapısalcılığı neorealizm gibi tartışmalı olmayan diğer bir bütüncü yaklaşım

Immanuel Wallerstein’in Uluslararası İlişkiler literatürüne kazandırdığı Dünya

Sistem Analizidir. DSA, en genel ifadesiyle dünya sistemi içerisinde birimlerin

birbirleriyle nasıl ilişkili hale geldiğini ortaya koymaya çalışmaktadır. Fakat, bu

yaklaşımda dünya sistemi, analiz birimleri ve bu birimleri ilişkili hale getiren

değişkenleri, hem aktörleri bireysel olarak ulusal devletler olan, hem de sistemsel-

yapısal olan diğer yaklaşımlardan farklı kavramlarla tanımlanmaktadır.

Wallerstein’a göre sosyal fenomenler, “sosyal sistem” olarak adlandırılan

bütünlük içinde anlaşılabilir. Sosyal ilişkiler birimlerine indirgenemez ve bu ilişkiler

birimlerden analitik olarak bağımsız ve ontolojik olarak da öncel ele alınmalıdır.57

Ulusal devlet ya da birey olsun, dünya sisteminin aktörlerini sistemin ürünü olarak

gören bu yaklaşımla DSA, ilk olarak standart analiz birimi olan ulusal devletin yerine

“dünya-sistemini” koymaktadır.58

DSA’nın analiz birimi olan dünya-sistemleri, Uluslararası İlişkiler literaratüründe

kendisinden önce ve/veya aynı dönemlerde ortaya koyulmuş olan sistem

yaklaşımlarından farklı bir kavramsallaştırmaya sahiptir. Wallerstein’ın analiz birimi

olan dünya-sistemi, tarihsel-sistemdir.

59

57 Carlsnaes, “The Agency-Structure Problem in Foreign Policy Analysis”, s. 252.

Tarihsel sistem kavramının yeniliği,

58 Immanuel Wallerstein, World System Analysis: An Introduction (Darham, Londra: Duke University Press, 2004), s. 16-21. 59Bu tarihsel-sistem kavramsallaştırması, Annales Okulunun ünlü tarihçisi Fernand Braudel’in II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, (İstanbul: Eren Yayınları, 1990) başlıklı kitabında ortaya koyduğu kavramsallaştırmaya dayanmaktadır. Braudel, tarihin farklı zamanlarda ilerlediğini öne sürerek, analizlerin dayanması gereken üç ayrı zaman kategorisi belirlemiştir. Geleneksel tarihin ilgilendiği olayların ‘kısa-tarihi’, ekonomi biliminin “uzun dönem eğilimleri” kavramıyla sosyal bilim literatürüne girmiş olan, ekonomik ve sosyal sistemleri içeren, 20-50 yıllık periyodları kapsayan ‘konjonktürel-tarih’ ve son olarak olayları ve hatta sistem yapılarını aşan, en az yüz yıllık periyodları kapsayan derindeki yapının tarihi olan ‘uzun-dönem’ tarihdir. Fernand Braudel, “History and the Social Sciences”, Peter Burke (der.), Economy and Society in Early Modern Europe: Essays from Annales (Londra: Routledge&Kegan Paul, 1972), s. 13-18. Ayrıca bkz. Fernand Braudel, A History of Civilizations (New York: The Penguin Press, 1994), özellikle ilk bölüm. Wallerstein açısından bu yeni kavramsallaştırmanın en önemli etkisini yapılara yapılan vurguda bulmak mümkündür. Braudel’in tarihte insanların yeri olmadığını söyleyecek kadar [bkz. Fernand Braudel, On History, trans. Sarah Matthews, (Chicago: The

Page 35: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

26

sistemlerin öncesiz-sonrasız kabul edilişinin bir yana bırakılması ve her sistemin bir

başlangıcı olduğu gibi dönüşümünün de olacağının kabul edilmesindedir.60 Bu

çerçevede Wallerstein’ın uluslararası sistem bağlamında yapıyı neorealizmde

görüldüğünün aksine verili almadığı düşünülebilir. Fakat, yapı-eden ilişkisi açısından

bakıldığında Wallerstein’ın bu konuda çelişkiye düştüğü de açıkça ortaya

çıkmaktadır. Dünya sistem analizlerinde yapıya tanınan ontolojik öncelikle birlikte,

edenler bu yapının etkilerine indirgenmiştir. Wallerstein’a göre birey, devlet, sınıf

vb. aktörlerin tümü yalnızca uluslararası yapının etkilerinin bir ürünüdür.61 Bu yapı,

dünya kapitalist ekonomisinin düzenleyici ilkeleri yoluyla tanımlanır.62 Devletlerin

eden olarak varlıkları da bu kapitalist dünya sistemi ile ilişkileri çerçevesinde

açıklanmıştır. Wallerstein’a göre, devletler arası bir sistemde yer alan devletler

kapitalizmin kurumlarından birisidir. Kapitalist dünya ekonomisi siyasal bir yapıdan

yoksun olduğundan,63 sistemi birarada tutacak unsur olarak emeğin bölüşümüne

dayanmaktadır. Emeğin bölüşümü ise büyük oranda devletlerin ya da devletler arası

sistemin varlığına bağlıdır. Çünkü kapitalistlerin her zaman önceliği olan sermaye

birikimini sağlayabilmelerinin yolu, kapitalist firmaların uygulamalarını ortaya

koyabilecekleri siyasal ve kültürel yapılardan geçmektedir. Modern dünya-

sisteminde bu siyasal ve kültürel yapıları sağlayan da devletlerdir.64

University of Chicago Press, 1980), s. 10] determinist olan bakış açısının etkileri, Wallerstein’ın yaklaşımında da kolaylıkla görülebilir.

Bu bağlamda,

60 Wallerstein, World System Analysis, s. 18. 61 Ibid., s. 21. 62 Wallerstein, modern dünya sistemini doğrudan kapitalist dünya ekonomisi olarak tanımlamaktadır. Wallerstein’a göre 16. Yüzyılan bu yana içinde bulunduğumuz modern dünya sistemi kapitalist dünya ekonomisidir. Dünya ekonomisi kavramı ise yalnızca dünyaya ait bir sistem ya da ekonomi olmanın ötesinde bu dünyanın bizatihi kendisidir. Bkz. Wallerstein, Ibid., s. 16-17. 63 Wallerstein’a göre, kapitalist dünya ekonomisi, dünya sistemlerinden bir diğeri olan dünya-imparatorluklarından farklı olarak siyasal yapıdan yoksundur. Dünya-imparatorlukları tüm dünya sistemini kapsayan geniş siyasal yapılar olarak tanımlanırken, dünya ekonomisi ortak siyasal bir yapıdan yoksun sayılmaktadır. Devlet olarak adlandırılan birçok siyasal yapı içeren dünya ekonomilerinde siyasal süreç bu devletler arasında işlemektedir. Fakat, devletlerin sınırları dünya ekonomisinden çok daha dar olduğundan, dünya ekonomisi bu devletleri, dolayısıyla da siyasal süreçleri içerir konumdadır. M. Fatih Tayfur, “Systemic-Structural Approaches, World System Analysis and the Study of Foreign Policy”, METU Studies in Development, Cilt 27 (2-3), 2000, s. 283. 64 Ibid., s. 283-284.

Page 36: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

27

DSA’da devletler eden olarak sadece kapitalist dünya sisteminin etkileri olmaktan

ibarettir.65

Bu çerçevede, eden’e hiçbir kurucu özellik (eden-lik) atfedilmediğinden, yapının

neden ve nasıl kurulduğunu açıklamak da olanaksızlaşmakta, dolayısıyla Wallerstein

yapıyı verili almış olmaktadır. Bu durumda, yapıya ontolojik öncelik tanınan,

bütüncü/yapısalcı bir yaklaşım olarak DSA’da eden için var olmayan açıklayıcı

çerçevenin, aslında yapı için de kurulamadığı görülmektedir.

Bütüncü bir yaklaşım olarak DSA’ya bir diğer açıdan bakıldığında, bu yaklaşımın

aslında dünya sistemini oluşturan devletlerin davranışlarını açıklama çabası üzerine

kurulduğunu da görmek olanaklıdır. Wallerstein analizlerini büyük oranda devletleri

dünya ekonomisindeki yapısal konumlarına göre yaptığı sınıflandırma üzerine

temellendirmektedir. Bu sınıflandırmadaki ölçüt ise, devletler arasındaki bağlantıları

açıklamak amacıyla kullanılan merkez, çevre ve yarı-çevre kavramlarıdır.66 Bu

sınıflandırma aslında uluslararası ilişkiler literatüründeki güçlü-zayıf ve orta

büyüklükte devlet sınıflandırmasıyla örtüşmektedir. Wallerstein’ın bu noktadaki

farkı, devletler arası etkileşim alanı olarak uluslararası sistemi siyasal değil, kapitalist

dünya ekonomisi adıyla ekonomik olarak olarak kavramsalllaştırmış olması ve

devletlerin gücünü bu yapıdaki rolleriyle açıklıyor olmasıdır.67

Uluslararası İlişkilerdeki geleneksel kavramsallaştırmanın aksine, anarşik değil

hiyerarşik olarak tanımlanan

68

65 Wendt, “The Agent-Structure Problem in International Relations Theory”, s. 346.

dünya sisteminde merkez, çevre ve yarı-çevredeki

devletler arasındaki ilişkilerde, yine geleneksel Uluslararası İlişkiler yaklaşımlarının

anahtar kavramı ‘güç’ öne çıkmaktadır. Hiyerarşik olan sistemin en altında yer alan

çevre devletler ve hiyararşinin en üstünde yer alan merkez devletlerdir. Bu

hiyararşide ara bir konumda bulunan yarı-çevre devletlerin statü ve güçlerini merkez

devletler karşısında artırma mücadelesi ise güç dengesi biçimini alan bir rekabetle

66 Wallerstein, World System Analysis, s. 29. Wallerstein, bu noktada merkez, çevre ya da yarı-çevre olanın devlet değil, üretim süreci olduğunun gözden kaçırılmaması gerektiğinin altını çizmesine karşın, pratikte analizlerinde bu kavramları doğrudan devletlere karşılık kullanmaktadır. 67 Tayfur, “Systemic-Structural Approaches”, s. 283-284. 68 Immanuel Wallerstein, Geopolitics and Geoculture: Essays on the Changing World System (Cambridge, New York: Cambridge University Press, 1991), s. 140.

Page 37: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

28

sonuçlanmaktadır. Güç dengesine göre sistemde tek bir devletin hakim olması ve

istediği gibi davranmasına izin verilmediği halde, merkez devletler güçlerini artırma

çabalarına devam ederler. Bu noktada, Wallerstein’a göre bir devletin sistemde

hakimiyet sağlamasının en etkili yolu, DSA için anahtar bir kavram olan

hegemonya’dır. Wallerstein hegemonik gücü, belirli bir zamanda devletler arası

sistemde oyunun kurallarını belirleyen, dünya-ekonomisine üretim, ticaret ve finans

açısından hakim olan ve amacına en az düzeyde askeri güç kullanımıyla ulaşan, aynı

zamanda dünyanın kültürel dilini de formüle eden güç olarak tanımlamaktadır.

Hegemonya ekonomik güçle başlamasına karşın, bu konumunu sürdürebilmek için

siyasal ve askeri güçle desteklenmelidir. Yine de, kısa bir zamanda diğer merkez

güçler ekonomik kapasitelerini artırıp, hegemonik güce meydan okumaya, hegomon

devlet de gücünü yitirmeye başlayacaktır.69

Görüldüğü gibi, Wallerstein merkez-çevre ilişkilerini devletler üzerinden

açıklamakla, devletler arası ilişkilerde güç kavramını öne çıkararak ve yine

hegemonya kavramıyla hegemonik güç analizi yaparak, aslında yapısalcılığına karşın

Carlsnaes’in ifadesiyle, “dünya sistemini oluşturan egemen devletlerin davranışlarını

açıklama çabası”ndan çok da uzak değildir.

70

Bu noktada, DSA’nın geleneksel yapısalcı neorealizme bazı kavramsal

farklılıklar dışında çok benzediğini öne sürmenin de olanaklı olmadığı özellikle

vurgulanmalıdır. DSA’nın neorealizmden en önemli farkı, yapıyı bütünüyle materyal

olarak almamasıdır. Wendt’in belirttiği şekilde, yaklaşımı üretim ilişkilerine

odaklamak, sosyal ilişkiler üzerine oturtmak, dolayısıyla da materyal almamayı

getirmektedir. DSA’nın geleneksel Uluslararası İlişkiler yaklaşımları başlığı altında

incelenmesi konusunda literatürdeki tereddüt de büyük oranda bundan

kaynaklanmaktadır. Fakat Wallerstein’ın bu sosyal ilişkilerin eden’den bağımsız

69 Wallerstein, World System Analysis, s. 58-59. 70 Carlsnaes, “The Agency-Structure Problem in Foreign Policy Analysis”, s. 252. DSA’nin determinist yapısalcı teorik çerçevesinin aksine aslında dış politika analizi için uygun bir çerçeve sağladığını göstermeye yönelik çalışmaların mevcut olması yaklaşımın bu bağlamdaki çelişkisini de orataya koymaktadır. DSA temelinde yapılmış bir dış politika analizi çalışması için bkz. M. Fatih Tayfur, Semipheriperal Development and Foreign Policy: The Case of Greece and Spain (Aldershot: Ashgate, 2003).

Page 38: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

29

geliştiğini öne sürmesi, bir düzeyde dünya-sistemini devletten bağımsız bir işleyişe

sahip kabul etmesini gerektirdiğinden aslında yapıyı maddeleştirmiş olmaktadır.71

2. Eleştirel ve Postmodern Yaklaşımlar: Minimum Etkileşim ve Karar

Verilemezlik

Eleştirel teoriler başlığı altına giren tüm teorilerin ortak noktası olan dünya

politikasının sosyal olarak inşa edildiği72 anlayışı yapı ve eden konusunda tek taraflı

bir bakış açısı yerine, ‘ilişkili’ bir anlayış geliştirmelerini getirmiştir. Bu noktada,

yapı-eden tartışmasının da aslında tek taraflı olduğunu söylemek önemlidir.73 Yani

bu tartışma, bireyci ya da bütüncü yaklaşımlarca hiç gündeme getirilmemiş olduğu

gibi, bu çerçevede yapısalcılığı ya da eden’i savunma girişiminde de

bulunulmamıştır. Tartışma, inşacı anlayışla gelişen, yapı ve eden arasında bir ilişki

kurma gereğinden doğduğundan, konuyla ilgili çalışma ve tartışmalar da bu

yaklaşımın savunucuları arasında gelişmiştir. Bu bağlamda tartışma konusu da

yapının mı, eden’in mi önceleneceği değil, aralarındaki ilişkinin nasıl

kavramsallaştırılacağı üzerine gelişmiştir.74

A. Eleştirel Yaklaşımlar

Eleştirel Teorinin ve dolayısıyla Eleştirel Uluslararası Teorinin75

71 Wendt, “The Agent-Structure Problem in International Relations Theory”, s. 347.

spesifik olarak

yapı-eden konusu üzerinde durduğu söylenemez. Fakat, sosyal bilimlerde insan

72 Wendt bu bağlamda eleştirel teorilerin tümünün aslında inşacı olduklarını vurgulamaktadır. Alexander Wendt, “Constructing International Politics”, International Security, Cilt 20 (1), 1995, s. 71. İnşacılık/constructivism teriminin bu anlamda kullanıldığı birtakım çalışmalara rastlamak olanaklıysa da, inşacılık teriminin artık belirli bir yaklaşıma işaret ettiği kabul edildiğinden, bu tür sınıflandırmaların zaten karmaşık olan eleştirel teoriler konusunu daha da karmaşık/ayırt edilemez hale getirmek gibi bir olumsuzluk yarattığı söylenebilir. 73 Harry D. Gould “What is at Stake in the Agent-Structure Debate?”, Vendulka Kubalkova, Nicholas Onuf ve Paul Kowert (der.), International Relations in a Constructed World (Armonk, NY.: M. E. Sharpe, 1998), s. 83. Sonnot 2’de yazar, bu durumun kendisine Paul Kowert tarafından hatırlatıldığını belirtmektedir. 74 Ibid. 75 Eleştirel Sosyal ve Uluslararası İlişkiler teorileri daha tanımlanırken tek bir yaklaşım olarak değil, bir yaklaşımlar dizisi olarak tanımlanabilmektedir. Örneğin, Jones Eleştirel Teoriyi bir “takımyıldızı”na benzetmektedir. Richard Wyn Jones, “Introduction: Locating Critical International

Page 39: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

30

öznesine, pozitivist sosyal bilimlerin görmezden geldiği eden-liği geri vererek ve

aynı zamanda sosyal olguların insan eylemlerini etkilediklerini de gözardı etmeyerek

yapı-eden konusunda bir bakıma etkileşimi kabul etmektedir. Eleştirel Teorinin

kaynağı Frankfurt Okulu, geleneksel teorilerin (pozitivist sosyal bilimlerin) aksine

sosyal gerçekliği verili almaz, tarihsel olarak insanlar tarafından inşa edildiğini kabul

eder. Örneğin, Max Horkheimer’a göre dünya, bütünüyle insan eylemlerinin

ürünüdür.76 Sosyal olgu ve koşullar insan eyleminin ürünleri olarak görüldükten

sonra, bunların değişmez olduğu fikri reddedilerek insanlığın öğretilenlerden farklı

potansiyellere sahip olduğu görüşüne varılmaktadır. Böylece, geleneksel teorilerin

toplumu verili alarak insanı bu toplumun dönüştürülmesi aşamasında

önemsizleştirmesine karşılık, Eleştirel Teori insanın böyle bir potansiyeli olduğunu

ortaya çıkarmış olur. İnsan öznesini sosyal bilime geri getirmek ve içinde

bulundukları sosyal bağlamın pasif aktörleri olmadıklarını ortaya koymak, doğrudan

Eleştirel Teorinin temel hedefi olan özgürleşimi (emancipation)77

Bu bağlamda Eleştirel Teorinin Uluslararası İlişkileri en fazla etkilemiş

versiyonlarından birisi olan Jürgen Habermas’ın yaklaşımında da yapısal bir vurgu

olduğunu görmek mümkündür. Habermas yaklaşımına öncelikle pozitivizmi, hiçbir

teorinin bu kriterleri yerine getiremeyeceğini öne sürerek eleştirmekle başlamaktadır.

Bu çerçevede, modern toplumlarda politikanın klasik anlamını yitirdiğini, politikanın

sosyal düzenle değil, bilimsel rasyonalite çerçevesinde düşünüldüğü için

özgürleştirici özelliğini kaybettiğini öne sürmüştür. Devlet, tamamen fonksiyonel ve

sağlayacak unsur

olmaktadır. Bu noktada, Eleştirel Teorinin insan öznesini vurgulamasına karşın

yapıyı gözardı eden bireyci bir yaklaşım olduğu düşünülmemelidir. Aksine, gerek

Eleştirel Teori, gerekse de Eleştirel Uluslararası Teorinin yapıyı daha fazla

vurgulayan yaklaşımlar ortaya koydukları söylenebilir.

Relations Theory”, Richard Wyn Jones (der.), Critical Theory & World Politics (Boulder, Londra: Lynne Rienner Pub., 2001), s.4. Bu bağlamda, Eleştirel Teorileri tek tek açıklamak, çalışmanın bu kısmında güdülen amacı fazlasıyla aşacağından yapı-eden sorunu çerçevesinin dışına çıkılmamaya özen gösterilmiştir. 76 Max Horkheimer, Critical Theory: Selected Essays, çev. Matthew J. O’Connell vd., (New York: Seabury, 1972), s. 200. 77 Eleştirel Teoride insanın kendisini gerçekleştirmesi, kendisini engelleyen, sınırlayan derin yapıların engellerinden kurtulması anlamını karşılamak üzere kullanılan emancipation kelimesini, anlam bakımından ayırabilmek için özgürleşme değil, özgürleşim kelimesi kullanılmıştır. Özgürleşme kelimesi ise serbest kalma eyleminin ifade edilmesi gerektiği kısımlarda kullanılmıştır.

Page 40: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

31

teknik bir kurum, toplum da bireye dışsal bir düzen olarak düşünülmektedir.

Habermas, politikanın bu teknokratik bakış açısından uzaklaşabilmesi, özgürleştirici

olunabilmesi için bilimsel akıl yürütme ve rasyonalitenin bilginin özü olduğu

görüşünden uzaklaşılması gerektiğini öne sürmüştür.78 Habermas’a göre, temelinde

bilgi oluşturucu çıkarlar79

Habermas’ın yaklaşımında insanın özne-liğinin geri verilmesi konusundaki

vurguya karşın, diğer yandan öznenin sistem-dünya yaşamı (lifeworld) ayrımı

yoluyla önemsizleştirildiği de bir gerçektir.

kavramı yatan bu tür bir yaklaşımla tek meşru bilginin

teknik-ampirik bilgi olduğu iddiasının çürütülmesi, insanın içindeki özne-liğin ortaya

çıkarılması, dolayısıyla da Eleştirel Teorinin hedefi olan insan özgürleşmesi

sağlanabilecektir.

80 Habermas’ın eleştirel yaklaşımında

toplum, sistem ve dünya yaşamı olarak iki perspektife ayrılmıştır. Sistem, piyasa ve

siyasal örgütlenmeler gibi çeşitli aygıtlardan oluşurken, dünya yaşamı bireylerin

günlük yaşamı olarak, kültürel şekilde ortaya çıkan, dilsel olarak düzenlenmiş bir

alan olarak tanımlanmaktadır.81

78 Mark Hoffman, “Critical Theory and the Inter-Paradigm Debate”, Millenium: Journal of International Studies, Cilt 16 (2), s. 234.

Buna göre, Habermas eden olarak insanı bürokrasi

ve politika dünyasından çıkarmış ve dünya yaşamına sıkıştırmıştır. Özetle, Habermas

da yapıyı eden aleyhine imtiyazlı hale getiren yapısal bir bakış açısına sahiptir

denilebilir.

79 Metodolojik kurallarla ilişkili olan ve pozitivizmin tuzaklarından birisi olan çıkarları tanımlamak için kullanılan bu kavram Eleştirel Teorinin en temel argümanıdır. Habermas bilgi oluşturucu çıkarları; teknik, pratik ve eleştirel olarak üçe ayrılmaktadır. Teknik çıkarlar, özneye hiç başvurulmayan, nesneler arasındaki düzenliliklerle ilgilenen ampirik-analitik bilimlerin çıkarlarıdır. Pratik çıkarlar, öznelerarası anlamaları kavramaya dayanan tarihsel-yorumsamacı bilimlerin çıkarlarıdır. Teknik ve pratik çıkarlar birbirlerini desteklemekle birlikte, Habermas’a göre özgürleştirici özelliğe sahip değildir. Bu noktada, teorik ifadelerin içerdiği ideolojik bağımlılık ilişkilerini belirlemeyi sağlayan eleştirel bilgiye ihtiyaç vardır. Daha fazla bilgi için Jürgen Habermas, Knowledge and Human Interests, çev. Jeremy J. Saphiro (Oxford: Polity Press, 1998), özellikle s. 308-311. 80 Roger Sibeon, Rethinking Social Theory (Londra: Sage Pub., 2004), s. 41. 81 Alexander Anievas, “Critical Dialogues: Habermasian Social Theory and International Relations”, Politics, Cilt 25 (3), 2005, s. 137.

Page 41: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

32

Yapıyı eden karşısında vurgulamak Eleştirel Teori içinde Habermas’a özgü bir

durum değildir. Eleştirel Teorinin Gramsci’ci koluna82 ve Uluslararası İlişkilerdeki

yansıması olan yaklaşımlara baktığımızda bunun çok daha baskın olduğu

görülmektedir. Zaten, Gramsci’ciler çoğunlukla doğrudan yapısalcı yaklaşımlar

içinde sınıflandırılsalar da,83

Bunu, yaklaşımını Gramsci’nin görüşleri temelinde geliştiren ve Eleştirel

Teorinin etkilerini Uluslararası İlişkiler literatürüne ilk olarak “Social Forces, States

and World Orders: Beyond International Relations Theory” başlıklı makalesiyle

yansıtan Robert Cox’un görüşlerini izleyerek ortaya çıkarmak olanaklıdır.

yapısalcılıktan farkları olduğu kadar, yapılanmacı

yaklaşımlarla da ortak özellikleri olması yaklaşımı kararsız bir yerde tutmaktadır.

Cox’a göre eleştirel bir teori, kurumları ve sosyal ilişkileri verili almaz, tarihsel

olarak inşa edildiklerini kabul eder.84 Bu bağlamda Cox’un kilit kavramı tarihsel-

yapılar olan yaklaşımında yapılar, kolektif insan eylemlerinin ürünü olmakta85

82 Eleştirel Uluslararası Teorinin etkilendiği iki önemli kaynak vardır; bunlardan ilki Habermas’ın da dahil olduğu ve Eleştirel Sosyal Teorinin temel çıkış noktası olan Frankfurt Okulu, diğeri ise Antonio Gramsci’nin görüşleridir. Gramsci’nin görüşlerinden yola çıkan Gramscici olarak adlandırabileceğimiz Eleştirel teorisyenler, Frankfurt Okulunun daha fazla vurguladığı kültürel temalarla tamamen ilgisiz olmamakla birlikte, daha çok üretim ilişkilerinin belirleyici olduğu sosyal bir teori bağlamında çalışmışlardır. Gramsci’nin görüşleri için temel olarak bkz. Antonio Gramsci, Letters from Prison, çev. Lynne Lawner (Londra: Quarted Books, 1979). Ayrıca, Gramsci’nin görüşleri üzerine yazılmış eserler olarak bkz., Paul Randsome, Antonio Gramsci: A New Introduction (New York, Londra: Harvester Wheatsheaf, 1992) ve Luciano Pellicani, Gramsci: An Alternative Communism? (Stanford: Hoover Institution Press, 1976).

ve bu

çerçevede insanlar tarafından oluşturuldukları kabul edilmektedir. Fakat, aynı

zamanda yapının da zaman içinde bireylerin düşünce ve eylemlerini biçimlendirdiği

vurgulanır. Bu görüşlerden yola çıkarak Cox’un yapı-eden konusunda etkileşimi

vurgulayan bir yaklaşıma sahip olduğu sonucuna varmak yanıltıcı olacaktır. Çünkü,

nihayetinde Cox eden’i yapılara içkin saymaktadır. Bunun, eden’in doğrudan

yapılarca belirlendiği (determined) kabulüne dayanan yapısalcılıkla aynı anlama

83 Örneğin Wendt, bireyci ve bütüncü (holist) teorileri gösterdiği tablosunda Gramscici teorileri bütüncü kategorisine yerleştirmiştir. Wendt, Social Theory of International Politics, s. 32. 84 Robert Cox, “Social Forces, States and World Orders Beyond International Relations Theory”, Millenium Journal of International Studies, Cilt 10 (2), 1981, s. 129. 85 Robert Cox, “Production, the State, and Change in World Order”, James N. Rosenau (der.), Global Changes and Theoretical Challenges (Lexington, Mass.: Lexington Books, 1989), s. 38.

Page 42: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

33

gelmediği iddialarına86 katılmak bir dereceye kadar olanaklıysa da, sonuçta eden

olarak sosyal güçlerin yapı karşısında önemsizleştirildikleri de gözardı edilemez bir

durumdur. Cox ya da genel olarak Gramsci’ci yaklaşımlarda edenin yapılara içkin

varsayılması, yaklaşımın temelinde yatan tarihsellik fikrinden kaynaklanmaktadır.

Tarihsellik kavramıyla analizlere getirilen zaman unsuru, yapıları şimdiki zamanda

yaşayanlar/edenler için verili hale getirmektedir.87

Edeni yapı karşısında önemsizleştirmesi yanında, Cox’un yaklaşımında Eleştirel

Teoride eden kavrayışının da eksik olduğu söylenebilir. Cox’ta eden’lik sosyal

güçlere atfedilmiştir ve bu sosyal güçler karşılığını sınıf kavramında bulmaktadır.

Bieler ve Merton’un belirttiği şekilde, Cox’un yaklaşımında geçen sınıf terimi

yalnızca tek bir sınıfa indirgenemez olmakla birlikte,

Yapılar geçmişte meydana gelen

kolektif insan eylemiyle yaratılmışlardır ve dolayısıyla şimdi’de insanlar verili bir

sosyal yapı içerisinde bulunurlar. Bu durumda da [şimdi’de] içinde bulunulan yapılar

üzerinde edenin bu yapıyı inşa etme olasılığı kalmamış olur. Edene şimdi’de kurucu

özellik tanınmadığı oranda yaklaşımın yapısalcılığa yaklaştığı açıktır. Buna karşın,

Eleştirel Teoriler başlığı altında olabilen yaklaşımları yapısalcı olmaktan çok

minimum etkileşimi öne süren yaklaşımlar olarak ele almak daha doğru olacaktır.

Çünkü, yapılar temelde insan eyleminin ürünü olarak kabul edildiğinden,

değiştirilebilme olasılığı ortadan kaldırılmamıştır. Zaten nihai amacı mevcut derin

yapıları ortaya çıkararak insan özgürleşimini sağlamak olan eleştirel bir teori için de

aksi anlamsız olacaktır.

88

86 Gramscici tarihsel-yapı yaklaşımının yapısalcı olmadığı ve hatta yapı-eden sorununa en iyi çözümü sağladığını öne süren bir çalışma için bkz. Andreas Bieler ve Adam David Merton, “The Gordian Knot of Agent-Structure in International Relations: A Neo-Gramscian Perspective”, European Journal of International Relations, Cilt 7 (1), 2001, s. 5-35.

yapıların değişim

olasılıklarının son tahlilde üretim ilişkilerine bağlanmış olması, sosyal güçlerin geniş

yelpazesini kısıtlar görünmektedir.

87 Yapı-eden konusuna zaman unsurunu ekleyerek çözüm arayışı temelde Giddens’in yapılanma teorisinin yapı-eden sorununa bir çözüm bulamadığı iddiasıyla yola çıkan Margaret Archer’ın ‘morphogenetic’ yaklaşımına dayanmaktadır. Margaret Archer, Realist Social Theory: The Morphogenetic Approach (Cambridge: Cambridge University Press, 1995). 88 Bieler ve Merton’a göre Cox sınıf kavramını ulusal, dinsel, etnik ya da cinsel her türlü kolektif kimliği kapsayacak şekilde kullanmıştır. Bieler and Merton, “The Gordian Knot of Agent-Structure in International Relations”, s. 22-23.

Page 43: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

34

B. Postmodernizm89

Postmodern yaklaşımlar, başlangıçta eleştirel teoriler içinde sayılmalarına karşın,

özellikle Eleştirel Teorinin özgürleşim projesine karşı çıkmaları nedeniyle zamanla

onlardan ayrışmıştır. Postmodern yaklaşımlar özgürleşim projesine, bu projenin yeni

sosyal ve siyasal egemenlik yapılarının tohumlarını attığı gerekçesiyle şüpheyle

yaklaşmışlardır.

Bu tartışmanın merkezinde postmodernlerin, Habermas’ın sosyal öğrenme ve

moral gelişme üzerine kurduğu evrensel ahlak yaklaşımının bizatihi dışlayıcı olduğu

iddiası yatmaktadır. Postmodernlere göre, evrensel ahlakların Batı’nın etik kodlarının

üstünlüğünü açığa çıkarabilmesini beklemek için hiçbir neden yoktur ve Eleştirel

Teori aslında tamamen keyfi olan evrensel ahlak anlayışları üzerine

kurulmamalıdır.90 Bu tartışma, Eleştirel Teoriyi modernite ve aydınlanma projesinin

savunucuları konumuna sokarken, postmodernliğin amacı doğrudan aydınlanma

projesinin getirdiklerinden duyulan kuşku ve hoşnutsuzluğu açıklamak olarak

tanımlanmıştır.91

Tek bir okul olmamakla birlikte -ki zaten özünde tüm temellere karşı

olduklarından bunu kendileri reddederler- yapı-çözümcü (deconstruction),

göstergebilim (semiotic), soykütüğü (genealogy) ve metinlerarasıcılık

(intertextualism) olarak ayrılan bu yaklaşımların temel çıkış noktaları bu bağlamda

aynıdır.

Postmodern yaklaşımlar öncelikle bilgi, gerçeklik ve anlamın nasıl inşa edildiğini

sorunsallaştırarak Batı rasyonalizmi ve pozitivizminin dayandığı temelleri sarsmak

89 Bu yaklaşımlar genellikle postmodern ya da post-yapısalcı olarak adlandırılırlar. Türkçe literatürde daha yaygın kullanım olduğundan bu çalışmada genellikle postmodern terimi tercih edilmiş, fakat bu yaklaşıma dahil yazarlardan yapılan alıntılarda –bu şekilde kullanılmışsa- post-yapısalcılık terimi değiştirilmeden bırakılmıştır. Bu bağlamda, bu çalışmada iki terim birbirlerinin yerine geçecek şekilde okunmalıdır. 90 Linklater, “The Question of the Next Stage in International in International Relations Theory”, Richard Wyn Jones (der.), Critical Theory & World Politics (Boulder, Londra: Lynne Rienner Pub.), s. 80. 91 Donna U. Gregory, “Foreword”, James Der Derian and Michael Shapiro (der.), International/Intertextual Relations: Postmodern Readings of World Politics (Lexington: Lexington Books, 1989), s. xiii.

Page 44: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

35

hedefiyle ona meydan okumaktadırlar. Anlamın nasıl yerleştirildiği, sorgulandığı ve

nasıl yorumlanıp yeniden yerleştirildiği sorusunu sorarak, bilgi pratiklerinin ortaya

koyulduğu metinleri ele alarak hakim hiyerarşileri tersyüz etmeye yönelirler.92 Bu

çerçevede ilk başta teorinin kendisi, her biri yeni egemenlik temelleri kurmaya

çalışan anlatılar olarak analiz nesnesi haline gelmektedir. Bu nedenle postmodern

yaklaşımlar için kendilerini “hiç bir yer”de konumlandırmak çok önemlidir.93

Postmodern teoriler durdukları bu “hiç bir yer”den geleneksel teorilerin nerede ve

nasıl konumlandığını, bir teorinin hangi koşullarda diğerleri karşısında hakim

konuma ulaştığını ve teorinin nasıl çoğunlukla keyfi olarak olaylardan ayrıştırıldığını

ortaya çıkarmak, böylece verili tüm sınırlara meydan okumak amacındadırlar.94

Postmodernler bu tür bir yaklaşımla kuramsal tartışmaların merkezine geleneksel

metodoloji tartışmaları yerine epistemolojiyi yerleştirince, Uluslararası İlişkilerin

temel sorusu “bildiklerimizi nasıl biriliriz”e dönüşmüş, çalışmalar da uluslarararası

ilişkilerin (dolayısıyla dış politikanın) ne olduğundan daha çok, disiplin olarak

Uluslararası İlişkilerin söylemsel pratiklerinin bunu nasıl inşa ettikleri olmuştur.95

Postmodern yaklaşımlar da Eleştirel yaklaşımlar gibi yapı-eden sorunuyla özel

olarak ilgilenmemiştir. Fakat genel olarak, kuramsal bağlamda tüm sentezlere karşı

oldukları gibi yapı-eden konusunda da sentezlere karşıdırlar. Bu tartışmanın temelini

oluşturan yapının mı, edenin mi ontolojik önceliğe sahip olacağı konusunun ise

“karar verilemez” olduğunu öne sürmektedirler.

96 Postmodernlerin bu karar

verilemezlik anlayışı hiç bir konumda konumlanmama tercihi ile ilişkili olsa da,97

92 Mark Hoffman, , “Restructuring, Reconstruction, Reinterpretation, Rearticulation:Four Voices in Critical International Theory”, Millennium: Journal of International Studies, Cilt 20 (2), 1991, s. 178.

93 Richard Ashley, “Living on Border Lines: Man, Postructuralism, and War”, James Der Derian and Michael Shapiro (der.), International/Intertextual Relations (Lexington: Lexington Books, 1989), s. 272. 94 James Der Derian, “Boundaries of Knowledge and Power in International Relations”, James Der Derian and Michael Shapiro (der.), International/Intertextual Relations (Lexington: Lexington Books, 1989), s. 6. 95 Kimberly Hutchings, “The Nature of Critique in Critical International Relations Theory”, Richard Wyn Jones (der.), Critical Theory & World Politics, s. 82. 96 Doty, “Aporia: A Critical Exploration of the Agent-Structure Problematique in International Relations” ve Ernesto Laclau, Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme, çev. Ertuğrul Başer (İstanbul: Birikim Yayınları, 2003), s. 93. 97 Ashley, “Living on Border Lines”, s. 278.

Page 45: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

36

daha derinde özne ve nesnenin yok oluşuyla ilgili görüşleriyle ilintili görünmektedir.

Postmodern/post-yapısalcı yaklaşımlar bu bağlamdaki fikirlerini, yapısalcı dil

teorisinin metinlerarasıcılığından aktarmışlardır. Metinlerarasıcılık, metinlerin

yalnızca metinlerarası okunabileceğini öne sürmekle yazarı ortadan kaldırmışlardır.

Bu durum doğrudan insan unsuruna götürüldüğünde, insan herhangi birşeyin merkezi

olmaktan çıkmış olur. Bu bağlamda, Aydınlanmanın tarihi yapan insanı ölmüş olur.

Yapısalcı dil teorisinden farklı olsalar da, postmodernler özne ve nesnenin yok oluşu

fikrini sürdürmüşlerdir.98 Çünkü, özneyi doğrudan söylemin içine yerleştirirler ve

böylece öznenin özne-liğini ortadan kaldırırlar. Yapı-eden açısından bakıldığında,

edenler gibi yapılar da söyleme yerleştirilmiştir. Doty bunu pratiği öne çıkarmak,

vurgulamak olarak açıklamaktadır.99 Postmodernizme göre yapıları da, edenleri de

inşa eden pratiklerdir. Pratikler ise söylemlere yerleşik olan anlamlardır. Bu

bağlamda edeni de, yapıyı da söylem yaratmış olmaktadır. Postmodern yaklaşımlar

söylemden bağımsız özne varsayımına karşı olduklarından, özneye söylem/sosyal

öncesi eden-lik atfeden tüm yaklaşımları (özelde inşacı yaklaşımı) eleştirirler,100

çünkü postmodern yaklaşımlar insana içkin bir eden-lik kabul etmez. Zaten, söylem

odak noktası olduğunda verili eden varsayımı da ortadan kalkmış olur.101

Yapıyı da söylem tarafından inşa edilmiş varsayan postmodern yaklaşımlar,

aktörün özne-liği ile aynı zamanda/dolayısıyla öznelerarasıcılığı da gözardı

ederler.

102

Öznelerarası anlamlar ve etkileşim gibi unsurlar yok sayıldığında yapı ve

eden arasında bir ilişki olması da söz konusu olmayacaktır. Bu bağlamda yapı-eden

kavrayışını bütünüyle söylem içine yerleştirerek postmodernlerin de aslında

yapısalcılar kadar determinist oldukları söylenebilir.

98 Chris Brown, “Turtles All the Way Down: Anti-foundationalism, Critical Theory and International Relations”, Andrew Linklater (der.), Critical Concepts in Political Science (Londra, NY: Routledge, 2000), s. 1664. 99 Doty, “Aporia: A Critical Exploration of the Agent-Structure Problematique in International Relations”; s. 377. 100 Ibid., s. 380-381. 101 Roxanne Lynn Doty, “Desire All the Way Down”, Review of International Studies, Cilt 26, 2000, s. 138. 102 Sibeon, Rethinking Social Theory, s. 18.

Page 46: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

37

3. Yapı ve Edenin Ontolojik Eşitliği: İnşacı Yaklaşım (Constructivism)

İnşacı yaklaşım doğrudan, kendisinden önceki yaklaşımlar tarafından bir sorun

olarak görülmemiş ve bu nedenle de özel olarak ele alınmamış olan yapı-eden

konusundaki ontolojik varsayımlar üzerine kurulmuştur. İnşacı yaklaşımın bu

özelliği, uluslararası ilişkiler ve dış politikaya bakış açısını da doğrudan yapı ve eden

konusundaki ontolojik kabullerine dayandırmasına yol açtığından, inşacılık yapı-

eden konusundaki görüşleri ile genel görüşleri arasında ayrım yapılmadan –ki zaten

böyle bir ayrım olanaklı da değildir- anlatılmaya çalışılacaktır.

İnşacıların hemen tümünün entelektüel kökenlerini disiplindeki Üçüncü

Tartışma’ya dayandırarak, kendilerini çeşitli yaklaşımlardan oluşan geniş eleştirel

teoriler ailesinin bir üyesi sayıyor olmaları,103

Eleştirel teorilerin inşacılığı dışlayıcı tavırlarına karşın, birçok ortak varsayımdan

yola çıktıkları da yadsınamaz. Öncelikle, epistemolojik olarak inşacılık da

pozitivizmi sorgular, gerçekliğin sadece gözlemlenebilir olgularda aranmasını

eleştirir. Buna karşın, yaşadığımız dünya hakkında anlamlı bilgi elde edebileceğimiz

inancını da korur.

disiplinin erken eleştirel teorisyenleri

tarafından bu aileye kabul edilmelerini sağlamamıştır.

104 Epistemoloji sorununun ontolojik kabullerden kaynaklandığını

ve farklı ontolojik kabullerle bu sorunun aşılabileceğini öne sürer. Aslında inşacılar,

Uluslararası İlişkiler disiplininin epistemolojik sorunlarla tıkanıp kalmasından

rahatsızdırlar. Pozitivist ve postpozitivistler arasındaki epistemoloji tartışmasının

disiplini bir yere götürmediğini öne sürerler.105

Ontolojik olarak, eleştirellerle aynı şekilde dünyanın sosyal olarak inşa edildiği

görüşünü kabul ederler. Fakat bu noktada postmodernlerin gerçekliğin yalnızca dille

103 Örneğin, İnşacılığın (constructivism) doğrudan isim babası olan Nicholas Onuf yaklaşımının Habermas’ın eleştirel sosyal teorsine dayandığını belirtmektedir. Nicholas Onuf, “Worlds of Our Making: The Strange Carrer of Constructivism in International Relations”, Donald J. Puchala (der.), Visions of International Relations (Columbia: University of South Caroline Press, 2002), s. 126. 104 Ibid. 105 Onuf’a göre, pozitivistlerin epistemoloji konusundaki kendine güvenleri ile post-pozitivistlerin yöntemi bütünüyle kenara atmalarının yarattığı çıkmazın tek çıkış yolu ontolojide yatmaktadır. Ibid. Wendt’e göre ise asıl önemli olan “orada/bizim dışımızda ne olduğunu bulmaktır, bunu nasıl bildiğimiz değil”. Alexander Wendt, Social Theory of International Politics, s. 40.

Page 47: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

38

inşa edildiği iddiası kadar ileri gitmez, dilden bağımsız bir gerçekliğin de var

olduğunu ve epistemolojik açıdan bu gerçeklik hakkında bilgi sahibi olunabileceğini

kabul ederler. Gerçekliğin sosyal olarak inşa edildiği argümanı, inşanın öznelerarası

anlamlar yoluyla gerçekleştirildiği sonucuna varır. Fakat inşacılar bu sosyal

dünyanın (ya da gerçekliğin) inşasında materyal olanı da bütünüyle reddetmez,

gerçekliğin sosyal inaşasının materyal zeminde ve materyal olan unsurların

yardımıyla gerçekleşeceğini öne sürerler.106

Bir diğer ontolojik kabul ise, yapı-eden tartışmasının temelini hazırlamış olan

yapı ve edenin birbirini karşılıklı olarak inşa ettiği varsayımıdır. İnşacı yaklaşım,

edeni öncelikli konuma getiren bireyci ve yapıya öncelik veren bütüncü ontolojilerin

aksine, ontolojik eşitlik üzerine kurulmuştur. Yapı ve edene tanınan bu eşitlik,

pozitivizmin epistemolojik özne-nesne ayrımının aşılmasını da sağlamaktadır.

Kökeni Anthony Giddens’in yapılanma (structuration) teorisine

107

İnşacı yaklaşımlar metodoloji konusunda ise yorumsamacı stratejilerin altını

çizerler, fakat metodolojik farklılıkları barındıracak şekilde eklektik ya da Onuf’un

deyimiyle bricoleur

dayanan bu

önerme Uluslararası İlişkilere aktarıldığında uluslararası ilişkilerin tek bir etmenle

açıklanmasının (bütüncü-bireyci açıklamaların) önüne geçilmiş olunur.

108

106 Emanuel Adler, “Seizing the Middle Ground: Constructivism in World Politics”, European Journal of International Relations, Cilt 3 (3), 1997, s. 333.

oldukları da söylenebilir.

107 Yapılanma teorisi, yapı ve edenin birbirine karşılıklı bağımlılığını vurgulamaktadır. Giddens’e göre, sosyal sistemlerin yapısal özellikleri hem pratiklerin sonucudur, hem de bu pratiklerin ortaya koyulabilmesine olanak verir. Bu bağlamda Giddens’e göre, toplumu yaratanlar insanlardır, fakat bunu tarihsellikleri içinde konumlanmış olarak yaparlar. Bu yaklaşımda, yapısalcılarda olduğu gibi edeni doğrudan belirleyen bir yapı ya da bireyci yaklaşımlardaki gibi bağımsız bir eden yerine her ikisinin de etkileşim halinde olduğu öne sürülür. Yapılar Giddens’e göre etkileşimin hem koşulu, hem de sonucu olmaktadır. Ontolojik olarak böyle bir yaklaşımda yapı da, eden de aynı madalyonun iki yüzü gibi algılanmaktadır. Yapılanma teorisiyle ilgili daha detaylı bilgi için bkz. Anthony Giddens, Central Problems in Social Theory: Action, Structure and Contradiction in Social Analysis (Londra: Macmillan, 1979). Ayrıca daha güncel olan ve eleştirileri de gözönüne alan bir çalışma için bkz. Anthony Giddens, New Rules of Sociological Method: A Positive Critique of Interpretative Sociologies (Cambridge: The Polity Press, 2nd edition, 1998). 108 Onuf’un Levi-Strauss’tan ödünç aldığı bu terim, herhangi birşeyi elinde hangi materyal varsa onunla inşa eden [inşa etmek eylemi bricolage] anlamında kullanılmaktadır. Onuf, “Worlds of Our Making”, s. 126.

Page 48: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

39

Bir yandan sosyal dünyada anlamların önemini vurgulaması, diğer yandan bu

sosyal dünyada materyal gerçekliklerin varlığını da kabul ediyor olması inşacı

yaklaşımı ister istemez bir “orta yol” konumuna getirmektedir. Bazı görüşlere göre

bu “orta yol” daha radikal yaklaşımlarla geleneksel yaklaşımlar arasında köprü

olabilmek ve Eleştirel Uluslararası Teoriyi geliştirmek için yapılmış bilinçli ve doğru

bir tercihtir;109

Eleştirel teorilerle karşılaştırılması bağlamında inşacı yaklaşımın ortak noktaları,

argümanları ve kabullerinden söz edilmiş olsa da, aslında bunların ötesinde kendi

içinde görüşbirliğine sahip tek bir inşacılıktan söz etmek olanaklı değildir. Bu

çerçevede yaklaşım, her biri yaklaşımın hem içinden, hem de dışından eleştirilmiş

olan birçok farklı sınıflandırmaya tabi tutulmuştur.

bazı görüşlere göre ise Eleştirel projeye zarar vermektedir.

110 Bu sınıflandırmalarda genel

eğilim, modernist-postmodernist ya da geleneksel-postmodernist, radikal-ılımlı veya

radikal-orta yolcu inşacılık ayrımları yapmak yönünde olsa da, hem bu çalışmanın

özelinde, hem de genel olarak kanımca inşacı/constructivist yaklaşım olarak

adlandırılmaya en uygun olanlar modernist, ılımlı ya da orta yolcu olarak tanımlanan

yaklaşımlardır. Ne varki bu orta yolcu inşacıların da kendi aralarında tam bir

görüşbirliği olduğunu söylemek olanaklı değildir. Bu çerçevede karşımıza yeni bir

sınıflandırma çıkmaktadır: sert (hard) ve ılımlı (soft) inşacılar.111

109 Bkz. Richard Pierce ve Christian Reus-Smit, “Critical International Theory and Constructivism”, European Journal of International Relations, Cilt 4 (3), 1998.

İnşacı

yaklaşımların birbirlerinden ayrıldıkları noktaları görmek ve böylece yaklaşım

hakkında daha sağlam bir değerlendirme ortaya koyabilmek için, iki tarafın öncü

teorisyenlerinin görüşlerini açıklamak önemli görünmektedir. Bu bağlamda

yaklaşım, bir yanda inşacılığı literatüre tanıtan ve sert inşacı olarak tanımlanan

Nicholas Onuf, diğer yanda da inşacılığı Uluslararası İlişkilerde günümüzdeki

110 Örneğin, Hopf inşacılığı geleneksel ve eleştirel inşacılık olarak ikiye ayırmakta ve aslında bu çalışmada ‘inşacılık’ terimine karşılık kullanılan yaklaşımı geleneksel, ‘Eleştirel Uluslararası Teori’ terimine karşılık olarak da, tüm Eleştirel Teorileri inşacı teoriler olarak görerek, ‘eleştirel inşacılık’ altında sınıflandırmaktadır. Ted Hopf, “The Promise of Constructivism in International Relations Theory”, International Security, Cilt 23 (1), 1998. Price ve Reus-Smit ise, modernist ve postmodernist inşacılık olarak iki kategori sunmakta, modernist inşacılığı da, sistemik ve bütüncül (holist) olarak iki kategoriye ayırmaktadır. Price ve Reus-Smit, “Critical International Theory and Constructivism”. 111 Bu sınıflandırma için bkz. Ronen Polan, “A World of Their Making: An Evaluation of the Constructivist Critique in International Relations”, Review of International Studies, Cilt. 26, 2000, s. 576.

Page 49: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

40

“üzerinde en fazla tartışılan yaklaşım” konumuna getiren ve ılımlı inşacı olarak

tanımlanan Alexander Wendt’in görüşleri üzerinden tartışılacaktır.

A. Uluslararası İlişkilerde Kurallar ve Onuf’un İnşacılığı

World of Our Making112 başlıklı eseriyle inşacılık/constructivism terimini

Uluslararası İlişkilerle ilk kez tanıştıran Onuf, post-yapısalcı tahrip karşısında

Uluslararası İlişkileri yeniden inşa etmeyi amaçlamıştır.113

Onuf inşacılığın genel çerçevesi içinde –ya da kendisinin inşacılık için çizdiği

çerçeveyle- pozitivizmi eleştirmekte, fakat post-yapısalcılıkla ulaşılan herhangi bir

teori oluşturma gereğini bir kenara atmak noktasında kendi yolunu çizmeyi uygun

bulmaktadır. Onuf teorisine “başlangıçta edim vardı”

114 diyerek başladığı teorisini,

bir yanda başlangıcı olgular olarak gören, gerçekliği verili olarak alan teorilerle,

diğer yanda sözleri, fikirleri başlangıç olarak alan ve tüm olguları dile bağlayan, dil

dışındaki gerçekliği reddeden yaklaşımların ortasına yerleştirir. Onuf’a göre

başlangıcı edim olarak kabul etmek, felsefi bir konum olarak birey ve toplumların

birbirilerini karşılıklı olarak inşa ettiklerini kabul etmek demektir. Fakat birey ve

toplumların birbirlerini karşılıklı olarak inşa ettiğini söylemek, bunun yalnızca

düşünceyle ya da dille yapıldığı anlamına gelmemektedir. İnşacılık, materyal ve

sosyal olan arasında keskin bir ayrıma gitmez ve ikisinden birine diğerini yok

sayacak şekilde üstünlük tanımaz.115

Giddens’in yapılanma teorisini dayanak alan Onuf’a göre, uluslararası ilişkiler

dahil her tür sosyal ilişki herzaman için edenlerin ve bu edenlerin içinde yaşadıkları

dünyanın birbirini karşılıklı olarak inşa ettiği bir süreçtir. Bu sosyal inşa süreci,

konuşma ve konuşmanın türevi olan kurallar aracılığıyla gerçekleştirilir. Bu

bağlamda, Onuf’un inşacı yaklaşımında ve dolayısıyla da uluslararası ilişkilere

112 Nicholas Greenwood Onuf, World of Our Making: Rules and Rule in Social Theory and International Relations (Columbia: University of South Caroline Press, 1989). 113 Onuf daha sonraki çalışmalarında, disiplini yeniden inşa etme çabasının bir teori kurmak demek olmadığını, zaten inşacılığın da başlı başına bir teori olmadığının altını çizerek vurgulamıştır. İnşacılık Onuf’a göre bir teori değil, birçok teoriyi biraraya getirme olanağını sağlayan bir çerçevedir. Onuf, “Worlds of Our Making”, s. 137. 114 Ibid., s. 35. 115 Ibid., s. 40.

Page 50: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

41

yaklaşımında dil ve kurallar116 temel analiz araçlarıdır.117 Onuf’un yaklaşımında

insanlar dünyalarını konuşarak kurarlar, konuşmak yapmak demektir. Bu argümanın

temelinde söz edimi (speech acts) yatmaktadır.118 Söz edimi, başka birisini bir

eylemde bulunmaya yönelten konuşmayla gerçekleştirilen eylemdir. Bir söz edimi

sık sık benzer sonuçlarla tekrarlanırsa artık bir anlaşmaya/mutabakata dönüşür ve

insanlar sürekli yaptıkları birşeyi artık aynı şekilde yapmaya devam etmeleri

gerektiğine karar vererek bu mutabakatı bir kurala dönüştürmüş olurlar.119

Kendi sosyal dünyalarını ve aynı şekilde uluslararası ilişkilerini kuran insanlar

Onuf’un yaklaşımındaki edenlerdir. Fakat aynı zamanda insanların eden konumuna

gelmesinde kuralların da kurucu etkisi vardır. Kurallar insanlara ne yapmaları

gerektiğini söyler,

120 paylaşılan anlamları olanaklı kılar ve insanlara en temelinde

kurala uyma/uymama seçenekleri sunarak bunlar üzerinden eylemde bulunulmasını

sağlar.121

Kurallar, edenlerin pratiklerine ve birbirlerine

122

116 Dil ve kurallar da birbirini inşa ettiğinden ayrılamaz kabul edilmektedir.

bağlıdırlar, fakat edenlerin

eylemlerinin niyet edilmemiş sonuçları da vardır. Kurallar ve kurallara bağlı, niyet

edilmiş ya da edilmemiş tüm pratikler kalıcı (değişmez değil) kalıplar olarak

117 Onuf burada Habermas’ın “konuşma eylemi” teorisine dayanmakta, fakat Habermas’tan hedeflerinin farklılığı dolayısıyla ayrıldığını ileri sürmektedir. Habermas’ın hedefi iletişim rekabeti ile ilgili bir teoriye ulaşmak olmasına karşılık, Onuf hedefini dilde yerleşik fonksiyonel kural kategorilerine ulaşmak olarak açıklamaktadır. Ibid., s. 82-83. 118 Onuf, “Worlds of Our Making”, s. 126. 119 Nicholas G. Onuf, “Constructivism: A User’s Manual”, Vendulka Kubalkova, Nicholas G. Onuf and Paul Kowert (der.), International Relations in a Constructed World (Armank, N.Y: M.E. Sharpe, 1998), s. 66. 120 Onuf, World of Our Making, s. 51 121 Onuf, “Constructivism”, s. 60. 122 Onuf, öğretici kurallar (instruction rules), yönlendirici (direction rules) ve taahhüt eden kurallar (commitment rules) şeklinde fonksiyonel kural kategorileri belirlemiştir. Bu kategorilerin tümü, hem fonksiyonel açıdan, hem de içerik açısından birbirine bağlıdır. Öğretici bir kural, talimat ve taahhaüt eden bir kuralla desteklendiği sürece güçlenir ve edenlerin meşru olarak gördükleri resmiyeti sağlarlar. Örneğin, Onuf egemenlik kurumunu bu şekilde açıklamaktadır: egemenlik öğretici bir kuraldır (devletin egemen olduğunu söylemesi); bu öğretici kural tanıma olarak adlandırılan taahhüt edici bir kuralla desteklenir ve bu iki kural birbirini desteklediği oranda ve sürece devlet olmaklığın materyal ve sosyal koşulları tanımlanmış, kurumlaşmış olur. Bu koşullar da aslında bir diğer öğretici kural yaratmış olur. Onuf, “Constructivism”, s. 68-69. Daha detaylı bilgi için bkz. Onuf, World of Our Making.

Page 51: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

42

kurumları meydana getirirler.123

Toplumun yapısı,

Kurumlar, kurallar ve edenlerin pratiklerinin niyet

edilmemiş sonuçlarının toplamı da toplumun yapısını meydana getirir.

124 edenlerin kendi inşa ettikleri bu dünyada, eylemlerini

sınırlayan gerek materyal, gerekse de sosyal koşulları barındırır. Yani, söz edimleri,

dolayısıyla da kurallar yoluyla kendi sosyal dünyalarını inşa eden edenler, aslında

dünyalarını kurarken bütünüyle özgür değillerdir. Onuf’a göre edenlerin

özgürlükleri, önlerindeki materyal ve sosyal sınırlılıkları anladıkları ölçüde

artacaktır.125

Bu çerçevede, Onuf’un inşacı yaklaşımında uluslararası ilişkiler de, kendine

yeterli birçok toplumdan oluşmuş bir toplum olarak insanların kurdukları

dünyalardan birisidir.

126 Uluslararası ilişkiler dünyasının edenleri sosyal

topluluklardır, fakat bu geleneksel Uluslararası İlişkiler yaklaşımlarındaki verili

devlet anlamına gelmemektedir. Sosyal topluluklar da bireylerin kural yönelimli

davranışlarıyla üretilmiş,127

123 Ibid., s. 61.

yani sosyal olarak inşa edilmiş varlıklardır. Uluslararası

ilişkiler dünyasının bu edenleriyle yapıyı birbirine bağlayan ya da uluslararası

ilişkilerde ‘ilişki’ olarak belirlediğimiz kalıplar da, Onuf’a göre kurallardır. Bu

bağlamda uluslararası ilişkilerin temel kavramları kural olarak analiz edilmelidir.

Örneğin, bu durumda geleneksel Uluslararası İlişkiler yaklaşımlarınca (özellikle

neorealizm) uluslararası sistemin yapısı olarak analiz edilen anarşi, Onuf’un inşacı

yaklaşımda bir kuraldan öte bir durum değildir. Bu bakış açısının uluslararası

ilişkiler açısından en önemli sonucu, kuralların değiştirilebileceği fikrine

ulaşılabilmesidir. Kurallar insanların söz edimiyle oluştuğundan (ya da uluslararası

ilişkiler açısından sosyal topluluklar tarafından yaratıldığından) değiştirilmeleri de

olanaklı hale gelmektedir. Fakat kuralların da kurucu özellikleri vardır ve başka

kurallarla desteklendikçe, yani kurumlaştıkça değiştirilmeleri güçleşir. Bu durumda

124 Onuf, sosyal düzenlemeler demeyi tercih ediyor ve tüm inşacılara da yapı sözcüğünü sözlüklerinden çıkarmasını tavsiye ediyor. 125 Ibid., s.65. 126 Ibid., s. 61. 127 Steve Smith, “Foreign Policy Is What States Make of It: Social Construction and International Theory”, Vendulka Kubalkova (der.), Foreign Policy in a Constructed World (Armonk, NY: M. E. Sharpe, 2001), s. 52.

Page 52: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

43

edenlerin önlerindeki bu sınırlılıkların farkına varmaları oranında, inşa ettikleri

dünyanın kendilerini kısıtlayan koşullarından sıyrılabilmeleri ya da eden olma

kapasitelerini artırmaları ve kurdukları dünyayı değiştirebilmeleri olanaklı olacaktır.

Bu bakış açısının Eleştirel Uluslararası Teorinin özgürleşim hedefiyle benzerlik

taşıdığını söylemek olanaklıdır. Onuf’un inşacılığının sert (hard) inşacılık olarak

tanımlanmasındaki önemli kriterlerden birisi de Eleştirel Teorilere olan yakınlığıdır

denilebilir.

Onuf’un çizdiği çerçevede inşacı yaklaşımın dış politika analizi açısından açık ya

da hazır bir çerçevesi olduğu söylenemez. Fakat edenler, kurallar ve kurumlar

temelindeki inşa edici sosyal pratikleri dış politika davranışları dilinde okumak, yani

dış politika analizlerine uyarlamak olanaklı görünmektedir. Onuf’un yaklaşımı dış

politika alanına, yine yaklaşımının temelini oluşturan kurallar yoluyla girmektedir.

Kurallar, kurumlar ve bireylerle şekillenen yaklaşım, kurumlar, kurallar ve bireyler

arasındaki ilişkiye odaklanan geleneksel dış politika analizleriyle uyumlu

görünmektedir. Bu bağlamda inşacılığın, Onuf’un çizdiği çerçevede bürokratik

politika/örgütsel süreç modeliyle örtüştüğünü söylemek olanaklıdır.128

Bu noktada,

Onuf’un inşacı yaklaşımının sosyal gerçekliğin inşa edildiği kabulüyle bürokratik

politika modelinin rasyonel-pozitivist çerçevesini değiştirmesinin dış politika

analizleri için uygun bir çerçeve yarattığı düşünülebilir. Fakat Onuf’un analiz aracı

olarak söz edimine odaklanması, yine geleneksel dış politika analizleriyle benzer bir

sorun yaratmaktadır. Onuf’un yaklaşımında temel argüman ‘konuşmak yapmaktır’

olduğundan, analizler söz edimi ve söz ediminin nasıl ortaya çıktığı ile

ilgilenmektedir. Bu bağlamda, Onuf’un çerçevesiyle geleneksel dış politika

analizlerinde olduğu şekilde, dış politikayı oluşturan söz edimlerinin nasıl

oluştuğunu ortaya çıkarmak olanaklıyken, ortaya çıkan eylemi, yani dış politikayı

analiz etmeyi sağlayacak çerçeve eksik görünmektedir.

128 Onuf kendisi de karar verme yaklaşımlarını eyleme değil, zihinsel süreçlere odaklandıkları için pasif olmakla eleştirirken, bürokratik politika modelinin birey ya da devlete değil, eyleme odaklandıgı için pasif olmayan tek DPA olduğunu söylemiştir. Onuf, “Worlds of Our Making”, s. 232-233.

Page 53: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

44

B. Uluslararası Politikanın Sosyal Teorisi ve Wendt’in İnşacılığı

Alexander Wendt, çerçevesini çizdiği inşacı yaklaşım dolayısıyla Uluslararası

İlişkiler literatüründe son on yılda üzerinde en çok tartışma yürütülen isimlerden

birisi haline gelmiştir. Temel olarak, disiplinde Waltz’un neorealizmine karşı bir atak

olarak başlattığı çalışmaları, uluslararası ilişkiler için sosyal bir teori kurma

girişimine ulaşmıştır. Wendt, Social Theory of International Politics başlıklı eserinde

amacını, “devletler sisteminin ontolojisini yazmak” olarak açıklamıştır.129

Wendt yaklaşımını bir yandan Onuf gibi yapılanma teorisine, diğer yandan ise

bilimsel realizme dayandırmaktadır. İnşacı yaklaşımın temelinde, epistemoloji

sorununu postmodernler kadar ileri götürmeme eğilimi yatsa da, Wendt bu konumu

daha da ileri götürmektedir. Wendt, ontolojik olarak post-pozitivist bir duruşa

sahipken, epistemolojik olarak bir pozitivist olduğunu söylemektedir.

130

Bilimsel realizm, ortaya koyduğu argümanlarla epistemoloji ile ontolojiyi ilişkili

hale getirdiğinden, yalnızca epistemolojik dayanak olarak görülebilecek bir felsefi

konum değildir. Bilimsel realizme göre bilimsel bilginin nesneleri gözlemleyenlerin

zihinlerinden bağımsızdır.

Wendt’i

teorik tartışmaların merkezine yerleştiren en önemli unsurlardan birisi de

epistemolojik ve ontolojik duruşları arasındaki bu farklılıkta yatmaktadır. Bu durum

Wendt’in epistemolojik çerçevesini bilimsel realizme dayandırmasından

kaynaklanmaktadır.

131

129 Wendt, Social Theory of International Politics, s. 6.

Fakat, pozitivizmden farklı olarak bilimsel bilgi

yalnızca gözlemlenen olgulara dayandırılmaz, gözlemlenemeyen varlıklar da etkileri

gözlemlenebildiği oranda bilimsel teoriye dahil edilir. Varlıkların kendilerini

130 Wendt, Social Theory of International Politics, s. 90. Wendt’in kendisini pozitivist olarak tanımlamasının doğru olmadığı, pozitivizm çerçevesine de girmediği birçok çalışmada belirtilmiştir. Örneğin, Smith’e göre, bir kere Wendt’in yaklaşımını dayandırdığı bilimsel realizm pozitivizmle uyumlu değildir ve bu durumda Wendt’in kendisini pozitivist olarak adlandırması olanaklı değildir. bkz. Steve Smith, “Wendt’s World”, Review of International Studies, Cilt l 20 (1), 2000, s. 153 ve Fred Chernoff, “Scientific Realism as a Meta-Theory of International Politics”, International Studies Quarterly, Cilt. 46 (2), 2002, s. 194. Chernoff’a göre de Wendt için daha doğru bir tanımlama, ampirik yönteme inandığı şeklinde olabilirdi. 131 Jeffrey T. Checkel, “Constructivist Approahes to European Integration”, Arena Seminar Paper Series 06/2006 (Oslo: Center for European Studies, Mayıs 2006), s. 13-14; http://www.arena.uio.no/events/seminarpapers/2006/Checkel_May06.pdf, erişim tarihi: 31 Mayıs 2006.

Page 54: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

45

gözlemleyemesek bile etkilerini gözlemleyebildiğimiz için de gerçek varsayılırlar.132

Bu temelde bizim dışımızda, akıldan, dilden bağımsız bir gerçekliğin var olduğu ve

bilimsel bilgiyle bu gerçekliğe ulaşılabileceği görüşü kabul edilmektedir. Bilimsel

realizmin epistemolojiyi bu şekilde ontolojiye bağlamış olması, Wendt’in kendisine

teorik temel olarak bilimsel realizmi seçmesinde etken olmuştur.133 Çünkü Wendt,

daha önce de belirtildiği şekilde, disiplinde epistemoloji tartışmalarının yarattığı

uzlaşmazlıkların ontoloji yoluyla çözülebileceğini düşünmektedir.134

Wendt’in ontolojisi sosyal gerçekliğin inşa edildiği görüşüne dayanmaktadır. Bu

ontolojik konumuyla yapılanma teorisini takip eden Wendt,

135 yapı ve edenlerin eşit

ontolojik konumlara sahip olduğu ve birbirlerini karşılıklı olarak inşa ettikleri

görüşüne katılarak,136 inşacı yaklaşımının temellerini hazırlar. Fakat Wendt, yapı-

eden konusunda aslında yapılanma teorisinden daha fazla bilimsel realizme

dayandığından,137 yapılara “gerçeklik” atfetmektedir. Bu bağlamda yapılar,

gözlemlenememelerine karşın edenler üzerindeki etkileri gözlemlenebildiğinden

“gerçek” olarak analiz edilebilir ve dolayısıyla da nedensel mekanizmaların ortaya

çıkarılmaya çalışıldığı ‘bilimsel’ analizlere dahil edilebilirler.138 Bir başka deyişle,

birbirini karşılıklı olarak inşa eden yapı ve edenler varsayımı nedensel etkilerin

analizine olanak vermediğinden,139

132 Alexander Wendt, “The Agent-Structure Problem in In ternational Relations Theory”, s. 357.

Wendt “gerçeklik” yüklediği yapılara ontolojik

bir bağımsızlık sağlar ve böylece inşacı analizlere geleneksel teorilerin nedensel

etkilerini de dahil etmiş olur. Bu bağdaştırma, sosyal ‘bilim’den yana olan,

epistemolojik olarak pozitivistlerin tarafında yer aldığını öne süren ve aynı zamanda

133 Chernoff, “Scientific Realism as a Meta-Theory of International Politics”, s. 193. Makalede ayrıca, Wendt’in bu dayanağının geçerli olmadığı, nitekim epistemoloji sorunlarından sıyrılıp ontolojik sorunlar üzerinde anlaşmanın disiplinde birliği sağlayacak bir yol sunmadığı tartışılmaktadır. 134 Wendt, Social Theory of International Politics, s. 40; 47-91 ve özellikle 90-91. Wendt kitabının sonuç bölümünde, İnşacı ontolojinin pozitivist epistemolojiyle uyumlu olmayacağı, bunun yerine post-pozitivist bir epistemolojiye sahip olunması gerektiği iddiasına, bilimsel realizmle karşı çıkmaya çalıştığı ve bunu da başardığı şeklinde karşılık vermektedir. 135 Wendt, yapılanma teorisinin de altında yatan felsefi düşüncenin bilimsel realizm olduğunu öne sürmektedir. Wendt, “The Agent-Structure Problem in International Relation Theory”, s. 350. 136 Ibid., s. 360. 137 Gould, “What is at Stake in the Agent-Structure Debate?”, s. 84. 138 Maja Zehfuss, Constructivism in International Relations: The Politics of Reality (Cambridge: Cambridge University Press, 2002), s. 13. 139 Çünkü nedensel etkiler demek, birbirinden bağımsız unsurların birinde meydana gelen bir değişikliğin diğerini nasıl etkilediğini analiz etmek anlamına gelmektedir.

Page 55: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

46

gerçekliğin sosyal olarak inşa edilmiş olduğunu da savunan Wendt için kaçınılmaz

görünmektedir.

Wendt’e göre yapı ve edenler, inşacı yaklaşımın çerçevesine uygun olarak

öznelerarası anlamlarca üretilen sosyal pratikler yoluyla inşa edilirler. Fakat yapıların

öznelerarası anlamlarca inşa edilmiş olması, edenlerin sosyal pratiklerine

indirgenebileceği anlamına gelmediği gibi, yalnızca anlam ya da düşünceden ibaret

oldukları anlamına da gelmemektedir. Wendt’e göre yapılar, düşünsel unsurlar kadar

materyal koşulları da içermektedir. Fakat bu materyal koşullar da ancak onları

oldukları şey haline getiren anlamlar sayesinde bir etkiye sahip olabilirler. Bu

noktada Wendt, tüm gerçekliğin anlam/söylemden ibaret olduğunu söyleyen

yaklaşımların dilini kullanmış olsa da, materyal güçlerin düşüncelerden bağımsız

nedensel etkilerini reddetmemekte, fakat bu materyal güçlerin onlara yüklenen

anlamların oluşturduğu bağlamdan daha az önemli olduklarını öne sürmektedir.140

Yapılar gibi edenlerin de öznelerarası anlamlarca inşa edildiğini öne sürerek

Wendt, doğrudan kimlik konusuna girmektedir. Wendt’e göre kimlik,

edenlerin/aktörlerin motivasyonel ve davranışsal eğilimlerini yaratan unsurdur.

Kimlik, edenler/aktörlerin kendilerini anlamasına dayanmaktadır. Fakat bu anlayış,

‘öteki’ edenlerin/aktörlerin de bir şekilde aynı anlayışı yansıtıp yansıtmamalarına da

bağlı olduğundan, öznelerarası niteliğe sahiptir.

141

Bu bağlamda Wendt, öncelikle neorealizmin uluslararası sistemin yapısı

konusundaki görüşlerini çürütmektedir. Wendt’e göre neorealistlerin uluslararası

Öznelerarası sosyal pratiklerle

inşa edilen kimlik, Wendt’in inşacı uluslararası ilişkiler yaklaşımının da anahtar

kavramıdır. Wendt’e göre kimlik (ve çıkarlar) öznelerarası pratikler yoluyla

yaratıldığından, uluslararası politikanın işlediği yapı da verili alınamaz, sosyal olarak

inşa edilmiştir. Başka bir deyişle, uluslararası ilişkilerin üzerinde işlediği yapı,

kimliklerini öznelerarası pratikler yoluyla inşa etmiş aktörlerin, yine öznelerarası

niteliğe sahip sosyal pratikleri yoluyla (etkileşim) inşa edilmiştir.

140 Wendt, Social Theory of International Politics, s. 136. 141 Ibid., s. 224.

Page 56: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

47

sistemin yapısı olarak tanımladıkları ve verili olarak aldıkları ‘anarşi’nin öznelerarası

pratiklerden bağımsız bir mantığı yoktur.142

Aktörlerin eylemlerini yönlendiren yapıyı yaratan kolektif anlamlar olduğundan,

“anarşi devletlerin yaptığı birşey”dir.

143 Bu kolektif anlamlar ise aktörlerin kimlikleri

ile ben ve öteki kavramsallaştırmalarıyla ilişkilidir. Wendt’e göre, uluslararası

ilişkilerin aktörleri (insanlar gibi) nesnelerin kendileri için ifade ettiği anlama göre

hareket ederler. Ben ve öteki kavramsallaştırması da sosyal etkileşimle

yaratılmaktadır.144 Ben ve öteki kavramsallaştırmasının değiştiği noktada, aktörlerin

etkileşimle yarattığı güvenlik kültürünün de değişmesi olanaklıdır. Çünkü ben ve

öteki kavramsallaştırması değiştiğinde, aktörlerin çıkarları da değişecektir. Bu

çerçevede Wendt’in yaklaşımında çıkarlar doğrudan kimliklere bağlanmıştır. Çıkar,

bir aktörün ne istediğini belirleyen unsurdur, fakat bir aktörün ne istediğini bilmesi

için öncelikle kim olduğunu bilmesi gerekli olduğundan, çıkarları yaratan da

kimliklerdir145 Wendt’in çıkarları kimliklere, kimlikleri de öznelerarası (kolektif)

anlamlara bağlayan bu yaklaşımı uluslararası sistemin değişmez olduğu varsayımını

çürüterek anarşik yapının değiştirilme olanağını aktörlerin eline verdiği, yani yapıyı

bütünüyle edenlerin inşasına bıraktığı anlamında okunmamalıdır. Çünkü Wendt,

yapının değiştirilme olanağı olmasına karşın, yapının da edenler üzerinde kurucu

etkisi olduğu görüşünden hareketle bunun kolay olmadığını yaklaşımına eklemeyi

ihmal etmemektedir.146 Kimlik ve çıkar yapıları bir kez oluştuktan sonra, bu sosyal

yapı aktörler için sosyal bir geçeklik haline geldiğinden (birimlerinden bağımsız bir

hayata sahip olduğundan) dönüşmeleri kolay değildir147

142 Alexander Wendt, “Anarchy is What States Make of it: The Social Construction of Power Politics”, International Oranization, Cilt 46 (2), 1992, s. 395.

ve bu yapı ne kadar

içselleştirilmişse, dönüşmesi de o kadar zor olacaktır. Wendt’e göre yapıyı

(uluslararası sistemin anarşik yapısını) değiştirmenin yolu, kimliklerin ‘kolektif

kimlik’ oluşturacak şekilde değişmesidir. Yani, Wendt’e göre uluslararası ilişkiler

143 Ibid. 144 Ibid. 145 Wendt, Social Theory of International Politics, s. 231. 146 Ibid., s. 313. 147 Martin Hollis ve Steve Smith, “Beware of Gurus: Structure and Action in International Relations”, Review of International Studies, Cilt 17, 1991, s. 402.

Page 57: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

48

aktörlerinin tek tek kimliklerini (ve çıkarlarını) değiştirmesi, uluslararası sistemin

yapısını değiştiremez.148

Wendt’in uluslararası ilişkiler dünyasında kimlikleri sosyal olarak inşa edilmiş

edenleri devletlerdir. Wendt’in bakış açısına göre uluslararası ilişkiler devletler,

devletler arası etkileşimler ve devletler ile uluslararası yapının karşılıklı

etkileşiminden meydana gelir. Bu bağlamda Wendt de geleneksel Uluslararası

İlişkiler teorileri (realizm, neorealizm) gibi devlet merkezci bir teori kurmaktadır.

Üstelik Wendt’te devlet merkezcilik, geleneksel pozitivist Uluslararası İlişkilerde

olduğundan farklı olarak “gerçek”tir. Yani Wendt, birey düzeyi analizleri dışlamanın

ötesinde, devlet merkezci analizlerin de bir adım önüne geçmekte ve devletin

yalnızca analitik kaygılarla “gerçekmiş gibi” alınmasına karşı çıkmaktadır. Devletler

gerçektir, çünkü gözlemlenebilir etkiler yaratırlar.

149 Wendt’e göre devletler inanç,

istek ve niyet gibi insani özellikleri (edenliği) yükleyebileceğimiz gerçek

aktörlerdir.150 Yani, Wendt’in yaklaşımında “devletler de insandır”.151

Nasıl toplumun edenleri bireyler/insanlarsa, Wendt’e göre uluslararası sistemin

edenleri de devletler olmaktadır. Bu noktada da, nasıl toplumun edenleri olarak

insanlar verili ve sosyal etkileşim sürecine öncel kabul ediliyorsa, devletler de verili

ve sosyal sürece öncel olarak alınmalıdır. Devletleri ontolojik olarak sosyal öncesi ve

içsel yapılarca inşa edilmiş kabul eden Wendt, uluslararası politika analizinin

devletler sistemiyle ilgili olduğu ve dolayısıyla da bu içsel inşa sürecini içermesi

gerekmediği için devletin verili alınabileceğini öne sürmüştür. Bu bağlamda

Wendt’in yaklaşımında analiz odağı devletler arası sistemde etkileşim/sosyal

pratikler yoluyla inşa edilen kimlik ve yapılar olmaktadır. Wendt, tek tek devletlerin

148 Wendt, Social Theory of International Politics, s. 338. Wendt bu durumu, kimlik değişiminin mikro, oysa yapısal değişimin makro düzeyde gerçekleşmesi dolayısıyla yapısal değişimin kolektif kimlikle ilgili olması gerektiği şeklinde açıklamaktadır. Wendt’e göre mikro yapılar, edenler/aktörler düzeyini kapsamaktadır. Örneğin, bu bakış açısına göre, tek tek devletlerin davranış ve etkileşimi üzerinden yapılan uluslararası politika analizleri mikro yapısal açıklamalar olmaktadır. Makro yapılar ise, doğrudan sistem düzeyini tanımlamak için kullanılmaktadır. Wendt’in uluslararası sistemin yapısına atfettiği, edenlerden bağımsız varlık bu noktada da ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda da Wendt’e göre yapısal değişim, tek tek aktörlerin değil, sistemin bir özelliği olarak analiz edilmelidir. Bkz. Ibid., s. 147-157. 149 Ibid., s. 216. 150 Ibid., s. 197. 151 Ibid., s. 215.

Page 58: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

49

dış politikalarının ya da kimliklerinin inşasıyla değil, devletler sistemindeki

etkileşimin kurucu/inşa edici etkisine odaklanmak amacıyla devletin “bütüncül”

aktör olarak inşasıyla ilgilenmektedir.152

Wendt’in inşacı yaklaşımında devleti “bütüncül” aktör kabul etmesi, yalnızca Dış

Politika Analizi yaklaşımlarının diğer yaklaşımlara (realist) karşı ortaya

çıkışlarındaki en önemli neden olduğu düşünüldüğünde bile, dış politika analizine

uygun bir çerçeve yaratmadığı kolaylıkla öne sürülebilir. Bunun yanında “inşacı” bir

yaklaşımın teorik kaygılarla dahi olsa analizlerde bazı şeyleri verili olarak alması da

sorunlu görünmektedir. Wendt ise, bu tür eleştirilere amacının bir dış politika teorisi

değil, uluslararası politika teorisi kurmak olduğu ya da “Social Theory of

International Relations” kitabı bağlamında, “...kitabım devletler sisteminin sosyal

olarak inşa edilmişliğini nasıl anlamamız gerekir sorusunu sormaktadır, devletlerin

sosyal olarak nasıl inşa edildiğini değil”

153

Her ikisi de inşacı yaklaşım başlığı altında geçen ve birbirlerinden farklı görüşler

ortaya koymuş olan Wendt ve Onuf arasındaki fark, en temelde aslında yapının ne

olduğu konusunda ortaya çıkmaktadır. Sosyal yapıların öznelerarası anlamlarla inşa

edildiği noktasında birleşen Wendt ve Onuf, anlamın ne olduğu konusunda ayrılırlar.

Wendt’e göre gerçeklik kavramımız, bireylerin ona atfettikleri öznel anlamların bir

amalgamı olarak öznelerarasıdır. Yani, Wendt’e göre anlamlandırma, temelde

bireysel zihinsel bir eylem olarak görülmektedir.

şeklinde yanıtlamaktadır.

154

152 Ibid., s. 195.

Wendt’in “devletler de insandır”

demesi bu anlayışla ilintilidir. Analiz birimi devlet olan Wendt, anlamı/öznelerarası

anlamı yaratma işlevini devlete yükleyebilmek için devletlerin de insan olduğunu

söylemeyi seçmiştir. Buna karşın Onuf’a göre, devletler kendileri birer sosyal

inşadan ibaret olduklarından anlamı yaratamazlar. Onuf anlama kolektivist yaklaşır,

153 Alexander Wendt, “On the Via Media: a Reponse to the Critics”, Review of International Studies, Cilt 26, 2000, s. 174. 154 Wendt’in anlamı bu şekilde yorumlaması, sembolik etkileşimciliğe dayanmasından kaynaklanmaktadır. Sembolik etkileşimciliğe göre anlam, zihinsel bir eylemdir ve anlamlandırma eylemi öznel anlam yaratır. Onuf’un yaklaşımında ise anlama kolektivist yaklaşılır. Dilin gücü yadsınmaz, ama bir kelime ya da cümledeki hayatın gerçek kaynağı toplumda aranılır. Bu şekilde bir bakış açısı da anlamı bireysel yorumlama eyleminden, kural oluşturmanın kolektif eylemine götürür.

Page 59: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

50

anlamın gerçek kaynağını toplumda arar. Bu da Onuf’un inşacılığını bireysel

yorumlama eyleminden, kural oluşturmanın kolektif eylemine geçirir.155

Wendt’in devleti de insan varsayması Onuf’la aralarında fark yaratmaktan çok

daha fazla sorunludur. Wendt, devlet düzeyini bütüncül alma çabasıyla devleti de

insan yapmıştır. Oysa böyle bir kabulle devleti maddeleştirmekte ve inşacı

yaklaşımının altını oymaktadır. İnşacı yaklaşımda a priori bütüncül devlet

varsayımıyla Wendt, Doty’nin belirttiği şekilde, sanki bize uygun olduğu yerde

sosyal inşayı, olmadığı yerde ise maddeleştirmeyi tavsiye eder

156

Wendt temelde eden-liği insana dayandırmaktadır, fakat devleti bütüncül bir

toplam olarak ele almak uğruna, insanların meydana getirdiği hükümetlerin bir

toplamı olarak görmekten kaçındığından

görünmekle

çelişkiye düşmektedir.

157

Devletin edenliği konusuna bir başka açıdan da bakmak olanaklı, hatta gereklidir.

Devletin bireyler aracılığıyla eden olması yanında, devlet bireylerin edenliklerini

ortaya koyabildikleri sosyal bir bağlam olarak, aslında diğer yandan yapı olarak da

görülebilir. Bu noktada devletin yapı olarak bireye indirgenemeyecek, birey üzerinde

etkide bulunan fonksiyonları olduğu kabul edilebilir. Böyle bir yolla ulaşılacak birey

ve devletin birbirini karşılıklı inşa ettiği şeklindeki sonuç inşacı perspektifle daha

uyumlu görünmektedir. Ayrıca, bu yolla devlet yapı olarak görüldüğünde, bu yapının

nasıl inşa edildiği sorusu sorularak analizlere iç etkenlerin girişine de olanak

tanınmış olunur. Buna karşın Wendt, daha çok bilimsel realizme dayanmakla ve

devleti insan varsayarak bütüncül devlet

kabulüne ulaşmıştır. Aslında devlete edenlik yüklemek onu bütüncül kabul etmeyi

gerektirmez. Bu edenliğin hükümetler aracılığıyla gerçekleştiğini kabul ettikten sonra

devlete edenlik yüklemek sorunlu olmayacaktır. Bu aynı zamanda analizlere içsel

etkenleri de eklemenin bir yoludur ya da bunu gerektirir. Wendt’in yaklaşımının dış

politika açısından içsel etkenlere yer vermeyişinin ve bu bağlamda dış politika

analizine uygun bir çerçeve çizmeyişinin nedeni de bu noktada ortaya çıkmaktadır.

155 Polan, “A World of Their Making”, s. 582-583. 156 Doty, “Desire All the Way Down”, s. 138. 157 Colin Wight, “State Agency: Social Action Without Human Activity?”, Review of International Studies, Cilt 30, 2004, s. 276.

Page 60: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

51

devleti gerçek kabul etmekle devletin edenliğini bireylerin aracılığından da çıkarıp,

doğrudan, verili bir eden konumuna getirmektedir.

4. Dış Politikayı Analiz Etmek

Dış politka analizi yapmak için en iyi çerçeveyi hangi yaklaşım ya da yaklaşımların

sunduğunu ortaya çıkarmak çabasıyla Uluslararası İlişkilerin temel teorileri ve

yaklaşımlarının genelde uluslararası ilişkiler, özelde de dış politikaya ne şekilde

yaklaştıkları ortaya koyulmaya çalışıldıktan sonra, herhangi bir yaklaşım için dış

politikayı analiz etmenin “en iyi” yolunun bu olduğunu söylemek olanaklı

olmamıştır.

DPA dışında, geleneksel yaklaşımların en temelde devleti bütüncül varsaymakla

dış politikanın analizine olanak tanımadıkları açıktır. DPA’ler ise, daha önce de

değinildiği gibi, dış politikadan daha fazla dış politika kararlarının oluşturulma

süreçlerine odaklandıklarından yeterince açıklayıcı değillerdir. Bununla birlikte

geleneksel bireyci yaklaşımların tümü eden’e odaklanan yaklaşımlar olmalarına

karşın kendi analiz birimlerini açıklayacak çerçeveden yoksundurlar. Büyük oranda

pozitivist/rasyonalist çerçevelerinden kaynaklanan bir anlayışla buna ihtiyaç da

duymazlar. Örneğin realizmde devletlerin çıkarları insan doğasına dayandırılarak

verili kabul edilirken, nereden kaynaklandıkları sorusunu sormak, dolayısıyla da

analiz birimi olan devletin çıkarlarının nasıl inşa edildiği ve bu bağlamda da kim

oldukları sorusunu sormak anlamsız olmaktadır. Bir başka deyişle gerek idealizm,

gerekse de realizmde eden’leri farklılaştıran bir çerçeve olmadığından, bu

farklılıklara dayanarak bizatihi edenleri açıklamak da olanaksızdır. Yine, edene

odaklanan bireyci yaklaşımlar olan DPA’ler ise hemen bütünüyle eden’lerin

birbirinden farklılıklarını ortaya koymaya çalışmaktadır. Fakat edenleri bireyler olan

bu çalışmalarda, farklılıklar bilimsellik adına bireylerin psikolojik çevreleriyle

sınırlandırıldığından ve bu bireylerin içerisinde bulundukları sosyal bağlam

genellikle gözardı edildiğinden, belirli bir dış politika davranışının ancak hangi

süreçlerden geçerek ortaya çıktığını açıklamak olanaklı olmuştur. Oysa dış politikayı

edenlerin bakış açısından anlamak için nasıl sorusunun sorulabilmesi, bir başka

Page 61: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

52

deyişle belirli bir durumun nasıl çıkar olarak inşa edildiğinin görülebilmesi

gereklidir.158 Doğrudan kimlik konusuna giden bu biçimdeki bir akıl yürütme

yalnızca bireyci geleneksel yaklaşımlarca değil, pozitivist/rasyonalist epistemoloji

içinde çalışan tüm geleneksel yaklaşımlarca göz ardı edilmiştir. Örneğin, yapısalcı

bir geleneksel yaklaşım olan neorealizmde “birim ve çıkarları aynılaştıran yapı”

kavrayışı dolayısıyla eden’liğe zaten yer yoktur ve dış politika çıktıları uluslararası

sistemin tüm birimleri için aynı şekilde kendini kurtarma (self-help) ilkesi tarafından

şekillendirilmektedir. Bu bağlamda neorealist yaklaşımın aktörleri olarak devletlerin

fonksiyonel açıdan farklılıkları olmadığı varsayılır159

Nasıl sorusunun sorulabilmesinin yolu dış politika yapıcı unsurların verili

olmadığını kabul etmek, temelde de sosyal gerçekliğin inşa edildiğini kabul etmekle

olanaklıdır. Sosyal gerçekliğin, dolayısıyla da uluslararası ilişkilerin sosyal olarak

inşa edilmiş olduğu görüşü, kimliklerin nasıl inşa edildiği ve davranışları nasıl

etkilediğini araştırmaya yönelten bir görüştür.

ve dış politika çıktılarını nasıl

oluşturdukları, dolayısıyla da nasıl siyasal birimler olduklarının bir önemi yoktur.

160

Eleştirel yaklaşımlar ailesinden sayılabilecek inşacı perspektif ise, yapısalcı

eğilimleri dolayısıyla diğer eleştirel yaklaşımlarla benzerlik gösterse de, kimlik

Bu bağlamda, varsayımları

açısından nasıl/kim sorusunun sorulmasını eleştirel yaklaşımların olanaklı kıldığı

açıktır. Fakat dış politika analizi açısından bakıldığında eleştirel yaklaşımların bunu

dış politikayla ilintili olarak değil, daha çok kimlikle ilgili mitleri ortaya çıkararak

insan özgürleşimini sağlamak bağlamında ele aldıkları görülmektedir. Bunun dışında

eleştirel yaklaşımların yapı-eden sorunu çerçevesinde eğiliminin yapısalcılık lehinde

olması, dış politikaların içsel süreçlerini gözardı ederek sadece uluslararası yapının

devlet davranışlarına etkilerine odaklanmalarına yol açmakta, dolayısıyla dış

politikayı analiz etmek için yetersiz bir çerçeve sunmaktadır.

158 Weldes, “Constructing National Interests”, s. 222. 159 Barry Buzan, Charles Johns ve Richard Little, The Logic of Anarchy: Neorealism to Structural Realism (New York: Columbia University Press, 1993), s. 118-119. 160 Mark Neufeld, “What’s Critical About Critical International Theory?”, Richard Wyn Johns (der.), Critical Theory and World Politics (Boulder, Londra: Lynne Rienner Publishers, 2001), s. 132.

Page 62: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

53

konusuna yaklaşımı açısından diğerlerinden önemli oranda farklılaşmaktadır.161

Öncelikle, kimlik konusunun disiplinde önemli oranda yaygınlaşmasını sağlayan

bizatihi inşacı yaklaşım olmuştur. İnşacı yaklaşım esas olarak kimliğin çıkarların

temeli olduğu varsayımına dayandırılmaktadır. Bu varsayım, “uluslararası ilişkilerde

bir aktörün ne istediğini bilmek için, öncelikle kim olduğunu bilmek gereklidir”

biçiminde bir argümanla açılımlandırılmaktadır. İnşacı yaklaşımda kim sorusunun

muhatabı devlettir, fakat devletin kimliği yapı-eden başlığı altındaki tartışmada

ortaya çıktığı üzere, öznelerarası yapılarca inşa edilmiş kabul edildiğinden, devletin

içsel yapılarından kaynaklanan etkiler gözardı edilmekte, hatta çoğu zaman devlet

doğrudan verili kabul edilmektedir. Bu bağlamda inşacı yaklaşıma göre çıkarlar

kimliklerden, davranışlar da belirli kimliklerle ilişkili olarak oluşmuş yapılardan

kaynaklanmaktadır. Fakat devletin eden olarak karşılaştığı yapılar karşısındaki

davranışları, bir başka deyişle devletin bu yapıları nasıl algıladığı

açıklanamamaktadır. Bunu ortaya çıkarmanın yolu eden düzeyine inilmesi olacaktır.

Çünkü bir eden’in/devletin belirli bir yapıyı nasıl algılayacağını ancak kimliği

söyleyebilir.162

Wendt’in yaklaşımında bu eksikliği açıkça görmek olanaklıdır. Wendt, öncelikle

devletlerin sosyal kimliği ve bileşik (corporate) kimliği arasında ayrıma gitmekte,

devletin içsel özelliklerini içeren bileşik kimliğini bir kenara bırakmaktadır.

163

161 Kimlik konusu kavramsal açıdan daha ileride ele alınacak olsa da, inşacı yaklaşımın dış politika analizine yaklaşımı kimlikle doğrudan ilintili olduğundan, bu ilişkinin genel çerçeveleriyle açıklanması yaklaşımın dış politikayı analiz etme uygunluğunu irdeleyebilmek için gereklidir.

Sadece öznelerarası anlamlarca inşa edilmiş olarak sosyal kimliğe, dolayısıyla da

uluslararası etkileşimin inşa edici rolüne odaklanmaktadır. Bu şekilde bir analiz

ancak devlet kimlikleri ve bu kimliklerde meydana gelen temel değişimler

162 Trine Flockhart, “Complex Socialization: A Framework for the Study of State Socialization”, European Journal of International Relations, Cilt 12 (1), 2006, s. 94. 163 AlexanderWendt, “Identity and Structural Change in International Politics”, Yosef Lapid ve Friedrich Kratochwill (der.), The Return of Culture and Identity in International Relations Theory (Londra, Boulder: Lynne Rienner Pub., 1996), s. 51-54. Wendt daha sonraki çalışmalarında kimlik türlerini detaylandırmış, ama temelde sosyal ve bileşik kimlik ayrımını korumuştur. Wendt’in belirlediği dört kimlik türü vardır. Oto-genetik özellikte, ötekiliğe dışsal ve sosyal olmayan bileşik kimlik; içeriği sosyal olan fakat varlıkları için ötekiye bağlı olmadıklarından yine devletler sistemine dışsal olan tip kimlik; yalnızca öteki’yle ilişkili olarak oluşan, dolayısıyla da sosyal olan rol kimlikler ve son olarak da tip ve rol kimlikleri de kapsayan, öteki’yle ilişkinin mantıksal sonucu olarak ortaya çıkmış olan kolektif kimlik. Wendt, Social Theory of International Politics, s. 225-228.

Page 63: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

54

açıklanmayacaksa anlamlı olabilir. Çünkü devlet kimliğinin yapısal olmayan

kaynakları ortaya koyulmadan yapılan bir analiz devletle ilgili sabit bir

kavramsallaştırmaya yol açar, bu da edenlerin ve yapıların nasıl değiştiğine dair bir

fikir vermez.164

Bu çalışma “Dış Politika ve Kimlik” ana başlığını taşımakla geleneksel

Uluslararası İlişkiler yaklaşımlarını daha en baştan reddetmekte ve gerçekliğin sosyal

olarak inşa edildiği varsayımına dayanmış olmaktadır. Çalışmada temel olarak

eleştirel yaklaşımların sınırları içerisinde kalınacaktır, fakat bu noktada hiçbirisi dış

politika analizi için yeterli bir çerçeve sunmayan ve hatta bundan özellikle kaçınmış

olan bu yaklaşımlarla nasıl dış politka analizi yapılabileceği sorunu ile karşı karşıya

kalınmaktadır. Bu bağlamda, çalışmanın disiplinin en belirgin özelliği haline gelmiş

olan sentezlere bir sentez daha eklemeden gerçekleştirilmesi olanaksız

görünmektedir.

Bu çalışmada sentez, geleneksel Dış Politika Analizlerinin inşacı perspektif içine

yerleştirilmesiyle gerçekleştirilmeye çalışılacaktır. Böylece ilk olarak, DPA’nın

sosyal gerçekliği verili alması yanında, edene odaklanan, bireyci bir yaklaşım

olmasının yarattığı sorunlar da aşılmaya çalışılacaktır. İnşacı perspektifle aşılabilecek

olan bir diğer sorun ise, DPA’nın edene odaklanmasına karşın eden’i açıklayamıyor

oluşudur. İnşacı perspektifle eden’in sosyal olarak inşa edildiğini öne sürmek,

eden’in kim olduğu sorusuna olanak tanımakta ve dolayısıyla eden’i de açıklama

olanağı yaratmaktadır. Diğer yandan, inşacı perspektiflerin ve özellikle Wendt’in

inşacılığının, ulusulararası ilişkiler lehine dış politika analizini dışlayan yapısalcı

eğilimleri ise DPA yardımıyla aşılmaya çalışılacaktır. Bu noktada sözü edilen inşacı

perspektifin özelde ne Onuf, ne de Wendt’in yaklaşımlarına inşacılığın temel

varsayımlarını paylaşmak dışında dayanmayacağı da belirtilmelidir.

İnşacı bakış açısının benimsenerek DPA analizleri ve daha fazla bu bakış

açılarının DPA’ya nasıl entegre edilebileceği konusunda çalışmalar yapılmaktadır.165

164 Pierce ve Reus-Smit, “Critical International Theory and Constructivism”, s. 268.

165 Örneğin bkz., Roxanne Lynn Doty, “Foreign Policy as Social Construction: A Post-Positivist Analysis of US Counterinsurgency Policy in the Philippines”, International Studies Quarterly, Cilt 37 (3), 1997; Carlsnaes, “The Agency-Structure Problem.” ve Weldes, “Bureucratic Politics...”

Page 64: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

55

Bu tür çalışmalar daha çok DPA’ya dışarıdan (geleneğin dışından) yapılan

katkılardır, fakat disiplindeki yeni tartışmanın eleştiri oklarının da etkisiyle gelenek

içinden de bunu görmezden gelmeyenler vardır. Bu bağlamda gelenek içinden daha

çok, inşacı perspektiflerin temel unsurlarının zaten DPA’da içerildiği, bireysel

psikolojilerin ve rol teorisinin kimlik ve kültür konularını çalışmanın en iyi yolları

olduğu savunulurken, inşacı yaklaşımı telaffuz etmekte pek istekli olmamışlardır.166

Yapı ve edenlerin karşılıklı etkileşimi üzerine kurulu olan inşacı yaklaşım, yapı ve

edenlerin öznelerarası anlamlarca inşa edildiğini öne sürerek kimlik kavramını

doğrudan yaklaşımın merkezine yerleştirmektedir. Öznelerarası anlamlarla inşa

edilen edenlerin, etkileşimlerinin alanı olarak tanımlanan uluslararası ilişkiler

alanında, etkileşimi sağlayan dış politika pratikleri de öznelerarası anlamlarca inşa

edildiğinden, yaklaşımın anahtar kavramı kimlik olmaktadır. Bu bağlamda inşacı

bakış açısıyla dış politika analizi yapmak, doğrudan kimlik konusunu ele almak

anlamına geleceğinden kimlik, bu çalışmanın bağımsız değişkeni olarak analiz

edilecektir. Fakat bu çalışmada kimlik, ulusal düzeyde inşa edilmiş kimliklerden

farklı olarak, devletlerin dış politika pratiklerini belirleyen bir anlamda ‘devlet

kimliği’ olarak analiz edilmeye çalışılacaktır.

Bu çalışmada, herhangi bir spesifik DPA yaklaşımını (örneğin bürokratik politika

modeli gibi) inşacı unsurları içerisine ekleyerek revize etmek gibi bir amaç

güdülmemektedir. Çalışmada inşacı perspektife dayanarak, DPA’dan iç etkenlerin

analizi gibi belirli konularda öncülük edebileceği oranda seçici bir şekilde

faydalanılacaktır.

166 Örneğin bkz. Valeri M. Hudson, Culture and Foreign Policy (Boulder, Londra: Lynne Rienner Pub., 1997), özellikle Valerie M. Hudson, “Culture and Foreign Policy: Developing a Research Agenda” makalesi; Juliet Kaarbo, “Foreign Policy Analaysis in the Twent-First Century: Back to Comparison, Forward to Identity and Ideas”, International Studies Review, Cilt 5, 2003.

Page 65: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

56

II. KİMLİK KAVRAMI ve ULUSLARARASI İLİŞKİLER

YAKLAŞIMLARINDA KİMLİK

1. Kimlik Kavramı

Kimlik, Uluslararası İlişkiler literatüründe eleştirel çalışmalarla birlikte ilgi odağı

olmaya başlamış bir kavramdır. İlk olarak 1940’lı yıllarda psikoloji, ardından

sosyoloji ve antropolojide araştırma konusu haline gelen kimliğin, siyaset bilimine ve

ardından Uluslararası İlişkiler disiplinine girmesi ise 1960’lı yıllardaki davranışsalcı

akımla gerçekleşmiştir. Fakat, bu yıllarda Uluslararası İlişkiler’de rol teorisi

kapsamında “ulusal rol” kavramı altında çok sınırlı ve sığ kaldı. Zaten sınırlı olan bu

çalışmalar disiplinde neorealizm/pozitivizmin hakimiyeti dolayısıyla

marjinalleştirilmiş, 1980’lerin sonundaki eleştirel dönüşüm ve özel olarak da inşacı

yaklaşım bu eğilimi tersine çevirene kadar da marjinal kalmıştır. 1990’ların başından

beri ise kimlik, giderek artan bir oranda disiplinde en çok tartışılan kavramlardan biri

haline gelmiştir.167

Kimlik konusundaki çalışmalar yekpare olmamış, öncelikle kimlik kavramının

tanımlanması konusunda bir görüş birliği ortaya koyulamamıştır. Kavram, yazarların

bakış açısı ve metodolojisi kapsamında, sözkonusu çalışmanın amacına yönelik

sınıflamalar çerçevesinde ele alınmakta, dolayısıyla da kimlik konusunda son derece

farklı kavramsallaştırmalara rastlanabilmektedir. Bu çalışmada ise kimlik, çalışmanın

özünün dış politika analizi olması dolayısıyla öncelikli olarak dış politika ile ilişkisi

bağlamında kavramsallaştırılmaya çalışılacaktır.

Felsefi olarak kimlik, bir “şeyi” o “şey” yapan unsurdur. Bir başka deyişle

kimlik, söz konusu varlığın kim ya da ne olduğunu belirlemektedir. Bu bağlamda

kimliğin varlık olmanın kaçınılmaz bir boyutu olduğunu söylemek olanaklıdır. Fakat,

167 Michael Horowitz sekiz önemli Uluslararası İlişkiler dergisinde 1990-2002 arasında yaptığı araştırma ile kimlik konusundaki çalışmaların söz konusu yıllardaki artışını ortaya koymaktadır. Michael Horowitz, Research Report on the Use of Identity Concept in International Relations, http://www.wcfia.harvard.edu/misc/initiative/identity/pubilications/horowitz.pdf’den aktaran Kuniko Ashizawa, “When Identity Matters: State Idenity, Regional Institutions-Building, and Japanese Foreign Policy”, International Studies Review, Cilt 10, 2008, s. 572.

Page 66: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

57

kimliğin kaçınılmaz olduğunu söylemek, verili olduğu anlamına gelmemektedir.168

Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, bir kimlik belirli bir töze göndermeksizin bir kurguya

dayanır,169 diğer bir deyişle inşa edilmiştir. Yine kimlik, sosyal bir fenomendir ve bu

bağlamda “farklılık”la ilişkisi yoluyla inşa edilmektedir.170 Kimliğin bilincine

varılması ancak kimlerden farklı olunduğunun bilgisi ve yardımıyla

gerçekleşebilmektedir.171

Bu noktada, kimliğe odaklanan çalışmalarda çok fazla karşılaşılan ve çoğu zaman

da farklılıkla birbirini ikame edecek şekilde kullanılan bir kavram olan

“ötekilik”in

172 aslında farklılıkla aynı şey olmadığı konusunda görüşler olduğu da

gözden kaçırılmamalıdır. Bu bakış açısına göre farklılık, kimliğin mantığı içine

yerleşmiştir ve eğer söz konusu unsurlar farklılık olarak var olmazlarsa, kimlik de

onlardan farkı yoluyla inşa edilemez. Buna karşın ötekilik, kimliğin bir bakıma

özgüven kazanmak amacıyla inşa ettiği bir unsur, Conolly’nin deyişiyle kimlik

mantığının içine sızan bir ayartma olarak görülebilir.173

168 Kimliğin verili olmadığı, sosyal inşacılık perspektifinden ele alındığında öne sürülebilecek bir argümandır. Fakat, kendi içerisinde farklı düzeyler barındırsa da temel olarak kimliğin verili olduğunu öne süren, yine kimliği sabit bir ‘öz’e dayandırdıklarından bireylerin tümünün uyumlu ve sorunsuz kimliklere sahip olduğunu savunan özcü/ilkçi yaklaşımlar da yok sayılmamalıdır. Bu yaklaşımların argümanları ilk olarak sosyolojide ortaya çıkan rol teorisi ile önemli oranda sarsılmış, ardından rol teorisinin açtığı yolda bir adım öteye giden sosyal inşacılık ile de -kimliğin verili olduğu noktasında- bir bakıma çürütülmüştür denilebilir. Craig Calhoun, “Social Theory and the Politics of Identity”, Craig Calhoun (der.), Social Theory and The Politics of Identity (Oxford: Blackwell, 1994), s. 13.

Farklılık ve ötekilik

konusuna bu türde bir yaklaşım, ötekiliğin içerdiği olumsuzlamanın farklılıkta

169 Nuri Bilgin, Sosyal Bilimlerin Kavşağında Kimlik Sorunu (İzmir: Ege Yayıncılık, 1994), s. 65. 170 A. Nuri Yurdusev, “18. ve 19. Yüzyıllarda Avrupa‘da Türk Kimliği”, Nuri Bilgin (der.), Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik (İstanbul: Bağlam Yayınlaı, 1997), s. 102. 171 Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği: Kültür Tarihinin Kaynakları (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1997), s. 3. 172 Ben-Öteki kavramsallaştırmasıyla kimlik oluşumu sorunsalını spesifik olarak ilişkilendiren ilk teorisyen Hegel olmuştur. Hegel, ben’in kendisini tanıması ile ötekilik arasındaki dolayımlama ilişkisini kurarak kimlik konusundaki kuramsal işleyişin ilk aşamasını atmıştır. Hegel’e göre, ben/özne, ancak öteki üzerinden kendini düşündüğünde, ben/özne olarak varlıktır. Yani, ben’in fiili gerçeklik haline gelmesi ancak kendisinden farklı bir şeyle (ötekiyle) karşı karşıya gelmesiyle olanaklıdır. Kısaca, Hegel’in kurduğu düşünce sisteminde ben, kendisini bilebilmek için kendinden başka bir nesneye ihtiyaç duymaktadır ve ötekilik kavramı da bu ben’in kendilik bilincine geçişinde belirmektedir. Çiler Dursun, “Hegel’de Kendilik Bilinci ve Öteki İçindeki Yolculuk”, Doğu-Batı: İdeolojiler – I, Cilt 7 (28), 2004, s. 181-193 ve Georg William Friedrich Hegel, Phenomenology of Sprit (Oxford: Oxford University Press, 1977). 173 William E. Conolly, Kimlik ve Farklılık: Siyasetin Açmazlarına Dair Demokratik Çözüm Önerileri, çev. Ferma Lekesizalın (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1995), s. 24.

Page 67: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

58

içerilmediğini vurgulama amacındadır. Bu görüşe bir bakıma katılmakla birlikte, söz

konusu olan dış politika ve uluslararası ilişkiler olduğunda, pratikte içerdiği anlam

bakımından ötekilik’in daha baskın olduğunu söylemek çok yanlış olmayacaktır.

Temelde bireysel ve sosyal psikolojinin konusu olarak akademik çalışmalara

konu olan kimliğin genel anlamda üç boyutundan söz edilmektedir. Bireysel

psikolojinin konusu olarak bireysel kimlik,174 sosyal psikolojinin konusu olarak

psikososyal kimlik175 ve son olarak da kolektif kimlik. Kolektif kimlik, sosyal

kimliğin topluluklar düzeyindeki ifadesi olarak ele alındığında sosyal kimliğin bir

boyutu olarak da değerlendirilebilir. Kolektif kimlik, belirli bir insan grubunun

kendine has niteliklere sahip olduğu ve bir tekillik/biriciklik taşıdığı yönündeki

bilinci ve aidiyet duygusudur.176 Bu anlamda daha çok siyasetin konusu olarak

karşımıza çıkan ulusal kimlikler ile özelde uluslararası ilişkilerin ilgilendiği devlet

kimliği de kolektif kimliğin bir boyutu olarak ele alınmalıdır.177 Ulusal kimlik,

ulus178

174 Bireysel kimlik; kendilik imgesi, bireyi ötekilerden farklılaştıran değerler, tutumlar ve fikirlerin biraraya geldiği ve etkileştiği içsel psikolojik yapılanma ile ilgilidir. Cengiz Güleç, Türkiye’de Kültürel Kimlik Krizi (Ankara: Verso Yayınları, 1992), s. 11.

olmaklığın çeşitli inşa ediliş biçimlerini tanımlamakta kullanılmaktadır.

175 Psikososyal kimlik; belirli bir alanda kişinin ötekilerle etkileşimi sonucu ortaya çıkan, kişinin içinde kendisini algıladığı rollerin bileşkesidir. Güleç, Türkiye’de Kültürel Kimlik Krizi, s. 14. 176 Nuri Bilgin, Kollektif Kimlik (İstanbul: Sistem Yayıncılık, 1999), s. 62. 177 Nuri Bilgin, Kimlik İnşası (Ankara: Aşina Kitaplar, 2007), s. 13. 178 Ulusal kimlik kavramının tanımlanmaya çalışıldığı bu noktada, kavramın en önemli tanımlayıcı öğelerinden olan ulus kavramının bizatihi kendisinin muğlak ve genel bir tanıma ulaşılamamış bir noktada olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Latince kan ve soy bağı anlamına gelen nationem kelimesi aslında 13. yüzyıla kadar bu anlamı ile ilşkili olarak kullanılmamış, kelime asli anlamına 13. yüzyıldan sonra kavuşmuş ve birbirleriyle kan bağı olan grupları ifade etmek üzere kullanılmaya başlanmıştır. Erken 17. yüzyılda ulus, etnik kompozisyondan uzak olarak, halk anlamında, aynı ülkede yaşayanları anlatmak üzere kullanılmaya başlanmıştır. Yine aynı dönemde başlayarak günümüze kadar gözlemleyebileceğimiz bir eğilim olarak, ulusun doğrudan devlet anlamında kullanımına da rastlanmaktadır. Ahmet Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938) (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 27. Milliyetçiliğin bir ideoloji olarak tarih sahnesine çıktığı onsekizinci yüzyıl ve bir ideoloji olarak zirveye ulaştığı 19. yüzyılla birlikte ulus kavramı bir sorunsal olarak ortaya çıkmış ve bu bağlamda iki tip ulus anlayışı gelişmiştir; Aydınlanma felsefesinde anlamını bulan kontrata dayalı ulus anlayışı ve romantik ulus anlayışı. Aydınlanma felsefesi çerçevesinde kavramsallaştırılan ulus, iktidarı genel iradeye devreden insanlar bütünüdür. Burada sözleşmesel bir bağdan ibaret, inşa edilmiş bir yapı söz konusudur. Romantizmin etkisindeki kavrayış ise ulusu tarihin ürünü, topluluğun kolektif ruhu olarak kavramsallaştırır. Bilgin, Sosyal Bilimlerin Kavşağında Kimlik Sorunu, s. 13. Günümüz ulus tanımlamaları da farklı anlayışların etkisinde ortaya koyulmakta, fakat aynı kategori altında ele alınan yaklaşımlar içerisinde dahi ortak bir ulus tanımına rastlanamamaktadır. Ulus kavramsallaştırmalarını etkileyen yaklaşımlar genel olarak Özcü/İlkçi ve Modernist yaklaşımlar olarak iki başlık altında

Page 68: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

59

Genel anlamda, ulusların kendine özgü mirasını meydana getiren değer, sembol,

gelenek, mit ve hatıraların sürdürülmesi, sürekli tekrarlanması ve bireylerin

kendilerini bu mirasla tanımlamaları179 olarak ulusal kimlik, milliyetçilik ideolojisi

ile sıkı sıkıya bağlantılandırılmaktadır. Milliyetçiliğin merkezinde ulus kavramı yer

almaktadır ve bu bağlamda ulus, milliyetçilik tarafından önvarsayılan bir kimlik tipi

olarak açıklanabilmektedir.180

Ulusal kimlik ortak dil, din, coğrafi konum gibi objektif ve aynı zamanda kolektif

hafıza, kültürel pratikler ve ortak atalar miti gibi sübjektif unsurlara dayandırılabilir.

Farklı ulus tanımlamaları, ulusal kimliğin unsurları konusunda da bazı farklılaşmalar

yaratabilmektedir. Örneğin, ulusal kimliğin zayıf da olsa belirli anlamda bir siyasal

topluluğu gerektirdiğini düşünen Smith’e göre yukarıda sayılanlar yanında ortak

yasal hak ve yükümlülükler de ulusal kimliğin bir unsuru olarak alınmalıdır.

181

sınıflandırılmaktadır. Bu terimlerin hiçbirisi türdeş bir yaklaşımı tanımlamamakla birlikte, her kategori altında ortak paydalar bulmak olanaklıdır. Özcü/İlkçi yaklaşımlar ulusları -kimi doğa gereği, kimi biyolojik evrim ve kimisi de toplumsal bağlar açısından- verili saymaktadır. Modernist yaklaşımların ortak paydası ise, ulusların modern çağa ait yapılar olduğu ve kapitalizm, sanayileşme, kentleşme, laikleşme, merkezi devlet gibi modern süreçlerin ürünü olduğudur. Bu iki kategori yanında etno-sembolcüler olarak bir diğer kategoriden de söz edilmektedir. Yaygın olarak kabul edilmeyen bu üçüncü kategori temelde özcülüğü reddeden, fakat modernist açıklamaları da eleştiren, milliyetçiliği modern çağın bir ürünü saymakla birlikte, ulusların kökenini modern öncesi dönemde arayan bakış açılarını sınıflandırmak için ortaya koyulmuştur. Anthony D. Smith, Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, Çev. Derya Kömürcü (İstanbul: Everest Yayınları, 2002), s. 27-41 ve Umut Özkırımlı, Milliyetçilik Kuramları: Eleştirel Bir Bakış (İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1999), s. 75-219. Son olarak denilebilir ki, çalışmaları şekillendiren bakış açısı kadar ulus tanımı bulmak mümkündür. Örneğin, modernistlerden Smith’e göre, tarihi bir toprağı, ortak mitleri ve belleği, kitlesel kamu kültürünü, ortak yasal hak ve yükümlülükler ile ortak bir ekonomiyi paylaşan insan topluluğu (Smith, Milli Kimlik, s. 32); Anderson’a göre, kendisine aynı zamanda hem egemenlik, hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir siyasal topluluktur (Benedict Anderson, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması (İstanbul: Metis Yayınları, 2004), s. 20); Gellner’e göre, aynı kültürü paylaşan ve aynı ulusa ait oldukları hissiyatına sahip insanların meydana getirdiği topluluktur (Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, çev. Büşra Ersanlı ve Günay Göksu Özdoğan (İstanbul: Hil Yayınları, 2006), s. 78). Son yıllarda daha çok rastlanılan bir eğilim de ulus kavramının tanımlanması konusunda neden ortak bir görüşe varılamadığı üzerine yazılmasıdır.

Siyasal bir topluluk ulus fikrine ulaşmadan bu şekilde bazı dayanaklara sahiptir,

179 Anthony D. Smith, “The Sacred Dimension of Nationalism”, Millenium: Journal of International Studies, Cilt 29 (3), 2000, s. 796. 180 Anthony D. Smith, Milli Kimlik, çev. Bahadır Sina Şener (İstanbul: İletişim Yayınları, 1999), s. 147. 181 Smith, Milli Kimlik, s. 24.

Page 69: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

60

fakat bir “ulusal biriciklik” duygusunu sağlayacak asıl araç dış dünyayla etkileşim ve

bu etkileşim sonucu “öteki”nin farkına varılması olacaktır.182

Kimlik kavramı Uluslararası İlişkilere aktarılırken devletlerin “devlet

olmak”lığına eşitlik sağlanmaya çalışılır. Bu bağlamda kimlik hem ulus, hem de

devlet olmaklığın çeşitli inşa edilmiş biçimlerini tanımlar hale gelmektedir. Bu

noktada birçok çalışmada birbirlerinin yerine kullanılsa

183 ve iki kavram arasında

ayrım yapmak ne kadar zor olsa da, ulusal kimlikle devlet kimliğinin aynı olmadığı

belirtilmelidir. Devlet kimliği, devletin belirli bir uluslararası bağlamda biricikliği ve

farklılığı konusunda sahip olduğu ya da daha basit bir şekilde ifade etmek gerekirse

devletin ne olduğu ve neyi temsil ettiği ile ilgili bir kavramsallaştırmadır.184

Ulusal

kimlik ise, bir ulusa üye olmakla ilgili toplumsal bir kavramsallaştırmadır. Buna

karşın, ulusal kimlik ve devlet kimliği anlam bakımından hem büyük oranda

çakışmakta, hem de bir bakıma birbirini karşılıklı olarak inşa etmektedir. Ulusal

kimliğin paylaşılan anlatıları, aynı zamanda bu topluluğu başka uluslarla

ilişkilendiren unsurlardır, diğer yandan devlet kimliği dış’a/ötekiye karşı ulusal

topluluğun “biz” duygusunu korumada önemli bir rol oynamaktadır.

182 Ilya Prizel, National Identity and Foreign Policy: Nationalism and Leadership in Poland, Russia and Ukraine (Cambridge: Cambridge Univeristy Press, 1998), s. 16. 183 Yücel Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity: A Constructivist Approach (New York & Londra: Routledge, 2003), s. 29 veya Thomas U. Berger, “Norms, Identity and National Securtiy in Germany and Japan”, (der.) Peter Katzenstein The Culture of National Security: Norms and Identiy in World Politics (New York: Columbia University Press, 1996). Diğer yandan bu ayrılığı teorik olarak vurgulayan çalışmalar da bulunmakla birlikte ampirik araştırma aşamasında bu ayrımı başarabilmek zor görünmektedir. Örneğin, Adamson ve Demetriu devlet kimliği ve ulusal kimliğin literatürde yaygın olarak ‘bir’miş gibi kabul edilmelerine çeşitli argümanlarla karşı çıkmakla birlikte, ampirik incelemeleri esnasında devlet ve ulusal kimliği bir kabul etmek durumunda olduklarını belirtmektedirler. Fiona B. Adamson and Madeleine Demetriu, “Remapping the Boundaries of ‘State’ and ‘National Identity’: Incorporating Diasporas into IR Theorizing”, European Journal of International Relations, Cilt 13 (4), 2007, s. 491. 184 Ashizawa, “When Identity Matters”, s. 575. Uluslararası İlişkiler disiplininde farklı yaklaşımların devlet kimliğini ne şekilde kavramsallaştırdıkları konusunda ayrıntılı bir çalışma için bkz. Jens Bartelson, “Second Natures: Is the State Identical with Itself?”, European Journal of International Relations, Cilt 4 (3), 1998.

Page 70: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

61

2. Kimlik ve Dış Politika

Bir devleti belirli bir kimliğe göre (bir diğerine göre değil) anlamak eylemler

açısından sonuçlar yaratır. Örneğin, “güçlü-zayıf devlet” kimlikleri, “AB üyesi

devlet” kimliği ya da “saldırgan-pasifist devlet” kimlikleri farklı davranışsal

sonuçlara yol açar çünkü her bir kimliğin ortaya çıkardığı çıkarlar birbirinden

farklıdır.185 Kimlikle dış politika arasında doğrudan nedensel bir bağ olmadığı,

kimliğin dış politikayı doğrudan biçimlendirmediği genellikle kabul edilmektedir. Bu

noktada kimliklerin kurucu özellikleri kabul edilerek, çalışmalar çıkarlar üzerine

odaklanmaktadır. “Kim olduğumuzu bilmeden ne istediğimizi bilemeyiz” argümanı

bağlamında kimlikler çıkarların, çıkarlar da eylemlerin kaynağıdır. Kimlikler çıkarlar

olmadan motivasyonel güce, çıkarlar da kimlikler olmadan belirli bir yöne sahip

olamazlar.186

Kimlik ve çıkarların nasıl inşa edildiğini, bu oluşuma hangi süreç ve pratiklerin

eşlik ettiğini anlamak inşacı araştırma programının en önemli parçasıdır. Wendt’in

yaklaşımında

Bu bağlamda bir devletin dış politika eylemlerini açıklamak için

çıkarları, bunun için de yine öncelikle kimliğini anlamak gerektiği öne sürülebilir.

187 kimlik ve çıkarlar etkileşim sürecine yerleştirilmiştir, yani kimlik ve

çıkarlar etkileşim sürecinde inşa edilmektedir. Wendt’e göre etkileşim öncesinde var

olan yalnızca örgütsel yönetim mekanizması ile bunu koruma arzusudur ve bunlar

‘kendi’nin farkında olmayı yaratmazlar, çünkü etkileşim öncesinde aktörlerin

‘ben’likleri yoktur.188 Wendt’in realizmde olduğu gibi verili, sabit ve tüm aktörler

için aynı varsaydığı etkileşim öncesi kimliklerden kaynaklanan, yani sosyal

bağlamdan bağımsız dört çıkar vardır; fiziksel güvenliği korumak, otonomiyi

korumak, ekonomik refahı ve kolektif kendine saygıyı (self-esteem) korumak.189

185 Hopf, “The Promise of Constructivism”, s. 191.

Bu

çıkarlar da kimlikler gibi sabit ve tüm aktörler için aynıdır. Wendt kimlik ve çıkarları

yalnızca etkileşim sürecine yerleştirmekle yapısalcılığının lehine, kökleri içsel

186 Wendt, Social Theory of International Politics, s. 231. 187Wendt’in uluslararası yapının kimlik inşa edici rolüyle ilgili yaklaşımı, çalışmanın ikinci bölümünde, “Uluslararası Sistemin Yapısı” başlığı altında ayrıntılı olarak ele alınacağından, bu kısımda kimlik inşası sürecinin sonuçları bağlamında, genel bir analizle yetinilmiştir. İkinci bölümde öncelikle Wendt’in yapıyı ne şekilde kavramsallaştırdığı ele alınarak, kimlik üzerindeki kurucu etkisi araştırılmaya çalışılacaktır. 188 Wendt, “Anarchy is What States Make of It”, s. 401-402. 189 Wendt, Social Theory of International Politics, s. 235-237.

Page 71: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

62

süreçlerde olan kimlikleri (bileşik kimlik) gözardı etmiş ve çıkarların nasıl

oluştuğuyla ilgili yetersiz bir analiz çerçevesi ortaya koymuştur. Bununla birlikte,

aktörler eğer Wendt’in öne sürdüğü gibi etkileşim öncesi bir “ben”liğe, yani ben ve

öteki kavramsallaştırmasına sahip değilse, neden etkileşime geçme ihtiyacı

duydukları açıklanamamaktadır. Ben ve öteki Wendt’in elinde tesadüfen

karşılaşmakta,190 ötekiye duyulan ihtiyaç mevcut kimlikten bağımsız ele

alınmaktadır.191

Devletlerin etkileşim öncesinde uluslararası sistem ve kendi devletlerinin konumu

gibi konularda fikir sahibi olmadıklarını söylemek olanaklı değildir. Wendt’in bileşik

kimlik olarak adlandırdığı ve etkileşime dışsal varsaydığı kimlikler etkileşim

öncesinde devletlere uluslararası alanda yol gösterici olarak işlerler.

192 Yine,

devletlerin kimliği diğer devletlerle etkileşim sürecinde dönüşebilir, fakat devlet

kimliğinin tek kaynağı Wendt’in öne sürdüğü şekilde sadece etkileşim değildir.

Devletlerin çıkarlarını, dolayısıyla dış politika eylemlerini belirleyen kimliği aynı

zamanda içsel süreçlerce de belirlenmektedir.193

Wendt’in analizine göre aktörler etkileşim sürecinde, bu etkileşimin sonucunda

ortaya çıkan öznelerarası anlamlara göre eylemlerini ortaya koymaktalar ve kimlik,

dolayısıyla da çıkarların değişimini sağlayacak olan, bu süreçte aktörlerin ortaya

koyacakları (stratejik) pratiklerdir.

194 Yani buna göre kimlik değişiminin yollarından

birisi aktörlerin bilinçli çabaları olmaktadır.195

190 Wendt’in aktörler arası etkileşim sürecini nasıl kavramsallaştırdığı en iyi, genel olarak sosyal eylemleri nasıl kavramsallaştırdığını ortaya koyan, ego-alter örneğine bakılarak anlaşılabilir. İlk karşılaşma öncesinde ego a-priori kendi durum tanımlamasına dayanarak bir eylemde bulunur ve bu eylem alter için hem ego’nun kendisine yüklediği rolün, hem de alter’e biçtiği rolün işaretlerini verir. İkinci aşamada alter ego’nun eylemlerini kendi algılamalarına göre yorumlar, ve alter’in eylemi başlar. Sonuçta bu da ego’ya aynı işaretleri verir. Son aşamada ego da alter’in eylemini yorumlayarak buna karşılık verir. Bu sosyal öğrenme süreci etkileşim son bulana kadar sürer. Bu süreçte ego da, alter de paylaşılan fikirleri öğrenecek ve bunları başlangıç noktası alarak sonraki etkileşimde yeniden üreteceklerdir. Wendt, Social Theory of International Politics, s. 329-332.

Buna karşın Wendt bu pratiklerin

191 Inayatullah ve Blaney, “Knowing Encounters: Beyond Parochialism in International Relations Theory”, s. 73. 192 Weldes, “Constructing National Interest”, s. 280. 193 Bill McSweeney, Security, Identity and Interest: Sociology of International Relations, (Cambridge: Cambridge University Press, 1999), s. 127-128. 194 Wendt, “Identity and Structural Change”, s. 55. 195 Zehfuss, Constructivism in International Relations, s. 46.

Page 72: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

63

nasıl değiştirildiğini, değişime neden ihtiyaç duyulduğunu açıklayamamaktadır. Bu

eksikliği gidermenin yolu, devlet aktörlerinin kimlik ve çıkarları değiştirecek

pratiklerinin kaynağını içsel süreçlerde aramak olacaktır.

Sonuçta, her devletin kimliği temelde içeride kimlik yaratma pratiklerinin bir

ürünüdür. Kimlik yaratma pratikleri devletlerin uluslaşma süreçleriyle yani, hem yeni

bir devletin siyasal varlık olarak kuruluşu, hem de bir (ulusal) kimliğe sahip olma

duygusunu yaratma süreçleriyle ilgilidir.196 Bu süreçlerde kolektif hafıza çok önemli

bir rol oynamaktadır. Çünkü kimlik, kolektif hafızayı oluşturan sembol, mit, inanç,

alışkanlık ve bilgiler yoluyla inşa edilir.197 Kimlik bir kere inşa edildikten sonra

devletler bir yandan bu kimliklerini içsel ve uluslararası alanda kurumsallaştırmaya

çalışırlar, diğer yandan da bu içsel ve uluslararası alanın yarattığı etkiler kimlikleri

şekillendirmeye başlar.198

İçsel alanda kimlik dinamiği sürekli canlı tutulmaya, yeniden uyandırılmaya

çalışılır ve bu devletlerin içerdeki meşruiyeti için önemli bir dayanaktır.

199 Bu

şekilde kimlik dinamiğini uyandırmanın, canlı tutmanın en önemli araçlarından birisi

dış politikadır. Bu bağlamda dış tehdit/tehlike unsuru dış politikanın kimliği

koruyucu rolünün dayanağı olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü devletler

meşruiyetlerini (ulusal) kimliği dışarıdan (ve içeriden) gelecek tehlikelere karşı

korumak yükümlülüğünü yerine getirmek yoluyla sağlamaktadırlar.200

Uluslararası alanda kimliklerin normlarla ilişkilendirilerek analiz edilmesi de

günümüzde oldukça yaygındır.

Bu bağlamda

dış politika ve kimlik arasındaki ilişkinin yapı-eden kavramsallaştırmasında olduğu

şekilde karşılıklı inşa edici olduğu söylenebilir.

201

196 William Bloom, Personal Identity, National Identity and International Relations (Cambridge: Cambridge University Press, 1990), s. 55.

Kratochwill’e göre uluslararası ilişkilerde eylemler

197 Bilgin, Sosyal Bilimlerin Kavşağında Kimlik Sorunu, s. 53. 198 Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity, s. 25. 199 Sanjoy Banerjee, “The Cultural Logic of National Identity Formation: Contending Disourses in Late Colonial India”, Valerie M. Hudson (der.), Culture and Foreign Policy (Boulder, Londra: Lynne Rienner Publishers, 1997), s. 33. 200 David Campbell, Writing Security: United States Foreign Policiy and the Politics of Identity (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1998), s. 50. 201 Bu konuda, uluslararası ilişkilerin norm ve kurallar temelinde analiz edilmesi gerektiği argümanıyla çalışmalarını bu temele dayandıran Friedrich Kratochwill’in çalışmalarına bakılabilir.

Page 73: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

64

ancak öznelerarası bağlama oturtulabiliyorsa anlamlı olabilir ve bu öznelerarası

bağlam da normlara dayanmaktadır.202 Norm, verili bir kimliğe uygun olduğu

düşünülen, yani başkalarının söz konusu kimlikten beklediği davranıştır.203 Normlar,

gerek doğrudan devlet kimliğini, gerekse de kimlikten kaynaklanan politika

çıktılarını etkileyerek devletlerden beklenen ‘uygun’ davranışı belirler. Bu bağlamda

normlar, uluslararası ilişkilerin eden’leri olarak devletlerin dış politika pratiklerini

düzenlerler. Bir başka deyişle devletlerin izleyebilecekleri dış politika seçeneklerini

sınırlarlar.204

Normlar bu bağlamda aktörlerin kimliklerini biçimlendiren bir unsur olarak

ortaya çıkmaktadır, fakat normların etkisinin yine aktörlerin/devletlerin kendi içsel

süreçlerince nasıl algılanıp yorumlanacağı ile sınırlı olacağı da gözardı

edilmemelidir.

Örneğin, Friedrich Kratochwill, Rules, Norms and Decisions: On the Conditions of Practical and Legal Resoning in International Relations and Domestic Affairs (New York: Cambridge University Press, 1989); “The Embarrassment of Changes: Neo-Realism as the Science of Realpolitik Without Politics”, Review of International Studies, Cilt 19 (1), 1993, s. 63-80. Yine, bu temelde hazırlanmış makaleler içeren Peter J. Katzenstein (der.), The Culture of National Security (New York: Cambridge University Press, 1996) ampirik çalışmalar da içermesi açısından incelenmeye değerdir. 202 Kratochwill, Rules, Norms and Decisions, s. 24 ve 34. 203 Ronald L. Jepperson, Alexander Wendt ve Peter J. Katzenstein, “Norms, Identity, and Culture in National Security”, Katzenstein (der.), The Culture of National Security s. 54. 204 Paul Kowert ve Jeffrey Legro, “Norms, Identity and Their Limits: A Theoretical Reprise”, Katzenstein (der.), The Culture of National Security, s. 468.

Page 74: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

65

İKİNCİ BÖLÜM: KİMLİĞİN İNŞASI

Birinci bölümde dış politika analizi için en uygun teorik yaklaşımın hangisi olduğu

ortaya koyulmaya çalışılmış ve bu bağlamda inşacı bakış açısının dış politikayı

analiz etmek için en uygun yaklaşım olduğu öne sürülmüştür. Bu çerçevede, inşacı

yaklaşımların anahtar kavramı olarak “kimlik”in (bu çalışmada ve dış politika analizi

bağlamında devlet kimliğinin) bağımsız değişken olarak analiz edilmesi gerektiği

noktasına varılmıştır. Bu bağlamda ve Türk dış politikasının kaynağı olarak kimliğin

etkisini ortaya çıkarabilmek amacıyla bu bölümde öncelikle Türkiye devleti

kimliğinin ‘nasıl’ inşa edildiği analiz edilecektir. “Türkiye devleti kimliği”

kavramsallaştırması, Wendt’in içsel süreçlerce oluştuğu için uluslararası alana dışsal

saydığı ve dolayısıyla da analizinde verili kabul edip gözardı ettiği bileşik kimlik205

tanımına karşılık gelmek üzere kullanılmıştır. Fakat Wendt’in aksine, bu çalışmada

içsel ve uluslararası süreçlerin, aynı yapı-eden kavramsallaştırmasında olduğu gibi

etkileşim halinde olduğu, dolayısıyla da birbirlerinden ayrılıp bir kenara

bırakılamayacağı kabul edildiğinden, analiz ne sadece içsel, ne de uluslararası

süreçlere hapsedilmeyecektir. Etkileşim kabul edildikten sonra bu süreçlerin kesin

sınırlarla birbirinden ayrılamayacağı benimsenmekle birlikte, içeriğin analitik olduğu

kadar kronolojik de olabilmesi için üç düzeyli bir başlıklandırma tercih edilmiştir.

I. BİRİM DÜZEYİ: TÜRKİYE DEVLETİ KİMLİĞİ

Bu kısımda, Türk dış politikasının kaynağı olarak Türkiye devleti kimliğinin nasıl

inşa edildiğinin analizi, temelde modernleşme/batılılaşma olgusu ve bununla ilintili

olduğu varsayılan Kemalizm çerçevesinde gerçekleştirilmeye çalışılacaktır. Gerek

modernleşme/batılılaşma, gerekse de Kemalizm çoğunlukla ulusal kimlik ile ilgili

çalışmalarda analiz odağı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışmada devlet kimliği

ve ulusal kimlik birbirinden farklı kavramsallaştırıldığından, sözü edilen kavramların

205 Bu çalışma s. 53’ de dipnot 163.

Page 75: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

66

ulusal kimlikten ayrı, hatta onunla çok az örtüşen devlet kimliğini inşa eden unsurlar

olduğu benimsenerek yola çıkılmıştır.

Devletin bileşik kimliği genel olarak devlet inşasıyla eşzamanlı olarak ele alınan

bir süreçtir. Bu çerçevede Türkiye’nin devlet olarak kimliği Türkiye Cumhuriyeti’nin

kuruluşuyla birlikte tarihlendirilmesi gerekmektedir. Fakat uluslararası ilişkilerin

aktörleri olarak günümüz devletlerinin hiçbirinde olmadığı gibi, Türkiye de bir

tabula rasa olarak kurulmamıştır. Bir başka deyişle devletin kimliğinin nasıl inşa

edildiği bağlamında yapılacak bir analizin tarihsel geçmiş gözardı edilerek hedefine

ulaşması olanaklı değildir. Bu çerçevede öncelikle Osmanlı geçmişine değinmek,

kimliğin inşası bağlamında ‘nasıl’ sorusunu yanıtlayabilmek için önemlidir.

1. Devleti ‘Kurtarmaktan’ Devleti ‘Kurmaya’ Modernleşme/Batılılaşma

Olgusu

Modernleşme, sözcük anlamı itibariyle ‘modern olana’ doğru ilerleyen süreci

karşılamaktadır. Sosyal bilimler teorisi olarak geleneksel toplumdan, ilk kez Batı

Avrupa’da başlayan sanayileşmiş, evrensel geçerliği olan bir bireysellik ve

rasyonalite kültürüne sahip ve temsili sistemle yönetilen topluma doğru ilerleyen

değişim sürecini anlatmaktadır.206 Bu çerçevede modernleşme, genel olarak

kapitalizmin gelişme süreçlerine eşlik eden sosyal ve siyasal değişimlerin bütünü

anlamında kullanılmaktadır. Bu anlamda da, geleneksel (ya da az gelişmiş)

toplumların ekonomik ve diğer yapısal özelliklerini edinme doğrultusunda

geçirdikleri dönüşümler olarak tanımlanmaktadır.207

Batılılaşma ise modernleşmeye göre daha dar kapsamlı bir kavram olarak ele

alınmaktadır. Yine de, süreç olarak modernleşmenin her ülkeyi bir ölçüde Batılı

206 Levent Köker, “Kemalizm/Atatürkçülük: Modernleşme, Devlet ve Demokrasi”, Ahmet İnsel (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.101-102. 207 Wilbert E. Moore, “İşlevselcilik”, Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Tom Bottomore-Robert Nisbet, (der.), çev. Şirin Tekeli, (Ankara: Ayraç Yayınları, 1997), s. 364-365’den aktaran Adem Efe, “II. Meşrutiyet Dönemi İslamcıları ve Çağdaşlaşma Görüşleri”, Doğu-Batı, 11 (46), 2008, s.64.3

Page 76: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

67

ülkelere benzetmesi nedeniyle kaçınılmaz göründüğünden,208

Türkiye’de modernleşme doğrudan batı modernliği ile özdeşlik taşır ve bu

anlamda modernleşme ve batılılaşma aynı anlamda algılanmaktadır. Öte yandan,

Türkiye’de batılılaşma, modernleşme sürecinin “eden”i durumunda olduğundan, iki

kavramın iç içe geçmesi kaçınılmaz olmaktadır.

bu iki kavramı

biribirinden bütünüyle ayırmak anlamlı değildir.

209

Türkiye tarihinin son ikiyüz yılını belirleyen bir olgu olarak batılılaşma, ilk

olarak Osmanlı devletinin kendisini Batı’ya karşı savunma ve ona rağmen var olma

mücadelesi olarak gündeme gelmiştir.

210 Kuruluşundan itibaren Avrupa/Batı ile

ilişkide olan Osmanlı devletinin,211 güçlü olduğu dönemlerde Batı’yı model olarak

izlenmek gibi bir düşüncesi yoktu.212 Fakat 18. yüzyıl boyunca üst üste gelen askeri

başarısızlıklarla Osmanlı devleti Batı karşısında önce üstünlüğünü, ardından da

varlığını yitirme tehlikesiyle karşılaşınca batılılaşma yoluyla devleti [kısmen]

yeniden inşa etme,213 dolayısıyla ‘kurtarma’ yoluna gitmiştir. Bu çerçeveden

bakıldığında, batılılaşma sürecini başlatan temel güdünün “güvenlik” olduğu

söylenebilir. Bu bağlamda devletin güvenliğini (bekâsını) sağlayabilecek bir araç

olarak Osmanlı devletinin gündemine giren batılılaşma, zamanla kimlik inşa edici bir

unsura dönüşmüştür.214

208 Metin Çulhaoğlu, “Modernleşme, Batılılaşma ve Türk Solu”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt. III: Modernleşme ve Batıcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s.171. Bu noktada, bu değerlendirmeye genel anlamda katılmakla birlikte, her genellemenin bazı olguları dışarıda bırakacağının bilincinde olarak, Prof. Dr. Nuri Yurdusev’in Japonya örneği üzerinden, Japonya’nın modernleşmesinin Japonya’yı batılılaştırmadığına dair değerli uyarısının dikkate alınması ve gözden kaçırılmaması gerektiği de belirtilmelidir.

209 Hasan Bülent Kahraman, “Bir Zihniyet, Kurum ve Kimlik Kurucusu Olarak Batılılaşma”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt. III, s. 125-126. 210 Alper Kaliber, “Türk Modernleşmesini Sorunsallaştıran Üç Ana Paradigma Üzerine”, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce Cilt. III, s. 107. 211 Aydın’ın deyimiyle, Türkler önce fetihçi bir güç ve düşman, ardından bir bileşen/parçası, bunun sonrasında başarısız bir taklitçi, en son olarak da takipçi ve müttefik olarak Avrupa ile tarih boyunca ilişki içerisinde olmuşlardır. Mustafa Aydın, “Determinants of Turkish Foreign Policy: Historical Framework and Traditional Inputs”, Middle Eastern Studies, Cilt 35 (4), 1999, s. 160. 212 Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi (İstanbul: İletişim Yayınları, 2006), s. 11. 213 Ahmet İnsel, Türkiye Toplumunun Bunalımı (İstanbul: Birikim Yayınları, 2002), s. 40. 214 İhsan D. Dağı, “Transformation of Islamic Political Identity in Turkey: Rethinking the West and Westernization”, Turkish Studies, Cilt 6 (1), 2005, s. 22.

Page 77: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

68

Batılılaşma sürecinin ilk işaretleri daha Onsekizinci yüzyılda tartışılmaya

başlanan Batı’nın askeri teknolojisinin alınması olmuştur. Batı’nın askeri kurum ve

teknolojisini örnek alma çabaları, ardından III. Selim döneminde Batı’ya sürekli

elçilerin gönderilmesinin sağladığı bilgi akışı215 ve özellikle de II. Mahmut

döneminin kendisini önceleyen döneme oranla çok daha radikal askeri, idari ve mali

reformları yanında ‘modern’ eğitimle ilgili reformları,216 Osmanlı modernleşmesinin

başlangıcı kabul edilen 1839 Tanzimat Fermanı’na giden yolu hazırlamıştır. 217

Fermanı izleyen reformlar da, önceki dönemlerde olduğu gibi ordu, bürokrasi,

vergilendirme ve eğitim alanlarını kapsamıştır. Farklı olan, adli reforma ağırlık

verilmesi

218 ve bu bağlamda Müslüman olmayan tebaa ile müslümanlar arasında

eşitlik (müsavat) uygulamasını başlatarak toplumun yeniden örgütlenmesini

sağlayacak yolu açmış olmasıdır. Eşitlik ilkesi, aslında ulusçuluklar çağında,

özellikle Balkan ulusçuluğu ile karşı karşıya olan Osmanlı devleti için pratik bir

zorunluluk olarak anlamlıydı. Bu ilke, “Osmanlıcılık” siyasetine de temel teşkil

edecek219 ve Osmanlıcılık Tanzimat döneminin resmi politikası haline gelecektir.

Osmanlıcılık, Osmanlı tebaası arasında birliği sağlamak, dolayısıyla da devletin

bütünlüğünü korumak amacıyla bir siyasal kimlik220 olarak Osmanlılığı temel alan

bir düşünüş ve eylem olarak tanımlanabilir.221

215 Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 10-11.

216 Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, çev. Yasemin Saner Gönen (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 63-64. 217 İlber Ortaylı böyle bir tarihlendirme yapmanın doğru olmadığını ve Tanzimat fermanı öncesinde de yapısal koşulların modernleşmeyi Osmanlıya kendiliğinden getirdiğini öne sürmektedir. “II. Viyana bozgunundan Tanzimat fermanına kadar Osmanlı modernleşmesini tarih hazırlamış, bu tarihten sonra Osmanlı yöneticileri modernleşmeyi sırtlamakta ve dikte etmektedir.” İlber Ortaylı, İmparatorluğu En Uzun Yüzyılı (İstanbul: Alkım Yayınları, 2005), s. 28. 218 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 88. 219 Halil İnalcık, “Tanzimat Nedir?”, Halil İnalcık ve Mehmet Seyitdanlıoğlu (der.), Tanzimat: Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu (Ankara: Phoenix Yayınları, 2006), s.29. 220 Kemal H. Karpat, “Tarihsel Süreklilik, Kimlik Değişimi ya da Yenilikçi, Müslüman, Osmanlı ve Türk Olmak”, çev. Sönmez Taner, Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiyesi (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ), s. 25. 221 Osmanlı devletinin toplumsal örgütlenmesini yeni bir kimlik bağlamında yeniden inşası süreci genellikle devletlerarası ilişkiler odağında, dış baskılarla gelen bir zorunluluk olarak açıklanmakta olsa da, bu durumu daha derinde doğrudan modernleşme sürecinin bir sonucu olarak da açıklamak olanaklıdır. Örneğin, Öğün’e göre modernlik, yerel, heterojen ve dinsel farklılıklara dayalı kimlikleri reddederek standartizasyonu öngörmekte olduğundan ve Osmanlı’nın kimlik dünyası da modernliğin

Page 78: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

69

Tanzimat’la başlayan Osmanlı modernleşmesi, toplumun modernleşmesi olarak

değil, devletin reformu olarak görülmelidir.222 Dolayısıyla da, Tanzimatçıların

topluma yukarıdan aşağıya dayatmaya çalıştıkları Osmanlılık kimliği de aslında

toplumsal değil, devlet kimliğidir.223 Osmanlı kimliğinin Karpat’ın belirttiği üzere

yalnızca müslüman ‘Türkler’ için benimsenecek bir kimlik olabilmiş olması, gayr-i

müslimler tarafından rağbet görmediği gibi, Arap kökenli ve diğer müslümanlar için

de kendi etnik ve İslami kimliklerine karşı dayatılan bir kimlik olarak görülmüş

olması bunun bir işareti olarak görülebilir.224

Osmanlılık kimliği ile ilgili bir diğer kaynak da Islahat Fermanı (1856) olmuştur.

Tanzimat Fermanının ikinci aşaması gibi görünen Islahat Fermanı, Müslümanlardan

“hakim millet” (millet-i hakime) imtiyazını alarak, din farkı gözetmeksizin Osmanlı

vatandaşlığı yaratma çabasını daha da ileri taşımıştır.

225 Bu uygulamanın bir adım

ötesi 1864’de çıkarılan bir yasa ile (Tabiiyet-i Osmaniyye Kanunnamesi) Osmanlı

sınırları içerisinde yaşayan herkesin Osmanlı vatandaşı olarak kabul edilmesi

olmuştur.226

Tanzimat reformları kısa sürede kendi muhalefetini de doğurmuştur. Reformlar,

daha önce de belirtildiği üzere otokratik olduğundan, zaten kitle desteğine sahip

değildi ve gayr-i Müslim tebaa arasında başlayan ayrılıkçı (ulusalcı) hareketlerin

önünü kesecek kadar etkileyici de olamamıştı. Bunun yanında Tanzimat reformları

ve uygulamalarına karşı en etkili muhalafet, yine Tanzimat bürokrasisinin kendi

içerisinden çıkmıştır.

227 Yeni Osmanlılar228

bu reddettiği temellere dayandığından, modernleşme sürecine girildikten sonra bu yöndeki değişim de kaçınılmaz hale gelmiştir. Süleyman Seyfi Öğün, Türk Politik Kültürü (İstanbul: Alfa Yayınları, 2000), s. 91.

olarak adlandırılan bu muhalif grup,

222 Çağlar Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 183. 223 Öğün, Türk Politik Kültürü, s. 92. 224 Karpat, “Tarihsel Süreklilik, Kimlik Değişimi”, s.32. 225 Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 14. 226 A. Teyfur Erdoğdu, “Osmanlılığın Evrimi Hakkında Bir Deneme: Bir Grup (Üst Düzey Yönetici) Kimliğinden Millet Yaratma Projesine”, Doğu-Batı, Cilt 11 (45), Mayıs-Temmuz 2008, s. 31. 227 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 102-103. 228 Yeni Osmanlılar ile ilgili ayrıntılı bilgi için, Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, çev. Mümtaz’er Türköne, Fahri Unan ve İrfan Erdoğan (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003); Şükrü Hanioğlu, The Young Turks in Opposition (Oxford-New York: Oxford University Press, 1995)’e bakılabilir.

Page 79: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

70

içinde çok farklı görüşleri barındırıyor olsa da, temel olarak liberal ve meşruti bir

reform önerisiyle Tanzimat reformlarına muhalefet etmiştir.229 Ortaylı’ya göre Yeni

Osmanlılar, anayasacı liberalizm, modernist İslamcılık, hatta Türkçülük ve

sosyalizme kadar çeşitli görüşleri bünyesinde barındırmaktaydı.230 Bu kadar farklı

referanslarla hareket eden kimselerin bir grup oluşturacak şekilde birarada olmalarını

sağlayan unsur, yönetime duyulan hoşnutsuzluk ve bu hoşnutsuzluğun meşruti ve

temsili bir yönetimle giderilebileceği inancına dayanan ortak hedef için mücadele

etmeleriydi.231

Yeni Osmanlıların Tanzimat’a karşı çıkışları öncelikle bu reformların Batılı

güçlere taviz vermek bağlamında yapıldığı inancına dayanmaktaydı. Yeni Osmanlılar

Batılılaşmaya karşı değildiler, fakat Batılılaşma olgusuna pragmatik yaklaşıyor ve

reform sürecinde İslami temellerin görmezden gelinmesine karşı çıkıyorlardı. Öte

yandan Yeni Osmanlılar için bir anayasaya sahip olmak, aslında toplumun ihtiyaç ve

229 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu (çev.) Metin Kıratlı (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1970), s. 151. 230 Ortaylı, İmparatorluğu En Uzun Yüzyılı, s. 265. Mardin’e göre, Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi Yeni Osmanlılar içindeki en temel üç fikir akımının temsilcileridir. Siyasi fikirleri Batı düşüncesine dayanan Namık Kemal’in temel felsefesi yine İslami öğelere dayanmakta, bu çerçevede yer yer tutucu olmakla birlikte daha çok liberal modernist (ama) İslamcı bir çizgiye sahiptir. Namık Kemal’le özdeşleştirilmiş olan hürriyet kavramı da yine bu bağlamda, Mardin’in belirttiği gibi Batılı kuramsal temellerden uzak, İslami referanslarla algılanan daha sığ bir kavrayışla işlenmiştir. Yeni Osmanlıların bir diğer temsilcisi olarak anılan Ziya Paşa ise, Namık Kemal’den çok daha muhafazakar, Batı düşüncesine daha uzaktır. İmparatorluğun durumunun düzeltilmesi için devlet katında reformun, özellikle de eğitim reformlarının yeterli olacağını savunmuştur. Yeni Osmanlıların Avrupa’da çıkardığı ilk gazete olan Muhbir’in öncüsü Ali Suavi ise, aldığı medrese eğitiminin etkisinde, batılı siyasi düşüncelere ters, hatta meşrutiyet fikrine de karşı görüşlere sahiptir. Osmanlı düşünce hayatına en önemli katkısı “Türk” kavramına ilk değer veren kişilerden olmasıdır. Türkçülüğün ilk savunucularından sayılmasına sebep olan görüşleri daha çok Türk dili ve alfabesiyle ilgili görüşlerinden kaynaklanmaktadır. [Şerif Mardin, “Yeni Osmanlılar ve Siyasi Fikirleri”, Tanzimattan Cuhuriyete Türkiye Ansiklopedisi Cilt: VI (İstanbul: İletişim Yayınları, 1985), s. 1700]. Yazılarında, Osmanlıların dilinin Osmanlıca değil, Türkçe olduğunu, çünkü Osmanlıların da aynı Özbek ya da Türkmenler gibi Türk halklarından olduğunu öne sürmüştür. Suavi Aydın, Türk Kimliğinin Yaratılması ve Ulusal Kimlik Sorunu Üzerine (Ankara: Özgür Üniversite Yayınları, 2009), s. 112. Buna karşın siyasal anlamda bir Türkçülük güttüğünü söylemek olanaklı değildir. Aksine, bu anlamda Ali Suavi İslamcı (ve Osmanlıcı)’dır. Ercüment Kuran, “The Impact of Nationalism on the Turkish Elite in the Nineteenth Century”, William R. Polk ve Richard L. Chambers (der.), Beginnings of Modernization in the Middle East (Chicago-Londra: The University of Chicago Press, 1968), s. 112. 231 Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, s. 91-93.

Page 80: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

71

talepleriyle değil, devletin kurtarılmasında bir araç olarak görülmesiyle ilgiliydi.232

İslamcılık, Osmanlıların Tanzimat’la birlikte kültürel benliğini kaybetmeye

başladığı anlayışına odaklanmış bir fikir akımıydı.

Buna karşın anayasa fikrinin oluşması ve yayılmasında, dolayısıyla da meşrutiyet

hareketinde dolaylı da olsa önemli bir etkide bulunmuşlardı. Yeni Osmanlı

hareketinin kendisinden sonraki döneme dair bir diğer etkisi ise İslamcılık görüşü

üzerinde olmuştur.

233 Diğer yandan, İslam

medeniyetinin kendisini de sorguluyor ve Batı’nın üstünlüğü karşısında onu taklit

etmek yerine, ‘gerçek’ İslam’a dönülürse yeniden parlak günlere dönülebileceği ve

Batı karşısında eskisi gibi sağlam durulabileceği vurgulanıyordu. İslamcılık II.

Abdülhamit’in iktidarında yoğunlaşmış ve Sultan Abdülhamit kendi iktidarına kadar

çok belirgin olmayan İslamcı tepkiyi devleti kurtarmak adına resmi politikası haline

getirmiştir. Deringil’in deyimiyle, II. Abdülhamit döneminde İslamcılık bir gelenek

olarak icad edilmiş234 ve kimlik inşasının önemli bir bileşeni haline gelmiştir.235 Bu

dönemde Osmanlı devleti sınırlarında yaşayan Müslümanlar arasında birlik kurmak

için kullanılan İslamcılık, Osmanlıcılık ile birleştirilerek bir Osmanlı milleti236

kimliği yaratma ideolojisine dönüşmüştür. İslam, ortak kimlik ve vatandaşlığın bir

unsuru ve imparatorluğun müslüman tebaasını biraraya getirmeyi sağlayacak sosyal

çimento olarak görülmüştür.237

II. Abdülhamit’in İslamcılığının bir diğer yüzü, Panislamizm olarak dış

politikaya yönelik olmuştur. Abdülhamit’in Panislamizmi ilk anda anlaşıldığı şekilde

232 Cemil Koçak, “Osmanlı/Türk Siyasi Geleneğinde Modern Bir Toplum Yaratma Projesi Olarak Anayasanın Keşfi: Yeni Osmanlılar ve I. Meşrutiyet”, Tanıl Bora ve Murat Gültekin (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cit I: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası, Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 81. 233 Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 91. 234 “Geleneğin icadı” kavramıyla ilgili olarak bkz. The Invention of Tradition, Eric Hobsbawm ve Terence Renger (der.), (Cambridge: Cambridge University Press, 1983). 235 Selim Deringil, Simgeden Millete: II. Abdülhamit’ten Mustafa Kemal’e Devlet ve Millet (İstanbul: İletişim Yayınları, 2007), s. 29. 236 Burada millet kelimesinin kullanımı, anlam olarak ulustan farklı kullanıldığını belirtmek için yapılmış bilinçli bir tercihtir. Çünkü bu bağlamdaki Osmanlılık, ulus kavramının içerdiğinin aksine çok dinlilik, çok kültürlülük ve çok etniliği de içermekte, Osmanılı’ya bağlılık dışında bir homojenliği getirmemektedir. 237 Gökhan Çetinsaya, “İslami Vatanseverlikten İslam Siyasetine”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. I, s. 271.

Page 81: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

72

bütün dünya Müslümanlarını birleştirmek değil, ülke dışındaki Müslümanları

Halifelik ekseninde birleştirmek anlamında olmuştur. Bu bağlamda aslında hayata

geçirilecek bir politika olmaktan çok, bu politikadan etkilenebilecek durumda olan

(Müslüman sömürgelere sahip İngiltere, Fransa ve Rusya gibi) güçlere karşı pazarlık

olanaklarını artıracak diplomatik bir koz olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Bu şekilde

Panislamizm, sömürge Müslümanlarını Halifelik gücüyle sömürgeci devletlere karşı

ayaklandırabilme potansiyeline sahip bir tehdit olarak canlı tutulmaya çalışılmıştır.238

II. Abdülhamit dönemi İslamcılığı batılılaşma sürecini kesintiye uğratmamış,

pragmatik bir batılılaşma süreci, üstelik yoğun biçimde devam etmiştir. Dahası, bu

dönem batılılaşma bağlamında Tanzimat reformlarının gerçekleştiği ve zirvesine

ulaştığı dönem olarak göze çarpmaktadır.

239

II. Abdülhamit döneminin muhalif sesleri ise 1877’de sultanın parlamentoyu

kapatmasıyla sahneden çekilen Yeni Osmanlıların devamı niteliğinde olan Jön

Türkler tarafından yükseltilmiştir. Jön Türkler genel olarak Tanzimat sonrası Batılı

eğitim kurumlarından mezun ve bürokratik görevlerdeki kişilerden oluşmaktaydı.

Yeni Osmanlılar’da olduğu gibi çağdaş, liberal ve anayasacı görüşlerin etkisinde

kalmışlardı.

Fakat bu dönemde de batılılaşma seçici

olmuş, teknoloji, idari mekanizma, askeri ve eğitim kurumları çerçevesinde kalmıştır.

240 Anayasacı oluşları, Hanioğlu’nun deyimiyle öncelikle söz konusu

dönemde anayasacılığın modernleşmenin bir ölçütü olmasıyla ilgiliydi. Diğer

yandan, Osmanlılık bağlamında bir Osmanlı vatandaşı yaratmanın ancak anayasa ile

olanaklı olduğu düşünülmekteydi.241

238 François Georgeon, Sultan Abdülhamit, çev. Ali Berktay (İstanbul: Homer Kitabevi, 2006), s. 244. Osmanlı devleti bu kozu içeriğinin aksine ayaklandırma için değil, ayaklanma olasılığına engel olmak amacıyla (örneğin 1881’de Bosna Müslümanlarına karşı olduğu gibi) kullanmış, fakat ayaklanma olasılığına engel olabilmesi, ileride ayaklanma çıkmasını sağlayabileceğinin de göstergesi olduğundan etkili bir tehdit oluşturmuştur. Ibid.

Nihayetinde anayasacılık bağlamında

modernleşme de, Osmanlı kimliği yaratma arzusu da devletin kurtarılması sorununa

bağlıydı.

239 Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.177. 240 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 130. 241 Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük, C.I (1889-1902), (İstanbul: İletişim Yayınları, 1985), s. 70.

Page 82: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

73

Jön Türklük en başında bu şekilde bir zihniyeti temsil etmekte olsa da, sonradan

çok farklı grupları içermeye başlamış ve bir Jön Türk zihniyetinden bahsetmek

güçleşmiştir. Bunun büyük oranda nedeni, dönemin en etkili muhalefet odağının Jön

Türkler olması ve çok çeşitli muhalif grupların etkin olabilmek adına aralarına

katılmak istemesiydi.242

Jön Türklerin ilk örgütü 1889’da İttihad-ı Osmanî adıyla kurulmuş, fakat

Fransa’da sürgündeyken adını İttihat ve Terakki

243

Jön Türkler çok derin bir teori ya da ideoloji ortaya koymamış, tüm

mücadelelerine dayanak noktası olarak kullandıkları ‘hürriyet’le ancak dolaylı

yoldan ilgilenmişlerdi. Bu ilgi, hürriyetin egemen olduğu bir rejimde parçalanmanın

durdurulabileceği ve dolayısıyla devletin kurtarılabileceği düşüncesine

dayanmaktaydı.

Cemiyeti olarak değiştirmiştir.

İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklerin etkisi ülkede hızla yayılmış ve subaylar

arasında örgütlü-paramiliter gruplar oluşmaya başladıktan sonra gelişen olaylarla II.

Meşrutiyete giden yol hızla aşılmaya başlanmıştır.

244 Bu bağlamda, kendilerinden önceki dönemlerin Osmanlıcılık ve

İslamcılık ideolojileri de Jön Türkler için birer araç olmaktan öte anlam

taşımamaktaydı. Buna karşın, yine devleti kurtarmak bağlamında yola Osmanlıcı

olarak çıkmışlardı ve Osmanlıcılık yeniden inşa edilen anayasal rejimin de resmi

ideolojisi durumundaydı. İslamcılık ise, Jön Türklerin siyasi programında yer

almamasına karşın, yine de siyasal bir araç olarak gerektiğinde kullanılmıştır.245

Jön Türkler Yeni Osmanlıların fikirlerinden etkilenmiş, hatta Mardin’in

ifadesiyle ilk dönemlerinde onları taklit etmiş

246

242 Ibid., s. 645.

olmalarına karşın batılılaşma

konusunda Yeni Osmanlılar kadar eleştirel olmamış, aksine yalnızca siyasal rejimi

243 İttihat ve Terakki adı bundan sonra, dönemsel olarak cemiyeti, hükümeti/iktidarı sıfatları ile birarada kullanılmakla birlikte, İT olarak kısaltılarak kullanılacaktır. 244 Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 301. 245 Erik Jan Zürcher, “Jön Türkler, Müslüman Osmanlılar ve Türk Milliyetçileri: Kimlik Politikları, 1908-1938”, Kemal H. Karpat (der.), Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiye’si (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004), s. 265. 246 Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, s. 301.

Page 83: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

74

değil, hayatın her alanını batılılaştırma çabasına girmişlerdi.247 Bu dönemdeki

batılılaşmanın önceki dönemlerden en büyük farkı, artık ‘seçici’ batılılaşma yerine

topyekün batılılaşma fikrinin yerleşmeye başlamış olmasıdır. Batı, teknolojisi,

kültürü ve düşünce dünyasıyla bir bütün olarak algılanmaya başlandığından,

batılılaşmanın da topyekun bir program olması gerektiği düşüncesine varılmıştı.248

Fakat batılılaşma ve reform bağlamındaki bu anlayışla ilintili ilerleme, savaş

koşulları -Balkan Savaşları- ile karşılaşıldıktan sonra geriye dönmüştür.249

Balkan Savaşları İttihat ve Terakki (İT) politikasında önemli bir dönüm noktası

olmuştur. Balkanlardaki savaşların patlak vermesi artık resmi politika olarak

Osmanlıcılığın sürdürülmesini olanaksızlaştırdığından, zayıf da olsa fikir düzeyinde

başlamış olan Türkçülük ideolojisi resmi politikada içerilmeye başlanmıştır. Jön

Türk düşüncesinde bu sürecin öncesinde de Türklük, Türk unsurunun vurgulanması

gibi unsurlara rastlanmaktaydı, hatta bu vurgu zaman içinde Osmanlılık ile

Türklüğün birleştirilmesine kadar gelmiş, fakat bugün anladığımız anlamda bir Türk

ulusalcılığı noktasına varmamıştı.

250

Söz konusu dönemde Türkçülüğün aslında iki farklı ideolojiye dayanan, iki farklı

kolundan söz edilebilir. İlki, tüm Türk halklarının birliğini öngören ve 1908 sonrası

Rusya’dan göç eden Müslümanlar tarafından Osmanlı düşüncesine ulaştırılan Pan-

Türkizm’di. Pan-Türkizm 1912 sonrası İT iktidarı döneminde resmi politika

tarafından içerilmiş olmakla birlikte, günlük siyasetin çıkmazları karşısında öne

çıkmak ötesinde bir derinlik kazanamamıştır.

251

247 Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, çev. Yavuz Alogan (İstanbul: Kaynak Yayınları, 2002), s. 47-48.

Zeki Velidi Togan, Sadri Maksudi

Arsel, Ahmet Ağaoğlu ve Yusuf Akçura ile anılan Türkçülüğün bu kolu, Osmanlı

Türkleri arasında gelişen, Türkçülüğün diğer kolu üzerinde de önemli etkilerde

bulunmuştur. Pan-Türkizm’in en önemli temsilcisi Yusuf Akçura’nın kaleme aldığı

Üç Tarz-ı Siyaset (1904) Türk milliyetçiliğinin ilk manifestosu sayılmaktadır.

Akçura bu makalesinde, Osmanlı devletini kurtarmak ve güçlendirmek için en iyi

248 Nilgün Toker ve Serdar Tekin, “Batıcı Siyasi Düşüncenin Karakteristikleri ve Evreleri: Kamusuz Cumhuriyetten Kamusuz Demokrasiye”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. III, s. 83. 249 Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne, s. 185-186. 250 Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti, s. 629-630. 251 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 189.

Page 84: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

75

politikanın hangisi olacağını, “bu devlet nasıl kurtulur” sorusuna verilmiş yanıtları

çözümleyerek ortaya koymaya çalışmıştır. Akçura’ya göre, bir Osmanlı milleti

yaratma hedefinde olan Osmanlıcılık, devlet için faydalı bir politika olsa da, çağın

koşullarında uygulanması olanaksızdır, Akçura’nın deyimiyle beyhude yorgunluktan

öte bir işlevi olmayacaktı.252 İslamcılık ise, yine Akçura’ya göre Osmanlı devletini

güçlendirebilecek bir politika olmasına karşın, büyük güçlerin baskıları dolayısıyla

başarıyla hayata geçirilmesi olanaklı değildi.253 Sonuç olarak Akçura’ya göre üç tarz-

ı siyaset içinde uygulanabilirliği olan tek politika Pantürkizm, yani ırk temeline

dayalı bir Türk birliğiydi. Bunun için de Osmanlı devleti coğrafi ve kültürel açıdan

Asya’ya yönelerek “Türklük”ün başına geçmeliydi.254

Türkçülüğün diğer kolu ise zamanla Türk ulusçuluğu olarak ayrıksanabilecek

olan Anadolu Türklüğünü vurgulayan akımdır. Türkçülüğün bu kolu aslında yola

Yeni Osmanlı düşüncesinden miras alınan ‘vatanseverlik’ fikrine dayalı millet

kavramı ile çıkmış ve bir ‘Osmanlı’ ulus-devleti kurma amacını taşımıştır.

255 Fakat

vatan/vatanseverlik kavramı, Osmanlılık çerçevesinde birleştirici işlevini yitirmeye

başladıkça, Türkçülük-Türk ulusçuluğuna doğru evrilmiştir. Türkçülüğün ilk gerçek

ideoloğu olarak kabul edilen Ziya Gökalp’e göre Türkçülük, Türk ulusunu

yükseltmek demektir.256 Gökalp, bu bağlamdaki ulus kavramını kültür birliğine

dayandırmış, ulusu dil, din, ahlak ve estetik bakımdan ortak olan bireylerden oluşan

topluluk olarak tanımlamıştır.257 Gökalp’in görüşlerinde dil temel birleştirici işlevi

görmektedir,258 bunun yanında din, yani İslam da toplumsal birleştirici olarak önemli

ve Türk kültürünün parçası olarak kabul edilmektedir.259

252 Yusuf Akçura, ÜçTarz-ı Siyaset (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1976), 27-31 ve 35.

Hars ve medeniyet ayrımı

yapan Gökalp, bu çerçevede seçici bir batılılaşmanın yanında olmuş, bilim ve

253 İbid., s. 31-35. 254 François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura (1876-1935) (İstanbul: Türk Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999), s. 135. 255 Masami Arai, “Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. I, s. 194. 256 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Mahir Ünlü ve Yusuf Çotuksöken (der.), (İstanbul: İnkılap Kitabevi, 1987), s. 13. 257 Ibid., s. 18. 258 Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, Füsun Üstel ve Sabir Yücesoy (der.), (İstanbul: İletişim Yayınları, 1989), s. 45. 259 David Kushner, The Rise of Turkish Nationalism 1876-1908 (Londra: Frank Cass, 1977), s. 100.

Page 85: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

76

teknolojinin alınmasını olumlarken, kültürel unsurların uyarlanmasına şiddetle karşı

çıkmıştır. Bu görüşler öncülüğünde Gökalp siyasal anlamda da, Türklüğün başat rol

oynadığı Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık’tan oluşan bir sentez ortaya koymuştur.

Aslında açıkça görülebildiği üzere, bütün bu fikir akımlarını birbirinden kesin

sınırlarla ayırmak çok da olanaklı değildir. Karpat’ın belirttiği gibi, söz konusu

dönemler süresince Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımları biribiri içine

geçmiş durumda, birbirleriyle varoluyorlardı ve aslında tümü modernleşme

arayışının sonuçlarıydı.260 Nihayetinde tüm akımlar tek bir amaca hizmet için vardı:

devletin varlığını sürdürmesi, devleti kurtarmak. Yine de, sırf bekâ kaygısıyla

başlatılmış da olsa, batılılaşma süreci, bu süreci başlatmış olan yönetici elitin de

öngöremediği bir şekilde kimlik inşa edici pratiklere dönüşmüş, geleneksel kimlik

kalıplarını sarsarak Osmanlının çözülme ve yok olma sürecine eşlik eder şekilde

uluslaşmaya doğru evrilmiştir.261

1908 devriminden beri siyasal hayatın belirleyicisi olmasına karşın iktidar

olamayan İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1913’te darbeyle iktidarı ele aldıktan bir yıl

sonra Osmanlı Devletinin son savaşı Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Dört yıl

süren savaş sonunda ise Rus ve Avusturya - Macaristan imparatorlukları ile birlikte

Osmanlı İmparatorluğu da tarihe karıştı. Devleti kurtarmak mümkün olmamıştı ve

bundan sonrası Kemalist yönetim eliyle devleti kurma misyonu olarak devam

edecekti.

Osmanlı devletinin savaş halini sonlandıran Mondros Ateşkesi’nden hemen

sonra, işgal edilen ya da gayr-i müslimlere verilmesi beklenen bölgelerde

Müslümanlık-Türklük temelinde küçük boyutlu direniş örgütleri (Müdafaa-i Hukuk

Cemiyetleri) ortaya çıkmıştı. Bu yerel direniş örgütleri de aslında İT’nin

girişimleriyle kurulmuştu.262

260 Karpat, “Tarihsel Süreklilik, Kimlik Değişimi”, s. 48.

Milli Mücadele’de bu yerel direniş örgütleri ile

müslüman esnaf, toprak sahibi ve köylülerin bileşiminden oluşan Kuvay-i Milliye

hareketleri önemli bir dinamik oluşturmuştur.

261 Zafer Yörük, “Politik Psişe Olarak Türk Kimliği”, Tanıl Bora (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt IV: Milliyetçilik (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 310. 262 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 198.

Page 86: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

77

Sözü edilen yerel direnişçiler, başlangıçta halkı harekete geçirmekte güçlük

çekmiş olsalar da, Mayıs 1919’daki Yunan işgali direnişi seferber etmede önemli

itici güç olmuştur. Hatta Yıldız’a göre Yunan işgaline karşı koyma iradesi Türk

ulusal bilincinin ilk işareti olmuştur.263 Anadolu’nun Yunan güçlerince işgal tarihi

aynı zamanda Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçtiği tarihle çakışmaktadır. Mustafa

Kemal Anadolu’ya geçtikten sonra yerel direniş örgütleri etrafında toplanmaya

başlamışlardı. Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi ile başlayan, Sivas Kongresi,

Misak-ı Milli’nin yayınlanması ve Büyük Millet Meclisinin (BMM) açılması ile

sonuçlanan süreçte, özellikle İstanbul’un Mart 1920’de itilaf devletlerince işgali

farklı grupların biraraya gelmesini ve BMM’nin bu örgütler açısından meşruiyet

kazanmasını sağlamıştır.264

30 Ağustos 1922’de işgal kuvvetlerinin nihai olarak yenilgiye uğratılması ve 29

Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanıyla sonlanan Milli Mücadele doğmakta

olan Türk ulusal kimliğinin kaynağı olmuştur. Milli Mücadele direnişi Müslüman-

Türk kimliği çerçevesinde oluşmuş, Türk ve Müslüman kimlik algılamaları

birbirinden ayrışmamıştır. Hatta lider kadro tarafından mücadeleyi birleştirici bir

unsur olarak İslamiyet özellikle vurgulanmış ve Türk milliyetçiliği

seslendirilmemeye özen gösterilmişti.

265 Erzurum ve Sivas kongreleri

beyannameleri, Misak-ı Milli gibi Milli Mücadele belgelerinde Türklük, Türk milleti

ve Türk milliyetçiliği gibi deyimlere yer verilmeyip, İslamın seferber edici unsur

olarak kullanıldığı kolaylıkla görülebilmektedir.266

Milli Mücadelenin 1919’da yerel direniş örgütleri ve bölgesel kongrelerle

başlayan ve 1922’de zaferle sonuçlanan öyküsü aynı zamanda Mustafa Kemal’in

mücadelenin kesin önderi olarak ortaya çıkışının da öyküsü olarak okunabilir.

267

263 Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene, s. 92.

264 Eren Deniz (Tol) Göktürk, “1919-1923 Dönemi Türk Milliyetçilikleri”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. IV (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 110. 265 Selçuk Akşin Somel, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk Kimliği”, Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik, Nuri Bilgin (der.), (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997), s. 79. 266 Milli Mücadele dönemi belgelerinde kimlik konusuyla ilgili ayrıntılı bilgi için, Ergun Özbudun, “Milli Mücadelede ve Cumhuriyetin Resmi Belgelerinde Yurttaşlık ve Kimlik Sorunu”, Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik, s. 63-70. 267 Zürcher, , Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 228.

Page 87: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

78

2. Sıfır Noktası:268

Birinci Dünya Savaşının sonundan cumhuriyetin ilanına kadar askeri ve siyasal

alandaki mücadelelerden zaferle çıkan Kemalist güçler, hedeflerini Batılılaşma

yönünde belirlemişlerdi. Bu bağlamda, aslında 1930’larda resmiyet kazanacak olan

Kemalizm, kendisini önceleyen Batılılaşma girişimlerinin devamı, hatta en başarılı

olanı olarak görülebilir.

Kemalizm ve Yeni İnsan

269

1923’te cumhuriyetin ilanıyla başlayan süreç, devlet inşası sürecidir ve bu süreçte

temel amaç, bağımsız bir ulus-devlet kurmak, modern bir kimlik yaratmak ve

modernleşmektir. Aslında modernleşme, ilk iki amacın, modern devlet ve kimlik

inşasının gerçekleştirilebileceği yol olarak görülmüştür.

270

Cumhuriyetle birlikte modernleşme/batılılaşma, Cumhuriyet öncesi dönemin Batı

karşısında devleti kurtarma projesinin parçası olmaktan, Batı ailesine dahil olarak

modernleşmeyi öngören bir biçime evrilmiştir.

271 Bu bağlamda, Tanzimat’tan beri

süregelen modernleşme çabalarının ve en son olarak da İT’nin devleti kurtarmak

adına bir araç olarak gördüğü batılılaşma, Cumhuriyet döneminde Kemalizmle

birlikte ideolojileşmiştir.272

Kimlikler, etkileşim içinde bulunulan ötekiler tarafından tanınmadıkları sürece

anlamlı olmazlar. Diğer yandan kimlikler, yalnızca öteki ile ilişkisi sonucu da inşa

edilmezler. Kimliklerin inşasında, ben’in ne olmak istemediğini tanımlayan ‘öteki’

Bu tür bir ideolojik algılayışla kimlik inşa edici pratik

olarak anlaşılan batılılaşma, kimliğin güvencesini sağlayan unsur olarak da işlev

görmüştür.

268 Sıfır Noktası, bir ulusun sıfırdan modern bir kimlik yarattığı anı tanımlamak üzere kullanılan terimdir. Bkz. Prizel, National Identity and Foreign Policy, s. 27. ‘Sıfır noktası’ ile Kemalist inşa sürecinin geçmişten bütünüyle kopuk gerçekleştiği değil, fakat kurucu mantığın bunu bu şekilde gerçekleştirmeyi hedeflediği ve programlarını bunun üzerine inşa ettikleri anlatılmaya çalışılmaktadır. Nihayetinde, toplumun kolektif hafızasından geçmişi silmenin olanaklı olmadığı kısa sürede ortaya çıkacağı gibi, kurucu iradenin kendisinin de o geçmişin ta kendisi olduğu açık bir gerçektir. 269 Mesut Yeğen, “Kemalizm ve Hegemonya?”, Ahmet İnsel (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 56. 270 E. Fuat Keyman ve Ziya Öniş, Turkish Politics in a Changing World: Global Dynamics and Domestic Transformations (İstanbul: Istanbul Bilgi University Press, 2007), s. 11. 271 Kaliber, “Türk Modernleşmesini Sorunsallaştıran Üç Ana Paradigma”, s. 107. 272 Kerem Ünüvar, “İttihatçılıktan Kemalizme: İhya’dan İnşaya”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cit I, s.140.

Page 88: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

79

kadar önemli olan ve esasında ben’in benzemeye çalıştığını tanımlayan bir ‘etkili

öteki’ (significant other)273 de aynı oranda etkili ve önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti

bağlamında devletin ‘etkili öteki’si konumundaki Batı, yeni Cumhuriyet’in

kimliğinin kesinliğini sağlamada önemli rol oynamıştır. Batılı olmak, Batı ailesine

dahil olabilmek, yani etkili öteki tarafından kabul edilmek/tanınmak yeni devletin

kimliğinin güvencesi olmuştur. Kimlikleri güvence altına almanın diğer yüzü olan

ötekileştirme274 ise yeni devletin inşasında “kendiyle farklılık”275 (difference with

itfself) şeklinde tezahür etmiştir. Bu bağlamda, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin

kimliğinin ötekisi, Osmanlı geçmişi olarak Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal

gerçekliğine içsel olmuştur.276 İslam da bu geçmişi gerçeklendiren referans noktası

olarak algılandığından, Osmanlı’yı ötekileştirmek İslam’ı da aynı konuma itmiştir.

Bu şekilde, Türkiye Cumhuriyeti inşa edilirken bir yandan devlet-toplum inşası ve

modernleşme, batılılaşma kavrayışıyla gerçekleştirilmeye çalışılırken, diğer yandan

yeni devleti Osmanlı/İslam geçmişinden ayıran sınırlar çizilmeye başlanmıştır.277

Kemalizmin özünü oluşturan batılılaşma yoluyla modernleşme,

278 Kemalist elitin

algısında devlet eliyle yaratılacak bir süreç olmuştur ve bu bağlamda aslında İT’nin

iktidara sahip olduktan sonra reform programını gerçekleştirmek için izlediği yolla

benzerlik göstermektedir.279

273 Etkili öteki (significant other) aktörlerin başarılı olarak algıladıkları için anlayışlarını uyarladıkları (taklit ettikleri) ötekiler olarak tanımlanmaktadır. Bkz. Wendt, Social Theory of International Politics, s. 325.

Devlet, modernleşmeyi sağlayacak tek eden

konumundadır ve tam da bu noktada batılılaşma arzusuna uyumlu kimliğin ve bu

274 Conolly, Kimlik ve Farklılık, s. 92-93. 275 Zehfuss, Constructivism in International Relations, s. 84-86. 276 Tanıl Bora, “Cumhuriyetin İlk Döneminde Milli Kimlik”, Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik, s. 58. 277 Kaliber, “Türk Modernleşmesini Sorunsallaştıran”, s. 109. 278 Modernleşme ile batılılaşmanın doğrudan Mustafa Kemal tarafından eş anlamda anlaşıldığını gösteren birçok demeç mevcuttur. Örneğin; “.. Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmek lazımdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sukutu, [...], kendisini Avrupa milletlerine bağlayan rabıtaları kestiği gün başlamıştır. [...] ... Memeleketimizi asrîleştirmek istiyoruz. Bütün mesaimiz Türkiye’de âsrî, binaenaleyh garbî bir hükümet vücude getirmektir. Medeniyete girmek arzu edip de, garba teveccüh etmemiş millet hangisidir?” Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri III (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1961), s. 68. 279 Ünüvar, “İttihatçılıktan Kemalizme”, s. 108.

Page 89: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

80

kimliğe uyumlu yeni insanın nasıl yaratılacağı sorunuyla ilişkilenmektedir. Yeni

insanın devlet eliyle yaratılması bir dizi reformla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.

Saltanatın ardından hilafetin kaldırılması, 1924 Anayasasıyla Osmanlı vatandaşı

kavramı yerine vatandaşlığın Türklükle tanımlanmış olması birincil olarak yeni bir

devlet kimliğinin inşasının göstergeleri olmuştur.280 Bu süreçte, kıyafet ve şapka

yasası (1925), Gregoryan takvimin kabulü, haftasonu tatilinin pazara alınması,

İsviçre medeni ve İtalya ceza yasaları ile Avrupa rakam ve ölçü birimlerinin kabulü,

Latin alfabesinin Arap alfabesinin yerini alması (1928) gibi modernleştirici reformlar

bir yandan batılı yeni insanı yaratmanın unsurları olarak işlerken, diğer yandan

Osmanlı’ya ait tüm gelenek ve değerleri ötekileştirme işlevini üstlenmiştir. Türk

kimliğinin batılı modern referansla inşası, Yörük’ün belirttiği üzere Osmanlı/İslam

geçmişini egemen söylem düzeyinde ötekileştirmenin tarihi olarak da okunabilir.281

Osmanlı/İslam geçmişi anılan reformlarla ötekileştirilirken, yeni ‘biz’ kimliğine

kaynaklık edecek, bu çerçevede ortak yaşanmışlıklara referans olacak geçmiş/tarih

de aslında yok edilmiştir. Bu yokediş, ‘biz’ duygusunu sağlamada kolektif hafızaya

referans olacak bir geçmişin/tarihin yeniden inşasını gerektirmiş, bu ihtiyaç da

1932’de yapılan I. Türk Tarih Kongresiyle şekillenen Türk Tarih Tezi ve onu

destekleyen 1936 Türk Dil Kongresinde ortaya çıkan Güneş Dil Teorisi ile

giderilmeye çalışılmıştır.

Türk Tarih Tezi282

280 Şaban H. Çalış, Hayaletbilimi ve Hayali Kimikler: Neo-Osmanlıcılık, Özal ve Balkanlar (Konya: Çizgi Kitabevi, 2004), s. 68.

Türklerin köklerini Orta Asya’ya dayandırmaktaydı ve Orta

Asya’dan göç eden Türkler, Çin’den Hindistan ve Mısır’a, Mezopotamya’dan İran,

Yunanistan ve İtalya’ya ve -tabii- Anadolu’ya kadar yayılmışlardı. Bu tezle tüm

Avrupalı uygarlıkların temeli Türklere dayandırılmış ve Anadolu’nun -Eti/Hititlerin

281 Yörük, “Politik Psişe Olarak Türk Kimliği”, s. 312. 282 Türk Tarih Tezi ile ilgili birincil kaynak olarak, Afet Hf. vd., Türk Tarihinin Ana Hatları (İstanbul: Devlet Matbaası, 1930) aslından Türkçesi sadeleştirilerek yeniden basılan Türk Tarihinin Ana Hatları: Kemalist Yönetimin Resmi Tarih Tezi (İstanbul: Kaynak Yayınları 1999). Ayrıca, ayrıntılı bilgi için Büşra Ersanlı, İktidar ve Tarih: Türkiye’de “Resmi Tarih” Tezinin Oluşumu (1929-1937) (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), ayrıca Etienne Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine, çev. Ali Berktay (İstanbul: Tarih Vakfı-Yurt Yayınları, 1998).

Page 90: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

81

ataları olmak aracılığıyla- ilk yerli sakinleri Türkler olduğundan, Anadolu da Türk

anavatanı olarak kabul edilmiştir.283 Türklerin tarihini, hatırlamanın olanaklı

olmadığı bağlantılar üzerinden yürüten Türk Tarih Tezi, Osmanlı - İslam kimliğinin

etkisi ve varlığını görmezden gelmiş, kolektif hafızaya hatırlamayı değil, aksine

unut(tur)mayı (national amnesia) hedeflemiştir.284

Türk Tarih Tezi’ni tamamlamak ve güçlendirmek gibi bir işlevi de olan Güneş

Dil Teorisi ise özetle, Türk dili ve ırkını Avrupa dil ve ırkının kaynağı olarak ele

almıştır.

285 Teori, Türk ırkının tarihini dil yoluyla keşfetmekle, aynı zamanda dili

laikleştirme ve “İslam boyunduruğundan kurtarma” işlevi de görmüştür. 286

Türklerin kökenini Orta Asya’ya dayandıran ve Türkleri Türk dili ile birlikte tüm

uygarlıkların kaynağı olarak gösteren Türk Tarih Tezinin asıl rolü, Güneş-Dil Teorisi

ile birlikte, kimlik inşası sürecinde ihtiyaç duyulan, kolektif hafızaya referans olacak

mit, anı ve semboller yaratmak olmuştur.

287

Kemalist inşa sürecinde kimlik kurucu unsurlar olarak modernleşme yanında

milliyetçilik de öne çıkmıştır.

288 Fakat söylem düzeyinde fazlaca vurgulanmış olsa da

milliyetçiliğin aslında modernleşmenin bir parçasını oluşturduğu ve bu anlamda daha

araçsal bir nitelik taşımakta olduğu söylenmelidir.289

283 Bkz. Türk Tarihinin Ana Hatları, s. 57-72; Soner Çağaptay, “Otuzlarda Türk Milliyetçiliğinde Irk, Dil ve Etnisite”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt IV, 246.

Modernleşme kapsamında

gerçekleştirilen laikleştirici reformlar, dinin kamusal alandan silinmesi ve hatta özel

284 Süleyman Seyfi Öğün, “Türk Milliyetçiliğinde Hâkim Millet Kodunun Dönüşümü”, Cumhuriyet, Demokrasi, Kimlik, s. 226. 285 Abdülkadir İnan, Güneş-Dil Teorisi Üzerine Ders Notları (İstanbul: Devlet Matbaası, 1936), s. 56. 286 Şemsettin Günaltay ve H. Reşit Tankut, Dil ve Tarih Tezlerimiz Üzerine Bazı İzahatlar, (İstanbul: 1938)’den aktaran, Ersanlı, İktidar ve Tarih, s. 209. 287 Bu yönde bir görüş için bkz. Smith, Milli Kimlik, s. 163-164. 288 Ahmet Yıldız, “Kemalist Milliyetçilik”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. II, s. 222. 289 Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne, s. 91.

Page 91: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

82

alanda da sınırlandırılması,290 toplumsal alanda bir referans olarak dinin/İslamın

yerine milliyetçiliğin getirilmeye çalışılmasıyla sonuçlanmıştır.291

Milliyetçilik, Kemalizmin ilkelerinden, bu ilkeleri tanımlamak üzere ortaya

koyulmuş Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ‘Altı Ok’undan (diğerleri, cumhuriyetçilik,

laiklik, devrimcilik, halkçılık, devletçilik) birisidir. Cumhuriyet Halk Fırkasının 1927

tarihli nizamnamesinde

292 ilk kez tanımlanan Altı Ok,293 1937’de yapılan anayasa

değişikliği ile294 sadece partinin ilkeleri olmaktan çıkarılarak, 295 1960 Anayasasıyla

değiştirilene dek, devletin de ilkeleri haline getirilmiştir.296

290 Birol Akgün ve Şaban Çalış, “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman: Türk Milliyetçiliğinin Terkibinde İslamcı Doz”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt. IV, s. 593.

Bu açıdan milliyetçilik,

devletin kimliğinin içerdiği unsurlardan birisi olarak görülmelidir.

291 Bu noktada ilk kez Rousseau tarafından kullanılmış olan “sivil din” kavramı akla gelmektedir. J. J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çev. Alpagut Erenuluğ (Ankara: Öteki Yayınevi, 1999), s. 195-207. Yine bu çerçevede, Smith’in milliyetçilikle ilgili, milliyetçiliğin aslında bir ‘siyasal/sivil din’ olarak işlediği görüşü, Kemalist milliyetçiliğin İslam yerine ikame edilmesi olgusuyla uyumlu görünmektedir. Smith’e göre, laikleştirici modernleşmeler söz konusu olsa dahi din bunun dışında kalmayıp, aksine milliyetçiliğin içeriğine transfer edilmiştir. Yalnızca resmi ve popüler düzeylerde dinsel sembol, motif ve gelenekler kullanılmamış, bunun yerine ulus “kutsal mezhep” olarak kavramsallaştırılarak milliyetçilik bir siyasal din konumuna gelmiştir. Smith, “The Sacred Dimension of Nationalism”, s. 811. Kemalizm’in bir “sivil din” olup olmadığı konusunda Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999), s. 217-220 ve 333-338; yine Kemalizmi doğrudan bir sivil din olarak ele alan bir çalışma için, Donald Webster, “Kehanet, Putları Kırmak, Ulusal İnanç: Türkiye Cumhuriyeti’nin Deneymi”, Atatürk’ün Düşünce ve Uygulamalarının Evrensel Boyutları, 2-6 Kasım 1981 Uluslararası Sempozyumundan Ayrıbasım (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1983). Benzer bir tartışma için, Dragoş C. Mateescu, “Kemalism in the Era of Totalitarinism: A Conceptual Analysis”, Turkish Studies, Cilt 7 (2), 2006, özellikle s. 230-232’ye bakılabilir. 292 Cumhuriyet Halk Fırkası (1927 tarihli) nizamnamesi için bkz., Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), s. 398. 293 Bu nizamnamede Altı Ok’tan sadece dördü (cumhuriyetçilik, milliyetçilik, laiklik ve halkçılık) benimsenmiş, devrimcilik ve devletçilik ilkeleri ise 1931’de yapılan III. Kurultayda eklenmiştir. Suna Kili, 1960-1975 Döneminde Cumhuriyet Halk Partisinde Gelişmeler: Siyaset Bilimi Açısından Bir İnceleme (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 1976), s. 59. 294 Ergun Özbudun, “The Nature of the Kemalist Political Regime”, Ali Kazancıgil and Ergun Özbudun (der.), Atatürk: Founder of a Modern State (Londra: C. Hurst & Company, 1997), s. 89. 295 Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri Recep Peker yeni parti programının konuşulduğu 13 Mayıs 1935 tarihli Kurultay toplantısında “... esasta partinin ana vasıfları olan cuhuriyetçilik, ulusçuluk, halkçılık, devrimcilik, devletçilik ve laiklik yeni program onaylandıktan sonra yeni Türkiye devletinin de vasıfları halini alıyor” şeklindeki açıklamayla bu değişikliğin haberini vermiştir. CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in Söylevleri (Ankara: Ulus Basımevi, 1935), s. 9. 296 Celal Bozkurt, Siyaset Tarihimizde C.H.P: Dünü, Bugünü, İdeolojisi (Y.Y. Yok, T.Yok), s. 147.

Page 92: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

83

Resmi ve genel düzeyde Kemalist milliyetçiliğin etnik-soya dayalı değil, bu

özellikleri dışlayan toprak-temelli bir milliyetçilik olduğu görüşü hakimdir. Bu

çerçevede yer alan görüşlere göre, Kemalist milliyetçilik, ırkçı olmayan, bölücü değil

birleştirici, sosyal dayanışmayı hedef tutan, laik, barışçı ve medeniyetçi bir

milliyetçiliktir.297 Buna karşın, birçok çalışmada298 Kemalist milliyetçiliğin de, farklı

dönemlerde ve bu dönem koşulları içerisinde etnik-soya dayalı tanımlamaları

içerdiğini ortaya koymaktadır.299 Türkiye’nin ve Türklerin kimliğine köken

arayışlarının sonucu olarak ortaya çıkmış olan, Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi

rahatlıkla bu etnikliğin işareti olarak görülebilir.300

Mustafa Kemal’in Türk milletini meydana getiren tabii ve tarihi olgular içersinde

ırk ve menşe birliği de yer almaktadır.

Bunun yanında, Kemalist

milliyetçiliğin belirleyici unsur olarak içerdiği ve inşa süreci boyunca tanımlamaları

değişmiş olan “ulus” kavramının da etnik referanslar içeren tanımlamalarına

rastlamak olanaklıdır.

301

297 Turhan Feyzioğlu, Atatürk ve Milliyetçilik (Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, 1996), s. özellikle 44-96. Benzer görüşler için Hamza Eroğlu, Atatürk ve Milliyetçilik (Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, 1992), s. özellikle 57-83.

Yine, Mustafa Kemal’in kendi ulus

tanımlaması “Türkiye Cumhuriyet’ini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir”

şeklinde, bu defa etniye referans vermeyen bir tanımlamadır. Hukuki olarak 1924

Anayasasında (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) Türklük, “Türkiye ahalisine din ve ırk

298 Kemalist milliyetçiliğin etnikliği içerdiğine dair ayrınıtılı bir çalışma olarak Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene’ye bakılabilir. 299 Anthony Smith’e göre, soya [ve dile] dayanması zaten Batı dışı milliyetçiliklerin ayırıcı özelliğidir. Smith, Milli Kimlik, s. 28-29. 300 Önemli oranda ırkçılığa kayan bu tezlerin varlığına karşın, Kemalist milliyetçiliğin ırkçı bir ideoloji olmadığı/olamayacağı konusunda yaygın görüş birliği mevcuttur. Örneğin Öğün’e göre, Kemalizm bir ulus-inşa süreci değil, devlet-toplum inşasına yönelmiş bir proje olarak milliyetçi bile sayılamayacağından ırkçılığı da içermesi olanaklı değildir. Süleyman Seyfi Öğün, “Türk Milliyetçiliğinde Hâkim Millet Kodunun Dönüşümü”, s. 227. Türköne ise, yaşanan tarihsellik, coğrafyanın bir ırklar haritası olması gibi nedenlerle Türk milliyetçiliği için ırçılığı olanaksız saymaktadır. Mümtazer Türköne, “Milli Devlet-Laiklik-Demokrasi”, Ersin Kalaycıoğlu ve Ali Yaşar Sarıbay (der.), Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme (İstanbul: Alfa Yayınları, 2000), s. 332. 301 Bu koşulların tamamı şu şekilde sıralanmıştır; Siyasi varlıkta birlik, dil birliği, ırk ve menşe birliği, tarihi karabet, ahlaki karabet. 301 A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1998), s. 22.

Page 93: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

84

farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” (88. md.)302 şeklinde,

anayasal vatandaşlık olarak tanımlanmıştır.303

Kemalizmin milliyetçilik bağlamında ulus kavrayışını en iyi anlatan “millet; dil,

kültür ve mefkûre (ülkü) birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği siyasî ve

içtimaî heyettir” cümlesidir.

304 Bu şekilde milliyetçilik dil, kültür ve ülkü birliği ile

tanımlanır hale gelmiştir. Dil genel olarak, milliyetçilik boyutunda kolektif kimliğin

ve “ortak ben” bilincinin varlığının işareti olduğu gibi, aynı zamanda kimlik inşası

süreçlerinin de önemli kurucu unsuru konumundadır.305 1921 Anayasasıyla

Türkçe’nin resmi dil olarak kabul edilmesi, 1928’de yeni alfabenin kabulü ve çok

yoğun tartışmalarla yürütülen dilde sadeleştirme ve Türkçeleştirme çalışmalarının306

Batılılaşmanın kültürel boyutu öncelikle toplumsal-kültürel alanın

sekülerleştirilmesi bağlamında, İslami unsurların bu alandan silinmesi şeklinde

ortaya koyulmuştur. Bunlar ağırlıklı olarak yeni Türk insanının öncelikle dış

görünüşünü, giyim kuşamını batılılaştırmayı kapsamış, şapka ve kravat batılı/laik

yeni insanın üniformaları olarak algılanmıştır.

yanında, dile kimlik bağlamında inşa edici rol yüklendiğinin göstergelerinden birisi

de uygulamada görülen (Rum ve özellikle Yahudi vatandaşlara yönelik) “Vatandaş

Türkçe Konuş” kampanyası olmuştur.

307

302 Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002), s. 309.

Cumhuriyetin kültür politikaları

gündelik görgü kurallarından, kadının toplumdaki yerine kadar her alanda

batılılaştırmayı kapsamış ve kadının giyim kuşamından, eğitimine, aile içindeki

görevlerinden, yeni yasal haklarına kadar her alandaki değişim, çağdaş kadın

kimliğinin kurucusu olarak kullanılmıştır. Dil konusunda yapılan yenilikler ve bunun

303 Daha önce sözü edilen 1869 tarihli Tabiiyyet-i Osmaniye Kanunu ve meşrutiyet anayasasının bir devamı (Osmanlı yerine Türk kullanılması suretiyle) olarak düşünülebilir. 304 Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 18. Aynı millet tanımı, Cumhuriyet Halk Fırkasının 1931 Programında, millet maddesi altında yer almıştır. 305 M. Berk Balçık, “Milliyetçilik ve Dil Politikaları”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt. IV: Milliyetçilik, s.777. 306 Dilde Türkçeleştirme özellikle daha İttihat ve Terakki döneminde görülebilecek girişimler arasındadır. Bu durum, daha önce de sözü edildiği gibi İttihat ve Terakki döneminde başlamış olan ve sonrasında Türk milliyetçiliğine evrilecek olan Türkçülük politikalarının, yeni bir kimlik tanımlama ihtiyacı çerçevesinde doğmuş bir gerekliliği olmuştu. 307 Seçil Deren, “Kültürel Batılılaşma”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık, s.388.

Page 94: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

85

benimsetilmesi konusundaki eğitim seferberliği de kültür politikaları kapsamında

olan bir diğer unsurdur. Kültür politikalarının Cumhuriyet döneminde en fazla

yoğunlaştığı alanlardan birisi de müzik olmuştur.308 Batı müziği ve Türk Halk

müziğinin karışımından bir ‘milli musiki’ yaratılmaya çalışılmış,309 alaturka müzik

ya da Osmanlı ve İslam bakiyeleri bu ‘milli musiki’ ile yok sayılmaya

çalışılmıştır.310

Ülkü birliği ise ifadesini, yine Kemalizmin ilkelerinden olan cumhuriyetçilikte

bulmuştur.

Çok kısa şekilde ele alındığında dahi görülmektedir ki, kültür

politikaları da yeni batılı ve laik Türk insanını yaratmak adına kullanılmış olan

kimlik inşa edici pratikler görünümündedir.

311

308 Mustafa Kemal 1934’de, TBMM IV. Dönem Toplantı Yılı Açış Konuşmasında kültürel alanda da muasır medeniyetleri yakalamak bağlamında ve bir yeni ulus/yeni insanı yaratma aracı olarak, en hızlı ve önemli gelişmenin müzik alanında gerçekleştirilmesi gerektiğine dair, “ Arkadaşlar, Güzel Sanatların hepsinde ulus gençliğinin ne türlü ilerlemesi istediğimizi bilirim. Bu yapılmaktadır. Ancak bunda en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan Türk Musikisidir. Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği olabilmesi, kavrayabilmesidir. Bu gün dinletmeğe yeltenilen musiki yüz ağartacak derecede olmaktan çok uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek değişleri toplamak, onları birgün önce genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir...” , Fahri Çoker, Türk Parlamento Tarihi: TBMM – IV. Dönem (1931-1935), (Ankara: TBMM Vakfı Yayınları, 1993), s. 173.

Yeni Cumhuriyetin yurttaşlarının ülküsü, esasen milli hakimiyet

olmakla birlikte, bunu gerçekleştirecek tek yol Cumhuriyet olduğundan

Cumhuriyetin, yani rejimin kendisi olmaktadır. Cumhuriyetin yeni

309 Deren, “Kültürel Batılılaşma”, s. 398. 310 Daha 1926’da klasik Türk musikisi yasaklanmıştır. Türk musikisinin yasaklanmasının Mustafa Kemal’in tercihi olmadığı, sözlerinin yanlış anlaşılması üzerine bu aşamaya gelindiği ve kendisinin de bu durumu tersine çeviremediğine dair, Mustafa Kemal’in “Ne yazık ki benim sözlerimi yanlış anladılar ... Ben demek istedim ki, bizim seve seve dinlediğimiz Türk bestelerini onlara [Batı] da dinletmek çaresi bulunsun. Onların tekniği, onların ilmiyle, onların sazları, onların orkestraları ile... Türk’ün nağmelerini kaldırıp atalım da sadece Batı milletlerinin hazırdan musikisini alıp kendimize mal edelim. Yalnız onları dinleyelim demedim” şeklindeki sözlerini Vasfi Rıza Zobu’dan aktaran Cinuçen Tanrıkorur, Atatürk Devrimleri İdeolojisinin Türk Müzik Kültürüne Doğrudan ve Dolaylı Etkileri – Açık Oturum (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Türk Müziği Kulübü Yayınları, 1980), s. 48- 49. 311 Cumhuriyet Halk Partisinin 1931 tarihli programında, Cumhuriyet Halk Fırkasının ana vasıfları başlığı altında, Cumhuriyetçilik maddesi ; “Fırka, Cümhuriyetin, milli hakimiyet mefkûresini en iyi ve en emin surette temsil ve tatbik eder devlet şekli olduğuna kanidir” cümlesiyle ülkü, milli hakimiyeti gerçekleştirebilecek en iyi yol olan Cumhuriyet’e yöneltilmiştir.

Page 95: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

86

insanlarına/yurttaşlarına sunulan ülkü, Cumhuriyete hizmet etmek ve öncelikli olarak

onu korumak olmuştur.312

Milliyetçilik, Kemalist ideoloji çerçevesinde devlet-ulus kavrayışı bakımından

(resmi) kimliğin ulusal değil, devlet kimliği olarak anlaşılmasını getirmektedir. Bu

durum, Kemalist milliyetçilik anlayışının devlet ve ulus arasındaki sınırları

belirsizleştirmiş olması, devlet ve ulusu birbirlerinin varoluş nedeni olarak

kurgulayıp,

313 nihayetinde özdeş varlıklar olarak görmesiyle ilintilidir.314

Kemalizmde devlet ve ulus arasındaki bu özdeşlik, egemenliğin ulusa ait olmasıyla

açıklanmaktadır.315

Cumhuriyetin temelinde ‘halkın egemenliğine dayalı bir hükümet fikri vardı ve

bu fikir ifadesini halkçılıkta bulmuştu.

En üstün güç olarak egemenliğin ulusa ait oluşu, dolayısıyla

devlet ile ulus arasındaki özdeşlik temelde Kemalizmin bir diğer ilkesi olan

halkçılığa dayandırılmıştır.

316 Halk kavramı ise çoğu zaman millet/ulusla

eşdeğer kullanılmıştı. Hatta Eroğlu’na göre, Kemalist kavrayışta halk, milletin henüz

dayanışma duygusuyla biçimlenmemiş halidir. Bu durumda millet de, Türk halkının

Türklük bilinci içinde gelişmesiyle anlam ve değer kazanmış olmaktadır.317

312 Kuramsal olarak da Cumhuriyetçiliğin anahtar kavramı “ortak çıkarlar” terimiyle ifade edilen ülkü birliği olmaktadır. Cumhuriyetçi yönetsel ilke, bireylerin kişisel çıkarlarını maksimize etmelerini olumsuzlayıp, bunun yerine toplumsal birlikteliğin devamı adına “ortak çıkarlar”ı (ülkü birliği) belirlemekte ve yurttaşların belirlenen bu çıkarlar doğrultusunda davranmalarını sağlamaya çalışmaktır. Bu çerçevede cumhuriyetler varlıklarını devam ettirebilmek adına, yurttaşlarından sürekli olarak “erdem” temelli bir tutum içinde olmalarını talep ederek, kişisel çıkarlarını ikinci plana itmelerini ve bunun yerine ortak çıkarlara yönelmelerini beklemektedir. Cevat Okutan ve Fulya Ereker, “Türk Dış Politikasında Rejim Unsuru”, Istanbul Ticaret Universitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt.4 (8), 2004, s. 191.

Bu

bağlamda halkla milletin özdeşliği, Osmanlı gibi çok uluslu bir imparatorluktan

bütünleşmiş bir kimlik inşa etmenin zorluğu ile karşı karşıya kalan Kemalist

yönetimin, bütünlüğü milliyetçiliğin toprak-temelli ve/veya etnik vurgusu yanında,

313 Nur Betül Çelik, “Kemalizm: Hegemonik Bir Söylem”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II, s.85. 314 Örneğin, Medeni Bilgiler kitabında, “Türk milleti, halk idaresi olan cumhuriyetle idare olunur bir devlettir” ifadesi yer almıştır. Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 18. 315 Levent Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi (İstanbul: İletişim Yayınları, 1993), s. 155. 316 Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi (İstanbul: İstanbul Matbaası, 1967), s. 49. 317 Hamza Eroğlu, Atatürk ve Milli Egemenlik (Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1998), s. 61.

Page 96: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

87

toplumsal alandan da desteklemek gereği ile açıklanabilir.318. Bir başka deyişle,

ulusal düzeyde ihtiyaç duyulan, fakat Türkiye’nin özgün yapısı dolayısıyla

sağlanabilmesi olanaklı olmayan “bir”lik (türdeş, birleşmiş bir kimlik) halk

düzeyinde bir nevi kültürleme yoluyla sağlanmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda

Kemalist ideolojide halkçılık, toplumsal farlılıkların yokluğu olarak anlaşılmış ve bu

farksızlık milliyetçilik anlayışındaki siyasal ve hukuki eşitlik fikriyle

bütünleştirilmeye çalışılmıştır.319

Kemalizmin devleti ve yeni insanını inşasının en önemli unsurlarından bir diğeri,

Mardin’in deyimiyle bu sürecin temel taşı

320 ise yine Kemalizmin ilkelerinden olan

laikliktir. Aslında laiklik, Kemalist modernleşme projesinin ön koşulu gibidir.321 Bir

yanıyla modern bir toplum inşasının gerektirdiği kurumsal ve toplumsal

dönüşümlerin dayanağını oluşturan laiklik, diğer yanıyla modern/batılı yeni kimliği

oluşturmanın da unsuru olarak işlemiştir.322

318 A. Asım Karaömerlioğlu, “Tek Parti Döneminde Halkçılık”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. II, s. 276.

Modernleş(tir)me kapsamında sözü

edilen birçok reform bu bağlamda laikleş-tirici reformlar olarak ortaya

koyulmuşlardır. Hilafet ve şeyhülislamlığın kaldırılması, Tevhid-i Tedrisat kanunu

ile eğitimin birleştirilmesi, medreselerin kapatılması ve yerine İlahiyat Fakültesinin

319 Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, s. 158. Bu yönde Recep Peker’in Cumhuriyet Halk Partisinin IV. Büyük Kurultayı’nda yaptığı konuşma açıklayıcı görünmektedir; “... ancak bizim istediğimiz ve anladığımız manada halkçı olmaktır ki milliyetçiliği en temiz ve saf bir değere çıkarır. Sade milliyetçilik, Türk vatanının sınırı içinde, dil birliği, kültür birliği ile mazi hatıralarına ve gelecek zamanın emellerine bağlılıkta birleşme yapar. Fakat bu anlayışta birleşmiş olsa da, içinde sınıf, imtiyaz çarpışmaları kopmayan yani halkçı bir duygu ile birleşmemiş bir ulus yığını hak ve şerefte müsavi teklerden kurulmuş bir ulusal birlik kitlesi vücuda getiremez”. CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in Söylevleri, s. 11. 320 Şerif Mardin, “Religion and Secularism in Turkey”, Atatürk: Founder of a Modern State, s. 191. 321 Esasen Batılı olmayan toplumların birçoğunda modernleşmenin tarihi aynı zamanda laikleşmenin de tarihi gibidir. Nuray Mert, Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1994), s. 55. Bu bağlamda Türk laiklaşmesinin de bir anlamda batılılaşma çabalarıyla birlikte geliştiği, dolayısıyla da izlerinin Cumhuriyet öncesinde, yani Tanzimat’tan itibaren bulunacağı da gözden kaçırılmamalıdır. Bu çerçevede örneğin, Tanzimat döneminde müslim ve gayr-i müslimlerin eşitliğini esas alan laik yasaların çıkarılması, Nizamiye Mahkemelerinin kurulması, sultaniyeler gibi laik devlet okullarının teşvik edilmesi biçimindeki reformlarla başlayan süreç, İttihat ve Terakki döneminde şer’i mahkemelerin Adliye Nezareti’nin denetimi altına alınması, Şeyhülislamın kabineden çıkarılması ya da medreselerin Maarif Nezaretine bağlanması ve medrese öğreniminin laikleştirilmesi ile ilköğretimin kızlar için zorunlu hale getirilmesi gibi reformlarla Cumhuriyet kadrolarının laikleştirme çabalarının alt-yapısını hazırlamıştır. 322 Nuray Mert, “Cumhuriyet Türkiyesinde Laiklik ve Karşı Laikliğin Düşünsel Boyutu”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt II, s. 204.

Page 97: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

88

açılması, İsviçre aile ve İtalyan ceza yasalarının kabulü, dini mahkemelerin

kapatılması ve tabii laiklik ilkesinin anayasaya girmesi devletin, eğitim ve hukuk

alanının laikleştirilmesi aşamasını oluşturmuştur. Laikleştirmenin ikinci aşaması,

şapka, kılık-kıyafet kanunları, haftasonu tatilinin Pazar gününe alınması ve

tarikatların kapatılmasıyla toplumsal hayatı laikleştirici, dinsel sembolleri laik/batılı

olanlarla ikame etmeye yönelik reformlar çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Yine,

aslında doğrudan din ile ilgili olmamasına karşın, modernleşmenin doğuracağı

laik/batılı insanın inşası için gerekli olan (Avrupa takvim, rakam, ölçü ve ağırlık

birimlerinin kabulü, kadın hakları ile ilgili reformlar ve bunlar içerisinde en etkili

olan Latin alfabesinin kabulü gibi) diğer bazı reformlar da toplumsal alanın

laikleştirilmesi sürecinde yer almışlardır.323

II. DEVLET DÜZEYİ: ETKİLEŞİM ve KİMLİK KURUCU ETKİSİ

Devletler, öznelerarası anlamlarca inşa edilmiş olan uluslararası yapı içinde, yine

öznelerarası anlamlarla inşa edilmiş pratikler yoluyla etkileşim içindedirler.

Etkileşim süreci, öznelerarası anlamlarca kurulmuş (dış politika) pratikler yoluyla

işlerken, aynı zamanda devletlerin anlamlandırma pratiklerini de etkilerler. Bir başka

deyişle, dış politikaların yürütüldüğü etkileşim süreci de kimlikler bağlamında

karşılıklı olarak inşa edicidir (mutually constructive).

Bu kısımda, Türkiye devletinin kimlik inşasında, içsel süreçler yanında etkileşim

sürecinin kurucu etkisinin olup olmadığı ve varsa bunun kimlik inşasına ne şekilde

etkide bulunduğu ortaya çıkarılmaya çalışılacaktır. Türkiye devleti kimliğinin inşa

süreci Osmanlı’nın batılılaşma süreciyle başlatıldığından, bu bölümde önce Osmanlı

devletinin dış politika pratiklerinin, söz konusu dönemlerde kimlik inşasına ne

şekilde etkide bulunduğu değerlendirilecektir. Osmanlı Devleti’nin Tanzimat ve

sonrası dönemdeki dış politika pratiklerini incelemek, bu dönemde kimlik inşa edici

unsurlar olarak ortaya çıkan etkenleri anlamamızı sağlayacaktır. Aynı analiz

323 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 273.

Page 98: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

89

çerçevesi, yine inşa süreci kapsamında Milli Mücadele dönemi ve Cumhuriyet’in

kuruluş sürecindeki dış politika etkileşimlerine de uygulanacaktır.

1.İnşa Sürecinde Etkili Öteki/Batıyla Etkileşim

A. Osmanlı Mirası: Diplomasi ve Batı

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kimlik inşa edici pratiği olarak bir önceki kısımda

ele alınan batılılaşma/modernleşme olgusu, belirtildiği üzere Osmanlı

İmparatorluğu’nun bekâ/güvenlik kaygısı ile güdülenmiş bir hareket olarak

başlamıştı.

Onsekizinci Yüzyıla gelindiğinde Batıda Avusturya-Macaristan

İmparatorluğu’nun sınırlarından kuzey ve doğuda Rus Çarlığı’na, İran ve Arabistan

yarımadasına ve güneyde Mısır ve Kuzey Afrika’ya kadar geniş bir bölgeye yayılan

Osmanlı İmparatorluğu, aynı zamanda farklı ‘ulusal’ unsurları içinde barındırmakla

çevresinden gelecek baskılara karşı çok zayıf bir durumdaydı.324 Bu ortamda

diplomasi Osmanlı devleti için bir güvenlik aracı haline gelmeye başlamış, askeri

güç zayıfladıkça diplomasinin hayati önemi artmış, Osmanlı devleti güvenliğini,

güçlü bir devlete karşı bir başka güçlü devlete veya devletlere dayanmak, hatta

müttefiki olan devletleri de birbirlerine karşı oynamak biçiminde kendini gösteren bir

"denge politikası"na dayanmaya başlamıştır.325

Osmanlıları Avrupa emperyalizminin tehdidine karşı ilk uyaran, 1774 Küçük

Kaynarca antlaşması ile sonuçlanan 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı olmuştur. Kırım

Hanlığı’nın bağımsızlığını ve Rus Çariçesinin Osmanlı topraklarındaki Ortadoks

324 Marian Kent, “Giriş”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999), s. 1 325 Ömer Kürkçüoğlu, “”Dış Politika” Nedir? Türkiye’deki Dünü ve Bugünü”, AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 35 (1), 1980, s. 313. Osmanlı devletinin askeri gücü zayıfladıkça diplomasiyi bir güvenlik aracı olarak kullanmaya başladığı doğru olmakla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu’nun daha oluşmaya başladığı onbeşinci yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa sisteminin bir parçası olduğu ve bu sistem içerisinde denge unsuru olmak bağlamında aktif bir role sahip olarak sistemin korunmasında etkili olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Bu konuda detaylı bilgi için bkz. A. Nuri Yurdusev, “The Ottoman Attitude Towards Diplomacy”, A. Nuri Yurdusev (der.), Ottoman Diplomacy: Conventional or Unconventional? (New York: Plagrave & MacMillan, 2004), s. 5-35.

Page 99: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

90

kilisesinin koruyucusu olduğunu öngören bu antlaşma, Avrupalıların “Doğu Sorunu”

olarak adlandıracağı krizlerin de bir bakıma başlangıcı olmuştur.326 Aynı döneme

denk gelen, Napoleon’un Mısır’ı işgali (1798) de son derece travmatik olmuş ve

Osmanlı modernleşmesine yönelik ilk adımlar Doğu Akdeniz’de Napoleon

dönemiyle çakışmıştır.327

Napoleon’un Mısır’a çıkışı, o tarihe kadar güçlü olduğu dolayısıyla Hindistan

yolunun doğal bekçisi olarak görmek dışında Osmanlı’nın durumuyla çok ilgili

olmayan İngiltere’nin, Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü koruma politikası gütmeye

başlamasına, dolayısıyla da doğrudan Osmanlı dış politikasının bir unsuru haline

gelmesine yol açmıştır. Bu bağlamda Osmanlı perspektifinden Avrupa güç

dengesinde de kaymalara yol açacaktır. Benzer şekilde, Fransa’nın Mısır’ın ardından

Anadolu’ya, daha da önemlisi adalar yoluyla Balkanlara ulaşması ihtimalinin

yarattığı endişe, Rusya’nın da İngiltere gibi Fransa’ya karşı Osmanlı’nın yanında yer

almasına yol açmıştır.

III. Selim döneminde başlayan, II. Mahmut döneminde

yoğunlaşan ve Osmanlı modernleşmesini başlatan Tanzimat fermanının ön

hazırlıkları diyebileceğimiz askeri, idari, mali ve eğitim reformları, Osmanlı’nın

çevresindeki güç dengelerinde kaymalara yol açan böyle bir ortamda gerçekleşmiştir.

328

Fransa’nın Mısır’ı işgali dolaylı ya da rastlantısal olarak Osmanlı’nın geleceğine

önemli bir etkide bulunacaktır. Napoleon Mısır’ı işgal ettiğinde iktidarı elinde

bulunduran Memlûkların siyasal ve toplumsal gücünü yok etmiş, iktidarı ele geçiren

Mehmet Ali Paşa, kısa sürede Osmanlı devletinin kaderini dramatik biçimde

etkileyecek biri haline gelmiştir.

329

Söz konusu dönemde Napoleon savaşları ile Avrupa haritası alt-üst olurken,

Osmanlı devleti de Avrupa’daki güç dengesi kaymaları arasında beka sorunuyla

bağlantılı olarak yeni dış politika pratiklerine yönelme ihtiyacını duymuştur. Osmanlı

326 Carter Vaugh Findley, “The Tanzimat”, Reşat Kasaba (der.), Turkey in the Modern World (Cambridge: Cambridge University Press, 2008), s. 11. 327 Feroz Ahmad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Marian Kent (der.), Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999), s. 7. 328 Fahir Armaoğlu, Siyasi Tarih: 1789-1960 (Ankara: Sevinç Matbaası, 1973), s. 20. 329 Feroz Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, çev. Sedat Cem Karadeli (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007), s. 33.

Page 100: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

91

devletinin ondokuzuncu yüzyıl boyunca sürdürecek olduğu ve devletin bir yüzyıl

daha ayakta kalmasını sağladığı yaygın olarak kabul edilen “denge politikası” da

böyle bir ortamda başlatılmıştır.

Napoleon’un Mısır’ı işgali sırasında, düşmanlıkları müttefikliklerinden daha

sağlam olan Osmanlı ve Rusya arasındaki (1798) ittifak, sadece Fransız tehlikesine

karşı acil ve geçici bir çözüm olarak kurulduğundan sağlam değildi. Buna karşın

Osmanlı ve hatta Avrupa bakımından çok önemli etkileri olmuştur. Babıali, 1798’e

kadar Avrupa’daki ittifaklar sistemine dahil olmamış, bir nevi yalnızcılık politikası

sürdürmüştü. Bu tarihten sonra ise askeri alandaki zayıflıklarını örtmek için Avrupa

ittifaklar sisteminin önemli bir aktörü olacak, bu yanıyla Avrupa politikasına da –

özellikle Rusya’yı Yakındoğu sorunlarına dahil etmiş olmakla- etkide

bulunacaktır.330 İttifakın önemli bir diğer yanı ise, gizli hükümlerine göre Osmanlı

devletinin savaş süresince Boğazları Rus savaş gemilerine açacak olması ve

dolayısıyla ilk kez Boğazların kapalılığı ilkesine aykırı bir politika güdülmüş

olmasıdır. Bu ödün, ileride Boğazlar konusunun uluslararası bir sorun haline

dönüşmesindeki ilk adım olarak görülebilir.331

Osmanlı-Rus ittifakı Rusya ve Fransa arasında 1801’de barış imzaladıktan sonra

anlamını yitirmeye başlamış, hatta zaman içinde Rusya’da Osmanlı’nın Fransa ile

Rusya arasında bölüşülmesini savunan görüşler sivrilmeye başlamıştı.

332 Rusya’nın

ardından İngiltere 1802’de Fransa ile Amnies barışını imzalayınca, Babıâli de aynı

tarihte Fransa ile anlaşma imzalamıştır. Fransa’nın işgal ettiği Mısır ve Yedi Ada’dan

çekilmeyi kabul ettiği ve ayrıca Fransız tüccarlarının Karadeniz’e girişini

garantileyen hükümler de içeren barış, Osmanlı devletinin müttefikleri olan İngiliz ve

Rus desteğinden yoksun şekilde imzalanmıştı.333

İngiltere ve Rusya’nın Fransa ile ittifakları uzun soluklu olmayacaktı; İngiltere

Napoleon’un Avrupa kıtasındaki, Rusya ise Balkanlara yönelik hareketlerinden

330 Oral Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü: Osmanlı Diplomasi Tarihi Üzerine Bir Deneme (Ankara: A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1987), s. 114. 331 Ibid. 332 M.S. Anderson, The Eastern Question: 1774-1923 (Londra: MacMillan Press, 1978), s. 30. 333 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi V. Cilt: Nizam-ı Cedit ve Tanzimat Devirleri (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1988), s. 46.

Page 101: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

92

rahatsızlık duyuyordu. Fransız tehdidi karşısında duyulan bu rahatsızlık, yeni bir

İngiliz-Rus ittifakını getirmiş, fakat bu ittifakın konusu Rusya’nın ilgi alanı olan

Doğu Akdeniz’le değil, Fransa’yı Avrupa’da tehdit konusu olmaktan çıkarmakla

ilgili olmuştur.334 1805 Rus-İngiliz ittifakı, Rusya’nın 1798 ittifakının yenilenmesi

konusundaki baskıları da eklenince, diplomatik bir yalnızlık içerisinde bulunan

Osmanlı devletini Rusya ile yeni bir ittifak yapmaya yöneltmiştir. Görünüşte bir

savunma ittifakı olan bu anlaşmada, Rusya’ya barış zamanı da savaş gemilerini

Boğazlardan geçirme hakkı tanındığı gibi, başka devletlerin savaş gemilerine yönelik

Boğazların kapalılığı ilkesini öngören hükümler bulunmaktaydı.335 Bu ittifakın

imzalanmasından kısa bir süre sonra Fransa’nın, Üç İmparator Savaşı da denen

Avusturya-Rusya ortak kuvvetlerinin yer aldığı Austerlitz savaşındaki zaferinin

haberleri Osmanlı’da büyük etki yaratmış, Fransa’ya karşı bir ittifakta yer almaktan

duyulan rahatsızlık artmış ve sonuçta Babıâli Rusya ile yapılan ittifakı

onaylamamıştır.336

Osmanlı devleti, içeride yürütülen modernleşme programına karşı yeniçeri

isyanları dolayısıyla da çok kırılgan ve zayıf olduğu bu süreçte, Fransa’ya

yakınlaşma konusunda başka işaretler de vermiştir. Bunlardan biri olan Eflak ve

Boğdan Prenslerini, daha Fransız yanlısı denilebilecek olanlarla değiştirmesi, bir

sonraki Osmanlı-Rus savaşının da sebebi olmuştur. Osmanlı devleti prensleri

değiştirince, Rusya buna karşı çıkarak Eflak ve Boğdan’a askerlerini sokmuş, bunun

üzerine biraz da Fransa’nın Prusya’ya karşı kazandığı Jena zaferinin de etkisiyle

Osmanlı devleti Rusya’ya savaş ilan etmiştir. Osmanlı-Rus savaşı karşısında

İngiltere, Fransa’ya karşı en güçlü müttefikinin bu savaş nedeniyle zayıflaması

endişesiyle harekete geçmiş, Çanakkale boğazına donanma yollamış ve ayrıca

Mısır’a da saldırmıştır.

337 Osmanlı’nın bir yandan Rusya, diğer yandan da İngiltere

ile savaş içinde bulunduğu bir ortamda, yeniçeriler de III. Selim’e karşı isyana

başlamışlardı.338

334 Anderson, The Eastern Question, s. 35.

Tüm bu baskılara rağmen süren Osmanlı-Rus savaşı, Fransa’nın

Jena’dan sonra Rusya’ya karşı da zafer elde etmesi sonucu imzalanan Tilsit barışının

335 Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 38-39. 336 Anderson, The Eastern Question, s. 36. 337 Ibid., s. 38-39. 338 Karal, Osmanlı Tarihi V. Cilt, s. 54.

Page 102: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

93

etkisiyle 1807’de ateşkesle sonuçlanmıştır. Tilsit anlaşması, Osmanlı devleti ile ilgili

hükümler de içerdiğinden Babıali için önemli olmuştur. Buna göre, Napoleon’un

Osmanlı devleti ve Rusya arasında arabuluculuk yapması, fakat bu arabuluculuk

sonuç vermezse Osmanlı’nın Avrupa’daki topraklarının (İstanbul hariç) Fransa ile

Rusya arasında paylaşılması öngörülmekteydi. Sözü edilen arabuluculuk sonuç

vermediğinde, Rusya Fransa’ya Osmanlı topraklarının paylaşımı konusunda baskı

yapmaya başlamış, 1808’de Erfurt’ta taraflar bu konuyla ilgili olarak bir araya

geldiklerinde, Fransa Rusya’nın Eflak ve Boğdan’ı almasını kabul etmiştir.339

Erfurt’ta Fransız-Rus görüşmeleri sürerken, 1807 yeniçeri isyanıyla tahttan indirilen

III. Selim’in yerine getirilen II. Mahmut, devlet otoritesini yeniden sağlamlaştırmak

amacıyla hazırlanmış olan Sened-i İttifak’ı ilan etmekteydi.340

Tilsit barışı, Osmanlı devleti ile İngiltere arasındaki barışın da sağlayıcısı

olmuştur. Anlaşmaya göre Fransa, Rusya ile Osmanlı arasında arabuluculuk

yaparken, Rusya da Fransa ile İngiltere arasında arabulucu olacaktı. Fakat Rusya’nın

girişimlerinin başarısız kalması sonucu İngiltere’ye sırtını çevirmiş olması ve Fransa

ile Rusya arasındaki Erfurt görüşmelerinde Osmanlı’nın paylaşımının konuşulması

İngiltere’yi Osmanlı devleti ile barışa itmiştir. Boğazların kapalılığı ilkesinin taahhüt

edildiği bu anlaşmanın gizli hükümlerine göre, Osmanlı devleti Fransa tarafından

tehdit edilirse, İngiltere Osmanlı lehine yardımda bulunacaktı. Böylece, bir bakıma

Fransız-Rus ittifakı karşısında, bir İngiliz-Osmanlı ittifakı ortaya çıkmıştır.

341

339 Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 24.

Ondokuzuncu yüzyılın ilk Osmanlı-Rus savaşı iki tarafın da barış koşullarını kabul

etmemesi dolayısıyla 1812 yılına kadar sürmüş, bu tarihte Napoleon’un Moskova

seferlerinin hazırlıklarına başlaması üzerine Rusya’nın barış önerisiyle sona ermiştir.

340 Sened-i İttifak konusunda, bu belgenin Türk anayasa tarihinin ve hatta demokrasi tarihinin ilk adımı sayılabileceği (Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 115; Karal, Osmanlı Tarihi V. Cilt, s. 93; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’nin Siyasal Hayatında Batılılaşma Hareketleri (İstanbul: Arba Yayınları, 1996), s. 25-26), derebeylerle padişah arasında imzalanmış bir Türk Magna Carta’sı olduğuna (Sina Akşin, “Siyasal Tarih 1789 – 1908”, Metin Kunt, Sina Akşin vd. (der.), Osmanlı Devleti (İstanbul: Cem Yayınevi, 1997), s. 95), Magna Carta ile benzerlik göstermesine karşın çok gecikmiş olduğundan dönemin gereklerine ters bir belge olduğuna (Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s. 29-30) ve hatta feodaliteyi, feodalitenin öldüğü bir çağda yücelten çağdışı bir belge olduğuna (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1973), s. 121) dair çok farklı görüşler bulunmaktadır. 341 Anderson, The Eastern Question, s. 44.

Page 103: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

94

Bükreş barışına göre, Rusya Eflak ve Boğdan’ı Osmanlı devletine geri vermiş,

Beserabya’yı ise elinde tutmuştur. Bunun yanında anlaşmada, 1804’de isyan eden

Sırplar da söz konusu edilmiş ve bazı ayrıcalıklar tanınarak Balkanlardaki ulusçuluk

hareketleri konusunda ilk ödün bu anlaşmayla verilmiştir.342

Osmanlı devleti Rusya ile barış imzaladıktan kısa bir süre sonra Napoleon

Moskova seferine başlamış ve bu seferde uğradığı hezimet tüm Avrupa’nın

birleşerek Napoleon’u Avrupa’dan silmesine yol açmıştır. 1813’te Leipzig’teki

yenilgisinin ardından, 1814’te Paris’in de teslim olmasıyla Fransa 1792 sınırlarına

geri dönmüş ve yeni Avrupa düzenini görüşmek üzere Viyana Kongresi (1815)

toplanmıştır.

Osmanlı devleti, bu

anlaşmayla bir kez daha Avrupa’daki güç dengelerine oynayarak mevcut durumunu

daha iyi bir konuma getirebilmiştir.

Osmanlı devleti de Fransa’ya karşı savaşmış olduğundan Metternich tarafından

kongreye davet edilmiş, ayrıca Metternich Osmanlı devletinin büyük güçlerden

toprak bütünlüğü konusunda güvence talep etmesini de önermiştir. Osmanlı devleti

öncelikle güvence konusuna büyük güçlerin himayesi altına girmek olarak

baktığından,343 diğer yandan da kongrede özellikle Sırbistan’a bağımsızlık verilmesi

konusunun görüşülmesinden çekindiğinden344

Viyana Kongresi sonrası Avrupa güç dengesinde, Osmanlı bakımından önemli

olan Rusya’nın büyük güçler arasında sivrilmiş olmasıdır. Kendi hakimiyet alanı

olarak Balkanlar’la ilgilenen Rusya, özellikle 1804 Sırp isyanıyla birlikte artan bir

kongreye katılmayı kabul etmemiştir.

342 Sırp isyanı, etkileri bakımından genellikle Osmanlı-Rus savaşı ve Osmanlı devletinin kaderini önemli oranda etkileyecek şekilde bağımsızlıkla sonuçlanmış olan Yunan isyanının öncelikleri karşısında daha geri planda kalmıştır denilebilir. Aslında büyük güçlerin yalnız bu isyan karşısındaki tutumları bile 1830’lara kadar doğu sorunu konusundaki genel tutumlarını ortaya koyacak şekildedir. Örneğin, Fransa açık şekilde Sırp isyanını desteklerken, Rusya kendi etki alanı olarak gördüğü bölgedeki Fransız etkisinden duyduğu rahatsızlıkla isyandaki etkinliğini artırmıştı. Avusturya Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü koruma politikası kapsamında arabuluculuk yapma çabası içinde olmuş, İngiltere ise Osmanlı-Rus ilişkilerinin gerginleştiği ana kadar bu soruna müdahale etmeyen tek büyük güç olmuştur. Lawrence P. Meriage, “The First Serbian Uprising (1804-1813) and the Nineteenth Century Origins of the Eastern Question”, Slavic Review, Cilt 37 (3), 1978, s. 421-426. 343 Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 42-43. 344 Sırplar kendileri de Viyana Kongresine başvurarak Avrupa’nın kendi lehlerinde müdahalesini istemişler, fakat bağımsız Sırbistan fikrine karşı olan Metternich bunu kabul etmemişti. Karal, Osmanlı Tarihi, s. 106.

Page 104: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

95

şekilde bölgede Osmanlı yönetimine karşı başlayan, zaman içinde ulusalcılık boyutu

kazanacak isyanlarla yakından ilgilenmiştir. Sırp isyanı, Viyana Kongresinin hemen

sonrasında, Rusya’nın müdahalesi tehdidinin de etkisiyle özerkliğe yaklaşan önemli

imtiyazlar elde etmeleri karşılığı kontrol altına alınabilmişti. Fakat aynı tarihlerde

Mora’da Yunan isyanının hazırlıkları başlamıştı.

Yunan isyanının hazırlayıcısı olan Etniki Eterya örgütü daha 1814’de Odessa’da,

tüm Balkanları Osmanlı yönetiminden kurtarma hedefiyle kurulmuştu. Fakat isyanın

ilk ateşleyicisi sarayla arasının açılması sonucu 1820’de isyan eden bir Osmanlı

yöneticisi (Tepedelenli Ali Paşa) olmuştur. Yunan isyanı (1821) Osmanlı

kontrolünün hemen bütünüyle yok olduğu koşullar altında başlamıştı.345

Rusya dışında

346 büyük güçler Napoleon savaşları sonrası Avrupa’da çıkan diğer

isyanlarda olduğu gibi, Yunan isyanına destek vermemiş, bu isyanın Avrupa düzeni

için bir tehdit olduğuna dair rahatsızlıklarını ifade etmişlerdi. Fakat ilerleyen

dönemde özellikle Rum Ortadoks Patriği ile Avrupa’daki Rum örgütlerinin

çabalarıyla, Hıristiyan Rumların maruz kaldıkları katliam haberleri, devletlerin

tutumunda değişikliğe neden olmamışsa da isyana sempati duyulmasına yol açmıştır.

İsyanın Avrupa’da Rumlar lehine sempati kazandığı süreçte, Rusya Babıâli’ye

Küçük Kaynarca anlaşmasına dayanarak Sultan’ın Ortodoks unsurlarının korumasına

dair garanti isteyen, aksi halde elçilerini çekeceğini bildiren bir ultimatom

vermiştir.347 İngiltere de 1822 sonrasında348 Yunanistan’ın bağımsızlığı artık

kaçınılmaz göründüğünden, bu bölgeyi tek başına Rus etkisine bırakmamak için

isyan karşısındaki politikasını değiştirmiştir. Metternich ise, konuya müdahil

olmamakla birlikte, isyanın bastırılması için Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’dan

yardım istenmesini Osmanlı devletine tavsiye etmiş ve ayrıca konuyu uluslararası

platforma taşımıştır.349

345 A. L. Macfie, The Eastern Question 1774-1923 (Londra-New York: Longman, 1996), s. 14-15.

St. Petersburg’da toplanan bir konferansın sonucunda

346 Rusya daha 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşı sırasında Rumlara propaganda broşürleri dağıtıyorlardı. Richard Clogg, “Aspects of the Movement for Greek Independence”, Richard Clogg (der.), The Struggle for Greek Independence (Londra: Macmillan Press, 1973), s. 16. 347 Macfie, The Eastern Question, s.15-16. 348 Bu politika değişikliği büyük oranda Castlereagh yerine dışişleri bakanlığına gelen Canning’in etkisiyle gerçekleşmiştir. 349 Armaoğlu, Siyasi Tarih, s.101.

Page 105: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

96

Yunanlılar için bazı imtiyazlar verilmesi kararına varılmış, fakat isyana karşı

mücadele Mısır Valisinin oğlu İbrahim Paşa’nın yardıma gelmesiyle Osmanlı lehine

dönmüş olduğundan, Babıâli bu kararları kabul etmemiştir.350 Bu noktada önce

İngiltere taraflar arasında ateşkes yapılması konusunda Osmanlı devletine ultimatom

vermiş (1825), diğer taraftan İngiltere’nin bu derece sivrilmiş olması Rusya’yı

rahatsız ettiğinden Osmanlı devleti üzerinde Rus baskıları artmıştı. İngiltere ve

Rusya Yunanistan’ın bağımsızlığı konusunda birbirlerini frenlemek üzere sürekli

yeni girişimlerde bulunurken, 1827’de St. Petersburg’da toplanarak yeni bir protokol

imzaladılar. Yunanistan’ın Osmanlı’ya vergi ile bağlı özerk bir devlet olmasını

öngören bu protokol, Avusturya, Prusya ve Fransa’ya da bildirilmiş, Avusturya ve

Prusya kabul etmezken, Fransa protokole katılmıştır. Osmanlı devleti protokolü

kabul etmeyince, bir Rus, İngiliz ve Fransız ortak donanması (1827) Navarin’de

Osmanlı (ve Mısır) donanmasını yakmıştır. Osmanlı devleti savaş durumu olmadığı

halde donanmasının yakılması dolayısıyla tazminat olanakları ararken, Rusya

Osmanlı devletine savaş açmıştı (1828).351

Yüzyılın ikinci Osmanlı-Rus savaşı, Ruslar Erzurum’a kadar girip, Trabzon’a

doğru ilerlemeye başladıklarında Osmanlı devletinin barış talebi ile

sonuçlanmıştır.

352

350 Yunan isyanı sırasında Osmanlı devletine destek için gönderilmiş olan ve Mısır Valisi Mehmet Ali’nin Mısır’da giriştiği askeri reformlar sonucu hayata geçirdiği yeni/modern ordu, uzun zamandır bir sorun yatağı olmak dışında bir fonksiyonu olmayan yeniçeri ocağının kaldırılması konusunda II. Mahmut’un düşüncelerini destekler bir olgu olmuştu. Zaten ocağın kaldırılması da Yunan isyanı sırasında 1826’da gerçekleştirilmiştir.

1829’da yapılan Edirne anlaşması, toprak kayıpları açısından

savaşın sonucuna göre çok da olumsuz olmamış, buna karşın Tuna ve Prut boyunca

351 Karal, Osmanlı Tarihi V. Cilt, s.118-119. 352 Savaşı sona erdiren anlaşmanın imzalanmasının hemen öncesinde, Rusya’nın Osmanlı’nın durumu ile ilgili kurduğu özel komite ve bu komitenin, Osmanlı devletinin parçalanmasının mı, yoksa toprak bütünlüğünün korunmasının mı Rusya’nın çıkarlarına yarar sağlayacağına dair yaptığı çalışmalar ve ortaya çıkardığı senaryolar ilginçtir. Osmanlı’nın Avrupa topraklarının ne şekilde paylaşılacağı, Boğazların durumunun ne olacağı gibi senaryoların da yapıldığı bu komitenin çalışmaları, Edirne anlaşmasının imzalanması ile sona ermiştir. Komite, anlaşma sonrasında Osmanlı’nın parçalanması durumunda çıkacak uluslararası kaosun yaratacağı olumsuzluklarla yüzleşmemek için, bir parçalanmanın Rusya’nın dahli olmadan uluslararası koşullar gerektirdiği için gerçekleşmesinin, fakat parçalanma olduktan sonra yeni düzenin büyük güçlerle beraber görüşülerek karalaştırılmasının Rusya’nın doğu sorunu karşısındaki genel tutumu olması gerektiğine dair sonuca varmıştır. Bu konuda detaylı bilgi için bkz. Robert J. Kerner, “Russia’s New Policy in the Near East After the Peace of Adrianople: Including the Text of 16 September 1829”, Cambridge Historical Journal, Cilt. 5 (3), 1937, s. 280-290.

Page 106: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

97

Osmanlı’nın kale yapmaması koşulu, ileride savaş durumunda Rusların Osmanlı

topraklarına girmesini kolaylaştırmıştır. Bunun yanında, Rus ticaret gemilerine

Boğazlardan geçiş hakkı ve Ruslara da Avrupalı devletlerin vatandaşlarına tanınan

kapitülasyonlar tanınmıştır.353

Osmanlı devleti Yunan bağımsızlığı ve Cezayir’in Fransa tarafından işgali gibi

olayların etkilerini daha hazmetmeden Mısır valisi Mehmet Ali’nin isyanı patlak

vermişti. Mısır Valisi’nin isyanı, Yunan isyanı sürecindeki yardımlarından ötürü

kendisine Suriye valiliğinin verilmesi talebinin, Girit valiliği verilmesi karşılığında

geri çevrilmesi ile başlamıştır. Bunun dışında Mehmet Ali Osmanlı-Rus savaşı

sırasında kendisinden istenen askeri yardımı göndermemek ve Navarin olayı

sonrasında Osmanlı’nın talimatını beklemeden, Avrupa devletlerinin isteği üzerine

kuvvetlerini Mora’dan çekmiş olmakla Osmanlı padişahını çok rahatsız etmişti.

Bunlara valinin gücünün kontrol edilemeyecek kadar artmış olması da eklenince,

saray Mehmet Ali’yi ortadan kaldırma planları yapmaya başlamış, fakat Mısır valisi

bu planlardan haberdar olunca ilk harekete geçen olmak istemiştir. Saray, 1831’de

Suriye’yi işgal eden Mehmet Ali’nin üzerine ancak 1832’de Osmanlı ordusunu

göndermiş ve ordu biri Belen, diğeri de Konya’da olmak üzere iki savaşta Mehmet

Ali kuvvetlerine yenilmiştir.

Bu anlaşmayla bağımsızlığını kazanan Yunanistan

sorunu anlaşmanın imzalanmasıyla sona ermemiş, Yunanlılar kendilerine verilen

toprakları yeterli bulmadıklarından, 1832’ye kadar devletler arasındaki görüşmeler

devam etmiştir. Yunanistan konusu tam olarak gündemden düşmeden, Doğu

Akdeniz’de kendisine stratejik bir nokta elde etmek isteyen Fransa, çok önemli ticari

çıkarlarının olduğu Cezayir’i işgal etmiş ve 1830’da Osmanlı’nın Kuzey Afrika’daki

en önemli topraklarından birisini, Osmanlı devleti tarafından bir protesto dışında

direniş görmeden elinden almıştır.

354

353 Stanford J. Shaw ve Ezel Kural Shaw, Osmanlı imparatorluğu ve Modern Türkiye II. Cilt, çev. Mehmet Harmancı (İstanbul: E Yayınları, 1982), s. 60-61.

Konya yenilgisi, Mısır sorununu Osmanlı’nın iç

meselesi olmaktan çıkarıp, büyük güçlerin konuya müdahil olmasına yol açmıştır.

Yenilgiden sonra Osmanlı devleti büyük devletlerden, esasında Fransa başından beri

Mehmet Ali’yi desteklediğinden ve Rusya’ya da güven duyulmadığından

İngiltere’den yardım talebinde bulunmuştur. Fakat İngiltere Avrupa sorunlarıyla

354 Ibid., s. 62.

Page 107: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

98

(Belçika’nın bağımsızlığı ve Portekiz’de İngiltere’nin müdahale ettiği liberal-

mutlakiyetçi iktidar mücadelesi) meşgul olduğundan, Mehmet Ali’nin ilerlemesi

çıkarlarına aykırı olmasına karşın herhangi bir yardımda bulunmamıştır. Fransa ise

zaten Mısır lehine politika yürüttüğünden, Osmanlı devleti için Rusya’dan başka

seçenek kalmamış ve Babıâli, daha önce reddettiği Rus yardımını kabul etmek

zorunda kalmıştır. Bu yardım kapsamında 1833’de İstanbul’a bir Rus donanması ve

5000 kişilik ordunun girmiş olması, çıkarları çatışıyor olsa da, Fransa ve İngiltere’yi

Osmanlı üzerindeki Rus etkisi karşısında birlikte hareket etmeye sevketmiş ve Mısır

valisi üzerine yapılan baskılar sonucu Kütahya anlaşması imzalanmıştır. İngiltere ve

Fransa, bir yandan İngiltere’nin istediği şekilde Osmanlı devletinin toprak

bütünlüğünü, diğer yandan da Fransa’nın talebi olarak Mehmet Ali’nin savaşta elde

ettiği üstünlüğü koruyacak bir çözüm bulmak zorunda kalmıştır. Bu bağlamda

yapılan anlaşmaya göre, Mehmet Ali’ye Mısır ve Girit valiliklerinin yanında Suriye

valiliği, oğlu İbrahim Paşa’ya da Cidde valiliği ve Adana’dan vergi toplama hakkı

tanınmıştır.355

Rusya, Osmanlı devleti ile Mehmet Ali’nin doğrudan anlaşmaya varmış

olmasından rahatsızlık duymuş ve Osmanlı devleti nezdindeki üstünlüğünü

pekiştirecek bir ittifak anlaşması yapılması için harekete geçmiştir. Rusya’nın

girişimleri sonucu, özelde Mısır, genelde de Doğu Sorunu kapsamında büyük

güçlerin politikalarını yeniden gözden geçirmelerini sağlayacak olan Hünkâr İskelesi

antlaşması Osmanlı devleti ile Rusya arasında imzalanmıştır (1833). Antlaşma,

tarafların karşılaştıkları sorunlar karşısında birbirlerine yardımda bulunmayı taahhüt

ettikleri klasik bir savunma ittifakıydı. Fakat antlaşmanın gizli maddesine göre,

Osmanlı devletinin zayıflığı dolayısıyla Rusya’ya yardım edemeyeceği düşünülerek,

bir savaş durumunda Boğazların bütün yabancı devlet gemilerine kapatılması

öngörülmüştü.

356

İngiltere bu ittifaktan çok rahatsız olmuş, hem Osmanlı devletini hem de

Rusya’yı protesto etmiştir. Fransa da Rusya’yı protesto etmiş ve hatta ortak bir

İngiliz-Fransız donanması Çanakkale önlerine gönderilmiştir. İngiltere ve Rusya

355 Gilbert Sinoué, Kavalalı Mehmet Ali Paşa: Son Firavun, çev. Ali Cevat Akkoyunlu (İstanbul: Doğan Kitapçılık, 1999), s. 312. 356 Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 121.

Page 108: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

99

arasındaki gerginliği yatıştırmaya çalışan ise, Hünkâr İskelesi anlaşması sonrasında

Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu’nun korunmasını ve eğer dağılacak olursa yeni

düzenin kurulmasında iki gücün uyumlu davranacaklarını öngören bir anlaşma

(Münchengrätz) imzalamış olan Avusturya olmuştur. Metternich, doğu sorununu ele

alan resmi olmayan toplantılar düzenleyerek, İngiltere ve Fransa’yı da ikna etmeye

çalışmıştır.357 Fakat İngiltere, Rusya’dan çok fazla endişe duyduğundan, 1835’de

Fransa’ya Osmanlı devletini Rusya’ya karşı korumak için bir ortak İngiliz-Fransız

anlaşması yapılmasını dahi önermiş, ama Fransa böyle bir anlaşma yapmaya

yanaşmamıştır.358 Bu süreçte İngiltere, Osmanlı devleti nezdinde etkin bir tutum

almaya başlamış, 1835’den itibaren Osmanlı ordusu ve donanmasını güçlendirmek

amacıyla, daha çok eğitime yönelik görevlileri Babıâli’ye göndermiştir. Bu görevliler

başarıya ulaşamamışlarsa da, 1838’e gelindiğinde İngiltere ile Osmanlı devleti

arasında bir ticaret anlaşmasının (Baltalimanı) imzalanmış olması önemlidir.

İmparatorluğun tamamında serbest ticarete olanak sağlayan bu anlaşmanın Osmanlı

devleti için asıl anlamı, Mısır sorununda İngiliz desteğini sağlamaktı denilebilir.

Bunun yanında anlaşma, Mısır ticaretini olumsuz etkilediği için de Mısır sorunuyla

ilişkilendirilebilir.359

Osmanlı devleti anlaşmanın da etkisiyle Mısır valisine karşı yeniden harekete

geçmek için İngiltere’den yardım istemiş, fakat İngiltere yalnızca Mısır valisi

bağımsızlık ilan ederse böyle bir yardımın söz konusu olabileceği yanıtını

vermiştir.

360

357 G. H. Bolsover, “Palmerston and Metternich on the Eastern Question in 1834”, The English Historical Review, Cilt 51 (202), 1936, s. 238 ve 244.

Bunun üzerine Osmanlı devleti, Sultan II. Mahmut’un Mehmet Ali’yi

alt etme kararından vazgeçmemiş ve tek başına harekete geçmeye karar vermiştir.

Sultanın ordusu bir kez daha İbrahim Paşa tarafından yenilgiye uğratılınca, İngiltere,

Avusturya, Rusya ve Prusya 1840’da Londra’da bir konferans toplayarak, Mısır

sorununa bir çözüm buldular; Mısır babadan oğula geçmek üzere, Suriye ve Akka ise

hayatta olduğu süre için Mehmet Ali’ye bırakılacaktı. Eğer vali on gün içerisinde

358 Anderson, The Eastern Question, s. 91. 359 Bu noktada anlaşmaya batılılaşma perspektifinden bakmak da anlamlı olabilir. Örneğin, Ahmad’a göre, Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması, aslında Osmanlı devletinin dünya ekonomik sistemine katılma amacıyla, batılılaşmacı mantıkla atılmış bir adımdır. Ahmad, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 38. 360 Anderson, The Eastern Question, s. 95.

Page 109: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

100

bunları kabul etmezse, yalnız Mısır kendisine bırakılacak, ikinci on gün de kabul

etmezse Mısır elinden alınabilecekti.361

Fransa, Mehmet Ali’nin tarafında olduğu ve o güne kadar elde ettiği kazançları

elinde tutmasında ısrarlı olduğundan İngiltere ile uzlaşamamış ve konferansa

katılmamıştı. Buna bir de Rus-İngiliz yakınlaşması eklenince, Fransa diğer güçlerden

tamamıyla uzak kalmıştı. Rus-İngiliz yakınlaşması, büyük oranda Rusya’nın

Osmanlı üzerindeki etkinliğini daha fazla sürdüremeyeceğini ve bu durumda

İngiltere ile uzlaşmanın kendi çıkarına olacağını öngörmesiyle gerçekleşmiştir. Bu

bağlamda, 1841’de sona erecek olan Hünkâr İskelesi anlaşmasının

yenilenmeyeceğini, bu nedenle Boğazlar konusunda uluslararası bir konferans

toplanmasını teklif eden Rusya, İngiltere’yi endişelerinden önemli oranda

kurtarmıştı.

362

Mısır Valisi Mehmet Ali Londra konferansı kararlarını kabul etmeyince, bir

Avusturya-İngiliz donanması Suriye kıyılarına gönderildi ve İngiliz askerleri de

Lübnan’a çıktı. Bu sırada itirazlarının görmezden gelindiğini anlayan Fransa da, daha

fazla süreçten dışlanmamak için Londra kararlarını kabul etti. Bunun üzerine

bütünüyle yalnız kaldığını gören Mehmet Ali de kararları kabul etmek zorunda

kalmış, Mısır sorunu 1841’de yeni sultan I. Abdülmecit’in yayınladığı ve Londra

kararlarını onaylayan bir fermanla son bulmuştur.

Mısır sorunu süreci, bir bakıma Osmanlı devletinin beka kaygısının zirveye

çıktığı dönem olmuştur. Osmanlı devleti, sorunlarının üstesinden gelemeyecek,

kendisine bağlı bir valisiyle baş edemeyecek durumda olduğunu artık iyice

anladığından, Avrupalı güçler arasında oynanan güç dengesi Osmanlı politikasının

tek dayanağı haline gelmişti.

Bütün bu sorunlar arasında, daha Mısır sorunu çözüme kavuşturulmadan Osmanlı

devletinin önünde yepyeni bir dönem açan, Tanzimat fermanı 1839’da ilan

edilmiştir. Fermanın bütünüyle dış güçlerin baskısı olduğu, Osmanlı devletinin içsel

süreçlerinden etkilenmeden devlete dayatıldığına dair görüşler artık büyük oranda

361 Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 123. 362 Anderson, The Eastern Question, s. 97.

Page 110: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

101

kabul görmemektedir. Çalışmanın bir önceki kısmında da incelendiği üzere, fermanın

ilanını getiren, Osmanlı’nın batılılaşma/modernleşme süreciyle ilintili gelişmelerdir.

Diğer yandan, batılılaşma gereğini ortaya çıkaran en temel güdü de bekâ kaygısı

olmuştur. Bu bağlamda ferman, Osmanlı yönetici elitinin devleti kurtarma

çarelerinden birisi olarak ortaya çıkmıştır. Batılılaşma olarak adlandırılan bir sürecin

Batı’nın etkisi göz ardı edilerek açıklanması elbette olanaksızdır, fakat bunun bir

dayatma olmasından çok, bir etkileşimin ürünü olduğunu söylemek daha doğru bir

tespit olacaktır. Tanzimat’ın ilanının hemen öncesinde, fermanın mimarı Mustafa

Reşid Paşa’nın İngiltere’de temaslarda bulunduğu, dışişleri bakanı Palmerston’la

fermanı tartıştığı bilinmektedir.363 Yine, Osmanlı yönetici elitinin sultanı

denetleyecek içsel güçler olmadığından, büyük güçlerden fermanın uygulanmasını

izlemelerini, hatta İstanbul yönetiminin sözlerini yerine getirip getirmediğini zımnen

denetlemelerini dahi istedikleri,364 bu durumun ise büyük güçlerin Osmanlı içişlerine

karışmalarını kolaylaştırdığı da gerçektir. Fakat dış politika ve modernleşmeyi,

Ortaylı’nın deyimiyle Metternich zihniyetiyle kavrayan ve imparatorluğun dış

politikadaki gücünü, içsel düzenin gücüne bağlayan Osmanlı eliti,365 tehdit altında

hissettiği varlığını, onu tehdit edenlerin araçlarına başvurarak savunmaya

çalışmıştır.366

363 Frederick Stanley Rodkey, “Lord Palmerston and the Rejuvenation of Turkey, 1830-1841”, The Journal of Modern History, Cilt 2 (2), 1930, s. 203.

Dahası, Ondokuzuncu yüzyıl Avrupa yüzyılıdır ve bu bağlamda Batı,

güçlü olmakla bir tutulmuştur. Osmanlı yönetici elitinin algılamalarında Batı, güçlü

olmanın temel eşitleyeni konumuna geldiği noktada Osmanlı devletinde batılılaşma

yoluyla kimlik değişimi süreci başlamıştı. Tanzimat fermanı ile tarihlendirdiğimiz bu

süreçte, bir yandan kimlik değişiminin dış politikayı, diğer yandan dış politika

yoluyla ortaya koyulan etkileşimlerin de kimliği değişime uğratmaya başladığını

rahatça gözlemlemek mümkündür. Bu bağlamda, Tanzimat’la başlayan Osmanlıcılık

ve bunu izleyen dönemlerdeki İslamcılık ve Türkçülük politikalarının, etkileşimle

uyandırılmış olan, ama esasen içsel süreçlerde gerçekleştirilmeye çalışılan kimlik

değişiminin yansıttığı politika stratejileri olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır.

Bir devletin kimliğinin, modernleşme sürecinin başladığı noktada, başka bir deyişle

364 Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, s. 41. 365 Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s. 235. 366 Deringil, Simgeden Millete, s. 23.

Page 111: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

102

bir gecede değişebileceğini düşünmek anlamlı olmayacaktır. Devletlerin dış politika

pratiklerinde gözlemlenen her değişim, söz konusu devletin kimlik değiştirdiğinin bir

göstergesi olarak da alınamaz. Devletlerin dış politikaları belirli bir esnekliğe sahiptir

ve karşı karşıya olunan koşullara göre değişik stratejilere başvurabilirler. Fakat bir

genelleme kapsamında herhangi bir başlangıçtan söz etmek zaruri olduğunda, bunun

için Tanzimat’ı kullanmak en doğru tercih gibi görünmektedir. Bu çerçevede, söz

konusu dönemde asıl olanın Osmanlı’nın iç ve dış politika pratiklerinin reform

noktasında çakışmış olduğu tespitini yapmak olanaklıdır.

Tanzimat fermanının Mehmet Ali krizini izlemesi gibi, Osmanlı batılılaşma

sürecinde bir diğer aşama olan Islahat fermanın ilan edilmesi de Kırım Savaşı’nı

izlemiştir. Kırım Savaşı, Osmanlı tarihi açısından olduğu kadar, Avrupa tarihi

açısından da önemli bir olay olmuştur. Savaş, bir bakıma Avrupa Uyumu’nun

bozulduğu tarih olarak da kabul edilmektedir.367

Mısır sorunu çözüme kavuştuktan sonra, Osmanlı devleti Lübnan, Eflak ve

Boğdan ve Bosna-Hersek’te çıkan, fakat nispeten daha rahat çözülen sorunlar dışında

fazla bir sorunla karşılaşmadığından içeride Tanzimat reformlarıyla ilgilenebilecek,

dış politika bakımından rahat bir döneme girmişti. Aynı dönemde Mısır sorunu

sırasında başlayan İngiltere-Rusya yakınlaşması da artarak devam etmekteydi.

Fransa’nın Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz’deki (özellikle Fas üzerinde) hareketleri

İngiltere’yi fazlasıyla rahatsız ettiğinden, bu İngiliz-Rus yakınlaşması Fransa’ya

karşı oluşturulmuş görünüyordu.

368 Rusya, bu tarihlerde Osmanlı devletinin toprak

bütünlüğünün korunması politikasını terk ederek, Osmanlı topraklarının paylaşılması

politikasına geri dönmüştü. Bu politikayı İngiltere’nin onayı olmadan hayata

geçiremeyeceğini bildiği için de, 1841 Boğazlar sözleşmesiyle açılan yakınlık

kapısını bu yönde zorlamaya başlamıştır. Rusya’nın yakınlaşma isteği 1844’de,

Osmanlı devletinin Avrupa topraklarının parçalanması söz konusu olduğunda bu

toprakların güç dengesini bozmayacak şekilde el değiştirmesi konusunda İngiltere ve

Rusya’nın işbirliği yapmalarına dair varılan görüş birliği ile hedefine ulaşmıştır.369

367 Richard N. Rosecrance, Action and Reaction in World Politics: International Systems in Perspective (Boston, Toronto: Little, Brown and Company, 1963), s. 117.

368 Anderson, The Eastern Question, s. 111-112. 369 Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 140.

Page 112: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

103

Fakat bu görüş birliği sözlü olmuş, yazılı bir anlaşma yapılmamış olduğundan

İngiltere, Fransa ile arasındaki sorunlar çözülmeye başlar başlamaz Rusya’ya

anlaşmanın kendisini bağlamayacağını bildirmekten çekinmemiştir.370

Bu dönemde Avrupa politikasını sarsan 1848 ihtilalleri de aslında bir İngiliz ve

Rus işbirliğinin ne kadar zor olduğunun göstergesi olmuştur. 1848 ihtilalleri sırasında

Macaristan ve Eflâk’tan kaçan Macar ve Polonyalılar Osmanlı devletine

sığındıklarında, Avusturya Macar sığınmacıların, Rusya da Polonyalı sığınmacıların

iadesini talep etmiş, Babıâli bu talepleri reddedince Osmanlı devleti ile diplomatik

ilişkilerini kesmişlerdi. Fakat Osmanlı devleti arkasındaki İngiliz desteği (savaş

çıkması olasılığına karşı bir İngiliz donanması hazır edilmişti) bir süre sonra

Rusya’nın, Rus desteğinden yoksun kalmak da Avusturya’nın taleplerini geri

çekmesini sağlamıştır. Bu olayla birlikte zaten suni olan İngiliz-Rus yakınlaşması da

sona ermiştir.

371 Buna karşın Rusya, Osmanlı devleti üzerindeki politikasından

vazgeçmediğinden, İngiliz desteğine her zaman ihtiyaç duymaktaydı. Bu dönemde,

Kırım Savaşı’nın çıkış noktası sayılan ve Filistin’deki kutsal yerler üzerinde

hakimiyet kurma çabası olarak ortaya çıkan Kutsal Yerler Sorunu, Rusya’nın İngiliz

desteği arayışlarına hız kazandırmasına neden olmuştur. Uzun süredir Fransa ve

Rusya arasında gerilim yaratan bu sorun372

370 Anderson, The Eastern Question, s. 113.

1851’de Fransa’nın Osmanlı devletine

başvurarak 1740 tarihli kapitülasyon anlaşmasına saygı gösterilmesini istemesi

üzerine, Rusya’nın da aynı şekilde 1774 anlaşmasının hükümlerine saygı

gösterilmesi için başvurmasıyla artık açıkça bir Fransız-Rus mücadelesine

dönüşmüştü. Fransa ve Rusya bu kapsamda çekişirken, Rusya İngiltere nezdinde

temaslarda bulunarak 1844’de İngiltere ile aralarında varılan görüşbirliğini

(Osmanlı’nın Avrupa topraklarının paylaşımı konusunda) hayata geçirmeye çalışmış,

371 Karal, Osmanlı Tarihi V. Cilt, s. 221. 372 Sorunu gerilim noktasına getiren olaylar, 1852’de Fransa’nın desteklediği Katolikler ile Rusların desteklediği Ortadokslar arasında kendilerine tanınacak ayrıcalıklar konusunda şiddetli anlaşmazlıkların çıkmış olmasıdır. Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 143. Zürcher’e göre, bu sorunun bu derece büyümesi aslında bütünüyle Rusya ve Fransa’nın içsel politik kaygılarından kaynaklanmaktaydı. Gerek III. Napoleon, gerekse Rus çarı dinsel duygulara seslenerek içsel meşruiyetlerini sağlamaya ve pekiştirmeye çalışıyorlardı. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 83.

Page 113: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

104

fakat Rus teklifleri İngiltere tarafından reddedilmiştir.373

Kırım savaşı, İngiltere ve Fransa’nın savaşa Osmanlı tarafında katılmalarıyla,

Osmanlı devletinin Ondokuzuncu yüzyılda Rusya’ya karşı kazandığı tek savaş

olmuştur. İngiltere ve Fransa’nın bu savaşa Rusya’ya karşı Osmanlı tarafında

katılmaları, Sander’in deyimiyle Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünün

korunmasından ziyade Avrupa güç dengesinin korunmasıyla ilgili olmuştur.

Bunun üzerine Rusya tek

başına hareket ederek Babıâli’ye temsilci göndermiş ve Rus Çarı’nın Osmanlı

İmparatorluğu sınırlarındaki tüm Ortodoksların koruyucusu olduğunu teyid edecek

bir ittifak anlaşması teklif etmiş, Osmanlı devleti bu teklifi reddedince de

Ondokuzuncu yüzyılın üçüncü Osmanlı-Rus savaşı başlamıştır. İngiltere ve Fransa

ise Osmanlı devleti Rusya’ya savaş ilan etmeden önce donanmalarını Çanakkale

Boğazı’na göndermişlerdi.

374

Özellikle İngiltere açısından, Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünün korunması,

aslında Avrupa güç dengelerini koruma politikalarının parçası olarak görülmekteydi.

İngiltere için Rusya’nın Osmanlı devletini yenerek Avrupa dengesini tek taraflı

olarak değiştirmesi kabul edilemez bir durumdu. Buna karşılık İngiltere’nin yanında

Rusya’ya karşı savaşan Fransa sadece Avrupa güç dengesini Rusya’ya karşı

korumayı değil, aynı zamanda bu dengeyi kendi lehine çevirmeyi de

amaçlamaktaydı.375

Avusturya hem Rusya, hem de İngiltere ve Fransa tarafından savaşa katılması

yönünde zorlandıysa da tarafsız kalmayı tercih etmişti. Buna karşılık, savaş sonunda

yapılacak barışın esaslarını tespit etmek konusunda taraflar arasında müzakereler

yürütmüş, fakat tarafsız kalmakla ileride çok ihtiyaç duyacağı Rus desteğinden

yoksun kalarak kendisini Avrupa güç dengesi içinde zayıflamış bulmuştur.

376

373 Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 139.

Yine

de savaşın sona ermesinde Avusturya’nın Rusya’yı karşı ittifaka geçmekle tehdit

374 Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 146. 375 Ibid. 376 Anderson, The Eastern Question, s. 146. Avusturya’nın, bu şekilde izole edilmiş ve daha önemlisi Rus desteğinden yoksun kalmış olmasının etkileri ileride Alman ve İtalyan birliklerinin kurulmasında açıkça hissedilecekti. Anderson’a göre İtalyan ve Alman birliklerinin temeli aslında Kırım savaşında yatmaktadır. Ibid. Sander’e göre de Kırım Savaşı’nın asıl galipleri Bismarck ve Kont Cavour olmuştur. Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 151.

Page 114: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

105

etmesinin etkisi önemli olmuştur. İtalyan ulusal birliğinin kurulması hedefiyle yola

çıkan Piyemonte devleti de İngiltere ve Fransa’nın yardımlarına ihtiyaç

duyabileceğini hesaplayarak 1855’te savaşa katılmış, buna karşılık Alman ulusal

birliğinin kurulmasında Rusya’ya ihtiyaç duyabileceğini hesaplayan Prusya tarafsız

kalmıştı.377

Osmanlı İmparatorluğu’nun ondokuzuncu yüzyılda Rusya’ya karşı kazandığı tek

savaş olmasına karşın, Kırım’da hiçbir tarafın savaş bağlamında önemli kazançları

olmamıştır. Savaşı sona erdiren Paris Barış Konferansı Şubat-Mart 1856’da

toplanmış, savaşın galipleri olarak İngiltere, Fransa ve Avusturya’nın temel

isteklerini içeren bir anlaşmayla sonuçlanmış ve Osmanlı İmparatorluğu’nun

savunulması sebebiyle çıkmış bir savaş olmasına karşın, barış koşulları Osmanlı

devletine hiç danışılmadan belirlenmişti.

378

Paris Konferansında sonuçlandırılan anlaşma ile sınırlarda herhangi bir değişiklik

söz konusu olmamıştır. Yani bir diğer deyişle, Osmanlı devleti kazanan tarafta

olmasına karşın herhangi bir toprak kazancı sağlayamamıştır. Karadeniz’in her iki

yakasının da silahsızlandırılması, Eflak ve Boğdan’ın özerkliğinin ve Sırbistan’ın

Osmanlı devletinden aldığı hak ve imtiyazların devletlerin ortak güvencesi altına

alınması anlaşmanın içerdiği önemli maddelerdendir. Yine, Osmanlı devletinin diğer

devletlerin onayını almadan Sırbistan’a askeri müdahalede bulunamayacağı da

anlaşmanın hükümleri arasında yer almıştır.

Paris Anlaşması’nın Osmanlı İmparatorluğu açısından en fazla dikkat çekilen

maddesi, Osmanlı devletinin “Avrupa Uyumu”na kabul edildiğini ve toprak

bütünlüğü ve bağımsızlığının Avrupa devletlerinin ortak garantisi altına alındığını

teyid eden 7. maddesidir.379

377 Ibid., s. 146-147.

Anlaşmanın bir diğer ilgi çekici maddesi, Avrupalı

378 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 84. 379 Birçok çalışmada 1856 Paris Barış Konferansı Osmanlı’nın Avrupa devletler sistemine ilk kez dahil olduğu tarih olarak ele alınmaktadır. Diplomatik ve hukuksal bağlamda bu doğru bir tarihlendirme olsa da, Yurdusev’in çalışmasında açıkça ortaya koyduğu ve özellikle onaltıncı yüzyıl sonrası Osmanlı siyasi tarihi incelendiğinde görülebileceği gibi, Osmanlı devleti 1856’ya gelindiğinde zaten Avrupa devletler sisteminin önemli bir aktörü durumundadır. Detaylı bilgi için bkz. A. Nuri Yurdusev ve Esin Yurdusev, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa Devletler Sistemine Girişi ve 1856

Page 115: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

106

devletlerin Osmanlı devletinin konferans sürerken ilan ettiği Islahat Fermanı’nı

hoşnutlukla kabul ettiklerinin ve fermanın Osmanlı devletinin içişlerine karışma

hakkını vermediğinin not edildiği 9. Maddesidir.

Daha önce sözü edildiği şekilde Osmanlılık kimliği kavramına yaklaşmada

önemli bir adım olarak, Müslüman tebaadan “hakim millet” imtiyazını alarak gayr-i

Müslimlere eşitlik tanıyan bu yeni reform paketinin zamanlaması, gerek doğrudan

Avrupalı devletler tarafından dikta ettirildiği,380

Türk siyasi tarihinde batılılaşma yolunda atılmış adımlardan birisi olarak anılan

Islahat Fermanı, gerçekte Batılı büyük güçleri Osmanlı devletinin içişlerine

karışmaktan alıkoymak, bir bakıma onları uzak tutmak adına ilan edilmiş olmasıyla

dikkat çekici bir durum ortaya çıkarmaktadır. Aynı süreçte Osmanlı devleti Avrupa

Uyumu’na kabul edilmekle de “onlardan olmak”, reform yoluyla yapmaya çalıştığı

şekilde “onlar tarafından onaylanmak” gibi bir çaba içerisine girmiş, bu şekilde

güvenliğini, hatta varlığını korumaya çalışmıştır.

gerekse de Babıali’nin Avrupalıları

içişlerine karışmaktan bir nebze olsun uzak tutmak için büyük güçlerin telkinlerini

kendi inisiyatifiyle kabul ettiği yorumlarını destekleyecek oranda ilginçtir.

Kırım savaşı Avrupa tarihinde bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Avrupa

uyumunu bozmuş, Avrupa barışının geleneksel garantörlerini zayıflatarak Napoleon,

Bismarck ve Cavour’un önünü açacak koşulları sağlamıştır.381

Paris Konferansı”, İsmail Soysal (der.), Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1999), s. 137-147.

Bunun yanında,

çözüme kavuşturmak üzere tasarlandığı Doğu Sorunu bağlamında bir etkinliği

olduğu söylenemez. Anlaşmayla, Rusya’nın Karadeniz üzerindeki kontrolü ele

geçirme hedefine engel olmak (silahsızlandırma /tarafsızlaştırma yoluyla) ve iç

380 Zürcher’e göre, Islahat Fermanı büyük oranda İstanbul’daki İngiliz ve Fransız büyükelçileri tarafından yazdırılmıştır. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 85. Aynı yönde görüşler için bkz., Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 153, Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 149. Sonuçta, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hıristiyanların durumu konferans sırasında tartışılan bir konu olmuş, devletlerin ortaya attığı çeşitli görüşler içerisinde Fransa’nın Osmanlı devletinin uyrukları olarak Müslüman ve Hıristiyanlar arasındaki farkların Padişahın bir fermanı ile ortadan kaldırılması ve bu durumun barış anlaşmasında tespit edilmesi yönündeki görüşü hayata geçirilmiştir. Tartışmalar sırasında Osmanlı devletinin ortaya attığı görüş, devletin Hıristiyan uyrukların haklarını yeniden –ama kendi içinde- teyid etmesi yönünde olmuştur. Ibid., s. 147-148. 381 Stephen J. Lee, Avrupa Tarihinden Kesitler (1789-1980), (Ankara: Dost Kitabevi, 2002), s. 85 86.

Page 116: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

107

sorunlar dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma tehlikesinin reform yoluyla

engellenmeye çalışılması (Islahat Fermanı) gibi çözümler beklenildiği şekilde etkili

olmamıştır. Her ne kadar konferans sonrası yirmi yıllık süreç büyük çatışmalar

olmadan geçmişse de, bu Doğu Sorunu üzerinde büyük güçlerin uzlaşmış olması ile

değil, Avrupa’da ortaya çıkan gelişmeler karşısında Doğu Sorununun bir süreliğine

ikinci plana atılmasından kaynaklanmıştı.

Doğu Sorununun en önemli aktörlerinden Avusturya İmparatorluğu, İtalyan ve

Alman birliklerinin kurulması sürecinde var olma mücadelesi içine düşmüş, yine

Rusya bu dönemde dikkatini Orta Asya ve Çin yönünde topraklarını genişletmeye

vermişti. İngiltere ise, Orta Avrupa’da ortaya çıkan gelişmeler karşısında siyaseten

başarısızlığa uğrayınca bir belirsizlik dönemine girmiş ve dolayısıyla Osmanlı

imparatorluğunun toprak bütünlüğünün korunmasına duyduğu ilgi azalmıştır.382

1871’den itibaren, yani Avrupa içindeki gelişmelerin yerli yerine oturduğu

noktada Doğu Sorunu özellikle Avusturya-Macaristan ve Rusya arasındaki ilişkiler

dolayısıyla yeniden alevlenecektir. Diğer yandan Osmanlı topraklarındaki sorunlar

büyük güçler arasındaki ilişkileri krize sokacak boyutlara gelmese de, eski kalıbına

uygun olarak bölgesel ayaklanmalar, bu olaylara büyük güçlerden birisinin

müdahalesi ve bu müdahale ile güç dengesinin bozulmasını engellemek üzere diğer

güçlerin müdahalesi şeklinde seyretmeye devam etmiştir. 1860 Lübnan, 1866 Girit

ve 1875 Bosna-Hersek isyanları bu şekilde büyük güçlerin müdahalesi ile yatıştırılan,

ama aynı oranda Osmanlı’nın iktidar kaybına da sebep olan örneklerdendir. Zaten

Bosna-Hersek isyanı, Avrupa’daki Osmanlı varlığını hemen hemen sona erdiren

olaylar dizisinin başlamasına sebep olmuştur.

383

Bosna-Hersek’te vergi sorunundan dolayı çıkan söz konusu ayaklanma, ilk

dolayımda yüzyılın dördüncü Osmanlı-Rus savaşının da başlatıcısı olmuştur. Bosna-

Hersek’teki ayaklanma, bu bölgede en fazla çıkar ve hedefleri bulunan Avusturya ve

Rusya arasında yoğun müzakereleri başlatmış ve müzakereler Bosna-Hersek’te

yabancı gözetiminde reformlar uygulanmasını öngören Andrassy Notası ile

sonuçlanmıştır. Osmanlı devleti prensipte notayı kabul etmişse de, bu ayaklananları

382 Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 156. 383 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 86.

Page 117: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

108

durdurmaya yetmemiştir. Ayrıca, daha Bosna krizi çözülmeden 1876 Mayısında

Sultan Abdülaziz’e karşı bir hükümet darbesinin gerçekleştirilmiş olması,

Balkanlar’da durumu daha da kötüleştirecek ve Sırbistan’ın Osmanlı Devleti’ne

savaş açmasını cesaretlendirecekti. Osmanlı devleti Sırbistan’la savaşında, çok da

zorlanmadan üstünlüğü sağlayınca, Rusya bu durumdan duyduğu rahatsızlıkla bir

ultimatom vererek Osmanlı devletinin ateşkes ilan etmesini istemiş, Babıâli’nin bunu

kabul etmesiyle de ateşkes sağlanmıştır. Ateşkesin Rus baskısı ile sağlanmış olması,

yine Rus nüfuzu endişesiyle İngiltere’yi harekete geçirmiş ve İstanbul’da Balkanlar

sorunu çerçevesinde bir konferans düzenlemiştir. Söz konusu konferansın

çalışmalarına başladığı sabah, daha önceki reform adımlarının başlatılmasına benzer

şekilde Osmanlı Devleti Meşrutiyet ilan etmiştir. Konferans sırasında ilan edilen

Kanun-i Esasi’den beklenenin, yine daha önce de görüldüğü şekilde büyük güçlerin

Osmanlı’nın Hıristiyan uyrukları konusunda, burada özellikle Balkanlarda, reform

öneri ve taleplerine bir son vermek olduğu açıktır. Konferansa bu şekilde başlayan

Osmanlı devleti, anayasa ile tüm uyruklarına eşit şekilde meşruti haklar verdiğinden,

bunun ötesinde reform talebinin anlamlı olmayacağını hesaplamıştı. Buna karşın,

Avrupalı güçler taleplerini sürdürmüş, fakat bu fikre dayanan Osmanlı’nın talepleri

reddetmesi konferansın çözümsüz sona ermesine yol açmıştır.384

Konferansın sona ermesiyle birlikte Rusya Osmanlı devletine savaş açmış (1877),

1878’e gelindiğinde Ruslar İstanbul’a kadar (Ayastefonos) ilerlemiş ve sonuçta

burada Osmanlı-Rus barış anlaşması imzalanmıştır. Anlaşmayla Osmanlı devletine

dayatılan koşullar; Ege denizine uzanacak, özerk ve genişletilmiş bir Bulgaristan

devleti; Romanya, Sırbistan ve Karadağ’a bağımsızlık tanınması; Kars, Ardahan ve

Batum’un Rusya’ya bırakılması ve Bosna-Hersek yönetiminin Avusturya-

Macaristan’a bırakılması şeklindedir.

385

Ayastefanos anlaşmasının koşulları başta İngiltere olmak üzere, Avrupalı güçleri

yeniden harekete geçirmiştir. İngiltere, Avusturya-Macaristan ile birlikte Rusya’ya

Ayastefanos’un koşullarının değiştirilmesi konusunda baskı yapmaya başlamıştır.

Büyük güçler arasında yine bir krize yol açacak duruma gelmiş olduğundan, bu defa

384 Anderson, The Eastern Question, s. 181-182; Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 260-267; Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. ,110-114. 385 Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, s. 49.

Page 118: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

109

Bismarck’ın öncülüğünde Almanya’nın çabalarıyla Doğu Sorununun görüşülmesi ve

çözüme kavuşturulması amacıyla Haziran 1878’de Berlin’de bir konferans

toplanmıştır. 1814’te Viyana’da kurulmuş olan konferans diplomasisi döneminin de

sonu olan Berlin’de Ayastefanos anlaşmasının koşulları tamamıyla değiştirilmemiş,

ancak bölgede Rusya, Avusturya-Macaristan ve İngiltere arasında denge kuracak

şekilde hafifletilmişti. Buna göre, özerk Bulgaristan’ın sınırları küçültülmüş,

Bulgaristan’ın güneyinde, Osmanlı kontrolünde ve Hıristiyan bir valinin yönetiminde

Doğu Rumeli vilayeti kurulmuş; Sırbistan, Karadağ ve Romanya’nın bağımsızlıkları,

Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan yönetimine verilmesi ve Rusya’nın Doğu

Anadolu’daki kazançları onaylanmıştır. Berlin Anlaşmasına ayrıca, Ermenilerin

yerleştiği vilayetlerde reform yapılması, Ermenilerin Çerkez ve Kürtlere karşı

korunması ve bu konuda büyük güçlerin denetimini getiren bir madde de

eklenmişti.386

Görüldüğü üzere, Berlin Kongresi ve anlaşması gerek Osmanlı, gerekse de

Avrupa için bir dönüm noktası oluşturmaktadır. Öncelikle, Büyük Güçler

ondokuzuncu yüzyıl süresince Doğu Sorunu olarak adlandırdıkları Osmanlı

İmparatorluğu’nun dağılma ve dolayısıyla da Avrupa Barışını tehdit etme tehlikesi

karşısında Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma politikalarını terk etmişlerdi. Yeni

süreç, Avrupalı büyük güçlerin dağılması kaçınılmaz görünen Osmanlı topraklarının

paylaşılması politikalarını yürürlüğe koymasına yol açmıştır. Diğer yandan,

uluslararası alanda hareket alanı iyice kısıtlanan, kendisini neredeyse yüz yıldır

ayakta tutan geleneksel denge politikasını yürütebileceği koşullar ortadan kalkmış

olan Osmanlı devletinin 1774’ten beri toprak kayıpları dolayısıyla taşıdığı bekâ

kaygısı, artık bir parçalanma korkusu olarak Osmanlı yönetiminde çok daha sağlam

bir şekilde yerleşmiştir.

Berlin anlaşması Osmanlı dışındaki tarafları da tatmin edememişti; ne Balkan

halkları, ne Rusya ve ne de Avusturya sonuçlardan tatmin olmamış, Berlin

düzenlemeleri bir bakıma gelecekteki Balkan bunalımlarının da temelini atmıştır.

Büyük devletlerin Berlin’de kurdukları yeni düzende, Osmanlı devletinin güçlü bir

Avrupa devletine dayanma politikası temelde değişmemişse de, söz konusu

386 Ibid., s. 49-50.

Page 119: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

110

politikanın aktörleri değişmiştir. Artık Osmanlı topraklarının parçalanması

politikasında İngiltere ve Fransa’nın yerini, Avrupa diplomasisinin yeni büyük gücü

Almanya almıştı.

Sömürgeleri arasında Müslüman toprağı bulunmayan ve Osmanlı toprakları

üzerinde o güne kadar herhangi bir talebi olmamış tek ülke Almanya’ydı. Avrupa

sahnesine geç çıkmış olmakla birlikte, Avrupa dengesini altüst etmiş olan bu güç, dış

politika bağlamında hareket alanı neredeyse kalmamış olan Osmanlı için yeniden

dengelere dayanma politikasını uygulama olanağı sağlamıştı. Osmanlı yöneticileri

için Almanya’ya yakınlaşmanın Berlin Kongresinde başladığı söylenebilir. Kongrede

Almanya’nın amacı her ne kadar salt Avrupa’da istikrar sağlamak olsa da, Osmanlı

devletinden bir şey istemeyen tek devlet olarak Osmanlı açısından öne çıkmıştı.387

Bu ortamda, daha 1881’de Osmanlı ordusunu yeniden düzenlemek amacıyla

Almanya’dan Colmar von Goltz (Goltz Paşa) başkanlığında askeri bir heyet

gelmiştir. Alman askerleri, arkalarından Alman tüccar ve bankerleri de Osmanlı

devletine çekmiştir ki, Almanya’nın Osmanlı politikasında gerçekte en temel unsur,

Alman ticaretinin ve yatırımlarının geliştirilmesi olmuştur.

388

Almanya ile ilişkilerin gelişmesinde Abdülhamit’in Panislamizm politikası da

etkide bulunmuştur. Daha önce sözü edildiği şekilde, kavramsal içeriğindeki tüm

dünya Müslümanlarını birleştirme hedefinden uzak, sadece bu olasılığın diplomatik

bir koz olarak kullanılmaya çalışıldığı bir formülasyon olarak Panislamizm,

Müslüman ülkeleri sömürgeleştirmemiş bir güç olan Almanya tarafından

desteklenmişti. Diğer yandan, Müslümanlar tarafından emperyalist bir güç olarak

1890’lara gelindiğinde,

Alman dış politikası (Bismarck’ın dışişlerinden uzaklaştırılmasıyla birlikte) salt

Avrupa’da istikrarı korumak amacından saparak, II. Wilhelm’in Weltpolitik’i

kapsamında bir dünya gücü olmaya eğilim gösterince, daha açık olarak Osmanlı

yanlısı tutum almaya başlamıştır.

387 Murat Özyüksel, “Abdülhamit Dönemi Dış İlişkileri”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının Analizi (İstanbul: Der Yayınları, 1998), s. 8. 388 Ulrich Trumpener, “Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, s. 141-142. Trumpenere’e göre, aslında Osmanlı devleti bağlamında Almanya’nın değişmez tek politikası ticari olan olmuş, sanıldığının aksine II. Wilhelm’in Osmanlı politikası önemli oranda esnek olmuştur. Ibid.

Page 120: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

111

görülmediğinden, Almanya’nın müttefikliği, bu politikanın destekçileri tarafından da

olumlu karşılanmıştı.389

Almanya’nın Osmanlı yanlısı politikalarının ve diğer yandan da İngiltere’nin

Osmanlı devletinin parçalanması politikasına geçtiğinin ilk göstergesi Ermeni

sorununda görülebilir. Berlin anlaşmasının 61. Maddesinde öngörülen reformların

gerçekleştirilmesi talebiyle 1880’lerden itibaren silahlı mücadeleye yönelen

Ermeniler 1894’te ayaklanmış, bu soruna en başta İngiltere olmak üzere büyük

güçler fazlaca müdahalede bulunmuş olmalarına karşın Almanya sorundan uzak

durmayı tercih etmişti.

390 Yine ayrıca Alman İmparatoru II. Wilhelm’in İstanbul’a

ikinci ziyaretinin Ermeni sorunu dolayısıyla Osmanlı devletine Avrupa’da büyük

tepki duyulduğu sırada (1898) gerçekleşmiş olması da Almanya’nın Osmanlı yanlısı

tutumunun bir göstergesi sayılabilir.391

Aynı dönemde Osmanlı-Yunan savaşına dönüşen Girit ayaklanması (1897)

sürecinde Almanya dışında büyük güçler konuya müdahil olmuş, hatta önce

Yunanistan’ın yenilgisi üzerine araya girerek Osmanlı’nın toprak kazancının önüne

geçip, tazminatla yetinmesini sağlamışlar; savaşın ardından adada yeniden

ayaklanma çıkması üzerine Osmanlı devletine bir nota vererek, adanın İngiltere,

Fransa, Rusya ve İtalya’nın işgaline bırakılmasını talep etmişlerdi. Almanya ise bu

sorunun hiçbir aşamasına aktif olarak müdahil olmamış, Osmanlı’nın yanında bir

tutum sergilemiştir.

392

Abdülhamit’in Almanya’yı işin içine sokarak İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı

kullanma planı bir bakıma işe yaramıştır. Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun

dayandığı yeni güç olmasıyla, Avrupa’daki güç dengelerinin mevcut hassaslığına

393

389 İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu (İstanbul: Kaynak Yayınları, 1983), s. 57.

390 Almanya bu soruna karışmama politikasını Dünya savaşına girildiği sıralarda bırakmış, hatta Ortaylı’nın belirttiği üzere 1915’deki tehcir olaylarında Almanya’nın bizatihi yönlendirici olduğu görülmüştür. Ibid., s. 122. 391 Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 166. 392 Georgeon, Sultan Abdülhamit, s.393. 393 Bu tarihlerde Avrupa güç dengesi artık Viyana Kongresi sonrası dönemde olduğundan çok farklı bir boyuta ulaşmıştı. En önemli farklılık, bu dönemde artık güç dengesinin Birinci Dünya savaşına giden yolda askeri bloklaşmaları hazırlamış olan devletler arasındaki ittifaklara dayanmaya başlamış olmasıdır.

Page 121: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

112

ek olarak doğu sorunu daha karmaşık hale gelmiştir. Fakat Abdülhamit’in politikası,

resmi ittifak önerip, büyük güç dengesiyle oynamanın ötesine geçmemiş,

imparatorluğun güvenliği bütünüyle Almanya’nın eline de bırakılmamıştı.394

Abdülhamit iktidara geldiğinde uluslararası politikada hareket alanı iyice

sınırlanmış olan Osmanlı Devleti’nin bir de mali iflası gerçekleşmişti. Kırım

savaşıyla başlayan dış borç süreci maliyenin iflasıyla sonuçlanmış, Osmanlı 1875

Ekiminde mali iflasını açıklamak zorunda kalmıştı. Bu süreç, 1881’de Düyun-u

Umumiye idaresinin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Aynı süreçte, içeride de

Abdülhamit ve özellikle dış politikası, 1877’de parlamentonun kapatılması ile

dağılmış olan Yeni Osmanlıların yerine yükselmeye başlayan bir başka muhalif

grupça çok sert eleştirilmeye başlanmıştı.

Daha önceki bölümlerde görüldüğü gibi, 1889’da kurdukları İttihat ve Terakki

Cemiyeti çatısı altında Jön Türkler, meşrutiyet rejimini yeniden getirerek devleti

kurtaracaklarına inanır ve bu yönde hareket ederken, Abdülhamit’in Almanya’ya

dayanan dış politikasını da eleştirmekteydiler. 1908 devrimiyle meşrutiyet

yönetiminin yeniden yürürlüğe girmesi, Jön Türkler üzerinde devletin varolma

sorununun bile artık çözümlenebileceğine dair aşırı iyimser bir etki yaratmıştı.

Bunda, İngiltere ve Rusya’nın Reval buluşmasında Boğazlar ve Balkanlarla ilgili

görüşmelerinde, Makedonya sorunu çerçevesinde aldıkları kararları geri çekmiş

olmaları395 gibi somut olaylar da etkili olmuştu.396

Avusturya’nın 1908’de Bosna-Hersek’i ilhakına karşı uluslararası alanda tepki

olmasına karşın, büyük güçler arasındaki hassas dengeler Osmanlı lehine bir tutum

göstermelerine engel olmuştu. Söz konusu tarihte Osmanlı devletine en yakın güç

Almanya olmasına karşın, Avusturya ile ittifak ilişkisi dolayısıyla Almanya da

Ne var ki, bu iyimser hava,

Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi, ardından Avusturya-Macaristan’ın Bosna-

Hersek’i ilhakı ve Girit’in Yunanistan’la birleştiğini açıklaması gibi üst üste gelen

olaylar sonucu çok kısa sürede yok olmuştur.

394 Ahmad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, s. 13-14. 395 A. Gül Tokay, “Makedonya Sorununa Tarihsel Bir Bakış: 1878-1908”, Kemali Saybaşılı ve Gencer Özcan (der.), Yeni Balkanlar Eski Sorunlar (İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 1997), s. 43. 396 Sina Akşin, Jön Türkler, İttihat ve Terakki (Ankara: İmge Kitabevi, 1998), s. 127.

Page 122: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

113

Osmanlı lehinde tutum almamıştır. Zaten İT gibi hükümet de büyük güçlerden

İngiltere’ye dayanma politikasından yana olduğundan, İngiltere’den destek aranmış

fakat karşılık bulunamamıştır. Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhakı, doğrudan büyük

güçlerce hazırlanan ve imzalanmış olan Berlin Anlaşmasına aykırı olmasına rağmen

Osmanlı devleti kendisini uluslararası alanda yalnız ve tecrit edilmiş bulmuştur.397

Bunun üzerine Avusturya malları boykot edilmiş ve Bosna-Hersek’in ilhakı

konusunda bir uluslararası konferans için hazırlıklara başlanmıştır. Toplanacak

konferansla ilgili hazırlıklarda büyük güçlerle uzlaşma sağlanamayınca sorunun

çözümü ikili anlaşmalara bırakılmış, bu bağlamda Avusturya-Osmanlı anlaşması

Şubat 1909’da imzalanmıştır. Anlaşmayla Osmanlı devleti ilhakı tanımış, Avusturya

da 2,5 milyon Lira tazminat ödemeyi ve Yeni Pazar (Novi Bazar) sancağındaki

haklarından vazgeçmeyi kabul etmiştir.398

Bulgaristan’ın bağımsızlık ilanı konusunda ise büyük güçlerin tutumları ilk

bakışta Osmanlı devleti lehinedir. İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya ve Almanya

Bulgaristan’ın bağımsızlık ilanını tanımayacaklarını bildirmişlerdir. Osmanlı devleti

ise Balkanlar’da Bulgaristan’a karşı ittifak arayışlarına girmiş ve Girit’in

Yunanistan’la birleşme kararını açıklamış olmasına rağmen Yunanistan’la ittifak

görüşmelerine başlamıştır. Aslında Osmanlı devleti bu ittifak arayışlarının sonuçsuz

kalacağının bilincinde olarak bu çabayı göstermiş, daha çok özellikle Sırpları

oyalayarak Sofya ve Viyana üzerinde baskı kurmayı amaçlamıştı.

399 Nihayetinde

Avusturya ile Bosna-Hersek konusunda anlaşmaya varıldıktan sonra Bulgaristan ile

de benzer bir anlaşma yapılmış, Osmanlı devletinin Bulgaristan’ın bağımsızlığını

tanıması karşılığında Bulgaristan’dan tazminat almıştır.400

397 Ahmad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, s. 15.

398 A. Gül Tokay, “II. Meşrutiyet Dönemi Dış İlişkileri: 1908-1914”, Türk Dış Politikasının Analizi, s. 37. 399 Hasan Ünal, “Balkan Diplomasisinden Bir Kesit: Bulgaristan’ın Bağımsızlık İlanı ve Osmanlı Dış Politikası: 1908-1909”, Yeni Balkanlar Eski Sorunlar, s. 57. 400 Bulgaristan’dan alınacak tazminat konusu görüşmelerde önemli bir sorun olmuş ve ancak Rusya’nın aracılığıyla çözümlenebilmiştir. Osmanlı devletinin talep ettiği 125 milyon franklık tazminatı Bulgaristan ödemeyeceği konusunda ısrar edince, Rusya arabuluculuk yapmış ve sonunda anlaşma tazminatın Osmanlı devletinin 1877-78 savaşından Rusya’ya olan borcundan silinerek ödenmesi şeklinde bir çözümle sonuçlandırılmıştır. Ibid., s. 64.

Page 123: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

114

Bosna-Hersek ve Bulgaristan sorunları anlaşmalarla sonuçlandıktan sonra

Osmanlı yönetimi devleti yeni reformlar yoluyla güçlendirmek üzere içeriye

yönelmişti ve 1911’de Trablusgarp savaşı patlak verdiğinde uluslararası alanda yine

yalnızdı. Hükümet tekrar İngiltere ve İtilaf güçlerine ittifak önerileriyle başvurduysa

da reddedilmişti. Almanya da Bosna-Hersek’te olduğu şekilde müttefiki İtalya’ya

karşı harekette bulunamayacağından Osmanlı’nın yanında yer alamayacaktı. Berlin

Kongresinden tek pay alamamış devlet olan İtalya’ya Trablusgarp bir bakıma daha

önce vaat edilmişti. Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhakı sonrasında, çıkarları

zedelenen iki devlet olarak yakınlaşan Rusya ve İtalya bir anlaşma (Racconigi)

imzalayarak birbirlerinin Boğazlar ve Trablusgarp üzerindeki çıkarlarını tanımışlardı.

Anlaşmadan iki yıl sonra, 1911 Eylülünde İtalya ciddi ekonomik çıkarlarının

bulunduğu Trablusgarp’ı işgale başlamıştı. İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali

beklenildiği kadar kolay olmamış, İtalya Oniki adayı da işgal ettikten sonra savaşın

genişleyerek Balkanlar’a da sıçramasından endişelenen büyük güçler taraflar

arasında arabuluculuğa ve aslında Osmanlı devletine baskı yapmaya başlamışlardı.

Fakat Babıâli’yi Trablusgarp’tan çekilmeye zorlayan bu baskılar değil, Ekim

1912’de başlayan Balkan savaşları olmuştur.401

Bosna-Hersek bunalımından beri Balkanlar’da süren ittifak arayışları 1912’de

sonuçlanmış, Sırbistan, Karadağ, Yunanistan ve Bulgaristan’dan oluşan Balkan

ittifakı, İtalya’yla süren savaşı da fırsat bilerek Ekim 1912’de Osmanlı devletine

savaş açmıştı. Birkaç hafta içinde bozguna uğrayan Osmanlı devleti, büyük

güçlerden ve aslında İngiltere’den destek arayışlarına yine cevap bulamamış, savaş

başladığında bölgede statükonun değişmesine izin vermeyeceklerini açıklamış olan

büyük güçler, savaş Osmanlı aleyhine döndüğünde bu tutumlarını bırakmışlardı.

Osmanlı devletinin İngiltere’ye ittifak için başvurusu, toprak bütünlüğünün

devamının artık olanaksız olduğu gerekçesiyle reddedilmişti.

Savaşın başlaması üzerine Osmanlı

devleti ile İtalya arasında, Trablusgarp ve Oniki adayı İtalya’ya bırakan Quchy

anlaşması imzalanmıştır.

402

401 Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 251.

Bunların üzerine

Osmanlı devleti ateşkes istemek zorunda kalmıştı ve savaşan taraflar Londra’da bir

konferansla (San James) toplandı. Tarafların kendi aralarında toplanmış olmaları

402 Tokay, “II. Meşrutiyet Dönemi Dış İlişkileri: 1908-1914”, s. 43.

Page 124: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

115

büyük güçleri harekete geçirdi ve onlar da büyükelçiler konferansı düzenlediler.

Konferans, Edirne ve Ege adaları konusunda Osmanlı devletinin taviz vermemekte

diretmesi nedeniyle sonuçlanamadı, büyük güçlerin Edirne’nin Bulgaristan’a teslim

edilmesini öngören toplu notası ise içeride Babıali baskını olarak bilinen darbeye yol

açtı ve bu darbe sonrasında İT ilk kez doğrudan iktidar oldu.403 Bu arada ateşkesin

süresi dolmuş, çatışmalar da yeniden başlamıştı. Yeni hükümet de İngiltere’den

destek aramışsa da Edirne’nin verilmesi koşulu dayatıldığından gerçekleşmemiş,

sonunda Edirne savaşarak kaybedilmiştir. Taraflar arasında savaşı bitiren anlaşma

Mayıs 1913’te Londra’da imzalanmış, anlaşmaya göre Osmanlı devletinin sınırı

Edirne dışarıda kalacak şekilde Midye-Enes hattı olarak belirlenmiş, Girit’in

Yunanistan’la birleşmesi ve ayrıca Arnavutluk’un bağımsızlığı kabul edilmiştir.404

Balkan savaşları bu noktada bitmemiş, Balkan devletlerinin toprak paylaşımı

konusunda kendi aralarındaki sorunlar dolayısıyla, ikinci Balkan savaşı, bir bakıma

Osmanlı’nın da lehine, Bulgaristan’ın Sırbistan ve Yunanistan’a saldırmasıyla 30

Haziran 1913’de başlamıştır. Osmanlı devleti de Bulgaristan’a karşı oluşan ittifaka

katılmış ve savaş sonunda Edirne’yi geri alabilmiştir. Osmanlı devletinin Edirne’yi

geri almış olması Londra anlaşmasının ihlali anlamına geldiğinden, Babıâli’nin

önünde büyük devletlerin onayını almak gibi bir sorun duruyordu. Büyük devletler

beklenildiği şekilde bir nota ile Osmanlı devletinin Londra anlaşmasına saygı

göstermesini istemiş, fakat Babıâli’nin bunu reddetmesi karşısında yine birlikte

hareket etmeyi başaramadıkları için fazla baskıcı olamamışlardı. Bunun üzerine

Osmanlı devleti ile Bulgaristan ikili görüşmeler sonucu Bükreş anlaşmasını

imzalamış ve Osmanlı devletinin Edirne’yi alması onaylanmıştır.

405

Balkan savaşlarında yaşadıkları diplomatik yalnızlığa rağmen, uluslararası alanda

dünya savaşının rüzgarları eserken İT hükümeti yine de, İngiltere ve İtilaf

devletleriyle yapılacak bir ittifakın güvenliği sağlayacak tek çözüm olduğunu

düşünmeye devam etmişlerdi. Bu nedenle İngiltere’ye yeniden ittifak teklifinde

bulunulmuş, fakat İngiltere’ye teklifi kabul ettirememiştir. Ardından Rusya ve

403 Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, s. 50-52. 404 Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 253. 405 Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki: 1908-1914, çev. Nuran Yavuz (İstanbul: Kaynak Yayınları, 1999), s. 164.

Page 125: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

116

Fransa’ya da ittifak önerilmiş, fakat bu iki İtilaf devleti de Osmanlı’nın teklifini

reddetmişlerdi. Nihayetinde, İtilaf yanlısı olsalar dahi tüm İttihatçılar yine yalnız

kalmamak için Almanya’yla ittifak yapmak dışında bir seçenek olmadığını kabul

etmiş ve 2 Ağustos 1914’te Alman-Osmanlı ittifakı gerçekleşmiştir. Başlangıçta

Almanya da Osmanlı devleti ile bir ittifak fikrine, Osmanlı’nın savaşta daha çok bir

yük olacağı düşüncesiyle sıcak bakmamıştır. Osmanlı devleti ile ittifakın Almanya

için asıl anlamı, Fransız ve İngiliz sömürgelerinde ve de Balkanlar’daki Müslümanlar

üzerindeki etkisinde yatıyordu.406

Birinci Dünya Savaşı başladığında İttihatçılar, savaşa girmek konusunda, en

azından Almanlardan güçlü bir para ve silah yardımı alınmadıkça beklemek

amacındaydılar. İttifakı, savaşmak arzusuyla değil, tarafsızlığın Osmanlı’yı yalnız

bırakacağı endişesiyle imzalamışlardı. Oysa savaş ilerledikçe ve bir siper savaşına

döndükçe Osmanlı’nın savaşa girmesi Almanya için önemli olmaya başlamış ve

sonunda Alman baskısıyla savaşa girilmiştir.

407

Birinci Dünya Savaşının İtilaf devletlerinin zaferiyle sonuçlanması, Osmanlı

İmparatorluğunun da sonunu getirmiştir. Osmanlı devleti için savaşı bitiren 30 Ekim

1918’de imzaladığı ve bir silah bırakışması olmaktan çok öte maddeler içeren

Mondros Ateşkesi olmuştur. Öncelikle, İtilaf güçlerine savaş sırasında yapılmış gizli

anlaşmalarda

408

406 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 166.

belirtilen yerleri işgal etme hakkına ek olarak, (7. Madde ile)

müttefiklerin kendi güvenliklerini tehdit edecek herhangi bir durum ortaya çıkarsa,

herhangi bir stratejik noktayı işgal etme hakkını da veriyordu. Bu madde hiç zaman

407 Ibid., s. 167-168. 408 Birinci Dünya savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğunun topraklarının paylaşılması çerçevesinde birçok gizli anlaşma yapılmıştı. Bunlardan ilki, 1915 Mart’ında İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan ve İngiltere ve Fransa’nın Asya Türkiye’sini paylaşmaları karşısında Rusya’ya İstanbul dahil Boğazlar bölgesini bırakan anlaşmadır. Nisan 1915’te ise bu üç İtilaf devletine İtalya da katılmış ve anlaşmayla İtalya’ya Antalya ve Oniki ada vaadedilmiştir. 1916’da Ortadoğu’nun paylaşımını belirleyen ve Musul hariç tüm Irak bölgesini İngiltere’ye, Kilikya ve Suriye’yi de Fransa’ya bırakan Sykes-Picot anlaşması yapılmış ve bu anlaşmaya ses çıkarmaması karşılığında Rusya’ya Boğazlar bölgesi yanında Trabzon’a kadar Doğu Karadeniz ile Erzurum, Van ve Bitlis’i veren Petrograd Protokolü imzalanmıştır. Son olarak 1917’de İtalya’ya İzmir-Kayseri-Mersin hattında ek pay veren St. Jean de Maurienne anlaşması yapılmıştır. Haluk Ülman, Birinci Dünya Savaşına Giden Yol ve Savaş (Ankara: İmge Kitabevi, 2002), s. 328-224.

Page 126: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

117

kaybedilmeden ve barış anlaşması beklenmeden İtilaf güçleri tarafından kullanılarak

İmparatorluk toprakları işgal edilmeye başlanmıştı.409

Bu süreçte, bir an önce ulaşılabilecek en olumlu koşullarda bir barış anlaşması

yapmak dışında umudu kalmamış olan ve mevcut işgallere de tepki vermeyen Sultan

ve birçok aydın ise tarihi İngiltere’ye bağımlılık politikasına geri dönerek

beklemekteyken, Anadolu’da bir ulusal direniş hareketi örgütlenmeye başlamıştı.

410

B. Milli Mücadele: Batı Gibi Olmak İçin Batıya Karşı Olmak

Milli mücadele, öncelikle Anadolu’da işgal edilen ya da edilmesi beklenen yerlerde

Mondros Ateşkesinden sonra (1 Kasım 1918’de yapılan son yıllık kongresinde parti

olarak kendini fesheden) İT’nin bir girişimi olarak kurulmuş olan Müdafaa-i Hukuk

Cemiyetleri çerçevesinde başlamıştır.411

Milli mücadele olağanüstü bir savaş dönemidir, verilen savaşın sonuçları kesin ve

belirlenmiş bir dış politikadan ve diplomasiden faydalanılarak var olma mücadelesini

lehine çevirebilmiştir. Bu bağlamda gerek kendi yönelimini etkilemesi, gerekse de

etkileşime konu olan tarafları yöneltmesi anlamında Milli Mücadele dönemi dış

politikası önemlidir.

Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçip

direnişi örgütlemesi sonrasında ise, Osmanlı devletinin yüz yıllık devleti kurtarma

mücadelesi, yeni bir devlet kurma mücadelesi halini alacak olan Milli Mücadele

süreciyle devam etmiştir.

Dönemin dış politika ilkesi kesin, açık ve tektir; bağımsızlık. Mustafa Kemal

Anadolu’ya geçtikten sonra yerel direniş örgütlerini tek bir çatı altında toplamak için

girişimlere başlamış ve ilk olarak Amasya’da Rauf (Orbay), Ali Fuat (Cebesoy) ve 409 Baskın Oran, “Mondros Silah Bırakışması”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 111-112 410 Ahmad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, s. 20. 411 İttihat ve Terakki’nin Milli Mücadeleye katkısı bağlamında detaylı bir çalışma için bkz., Erik Jan Zürcher, Milli Mücadelede İttihatçılık (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1987). Zürcher bu eserinde, İttihat ve Terakki kadrolarının Anadolu’daki direniş hareketini başlatma ve sonrasında destekleme konusunda gösterdikleri çaba ve öncü rolü, İttihatçı bir yer altı örgütü olan Karakol’un faaliyetleri üzerinden detaylı bir şekilde anlatmaktadır. Zürcher ayrıca, İttihatçı kadronun önde gelenlerinin ulusal bir direniş olarak Anadolu hareketini desteklemekle birlikte, hiçbir zaman Mustafa Kemal’le doğrudan işbirliğine yanaşmadıklarını da vurgulamaktadır.

Page 127: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

118

Refet (Bele) beylerle buluşarak Anadolu’da hemen tüm sivil ve askeri makamlara

gönderilecek bir genelge (Amasya Tamimi) hazırlamıştır. Genelgede ülkenin

tehlikede olduğu, İstanbul’daki hükümetin onu koruyamadığı ve ülkeyi ancak

milletin kendisinin kurtarabileceği (“milletin istiklalini yine milletini azim ve kararı

kurtaracaktır”) belirtiliyordu. Ayrıca Anadolu’da güvenli bir yer olan Sivas’ta bir

kongre düzenlenmesine de karar verilmişti. Fakat Sivas’tan önce Mustafa Kemal,

yerel bir girişim olarak düzenlenmiş412 olan Erzurum Kongresine413 katılmış (23

Temmuz 1919), kongrenin ilk günü kongre başkanlığına seçilmiştir. Erzurum

Kongresinden çıkan kararlarda vatanın ‘milli hudutları içinde bölünmez bir bütün

olduğu’ ve dışarıdan gelen her türlü saldırıya, İstanbul’daki hükümet boyun eğse bile

kuvvetle karşı koyulacağı duyurulmuştur. Bunun yanında başkanlığına Mustafa

Kemal’in getirildiği ve BMM’nin açılışına kadar Anadolu’da fiili (de facto) hükümet

görevini yürütecek olan Heyet-i Temsiliye seçilmiştir. 4-11 Eylül tarihleri arasında

Sivas’ta414 düzenlenen kongre de büyük oranda Erzurum Kongresi kararlarını

tekrarlamış ve bu kararlarla bir bakıma, milli mücadelenin tam bağımsızlığa dair dış

politikasının temel hedefleri belirlenmiştir.415

Milli mücadelenin dış politikasının ‘resmi metni’ olarak adlandırabileceğimiz

belge ise Misak-ı Milli olmuştur. Aralık 1919’da yapılan son Osmanlı seçimleri

sonucunda, Ocak 1920’de toplanarak çalışmalarına başlayan Osmanlı Mebusan

meclisinin 28 Ocak 1920’de kabul ettiği Misak-ı Milli ilk maddesiyle;

[Osmanlı devletinin, özellikle Arap çoğunluğun oturduğu ve 30 Ekim 1918 tarihli

silah bırakışmasının imzalandığı sırada düşman ordularının işgali altında kalan

kısımlarının geleceğinin, halklarının serbestçe açıklayacakları oylara göre

belirlenmesi gerekli olduğundan, söz konusu silah bırakışması çizgisi içinde ve

412 Ulusal direniş günlerinde iyi bilinen Erzurum ve Sivas Kongreleri dışında, yerel girişimler olarak ve Mustafa Kemal’in önderliği dışında onlarca kongre düzenlenmiş, hatta BMM’nin açılışı sonrasında da devam etmiştir. Esasen bu nedenle, milli mücadele literatüründe Mondros Ateşkesi ile BMM’nin açılışı arasındaki döneme Kongreler Dönemi denilmektedir. Bu konuda ayrıntılı bir çalışma için bkz. Bülent Tanör, Türkiye’de Yerel Kongre İktidarları (1918-1920) (İstanbul: Afa Yayınları, 1992). 413 Ayrıntılı bilgi için Mahmut Goloğlu, Erzurum Kongresi (Ankara: Nüve Matbaası, 1968). 414 Sivas Kongresi konusunda bkz. Mahmut Goloğlu, Sivas Kongresi (Ankara: Başnur Matbaası, 1969). 415 Salahi Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika–I (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1995), s. 135-136.

Page 128: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

119

dışında; dinen, örfen ve emelen birbirine bağlı, karşılıklı saygı ve özveri duyguları

besleyen, birbirlerinin ırksal ve toplumsal hakları ile bölgelerinin koşullarına

tamamen saygılı Osmanlı-İslam çoğunluğunun oturduğu kısımların tamamı,

hakikaten veya hükmen hiçbir nedenle birbirinden ayrılma kabul etmez bir

bütündür.]416

özünde, Arap nüfusun çoğunlukta olduğu Ortadoğu topraklarının ve işgal altındaki

toprakların çoğunun bırakılması kabul edilmiş, yalnız Müslümanların çoğunlukta

yaşadığı toprakların ayrılmaz bir bütün olduğu kabul edilmiştir.

417

Heyet-i Temsiliye’nin fiili hükümet görevini yürüttüğü bu dönemde, esasen

Osmanlı ülkesini işgal etmiş güçlere karşı milli mücadele başlatılmış olmakla

birlikte, bu güçlerle temsilcileri aracılığıyla diplomatik ilişkiler kurulması ve kendini

anlatma ve kabul ettirme çabası mücadelenin önemli bir ayağını oluşturmuştur. Daha

Erzurum Kongresi günlerinden itibaren, İtilaf devletlerinin temsilcileri ile gayr-i

resmi ve düzensiz de olsa bağlantılar kurulmuştur. Sivas kongresi sırasında, aslında

kurulması tasarlanan Ermenistan’ın durumu ile ilgili incelemeler amacıyla bölgeye

gönderilmiş olan Amerikalı temsilci General Harboud ile Mustafa Kemal arasında

bir görüşme gerçekleştirilmiş ve Mustafa Kemal emperyalist amaçları olmayan bir

devlet olarak ABD’den yardım talebinde bulunmuştur.

418 Sivas’ta Fransız Yüksek

Komiseri George Picot ile de görüşmüş, Fransız temsilci birtakım ekonomik

ayrıcalıklar karşılığında Adana, Urfa ve Antep’i geri vermeyi önermiştir. Böyle bir

anlaşma gerçekleşmemiş olsa dahi, daha henüz başlangıcında direnişin dikkate

alındığının göstergesi olmuştur.419

Milli mücadele dönemi dış politikasının temel uğraşlarından en önemlisi

dışarıdan yardım bulma olduğundan ve ilk aşamada bu yardımın sağlanabilmesinin

olanaklı göründüğü tek ülke Sovyet Rusya olduğundan daha 1919 Eylülünde

Bolşeviklerle temas kurulması için bölgeye temsilciler gönderilmiştir. Diğer yandan

416 Baskın Oran, “Dönemin Bilançosu”, Türk Dış Politikası Cilt I: 1919-1980, s. 105. 417 Diğer maddelerde, İstanbul’un kesinlikle milli sınırlar içinde bulunacağı (madde 4), Batı Trakya (madde 5) ile Kars, Ardahan ve Batum (madde 2) için halkın oyuna başvurulabileceği, kapitülasyonların kaldırılmasının gereği (madde 6) belirtilmiştir. Ibid. , s. 105-106. 418 Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika-I, s. 159. 419 İlhan Uzgel, “Fransa’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası Cilt. I: 1919-1980, s. 148.

Page 129: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

120

Bolşevik rejimi de en başından beri Anadolu’daki harekete sıcak bakmış ve yakın

olmaya çaba göstermiştir. Bu durumun en baş sebebi, ‘düşmanımın düşmanı

dostumdur’ ilkesi olmuştur.420

Heyet-i Temsiliye bir yandan da İstanbul hükümetiyle, İstanbul’a kendi dış

politikasını kabul ettirebilmek bağlamında ilişkisini sürdürmüş, hatta işbirliği

yollarını da aramıştır.

İngiltere tarafından kuşatılmış bir ülke

durumundayken, Sovyet Rusya’nın Anadolu’daki direnişi desteklemesi anlaşılır bir

tercihtir. Aslında bu dönemde de Osmanlı’nın son yüz yılında olduğu gibi İngiltere

ile Rusya arasındaki ilişkiler Türklerin bu ilişkilerin yöneliminde seçimini

belirlemiştir denilebilir. Bir kez daha (Sovyet) Rusya emperyalist Batı’ya karşı

kullanılacak bir denge unsuru, bir koz olarak değerlendirilmiştir. Bu aşamada Sovyet

Rusya’nın Bolşevizm ideolojisini Anadolu hareketine benimsetme hedefi de milli

mücadeleye yakınlaşma isteğinde etkili olmuştur.

421

Misak-ı Milli’nin Osmanlı meclisinde kabul edilmesiyle milli mücadele direnişi

gittikçe güçlenirken, müttefik devletler bir an önce Osmanlı devletiyle barış

anlaşmasının imzalanması için görüşmelere devam ediyorlardı. Osmanlı meclisinin

Anadolu’daki direniş lehine bu tür tutumlarının da etkisiyle, İtilaf kuvvetleri 16 Mart

1920’de İstanbul’u işgal etmiş, ardından Meclis-i Mebusan’ı basmış ve ileri gelen

milletvekilleri tutuklanarak Malta’ya sürülmüştür. Bunun üzerine, Ankara’da (23

Nisan 1920) Büyük Millet Meclisi açılmış ve milli mücadele yeni bir aşamaya

taşınmıştır.

Misak-ı Milli’nin Osmanlı meclisinde kabul edilmiş olması

da bu çabaların bir sonucu olarak ortaya çıkmış bir gelişmedir.

420 Erel Tellal, “Sovyetlerle İlişkiler”, Türk Dış Politikası Cilt I: 1919-1980, s. 161. Eylül 1920’de Bakü’de düzenlenen Doğu Halkları Kurultayı’nda, Kurultay Başkanı Zinoviev’in konuşması bunu kanıtlar bir örnek olacaktır. Zinoviev; “… Mustafa Kemal’in Türkiye’de yürüttüğü siyaset Komünist Enternasyonal’in siyasetiş değildir. Fakat İngiliz hükümetinin aleyhine yürüyen her inkılap mücadelesine yardım etmeğe hazırız” demekle düşmanımın düşmanı dostumdur ilkesini açıkça ifade etmiştir. Kongre ile ilgili Kamuran Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri (1920-1953) (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1991), Zinoviev’in konuşması s. 59. 421 Damat Ferit Paşa hükümetinin yerine (3 Ekim 1919) direnişçilere daha yakın davranacak olan Ali Rıza Paşa hükümeti bu işbirliği arayışını kolaylaştırmıştır. Ekim ayında Mustafa Kemal ile İstanbul hükümetinin temsilcisi olarak Bahriye Nazırı Salih Paşa arasında yapılan görüşmede (23 Ekim 1919) “Amasya Protokolü” imzalanmış ve Sivas kongresi kararlarının İstanbul hükümetince kabul edilmesi bu protokolle kararlaştırılmıştır.

Page 130: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

121

BMM hükümeti göreve başlar başlamaz, dış dünyada tanınmasını sağlama, dış

yardım, Misak-ı Milli’nin uygulanması ve savaş halinin sona erdirilmesi konularında

diplomasiyi olabildiğince yoğun kullanmaya başlamıştır. Millet Meclisi hükümetinin

göreve başladığı sırada müttefik güçler de San Remo’da (18-24 Nisan 1920) Osmanlı

devleti ile yapılacak barış anlaşması koşullarını belirleyecek olan bir konferansta

toplanmışlardı. Konferansta, Sévres Anlaşmasının koşulları olarak, Arap bölgesinin

imparatorluktan ayrılması; Yunanistan’ın Batı Trakya dışında Çatalca hattına kadar

Trakya’yı alması, İzmir ve çevresinin beş yıl süreyle Yunan yönetimine bırakılması

ve bu süre sonunda Yunan hükümetinin isterse bölgeyi kendi topraklarına

katabilmesi kararlaştırılmıştı. Yine kararlaştırıldığı üzere, Ege adaları da

Yunanistan’a verilecek, Rodos dahil Oniki ada ise İtalyanlara bırakılacaktı. Ayrıca,

Ermenistan’ın bağımsızlığı kabul edilmiş, Fırat’ın doğusu ise Kürdistan’ın

özerkliğine verilmiştir (istedikleri takdirde 1 yıl sonra Milletler Cemiyetine (MC)

başvurarak bağımsızlık ilan edebilecekleri koşuluyla). Tasarıya göre Boğazlar

uluslararası denetime girecek, kıyıları ise askerden arındırılacaktı. Ayrıca, Birinci

Dünya Savaşında İT hükümeti tarafından (9 Eylül 1914’te) tek taraflı olarak

kaldırılmış olan kapitülasyonlar yeniden yürürlüğe koyulacak, Düyun-u Umumiye

uygulaması ise yeni bir komisyon kurularak sürdürülecekti.

Osmanlı temsilcileri Sévres’de (Mayıs 1920) kendilerine sunulan bu barış

koşullarını kabul edemeyeceklerini bildirdikten sonra, anlaşmanın imzalanmasını

zorlamak için müttefiklerin teşvikiyle Yunan kuvvetleri Haziran’da Anadolu’nun

içlerine doğru taaruza geçmiş, Zürcher’e göre Yunan kuvvetlerinin İstanbul’a kadar

girebilmesinin önündeki tek engel ise müttefik güçlerin baskısı olmuştur.422

1920 yazından itibaren savaş alanlarında yavaş yavaş alınmaya başlayan

başarıların etkisiyle diplomatik gelişmeler de mücadelenin lehine sonuç vermeye

başlamıştır. Fransa ile BMM hükümetinin daha Mayıs 1920’de ateşkes görüşmeleri

Bu

gelişmelerin üzerine İstanbul Sévres anlaşmasının imzalanmasına karar vermiş ve

anlaşma Sévres’e gönderilen Osmanlı heyeti tarafından 10 Ağustos 1920’de

imzalanmıştır. Sévres’in imzalanmasıyla, direnişin başlangıç aşamasında Ankara ile

İstanbul arasında kurulmasına özen gösterilen son bağ da kopmuştur.

422 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 228.

Page 131: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

122

için bir araya gelmiş olmaları, dolayısıyla Fransa’nın BMM hükümetini tanımış

olması bunun en iyi ve ilk örneği sayılabilir. Ateşkes teklifi Türk tarafından gelmiş

ve bu durum Fransa ile İngiltere arasındaki farklılık ve anlaşmazlıklardan

yararlanarak diplomatik başarı elde etme çabasının bir sonucu olarak ortaya

çıkmıştır. Milli mücadele boyunca cephe ile diplomasi sıkı sıkıya bağlı olacak ve

hemen her örnekte askeri başarıların arkası diplomatik olanları getirecektir.

Bu durumun en açık örnekleri, aslında milli mücadelenin kaderini de belirleyen

Yunan savaşı ile görülmüştür. 1920 yazında Yunan ordularının ilerleyişi karşısında

çok zor duruma düşen Türk kuvvetleri için durum 1921’in ilk aylarında tersine

dönmeye başlamıştı. 9 Ocak 1921’de İnönü’de Eskişehir’i almak üzere ilerleyen

Yunan ordusunun durdurulması (Birinci İnönü zaferi) askeri başarısından çok

diplomatik başarı açısından önemli sonuçlar doğurmuş, müttefik kuvvetlerin Sévres

anlaşmasını gözden geçirmek üzere Londra’da bir konferans toplamasına yol

açmıştır. 21 Şubat 1921’de toplanan konferansa, BMM hükümeti ile İstanbul

hükümetinin temsilcileri birlikte katılmış,423 konferansta Sévres’de milli

mücadelenin hedeflerini karşılaması olanaksız çok küçük değişiklikler önerilmiş,

sonuçta öneriler BMM tarafından kabul edilmemiştir. 424

Birinci İnönü Zaferi ve ardından Londra Konferansı’nda BMM hükümetinin

Müttefik güçlerle masaya oturmuş olması, milli mücadelenin başından beri ilişkide

olan ve Ekim 1920’den beri bir anlaşma imzalamak amacıyla resmi görüşmelerde

bulunan Sovyet Rusya ile BMM hükümeti arasında Moskova Anlaşması (16 Mart

423 Başlangıçta konferans davetinde BMM hükümeti temsilcisinin, İstanbul hükümetinin göndereceği heyetin içinde yer alması önerilmişse de, BMM hükümeti bu duruma itiraz edince, ayrı bir davet gönderilmiştir. 424 Melek Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası Cilt I: 1919-1980 , s. 187. Konferans sırasında Ankara hükümetinin temsilcisi olarak bulunan Bekir Sami Bey, İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerle gizli görüşmelerde bulunarak üç ayrı devletle gizli anlaşmalar imzalamıştı. İngilizlerle savaş esirlerinin değişimi konusunda; Fransızlarla birtakım ekonomik ayrıcalıklar karşılığında, Fransızların Kilikya’dan çekilmesini öngören ve İtalyanlarla birtakım ekonomik ayrıcalıklar karşılığında İtalyan askerlerinin Anadolu’dan çekilmesi ve İzmir ile Trakya’nın Türklere geri verilmesi konusunda destek sağlanmasını içeren anlaşmalar Ankara hükümeti tarafından Misak-ı Milli’ye aykırı olduğu gerekçesiyle kabul edilmemiştir. Detaylı bilgi için, Salahi Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika-II (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2003), s. 132-140 bakılabilir.

Page 132: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

123

1921 Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması)’nın imzalanmasıyla sonuçlanmasında da

etkili olmuştur.

Londra Konferansı sona erdikten hemen sonra, daha Londra’dan ayrılan heyet

Ankara’ya ulaşamadan Yunan ordusu Anadolu’da yeniden saldırıya geçmiş (23 Mart

1921) ve yine İnönü’de Türk kuvvetleri tarafından durdurulmuştur. İkinci İnönü

Zaferi de İtalyanların Anadolu’dan çekilmeye başlaması ve Fransa’nın barış

görüşmelerini başlatma girişiminde bulunması gibi diplomatik açıdan önemli

sonuçlar doğurmuştur.

Temmuz 1921’de yeniden saldıran Yunan ordusu, bu sefer durdurulmakla

kalmamış, Türk ordusu karşı saldırıya geçerek Yunan kuvvetlerini muharebenin

yapıldığı Sakarya’dan atmıştır. Sakarya muharebesindeki başarının meyvesi de yine

diplomatik bir başarıyı, Türk-Fransız (Ankara) anlaşmasını (20 Ekim 1921)

getirmiştir. Türk ve Fransız kuvvetleri arasındaki savaş halini sona erdiren anlaşmaya

göre Suriye sınırı, durumu sonradan tespit edilecek Hatay dışında bugünkü sınırına

çekilmiştir.

Bu gelişmelerin ardından Yunanistan’ın askeri başarısızlıklarından ve aynı

zamanda kendisinden özellikle maddi destek talebinden bulunmuş olmasından

rahatsız olan İngiltere, politikasını bir ölçüde değiştirerek Türk-Yunan savaşı için

diplomatik çözüm bulma arayışına girmiştir. Bu çerçevede 22 Mart 1922’de müttefik

devletler İngiltere, Fransa ve İtalya Paris’te bir araya gelerek yeni barış koşullarını

belirlemiş ve bunları Yunan, İstanbul ve Ankara hükümetlerine bildirmiştir.

Yunanistan olumlu yanıt vermiş olmasına karşın, BMM hükümeti ancak silah

bırakışmasıyla aynı anda Anadolu boşaltılırsa teklifi kabul edebileceğini bildirmiş,

müttefikler ise bu koşulu kabul etmemiştir.425

425 Ibid., s. 192.

Yunanistan’ın İngiltere’nin tam

desteğini kaybettiğinin ve askeri olarak da zor durumda olduğunun farkında olan

Ankara 26 Ağustos’ta ilk kez saldırıya geçmiş ve 2 Eylül’de Türk orduları

Eskişehir’e, 9 Eylül’de de İzmir’e girmiştir. Bunun ardından Türk ordusu Boğazlar’a

kadar ilerlemiş, hatta İngiltere ile savaş bir an meselesine dönmüş, fakat soğukkanlı

davranılarak çözüm için diplomasiye başvurulmuştur. Bunda İngiltere’nin yardım

Page 133: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

124

talebine İtalya ve Fransa’nın Boğazlardan kuvvetlerini çekerek yanıt vermiş olması

da etkili olmuştur. Sonuçta 3 Ekim 1922’de silah bırakışması konferansı toplanmış

ve 11 Ekim’de Mudanya Ateşkesinin imzalanmasıyla Türk-Yunan Savaşı da sona

ermiştir.

Mudanya Ateşkesi, milli mücadelenin bir parçası olarak önemli bir diplomatik

başarı olmuştur. Öncelikle Yunan güçlerinin yenilgisinin ardından İtilaf güçlerine

karşı askeri güç kullanmadan, ilk kez resmi görüşmeler için masaya oturulmuş ve

bırakışmasının imzalanması sağlanabilmişti.426

Ateşkesin ardından İtilaf devletleri zaman kaybetmeden barış görüşmelerini

başlatmak üzere BMM hükümetine konferans çağrısında bulunmuşlardı. Fakat

görüşmelerin başlaması da sorunsuz olmamıştı. Öncelikle henüz BMM hükümetinin

yanında, İstanbul hükümeti de fiili varlığını sürdürmekte olduğundan, her iki taraf da

konferansa davet edilmişti. Bu sorun 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması kararı

ile büyük ölçüde ortadan kaldırıldı, fakat bağımsızlığını yeniden kazanmış bu ülkenin

devlet olarak niteliğinin ne olacağı henüz belirsizdi. Bu belirsizlik içeride dahi

sürüyorken, devletler arası arenada anlaşılır olması beklenemezdi. Esasen barış

görüşmelerinin gerçekleştirildiği Lausanne Konferansı sırasında İtilaf devletleri (en

başta da İngiltere) BMM hükümetini, kendilerine karşı bağımsızlık mücadelesi

kazanmış bir devlet olarak değil, hala Dünya Savaşı’nın yenik devleti olarak

görmekteydiler. Bu bakış açısı konferansın gidişatını önemli oranda etkilemişse de,

BMM hükümeti kendisini yenik Osmanlı hükümetinden ayıran, farklı bir kimlikle

sunmakta ısrarcı olmuş ve konferanstaki diplomatik başarı bu bakış açısından

kaynaklanmıştır. 21 Kasım 1922’de başlayan Lausanne Konferansında Türk tarafının

temsilcisi İsmet (İnönü) bağımsızlık noktasında herhangi bir ödün vermekten ısrarla

kaçınmış, bu durum özellikle kapitülasyonlar konusunda yaşanmış ve konferansın

işlemez hale gelerek kesintiye uğramasında azınlıklar konusuyla birlikte etkili

olmuştur. Konferansın ilk dönemi sürerken, Mustafa Kemal bir taraftan Trakya’daki

O tarihe kadar bağımsızlık hedefine

ulaşmada askeri güç ve diplomasi biribiriyle iç içe kullanılmış, hatta İtilaf güçleri

açısından belirleyici olan askeri zaferler olmuşken, Mudanya ateşkesi sonrasında

belirleyici unsur olarak diplomasi ortaya çıkacaktır.

426 Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika-II, s. 289.

Page 134: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

125

son kentleri ele geçirerek Türk tarafının durumunu sağlamlaştırmış, diğer yandan 6

Aralık’ta Halk Fırkası’nı kurarak ülkedeki siyasal belirsizliği giderme yolunda bir

adım daha atmıştır.427 Konferans 4 Şubat 1923’te tatil edildikten sonra Mustafa

Kemal, esasen konferansın gidişatını etkilemek, bir başka deyişle konferans tarafı

devletlere mesaj vermek amacıyla İzmir İktisat Kongresi’ni düzenlemiş ve bu

Konferans’ta İtilaf devletlerine iki önemli mesaj verilmiştir.428 Öncelikle, tam

bağımsızlık bağlamında yeni Türkiye’nin kapitülasyonlar ve benzeri uygulamaları

asla kabul etmeyeceği vurgulanırken, diğer yandan tam bağımsız olmakla birlikte,

Türkiye’nin Batılı (kapitalist) sistem içerisinde kalacağı da belirtilmiştir.429

Barış görüşmelerinin 23 Nisan 1923’te ikinci dönemi başlamadan, BMM kendi

barış önerilerini hazırlamış, İsmet (İnönü) bu sefer elindeki önerilerle konferansa

katılmış ve gerekli bazı ödünler dışında istediklerini elde etmeyi başarmıştır.

Türkiye’yi bağımsız bir devlet olarak tanıyan ve uluslararası alanda bunu tescil

eden

430

Anlaşmaya göre Türkiye, Meriç’e kadar doğu Trakya’yı ve batı kıyısında

Karaağaç’ı alacak, Yunanistan’dan savaş tazminatı istemeyecekti. Yunanistan da,

halklarının Rum olması sebebiyle Ege adalarını, Çanakkale girişindeki stratejik

konumlarından dolayı İmroz ve Bozcaada hariç, almıştır. Suriye sınırı, Fransa ile

imzalanan Ankara Anlaşmasına (20 Ekim 1921) göre çizilmiş, fakat Hatay bu sınırın

dışında tutulmuştur. Musul konusunda anlaşma sağlanamadığından, Irak sınırı

tarafların sonradan anlaşarak saptamaları koşuluyla belirsiz bırakılmıştır. Boğazlar

ise başkanı Türk olacak bir komisyon yoluyla uluslararası denetime bırakılmış ve

Lausanne Antlaşması 24 Temmuz 1923’te imzalanmış ve Misak-ı Milli ile

belirtilen toprak bütünlüğü, Musul hariç kabul edilmiştir.

427 Shaw ve Shaw, Osmanlı imparatorluğu ve Modern Türkiye II. Cilt, s. 435. 428 İzmir İktisat Kongresi için, A. Gündüz Ökçün, Türkiye İktisat Kongresi 1923-İzmir: Haberler, Belgeler, Yorumlar (Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1968) ve A. Afetinan, İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat-4 Mart 1923 (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1982). 429 Baskın Oran, “Lausanne Barış Antlaşması”, Türk Dış Politikası Cilt I: 1919-1980, s. 218. 430 Oran bu nedenle Lasuanne Antlaşmasının Türkiye devletinin kurucu belgesi olduğunu belirtmektedir. Ibid., s. 222. Anlaşmayla ilgili ayrıntılı bilgi için, Lozan Konferansı: Tutanaklar, Belgeler – 8 Kitap, çev. Seha L. Meray (Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1969-1973) ve Lozan Barış Andlaşması: Lozan’da İmzalanan Sözleşmeler, Senetler, Barış Andlaşmasına Ekli Mektuplar ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi, T.C Dışişleri Bakanlığı (der.), (Ankara: Y.Y, 1984).

Page 135: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

126

İstanbul’da asayişi sağlamak amacıyla bulundurulabilecek 12.000 kişilik garnizon

dışında askerden arındırılmıştır.

Kapitülasyonların kaldırıldığı kabul edilmiş,431

Lausanne anlaşması ile uluslararası alanda bağımsızlığını tescil ettiren yeni

Türkiye devleti, Onsekizinci yüzyılın sonlarından beri sahip olmak için uğraş verilen

güvenliği sağlamış olarak içeriye dönmek ve henüz belirsiz durumda bekleyen

devletin niteliği sorununu çözmek olanağını bulmuş ve bu yolda zaman kaybetmeden

harekete geçmiştir. Bir başka deyişle, Onsekizinci yüzyıldan beri süregelen devletin

nasıl kurtulacağı sorunu çözülmüş, sıra (yeni) devletin nasıl kurulacağı sorusuna

gelmiştir. Bu çerçevede 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesi, yeni devletin

modern bir ulus-devlet olarak kuruluşunun da ilanı olmuştur.

adli olanlar da yabancı ve karma

mahkemelerin kaldırılması ile sona erdirilmiştir. Ayrıca ülkedeki tüm yabancı posta

hizmetleri kaldırılmıştır. Azınlıklar konusunda Türkiye doğum, milliyet ve dil farkı

gözetmeksizin tüm halkın yaşam ve özgürlüklerini koruyacağını taahhüt etmiş,

karşılığında yabancıların ülkedeki azınlıkları denetleme hakları kaldırılmıştır.

432

C. Kemalist İnşa Süreci: Dış Politikada Batıcılık

Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte hem savaş, hem de diplomasi yoluyla kazanılan

bağımsızlığın korunması ilk sırada olmakla birlikte, içeriye dönmek ve yeni devletin

inşası yönünde harekete geçmek gündemin ilk sırasını almıştır. Fakat içeriye dönmek

dış ile bütünüyle ilişiksiz değil, aksine önemli oranda ilişkilidir. Yeni bir devletin

inşa edilmesi sürecine giden yolda temel dürtü güvenlik/bekâ -elbette Onsekizinci

yüzyıl ortalarından beri yaşanan süreçle de birlikte ele alındığında- olduğundan,

etkileşim boyutunda ‘dış’arıda barışçı bir ortamın olması önemlidir. Zaten erken

Cumhuriyet dönemi dış politikasının temel ilkesi olan “yurtta sulh cihanda sulh”un

mantığı da buradadır.433

431 Buna karşın yabancılara verilmiş imtiyazları kaldırmak zaman almıştı, örneğin Türkiye gümrük tarifelerini 1929’a kadar değiştiremeyecekti.

Bir başka deyişle, dış politika ortamında barışın hakim

432 A. Fuat Keyman, “Atatürk ve Dış Politika Vizyonu”, Haydar Çakmak (der.), Türk Dış Politikası 1919-2008 (Ankara: Platin Yayınları, 2008), s. 157. 433 Mustafa Kemal de TBMM’de (1 Kasım 1928) dış politikayal ilgili konuşmasına başlarken, farklı cümlelerle aynı anlama gelen açıklamayı yapmayı ihmal etmemiştir; “ …esaslı ıslahat ve inkişafat içinde bulunan bir memleketin hem kendisinde, hem de muhitlerinde sulh ve huzuru cidden arzu

Page 136: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

127

olması, içeriye dönülerek devletin inşasına odaklanılmasını olanaklı kılmak

bakımından önemlidir.

Güvenlik kaygısı -yalnızca içeriden bakıldığında da- inşa sürecinin önemli bir

belirleyenidir ve yine etkileşimle doğrudan ilişkilidir; kendi içinde güçlü bir toplum

olmak, dış ilişkilerde de güvenliği getirecektir. Kemalist yöneticiler için güçlü

olmanın yolu, daha önceki başlıklarda sözü edildiği şekilde, modern-laik bir

kimlikten geçmekte olduğundan, batılılaşma yoluyla modernleşme güvenli bir siyasal

alan yaratmanın da ön koşulu haline gelmiştir.434

Kemalist inşa sürecinin dış politikası yine batılılaşma temelinde, batı yönelimli

ama bağımsız bir dış politika olarak tezahür etmiştir.

435 Batılı güçlere karşı yapılmış

bir mücadele sonucunda kurulmuş bir devletin dış politikasının Batı yönelimli olarak

tanımlanması bir çelişki gibi görünse de, aslında Türkiye özelinde bakıldığında

değildir. Bu durum, tam da bu çalışmada vurgulanmaya çalışıldığı gibi kimlik’le

ilgilidir. Sözü edildiği gibi, batılılaşma yoluyla modernleşmeyi devletin varlığının

koşulu haline getiren anlayış, elbette dış politikasını da bu bağlamda belirleyecek,

hatta dış politikayı mevcut hedefini gerçekleştirmekte de bir araç olarak

kullanabilecektir. Ülman ve Sander’in artık klasikleşmiş ifadelerini kullanırsak,

“milli mücadele Batılı devletlere karşı yapılmıştı, Batılı değerlere karşı değil”.

Mustafa Kemal alt edilmesi gereken emperyalizmden söz ederken, Batının ekonomik

ve siyasal düzenini değil, ekonomik ve siyasal üstünlüğünü kastetmiştir.436

Yine de Lausanne sonrası Batı ile etkileşimde, Lausanne’dan arta kalan

sorunların çözülmesi bağlamında ilişkiler, güvensiz ve gergin olmaya devam

etmesinden daha kolay izah olunabilecek bir keyfiyet olamaz…” Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I: TBMM Meclislerinde ve CHP Kurultaylarında (1919-1938) (İstanbul: Maarif Matbaası, 1945), s.342. 434 Ibid. 435 Keyman, “Atatürk ve Dış Politika Vizyonu”, s. 157. 436 Haluk Ülman ve Oral Sander, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-1968) – II”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt. 27 (1), 1972, s. 2-3. Bu noktada, bu şekilde bir emperyalizm tanımlamasının çok farklı da okunabileceği belirtilmelidir. Başka bir deyişle, esas emperyalizm yaratanın söz konusu Batılı ekonomik ve siyasal düzen olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Fakat bu ifade, Ülman ve Sander’in bakış açılarını yansıtmanın dışında, inşa sürecinin kurucularının algılamalarını da yansıttığı oranda çelişkili olmamaktadır. (bu tür bir açıklama yapma gereği konusunda beni uyaran Prof. Dr. Mustafa Aydın’dır).

Page 137: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

128

etmiştir. Lausanne sonrasında İtilaf devletleri ile Türkiye arasındaki ilişkilerde

Musul, nüfus mübadelesi ve Osmanlı borçları gibi sorunlar belirleyici olmuştur.

Fakat bunun yanında, daha bu sorunların çözümüne girişilmeden, müttefiklerin yeni

Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘tam’ bağımsızlık hassasiyetini zedeleyecek ve hatta Sévres

anlaşmasının hükümlerini hatırlatan konulardaki talepleri ilişkilerde gerginliği taze

tutan ilk unsurlar olarak ortaya çıkmıştır.

Söz konusu sorunlardan ilki, Türkiye’deki yabancı okullar konusunda ortaya

çıkmıştır. Bu konu Lausanne anlaşmasının imzalandığı gün, Türk, İngiliz, Fransız ve

İtalyan heyetleri arasında mektup teatisi yoluyla görüşülmüş, fakat sonradan taraflar

kendi lehlerine mektupları farklı yorumlamışlardır. Türkiye Özel Okullar

Talimatnamesiyle, Türkçe’den başka bir dilde eğitim yapan özel okullarda tarih ve

coğrafya derslerinin Türk öğretmenler tarafından Türkçe okutulması gereğini karara

bağlayınca, İngiltere, Fransa ve İtalya söz konusu Lausanne mektuplarını öne sürerek

Türk hükümetinin yabancı okulların işleyişine müdahale edemeyeceği gerekçesiyle

bu karara itiraz etmişlerdir.437 Sorun 1926’lı yıllara kadar sürmüş, bazı yabancı

okullar kapanmış (ya da kapatılmış), hatta Lausanne anlaşmasının henüz ülke

meclislerinde onaylanmamış olduğu günlerde, anlaşmanın onaylanmayabileceği

tehditleri de savrulmuş, fakat sonrasında Türk hükümetinin kararı uygulanmıştır.438

Yabancı okullar sorununda olduğu gibi Boğazlar komisyonu konusunda da,

komisyonun kendine ait bayrağının bulunmasını isteyen İtilaf devletleri Osmanlı

döneminde kalan içişlerine karışma politikasını sürdürmenin yollarını aramış, fakat

burada da başarılı olamamışlardı. Bu sorunlarla İtilaf devletleri ile Türkiye arasındaki

gerginlikler sürerken, Lausanne’dan kalan sorunların çözümü süreci de ilişkilerin

1930’lara kadar gergin kalmasına yol açmıştır.

437 Mektupta, “Ecnebi müessesatı tedrisiye, diniye ve sairesinin Türk kanunlarına ve mümasil Türk müessesatının tâbi oldukları bilcümle kanun ve nizâmlara tâbi olacakları ve mektepler hakkında, Türk hükümetinin, bunların tedrisatının amelî cihetten tanzimi keyfiyetini nazarı itibara alacağı” belirtilmiştir. Yusuf Hikmet (Bayur), Yeni Türkiye Devletinin Haricî Siyaseti (İstanbul: Akşam Matbaası, 1934), s. 145. Sorun ortaya çıktığında İtilaf devletleri Türk hükümetinin, bunların tedrisatının amelî cihetten tanzimi keyfiyetini nazarı itibara alacağı ibaresini öne sürerken, Türk hükümeti Ecnebi müessesatı tedrisiye, diniye ve sairesinin Türk kanunlarına ve mümasil Türk müessesatının tâbi oldukları bilcümle kanun ve nizâmlara tâbi olacakları’nda ısrar etmiştir. 438 Ibid., s. 145-146.

Page 138: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

129

Lausanne’da varılan anlaşmaya göre Türkiye ile Yunanistan arasında yapılacak

nüfus mübadelesi, Mübadele Komisyonunun hemen Ekim 1923’te çalışmalarına

başlamasıyla ilk yıl sorunsuz gerçekleştirilmişti. Fakat Yunanistan’ın İstanbul ve

çevresinde yaşayan Rum halkından mümkün olduğu kadar fazlasını mübadele dışı

bırakma çabası ve Batı Trakya’da bulunan Türklerin mallarına el koyarak buraya

mübadele Rumlarını yerleştirmesi mübadele konusunu çıkmaza sokmuş ve 1926’da

Türkiye ile Yunanistan arasında 1 Aralık 1926’da yapılan bir anlaşmayla siyasi

çözüme kavuşturulmuştur. Yine de 1926 anlaşması tüm sorunların çözülmesini

sağlamamış, iki devlet arasındaki gerginlikler Haziran 1930’da, imzalanan ve nüfus

mübadelesi sorunlarına kesin çözüm getiren Ankara Sözleşmesine kadar

sürmüştür.439

Lausanne sonrası sorunlardan çözümü en zor olan Musul konusu, Türkiye ile

İngiltere arasında, zaten gergin olan ilişkilerin daha da bozulmasına, hatta taraflar

arasında savaşın telaffuz edilmesine yol açmıştır. Lausanne antlaşmasının 3.

maddesinin 2. Fıkrasında, Türkiye ile Irak arasındaki sınır konusu taraflar arasında

yapılacak görüşmeler yoluyla dokuz ay içerisinde çözülecek, eğer anlaşma

sağlanamazsa konu MC’ne götürülecek ibaresi yer almaktaydı. Bu çerçevede, 19

Mayıs 1924’te İstanbul’da Haliç Konferansı gerçekleştirilmiş, fakat bir uzlaşma

sağlanamamıştır. Haliç Konferansı’nda

Bu tarihten sonra ise Türkiye ve Yunanistan arasında çeşitli dostluk ve

ticaret anlaşmalarının da imzalanmasıyla resmileştirilen barışçı ilişkiler dönemi

başlayabilmiştir.

440 Türkiye, en başta Misak-ı Milli sınırları

içerisinde olması dolayısıyla Musul’un, Kerkük ve Süleymaniye ile birlikte

Türkiye’ye bırakılarak sınırın buna göre çizilmesi gerektiğini, buna karşılık İngiltere

ise Musul’un Irak’ta kalması konusundaki görüşlerini tekrarlamıştır.441

439 Mehmet Gönlübol ve Cem Sar, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”, Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995) (Ankara: Siyasal Kitabevi, 1996), s. 63-69. Bu konuda ayrıntılı bilgi için; ayrıca, Melek Fırat, “1923-1939 Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası, s. 325-356 bakılabilir.

Konferansta

uzlaşma sağlanamayınca İngiltere sorunun çözümü için Ağustos 1924’te MC’ne

başvuruda bulunmuş, MC meclisi sorunla ilgili olarak tarafsız devletlerin

temsilcilerinden oluşacak bir komisyon kurulmasına karar vermiş ve Temmuz

440 Haliç Konferansında İngiliz ve Türk görüşleri ve genel olarak Musul sorunuyla ilgili olarak bkz. Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926) (Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1978). 441 Ibid., s. 290-291.

Page 139: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

130

1925’te sunulan komisyonun raporu; Musul’un Irak’a bırakılması ve Irak’ta manda

rejiminin 25 yıl uzatılmasını öngörmüştür. Buna karşı Türkiye, komisyon raporunu

tanımadığını belirtmiş ve ayrıca konunun Milletlerarası Daimi Adalet Divanında

görüşülmesini de kabul etmeyerek Divana kendisini savunacak temsilci

göndermemiştir. Divan ise MC’nin vereceği kararın bağlayıcı olacağına dair karar

vermiş, ardından 16 Aralık 1925’te MC komisyon raporunu kabul ederek, Musul’un

Irak’a bırakılması yönünde karar almıştır.442 Türkiye bu kararı tanımayı reddetmiş,

Misak-ı Milli sınırları içinde yer aldığından Musul için savaşılması dahi gündeme

gelmiştir. Fakat savaştan daha yeni çıkmış ve tüm enerjisini yeni kurulan devlet ve

de toplumun inşasına harcamak için sabırsızlanan, ayrıca böyle bir savaşı kazanma

olasılığının düşüklüğü de dikkate alınarak savaştan kaçınılmıştır. Sonuçta bir

anlaşma yapmak üzere İngilizlerle görüşmeler başlatılmış ve görüşmeler sonucunda

5 Haziran 1926’da Türkiye, İngiltere ve Irak arasında Türk-Irak sınırını belirleyen

anlaşma imzalanmıştır. Anlaşmaya göre; Türkiye Irak sınırı, Türkiye lehine küçük

bir değişiklikle, MC meclisi tarafından kabul edilen sınır (Brüksel Hattı: yaklaşık

olarak Musul’u Hakkâri’den ayıran eski vilayet sınırı) olarak belirlenmiştir.

Anlaşmanın bir diğer maddesi, Irak hükümetinin Musul üzerindeki haklarından

vazgeçen Türkiye’ye 25 yıl süreyle petrol gelirlerinin %10’unu vermesini

öngörmekteydi. 1926 antlaşmasına ek notalarda belirlendiği üzere Türkiye’nin tercih

ederse 500 bin İngiliz lirası karşılığında petrol üzerindeki haklarından feragat

edebileceği maddesi de yer almış ve Türkiye’nin bu maddeye dayanarak petrol

üzerindeki haklarından vazgeçtiği resmi yayınlar da dahil olmak üzere son

dönemlere kadar genel olarak kabul edilmiştir. Buna karşın 1995’de yayınlanan ve

bütçe gelirlerinin incelendiği İmparatorluktan Cumhuriyet’e Petropolitik başlıklı

eserde Türkiye’nin petrol gelirlerinden pay aldığı (1934-1958), dolayısıyla aslında

petrol gelirlerinden feragat ettiği söyleminin gerçek olmadığı ortaya koyulmuştur.443

Musul sorununun 1926 antlaşmasıyla çözümlenmesi sonrasında Türkiye’nin

İngiltere ve diğer batılı devletlerle ilişkilerinin normalleşmesi çok kolay olmamıştır.

442 Ibid., s. 297-299. 443 Hikmet Uluğbay, İmparatorluktan Cumhuriyete Petropolitik (Ankara: Ayraç Yayınları, 1995)’den aktaran İlhan Uzgel ve Ömer Kürkçüoğlu, “İngiltere’yle İlişkiler”,Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980, s. 267-271.

Page 140: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

131

Batılı devletler her ne kadar antlaşma yoluyla Türkiye’yi bağımsız ve eşit egemen

devlet olarak tanımışlarsa da, milli mücadele ve öncesi algılamalarını değiştirmeleri,

yeni Cumhuriyeti bu kimlikle kabullenmeleri ve buna göre pratikler ortaya koymaları

zaman almış ve bunun için gerek ulusal, gerekse de uluslararası koşullarda birtakım

değişiklilerin gerçekleşmesi gerekmiştir. Musul sorununun MC’de çözüm şekli de bu

algılamalar hakkında bir fikir verecek niteliktedir, çünkü genel kabul gördüğü şekilde

sorunun Türkiye aleyhine çözülmüş olması Irak ya da İngiltere’nin hukuki anlamda

haklı olmasından değil, Birinci Dünya savaşının galiplerinden birisi olarak MC

içerisinde siyasi anlamda güçlü olan İngiltere’nin çıkarlarından kaynaklanmıştır.

Bu ortamda, Türkiye’nin, Sovyetler birliği ile yeniden bir yakınlaşma içerisine

girmiş olması şaşırtıcı değildir. Batılı büyük güçler tarafından yalnız bırakıldığı bir

dönemde Türkiye, aynı şekilde Batılı devletler tarafından dışlanmış olan Sovyetler

Birliği’ni ‘yeniden’ Batılı güçlere karşı denge unsuru olarak görmeye başlamıştır.

Sovyetler Birliği’nin 1921 anlaşmasını geliştirecek bir anlaşma imzalanması

talebinde bulunması üzerine de taraflar hazırlıklara başlamış ve 17 Aralık 1926’da

Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması imzalanmıştır.444

Musul sorunu, dolaylı olarak zaten sorunlu ve gergin olan Fransa ile ilişkileri de

etkilemiştir. Milli mücadele sırasında Türkiye ile ilk yakınlaşan Batılı güç olmasına

karşın Lausanne konferansı sırasında, özellikle kapitülasyonlar konusundaki tutumu

dolayısıyla Fransa ile Türkiye arasındaki ilişkiler de gerginleşmişti. Türkiye-Suriye

sınırının tespit edildiği 1921 anlaşmasında sınırın tesbiti için bir komisyon kurulması

öngörülmüş, fakat komisyon ancak 1925 Eylülünde çalışmalarına başlayabilmişti.

Komisyon çalışmalarında bir sonuç elde edilememiş, nihayetinde ikili temaslar

sonucu sınır sorununu çözüme kavuşturan “Dostluk ve İyi Komşuluk” sözleşmesi

imzalanmıştır. Sözleşme ilk olarak 18 Şubat 1926’da parafe edilmiş olmasına karşın,

Türkiye İngiltere ile Musul sorununu henüz çözememiş olduğundan, İngiltere ile

ilişkilerine dikkat eden Fransa sözleşmeyi imzalamayı geciktirmiş ve ancak Türk-

444 Gönlübol ve Sar, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”, s. 77.

Page 141: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

132

İngiliz anlaşmasının imzalanması kesinleştikten sonra 30 Mayıs 1926’da

imzalamıştır.445

Fransa ile Türkiye arasında gerginlik yaratan önemli sorunlardan bir diğeri de

Osmanlı ülkesinde en çok yatırım yapmış ve imtiyazlardan en fazla faydalanmış

devlet Fransa olduğundan, Osmanlı borçları olmuştur. Bu konuda Türkiye ve Fransa

dahil ilgili diğer devletler arasında çeşitli görüşmeler yapılmış ve sorun Haziran

1928’de yapılan bir sözleşme ile çözüme kavuşturulmuştur.

446 Ülman’a göre, aslen

güvenliğinin peşinde olan Türkiye bu borç düzenlemesini kabul etmekle Musul’un

ardından yeni bir bedel daha ödemek durumunda kalmıştır.447

Milli mücadele döneminde, İtilaf devletleri arasında uğradığı haksızlık ve

dolayısıyla duyduğu tatminsizlik nedeniyle, mücadelenin lehine dönen ilk devlet olan

İtalya’nın söz konusu hoşnutsuzlukları yeni cumhuriyet için, bir önceki dönemin

aksine endişe verici olmuştur. İtalya’nın tarihsel yayılma alanının Akdeniz ve

Balkanlar oluşu ve 1920’li yılların ortalarından itibaren bu bölgelerde etkinliğini

artırmaya başlamış olması, Türkiye’nin güvenlik kaygılarını tetiklemiştir. Özellikle

Musul sorunu sırasında, Türkiye ile İngiltere arasındaki ilişkiler kötüye gittikçe

Mussolini’nin Türkiye’yi de içeren yayılmacı açıklamaları, hatta Batı Anadolu’ya

çıkarma yapılabileceğine dair söylentiler Türkiye açısından çok kaygı verici

olmuştur. Musul sorunu çözülüp, İngiltere ile ilişkiler normalleşme sürecine

girdikten sonra İtalya ile ilişkiler de durulmuş, hatta temelinde yine İtalya’nın

Balkanlardaki emelleri yatıyor olsa da ilişkiler 1928’de Tarafsızlık, Uzlaşma,

Yargısal Çözüm Antlaşmasının imzalanmasına kadar geliştirilebilmiştir.

448

445 Ibid., s. 86.

Fakat

antlaşma sözü edildiği şekilde temelinde İtalya’nın yayılmacı emellerinden

kaynaklandığından ve 1930’lu yıllardan itibaren bu emellere yönelik pratikler daha

446 Bu sözleşmeye göre Türkiye, 1912 öncesindeki Osmanlı borçlarının % 62’sini, daha sonra alınan borçlarınsa % 73’ünü ödemeyi kabul etmiştir. Türkiye ilk ödemeyi zamanında yapmakla birlikte bir yıl sonra ortaya çıkan 1929 ekonomik buhranının da etkisiyle ödemelerde sorun yaşamış ve 30 Kasım 1930’da ödemelerini durdurmuştur. Türkiye’nin borç ödemelerinde yeni bir düzenlenme talep etmesi üzerine görüşmeler başlamış ve 1933’te Türkiye’nin lehine yapılan değişikliklerle ödemeler yeniden düzenlenmiştir. İlhan Uzgel, “Fransa’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 279. 447 Haluk Ülman, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-1968)- I”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 23 (3), 1968, s. 249. 448 Gönlübol ve Sar, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”, s. 81-84.

Page 142: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

133

açık ortaya koyulmaya başlandığından ilişkiler gerçekte sağlam ve dostane

kurulamamıştır.

Lausanne sonrası yeni bir devlet olarak ortaya çıkmış olan ve ikili etkileşimlerde

de görüldüğü üzere temel kaygısı güvenlik olan Türkiye, Birinci Dünya savaşı

sonrası bu tür bir yıkımın bir daha yaşanmamasına yönelik kolektif güvenlik

çabalarına da seyirci kalmamıştı. Söz konusu dönemdeki bu kolektif güvenlik

çabalarının en önemli ve etkilisi şüphesiz Milletler Cemiyeti olmuş, fakat

kuruluşunda savaşın yenilenleri arasında olduğundan Türkiye üyeliğe alınmamış,

sonrasında da üyelik Türkiye’nin tercihi olmamıştır.449 Bunun en baştaki sebebi,

Musul sorununda çok da iyi gözlemlenebildiği gibi Cemiyetin, İngiltere ve

Fransa’nın güdümünde hareket ediyor olmasıdır. Bununla birlikte, MC kapsamında

yapılan silahsızlanma çalışmalarına,450 tüm silahların ortadan kaldırılmasını savunan

yaklaşımları destekleyecek kadar hevesli bir tutumla katılmış, iki savaş arası

dönemde savaşı yasaklayan tek belge olan Briand-Kellog Paktı’nı451 ve aynı içerikte

bir başka belge olan Litvinov protokolü452

1930’lu yıllara ulaşıldığında, Batı Avrupalı devletlerle bir bir sorunlarını çözüme

kavuşturmasıyla birlikte Türkiye, MC üyeliğine de artık eskisi kadar olumsuz tavır

almamaya başlamıştır. İngiltere ve Fransa’nın güdümünde bir örgüt olmasının

yarattığı endişe, sorunlar çözümlendikten sonra hafiflemiş, diğer yandan Musul

sorununda Cemiyete üye olmamanın Türkiye’nin aleyhine işlediği görülmüş

nü de imzalamıştır.

453

449 Türkiye üye olmamasına karşın, Musul, azınlıklar ve Boğazlar gibi konularda Cemiyetin otorite ve yetkisini fiilen tanımıştı.

ve

MC’ye katılımın hala çözüme kavuşturulamamış olan Hatay ve Osmanlı borçlarının

büyük bunalım dolayısıyla yeniden düzenlenmesi gibi sorunların çözümünü

kolaylaştırabileceği gündeme gelmeye başlamıştı. Türkiye’nin batılı devletlerle

450 Birinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası silahsızlanma çabaları karşısında Türkiye’nin konum ve tutumları konusunda detaylı bilgi için, Aptülahat Akşin, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1991) içinde s. 138-158. 451 27 Ağustos 1928’de imzalanan pakt, TBMM’de 28 Ocak 1929’da onaylanmıştır. 452 Briand-Kellog Paktının onay sürecinin beklenmeden bir an önce yürürlüğe koyulması amacıyla Sovyet Dışişleri Bakanı Litvinov’un girişimiyle SSCB ve komşularına yönelik bir belgedir. Protokol 9 Şubat 1929’da imzalanmış, Türkiye buna 3 Temmuz 1929’da taraf olmuştur. 453 İlhan Uzgel, “Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980, s. 310.

Page 143: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

134

sorunlarını büyük oranda çözümlediği 1930’lu yılların bir diğer özelliği de, savaş

sonrasının durgun sürecinin ardından, devletler arasında statükocu ve revizyonist

gruplaşmaların iyice belirginleşmeye başlamış olması ve revizyonist devletlerin

(1933 Almanya ve Japonya, 1935 İtalya) bir bir MC’den uzaklaşmaya

başlamalarıdır. Bu ortamda Türkiye’yi statükocu devletler arasında görmek, başta

İngiltere olmak üzere statükocu devletler için önemli olmaya başlamış ve Türkiye

Cemiyet üyeliğine teşvik edilmiştir.454

Milletler Cemiyeti dünya barışını korumak konusunda başarılı olamamış olsa da,

Türkiye açısından üyelik farklı anlamlar içermiştir. Yirmi yıl önce savaş halinde

olduğu, savaş sonrasında ise kendisini eşit bir egemen kimlikle tanımakta zorlanan

batılı büyük güçler arasında eşit ve etkin bir üye olarak yer almak, henüz inşa etme

uğraşı içerisinde olduğu kimliğini “öteki”lere kabul ettirmek/ettirmiş olmak

anlamında çok önemlidir. Kimlikler öteki’lerce tanındıkları oranda anlamlı

olduklarına göre, devletin kuruluşu sonrasındaki yimi yıllık süreçte, MC üyeliği ile

sembolize edilebilirse, 1930’lu yıllar sonrası dönemde yeni Türkiye devletinin ‘etkili

öteki’si tarafından ancak tanınmaya başlandığı rahatlıkla söylenebilir.

Sonuçta Türkiye’nin üyeliği Mustafa

Kemal’in talebi doğrultusunda, MC Genel Kurulunda (6 Temmuz 1932) Türkiye’nin

üyeliğe davet edilmesi kararının alınması ve Türkiye’nin 9 Temmuz 1932’de daveti

kabul ettiğini bildirmesi üzerine gerçekleşmiştir. Türkiye, Cemiyete üyeliğinde çok

aktif olmuş, 1935-1937 arasında Konsey üyeliği yapmış, İtalya’nın Habeşistan’ı

işgali sırasında öngörülen yaptırımlara duraksamadan katılmakla bu politikasını

ortaya koymuştur.

Bu durum gerek içte süregiden inşa sürecine, gerekse de dış politika pratikleri

yoluyla etkileşim sürecine yansıyacak, 1932 sonrasında elbette uluslararası

ilişkilerdeki tüm etkileşimlerin de etkisiyle Türkiye daha aktif bir dış politika

izleyecektir. Bölgesel güvenlik arayışları şeklinde tezahür eden bu aktif dış

politikanın en önemli tetikleyicisi, bir kez daha Balkanlar olmuştur. Balkanların

kendi içindeki bölünmesi ve ilintili olarak İtalya’dan algılanan tehditler Türkiye’nin,

en azından savaşı Balkanlar’dan uzak tutmak amacıyla Balkanlar’da bölgesel

454 Gönlübol ve Sar, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”, s. 97.

Page 144: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

135

güvenlik arayışlarına katılmasını gerekli kılmıştır.455 1934’de asıl olarak Balkanların

revizyonist devleti Bulgaristan’a karşı kurulmuş olan, ama Türkiye açısından

İtalya’yı da durdurabilecek bir unsur olarak görülen Balkan Paktı, aslında Hale’in de

belirttiği üzere, geçmişte olduğu şekilde Batılı büyük güçlerle ittifak arayışlarına

girme durumunu geciktirmek için de bir adım olarak görülebilir.456

Türkiye her ne kadar Osmanlı döneminin ittifak yapmak yoluyla güvenliğini

büyük güçlere dayandırma politikasından kaçınmaya çalışsa da, bu politikadaki ısrar

çok uzun sürmeyecekti. İtalya’nın Habeşistan’ı işgali (1935) sonrasında Milletler

Cemiyeti kapsamında yaptırımlara katılmış olan Akdeniz devletlerine, İngiltere

tarafından, herhangi bir tehlike karşısında yardım garantisi önerilmiş, Türkiye,

Yugoslavya, Yunanistan ve Fransa bu teklife olumlu yanıt verince Akdeniz Paktı

oluşmuştu. Fakat İtalya’nın Habeşistan’ı ilhakı sonrasında İngiltere, pakta katılmış

devletlere verdiği yardım garantisini geri çekmiş, bunun üzerine Türkiye İngiltere’ye

bir ittifak anlaşması önermekle

457

İtalya’nın Habeşistan’ı işgali ve bunun karşısında MC’nin etkisizliği, bir başka

açıdan Türkiye’nin uzun süredir, gerek uluslararası silahsızlanma konferansları

sırasında, gerekse de Balkan Antant’ı toplantılarında dile getirdiği Boğazlar

Sözleşmesinin değiştirilmesi talebi konusunda adım atabilmesi için dolaylı bir etkide

bulunmuştur. Şöyle ki, Türkiye’nin bu talebini olumsuz karşılayan İngiltere, bu

tarihten sonra bölgenin askerden arındırılmış olmasının yarardan çok zarar getirdiğini

farketmiş ve ayrıca Türkiye’nin 1936’da Almanya’nın Ren bölgesinde yaptığı gibi

tek taraflı bir kararla bölgeyi silahlandırması ihtimalini de göz önüne alarak, bu

dış politikasında çok önemli bir değişiklik yapmak

üzere adım atmış, fakat İngiltere’nin bu teklifi reddetmesi nedeniyle bu değişiklik

gerçekleşmemiştir.

455 Brock Millman, “Turkish Foreign and Strategic Policy 1934-1942”, Middle Eastern Studies, Cilt 32 (3), 1995, s. 489. 456 William Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, çev. Petek Demir (İstanbul: Mozaik Yayınları, 2003), s. 66. 457 Feridun Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 Yıl Anılar – Yorumlar (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1980), s. 83’den aktaran Engin Berber, “Dönemin Dış Politika Değerlendirmesi”, Haydar Çakmak (der.), Türk Dış Politikası 1919-2008, s. 246.

Page 145: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

136

konuda uluslararası bir anlaşma yapmak isteyen Türkiye’nin teklifine olumlu yanıt

vermiştir.458

Bu gelişme üzerine, Türkiye 11 Nisan 1936’da Lausanne Boğazlar Sözleşmesine

taraf devletlere, Boğazlarda yeni bir rejimin saptanması amacıyla bir konferans

toplanmasını isteyen bir nota göndermiştir. Türkiye notasında, kolektif güvenlik

sisteminin artık işlemez hale geldiği ve yakın bir savaş tehlikesinin söz konusu

olması gibi noktalar üzerine vurguda bulunmuştur.

459 Notanın ardından, sözleşmeye

taraf devletlerden rejimin değiştirilmesine tek karşı çıkan devlet olan İtalya dışındaki

tarafların katılımıyla 22 Haziran 1936’da Montreaux’de Boğazlar konferansı

toplanmıştır. Türkiye en başta Boğazların silahsızlandırılmasını öngören maddenin

değiştirilmesini, Boğazlar Komisyonunun kaldırılmasını istemekteydi, bunların

dışında savaş ve ticaret gemilerinin Boğazlardan geçisinde birtakım kısıtlamalar

öngörmüştür. Tük tasarısına göre savaş gemilerinin Boğazlardan geçiş serbestliği

gemilerin toplam tonajıyla ve Boğazlarda kalış süreleri de onbeş gün olarak

sınırlandırılmalıydı. Burada Karadeniz’e kıyıdaş devletler ile olmayanlar arasında bir

ayrıma gidilmiş ve kıyıdaş devletlerin savaş gemilerinin toplam tonajı, önceden

bilgilendirilmek koşuluyla daha fazla olarak belirlenmişti. Savaş zamanında ise

Türkiye tarafsızsa söz konusu geçiş rejimi uygulanacak, Türkiye savaşan taraflar

arasındaysa savaş gemilerinin geçişi Türkiye’nin tasarrufunda olacaktı. Ayrıca,

mevcut sözleşmede yer almayan “savaş tehlikesi” durumu da öngörülmüş ve Türkiye

kendisini savaş tehdidi altında hissettiğinde, savaş gemilerinin geçişi kendi kararına

bırakılacaktı.460

Konferansta en fazla İngiltere ve Sovyetler Birliği arasında tartışma yaşanmış,

İngiltere savaş gemilerinin geçişlerinin kısıtlanmasını Sovyetler Birliği’ni gözönüne

alarak kabul etmekle birlikte, Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin gemilerine

koyulacak kısıtlamaların azaltılmasını istemiş, Boğazlar komisyonunun

kaldırılmasına karşı çıkmıştır. Sovyetler Birliği ise Karadeniz’e kıyısı olmayan

devletlerin gemilerine uygulanacak kısıtlamaları desteklemekle birlikte, Karadeniz

458 Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, s. 56-57. 459 Kudret Özersay, “Montreaux Boğazlar Sözleşmesi”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980, s. 371. 460 Gönlübol ve Sar, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”, s. 123.

Page 146: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

137

devletlerinin gemilerinin Boğazlardan serbestçe geçmesi gerektiğini öne

sürmüştür.461

İki ay süren konferans sonunda (20 Temmuz 1936) Montreaux Boğazlar

sözleşmesi, Türkiye, Bulgaristan, Fransa, İngiltere, Japonya, Romanya, Sovyetler

Birliği, Yugoslavya ve Yunanistan tarafından imzalanmış, konferansa katılmamış

olan İtalya sözleşmeye 2 Mayıs 1938’de katılmıştır. Sonuç olarak, Boğazların

askerileştirilmesi, Boğazlar komisyonunun kaldırılması ve Türkiye’nin kendisini

savaş tehdidi altında hissetmesi durumundaki koşullar konusunda Türk tasarısına,

savaş gemilerine uygulanacak kısıtlamalar açısından ise İngiltere’nin tasarısına

uygun bir sözleşme ortaya çıkmıştır.

462

Boğazlar’da Türkiye’nin egemenliğini yeniden kuran Montreaux Boğazlar

sözleşmesi çok önemli bir diplomatik başarıdır ve Türkiye’nin devletler arası

ortamda henüz benimsetmeye çalıştığı kimliğini sağlamlaştıran bir olay olmuştur.

Uluslararası ortamın savaşa yaklaştığı, Avrupa’da revizyonist devletlerin

tehditlerinin kaygı uyandırdığı, buna karşın ve aslında ilişkili olarak Türkiye’nin

batılı güçler gözünde hem saygınlığının arttığı, hem de kendisine Avrupa güvenliği

bağlamında ihtiyaç duyulduğu böyle bir dönemde Boğazlar’ın ardından diplomatik

bir diğer başarı da Sancak-Hatay sorununda elde edilmiştir.

Misak-ı Milli’de yer almasına karşın milli mücadele koşullarında, Fransa ile

yapılan 1921 anlaşması kapsamında sınırların dışında bırakılmış olan Sancak’ın bir

sorun olarak gündeme gelmesi, 1936’da Fransa’nın Suriye’ye (1939 itibariyle)

bağımsızlığını vermek üzere harekete geçmesiyle olmuştur. Fransa Suriye üzerindeki

tüm haklarını Suriye hükümetine devretmekle, aslında özerk statüde olan Sancak’taki

haklarını da Suriye’ye devretmiş olacaktı. Bu durumdan rahatsız olan Türkiye, ikili

görüşme yoluyla Fransa’nın Suriye ile yaptığı anlaşmanın aynısının Sancak ile de

yapılması konusunda ısrar etmiş, fakat Fransa manda anlaşmasına aykırı olduğu

461 Ibid. 462 Montreaux Boğazlar Sözleşmesi metni ve açıklamalar için İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları – I. Cilt (1920-1945), (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2000), s. 501-526.

Page 147: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

138

gerekçesiyle bu teklifi kabul etmemiş463 ve konuyu MC’ne götürmeyi teklif etmiştir.

Türkiye’nin bunu kabul etmesi üzerine, MC kapsamında bir raportör tayin edilmiş ve

bir gözlemci heyeti kurulmuş, diğer yandan Türkiye ve Fransa ikili görüşmeleri de

sürdürmüş, fakat görüşmeler sonuçsuz kalmıştır. 464

Sancak’ta çatışmaların çıktığı, dolayısıyla Türkiye-Fransa arasındaki ilişkilerin de

gerginleşmeye başladığı sırada, Ocak 1937’de Türkiye ve Fransa MC toplantıları

sırasında ikili görüşmeler yaparak sonunda bir ilke anlaşmasına varmışlardır. Buna

göre, Sancak Suriye ile gümrük birliği olan, içişlerinde tam bağımsız, kendi

anayasası olan ‘ayrı’ bir siyasal varlık teşkil edecekti. İlke anlaşması sorunları tam

olarak çözememiş ve bölgede karışıklıklar devam ederken MC Konseyi Sancak

anayasasını (29 Mayıs 1937) kabul etmiş ve aynı gün Fransa ile Türkiye “Sancak’ın

Toprak Bütünlüğünü Güvence Altına Alan Antlaşma” ve “Türkiye-Suriye Sınırınının

Güvence Altına Alınmasına İlişkin Antlaşma” ları imzalamıştır.

465

Sancak’ın ayrı bir siyasi varlık olarak hukuki statüsü kabul edildilkten sonra,

Sancak’ta yapılacak seçimleri düzenlemek ve denetlemek üzere MC tarafından

belirlenen Seçim Komitesi’nin çalışmaları sırasında da gerginlikler bitmemişti.

Komitenin Türk toplumu aleyhine kararlar alması dolayısıyla çıkan çatışmalar ve

Türkiye’ye danışılmadan hazırlanan Seçim Yönetmeliği’nin MC Konseyine

gönderilmesi üzerine gerginlik Türkiye’nin 1930 tarihli Türk-Fransız Dostluk

Antlaşmasını feshetmesine kadar tırmanmıştır. Bu süreçte, Avrupa’da yaklaşan savaş

dolayısıyla Türkiye’nin müttefikliğinin öneminin artması ve bu yönde İngiltere’nin

de Fransa’ya telkinde bulunmasıyla söz konusu Seçim Komitesi Türkiye ve

Fransa’nın MC’ye başvurmasıyla feshedilmiş ve Sancak seçimleri uluslararası

denetimden çıkarılmıştır. Bunun üzerine, 1 Ağustos 1938’de seçimler

gerçekleştirilmiş, kırk üyeli meclisin yirmiikisini Türkler kazanmış ve 2 Eylül

1938’de bağımsız Hatay Cumhuriyeti ilan edilmiştir.

466

463 Fransa’nın Sancak’ı bir başka yabancı güce terk etmesi Suriye’yi yönettiği manda anlaşmasının 4. Maddesine göre aykırı olduğundan, MC de 1939’da Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne katılmasına rıza göstermeyecektir. Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, s. 61.

464 Gönlübol ve Sar, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”, s. 128-129. 465 Melek Fırat, “Sancak (Hatay) Sorunu”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980, s. 285. 466 Ibid., s. 288-289.

Page 148: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

139

Hatay Devleti bir yıl sonra 29 Haziran 1939’da Hatay Meclisinin oybirliğiyle

aldığı karar üzerine Türkiye’ye katılmıştır. Hatay’ın Türkiye’ye katılması,

Avrupa’nın hızla savaşa sürüklendiği ve Türkiye ile ittifakın, özellikle de İngiltere

açısından önemli olduğu bir ortamda eldeki fırsatların değerlendirilmesiyle, yani

aslında diplomatik bir başarı olarak gerçekleştirilmiştir. Hatay’ın Türkiye’ye

katılımı, savaş arefesinde neredeyse Türkiye ile kurulacak bir ittifakın koşulu olarak

ortaya sürülerek sağlanmıştır denilebilir. Almanya’nın Çekoslavakya’yı işgal ettiği

(15 Mart 1939) ve İtalya’yla Çelik Paktı kurduğu (22 Mayıs 1939) bir dönemde

İngiltere, Akdeniz’in güvenliği için müttefik arayışında Türkiye’ye yönelmiş, bu

bağlamda 12 Mayıs 1939’da Türkiye ile İngiltere bir Ortak Bildiri yayınlayarak

ileride kurulacak bir ittifakın ilk adımını atmışlardı. Akdeniz’de savaşa mahal

verecek bir durum gelişmesi karşısında her iki tarafın da fiili olarak birbirlerine her

türlü yardımı yapacaklarının taahhüt edildiği bu bildiriye, anlamlı bir ittifaka

dönüşmesi bakımından Fransa’nın da katılması gerekliydi. Fakat Türkiye, bunun

gerçekleşebilmesi için Hatay’ın kendi ülkesine katılması koşulunu öne sürerek

hedefini gerçekleştirmek amacıyla bir kez daha uluslararası koşulları, devletlerarası

dengeleri kendi lehine kullanmayı başarabilmiştir. Nitekim Hatay’ın Türkiye’ye

katılmasının ardından, İngiliz, Fransız ve Türk hükümetleri ittifaka giden yolda

görüşmelere başlamışlardı.

Misak-ı Milli sınırları içerisinde olan, fakat sınırlar içerisine katılamamış bir

bölge olarak Hatay’ın Türkiye topraklarına katılması Atatürk için, belki de daha

ulaşılabilir görüldüğünden, Musul kadar kolay vazgeçilmeyecek bir hedefti. Hatay’ın

Türkiye’ye katılarak bu hedefin gerçekleştiğini göremeyen Mustafa Kemal Atatürk,

devletin kurucusu, dolayısıyla devletin kurucu mantığının kaynağı olmakla, dış

politikasının da belirleyicisi olmuştur. Modern, batılı bir devlet ve bu çerçevede bir

kimlik inşa etmek hedefiyle yola çıkan Mustafa Kemal, devletin dış politikasını da

hem bu yönelimle belirlemiş, hem de bu dış politikayı anılan hedeflere ulaşmada bir

araç olarak da kullanmıştır.

Bu kısımda görüldüğü üzere, devletin etkili ötekisi olarak batıyla etkileşimlerinin

ana çerçevesi de bu mantık üzerine oturtulmuş, devletin güvenliği/bekâsı esas

belirleyen olmak üzere, Türk dış politika pratikleri Batılı sisteme yönelik, statükodan

Page 149: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

140

yana, realist ve hatta pragmatist olarak tezahür etmiştir.467 Aslında, kuramsal olarak

da ortaya koyulmuş olduğu gibi, daha en başında devletin etkili ötekisini Batı olarak

belirlemiş olmak, yani bir başka deyişle devletin kimliğini tanımlama biçimi, dış

politika pratiklerinin de yönelimini belirlemiştir. Bundan sonrasında Sander’in çok

kullanılan ‘Türkiye’nin izlediği dış politikanın Batıya yönelik olmasının, sınırlı ve

geçici bir olay değil, şaşılacak kadar sürekli bir dış politika tercihi olmuş’468

Batılılaşmanın-Batılı devletler ailesine üye olmanın güvenlik kaygısı ile ilgili

olması, ilk bakışta realist bir analizle verili çıkarlar üzerinden rahatlıkla

açıklanabilecek bir durum gibi görünebilir. Fakat kuramsal tartışma bölümünde de

görüldüğü üzere, realistlerin açıklayamadıkları bu söz konusu çıkarın nasıl ve

nereden kaynaklandığını ve daha önemlisi ne şekilde tanımlandığını ortaya

koyabilmek kimlikle ilişki kurmayı gerektirmektedir. En başta belirtildiği gibi “ne

istediğimiz kim olduğumuza bağlı” olduğuna göre, devletin kimliğinin

modernlik/batılılıkla tanımlanması ve bu tanımlama çerçevesinde Batı’nın kimlik

tanımında bir belirleyen olarak etkili öteki biçiminde alınması, çıkarların da Batıyla

birlikteliğini getirmiştir. Ayrıca, güvenlik kaygısının kimlikten kaynaklandığını göz

ardı ederek verili kabul etmek, Türk dış politikası pratikleri içinde birçok örneği

anlamsız da kılabilecektir. Örneğin, Türkiye’nin Batı’ya en fazla bağlandığı (hatta

bağımlı olduğu) Soğuk Savaş döneminde, Küba Krizi (1962) ve Kıbrıs konusunda

görüldüğü gibi, örgütsel anlamda Batıya bağlanmış olmanın hiç de güvenlik garantisi

sağlamadığı halde bu yönelimde bir değişim olmaması çıkarların değil, kimliğin

değişmediğinin göstergesi olsa gerekir. Batının bir parçası olmak, kimlik projesinin

özüdür aslında ve fiziksel güvenlikten daha fazla, kimliği güvenlik altına almanın bir

aracı olarak görülebilir.

olmasına dair çok doğru tespitinin, hayret uyandıracak bir durum olmaktan çok,

kimlik kavramı çerçevesinde kendiliğinden bir durum olduğu rahatlıkla

söylenebilecektir.

467 Aydın, “Determinants of Turkish Foreign Policy”, s. 171; Baskın Oran, “TDP’nin Kuramsal Çerçevesi”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980, s. 46-53; ayrıca bkz., Mehmet Gönlübol, “Atatürk’ün Dış Politikası: Amaçlar ve İlkeler”, Turhan Feyzioğlu (der.), Atatürk Yolu (Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1995), s. 235-277, Akşin, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi. 468 Oral Sander, “Türk Dış Politikasında Sürekliliğin Nedenleri”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 37 (3-4), 1982, s. 105.

Page 150: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

141

2. Öteki(ler)

Türkiye Cumhuriyeti devletinin kimlik inşasındaki kurucu ötekisi, bir önceki kısımda

sözü edildiği üzere kendiyle farklılık şeklinde ve Osmanlı geçmişi olarak

Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal gerçekliğine içsel olmuştur. Bir başka deyişle, yeni

kimliğin ötekisi dış’arıda değil, Osmanlı geçmişi olarak doğrudan içeride

bulunmuştur. Kimlik kavramı çerçevesinde öteki, ben’in ne olmak istemediğini

gösteren bir kavram olarak tanımlanmaktadır. Bu tanım bağlamında Osmanlı geçmişi

de, gerek yönetim felsefesi ve egemenliğin kaynağı ile kullanım biçimi, gerek

kültürel oluşumu ve hatta devletlerarası etkileşim sisteminde bulunduğu konumla da

yeni Türkiye’nin ne olmak istemediğini tanımlamak açısından tatmin edici olmuştur.

Buna karşın, devletler kimliklerini güvence altına almak ve içsel alanda

meşrulaştırmak gereği çerçevesinde, dış tehdit/tehlike bağlamında her zaman bir

jeopolitik ötekiye de ihtiyaç duymaktadırlar. Çünkü Campbell’ın da öne sürdüğü

şekilde, devletler açısından kimlik (dış ve/veya iç) tehditler üzerine kurulu “tehlike”

söyleminin oluşturduğu pratiklerin bir ürünüdür aslında.469

Kurucu ötekisinin ‘kendi’ geçmişi olması çerçevesinde Türkiye Cumhuriyetinin

aslında jeopolitik olarak ötekisiz bir kimlik inşa ettiği

470 öne sürülebilse bile, dış

tehdit/tehlike ve hatta düşman bağlamında dış politika yoluyla ötekiler yaratmış

olduğu da yadsınamaz. Bu söz konusu ötekiler Yunanistan471 Ortadoğu472

ve

kuramsal anlamda ötekilikle tanımlanmamış olsa da, Sovyet Rusya olarak analizlerde

karşımıza çıkmaktadır.

469 Campbell, Writing Security, s. 68. Dış tehdit/tehlike söyleminin dış politika yoluyla mevcut kimliği güvence altına alma ve de meşrulaştırma aracı olduğu yaygın kabul edilmekte olan bir görüştür, bu yönde bazı görüşler için, Bloom, Personal Identity, National Identity and International Relations ve Prizel, National Identity and Foreign Policy bakılabilir. 470 Bora, “Cumhuriyetin İlk Döneminde Milli Kimlik”, s. 58; Öğün, “Türk Milliyetçiliğinde Hakim Millet Kodunun Dönüşümü”, s. 224; Çalış, Hayaletbilimi ve Hayali Kimikler, s. 51-101; Akgün ve Çalış, “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman”, s. 587. 471 Herkül Millas, “Milli Türk Kimliği ve ‘Öteki’ (Yunan)”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt IV: Milliyetçilik, 193-201. 472 Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity.

Page 151: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

142

A. Komünizm ve Sovyetler Birliği

Sovyet Rusya, gerek Türkiye topraklarında gözü olan tehlikeli kuzey komşu, gerekse

de komünizm bağlamında Türkiye’nin ötekisi konumunda görülmüş devletlerden

birisidir. Hatta her ne kadar milli mücadele döneminde kendisinden yardım

alınabilen tek devlet olsa da, kimliğin inşasında öteki olarak kurucu bir etkisi olduğu

dahi öne sürülebilir. Mustafa Kemal’in önce yardım, sonra da dostluk ilişkisi içinde

olmaya özen gösterdiği Sovyet Rusya’nın rejimi Bolşevizm-Komünizm konusundaki

görüşleri ve elbette bu görüşlerine uygun olarak gerçekleştirdiği aksine uygulamalar

bu durumun açık bir göstergesidir.

Mustafa Kemal’in daha Ağustos 1920’de Mecliste, Sovyetler’den Türkiye’ye

yönelik Bolşevizmi yayma çabalarına da değindiği, Şark Cephesi’nin durumu ile

ilgili yaptığı konuşmada bolşevizme karşı tutumu görülebilmektedir;

… biz memleket ve milletimizin mevcudiyetini ve istiklalini kurtarmak için karar

verdiğimiz zaman kendi nokta-i nazarlarımıza tâbi bulunuyorduk ve kendi

kuvvetimize istinâd ediyorduk. … bizim nokta-i nazarlarımız, bizim prensiplerimiz

cümlece malumdur ki Bolşevik prensipleri değildir ve Bolşevik prensiplerini

milletimize kabul ettirmek için de şimdiye kadar da hiç düşünmedik ve teşebbüste

bulunmadık.473

Yine benzer içerikte bir demeci Kasım 1921’de Hakimiyet-i Milliye’ye vermiş ve

Komünizm içtimai bir meseledir. Memleketimizin hali, memleketimizin içtimai

şeraiti, dini ve milli ananelerinin kuvveti Rusya’daki komünizmin bizce tatbikine

müsait olmadığı kanaatını teyid eder bir mahiyettedir. .. binanenaleyh bizim Ruslarla

olan münesabat ve muhadenetimiz ancak iki müstakil devletin ittihad ve ittifak

esaslarıyle alakalıdır demiştir.474

Konuşmaların yapıldığı dönem, milli mücadele dönemidir ve Sovyet Rusya ile

her ne kadar mücadelenin lehine işbirliği içinde olunmaya çalışılsa da, komünizm

mecliste endişe uyandıran, kaçınılması gereken bir ideoloji olarak tartışılmakta,

473 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s. 97. 474 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri III, s. 20.

Page 152: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

143

sorgulanmaktadır. Yine ayrıca, Kemalizmin ve de yeni devletin kuruluş ilkelerinden

kabul edilen halkçılık fikri475 sınıfların varlığını reddetmek üzere kurgulanmış

olduğundan,476

İkili temasların daha milli mücadelenin başında başlandığı Sovyet Rusya ile yeni

cumhuriyet arasındaki ilişkiler, Lausanne sonrasında da dostane gelişmiş, aslında bu

dönemde Lausanne’dan arta kalan sorunlar dolayısıyla Batılı devletlerle ilişkileri

gergin olan Türkiye’nin dayandığı tek büyük güç haline gelmiştir. Bu durum

1930’lara gelinip, Türkiye Batılı devletlerle sorunlarını büyük oranda çözümledikten

ve dahası ardından MC’ye girdikten sonra değişmeye başlamış, iki ülke ilişkileri

bozulmamışsa da Türkiye Batılı sisteme kabul edilmiş olmakla bir bakıma

rahatlamıştır. Bu durumun da etkisiyle ve ayrıca uluslararası koşulların iki devletin

önceliklerini değiştirmiş olmasıyla Türkiye ile Sovyet Rusya arasındaki yol ayrımı

ortaya çıkmıştır.

doğrudan sınıf çatışması temeline dayanan Marksizmin de bir

alternatifi konumunda sunulmaktadır. Bu bağlamda, dolaylı da olsa yeni Türkiye’nin

inşa sürecinde Sovyet Rusya’nın dostluğuna güvenilmez, ezeli düşman olmaktan

daha fazla yeni rejimi dolayısıyla benzemekten kaçınılması gereken, olmak

istenmeyen yani öteki olarak yeni kimliğin inşasında kurucu bir etkisi olduğu dahi

söylenebilir.

477

Sovyetler Birliği 23 Ağustos 1939’da Almanya’yla saldırmazlık paktı

imzalayınca Türkiye için dış politikası açısından yeni bir safha açılmış, Türkiye bir

taraf seçmek bağlamında İngiltere-Fransa ile Almanya ve Sovyetler Birliği arasında

kalmıştır. Türkiye savaş başladıktan sonra, İngiltere ve Fransa ile sadece

imzalanmaya hazır olan ittifak anlaşmasıyla Sovyet Rusya’yı da bağdaştırma

Esasen Montreaux sonrası başlayan bu ayrışma, İkinci Dünya

Savaşında tamamlanmış ve Türkiye ile Sovyetler Birliğinin yolları bütünüyle

ayrılmıştır.

475 Bu çalışmada s. 86-87. 476 Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri Recep Peker 1935’de yeni parti programını açıklarken, “Türkiye’desınıf yoktur, cin yoktur, imtiyaz yoktur... Türkiye’de değer ancak bilgi üstünlüğü, kapasite ve çalışma ile yükselebilir. Bir taraftan işçilerin çokluğa ve parti kuvvetine dayanan kuvvetle ulusal çalışmanın ahengibi bozcacak zorlu hareketlerine ve öte taraftan sermaye sahiplerinin para ve varlık gücüne dayanarak işçilerin haklarını çiğnemesine yol bırakmıyoruz…” demekle bu çelişkiye vurgu yapmaktadır. CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in Söylevleri, s. 11. 477 Erel Tellal, “SSCB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980, s. 321.

Page 153: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

144

amacıyla, Saraçoğlu başkanlığında bir heyeti Moskova’ya göndermiş, Sovyetlerin

Türkiye’nin İngiltere ve Fransa birlikteliğine engel olma çabaları dolayısıyla

görüşmeler başarısız olmuş ve Türkiye ile Sovyetler Birliği’nin yolları bütünüyle

ayrılmıştır.478

İkinci Dünya Savaşında Sovyet Rusya’nın topraklarına saldırmasına bir şekilde

engel olabilmiş olan Türkiye, savaş sonrasında çok daha zor bir durumla karşı

karşıya kalmış ve ilişkiler uzun süre düzelmeyecek şekilde bozulmuştur. Daha savaş

sona ermeden SSCB, 1925’te imzalanan Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nı

feshettiğini açıklamış, yeniden bir anlaşma yapılmasının koşulları olarak da

Boğazlar’da üs ve 1921 Moskova antlaşmasının değiştirilerek Kars ve Ardahan’ın

kendisine verilmesini talep etmiştir.

479

Sovyetlerin talepleri müttefikler arasında (17 Temmuz-2 Ağustos) yapılan

Potsdam Konferansı’nda da görüşülmüş ve Boğazlarla ilgili talepler konsunda

taraflar arasında konunun görüşülmesine karar verilmiştir. Bunun üzerine notalar

savaşı olarak adlandırılan, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye gönderdiği notalar

çerçevesinde tüm taraflar arasında nota teatileri süreci başlamıştır. Sovyetlerin ilk

notası 8 Ağustos 1946’da Türkiye’ye verilmiş ve bu notada, Boğazların tüm

devletlerin ticaret gemilerine ve Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin savaş gemilerine

de açık olması; buna karşılık Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin istisnai

durumlar hariç savaş gemilerinin Boğazlardan geçişinin yasak olması gerektiği ve en

dikkat çekici talepler olarak Boğazlarda geçiş rejiminin Türkiye ve Karadeniz’e

kıyısı olan devletlerin selahiyetinde olması ile Boğazların Türkiye ve Sovyetler

Birliği tarafından savunulması talepleri öne sürülmüştür.

Bu notaya Türkiye’den önce İngiltere ve ABD yanıt vermiş Boğazlar rejiminin

sadece Karadeniz’e kıyıdaş devletler tarafından düzenlenmesine ve tabii Boğazların

savunulmasında Sovyetler Birliği’nin de yer almasına karşı çıkmışlardır. Türkiye de

22 Ağustos’ta gönderdiği yanıtında aynı şekilde son iki maddeyi kabul edilemez

bulduğunu bildirmiştir. Sovyetler Birliği ise 24 Eylül’de gönderdiği ikinci notada

478 Mustafa Aydın, “İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980s. 418-422. 479 Tellal, “SSCB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980, s. 501-502.

Page 154: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

145

Türkiye’nin reddettiği bu iki madde üzerinde ısrar etmiş, fakat yine Türkiye’den

önce İngiltere ve ABD’nin cevapları gelmiş ve bu notalar yoluyla yapılan

yazışmaların sonlandırılması gereğini vurgulamışlardır. Türkiye ise bu ikinci notaya

yanıtını Japonya dışında, Montreaux’nün tüm imzacı devletlerine göndererek ileride

bu konuda yapılabilecek bir konferans olması durumunda bilgilenmelerini

sağlamıştır.480

Sovyetlerle ilişkilerin, bir daha çok zor düzelecek boyuta geldiği bu süreçte,

ABD’nin artık Sovyet tehdidine karşı harekete geçmeye karar verdiğinde ortaya

çıkan Truman Doktrini (1947) ve onu izleyen Marshall yardımı (1948) Türkiye’nin

İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni düzende Batı’ya bağlanmasının da zeminini

hazırlamıştır. Zaten Türk dış politikası analizlerinde genel kabul gören görüş de

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin Batı’ya bağlanmasının ve hatta

NATO’ya üye olmasının en önemli sebebinin, Sovyetler Birliği’nin bu dönemdeki

tutumu, yani Türkiye için oluşturduğu güvenlik tehdidi olduğu yönündedir.

481

Aslında bu aşamada Türkiye, Osmanlı’yı hatırlatır şekilde yeniden Rus tehdidi

karşısında büyük bir güce dayanma politikasına dönmüş gibidir ve bu güç savaş

sonrasının lideri ve elbette para bulunabilecek tek batılı devlet olan ABD

olmuştur.482

Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin seyri, Soğuk Savaşın başladığı

ve iki kutuplu bir uluslararası sistemin oluştuğu ortamda karşı taraflarda yer alarak

birbirlerine ötekilik yüklemeye varmıştır. Zaten artık bu dönemde Türkiye’nin

Sovyetler Birliği’ni öteki konumunda tanımlaması kendisine özel bir durum değildir;

Sovyetler Birliği Batı dünyasının, dönemin terimiyle Batı blokunun ötekisi olmuştur.

Türkiye’nin kendisinin de zamanla daha sıkı bağlarla bağlanacağı Batı bloku

kapsamında Sovyetler’i öteki olarak konumlandırmış olması, gerek kendi kimlik

tanımı çerçevesinde bir çelişki yaratmadığı, gerekse de mevcut dışsal koşullarla

uyumlu olduğu için rahatlıkla içselleştirilebilmiştir.

480 Ibid., s. 504-506. 481 Ferenc A. Váli, Bridge Across the Bosporus: The Foreign Policy of Turkey (Baltimore&Londra: The John Hopkins Press, 1971), s. 37-38; Mustafa Aydın, “Securitization of History and Geography: Understanding of Security in Turkey”, Southeast European and Black Sea Studies, Cilt 3 (2), 2003, s. 172. 482 Mustafa Aydın, Turkish Foreign Policy: Framework and Analysis (Ankara, SAM, 2004), s. 52.

Page 155: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

146

B. Eski Uyruk, Zelil Düşman ve Yeni Komşu: Yunanistan

Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki topraklarından ulusçu ilk kopuşun

yaşandığı Mora isyanı, Türk tarih yazımında çoğunlukla sonun başlangıcı olarak da

ele alınmaktadır.483 Gerçekten de Yunan isyanı484

Bilindiği gibi Tanzimat Fermanı ile Osmanlı uyrukları arasında eşitlik (musavat)

ilkesi ilk kez kabul edilmiştir. Bu yönüyle ferman, Yunan isyanıyla uyanan Balkan

ulusçuluklarına karşı bir önlem olarak düşünülmüş ve bu çerçevede Osmanlıcılık

politikasının ve bir Osmanlı kimliği yaratma düşüncesinin de zemini olmuştur.

Yunan isyanı ise bu pencereden bakıldığında, dolaylı da olsa Osmanlı devletinin

kimlik kavramı çerçevesinde düşünüp, harekete geçmesine yol açan etmenlerden

birisi olmuştur.

ile başlayan kopuş, Osmanlı

devletinin uyruklarını bir arada tutacak çareler arayışı içinde, kimlik bağlamında

harekete geçmesine etki eden olaylardan birisidir. Daha önce Osmanlı ve Batı

başlığında ele alındığı gibi, isyan Osmanlı’nın karşısındaki güç dengelerini yerinden

oynatmanın yanısıra, Ondokuzuncu yüzyılın ikinci Osmanlı-Rus savaşına da yol

açmış, fakat asıl olarak Tanzimat’ın ilanına varacak olaylar zincirinde önemli, hatta

başlatıcı halka olarak yer almıştır.

Osmanlı kimliği fikrinin harekete geçmesi, doğal olarak Osmanlı’nın

uyruklarından Yunanistan dışındaki Rumlar’ı ötekileştirmemiş, aksine Rumlar

söylem düzeyinde Osmanlı uyrukları olarak kapsanmaya çalışılmıştır. Fakat bu

tarihten sonra Tercüme Odasının başına her zaman getirilen Fenerli Rumlar’ın yerini

artık Müslüman Türkler’in almış olması485

483 Millas, “Milli Türk Kimliği ve ‘Öteki’ (Yunan), s. 195.

gibi toplumsal ve siyasal olaylara

bakıldığında Rum’dan şüphe duyulduğu, sürecin başladığını söylemek yanlış

olmayacaktır.

484 Yunan isyanı s. 85-97’de etkileşim kapsamında anlatılmıştır. Bir Yunanlı için Yunan bağımsızlık savaşı olarak tanımlanan bu sürecin, Türkiye’nin algılamalarında Batılı büyük güçlerce teşvik edilen ve desteklenen bir ‘isyan’ olması, diğer yandan Türkiye’nin milli mücadele’sinin Yunanlılar için hala “Küçük Asya Felaketi” olarak anılması da karşılıklı bir ötekileştirmenin varlığını göstermektedir. Mustafa Aydın, “Crypto-optimism in Turkish-Greek Relations. What is Next?”, Journal of Southern Europe and Balkans, Cilt 5 (2), 2003, s. 224. 485 Millas, “Milli Türk Kimliği ve ‘Öteki’ (Yunan), s. 195. Ortaylı’da bu konuda biraz daha detaylı bilgi bulunabilir, Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s. 126-127.

Page 156: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

147

Osmanlı’nın çöküşe hızla yaklaştığı ve artık Osmanlıcılığın imparatorluğu bir

arada tutacak birleştirici politika olmaktan çıkarak yerini önce İslamcılık ve ardından

gitgide Türkçülüğe bıraktığı Ondokuzuncu yüzyılın son yılları ile yirminci yüzyılın

başlarında Yunan faktörü artık ciddi bir güvenlik tehdidi haline gelmiştir. 1897’de

başlayan Girit ayaklanması bir Osmanlı-Yunan savaşına dönüşmüş, ardından

imparatorluğun gerçek çöküşünü simgeleyen Balkan Savaşları Türk milliyetçiliğinin

başlaması ve gelişmesi aşamasında önemli bir etmen olmuş, bu bağlamda Yunan da

öteki konumuna artık yerleşmiştir. Yine Balkan savaşlarının bir sonucu olarak,

İT’nin güttüğü milli iktisat politikası çerçevesinde, Balkanlardan göç eden

Müslümanların, Rumların tekelindeki işlere yerleştirilmesiyle başlayan süreç,486

Birinci Dünya Savaşı’na yaklaşıldığı yıllarda Yunan devletinin Makedonya’daki

Müslüman unsurlara uyguladığı ‘zulüm’e tepki, Türkiye Rumlarına misilleme

yapılmasına kadar varmış ve Ahmad’a göre aslında araya savaş girmemiş olsaydı her

iki devlet de 1914’te nüfus mübadelesini görüşmeye hazır hale gelmişlerdi.

Birinci Dünya Savaşı’na yaklaşıldığında ‘Türkleştirme’ politikasına dönüşmüş,

dışarıdaki Yunan devletinin ardından içerideki Rum/Yunan unsur için de ötekileşme

süreci tamamlanmıştır.

487

Türkiye, bir ulus-devlet olarak kuruluşunu ancak Yunan kuvvetlerini Anadolu

topraklarından çıkardıktan sonra gerçekleştirebilmiş, milli mücadele sadece

Yunanistan’a karşı değilse de, Yunan cephesinde kazanılan zaferle hedefine

ulaşabilmiştir. Bu noktada Yunanistan’ın Türk algılamalarında yukarıdaki ifadenin

işaret ettiği kadar önemli/değerli bir yer işgal etmediği, Anadolu’ya çıkan Yunan

kuvvetlerinin sadece büyük güçlerin bir maşası olarak görüldüğü ve kendi başına bir

değer taşımadığı da gözden kaçırılmamalıdır. Bu durum aslında ötekileştirmenin bir

İlişkilerin bu raddeye geldiği ortamda, savaş sonrasında Anadolu’nun Yunanlılar

tarafından işgali milli mücadele ve ardından yeni devletin kuruluşu aşamasında inşa

edilecek Türk kimliğinin önünde hazır bir öteki bulmasına katkı sağlamıştır

denilebilir.

486 Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar (İstanbul: İletişim Yayınları, 1989), özellikle s. 54-60. 487 Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, çev. Fatmagül Berktay (İstanbul: Kaynak Yayınları, 1986), s. 148.

Page 157: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

148

parçası olmaktan öte bir durum değildir; öteki biz’e göre değersizdir, aşağıdır ve

kendi başına bir tehdit olabilecek kadar önemli olamaz.488

Bu ötekileştirme pratiğini Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sonrası yeni

kimliğin inşa sürecinde gözlemlemek olanaklıdır. Kendi geçmişini unutturma ve

dolayısıyla yeni kimliğe referans olabilecek bir başka tarihi inşa etme çabasının

ürünü olan Türk Tarih Tezi Osmanlı geçmişini, üstelik görmezden gelerek

ötekileştirirken, bu öteki Osmanlı’nın içsel bir parçası sayılan Yunan unsurunu da

aynı yolda ötekileştirmiştir. Türklerin tarihini Orta Asya steplerine dayandıran ve

Anadolu’yu saf bir Türk yurdu olarak tanımlayan Türk Tarih Tezi,

489 bir yandan

Yunan uygarlığını (ve dahi Latin uygarlığını) Türk uygarlığının parçalarına

indirgemekle kalmayıp, Osmanlı geçmişini Türk tarihinden koparmakla da bu

geçmişin parçası Yunan’ı hiçleştirmiştir.490

Türk Tarih Tezi’nin dışında, ırkçı söylemlerin azalmaya ve Osmanlı

çalışmalarının artmaya başladığı 1940’lı yıllardan itibaren Rum/Yunan unsuru

yeniden hatırlanmaya başlanır, fakat bu çoğunlukla Osmanlı devletinin çürümüş,

bozulmuş yanlarıyla ilintilendirilen bir hatırlamadır. Rum milletin, büyük güçlerce

içişlerine karışılması için kullanılmış olduğu ve yine aynı şekilde başkalarının

kışkırtmalarıyla Osmanlı devletine isyan etmeleri kolektif hafızaya kazınmış

örneklerdir. Yunan unsuru Türklerin tarihinde bozulma, dağılma ve ihanetle birarada

ele alınır ve yaklaşık dört yüzyıllık geçmişleri ortak olmasına karşın iki taraf da

kimliklerini sadece birbirlerine karşı verdikleri savaşlara referansla tanımlarlar.

491

Bir başka bakış açısıyla, Türk Tarih Tezi ile Anadolu’da yüzyıllardır yaşayan

toplulukların aslında köken olarak Türk olduklarının vurgulanması, bir yandan Türk-

488 Millas, “Milli Türk Kimliği ve ‘Öteki’ (Yunan), s. 197. Ötekileştirmenin bir aşaması olarak öteki’yi değersizleştirme, aşağılama ve hatta hiçleştirme pratikleri olarak Osmanlı’nin ötekileştirilmesi sürecini ele alan bir bakış için Çalış, Hayaletbilimi ve Hayali Kimikler, söz konusu terim ve tanımlamalar için özellikle s. 82-85. 489 Türk Tarih Tezi ile ilgili açıklama ve referanslar için s. 80-81. 490 Genel olarak Türk tarih yazımını ve gelişme evrelerini inceleyen bir eser olan ve böyle bir çalışmanın doğal olarak kapsadığı Yunan unsurunun Türk tarih yazımında görmezden gelinmesi ile ilgili çok detaylı bir çalışma için bkz., Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine. 491 Aydın, “Crypto-optimism in Turkish-Greek Relations. What is Next?”, s. 224.

Page 158: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

149

biz’in kapsamını genişletirken, diğer yandan kendi etnik, dini ve de kültürel

kimliklerini koruyan gayr-i Müslim azınlıkları da öteki kategorisine koymuştur.492

Bu durum zaten daha İT döneminde başlamış olan Türkleştirme politikalarının,

Cumhuriyet’in inşa sürecinde de devam ettirilmesi, dolayısıyla bir tür azınlık karşıtı

politikalar güdülmesi durumuyla da pekiştirilmiştir.493 Türkleştime politikaları

ağırlıklı olarak dil politikaları kapsamında yürütülmüş, hatta İT dönemi benzeri (bir

nevi devamı niteliğindeki) milli iktisat politikası uygulamalarında da dil unsuru öne

çıkarılmıştır. 1928’de Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti’nin başlattığı “Vatandaş

Türkçe konuş” kampanyası büyük oranda Türkçeye daha uzak kalmış olan Yahudi

toplumuna yönelik olsa da, Rumlar (ve Ermeniler) da bu kampanya sürecinde yoğun

olarak hedef alınmıştır. Kampanya, dönemin kanaat önderleri olarak gazetelerde

desteklenmiş, 1930 ve 1940’larda resmi söylemde etnik vurguların dozunun

artmasıyla da orantılı bir biçimde yoğunluk kazanmış, Türkçe konuşmayanlardan

‘sahte vatandaş’ diye söz edilmesine kadar varmıştır.494

Türkçe, ekonominin Türkleştirilmesi uygulamalarında da kullanılmış, Türkiye

dahilindeki şirketlerin, yabancı sermayeli şirketlerin dahil, yazışmalarında Türkçe

kullanmaları 1926’da çıkarılan bir kanunla öngörülmüştür.

Sahte vatandaş tanımlaması,

toplumsal alanda da yaygın kabul görmüş olmasıyla aslında Rum’un (ve diğer gayr-i

Müslimlerin) algılanış şeklini, öteki’liğini uzun açıklamalar gerektirmeden açıkça

ortaya çıkaracak niteliktedir.

495

492 Ayhan Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları (İstanbul: İletişim Yayınları, 2000), s. 102.

Yine, ekonominin

Türkleştirilmesi kapsamında 1932 tarihli bir kanunla (Türkiye’de Türk

Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanun) daha önce

Doktorluk, Eczacılık ve Kabotaj kanunlarıyla yapılanlara ek olarak, şoförlük ve

kapıcılık gibi meslekler de vatandaş olmayanlara kapatılmıştır. Bu bağlamda, aslında

493 Cumhuriyet’in azınlıklara yönelik politikaları çok kapsamlı bir konu olmakla birlikte, burada sadece Rum’u ötekileştirme kapsamında konuyu örneklendirebilmek ve zenginleştirmek açısından ele alınacaktır. Dolayısıyla bu konuda, M. Çağatay Okutan, Tek Parti Döneminde Azınlık Politikaları (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004) gibi kapsamlı çalışmalara bakılabilir. Yine Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları da bu konuda başvurulabilecek kaynaklar arasındadır. 494 Okutan, Tek Parti Döneminde Azınlık Politikaları, s. 194. 495 Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, s. 117.

Page 159: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

150

İstanbul’da vatandaş olmadan yerleşik (etablis) statüsüyle oturan Rumlara496

(mülteci statüsü olan Beyaz Ruslara) yönelik bir girişim olmuştur.497 Zaten bu

kapsamda daha 1923’de çıkarılmış bir kanunla tüm yabancı sermayeli şirketlerin

personellerinin % 50’sinin Müslüman-Türk olması öngörülmüştür. Bu şirketlerde

çalışanların %90’ının gayr-i Müslim ve yabancılardan oluştuğu göz önüne

alındığında azınlıklara yönelik olduğu kolayca anlaşılmaktadır.498 Bir başka alan

olarak, kamu hizmetleri alanında da 1926’da çıkarılan memurlara yönelik kanunda,

memur olabilmenin ilk şartının “Türk olmak” olarak belirlenmiş olması, Türk

vatandaşı olmak teriminin neden kullanılmamış olduğunu düşündürür niteliktedir.499

Hükümetlerin sözü edilen uygulamalarla Rum’un (ve diğer azınlıkların)

ötekiliğini pekiştirir bir diğer uygulaması, İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı

sıralarda (1939) askere alınan azınlıkların silahlı eğitim görmesinin yasaklanmış

olmasıdır. Bu, azınlıklardan -özellikle Rum ve Ermenilerle ilgili geçmiş anıların da

tesiriyle olsa gerek- içerideki işbirlikçiler, “beşinci kol” olabilecekleri endişesi

duyulmuş olduğunu kanıtlar bir gelişmedir.

Tüm bu olgular arasında, Yunanistan tarafının da benzer bir şekilde Türk’ü

ötekileştirdiği süreçleri gözardı etmeden500 ve Yunanistan’ın devlet olarak Türkiye

karşısında ortaya koyduğu/ve ileride koyacağı dış politika pratiklerini de akılda

tutarak Cumhuriyet sonrasında devletin genel dış politika tutumu çerçevesinde

ilişkilerin, mevcut sorunlar çözümlendikten sonra501

496 Aslında kanun İstanbul’da yine vatandaş değil, mülteci statüsüyle bulunduklarından Beyaz Ruslar’ı da etkilemiş, fakat ABD elçisinin hem özel girişimi, hem de MC’yi devreye sokmasıyla Beyaz Ruslar işsiz kalmaktan kurtulmuştur.

işbirliği yapabilecek boyuta

gelebilmiş olduğu görülmektedir. Bunda elbette savaştan yeni çıkmış ve enerjisini

içeride yeni kimliğini (hatta yeni insanını) inşa etmeye yöneltmek hedefindeki

497 Aktar’a göre, kanunun çıkmasının ardından, 1934 yılına gelindiğinde işsiz kalan 15.000 Rum’dan çoğu Atina’ya göçmüş, söz konusu dönemde dış politika bağlamındaki Türk-Yunan yakınlaşması dahi bu süreci geriye çevirememiştir. Ibid., s.121. 498 Okutan, Tek Parti Döneminde Azınlık Politikaları, s. 214. 499 Ibid., s. 136 500 Bu konuda Millas’ın çalışmalarına bakılabilir, Herkül Millas, Türk Yunan İlişkilerine Bir Önsöz: Tencere Dibin Kara (İstanbul: Amaç Yayınları, 1989), yine Millasın Türk ve Yunan romanlarındaki karşılıklı ötekilik unsurlarını ele aldığı, Türk ve Yunan Romanlarında “Öteki” ve Kimlik (İstanbul: İletişim Yayınları, 2005) başlıklı çalışma da aydınlatıcı olacaktır. 501 Lausanne ve sonrasında Yunanistan’la Türkiye arasındaki sorunların çözümleri ve bu konudaki referanslar için s. 129-130.

Page 160: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

151

Türkiye’nin ya da bu hedefin mimarı Mustafa Kemal’in, tüm Batı dünyasıyla olduğu

gibi artık komşusu saydığı Yunanistan’la da barışçı ilişkiler tesis etme amacında

olması ve elbette karşı tarafta Venizelos’un Yunanistan’ının da benzer şekilde dostça

ilişkilere ihtiyaç duyması önemli bir etkendir.502 Bunun dışında, 1930’lu yıllarda

Akdeniz için ortaya çıkan İtalyan tehdidinin (Mare Nostrum politikası) varlığı503 ve

bu tehdit karşısında İngiltere’nin iki devleti işbirliğine teşvik etmiş olması da

önemlidir.504

İşbirliği, 10 Haziran 1930’da Ankara’da Türkiye ile Yunanistan arasındaki tüm

sorunları çözecek nitelikte bir anlaşmanın imzalanması, ardından Yunanistan

başbakanı Venizelos’un Türkiye’yi ziyareti ve bu ziyaret sırasında iki devlet arasında

bir Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaştırma ve Hakemlik Antlaşması imzalanması ile

sağlamlaştırılmıştır. Ertesi yıl başbakan İsmet İnönü, iade-i ziyarette bulunmak üzere

Atina’ya gitmiş ve bu ziyaret ileride Balkan işbirliğine gidecek yolda bir adım daha

atılmıştır. 1933’de revizyonist Bulgaristan’a karşı imzalanan “Türkiye ve Yunanistan

Arasında Samimi Anlaşma Belgesi” ile birlikte 1930’larda başlamış olan yakınlaşma,

nihayetinde Balkan Paktı’yla sonuçlanmıştır.

1934’de Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya tarafından imzalanan

Balkan Paktı’nın amacı, Balkan sınırlarını bir Balkan devleti tarafından

girişilebilecek bir saldırıya karşı güvence altına almak şeklinde özetlenebilir. Paktın

imzalandığı dönemde Türkiye ve Yunanistan dahil, Balkanlarda İtalya’dan algılanan

ciddi bir tehdidin varlığı, paktın İtalya’ya karşı oluşturulduğu izlenimini yaratmış

olsa da, amacından da anlaşılacağı gibi revizyonist Bulgaristan’a karşı bir önlem

olmaktan öte hükümler içermemekteydi. Zira, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce İtalya

502 Şükrü Sina Gürel’in aktardığı ve Yunanistan’ın 1932’deki resmi dış politikasını ortaya koyan, Yunan hükümetinin İngiltere’ye gönderdiği bir bildirimde ; “Akdenizde asıl büyük tehlike,İtalya’dan gelmektedir. Oniki ada İtalya’nın Türkiye’nin zararına olarak büyüme isteklerine hizmet etmesi düşünülen üslerdir. İngiltere Yunanistan gibi Türkiyeyi de yanına alabilir… iki ulusun da duygularını yansıtan bir belge olan son Türk-Yunan anlaşması, İtalya yüzünden yapılabilmiştir” ifadesi Yunan-Türk yakınlaşması ve işbirliğinin gerekçelerini de bir açıdan ortaya koymaktadır. Şükrü Sina Gürel, Tarihsel Boyut İçinde Türk Yunan İlişkileri (1821-1993) (Ankara: Ümit Yayıncılık, 1993), s. 42. 503 Faruk Sönmezoğlu, “Türkiye-Yunanistan İlişkileri ve Kıbrıs”, Murat Metinsoy ve Mustafa Eroğlu (der.), Değişen Dünya ve Türkiye’nin Dış Politika Gündemi (İstanbul: Donkişot Yayınları, 2001), s. 102-103. 504 Aydın, “Crypto-optimism in Turkish-Greek Relations. What is Next?”, s. 227.

Page 161: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

152

ve ardından da Almanya’nın saldırısına uğrayan Yunanistan, Türkiye’nin kendisine

yardımcı olmaktan kaçındığından şikayet ettiği iddası dayanaktan yoksundur. Çünkü

Pakt sadece Balkan sınırlarını, bir Balkan devletinden gelebilecek saldırıya karşı

güvence altına aldığından, savaşta İtalya, Yunanistan’a saldırdığında Balkan

Paktı’nın harekete geçirilmesi olanaklı da değildi. 505 Bunula birlikte, savaş sırasında

Türkiye Yunanistan’a karşı dostane bir tutum içinde olmuş, savaşa katılmak için

Yunanistan’a gitmek isteyen İstanbul Rumlar’ına izin vermiş, İstanbul’da toplanan

maddi yardımların Yunanistan’a ulaşmasına olanak tanımıştır. Bunun yanı sıra,

Yunanistan’a gıda yardımında bulunmuş, Alman güçlerinden kaçan Yunan gemisinin

Türk karasularına sığınmasına ve askeri personelin Türkiye’den geçmesine izin

vermiştir.506

Buna karşın, aynı dönemlerde içerideki Rum’a (ve diğer azınlıklara) karşı yeni

bir politika “Varlık Vergisi” uygulaması 11 Kasım 1942’de başlatılmış ve bu

uygulamayla toplam nüfusun % 0.55’ini oluşturan Rumlar, Varlık Vergisinden elde

edilen gelirin % 20’sini ödemek durumunda kalmışlardı.

507

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, iki devletin yine işbirliği yapabildikleri, fakat

bunun savaş öncesine benzer şekilde yine uluslararası sistemin lider gücünün (savaş

öncesinin İngiltere’si yerine ABD’nin) teşvikiyle ve bir güvenlik tehdidi (o tarihte

artık İtalya yerine Sovyetler Birliği ve komünizm) varlığında gerçekleşebildiği

görülmektedir. Truman Doktrini ve Marshall Planı ile teşvik edilmiş olan bu süreç,

bir bakıma iki tarafın da ‘ortak’ bir öteki etrafında birleş(tiril)meleri olarak

gerçekleştirilmiş ve ortak ötekileri henüz ortadan kalkmamış olduğu halde, çok kısa

sürede, 1950’lerin ortalarından başlayarak eski/tarihsel konumuna geri dönmüştür.

12 Mart 1947’de ABD başkanı Harry Truman, Kongrede Yunanistan’ın savaş

sonrası yıkımının üzerine bir de komünistler tarafından iç savaşa sürüklenmiş

olması508

505 Gürel, Tarihsel Boyut İçinde Türk Yunan İlişkileri, s. 44.

dolayısıyla acil yardıma ihtiyacı olduğunu ve bu yardımın kendisine

506 Melek Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 580-581. 507 Ibid., s. 579. 508 İkinci Dünya Savaşı sonrasında, savaş sırasında işbirliği yapan Komünist Partisi’nin direniş örgütü (EAM) ve Cumhuriyetçi subayların direniş örgütü (EDES) arasında ortaya çıkan iktidar mücadelesi Yunanistan’ı bir iç savaşa sürüklemiş ve 1947 Truman Doktrini ile başlayan ABD yardımları

Page 162: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

153

yapılmasının gerekliliğini vurgulayan bir konuşma yapmıştır. Sonradan Truman

Doktrini olarak adlandırılan bu konuşmada, Truman, Türkiye’ye de değinmiş ve

aslında Yunanistan kadar vahim durumda olmasa da, ulusal bütünlüğünü sağlayacak

olan modernleşme programını gerçekleştirebilmek için yardıma ihtiyaç duyan

Türkiye’nin hedefini gerçekleştirebilmesinin Ortadoğu’nun düzeni için önemli

olduğu vurgulanmıştır. Truman bu koşullarda Türkiye ve Yunanistan’a toplam 400

milyon dolarlık yardım yapılmasını, bunun yanında Amerikan sivil ve askeri

personelinin yeniden inşa, yardımın denetlenmesi ve ülke personelinin eğitiminde

kullanılabilmesi için yetki istemiştir.509

Savaş sonrası Batı Avrupa’nın yeniden eski gücüne kavuşmasını amaçlayan ABD

başkanı Truman’ı bu içerikte bir konuşma yapmak ve ardından uygulamak üzere ilk

harekete geçiren İngiltere olmuştur. İngiltere, ABD Dışişleri Bakanlığı’na, Türkiye

ve Yunanistan’a yaptığı yardımları 1947 Martı’nda keseceğini bildiren ve bu iki

devletin Batı savunması için önemli olduğunu vurgulayarak kendisinden doğacak

olan boşluğu ABD’nin doldurmasını öneren bir nota göndermekle,

510

Türkiye 12 Temmuz 1947’de ABD’yle bir yardım anlaşması imzalayarak,

Truman doktrini yoluyla 100 milyon dolar olarak öngörülen yardımı almayı kabul

etmiştir. Yunanistan da ABD’yle 300 milyon dolarlık yardım anlaşmasını

imzalayarak Truman doktirinini kabul etmiştir. Truman doktrini ve Marshall

yardımları,

aslında

yalnızca ABD’nin değil, aynı zamanda Soğuk Savaş’ın da harekete geçmesine neden

olmuştur.

511

sayesinde ancak 1949’da fiilen son erdirilmiştir. Bkz. Melek Fırat, “Yunan İç Savaşı Kutusu”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 582.

Soğuk Savaş ve iki kutuplu uluslararası sistemin hüküm sürdüğü bir

ortamda Türkiye ve Yunanistan’ın aynı kutupta, Batı’ya sıkı bir şekilde bağlanarak

509 Çağrı Erhan, “ABD ve NATO’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 528-529. 510 Ibid., s. 530. 511 ABD’nin savaş sonrasında Avrupa’nın yeniden imarı amacıyla başlattığı yardımlardır. Yardım, savaşta yıkıma uğramış Avrupa devletlerine yönelik olarak başlatılmasına, üstelik yardım programında Türkiye’ye de hammadde ihracı yapma rolü verilmesine rağmen, Türkiye yardımları almak üzere başvuruda bulunmuştur. Talebinin kabul edilmesi, doğrudan Amerikan hükümetine başvurması ve sonrasında kalkınma programında Marshall Planına uygun değişikliklerin yapılmasını kabul etmesi sonucu gerçekleşmiştir. Türkiye 4 Temmuz 1948’de ABD ile imzaladığı Ekonomik İşbirliği Anlaşması ile Marshall Yardımlarını almaya başlamıştır. Detaylı bilgi için bkz. Erhan, “ABD ve NATO’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 538-542.

Page 163: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

154

yer almalarını sağlamış, dolayısıyla ilişkilerde işbirliği ve dostluğu da teşvik etmiştir.

Türkiye ve Yunanistan’ın Batı’ının güvenlik şemsiyesine girme konusunda aynı

oranda istekli olmaları, Kore Savaşı sonrası artık bir dünya lideri olmaya karar veren

ve Sovyetler Birliği’ni çevreleme politikasını başlatacak olan ABD’nin de bu yönde

düşünmeye başlaması sonucu Türkiye ve Yunanistan aynı anda, 18 Şubat 1952’de

NATO’ya üye olmuşlardır.

1950’li yıllara bu şekilde girildiğinde ve NATO’ya da üye olarak Türkiye ve

Yunanistan hem içinde bulundukları ittifaklara, hem de bu bağlamda birbirlerine

bağlanmış oluyorlardı. Bir bakıma Avrupa’nın (daha sonra tüm dünyanın) komünizm

tehlikesinden kurtarılması ve korunması hedefi altında, dünyanın lider gücünün,

ABD’nin elleriyle buna itilmişlerdi. 1954’e gelindiğinde Türkiye ve Yunanistan

arasında Yugoslavya ile birlikte kurulan yeni bir işbirliği örneği olarak Balkan Paktı

İttifakı’nda da yine ABD’nin payı büyük olmuştur. ABD’nin çevreleme politikası

kapsamında, Balkanlarda önemli bir boşluk olarak duran Yugoslavya’nın

Moskova’dan uzaklaşıp, Kominform’dan atılması ABD için önemli bir fırsat

yaratmıştı. ABD hiç vakit kaybetmeden Yugoslavya’nın kazanılması amacıyla

Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında bir ittifakın kurulmasını teşvik etmiş ve

bu teşvik 1954 Balkan İttifakı ile sonuçlanmıştır. 9 Ağustos 1954’te imzalanan

Balkan Paktı İttifakı elbette ABD’nin yönlendirmesi dışında, özellikle Sovyetler’den

algılanan tehditin etkisi gibi üç ülkenin de ortak tercihlerinden bağımsız

kurulmamıştır, fakat yönlendirici bir etkinin varlığı da açıkça ortada olmuştur.

Nihayetinde Balkan İttifakı, oluşmasına neden olan koşullar ortadan kalkmaya

başladıkça kısa sürede etkisizleşmeye başlamıştır.512 İlk olarak Stalin’in ölümü

sonrası Moskova’nın politika değiştirmesi ve Yugoslavya’yla yaşanan yumuşuma,

Yugoslavya’nın Pakta ilgisiz kalmasına ve bağlantısız ülkeler grubuna katılmasına

yol açmıştır. Aynı dönemlerde Türkiye ve Yunanistan ise ilişkilerindeki, Gürel’in

deyimiyle “balayı” sürecini sonlandıracak potansiyelde bir sorunun içine yavaş yavaş

sürüklenmeye başlamışlardı.513

512 Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 590-591.

513 Gürel, Tarihsel Boyut İçinde Türk Yunan İlişkileri, s. 51.

Page 164: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

155

Kıbrıs, ilk kez bir sorun olarak ortaya çıkmaya başladığında, Yunanistan’la olan

mevcut dostluğun az da olsa etkisiyle birlikte, Türkiye asıl olarak NATO dışında bir

politika geliştirmekte güçlük çektiğinden ve ittifak içinde İngiltere ve Yunanistan’la

dostluğunu önemsediğinden bu sorun konusunda bir politika ortaya koymaktan adeta

kaçınmıştı. Statükonun korunmasını savunmak dışında politikası olmayan Türkiye,

bir taraf olarak sorunun içine aslında İngiltere tarafından çekilmiştir. Yunanistan da

Kıbrıs sorununu uluslararasılaştırırken esasen, Ortadoğu’da Batı ittifakının değil,

kendi çıkarlarının peşinde olan İngiltere’den rahatsızlık duyan ABD tarafından teşvik

edilmişti.

Yunanistan Kıbrıs sorununu ilk kez, aklında énosis514 hedefini gerçekleştirmek

üzere Birleşmiş Milletler’e başvurarak uluslararasılaştırmış, fakat BM konuyu

görüşmeyi reddetmiştir. Bunun ardından Kıbrıs’ta EOKA (Kıbrıs Mücadelesi Ulusal

Örgütü) silahlı eylemlerini başlatmış (1955) ve bu da İngiltere’nin Kıbrıs konusunu

taraflar arasında görüşmek üzere Yunanistan ve Türkiye’yi bir konferansa davet

etmesine yol açmıştır. Bu davetle Türkiye de soruna resmen taraf olmuş ve 29

Ağustos 1955’te başlayan Londra Konferansı’nda Kıbrısla ilgili ilk kez bir politika

oluşturarak, statükonun korunmasından yana olduğunu, fakat eğer adada statüko

değişecekse, bunun Kıbrıs’ın Türkiye’ye geri verilmesi şeklinde gerçekleştirilmesi

gerektiğini savunmuştur. Konferansta Yunanistan self-determinasyon hakkını

savunurken, İngiltere stratejik önemi dolayısıyla adaya self-determinasyon hakkını

tanıyamayacağını ileri sürmüştür.515

Londra’da konferans sürerken İstanbul’da, Rum azınlığa yönelik saldırı ve

yağmalar gerçekleşmiştir. 6-7 Eylül olayları olarak adlandırılan ve Selanik’te

Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberiyle harekete geçmiş olan olaylar Türkiye ile

Yunanistan herhangi bir sorun yaşandığında, bunun acısının kendi vatandaşı olan

Rum azınlıktan çıkarılabileceğini ve devamının da gelebileceğini göstermiştir. 6-7

514 Yunan dilinde ‘birleşme’ anlamına gelen ‘énosis’, siyasal anlamda bir ülkenin sınırlarına dâhil olma, birleşme anlamındadır. Bu bağlamda énosis, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması anlamında kullanılmıştır. Aynı şekilde Girit’in Yunan Krallığına ilhakı da énosis’le tanımlanmıştır. Faruk Sönmezoğlu (der.), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, (İstanbul: Der Yayınları, 1996), s. 172-173. 515 Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980 s. 600-602.

Page 165: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

156

Eylül olayları Rumları, ‘biz’den değil, onlardan yani öteki varsaymanın açık

örneklerinden birisini oluşturmaktadır.

Londra Konferansı tarafların anlaşamaması, ama daha çok 6-7 Eylül olayları

nedeniyle sonuç alınamadan dağılmış, bu arada adada Türkiye’nin soruna taraf

olmasının da etkisiyle Türk toplumu silahlanarak, direniş örgütü Volkan aracılığıyla

Türk toplumunu EOKA saldırılarına karşı korumak üzere harekete geçmiştir. Şiddet

olaylarının İngilizler’e yönelik olmaktan çıkıp516

İngiltere’nin Mısır’a karşı Süveyş harekatında başarısız olması sonucu İngiltere

Ortadoğu’daki üstün konumunu kaybetmiş ve 1957’de ABD Başkanı Eisenhower’ın

açıkladığı Eisenhower Doktrini

, doğrudan iki toplum arasındaki

olaylara dönüşmeye başladığı bu dönemde, İngiltere’nin Ortadoğu politikasının

Süveyş Krizinde iflas etmesiyle, Kıbrıs için yeni bir aşamaya geçilmekteydi.

517 ile ABD’ye devretmiştir. İngiltere’nin

Ortadoğu’da üstünlüğünü yitirmesine bağlı olarak Kıbrıs’ın da İngiltere açısından

stratejik önemi azalmış olduğundan, İngiltere Kıbrıs politikasını değiştirerek adada

self-determinasyon hakkına yaklaşmıştır. Bu süreçten sonra Türkiye de politikasını

değiştirecek ve adanın Türkiye ve Yunanistan arasında bölünmesini yansıtan ‘taksim’

fikrini savunmaya başlayacaktır. Aslında ‘taksim’i bir seçenek olarak ortaya koyan

da yine İngiliz yönetiminin kendisi olmuştur.518

Türkiye ve Yunanistan arasındaki bu sorunların NATO’nun güney kanadını

zayıflatmasından rahatsız olan ABD’nin Kıbrıs konusunda başından beri savunduğu

bağımsızlık yönünde taraflar üzerinde baskıda bulunması, nihayetinde Batı ittifakı

içinde yer almayı kendi ulusal çıkarlarını terkedecek kadar önemseyen Türkiye ve

Yunanistan ise ortada sunulan

seçeneklerden tatmin olmadığından, sorunu uluslararasılaştırmaya devam etmiş, bu

süreçte adada toplumlar arasında çıkan şiddet olayları artmaya, sorun çözümsüzlüğe

kilitlenmeye ve hatta Türk-Yunan ilişkileri tehlikeli bir boyuta gelmeye başlamıştır.

516 EOKA’nın eylemleri aslen İngiliz yönetimini temsil ettikleri için polislere yönelik olmuş, fakat İngiliz yönetimi de polisleri çoğunlukla Türklerden seçmiş olduğundan EOKA eylemlerinin başından beri bir yönüyle Türklere de yönelmiş olduğu görülür. Ibid., s. 603. 517 Eisenhower doktirini, ABD Başkanı Dwight Eisenhower’ın 5 Ocak 1957’de Kongre’ye gönderdiği mesajla o güne kadar Ortadoğu ile ilgili olarak, İngiltere ve yakın bölge ülkeleri üzerinden politikalarını yürüten ABD’nin inisiyatifi ele alışının açıklamasıdır. 518 Ibid., s. 604-605.

Page 166: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

157

Yunanistan’ın politikalarını değiştirmelerine yol açmıştır. ABD baskısı ve telkinleri

sonrasında énosis ve taksim politikalarından vazgeçen Türkiye ve Yunanistan’ın

adanın bağımsızlığı çözümüne dönmeleriyle birlikte, 1959 Zürih ve Londra

anlaşmalarıyla 1960’ta Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu gerçekleşmiştir.

Kıbrıs’ın bağımsız bir cumhuriyet olarak kurulması sorunları çözüme

kavuşturmamış, aksine sorunlar daha da giriftleşmiş ve artık bu tarihten sonra

Yunanistan ile Türkiye arasındaki ilişkiler işbirliğinin olanaksızlaştığı bir düzeye

gelmiştir. Bu tarihten sonra Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkileri büyük oranda

Kıbrıs ve ardından buna eklenen Ege sorunları belirler hale gelecektir.

Birbirlerine karşı ötekilik konumları tarihsel derinlikte ve bu anlamda çok sağlam

olan Türkiye ve Yunanistan’ın her iki savaş (dünya savaşları) sonrası ortaya çıkan

koşullarda işbirliğine gidebilmiş olmaları, elbette ulusal çıkarları ile ilişkilidir. Fakat

her işbirliği döneminin aslında Batılı büyük güç konumundaki devlet tarafından

teşvik edilmiş olması ve yine bu işbirliğinin kurulduğu sürecin Batı ittifakının

güvenlik tehdidi algıladığı süreçlerde gerçekleşmiş olması da dikkat çekicidir.

Nitekim Kıbrıs sorunu kapsamında baktığımızda, başlangıçta mevcut işbirliği ve

dostça ilişkilerin Soğuk Savaş’ın en katı günlerinde Batı ittifakına referansla

kurulabildiğini, bu işbirliği ve dostluğun Soğuk Savaş’ın yumuşamaya doğru

yaklaştığı ve güvenlik anlayışının kısmen değişmeye başladığı dönemde çıkmaza

girmesi tesadüf değildir.

C. Geçmişin Referansı: Araplar ve Ortadoğu

Yüzyıllarca aynı topraklarda beraber yaşamış, İslam gibi önemli birleştirici bir

unsurla bağlanabilmiş Araplarla Türkler arasındaki ilişkilerin, Türkiye Cumhuriyeti

tarihinde hiç de bu tarihsel manzaraya uygun gerçekleşmemiş olduğu açıktır. Söz

konusu yüzyılların mirası olumlu olmamış, geçmişin olumsuz izleri, Türkiye’nin

yeni kimliğini laik/batılı referans üzerinden inşa etmesi ve yine Osmanlı’nın dağılma

sürecinden miras kalan toprak sorunları gibi birçok unsur ilişkilerin işbirliği ve

dostluk olarak kurulmasını engellemiştir.

Gemişin izleri hem olumsuz, hem de önemli oranda belirleyici olmuştur. Araplar

Osmanlı İmparatorluğu’nu emperyalist bir güç olmakla olumsuzlamaktadırlar ve

Page 167: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

158

Arap milliyetçi uyanışını da büyük oranda İT dönemi Türkleştirme politikalarına

dayandırmaktadırlar. İT’nin Türkleştirme politikalarının diğer Osmanlı uyrukları gibi

Arapları da hedef aldığı, bunun bir yandan Arapların kamu hizmetlerinden

çıkarılması, diğer yandan dilde Türkçeleştirme gibi reformlarla gerçekleştirildiği,

Arap milliyetçiliğinin de aslında bu noktada başladığı öne sürülmektedir.519 Yine

Arap bakış açısında, Osmanlı devleti Araplara uyguladığı baskıcı yönetimle

Arapların Batı ve de Batılılaşmadan uzak, dolayısıyla geri kalmalarına yol açmış,

aynı zamanda ulusal ruhu geliştirememelerine de sebep olmuştur.520

Diğer yandan, Araplara göre İT’nin Türkleştirme politikaları dolayısıyla başlamış

olan Arap milliyetçiliği ve sonuçları Türkiye’de de kolektif hafızaya kazınmış ve

derin izler bırakmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Arapların Osmanlı’ya karşı

işgalci güçlerle işbirliği yapmış olmaları, özellikle de Mekke Şerifi Hüseyin’in

İngiliz desteğiyle Osmanlı Devletine savaş açması (1916) gibi deneyimler

günümüzde dahi Arapların ‘ihanet eden, arkadan vuran nankörler’ olarak

tanımlanmasına yol açacak derin izler bırakmıştır. Buna karşılık aynı olay Arapların

gözünde, gerçek bir ulusal hedefe ulaşmak için yapılmış meşru ve asla ihanetle

tanımlanamayacak bir harekettir.

521

Ötekileştirme bağlamında bakıldığında aslında sözü edilen tüm geçmiş etkenler,

Türkiye açısından birer neden olmaktan daha fazla, birer araç olarak kullanılmışlardır

denilebilir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan ve kendisini yeni bir kimlikle inşa etme

sürecine girdikten sonra, daha önce de birçok kez vurgulandığı gibi yeni kimliğini

Osmanlı geçmişini ötekileştirmek üzerinden inşa etmiştir. Osmanlı geçmişini İslam

üzerinden ötekileştiren Türkiye, Osmanlı’ya atfettiği yozlaşmış İslamı bu sefer

Araplara özgüleyerek, eski kimliğin uzantısı olarak güncelleştirdiği Arap kimliğini

Bu bağlamda ilişkilerin derininde karşılıklı

şüphe ve olumsuzlama yattığı, dolayısıyla meydana gelen yanlış algılamaların

ilişkileri belirlemede önemli bir role sahip olduğu açıktır.

519 Ankara Papers, “Main Determinants of Turkish Policy in the Middle East”, Cilt 8 (1), 2003, s. 7. 520 Ofra Bengio ve Gencer Özcan, “Old Grivances New Fears: Arab Perceptions of Turkey and its Alignment with Israel”, Middle Eastern Studies, Cilt 37 (2), 2001, s. 52. 521 Bu cümle Arap bir yazar tarafından kaleme alınmış bir kitabın önsözünü yazan Cemal Abdül-Nasır’ın kendisine aittir. Amin Shakir, Sa’id al-Aryan, Muhammed Mustafa Ata, Turkiyya wal-Siyasa al-Arabiyya, (dar al-ma’arif bi-misr)’den aktaran, Ibid.

Page 168: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

159

dışsal bir öteki olarak kurmuştur.522 Karşı taraftan bakıldığında ise, Türkiye Kemalist

reformlarla İslam’dan uzaklaştıkça, Araplar da Türkiye’den uzaklaşmış, İslam’ın

Türkiye’de ötekileştirilmesi ve bu süreçte kamusal alandan silinmesi gibi hareketlere

kuşkuyla yaklaşmış, hatta bu durumun kendi siyasal sistemlerine nüfuz edebilme

olasılığından da fazlasıyla rahatsızlık duymuşlardır.523

‘Arap’ı Osmanlı geçmişi ve İslamla aynı süreçte ötekileştirme konusunda,

Afetinan’ın Medeni Bilgiler’de yazdıkları örnek teşkil edebilir;

“Türkler İslam dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Bu dini kabul

ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de

sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesir etmedi. Bilâkis, Türk

milletinin milli bağlarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu…”524

Aslında bu örnekler üzerinden bakıldığında, karşılıklı olarak tarafların

algılamalarının aynı çerçeve içerisinde ve birbirine çok benzer oldukları açıktır.

Türkiye yeni kimliğini İslam ötekisi üzerinden inşa ederken, İslam’ı özdeşleştirdiği

Arapları, Araplar ise emperyalist bir güç olarak İslam liderliğini de ellerinden almış

olan Osmanlıyı, mevcut ‘kötü’ durumlarının müsebbibi saymakta, eksik, bozuk,

çürümüş ne varsa karşı tarafın sırtına yüklemeye çalışmaktadırlar.

Bütün bu süreçlerin Türk-Arap etkileşimlerine yansıdığı açık olmakla birlikte,

sözü edilen unsurlarla bir arada güvenlik ve toprak sorunlarının da varlığı ilişkilerin

üzerine oturduğu mevcut zeminin daha da zayıf olmasına yol açmıştır. Türkiye

Cumhuriyeti 1923’te kurulduğunda, Arap dünyasına karşı politikası genellikle bir tür

‘ilgisizlik’ olarak tanımlanmaktadır.525 Aslında bölgedeki Arap ülkeleri İngiliz ve

Fransız yönetimi altında olduklarından, ilişkiler de İngiltere ve Fransa ile ilişkilerin

bir uzantısı olmuştur.526

522 Tanıl Bora, “Cumhuriyet Döneminde Milli Kimlik”, Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik, s. 58.

Hatta bu ilişkilerin Hatay sorununda görüldüğü gibi olumsuz

523 Bengio ve Özcan, “Old Grivances New Fears”, s. 58. 524 Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 21. 525 Ömer Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası (1945-1970) (Ankara: Sevinç Matbaası, 1972), s. 6; Bengio ve Özcan, “Old Grivances New Fears”, s. 54; Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, s. 126; Leonore Martin, “Turkey’s National Security in the Middle East”, Turkish Studies, Cilt 1 (1), 2000, s. 84. 526 Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası, s. 6.

Page 169: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

160

etkileri de olmuştur. Türkiye 1930’larda sorunlarını çözümleyip Batılılarla iyi

ilişkiler kurduktan sonra gerçekleşen Hatay’ın Türkiye’ye katılımı527 Araplar için

affedilmez olmuş, Araplara göre Türkiye, Arapların bağımsızlık mücadelesi içinde

oldukları Batılı devletlerle işbirliği yaparak Suriye’ye ait bir toprağı elinden almıştır.

Kürkçüoğlu’na göre, o tarihe kadar Türkler ve Araplar arasında mevcut ama

somutlaşmamış uzaklaşma, Hatay’la somut bir nitelik almıştır.528

Buna karşın yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm komşularıyla iyi geçinme hedefi,

1930’ların sonuna doğru, bağımızlığını kazanmış Arap devletleriyle artık dostluk

anlaşmalarını gündeme getirmiş ve 1937’de hem Mısır’la, hem de mevcut 1926

anlaşmasının süresini uzatmak çerçevesinde Irakla dostluk anlaşmaları

imzalanmıştır. Bu bağlamda Arap olmayan İran’la da ilişkilere önem verilmiş,

özellikle Kürt aşiretler dolayısıyla ortaya çıkan sınır sorunları çözümlendikten sonra,

ilişkiler Sadabat Paktı’nı meydana getirecek boyutta düzelmiştir. Sadabat Paktı, İran,

Türkiye ve Aganistan’la birlikte Arap Ortadoğu’sundan Irak’ın da katılmasıyla

1937’de imzalanmıştır. Bir savunma ittifakı olmayıp, esasen bir dostluk ve

saldırmazlık anlaşmasıdır.

529

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, artık bağımsız Arap devletleriyle Türkiye’nin

ilişkileri, Türkiye’nin Soğuk Savaş sürecinde bağlandığı Batı ile ilişkileri ve

yakınlığı çerçevesinde belirlenecektir. Türkiye’nin Batı bağlantısı sıkılaştıkça,

Araplara olan uzaklığı da artacaktır. Fakat Aydın’ın da belirttiği üzere, Türkiye’nin

Ortadoğu’ya yönelik politikası her ne kadar doğrudan Batı bağlantısının yansıması

da olsa, bizatihi kendisi de Sovyetler’in etkisine girecek Arap devletleriyle

çevrelenmek kaygısını duymuştur.

Bunun dışında zaten henüz Arapların ülkelerinde

manda yönetimleri vardır ve bağımsızlık mücadelesi vermektedirler, dolayısıyla

etkileşim sürecini gözlemlemek için İkinci Dünya Savaşı’nın sonunu beklemek

gerekecektir.

530

527 Hatay konusunda bkz. s. 137-139.

528 Ibid. 529 Atay Akdevelioğlu ve Ömer Kürkçüoğlu, “Ortadoğu’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 365. 530 Aydın, Turkish Foreign Policy: Framework and Analysis, s. 58.

Page 170: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

161

Türkiye’nin henüz Batı ittifakına tam olarak bağlanmış sayılamayacağı 1946-

1947 yıllarına baktığımızda Arap devletlerle göreceli bir yakınlığın söz konusu

olduğu söylenebilir. 1946’da Irak ve Ürdün’le Dostluk ve İyi Komşuluk anlaşmaları

imzalanmış, hatta 1947’de Türkiye BM’de Arap ülkelerinin Filistin’e bağımsızlık

verilmesi yönündeki tasarısını desteklemiş ve Genel Kurul’un taksim kararına

aleyhte oy vermiştir.531

1947’de Filistin konusunda Araplar’ı desteklemiş ve BM önünde bunu oylarıyla

göstermiş olan Türkiye, iki yıl sonra yani 1949’da İsrail devletini tanıyan ilk

Müslüman ülke olarak politikasını tam tersine çevirmiştir. Türkiye’nin bu davranışı

Arap dünyasında çok olumsuz karşılanmış, İsrail’in kuruluşunu Batı

emperyalizminin bir oyunu ve Türkiye’yi de Batı emperyalizminin bir piyonu olarak

tanımlayan Araplar, bunu 1916’nın intikamı olarak görmüşlerdir.

532

Türkiye’nin Arap dünyasıyla ilişkilerindeki olumsuzlukları İsrail üzerinden

açıklamak çok yaygındır ve yanlış olmasa da sorunların daha derin ve karmaşık

olduğu da -en azından buraya kadar yapılan açıklamalarda dahi görülebildiği üzere-

açıktır. Sonuçta, Özcan’ın da belirttiği şekilde Türkiye’nin bu kararından sonra hiçbir

Arap devleti Türkiye ile diplomatik ilişkilerini kesmemiştir, oysa 1961’de Suriye

Birleşik Arap Cumhuriyetinden ayrıldığı ve Türkiye, Suriye’yi tanıdığında Mısır

Türkiye ile diplomatik ilişkilerini kesecektir.

533

Türkiye’nin bakış açısına göre İsrail’in tanınması kararı Batıcılığından

kaynaklanan pragmatik bir karardır. Truman doktrini (1947), Marshall Yardımları

(1948), Avrupa Konseyi üyeliği (1949) ile başlamış olan Batı’ya bağlanma süreci, bu

tarihten itibaren NATO üyeliğine odaklanacak, gerek üyelik öncesi, gerekse de

sonrasında bu hedef için ortaya koyulan politikalar Arapları hoşnut etmeyecektir.

Ortadoğu’nun Arap milliyetçiliği ile çalkalanacağı 1950’li yıllarda Türkiye,

Ortadoğu’da aktif bir politika izlemek yönünde ciddi bir atak yapmış, fakat hedefi

Batılı devletlerin çıkarlarıyla örtüşür biçimde, Sovyetler ve komünizm tehlikesini

Ortadoğu’dan uzak tutmak olduğundan başarılı olamamıştır. Esasen Türkiye’nin bu

531 Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası, s. 15. 532 Bengio ve Özcan, “Old Grivances New Fears”, s. 57-58. 533 Ibid.

Page 171: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

162

noktada anlayamadığı, Araplar için asıl tehlikenin Sovyetler değil, İsrail olarak

görüldüğüydü. Arap dünyasında Sovyetler bir tehlike olmaktan çok, Amerikan

nüfuzu ve İsrail’e karşı tercih edilen bir denge unusuru olmuştur.534

Nitekim, Türkiye’nin kendi öncülüğünde Arap devletlerini, güvenlik garantisi

sağlayarak Batı ittifakına dahil etme yönündeki ‘aktif’ politikası, başta Mısır’ın

tutumları nedeniyle daha en başından başarısızlığa mahkum olmuştur. Bir Ortadoğu

Komutanlığı

535 (Middle East Command MEC)536 kurulması fikri İngiltere’nin

Süveyş’ten askeri birliklerini çekmesine paralel, Ortadoğu’daki varlığını sürdürme

amacının bir yansıması olarak ortaya çıkmıştır. Bu fikir daha sonra Türkiye’nin

NATO’ya üye olma istek ve çabaları çerçevesinde İngiltere’nin Türkiye’nin

NATO’ya dahil edilmesi yerine Ortadoğu’nun savunması ile ilgili bir yapıda Batı

ittifakına bağlanması gerektiğine dair görüşüyle geliştirilmiş. ABD’nin Türkiye’ (ve

Yunanistan’ın) nin NATO’ya katılması yönünde karar verip, bu konuda İngiltere’ye

de telkinde bulunmasının ardından, Ortadoğu Savunma Komutanlığı fikri

Türkiye’nin NATO’ya katılmasının bir koşulu haline gelmiş, Türkiye de bunu

memnuniyetle kabul etmiştir. Türkiye, zaten NATO içinde yer aldıktan sonra

kendisine Ortadoğu’da biçilecek rolü oynamaya hazırdı. Daha önce de sözü edildiği

gibi, bu yolla Arap dünyasını Batı ittifakına bağlayacak, dolayısıyla da Sovyet

unsurunu Ortadoğu’dan uzak tutabilecek bir rol oynayabileceğini

hesaplamaktaydı.537

534 Ali L. Karaosmanoğlu, “Turkey’s Security and the Middle East”, Foreign Affairs, Cilt 62 (1), 1983, s. 163.

Fakat Mısır, Ortadoğu savunmasında İngiltere, Fransa, ABD ve

Türkiye ile aynı platformda yer almasını getirecek böyle bir teklifi tereddütsüz geri

çevirmiştir. Zaten İngiliz karşıtı hareketlerle çalkalandığı bir dönemde bunu kabul

etmesi de beklenebilir bir durum değildi. Teklif edilen savunma paktı Batının

Ortadoğu’yu nüfuzları altına alma çabalarının bir başka boyutu olarak görülmüş ve

535 Türkiye’nin NATO üyeliğine kabulü ile ilgili tartışmalar üzerinden, Ortadoğu Savunma Komutanlığı fikrinin nasıl ortaya çıktığı ve bu konudaki gelişmelerle ilgili ayrıntılı bir çalışma için Behçet K. Yeşilbursa, “Turkey’s Participation in the Middle East Command and its Admission to NATO 1950-1952”, Middle Eastern Studies, Cilt 35 (4), 1999, s. 70-102. 536 Ortadoğu Komutanlığı (MEC) Mısır’a Ekim 1951’de teklif edilmiş, bu teklifin reddedilmesinin ardından ikinci bir deneme daha yapılarak bu sefer Ortadoğu Savunma Örgütü (Middle East Defence Organization-MEDO) ismiyle bir savunma planlama örgütü olarak teklif edilmiştir. 537 Hüseyin Bağcı, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar (Ankara: METU Press, 2001), s. 44-45.

Page 172: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

163

eleştiriler bundan sorumlu tutulan Türkiye’nin yok edilmesi gereken bir ‘ikinci İsrail’

olarak tanımlanmasına kadar gitmiştir.538

Türkiye’nin, Ortadoğu’nun savunması konusunda göstermiş olduğu bu hevesli

tutum, ABD’nin yine Ortadoğu savunması için geliştirdiği yeni bir plan olan ‘Kuzey

Kuşağı Stratejisi’ kapsamında da kendisine öncü rolü verilmesine yol açmıştır.

‘Kuzey Kuşağı’ kavramı, Türkiye, İran, Irak ve Pakistan gibi devletler Ortadoğu’daki

diğer devletlerden daha fazla Sovyet tehididine yakın olduklarından, Ortadoğu ile

ilgili bir savunma paktının bu devletleri kapsaması gerektiği fikrine

dayanmaktadır.

539 Bağdat Paktı ile sonuçlanacak olan bu fikir, Türkiye’nin

girişimleri ile hayata geçirilmeye başlanmış ve ilk olarak Irak, Suriye ve Lübnan’a

ziyaretler gerçekleştirilerek Paktın kurulmasıyla ilgili görüşmeler başlamıştır. Bu

ziyaretlerde Irak’ın pakt fikrini kabul etmesi sağlanırken, Arap dünyasında bu fikrin

nasıl karşılanacağının işaretleri de alınmaya başlanmış, fakat bir bakıma görmezden

gelinmiştir. Mısır’ın başını çektiği Arap devletlerinin pakt fikrine muhalefetleri çok

sert olmuş, paktın ilk adımı olarak Türkiye ile Irak arasında bir savunma

anlaşmasının imzalanacağının açıklandığı andan itibaren bunun Arap Birliği’ne

büyük bir darbe olacağı, Türkiye’nin Batılı güçlerin temsilcisi olarak bölgeye

yeniden eski işgalci güçleri sokacağı ve hatta Türkiye ile anlaşma yapmanın İsrail’le

anlaşma yapmak anlamına geleceği yönünde eleştiriler dillendirilmiştir.540

538 Kemal H. Karpat, “Turkish and Arab-Isareli Relations”, Kemal H. Karpat (der.), Turkey’s Foreign Policy in Transition: 1950:1974 (Leiden: E. J. Brill, 1975), s. 115.

Bu

noktada, Arap devletlerinin sert tutumlarının saf bir Batı karşıtlığından ileri

gelmediği de ayrıca belirtilmelidir. Aralık 1954’te Kahire’de düzenlenen Arap

dışişleri bakanları konferansında, Arap devletleri arasında görüşbirliği sağlandıktan

sonra batı ile stratejik işbirliğinin olanaklı olduğuna dair bir karar dahi çıkmıştır.

Fakat bu kararın ardından Irak’ın Türkiye ile böyle bir görüşbirliğine başvurmadan

anlaşma yapması, diğer etkenler yanında ayrıca hayal kırıklığı yaratmış, Arapların

539 Ayşegül Sever, “The Compliant Ally? Turkey and the West in the Middle East 1954-1958”, Middle Eastern Studies, Cilt 34 (2), 1998, s. 74. 540 Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası, s. 62.

Page 173: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

164

aynı kimlik ve dolayısıyla çıkarlara sahip olmaları gerektiğine dair bakış açısını

yıkmakla Arap milliyetçiliğine darbe olmuştur.541

Arap dünyasının bölünmesi açık hale gelmesine karşın, pakta ilişkin çabalarını

durdurmamış olan Türkiye sonuçta Irak’la 24 Şubat 1955’te Savunma ve İşbirliği

Anlaşması’nı imzalamış ve tüm olumsuzluklara karşın diğer Arap devletlerinden de

katılım sağlamak üzere çaba göstermeyi sürdürmüştür.

542

Mısır, Suriye ve Suudi Arabistan’ın savunma anlaşmaları imzalayacakları ve bu

üç devletin Bağdat Paktı’na katılmama kararı aldıklarını bildirmeleri pakta açıkça

cephe aldıklarının da göstergesi olmuştur. Türkiye’nin ise bu karşı hareketlere tepkisi

sert olmuş, fakat bu cephe alıştan Mısır’ı sorumlu tuttuğundan,

İngiltere (4 Nisan 1955),

Pakistan (23 Eylül 1955)ve İran’ın (3 Kasım 1955) katılımı ile Irak dışında ancak

‘Arap olmayan’ Ortadoğu’dan katılım sağlanarak genişleyen Bağdat Paktı’nın Arap

dünyasında yarattığı endişe ve rahatsızlık da genişlemiştir.

543 Mısır’ın etkisi

altında kalmış olan Suriye’yi etkileyebileceğini ve anlaşmaların gerçekleşmesini

önleyebileceğini hesaplayarak diplomatik yollara başvurmuştur. Bu bağlamda

Başbakan Menderes’in, Mısır’la yapılacak anlaşmanın, Suriye’nin Türkiye’ye

düşmanca bir tutum takındığı anlamına geldiğini ve bu tutumunda ısrar ederse

Türkiye’nin de farklı davranamayacağını bildiren544

541 Michael N. Barnett, “Identity and Alliances in the Middle East”, Peter Katzenstein (der.), The Culture of National Security: Norms, Identity in World Politics (New York: CUP, 1996), s. 418.

bir nota göndermiştir (7 Mart

1955). Suriye’nin Mısır’la kurulacak paktın Türkiye değil, İsrail’e yönelik olacağına

dair cevabının ardından, Türkiye tatmin olmamış ve gönderdiği ikinci notada (13

Mart 1955) Suriye tutumunu değiştirmezse Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerini gözden

geçireceğini bildirmiştir. Suriye’nin ikinci notayı üslubundan dolayı kabul

etmeyeceğini bildirmesi üzerine, Başbakan Menderes, Suriye tutumunda ısrar ederse

542 Sever, “The Coompliant Ally?”, s. 75. 543 Türkiye Başbakanı Menderes, Mısır-Suriye anlaşması üzerine verdiği bir demeçte, Suriye’nin Mısır’ın baskıları sonucu bu anlaşmaya katıldığını ifade etmiştir. Aktaran Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası, s. 74. 544 Ayşegül Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Ortadoğu 1945-1958 (İstanbul: Boyut Kitapları, 1997), s. 138.

Page 174: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

165

Suriye ile ilişkileri kesmeyi düşünmek durumunda kalacağına dair bir açıklama

yapmıştır.545

Türkiye’nin bu derecede sert tepki vermesi Arap dünyası için olduğu kadar, ABD

ve İngiltere için de kaygı verici olmuş, Mısır başta olmak üzere Arap devletlerini

tamamen yabancılaştırıp, uzaklaştırmamaya büyük önem veren (ve buna ihtiyaç

duyan) ABD ve İngiltere, Türkiye’yi Suriye’ye karşı politikasıyla ilgili

uyarmışlardır. Bu uyarıdan dolayı hayal kırıklığına uğramış olan Türkiye, bunun

üzerine bir de İngiltere ve ABD’nin Mısır’ın Asuan Barajı projesine Dünya Bankası

işbirliğiyle destek vereceklerini açıklamaları üzerine çok zor durumda kalmış,

Türkiye’nin etkin kılmak için bu kadar çaba sarfettiği Pakta muhalefet edenlerin

ödüllendiriliyor olmasından rahatsız olmuştu.

546

Bu noktada, Pakt’tan İsrail’in de, kendisine karşı yapılmış bir pakt olduğu

düşüncesiyle rahatsızlık duyduğu belirtilmelidir.

547 Türkiye, Bağdat Paktı’nı üye

bakımından genişletmek çabası içindeyken, Arapları memnun etmek için,548

Sonuç olarak Türkiye, kurulması konusunda Batılı müttefikleri tarafından teşvik

edildiği bu paktı gerçekleştirmek ve Arap dünyasına yaymak için kendisinden

beklenenden daha fazla çaba göstermiş olmasına rağmen, Araplar’ın olumsuz

tepkisini üzerine çekmekle ve mevcut karşılıklı şüpheleri derinleştirmekle kalmamış,

aynı zamanda en güvendiği müttefiki ABD’nin tutumlarından da hayal kırıklığına

uğramıştır.

Süveyş

krizi sürecinde İsrail elçisini de geri çekecek (29 Kasım 1956) ve İsrail’le iyi olan

ilişkilerini bozacaktır.

549

545 Ibid.

546 Ibid., s. 153. 547 Paktın anlaşmasında (5. Madde) yer alan ve Pakt’ın Arap Birliği’ne üye ülkeler ve taraflarca tanınmış ülkelere açık olduğu hükmü İsrail’e işaret ettiğinden, İsrail Paktın varlığını kendisine yöneltilmiş olarak değerlendirmiştir. Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası, s. 67. 548 Melek Fırat ve Ömer Kürkçüoğlu, “Arap Devletleriyle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 629. 549 Aslında ABD, en başında Bağdat Paktı’na üye değil, gözlemci statüsünde katılmak kararıyla Türkiye’den farklı olarak, gerek Arap ülkeleri, gerekse de İsrail’e karşı kendi çıkarlarını zedelememek üzerine kurulu bir politika izleyeceğinin işaretlerini de vermişti.

Page 175: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

166

1958 darbesinden sonra, Irak’ın Pakt’tan çekilmesiyle Merkezi Anlaşma Örgütü

(Central Treaty Organization-CENTO) olarak, 1979 İran devrimine kadar varlığını

sürdürmesine karşın bu tarihten sonra önemini yitirmiştir.550 Türkiye ise bu tarihe

kadar her platformda Pakt’ın ve daha da fazla Batı ittifakının savunuculuğuna devam

etmiştir. Türkiye, her türlü bloklaşmaya karşı bağlantısızlık politikasını savunan

Bağlantısızlar grubu ülkelerinin düzenlediği Bandung Konferansı’nda dahi,

komünizm tehlikesine karşı bağlantısızlığı zayıf bir politika olarak

değerlendirerek,551

1950’li yılların ikinci yarısı Ortadoğu’da krizlerle dolu geçmiş, her bir krizde

Türkiye olayları NATO/Batı gözüyle değerlendirmeyi sürdürmüştür. 1956 Süveyş

bunalımında, ABD dahi İngiltere’yi kınamışken, Türkiye Bağdat Paktı çerçevesinde

İngiltere ve Fransa’nın Mısır’dan askerlerini geri çekmesi ve Mısır’ın toprak

bütünlüğü ve egemenliğine saygı duyulması gerektiğine dair bir açıklama ile

yetinmiştir.

NATO ve Batı savunuculuğunu sürdürmüştür.

552 Yine Türkiye’nin 1957’de yaşanan Suriye krizinde553

Türkiye, 1958’de çıkan Lübnan ve Ürdün krizlerinde de müttefiklerinin yanında

yer almış, hatta Lübnan krizinde Eisenhower doktrininin ilk kez yürütülmüş

olmasından da memnun olmuştur. Ayrıca, bununla kalmayarak müdahale sırasında

İncirlik üssünün kullanılmasına da izin vermiş, Ürdün’e yapılan İngiliz müdahalesini

sınıra asker

yığmak gibi ABD’yi dahi rahatsız edebilecek kadar sert bir tutum takınmış olması,

Araplar arasında Türkiye’ye karşı genel olumsuz tavrı pekiştirmekle kalmamış,

Türkiye’ye yakın olarak bilinen Irak ve Ürdün gibi ülkeleri de Türkiye ile ilgili

şüpheye düşürmüştür.

550 CENTO Bağdat Paktı’ndan daha fazla kültürel ve ekonomik içerikli olmuş, ayrıca taraf ülkelerin savunmalarına katkıda bulunmak bir yana, daha çok İngiltere’nin İran’ı batı ittifakı içerisinde tutma çabalarının bir zemini gibi işlev görmüştür. CENTO ile ilgili daha detaylı bilgi için Cihat Göktepe, “The Forgotten Alliance? Anglo-Turkish Relations and CENTO 1959-1965”, Middle Eastern Studies, Cilt 35 (4), 1999, s. 103-139. 551 Mehmet Gönlübol ve Haluk Ülman, “İkinci Dünya Savaşından Sonra Türk Dış Politikası (1945-1965) Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995) (Ankara: Siyasal Kitabevi, 1996), s. 274-275. 552 Aynı açıklamada İngiltere değilse de, İsrail’in saldırısı kınanmıştır. Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası, s. 97 553 Ağustos 1957’de Suriye ile Sovyetler Birliği arasında yapılan teknik ve ekonomik işbirliği anlaşmasının ardından, Amerikalı bazı diplomatların ülkede darbe yapmaya çalışmakla suçlanarak sınır dışı edilmesi gibi, Suriye’nin bir Sovyet uydusuna dönüşmekte olduğuna dair endişeleri harekete geçiren olaylarla ortaya çıkmıştır. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Ortadoğu 1945-1958, s. 181-204.

Page 176: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

167

de desteklemiştir.554

1950’li yılların Ortadoğu’ya yönelik politikalarının başarısızlığı ve düzeltilmesi

gereği artık 1960’lı yıllarda gündeme gelecek, fakat tarafların tarihsel mirasla

birbirlerine yükledikleri öteki konumlarından dolayı zaten iyi olmayan ilişkilerin

düzeltilmesi öyle kolay olmayacaktır. Ortadoğu konusunda ‘aktif’ bir dış politika

izlemek üzere atak yapmış olan Menderes hükümetinin dışişleri bakanı Fatin Rüştü

Zorlu’nun 1951 tarihli bir açıklaması, Türkiye açısından Ortadoğu politikasının

‘Batı’ya göre’ yapılmasının da bir bakıma açıklaması gibidir. Zorlu,

Nihayetinde söz konusu krizlerde Türkiye’nin tutumları, bir kez

daha Türkler ve Araplar arasındaki karşılıklı olumsuz ve şüphe dolu algılamaların

zemininin sağlamlaşmasına, hatta dayanak bulmasına yol açmak ötesinde bir katkı

sağlamamıştır.

“Biz Araplara hiç güvenmedik ve güveneceğimiz de şüphelidir. Hem kendilerine

güvenmek çok zordur, hem de uluslararası siyasette hiç de gerçekçi değiller. Filistin

sorununda duygularını ön plana aldılar ve aynı şeyleri tekrar tekrar söylüyorlar.

Herhangi bir şey yolunda gitmezse kendi kusurları için suçu yükleyecek bir kimseyi

ararlar”555

Araplar zaten ötekidir, onlara güvenilmez, ayrıca geri kalmışlardır ve kolaylıkla

komünizmin kucağına düşebilirler; bu durumda söz konusu dönemde en önemli

güvenlik tehdidini Sovyetler ve komünizm olarak algılayan Türkiye’nin, bu

tehlikeyle çevrelenmekten kaçınabilmek için aynı hedefe sahip batıyla işbirliği

yapması çok doğaldır. Türkiye’nin söz konusu dönemdeki Ortadoğu politikasına bu

çerçeveden bakıldığında, Türkiye’nin çıkar tanımlamasına uygun hareket etmiş

olduğu söylenebilir. Arapların ötekiliği, ötekiye yüklenen değersiz, önemsiz olma

durumuyla birleşince, ötekinin ne istediğini dikkate almak, anlamaya çalışmak gereği

de ortadan kalkmaktadır. Bu bağlamda, bağımsızlığını ‘emperyalizme’ karşı verdiği

demekle aslında Ortadoğu politikasının zaten güvenilmeyen ve hatta

önemsenmeyen Araplar’a göre değil, batıya göre yapılmasının mantığını ortaya

koymaktadır.

554 Söz konusu krizlerle ilgili ayrıntılı bilgi için .Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası, s.101-136 ve Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Ortadoğu 1945-1958, s. 217-244. 555 Aktaran Bağcı, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, s. 44.

Page 177: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

168

mücadele sonucu kazandığını sıkça vurgulamış ve yeni bir devlet olarak kuruluşunun

ilk on yılları içinde dış politikasında da bağımsızlığı en önemli ilke haline getirmiş

bir ülke olarak Türkiye’nin, çok değil yirmi-otuz yıl sonra aynı tercihlerle hareket

etmeye çalışan Arap devletlerini anlayamamış olması anlaşılmaz olmaktan

çıkmaktadır.

III. YAPI: ULUSLARARASI SİSTEMİN YAPISI

1. Teorik Belirlemeler: Wendt ve Uluslararası Sistem

Bu bölümün amacı, uluslararası sistemin yapısının Türkiye devleti kimliğinin

inşasındaki kurucu etkisine bakmaktır. İnşacı bakış açısı çerçevesinde çalışıldıktan

sonra, yapının kimlik üzerinde kurucu etkisi olduğu, çalışmanın başında da ifade

edildiği şekilde kabul edilmektedir. Kimliğin inşasını önce birim düzeyinde, ardından

da etkileşim düzeyinde analiz ettikten sonra yapının kimlik üzerindeki etkisine

bakmak, çalışmanın temelinde yatan ‘analiz düzeyleri arasında tercih yapmama’

çabasının da bir gereğidir.

Bu amaçla öncelikle, çalışmalarını yapının kimlik kurucu etkisi üzerine kurmuş

olan Wendt’in yaklaşımı ele alınacak, ardından söz konusu yapı kavramsallaştırması

pratikte Türkiye cumhuriyeti devletinin inşa sürecine oturtulmaya çalışılacaktır.

Fakat çalışmanın bu bölümü, uluslararası sistemin yapısının kuramsal anlamda nasıl

oluştuğu ile değil, Türkiye’nin devlet kimliğinin bu yapıdan nasıl etkilendiği ve/veya

etkilenip etkilenmediği ile ilgili olduğundan, içsel süreçleri dışlayan ve kimlik

inşasını yalnızca yapısal düzeyde etkileşim süreçlerine içkin kabul eden Wendt’in

yaklaşımından yine seçici bir şekilde faydalanılacaktır.

Wendt’in perspektifinde inşacı yaklaşımın geleneksel yaklaşımlara –özelde

neorealizme en radikal karşı çıkışı uluslarararası sistemin ‘yapı’sı noktasında ortaya

çıkmaktadır. Uluslararası İlişkiler literatüründe uluslararası sistemin yapısı, yaygın

olarak Waltzçı terimlerle, yani yeteneklerin dağılımına göre tanımlanmakta, bu

bağlamda ise yeteneklerin dağılımına işaret eden güç dengesi, çok-kutupluluk, tek-

kutupluluk gibi kavramlarla açıklanmaya çalışılmaktadır. Yaklaşımını büyük oranda

Page 178: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

169

neorealizmin yapı kavramsallaştırmasının eleştirisi üzerine kurmuş olan Wendt’e

göre ise, çok-kutupluluk, tek-kutupluluk gibi oluşumlar dış politikalar düzeyinde

farklı dinamikler yaratmakla birlikte, devletler üzerinde kurucu/inşa edici olabilecek

tek unsur, geleneksel tanımdan farklı olarak sosyal terimlerle kavramsallaştırılan

‘yapı’dır.556

Bu çerçevede uluslararası sistemin yapısının sosyal olarak inşa edildiğini kabul

etmek, aynı zamanda aktörlerin/edenlerin tercihlerini yaparken birbirlerini hesaba

kattıklarının da kabulünü getirmektedir. Bu süreç, Wendt’e göre aktörlerin ben ve

öteki kavramsallaştırmalarından kaynaklanan “paylaşılan bilgiler”den (shared

knowledge) oluşmaktadır. Wendt, bu şekilde ben ve öteki kavramsallaştırmalarından

kaynaklanan paylaşılan bilgileri kültür olarak tanımlamakta, dolayısıyla uluslararası

sistemin yapısı Wendt’in yaklaşımında kültür olmaktadır.

557 Wendt’in argümanı

özetle şudur; devletlerin herhangi bir zamanda kendilerini içinde buldukları kültür,

devletlerin ben ve öteki kavramsallaştırmasını yansıtan sosyal pratiklerin bir

ürünüdür.558

Wendt’e göre anarşinin üç kültürü olabilir, fakat otorite yokluğu olmak dışında

kendi başına bir mantığa sahip değildir.

Bu çerçevede bakıldığında, uluslararası sistemin örneğin çatışmacı ya

da barışçı olması anarşinin değil, sosyal pratikler yoluyla yaratılan kültürün bir

fonksiyonu olmaktadır.

559 Anarşinin bir mantığının olması, ancak

yapının bir fonksiyonu olarak paylaşılan bilgilerce içinin doldurulmasına bağlıdır.560

556 Wendt, Social Theory of International Politics, s. 249.

Anarşinin söz konusu kültürlerini Hobbesian, Lockean ve Kantian olarak tanımlamış

olan Wendt, bu üç anarşiyi analiz etmek için aktörlere yüklenen rolleri

557 Ibid., s. 253. 558 Dale Copeland, “The Constructivist Challenge to Structural Realism”, International Security, Cilt 25 (2), 2000, s. 195. Bu çerçeveden, daha önce kuramsal tartışma kısmında da sözü edildiği şekilde çıkan sonuç, anarşinin devletlerin yaptığı birşey olduğu, dolayısıyla da yine devletlerin ortaya koyacağı sosyal pratikler yoluyla değiştirilebileciğidir. 559 Wendt aslında bu belirlemesiyle, Buzan, Jones ve Little’ın özde Waltz eleştirisi üzerinden yapısal realizmi geliştirmeye çalıştıkları çalışmalarında; Waltz’ın anarşinin tek bir mantığı -kendini kurtarma- olduğuna dair belirlemesininin yerine anarşinin birden fazla mantığı olabileceğini vurgulamalarına gönderme yapmaktadır. Buzan, Jones ve Little, The Logic of Anarchy. 560 Wendt, Social Theory of International Politics, s. 249.

Page 179: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

170

kullanmaktadır. Fakat bu roller sistemde yer alan devletlerin değil, doğrudan yapının

nitelikleri olarak analiz edilmektedir.561

Hobbessian kültürde eden/devletin konumu, yani devletlerin karşılıklı olarak

rolleri düşman olarak belirlenir. Düşmanlık, öteki temsilleriyle kurulur ve öteki,

“ben”in var olma hakkını tanımayan, dolayısıyla da şiddet kullanımını sınırlandırma

ihtiyacı duymayacak bir düşman olarak tanımlanır.

562 Ötekinin düşman olarak

temsili devletlerin dış politikalarında, aynı şekilde karşısındaki düşmanı yok etmek

üzere hareket etmelerine yol açacaktır. Wendt’e göre, esas kendini-kurtarma (self-

help) sistemi, herkesin herkesle savaşta olduğu, Hobbesçu mantığa çok uyan bu

kültürdür.563

Hobbesian kültürden farklı rol yapısına dayanan Lockean kültürde devletlerin

rolleri rakip olarak belirlenir. Öteki yine şiddete referansla temsil edilir, fakat burada

öteki artık ben’in egemen olarak yaşam hakkını tanıdığından, kendi çıkarları için

şiddet kullanımı olanaklı olmakla birlikte, birbirlerini yok etme hedefi taşımazlar.

564

Lockean kültürün devletlerin dış politika davranışlarına en önemli etkisi, aralarındaki

çatışmalar ne olursa olsun, birbirlerinin egemenliklerini tanımalarıdır.565

Son olarak, Kantian kültürün dayandığı rol yapısı ‘dostluk’tur ve devletlerin

izledikleri iki temel kural vardır. İlki, sorunların savaş ya da savaş tehdidiyle

çözümlenmeyeceği, ikincisi de birisinin güvenliği üçüncü bir tarafca tehdit

edildiğinde diğerlerinin de bir takım halinde davranmalarıdır.

566

561 Ibid., s. 257.

Bu belirlemeler

ittifakları akla getirse de, dostluk kurumu ittifaktan farklıdır. Öncelikle ittifaklar

belirli bir süre ile sınırlıdır, dostluk ise, pratikte bozulması olanaklı olsa da, en

azından beklenti olarak süreklidir. Yine, ittifaklarda devletler, her biri bireysel olarak

aynı tehdit altında olduklarını hissederken, dostluk kurumunu, dolayısıyla Kantian

562 Ibid., s. 260-261. 563 Ibid., s. 265. 564 Ibid., s. 279-281. 565 Ibid., s. 282. 566 Ibid., s. 299.

Page 180: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

171

kültürü temsil eden kolektif güvenlik ise tehdit odaklı değildir. Üyeler birbirlerini tek

bir birim olarak (biz) algıladıklarından karşılıklı yardım taahhüdü içine girerler.567

Wendt, anarşinin bu üç kültürünün de tarihsel süreçte farklı zaman ve mekanlarda

örnekleri olduğunu öne sürmektedir. Örneğin, Hobbessian, onyedinci yüzyıla kadar

olan süreçte dünya politikasına hâkimken, Lockean kültür Westphalia’dan beri

modern devlet sistemin temel kültürü olagelmiştir.

568 Kantian kültürü ise günümüzde

ancak demokrasiler arasında gözlemlemek mümkündür.569

2. Avrupa Uyumu’ndan Soğuk Savaş’a Uluslararası Sistemin Yapısı ve

Türkiye

Uluslararası sistemin yapısının kimlik kurucu etkisini, Türkiye pratiğinde analiz

edebilmek için, uluslararası sistemin tarihsel süreçlere oturtularak analiz edilmesi

uygun olacaktır. Türkiye devleti kimliğinin inşa sürecinin, Wendt’in tanımlamasıyla

Lockean kültür içinde geçtiği kabulüyle birlikte, yalnızca dış politika davranışlarını

etkilediği, ama kimlik inşa etmediği öne sürülen güç-dengesi, kutupluluk gibi

sistemsel süreçler de göz ardı edilmeyecektir.

Türkiye devleti kimliğinin inşa sürecinin dayandığı tarihsel geçmişi ondokuzuncu

yüzyıl Osmanlı devletine kadar dayandırdığımızdan, yapının etkisi bağlamında

yapacağımız analizde de aynı döneme dönmekte fayda olacaktır. Ondokuzuncu

yüzyılda henüz global bir uluslararası sistemden söz etmek olanaklı değildir, sistem

özünde bir Avrupa sistemidir. Osmanlı devletinin etkileşim içinde bulunduğu büyük

güçler bu sistemin temel taşları ve sadece Osmanlı ile ilişkileri bağlamında değil,

sistem içerisinde de büyük güçlerdir.

Ondokuzuncu yüzyılda uluslararası sistemi sembolize eden en önemli unsur

Avrupa Uyumu’dur (Concert of Europe). 1815 Viyana Kongresinden sonra kurulan

Avrupa Uyumu, kendisini önceleyen uluslararası sistemden farklı bir oluşum

meydana getirmiş ve en önemlisi farklı normlar üzerine inşa edilmiştir. Osmanlı

devleti’nin de başlangıçta fiilen, daha sonra ise hukuken bir parçası olacağı bu 567 Ibid, s. 301. 568 Ibid., s. 279. 569 Ibid., s. 297.

Page 181: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

172

sistem, taraf devletlerin –özellikle büyük güçlerin- etkileşimlerinden

çıkarsanabileceği gibi, ben ve öteki kavramsallaştırmalarını biçimlendiren ve

yansıtan, etkileşimleri ile Osmanlı devletinin geleceğini de biçimlendirebilmiş bir

sistemdir.

Napoleon savaşlarının ardından 1815 Viyana kongresi ile yapılan barış

düzenlemeleri kapsamında kurulan Avrupa Uyumu, Avrupa’da barış ve istikrarı

korumak amacı etrafında sistemin beş büyük “rakip” gücünü (İngiltere, Fransa,

Rusya, Avusturya ve Prusya) bir araya getirmiş ve Viyana düzenlemeleri ile kurulan

statükonun korunması bağlamında güç dengesi temelinde kurulmuştur. Watson

Avrupa uyumunu, beş büyük gücün birbirleri ve kendilerine bağlı devletlerle

ilişkilerini, uluslararası sistemin korunmasından sağladıkları kazançlara zarar

vermeyecek şekilde düzenlemek çabaları olarak açıklamaktadır.570

Avrupa Uyumu aynı zamanda güç dengesini olanaklı hale getiren bir zemin de

olmuştur. Uyumun temel belirleyeni güç dengesi olmakla birlikte, uyumun birtakım

normlar da ortaya koyduğu ve büyük güçlerin bu normlar üzerinde görüş birliğine

vardıkları oranda bir arada kalmalarının kolaylaştığı öne sürülebilir.

571 Diğer yandan,

sisteme taraf devletlerin en azından Avrupa Uyumu’nun ilk yarısında, birbirlerinden

daha fazla dünyalarını tehdit eden tehlikelerden endişe duydukları için biraraya

gelmiş olmaları da görüşbirliği sağlamalarında etkili olmuştur.572 Büyük güçlerden

her biri diğerini, yalnızca (sözde) dostlukla baş edebileceği potansiyel bir rakip

olarak görmektedir, ama rekabetleri diğerlerini alt edip üstünlük kurmaya değil,

uluslararası koşullardan daha çok kazanç sağlamaya dayanmaktaydı.573

570 Adam Watson, The Evolution of International Society: A Comparative Historical Analysis (Londra &New York: Routledge, 2001), s. 241.

Wendt’in

Lockean kültür olarak tanımladığı yapıya çok uyan bu belirleme, tarafların belirli

normlar etrafında uzlaşma sağlayabilmiş olmalarıyla da bu tanımı desteklemektedir.

571 James J. Richardson, Crisis Diplomacy: The Great Powers Since the Mid-Nineteenth Century (Cambridge: Cambridge University Press, 1994), s. 228. 572 Watson, The Evolution of International Society, s. 242. 573 Paul W. Schroeder, “The 19th Century International System: Cahnges in the Structure”, World Politics, Cilt 39 (1), 1986, s. 11.

Page 182: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

173

Uluslararası sistemin normlar etrafında bir yapı oluşturması, Wendt’in öne

sürdüğü kültürün, öznelerarası paylaşılan anlamlar olarak varlığını da kanıtlar

durumdadır. Dönemin iki büyük rakip gücü, Rusya ve İngiltere’yi aynı sistem

içerisinde, aynı tarafta biraraya getiren, 1815 sınır düzenlemelerinin korunması

konusunda ortak sorumluluğun kabul edilmiş olmasıydı. Yine, uluslararası sorunların

çözümünde birbirlerine danışma yoluyla çözüm bulunması ve statükonun tek taraflı

değiştirilmesinin yasaklanması, Avrupa’nın güvenliğinin kolektif bir sorumluluk

olarak görüldüğünün de işareti sayılabilir.574

Avrupa Uyumu, büyük güçleri Avrupa dışı çatışmalardan uzak tutmayı da

amaçları içerisinde kapsamıştır. Nihayetinde tarafların Avrupa dışı uzlaşmazlıklarını

bir kenara bırakmamaları halinde böyle bir yapıda birarada olmaları da olanaksız

olurdu. Örneğin, Osmanlı toprakları üzerindeki emellerini (bir süreliğine de olsa) bir

kenara bırakamamış bir Avusturya ve Rusya ile bir Avrupa Uyumu

oluşturulamayacağı açıktır. Schroeder’e göre, Rusya, Osmanlı’yı koruması gereken

zayıf komşusu ve Avusturya’yı da bu konuda partneri olarak gördüğü sürece

Avusturya ve Rusya Uyum’u koruyabilmişlerdir.

575

Osmanlı devleti Avrupa Uyumu’nda yalnızca Avusturya ve Rusya arasında bir

aracı olarak yer almaz, daha Avrupa devletler sisteminin oluşmaya başladığı

onbeşinci yüzyıldan beri güç dengesinin önemli bir aktörüdür aslında

576 ve

ondokuzuncu yüzyılda da söz konusu sistemin güç dengesini etkileyebilen bir unsuru

durumundadır. Doğu sorunu çerçevesinde Mehmet Ali ayaklanması577 ve Kırım

savaşı578 bir bakıma Avrupa Uyumu’nun sınandığı olaylar olmuştur. Nihayetinde

Osmanlı devleti 1856 Paris Konferansında579

Osmanlı Devletinin belirli normlar etrafında biraraya gelmiş, diğer bir deyişle

öznelerarası anlamlarla belirli bir kültür oluşturmuş bir uluslararası sistem olarak

resmi olarak da Avrupa sistemine dahil

olmuştur.

574 Richardson, Crisis Diplomacy, s. 229. 575 Schroeder, “The 19th Century International System”, s. 23. 576 Yurdusev, “The Ottoman Attitude Towards Diplomacy”, s. 21. 577 Bkz. s. 97-100. 578 Bkz. s. 102-105. 579 Bkz. 105-106.

Page 183: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

174

tanımlanan bu sisteme dâhil olması, söz konusu kültüre de dâhil olduğu anlamını

çağrıştırmakta olsa da, bu savı öne sürmek kolay değildir. Osmanlı devletinin

Paris’te Avupa Uyumuna kabul edilmesi, onun eşit bir üye olarak kabullenildiği

anlamına gelmemektedir. Osmanlı devleti Avrupa devletler sistemine dahil edilmiştir

ama değerler, normlar ve hatta çıkarlar açısından Osmanlı ile Avrupa arasında tam

bir ortaklık/eşitlik olabileceği de kabullenilmemiştir.580 Bu durumun doğrudan ben

ve öteki kavramsallaştırmalarıyla ilgili olduğu açıktır, ancak gerek birim düzeyi,

gerekse de etkileşim düzeylerinde açıklanmaya çalışıldığı gibi, Wendt’in iddasının

aksine bu kavramsallaştırmanın özü yalnızca yapısal düzeyde bulunamaz. Buna

karşın, Batılı devletlerin oluşturduğu uluslararası sistemin güç dengesi kaygıları

dışında bir değerler sistemine dayanıyor olması, bu değerler sistemine dahil

olamayacağından şüphe duymadıkları Osmanlı’nın ötekili’ğini pekiştirmiştir

denilebilir. Neumann’ın deyişiyle, Osmanlı (Avrupa) devletler sisteminin bir parçası

olmakla birlikte, sistemin dayandığı mantığa eşit olarak kabul edilmemiştir.581

Avrupa Uyumu’nun yarattığı kültür, Avrupa’nın öteki kavramsallaştırmasını

582

temelde değiştirememiş, aksine pekiştirmişse de Osmanlı çerçevesinden

baktığımızda, ondokuzuncu yüzyılda Batı’nın aşamalı olarak Osmanlı’nın etkili

ötekisi konumuna geldiğini gözlemleyerek, bir değişimin söz konusu olduğu

söylenebilir. Osmanlı devleti’nin belki sadece bekâ gibi temel bir ‘realist’ kaygıyla

girmek istediği Avrupa’lı devletler kulübüne dahil olmanın, bir takım değerlere sahip

olmak, mevcut normlara uymak gibi koşullarının olması583 bu değişimi tetiklemiştir

denilebilir.584

580 Hedley Bull, The Anarchical Society: A Study of Order in World Politics (Londra: Macmillan Press, 1995), s. 13-14.

Bu tespit, aslında kuramsal tartışmada ortaya koyulmaya çalışılan

581 Iver B. Neumann ve Jennifer M. Welsh, “The Other in European Self-definition: an Addendum to the Literature on International Society”, Review of International Studies, Cilt 17 (4), 1991, s. 345. 582 Osmanlı’nın (Türk’ün) Avrupa’nın ötekisi olduğu konusunda ayrıntılı bir çalışma için Neumann ve Welsh, “The Other in European Self-definition”. 583 Watson, Avrupalı devletlerin Avrupalı olmayanlardan sisteme dahil olmak isteyenlerin, sistemin kurallarını [normlar olarak okunabilir] kabul eder ve yeterli medeniyet seviyesine ulaşırlarsa katılabilecekleri koşulunu öne sürdüklerini ve yalnızca Avrupalı devletlerle ilişkilerine göre değil, aynı zamanda kendilerini nasıl yönettiklerine göre de değerlendirildiklerini belirtmektedir. Bkz. Watson, The Evolution of International Society, s. 273-274. 584 Bu bağlamda, Osmanlı devletinin batılılaşma çabaları çerçevesinde ortaya çıkan Tanzimat ve Islahat fermanlarının ve hatta Meşrutiyetin, etkileşim düzeyinde tartışıldığı gibi batılı büyük güçlerin baskısıyla ortaya koyulduğu iddiasını, söz konusu etkileşimlerin gerçekleştiği uluslararası sistem

Page 184: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

175

kimlik değişiminde yapısal koşulların da bir etken olduğunu göstermekte ve inşacı

bir bakış açısının temel dayanağı olan yapı ve eden’in birbirini karşılıklı olarak inşa

ettiği savını kanıtlamaktadır.

Avrupa Uyumu, 1848 ihtilallerinden dolayı zayıflamış, üyelerin sisteme olan

bağlılıkları azalmıştır. Sistemin iki büyük gücü Rusya ve İngiltere’yi karşı karşıya

getiren Kırım savaşından sonra ise Avrupa Uyumu yıkılmış, fakat ortaya koyduğu

normlar bir dönem daha, zayıf da olsa, Avrupa’da denge sağlamak üzere uzlaşma

zemini olmaya devam etmiştir.585

Yirminci yüzyıla gelindiğinde esnek bir Avrupa Uyumu’ndan çıkılarak

Avrupa’da iki rakip bloklaşmanın meydana gelmiş olması, Avrupa’yı Birinci Dünya

savaşına götürmüştür. Dünya savaşına doğru gidildiği dönemde, sistemin aktörleri

güç dengesinden anladıkları konusunda dahi farklılaşmışlardır. Örneğin, İngiltere

için güç dengesi Avrupa güç dengesinde Almanya’nın artan ağırlığına karşı bir

unsurken, Almanya’nın gözünde ise güç dengesi İngiltere’nin elinde Almanya’nın

bir dünya gücü olmasını engellemek için kullandığı bir araç haline gelmiştir. Daha

önemlisi söz konusu dönemde, Avrupa Uyumu’nun normları etkisizleşirken, ulusal

çıkar, üzerinde görüşbirliği olan tek norm haline gelmiştir.

1870’lerden sonra büyük güçler yine anlaşma

yoluyla yayılma alanlarını kıta dışına taşımış ve uzun bir barış dönemi

sağlanabilmiştir, fakat norm paylaşımı bağlamında işbirliği çok düşük seviyelerde

gerçekleşmiştir.

586

Dünya savaşı olarak adlandırılsa da, 1914’teki savaş Avrupa’ya ait çıkarlar ve

hırslarla yapılmış bir Avrupa savaşıdır aslında. Fakat savaş sonrası ortaya çıkan

uluslararası sistem artık global bir sistemdir, her ne kadar Avrupa merkezli olsa da.

Savaşın ardından oluşan yeni sistem de, self-determinasyon, sorunların barışçı

yollarla çözümü gibi çok belirgin normlar üzerine kurulmuştur. Fakat bu normlar

düzeyinde yapının bir etkisi olarak görmek daha doğru olacaktır. Fakat en nihayetinde, doğrudan dış güçlerin baskısı ya da yapısal bir etki olarak da açıklansa, bu baskı ya da etkilerin gerçeklendirildiği süreçler içsel süreçlerdir. Bu tür çıkarsamalar, düzeyleri birbirinden ayırmanın, yapı ya da eden arasında tercih yapmanın eksik açıklamalara yol açacağını ortaya koymaktadır. 585 Watson, The Evolution of International Society, s. 246-247. 586 Richardson, Crisis Diplomacy, s. 230.

Page 185: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

176

üzerinde Avrupa Uyumu’nun ilk döneminde gözlemlenene benzer bir görüşbirliği

olduğunu söylemek zordur. Hatta yirminci yüzyılın yeni büyük güçleri Almanya,

ABD, Japonya ve Rusya’nın MC sisteminin normlarına hiç bağlanmamış olması da

zayıflığının bir göstergesidir.587

Milletler Cemiyeti ile temsil edilen bu yeni sistem, Osmanlı İmparatorluğu’nun

yıkılıp, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak içine kurulduğu

uluslararası sistemdir. Osmanlı döneminden farklı olarak, Türkiye Cumhuriyeti 1923

sonrasında, uluslararası sistemin eşit ve egemen bir üyesi olarak kabul edilmiş, diğer

küçük Avrupa-dışı devletler gibi, büyük güçlerle aynı sistemin bir parçası olmaya

devam etmiştir. Bu bağlamda, her ne kadar sağlam olmasa da sistemin özellikle

saldırganlığı yasaklayıcı ve sorunların barışçı yollarla çözümünü destekleyici

normlarına kendi inisiyatifiyle bağlı olduğu, en azından dönemin dış politika

çıktılarına bakılarak söylenebilir. İçeride kendi kimliğini inşa etmek ve bu kimliğe

meşruiyet kazandırmak çabası içindeyken, dış politika bağlamında tam bağımsızlık

ve yurtta sulh cihanda sulh ilkelerini benimsemişken, yeni sistemin bu hedefleri

pekiştirici normlarına bağlanmış olması da beklenir bir durumdur. Diğer yandan

batılılaşma ve batılı değerleri benimseme üzerine kurulu Kemalist reformlar da

sistemin merkezi güçleri olan Avrupalı büyük güçlerle ortak değerleri paylaşma

noktasında çakışmaktdır. Fakat her ne kadar belirsizlik ve ayrışma içerisinde de

olunsa, sistemin başat güçleri, Avrupalılık temelinde yüzyıllardır inşa edegeldikleri

‘biz’ duygusunu, öteki’ler karşısında yitirmemişlerdir. Bu bağlamda Türkiye’nin,

Osmanlı zamanından beri süregelen öteki’lik konumunda bir değişme olmadığını,

Batılı güçlerin öteki kavramsallaştırmasında yerini koruduğunu söylemek de yanlış

olmayacaktır.

Milletler Cemiyeti özünde, Kantçı anlamda barışı

korumak hedefiyle ortaya çıkmış bir anlaşmanın ürünü olmasına karşın, bu Kantçı

öze temelde inanan ve bağlanan olmadığından daha çok Dünya Savaşı’nın

galiplerinin dünyayı daha güvenli bir hale getirmek üzere kurdukları bir ittifak olarak

işlev görmüştür.

Buna karşın, Avrupa’nın statükocu ve revizyonist devletler olarak bloklaşmaya

başladığı yeni ‘denges’izlik ortamında Türkiye hedeflediği şekilde içeriye dönme

587 Watson, The Evolution of International Society, s. 284.

Page 186: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

177

olanağını bulacak kadar rahat bir uluslararası ortam bulmuştur karşısında. Kantçı

anlamlarla ortaya çıkan MC uluslararası yapıyı, Wendt’in deyimiyle uluslararsı

sistemin kültürünü değiştirmemiş, Lockean kültür varlığını sürdürmüştür. Devletler

ikili bloka ayrılmış da olsa, devletler birbirlerini rakip olarak algılamaya devam

etmektedir. Bloklaşmanın nedeni sistemin revizyonist devletlerinin hedefi diğerlerini

yok etmek değil, birinci savaş sonrasında tatmin edilmemiş hırslarını

gerçekleştirmektir. Bu çerçevede anarşi kültürünün değişmemiş olduğu rahatlıkla öne

sürülebilir. MC sisteminin sağlam olmadığı, büyük güçlerin bu sisteme

bağlılıklarının zayıflığında ortaya çıkmaktadır. Fakat hiçbirisi, ki özellikle İngiltere,

geçen yüzyılların klasik güç dengesine dönmekte çok isteksiz olduğundan,

revizyonist Almanya ve Japonya’yı dengeleyecek bir unsur da ortaya çıkmamıştır.

Nihayetinde sistem ikinci bir dünya savaşına doğru sürüklenmiştir.

Savaşın uluslararası yapıyı bütünüyle yok ettiğini söylemek olanaksızdır, savaş

sırasında dahi bu kültür bazı kurum ve normlarıyla sürdürülmüştür. Savaşan taraflar

birbirlerini düşman olarak gördüklerinden, aynı sistemin parçaları olarak sistemin

kurumları üzerinden işbirliğine girmemiş olsalar da, kendi aralarında ve üçüncü

taraflara karşı bu kurum ve normları sürdürmüşlerdir. Hatta örneğin savaş esirleri

konusunda her iki tarafın da büyük oranda Cenevre Konvansiyonu’na uymuş olması

da bunu göstermektedir. Uluslararası sistemin dayandığı kültür, norm ve

kurumlarıyla bir savaş içinde ne kadar olabilirse, o kadar devam edebilmiştir.

Bununla birlikte, ikinci savaş sona erdiğinde dünya daha başkadır artık,

uluslararası sistem iki süper gücün etrafında yapılanan iki kutuplu bir sistem haline

gelmiştir. Kutupların bir tarafında liberal ve demokratik batı, diğer tarafında ise

sosyalist blok vardır. Uluslararası sistem iki kutupludur, fakat iki kutup da tek bir

uluslararası sistem tarafından içerilmiştir. Diğer yandan, iki kutup da, liderleri kıta

dışından olmakla birlikte Avrupa kültür geleneğinin içinden gelmektedir. Bu

bağlamda Avrupa geleneği, norm ve kurumları yaşatılmaya devam etmiştir.

Birleşmiş Milletler sisteminin gerçekleşmesi ve iki süper gücün de bu sisteme üye

oluşu, ortak bir uluslararası hukuk yapısının geliştirilmesi, geleneksel diplomatik

temsil ve diğer Avrupa geleneğine dayalı kurumların sürdürülmesiyle iki kutuba

Page 187: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

178

ayrılmış da olsalar, devletler global (ama Avrupa geleneğine dayanan) tek bir

sistemde yer almışlardır.588

Bu bloklaşma doğaldır ki, iki tarafın da ötekisini belirleyen unsur olmuştur.

Blokların varlığı, her iki bloğa üye devletler için de ‘biz’ kavramsallaştırmasının

zemini olmuş, dolayısıyla karşı blok da öteki’yi temsil etmiştir. Batı Avrupa, Soğuk

Savaş süresince, hem öteki’ne karşı olan, hem de kendi aralarında ortak kültür

vurgusunu sağlayan norm ve kurumlarla bu kavramsallaştırmaları pekiştirmişlerdir.

NATO’yu öteki’ye karşı “güvenlik” amacıyla oluşturmuş, diğer yandan Avrupa

devletler topluluğunun geçen yüzyıllardan beri sahip olduğu ‘biz’ duygusunu

pekiştirecek, kültürel ortaklıkla olanaklı hale gelmiş bir Avrupa Birliği’ni

gerçekleştirecek süreçleri tamamlamışlardır.

Bu yapı içerisinde Türkiye, savaş öncesinden de başlamış olan Batı’ya yaklaşma

politikasında bir değişikliğe gitmeden, Batı’nın öteki’si Sovyetlerin Türkiye’ye

yönelik politikasının da etkisiyle kendi blokunu seçmekte hiç tereddüt etmemiştir.

Türkiye bu seçimiyle zorlanmadan Batı sistemine önemli bir aktör, bir müttefik

olarak dahil edilmiştir. Müftüler-Bac’a göre, Soğuk Savaş Sovyetler Birliği ile Batı

Avrupa arasında bir tampon rolü üstlenen Türkiye’ye, Avrupalı statüsüne erişmesi

için altın bir fırsat yaratmıştı.589 Bac, bu durumu Soğuk Savaş’ta Avrupa’nın

kimliğini güvenlik sınırları içerisinde kavramasıyla açıklamakta ve Demir Perde’nin

varlığının Türkiye’nin Avrupalılığının açıkça tartışılmasını engellediğini öne

sürmektedir.590 Türkiye’nin NATO’ya üye oluşuyla temsil edilen bu dahil oluşu,

arkasından Avrupa Birliği’ne de dahil olmasını getirmemiştir. Gerçi 1963’de Avrupa

Ekonomik Topluluğu (AET) ve Türkiye arasında ortaklık yaratan Ankara Anlaşması

imzalanmıştı ve Avrupa Komisyonu Başkanı’nın anlaşmanın imzalanmasının

ardından ifade ettiği gibi, ‘Türkiye Avrupa’nın bir parçası’ sayılıyordu591

588 Watson, The Evolution of International Society, s. 290.

ama bunun

Türkiye’nin Avrupa’nın kültürel ötekisi olma konumunu değiştirmemiş olduğu

589 Meltem Müftüler-Bac, “The Never-Ending Story: Turkey and the European Union”, Middle Eastern Studies, Cilt 34 (4), 1998, s. 243. 590 Meltem Müftüler-Bac, “Through the Looking Glass: Turkey in Europe”, Turkish Studies, Cilt 1 (1), 2000, s. 29. 591 Meltem Müftüler-Bac, Europe in Change: Turkey’s Relations with a Changing Europe (Manchester & New York: Manchester University Press, 1997), s. 5.

Page 188: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

179

Türkiye-Avrupa ilişkilerinin seyrinde ortaya çıkacaktır. Soğuk Savaş döneminin

uluslararası koşulları en azından ilk 20 yılında, Avrupa’nın ben ve öteki

kavramsallaştırmasını güvenlik öncelikli ortaya koymasına yol açmış, bu da

Türkiye’nin söz konusu güvenlik çerçevesine dahil edilmesini getirmişti. Fakat bu

tam da “Avrupa’da olmak, fakat Avrupalı olmamak” çelişkisini çağrıştırır bir durum

ortaya çıkaracaktır.592

Bu çelişki, Soğuk Savaş sona erdikten sonra uluslararası

sistemin ‘yeni’ düzeninde çok daha açık ve net bir şekilde hissedilecektir.

592 Bu konuda ayrıntılı bir tartışma için, Nuri Yurdusev, “Perceptions and Images in Turkish (Ottoman) – European Relations”, Tareq Y. Ismael ve Mustafa Aydın (der.), Turkey’s Foreign Policy in the 21st Century: A Changing Role in World Politics (Burlington: Ashgate, 2003), s. 77-99. Ayrıca yine A. Nuri Yurdusev, “Avrupa’yı Kurmak, Türkiye’yi İdare Etmek ve Tarihin İpoteğinden Kurtulmak”, Şaban H. Çalış, İhsan D. Dağı ve Ramazan Gözen (ed), Türkiye’nin Dış Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik (Ankara: Liberte Yayınları, 2001), s. 161-183.

Page 189: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

180

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: KİMLİK, ÇIKARLAR ve DEĞİŞİM (Mİ)

I. BİRİM DÜZEYİ: MİLİTANLAŞMA, LİBERALLEŞME,

MUHAFAZAKÂRLAŞMA ve KİMLİK

Kimlik inşası, süregiden, sonu olmayan dinamik bir süreçtir Bu bağlamda kimliğin

inşa sürecinin bittiğine gönderme yapan bir dönemlendirme de doğru olmayacaktır.

Ancak kuruluş dönemleri ile değişimlerin içerilmeye başlandığı gelişme dönemleri

arasında bir ayrım, bu değişimlere ve değişimin dinamiklerine vurgu yapabilmek

bağlamında gerekli ve önemlidir. Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin inşa

sürecini İkinci Dünya Savaşı sonrasında, çok partili hayata geçişle sonlandırmak,

birtakım değişimleri yakalamak anlamında yanlış olmayacaktır. Söz konusu

değişimin göstergelerinden ilk ve en belirgin olanı da 1950’de Cumhuriyet’in kurucu

siyasal odağının yerine yeni bir siyasal odağın gelmesi ve bu siyasal odağın, özellikle

toplumsal anlamda tetiklediği değişim dinamikleridir.

1. Çok Partili Hayata Geçiş

Türkiye’de çok partili siyasal hayata geçiş, genel anlamda Türk siyasal hayatı

açısından olduğu gibi, Kemalist tek parti yönetimi altında yirmi senelik batılı/laik

kimlik inşa etme pratikleri açısından da önemli bir değişimin öncüsü olmuştur. 1

Kasım 1945’te Cumhurbaşkanı İnönü’nün TBMM açılış konuşmasında, sistemdeki

temel eksikliğin bir muhalefet partisinin yokluğu olduğunu belirtmesiyle başlayan

süreç, 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’nin (DP) kuruluşu593

İkinci Dünya Savaşı arafesinde, Atatürk’ün ölümünün ve yerine İsmet İnönü’nün

Cumhurbaşkanı olmasının ardından, o dönemde Avrupa’da hakim olan totaliter

rejimlere benzer şekilde bir yapı oluşturularak İsmet İnönü Milli Şef ve değişmez

ve 1950 genel seçimleri

sonrasında iktidara gelmesiyle devam etmiştir.

593 Esasında Demokrat Parti’nin kuruluşu ilk muhalefet partisi kurma girişimi değildir. Nuri Demirağ başkanlığında, Eylül 1945’te Milli Kalkınma Partisi 1945 sonrasının ilk muhalafet partisi olarak kurulmuştur. Parti 1946 ve 1950 seçimlerinde bir varlık gösterememiş, 1954 seçimlerinde genel başkanı Demirağ DP listesinden meclise girmiş ve 1958’de ise parti kendisini feshetmiştir.

Page 190: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

181

Genel Başkan olarak ilan edilmiştir (26 Aralık 1938, CHP I. Olağanüstü Kurultayı).

Bu otoriter yapının, çok partili siyasi hayata dönüştürülmesi, aslında yine partinin

kendi inisiyatifiyle gerçekleştirilmiştir denilebilir. Özbudun, bu durumu, var olan

kurumsal düzenlemelerden ani bir kopuş olan ruptura değil, otoriter rejimde yetkiyi

ellerinde tutanlar tarafından başlatılan ve kontrol eden reforma örneği olarak

tanımlamaktadır.594 Bu bağlamda, CHP’de liberalleşme eğilimlerini daha 1939’da

parti içinde bir “Müstakil Grup” kurulması süreci kadar erken bir döneme indiren

görüşler varsa da,595 1945 yılı öncesi gelişmeler liberalleşme isteğine değil, parti içi

muhalifleri kontrol altına alma gayretine bağlanabilir.596

1945 yılının farklılığı büyük oranda savaş sonrası Batı’nın kurmak üzere

harekete geçtiği demokrasiye dayalı düzenle ilgili olmuştur denilebilir. Türkiye’de

demokrasi ve demokrasinin geliştirilmesi yönünde, yönetici kadro tarafından verilen

mesajların, BM’nin kurulma sürecindeki çeşitli aşamalarla çakışması tesadüf olmasa

gerektir. İnönü’nün, “savaş koşulları ortadan kalktığında demokratik ilklerin ülkenin

siyasi ve kültürel hayatında tedricen daha büyük yer edineceği”ni ileri sürdüğü

konuşmasının

597 19 Mayıs 1945’te, San Fransisco’da BM Anayasası görüşüldüğü

bir sırada yapılmış olması tek örnek değildir. İnönü’nün konuşmasından birkaç gün

önce, BM Anyasası’nı imzalamak üzere San Fransisco’ya gönderilen Türk

Delgasyonu’nun başkanı ve Dışişleri Bakanı Hasan Saka’nın, Cumhuriyet rejiminin

modern bir demokrasi olma yolunda hızla ilerlediği ve savaştan sonra her demokratik

tezahürün Türkiye’de gelişeceğine dair verdiği demeç de bu durumla ilintili

görünmektedir.598

594 Ergun Özbudun, Çağdaş Türk Politikası: Demokratik Pekişmenin Önündeki Engeller, çev. Ali Resul Usul, (İstanbul: Doğan Kitap, 2003), s. 20.

Yine, sonradan muhalefet partisini oluşturacak konumdaki siyasi

kişiliklerin de BM çerçevesinde Batı’daki gelişmeleri, aynı şekilde algılamış ve

hareket tarzlarını bu gelişmelere göre ayarlamış oldukları da söylenebilir. Nisan

1945’te San Fransisco konferansı yapıldığı sırada, eski dışişleri bakanı (1925-1938)

595 Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 335, Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), çev. Ahmet Fethi (İstanbul: Hil Yayınları, 1996), s. 21-22. 596 Nihal Kara-İncioğlu, “Türkiye’de Çok Partili Sisteme Geçiş ve Demokrasi Sorunları”, Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği (der.), Tarih ve Demokrasi: Tarık Zafer Tunaya’ya Armağan (İstanbul: Cem Yayınevi, 1992), s. 71. 597 Özbudun, Çağdaş Türk Politikası, s. 20. 598 Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 126.

Page 191: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

182

Tevfik Rüştü Aras’ın ileride DP’nin temel unsurlarından olacak olan Fuat Köprülü

ve Adnan Menderes’in de bulunduğu bir toplulukta;

“San Fransisco’da eski Cemiyet-i Akvam’ın yerine konacak bir BM Anayasası

hazırlanıyor. …Demokrasi cephesi zaferi kazanmıştır. Kurulacak yeni dünya

demokrasi dünyasıdır. Eğer biz hala Milli Şeflikle avunur gidersek bizi bu teşkilata

almazlar. Bir ayak önce teşebbüse geçmeli ve partiyi uyarıp İsmet Paşa’nın çiftliği

olmaktan kurtarmalıdır…”599

Savaş sonrasında, Batı merkezli kurulmaya başlanan yeni uluslararası sistemin

içinde yer alma arzusunun, demokrasi olma koşulu dolayısıyla Türkiye’de çok partili

hayata geçişi etkilemiş olduğu

şeklindeki konuşması, Türkiye siyasetinde yer alan

tüm tarafların Batı’daki gelişmeleri aynı şekilde algılayıp yorumladıklarının bir

göstergesidir.

600

Liberal ve muhafazakâr bir ‘yeni’ bir parti olarak DP’nin 14 Mayıs 1950’deki

seçimden ezici bir çoğunlukla iktidar partisi olarak çıkması, Kemalist reformlarla

yaratılmaya çalışılan yeni insan’ın kolektif hafızasında devletin ötekisi olarak

tanımlanmış olan ‘geçmiş’in aslında mevcut ve hatta canlı durduğunun bir göstergesi

olmuştur. Bir başka deyişle devletin inşa sürecinde tanımladığı ötekisi olarak

Osmanlı/İslam geçmişi, devletle eş zamanlı olarak ve yeni bir kimlikle inşa edilmeye

çalışılan ulusun da ötekisi olamamıştır. Burada geçmiş’in özellikle İslam

bağlamındaki konumu önemli görünmektedir, çünkü İslam’ın Osmanlı’nın referansı

ve bu yönde ülke içi olanakları hızlandırdığı doğru

olmakla birlikte, içsel alandaki mevcut koşullar da göz ardı edilmemelidir. Diğer

yandan, çok partili düzene geçildikten sonra ortaya çıkan gelişmeler, konunun içeriği

bakımından çok partili hayata geçiş aşamasının koşullarından daha açıklayıcı

görünmektedir. 1946 seçimlerini saymazsak, çok partili düzene geçildikten çok kısa

bir süre sonra, muhalefet partisinin Cumhuriyetin kurucu partisi karşısındaki ezici

zaferinin koşullarına bakmak, beklenen açıklayıcılığı sağlayacaktır.

599 İsmet Bozdağ, Demokrat Parti ve Ötekiler (İstanbul: Kervan Yayınları, 1977), s. 11. Yazar bu konuşmaya dair referansını 1953’te Başbakanlık makamında doğrudan Adnan Menderes’in anlatımına dayandırmaktadır. 600 Çok Partili düzene geçişte, dışsal koşulları ayrıntılı bir şekilde inceleyen bir çalışma için Necdet Ekinci, II. Dünya Savaşından Sonra Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte Dış Etkenler (İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1997).

Page 192: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

183

olarak gerek kamu, gerekse de özel hayattan silinmeye çalışılması, toplumsal tabanda

yabancılaşmaya neden olmuş, dolayısıyla da sunulanın aksine İslam/Osmanlı olarak

geçmişe atıfla alternatif aidiyet kalıplarını ortaya çıkarmıştır.601 Bu bağlama yeni

düzenden yeterince pay alamayıp mutsuz olanlar, eski konumlarını kaybedenler,

marjinaller ve dışlanmışlar birarada dahil olmuş602

DP’nin, kurucu iktidar olarak tek parti yönetimine muhalif yanları, söylem

düzeyinden öteye gitmese de demokrasi açılımı, ekonomik liberalleşme ve

progamlarında içermiş olsalar da, Kemalist ilkelerin daha muhafazakâr bir yorumunu

sunmaları olmuştur.

ve DP örneğinde de

görülebileceği gibi farklı ‘siyasal’ (İslamcı, liberal, muhafazakar, vs.) vurgulara sahip

olsalar da, kurucu iktidara karşı ilk alternatif karşısında birarada hareket etmişlerdir.

DP’nin demokrasiyi geliştirme yönündeki söylemleri, her ne kadar iktidara

geldikten sonra bir kenara bırakılmış da olsa, söz konusu dönemde CHP’nin otoriter

yönetiminden rahatsızlık duyan her tür kitle için çekici bir unsur olmuştur. Mevcut

iktidarın ekonomi politikalarına bir alternatif olarak sunulan ekonomik liberalleşme

ise, savaş sonrası Türkiye’sinin gündemindeki temel sorun olan ekonomik sıkıntılara

bir çare olarak görülmekle halkı yakalamış ve desteğini kazanmıştır. Milli Koruma

Kanunu ve sıkı bürokratik denetim mekanizmaları kurularak yürütülen devletin

müdahaleci politikaları, artan enflasyon ve mal kıtlığı gibi sonuçlarıyla ekonomik

sıkıntılara çare olarak görünmüyordu.603 Buna karşın, DP’nin ekonomik kalkınmaya

ve bu kalkınmayı gerçekleştirecek unsur olarak özel sektöre yaptığı vurgu ile birlikte

ekonomik liberalleşme söylemi özellikle işadamları çevresine oldukça cazip gelmişti.

Batı’da DP’nin ‘Türk Liberaller’ olarak adlandırılması da büyük oranda serbest

girişimciliğe yapılan bu vurguyla ilgiliydi.604

Kimlik çerçevesinde baktığımızda ise daha önemli olan, DP’nin muhafazakâr bir

temelde kendi iktidarına kadar geçen sürede gerçekleştirilmeye çalışılan toplumsal

dönüşümün gözden geçirilmesi, bir başka deyişle Kemalist reformların dayandığı

601 Bu konuda ayrıntılı bir çalışma için bkz. Çalış, Hayaletbilimi ve Hayali Kimikler, özellikle s. 51-101. 602 Ibid., s. 91. 603 Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, s. 23. 604 Ibid., s. 30.

Page 193: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

184

temelin farklı bir biçimde yorumlanması gereğine dair öne sürdükleri ve iktidar

oldukları dönemde uygulamaya koydukları fikirler olmuştur. DP genel olarak

(Türkiye bağlamında) muhafazakâr düşünce diye tanımlayabileceğimiz ve devletin

batılılaşma anlamında modernleşme çerçevesinde, Kemalist reformlar yoluyla

yaratmaya çalıştığı ulusal kimliğin yeniden, ama geçmişe atıfla dinsel ve geleneğe

dayalı öğeler üzerinden yorumlanmasını ifade eden bir düşünce sistemine605

DP’nin siyasal alanda temsil ettiği ‘muhafazakârlık’, temelde toplumun gündelik

hayatına yerleşik olan kültürden

dayanmış, bir bakıma bu düşünce sisteminin siyasal ifadesi haline gelmiştir.

606 kaynaklanmıştır. Genel olarak öngörüldüğünün

aksine, Kemalist yeni insan’ın inşa süreci ve bu süreçte uygulanan reformlar

toplumsal tabanda bir değişim yaratmamış değildir. Reformların kitlesel olarak

onaylanmamış olduğu, dönüştürülmeye çalışılan insan’ın devlete yabancılaşmasına

yol açtığı ve toplumun kolektif hafızasında unutturulmaya çalışılan geçmişin,

değerleriyle birlikte silinmemiş olduğu yönünde yapılan tespitler doğru olmakla

birlikte, toplumsal tabanı etkilemeden teğet geçtiğini söylemek olanaklı değildir.

Cumhuriyet reform ve politikalarıyla laik/batılı kimliğe sahip yeni insan’ı yaratma

hedefi, içeriği farklılaşmış da olsa gerçekleşmiş, esas olarak bu inşa, yukarıdan

aşağıya dayatılanla, aşağıda mevcut olanın bir sentezi biçiminde tezahür etmiştir.

Başka bir deyişle, 1950’li yıllara baktığımızda yeni insan, kolektif hafızasından

silemediği geçmişi ile Kemalist batıcı/laik insanın bir sentezi olmuştur. Bu bağlamda

İslam, milliyetçilik, Kemalizm ve batılılaşma, muhafazakârlığın değerler sistemini

oluşturan ilginç bir sentez yaratmıştır.607

Bu çerçevede, toplumda oluşmuş olan mevcut değerler sistemini temsil ettiği ve

esas olarak ulusal kimliği yaklaşımına uygun şekilde yeniden tanımlamak amacını

içerdiği öne sürülen DP’nin, zaman zaman öne sürüldüğü şekilde bütünüyle anti-

Kemalist bir çerçeveden hareket ettiğini söylemek de doğru olmayacaktır. DP ve

savunduğu fikirler bir bakıma Kemalizm’e içsel dahi sayılabilir. Her şeyden önce DP

605 Nuray Mert, “Muhafazakârlık ve Laiklik”, Ahmet Çiğdem (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 336. 606 Kahraman, “Bir Zihniyet, Kurum ve Kimlik Kurucusu Olarak Batılılaşma”, s. 136. 607 Erol Göka, F. Sevinç Göral ve Çetin Güney, “Bir Hayat İnsanı Olarak Türk Muhafazakârı ve Kaygan Siyasal Tercih”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 5: Muhafazakârlık, s. 304.

Page 194: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

185

iktidarı CHP kadroları içinden çıkmıştır ve Kemalizm’in normatif çerçevesi içinde

düşünmeye devam etmektedirler, fakat Kemalist değerlerin Tek Parti iktidarı

tarafından yozlaştırıldığı düşüncesiyle bir düzeltme/yeniden yorumlama çabası

içindedirler. Bu noktada Ahmad’ın tespit ettiği gibi, DP’liler 1930’lar Kemalizm’ini

zorunlu bir Stalinizm olarak değerlendirmekte ve artık bu kötülüğe gerek

kalmadığını öne sürerek yeniden yorumlayabileceklerini düşünmektedirler.608 Bu

yeniden yorumlama çabasının Kemalizm karşıtlığının en önemli işaretleri sayılan

dinsel/İslami unsurların kapsanmasıyla gerçekleştirildiği ve bu yolla Kemalizmi

toplumsal boyutta da sorunsallaştırmış olduğu tartışma götürmez bir durumdur.609

Fakat daha geniş bir açıdan bakıldığında, DP’nin de Kemalizm’in en kapsayıcı

ifadesi olan modernleşme çerçevesi içinde yerini bulduğunu ve Kemalizm’le bağını

bu ilişki üzerinden kurduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.610

Modernleşme kapsamında DP ile Kemalizm’in aynı geniş çerçevede dayanak

bulduğunu söylemekle birlikte, bir noktanın altının çizilmesi önemli görünmektedir.

Daha önce sözü edildiği şekilde, inşa süreci Kemalizm’inde modernleşme tartışmasız

batılılaşma ile eş anlamlarda kullanılırken, Kemalizm’in muhafazakâr yorumu

çerçevesi içinde değerlendirilen DP döneminde zihinsel anlamda bir ayrışma söz

konusudur. Kahraman’ın deyimiyle, 1950 sonrasında baskıcı kültürel batılılaşmanın

terk edildiği, bir tür ‘muhafazakâr modernleşme’ söz konusudur ve batılılaşma

Kemalist kadroların gözünde olduğu gibi bir öz değil, bir araç olarak

algılanmaktadır.

611 Son tahlilde DP hareketi modernleşmeyi evetleyen ama radikal

batıcılığı reddeden kitlelerin temsil edildiği bir oluşum halini almıştır.612

608 Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, s. 133.

Bu

bağlamda batılılaşma, kimlik inşa edici bir unsur olarak görülmemiş ve kimliğin

kurucu unsurları konusundaki algılama da batılı/laik insanı yaratma özünden

609 Tanıl Bora ve Yüksel Taşkın, “Sağ Kemalizm”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm, s. 531. Bora ve Taşkın DP’yi de içerdikleri merkez sağ görüşleri sağ Kemalizm olarak tanımlamaktadır. 610 Bu konuyu da kapsayan, fakat genel çerçeve olarak Muhafazakâr düşünce açısından konuya yaklaşan bir çalışma için Öğün, Türk Politik Kültürü, s. 311-375, bu konuda özellikle s. 312-317’ye bakılabilir. 611 Kahraman, “Bir Zihniyet, Kurum ve Kimlik Kurucusu Olarak Batılılaşma”, s. 136-137. 612 Göka, Göral ve Güney, “Bir Hayat İnsanı Olarak Türk Muhafazakârı ve Kaygan Siyasal Tercih”, s. 306.

Page 195: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

186

uzaklaştıkça değişmiş, nihayetinde kurucu mantığın ötekileştirdiği İslam unsuruyla

yeniden tanımlanmaya başlamıştır.

Bu noktada, kültürel düzeyde ya da daha doğru bir anlamda ulusal kimlik

tanımlarında modernleşmenin çerçevesinin batılılaşmadan ayrışmış olmasının, dışsal

alanda Batı’yla bütünleşme önünde bir engel oluşturmamış olması, hatta aksine

Batı’yla bütünleşme çabalarının en fazla ivme kazandığı dönem olması ilginç

görünmektedir. Bir önceki bölümde, ‘Etkileşim ve Kimlik Kurucu Etkisi’ ve ayrıca

‘Uluslararası Sistemin Yapısı’ ana başlıkları altında söz edildiğinden burada tekrar

edilmeyecek olan, Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında Batı’yla bütünleşme konusunda

özellikle NATO üyeliği ile ABD’ye bağımlılık üzerinden gösterilen heveslilik belki

de ilginç olmanın ötesinde, devletin kimliğinin (dış politikasını belirleyen

kimliğinin), aslında mevcut ulusal kimliğinden farklı olduğu yönündeki –bu

çalışmanın temelinde yer alan- savı da destekler bir durum ortaya çıkarmaktadır. DP

hükümetinin Batı dışındaki bölgeler, daha doğrusu Ortadoğu konusunda göstermiş

olduğu açılım ve atılımın da yine Batılı ve Batıcı politikalara paralel bir düzlemde

ilerlemesi, Ortadoğu’ya yönelmiş görünen Türkiye’nin aslında bölgede Batı’yı

aradığının, dolayısıyla devlet kimliğinin -ulusal/toplumsal düzeyde aidiyet formları

ne ölçüde yeniden tanımlanmaya tabi olsa da- değişmediğinin göstergesidir.

DP dönemine yüklenen muhafazakârlığın kendisini farklılaştıran en önemli

bileşeni, bilindiği gibi din/İslam unsurudur. DP iktidarı sırasında laiklik uygulamaları

gevşetilmiş ve İslam’a hiçbir kayıt getirilmemiştir. İlk aşamada ezanın Arapça

okunması üzerindeki yasak kaldırılmış ve müezzinlerin tercihine bırakılmış,

radyolarda dini programlara izin verilmiş ve okullarda din dersleri fiilen zorunlu hale

getirilmiştir. Ancak laikliğin gevşetilmesi yönünde ilk girişimlerin, DP iktidarında

laikliğin muhafızları rolünü üstlenecek olan CHP tarafından gerçekleştirildiği de bir

gerçektir. 1949’da imam hatip okullarının açılması, ilkokulda din dersleri okutulması

(çocukları için din dersi isteyen ailelerin dilekçe ile başvurması uygulaması yerine,

istemeyen ailelerin başvurması uygulaması getirilmiş), Tekke ve Zaviye kanununda

yapılan değişiklikle bazı türbelerin ziyarete açılması ve Şubat 1949’da Ankara’da

Page 196: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

187

İlahiyat Fakültesi’nin açılması aslında toplumsal tabanın bu yönde bir talebinin

olduğunun613

Buna karşın, DP iktidarı her tür CHP ve uygulamalarına karşıtlığın bir bileşeni

haline gelince, DP iktidarını bu konuda önlemler almaya zorlayacak bir aşırılığa yol

açmıştır. Örneğin, 1951’de İçişleri Bakanlığı valilere Atatürk’ün büst, heykel ve

resimlerini korumaları için gereken önlemleri almalarını emreden bir genelge

göndermiş, İslamcı/gerici yayınlara karşı davalar açılmış ve hatta laiklik ilkesini ihlal

ettiği gerekçesiyle Millet Partisi kapatılmıştır. Yine de, özellikle 1954 seçimleri

sonrasında, en başta ülkenin ekonomik durumunun kötüleşmesi nedeniyle DP taban

kaybetmeye başladığını fark edince, İslam’ı daha açıkça siyasal bir araç olarak

kullanmaya başlamıştır.

CHP tarafından fark edildiğinin bir göstergesi olsa gerektir.

614

2. 27 Mayıs ve 12 Eylül: Türk Siyasetinin Deus Ex Machina’sı

Türkiye’nin çok partili demokrasi denemesi, ordunun 27 Mayıs 1960’ta yönetime el

koyması sonucu ilk kez –ama son olmayacak- bir kesintiye uğramıştır. Darbe günü

Ankara radyosundan yapılan açıklamada, müdahalenin ülke demokrasinin içine

düştüğü kriz nedeniyle, kardeşin kardeşi vurmasını önlemek ve partileri içine

düştükleri uzlaşmazlık durumundan kurtarmak için yapıldığı söylenmişti. 27 Mayıs

1960’ta silahlı kuvvetlerin bu müdahalesi, orduyu hem beklenti düzeyinde, hem de

pratikte ilerideki onyıllar içinde sistemin tıkandığı, çıkmaza girdiği her an ortaya

çıkıverecek ve Türk siyasi hayatını ‘olması gereken’ düzenine döndürecek bir deus

ex machina615

613 Zürcher’e göre, DP zamanında İslam’ın dirilişi diye endişe duyulan şey aslında yalnızca halk kitlesinin yaşamaya devam eden geleneksel kültürüydü. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 340.

konumuna yerleştiren bir geleneğin başlatıcısı olmuştur denilebilir. Bu

gelenek daha çok, ordunun Kemalist ilkelerin koruyucusu olmasına, üstelik Anayasal

614 Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, s. 363-372. 615 Deus ex machina, tam çevirisi makinadan Tanrı olan Latince bir kalıptır. Dramalarda, beklenmedik bir anda, beklenmedik bir karakterin, beklenmedik bir yerden ortaya çıkarak bir anda sorunları çözmesi için kullanılan bir kalıptır. Genellikle Yunan Antik Tiyatrosunda, çok başvurulan bir yöntemdir ve hikaye karmaşıklaşıp, içinden çıkılmaz bir hal aldığında bir anda mitolojik Tanrıların ortaya çıkıp duruma ek koyması ve hikayedeki karmaşayı çözmesi şeklinde uygulanmıştır. Makine terimi, söz konusu Tanrıların ipli bir düzenekle havadan sahneye indirilmesi dolayısıyla bu düzeneğe verilen isimden kaynaklanmaktadır.

Page 197: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

188

bir nitelik olarak dayandırılmıştır.616 Bir bakıma “devleti kurtarmak” misyonunun

ardından “devleti kurmak” misyonunun da tamamlandığını gören ordu, bu tarihten

sonra “demokrasiyi kurtarmak” olarak adlandırılabilecek yeni bir misyon

üstlenmiştir.617

İktidarı ele geçiren ordu siyasete müdahale ettiği anda amacının yönetimi sivil

otoriteye devretmek olduğunu açıklamış ve bu yönde de hareket etmiştir. Fakat

öncesinde kendisine Milli Birlik Komitesi (MBK) adını vermiş olan askeri cunta

basit bir hükümet değişikliğiyle yetinmenin yeterli olmayacağı düşüncesiyle, Türk

siyasal hayatında yeni bir sayfa açacak olan yeni bir anayasa hazırlanması işine

girişmiştir.

Ordu siyasete 27 Mayıs sonrasında, birisi 12 Eylül 1980’de yine

doğrudan, diğerleri de 12 Mart 1971 ve 27 Şubat 1998’de hükümete verilen

muhtıralar şeklinde olmak üzere üç kez daha müdahale edecektir, fakat bu yönde

toplumsal tabandaki (olumlu-olumsuz) beklenti, pratikte uygulanandan daha yerleşik

hale gelecektir.

618

27 Mayıs özellikle büyük kentlerde, aydınlar ve hatta basın tarafından

Beş kişilik bir profesörler kurulu tarafından hazırlıklarına başlanmış

olan ve bir Kurucu Meclis tarafından tamamlanan 1961 Anayasası, kendisini

önceleyenden çok farklı, liberal içerikli bir anayasa olmuştur. En başta siyasal

partiler yasasını nispi temsil sistemine dönüştürerek siyasal yelpazede yer alan tüm

görüşlerin TBMM’ye yansımasını sağlamış olması siyasal yaşamda önemli

değişimlere yol açmıştır.

619

616 1961 Anayasası’nın 111. maddesi, milli güvenlikle ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere gerekli temel görüşleri Bakanlar Kurulu’na bildiren bir organ olarak Milli Güvenlik Kurulu’nu (MGK) yaratmıştır. (1972’de yapılan bir anayasa değişikliğiyle MGK, kararlarını “bildiren” bir kurum olmaktan çıkartılarak “tavsiye eden” bir kurum konumuna çıkartılmış, dolayısıyla ordunun siyasetteki rolü de artırılmıştır.) Özbudun, Çağdaş Türk Politikası, s. 99.

büyük

oranda memnuniyetle karşılanmış, fakat bu kesimler dışındaki büyük çoğunluk

şaşırtıcı şekilde sessiz kalmıştır. Yeni anayasa için 9 Temmuz 1961’de yapılan

referandumun sonuçları ise sessiz çoğunluğun büyük oranda, ortadan kaldırılmış da

olsa DP’ye bağlılığının (oyların %33,8’inin aleyhte olması) devam ettiğinin bir

617 Nurşen Mazıcı, “27 Mayıs, Kemalizmin Restorasyonu Mu?”, Ahmet İnsel (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm, s.558. 618 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 352. 619 Mazıcı, “27 Mayıs, Kemalizmin Restorasyonu Mu?”, s. 562-565.

Page 198: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

189

göstergesi olmuştur.620

Darbenin ardından, sivil siyasete önce siyasi partiler üzerindeki yasak

kaldırılarak, yapılacak seçimler için yeni partilerin kurulmasının önü açılmıştır. Bu

ilk dalgada, sonradan varlık gösteremeyecek olan birçok siyasi parti kurulmuş,

özellikle de DP’nin devamı olmak bağlamında ve Demokrat adını kullanmak

amacıyla kurulan partiler, İçişleri Bakanlığı’nın hiçbir partinin Demokrat adını

kullanamayacağına yönelik kararıyla kapanmıştır.

Zaten darbe sonrası yapılan ilk genel seçimler de bu durumu

destekler bir şekilde sonuçlanacaktır.

621

15 Ekim 1961’de yapılan ilk genel seçimlerin sonucu, DP yaklaşımının hala

ülkedeki en önemli güç olduğunun göstergesi olmuştur. DP’nin muhafazakar

yaklaşımının en ciddi temsilcisi AP seçimde 158, CHP 173 milletvekili çıkarmıştır,

fakat AP ile birlikte 54 milletvekiliyle CKMP ve 65 milletvekili çıkaran YTP de aynı

zihniyetin temsilcileri olarak toplamda CHP’nin üstünde bir güçle meclise girme

olanağı bulmuştur.

Oysa Demokrat Partinin

mirasını devralmak ve sürdürmek için partinin adında Demokrat olmasının

gerekmediği, Adalet Partisi’nin (AP) kuruluşu (Şubat 1961) sonrası gelişmelerle

anlaşılacaktır. AP ile aynı tarihte kurulan, Türkiye İşçi Partisi (TİP), Yeni Türkiye

Partisi (YTP) ve Güven Partisi (GP) dönemin siyasetinde nispeten daha etkili olacak

olan partiler olmuşlardır.

622

27 Mayıs sonrasında bu durumun farkına varılmış olduğu açıktır. En basitinden,

DP’ye özellikle dini siyasete alet etmeleri bakımından yapılan sert eleştirilere

rağmen çok katı laik politikalara geri dönülmemiş olması bunu kanıtlamaktadır.

Buna göre denilebilir ki, CHP’nin temsil ettiği düşünülen

devlet kimliğine bir alternatif aidiyet formu olarak ortaya çıkan ve farklı dozlarda da

olsa muhafazakârlığın, milliyetçiliğin ve İslam’ın bir bileşkesi olarak temsil edilen

kimliğin gücü, onu temsil eden güçler devlet eliyle engellenmiş de olsa 27 Mayıs’ın

hemen ardından dahi hala yerindedir.

620 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 358. 621 Örneğin, Fuat Köprülü öncülüğünde kurulan Yeni Demokrat Partisi ve adında olmadığı halde amblemi DP şeklinde olduğundan Devrim Partisi İçişleri bakanlığının kararıyla faaliyete geçemeden kapanmışlardır. Muzaffer Sencer, Türkiye’de Siyasal Partilerin Sosyal Temelleri (İstanbul: May Yayınları, 1974), s. 267-268. 622 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 359.

Page 199: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

190

Gerçekte türbelerin onarılması, yeni camilerin inşa edilmesi ya da okullarda din

eğitimi üzerinde daha özenle durulması gibi uygulamalar, tabanın taleplerinin devlet

eliyle tatmin edilmesi suretiyle İslamcılığın kontrol altına alınmasına yönelik

olmuştur, ama bu da bir nevi farkındalığın sonucu olmuştur. 1961 Anayasası’na dinin

siyasal amaçla kullanılmasını yasaklayan bir madde eklenmesi de623

1965’e kadar koalisyon ortaklığı yapmış, kurabilmiş olan AP ise, 1965’te iktidar

olmayı başardıktan sonra, DP’ye benzer bir şekilde temsil ettiği tabanın farkında

olarak bu tabana yönelik politika yapmakta gecikmemiştir. Partinin İslami niteliği

sıkça vurgulanmakla birlikte, Süleyman Demirel dönemi AP’sinin daha öne çıkan bir

özelliği ise sol-komünizm karşıtlığı olmuştur. Komünizm karşıtlığı ile İslam vurgusu

aslında birbirinden çok ayrılamayacak unsurlar olarak hep birarada olmuş

bununla ilintili

bir durum olarak ortaya çıkmıştır. Yani devlet, bir yandan İslam’ı (İslamcılığı)

kontrol altına almak üzere dinsel öğeleri de kendi eliyle kullanmaya çalışırken, diğer

yandan kontrol edememe endişesini üzerinden atamamış ve buna karşı önlemlerini

de almak üzere harekete geçmiştir.

624

623 (19. Md) Kimse, Devletin sosyal, iktisâdî, siyasî veya hukûkî temel düzenini, kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya şahsi çıkar veya nüfuz sağlama amaciyle, her ne suretle olursa olsun, dinî veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz. Bu yasak dışına çıkan veya başkasını bu yolda kışkırtalar, kanuna göre cezalandırılır; dernekler, yetkili mahkemece ve siyasi partiler Anayasa Mahkemesince temelli kapatılır. Suna Kili ve Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri: Sened-i İttifaktan Günümüze (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2000), s. 178.

, fakat

1961 Anayasası’nın siyaset bağlamında sağladığı özgürlük ortamında kendini çok

daha fazla ve açık ifade etme olanağı bulan sol/komünist görüş ve oluşumlara ‘karşı

olmak’, muhafazakârlar için dönemin en önemli birleştirici unsuru olarak işlemiştir.

1960’ların ilk yarısında solda Amerikan karşıtlığının yükselişi ve özellikle dış

politika konusunda DP döneminde yaratılan ABD ve Batı bağımlılığının sol

görüşlerce eleştirisi, İslam’ı kullanma derecesini artırdığı kadar, muhafazakâr sağın

ayrışması ve içinden farklı siyasal oluşumlar çıkarması sürecine de etkide

bulunmuştur.

624 Bilindiği gibi, komünizme karşı İslam vurgusu dönem olarak sadece Türkiye’ye özgü bir durum değildir. İslam’ın komünizme karşı bir panzehir olarak kullanılması fikri, temelde ABD’nin Ortadoğu politikası kapsamında yayınlanan bir belgeyle (NSC 5820/1) ABD’de üretilmiştir. Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, s. 158.

Page 200: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

191

1970’lere gelindiğinde AP çatısı altında, daha İslamcı kanat ayrılarak kendi

partisini kurmuş, radikal milliyetçiler ise Alparslan Türkeş’in Milliyetçi Hareket

Partisi (MHP)625 altında birleşmişlerdi. Bu tarihlerde artık muhafazakârlık yeterince

birleştirici olma gücünü yitirmiş, İslamcı ve daha reaksiyoner milliyetçi unsurlar

ayrışmıştır. Necmettin Erbakan’ın Milli Nizam Partisi (MNP) ve Türkeş’in MHP’si

henüz AP’ye ciddi birer siyasal rakip olacak düzeye gelememiş olsalar da, daha

ilerde görüleceği gibi ayrışma zaman içinde toplumsal tabanda da içselleştirilerek söz

konusu grupları iktidara kadar taşıyacaktır. Esasen, AP’nin temel siyasi kadroları, DP

örneğinde görüldüğünden çok farklı olmayan bir biçimde, Cumhuriyet

modernleşmesinin muhafazakâr yorumu ötesinde Cumhuriyet devletinin modern

kimliğinden çok da uzak değildirler. Bir başka deyişle, AP yöneticileri AP’ye oy

veren kitlelerden daha az İslamcı bakış açısına sahip olmuşlardır.626 İslam’ı temsil

etme misyonunu üstlenerek oluşan MNP gibi oluşumlar, aynı zamanda 1945-

50’lerde DP için olduğu gibi, toplumdaki sosyo-ekonomik değişimlerden de

beslenmişlerdir. Sanayileşmenin giderek büyük sermayenin lehine işlemesi, küçük

çiftçi, tüccar ve esnaf gibi kesimlerde önemli statü kayıplarına yol açmış, statü

kayıplarını Batı’ya açılmakta gören kitleler kendilerini AP politikalarına muhalif ve

büyük oranda da İslamcı kesimlere yakın bulmuşlardır.627

Türkeş’in MHP’si ise, MNP ile hemen aynı tabakadaki kitlelerin oylarıyla

ilgilenmekte ve bu bağlamda belirli oranda İslami doz kullanmakta olsa da, söz

konusu dönemde en fazla komünistlere karşı mücadelesi ve bu mücadelenin

yöntemiyle öne çıkmış bir parti görünümündeydi. Partinin, milliyetçilik

kılavuzluğunda, Türk-İslam uygarlığını canlandırmak ve yeniden kurmak amacıyla

kurulduğunu ve siyasetle ilişkilerinin olmadığını açıkladığı

628

625 MHP, 8-9 Şubat 1969’da yapılan kongrede Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin (CKMP) adının değiştirilmesiyle kurulmuştur.

gençlik örgütlerinin

(Bozkurt) olaysız sokak gösterileriyle başlayan komünizme karşı mücadelesi, kısa

sürede komünistlere (solcu öğrenci, akademisyen, yazar ve hatta siyasetçilere) karşı

626 Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne, s. 91. 627 Ahmet N. Yücekök, Türkiye’de Örgütlenmiş Dinin Sosyo-Ekonomik Tabanı (1946-1968) (Ankara: Sevinç Matbaası, 1971), s. 101-102. 628 Jacob M. Landau, Türkiye’de Sağ ve Sol Akımlar, çev. Erdinç Baykal (Ankara: Turhan Kitabevi, 1979), 307.

Page 201: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

192

düzenlenen silahlı eylemlere dönüşerek 1970’lerde Türkiye’nin sağ-sol çatışması

olarak içine düştüğü kargaşa ortamına büyük etkisi/katkısı olmuştur.

Söz edilen çatışma ortamı 1971 yılına gelindiğinde, silahlı kuvvetlerin bir kez

daha bozulan düzeni yerli yerine oturtmak üzere siyasete müdahale etmesinin bir

gerekçesi olarak kullanılacaktır. 12 Mart 1971’de Genelkurmay Başkanı ile Kara,

Hava ve Deniz kuvvetleri komutanları, Cumhurbaşkanı, Meclis ve Senato

başkanlarına birer muhtıra vererek, anarşiyi sona erdirebilecek ve anayasaca

belirlenmiş reformları uygulayabilecek güçlü bir iktidarın kurulmasını, aksi halde

anayasal hakkı olarak iktidara el koyacağını bildirmiştir.629

Muhtıra sonrası hükümetler, birincil iş olarak yeniden asayiş ve düzenin

sağlanması işine yönelerek ve düzeltilmesi gerekenin solcular olduğuna karar vererek

öğrenci ve gençlik örgütlerinden derneklere her tür sol hareketi yok etmek üzere

harekete geçmişlerdir. Bu süreçte, liderleri komünist propaganda yapmakla suçlanan

Türkiye İşçi Partisi (TİP) de kapatılmıştır. MNP de aynı süreçte kapatılmış, fakat

birkaç ay içerisinde Milli Selamet Partisi (MSP) adıyla yeniden kurulurken herhangi

bir engelle de karşılaşmamıştır.

Muhtıra üzerine Demirel

hükümetten istifa etmiş, fakat ordu iktidara el koymayı tercih etmemiş olduğundan,

CHP’li (ama daha sağda olan) Nihat Erim başkanlığında ‘partilerüstü’ bir hükümet

kurdurmuştur.

Kitlelerin gözünde yukarıdan dayatılan reformları, batılılaşmayı, laikliği,

Kemalizm’i ve aslında Cumhuriyet devletini temsil ettiği oranda kaybettiğinin

ayırdına varan CHP ise, 1960’ların ortalarında başladığı arayışını (İnönü’nün 1965

seçimlerinden önce partiyi ortanın solu’nda tanımlaması), 1970’lere gelindiğinde

özellikle devletin ve bürokrasinin partisi ‘olmama’ kararıyla önemli bir noktaya

ulaştırmıştı. Geçmişin temsilcisi İnönü’yü de, yeniliğin temsilcisi Bülent Ecevit’le

değiştirmek (1972) kitlelerin partisi olma isteğine de katkıda bulunacaktı.630

629 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 375.

Geleneksel devlet otoritesiyle (eşittir Kemalizm’le) parti arasına belirli bir mesafe

koymayı başarabilmiş olmasının CHP için ne derecede önemli olduğu, muhtıra

sonrası olağan siyasi hayata dönüldüğünde çok çabuk ortaya çıkacaktır. Söz konusu

630 İsmail Cem, Siyaset Yazıları: 1975-1980 Türkiye’si (İstanbul: Cem Yayınevi, 1980), s. 353.

Page 202: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

193

dönem, CHP’nin sağ-muhafazakârlık karşısında yenilgiye uğramadığı tek dönem

olacaktır. CHP’nin 1973 ve 1977 seçimlerinde sağ-muhafazakâr AP karşısında

birinci parti olması, elbette yalnızca CHP’deki bu değişiklikle açıklanabilecek bir

durum değildir. TİP’in kapatılmasının sol tarafından doldurulması beklenen bir

boşluk yaratmış olduğu ve CHP’nin yeni benimsediği sosyal demokratlığın bu

boşluğu doldurmak konusunda umut vermiş olduğu doğru olmakla birlikte, sağ

siyasetin aşırı bölünmüş olması da göz ardı edilemeyecek bir etkendir. Zaten

1970’lerdeki bu hava sona erdiğinde, CHP yine eski konumuna dönecek ve

geçmişten gelen Türkiye’nin ‘yeni’ insanlarıyla devlet arasındaki benimsememe

durumu631

Toplumsal algılamalarda çok önemli bir değişiklik olmadığının bir diğer işareti

de, Erbakan’ın kapatılan MNP’nin yerine kurduğu MSP’nin seçimlerden üçüncü

parti olarak çıkabilmiş olmasıdır. İslami esaslara dayalı ekonomi vurgusuyla, İslami

köktencilikten daha fazla bir tür İslam sosyalizmini andıran görüşleriyle MSP,

bundan sonrasında siyasal İslamın, sağ-muhafazakârlık şemsiyesinden ayrı, ciddi bir

potansiyel olarak dikkate alınmasının da yolunu açmıştır.

kendini göstermeye devam edecektir.

632

1971 müdahalesi sonrası, 1973 seçimleriyle normal siyasete dönülmüş olmasına

karşın, Türkiye’de işlerin normalleştiği söylenemez. Özellikle zayıf koalisyonlar,

hükümet krizleri ve onu izleyen ekonomik kriz ve Hale’in, Hobbes’un Leviathan’ına

atıfla, “herkesin herkese karşı savaştığı” durum

633

Görevini ‘demokrasiyi siyasetçilerden kurtarmak’ olarak tanımlamış olan

olarak tanımlayabileceği kadar

çıkmaza girmiş olan toplumsal çatışma ortamı, işleri içinden çıkılmaz hale getirmiş,

oyuncu ve senaristlerin düğümlendiği noktada da devreye, bir kez daha deus ex

machina girmiştir.

634

631 Levent Köker, “Liberal Muhafazakârlık ve Türkiye”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık, s. 288.

ordu,

darbeden sonra kurulan Milli Güvenlik Konseyi aracılığıyla ve başkanlığında Kenan

Evren olmak üzere tüm iktidarı eline almıştı. Darbeden bir hafta kadar sonra (21

632 Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, s. 171. 633 William Hale, Türkiye’de Ordu ve Siyaset: 1789’dan Günümüze, çev. Ahmet Fethi (İstanbul: Hil Yayınları, 1996), s. 196. 634 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 406.

Page 203: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

194

Eylül) emekli bir amiral olan Bülend Ulusu başkanlığında, üyeleri büyük çoğunlukla

emekli subay ve bürokratlardan oluşan yeni kabine oluşturulmuş, fakat kabinenin

faaliyetleri Milli Güvenlik Konseyi’nin kararlarını uygulamaktan öteye gitmemiştir.

Ardından, siyasal hayatı normale çevirmek ve ‘terörü’ durdurmak adına ilk iş olarak

mevcut tüm siyasal partilerin faaliyetleri durdurulmuş, parti liderleri tutuklanmış ve

aynı zamanda birkaç hafta içinde sayısı onbinleri geçmiş (bir yıl sonra

tutuklananların sayısı 120 bini geçecekti) olan tutuklamalar sonucu toplumsal

çatışma yok denecek kadar azaltılabilmişti.635

Milli Güvenlik Konseyi belirli bir ‘düzen’ kurduktan sonra, Ekim 1981’de yeni

bir anayasa hazırlanması konusunda girişimleri başlatmış ve yeni anayasa

referandumdan geçtikten sonra normal siyasal hayatın yeniden başlayacağını

açıklamıştır. Fakat bu süreç içerisinde 1980 parlamentosunun tüm üyelerini beş

yıllığına, parti liderlerini de on yıllığına her tür siyasi faaliyetten uzaklaştıracak yeni

kanunlar çıkarılmış

636, bir bakıma yeni rejimde eski siyasetçilere yer verilmemesi

konusunda kararlı bir tutum takınılmıştı. 1960 Anayasası’nın hükümlerini tersine

çevirir hükümler üzerine kurulmuş olan yeni anayasa, Cumhurbaşkanı’na en başta

parlamentoyu feshedip seçim kararı alma yetkisi de tanıyarak Cumhurbaşkanlığı’nın

yetkilerini artırmıştır. Yine, 1971’de hükümete ‘bildiren’ bir kurumdan, ‘tavsiye

eden bir kurum’a dönüştürülen MGK, bu sefer “alınmasını zorunlu gördüğü

tedbirlere ait kararların öncelikle dikkate alınmasını sağlayan” bir kurum konumuna

getirilmiştir.637 Bunların yanında basın özgürlüğü, sendikal özgürlükler ve kişi hak

ve özgürlükleri de büyük oranda kısıtlanmıştı. Bu kısıtlamalar, toplumun siyaset

dışında tutulması planı üzerine hareket eden638

Yeni anayasa 7 Kasım 1982’de yapılan referandumda, %91,4 evet oyuyla kabul

edildikten sonra, yeni seçimlerin 1983’te yapılabileceği açıklanmış ve ardından yeni

Siyasi Partiler yasası ilan edilerek yeni partilerin kurulabilmesinin önü açılmış oldu.

bir oluşumun doğuracağı anayasa

bağlamında kaçınılmaz hükümlerdi.

635 Ibid., s. 407. 636 Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, s. 188. 637 Gencer Özcan, “Türkiye’de Siyasal Rejim ve Dış Politika”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının Analizi (İstanbul: Der Yayınları, 1994), s. 297. 638 Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, s. 186.

Page 204: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

195

Yeni kurulacak siyasi partiler için, Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanma

koşulu, kurulan onbeş partiden yalnızca üç tanesinin 6 Kasım 1983’te yapılan genel

seçime katılabilmesine yol açmıştır. Onaylanmayan paritler içinde AP’nin ve

CHP’nin devamı olduğu bilinen Doğru Yol Partisi (DYP) ve Sosyal Demokrasi

Partisi de yer almıştı. Milli Güvenlik Konseyi’nin onayından geçen partiler, askeri

yönetimin açıkça desteklediği Milliyetçi Demokrasi Partisi, CHP’nin geleneksel

kanadını temsil ettiğini söyleyebileceğimiz Halkçı Parti ve 1980 sonrası siyasal

yaşama izlerini bırakacak olan Turgut Özal’ın Anavatan Partisi (ANAP)’dı. Özal’ın

partisi yönetimin açık desteğine sahip olmamakla birlikte, bu durum onun avantajına

olmuş ve askeri yönetimin artık siyasette olmasını istemeyenler için tek demokratik

seçenek olarak göründüğünden % 45,14’ünü alarak Meclis’te salt çoğunluğu

sağlamayı başarmıştır.

ANAP, aslında geçmiştekinden farklı olarak eski partilerin hiçbirinin doğrudan

devamı olmayan yeni bir partiydi ve büyük oranda siyasal kısıtlamalar dolayısıyla

AP’den MHP’ye ve hatta CHP’ye kadar tüm eski oluşumların unsurlarını içinde

barındırmaktaydı. Bu bağlamda, muhafazakârlığı, milliyetçiliği, İslamcılığı ve hatta

sosyal adalete olan inancından dolayı solculuğu (ortanın solu) dahi

sahiplenmekteydi.639 Esasen Özal ve partisinin siyasal yaklaşımlarının temelinde

yatan düşünce olan ‘Türk-İslam Sentezi’640 bağlamında bakıldığında bu garip gibi

duran birleşim, abartılı da olsa olanaksız değildi. 1960’lı yıllardan sonra gelişen ve

esas olarak 1970’li yıllarda Aydınlar Ocağı641

639 Ibid., s. 191.

tarafından formüle edilen Türk-İslam

Sentezi, sağcı muhafazakâr bir çizgide, din ile milliyetçiliği buluşturan bir sentez

640 Türk-İslam Sentezi konusunda, İbrahim Kafesoğlu, Türk-İslam Sentezi (İstanbul: Ötüken Yayınları, 2008); Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine, Yüksel Taşkın, “Muhafazakâr Bir Proje Olarak Türk-İslam Sentezi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 5: Muhafazakârlık, s. 381-401; 641 Temeli 1960’lı yıllarda kurulan ve 1965’te kapanan Aydınlar Kulübü’ne dayanan Aydınlar Ocağı, 14 Mayıs 1970’te İbrahim Kafesoğlu başkanlığında kurulmuştur. 1970’li yıllar boyunca, seminer ve kongreler gibi bilimsel toplantılar düzenleyerek görüşlerini geliştirmek ve yaymak üzerine yoğunlaşmışken, 1980 darbesinin ardından Türk-İslam sentezinin yeni yönetimce benimsenmesiyle bir bakıma resmileşmiş olması, Ocağın çalışmalarının da onaylanması sonucunu doğurmuştur. Zaten 1980 sonrasının, Özal dâhil, sağ muhafazakâr/milliyetçi siyasetçilerinin yolu 1970’lerde bu Ocak’tan geçmiştir. Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine, s. 57-59.

Page 205: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

196

olarak ortaya koyulmuştur.642 Bu bağlamda, Türklerin kendi geçmişleriyle İslamiyet

geçmişi arasında bir sentez yapan, Türk kimliğini İslam aracılığıyla tanımlayan

milliyetçi bir ideolojidir. Türk-İslam Sentezinde ‘Milli Türk Kültürü’ne dönüş öne

çıkarılmakla birlikte, İslam, Türk kültüründen üstün tutulur, fakat Türk kültürü de

İslamiyet’in körelmesini önlemiş bir unsur olmak bakımından önemsenmektedir. Bu

çerçevede, siyaseten İslamcılıktan farklılaşmaktadır.643

Bu noktada, Türk-İslam sentezinin Özal’ın siyasete hakim olmasından itibaren

Türk siyasetine dahil edilmediği, aslında Türk-İslam Sentezi’ne ilk olarak 1980

darbesinin askeri yönetiminin sahip çıktığı, bir bakıma devletin yeni ideolojisi olarak

benimsemiş olduğu belirtilmeden geçilmemelidir.

644 Zürcher’e göre, komünizmi

devletin en büyük düşmanı olarak görmeye koşullanmış olan ordu, milliyetçilik ve

devletle dost bir İslam anlamına gelen Türk-İslam Sentezi’ni, bir panzehir olarak

kullanmaya kararlıydı. Bir başka deyişle, Türk-İslam Sentezi’nden beklenen, hem

toplumu depolitize etmek,645 hem de ideolojik olarak parçalanmış toplumda yeni bir

toplumsal fikir birliği sağlamak olmuştur.646 Vatan, ordu, anne, baba sevgisinin dini

bir görev gibi sunulduğu ‘Din ve Ahlak’ derslerinin askeri yönetim zamanında bütün

okullarda zorunlu hale getirilmiş olması bu durumun uygulamalarından sadece

birisidir.647

Türk-İslam Sentezi üzerinden, milliyetçi-muhafazakâr bir çizgide toplumu

dönüştürme hedefi, 12 Eylül rejiminin devletin geleneksel mantığını da aynı çizgide

yeniden yorumlamasına ve sol Kemalizm’e karşı duyulan rahatsızlık dolayısıyla

yeniden adlandırılmasına yol açarak 12 Eylül Atatürkçü’lüğü diyebileceğimiz bir

642 Çalış, Hayaletbilimi ve Hayali Kimikler, s. 113. 643 Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine, s. 56-57. 644 M. Hakan Yavuz, “Değişen Türk Kimliği ve Dış Politika: Neo-Osmanlıcılığın Yükselişi”, Türkiye’nin Dış Politika Gündemi, s. 49. 645 Yavuz, “Değişen Türk Kimliği ve Dış Politika: Neo-Osmanlıcılığın Yükselişi”, s. 48. 646 Zerrin Kurtoğlu, “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Siyaset: Pozitivist Yönetim İdeolojisinin İslam’ın Siyasallaşmasına Katkısı”, Yasin Aktay (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 213. 647 Gerçi Türk-İslam Sentezi’nin, bir diğer deyişle Aydınlar Ocağı’nın etkisi 12 Eylül askeri rejimine sundukları anayasa taslağının izlerinin 1982 Anayasası’nın da bulunabilmesi, hatta 24 Ocak kararlarının hazırlanışındaki öncü rolleri ile de rahatlıkla görülebilecek kadar açıktır. Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine, s. 62.

Page 206: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

197

çerçeve ortaya çıkarmıştır. Bu çerçeve Atatürkçülükle, muasır medeniyetler

seviyesine yükselme bağlamında modernleşmeye bağlılık sürdürülmüştür, fakat

kültürel politikalarda da ortaya koyulduğu şekilde, sağ değerlerle örtüşecek biçimde

restore edilmiştir.648

Başlatıcısı 12 Eylül rejimi olmasına karşın, Türk-İslam sentezi çerçevesindeki

uygulamalar 1983 sonrası Özal iktidarı ile daha fazla belirginlik kazanmış ve bazı

görüşlere göre asıl bu dönemde resmileşmiştir. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT)’nın

1983’te ulusal birliği sağlamlaştırmak için İslami ahlakın eğitime yeniden dahil

edilmesini önerdiği

Esasen, 12 Eylül’ün Atatürkçülüğü (ya da sağ Kemalizm),

Kemalizm’i muhafazakâr çevrelerle yapılan ittifaka ters düşmeyecek bir biçimde/ya

da bu amaçla doğrudan milliyetçilikle tanımlamaktadır. Nihayetinde, Kemalizm’in

‘sol’ yorumundan arındırılmış bir Atatürkçülük ve aynı zamanda batılılaşma

anlamından ayrılmaya başlayan bir modernleşme kavramı, ulusal zeminde daha fazla

onaylanabilecek olması bakımından devlet eliyle uygulamaya koyulmuştur.

649 Milli Kültür Raporu, Türk-İslam Sentezi’ne devlet politikası

niteliği kazandıran unsur olarak kabul edilmektedir. Bunun ötesinde, Türk Dil

Kurumu ve Türk Tarih Kurumu arasında eşgüdümü sağlamak üzere, 1982

anayasasıyla (134. md) kurulmuş olan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu

(AKDTYK) da, Türk-İslam Sentezi’nin resmileştirildiği en önemli kurumlardan

birisi olmuştur. AKDTYK’nın 1986’da yayınladığı bir rapor, Türk Tarih Tezi özünü

korumakla birlikte, Türk kültürünün Asyalı olduğu kadar, Müslüman olduğunu da

vurgulamakta ve içeriğiyle Türk-İslam Sentezi’ni onaylamaktadır.650 Ayrıca, 12

Eylül sonrasında eğitim ve kültürü denetlemekle görevli kuruluşların (Milli Eğitim

Bakanlığı, YÖK, TRT personeli ve Üniversite rektörleri) personelinin Aydınlar

Ocağı’nın önde gelen üyeleri olduğu da göz ardı edilmemelidir.651

1983 sonrası ANAP (ya da Özal) döneminde Türk-İslam Senteziyle çelişir

görünen bir farklılık, Özal’ın ‘çağ atlamak’ olarak tanımlamış olduğu Batı gibi

648 Yüksel Taşkın, “12 Eylül Atatürkçülüğü ya da Bir Kemalist Restorasyon Teşebbüsü Olarak 12 Eylül”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık, s. 570-571. 649 Yavuz, “Değişen Türk Kimliği ve Dış Politika: Neo-Osmanlıcılığın Yükselişi”, s. 48. 650 Taşkın, “Muhafazakâr Bir Proje Olarak Türk-İslam Sentezi”, s. 400. 651 Hugh Poulton, Silindir Şapka, Bozkurt ve Hilal: Türk Ulusçuluğu ve Türkiye Cumhuriyeti, çev. Yavuz Alogan, (İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1999), s. 223; Emin Alper ve Özgür Sevgi Göral, “Aydınlar Ocağı”, ”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık, s. 587.

Page 207: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

198

olmak, Batı’ya yetişmek için teknolojik batılılaşma gibi tek yönlü de olsa, bir

batılılaşmanın tasdikinde bulunabilir. Aslında bu süreci modernleşme olarak

tanımlamak daha doğru olacaktır, çünkü Özal’ın ünlü ‘çağ atlama’ deyimi, muasır

medeniyetler seviyesine çıkma idealinde içerilen batılılaşma ile modernleşmenin

anlamdaşlığından farklı olarak, modernleşme ile ilişkilidir. Bir başka deyişle, bu

dönemde batılılaşma ile modernleşme anlam olarak birbirlerinden ayrılmıştır652 ve

bu ayrışmada 24 Ocak 1980 kararlarıyla temsil edilen ekonomik liberalizmin de

önemli bir etkisi olmuştur. Batı, refah seviyesini batılılaştırmak bağlamında

ekonomik bir projenin referansı olmaya başlamış,653 kültürel batılılaşma dışlanırken

ekonominin batılılaşması onaylanmıştır. 654 Bu noktada 1980’lerin sonuna

yaklaşıldığı bir tarihte, başından beri kendisini batılılaşma retoriğinden uzak tutmaya

çalışan Türk-İslam sentezcilerinin teknoloji, sanayileşme, pozitif bilim ve çağdaşlıkla

sembolize edilen Batı’yı projelerinde içerecek ve bunu Türk-İslam-Batı Sentezi

olarak sunacak şekilde bir dönüşüm geçirmiş oldukları da gözden

kaçırılmamalıdır.655

Özal-ANAP iktidarının içerdiği bu liberal-muhafazakâr çizginin, ulusal kimlik

bağlamında, devletin belirlediği cumhuriyetçi-batılı-laik kimlikten daha uyumlu

olduğu, 1950’lerden beri iktidara taşınan partilerin kimliklerine bakılarak dahi öne

sürülebilir. Bununla birlikte, Özal’ın ANAP’ında biraraya gelen milliyetçi, İslamcı

ve liberal birlikteliğinin bir sentez olmaktan çok, darbe sonrası kısıtlı siyasal hareket

olanakları altında oluşan bir çıkar birlikteliği olduğu 1980’lerin sonlarına

gelindiğinde, liberallerle, milliyetçi-muhafazakârların (İslamcıların) kamplara

bölünmesinde görülebilir. Aynı ayrışma toplumsal tabanda da tedrici olarak

652 Deren, “Kültürel Batılılaşma, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık, s. 400. 653 Toker ve Tekin, “Batıcı Siyasi Düşüncenin Karakteristikleri ve Evreleri”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık, s. 103. 654 Esasen Türkiye’de sağ-muhafazakârlıkla liberalliğin bir koşutluk içerisinde olması, DP iktidarından itibaren gözlemlenen bu durumu onaylar görünmektedir. Türkiye’de muhafazakârlığın-liberallikle ilişkisi konsunda; Köker, “Liberal Muhafazakârlık ve Türkiye”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. V: Muhafazakârlık, s. 274-290; batılılaşma ile ilişkisi bağlamında Toker ve Tekin, “Batıcı Siyasi Düşüncenin Karakteristikleri ve Evreleri”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık’a da bakılabilir. 655 Alper ve Göral, “Aydınlar Ocağı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık, s. 588.

Page 208: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

199

görülmeye ve 1980 öncesi siyasi liderlerin yasakları kalkıp, siyasete döndükleri

1987’den sonra belirginleşmeye başladı. 1980’lerin sonlarına yaklaşılırken,

birbirlerinden farklı politikalar ortaya koyamayan, neredeyse birbirinin aynı olan

sağ-muhafazakâr partiler arasından sıyrılan, yükselişe geçen unsur İslam olacaktı.

İslam’a devlet eliyle taviz verilmesi çok partili hayata geçişle birlikte başlamış

olsa da, devlet ve din arasındaki mesafe 12 Eylül’e kadar korunmuştu. 12 Eylül

rejimi devlet’in kimlik tanımlamasında öteki’si olan İslam’ın, bir başka öteki olan

komünizme karşı kullanılması sürecini başlatmakla, İslam’ı devlet siyasetinin asli bir

bileşeni haline getirmiştir.656

3. İslamcılıktan Milliyetçiliğe 1990’lı Yıllar

Devletin kendi meşruiyetini dinden ödünç aldığı

kavramlarla inşa etme yoluna gitmiş olması, toplumsal hafızada zaten canlı ve etkin

olan İslam’ın siyasallaşacak hareket alanını sağlayacak bir süreci de başlatmıştır.

1990’lı yıllara damgasını vuracak olan siyasal İslam’ın yükselişi, iktidara İslamcı

kimliğiyle tanımlanan bir partiyi taşıdıktan sonra ise, esas öteki’ye verilen ödünlerin

sonuçları, üstelik karşısına çıkarıldığı diğer öteki (komünizm) de tarih sahnesinden

yok olmuşken, orduda bir kez daha Kemalist-laik dürtüyü harekete geçirecek ve bu

yükselişin önü alınmaya çalışılacaktır.

1990’lı yıllar, 12 Eylül rejiminin başlattığı ve 1980’li yıllar boyunca Özal ve Demirel

iktidarlarının sürdürdüğü, İslamcılığı yükselişe geçiren uygulamalar, aslında daha

1990’ların başlarında düşündürücü ve yeniden kaygı verici olmaya başlamıştı. Bu

durumu ANAP’ın özelinde, partinin muhafazakâr ve milliyetçi kanat yerine daha

fazla liberal tarafına ağırlık vermesinde de görmek mümkündür. Diğer yandan,

ordunun üstü pek de kapalı olmayan demeçlerle laikliğin muhafazası konusunda

uyarıları duyulmaya başlamıştı.

1990’lı yılların başında ağırlıkla hissedilmeye başlanan İslamcı yükseliş, temelde

en iyi şekilde 1991 seçimlerinde, 12 Eylül sonrasında kapatılan Erbakan’ın

MSP’sinin yerine kurulmuş olan Refah Partisi’nin (RP) %16,9’luk bir oy oranıyla

(Milliyetçi Çalışma Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisiyle ittifak yaparak) meclise

656 Kurtoğlu, “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Siyaset: Pozitivist Yönetim İdeolojisinin İslam’ın Siyasallaşmasına Katkısı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık, s. 214.

Page 209: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

200

girmiş olmasıyla temsil edilebilir. RP kuruluşunun hemen ardından katıldığı ilk

seçimlerden itibaren sürekli bir yükseliş göstermiş, oylarını her seçimde ikiye

katlayarak (1987 genel seçiminde % 7,1; 1989 yerel seçimde %9,8; 1991 genel

seçimde %16,9) oylarını sürekli artırabilen tek parti olarak iktidara yaklaşmak

anlamında önemli yol katetmiştir. Bu yükseliş 1995 genel seçimlerinde %21,38 oy

oranıyla birinci parti olmasına ve Erbakan’ın başbakanlık koltuğuna oturmasına

kadar sürecektir.

İslamcı kimliği ile tanımlanan bir partinin ilk kez olarak bu oranda oy almış

olmasının ardında, muhafazakâr-sağ partilerin ve aynı şekilde merkez sol partilerin

parçalanmışlığı, 1990’lı yıllarda siyaseti kısır çekişmelerle kilitlemiş olmaları ve

mevcut sorunlara çözüm sunan yenilikçi programlar üretememiş olmaları gibi

sebepler yattığı söylenebilir. Bununla birlikte, elbette 1980’lerin ikinci yarısından

sonra liberal ekonomi politikalarının yarattığı sorunların etkilerinin, özellikle

enflasyonun güçlü bir şekilde hissedilmeye başlanmış olması, kırsal kesimden kente

göçlerin de etkilediği artan işsizlik gibi ekonomik unsurlar ve RP’nin Türkiye’nin

önemli bir gerçeği olan gecekondu yoksullarına yönelik bir siyaset izlemesi de bu

yükselişte önemli etkenler olmuştur.657

1950’lerde başlayan, fakat 1980 sonrasında resmileşen devlet eliyle İslam’ın

ulusal düzeyde birleştirici bir unsur, hatta devlet kimliğine bir meşruiyet dayanağı

olarak kullanılması, İslamcıların ilk başta eğitim yoluyla bürokrasiye dahil olmaları

ve 1990’lara gelindiğinde artık devlet katında laik seçkinlerin üstünlüğünü ve

bütünlüğünü yitirmiş olmalarına yol açmıştır.

İslamcı kimliğiyle RP’yi iktidara taşıyan bu

tür etkenlerin, daha geniş bir açıdan bakıldığında, 12 Eylül rejiminin İslam’ı

kullanmak suretiyle onaylayan uygulamalarının yarattığı hareket alanı içinde ortaya

çıkabildiği söylenebilir.

658

657 İhsan D. Dağı, Kimlik, Söylem ve Siyaset: Doğu-Batı Ayrımında Refah Partisi Geleneği (Ankara: İmge Kitabevi, 1998), s. 19-20.

Ekonomik yaşamda, 1990’da

kurulan Müstakil İş Adamları Derneği’nin (MÜSİAD) temsil ettiği İslami

kuruluşların gücünün artması da aynı döneme rastlamıştır. Bu çevreler, Batı

kapitalizmine, batılılaşmaya karşı çıkarak kendi kültürel ve sosyal düzenlerini,

658 Yavuz, “Değişen Türk Kimliği ve Dış Politika: Neo-Osmanlıcılığın Yükselişi”, Türkiye’nin Dış Politika Gündemi, s. 52.

Page 210: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

201

dolayısıyla İslami değerleri ön plana çıkarmışlardır.659 MÜSİAD İslami değerleri

savunmakla birlikte, aynı zamanda 1980 sonrası liberal ekonomi politikalarından

olumsuz etkilenmiş olan küçük ve orta ölçekli sanayi ve iş gruplarının sesi olmakla

da etkinlik sağlamıştır. Yine aynı sürecin bir uzantısı olarak çeşitli tarikat ve

cemaatlerin etkinliğinin artması ve siyasi partilerin açıkça bu cemaatlerce

desteklenmesi (siyasi partilerin oy arayışıyla bunlara yönelmesi ile birlikte), özellikle

İslami entelektüel diyebileceğimiz bir çevrenin de katkılarıyla İslamın ve

değerlerinin siyasal ve toplumsal alana daha açıkça yayılmasına yol açmıştır. Söz

konusu bu cemaat ve tarikatların 1990’lara yaklaşırken, radikal yönleri

törpülenmiş660, çoğunlukla devletle uyum içinde (Fethullah Gülen örneğinde olduğu

gibi)661

Tüm etkenler biraraya geldiğinde, 1990’lı yıllarda Türk kimliğinin, içinde

barındırdığı İslami unsur bakımından ve laik/batılı devlet kimliğinin sorgulanması

bağlamında fazlasıyla tartışıldığı, 1950’lerden beri yapılan muhafazakâr yeniden

yorumlamaların İslami unsurun ağırlığıyla birlikte artık bir ‘yeni’ kimlik çerçevesine

ulaştırıldığı bir noktaya gelinmiştir. Bu dönemde artık İslamcı fikirler değerlerini, bu

değerleri benimsemeye açık, hazır bir kitleye yönlendirmekteydiler. Kimlikteki bu

yeni tanımlamalar, Cumhuriyet’in devlet kimliğinin öteki’leştirerek kendisini

tanımladığı Osmanlı ve İslam geçmişini referans almakta ve bu bağlamda bir neo-

Osmanlıcılık olarak tezahür etmektedir.

bir yaklaşıma sahip olmaları da siyasal İslam’ın toplumsal desteğini artıran

unsurlardan olmuştur.

662

659 Heinz Kramer, Avrupa ve Amerika Karşısında Değişen Türkiye, çev. Ali Çimen (İstanbul: Timaş Yayınları, 2001), s. 109.

660 1990’lı yıllarda İslam devleti kurma hedefiyle silahlı şiddet kullanma eğilimindeki radikal İslamcı grupların da varlığı, özellikle laik gazeteci, yazar, akademisyen cinayetleriyle kendini hissettirmiştir. 661 Fethullah Gülen cemaati ile ilgili olarak, M.H. Yavuz, 'Towards an Islamic Liberalism? The Nurcu Movement of Fettullah Gulen', Middle East Journal, Cilt 53 (4), 1999, s. 584-605 veya M. Hakan Yavuz, “Neo-Nurcular: Gülen Hareketi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. VI: İslamcılık, s. 307. 662 Neo-Osmanlıcılık, dış politika etkileşimleri bağlamında da etkileri gözlemlenebilen, dolayısıyla devlet kimliğini dönüştürmeyi başarmış bir unsur olarak çok fazla tartışılmıştır. Bu konu, bir sonraki kısımda inceleneceği için burada dışsal boyut ele alınmayacaktır. Fakat şu kadarı söylenebilir ki, Soğuk Savaş sonrası Türk dış politikasında davranışsal anlamda neo-Osmanlıcılığı hatırlatan pek çok olguya rastlanmakla birlikte, bunun bir kimlik değişiminden mi kaynaklandığını ortaya koyabilmek, ancak yapısal süreçler dahil, tüm etkileşim süreçlerini analiz etmekle olanaklı olabilir. Aksi halde,

Page 211: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

202

1996’da ilk kez İslamcı kimliği baskın bir siyasal parti iktidara geldiğinde ve

partinin İslamcı lideri Erbakan başbakan olduğunda, mitinglerinde sık sık duyulan

şeriat’a dönüş çağrılarının gerçekleşebileceği endişesi, cumhuriyetin temel

değerlerini değiştirmeye yönelik küçük ama uzun vadeli adımlar atılmaya

başlandığında zirveye çıkmıştı. Bir İslam Cumhuriyeti kurmaya yönelik radikal

adımlar atılmamış da olsa, önce siyasetin, ardından da devletin temel dayanaklarının

İslamlaştırılmasına yönelik girişimlere duyulan tepki ve korku ordunun yeniden

devreye girmesiyle sonlandırılmaya çalışıldı. 28 Şubat 1997’de Erbakan

başkanlığında toplanan MGK toplantısında, siyasal İslam’ı en ciddi tehdit olarak ilan

eden ve siyasal İslam’ın etkisini devlet mekanzimalarından uzaklaştırmayı

hedefleyen yirmi maddelik bir önlem paketi sunulmuş ve Erbakan da imzalamak

zorunda kalmıştır. Öncekilerden farklı olarak silahlı kuvvetlerin yönetime el koyması

değil, fakat el koyması durumunda yapacaklarını doğrudan sivil hükümete yaptırması

şeklinde ortaya çıkan 28 Şubat müdahalesi bu özelliğiyle postmodern darbe olarak

nitelendirilmiştir. En temel hedefi, siyasal İslam’ın toplumdaki etkisini azaltmak ve

devlet mekanizmalarından uzaklaştırmak olmuştur ve bu amaçla da ilköğretimin beş

yıldan sekiz yıla çıkarılarak, İslami eğitimin (İmam-Hatip Okulları) önünün alınması

gibi önlemlere başvurulmuştur.663

Ordunun 28 Şubat’ta gerçekleştirdiği bu postmodern darbe, 1998’in ilk ayında,

Erbakan’ın liderliğindeki MNP ve MSP’nin ardından, üçüncü partisi RP’nin de

kapatılmasıyla sonuçlanmıştır. Bu noktada RP’nin Cumhuriyet’in temel

dayanaklarına ya da başka bir deyişle laik/batılı kimliğine bir tehdit olarak ortaya

çıkan İslamcılığının temellendiği düşünce sistemini anlamak önemlidir. Bu düşünce

sistemi, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli bağımsız İslami hareketi olarak

tanımlanan

664

Cumhuriyet Türkiye’sinde batılılaşma yoluyla gerçekleştirilen kültürel dönüşüme

karşı İslam’ın ve İslami geleneğin korunması amacıyla ortaya çıkan İslami bir

ve lideri doğrudan Erbakan olan ‘Milli Görüş’tür.

birçok çalışmada yapılan bir hataya, doğrudan davranışlara bakılarak kimlik bağlamında sonuç çıkarma hatasına düşülmüş olunur. 663 Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, 210. 664 Ruşen Çakır, “Milli Görüş Hareketi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. VI: İslamcılık, s. 544.

Page 212: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

203

hareket olarak Milli Görüş665, en temelde milletin ve değerlerinin özü olarak

tanımlanmakta ve bu öz, milletin İslam tarafından biçimlendirilmiş olan tarihi ve

kültüründe aranmaktadır. Milletin özünü yansıtan tarihi, yani geçmiş Osmanlı’dır

ama bu batılılaşma öncesi döneme yapılan bir göndermedir. Çünkü Milli Görüş’ün

misyonu batılılaşma yoluyla kendi öz değerlerinden uzaklaşan millete, yeniden

özüne dönme olanağını sağlamak üzerine kurulmuştur.666 Bu bakımdan İslamcılık ve

Osmanlıcılığı barındırdığı gibi, batı ve batılılaşma karşıtlığı, milli öze dönüşle ilintili

olarak milli bağımsızlıkçılığı ve hatta sanayileşme ve teknolojik gelişim vurgusuyla

modernizmi de bünyesinde barındırmaktadır.667 Milli Görüş ‘millidir’ fakat kendisini

milliyetçilikle tanımlanmaz, çünkü geçmişe yapılan atıf ve hatta gelecekte yaratılmak

istenen ‘Büyük Türkiye’ ulus bağıyla değil, din/İslam bağıyla açıklanmaktadır.668

Milli Görüş’ün siyaset sahnesinde farklı dönemlerde, farklı kavramlara daha fazla

vurgu yaptığı görülmektedir. MSP döneminde siyasal program olarak, sosyal hayat

içinde ve ayrıca ekonomide de inançlı insan yaratma hedefiyle ‘ahlaki düzene’ ve

bağımsızlığın (Batıdan) temeli olarak milli kalkınmanın çerçevesinde ‘sanayileşme’

üzerinde durulmuştur.

669 RP döneminde ise söylemde dinsel kavramların ağırlığı

azaltılmış, ekonomik politikalar alanında ise korumacı politikalar bırakılarak

liberalleşme olmuştur. Bu liberalleşme, Milli Görüş’ün tabanındaki sosyo-ekonomik

değişimle ilgili olarak gelmiş, ayrıca ‘adalet ve ahlak’ kavramlarının anlamı, Adil

Düzen’le ekonomik ve sosyal sistemden olumsuz şekilde etkilenenlere dokunmak

hedefiyle değiştirilmiştir.670

665 M Hakan Yavuz, “Milli Görüş Hareketi: Muhalif ve Modernist Gelenek”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. VI: İslamcılık, s. 592.

1990’lı yılların Milli Görüş’le temsil edilen İslamcılığı,

daha geniş bir çerçeveden bakıldığında, tüm alanlarda söylem düzeyinde

liberalleşmişti. Bu liberalleşme en fazla sivil toplum vurgusunda görülmekteydi ve

Mert’in deyimiyle bu vurgu, 1950’li yıllarda muhafazakâr-sağın demokrasiye

yüklediği anlamla aynı çerçevedeydi. Bir başka deyişle, nasıl 1950’li yıllarda

demokratlık cumhuriyetçi muhafazakârlara karşı milletin iradesini temsil etmekle

666 Dağı, Kimlik, Söylem ve Siyaset, s. 25. 667 Çakır, “Milli Görüş Hareketi”, s. 546. 668 Ali Yaşar Sarıbay, “Milli Nizam Partisinin Kuruluşu ve Programının İçeriği”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. VI: İslamcılık, s. 581. 669 Ibid., s. 579. 670 Yavuz, “Milli Görüş Hareketi: Muhalif ve Modernist Gelenek”, s. 597.

Page 213: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

204

eşanlamlı kullanılmışsa, 1990’lı yılların İslamcılığında da sivil topluma devletin

dayattığı resmi kimliğinin alternatifi olma anlamı yüklenmişti.671

Mili Görüşle ilgili sayılan tüm özellikler, aslında tek bir kavramın çatısını

oluşturan unsurlar olarak görülmelidir. Adil düzen, ahlak ve adalet gibi vurguların

tümü İslamcı kimliğe, öteki’lerden farklılıklarına referans olması bağlamında

kullanılmıştır. Bir başka deyişle Milli Görüş hareketinin zaman içinde değişen

kavramları, kurucu unsurlar olarak işlemediğinden, çok ciddi bir farklılık

yaratmamış, İslamcılık ana çerçeve olma özelliğini korumuştur.

28 Şubat sonrasında, ilk olarak milliyetçi oylarda bir yükselmenin gözlemlendiği

ve MHP’nin oylarını beklenmedik şekilde iki katına çıkarttığı bir süreç yaşanmıştır

(%18). Bu durum esasen milliyetçi oylardan değil, MHP’nin İslamcı kesime

yaklaşmaya yönelik girişimlerinden, özellikle de türban konusundaki tutumundan

kaynaklanmıştır. Bu noktada ANAP ve DYP’nin siyasal çekişmelerinin yarattığı

kısırdöngü krizlerin halkın tepkisini topladığı ve sağ oyları bir başka sağa

yönlendirmiş olduğu da MHP’nin yükseliş nedenleri arasında sayılmalıdır. Ecevit’in

DSP’sinin birinci parti oluşunda da, yine sol oylardan daha fazla (bu dönemde

Ecevit’in sol yerine milliyetçiliğe kaydığını gösteren etkenlerle birlikte) PKK lideri

Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının başbakan Ecevit’e kazandırdığı itibar etkili

olmuştur. Nihayetinde, 28 Şubat gibi bir müdahalenin ardından, toplumsal alanda

aniden bir kimlik değişiminin meydana gelerek oyların yönünü tersine çevirmesi de

beklenebilecek bir durum değildir, oylar durumsal olarak kaymalara uğrasa da,

oyların sahibi toplumsal tabanın kimliği bu derece değişken değildir. Bu durumu,

muhafazakârlığın, demokratlığın, sağ-merkezciliğin, İslamcılığın iç içe geçtiği

söylem ve pratikler yoluyla temsil edildiği Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) örneği

üzerinden ortaya çıkarmak olanaklıdır.

671 Nuray Mert, “Türkiye İslamcılığına Tarihsel Bir Bakış”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. VI: İslamcılık, s. 418.

Page 214: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

205

4. Muhafazakâr Demokrasi vs. Cumhuriyetçi Muhafazakârlık

3 Kasım 2002’de yeni kurulmuş bir siyasal partinin girdiği ilk seçimden oyların

%34’ünü alarak ve mecliste hükümet kurmaya yetecek çoğunluğu sağlayarak

çıkması, seçim öncesi yapılan yoklamalar partinin gücü lehinde olmasına karşın

halen daha tartışılabilecek kadar abartılı bir şaşkınlık yaratmıştır. Şaşkınlık, 2001

Haziran’ında, RP’nin ardılı olarak kurulmuş (1998 Şubat) olan Fazilet Partisi

(FP)’nin de kapatılması sonrasında, bu partinin içinden yenilikçi olarak adlandırılan

kanadın kurduğu (Ağustos 2001) AKP’nin, İslamcılığın devamı olarak

görülmesinden kaynaklanmıştır. 28 Şubat’a rağmen oyların İslamcılara yönelmiş

olduğu algısı da abartının sebebi olsa gerektir. Buna karşın AKP’nin gerek

İslamcılığı ve gerekse de yeniliği (aslında genel olarak siyasal kimliği), üzerinde

fazlaca tartışılan/tartışılmakta olan bir konudur.

AKP’nin ‘yeniliği’ kendine özgü olmakla birlikte, siyasal İslam’ın kendisini

değiştirme süreci ilk olarak FP çatısı altında başlatılmaya çalışılmıştır. FP’nin

kendisini Milli Görüş’ün doğrudan bir devamı olmaktan uzak tutmaya çalışması, 28

Şubat sonrasında siyasal İslam’ın yaşam alanı bulabilmesinin, ancak değişime

gitmekle olanaklı olabileceğine dair bir düşünceden kaynaklanmış olduğu

söylenebilir.672 Siyasal olarak yükselişteyken kendi kimliklerini Batı’yı

ötekileştirerek tanımlayan Milli Görüş’ün eski, FP’nin yeni neferlerinin

Batı’ya/Avrupa’ya bakışlarını değiştirmeleri, hatta FP lideri Recai Kutan’ın

Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası olduğuna dair söylemleri var olma mücadelesinin

zorunluluğundan kaynaklanmış da olsa bir değişim yaşandığının göstergesidir. Yine,

AKP’nin siyasal kimliğini tanımlamada en fazla önemsediği, merkez sağa yerleşme

girişimi de FP çatısı altında başlatılmıştır. Çakır’a göre, DP’nin 14 Mayıs 1950

seçimlerinde başarısına atıfla bir ‘14 Mayıs Günü’ nün düzenlenmesi ve Özal’ın

misyonunu taşıdığını öne sürmesi FP’nin Milli Görüş’ten uzak, merkez sağda bir

parti olmaya kalkıştığının göstergeleridir.673

672 Ergun Özbudun, “From Political Islam to Conservative Democracy: The Case of Justice and Development Party in Turkey”, South European Society & Politics, Cilt 11 (3-4), 2006, 546.

673 Çakır, “Milli Görüş Hareketi”, s. 572.

Page 215: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

206

Siyasal İslam’ın 28 Şubat sonrası kabuk değiştirme çabasının en iyi temsil

edileceği ve bu bağlamda başarıya ulaşacağı hareket, FP’nin kapanmasının ardından

değişimden yana olan üyelerin, gelenekçilerden ayrılarak kurdukları AKP olacaktır.

AKP’nin en temel yeniliği, Milli Görüş’ten sıyrılarak merkez sağ bir parti olma

iddiası olmuştur. Bu bağlamda partinin söylemlerinde laikliği demokrasinin bir

teminatı olarak tanımlaması ve demokratik- laik hukuk devletini savunması merkezi

önemde bir konu olmaktadır. Dağı’ya göre laikliğe bu tür bir yaklaşım, partinin

siyasal İslam’dan uzaklaştığının bir işaretidir, fakat bunun yerine bir tür ‘sosyal

İslam’ ikame edilmiştir.674 AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi sözleriyle,

‘AK Parti dine sosyal bir değer olarak önem atfetmektedir, fakat dine dayalı siyaset

yapmayacaktır… [çünkü] dini siyasal bir araç olarak kullanmak sosyal barışa, siyasal

çoğulculuğa ve de dinin kendisine zarar verir.’675

Partinin kendisini ‘muhafazakâr demokratlık’la tanımlaması da bununla ilintili bir

durumdur. Muhafazakârlık, toplumsal alanda devrimci, tepeden dayatmacı

dönüşümlere ve bu yolla geleneksel kurumların tahribine karşı, aşamalı ve doğal bir

toplumsal değişimden yana bir bakış açısıdır. Bu bağlamda, AKP söyleminde

muhafazakârlık, geçmişte de içerdiği anlamıyla toplumun kimliğinin, devlet

tarafından dayatılana alternatif olarak yeniden yorumlanmasını içerir.

Yine Erdoğan’ın, ‘Milli Görüş

gömleğini çıkardığı’na dair açıklaması ve başörtüsü meselesinin partinin birincil

öncelikli meselesi olmadığı ve bu konunun aslında bireysel haklarla ilgili olduğuna

dair açıklamaları partinin siyasal İslamcı bir parti olmadığını gösterme çabasının bir

parçası olmuştur.

676

674 İhsan Dağı, “Turkey’s AKP in Power”, Journal of Democracy, Cilt 19 (3), 2008, s. 27.

Bu yeniden

yorumlamanın muhafazakâr değerlere dayalı, ama çağdaş gelişmeler ışığında

olacağı, yani İslami değerlere dayanmayacağı vurgusu muhafazakâr kimliğin neden

seçildiğinin de bir işaretidir aslında. 1950’li yıllardan beri gözlemlendiği şekilde,

675 Recep Tayyip Erdoğan, “Açılış Konuşması”, Uluslararası Muhafazakârlık ve Demokrasi Sempozyumu, (İstanbul: AK Parti Siyasi ve Hukuki İşler Başkanlığı Yayını, 2004), s. 11. 676 Simten Coşar ve Aylin Özman, “Centre-right Politics After the November 2002 General Election: Neo-liberalism with a Muslim Face”, Contemporary Politics, Cilt 10 (1), 2004, s. 63.

Page 216: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

207

Türkiye’de muhafazakâr değerler İslam’ı içerir, fakat rejimin doğrudan

İslamlaştırılmasını değil.677

AKP muhafazakârlığının demokratlık yanı ise, çoğulculuk, çokseslilik ve

hoşgörüye dayalı bir demokrasi talebine bağlı olarak

678, en temelde toplumsal

farklılıkların birer çatışma nedeni değil, zenginlik olarak kabul edilmesi ile

somutlaştırılmaya çalışılmıştır.679 Bu bağlamda demokrasi, laik (Kemalist)

kavramlara karşı, İslam yerine getirilmiş bir alternatif gibi görünmektedir.680 Benzer

şekilde Yavuz da, AKP algılamalarında demokratlığın Kemalist elite karşı durmakla

bir tutulduğunu öne sürmektedir.681 Demokratlığın bir diğer boyutu da, modern

kurum ve değerleri savunma bağlamında ortaya koyulmaktadır. Modernlik,

globalleşme karşısında toplumun korunması ve desteklenmesi amacıyla ekonomik ve

teknolojik batılılaşma, ama daha fazla Avrupa Birliği (AB) ile bütünleşme çerçevesi

içinde anlaşılmaktadır.682 Daha fazla demokrasinin global süreçlerle daha fazla

bütünleşmeyi getireceği anlayışı, bir bakıma AKP’nin global modernleşme projesinin

içinde yer alma tercihinin de göstergesi olmaktadır.683

Muhafazakâr demokratlık, AKP’nin siyasal kimliğini tanımlama çabasını

dayandırdığı bir kavram olarak ortaya çıkmıştır, bununla birlikte bu yeni kimliğin de

hizmet etmesi beklenen temel hedef, partiyi merkez sağa yerleştirmek olmuştur.

AKP kendini tanımlama sürecinde, DP mirasına sahip çıkmış ve AKP’yi, DP’den

sonra ilk kez millet tarafından demokrasiyi gerçekleştirmekle görevlendirilmiş bir

parti olarak konumlandırmıştır. Kendi içerisinde İslamcı, milliyetçi, muhafazakâr ve

677 Öğün’ün Türk muhafazakârları ile ilgili tespiti bu savı destekleyicidir. Öğün’e göre Türk muhafazakârları, dindar bir toplum ile dine hassas bir devlet arasında ince bir bağlantı kurmaktadır. Bu programın en önemli unsuru da dindarlığın kamuoyundaki etkilerinin artırılmasıdır ve bu politikanın dinselleştirilmesi sonucuna gidecek bir durumdur. Süleyman Seyfi Öğün, “Türk Muhafazakârlığının Kültürel Politik Kökleri”, Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık, s. 576-577. 678 Erdoğan, “Açılış Konuşması”, s. 8. 679 Coşar ve Özman, “Centre-right Politics After the November 2002 General Election”, s. 64. 680 Dağı, “Turkey’s AKP in Power”, s. 28. 681 Yavuz, “Milli Görüş Hareketi: Muhalif ve Modernist Gelenek”, s. 603. 682 Coşar ve Özman, “Centre-right Politics After the November 2002 General Election”, s. 64. 683 Hasan Turunç, “Islamist or Democratic? The AKP’s Search for Identity in Turkish Politics”, Journal of Contemporary European Politics, Cilt 15 (1), 2007, s. 89.

Page 217: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

208

hatta merkez sol görüşleri barındırmasıyla684 da Özal’ın ANAP’ına benzetilmektedir.

Kasım 2002 genel seçimlerinin görüntüsü de, AKP’nin büyük oranda merkez sağ

oyları aldığının bir göstergesidir.685 Öncelikle söylem düzeyinde bakıldığında,

muhafazakâr demokratlığın büyük oranda Türkiye bağlamında muhafazakâr sağ ile

örtüştüğü, bu bağlamda AKP’nin merkez sağda yer alabilecek bir parti olduğu

söylenebilir. Yine de gerek entelektüel düzeyde, gerekse de toplumsal olarak

AKP’nin büyük oranda ‘Müslüman Demokrat’ olarak daha anlamlı olduğunun da

altının çizilmesi önemlidir.686

AKP’nin tanımladığı kimliği konusunda, en başta da İslamcı olmadıkları

konusunda ikna olmayan ve bu nedenle 1990’larda başlayan İslamcı-laik

kutuplaşmasının tırmanmasında önemli bir payı olan diğer taraf Kemalist/laikler

olmuştur. Esasen 2000’li yıllara gelindiğinde artık Kemalistler de birtakım

dönüşümler yaşamış ve bir bakıma AKP muhafazakârlığının karşısındaki

‘cumhuriyetçi’ muhafazakâr cephe konumuna yerleşmişlerdir. Sol Kemalistlerin

muhafazakârlaşması, Kemalistlere uzak durmayı tercih eden ve hatta yaşanan

sorunlardan onları sorumlu tutmuş olan 12 Eylül yönetimiyle başlamış bir süreçtir.

Nihayetinde, partinin Milli Görüş geçmişi ve Şeriatın

savunulduğu, demokrasinin Şeriata ulaşmak için bir araç olarak tanımlandığı ve

Kemalizm’e yönelik ağır eleştirilerin ortaya koyulduğu yıllar henüz –özellikle de

Kemalist/laik- hafızalardan silinmemişti.

687

1950’lerden beri Kemalizm’in bir sağ yorumu, muhafazakârlaşma-milliyetçilik

bağlamında ortaya çıkmış688

684 Ziya Öniş, “Conservative Globalists versus Defensive Nationalists: Political Parties and Paradoxes of Europeanization in Turkey”, Journal of Balkan and Near Eastern Studies, Cilt 9 (3), 2007, s. 248-249.

ve 12 Eylül rejiminin Türk-İslam Sentezi ile birlikte bu

yoruma meşruiyet sağlamış olması, sol Kemalistlerin de muhafazakârlaşması, yani

cumhuriyetçi muhafazakâr çizgiye savrulmalarına yol açmıştır. Kemalistlerin devlet

685 Özbudun, “From Political Islam to Conservative Democracy”, s. 546. 686 Sultan Tepe, “Turkey’s AKP: A Model “Muslim Democratic Party?”, Journal of Democracy, Cilt 16 (3), 2005; Ziya Öniş, “Globalization and Party Transformation”, Turkey’s Justice and Development Party in Perspective”, Peter Brunell (der.), Globalising Democracy: Party Politics in Emerging Democracies (New York: Routledge, 2006); Ergün Yıldırım, Hüsamettin İnanç ve Hayrettin Özler, “A Sociological Representation of the Justice and Development Party: Is it a Political Design or a Political Becoming?”, Turkish Studies, Cilt 8 (1), 2007, s. 9. 687 Taşkın, “12 Eylül Atatürkçülüğü ya da Bir Kemalist Restorasyon Teşebbüsü Olarak 12 Eylül”, s. 577. 688 Bora ve Taşkın, “Sağ Kemalizm”, s. 533-545.

Page 218: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

209

katlarında ancak sol’dan sıyrılıp muhafazakârlaşması durumunda kabul görmeleri, bu

duruma diğer etkenler yanında yol açan önemli bir unsur olmuştur. Taşkın’ın

deyimiyle sol Kemalistlerin muhafazakârlaşmasının en güzel örnekleri, 28 Şubat

sürecindeki, muhafazakâr düzen koruyuculuğu tutumlarıyla somutlaşmıştır.689

AKP iktidarı süresince Kemalistler, AKP’nin siyasal İslam’dan sıyrılmış olduğu

konusunda ikna olmamış ve kendi kimlik tanımlarıyla birebir uyuştuğuna/uyuşması

gerektiğine inandıkları devlet kimliğini korumak üzere militan bir tepkisellik ortaya

koymuşlardır. Bu tepkisellik, 1990’lı yıllardan itibaren artık yalnızca CHP tarafından

temsil edilmemekte, toplumsal alanda kendisini –eninde sonunda siyasal yapılarla

çakışsalar da- ayrı bir güç olarak ortaya koyan sivil toplum tarafından da

sahiplenilmiştir. Toplumsal ve siyasal gerilim ve kutuplaşmanın kuşkusuz temel

dayanağı (Kemalist) laiklik olmuştur ve AKP’nin laiklik, dolayısıyla da Kemalizm’i

yeniden yorumlama girişimi, CHP ve Kemalistlerin tepkisini toplamıştır. AKP’nin

Kemalizm’i ve laikliği, çoğulculuk ve farklılıklara hoşgörü üzerinden tanımladıkları

demokrasi çerçevesi içinde yeniden yorumlama girişimleri, demokrasiyi ancak

laikliğin siyasal ve sosyal alanda sağlamlaştırılmış olduğu sistemlerde olanaklı gören

Kemalistler için en önemli tehlike sayılmıştır.

Bu

süreçten itibaren, yani siyasal İslam’ın iktidar gücünü eline alacak kadar yükselişe

geçtiği süreçten itibaren, Kemalizm ve laiklik üzerinden yaşanan toplumsal

kutuplaşma ve gerginliklerin temelinde de bu muhafazakârlaşmanın etkileri

aranmalıdır.

690 Kemalist anlamlandırmada, laiklik

ve milliyetçilik (ulusalcılık) Türk modernleşmesinin ve de kimliğinin temel taşları

olarak değerlendirilmektedir.691

Kemalizm ve laiklik üzerinden gelişen toplumsal ve siyasal gerilim sürecinde, bu

sürece CHP kadar katkısı olan AKP, ılımlı ama İslami bir dil kullanmıştır.

Dolayısıyla, laiklik aynı zamanda ülkenin birliği ve

bütünlüğünün de teminatı sayıldığından, AKP doğrudan ülkenin birlik ve

bütünlüğüne bir tehdit olarak sunulmuştur.

689 Taşkın, “12 Eylül Atatürkçülüğü ya da Bir Kemalist Restorasyon Teşebbüsü Olarak 12 Eylül”, s. 574. 690 Özlem Demirtaş Bagdonas, “The Clash of Kemalisms? Reflections on the Past and Present Politics of Kemalism in Turkish Political Discourse”, Turkish Studies, Cilt 9 (1), 2008, s. 108-110. 691 M. Hakan Yavuz ve Nihat Ali Özcan, “Crisis in Turkey: The Conflıct of Political Languages”, Middle East Policy, Cilt 14 (3), 2007, s. 119.

Page 219: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

210

Nihayetinde özellikle siyasal aktörler arasında, hem de toplumsal alanda,

laik/İslamcı, Kemalist/anti-Kemalist, ulusalcı/liberal gibi farklılıklar üzerinden

yürütülen dışlama pratikleri ötekileştirilmeyle sonuçlanmıştır. Bu elbette özellikle

siyasal İslam’ın siyaset sahnesinde gücünü artırdığından beri devam eden, yeni

sayılamayacak bir süreç olmakla birlikte, CHP-AKP çatışmasında sınırları

keskinleşmiş ve somutlaşmıştır. Bu süreçte, Cumhurbaşkanlığı seçimleri dolayısıyla

ortaya çıkan yeni bir siyasal kriz ortamında yeniden, bir kez daha silahlı kuvvetlerin

siyasete bir müdahalesi, gerginlik ve kutuplaşmanın sağlamlaşması yönünde önemli

oranda katkıda bulunan bir unsur olmuştur. 27 Nisan 2007’de yapılan bu seferki

müdahale, Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde yayınlanan bir basın

açıklaması ile gerçekleşmiş ve bu özelliğinden dolayı e-muhtıra olarak anılmıştır.

Hükümeti, gerekli önlemleri almadığı sürece, ordunun gerekeni yapacağı konusunda

uyaran metinin temel sorunu laikliğe karşı hareketlerdir ve Cumhurbaşkanı seçimi

sürecinde yaşanan kriz, Başkomutan olarak silahlı kuvvetlerin de başı sayılan

Cumhurbaşkanı’nın seçiminin silahlı kuvvetleri doğrudan ilgilendirdiği mantığıyla

bu açıklama için zemin oluşturmuştur. Genelkurmay Başkanı’nın hükümete mesajı,

aşağıda metnin bir kısmından yapılan alıntıda görülebileceği üzere açıktır;

… Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin

tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri

tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu

tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı

Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin

olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde

ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir.

… Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm

diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle

kalacaktır.

… Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla

verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz

Page 220: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

211

kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı

kesindir.692

Hükümetin bu e-muhtıra karşısındaki tavrı sert olmuş, tavizsiz bir tutumla

muhtıranın karşısında durmuştur. Bunun bir göstergesi, muhtıra’nın yayınlanması

sonrasında hükümet sözcüsü Cemil Çiçek’in, Genelkurmay Başkanlığının hükümetin

emrinde bir kurum olduğunu ve Genelkurmay Başkanı’nın da görev ve yetkilerinden

dolayı Başbakan’a karşı sorumlu olduğunu hatırlatan konuşması olacaktır.

693

Cumhurbaşkanlığı’nın seçim krizi sürecinde sivil toplum kuruluşlarının öncülük

ettiği ve sayıları yüzbinleri bulan, modern/laik/Kemalist kesimlerin Cumhuriyet’in

temel dayanaklarına tehdit olduğunu düşündüğü hükümet ve uygulamalarına karşı

biraraya gelerek düzenledikleri ‘cumhuriyet mitingleri’ de toplumsal kutuplaşmanın

açık bir göstergesi olmuştur. Yavuz ve Özcan’a göre, bu mitinglere katılan kitleler,

Kemalist devlet kimliğinin kendilerine sağladıkları ‘modern’ yaşam standartlarının

tehlikede olduğunu düşünen kitlelerdir.

Gerek

siyasal, gerekse de toplumsal alanda büyük tartışmalara neden olan bu muhtıranın

hükümetin tutum ve davranışlarını etkilememiş olması bir yana, 22 Temmuz 2002’de

yapılan genel seçim sonuçlarının da gösterdiği gibi silahlı kuvvetlerin, hükümetin

lehinde prestij kaybına neden olduğu açıktır.

694

22 Temmuz 2007’de yapılan genel seçimlerde AKP’nin %46,54 oy oranıyla

birinci parti seçilmesi, merkez sağın parçalanmışlık krizi (DP ve ANAP’ın birleşme

kararı almalarına karşın bunu gerçekleştirememiş olmaları), Cumhurbaşkanlığı seçim

sürecinde yaşanan krizin mağduriyet üzerinden oy potansiyeline çevrilmiş olması ve

daha birçok sebeple açıklanabilir/açıklanmaya çalışılmıştır. Fakat daha geniş bir

çerçeveden bakıldığında, Göka vd.’nin tespiti çok yerinde görünmektedir, gerçekte 3

Bu tepkilerin, belki muhtıranın etkisiyle

birlikte, erken seçim kararının alınması, Erdoğan’ın milletvekilliği aday listesinden

İslamcı adayların büyük çoğunluğunu çıkarması gibi sonuçları olmuşsa da, uzun

vadede değiştirmek istenenler adına bir gelişmeye yol açmamıştır.

692 “Genelkurmay Başkanının 27 Nisan 2007 tarihli, BA 08/07 No’lu Basın Açıklaması”, http://www.tsk.tr/10_ARSIV/10_1_Basin_Yayin_Faaliyetleri/10_1_Basin_Aciklamalari/2007/BA_08.html. 693 “Hükümet Genelkurmay’ın Açıklamasını Değerlendirdi”, Hürriyet, 28 Nisan 2007. 694 Yavuz ve Özcan, “Crisis in Turkey: The Conflıct of Political Languages”, s. 122-123.

Page 221: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

212

Kasım’dan beri olan 1950’lerden beri hem nicelik hem de nitelik bakımından içini

dolduran muhafazakârlığın, konjonktürel sebeplerle bir o limana, bir bu limana

uğramasının bir tezahürü olmaktan öte bir şey değildir.695

Üçüncü bölümün ilk kısmında açıklanmaya çalışılan olgulardan bir sonuç

çıkarabilmek bağlamında bir değerlendirme yapılması, temel argümanın başlıklar

arasında dağılmasına olanak vermemek bağlamında gerekli görünmektedir. Aslında,

çeşitli ayrımlar altında ele alınan konulardan çok genel bir sonuç ortaya çıkmaktadır;

devletin meşruiyetini dayandırdığı kimliğiyle, ulus olarak adlandırdığımız topluluğun

kimliği (ulusal kimlik) birbiriyle uyuşmamaktadır. Kemalist inşa süreci sonrası, yani

çok partili siyasal hayata geçişle başlamış olan eğilimlerin, devlet eliyle yapılan

müdahaleler, siyaset sahnesinin düzenlenişi ve birtakım konjonktürel kaymalar

dışında pek de değişmediği çok rahat gözlemlenebilmektedir. Devletin kendini

tanımladığı ve aynı zamanda topluma da dayattığı kimliği, modernleş(tir)me yoluyla,

İslamcılar dahil toplumun her katmanına nüfuz etmiş olsa da bütünüyle toplumsal

meşruiyet sağlayamamıştır. En temelde devletin inşa sürecinde, yeni kimliğini

tanımlamakta dayandığı referansı olan öteki, ulusun geneli için de bir öteki olmamış,

sonrasında uygulanan modernleş(tir)me reformlarıyla da ötekileştirme toplumsal

alanda yaygınlık kazanamamıştır. Kemalist inşa sürecinde hedeflenen ‘yeni insan’

yaratılmıştır, fakat bu ‘yeni insan’ hedeflenen içeriği bütünüyle içselleştirememiş,

farklı etkenlerle ve farklı süreçler içerisinde hep bir yeniden yorumlama girişimi söz

konusu olmuştur. Esasen yaşanan kısaca “bastırılmışın geri dönüşü” olarak

tanımlanabilir.

696

Kimlik inşasının bir süreci olarak tarihin yeniden yorumlanma çabası, ulusun

dayandığı tarihi tümden değiştirip, geçmişin belirli bir kısmını göz ardı etmek, bir

bakıma tarihsiz bir ulus inşa etmek şeklinde ortaya koyulmuş, fakat geçmişin

Osmanlı olduğu kadar İslam olarak da geri dönmesinin önüne geçilememiştir. Bu

bağlamda geri dönen geçmişi kendine referans alanların kimliği ise içinde İslami

değerleri de güçlü bir şekilde barındıran bir muhafazakârlık, ya da doğrudan İslam

olmuştur.

695 Göka, Göral ve Güney, “Bir Hayat İnsanı Olarak Türk Muhafazakârı ve Kaygan Siyasal Tercih”, s. 313. 696 Çalış, Hayalet Bilimi ve Hayali Kimlikler, s. 86.

Page 222: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

213

Bütün bu çıkarsamalar elbette sadece Kemalizm ve Kemalist modernleştirme

süreci çerçevesi içinde algılanamaz, bu sürece konjonktürel siyasal hesaplardan,

ekonomik faktörlere birçok içsel etken katkıda bulunduğu gibi, bir sonraki bölümün

konusunu oluşturan devletler arası etkileşimler ve uluslararası sistemin etkileri de

önemlidir. Hatta bu etkiler de açıklanmadan, kesin bir yargıya varılması da doğru

olmayacaktır. Zaten, kimlik üzerine yapılacak bir çalışmada, özellikle de aranan bir

kimlik değişimi ise tüm analiz düzeylerinin birarada ele alınması gerektiği, çünkü

tüm düzeylerin birbiriyle etkileşim içerisinde olduğu bu çalışmanın temel savıdır.

Çalışmanın dayandığı savlardan bir diğeri de, devletin dış politikasını yapan

(ulusal kimlikten) ‘ayrı’ bir kimliği olduğudur. Bu ‘ayrı’ kimliği ortaya koyabilmenin

yolu ise, kimlik pratikleri bağlamındaki tüm içsel dönüşümler yanında, devletin

etkileşim sürecinde ortaya koyacağı dış politika pratiklerine de bakmak olacaktır.

II. DEVLET DÜZEYİ: KİMLİK, ÇIKAR ve DIŞ POLİTİKA

PRATİKLERİ

Türkiye’de özellikle dış politika bağlamında bir kimlik değişiminden en fazla söz

edilmeye başlandığı dönem 1990’lı yıllardır. 1990’lı yıllar boyunca Türkiye’nin

bölgesel güç olma girişimleri, özellikle Osmanlı coğrafyasıyla ilintili olduğundan

Türkiye’nin değişen kimliğine sıkça vurgu yapılmıştır. Bu değişim süreci ulusal

kimlik tanımlarındaki neo-Osmanlıcı eğilimlerle birlikte, Türkiye’nin kimliğinin

değiştiğine/değişiyor olduğuna dair argümanları sağlamlaştırmıştır. Ne var ki, bir

kimlik değişiminden söz edebilmek, yalnızca davranışlara bakılarak ortaya

koyulamaz, bir kimlik değişiminden söz edebilmek için devletin dış politika

algılamalarının değiştiğinin ve bir süreklilik kazanarak dış politikanın mantığını

tümden dönüştürdüğünün ortaya koyulabilmesi gereklidir.

Buna karşın dış politika pratiklerinin, bir önceki kısımda sözü edilen içsel

gelişmelere karşın bir süreklilik göstermesi, hem ‘ayrı’ olduğu öne sürülen devlet

kimliği argümanını güçlendirecek bir unsurdur, hem de devlet kimliğinin, tüm içsel

dönüşümlere karşın bir değişime uğramadığının göstergesi olacaktır. Bu bağlamda,

Page 223: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

214

örneğin Özal dönemi dış politikalarında görülen açılımların bir kimlik değişiminin

sonucu olduğunu söylemek güçtür. Özal’ın çoğu zaman neo-Osmanlıcılık olarak

tanımlanan politikaları, toplumsal dönüşümle uyumlu görünse ve bir kimlik

değişimini akla getirse de algılamaların referans noktasının Batı olmaya devam

ediyor oluşu bir kimlik değişiminden söz edilmesini olanaksızlaştırmaktadır.

1. Batı: Jeopolitiğin Kifayet Etmediği Noktada Öteki’leşmek

Türkiye’nin ‘etkili öteki’si olarak Batı’yla etkileşimleri, devletin inşa sürecinde ele

alındığı biçimde, bir yandan inşa edilen kimliğin bir unsuru, diğer yandan ise kimliği

inşa edici bir unsur olarak işlemiştir. Soğuk Savaş sürecinde de bu genel yönelimde

ciddi bir sapma olmamış, ancak 1960 ve 1970’li yıllar içinde ortaya koyulan dış

politika pratikleri bağlamında bir gevşeme söz konusu olmuştur.

Bu gevşeme, 1960 sonrası kamuoyunda sol hareketlerin ABD karşıtı seslerinin

yükseldiği ortamda, Kıbrıs konusunda müttefik ve ekonomik sorunlara çare

arayışının birer sonucu olarak ortaya çıkmıştı.697 1960’lı yıllar boyunca, DP

iktidarının tam aksine ABD’ye karşı çıkılabilen, görece özerk bir politika izlenmeye

başlanmıştı. Hatta ekonomik anlamda sanayi yatırımları için SSCB’yle yakınlaşma

başlatılmıştı. Yine, 12 Mart dönemi hariç, 1970’ler süresince de Batı’dan, bağımlılık

anlamında uzak politikalar üretilmişti. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’na karşı Batı’nın

gösterdiği tepkinin bu politikaların teşvikindeki etkisi yineleme gerektirmeyecek

kadar bilinen bir durumdur. 1960’larda NATO’dan çıkma tartışmaları bile gündeme

gelmişti ve 1976’da tek taraflı bir kararla AET ile ilişkiler de dondurulmuştu. Bütün

bu gelişmelere rağmen, NATO’dan ayrılma söz konusu olmamış,698

697 Baskın Oran, “Dönemin Bilançosu, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 679.

Ortadoğu’da

Batı/ABD’den özerk politikalar gözlemlense de, özünde ABD’nin üstünlüğü

çerçevesindeki politikaların dışına da çıkıl(a)mamıştır. Türkiye 1967 Arap-İsrail

savaşı sonrası BM’de, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini öngören

Yugoslav tasarısı çerçevesinde oy vermiştir, fakat burada da Batı’ya karşı dengeyi

698 Hatta Kıbrıs Harekâtı sonrasında Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadından ayrılması üzerine, Yunanistan’ın yarattığı boşluğun Türkiye tarafından doldurulması hesaplanmıştır. Ibid.

Page 224: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

215

yitirmemeye özen göstermiş olduğu, İsrail’i saldırgan ilan eden Sovyet tasarısı

yönünde oy vermemesinden çıkarsanabilir.699

Dış politika pratiklerinde, Batı’dan özerkleşme yönünde görülen bu dönüşümün

Türkiye’nin çıkarlarını belirleyen kimliğinde bir değişim anlamına gelmediği, dış

politika pratiklerinin sürekliliği içinde kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Türkiye’nin

Avrupa anlamında Batı’yla etkileşimlerinin özünde kimlik unsurunun belirleyiciliği

Soğuk Savaş koşullarında su yüzüne çıkmamış/çıkarılmamış olduğundan, dış politika

pratikleri bakımından temel unsur olarak, güvenlik gereğiyle Batı’ya ittifak

bağlarıyla bağlanmak sayılmıştır. Oysa daha Osmanlı mirasının incelenmesiyle

ortaya çıkmaktadır ki, Türkiye’nin Batılı devletler sistemi içindeki konumu her

zaman için bir kimlik meselesi olagelmiştir.

700

Bu durum 1980 sonrası dönemde daha fazla hissedilmeye başlanacak ve Soğuk

Savaş sonrası dönemde ise Türkiye’nin Avrupa’yla ilişkileri neredeyse bütünüyle

kimlik kapsamında belirlenecektir. Bu bağlamda Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemi

ve sonrası Batı’yla etkileşimlerini ele almak, bu etkileşimler sürecinde kimlik

etkenini ortaya çıkarmak bakımından önemlidir. 1960’lı yıllardan itibaren bu

etkileşimler Avrupa Birliği (AB, AT, AET) perspektifinde gerçekleştirildiğinden,

Türkiye ve Avrupa arasındaki etkileşim sürecini bu perspektife oturtmak yanlış

olmayacaktır.

Türkiye’nin Batı ile etkileşimleri bağlamında Avrupa ile etkileşiminin ele

alınacağı bu noktada Batı olarak ABD unsuru ile ilgili bir şeyler söylemek de gerekli

olmaktadır. Dış politika pratikleri bağlamında ele alındığında Batı genellemesi içinde

kuşkusuz ABD’nin de yer almasına karşın Türkiye’nin kimliği ile ilgili kurucu bir

unsur olarak işleyen Batı’nın, esasen Avrupa olduğunu belirtmek gereklidir. Avrupa,

bir önceki bölümde incelenen her üç düzeyde de görüldüğü şekilde, Türkiye

devletinin inşa sürecinde kurucu bir öteki (etkili öteki) olarak varlığını ortaya

koymuştur ve aslında halen daha koymaktadır. Buna karşın ABD, Türkiye’de Batı

kavramsallaştırması içinde, Bora’nın deyimiyle ‘başka Batı’ olarak

699 Aydın, Turkish Foreign Policy: Framework and Analysis, s. 75. 700 Müftüler-Bac, Europe in Change: Turkey’s Relations with a Changing Europe, s. 3.

Page 225: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

216

algılanmıştır/algılanmaktadır.701 ABD modernleşmenin uç ve de pragmatik bir örneği

olarak imgelendiği ve Batılılaşma hedefinin bir noktası olarak gösterildiği 1950’li ve

1980’li yıllarda dahi aslında ‘başka’ bir Batı’dır. Hatta ABD, farklı kültürellik

biçimlerine, farklı modernliklere ve daha da fazla farklı demokrasi biçimlerine

hoşgörü gösteremeyen Avrupa’ya göre daha elverişli de görünmüş ve bundan dolayı

özellikle 1950 ve 1980’li yılların muhafazakâr ama batılılaşmacı zihniyeti tarafından

batılılaşmanın yönü olarak belirlenebilmiştir. Fakat ABD türü batılılaşma Kemalist

seçkinler için her zaman batılılaşmanın yozlaşması olarak algılanmış ve

olumsuzlanmıştır.702

A. Soğuk Savaş Sürecinde Türkiye ve Avrupa

Nihayetinde, Cumhuriyet’in kimliğini kuran Batı, Avrupa’dır

ve Osmanlı tarihinden beri Türkiye’nin temel dış politika hedefi olan Batı tarafından

kabullenilme hedefi, Avrupa ve Avrupa sistemine yönelik olmuştur.

Türkiye, sözü edildiği gibi İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Avrupa

oluşumlarının tümünde yer almak için vakit kaybetmemiş, hatta özellikle NATO

üyeliğini dış politika gündeminin birincil konusu haline getirmişti. Avrupalı bir

güç/devlet olarak kabul edilebilmek açısından 1958’de Roma Antlaşması’yla

oluşturulan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik 1959’dan itibaren gündeme

gelmiştir.

Esasen Türkiye en başında, geleceği belirsiz görüldüğü için AET’ye (NATO’ya

göre) daha temkinli yaklaşmış, fakat Yunanistan’ın AET’ye üyelik için yaptığı

başvuru Türkiye’yi harekete geçiren unsur olmuştur. Yunanistan’ın 15 Temmuz

1959’daki başvurusu olmasa Türkiye’nin muhtemelen AET’ye üyelik için daha geç

başvuruda bulunacağı çoğunlukla kabul edilen bir belirlemedir.703

701 Tanıl Bora, “Türkiye’de Siyasal İdeolojilerde ABD/Amerika İmgesi: ‘En Batı’ ve ‘Başka Batı’”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık, s. 147.

Elbette dönemin

702Ibid., s. 159. 703 Müftüler-Bac, Europe in Change: Turkey’s Relations with a Changing Europe, s. 54. Yunanistan ve Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Batılı kurumlara karşı yaklaşımları paralel olmuştu. AET konusunda da ortak hareket etmek istediklerine dair hükümet düzeyinde açıklamaları olmasına karşın, Yunanistan’ın Türkiye ile görüşmeden başvuru yapmış olması Türkiye’de tedirginliğe sebep olmuştu. Daha önemlisi, ihracatında Türkiye ile aynı ürünlere sahip olan Yunanistan’ın Türkiye’nin hedefindeki pazarları ele geçirmesi olasılığı ve NATO başta olmak üzere uluslararası platformlarda Türkiye’nin önüne geçeceği endişesi Türkiye’nin başvuru yapmasını teşvik eden en önemli unsurlardandır. Çağrı Erhan ve Tuğrul Arat, “AET’yle İlişkiler”, Baskın Oran (der.),

Page 226: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

217

dış politikasında ABD bağımlılığının belirleyici olduğu da göz önünde tutulduğunda,

AET’ye yaklaşımdaki ihtiyatlılığında, bu oluşumun içinde ABD’nin yer almıyor

olmasının etkisi de unutulmamalıdır.

Türkiye’nin 31 Temmuz 1959’da, Yunanistan’ın başvurusundan sadece 16 gün

sonra AET’ye başvurusu, AET’de siyasal açıdan memnuniyetle karşılanmıştı. Aynı

dönemde (3 Mayıs 1960) İngiltere’nin öncülüğünde kurulan Avrupa Serbest Ticaret

Birliği (EFTA)’nın yerine AET’nin tercih edilmiş olması, yeni, kendine güvensiz ve

tecrübesiz topluluk için siyasi bir başarı sayılmıştı.704

Buna karşın Türkiye’nin farklılığı daha hazırlık görüşmeleri sürecinde ortaya

çıkmaya başlamış ve henüz üçüncü görüşmeye gelindiğinde AET tarafında, Türkiye

ile olan sürecin yavaşlatılması noktasına varılmıştır. Zaten resmi müzakereler için

belirlenen tarihten önce Türkiye’de 27 Mayıs müdahalesinin gerçekleşmiş olması

süreci bir belirsizlikle kesintiye uğratmıştır. 27 Mayıs yönetiminin daha önce de sözü

edildiği gibi ilk açıklaması Türkiye’nin bütün ittifak ve taahhütlerine sadık olacağı

yönünde olmuş olsa da, askeri müdahale ve yönetimi (MBK) Avrupa’da kuşkuyla

karşılanmış, bir tür bekle-gör politikası izlemek üzere ilişkiler soğutulmuştu.

Sonrasında başlayacak süreçte

de, kültürel olarak Türkiye’nin Avrupa’nın ötekisi olma gerçekliğinde bir değişiklik

olmamasına ve hatta toplumsal düzeyde açıkça ortaya koyuluyor olmasına karşın,

Soğuk Savaş koşullarında, Batı ittifakının sadık bir üyesi olduğundan bu tür

farklılıklar siyasal düzeyde dile getirilmemiştir. Bu farklılıkların dillendirilmesi,

üstelik Türkiye’ye karşı bir baskı olarak ortaya koyulması 1980’li yıllarla birlikte

başlayacak, 1990’larda zirvesine ulaşacaktır.

705

Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001(İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 811-816. Yunanistan ve Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Batılı kurumlara karşı yaklaşımları paralel olmuştu.

704 Mehmet Ali Birand, Bir Pazar Hikâyesi: Türkiye-AET İlişkileri (İstanbul: Milliyet Yayınları, 1978), s. 28. 705 Bu durum özellikle Yassıada mahkemeleri ve verilen idam kararlarına karşı tepkisini koyan ve Türkiye ile görüşmelerin derhal kesilmesini isteyen Fransa ile Türkiye’nin ortaklık konusunda örgüt içindeki tek destekçisi olan ve Türkiye’nin –stratejik sebeplerle- kaybedilmemesinde ısrarcı olan Almanya’nın görüşlerinin uzlaştırılmasının sonucudur. Yani ilişkiler kesilmemiş, ama belirsiz bir süre için ertelenmiştir. İlhan Tekeli ve Selim İlkin, Türkiye ve Avrupa Topluluğu I: Ulus Devletini Aşma Çabasındaki Avrupa’ya Türkiye’nin Yaklaşımı (Ankara: Ümit Yayıncılık, 1993), s. 166-167.

Page 227: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

218

Bütün olumsuz gelişmelere karşın, 15 Ekim 1961’de yapılan seçimlerle yeniden

demokrasiye dönülmüş olması ve Türkiye’nin ısrarlı diplomatik girişimleri -özellikle

Türkiye’nin başvurusunun reddedilmesi halinde- SSCB ve Doğu Bloku’na

kayabileceği yönündeki açıklamalarla birlikte sonuç vermiş ve 12 Eylül 1963 Ankara

Antlaşması ile ortaklık süreci başlamıştır.706 Nihayetinde, 1960’lı yıllar Türkiye’nin

Avrupa güvenliğine katkı sağlayan, Bilgin’in deyimiyle Avrupa açısından ‘güvenlik

üreten’ (producer of security) bir ülke konumunda olduğu707 ve kaybedilmemesi

gereken bir ülke olarak görüldüğü bir dönemdir ve etkileşim süreçlerindeki

olumsuzluklara karşın ortaklık anlaşmasına ulaşılmasında bu bakış açısı etkili

olmuştur.708

Ankara Antlaşması’nın imzalanması öncesinde, TBMM’deki tüm siyasal partiler,

Batı dünyasında gerçekleşen bütünleşme hareketlerinin dışında kalınmaması,

dolayısıyla Türkiye’nin AET’ye (Ortak Pazar’a) girmesi gerektiğini

savunmuşlardı.

709 Bunun dışında ise, kamuoyu, birkaç sol yayın dışında basın, hatta

üniversiteler dahi sessiz kalmışlardı, Birand’ın deyimiyle Ankara Antlaşması

Türkiye’nin yaptığı en ‘sessiz’ anlaşma olmuştur.710 Türkiye ile AET arasında

ortaklık kuran Ankara Antlaşması, ‘hazırlık’, ‘geçiş’ ve gümrük birliğiyle

tamamlanacak ‘son dönem’den oluşmaktaydı.711

İmzalanması sonrasında ise, Ankara Antlaşması’yla Türkiye’de, Batılılığının

onaylanmış olduğu algısıyla çok olumlu bir hava ortaya çıkmış, diğer yandan AET

706 Erhan ve Arat, “AET’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, s. 830. 707 Pınar Bilgin, “Turkey & the EU: Yesterday’s Answers to Tomorrow’s Security Problems?”, Graeme P. Herd ve Jouko Huru (der.), EU Civilian Crisis Management, (Camberley: Conflict Studies Research Center, 2001), s. 41. 708 Bu bağlamda ABD’nin desteği de göz ardı edilmemelidir. 1962’de NATO Konseyi toplantısında, Türkiye’nin (ve Yunanistan’ın) Atlantik örgütüne katkıları dikkate alınarak, hayat düzeyini yükseltmek için dış yardıma ihtiyacı olduğunun saptanması ve en kısa sürede olanak sahibi müttefiklerin yardım yapmalarının kararlaştırılmış olmasıyla, ABD/NATO sürece ağırlığını koymuş, AET’nin itirazlarını geri çekmesini etkilemiştir. Birand, Bir Pazar Hikâyesi, s. 123. 709 Adil Aşırım ve Hülya Yalçınsoy, Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı (Ankara: Sude Ajans, 2000), s. 27. 710 Birand, Bir Pazar Hikâyesi, s. 153. 711 Atilla Eralp, “Turkey and the European Community in the Cahnging Post-War International System”, Canan Balkır ve Alan M. Williams (der.), Turkey and Europe (Londra&New York: Pinter Publishers, 1993), s. 28.

Page 228: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

219

de bu havayı -farklı dayanaklarla olsa da- desteklemiştir.712 Buna karşın sürecin

işletilmesinde, üzerine aldığı yükümlülükleri ve verilen taahhütleri yerine getirmek

bakımından Türkiye’de aynı heyecanlı ve ısrarcı tutum sergilenmemiştir. Geçiş

dönemi için gerekli yapısal hazırlıklar yapılmamasına karşın, hazırlık döneminin

bitirilip, geçiş döneminin başlatılması için acele edilmiştir. Türkiye, esasen

Avrupalılığının onayı dışında AET ortaklığının özellikle ekonomik etkilerinin dahi

ayırdına oldukça geç varmış, hatta ekonomik sorunlar etkilerini hissettirmeye

başladığı ilk dönemde göz ardı edilerek,713

Ankara Antlaşması’nın imzalanmasından, Katma Protokol’e uzanan süreçte AET

ile ilişkiler konusunda Türkiye’de muhalif sesler de yükselmeye başlamıştı. Fakat

bunlar henüz NATO ve ABD’ye yöneltilen eleştirilerin arasında kalıyor, pek

yükselmiyordu. Muhalif sesler, daha çok sol ve İslamcı kesimden gelmiş ve en fazla

bu iki kesimin birarada bulunduğu devlet bürokrasinin en prestijli kurumu DPT’den

yükseltilmiştir.

Gümrük Birliği’nin (GB) kurulmasına

yönelik 22 yıllık geçiş dönemini başlatan Katma Protokol 23 Kasım 1970’te

imzalanmıştır.

714

Katma Protokol’ün hazırlıklarının ilerlediği süreçte ise, eleştiriler özellikle etkin

olmaya başlamıştır. Ankara Antlaşması’nı bizzat imzalamış olan CHP, temel olarak

hazırlık döneminde gerekli hazırlıklar yapılmadan geçiş dönemine gidilmesine karşı

çıkmıştır. Buna karşın Milli Görüş ve sol doğrudan topluluğa katılma konusunda

muhalif olmuşlardı. Meclis’te Milli Görüş’ü temsil eden Erbakan, muhalefetini

doğrudan hükümet hakkında, Ortak Pazar konusundaki tutumlarından dolayı gensoru

önergeleri (15 Mayıs ve 11 Aralık 1970) vererek ortaya koymuştur. Erbakan, AET

konusunun ekonomik boyutla sınırlı olmadığını ileri sürerek, topluluğun kültürel ve

siyasi boyutlarını tartışmaya açmıştır. Özellikle ‘milli hakimiyet’in elden gideceğini,

böylelikle Türkiye’nin Batı’nın sömürgesi haline geleceğini savunan Erbakan, bir

Ortak Pazar kurulacaksa bunun Müslüman devletlerle kurulması gerektiğini öne

Türkiye’nin önce ekonomisini AET ülkeleri düzeyine çıkarması ve

ardından üyelikle ilgilenmesi gerektiğini savunan DPT’nin müsteşarı ise 1987’de

Türkiye’nin AT’ye tam üyelik başvurusunun mimarı olacak olan Turgut Özal’dı.

712 Bkz. s. 172. 713 Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity, s. 71. 714 Erhan ve Arat, “AET’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, s. 840.

Page 229: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

220

sürerek Milli Görüş’ün yaklaşımını sergilemiştir.715 Mecliste temsil edilen sol görüş

de doğrudan AET’ye karşı bir tutum sergilemiş, hatta TİP’li milletvekili Sadun Aren,

sosyalist ülkelerle ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi yanında bir Ortak Pazar

kurulacaksa, bunun Ortadoğu ülkeleriyle gerçekleştirilmesinin daha doğru olacağını

savunmuştur.716

Katma Protokol daha onaylanma sürecini geçemeden Türkiye’de 12 Mart

müdahalesi gerçekleşmiş, Demirel hükümetinin istifasının ardından kurulan yeni

Erim hükümeti ile Katma Protokol TBMM’de onaylanmıştır. Erim hükümeti ilk

programında çok fazla tartışmaya konu olduğundan Katma Protokol’ün bazı

yönlerinin iyileştirilebileceğini öne sürmüşse de, daha yürürlüğe girmeden revizyon

istemenin AET ile ilişkileri kopma noktasına getireceği endişesi hakim olduğundan

bu süreçte böyle bir talepte bulunulmamıştır. 12 Mart müdahalesi esasında AET ile

ilişkiler çok derinden etkilenmemişti. AET esasında demokrasi kurallarının

işlemediği ülkelerle ilişki kurmuyor, ya da Yunanistan örneğinde olduğu gibi

ilişkilerini donduruyordu. Fakat askeri müdahale ile parlamentonun kapatılmamış

olmasının da etkisiyle bu süreç Türkiye için işletilmemişti.

717 Yine de bu dönemde

ortaya çıkan önemli bir unsur, ileride Türkiye’nin çok fazla karşılaşacağı, Türkiye’de

insan hakları ihlalleri konusundaki eleştirilerin Avrupa Parlamentosu’nda ilk kez

dillendirilmiş olmasıdır.718

1970’li yıllar zaten AET’nin Türkiye’ye yalnızca güvenlik penceresinden

bakmayı bıraktığı ve daha çok ekonomik açıdan değerlendirdiği, siyasi hesapların da

ağırlıklı olduğu bir dönem olmuştur.

719

715 Tekeli ve Selim İlkin, Türkiye ve Avrupa Topluluğu, s. 116.

Bunun dışında 1970’li yıllar, AET içinde

yaşanan gelişmeler dolayısıyla birçok şeyin artık değiştiği ve değişimin etkilerinin

Türkiye’ye, beklentilerinden farklı yönde yansıyacağı bir dönem olacaktır. Bir kere

AT Türkiye açısından Katma Protokol’ün yürürlüğe girdiği 1973 yılına, ilk

genişlemesini (İngiltere, İrlanda, Danimarka) tamamlayarak girmişti. Bu

716 Aşırım ve Yalçınsoy, Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı, s. 53. 717 Tekeli ve Selim İlkin, Türkiye ve Avrupa Topluluğu, s. 141-142. 718 Erhan ve Arat, “AET’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 847. 719 Atila Eralp, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye ve Avrupa Birliği”, Alan Makovsky ve Sabri Sayarı (der.), Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri (İstanbul: Alfa Yayınları, 2002), s. 235.

Page 230: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

221

genişlemenin etkileriyle ilgilenildiği bir dönemde, ayrıca petrol krizinin baş

göstermesi ve krizle topluluk ülkelerinin ulusal ekonomilerini korumaya yönelik

politikalar izlemeye başlaması ve dahası Akdeniz ülkeleriyle ikili serbest ticaret

anlaşmaları imzalayarak ucuz tarım ürünleri elde etmeye başlaması Türkiye’yi çok

olumsuz etkilemiştir.720

Türkiye’nin AET konusundaki en önemli gündemi ise Katma Protokol’de

revizyon yapılması olmaya devam ederken, Kıbrıs Barış Harekatı’nın gerçekleşmesi

ilişkileri o güne dek olmadığı kadar gerginleştirecektir. Türkiye’nin 20 Temmuz

1974’te Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunması, garantörlük hakkına dayandığı ve

gerekli dış temaslarda da bulunduğundan AT’de tepkiye neden olmamıştı. Fakat

Ağustos’ta ikinci harekâtın gerçekleştirilmesi, ardından Yunanistan’da Albaylar

Cuntası’nın devrilmesi ve Yunanistan’ın demokrasiye dönmesi Türkiye’yi çok

olumsuz etkilemiştir. Demokrasiye dönmüş Yunanistan toplulukta çok olumlu

karşılanırken, Türkiye Ekim 1974’te yapılan Paris Zirvesi’nde harekâttan dolayı

kınanmıştı. Bundan sonrasında ilişkiler AET’nin Türkiye’nin isteklerini sürekli

reddettiği ve ilişkilerin her aşamada daha fazla gerginleştiği bir noktaya gelecek,

sonuç olarak Türkiye Katma Protokol’den doğan yükümlülüklerini (Katma

Protokol’ün 60. Maddesine dayanarak) 1 yıllığına ertelediğini açıklayacaktır.

721

İlişkiler gerginliğini korurken, Ocak 1978’de kurulan yeni Ecevit hükümeti 1978

yılı boyunca topluluk nezdinde yoğun temaslarda bulunmaya özen göstermişti.

Aslında Türkiye’nin tüm kredi kanallarının tıkandığı, IMF’yle yapılan anlaşmanın da

siyasi hesaplarla uygulamaya koyulmadığı bir ortamda ülkenin içine düştüğü

ekonomik bunalım da bunu gerektirmekteydi.

722

720 Tekeli ve Selim İlkin, Türkiye ve Avrupa Topluluğu, s. 165.

Türkiye, Mayıs ayında AET’ye

tarım konusunda kapsamlı ödünler ve mali yardım içeren bir öneriler paketi iletmiş,

fakat topluluktan bir türlü cevap alınamamış olduğundan 28 Aralık 1978’de ilişkileri

dondurma kararı almıştır. Türkiye’nin yükümlülüklerini askıya alması diğer tarafta,

721 Erhan ve Arat, “AET’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, s. 848. 722 Tekeli ve Selim İlkin, Türkiye ve Avrupa Topluluğu, s. 176.

Page 231: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

222

gerek genişlemesinin etkileri, gerekse de petrol krizi sonrası ekonomik sorunlarla

uğraşan topluluk için bir rahatlama dahi sağlamıştır denilebilir.723

1979 yılına gelindiğinde Demirel başkanlığında kurulan Milliyetçi Cephe

Hükümeti döneminde ilişkiler tersine çevrilmek istenmiş ve 1980 yılı başlarında

Türkiye’nin tam üyelik başvurusunda bulunabileceği açıklamaları yapılmaya

başlanmış, fakat 12 Eylül’de gelen yeni bir askeri müdahale tüm süreçleri bir kez

daha kesintiye uğratmıştır. 12 Eylül, topluluk içinde demokrasi konusunun daha fazla

ele alınmaya başladığı bir döneme denk gelmiş, Türkiye’nin süreci geri döndürme

çabalarına karşın aradaki uzaklığı kapatmak olanaklı olmamıştır. AET’nin demokrasi

önceliğinde siyasi kaygılarla ilgisi, daha 1970’li yılların ortalarında kendini belli

etmeye başlamış ve İspanya, Portekiz ve Yunanistan’ın üyelik başvuruları,

topluluğun demokratik rejimleri güçlendirebileceği inancını yerleştirmesine sebep

olmuştu.

724 Askeri müdahale ilk anda topluluktan çok sert tepkiler almamakla

birlikte, ilerleyen süreçte insan hakları ihlalleri konusu topluluğun tepki ve

eleştirilerinin sertleşmesinin yönünü belirleyecekti. Avrupa Parlamentosu (AP)

Türkiye’den, Türk halkının siyasi özgürlüklerden yararlandırılmasını, siyasi

tutukluların hayatlarının güvenceye alınmasını, demokrasiye dönüş takviminin

bildirilmesini istemiş, ayrıca insan haklarına saygının AET ile diyaloğun temel

koşulu olduğunu hatırlatma gereği duymuştur.725

12 Eylül yönetimi ise, Türkiye’nin demokrasiye geçiş programını açıklamasının

ilişkileri yoluna sokmak için yeterli olacağını hesaplamaktaydı. Buna bir de

ekonomide liberalleşmenin hayata geçirilmesi programı (24 Ocak kararları)

eklenince, Türkiye’nin bakış açısına göre AT ile sorun yaşamak için bir sebep

kalmayacak ve ilişkiler düzeltilebilecekti. Oysa artık toplulukla ilişkilerin sadece

ekonomiye bağlı olmadığı, demokrasi ve insan haklarının öncelikli konular olarak

yerleştiği

726

723 Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity, s. 74.

ilişkilerin seyrinde siyasi bir organ olan Avrupa Parlamentosu’nun

eleştirilerinin etkinliğinden bile çıkarsanabilir.

724 Eralp, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye ve Avrupa Birliği”, s. 241. 725 Aşırım ve Yalçınsoy, Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı, s. 146. 726 Eralp, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye ve Avrupa Birliği”, s. 242.

Page 232: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

223

Bütün bu olumsuzluklara karşın Türkiye, 1981’de yapılan Ortaklık Konseyi

toplantısında, demokrasiye dönüldükten sonra tam üyelik başvurusunda

bulunulacağını açıklıyor, buna karşın aynı dönemde topluluğun Türkiye’ye karşı

eleştirileri sertleşiyordu. AP’nin 4. Mali Protokol’ün askıya alınmasına yönelik

kararı, Konsey tarafından onaylanmasa bile ertelenerek fiilen uygulanıyor, Haziran

1982’de Türkiye’de genel seçimler yapılıp parlamento tekrar oluşturulana kadar AT-

Karma Parlamento Komisyonu iptal ediliyordu. Yeni anayasanın 17 Kasım 1982’de

referandumla kabul edilmesi de, referandumun sıkıyönetim koşullarında

yapılmasından dolayı eleştirilmiş, 1983 yılı boyunca yeni kurulan siyasi partilerin

kapatılması ve liderlerin Milli Güvenlik Konseyi tarafından veto edilmesi de çok

olumsuz karşılanmış ve AP yapılan seçimleri demokrasinin gerçek bir ifadesi

olmamakla kınamıştır.727 Kasım 1983’te genel seçimlerin yapılması ve

parlamentonun işlemeye başlaması da Türkiye’ye yönelik eleştirel tutumda önemli

bir değişiklik yaratmamıştır. Parlamento gibi, topluluğun diğer organları da

Türkiye’deki yeni rejimi onaylamak ve ortaklık anlaşmasını yeniden harekete

geçirmek için acele etmemiştir. 1985’de Siyasi İşler Komitesi’nin hazırladığı bir

rapora göre, Türkiye halen insan hakları konusunda temel standartlara dahi

ulaşamamıştır ve bundan dolayı Karma Parlamento Komisyonu’nun toplanması

ertelenmelidir. Bu raporla birlikte, AP’nin işkence, idam cezaları, siyasi yasaklıları

ve Kürtlere uygulanan baskıları kınayan çok ağır bir kararı da çıkmış ve Türkiye’de

hiddetle karşılanmıştır.728 Gerek askeri yönetim, gerekse de seçimlerden sonra iktidar

olan Özal hükümeti, Türkiye’de yeniden tesis edilen demokrasiyi gereken

standartların çok altında değerlendiren topluluğun eleştirilerini anlamlandırmakta

güçlük çekmiş, hatta bu eleştirileri içişlerine haksız bir müdahale olarak

değerlendirmiştir.729

Özal hükümetinin ilişkileri normalleştirme yönündeki çabaları sonuç vermediği

gibi, bu dönemde Yunanistan’ın topluluk içinde Türkiye’ye karşı etkinlikleri ve

1986’da uygulamaya geçmesi gereken Türk işçilerinin serbest dolaşımını özellikle

727 İhsan Dağı, “Human Rights, Democratization and the European Community in Turkish Politics: The Özal Years, 1983-87”, Middle Eastern Studies, Cilt 37 (1), 2001, s. 20. 728 Ibid., s. 22-23. 729 Eralp, “Turkey and the European Community in the Changing Post-War International System”, s. 32.

Page 233: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

224

Almanya’nın engelleme çabaları önemli sorunlar olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye

Kasım 1986’da işçilerin serbest dolaşımının başlatılması için başvuruda bulunsa da,

Bakanlar Konseyi’nin verdiği cevap, uygulamanın başlatılması için hukuksal

gerekçelerin oluşmadığı, bu konuda ciddi bir hazırlık yapılmasının ardından karar

verileceği bildirilmişti.730 1986’da AP’nin Türkiye ve AET ilişkileri konusunda

aldığı bir karar da, demokrasi ve insan hakları sorunları yanında, Türkiye’ye

Yunanistan ile iyi komşuluk politikası gütmesi tavsiyesinde bulunmakla, aslında hep

var olan Yunanistan etkenini açıkça gündeme getirmiştir.731

İlişkilerin henüz normalleştiğinin söylenemeyeceği bir süreçte, 14 Nisan 1987’de

Türkiye’nin tam üyelik başvurusunda bulunması, topluluk içinde şaşkınlık

yaratmıştır. Türkiye’de ise başvuru konusunda mecliste temsil edilen siyasi partilerin

hepsi bu kararı, başvuru öncesinde gerekli ekonomik ve siyasi reformların

gerçekleştirilmesine dikkat çekmeleri dışında, Türkiye’nin Avrupalı oluşuna ve

bunun tescil edilecek olmasına yaptıkları vurgularla beraber desteklemişlerdi.

Türkiye’nin Avrupalılığı’na bu derecede bir vurgu, Avrupalılığı kimliğinde

içselleştirmiş bir devletin siyasal temsilcilerinin, 1980 sonrası dönemde ortaya çıkan

gelişmelerle Avrupa’dan dışlanmışlığı çok fazla hissetmiş olmalarıyla ilgili

görünmektedir. Zaten, bu süreçten itibaren toplulukla ilgili konular, bir ulusal gurur

meselesi haline getirilecektir.

732

Siyasal partiler içinde mecliste temsil edilmeyen RP ise Türkiye’nin, İslam

dünyasını yok etmek için örgütlenmiş bu Hıristiyan topluluğuna üyeliğine kesnlikle

karşı çıkmıştır. AT’nin ekonomik değil, ideolojik bir siyasi birlik olduğunu ve

Türkiye’nin sömürü düzeninin içine atıldığını belirten Erbakan ve RP (Milli Görüş

olarak da okunabilir), Türkiye’nin, Avrupa’dan farklı bir kültür ve kimliğe sahip

olduğunu vurgulamakla, kısa bir süre sonra Avrupa’nın gündeme getireceği kimlik

meselesini içeriden bir bakışla ortaya koymuştur.

733

730 Erhan ve Arat, “AT’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001, s. 92-93.

731 Dağı, “Human Rights, Democratization and the European Communityin Turkish Politics”, s. 23. 732 Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity, s. 74. 733 Dağı, Kimlik, Söylem ve Siyaset, s. 52-53.

Page 234: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

225

Türkiye’nin başvurusu AT tarafından da olumsuz karşılanmış, Yunanistan’ın

açıkça Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğunu açıklamış olması beklenir bir durumken,

Almanya’nın da karşı çıkanlar arasında yer alması hayal kırıklığı yaratmıştır.

Komisyonun, Türkiye’nin başvurusunu değerlendirmesi iki yıl sürmüş, Konsey’e

Türkiye’nin başvurusunun askıya alınması yönündeki önerisini 18 Aralık 1989’da

bildirmiştir. Komisyon’un temel gerekçesi 1993’e kadar yeni bir genişleme yapılmak

istenmemesine bağlanmıştı. Eralp’e göre Türkiye’nin başvurusunun zamanlaması

hatalı olmuş, topluluk 1970 ve 1980’ler boyunca bir şekilde ertelemiş olduğu

bütünleşme sürecini Tek Avrupa Senedi’ni (1986) kabul ederek yeniden harekete

geçirmeye çalışmaktaydı. Tek Avrupa Senedi’nin öngördüğü Tek Pazar’ın 1992

yılına kadar tamamlanması gereği, böyle bir aşamada yeni bir üyenin kabul

edilmesini zorlaştırıyordu.734 Türkiye’nin üyeliğinin reddi elbette sadece bu topluluk

içi etkenle açıklanacak bir durum değildir. Komisyon’un temel gerekçesi de bununla

ilintili olarak ortaya koyulmuş, ama Türkiye özelinde ortaya çıkan ekonomik, siyasi

ve de kültürel unsurlar da kararda yer almıştı. Türk ekonomisinin üyeliğe olanak

sağlayacak gelişmişlik düzeyinde olmaması, Türkiye’nin Avrupa demokrasilerinin

çok gerisinde olması ve Yunanistan’la Kıbrıs konusunda yaşanan sorunların

toplulukla ilişkileri olumsuz etkiliyor olması Türkiye’nin üyeliğini olanaksızlaştıran

sebepler olarak sıralanmıştır. Türkiye ile ilişkilerin gelecekte gümrük birliğinin

tamamlanması, mali işbirliğinin canlandırılması, teknolojik işbirliğinin geliştirilmesi

ile siyasal ve kültürel bağların geliştirilmesi noktasında şekillenmesi gerektiği de

ayrıca belirtilmişti.735

Gerek topluluğun kendi sorunları, gerekse de Türkiye’nin topluluk tarafından

belirlenen yetersizlikleri bir kenara, Türkiye’nin başvurusunun reddedilmesinde

dönemin koşulları göz ardı edilemeyecek kadar etkili bir unsur olarak ortaya

çıkmıştır. Nihayetinde Türkiye’nin tam üyelik başvurusunun reddedildiği tarih,

Berlin duvarının yıkıldığı ve Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinin başladığı

734 Eralp, “Turkey and the European Community in the Cahnging Post-War International System”, s. 36-37. 735 Erhan ve Tuğrul Arat, “AT’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 99-100.

Page 235: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

226

tarihtir, dolayısıyla topluluğun kısa vadede bir Doğu Avrupa gündeminin oluşacağı

da hesaplanmıştır.736

Siyasi olandan, kültürele, ekonomik olandan sistemsel olana topluluğun tüm

argümanları karşısında Türkiye tek bir argümana, Soğuk Savaş süresince Batı

dünyası için taşıdığı stratejik öneminin vazgeçilmez olduğuna dayanarak hareket

etmişti. Türkiye’de AET’ye genel yaklaşım, NATO ve tüm Avrupalı kurumlara üye

olan ve Avrupa’nın güvenliğine önemli katkısı olmuş bir Türkiye’nin doğal olarak

AET’ye de üye olması gerektiği yönünde olmuştur.

737

Türkiye ve Avrupa (Batı) çerçevesinde bu çalışmada, buraya kadar yapılmış olan

tüm analizin de gösterdiği gibi farklılıklar, konjonktürel koşullar gerektirdiği

durumlarda sahne gerisine itilmekte de olsa, aslında her zaman gündemdedir. Bunun

bir kimlik meselesi olduğu anlayışı kavrandıktan sonra aksinin olanaklı olmadığı da

zaten kendiliğinden ortaya çıkan bir gerçektir. Türkiye tarihinden beri Batı’nın

ötekisidir, Batı, kendi kimliğini Türk’ün ötekiliğine karşı inşa etmiştir. Buna karşılık,

Batı’ya karşı gücü azaldığı oranda Batı’yı etkili ötekisi konumuna yerleştirmiş ve

kimliğini Batı’ya benzeme, ‘gibi olma’ duyuşuyla’ inşa etmiş bir Türkiye karşısında

Batı’nın tutumunun Yurdusev’in çok yerinde deyimiyle ‘idare etmek’ olduğu

Oysa sözü edildiği şekilde,

1990’lı yıllara girerken Türkiye’nin stratejik önemi, dolayısıyla Soğuk Savaş

süresince Türkiye ve Avrupa arasındaki en temel birleştirici unsur örselenmiştir ve

gündeme gelecek olan, kimlik ve kültür söylemi üzerinden ‘farklılıklar’ olacaktır.

738

,

Türkiye-Avrupa ilişkilerinde çok açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu durum,

farklılıkların belirli bir oranda görmezden gelinmesini sağlayan dışsal etkenlerin

ortadan kalktığı 1990’lı yıllarda çok daha belirginleşecek, hatta karşılıklı

etkileşimlerdeki temel belirleyici unsur haline gelecektir.

736 Ibid., s. 101. 737 Dağı, “Human Rights, Democratization and the European Communityin Turkish Politics”, s. 26. 738 Yurdusev, “Avrupa’yı Kurmak, Türkiye’yi İdare Etmek ve Tarihin İpoteğinden Kurtulmak”, s. 179.

Page 236: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

227

B. Kimlikler Sorgulanırken 1990’lı Yıllarda Türkiye ve Avrupa

1990’lı yıllar, kimliğini Batılılıkla tanımlayan Türkiye’nin, bu kimliğinin aynı

şekilde etkileşim içinde olunan öteki’si tarafından onaylanmadığının açıkça ortaya

çıktığı ve bu bağlamda Türkiye için bir kimlik sorununun (değişiminin değil)

varlığını ortaya koyan, dolayısıyla Türkiye’nin Avrupa ile etkileşimlerini sorunlu bir

zemine yerleştiren koşulları yaratmıştır. Soğuk Savaş sona erip, Sovyetler Birliği

dağıldığında, (kolektif) ‘ben’ kavramsallaştırmasını komünizmin ötekiliğine karşı

inşa etmiş olan Batı dünyası, ötekisini yitirmiş ve (kolektif) ‘ben’i yeniden

tanımlamak üzere harekete geçmek durumunda kalmıştır. Bu bağlamda, Soğuk

Savaş’ın komünizm karşısındaki blokta yer alan her aktörü kapsayabilen Batı

tanımlaması, sınırlarını Avrupa Birliği’nin çizdiği, daha sınırlı bir ‘Avrupa’ olarak

ortaya koyulmuş ve bu yeni kimlik Avrupa Birliği çerçevesinde ve Doğu Avrupa

devletlerini de kapsayacak bir biçimde yeniden tanımlanmıştır. Avrupa’nın bu yeni

(esasında eski, Soğuk Savaş öncesi kimliği olarak da bakılabilir) kimlik tanımlaması,

Soğuk Savaş sürecinde kendisini Batı’da görmekten çok hoşnut olan Türkiye’yi

farklılıkları dolayısıyla dışarıda tutmak eğilimini getirmiştir. Bu eğilim ve süreç

kendisini en açık şekilde Soğuk Savaş sonrası Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerinde

ortaya koymuştur.

Türkiye, 1990’lı yıllara Avrupa Birliği’ne yaptığı tam üyelik başvurusunun,

üstelik üyelik ile ilgili herhangi bir taahhüdün verilmediği bir kararla reddedilmesiyle

başlamıştır. AB’nin Türkiye ile ilişkilerine yaklaşımı, Türkiye’ye tam üyelik

perspektifi vermeksizin, GB ile somutlaşan ortaklık ilişkisini sürdürmek olmuş,

dolayısıyla da GB’nin tamamlanması üzerinde yoğunlaşılmıştır. Komisyon’un,

Konsey’in talebi üzerine hazırladığı (6 Haziran 1990), Türkiye ile ilişkilerin

geliştirilmesine yönelik işbirliği programında739

739 Bu programın hazırlanmasındaki katkılarından dolayı, 1996-2000 yılları arasında İspanya Dışişleri Bakanlığı’nı yürütecek olan dönemin AB Komisyonu komiseri Abel Matutes’in adıyla “Matutes Planı” olarak anılmaktadır.

da asıl ağırlık ortaklık ilişkisi ve

GB’ne verilmiş, Türkiye ile GB’nin 1995 sonu itibariyle gerçekleştirilmesi

öngörülmüştü.

Page 237: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

228

Bu tarihten sonra, Türkiye’nin siyasi eğilimi de GB’ne yönelmiş, GB’nin

gerçekleştirilmesi tam üyeliğe giden yolda bir (son) aşama olarak algılandığından ve

kamuoyuna da o şekilde sunulduğundan ve aslında AB tarafından da başka bir

perspektif sunulmadığından, Türkiye-Avrupa ilişkilerinin temel meselesi haline

gelmiştir. 1963 Ankara Antlaşmasında belirlenen nihai hedef de esasen GB’dir.

Fakat ortaklık anlaşmasının belirlemelerinden Türkiye ve AB tarafı farklı sonuçlar

çıkarmış ve GB’nin gerçekleşmesi sonrası meydana gelen gelişmelerin de

göstereceği gibi, bu farklılık bir kez daha Türkiye’nin hayal kırıklığına sebep

olacaktır. Ankara Antlaşması’nın 28. Maddesinde yer alan, “Anlaşmanın işleyişi,

Topluluğu kuran Antlaşma’dan doğan yükümlülüklerin tümünün Türkiye’ce

üstlenebileceğini gösterdiğinde, Akit Taraflar, Türkiye’nin Topluluğa katılması

olanağını incelerler”740 ifadesi, Türkiye’de (siyasilerce) Türkiye’nin nihai hedef

GB’yi tamamlamasının ardından otomatikman AB üyeliğinin geleceği şeklinde

yorumlanmıştır.741 Buna karşın AB, GB’nin tamamlanması halinde dahi, ortaklık

anlaşmasını bu şekilde, Türkiye’ye verilmiş bir tam üyelik taahhüdü olarak

yorumlama niyetinde değildi.742

Türkiye’deki bu yaklaşım, en iyi şekilde 1990 sonrası iktidar partilerinin

yaklaşımında görmek olanaklıdır. Ekim 1991 genel seçimleri sonucu kurulan DYP-

SHP koalisyonu da hedefini tam üyelik olarak belirlemişse de, önceliği Ankara

Antlaşması’nın işletilmesi ve GB olarak belirlemiş, bu tutum AB tarafından da

olumlu karşılanmıştı.

743

GB’ne yönelik süreç başladıktan sonra, 1993’te Özal’ın yerine Demirel’in

Cumhurbaşkanlığına seçilmesi sonrasında Tansu Çiller başkanlığında kurulan DYP-

Bu bağlamda ilk adımlar, Kasım 1992 Ortaklık Konseyi

toplantısında atılmış, taraflar arasında GB’nin kurulması için gerekli önlemlerin

alınması ve bu kapsamda teknik görüşmelerin başlaması kararlaştırılmıştır. Bu

tarihten sonra GB’nin tamamlanması yönünde çalışmaları yürütmek üzere görüşme

ve müzakereler sürdürülmüştür.

740 Ankara Antlaşması’nın metni http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=117&l=1. 741 Kramer, Avrupa ve Amerika Karşısında Değişen Türkiye, s. 281, dipnot. 25. 742 Ibid. , s. 282. 743 Sanem Baykal ve Tuğrul Arat, “AB’yle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001(İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 329.

Page 238: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

229

SHP koalisyonunun programında da GB, tam üyelik yolunda bir aşama olarak

gösterilmiş, bu tutum GB anlaşmasının imzalanmasına kadar sürdürülmüş, DYP-

CHP koalisyonlarının en temel unsuru haline gelmiştir.744

Buna karşılık, meclisteki muhalefet partileri ise AB’nin yaklaşımını daha

gerçekçi bir değerlendirmeyle ortaya koymuş ve genel olarak GB’nin tam üyelik

yolunda bir aşama olmadığını özellikle vurgulamışlardı. Bunun dışında GB’nin

Türkiye’ye tek taraflı yükümlülük getireceği, anlaşmalardan doğan haklarımız olan

yardım ve serbest dolaşım hakları alınmadan GB’ye girmenin sakıncaları, tam üyelik

olmadan GB’ni imzalamanın yanlışlığı ve de GB’ye girmenin bedelinin Kıbrıs gibi

bir milli davadan ödünler vermekle sonuçlanabileceği yönündeki eleştiriler ANAP,

MHP, DSP ve BBP tarafından meclis tartışmalarında gündeme getirilmiştir. RP ise

eleştiri yöneltmekle yetinmemiş ve hükümetin tek taraflı tavizlerle Türkiye’yi GB’ne

sokarak ülkeyi ekonomik yıkıma ve siyasi bakımdan da bağımsızlığını terke

sürüklediği iddiasını taşıyan bir gensoru önergesi vermiştir.

745

Nihayetinde 6 Mart 1995’te Türkiye-AT Ortaklık Konseyi’nin, 1995 sonu

itibariyle gümrük birliğinin gerçekleşebileceğine yönelik kararı ile GB süreci

tamamlanmış ve 1 Ocak 1996’da yürürlüğe girmiştir. Bu tarihten sonra Türkiye,

GB’den duyulan (tek taraflı) beklentiyle uyumlu olarak, AB’nin bundan sonraki

genişleme dalgasına dahil edilebilmek üzerine yoğunlaşmıştır. Fakat GB’nin

gerçekleşmiş olması, beklenilenin aksine Türkiye-AB ilişkilerinin gelişmesiyle

sonuçlanmamıştı.

746

744 Aşırım ve Yalçınsoy, Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı, s. 202-203.

Aksine 1997 yılına gelindiğinde önemli krizler yaşanacak, ilk

kez Türkiye’nin “kültürel farklılık, kimlik ve aidiyet” temelinde Avrupa’nın dışında

tutulması gerektiği dillendirilecekti. Mart 1997’de yapılan Hıristiyan Demokrat

partilerinin zirve toplantısında Türkiye’nin bir medeniyet projesi sayılan AB’ye tam

üyeliğe aday bir ülke olamayacağı konusunda görüş birliği oluştuğu açıklanmıştır.

Toplantı sonunda Belçika Başbakanı Martens’in yaptığı “bir Avrupa medeniyet

projesi kurulmaya çalışıldığı, Türkiye’nin ise bu kültürün bir parçası olmadığı”

yönündeki açıklaması sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da da tepkilere neden

olmuştur. Ancak Avrupa’dan gelen tepkiler, daha çok Türkiye’nin din ve kültür

745 Ibid., s. 207-211. 746 Kramer, Avrupa ve Amerika Karşısında Değişen Türkiye, s.283.

Page 239: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

230

farklılıkları dolayısıyla değil, insan hakları, Güneydoğu sorunları ve Kıbrıs

konusundaki yaklaşımları nedeniyle AB’ye üye olamayacağı yönünde olmuştur.747

Avrupa Komisyonu’nun Temmuz 1997’de açıkladığı genişlemeyle ilgili raporu,

‘Gündem 2000’’de Türkiye, 2000’li yıllarda iki dalga şeklinde katılımları öngörülen

aday ülkeler

Özetle, Avrupa’da Türkiye’nin AB üyesi olmaması konusunda yaygın bir görüş

birliği söz konusu iken, ayrışmanın sadece nedenler üzerinde olması oldukça anlamlı

görünmektedir.

748 arasında yer almamıştır. Ayrı bir başlık altında, Türkiye’nin AB

adaylığına ehil olduğunun belirtilmiş olması, tam üyelikle ilgili bir perspektifin

verilmemiş olmasına duyulan öfke ve hayal kırıklığını yatıştırmaya yetmeyecekti.

Yine de Lüksemburg Zirvesi öncesinde Türkiye, diplomatik girişimler yoluyla

Türkiye’nin AB üyeliğine adaylığının resmen ilan edilmesini ve adaylığın bir katılım

stratejisiyle desteklenmesinin zirve raporunda yer almasını sağlamaya çalışmıştır.749

Buna karşın, 13 Aralık 1997’de Lüksemburg Zirvesinde Avrupa Konseyi’nin,

Türkiye’nin tam üyeliğe ehil olduğunu belirtmekle birlikte, Türkiye resmi olarak

aday listesine dahil etmediği, bunun yerine Türkiye’yi AB’ye yaklaştıracak bir

strateji izleneceğini belirttiği kararı, böyle bir karar çıkacağının işaretleri zirve

öncesinde ortaya çıkmış olmasına karşın Türkiye’de dehşetle karşılanmıştır.750

747 Aşırım ve Yalçınsoy, Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı, s. 224.

Türkiye’nin aday listesinde yer almaması haksız bir ayrımcılık olarak nitelendirilmiş

ve Ankara, AB ile siyasal diyaloğu askıya aldığını açıklamıştır. Bu kararda Zirve’nin

sonuç bildirgesinde Türkiye ile AB arasındaki bağların güçlendirilmesinin bağlandığı

koşullar daha fazla etkili olmuştur. Bu koşullar, insan hakları alanındaki norm ve

uygulamaların AB’ninkilerle uyumlaştırılması, azınlıklara saygı gösterilmesi ve

korunması, Yunanistan ve Türkiye arasında istikrarlı ilişkilerin oluşturulması ve

anlaşmazlıkların Uluslararası Adalet Divanı yoluyla çözülmesi ile BM Güvenlik

Konseyi kararlarından hareketle, Kıbrıs’ta siyasi bir çözüme ulaşmak amacıyla BM

koruması altında yürütülen müzakerelere Türkiye’nin destek vermesi şeklinde

748 İlk dalgada Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya, Estonya ve Kıbrıs Cumhuriyeti (Güney Kıbrıs), ikinci dalgada ise Slovakya, Letonya, Litvanya, Bulgaristan ve Romanya yer alıyordu. 749 Baykal ve Arat, “AB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt. II: 1980-2001, s. 346. 750 William Park, “Turkey’s European Union Candidacy: From Luxembourg to Helsinki-to Ankara?”, Mediterranean Politics, Cilt 5 (3), 2000, s. 35.

Page 240: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

231

sıralanmış751

Demokratikleşme ve ekonomik gelişmişlik düzeyi bakımından Türkiye’nin

gerisinde bulunan bazı ülkeler katılım müzakereleri sürecine dahil edilirken

Türkiye’nin dışarıda bırakılmasının ayrımcılık olduğu ve özellikle Güney Kıbrıs ile

müzakerelerin başlayacak olması Türkiye’den yükselen tepkilerin temel eksenini

oluşturmuştur. Kamuoyunda ise, Türkiye’de artık birliğe girme düşüncesinden

kurtulmak gerektiği, Türkiye’nin Avrupa olmadan da yaşayabileceği, ekonomik

kalkınma için AB’ye ihtiyaç olmadığı ve belki en fazla da Avrupa’da yer almadan da

Avrupa’lı olunabileceği yönündeki tepkiler en yetkili siyasi aktörlerce ortaya

koyulmaya başlanmıştı.

ve Türkiye, Türkiye’nin hem iç, hem de dış politikasındaki en sorunlu

alanlara yönelik bu koşulların kabul edilemez olduğunu açıklamıştır.

752 AB üyeliği bir kez daha ve belki de en fazla Lüksemburg

Zirvesi sonrasında milli gurur meselesi haline gelmişti. Başbakan Mesut Yılmaz, bu

konuda ardı ardına en sert açıklamaları yapmaktaydı ve Cardiff’te yapılacak Avrupa

Konseyi’nde Lüksemburg kararlarında değişiklik yapılmazsa üyelik adaylığının

çekileceğini dahi dile getirmişti.753 Ayrıca, Yılmaz’ın AB’nin dinsel sebeplerden

ötürü ırkçılık yaptığı iddiası, Türkiye’de tam üyelik perspektifinden dışlanmanın bir

kimlik sorunu olarak ortaya koyulduğu ve Türkiye’ye din ve kültür ekseninde

ayrımcılık yapılmış olduğuna yönelik yaygın kanının bir ifadesi olmuştur.

“Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olduğunun tescili için Avrupalı devlet adamlarının

açıklamalarına gereksinim yoktur”754

Mart 1998 Cardiff Zirvesi’nde Türkiye’yi tam üyeliğe hazırlamak üzere

uygulanacak olan Avrupa Stratejisi onaylanmış, daha önemlisi Türkiye aday

ülkelerin tam üyeliğe hazırlanma aşamasında işletilen mekanizmaya dahil edilmiş,

İlerleme Raporu’na Türkiye ile ilgili bir bölüm eklenmesine karar verilmiş, böylece

dolaylı da olsa Türkiye’nin de aday ülke olarak değerlendirilmesi söz konusu

türü tepkiler, Türkiye’de AB konusunun ne

derecede Avrupalılaşmanın/Batılılaşmanın onayı olarak algılandığının da açık bir

göstergesidir.

751 Baykal ve Arat, “AB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt. II: 1980-2001, s. 246-347. 752 Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity, s. 81. 753 Kramer, Avrupa ve Amerika Karşısında Değişen Türkiye, s. 290. 754 DSP grubu adına Bursa Milletvekili Rahmi Beyreli’nin Meclis Araştırma Komisyonu görüşmelerinden. Aşırım ve Yalçınsoy, Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı, s. 284.

Page 241: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

232

olmuştur. Türkiye ise bu gelişmeden tatmin olmamış, yine de ‘ayrı’

değerlendirilmesini kabul etmek istememiş ve Brüksel’le yeniden siyasal diyalog

tesis etmeye yanaşmamıştır.755

Bu tarihten sonra ise Türkiye’nin tutumunu aşamalı olarak değiştirmeye başladığı

gözlemlenmektedir. Türkiye 1998 yazında, Dışişleri Bakanlığı tarafından ilişkilerin

geliştirilmesine yönelik kendi stratejisini ortaya koyarak yeniden diyaloğa

başlanmasına yönelik bir adım atmıştır. Fakat asıl gelişme AB dönem Başkanlığı’nı

Almanya’nın alması ile başlamış, Almanya gibi birçok AB ülkesinde Hıristiyan

Demokratlar’ın yerini Sosyal Demokrat ve Yeşillerin alması da Türkiye’ye karşı

yaklaşımların değişmesinde etkili olmuştur. Almanya dönem başkanlığı sürecinde

Türkiye ile birlik arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi yönünde etkili olmuş, Alman

Şansölyesi Gerhard Schröder ve Ecevit’in mektuplaşmaları da sürece katkıda

bulunmuştur. Ecevit mektubunda, Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini karşılamak

üzere gerekli reformları yapacağına dair taahhütte bulunmuştur.

756

İlişkilerde meydana gelen bu olumlu gelişmeler, Ekim 1999’da açıklanan

İlerleme Raporu’nda Türkiye’nin tam üyeliğe aday gösterilmesi ve Türkiye’ye

Lüksemburg’da diğer aday ülkelere önerilmiş olan Katılım Ortaklığı Stratejisi’nin

önerilmesiyle, Türkiye açısından umut verici bir noktaya gelmiştir. Bu süreçte

Türkiye, Helsinki’de toplanacak Avrupa Konseyi’nde de adaylık statüsünün

açıklanmasına yönelik beklentisiyle siyasi girişimlerini yoğunlaştırmıştı. Bu

girişimlerin belki de en etkilisi hükümetin, Türkiye’ye adaylık statüsü tanınmasına

engel olabileceği muhtemel olan Abdullah Öcalan’ın idam cezasının, Avrupa İnsan

Hakları Mahkemesi’nin 30 Kasım 1999 tarihli ve Öcalan`ın başvurusunun

incelenmesi tamamlanıncaya kadar infaz sürecinin işletilmemesini talep eden ihtiyati

tedbir kararı üzerine, idam kararını meclise sevketmeyi erteleyerek sorunu o süreç

Bu olumlu hava

Haziran 1999’da yapılan Köln zirvesine yansımış olmasına karşın, Yunanistan, İsveç

ve İtalya’nın tutumları dolayısıyla ancak, Türkiye konusunun Helsinki Zirvesi’nde

yeniden ele alınmasına yönelik bir karar çıkabilmiştir.

755 Park, “Turkey’s European Union Candidacy: From Luxembourg to Helsinki-to Ankara?”, s. 36. 756 Ibid.,

Page 242: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

233

için dondurmuş olmasıdır.757 Bu girişim, Türkiye’nin aleyhinde kullanılacak oyların

bir kısmını tersine çevirebilmiş ve konunun Helsinki Zirve’sinde bir sorun olarak ele

alınmasının da önünü kesmişti.758

10-11 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nde, Türkiye’nin beklentileri boşa çıkmamış

ve Türkiye oybirliğiyle AB’ye aday ülke kabul edilmiştir. Türkiye açısından daha

önemlisi Türkiye’nin diğer aday ülkelerle eşit konumda olacağının kabul edilmesidir.

AB’nin bu kararından, Türkiye’nin Avrupa medeniyeti içinde yeri olmadığına dair

söylemden, AB’nin genişleme sürecine dahil edilmemesine, insan hakları,

demokratikleşme sorunlarından, ekonomik yetersizliklerine kadar Türkiye’nin AB’ye

tam üyeliği önündeki engellerin 1997 Lüksemburg Zirvesi sonrasında iki yıl içinde

büyük oranda kalkmış olduğuna dair bir sonuç çıkarmak elbette olası değildir. Bu

çerçevede AB’yi bu kararı verecek noktaya getiren birçok neden sıralanabilir.

1999’da Kosova’ya gerçekleştirilen uluslararası müdahalenin Türkiye’nin stratejik

önemini hatırlatmış olması, Türkiye’nin çoğu zaman bilinçli bir şekilde bir koz

olarak kullandığı NATO Konseyi’ndeki veto yetkisinin, oluşturulmaya çalışılan

Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği’nin (AGSK) önünde engel olabileceği

gerçeği,

759 Yunanistan’ın politikasını yumuşatarak Ankara’yı tavizsiz veto etmekten

vazgeçmesi,760

Bütün bu sıralanan sebepler önemli birer etken olmakla birlikte, konuya başka bir

bakış açısından yaklaşmak da olanaklıdır. Örneğin, Helsinki Kararı’nın AB’nin

Türkiye’yi idare etmek (oyalamak olarak da okunabilir) siyasetinin bir sonucu

olduğunu öne süren Yurdusev’e göre, AB, Lüksemburg formülünün işe yaramadığını

görmüş ve bir başka yöntem denemeye karar vermiştir.

ABD’nin Türkiye lehine desteği, Öcalan’ın yakalanmasının ardından

demokratikleşme yönünde yeni olanakların doğmuş olması söz konusu sebepler

arasında yer almaktadır.

761

757 Gökçen Alpkaya, “İnsan Hakları Konusu”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 538.

Baykal ve Arat da bu

argümanı destekleyen tespitler ortaya koymakta ve Helsinki Kararı’nı esasen AB’nin

758 Park, “Turkey’s European Union Candidacy: From Luxembourg to Helsinki-to Ankara?”, s. 37. 759 Baykal ve Arat, “AB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 352. 760 Yunanistan’ın bu tutumu, büyük oranda Türkiye’nin üzerinde kendi lehine baskıyı ancak AB üzerinden gerçekleştirebileceğinin ayırdına varması ile ilgili olmuştur. 761 Yurdusev, “Avrupa’yı Kurmak, Türkiye’yi İdare Etmek ve Tarihin İpoteğinden Kurtulmak”, s. 180.

Page 243: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

234

Türkiye’yi dışlamasının, Türkiye’ye adaylık statüsü tanınmasından daha sakıncalı

olacağını hesaplamış olmasıyla açıklamaktadır. Sonuçta, nihai olarak üyeliğe karar

verme yetkisini elinde bulunduran AB, kendisini ileride bir karar vermek üzere

bağlamamış olacak, buna karşın adaylık statüsü verilmiş bir Türkiye’yi AB çıkarları

yönünde etkileme olasılığını da elinde bulunduracaktı.762

Bu noktada, Helsinki Zirvesi’nin sonuç bildirgesinde bulunan Ege ve Kıbrıs

sorunları ile ilgili değerlendirmeler, Türkiye’nin Zirve’den çıkan aday statüsüne dair

memnuniyetinde tereddütlere sebep olmuştu. Kıbrıs sorunuyla ilgili bölümde,

Türkiye’nin Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik adımlar atmazsa, AB Konseyi’nin

sorunun Türkiye’nin kabul edeceği şekilde çözümlenmesini beklemeden Güney

Kıbrıs’ın AB’ye entegrasyonuna karar verebileceği belirtilmişti.

763 Ege sorunlarıyla

ilgili bölüm ise, tarafları aralarındaki anlaşmazlıkları, BM Antlaşmasına uygun

olarak barışçı yollardan çözmeye davet etmekte, eğer bunda başarılı olunamazsa

sorunun, Uluslararası Adalet Divanı’na götürülmesi gerektiğini bildirmekteydi.764

762 Baykal ve Arat, “AB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 352.

Aynı bölümde yer alan, “Avrupa Birliği Konseyi, özellikle üyelik sürecindeki

yansımalarıyla ilgili olarak ve en geç 2004 yılı sonuna kadar Divan yoluyla çözüme

763 Bu paragrafın tam metni, “9. (a) Avrupa Birliği Konseyi, 3 Aralık tarihinde New York'ta Kıbrıs meselesinin kapsamlı bir çözümüne yönelik olarak başlatılan görüşmeleri memnuniyetle karşılar ve BM Genel Sekreteri'nin bu süreci başarıyla sonuçlandırma yönündeki gayretlerine güçlü desteğini ifade eder. (b) Avrupa Birliği Konseyi, politik bir çözümün Kıbrıs'ın Avrupa Birliği'ne katılımını kolaylaştıracağının altını çizer. Üyelik müzakerelerinin tamamlanmasına kadar kapsamlı bir çözüme ulaşılamamış olursa, Konsey'in üyelik konusundaki kararı, yukarıdaki husus bir ön şart olmaksızın verilecektir. Bu konuda, Konsey tüm ilgili faktörleri dikkate alacaktır” şeklindedir. [http://www.belgenet.com/arsiv/ab/helsinki_sonuc.html] 764 Paragrafın tam metni, “4. Avrupa Birliği Konseyi, şimdi 13 aday devleti tek bir çerçeve içinde kapsayan katılım sürecinin içerici mahiyetini tekrar teyit eder. Aday devletler, üyelik sürecine eşit bir temelde katılmaktadırlar. Avrupa Birliği'nin Antlaşmalar'da ifade edilen değerlerini ve amaçlarını paylaşmalıdırlar. Bu bakımdan, Avrupa Birliği Konseyi, anlaşmazlıkların BM Anayasası'na uygun olarak barışçı yoldan çözülmesi ilkesini vurgular ve aday devletleri, devam eden sınır anlaşmazlıkları ve ilgili diğer konuları çözmek için her gayreti göstermeye davet eder. Bunda başarılı olunamadığı takdirde, anlaşmazlığı makul bir süre içinde Uluslararası Adalet Divanı'na (UAD) götürmelidirler. Avrupa Birliği Konseyi, özellikle üyelik süreci üzerindeki yansımalarıyla ilgili olarak ve en geç 2004 yılı sonuna kadar UAD yoluyla çözüme bağlanmalarını teşvik etmek amacıyla, devam eden anlaşmazlıklara ilişkin durumu gözden geçirecektir. Ayrıca, Avrupa Birliği Konseyi hatırlatır ki Kopenhag'da belirlenmiş olan politik kriterlere uyum, üyelik müzakereleri açılmasının bir ön şartıdır ve tüm Kopenhag kriterlerine uyum AB'ye üye olarak katılmanın temelidir” şeklindedir. [http://www.belgenet.com/arsiv/ab/helsinki_sonuc.html].

Page 244: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

235

bağlamalarını teşvik etmek amacıyla, devam eden anlaşmazlıklara ilişkin durumu

gözden geçirecektir”ifadesi Türkiye için çok endişe verici olmuştur.

Türkiye’nin tereddütlerini AB’ye iletmesi sonrasında, AB dönem başkanı

Lipponen, bu tereddütleri gidermek üzere Başbakan Ecevit’e hitaben bir mektup

yazmıştır. Lipponen’in Ege sorunuyla ilgili bölümde yer alan “2004 tarihine kadar”

ifadesinin Uluslararası Adalet Divanı’na gitmek için değil, Konsey’in bu konudaki

gelişmelerle ilgili yapacağı değerlendirme için yer aldığını ve Kıbrıs konusunda ise

çözümün tam üyelik için bir önkoşul olmadığını açıklamasının ardından Türkiye

adaylığı kabul etmeye karar verebilmiştir.765

Türkiye’nin aday ülke olarak tanınmasının ardından, bir Katılım Ortaklığı

Belgesi’nin (KOB) hazırlanması ve buna paralel olarak Türkiye’nin de Ulusal

Programı’nı hazırlaması ile Türkiye üyelik için öngörülmüş olan bir hazırlık sürecine

girmiştir. AB, KOB’ni Mart 2001’de açıklamış, buna karşılık Türkiye de Ulusal

Programı’nı yayınlamıştır. Türkiye’nin Ulusal Programı AB çevrelerini tatmin

etmemiş, Kıbrıs sorunun çözümü, azınlık hakları ve ordunun Türk siyasetindeki yeri

gibi konularda AB kriterlerinin karşılanmadığı öne sürülmüştür. Haziran 2001

Göteburg Zirvesi’nde Ulusal Program 'olumlu bir gelişme' olarak tanımlanmış

olmakla birlikte, Türkiye’nin, özellikle insan hakları ve azınlıklar konusunda daha

fazla ilerleme kaydetmesi gerektiği üzerinde durulmuştur.

Bu tarihten sonra reform süreci belirli bir oranda hız kazanmış, 2001 Ekim’inde

yapılan 34 anayasa değişikliğinin ardından, 2002-2004 yılları ise reform sürecinin en

yoğun ve hızlı yaşandığı dönem olmuştur. AB bütünleşme tarihinde en kapsamlı

genişleme kararının alındığı766

765 Baykal ve Arat, “AB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt. II: 1980-2001, s. 354.

2002 Kopenhag Zirvesi’nde Türkiye'ye ilişkin olarak,

2004 yılı Aralık ayındaki Zirve toplantısında, Avrupa Komisyonu'nun hazırlayacağı

2004 Yılı İlerleme Raporu ve tavsiyesi doğrultusunda, Kopenhag siyasi kriterlerinin

karşılandığının belirlenmesi halinde gecikmeksizin katılım müzakerelerine

766 Zirvede onüç aday ülkeden Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Estonya, Letonya, Litvanya, Malta ve Güney Kıbrıs'ın 1 Mayıs 2004'ten itibaren AB'ye üye olmaları kararlaştırılırken, Bulgaristan ile Romanya'ya da 2007’de üyeliklerini hedefleyen bir yol haritası verilmiştir.

Page 245: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

236

başlanmasının kararlaştırılmış olması, reform sürecinin hızlanmasında büyük oranda

teşvik edici olmuştur.

Bu olumlu hava, 2003 Selanik Zirvesi’ne de yansımış ve Konsey Türk

hükümetinin reform sürecinin takip edilmesi yönündeki girişimlerinden duyduğu

memnuiyeti ifade etmiştir. Türkiye-AB ilişkilerini yepyeni bir aşamaya taşıyacak

olan ise 17 Aralık 2004 Brüksel Zirvesi'nde, Türkiye'nin, adaylığın teyidinden

itibaren başlattığı ve 2002 Kopenhag Zirvesi sonrasında hız verdiği siyasi kriterlere

uyum yönünde gerçekleştirilen reformları ve uygulamanın güçlendirilmesine yönelik

çalışmalar sonucunda, Türkiye'nin siyasi kriterleri karşıladığına ve Türkiye ile

katılım müzakerelerinin 3 Ekim 2005 tarihinde başlatılmasına karar vermişlerdir.

Türkiye ile katılım müzakerelerinin başlatılması kararı, gerçekten de Türkiye AB

ilişkilerinin, nerdeyse yarım asırlık tarihinin önemli bir dönüm noktasıdır. Karar, ilk

anda büyük bir coşkuyla karşılanmıştır. Başbakanın Brüksel’den Ankara’ya

döndükten sonra halka, "Bayramınız kutlu olsun. Geleceğiniz aydınlık olsun. Artık

dünya ile bütünleşen bir Türkiye var" şeklinde seslenmiş olması da bu coşku ve

bayram havasının bir göstergesidir.767

767 Erdoğan: Bayramınız Kutlu Olsun, Hürriyet, 18 Aralık 2004. http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2004/12/18/hurriyetim.asp.

Fakat bu hava çok uzun sürmeyecektir ve

Brüksel Zirvesi’nin kararları, çok geçmeden tartışılmaya ve eleştirilmeye

başlanacaktır. İlk olarak Zirvede müzakerelerin ‘açık uçlu’ (open-ended) olduğunun

özellikle belirtilmiş olması ve ne zaman sona ereceği konusunda bir takvim

çizilmemesi, bunun AB’nin Türkiye’yi ‘oyalama’ taktiklerinden birisi olduğu ve

müzakerelerin sonsuza dek sürebileceği algısına yol açmıştır. Diğer yandan, “eğer

görüşmeler tam üyelik ile sonuçlanmazsa, bu durumda Türkiye’yi Avrupa’ya

bağlayacak yeni bir bağ bulunmalıdır” şeklindeki ifade de, Türkiye için asıl

düşünülenin “imtiyazlı ortaklık” olduğu, dolayısıyla Türkiye’nin AB’ye

alınmayacağı yönündeki endişeleri uyandırmıştır. Bunlarla birlikte, müzakerelerin

başlayacağı tarihe kadar (3 Ekim 2005) Güney Kıbrıs’ın diğer yeni üye olan dokuz

ülke ile birlikte Ankara Anlaşması’nın kapsamına alınacağının Türkiye tarafından

taahhüt edilmesi, yine milli gurur hassasiyetlerini uyandırmış ve müzakere tarihi elde

Page 246: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

237

edebilmenin bedeli olarak ‘Kıbrıs’ı Verdik’ şeklinde ifade edilen bir infiale

dönüşmüştür.768

Zirve kararında yer alan koşullarla Türkiye’de oluşan AB’ye yönelik bu eleştirel

hava sönmemiş, aksine müzakereler başladığı ve ilerlediği süreçte de artarak devam

etmiştir. Dahası, hükümetin 2002-2004 arasında reformlar konusunda gösterdiği

performans, 2005’le birlikte önemli oranda azalmış, hatta durma noktasına gelmiştir.

Hükümetin reformlar konusundaki ya da doğrudan AB konusundaki hevesliliğini

yitirmesinin ardında, birbirine bağlı birçok neden bulunabilir. Öncelikle, hükümetin

(AKP’nin) kendisine yönelik 2002’den beri mevcut olan ulusalcı tepkinin yükselmiş

olması sayılabilir. 2002’den beri İslamcı kimliğinden ötürü AKP’ye karşı mevcut

olan ulusalcı tepki, AB’ye üyelik perspektifinin gerektirdiği reformları da AKP’nin

liberalleşme yoluyla ülkede İslamcı uygulamaların önündeki engelleri kaldırmaya

çalışmasının bir aracı olarak değerlendirmiştir. Bu tepkinin yükselmesi, AKP’nin

hızlı ve yoğun reform sürecini sürdürememiş olmasının nedenlerinden birisi olmakla

birlikte, söz konusu tepkinin yükselmesinde AKP’den daha fazla AB’nin katkısının

olduğu da gözden kaçırılmamalıdır.

Türkiye reform sürecinde olumlu ilerleme sağladıkça, Avrupa’da Türkiye’nin

üyeliği konusundaki hoşnutsuzlukları daha fazla gizlemek olanaksızlaşmıştır.769 Bu

dönemde, AB çevrelerinde birliğin Türkiye’yi “hazmetme kapasitesi”nin tartışılmaya

başlanması, Türkiye’de AB’ye karşı şüphe ve hoşnutsuzluğu uyandıran en temel

unsur olmaktadır. Hazmetme kapasitesi, Türkiye’nin ‘büyük, fakir ve farklı’770

768 Ankara Antlaşması’nın AB’nin 1 Mayıs 2004 tarihli genişlemesi doğrultusunda uyarlanması ve Gümrük Birliği uygulamalarının yeni AB üyelerini de kapsayacak şekilde genişletilmesine yönelik Ek Protokol, 29 Temmuz 2005’te Türkiye tarafından imzalanmıştır. Fakat protokolle birlikte, söz konusu imzanın Ek Protokol’de atıfta bulunulan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tanınması anlamına gelmeyeceğine ilişkin bir Deklarasyon hazırlanmıştır. Buna karşılık AB de bir karşı deklarasyon yayınlayarak (21 Eylül 2005), tüm AB üyesi ülkelerin tanınmasının, katılım sürecinin zaruri bir parçası olduğunu ifade etmiştir.

bir

ülke olmasıyla ilgilidir. Türkiye’nin nüfusu dolayısıyla, kurumsal ağırlık açısından

769 Luigi Narbone ve Nathalie Tocci, “Running in Circles? The Cyclical Relationship Between Turkey and the European Union”, Susannah Verney ve Kostas Ifantis (der.), Turkey’s Road to European Union Membership: National Identity and Political Change (Londra&New York: Routledge, 2009), s. 26. 770 Susannah Verney, “The Dynamics of EU Accession: Turkish Travails in Comparative Perspective”, Turkey’s Road to European Union Membership: National Identity and Political Change, s. 95.

Page 247: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

238

birlik içinde ikinci büyük devlet olacak olması ve ekonomik entegrasyonunun AB’ye

getireceği hesaplanan yükün ağırlığı AB ülkelerinde Türkiye’ye karşı olumsuz

tutumun sebeplerindendir. Fakat asıl nedenin, 1990’lardan beri görülen ve 2004

sonrası daha da yoğunlaşan bir tartışmaya, Türkiye’nin ‘farklılığı’na dayandığı

açıktır.

Avusturya’da AP seçimlerinde, yine aynı şekilde Fransa’da 2005

referandumunda ve 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Türkiye’nin üyeliği

konusunun bir rekabet unsuru haline getirilmesi, katılım müzakereleri başlamış olsa

da, Türkiye’nin tam tam üyeliğinin sürekli engelleneceği yönündeki şüpheleri sürekli

beslemiştir. Bu şüpheler, “imtiyazlı ortaklık” formülünün sürekli dile getirilmesi ve

Alman Şansölyesi Angela Merkel ve Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin bu

formülü açıkça savunmalarıyla da güçlenmiştir.771 Mart 2007’de AB dönem

başkanlığı’nı yürüten Merkel’in, AB’yi birarada tutan değerlerin Hıristiyan değerler

olduğuna dair açıklaması, Türkiye’yi birliğin öteki din ve kültürlerle etkileşiminin bir

parçası olarak tanımlaması772 gibi Türkiye’nin farklılığına, Avrupa’lı olmayışına

vurgu yapan daha birçok örnek Türkiye’deki rahatsızlıkları sürekli canlı

tutmuş/tutmaktadır. Aslında katılım müzakereleri her ülkede Avrupa karşıtlığını

uyandıran, zorlu bir süreçtir. Orta ve Doğu Avrupa’nın katılım süreçlerinde de

yaşanmıştır, fakat yine de Türkiye’nin durumu sorunların temelinde ‘kimlik’

olduğundan farklıdır.773

Katılım müzakerelerinin başladığı süreçte Kıbrıs’da AB’ye karşı hoşnutsuzlukları

besleyen bir başka sorun olmuştur. En başta, Kıbrıs sorununun çözümünün üyelik

koşulu haline getirilmesi, Annan Planı’nın işletilmesinde Türkiye üzerine düşeni

yaptığı halde AB’nin yapmamış olduğu düşüncesi ve AB Komisyonu’nun 29 Kasım

2006 tarihli, Türkiye’nin Ek Protokolden kaynaklanan yükümlülükleri yerine

getirene kadar (Türkiye limanlarını Güney Kıbrıs’ın gemi ve uçaklarına açana kadar)

771 Öniş, “Conservative Globalists versus Defensive Nationalists: Political Parties and Paradoxes of Europeanization in Turkey”, s. 252-253. 772 Hakan Yılmaz, “Turkish Identity on the Road to the EU: Basic Elements of French and German Oppositional Discourses”, Turkey’s Road to European Union Membership: National Identity and Political Change, s. 84. 773 Öniş, “Conservative Globalists versus Defensive Nationalists: Political Parties and Paradoxes of Europeanization in Turkey”, s. 255.

Page 248: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

239

sekiz fasılda774

Bütün bu nedenlere, reformlara rağmen PKK terörünün artması, Ermeni

soykırımı iddialarına karşı Avrupa’nın tutumları da eklenebilir, fakat AB’ye yönelik

hevesli tutumun değişmesi, dolayısıyla da reform sürecinin yavaşlamasına ayrı bir

bağlamda, AKP üzerinden de bakılabilir. AKP, Türk hükümeti olarak AB’nin

ilişkileri olumsuz etkileyecek eğilimlerinden etkilendiği kadar, kendi siyasal

kimliğinden kaynaklanan rahatsızlıkları da olmuştur. Öniş’e göre AKP’nin AB

konusundaki dönüm noktası, AİHM’nin 2005’de Türkiye’de başörtüsü yasağının

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olmadığına dair kararı olmuştur.

müzakerelerin başlatılmaması ve hiçbir fasılda müzakerelerin

kapatılmamasına dair tavsiye kararının 15 Aralık Zirvesi’nde kabul edilmiş olması,

AB’nin Türkiye’ye karşı ayrımcılık yaptığı düşüncesini pekiştiren unsurlar olmuştur.

775

1990’lı yıllardan beri, yani aslında AB ile Türkiye’nin konumlarını belirleyen

unsurun jeopolitikten kimliğe kaydığı süreçte, ilişkilerde gözlemlenen, sürekli olarak

AB karar ve tutumlarının, geleceğe yönelik olumlu işaretler içerdiği durumlarda,

içerideki muhafazakâr/laik/ulusalcı AB karşıtı seslerin alçaldığı ve ilişkilerin olumlu

gelişmeler kaydedebildiği, buna karşın AB eğilimlerinin tersine döndüğü anda Türk

ulusalcılığı ve şüpheciliğinin canlanarak ilişkilerin ilerlemesine engel olduğudur.

AKP

lideri Erdoğan bu karar karşısındaki hoşnutsuzluğunu, başörtüsünün mahkeme değil,

ulemanın ilgi konusu olduğunu söyleyecek kadar açık şekilde belli etmiştir. Bu karar,

AKP’nin parti kimliğine meşruiyet sağlayacak bir unsur olarak sarıldığı ve

Türkiye’de dinsel özgürlük alanında liberalleşme sağlayacağını düşündüğü AB’ye

olan inancını zayıflatmıştır.

776

AB ve Türkiye çerçevesinde yapılan analizin tümünden, ama daha 1990’lar

sonrası dönemin gelişmelerinden çıkarılabilecek en temel sonuç, Türkiye’nin

AB/Avrupa ile ilişkilerinin özünde kimlik kavramına dayandığı ve tarafların

farklılıkları göz ardı edecek kolektif bir ‘biz’ kavramsallaştırmasına

774 Bu fasıllar, Malların Serbest Dolaşımı, İş Kurma Hakkı ve Hizmet Sunum Serbestisi, Mali hizmetler, Tarım ve Kırsal Kalkınma, Balıkçılık, Ulaştırma Politikası, Gümrük Birliği, Dış İlişkilerdir. 775 Öniş, “Conservative Globalists versus Defensive Nationalists: Political Parties and Paradoxes of Europeanization in Turkey”, s.254. 776 Narbone ve Tocci, “Running in Circles? The Cyclical Relationship Between Turkey and the European Union”, s. 25.

Page 249: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

240

ulaşamadıkları/ulaşmak istemedikleri sürece bu sorunun aşılamayacağıdır. Soğuk

Savaş dönemi, komünizme karşı Batı ittifakı olarak, bir ölçüde ortak bir ‘biz’

tanımına ulaşılabildiği, fakat Avrupa’lı devletler Batı’dan kendilerini ayıracak bir

‘Avrupa’ içinde bütünleştikçe, Türkiye’nin dışlandığını söylemek olanaklıdır.

Avrupa’nın ‘biz’ kavramsallaştırmasının Hıristiyan değerler üzerine, dolayısıyla

Müslüman öteki’ye karşı inşa edildiği düşünüldüğünde bu oldukça zor

görünmektedir. Belki, Bilgin’in önerisi doğrultusunda, Türkiye Müslüman karşıtı

olmayan, çok kültürlüğü içeren yeni bir Avrupa kimliği inşasında bir unsur olarak

yer alabilir,777

2. Bölgesel Güç Türkiye ve Öteki’ler

ki bu gerçekleştiği noktada farklılıklar da büyük oranda alt edilmiş

olacaktır.

A. Yeniden Kuzey Komşu: Rusya Federasyonu

Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile Batı ittifakının

öteki’si komünizm çökmüş, Batı için Rusya Federasyonu (RF) istikrarsız, güvensiz

ve sorunlu ilişkiler yaratan ama dönüştürülmesi, dolayısıyla da içerilmesi gereken bir

devlet olarak konumlanmıştı. 1989’da çöken, Batı’nın ötekisi komünizm olmuştur,

fakat komünizmi üzerinden silkeledikten sonra ortaya çıkan, Türkiye’nin tarihsel

ötekisi olan Kuzey Komşu Rusya (Federasyonu) olmuştur. Çöküşün ve dağılmanın

etkisi altında, büyük oranda güçsüz olduğu hesaplanan, belki de hiç hesaba

katılmayan778

Bölgeyle ilgili olarak en başından beri farklı, dolayısıyla çatışan çıkarlara sahip

olan Türkiye ve RF ilişkileri, güvensiz ve istikrarsız bir zeminde başlamış ve

gelişmiştir. İlk olarak, 1991-1993 döneminde Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkasya’da

bir bakıma Rusya’nın yerini almaya soyunduğu düşüncesi tarihsel karşılıklı

Rusya’nın ötekiliği 1990’lı yılların başında hatırlanmayacaktı. Fakat

çok geçmeden RF’nin bölgedeki tek büyük güç olmaya devam ettiğinin, üstelik

Türkiye’nin bölgeye yönelik politikalarıyla, RF’nin politikalarının çatıştığının ve bu

durumun Türkiye’nin hareket alanını kısıtladığının ayırdına varılacaktı.

777 Bilgin, “Turkey & the EU: Yesterday’s Answers to Tomorrow’s Security Problems?”, s. 46. 778 Mustafa Aydın, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001, s. 422.

Page 250: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

241

güvensizlikleri canlandırmış, RF 1993’te Orta Asya ve Kafkasya’yı da kapsayacak

şekilde “yakın çevre” politikasıyla, kendisini bölgedeki barışın tek koruyucusu

olarak ilan etmiştir.779

Bu noktada, Rusya’nın bölgede kendi çıkarlarına tehdit olarak gördüğü

Türkiye’nin, kendi başına değil, Batı’nın, daha spesifik olarak ABD ve NATO’nun

bir uzantısı (maşası?) olarak değerlendirildiği için tehdit sayıldığının da altının

çizilmesi gerekmektedir.

Bu politika, bölgede Sovyetler Birliği’nin yerini doldurmaya

çalışan tüm başka güçler gibi, Türkiye’ye de yönelik olmuştur.

780 RF Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkasya’daki etki

mücadelesinden rahatsızlık duyarken, Türkiye de benzer şekilde RF’nin Sovyet

İmparatorluğu’nu yeniden canlandırma çabası içinde olmasından rahatsızlık

duymaktaydı.781 Orta Asya konusundaki rahatsızlık ve endişeler, Orta Asya

devletlerinin Ekonomik İşbirliği Teşkilatına (ECO) üye olmaları, 1992 ve 1994’te

düzenlenen Türk Cumhuriyetleri zirveleri, bu arada Türkiye’de canlanmış olan Pan-

Türkist söylemlerle somutlaşmış, fakat Türkiye’nin bölgede beklenilen etkinliği

sağlayamayacağı anlaşılınca yatışmıştır. Aynı durum Kafkasya için geçerli

olmayacak, Türkiye bölge ülkeleriyle ilişkilerini geliştirdiği oranda RF ile çıkarları

çatışacak, dahası bölgesel çatışmalarda, karşı taraflarda yer alarak rekabet

edeceklerdi. Örneğin, Dağlık Karabağ sorununda başından beri Türkiye Azerbaycan,

Rusya da Ermenistan yanında yer almış, fakat bu rekabetin belirli bir dengede

korunmasına da dikkat edilmiştir.782

Orta Asya ve Kafkasya haricinde, RF’nin kendi topraklarında yaşayan ve RF’den

bağımsızlıklarını kazanmak için mücadele eden Müslüman Çeçenler’e Türkiye’nin

779 Duygu Bazoğlu Sezer, “Türk Rus ilişkileri: Düşmanlıktan ‘Fiili’ Yakınlaşmaya”, Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri, s. 133. 780 Nurşin Ateşoğlu Güney, “Rusya Federasyonu’nun Yeni Güvenlik Politikası Çerçevesinde Türkiye’ye Bakışı”, Mustafa Türkeş ve İlhan Uzgel (der.), Türkiye’nin Komşuları (Ankara: İmge Kitabevi), 2002, s. 369. Orta Asya ile ilişkiler başlığında da görülebileceği gibi, Türkiye bölgeye yönelik politikalarında ABD desteğini almışsa da, bir başka açıdan bakıldığında, Batı’nın bir uzantısı olarak hareket etmiş olduğu görülür. Türkiye’nin bölgeye Batılı değerlerin bir ‘model’i olarak gösterilmesi ve bunun Türkiye tarafından benimsenmesi de Batı’nın bölgeye girişi olarak görülebilir. 781 Sezer, “Türk Rus ilişkileri: Düşmanlıktan ‘Fiili’ Yakınlaşmaya”, Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri, s.137. 782 İdil Tuncer, “Rusya Federasyonu’nun Yeni Güvenlik Doktrini: Yakın Çevre ve Türkiye”, Gencer Özcan ve Şule Kut (der.), En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar (İstanbul: Büke Yayınları, 2000), s. 450.

Page 251: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

242

gösterdiği ilgi de önemli bir gerginlik nedeni olmuştur. Türkiye’de Çeçenler’e karşı

açık bir sempatinin varlığı, bununla kalmayarak Türkiye’den Çeçenya’ya savaşmaya

giden gönüllülerin olması ve Çeçen Lider Cehar Dudayev’in Türkiye’yi ziyaretleri

RF’yi çok rahatsız etmiş ve bu rahatsızlık resmi yollarla da dile getirilmişti.

Rusya’ya göre Türkiye, topraklarındaki ayrılıkçı bir harekete destek veren bir

ülkeydi ve elinde bu ülkeye karşı karşı kullanabileceği çok önemli bir koz vardı. Bu

bağlamda Rusya Türkiye’ye karşı PKK kartını oynamaktan hiç çekinmemiştir.783

Türkiye Rus ve Çeçen ateşkesinin (1996) ardından, çatışmaların yeniden başladığı

1999 Ekim’inden sonra, Çeçen sorununa doğrudan karışmamaya özellikle dikkat

etmiştir.784

Rusya elindeki PKK kozunu, ilişkilerdeki başka bir önemli çatışma konusu olan

boru hatları rekabetinde, Bakü-Ceyhan seçeneğini rekabetin dışına atmak için

kullanılmıştır.

785

Hazar enerji güzergâhları bölgede, özellikle 1990’ların sonlarına doğru en önemli

rekabet konusu haline gelmiş, Rusya ve Türkiye bu rekabette karşı taraflarda yer

almışlardı. Rusya, Azeri petrolünün Batı’ya taşınmasında Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC)

seçeneğine alternatif olarak, Bakü-Novorossisk hattını desteklemiştir. Bu hattın

hayata geçirilmesi, Moskova’ya bölgenin enerji kaynaklarının stratejik kontrolünü

elinde tutma olanağını sağlayacaktı. Buna karşın, Türkiye’nin desteklediği Bakü-

Tiflis-Ceyhan hattı ise Türkiye’nin daha fazla nüfuz sahibi olmasını sağlayacaktı.

RF’nin PKK’ya verdiği desteğin en açık örneği ise, 1998’de

Abdullah Öcalan Suriye’den çıkarıldığında, Rusya’ya getirilmesi ve kendisine

Duma’dan sığınma hakkı tanıyacak bir karar çıkarılması olmuştur. RF, Türkiye’nin

diplomatik girişimleri sonucu Öcalan’ı ülkesinden çıkarmış, fakat Türkiye’ye teslim

etmemiştir.

786

783 Aydın, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001, s. 424-425.

Ciddi bir rekabete dönüşmüş olan bu güzergâhlar sorunu, en son olarak Azeri

petrolünün taşınmasında bir ana boru hattı (Bakü-Ceyhan) ve bunun yanında başka

784 Mustafa Aydın, “Foucault’s Pendulum: Turkey in Central Asia and the Caucasus”, Turkish Studies, Cilt 5 (2), 2004, s. 12. 785 Sezer, “Türk Rus ilişkileri: Düşmanlıktan ‘Fiili’ Yakınlaşmaya”, Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri, s.145. 786 Aydın, “Foucault’s Pendulum: Turkey in Central Asia and the Caucasus”, s. 13.

Page 252: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

243

hatları da kabul eden çok seçenekli bir stratejiyle çözüme kavuşmuştur. Bu çok

seçenekli yaklaşımı ortaya koyarak, çözüm üreten ABD olmuştur. ABD aslında en

başından beri, boru hattının güzergâhı Batıcı devletlerin topraklarından geçtiğinden

ve bu devletleri batının çıkarlarına daha fazla yaklaştıracağı için BTC’yi

desteklemiştir.787

Geçmişi hatırlatır şekilde, Boğazlar konusunda dahi sorun

788

Türkiye ve Rusya arasındaki ekonomik ilişkilerin düzeyi ve bunun

geliştirilmesinin her iki taraf için de önemli olduğunun farkına varılması, ilişkilerin

güvensizlik ve istikrarsızlıktan işbirliğine doğru evrilmesi açısından teşvik edici

olmuştur. 2000’lerin ilk yarısında, AKP hükümeti bu ekonomik kavrayışla hareket

edecek, ilişkilerde belirli düzeyde gelişme sağlanabilecektir. 2004’de Rusya Devlet

Başkanı Viladimir Putin’in ziyareti, Türkiye’yi ziyaret eden ilk Rusya Devlet başkanı

olması bakımından önemli bir mesaj olmuştur. Bu tarihten sonra ise, AKP’nin dış

politika önceliklerinin Avrupa/AB yönünden, Ortadoğu ve Avrasya’ya doğru

kaydığını gözlemlemek mümkündür. Yalnız bu dönemde Avrasyacılık olarak

adlandırılan politika “ılımlı” bir politika olarak,

yaşayan bu iki

ülkenin ilişkileri 2000’li yıllara istikrarsız bir şekilde girmiştir. Fakat 1990’lı yılların

bütün sorunlarına rağmen, ekonomik alanda Türkiye ile Rusya arasındaki işbirliği

sürekli gelişme göstermiş ve 1990’lı yılların sonunda RF Türkiye’nin ikinci ticaret

ortağı haline gelmiştir. Türkiye ile Rusya’nın bu ilişkisinin temelini enerji sektörü

oluşturmaktadır. Türkiye, doğalgazda Rusya açısından ikinci en büyük pazar, yine

petrol açısından da önemli bir pazar konumundadır.

789

Türkiye’nin Osmanlı döneminden beri en fazla tehdit aldığı Kuzey komşusu,

Sovyetler Birliği çatısından ve komünizmden sıyrıldığı süreçten sonra, Türkiye için

doğrudan varlığına bir tehdit olmaktan çok (ki bu her an, her ilişkide tersine

Rusya ile işbirliği zeminlerini

yıkmadan yürütülmesi olasılığı düşünülerek ortaya koyulmuştur.

787 Ibid., s. 14. 788 Türkiye 1994’te Boğazlardaki trafiği düzenlemek ve kazaları önlemek amacıyla Boğaz’dan geçen gemilere Türk kılavuz kaptan alma zorunluluğunu getiren bir tüzük çıkarmış, RF ise bu değişikliğin Montreaux’yü imzalamış devletlere danışılmadan yapıldığı iddiasıyla karşı çıkmıştır. 789 Ziya Öniş ve Şuhnaz Yılmaz, “Between Europeanization and Euro-Asianism: Foreign Policy Activism in Turkey During the AKP Era”, Turkish Studies, Cilt 10 (1), 2000, s. 9.

Page 253: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

244

dönebilir), çıkarları için bir tehdit olarak algılanmaktadır. Buna karşın, tarihsel olarak

inşa edilmiş karşılıklı güvensizliklerin yıkılması ve sorunsuz bir işbirliği çerçevesine

dönüştürülmesi, bu iki devletin tarihlerinde hiçbir işbirliği çerçevesi içinde birarada

olamadıkları da göz önüne alındığında, çok kolay değildir. Sadece Türkiye ve Rusya

için değil, tüm global ve bölgesel aktörler için bir rekabet alanı ve güvenlik açısından

hala çok istikrarsız ve güvensiz bir bölgede rekabet eden iki aktör olarak Türkiye ve

Rusya’nın işbirliği perspektifine ulaşmaları, biraz da bu tarihsel güvensizlikleri

tetikleyen bölgedeki istikrar ve güven ortamının sağlanabilmesine bağlı gibi

görünmektedir.

B. Yeni Bir Türk ve Müslüman ‘Biz’: Orta Asya ve Kafkaslar

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Batı ittifakı’nın öteki’si komünizmin ortadan

kalkması, Türkiye için, kimliğini sağlamlaştıracak bir unsur olarak Orta Asya’da

Türk kökenli ve Müslüman, Türk(i) devletleri ortaya çıkarmıştır. Sovyetler

Birliği’nin dağılmasının ardından Orta Asya ve Kafkasya’da Türk(i)-Müslüman

devletler bağımsızlıklarını kazanırken, Türkiye’de 12 Eylül’le canlandırılan ve bir

devlet politikası haline getirilen, dönemin başbakanı ve ardından Cumhurbaşkanı

Özal tarafından da içselleştirilmiş olan Türk-İslam Sentezi, bu yeni devletlerin

“Adriyatik’ten Çin Seddine” söylemiyle Türk dış politikasının merkezine

yerleştirilmesinde destekleyici bir unsur olmuştur. 1980’li yılların sonu ve 1990’lı

yıllar, aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa’da dışlanması, ötekileştirilmesi sürecinin

de başladığı dönemlere denk geldiğinden, Türk(i) devletlerin ortaya çıkışı,

Türkiye’yi yıllardır süren sıkışmışlıktan ve yalnızlıktan kurtaracak, Türkiye’nin

önünde siyasal, ekonomik ve psikolojik avantajlar sağlayabilecek birer hayati fırsat

olarak görülmüştü.790 Özetle, Türk(i) cumhuriyetler bir yandan Türkiye’nin etki

alanını genişletebileceği, diğer yandan ise Avrupa ile yaşanan güçlükleri

dengeleyebilecek bir yol olarak değerlendirilmişti.791

790 Mustafa Aydın, “Global Değişim ve Genişleyen Türk Dünyası: Türkler ve Türkiler”, Türkiye’nin Dış Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik, s. 273.

791 F. Stephen Larrabbee ve Ian O. Lesser, Belirsizlik Döneminde Türk Dış Politikası, çev. Mustafa Yıldırım (İstanbul: Ötüken Yayınları, 2002), s. 133.

Page 254: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

245

Bu bakış açısıyla ve biraz da fazlaca duygusal, aynı zamanda da programsız

başlayan Türkiye’nin bölgeye yönelik politikası,792

Zaten Batı da Türkiye’ye, demokratik, laik yapısı ve serbest ekonomisiyle bu

devletlere “model olma” rolü yüklemişti. Türkiye, özellikle 1990’lı yılların başında,

demokratikleşme ve insan hakları konusunda Batı tarafından sert eleştirilere uğruyor

ve hatta kınanıyordu. Buna karşın, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bile büyük

oranda eski komünist kadrolarca yönetilen ve köktenci İslam’ın yerleşmesine müsait

olan, otoriter yapılı Türk(i) devletler için Türkiye, diğer alternatifler olan İran ya da

Çin modellerinden çok daha fazla tercih edilir durumdaydı. Diğer yandan Karpat’a

göre, Batı Türkiye’yi kendi değerlerini bu Müslüman Türk(i) devletlere aktarabilecek

bir araç olarak kullanmıştır ve bu söz konusu devletlerin Türk kökenli olmalarından

değil, Müslüman olmalarından kaynaklanmıştır. Bu devletler Baltık devletleri gibi

Hıristiyan olsa, Batı ilk aşamada da Türkiye’ye ihtiyaç duymayacaktı.

çok geçmeden gerçeklerle

yüzleşecek ve yeniden Batı’ya, en azından Batı ve Doğu arasındaki köprü olma

görevini üstlenmek üzere geri dönecekti.

793 Nihayetinde

bu devletlerde “Türk modeli”nin kabul görmemesi bir yana, sunulan modelin

Batı’nın modeli olduğunun da bilincinde olmuşlardır. Sonuçta Batı, özellikle petrol

şirketlerinin bölgeye gelmesiyle birlikte bu devletlerle doğrudan temasa başladığında

da Türkiye’nin aracılığına gerek kalmayacaktı.794

Türkiye, başlangıçtaki tüm heyecanına karşın Orta Asya ile arzulanan düzeyde ve

yönde etkileşimde bulunamayacağını kısa sürede anlamıştı, örneğin hiçbir Türk(i)

devletin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) tanımasını sağlayamamıştı.

Ayrıca Rusya Federasyonu’nun hala bölgedeki tek büyük güç olduğunun ve bölge

ülkeleriyle Rusya arasındaki karşılıklı bağımlılıkların, Rusya’yı göz ardı eden bir

792 Ayrıntılı bilgi için bkz. Aydın, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, s. 366-439. 793 Kemal Karpat, “The Ottoman Rule in Europe From the Perspective of 1994”, Vojtech Mastny ve R. Craig Nation (der.), Turkey Between East and West: New Challenges for a Rising Regional Power (Boulder: Westview Press, 1996), s. 2. 794 Mustafa Aydın, “Between Euphoria and Realpolitik: Turkish Policy Toward Central Asia and the Caucasus”, Tareq Y. Ismael ve Mustafa Aydın (der.), Turkey’s Foreign Policy in the 21st Century: A Changing Role in World Politics (Aldershot: Ashgate Pub., 2003), s. 146.

Page 255: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

246

devletin politikalarını yürütmesine engel olacağının anlaşılması da çok uzun zaman

almayacaktı.795

Nihayetinde Türkiye, ilgisini Orta Asya’dan daha fazla işbirliği olasılığı yaratan

ve enerji kaynakları dolayısıyla da önemli olan Kafkasya’ya yönlendirmiştir.

Esasında Türkiye’nin öncelikli ilgi alanı, genel olarak Kafkasya, güneybatı Rusya,

İran ve Orta Asya devletlerinden Kazakistan ve Türkmenistan’ı kapsayan Hazar

Bölgesi olmuştur.

796 Türkiye, Orta Asya’da etkinlik sağlayabilmek için çok çaba

harcamasına karşın sınırlı bir başarı elde edebilmişken, Kafkasya’da daha etkin bir

rol üstlenebilmişti. Öncelikle Azerbaycan ile ilişkiler, 1990’ların başında hemen sıkı

bağlarla bağlanmaya doğru ilerlemiş, Ebulfeyz Elçibey yönetimindeki Azerbaycan,

“Türk modeli”ni benimsemişti. Elçibey’in bir darbe ile indirilmesinin ardından, süreç

kesintiye uğramış olsa da, daha Batı yanlısı olan Haydar Aliyev döneminde, verilen

arayı kapatma olanağı doğmuştur. Azerbaycan’la olan bu yakın ilişkiler, bir bakıma

Ermensitan’la olan sorunlu ilişkiler için de bir zemin olmuştur. Bağımsızlık sonrası

Ermenistan’la ilişkiler, daha Ermenistan’ın bağımsızlık bildirgesinde 1921 Kars

Antlaşması’yla oluşturulmuş sınırları tanımadığını göstermesiyle sorunlu başlamıştı.

Buna karşın, Türkiye Ermenistan’a Batı’dan gönderilecek yardımların kendi

topraklarından geçmesine izin vererek ilişkilerin normalleşmesi yönünde adım

atmıştı. Bu ilk adımı Türkiye’nin Ermenistan’a elektrik göndermeyi kabul etmesi

(Azerbaycan baskısı nedeniyle sonradan bu fikirden vazgeçildi) gibi başka adımlar

izlemişse de, 1992 ortalarından itibaren Dağlık Karabağ’da savaşın yoğunlaşması,

Ermenilerin Azerbaycan topraklarına girmeye başlaması, Türkiye için yakınlaşma

olasılıklarını tamamen ortadan kaldırmıştı.797

2000’li yılların ilk yarısında, Türkiye Ermenistan’la ilişkileri yeniden başlatma

yönünde birtakım adımlar atmaya başlamışsa da, bu dönemde Ermenistan’dan bir

karşılık alınamamıştır. Büyük oranda AKP’nin dış politika önceliklerinden birisinin,

Elbette Ermenistan’la Türkiye’nin

ilişkilerindeki tek sorun Dağlık Karabağ sorunu değildir ve ABD ve Avrupa’daki

Ermeni diasporasının Ermeni soykırımı iddialarını sürekli gündemde tutma çabaları

ilişkilerde düzelme olasılıklarını ortadan kaldıran bir unsur olarak işlemektedir.

795 Aydın, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 422-423. 796 Aydın, “Between Euphoria and Realpolitik”, s. 147. 797 Aydın, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 410-411.

Page 256: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

247

Türkiye’nin tüm komşularıyla iyi geçinme, ‘sıfır sorun’ yaşama olmasından798

kaynaklanan bu politika yürütülürken, ABD ve AB’nin ve hatta Rusya’nın bir tür

‘ikna edici’ politika yürütmeleri, bir bakıma arabulucu rolü üstlenmeleri de

istenmiştir.799

10 Ekim 2009 tarihinde Zürih’te, Türkiye ve Ermenistan’ın birisi diplomatik

ilişkilerin kurulmasına, diğeri Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin

geliştirilmesine dair protokolleri imzalamaları, protokoller ortak sınırın açılması ve

diplomatik ilişkilerin kurulması gibi unsurları içerdiğinden, ilişkilerin normalleşmesi

açısından tarihsel birer aşama olarak görülmüştür. Buna karşın, protokollerin

parlamentolarda onaylanma süreci, Ermenistan’ın protokollerin onayını soykırım

iddialarının tanınmasına bağlamış olması nedeniyle tıkanmış, son olarak 22 Nisan

2010’da Ermenistan, protokollerin parlamentodaki onay sürecini askıya aldığını

açıklamıştır. Ermenistan’la yapılan protokoller, Türkiye’nin Karabağ sorunu

çözülmeden Ermenistan sınırını açma olasılığı dolayısıyla Azerbaycan’ı rahatsız

etmiş ve Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin bundan olumsuz etkileneceği yönünde

açıklama yapmıştır. Bununla birlikte, kendi milletvekillerinden oluşan bir grubu

Türkiye'ye göndererek bu olumsuzlukları medyaya taşıyacak girişimlerde de

bulunmuştur.

Türkiye’nin çabalarına Ermenistan’dan ancak 2000’lerin il onyılı

biterken bir tepki gelmiş ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Dünya Kupası

kapsamında oynanan Türkiye-Ermenistan maçı için Erivan’a gitmesi (6 Eylül 2008),

ilişkilerin geleceği için umut verici olmuş, nitekim bundan sonra daha ileri bir

aşamaya geçme olasılığı doğmuştur.

800 Azeri Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’den ise ard arda, doğalgaz

hatlarının Türkiye’den geçmesinin kendileri açısından pek de yararlı olmadığı, bu

nedenle gerekirse bu hatları değiştirecekleri ve Türkiye’ye satılan doğalgazın

olağanüstü ucuz bir fiyattan, makul bir fiyata çıkmasını istedikleri şeklinde

açıklamalar gelmiştir.801

798 Öniş ve Yılmaz, “Between Europeanization and Euro-Asianism: Foreign Policy Activism in Turkey During the AKP Era”, s. 9.

Azerbaycan’ın bu yöndeki tutumu, Erdoğan’ın “…bu sınır

799 Sedat Laçiner, Türkler ve Ermeniler: Bir Uluslararası İlişkiler Çalışması (Ankara: USAK Yayınları, 2005), s. 290. 800 “Azerbaycan Milletvekili Heyeti”, 16 Nisan 2009. [http://www.haberler.com/azerbaycan-milletvekili-heyeti-ermenistan-a-firsat-haberi/]. 801 “Türkiyesiz Gaz Rotası Arıyor”, Hürriyet, 19 Ekim 2009. [http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=12720858].

Page 257: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

248

kapılarının kapanması Dağlık Karabağ ile alakalıdır. Orada yapılan müdahaleler

sonucunda bizim kapılarımız kapatılmıştır.… Dolayısıyla bu sebep oradan

kalkmadıkça biz de kapılarımızı açamayız. Bunu, AK Parti iktidarı olarak biz bu

şekilde açıklıyoruz, ifade ediyoruz. Bunun birbiriyle ilişkisi yoktur yaklaşımını da

doğru bulmuyoruz.”802

Diğer bir Kafkasya ülkesi Gürcistan’la ise ilişkiler bağımsızlıktan itibaren olumlu

yönde ilerleme kaydetmiştir. Genel Kafkasya politikalarının üç rekabet alanı olan

güvenlik, ticaret ve enerji alanlarının tümünde işbirliği perspektifi sürdürülebilmiştir.

İlk olarak, Türkiye Gürcistan’ın en büyük ticaret ortağı olmuştur. Batum havaalanı

Türkiye’nin iç hat uçuşlarında kullanılmaya başlanmış ve Temmuz 2008’de Bakü-

Tiflis-Kars Demiryolu hattının temeli atılmıştır. Türkiye ile Gürcistan enerji

konusunda da birbirleriyle işbirliği içinde olmuşlar, Türkiye Gürcistan lehine Bakü-

Supsa hattına destek verirken, Gürcistan da Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru hattını

Türkiye lehinde desteklemiştir.

Şeklindeki açıklamasında açıkça ortaya çıktığı gibi,

Türkiye’nin politikalarını yönlendirmekte etkili olmuştur.

803

Kafkasya, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden beri Türkiye’nin dış politikasında

öncelikleri olan bir bölge olmuş olmuştur. Bununla birlikte, 2000’li yıllardan itibaren

özellikle Ermenistan’la ilişkilere yaklaşım açısından ve elbette enerji yönelimli

2007’de Bakü-Tiflis-Erzurum doğalgaz boru hattı

çalışmaya başlamış, bu enerji hatlarına 2009’da anlaşması imzalanan ve Türkiye’den

AB ülkelerine doğal gaz taşımak amacıyla yapılması düşünülen Nabucco boru hattı

projesi de eklenmiştir. Türkiye’nin Gürcistan’ın kendi içindeki Abhazya ve Osetya

sorunlarına karşı, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü onaylayan politikaları, iki ülke

arasındaki işbirliği zeminini sağlamlaştıran bir unsur olmuştur. Esasen Türkiye’nin

Kafkasya’da genellikle de etnik kökenli çatışmalar karşısındaki tutumu, her zaman

için bölgesel sorunların kendi güvenliğini tehdit edecek sıcak bir çatışmaya

dönüşmeyecek düzeyde tutulması yönünde olmuştur. Gerçi bu irade 2008

Ağustos’unda Gürcistan birliklerinin “anayasal düzeni sağlama operasyonu” adı

altında Güney Osetya’ya girmesi ve Rus birlikleriyle çatışmasıyla başlayan savaşta

gösterilememiştir.

802 “Erdoğan: Türkiye Azerbaycan’ı Yalnız Bırakmaz”, Hürriyet, 16 Mayıs 2009. [http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=11664390] 803 Aydın, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s.421.

Page 258: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

249

işbirlikleri açısından bakıldığında, Türkiye’nin bölgeye yönelik ilgi ve etkinliğinde

önemli bir artış olduğu ve edilgen olmayan bir politika izlenmek üzere harekete

geçildiği sonucu çıkarsanabilir. Öniş, özellikle 2005 sonrasında daha fazla

gözlemlenen bu aktif politikayı, AKP’nin bu tarihten sonra AB konusunda duyduğu

rahatsızlıklar dolayısıyla AB merkezli politikaları terkederek, ılımlı Avrasya’cı bir

politika izlemesine bağlamaktadır.804

1990’lı yıllarda, Türkiye’nin hem içsel, hem uluslararası koşullarca yaratılan

yalnızlığını, Türk ve Müslüman olan yeni devletlerle, Türklük fikri üzerinden

kolektif bir “ben” yaratarak giderme ve bu yolla aynı zamanda bölgesel bir lider

olma girişiminin, esasen Türkiye’nin Batılı/Batıcı dış politikasının bir yönü olduğu

rahatlıkla söylenebilir. Daha önce de değinildiği gibi, Türkiye özellikle Orta

Asya’ya, Batılılaşmış, demokratikleşmiş ve laikleşmiş örnek bir ‘ağabey’ olarak

giderken, zaten Batı’yı bölgeye taşıma misyonunu üstlenmiştir. Bu heyecanlı

politikanın özünde Orta Asya’ya mı, yoksa Avrupa’ya mı yönelik olduğu dahi

sorgulanabilir bir durumdur. Gerçi, özellikle coğrafi yakınlık-komşuluk ve enerji

politikalarının ağırlığı açısından Kafkasya devletlerinin durumu farklıdır, ama bu

politikanın da Batı’nın desteği olmadan yürütülemeyeceği bir başka gerçektir. Kaldı

ki, Batı desteği esasen Türk dış politikasında hiçbir zaman arzulanmayan bir unsur da

olmamıştır.

AKP iktidarı döneminde, özellikle de 2005 sonrasında Türkiye’nin dış

politikasının Avrupa yöneliminden uzaklaşarak, ılımlı bir Avrasyacılığa doğru

kaydığı ya da İslamcı eksende yürütülmeye başlandığı tartışmaları bir yana, ilgimizi

ortaya koyulan pratiklerden daha kapsayıcı bir perspektife kaydırdığımızda, bu

dönem politikalarının da temelinde Avrupa’yı bulmak olanaklıdır. Söz konusu

politikalar, Avrupa’nın Türkiye’ye karşı olumsuz tutumları nedeniyle başlatılan,

dolayısıyla 1990’ların başında olduğu gibi, aslında Avrupa’ya bakan politikalardır.

Ancak özünde Avrupa da olsa, bu politikaların hangi yeni yöne kaydırılacağı,

konjonktürel koşul ve olanaklara bağlı olduğu kadar, bu politikanın üretildiği ülkenin

804 Öniş ve Yılmaz, “Between Europeanization and Euro-Asianism: Foreign Policy Activism in Turkey During the AKP Era”, s. 13.

Page 259: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

250

kimliği ve hatta politikaları üreten kişi ve kurumların kimlikleriyle de gevşek de olsa

ilgisi olduğu gözden çıkarılmamalıdır.

C. Hep Öteki, Yine Öteki: Yunanistan

Soğuk Savaş döneminde, komünizmin ortak tehdidi ve ABD’nin yönlendirmesi

sonucu Batı ittifakı içinde, ABD desteğine muhtaç iki ülke olarak Türkiye ve

Yunanistan birarada ve işbirliği içerisinde olabilmişlerdi. Buna karşın, daha Soğuk

Savaş’ın yumuşamaya başladığı, bu bağlamda kendilerini birleştirici unsurlar

gevşediği anda sorunlu ve birbirlerine karşı ötekiliklerini onaylayıcı konumlarına

dönmüşlerdir.

Soğuk Savaş’ın ikinci yarısına denk gelen bu süreç, Türkiye ile Yunanistan

arasında halen varlığını sürdüren sorunların ard arda dizilmeye başladığı yıllar

olmuştur. 1950’li yıllarda, belirli bir ölçüde taraflar arasında dostça çözümlenebilmiş

Kıbrıs sorunu, 1963’te yeniden başladığında ve 1974’te Türkiye’nin askeri

müdahalesine kadar vardığında, iki ülke de 1950’li yılların ‘Batı ittifakının

çıkarlarını kendi çıkarlarından üstün tutma’ anlayışını805

Buna karşın Batı, ilişkilerde her zaman bir referans noktası olarak işlemeye

devam etmiştir. Referans noktası olan Batı, başlangıçta her iki devletin de üye

olduğu NATO ve ABD iken, 1981’de Yunanistan’ın AB’ye üye olmasıyla birlikte

AB’ye kaymıştır. AB’ye yalnızca Yunanistan’ın üye olması ve Türkiye’nin ‘bir

türlü’ olamaması, süreci Türkiye’nin aleyhine işletecek bir unsur olmuştur.

Yunanistan’ın AB’ye üye olduğu tarih de, Türk-Yunan ilişkilerinde Avrupa

bağlamına bakarsak ilginçtir. Çünkü bu tarih, Türkiye’nin 12 Eylül sonrası

Avrupa’dan eleştiri yağmuruna tutulmaya başlandığı ve aslında Avrupa’dan açıkça

dışlandığı döneme denk gelmektedir. Yunanistan, Türkiye’nin hem dışarıda oluşunu,

hem de dışlanmasını kendi lehine kullanmakta başarılı olacaktır.

terk etmişlerdi.

Türkiye gibi, Yunanistan da 1990’lı yıllara Soğuk Savaş’ın sona ermesinin

yarattığı şaşkınlık içinde girecek ve Yunanistan Balkanlar’da meydana gelen

gelişmelerden etkilendiği oranda, Türkiye ile kısa süreli de olsa bir yakınlaşma

805 Aydın, “Crypto-optimism in Turkish-Greek Relations. What is Next?”, s. 227.

Page 260: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

251

arayışına girecekti. Yunanistan bu dönemde Yugoslavya’nın dağılması sonrası

yaşadığı güvenlik sorunları bir yana, Balkanlar’daki gelişmelerde olumlu bir rol

oynamayı başaramadığı ve politikalarında AB’den de farklılaştığı için birlikle

sorunlar yaşamıştır.806

Yunanistan’ın bu ortamda Türkiye ile diyalog başlatma arayışı, Türkiye

tarafından olumlu karşılanmış, fakat 1990’ların ilk yarısı boyunca, diyalog

bağlamında başlayan her adımın arkasından bir kriz çıkmış ve süreci geriye

döndürmüştür. Fırat’a göre bunun nedeni, Yunanistan’da siyasal iktidarların diyalog

girişimlerine karşı, içeride oluşan kamuoyunun ve muhalefetin baskısı olmuştur.

807

Türkiye’de ise sorunların genel çizgisine baktığımızda, böyle bir durum ortaya

çıkmamaktadır, çünkü zaten Türkiye hiçbir zaman Yunanistan’la, Yunanistan’ın

Türkiye ile olduğu kadar ilgili olmamıştır.808 Krizler, sorunlar genellikle Yunanistan

tarafından alevlendirilir, Türkiye de tepki verir, çünkü sürekli sorun yaratmasa,

Yunanistan hiç de önemli değildir Türkiye’nin algısında.809

1990’lı yılların bu diyalog ve küçük krizlerle geçen ilk yarısında, Türkiye

açısından asıl sorun, (Güney) Kıbrıs’ın AB’ye tam üyelik başvurusu yapmış olması

ve sorunun artık, Türkiye’nin üyesi olmadığı (ama olmaya çalıştığı) AB çerçevesine

girmiş olmasıdır. Bundan sonra Türkiye’nin AB ile ilgili her adımında, karşısına

Kıbrıs ve Ege sorunları çıka(rtıla)caktır.

Türkiye Kıbrıs’ın AB’ye tam üyelik başvurusuna hemen tepki göstererek, bu

başvurunun Zürih-Londra anlaşmalarına göre yasal olmadığını bildirmiş, fakat AB

Konseyi başvuruyu normal süreç içerisinde kabul etmişti. Müftüler-Bac’a göre, AB

bu şekilde bir tutumla aslında üyelik sürecini kullanarak, adanın birleşmesi yolunda

ilk diplomatik başarısını elde edebileceğini hesaplamıştır.810

806 Melek M. Fırat, “Soğuk Savaş Sonrası Yunanistan Dış Politikasının Yeniden Biçimleniş Süreci”, Mustafa Türkeş ve İlhan Uzgel (der.), Türkiye’nin Komşuları (Ankara: İmge Kitabevi, 2002), s. 23.

Fakat daha Kıbrıs’ın

üyeliği konusunu ele aldığı ilk aşamada kendisi için düşündüğü arabuluculuk rolünde

807 Ibid., s. 26. 808 Aydın, “Crypto-optimism in Turkish-Greek Relations. What is Next?”, s. 235. 809 Bu elbette Türkiye’nin sorunları önemsemediği anlamına gelmemektedir. Bu durumun esasında ötekileştirmeyle, ötekileştirdiğini değersizleştirme ile ilgili olduğu konusunda Bkz. s. 143. 810 Meltem Müftüler-Bac ve Aylin Güney, “The European Union and the Cyprus Problem 1961-2003”, Middle Eastern Studies, Cilt 41 (2), 2005, s. 286.

Page 261: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

252

başarılı olamamış, adayı bir bütün olarak görmelerine karşın, Türk kesimiyle işbirliği

yapamamış ve daha en başından sadece adanın Güney kesimine odaklı

kalmışlardı.811

1994 Korfu Zirvesi’nde (Güney) Kıbrıs’ın gelecek genişleme aşamasında yer

almasına kararına karşı da Türkiye’nin tepkisi sert olmuştur. Kıbrıs’ın AB’ye

üyeliğinin gerçekleşmesi durumunda, Türkiye’nin aynı türde bir entegrasyonu KKTC

ile gerçekleştireceği yönündeki açıklamalar, farklı zamanlarda (Mart 1995) Dışişleri

Bakanı Murat Karayalçın ve hatta (Aralık 1996) Başbakan Erbakan tarafından dile

getirilmiştir.

812 Aynı bağlamda, Türkiye ve KKTC arasında, entegrasyonu

çağrıştıran, ilişkileri derinleştirmeye yönelik bir bildiri (mutabakat metni) de

yayınlanmıştır. Korfu zirvesinden çıkan karar, büyük oranda Yunanistan’ın

Türkiye’nin GB müzakerelerinde kullandığı (1994 ve 1995’te) vetosunu, Kıbrıs’la

katılım müzakerelerinin başlatılması karşılığında kaldıracaklarını bildirmeleriyle

ilgiliydi. Türkiye, Yunanistan’ın GB antlaşmasını veto etmeyeceğine dair işaretleri

aldığında ise sessiz kalarak sürecin nasıl gelişeceğini beklemeye karar vermiştir.813

1996 yılına gelindiğinde, Ege denizinde bulunan insansız kayalıklar üzerindeki

hakimiyet iddialarından kaynaklanan bir kriz (Kardak Krizi) iki ülkeyi sıcak

çatışmanın eşiğine getirmiştir. Kriz, Türk bandıralı bir geminin (Figen Akat) karaya

oturmasıyla, iki ülkenin kurtarma ekipleri arasında sorun çıkıp, her iki ülke

kayalıkların kendi karasularında bulunduğunu iddia edince patlak vermiştir. Kriz, iki

ülkenin de siyasi iradelerinin durumu iç politikalarında kullanmaları ve aynı

zamanda basınının da etkisiyle tırmanmış ve geri dönülemez bir noktaya giderken,

Süreç, Türkiye’nin AB ile 6 Mart 1995’te GB kararının imzalanmasıyla sonuçlanmış

ve aynı gün Konsey’in Kıbrıs Rum Hükümeti’nin bütün adayı temsilen yaptığı tam

üyelik başvurusuna ilişkin görüşmelerin takvime alınması kararına tepki vermemiştir.

Yunanistan, veto hakkını, Kıbrıs sorununa çözüm bulunmadan, adanın birliğe

katılımı yönünde bir baskı aracı olarak kullanmış ve sonuçta başarılı olmuştur.

811 Ibid. 812 Kramer, Avrupa ve Amerika Karşısında Değişen Türkiye, s. 263-264. 813 Melek M. Fırat, “AB-Kıbrıs İlişkileri ve Türkiye’nin Politikaları”, Gencer Özcan ve Şule Kut (der.), En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar (İstanbul: Büke Yayınları, 2000), s. 250-251.

Page 262: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

253

ABD’nin arabuluculuğuyla çözülmüştü. Krizin en fazla tırmandığı ve kayalıklara

asker çıkarılması noktasına gelindiğinde, esasen hükümetler sıcak çatışma

olasılığından rahatsız ve geri adım atacak noktaya gelmişlerdi. Bu aşamada Türk

bayrağının Yunan bayrağının olduğu kayalığa değil, bir başka kayalığa dikilmesi

çözüm için ilk adım olmuş, ardından ABD’nin, “ilk ateş eden karşısında ABD’yi

bulur” şeklindeki mesajıyla kriz sona ermişti.814

1997’de Rusya Federasyonu ile Kıbrıs Rum Yönetimi arasında imzalanan

anlaşma uyarınca S-300 füzelerinin (Güney) Kıbrıs’a yerleştirilmesi söz konusu

olduğunda ilişkilerin tarihine yeni bir kriz daha eklenecektir. Yunanistan’ın ve Kıbrıs

Rum Kesimi’nin füzeleri adaya yerleştirmekteki temel amacı, adadaki Türk askerinin

varlığını müzakere konusu haline getirmek olmuştur. Buna göre, adanın önce

silahsızlandırılması sağlanacak, ardından NATO/AB koruması altına alınacak adada

enosis gerçekleştirilebilecekti.

Kardak krizinden sonra ilişkileri

yumuşatacak herhangi bir gelişme meydana gelmemiş, aksine mevcut sorunlar

üzerinden yeni krizler yaşanmıştır.

815 Kriz, ABD’nin arabuluculuğuyla ve füzelerin

Girit’e yerleştirilmesiyle aşılmıştır, fakat Türkiye Ege denizindeki güvenlik

önceliklerini gözden geçirmek ve bir silahlanma yarışı durumuna kendini hazırlamak

sorunuyla karşı karşıya kalmıştır.816

Türkiye’nin 1997 Lüksemburg Zirvesi’nde Kıbrıs’ın AB’ye ilk katılacak ülkeler

arasında açıklanmasına karşın, aday ülkeler arasında açıklanmamıştır. Bununla

birlikte, Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin sağlamlaştırılması için gerekli koşulların

Yunanistan’la ikili sorunlar ile Kıbrıs sorununun çözümüne bağlanmış olması,

Yunanistan’ın sorunları AB çatısına taşıma hedefinin gerçekleştiğinin göstergesidir.

Bundan sonra Türkiye’nin adaylığının her aşamasında Kıbrıs ve ikili sorunların

çözümü bir önkoşul gibi işletilecektir.

817

1990’larda Türkiye ile Yunanistan sadece yıllanmış sorunları çerçevesinde değil,

aynı zamanda Kafkaslar ile Balkanlar’da da karşı karşıya gelmişlerdir. Yunanistan

814 Fuat Aksu, “Turkish-Greek Relations: From Conflict to Détente the Last Decade”, Turkish Review of Balkan Studies, Annual 2001, s. 10- 11 815 Ibid., s. 15-17. 816 Fırat, “Soğuk Savaş Sonrası Yunanistan Dış Politikasının Yeniden Biçimleniş Süreci”, s. 60-61. 817 Bkz. s. 229; 232; 234.

Page 263: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

254

bir yandan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİ) çatısı altında biraraya

gelirken (1992), diğer taraftan Balkanlar’da karşı karşıya geliyorlardı. Türkiye,

Yugoslavya’nın dağılmasının ardından yeni kurulan ve Yunanistan’ın

kabullenmediği Makedonya ile yakın ilişki kurmuş, aynı şekilde Yunanistan’ın

sorunlar yaşadığı Arnavutluğa da yakın durmuştur. 1992’de Bosna-Hersek savaşı

patlak verdiğinde, Yunanistan Sırplara destek olur ve uluslararası ambargo

uygulanan Belgrat’a yardım yaparken, Ankara da Saraybosna hükümetine hem

diplomatik, hem de gizli askeri destek sağlamıştır.818

Yunanistan, Kafkasya’da Türkiye’nin rekabet içinde olduğu Rusya ile işbirliği

arayışına girmiş, Hazar enerji hatları konusunda Bulgaristan’la ve Rusya ile birlikte

Novorossisk-Burgaz-Dedeağaç (Alexandroupolis) hattını savunmuş, dahası 1996’da

Ermenistan’la savunma anlaşması imzalayarak, anlaşmayı kendisine karşı yapılmış

olarak algılayan Türkiye’yi oldukça rahatsız etmiştir. Bütün bunlara Yunanistan’ın

PKK’ya açık destek vermesi, bu bağlamda bir de 1995’te Suriye’yle stratejik ortaklık

oluşturması, Türkiye’nin güvenlik tehdidi algıladığı her yerde Yunanistan’ın da

olacağı izlenimini uyandırmıştır.

Yunanistan, bir süre sonra

Balkanlar’a yönelik politikalarını AB’yle de uyumlu olacak şekilde değiştirmiş ve

bölgede, başlangıçta Türkiye’nin sağlayabileceği düşünülen nüfuzu AB üyesi olma

avantajıyla sağlamayı başarmıştır.

PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’da Yunanistan Büyükelçiliği’nde

yakalanıp Türkiye’ye getirilmesinin ardından, Türkiye’nin Yunanistan’a uzun

zamandır Öcalan’ı barındırmak, PKK’ya destek vermek konusunda yaptığı

suçlamaların haklılığı ortaya çıkmıştı. Yunanistan, PKK’yı terörist bir örgüt kabul

etmemekle birlikte, Öcalan ve PKK ile bağlarını her zaman inkar etmişti.819

818 Tözün Bahçeli, “Türkiye’nin Yunanistan Politikası”, Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri, s. 187-188.

Öcalan’ın yakalanmasıyla suçluluğu ortaya çıktıktan sonra ise, mevcut

politikalarında önemli bir dönüşüm gerçekleştirmek zorunluluğu hissetmiştir.

Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi sonrasında, Yunanistan’da birçok siyasi görevinden

alınmış, ardından Türk-Yunan ilişkilerinde yumuşamaya gidilerek diyalog başlatacak

819 Aksu, “Turkish-Greek Relations: From Conflict to Détente the Last Decade”, s. 18-19.

Page 264: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

255

yeni bir çerçeve çizilmiştir. Bu kararın, ilk meyvesinin 1999 Helsinki Zirvesi’nde

alındığı söylenebilir. 820

Helsinki Zirvesi yapıldığı sırada, New York’ta BM Genel Sekreteri Kofi Annan

ve Kıbrıs özel danışmanı Alvaro de Soto gözetiminde Rauf Denktaş ve Glafkos

Klerides arasında görüşmeler başlamıştı. Taraflar, zirveden çıkacak sonuca

odaklanmışlardı. Konsey’in Türkiye’ye aday ülke statüsü verilmesi kararı olumlu bir

adım olarak karşılanmış, fakat Kıbrıs’ın AB üyeliği için Türk tarafıyla uyuşmazlığını

çözmesinin ön koşul olmadığının belirtilmiş olması tartışmalara yol açmıştı. Türkiye

ise Helsinki sonrasında Kıbrıs’ın AB’nin de sorunu olduğunu zamanla kabullenmeye

başlayacaktı.

821

3 Kasım 2002 seçimleri ile iktidara gelen AKP, iktidarının ilk günlerinden

itibaren Kıbrıs konusunda aktif bir tutum sergileyeceğini ortaya koymuştu. Seçim

ertesinde Erdoğan, Yunanistan gezisi sırasında, Kıbrıs için ‘Belçika Modeli’ni

önerdiklerini açıklamıştı.

822

Bu arada, ABD ve AB de çözüm yönünde ortak fikir beyan ediyor, bir bakıma

AKP’nin çabalarına destek oluyorlardı. Görüşmeleri yeniden başlatmak, (Güney)

Kıbrıs 1 Mayıs 2004’te AB üyesi olacağından önemliydi. Bu bağlamda Erdoğan,

toplumlar arası görüşmelerin yeniden başlaması için Kofi Annan’la görüşmüş ve

Bundan sonra AKP kanadından Denktaş’a eleştiriler

yöneltilmeye başlanacak, örneğin bu kapsamda Abdullah Gül 2003 Ekim’inde

Yunanistan ziyareti sırasında ‘çözümsüzlük çözüm değildir’ açıklamasında

bulunacaktı. Türkiye’nin, AB üyeliğini neredeyse varlık nedeni sayan AKP, bunun

gerçekleşmesinin Kıbrıs’la doğrudan ilgili olduğunun farkında olarak Kıbrıs’ta

çözüm bağlamında, o güne kadar hiçbir hükümette görülmemiş bir irade ortaya

koymuştu. Buna karşın, AKP’nin tutumunun devletin politikası olarak ortaya

koyulabildiğini söylemek olanaksızdır. Ordu, siyasi partiler ve toplum düzeyinde

ulusalcı kesimlerde Kıbrıs’ta ‘ver-kurtul’ siyasetinin izlendiği ve bunun sonucunun

Türkiye ve Kıbrıs için çok olumsuz olacağına dair yoğun itirazlar yükseliyordu.

820 Melek Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler”, ”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası, Cilt. II: 1980-2001 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 478. 821 Müftüler-Bac ve Aylin Güney, “The European Union and the Cyprus Problem 1961-2003”, s. 289. 822 Ayın Tarihi, Kasım 2002. [http://www.byegm.gov.tr/ayintarihidetay.aspx?Id=92&Yil=2002& Ay=11]

Page 265: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

256

Annan’ın süreci yeniden başlatmak için öne sürdüğü şartları da kabul etmişti. Kofi

Annan bu defa görüşmeleri başlatmadan önce, Annan Planı’nın doğrudan çözüm

belgesi olarak kabul edilmesini şart koşmuş, zorlu bir süreçle de olsa taraflar buna

ikna edilmişti.

AKP iktidarı, Kıbrıs’ta uluslararası düzeyde kabul görebilecek bir çözüme

ulaşılabilmesi ve dolayısıyla bunun AB politikalarını etkileyebilmesi için gerçekten

çok kararlı davranmış ve 24 Nisan 2004’te yapılan oylama sonucunda % 65’e yakın

evet oyu Türk kesiminden çıkmıştı. Buna karşın çözüm, Rum kesiminin AB’ye

adanın tamamını temsil eden irade olarak girme tercihi dolayısıyla

gerçekleşememiştir. Diğer yandan Türkiye açısından 17 Aralık Brüksel Zirvesi’nde

beklenen olmuş ve Türkiye’ye katılım müzakerelerine başlamak için tarih verilmişti.

AKP’nin, kendi siyasal kimliğine meşruiyet sağlayacak bir dayanak olarak

gördüğü AB, iktidara geldiği anda Kıbrıs konusunda bir çözüme ulaşılabilmesi

bağlamında gösterdiği iradenin sebebi olmuştur. Ancak ne var ki daha önce de sözü

edildiği şekilde AB hedefine olan bu sıkı bağlanış 2005 sonrasında gevşemiştir. Buna

karşın, AKP’nin ikinci iktidar döneminde ortaya koyduğu ve uyguladığı komşularla

“sıfır sorun” yaklaşımı Türk-Yunan ilişkileri konusunda da bir zemin olarak

işletilmek istenmektedir.

Türk-Yunan ilişkilerinin içerdiği sorunlar, Kıbrıs ve Ege ile sınırlı olmadığı gibi,

sözü edilen sorunların da çözümü kolay değildir. İkili ilişkilerde olduğu gibi, her iki

tarafın kendi politika yönelimlerinde de Batı/Avrupa çok önemli bir referans

noktasıdır. Buna karşın, taraflardan birisinin dışarıda, diğerinin ise içeride/Avrupalı

olması, bu ilişkilerin genel olarak olumsuz etkilenmesine de neden olmaktadır.

Türkiye ve Yunanistan’ın tarihsel olarak birbirlerine karşı inşa ettikleri kimlikleri,

AB bağlamında Yunanistan’ın Avrupalı, Türkiye’nin ise öteki konumunda olması,

mevcut ötekiliği Avrupa perspektifinden de pekiştirmektedir. Türkiye’nin AB’ye

girmesinin sorunları bir anda yok edebileceğini söylemek elbette olanaklı değildir.

Soğuk Savaş döneminde, Batı ittifakında yer almanın koşullarıyla sınırlı da olsa

ilişkilerini işbirliği üzerinden geliştirebildikleri bir gerçekliktir. Bu ittifak,

konjonktürel bir tehdit etrafında güvenlik kaygısıyla biraraya gelmiştir ve birbirlerini

ötekileştirmiş, üstelik elle tutulur, somut birçok sorunu olan iki aktörü, ittifakın

Page 266: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

257

çıkarları lehinde sorunları çözmeye itecek güçte bir dürtüye sahip olmamıştır.823

D. Yaklaştıkça Ötekileşen: Ortadoğu

Buna karşın, AB’nin belirli değerler sistemi üzerine inşa edilmiş bir kimliği vardır,

yani kolektif bir ‘biz’ yaratma işlevi yüklenmiştir. Bu bağlamda eğer AB’nin temsil

ettiği bir ‘biz’ gerçekten varsa, birlik içinde yer alan aktörlerin de ‘biz’i, kendi bileşik

(ben) kimliklerinin önünde tutmaları beklenmelidir. Devletlerin ortaya koydukları

pratikler, kuramsal zemine bu ölçüde uyuyor/uyabiliyorsa, Türk -Yunan sorunlarının

Türkiye’nin üyeliği öncesinde çözülmesi değil, çözümünün Türkiye’nin üyeliğinden

beklenmesi gerekecektir. Ne var ki, kuramsal çıkarsamalarla pratiklerin her zaman

bu kadar örtüşmediğini öne sürmek de olanaklıdır.

Ortadoğu 1990’lı yılların, daha doğrusu Soğuk Savaş’ın sona ermesinin etkilerini

Körfez Savaşı’yla karşılamıştır. Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan kriz, uluslararası

koalisyon güçlerinin Irak’ı yenilgiye uğratmasıyla sona ermişti. Türkiye ise bu

savaşın kısa ve uzun vadede yarattığı birçok olumsuz sonuçla karşı karşıya kalmış,

uluslararası politikadaki konumuyla beraber, dış politikasını da yeniden

değerlendirmek durumunda kalmıştır. Cumhurbaşkanı Özal savaşın ABD’nin zaferi

ile sonuçlanacağı, dolayısıyla bu fırsattan faydalanmanın Türkiye’nin stratejik

önemini artıracağı düşüncesiyle ABD’nin yanında, aktif bir politika üretmek için çok

hevesli olmuştu. Bununla birlikte, ABD’nin zaferinin Körfez’de kalıcı bir güvenlik

sağlayacağı düşüncesi de Özal’ın tutumlarında etkili olmuştur.824 Buna karşın,

Özal’la aynı fikri paylaşmayan ve Türk dış politikasını geleneksel çizgisinden

kaydırmayacak bir politika izlenmesinden yana olan, Türkiye’yi tehlikeli bir

serüvenin içine atmanın sorumluluğunu paylaşmak istemeyen Genelkurmay Başkanı

Necip Torumtay ve dışişleri bakanı Ali Bozer istifa etmişlerdi.825

823 NATO üyelikleri çerçevesinde Türk-Yunan ilişkilerini analiz eden ve NATO üyeliğinin Türk-Yunan sorunlarını çözüme yöneltecek bir ‘çoğulcu güvenlik toplumu’ yaratmadığı argümanıyla benzer bir sonuca ulaşan ayrıntılı bir çalışma için, Fotios Moustakis, The Greek-Turkish Relationship and NATO (Londra: Frank Cass, 2003).

Yine de Türkiye,

Kerkük-Yumurtalık Boru Hattı’nın kapatmak ve Irak sınırına asker yığmakla birlikte,

824Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, s. 237. 825Meliha B. Altunışık, “Güvenlik Kıskacında Türkiye ve Ortadoğu İlişkileri”, En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar, s. 322.

Page 267: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

258

BM’in Irak’a uyguladığı ambargoya da katılmış ve ABD’nin İncirlik üssünü

kullanmasına izin vermiştir.

Bu aktif tutumun sonuçları Türkiye için hem kısa, hem de uzun vadede çok

olumsuz olacaktı. İlk olarak, Irak’lı Kürtlere, Kuzey Irak’ta ‘güvenlikli bölge’

sağlanmasıyla Bağdat Kuzey Irak’ta egemenliğini kaybetmiş, bu durum bölgenin

PKK için bir üs haline gelmesine, dolayısıyla Türkiye için çok ciddi güvenlik

problemlerine yol açmıştır. Diğer yandan, Kürt meselesi uluslararasılaştığı oranda,

Türkiye’de PKK şiddeti yükselmiş ve Kürtler siyasi faaliyetlerini artırmışlardır.826

Kürt sorununun savaş sonrası hem içsel, hem de dışsal boyutlarıyla geldiği nokta,

dolaylı olarak Türkiye’nin zaten sorunlu olan Batı’yla ilişkilerini de zedelemiştir.

Türkiye’nin PKK ve Kürt sorununa yaklaşımlarını insan hakları ihlalleri bağlamında

eleştirilmekle kalmamış, Belçika, Almanya, Norveç gibi birtakım Avrupa devletleri

Türkiye’ye silah satışlarını durdurmuşlardı.827 Irak Türkiye’yi, Batılıların yanında

yer aldığı için suçlamış ve sonrasında artık PKK’yı açıkça desteklemeye

başlamıştır.828 Saddam Hüseyin’in saldırılarından kaçan Iraklı Kürtler’in korunması

amacıyla oluşturulan ‘Çekiç Güç’ işlevi ve de süresi açısından her zaman bir sorun

oluşturmuştur. Ayrıca son olarak, Irak’la ticaretin kesilmesi Türkiye’yi milyarlarca

dolar829

Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, bir kez daha Ortadoğu’da

Batı’lı müttefiklerinin yanında yer almasının sonuçları beklentilerin aksine olumsuz

olmuştur. Bu noktada, Özal’ın aktif dış politika tutumuyla kişisel bir politika izlediği

doğru olmakla birlikte, temelde Batılı müttefiklerine Soğuk Savaş sonrasında da

stratejik önemini koruduğunu göstermek isteği olduğunu söylemek yanlış

olmayacaktır. Körfez Savaşı sürecinde de Batı, Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik

politikasının referans noktası olmuştur. Bununla birlikte, Türkiye’nin bölgedeki

zarara uğratmıştır.

826 Mustafa Aydın, Ten Years After: Turkey’s Gulf Policy (1990-91) Revisited (Londra: Frank Cass, 2002), s. 58. 827 M. Hakan Yavuz, “Turkish-Israeli Relations Through the Lens of the Turkish Identity Debate”, Journal Palestine Studies, Cilt 27 (1), 1997, s. 27. 828 Kemal Kirişçi, “Türkiye ve Müslüman Ortadoğu”, Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri, s. 61. 829 Hale bu kaybı yılda 2.000.000.000 dolar olarak vermektedir. Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, s. 328.

Page 268: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

259

konumu dolayısıyla daha farklı bir politika izleme olasılığı olduğu, en azından ittifak

bağları düşünüldüğünde çok da olanaklı görünmemektedir.830 Bir kere Türkiye,

Körfez savaşının başarısı için, Irak’ın çevrelenmesi bağlamında kilit konumda

bulunmaktaydı. Ayrıca, Irak’a karşı uygulanan ambargonun başarı şansı, petrol

satışının durdurulmasına, yani Türkiye ve Suudi Arabistan üzerinden geçen boru

hatlarının kapatılmasına bağlıydı. Bu durumda, Türkiye’nin tarafsız kalmak gibi bir

stratejisi olamayacağı açıktı, ya Irak’ın ya da koalisyon güçlerinin yanında yer

alacaktı.831

Irak’taki durumun yarattığı belirsizlik ve güvensizlik ortamının yanı sıra, bu

dönemde Türkiye’nin Ortadoğu politikasının bütünü sorun ve istikrarsızlıklara

yönelik olmuştur. En başta Suriye ile ilişkiler, PKK ve su sorunu yüzünden sürekli

çatışmacı bir ortamda yürütülmüştür. Suriye, Hatay üzerindeki geleneksel

iddialarından vazgeçmemiş, ama bunu bir dış politika unsuru olarak değil, daha çok

içeride rejimine destek sağlamak için iç politikaya yönelik kullanmıştır.

832 Suriye ile

Fırat ve Dicle sularının paylaşımı konusunda yaşanan sorunlar da güvensizlik

iklimini sürekli canlı tutmuştur. Suriye su sorununu öncelikle Arap devletlerinin

dikkatine sunarak uluslararasılaştırmaya çalışırken,833 Türkiye de PKK’ya verilen

destek karşısında birçok kere Fırat’ın sularının kesilmesi alternatifini dile

getirmiştir.834

Suriye’nin PKK’ya verdiği destek ve Öcalan’ı önemli bir PKK kadrosuyla

topraklarında barındırması, iki ülkenin sıcak çatışmanın eşiğine gelmesine sebep

olacaktır. 1990’lı yılların ikinci yarısında Suriye’nin PKK’ya verdiği desteğin

830 Türkiye’nin krize dahil olmasının, temkinli bekleyişten, aktif müdahaleye doğru aşamalarını hem içsel, hem de dışsal koşullara göre ele alan ve kriz döneminin genel değerlendirmesini yapan bir çalışma için bkz. Aydın, Ten Years After: Turkey’s Gulf Policy (1990-91) Revisited, özellikle s. 14-32. 831 Ramazan Gözen, “Türkiye’nin II. Körfez Savaşı Politikası: Aktif Politika ve Sonuçları”, İhsan D. Dağı (der.), Türk Dış Politikasında Gelenek ve Değişim (Ankara: Siyasal Kitabevi, s. 1998), s. 188. 832 Ibid., s. 63. 833 Melek Fırat ve Ömer Kürkçüoğlu, “Ortadoğuyla İlişkiler”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. II: 1980-2001, s. 559. 834 Suyun Ortadoğu güç dengesi açısından hayati olduğu ve Türkiye’nin Fırat ve Dicle’nin kontrolünü elinde bulundurmasının kendisine imtiyazlı bir üstünlük sağladığı Körfez Savaşı sürecinde açıkça ortaya çıkmış ve Türkiye bu potansiyeli bir koz olarak kullanmaya başlamıştı. Aydın, Ten Years After: Turkey’s Gulf Policy (1990-91) Revisited, s. 59.

Page 269: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

260

arttığını düşünen Türkiye, politikalarını sertleştirme yoluna gitmiş, 23 Ocak 1996’da

Suriye’ye gönderdiği notada Ankara açıkça Suriye’ye aynı şeklide karşılık bulacağı

uyarısında bulunmuştur. Su sorunu üzerinde başlamış olan diyalog sürecini de kesen

Türkiye, Suriye’nin sürecin yeniden başlaması için yaptığı çağrılara, Öcalan’ın

Türkiye’ye iade edilmesi ya da üçüncü bir ülkeye sınırdışı edilmesi koşuluyla

karşılık vermiştir.835 Suriye ile sertleşen ilişkiler, diğer yandan İsrail’le askeri

işbirliğinin geliştirilmesiyle desteklenmeye çalışılmıştır. İsrail’le 1993’te başlamış

olan işbirliği süreci 1996’da Askeri Eğitim (Şubat 1996) ve Savunma Sanayi İşbirliği

(Ağustos 1996) anlaşmalarının imzalanmasıyla pekiştirilmiştir. Bu anlaşmalar

bölgede Suriye’ye karşı oluşturulmuş klasik ittifakın canlandırılması olarak

değerlendirilmiştir.836 Arap Birliği de, Türkiye’nin İsrail’le yaptığı askeri anlaşmayı

yeniden değerlendirmesini talep eden bir bildiri yayınlamıştır.837 İsrail’le

sıkılaştırılan bu işbirliğinin, zamanlama açısından Arap-İsrail barış sürecinin

tıkanmaya başladığı bir dönemde gerçekleştirilmiş olması, Suriye bir yana tüm Arap

devletlerinde rahatsızlık uyandıracaktır.838 Arap devletlerini uzaklaştıracağı kesin

olan bu girişim, esasında dönemin dış politikasında güvenlik kaygılarının ve askeri

yapının artan etkisinin bir göstergesi olsa gerektir.839

1996’nın ikinci yarısında, Kuzey Irak konusunda önemli ve Türkiye’nin

1991’den beri yürüttüğü politikasında değişiklik yaratacak gelişmeler yaşanmıştır.

ABD’nin arabuluculuğu sonucu, Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Kürdistan

Yurtseverler Birliği (KYP), Ankara’da Türkiye’nin yer aldığı bir diyalog sürecini

başlatmışlardır. Türkiye bu sürecin içinde, hem ABD’den gelen baskı, hem de

PKK’ya karşı mücadelede destek sözü karşılığında Kuzey Irak’taki geçici rejimin

meşruluğunu kabul etmiştir.

840

835 Gencer Özcan, “Turkey’s Changing Neighbourhood Policy”, The Turkish Yearbook of International Relations, Cilt. 35, 2004, s. 5.

Aynı dönemde (Ekim 1996) Türkiye, PKK’ya karşı,

ama diğer yandan KDP’yi de destekleyerek Kuzey Irak’a çok kapsamlı bir sınırötesi

836 Ibid., 837 Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, s. 320. 838 Altunışık, “Güvenlik Kıskacında Türkiye ve Ortadoğu İlişkileri”, s. 331. 839 Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması’nın 28 Ağustos 1996’da RP-DYP (Refah-Yol) hükümetinde ve başbakan Erbakan tarafından imzalanmış olması da bu durumla ilgili görünmektedir. 840 Fırat ve Kürkçüoğlu, “Ortadoğuyla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt. II: 1980-2001, s.563.

Page 270: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

261

operasyon gerçekleştirmiştir.841 Operasyonlarla Kuzey Irak’ta PKK’nın faaliyetlerini

büyük ölçüde engelleyen Türkiye, bu sefer Suriye’ye dönmüş ve silahlı kuvvetlerin

de desteğiyle caydırıcı baskı politikası başlatmıştır.842 Bu politika, Suriye’ye 1987 ve

1992 anlaşmalarından843 doğan yükümlülükleri yerine getirmesi konusunda, silahlı

kuvvetlerin desteğiyle güçlü bir kampanya başlatmıştı. Bu bağlamda Eylül 1998’de

askeri birlikler sınıra doğru ilerlerken, Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş, Suriye

sınırında “Türkiye, Suriye ile iyi ilişkiler konusunda gerekli çabayı gösterdi. Ancak

sabrımız taşmak üzeredir… Türkiye beklediği karşılığı alamazsa, her türlü tedbiri

almaya hak kazanacaktır” sözleriyle Suriye’ye karşı başlatılan politikanın

açıklamasını yapmıştır. Cumhurbaşkanı’ndan, Genelkurmay Başkanı’na en yetkili

ağızlardan açıkça Suriye’ye karşı askeri bir harekâta her an başlayabileceği mesajları

verilirken, Türkiye’ye ABD ve İsrail de dahil, uluslararası alandan hiç destek

gelmemiştir. Bunun üzerine Türkiye diplomatik girişimlere açık olduğu mesajını

vererek Mısır ve İran’ın arabulucuğunu kabul etmiş, bu sürecin sonucu ise 17 Ekim

1998’de Abdullah Öcalan’ın Suriye’den ayrılması olmuştur.844

Öcalan’ın Suriye’den ayrılması ve ardından 1999’da Kenya’da yakalanarak

Türkiye’ye getirilmesiyle, 2000’li yıllarda Suriye ile ilişkilerde aşamalı bir düzelme

söz konusu olmuştur. Haziran 2002’de imzalanan askeri eğitim anlaşmasının

ardından, 2003’de üst düzey ziyaretlerle pekişmiş, Nisan 2003’te Suriye, İran ve

Türkiye arasında Irak konusunda bir danışma mekanizması başlatılmıştır.

845

Bu gelişmeler, 20 Mart 2003’te, ABD’nin Saddam Hüseyin’in elinde olduğu

iddia edilen Kitle İmha Silahlarını yok etmek, Irak’ı silahsızlandırmak, Ortadoğu’ya

demokrasiyi getirmek ve Irak halkını özgürleştirmek söylemi ile Irak’ı işgali ettiği

bir sırada gerçekleşmiş olduğundan, ABD’yi memnun etmemiştir. 1 Mart 2003’te

TBMM’nin ABD silahlı kuvvetlerinin Türkiye üzerinden Irak’a geçmesine dair

841 Özcan, “Turkey’s Changing Neighbourhood Policy”, s. 7. 842 Ibid. 843 1987’de su sorunu çerçevesinde yapılan görüşmeler sırasında imzalanan ve Türkiye’nin sınırdan 500m3/sn su bırakacağını taahhüt eden Ekonomik İşbirliği Protokolüyle birlikte, PKK'nın Bekaa Vadisindeki üslerinin ve Suriye topraklarındaki faaliyetlerinin denetim altına alınmasını amaçlayan Güvenlik Protokolü 1992’de benzer taahhütlerle tekrarlanmıştır. 844 Fırat ve Kürkçüoğlu, “Ortadoğuyla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s.565-566. 845 Özcan, “Turkey’s Changing Neighbourhood Policy”, s. 8.

Page 271: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

262

tezkereyi geçirmemiş olmasıyla ilişkiler kopma noktasına gelmiş, ardından

Türkiye’nin bir de Suriye ve İran’la yakınlaşma işaretleri ABD’yi fazlasıyla rahatsız

etmişti.

Türkiye’nin ABD’nin Irak’a bu müdahalesine karışmama politikasına ulaşması,

aslında hükümetin bu konuda baştan beri kararlı olduğu bir politika yürütmesiyle

ilgili de olmamıştır. ABD ile (Ocak-Şubat) 2003’te yoğun diplomatik müzakereler

yapılmıştı. ABD, Türkiye’nin ortaya koyduğu ekonomik, siyasi ve askeri taleplerini

tatmin edici düzeyde karşılamaya yanaşmamıştı. Müzakereler, Türkiye’nin PKK

terörüyle mücadelesi kapsamında Irak topraklarına müdahalesine (Iraklı Kürtlerin

muhalefeti nedeniyle) destek vermeye yanaşmamış olması nedeniyle çökmüştü.

Bunun sonucunda, 1 Mart 2003 tezkeresinin TBMM’den geri dönmesi gelmişti.

Türkiye’nin ABD’nin Irak’ı işgaline dahil olmaması için birçok sebep vardı; bir

kere işgalin gerekçeleri sadece Türkiye’de değil, uluslararası alanda da kabul

görmemiş, inanılır bulunmamıştı. Dahası, Türkiye henüz Körfez Savaşı’nın etkilerini

üzerinde hissetmeye devam ediyordu. Ayrıca ABD, Körfez Savaşı’ndan Türkiye’nin

beklentilerini karşılamakta çok isteksiz olmuştu. Kamuoyunun hafızasında bunlar

canlıydı ve sürekli kurulan analojilerle bu durum güçleniyor, bir anti-Amerikancılığa

dönüşüyordu.846 Ayrıca, ABD’nin Kuzey Irak bağlamındaki düşünceleri, söylemde

aynı olsa da Irak’ın toprak bütünlüğünden yana, bağımsız bir Kürdistan fikrinden

hoşlanmayan ve bunu kendisine en önemli tehdit olarak gören Türkiye ile

uyuşmuyordu. Bütün bunlara, daha önce sözü edildiği gibi, AKP’nin 2002 sonrası

politikalarının temelini oluşturan AB etkeni de eklenebilir. Gözen’e göre Türkiye,

ABD’nin Irak’ı işgaline açıkça karşı çıkmış olan Fransa ve Almanya ile aynı safta

yer aldı; 1990’lardan farklı olarak, Atlantikçi dış politikayı değil, Avrupacı bir dış

politikayı desteklemiş ve Türkiye’yi AB’ye yaklaştırma yolunda ilerlemişti.847

846 Philip Robins, “The Opium Crisis and Iraqi War: Historical Parallels in Turkey-US Relations”, Mediterranean Politics, Cilt 12 (1), 2007, s. 18.

Nihayetinde, Irak’ın işgali sonrasında Türkiye kendisini, federal bir Irak devletinin

kurulmasıyla çevrelenmiş bulmuştu ki, bu durum Türkiye için her zaman olabilecek

en kötü senaryo olarak tanımlanmaktaydı.

847 Ramazan Gözen, “Türk Dış Politikasının Avrupa Birliği’ne Doğru Dönüşümü”, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt 2 (6), 2006, s. 8.

Page 272: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

263

2003’te TBMM’de tezkerenin kabul edilmemiş olması, buna Türkiye’nin AB

yolunda ilerlemesi de eklenince Arap dünyasında bir sempati oluşmasını sağlamış ve

Türkiye öncelikle Irak’ın geleceği konusunda Irak’a Komşu Ülkeler İnisiyatifi

(2007) kapsamında, diyalog süreçlerini başlatmıştır. 2007, diyaloğun yalnız Arap

devletlerle sınırlı kalmadığı ve ABD ile de görüşmelere başlandığı bir tarihtir. ABD

ve Türkiye arasında Kasım 2007’de başlayan görüşmelerde, PKK terör örgütüne

karşı ortak hareket etme prensibine varılmıştır. Irak’ın kuzeyinde Türkiye lehine

daha dengeli bir tablo ortaya çıkmaya başladığı oranda, Kuzey Irak konusunda Irak

Merkezi Hükümeti’ni (ve ABD’yi) muhatap alan hükümet, bu yöndeki politikasını

değiştirmiş ve Ekim 2008’de Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ile doğrudan diyaloğa

geçilmiştir. Bu değişimin en önemli dinamiği, Türkiye’nin Iraklı Kürtleri PKK

sorununun çözümünde bir işbirliği aracı olarak hesaplamaya başlaması olmuştur. Bu

işbirliğinin temel parametresini ise Iraklı Kürtlerle ekonomik işbirliğinin

geliştirilmesi oluşturmaktadır.848

Ortadoğu’nun Arap devletleri ile Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası ilişkileri

beklenebilir bir şekilde sorunlu başlamıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemin,

Ortadoğu’da Türkiye’yi bir kez daha Batı’nın maşası/sözcüsü gibi görmesine yol

açacak olan Körfez Savaşı ile başlamış olması bunda bir etkendir. 1990’lı yıllara bu

şekilde başlamak, geçmiş algılamaları pekiştirmekle kalmamış, ayrıca Türkiye

açısından bölge devletleriyle sorunlu ilişkileri giriftleştirecek bir de Kürt sorununu

dış politikanın bir konusu haline getirerek ateşlemiştir.

Ekonomik işbirliği, bu dönemde AKP’nin bölgesel

tüm politikalarının zeminini oluşturduğundan, bu perspektif Kuzey Irak’la sınırlı

olmamış, özellikle komşularla “sıfır sorun” politikası kapsamında Ortadoğu

bağlamında da ilerletilmeye çalışılmıştır.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Türkleri arkadan vuran Araplar algısı, bu sefer

de Türkiye’ye düşman, Türkiye’yi bölmek, parçalamak isteyen güçlerle işbirliği

zemininde daha da güçlenmiştir. Araplar Türkiye’nin ötekisidir, ama diğer yandan

Türkiye, Osmanlı/İslam geçmişinden uzaklaşarak inşa etmeye çalıştığı laik ve batılı

kimliğiyle Arap’ların ‘daha fazla’ ötekisi olmuştur. Geçmişin referansı her iki taraf

848 Henry J. Barkey, “Turkey’s New Engagement in Iraq: Embracing Iraqi Kurdistan”, Special Report, United States Institute of Peace, s. 11-12.

Page 273: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

264

için de olumlu değildir, fakat yine de İslam unsuru kullanılarak bir ortak zemin

bulunması olanağı hep var görünmüştür. Buna karşın, 1980’ler ve 1990’ların ilk

yarısı, Türkiye’de İslam’ı olumlama anlamında çok elverişli bir ortama sahip

olmasına, üstelik 1996’da iktidarda ‘en İslamcı’ parti olan RP olmasına karşın,

ilişkilerde özel bir farklılık yaratılamamıştır. Bunun yalnızca RP’nin içsel alanda

hareket alanının kısıtlanmış olmasıyla ilgili değildir, RP’nin gerek devlet, gerekse de

toplumsal düzeyde kabullenebilir olan birçok alanda dahi değişiklik yaratmayı tercih

etmediği genellikle kabul edilen bir görüştür.849 Bu bağlamda, Türkiye’nin Arap

dünyası karşısındaki kimliksel konumu, tersine bir etkiyle Avrupa karşısındaki

konumunu çağrıştırmaktadır. Türkiye’nin ‘Avrupa’da olduğu, fakat ‘Avrupalı’

olmadığı argümanına benzer şekilde, Türkiye coğrafi konum olarak Ortadoğu’da

olmasına karşın, bir Ortadoğulu da değildir.850

Etkileşim öznelerarası anlamlarca inşa edilen bir süreçtir, bir başka deyişle

etkileşim içinde bulunan taraflar kendi anlayışlarından kaynaklanan pratikler ortaya

koymaktadırlar. Bununla birlikte, etkileşimin asıl işlevi kuramsal bağlamda kabul

edildiği gibi, bu anlayışları karşılıklı olarak etkileyip, dönüştürmek ise tarafların

karşılıklı etkileşim içinde anlayışlarını değiştirmelerini beklemek olanaksız değildir.

Fakat en nihayetinde bir kimlik değişimine gidecek olan bu akıl yürütme Türkiye ve

Arap dünyası düşünüldüğünde çok da olanaklı görünmemektedir. Bir kere,

Türkiye’nin kimliğinin Batılılığı, Batı tarafından onaylanmaya devam ettiği sürece

geriye bir tek Arap dünyasının kimliğini Batı referansı üzerinden yeniden inşa

edilmesini beklemek kalır.

III. Uluslararası Yapı: Soğuk Savaşın Sona Ermesi ve Lockean’dan

Kantian’a Anarşi

Soğuk Savaş’ın beklenmedik bir şekilde sona ermesinin ardından, uluslararası

ilişkiler literatürünü en fazla meşgul eden konu, yeni uluslararası sistemin yapısının

849 Altunışık, “Güvenlik Kıskacında Türkiye ve Ortadoğu İlişkileri”, s. 337. 850 William Hale, “Turkey, the Middle East and the Gulf Crisis”, International Affairs, Cilt 68 (4), 1992, s. 679.

Page 274: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

265

ne olduğu olmuştur. Yeni dünya düzeni, (genellikle tırnak içinde bir düzensizlik de

kullanılarak) olarak bir türlü tanımlanamayan yapı, farklı teorik yaklaşımlar

içerisinde kapsanmaya çalışılmış, diğer yandan ‘yeni düzen’ de kendi yaklaşımlarını

teşvik etmiştir.

Soğuk Savaşı sona erdiren gelişmelerin beklenmedik olması bir yana, Batı’yla

güç mücadelesi içinde olan blokun yıkılışının, savaş yaşanmadan ve bu bağlamda

kan dökülmeden, çok kısa sürede gerçekleşmiş olması da uluslararası ilişkiler

açısından beklenmedik, öngörülemeyen bir durum olarak ortaya çıkmıştır. Bununla

birlikte, Fransız devriminden beri gözlemlenenden farklı olarak, Sovyet blokunun

yıkımı uluslararası sistemi değiştirecek güçte olmasına karşın, yeni bir ‘düzen/norm’

getirme iddiasını taşımaması ve üstelik mevcut uluslararası normlara (Batılılık,

demokrasi, modernite olarak okunabilir) hızlı ve sancısız bir şekilde bağlanmak

üzere harekete geçmiş olması da ‘yeni dünyanın düzeninin’ ne olacağı konusunda

tereddüt yaşanmasına yol açmıştır.851 Yine, Soğuk Savaş’ı sona erdiren gelişmeler

Avrupa merkezli olsa da, bir bütün olarak uluslararası sistemde bir dönemin sonuna

işaret etmektedir. Bu gelişmelerin etkilerinin çok daha yeni olduğu ve yoğun

hissedildiği 1990’lı yıllar, birçok uluslararası ilişkiler teorisyeni için yirminci

yüzyılın sonu ya da yirmibirinci yüzyılın başlangıcı olarak kabul edilmiştir.852

Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistem tanımlamalarında yine temel unsurlar,

yapının çok-kutuplu mu, tek-kutuplu mu, tam bir hegemonik çerçeve mi olduğu

üzerinde yoğunlaşmıştır. 1990’ların başlarında ABD’nin liderliğinde tek-kutuplu bir

sistem görünümü içinde, ABD’nin egemen bir güç olarak ortaya çıktığı, uluslararası

sistemin tek kutuplu bir yapıya büründüğü görüşü yaygın kabul gördü. Avrupa,

Rusya, Çin gibi aktörler, ABD’nin karşısında dengeleyici bir güç veya güçler olmaya

aday da gösterilmiyordu.

853

851 Fred Halliday, Rethinking International Relations (Londra: MacMillan, 1994), s. 217.

Bu bağlamda hegemonik güç teorileri de önemli oranda

852 Örneğin, Barry Buzan, “New Patterns of Global Security in the Twenty-First Century”, International Affairs, Cilt 67 (3), 1991, s. 432. 853 Ertan Efegil ve Neziha Musaoğlu, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemim Uluslararası Sisteminin Yapısına İlişkin Görüşler Üzerine Bir Eleştiri”, Akademik Bakış, Cilt 2 (4), 2009, s. 5. Esasında, bu görüş henüz etkilerini sürdürmektedir, AB, Çin ve Rusya’nın neden ABD hegemonyasına meydan okuyabilecek güçler olamadıkları üzerine odaklanan çalışmalar, 2000’li yıllarda da eskisinden daha az

Page 275: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

266

işlerlik kazanmışlardı.854 1990’lı yıllarda ortaya çıkan gelişmeler ve bu gelişmelere

diğer güç odakalarının, özellikle de Avrupa’nın verdiği (ya da veremediği) tepkiler,

ABD hegemonyasının canlanışının kanıtları olarak ortaya koyulmuştur.855 Yine de,

1990’lı yıllarda uluslararası sistemin ABD hegemonyası bağlamında tanımlanması,

özellikle böyle bir tanımlama uluslararası sistemin yapısının hiyerarşik olduğu

çağrışımını yaptığından tartışmasız kabul edilmemiş, sistemin çok-kutuplu olduğu ve

bu sistemde yer alan diğer güç merkezlerinin AB, Rusya ve Çin olduğuna dair

görüşler de yaygın olarak ortaya koyulmuştur.856

Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin çok-kutuplu olduğuna yönelik görüşler

11 Eylül 2001’de ABD’ye gerçekleştirilen terörist saldırılar sonrasında daha fazla

geçerlilik kazanmışlardır. 11 Eylül saldırılarıyla ABD’nin hegemonik imparatorluk

görüntüsü zedelenmiş ve esasında sistem içinde mevcut olan çok-kutupluluk lehinde

değişmiş, bölgesel güç merkezlerine yapılan vurgu, AB, Çin, Rusya ve Japonya’nın

daha tereddütsüz biçimde yeni sistemin güç merkezleri olarak ortaya koyulmasına

yol açmıştır.

Bu iki görüş arasında ve genelde

daha fazla tercih edilen yol ise, askeri bağlamda ABD’ye hegemon rolü yüklemekle

birlikte, AB, Japonya, Çin ve Rusya’yı ekonomik bağlamda güç merkezi olarak

tanımlamak şeklinde tezahür etmiştir.

Daha önce sözü edildiği şekilde,857

değildir. Örneğin bkz., Michael Cox, “September 11th and US Hegemony-Or Will the 21st Century Be American Too?”, International Studies Perspectives, Cilt 3 (1), 2002, s. 53-70.

tek-kutupluluk, çok-kutupluluk mevcut

uluslararası yapı içinde işleyen sistemsel unsurlardır ve anarşi kültürü içinde bir

değişiklik dinamiği olduklarından, yani temelde anarşiyi değiştirmediklerinden yine

anarşi yapısı çerçevesinde ele alınmaları yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda, 11 Eylül

854 ABD’nin hegemonik bir güç olduğuna dair görüş 1990’larda ortaya çıkmış değildir. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ABD’nin hegemon bir güç olduğu pek fazla itiraz edilmeyen bir görüştü. Buna karşın, özellikle Vietnam savaşının etkileriyle, 1970’lerde başlayan ve 1980’lerde yaygınlaşan bir süreçte ABD hegemonyası sorgulanmaya ve ABD ‘sıradan’ bir büyük güç kategorisinde analiz edilmeye başlanmıştır. 1990’larda olan ise ABD hegemonyasının yeniden canlanışı olarak görülmüştür. 855 Bu bağlamda içeriği tartışmalı da olsa, Bosna’daki savaşı sona erdiren uzlaşının Roma ya da Paris’te değil, ABD’nin Ohio eyaletine bağlı Dayton’da sağlanmış olması, bu dönemde ABD hegemonyasını sembolize eden bir unsur olarak görülmüştür. Cox, “September 11th and US Hegemony-Or Will the 21st Century Be American Too?”, s. 62. 856 Örneğin, Buzan, “New Patterns of Global Security in the Twenty-First Century”, s. 434. 857 Bkz. s. 168-169.

Page 276: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

267

öncesinde sistemde yer alan hegemonik eğilimlere dair yaklaşım, zayıf da olsa

hiyerarşik bir yapılanmayı çağrıştırmış olsa da, nihayetinde çok merkezli bir sistemin

varlığı artık ortaya çıkmıştır.858 Bu bağlamda, Wendt’e atıfla kurulan Hobbesian,

Lockean ve Kantian anarşi kültürleri859

Sovyetler Birliği’nin dağılması ve iki kutuplu uluslararası sistemin geçerliğini

yitirmesiyle birlikte, ortaya çıkan sistemsel manzara, uluslararası literatürde kimlik

dinamiğini çok fazla öne çıkarmıştır. Soğuk Savaş’ın koşulları altında, Sovyet ve

Batı bloku olarak kurulan ve kimliklerini birbirlerine karşı tanımlamakla birarada

bulunan yapılar, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında kimlik tanımlarındaki

öteki’yi yitirdiklerinden, yeniden bir kavramsallaştırma sürecine girmişlerdir. ABD

kendisine İslam gibi, ‘rough state” gibi ‘düzeltilmesi gereken’ yeni, global öteki’ler

yaratırken, Avrupa ise Orta ve Doğu Avrupa ile bütünleşme hedefi içinde, Soğuk

Savaş’ın Batı ittifakı tanımlaması çerçevesinden ayrılarak, yeni bir Avrupa inşa etme

yoluna gitmiştir. Sovyet bloku ise dağılmanın ortaya çıkardığı koşullarda, yeni

kimliklerine referans olacak unsurları, bir bakıma geçmişten yararlanarak

oluşturmaya yöneleceklerdir. Bu ülkelerde, yeni kimlik tanımlamalarında geçmişe

referans, Orta ve Doğu Avrupa’nın çok kısa sürede, hatta neredeyse tereddütsüz

AB’ye yönelmelerini de açıklayıcıdır. Bununla birlikte, örneğin Balkanlar’da ortaya

çıkan mikro-milliyetçi eğilimler de ‘geçmiş’le oldukça ilgili görünmektedir.

, Soğuk Savaş sonrası uluslararası yapıyı

açıklayıcı çerçeveler olarak kullanılmaya devam edilecektir.

Çalışmanın kuramsal çerçevesinden bakıldığında, sistemsel dinamikler

değişmesine, hatta aynı dönem içerisinde bile farklılıklar ortaya koymasına karşın,

uluslararası sistemin yapısı anarşik olmuş ve bu Soğuk Savaş döneminden farklı

olmayan Lockean kültürü yansıtmıştır. Daha önce, devletlerin birbirlerine karşı rakip

olarak belirlendikleri, bu rakipler kendi çıkarları için şiddet kullanımını olanaklı

görse de birbirlerini yok etme hedefi taşımadıkları bir durum olarak tanımlanan

Lockean kültür, Soğuk Savaş sonrası uluslararası yapıyı da yansıtabilmektedir.

Bununla birlikte, söz konusu dönemde Kantian kültüre doğru evrilme yönünde güçlü

bir eğilim de olduğu ve bu eğilimin esasında uluslararası politikanın tüm işleyiş 858 Daha önce sözü edildiği gibi, uluslararası sistemin halen ABD hegemonyası ile tanımlanması gerektiğine dair görüşler de geçerliliğini yitirmiş değildir. Bkz. dipnot. 851. 859 Bkz. s. 169-171.

Page 277: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

268

biçimine, tek tek aktörler üzerinden dahi etki edebildiği, AB örneği üzerinden

düşünüldüğünde güçlü bir argümandır. Avrupa’nın, Kantian bir anarşi kültürüne

doğru evriliyor olması, sonuçta gerçekleşmese dahi, şu an için etkileşim içinde

bulunulan her aktör ve yapıya etki etmektedir.

Türkiye Avrupa’daki bu Kantian kültüre doğru evrilme eğiliminden, uluslararası

alanda belki de en fazla etkilenen aktör olmuştur. Türk dış politikasının etkileşim

süreçlerinde ortaya çıktığı gibi, Türkiye’nin dış politika pratiklerinde günümüze

kadar değişmemiş tek referans noktası Batı/Avrupa olmuştur. Bu durumun kimliksel

bir eğilim olduğu, kimlikten kaynaklandığı inşa süreci ele alınırken ortaya

koyulmaya çalışıldığından, burada yinelenmeyecektir. Bu çerçevede, kimliğin

inşasında olduğu gibi, kimliğin sürdürülme stratejileri ve değişim süreçleri

bağlamında da yapı’nın etkisi ortaya çıkarılmaya çalışılacaktır.

Soğuk Savaş koşullarında, Avrupa, genel bir çerçeve içinde, Sovyet blokuna karşı

Batı bloku olarak oluşturulan kolektif kimlikle kendisini tanımlamıştır. Bu

tanımlama, komünizme karşı olmanın ve Avrupa’nın yerleşmiş normlarını

benimsemenin yeterli olduğu bir sınırdan, Soğuk Savaş’ın yumuşama dinamiklerine

bağlı olarak, yeni normların eklenmesiyle gittikçe daha daralan bir çerçeveye

oturtulmaya başlanmıştı. Avrupa, daha Soğuk Savaş sona ermeden kimlik

tanımlamasında Batı kavramının genel çerçevesinden sıyrılmaya, farklılaşmaya

başlamıştır. Avrupa bütünleşmesinin temel dinamiklerinden birisi olan, Avrupa tek

pazarı ve siyasi işbirliğini başlatan Avrupa Tek Senedi (1986), üstelik 1970’lerin

ortalarında başlatılan bir süreçle Soğuk Savaş içinde ortaya çıkmıştır. Yine,

uluslararası politikanın alanı yeni dünya ‘düzensizliği’ diye tanımlanır ve uluslararası

sistemde belirsizlikler sürerken, Avrupa birlik olma yolunda ilerlemesine ara

vermemiş, aksine hızlandırmaya çalışmıştır. Yeni bir kimlik tanımlamasına doğru

giden süreç içerisinde Avrupa’nın ortaya koyduğu normlar, üyelerin birbirlerini tek

bir birim olarak (biz) algılamaları üzerine inşa edilen Kantian kültürü de çağrıştıran

bir ilerleme gösterecektir.

Soğuk Savaş sona erip, Batı ittifakı ötekisini yitirdiğinde ise, ittifakın üyeleri için

ben kavramsallaştırmalarının değişme süreci de başlamıştı. Bu süreç içerisinde

Page 278: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

269

Avrupa yeni ‘ben/biz’ kavramsallaştırmasına referans olacak normları üretirken860

Buna karşın, tarihsel olarak kimliğinin inşasında en önemli referans noktası Batı

olan, kimlik inşası sürecini Batılılaşma çerçevesi içinde gerçekleştiren Türkiye, diğer

yandan tarihsel olarak da etkileşim içinde bulunduğu tek sistem olan Avrupa’nın

ötekileştirmesi karşısında gerçek anlamda bir kimlik krizi yaşamıştır. 1990’larda,

özellikle dış politika analizlerinde kimlik krizi olarak ortaya koyulan süreç, bu

noktada başlamıştır. Türkiye’nin 1990’lı yıllarda, büyük oranda Avrupa bağlamında

yaşadığı bir kimlik krizi olmakla birlikte, bir kimlik değişimi olduğunu söylemek

zordur. Bir kere, öncelikle çalışmanın ilk bölümünde görebildiğimiz gibi,

Türkiye’nin kimliğini Batılı değerler üzerinden inşa etmesi, büyük oranda

etkileşimlerden de etkilenerek beslenen, yine de içsel bir süreçtir. Bu içsel

süreçlerde, Batılı kimlik yaratılır ve ardından yaygın şekilde içselleştirilmeye

çalışılırken, uluslararası alanda ortaya çıkan koşullar da zaman içinde Türkiye’yi

Batı’nın içinde yer almaya itmiştir.

,

Türkiye de geçmişte olduğuna benzer şekilde, Avrupa’nın ‘öteki’

kavramsallaştırması içerisindeki yerini almıştır. Avrupa’nın kimliğini tanımlamayan

yeni normları temelde demokrasi, insan hakları ve aslında dile getirilmese de kültürel

anlamda Hıristiyanlık olarak ortaya koyulduğunda, Türkiye’nin ötekileştirilmesi de

kendiliğinden gerçekleşmiştir. İçselleştirilemediğinden işlemeyen demokrasisi

sürekli askeri müdahalelerle kesilen, çoğulculuk fikrine tahammülü olmayan, insan

hakları ihlallerini toplumsal düzeyde bile normalleştirmiş, üstelik de Müslüman bir

Türkiye Avrupa normlarına uymuyordu.

Batı içinde yer almasına olanak sağlayan uluslararası koşullar değiştiği için

dışarıda kalan, ama yeniden içeride olmak isteği güçlü olan Türkiye’nin kimlik

bağlamında önemli çelişkiler içerisine düşmesi kaçınılmaz olmuştur. Türkiye’nin

daha İslamcı, daha Doğulu, daha Türk, daha Osmanlı olmaya başladığına dair

1990’lı yıllar süresince gözlemlenenler, bu çelişkiler içerisindeki arayışın

görüntüleridir. Burada esas olan, Türkiye’de bir kimlik değişimi olduğunu

düşündüren tüm davranışsal unsurların, Türk dış politika pratiklerinde de

860 Barry Buzan ve Thomas Diez, “The European Union and Turkey”, Survival, Cil 41 (1), 1999, s. 49-50.

Page 279: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

270

görebileceğimiz gibi, Batı referansından uzaklaşmamış olmasıdır. Davranışsal olarak

gözlemlediğimiz değişimler, örneğin Ortadoğu’ya açılımlar, Orta Asya’da Pan-

Türkist eğilimlere yaklaşan politikalar, Balkanlar’a yönelik neo-Osmanlıcı

yönelimler, hatta toplamda bölgesel güç olma iddia ve çabası dahi aslında Batı’nın

referans alındığı olgulardır. Bunlar, Batı Türkiye’yi kendisinden uzaklaştırdığında

söylem düzeyinde Batı’ya karşı olan, aslında Batı’nın tepkisini yaratma beklentisiyle

güdülenmiş politikalardır.

Gerek global düzeyde, gerekse Avrupa düzeyinde ortaya çıkan koşullar, bu

yönelimi değiştirememişse, Türkiye’nin kimlik değiştirdiğini söylemek de olanaklı

olmayacaktır. Bir değişimden söz edilecekse, bu değişim Türkiye’nin Batılı

kimliğinin, Batı kavrayışındaki değişim olabilir. Avrupa’nın Soğuk Savaş sonrasında

ortaya koyduğu yeni Avrupalılığı, Türkiye’nin kimliğini inşa ederken referans aldığı

ve büyük oranda içsel süreçlerce şekillendirilen, hatta içeriği değiştirilen ve daha çok

biçimsel unsurlara dayandırılmış olan Batı’dan çok farklı bir kimlik

dayatmaktadır.861

Diğer yandan Avrupa, yeni kimliği ve bu kimliği içselleştirmekle yükümlü birçok

yeni Avrupalı ile birlikte, aralarında rekabeti de dışlayan (örneğin ortak bir dış

politikadan beklenen), kolektif bir ‘ben’ üzerinden işleyen ve Kantian kültüre

yaklaşması beklenen bir evrilme geçirmeye devam etmektedir. Kantian anarşi

kültürünün uluslararası ilişkilerde olanaklı olup olmayacağı tartışması bir yana, böyle

bir oluşum gerçekleşir ve üstelik Türkiye de içinde olursa, o zaman Türkiye’nin

kimlik değiştirdiğini söylemek olanaklı olacaktır.

861 Türkiye’nin Batı kavrayışını geç yirminci yüzyılın liberal geleneğine değil, Avrupa’nın Ondokuzuncu yüzyıl sonlarına ve erken Yirminci yüzyıla ait milliyetçi ve otoriter görünümüne referansla kurduğuna dair bir görüş için, Ibid., s. 45.

Page 280: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

271

SONUÇ

“Kim olduğumuzu bilmeden ne istediğimizi bilemeyiz.”

Uluslararası İlişkiler disiplininde, kimliğin nasıl kavramsallaştırıldığına dair, en kısa,

en açık ve en kesin belirleme olan bu argüman, bu çalışmanın da üzerine

temellendirildiği bir sav olmuştur. Bu argüman bağlamında, devletlerin dış politika

pratikleri olarak ortaya çıkan eylemlerinin kaynağı, genel olarak kabul edildiği gibi

çıkarları olmakla birlikte, bu çıkarların verili olmadığı ve bir kimlikten kaynaklandığı

görüşü, uluslararası ilişkiler ve dış politika analizlerine bir araştırma odağı olarak

‘kimlik’ konusunun dahil edilmesini sağlayan unsur olmuştur. Yine bu argümana

bağlı olarak, bir devletin dış politika pratiklerini açıklamak için çıkarlarını, bunun

için de öncelikle kimliğini anlamak gereklidir.

Kimlik ve çıkarların nasıl inşa edildiğini ve bu oluşuma hangi süreç ve pratiklerin

eşlik ettiğini anlamak, inşacı yaklaşımın araştırma programının en önemli parçasıdır.

Fakat bu çalışmada Wendt üzerinden açıklanmaya çalışılan inşacı yaklaşım, devletin

kimliği ve bu kimliğin değişim dinamiklerini uluslararası alanda, öteki devletlerle

etkileşim sürecine yerleştirmektedir. Buna karşın bu çalışmada, devlet kimliğinin tek

kaynağı olarak etkileşimi görmenin, dolayısıyla devlet kimliğinin belirleyicisi olarak

içsel süreçleri dışlamanın, kimliği devletler arasında akdolunan bir şeye

indirgeyeceği ve dolayısıyla açıklayıcı gücünü yitireceği savından yola çıkılmıştır.

Bir başka deyişle, devlet kimliğinin, sistemsel olmayan kaynakları, yani içsel

süreçler ortaya koyulmadan yapılacak bir analiz, devletle ilgili statik bir

kavramsallaştırmaya neden olur ve bu da kimliklerin nasıl değiştiği konusundaki

anlayışımızı sınırlandıracaktır.862 Sonuçta, her devletin kimliği, içsel alanda kimlik

yaratma pratiklerinin bir ürünüdür. Kimlik yaratma pratikleri, devletlerin uluslaşma

süreçleriyle yani, hem yeni bir devletin siyasal varlık olarak kuruluşu, hem de bir

kimliğe sahip olma duygusunu yaratma süreçleriyle ilgilidir.863

862 Pierce ve Reus-Smit, “Critical International Theory and Constructivism”, s. 268.

863 Bloom, Personal Identity, National Identity and International Relations, s. 55.

Page 281: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

272

Kimlikler bir kere inşa edildikten sonra devletler bir yandan bu kimliklerini içsel

ve uluslararası alanda kurumsallaştırmaya çalışırlar, diğer yandan da bu içsel ve

uluslararası alanın yarattığı etkiler kimlikleri şekillendirmeye başlar. Bu bağlamda

dış politika ve kimlik arasındaki ilişkinin karşılıklı inşa edici olduğu söylenebilir.

Fakat dış politikanın kimliği inşa etmesi, elbette mevcut kimlik üzerinden

gerçekleşecek bir durumdur, aksi halde dış politikanın kimliği öncelediği gibi bir

sonuca varılır ki bu da olanaklı değildir.

Bu çalışma, günümüzde, dış politika analizleri bağlamında, çok fazla kabul

görmeye başlayan ‘Türk kimliğinin değiştiği’ savından hareketle, sözü edilen

anlamda bir değişimin olup olmadığı ve varsa bunun ne yönde bir değişim olduğunu

ortaya çıkarma amacıyla yola çıkılarak geliştirilmiştir. Bu çerçevede, bir kimlik

değişiminden söz edebilmek için, öncelikle mevcut kimliğin ortaya koyulması

gerektiği görüşüne dayanılarak öncelikle Türkiye devletinin kimliğinin ne olduğu

sorusuna yanıt aranmıştır. Kimlik yalnızca davranışlar üzerindeki pratik etkisiyle

gözlemlenebildiğinden, kimlik değişiminin de tek gözlemlenebilir işareti davranışlar

olmaktadır. Bu noktada, davranışsal değişim ile kimlik değişimi arasındaki farklılığı

kavramsal olarak yakalayabilmek önemlidir.864

Türk dış politikasının kaynağı olarak Türkiye devleti kimliğinin inşası, inşa

süreçlerinin modernleşme/batılılaşma olgusu ve Kemalizm çerçevesine

yerleştirilerek analiz edilmesiyle ortaya çıkarılmıştır. Bu bağlamda devletin

kimliğinin batılı/modern/laik ekseninde inşa edilişi, Osmanlı devleti geçmişinden

başlayan bir süreç olmuştur. Osmanlı devletiyle başlayan batılılaşma süreci, temelde

‘devleti kurtarmak’ misyonuyla simgeleşen bir bekâ kaygısıyla başlatılmış da olsa,

bu süreç öngörülemeyen bir şekilde kimlik inşa edici pratiklere dönüşmüştür.

Bu çalışmada da, öncelikle Türk

devleti kimliğinin, inşa edildiği süreçler içerisine yerleştirilerek açıklanmaya ve

anlaşılmaya çalışılmasının temeli, analizde davranışsal unsurlarla kimlik arasındaki

farklılığı gözden kaçırmamak olmuştur.

1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla başlayan süreç ise, devlet inşası sürecidir ve bu

süreçte doğrudan, batılı/laik yeni bir kimlik yaratılması, temel amaç olarak

864 McSweeney, Security, Identity and Interest: Sociology of International Relations, s. 166.

Page 282: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

273

belirlenmiştir. Bir başka deyişle, Cumhuriyetle birlikte modernleşme/batılılaşma,

Cumhuriyet öncesi dönemin Batı karşısında devleti kurtarma projesinin parçası

olmaktan, Batı ailesine dahil olarak modernleşmeyi öngören bir biçime evrilmiştir.865

Kimlikler, etkileşim içinde bulunulan ‘öteki’ler tarafından tanınmadıkları sürece

anlamlı olmazlar ve kimliklerin tanımlanmasında ‘ben’ kavramsallaştırması ‘öteki’

ile ilişkisine göre oluşturulur. Diğer yandan kimlikler, yalnızca ‘öteki’ ile ilişkisi

sonucu da inşa edilmezler. Kimliklerin inşasında, ‘ben’in ne olmak istemediğini

tanımlayan ‘öteki’ kadar önemli olan ve esasında ‘ben’in benzemeye çalıştığını

tanımlayan bir ‘etkili öteki’ (significant other) de aynı oranda etkili ve önemlidir.

Türkiye Cumhuriyeti bağlamında devletin ‘etkili öteki’si, Batı/Avrupa’dır. Batılı

olmak, Batı ailesine dahil olabilmek, yani ‘etkili öteki’ tarafından kabul

edilmek/tanınmak devletin kimliğinin bir bakıma güvencesi olmuştur. Diğer yandan,

kimliğin doğrudan ‘öteki’si ise, devletin inşasında “kendiyle farklılık” (difference

with itfself) şeklinde tezahür etmiş, bu bağlamda da Osmanlı geçmişi olarak devletin

tarihsel ve toplumsal gerçekliğine içsel olmuştur. İslam, bu geçmişi gerçeklendiren

referans noktası olarak algılandığından, Osmanlı’yı ötekileştirmek İslam’ı da aynı

konuma itmiştir.

Bu bağlamda, Tanzimat’tan beri süregelen modernleşme/batılılaşma çabaları, devleti

kurtarmak adına bir araç olmaktan çıkarak, Kemalizm’in ideolojileştirici etkisiyle

birlikte, doğrudan kimlik inşa edici bir pratik olarak algılanmış ve uygulanmıştır. Bu

süreçte devlet, batılılaşmayı sağlayacak tek eden olarak konumlanmış ve yeni

kimliğin devlet eliyle yaratılması, Kemalizm’in ilkelerinde anlamını bulan bir dizi

reformla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.

Kimlikler yalnızca, içsel süreçlerce inşa edilmezler, devletlerin kimliklerinden

kaynaklanan dış politika pratiklerini ortaya koydukları etkileşim süreçleri de

kimlikler açısından inşa edici olabilmektedir. Bu bağlamda devletin ‘etkili ötekisi’ ve

‘öteki’ olarak tanımladığı diğer devletlerle etkileşimleri kurucu etkiler ortaya

koymaktadır.

865 Kaliber, “Türk Modernleşmesini Sorunsallaştıran Üç Ana Paradigma”, s. 107.

Page 283: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

274

Osmanlı İmparatorluğu döneminde, batılılaşma sürecinin kimlik inşa edici bir

etkiye dönüşmesi, büyük oranda bu dönemde ‘etkili öteki’ olarak Batı’yla yaşanan

etkileşimlerle de pekiştirilmiş bir olgudur. Batılılaşmanın kaynağı olarak, Tanzimat

sürecinden Birinci Dünya Savaşı sonunda yıkılmasına kadar, Osmanlı

İmparatorluğu’nun Batı ile etkileşimlerinin ayrıntılı bir analizi, Türkiye Cumhuriyeti

kimliğinde içerilecek olan batılılığın, esasında bu süreçte ve etkileşim yoluyla ortaya

çıkarıldığını açıkça ortaya koymaktadır. Osmanlı devleti Batı ile etkileşimlerinde,

“onlardan olmak”, reform yoluyla yapmaya çalıştığı şekilde “onlar tarafından

onaylanmak” gibi bir çaba içerisine girmiş, bu şekilde güvenliğini, hatta varlığını

korumaya çalışmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin, inşa sürecinde de etkileşimlerinin ana kaynağı

‘etkili öteki’si olan Batı olmuş, ‘öteki’ ise Sovyetler Birliği (başlangıçta varlığını

tehdit eden kuzey komşu, daha sonra komünizm anlamında), Yunanistan ve Arap

dünyası olarak ortaya çıkmıştır. Bu süreçte de, gerek ‘etkili öteki’, gerekse de

‘öteki’ler bağlamında dış politika pratikleri yoluyla yaşanan etkileşim, en temelde

içeride inşa edilen Batılı/laik kimliğin sağlamlaştırılması ve onaylanması bağlamında

kurucu özellikler içermiştir. Devletin kimliğinin, içsel süreçlerde

modernlik/batılılıkla tanımlanması ve bu tanımlama çerçevesinde Batı’nın kimlik

tanımında bir belirleyen olarak ‘etkili öteki’ biçiminde alınması, devletin çıkarlarının

da Batıyla birlikteliğini getirmiştir. Etkileşim süreci Batının bir parçası olmak

hedefinin ifadesine dönüşmüş ve aynı zamanda kimliği güvenlik altına almanın bir

aracı olarak işlemiştir.

Türkiye’nin öteki olarak tanımladığı devletlerle etkileşimleri de, kimliğinden

kaynaklanan ve etkileşimle sağlamlaştırılan Batılılığının bir tezahürü olmuştur.

Osmanlı geçmişinden beri, varlığına bir tehdit olarak algıladığı Rusya/Sovyetler

Birliği’nin öteki’liği, Batı’nın da öteki’sine dönüştüğü oranda Türkiye’nin batılı

kimliğini onaylayıcı bir işlev görmüş ve bu hedefe yönelik olarak bilinçli bir şekilde

kullanılmıştır. Birbirlerine karşı ötekilikleri tarihsel derinlikte olan Yunanistan ve

Türkiye’nin etkileşimleri de, inşa sürecinde Türkiye’nin kimliğinden kaynaklanan

çıkarlarla belirlenmiş ve aynı şekilde yine bu etkileşimler çerçevesinde

pekiştirilmiştir. Türkiye ve Yunanistan’ın bu süreçte, işbirliği perspektifinde bir

Page 284: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

275

araya gelebilmiş olmaları, Batılı devletler ailesinde yer alma güdüsüyle hareket eden

iki devletin, çıkarlarını Batılı referansla kurmuş olmalarının bir sonucu olmuştur.

Türkiye kimliğini inşa ettiği içsel süreçlerde, Osmanlı geçmişini İslam’a referansla

ötekileştirirken, dışsal alanda da bu İslam’ı atfettiği Arap dünyasını ötekileştirmiştir.

Diğer yandan, aynı ötekileştirme, Türkiye’de laik reformlarla İslam’dan uzaklaşma

süreci yerleştikçe, Araplar tarafından da Türkiye açısından işletilmiştir. Bu karşılıklı

öteki’lik konumuyla başlayan etkileşimler ise, Türkiye’nin kimliğinin Batılı

referanslarının en açık ifadesi haline gelmiştir.

İnşacı bakış açısı çerçevesinde temellendirilen bu çalışma, bu bakış açısının bir

gereği olarak, birim ve etkileşim düzeyleri yanında uluslararası sistemin yapısının da

kimlik üzerinde kurucu etkisi olduğunu benimsemiştir. Diğer yandan, kimliğin birim

ve etkileşim düzeyinde analiz edilmesinin ardından, yapının da kimlik üzerindeki

kurucu etkisini araştırmak, çalışmanın temelinde yatan ‘analiz düzeyleri arasında

tercih yapmama’ çabasının da bir gereği olarak ortaya çıkmıştır.

İnşacı bakış açısına göre uluslararası sistemin yapısı, geleneksel Uluslararası

İlişkiler yaklaşımlarından farklı olarak kavramsallaştırılmaktadır. Sosyal olarak inşa

edildiği kabul edilen yapının, devletlerin kimlikleri üzerindeki kurucu etkisi bu

yaklaşımın en önemli araştırma sorusunu oluşturmaktadır. Öznelerarası anlamlarca

inşa edildiği varsayılan yapının kimlik üzerinde kurucu etkisi olduğu, bu çalışmada

Türkiye bağlamında yapılan bir analizle de ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede,

Ondokuzuncu yüzyılın ‘Avrupa Uyumu’ndan, iki savaş arası döneme ve İkinci

Dünya Savaşı sonrasına uzanan bir analizle ortaya koyulmaya çalışılan uluslararası

sistemin yapısı ve bunun Türkiye bağlamında kimlik kurucu etkisi, birim ve devlet

düzeylerinde ortaya çıkan sonuçları onaylayıcı olmuştur. Bu durum bir yandan,

devletlerin dış politikalarının kaynağı olan kimliklerinin, yapı-eden

kavramsallaştırmasına uygun olarak, her düzeyde karşılıklı inşa edici unsurlarla

kurulduğunun, diğer yandan ise Türkiye’nin Batılı kimliğinin bir kanıtı olmuştur.

Kimlik inşası, devletler açısından tamamlanmayan, sonu olmayan bir süreç olarak

işler. Bu bağlamda, (ulusal) kimlik yeniden inşa edilmesi olanaklı olmakla birlikte,

çoğu zaman aslında içinde barındırdığı, fakat dile getirilmemiş unsurların

Page 285: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

276

uyandırılması ile yeniden yorumlanmaya açılarak canlı tutulmaya çalışılır.866

Devletin kendini tanımladığı ve aynı zamanda topluma da dayattığı kimliği,

modernleş(tir)me yoluyla, İslamcılar dahil toplumun her katmanına nüfuz etmiş olsa

da bütünüyle toplumsal meşruiyet sağlayamamıştır. En temelde devletin inşa

sürecinde, yeni kimliğini tanımlamakta dayandığı referansı olan ‘öteki’, ulusun

geneli için de bir ‘öteki’ olmamış, sonrasında uygulanan modernleş(tir)me

reformlarıyla da ötekileştirme toplumsal alanda yaygınlık kazanamamıştır. Kimliğin

inşa sürecinde hedeflenen, batılı/laik yeni kimlik gerçekleştirilmiş olmakla birlikte,

içeriği bütünüyle içselleştirememiş, farklı etkenlerle ve farklı süreçler içerisinde hep

bir yeniden yorumlama girişimi söz konusu olmuştur. Bu yeniden yorumlama süreci,

‘bastırılmışın geri dönüşü’ olarak, geçmişin Osmanlı olduğu kadar İslam olarak da

geri dönmesi şeklinde tezahür etmiştir. Bu bağlamda, geri dönen geçmişi kendine

referans alanların kimliği, içinde İslami değerleri de güçlü bir şekilde barındıran bir

muhafazakârlık, ya da doğrudan İslam olmuştur.

Türkiye

bağlamında da inşa sürecinin dinamiklerinden uzaklaşma görüldüğü oranda ve

bununla ilintili olarak gerek içsel, gerekse de dışsal süreçlerde gözlemlenen bazı

değişim dinamikleri, Türkiye’de kimliğin değiştiği izlenimini

uyandırmış/uyandırmaktadır. 1950’li yıllarda başlayan ve özellikle toplumsal

düzeyde gözlemlenen değişimler, muhafazakârlaşmadan İslamlaşmaya ve son olarak

da liberalleşmeye doğru evrilen, esasında tüm bu unsurları birarada içererek gelişen

yeni bir kimlik dinamiğini gündeme getirmiştir. Bu çerçevede önemli olan, kimlikle

ilgili yeni olanın ya da değişimin devletin kimliği düzeyinde değil, toplumsal

düzeyde gerçekleştiğidir. Bu durum, yani devletin meşruiyetini dayandırdığı

kimliğiyle, ulus olarak adlandırdığımız topluluğun kimliğinin (ulusal kimlik)

birbiriyle uyuşmaması, devletlerin ulusal kimlikten ayrı bir kimliklerinin olduğu ve

dış politikanın kaynağının da bu kimlik olduğu savını kanıtlamaktadır.

Ulusal kimlik tanımlarındaki söz konusu yeni eğilimlerle birlikte, Türkiye’nin dış

politika bağlamında da kimliğinin değiştiği/değişiyor olduğu, özellikle 1990’lı

yıllarla birlikte çok fazla dile getirilmiş ve üzerinde tartışılmış bir konudur. Ne var ki,

866 Banerjee, “The Cultural Logic of National Identity Formation: Contending Disourses in Late Colonial India”, s. 33.

Page 286: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

277

bir kimlik değişiminden söz edebilmek için devletin dış politika algılamalarının

değiştiğinin ve bir süreklilik kazanarak dış politikanın mantığını tümden

dönüştürdüğünün ortaya koyulabilmesi gereklidir. Bu bağlamda, aynı süreçlerde

devletin dış politika pratikleri analiz edildiğinde, devletin dış politikasının kaynağı

olarak ‘ayrı’ kimliğinin, batılı/laik referansı bağlamında değişime uğramamış olduğu

gözlemlenmektedir.

1990’lı yıllardan günümüze, Türkiye bir yandan içsel alanda İslamlaşmanın

güçlendiği süreçleri yaşar, diğer yandan ‘etkili öteki’si Batı/Avrupa ile olan

etkileşimlerinde bir yeniden ‘ötekileştirme’ye maruz kalırken dahi, kimliğinin Batılı

referansını değiştirmemiş, aksine öteki aktörlerle olan etkileşimlerinde de bu Batılı

referansı sağlamlaştırmak çerçevesinin dışına çıkamamıştır. Bu süreçte örneğin, Orta

Asya ve Kafkasya’da yeni bir ‘ben’ tanımlamasına olanak sağlayacak Türk(i) ve

Müslüman devletlerle olan etkileşimlerinin bile Batı referansına dayanmış olması bu

durumu kanıtlamaktadır. Bir başka açıdan, Türkiye’de iktidara gelen en katısından,

en ılımlısına İslamcı olarak adlandırılan iktidarlar döneminde de bu yönelimde bir

değişme ol(a)mamış olması ilginç olmaktan öte, devlet kimliğinin değişmemiş

olduğunun bir göstergesi olmaktadır.

Buna karşın, söz konusu dönemde dış politika pratikleri bağlamında,

etkileşimlerin ortaya koyulduğu uluslararası sistemin yapısında yaşanan dönüşümler,

birtakım değişim dinamiklerini ortaya çıkarmıştır. Batı/Avrupa uluslararası sistemin

değişim koşullarıyla ilintili olarak, ‘Avrupalılık’ tanımını değiştirmeye, dolayısıyla

yeni bir ‘ben’ kavramsallaştırması geliştirmeye başladığı süreçte, Türkiye’yi tarihsel

‘öteki’lik konumuna geri gönderme eğiliminde olmuş ve bu durum Türkiye

bağlamında bir kimlik krizine neden olmuştur. Avrupa’nın Soğuk Savaş sonrasında

tanımladığı yeni Avrupalılığı, Türkiye’nin kimliğini inşa ederken referans aldığı

Batı’dan çok farklı bir kimlik dayatmakla, Türkiye’nin Batılı kimliğini değilse de,

Batı’yı kavrayışında bir değişimi başlatmıştır.

Page 287: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

278

KAYNAKÇA

A. KİTAPLAR

AFETİNAN, A., İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat-4 Mart 1923 (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1982).

AFET Hf. vd., Türk Tarihinin Ana Hatları (İstanbul: Devlet Matbaası, 1930) aslından aynı yeniden basım, Türk Tarihinin Ana Hatları: Kemalist Yönetimin Resmi Tarih Tezi (İstanbul: Kaynak Yayınları 1999).

AFETİNAN, A., Medeni Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazıları (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1998).

AHMAD, Feroz, İttihatçılıktan Kemalizme, çev. Fatmagül Berktay (İstanbul: Kaynak Yayınları, 1986).

AHMAD, Feroz, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), çev. Ahmet Fethi (İstanbul: Hil Yayınları, 1996).

AHMAD, Feroz, İttihat ve Terakki: 1908-1914, çev. Nuran Yavuz (İstanbul: Kaynak Yayınları, 1999).

AHMAD, Feroz, Modern Türkiye’nin Oluşumu, çev Yavuz Alogan (İstanbul: Kaynak Yayınları, 2002).

AHMAD, Feroz, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, çev. Sedat Cem Karadeli (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007).

AKÇURA, Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1976).

AKŞİN, Aptülahat, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1991).

AKŞİN, Sina, Jön Türkler, İttihat ve Terakki (Ankara: İmge Kitabevi, 1998).

AKTAR, Ayhan, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları (İstanbul: İletişim Yayınları, 2000).

ALLISON, Graham T., Essence of Decision: Explaining the Cuban Missile Crisis (Boston: Little Brown, 1971).

ANDERSON, Benedict, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, çev. İskender Savaşır (İstanbul: Metis Yayınları, 2004).

Page 288: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

279

ANDERSON, M.S., The Eastern Question: 1774-1923 (Londra: MacMillan Press, 1978).

ARMAOĞLU, Fahir, Siyasi Tarih: 1789-1960 (Ankara: Sevinç Matbaası, 1973).

Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I: TBMM Meclislerinde ve CHP Kurultaylarında (1919-1938), (İstanbul: Maarif Matbaası, 1945).

Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri III (1918-1937), (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1961).

AYDIN, Mustafa, Ten Years After: Turkey’s Gulf Policy (1990-91) Revisited (Londra: Frank Cass, 2002).

AYDIN, Mustafa, Turkish Foreign Policy: Framework and Analysis (Ankara, SAM, 2004).

AYDIN, Suavi, Türk Kimliğinin Yaratılması ve Ulusal Kimlik Sorunu Üzerine (Ankara: Özgür Üniversite Yayınları, 2009).

BAĞCI, Hüseyin, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar (Ankara: METU Press, 2001).

(BAYUR), Yusuf Hikmet, Yeni Türkiye Devletinin Haricî Siyaseti (İstanbul: Akşam Matbaası, 1934).

BİLGİN, Nuri, Kimlik İnşası (Ankara: Aşina Kitaplar, 2007).

BİLGİN, Nuri, Kollektif Kimlik (İstanbul: Sistem Yayıncılık, 1999).

BİLGİN, Nuri, Sosyal Bilimlerin Kavşağında Kimlik Sorunu (İzmir: Ege Yayıncılık, 1994).

BİRAND, Mehmet Ali, Bir Pazar Hikayesi: Türkiye-AET İlişkileri (İstanbul: Milliyet Yayınları, 1978).

BLOOM, William, Personal Identity, National Identity and International Relations (Cambridge: Cambridge University Press, 1990).

BOZDAĞ, İsmet, Demokrat Parti ve Ötekiler (İstanbul: Kervan Yayınları, 1977).

BOZDAĞLIOĞLU, Yücel, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity: A Constructivist Approach (New York &Londra: Routledge, 2003).

BOZKURT, Celal, Siyaset Tarihimizde C.H.P: Dünü, Bugünü, İdeolojisi (Y.Yok, T.Yok).

Page 289: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

280

BRAUDEL, Fernand, On History, çev. Sarah Matthews (Chicago: The University of Chicago Press, 1980).

BRAUDEL, Fernand, A History of Civilizations (New York: The Penguin Press, 1994).

BULL, Hedley, The Anarchical Society: A Study of Order in World Politics (Londra: Macmillan Press, 1995).

BUZAN, Barry, JOHNS, Charles and LITTLE, Richard, The Logic of Anarchy: Neorealism to Structural Realism (New York: Columbia University Press, 1993).

CAMPBELL, David, Writing Security: United States Foreign Policiy and the Politics of Identity (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1998).

CEM, İsmail, Siyaset Yazıları: 1975-1980 Türkiyesi (İstanbul: Cem Yayınevi, 1980).

CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in Söylevleri (Ankara: Ulus Basımevi, 1935).

CONOLLY, William E., Kimlik ve Farklılık: Siyasetin Açmazlarına Dair Demokratik Çözüm Önerileri (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1995).

COPEAUX, Etienne, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine, çev. Ali Berktay (İstanbul: Tarih Vakfı-Yurt Yayınları, 1998).

ÇALIŞ, Şaban H., Hayaletbilimi ve Hayali Kimikler: Neo-Osmanlıcılık, Özal ve Balkanlar (Konya: Çizgi Kitabevi, 2004).

ÇOKER, Fahri, Türk Parlamento Tarihi: TBMM – IV. Dönem (1931-1935) (Ankara: TBMM Vakfı Yayınları, 1993).

DAĞI, İhsan D., Kimlik, Söylem ve Siyaset: Doğu-Batı Ayrımında Refah Partisi Geleneği (Ankara: İmge Kitabevi, 1998).

DERİNGİL, Selim, Simgeden Millete: II. Abdülhamit’ten Mustafa Kemal’e Devlet ve Millet (İstanbul: İletişim Yayınları, 2007).

EKİNCİ, Necdet, II. Dünya Savaşından Sonra Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte Dış Etkenler (İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1997).

ERKİN, Feridun Cemal, Dışişlerinde 34 Yıl Anılar – Yorumlar (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1980).

Page 290: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

281

EROĞLU, Hamza, Atatürk ve Milliyetçilik (Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, 1992).

EROĞLU, Hamza, Atatürk ve Milli Egemenlik (Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1998).

FEYZİOĞLU, Turhan, Atatürk ve Milliyetçilik (Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, 1996).

GELLNER, Ernest, Uluslar ve Ulusçuluk, çev. Büşra Ersanlı ve Günay Göksu Özdoğan (İstanbul: Hil Yayınları, 2008).

GEORGEON, François, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura (1876-1935), (İstanbul: Türk Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999).

GEORGEON, François, Sultan Abdülhamit, çev. Ali Berktay (İstanbul: Homer Kitabevi, 2006).

GIDDENS, Anthony, Central Problems in Social Theory: Action, Structure and Contradiction in Social Analysis (Londra: Macmillan, 1979).

GIDDENS, Anthony, New Rules of Sociological Method: A Positive Critique of Interpretative Sociologies (Cambridge: The Polity Press, 1998).

GOLOĞLU, Mahmut, Erzurum Kongresi (Ankara: Nüve Matbaası, 1968).

GÖKALP, Ziya, Türkçülüğün Esasları, Mahir Ünlü ve Yusuf Çotuksöken (der.), (İstanbul: İnkılap Kitabevi, 1987).

GÜLEÇ, Cengiz, Türkiye’de Kültürel Kimlik Krizi (Ankara: Verso Yayınları, 1992).

GÜREL, Şükrü Sina, Tarihsel Boyut İçinde Türk Yunan İlişkileri (1821-1993), (Ankara: Ümit Yayıncılık, 1993).

GÜRÜN, Kamuran, Türk-Sovyet İlişkileri (1920-1953), (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1991).

GÜVENÇ, Bozkurt, Türk Kimliği: Kültür Tarihinin Kaynakları (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1997).

HABERMAS, Jürgen, Knowlegde and Human Interests, çev. Jeremy J Saphiro (Oxford: Polity Press, 1998).

HALE, William, Türkiye’de Ordu ve Siyaset: 1789’dan Günümüze, çev. Ahmet Fethi (İstanbul: Hil Yayınları, 1996).

Page 291: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

282

HALE, William, Türk Dış Politikası 1774-2000, çev. Petek Demir (İstanbul: Mozaik Yayınları, 2003).

HALLIDAY, Fred, Rethinking International Relations (Londra: MacMillan, 1994).

HANİOĞLU, Şükrü, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük, C.I (1889-1902), (İstanbul: İletişim Yayınları, 1985).

HANİOĞLU, Şükrü, The Young Turks in Opposition (Oxford-New York: Oxford University Press, 1995).

HEGEL, Georg William Friedrich, Phenomenology of Sprit, (Oxford: Oxford University Press, 1977).

HOBSBAWM Eric, ve RENGER, Terence, The Invention of Tradition, (Cambridge: Cambridge University Press, 1983).

HORKHEIMER, Max, Critical Theory: Selected Essays, çev. Matthew J. O’Connell vd. (New York: Seabury, 1972).

HOLLIS, Martin ve SMITH, Steve, Explaining and Understanding International Relations (Oxford: Calerondon Press, 1991).

İNSEL, Ahmet, Türkiye Toplumunun Bunalımı (İstanbul: Birikim Yayınları, 2002).

JAHN, Beate, The Cultural Construction of International Relations (New York: Palgrave, 2000).

KAFESOĞLU, İbrahim, Türk-İslam Sentezi (İstanbul: Ötüken Yayınları, 2008).

KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi V. Cilt: Nizam-ı Cedit ve Tanzimat Devirleri (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1988).

KARPAT, Kemal, Türk Demokrasi Tarihi (İstanbul: İstanbul Matbaası, 1967).

KEGLEY, Charles W. ve WITTKOPF, Eugene R., World Politics: Trend and Transformation (New York: Saint Martin’s Press, 1995).

KEYDER, Çağlar, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar (İstanbul: İletişim Yayınları, 1989).

KEYDER, Çağlar, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003).

Page 292: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

283

KEYMAN, E. Fuat ve ÖNİŞ, Ziya, Turkish Politics in a Changing World: Global Dynamics and Domestic Transformations (İstanbul: Istanbul Bilgi University Press, 2007).

KİLİ, Suna, 1960-1975 Döneminde Cumhuriyet Halk Partisinde Gelişmeler: Siyaset Bilimi Açısından Bir İnceleme (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 1976).

KİLİ, Suna ve GÖZÜBÜYÜK, Şeref, Türk Anayasa Metinleri: Sened-i İttifaktan Günümüze (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2000).

KÖKER, Levent, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi (İstanbul: İletişim Yayınları, 1993).

KRAMER, Heinz, Avrupa ve Amerika Karşısında Değişen Türkiye, çev. Ali Çimen (İstanbul: Timaş Yayınları, 2001).

KRATOCHWILL, Friedrich, Rules, Norms and Decisions: On the Conditions of Practical and Legal Resoning in International Relations and Domestic Affairs (Cambridge: Cambridge University Press, 1989).

KUSHNER, David, The Rise of Turkish Nationalism 1876-1908 (London: Frank Cass, 1977).

KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası (1945-1970), (Ankara: Sevinç Matbaası, 1972).

LACLAU, Ernesto, Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme, çev. Ertuğrul Başer, (İstanbul: Birikim Yayınları, 2003).

LAÇİNER, Sedat, Türkler ve Ermeniler: Bir Uluslararası İlişkiler Çalışması (Ankara: USAK Yayınları, 2005).

LANDAU, Jacob M., Türkiye’de Sağ ve Sol Akımlar, çev. Erdinç Baykal (Ankara: Turhan Kitabevi, 1979).

LARRABBEE, F. Stephen ve LESSER, Ian O., Belirsizlik Döneminde Türk Dış Politikası, çev. Mustafa Yıldırım (İstanbul: Ötüken Yayınları, 2002).

LEE, Stephen J., Avrupa Tarihinden Kesitler (1789-1980), (Ankara: Dost Kitabevi, 2002).

LEWIS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1970).

Page 293: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

284

LINKLATER, Andrew, Beyond Realism and Marxism: Critical Theory and International Relations (Londra: Macmillan Press, 1990).

LONG, David and WILSON, Peter, Thinkers of Twenty Years’ Crisis, (Oxford: Clarendon Press, 2003).

Lozan Konferansı: Tutanaklar, Belgeler – 8 Kitap, çev. Seha L. Meray (Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1969-1973).

MACFIE, A. L., The Eastern Question 1774-1923 (Londra-New York: Longman, 1996).

MARDİN, Şerif, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003).

MARDİN, Şerif, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, çev. Mümtaz’er Türköne, Fahri Unan ve İrfan Erdoğan (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003).

MARDİN, Şerif, Türk Modernleşmesi (İstanbul: İletişim Yayınları, 2006).

MCSWEENEY, Bill, Security, Identity and Interest: Sociology of International Relations (Cambridge: Cambridge University Press, 1999).

MERT, Nuray, Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1994).

MORGENTHAU, Hans. J., Uluslararası Politika, Cilt I., çev. Baskın Oran ve Ünal Oskay (Ankara: Türk Siyasi İlimler Derneği, 1970).

MOUSTAKIS, Fotios, The Greek-Turkish Relationship and NATO (Londra: Frank Cass, 2003).

OKUTAN, M. Çağatay, Tek Parti Döneminde Azınlık Politikaları (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004).

ONUF, Nicholas Greenwood, World of Our Making: Rules and Rule in Social Theory and International Relations (Columbia: University of South Caroline Press, 1989).

ORTAYLI, İlber, Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu (İstanbul: Kaynak Yayınları, 1983).

ORTAYLI, İlber, İmparatorluğu En Uzun Yüzyılı (İstanbul: Alkım Yayınları, 2005).

ÖĞÜN, Süleyman Seyfi, Türk Politik Kültürü (İstanbul: Alfa Yayınları, 2000).

Page 294: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

285

ÖKÇÜN, A. Gündüz, Türkiye İktisat Kongresi 1923-İzmir: Haberler, Belgeler, Yorumlar (Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1968).

ÖZBUDUN, Ergun, Çağdaş Türk Politikası: Demokratik Pekişmenin Önündeki Engeller, çev. Ali Resul Usul (İstanbul: Doğan Kitap, 2003).

ÖZKIRIMLI, Umut, Milliyetçilik Kuramları: Eleştirel Bir Bakış (İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1999).

PARLA, Taha, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, der. Füsun Üstel ve Sabir Yücesoy (İstanbul: İletişim Yayınları, 1989).

PELLICANI, Luciano, Gramsci: An Alternative Communism? (Stanford: Hoover Institution Press, 1976).

PRIZEL, Ilya, National Identitiy and Foreign Policy: Nationalism and Leadership in Poland, Russia and Ukraine (Cambridge: Cambridge University Press, 1998).

RANDSOME, Paul, Antonio Gramsci: A New Introduction (New York, Londra: Harvester Wheatsheaf, 1992).

RICHARDSON, James J., Crisis Diplomacy: The Great Powers since the Mid-Nineteenth Century (Cambridge: Cambridge University Press, 1994).

ROSECRANCE, Richard N., Action and Reaction in World Politics: International Systems in Perspective (Boston, Toronto: Little, Brown and Company, 1963).

ROSENAU, James (der.), Comparing Foreign Policies: Theories, Findings, and Methods,(New York-Londra: John Wiley & Sons, 1974).

SANDER, Oral, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü: Osmanlı Diplomasi Tarihi Üzerine Bir Deneme (Ankara: A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1987).

SENCER, Muzaffer, Türkiye’de Siyasal Partilerin Sosyal Temelleri (İstanbul: May Yayınları, 1974).

SHAW, Stanford J. ve SHAW, Ezel Kural, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye II. Cilt, çev. Mehmet Harmancı (İstanbul: E Yayınları, 1982).

SIBEON, Roger, Rethinking Social Theory (Londra: Sage Pub., 2004).

SINOUÉ, Gilbert, Kavalalı Mehmet Ali Paşa: Son Firavunk, çev. Ali Cevat Akkoyunlu, (İstanbul: Doğan Kitapçılık, 1999).

Page 295: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

286

SMITH, Anthony, Milli Kimlik, çev. Bahadır Sina Şener (İstanbul: İletişim Yayınları, 1999).

SMITH, Anthony D., Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, çev. Derya Kömürcü (İstanbul: Everest Yayınları, 2002).

SONYEL, Salahi, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika–I (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1995).

SONYEL, Salahi, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika-II (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2003).

SOYSAL, İsmail, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları–I. Cilt (1920-1945), (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2000).

SÖNMEZOĞLU, Faruk (der.), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü (İstanbul: Der Yayınları, 1996).

STEANS, Jill ve PETTIFORD, Lloyd, International Relations: Perspectives and Themes (Harlow: Longman, 2001).

TAYFUR, M. Fatih, Semipheriperal Development and Foreign Policy: The Case of Greece and Spain (Aldershot: Ashgate, 2003).

TANÖR, Bülent, Türkiye’de Yerel Kongre İktidarları (1918-1920), (İstanbul: Afa Yayınları, 1992).

TANRIKORUR, Cinuçen, Atatürk Devrimleri İdeolojisinin Türk Müzik Kültürüne Doğrudan ve Dolaylı Etkileri – Açık Oturum (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Türk Müziği Kulübü Yayınları, 1980).

TEKELİ, İlhan ve İLKİN, Selim, Türkiye ve Avrupa Topluluğu I: Ulus Devletini Aşma Çabasındaki Avrupa’ya Türkiye’nin Yaklaşımı (Ankara: Ümit Yayıncılık, 1993).

TUNÇAY, Mete, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999).

ÜLMAN, Haluk, Birinci Dünya Savaşına Giden Yol ve Savaş (Ankara: İmge Kitabevi, 2002).

VÁLİ, Ferenc A., Bridge Across the Bosporus: The Foreign Policy of Turkey (Baltimore&Londra: The John Hopkins Press, 1971).

Page 296: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

287

WALLERSTEIN, Immanuel, Geopolitics and Geoculture: Essays on the Changing World System (Cambridge, New York: Cambridge University Press, 1991).

WALLERSTEIN, Immanuel, World System Analysis: An Introduction (Darham, Londra: Duke University Press, 2004).

WALTZ, Kenenth N., Theory of International Politics (Reading, MA: Addison-Wesley Pub. Co. 1979).

WATSON, Adam, The Evolution of International Society: A Comparative Historical Analysis (Londra &New York: Routledge, 2001).

WENDT, Alexander, Social Theory of International Politics (Cambridge: Cambridge University Press, 2000).

YILDIZ, Ahmet, Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938), (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004).

YURDUSEV, A. Nuri, Ottoman Diplomacy: Conventional or Unconventional? (New York: Plagrave&MacMillan, 2004).

ZEHFUSS, Maja, Constructivism in International Relations: The Politics of Reality (Cambridge: Cambridge University Press, 2002).

ZÜRCHER, Erik Jan, Milli Mücadelede İttihatçılık (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1987).

ZÜRCHER, Erik Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003).

B. MAKALELER ve KİTAP BÖLÜMLERİ

ADAMSON Fiona B. ve DEMETRIU, Madeleine, “Remapping the Boundaries of ‘State’ and ‘National Identity’: Incorporating Diasporas into IR Theorizing”,, European Journal of International Relations, Cilt 13 (4), 2007, s. 489-526.

ADLER, Emanuel, “Seizing the Middle Ground: Constructivism in World Politics”, European Journal of International Relations, Cilt 3 (3), 1997, s. 319-363.

AHMAD, Feroz, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, Marian Kent (der.), (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999), s. 6-35.

Page 297: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

288

AKDEVELİOĞLU, Atay ve KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, “Ortadoğu’yla İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 357-369.

AKGÜN, Birol, ve ÇALIŞ, Şaban, “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman: Türk Milliyetçiliğinin Terkibinde İslamcı Doz”, Tanıl Bora (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt IV: Milliyetçilik (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 584-600.

AKSU, Fuat, “Turkish-Greek Relations: From Conflict to Détente the Last Decade”, Turkish Review of Balkan Studies, Annual 2001, s. 1-43.

ALPKAYA, Gökçen, “İnsan Hakları Konusu”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001, Baskın Oran (der.), (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 524-539.

ALTUNIŞIK, Meliha B., “Güvenlik Kıskacında Türkiye ve Ortadoğu İlişkileri”, Gencer Özcan ve Şule Kut (der.), En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar (İstanbul: Büke Yayınları, 2000), s. 321-344.

ANIEVAS, Alexander, “Critical Dialogues: Habermasian Social Theory and International Relations”, Politics, Cilt 25 (3), 2005, s. 135-143.

Ankara Papers, “Main Determinants of Turkish Policy in the Middle East”, Cilt 8 (1), 2003, s. 5-22.

ARAI, Masami, “Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği”, Tanıl Bora ve Murat Gültekin (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt I: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası, Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 180-195.

ASHIZAWA, Kuniko, “When Identity Matters: State Idenity, Regional Institutions-Building, and Japanese Foreign Policy”, International Studies Review, Cilt 10, 2008, s. 571-598.

ASHLEY, Richard, “The Poverty of Neorealism”, Robert E. Keohane (der.), Neorealism and Its Critics (New York: Cambridge University Press, 1986), s. 255-300.

ASHLEY, Richard, “Living on Border Lines: Man, Postructuralism, and War” , James Der Derian and Michael Shapiro (der.), International/Intertextual

Page 298: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

289

Relations: Postmodern Readings of World Politics (Lexington: Lexington Books, 1989), s.259-321.

ASHLEY, Richard and WALKER, R. B. J., “Reading Dissidence/Writing the Discipline: Crisis and the Question of Sovereignty in International Studies”, International Studies Quarterly, Cilt 34 (3), 1990, s. 367-416.

AYDIN, Mustafa, “Uluslararası İlişkilerde Yaklaşım, Teori ve Analiz”, AÜ SBF Dergisi, Cilt 51 (1-4), Ocak-Aralık 1996, s. 71-114.

AYDIN, Mustafa, “Determinants of Turkish Foreign Policy: Historical Framework and Traditional Inputs”, Middle Eastern Studies, Cilt 35 (4), 1999, s. 152-186.

AYDIN, Mustafa , “İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 399-476.

AYDIN, Mustafa, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 366-439.

AYDIN, Mustafa, “Global Değişim ve Genişleyen Türk Dünyası: Türkler ve Türkiler”, Şaban H. Çalış, İhsan D. Dağı ve Ramazan Gözen (der.), Türkiye’nin Dış Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik (Ankara: Liberte Yayınları, 2001), s.271-291.

AYDIN, Mustafa, “Between Euphoria and Realpolitik: Turkish Policy Toward Central Asia and the Caucasus”, Tareq Y. Ismael ve Mustafa Aydın (der.), Turkey’s Foreign Policy in the 21st Century: A Changing Role in World Politics (Aldershot: Ashgate Pub., 2003), s. 139-160.

AYDIN, Mustafa, “Crypto-optimism in Turkish-Greek Relations. What is Next?”, Journal of Southern Europe and Balkans, Cilt 5 (2), 2003, s. 223-240.

AYDIN, Mustafa, “Securatization of History and Geography: Understanding of Security in Turkey”, Southeast European and Black Sea Studies, Cilt 3 (2), 2003, s. 163-184.

AYDIN, Mustafa, “Uluslararası İlişkilerin ‘Gerçekçi’ Teorisi: Kökeni, Kapsamı, Kritiği”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 1 (1), Bahar 2004, s. 33-60.

AYDIN, Mustafa, “Foucault’s Pendulum: Turkey in Central Asia and the Caucasus”, Turkish Studies, Cilt 5 (2), 2004, s. 1-22.

Page 299: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

290

BAGDONAS, Özlem Demirtaş, “The Clash of Kemalisms? Reflections on the Past and Present Politics of Kemalism in Turkish Political Discourse”, Turkish Studies, Cilt 9 (1), 2008, s. 99-111.

BAHÇELİ, Tözün, “Türkiye’nin Yunanistan Politikası”, Alan Makovsky ve Sabri Sayarı (der.), Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri (İstanbul: Alfa Yayınları, 2002), s. 180-207.

BALÇIK, M. Berk, “Milliyetçilik ve Dil Politikaları”, Tanıl Bora (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt IV: Milliyetçilik (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s.777-787.

BANERJEE, Sanjoy, “The Cultural Logic of National Identity Formation: Contending Disourses in Late Colonial India”, Valerie M. Hudson (der.), Culture and Foreign Policy (Boulder, Londra: Lynne Rienner Publishers, 1997), s. 27-44.

BARKEY, Henry J., “Turkey’s New Engagement in Iraq: Embracing Iraqi Kurdistan”, Special Report, United States Institute of Peace, s. 3-19.

BARNETT, Michael N., “Identity and Alliances in the Middle East”, Peter Katzenstein (der.), The Culture of National Security: Norms, Identity in World Politics (New York: Cambridge University Press, 1996), s. 400-447.

BARTELSON, Jens, “Second Natures: Is the State Identical with Itself?”, European Journal of International Relations, Cilt 4 (3), 1998, s. 295-326.

BAYKAL, Sanem ve ARAT, Tuğrul, “AB’yle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. II: 1980-2001(İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 326-365.

BENGIO, Ofra ve ÖZCAN, Gencer, “Old Grivances New Fears: Arab Perceptions of Turkey and its Alignment with Israel”, Middle Eastern Studies, Cilt 37 (2), 2001, s. 50-92.

BERBER, Engin, “Dönemin Dış Politika Değerlendirmesi”, Haydar Çakmak (der.), Türk Dış Politikası 1919-2008 (Ankara: Platin Yayınları, 2008), s. 236-246.

BERGER, Thomas U., “Norms, Identity and National Securtiy in Germany and Japan, Peter Katzenstein (der.), The Culture of National Security: Norms and Identiy in World Politics, (New York: Columbia University Press, 1996), s. 317-356.

BIELER, Andreas and MERTON, Adam David, “The Gordian Knot of Agent-Structure in International Relations: A Neo-Gramscian Perspective”, European Journal of International Relations, Cilt 7 (1), 2001, s. 5-35.

Page 300: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

291

BİLGİN, Pınar, “Turkey & the EU: Yesterday’s Answers to Tomorrow’s Security Problems?”, Graeme P. Herd ve Jouko Huru (der.), EU Civilian Crisis Management, (Camberley: Conflict Studies Research Center, 2001), s. 38-51.

BOLSOVER, G. H., “Palmerston and Metternich on the Eastern Question in 1834”, The English Historical Review, Cilt 51 (202), 1936, s. 237-256.

BORA, Tanıl, “Cumhuriyetin İlk Döneminde Milli Kimlik”, Nuri Bilgin (der.), Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997), s.53-62.

BORA, Tanıl ve TAŞKIN, Yüksel, “Sağ Kemalizm”, Ahmet İnsel (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 529- 545.

BORA, Tanıl, “Türkiye’de Siyasal İdeolojilerde ABD/Amerika İmgesi: ‘En Batı’ ve ‘Başka Batı’”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt. III: Modernleşme ve Batıcılık, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 147-169.

BRAUDEL, Fernand, “History and the Social Sciences”, Peter Burke (der.), Economy and Society in Early Modern Europe: Essays from Annales (Londra: Routledge&Kegan Paul, 1972), s. 11-42.

BROWN, Chris, “Turtles All the Way Down: Anti-foundationalism, Critical Theory and International Relations”, Andrew Linklater (der.), Critical Concepts in Political Science (Londra, NY: Routledge, 2000), s. 1655-1678.

BROWN, Chris, “Our Side? Critical Theory and International Relations”, Richard Wyn Jones (der.), Critical Theory&World Politics (Boulder, Londra: Lynne Rienner Pub., 2001), s. 191-203.

BUZAN, Barry, “New Patterns of Global Security in the Twenty-First Century”, International Affairs, Cilt 67 (3), 1991, s. 431-451.

BUZAN, Barry ve DIEZ, Thomas, “The European Union and Turkey”, Survival, Cilt 41 (1), 1999, s. 41-57.

CALHOUN, Craig, “Social Theory and the Politics of Identity”, Craig Calhoun (der.), Social Theory and The Politics of Identity (Oxford: Blackwell, 1994), s. 9-36.

CARLSNAES, Walter, “The Agency-Structure Problem in Foreign Policy Analysis”, International Studies Quareterly, Cilt 36 (3), 1992, s. 245-270.

CHERNOFF, Fred, “Scientific Realism as a Meta-Theory of International Politics”, International Studies Quarterly, Cilt 46 (2), 2002, s. 189-207.

Page 301: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

292

CLOGG, Richard, “Aspects of the Movement for Greek Independence”, Richard Clogg (der.), The Struggle for Greek Independence (Londra: Macmillan Press, 1973).

COPELAND, Dale, “The Constructivist Challenge to Structural Realism”, International Security, Cilt 25 (2), 2000, s. 187-212.

COX, Michael, “September 11th and US Hegemony - Or Will the 21st Century Be American Too?”, International Studies Perspectives, Cilt 3 (1), 2002, s. 53-70.

COŞAR, Simten ve ÖZMAN, Aylin, “Centre-right Politics After the November 2002 General Election: Neo-liberalism with a Muslim Face”, Contemporary Politics, Cilt 10 (1), 2004, s. 57-74.

COX, Robert, “Social Forces, States and World Orders: Beyond International Relations Theory”, Millenium: Journal of International Studies, Cilt 10 (2), 1981, s. 126-155.

COX, Robert, “Production, the State, and Change in World Order”, James N. Rosenau (der.), Global Changes and Theoretical Challenges (Lexington: Lexington Books, 1989), s. 39-41.

ÇAKIR, Ruşen, “Milli Görüş Hareketi”, Yasin Aktay (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.544-575.

ÇELİK, Nur Betül, “Kemalizm: Hegemonik Bir Söylem”, Ahmet İnsel (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.75-91.

ÇETİNSAYA, Gökhan, “İslami Vatanseverlikten İslam Siyasetine”, Tanıl Bora ve Murat Gültekin (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt I: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 265-272.

ÇULHAOĞLU, Metin, “Modernleşme, Batılılaşma ve Türk Solu”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt. III: Modernleşme ve Batıcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.170-188.

DAĞI, İhsan, “Human Rights, Democratization and the European Community in Turkish Politics: The Özal Years, 1983-87”, Middle Eastern Studies, Cilt 37 (1), 2001, s. 17-40.

DAĞI, İhsan D., “Transformation of Islamic Political Identity in Turkey: Rethinking the West and Westernization”, Turkish Studies, Cilt 6 (1), 2005, s. 21-37.

Page 302: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

293

DAĞI, İhsan, “Turkey’s AKP in Power”, Journal of Democracy, Cilt 19 (3), 2008, s. 25-50.

DER DERIAN, James “Boundaries of Knowledge and Power in International Relations”, James Der Derian and Michael Shapiro (der.), International/Intertextual Relations: Postmodern Readings of World Politics (Lexington: Lexington Books, 1989), s. 1-10.

DEREN, Seçil, “Kültürel Batılılaşma”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt. III: Modernleşme ve Batıcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.382-402.

DESSLER, David, “What is at Stake in the Agent-Structure Debate”, International Organization, Cilt 43 (3), 1989, s. 441-473.

DOTY, Roxanne Lynn, “Aporia: A Critical Exploration of the Agent-Structure Problematique in International Relations”, European Journal of International Relations, Cilt 3 (3), 1997, s. 365-392.

DOTY, Roxanne Lynn, “Foreign Policy as Social Construction: A Post-Positivist Analysis of US Counterinsurgency Policy in the Philippines”, International Studies Quarterly, Cilt 37 (3), 1997, s. 297-320.

DOTY, Roxanne Lynn, “Desire All the Way Down”, Review of International Studies, Cilt 26, 2000, s. 137-139.

DURSUN, Çiler, “Hegel’de Kendilik Bilinci ve Öteki İçindeki Yolculuk”, Doğu-Batı: İdeolojiler–I, Cilt 7 (28), 2004, s. 181-193.

EFE, Adem, “II. Meşrutiyet Dönemi İslamcıları ve Çağdaşlaşma Görüşleri”, Doğu-Batı, Cilt 11 (46), 2008, s. 243-272.

EFEGİL, Ertan ve MUSAOĞLU, Neziha, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemin Uluslararası Sisteminin Yapısına İlişkin Görüşler Üzerine Bir Eleştiri”, Akademik Bakış, Cilt 2 (4), 2009, s. 1-24.

ERALP, Atila, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye ve Avrupa Birliği”, Alan Makovsky ve Sabri Sayarı (der.), Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri (İstanbul: Alfa Yayınları, 2002), s. 235-254.

ERDOĞDU, A. Teyfur, “Osmanlılığın Evrimi Hakkında Bir Deneme: Bir Grup (Üst Düzey Yönetici) Kimliğinden Millet Yaratma Projesine”, Doğu-Batı, Cilt 11 (45), Mayıs-Temmuz 2008, s. 19-46.

Page 303: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

294

ERHAN, Çağrı ve ARAT, Tuğrul, “AT’yle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 808-853.

ERHAN, Çağrı ve ARAT, Tuğrul, “AT’yle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. II: 1980-2001 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 83-101.

FIRAT, Melek M., “AB-Kıbrıs İlişkileri ve Türkiye’nin Politikaları”, Gencer Özcan ve Şule Kut (der.), En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar (İstanbul: Büke Yayınları, 2000), s. 250-251.

FIRAT, Melek, “Yunanistan’la İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 178-193.

FIRAT, Melek, “Sancak (Hatay) Sorunu”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001),s. 279-292.

FIRAT, Melek, “Yunanistan’la İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s.576-614.

FIRAT, Melek ve KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, “Arap Devletleriyle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 615-635.

FIRAT, Melek M., “Soğuk Savaş Sonrası Yunanistan Dış Politikasının Yeniden Biçimleniş Süreci”, Mustafa Türkeş ve İlhan Uzgel (der.), Türkiye’nin Komşuları (Ankara: İmge Kitabevi, 2002), s. 21-73.

FIRAT, Melek, “Yunanistan’la İlişkiler”, ”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. II: 1980-2001 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 440-480.

FINDLEY, Carter Vaugh, “The Tanzimat”, Reşat Kasaba (der.), Turkey in the Modern World, (Cambridge: Cambridge University Press, 2008), s.11-37.

FLOCKHART, Trine, “Complex Socialization: A Framework for the Study of State Socialization”, European Journal of International Relations, Cilt 12 (1), 2006, s. 89-118.

Page 304: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

295

GEORGE, Jim and CAMPBELL, David, “Patterns of Dissident and the Celebration of Difference: Critical Social Theory and International Relations”, International Studies Quarterly, Cilt 34 (3), 1990, s. 269-293.

GOULD, Harry D. “What is at Stake in the Agent-Structure Debate?”, Vendulka Kubalkova, Nicholas Onuf and Paul Kowert (der.), International Relations in a Constructed World (Armonk, NY.: M. E. Sharpe, 1998), s. 79-98.

GÖKA, Erol, GÖRAL, F. Sevinç ve GÜNEY, Çetin, “Bir Hayat İnsanı Olarak Türk Muhafazakârı ve Kaygan Siyasal Tercih”, Ahmet Çiğdem (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 302-313.

GÖKTEPE, Cihat, “The Forgotten Alliance? Anglo-Turkish Relations and CENTO 1959-1965”, Middle Eastern Studies, Cilt 35 (4), 1999, s. 103-139.

GÖKTÜRK, Eren Deniz (Tol), “1919-1923 Dönemi Türk Milliyetçilikleri”, Tanıl Bora (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt IV: Milliyetçilik (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s.103-116.

GÖNLÜBOL, Mehmet ,“Atatürk’ün Dış Politikası: Amaçlar ve İlkeler”, Turhan Feyzioğlu (der.), Atatürk Yolu (Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1995), s. 235-277.

GÖNLÜBOL, Mehmet ve SAR, Cem, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”, Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995) (Ankara: Siyasal Kitabevi, 1996), s. 59-133.

GÖNLÜBOL, Mehmet ve ÜLMAN, Haluk, “İkinci Dünya Savaşından Sonra Türk Dış Politikası (1945-1965) Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995) (Ankara: Siyasal Kitabevi, 1996), s. 191-334.

GÖZEN, Ramazan, “Türk Dış Politikasının Avrupa Birliği’ne Doğru Dönüşümü”, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt 2 (6), 2006, s. 1-16.

GREGORY, Donna U., “Foreword”, James Der Derian and Michael Shapiro (der.), International/Intertextual Relations (Lexington: Lexington Books, 1989), s. xiii.

GÜNEY, Nurşin Ateşoğlu, “Rusya Federasyonu’nun Yeni Güvenlik Politikası Çerçevesinde Türkiye’ye Bakışı”, Mustafa Türkeş ve İlhan Uzgel (der.), Türkiye’nin Komşuları (Ankara: İmge Kitabevi, 2002), s. 333-376.

HAACKE, Jürgen, “The Critical Social Theory of the Frankfurt School, and the ‘social turn’ in IR”, Review of International Studies, Cilt 31, 2005, s. 195-209.

Page 305: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

296

HALE, William, “Turkey, the Middle East and the Gulf Crisis”, International Affairs, Cilt 68 (4), 1992, s. 679-692.

HOFFMAN, Mark, “Critical Theory and the Inter-Paradigm Debate”, Millenium: Journal of International Studies, Cilt 16 (2), 1987, s. 231-249.

HOFFMAN, Mark, “Restructuring, Reconstruction, Reinterpretation, Rearticulation: Four Voices in Critical International Theory”, Millennium: Journal of International Studies, Cilt 20 (2), 1991, s. 169-185.

HOLLIS, Martin and SMITH, Steve, “Beware of Gurus: Structure and Action in International Relations”, Review of International Studies, Cilt 17, 1991, s. 393-410.

HOPF, Ted, “The Promise of Constructivism in International Relations Theory”, International Security, Cilt 23 (1), 1998, s. 171-200.

HUDSON, Valerie M., “Culture and Foreign Policy: Developing a Research Agenda”, Valeri M. Hudson (der.), Culture and Foreign Policy (Boulder, Londra: Lynne Rienner Pub., 1997), s. 1-24.

HUDSON, Valerie M., “Foreign Policy Analysis: Actor-Specific Theory and the Ground of International Relations”, Foreign Policy Analysis, Cilt 1 (1), 2005, s, 1-30.

HUDSON, Valeri M. and VORE, Christopher S., “Foreign Policy Analysis Yesterday, Today, and Tomorrow”, Mershon International Studies Review, Cilt 39 (2), 1995, s. 209-238.

HUTCHINGS, Kimberly, “The Nature of Critique in Critical International Relations Theory”, Richard Wyn Jones (der.), Critical Theory & World Politics (Boulder, Londra: Lynne Rienner Pub., 2001), s. 79-90.

İNALCIK, Halil, “Tanzimat Nedir?”, Halil İnalcık ve Mehmet Seyitdanlıoğlu (der.), Tanzimat: Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu (Ankara: Phoenix Yayınları, 2006, s.13-35..

INAYATULLAH, Naeem and BLANEY,David L., “Knowing Encounters: Beyond Parochialism in International Relations Theory”, Yosef Lapid and Friedrich Kratochwill (der.), The Return of Culture and Identity in International Relations Theory (Londra, Boulder: Lynne Rienner Pub., 1996), s. 65-84.

İNCİOĞLU- KARA, Nihal, “Türkiye’de Çok Partili Sisteme Geçiş ve Demokrasi Sorunları”, Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği (der.), Tarih ve Demokrasi: Tarık Zafer Tunaya’ya Armağan (İstanbul: Cem Yayınevi, 1992), s. 69-86.

Page 306: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

297

JAMES, Patrick, “Systemisim and International Relations: Toward a Reassessment of Realism”, Micahel Brecher ve Frank P. Harvey (der.), Millenial Reflections on International Studies (Ann Arbor: The University of Michigan Press, 2002), s. 131-142.

JEPPERSON, Ronald L., WENDT, Alexander, KATZENSTEİN, Peter J., “Norms, Identity, and Culture in National Security”, Peter J. Katzenstein (der.), The Culture of National Security (New York: Cambridge University Press, 1996), s.33-75.

JONES, Richard Wyn, “Introduction: Locating Critical International Relations Theory”, Richard Wyn Jones (der.), Critical Theory & World Politics (Boulder,Londra: Lynne Rienner Pub., 2001), s.1-19.

KAARBO, Juliet, “Foreign Policy Analysis in the Twenty-First Century: Back to Comparison, Forward to Identity and Ideas”, International Studies Review, Cilt 5, 2003, s. 156-163.

KAHRAMAN, Hasan Bülent, “Bir Zihniyet, Kurum ve Kimlik Kurucusu Olarak Batılılılaşma”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 125-140.

KALİBER, Alper, “Türk Modernleşmesini Sorunsallaştıran Üç Ana Paradigma Üzerine”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 107-124.

KARAOSMANOĞLU, Ali L., “Turkey’s Security and the Middle East”, Foreign Affairs, Cilt 62 (1), 1983, s. 157-175.

KARAÖMEROĞLU, A. Asım, “Tek Parti Döneminde Halkçılık”, Ahmet İnsel (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.272-283.

KARPAT, Kemal H., “Turkish and Arab-Isareli Relations”, Kemal H. Karpat (der.), Turkey’s Foreign Policy in Transition: 1950:1974 (Leiden: E. J. Brill, 1975), s. 108-134.

KARPAT, Kemal, “The Ottoman Rule in Europe From the Perspective of 1994”, Vojtech Mastny ve R. Craig Nation (der.), Turkey Between East and West: New Challenges for a Rising Regional Power (Boulder: Westview Press, 1996), s. 1-44.

KARPAT, Kemal H,. “Tarihsel Süreklilik, Kimlik Değişimi ya da Yenilikçi, Müslüman, Osmanlı ve Türk Olmak”, çev. Sönmez Taner, Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiyesi, (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ), s. 19-50.

Page 307: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

298

KENT, Marian, “Giriş”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999), s. 1-5.

KEOHANE, Robert, “International Institutions: Two Approaches”, International Studies Quarterly, Cilt 32 (4), 1988, s. 379-396.

KERNER, Robert J., “Russia’s New Policy in the Near East After the Peace of Adrianople: Including the Text of 16 September 1829”, Cambridge Historical Journal, Cilt 5 (3), 1937, s. 280-290.

KEYMAN, E. Fuat, “Atatürk ve Dış Politika Vizyonu”, Haydar Çakmak (der.), Türk Dış Politikası 1919-2008 (Ankara: Platin Yayınları, 2008), s. 155-162.

KİRİŞÇİ, Kemal, “Türkiye ve Müslüman Ortadoğu”, Alan Makovsky ve Sabri Sayarı (der.), Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri (İstanbul: Alfa Yayınları, 2002), s. 51-78.

KOÇAK, Cemil, “Osmanlı/Türk Siyasi Geleneğinde Modern Bir Toplum Yaratma Projesi Olarak Anayasanın Keşfi: Yeni Osmanlılar ve I. Meşrutiyet”, Tanıl Bora ve Murat Gültekin (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cit I: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 71-82.

KÖKER, Levent “Liberal Muhafazakârlık ve Türkiye”, Ahmet Çiğdem (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 274-290.

KÖKER, Levent, “Kemalizm/Atatürkçülük: Modernleşme, Devlet ve Demokrasi”, Ahmet İnsel (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.97-112.

KRATOCHWILL, Friedrich, The Embarrassment of Changes: Neo-Realism as the Science of Realpolitik Without Politics”, Review of International Studies, Cilt 19, 1993, s. 63-80.

KUBALKOVA, Vendulka, “Foreign Policy, International Politics, and Constructivism”, Vendulka Kubalkova (der.), Foreign Policy in a Constructed World (New York, Londra: M.E. Sahrp, 2001), s. 15-37.

KURAN, Ercüment, “The Impact of Nationalism on the Turkish Elite in the Nineteenth Century”, William R. Polk and Richard L. Chambers (der.), Beginnings of Modernization in the Middle East (Chicago-Londra: The University of Chicago Press, 1968), s. 109- 117.

Page 308: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

299

KURTOĞLU, Zerrin, “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Siyaset: Pozitivist Yönetim İdeolojisinin İslam’ın Siyasallaşmasına Katkısı”, Yasin Aktay (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.201-216.

LINKLATER, Andrew, “The Question of the Next Stage in International Relations Theory”, Millennium: Journal of International Studies, Cilt 21 (1), 1992, s. 77-98.

LINKLATER, Andrew, “The Changing Countours of Critical International Relations Theory”, Richard Wyn Jones (der.), Critical Theory & World Politics (Boulder, Londra: Lynne Rienner Pub., 2001), s. 23-43.

MARDİN, Şerif, “Yeni Osmanlılar ve Siyasi Fikirleri”, Tanzimattan Cuhuriyete Türkiye Ansiklopedisi Cilt: VI (İstanbul: İletişim Yayınları, 1985), s. 1698-1703.

MARDİN, Şerif, “Religion and Secularism in Turkey”, Ali Kazancıgil and Ergun Özbudun (der.), Atatürk: Founder of a Modern State, (Londra: C. Hurst & Company, 2006), s.191-219.

MARTIN, Leonore, “Turkey’s National Security in the Middle Esat”, Turkish Studies, Cilt 1 (1), 2000, s. 83-106.

MATEESCU, Dragoş C., “Kemalism in the Era of Totalitarinism: A Conceptual Analysis”, Turkish Studies, Cilt 7 (2), 2006, s. 225-241.

MAZICI, Nurşen, “27 Mayıs, Kemalizmin Restorasyonu Mu?”, Ahmet İnsel (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.555-569.

MERIAGE, Lawrence P., “The First Serbian Uprising (1804-1813) and the Nineteenth Century Origins of the Eastern Question”, Slavic Review, Cilt 37 (3), 1978, s. 421-439.

MERT, Nuray, “Muhafazakârlık ve Laiklik”, Ahmet Çiğdem (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 314-345.

MERT, Nuray, “Cumhuriyet Türkiyesinde Laiklik ve Karşı Laikliğin Düşünsel Boyutu”, Tanıl Bora ve Murat Gültekingil (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 197-209.

MERT, Nuray, “Türkiye İslamcılığına Tarihsel Bir Bakış”, Yasin Aktay (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 411-419.

Page 309: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

300

MİLLAS, Herkül, “Milli Türk Kimliği ve ‘Öteki’ (Yunan)”, Tanıl Bora (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt IV: Milliyetçilik (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), 193-201.

MILLMAN, “Brock Turkish Foreign and Strategic Policy 1934-1942”, Middle Eastern Studies, Cilt 32 (3), 1995, s. 483-508.

MÜFTÜLER-, BAC, Meltem, “The Never-Ending Story: Turkey and the European Union”, Middle Eastern Studies, Cilt 34 (4), 2998, s. 240-258.

MÜFTÜLER-BAC, Meltem, “Through the Looking Glass: Turkey in Europe”, Turkish Studies, Cilt 1 (1), 2000, s. 21-35.

MÜFTÜLER-BAC, Meltem ve GÜNEY, Aylin “The European Union and the Cyprus Problem 1961-2003”, Middle Eastern Studies, Cilt 41 (2), 2005, s. 281-293.

NARBONE, Luigi ve TOCCI, Nathalie, “Running in Circles? The Cyclical Relationship Between Turkey and the European Union”, Susannah Verney ve Kostas Ifantis (der.), Turkey’s Road to European Union Membership: National Identity and Political Change (Londra&New York: Routledge, 2009), s. 21-33.

NEUMANN, Iver B. ve WELSH, Jennifer M., “The Other in European Self-definition: an Addendum to the Literature on International Society”, Review of International Studies, Cilt 17 (4), 1991, s. 327-348.

OKUTAN Cevat ve EREKER, Fulya, “Türk Dış Politikasında Rejim Unsuru”, Istanbul Ticaret Universitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt4 (8), 2004, s. 189-204.

ONUF, Nicholas G., “Constructivism: A User’s Manual”, Vendulka Kubalkova, Nicholas G. Onuf ve Paul Kowert (der.), International Relations in a Constructed World (Armank, N.Y: M.E. Sharpe, 1998), s. 58-78.

ONUF, Nicholas, “Worlds of Our Making: The Strange Carrer of Constructivism in International Relations”, Donald J. Puchala (der.), Visions of International Relations (Columbia: University of South Caroline Press, 2002), s.119-141.

ORAN, Baskın, “Dönemin Bilançosu”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 97-109.

ORAN, “Baskın, Mondros Silah Bırakışması”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 110-112.

Page 310: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

301

ORAN, Baskın, “Lausanne Barış Antlaşması”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 215-238.

Baskın Oran, “Dönemin Bilançosu”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 655-680.

ÖĞÜN, Süleyman Seyfi, “Türk Milliyetçiliğinde Hakim Millet Kodunun Dönüşümü”, Nuri Bilgin (der.), Cumhuriyet, Demokrasi, Kimlik (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997), s. 207-230.

ÖĞÜN, Süleyman Seyfi, “Türk Muhafazakârlığının Kültürel Politik Kökleri”, Ahmet Çiğdem (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 538-582.

ÖNİŞ, Ziya, “Globalization and Party Transformation”, Turkey’s Justice and Development Party in Perspective”, Peter Brunell (der.), Globalising Democracy: Party Politics in Emerging Democracies (New York: Routledge, 2006), s. 122-144.

ÖNİŞ, Ziya, “Conservative Globalists versus Defensive Nationalists: Political Parties and Paradoxes of Europeanization in Turkey”, Journal of Balkan and Near Eastern Studies, Cilt 9 (3), 2007, s. 247-261.

ÖNİŞ, Ziya ve YILMAZ, Şuhnaz, “Between Europeanization and Euro-Asianism: Foreign Policy Activism in Turkey During the AKP Era”, Turkish Studies, Cilt 10 (1), 2000, s. 7-24.

ÖZBUDUN, Ergun, “Milli Mücadelede ve Cumhuriyetin Resmi Belgelerinde Yurttaşlık ve Kimlik Sorunu”, Nuri Bilgin (der.), Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997), s. 63-70.

ÖZBUDUN, Ergun, “The Nature of the Kemalist Political Regime”, Ali Kazancıgil and Ergun Özbudun (der.), Atatürk: Founder of a Modern State (Londra: C. Hurst & Company, 1997), s. 79-102.

ÖZBUDUN, Ergun, “From Political Islam to Conservative Democracy: The Case of Justice and Development Party in Turkey”, South European Society & Politics, Cilt 11 (3-4), 2006, 543-557.

ÖZCAN, Gencer, “Türkiye’de Siyasal Rejim ve Dış Politika”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının Analizi (İstanbul: Der Yayınları, 1994).

Page 311: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

302

ÖZERSAY, Kudret, “Montreaux Boğazlar Sözleşmesi”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 370-384.

ÖZYÜKSEL, Murat, “Abdülhamit Dönemi Dış İlişkileri”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının Analizi (İstanbul: Der Yayınları, 1998), s. 5-32.

PARK, William, “Turkey’s European Union Candidacy: From Luxembourg to Halsinki-to Ankara?”, Mediterranean Politics, Cilt 5 (3), 2000, s. 31-53.

PATOMÄKI, Heiki ve WIGHT, Colin, “After Postpositivism? The Promises of Critical Realism”, International Studies Quareterly, Cilt 44 (2), 2000, s. 213-237.

PIERCE, Richard and REUS-SMIT, Christian, “Critical International Theory and Constructivism”, European Journal of International Relations, Cilt 4 (3), 1998, s. 259-294.

POLAN, Ronen, “A World of Their Making: An Evaluation of the Constructivist Critique in International Relations”, Review of International Studies, Cilt 26, 2000, s. 575-598.

ROBINS, Philip, “The Opium Crisis and Iraqi War: Historical Parallels in Turkey-US Relations”, Mediterranean Politics, Cilt 12 (1), 2007, s. 17-38.

RODKEY, Frederick Stanley, “Lord Palmerston and the Rejuvenation of Turkey, 1830-1841”, The Journal of Modern History, Cilt 2 (2), 1930, s. 193-225.

ROSENAU, James N. ve HOGGARD, Gary D., “Foreign Policy Behavior in Dyadic Relationships: Testing a Pre-Theoretical Extension”, James N. Rosenau (der.), Comparing Foreign Policies: Theories, Findings, and Methods (New York-Londra: John Wiley &Sons, 1974), s. 117-149.

ROTHSTEIN, Robert R., “On The Costs of Realism”, Richard Little and Michael Smith (der.), Perspectives on World Politics (London: Routledge, 1991), s.

RUGGIE,John G., “International Structure and Internatonal Transformation: Space, Time and Method”, Ernst Otto Czempiel ve James N. Rosenau (der.), Global Changes and Theoretical Challenges (Lexington: Lexington Books, 1989), s. 21-35.

SANDER, Oral, “Türk Dış Politikasında Sürekliliğin Nedenleri”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 37 (3-4), 1982, s. 105-124.

Page 312: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

303

SARIBAY, Ali Yaşar, “Milli Nizam Partisinin Kuruluşu ve Programının İçeriği”, Yasin Aktay (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 576-590.

SCHROEDER, Paul W., “The 19th Century International System: Cahnges in the Structure”, World Politics, Cilt 39 (1), 1986, s. 1-26.

SEVER, Ayşegül, “The Coompliant Ally? Turkey and the West in the Middle East 1954-1958”, Middle Eastern Studies, Cilt 34 (2), 1998, s. 73-90.

SEZER, Duygu Bazoğlu, “Türk Rus ilişkileri: Düşmanlıktan ‘Fiili’ Yakınlaşmaya”, Alan Makovsky ve Sabri Sayarı (der.), Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri (İstanbul: Alfa Yayınları, 2002), s. 123-156.

SINGER, David “The Level of Analysis Problem in International Relations”, James N. Rosenau (der.), International Politics and Foreign Policy: A Reader in Research (NY: The Free Pres, 1969), s.77-88.

SMITH, Anthony D., “The Sacred Dimension of Nationalism”, Millenium: Journal of International Studies, Cilt 29 (3), 2000, s. 791-814.

SMITH, Steve “Foreign Policy is What States Make of It: Social Construction and International Theory”, Vendulka Kubalkova (der.), Foreign Policy in a Constructed World (Armonk, NY: M. E. Sharpe, 2001), s. 38-55.

SOMEL, Selçuk Akşin, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk Kimliği”, Nuri Bilgin (der.), Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997), s. 71-83.

SNYDER, Richard C., BRUCK, H. W. ve SAPIN, Burton, “The Decision-Making Approach to the Study of International Relations”, James A. Rosenau (der.), International Politics and Foreign Policy: A Reader in Research (NY: The Free Press, 1969), s. 199-206.

SÖNMEZOĞLU, Faruk, “Türkiye-Yunanistan İlişkileri ve Kıbrıs”, Murat Metinsoy ve Mustafa Eroğlu (der.), Değişen Dünya ve Türkiye’nin Dış Politika Gündemi (İstanbul: Donkişot Yayınları, 2001), s. 101-117.

TAŞKIN, Yüksel, “12 Eylül Atatürkçülüğü ya da Bir Kemalist Restorasyon Teşebbüsü Olarak 12 Eylül”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt: III Modernleşme ve Batıcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 570-583.

TAYFUR, M. Fatih, “Main Approaches to the Study of Foreign Policy: A Review”, METU Studies in Development, Cilt 21 (1), 1994, s. 113-138.

Page 313: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

304

TAYFUR, M. Fatih, “Systemic-Structural Approaches, World System Analysis and the Study of Foreign Policy”, METU Studies in Development, Cilt 27 (2-3), 2000, s. 265-299.

TELLAL, Erel, “Sovyetlerle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 155-177.

TELLAL, Erel, “SSCB’yle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 314-324.

TEPE, Sultan, “Turkey’s AKP: A Model “Muslim Democratic Party?”, Journal of Democracy, Cilt 16 (3), 2005, s. 69-82.

THIES, Cameron G., “Progress, History and Identity in International Relations Theory: The Case of the Idealist-Realist Debate”, European Journal of International Relations, Cilt 8 (2), 2002, s. 147-185.

TOKAY, A. Gül, “Makedonya Sorununa Tarihsel Bir Bakış: 1878-1908”, Kemali Saybaşılı ve Gencer Özcan (der.), Yeni Balkanlar Eski Sorunlar (İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 1997), s. 23-52.

TOKAY, A. Gül, “II. Meşrutiyet Dönemi Dış İlişkileri: 1908-1914”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının Analizi (İstanbul: Der Yayınları, 1998), s. 33-53.

TOKER, Nilgün ve TEKİN, Serdar, “Batıcı Siyasi Düşüncenin Karakteristikleri ve Evreleri: Kamusuz Cumhuriyetten Kamusuz Demokrasiye”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.82-106.

TUNCER, İdil, “Rusya Federasyonu’nun Yeni Güvenlik Doktrini: Yakın Çevre ve Türkiye”, Gencer Özcan ve Şule Kut (der.), En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar (İstanbul: Büke Yayınları, 2000), s. 435-460.

TURUNÇ, Hasan, “Islamist or Democratic? The AKP’s Search for Identity in Turkish Politics”, Journal of Contemporary European Politics, Cilt 15 (1), 2007, s. 79-91.

TÜRKÖNE, Mümtazer, “Milli Devlet-Laiklik-Demokrasi”, Ersin Kalaycıoğlu ve Ali Yaşar Sarıbay (der.), Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme (İstanbul: Alfa Yayınları, 2000), s. 319-334.

Page 314: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

305

UZGEL, İlhan ve KÜRKÇÜOĞLU, Ömer , “İngiltere’yle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 258-277.

UZGEL, İlhan, “Fransa’yla İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 277-279.

UZGEL, İlhan, “Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 308-313.

ÜLMAN, Haluk, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-1968)-I”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 23 (3), 1968, s. 241-273.

ÜLMAN, Haluk ve SANDER, Oral, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-1968)–II”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 27 (1), 1972, s. 2-24.

ÜNAL, Hasan, “Balkan Diplomasisinden Bir Kesit: Bulgaristan’ın Bağımsızlık İlanı ve Osmanlı Dış Politikası: 1908-1909”, Kemali Saybaşılı ve Gencer Özcan (der.), Yeni Balkanlar Eski Sorunlar (İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 1997), s. 53-70.

ÜNÜVAR, Kerem, “İttihatçılıktan Kemalizme: İhya’dan İnşaya”, Tanıl Bora ve Murat Gültekin, (der.) Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cit I: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s.129-142.

VERBA, Sydney, “Assumptions of Rationality and Non-Rationality In Models of the International System”, James N. Rosenau (der.), International Politics and Foreign Policy a Reader in Research (NY: The Free Press, 1969), s. 217-271.

VERNEY, Susannah, “The Dynamics of EU Accession: Turkish Travails in Comparative Perspective”, Susannah Verney ve Kostas Ifantis (der.), Turkey’s Road to European Union Membership: National Identity and Political Change (Londra&New York: Routledge, 2009), s. 93-108.

VOSS, James F. ve DORSEY, Ellen, “Perception and International Relations”, Eric Singer and Valerie Hudson (der.), Political Psychology and Foreign Policy (Boulder: Westview Press, 1992), s. 3-27.

Page 315: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

306

WALTZ, Kenneth N., “Realist Thought and Neorealist Theory”, Andrew Linklater (der.), International Relations: Critical Concepts in Political Science, Cilt. IV (Loraon, New York: Rouledge, 2000), s.1521-1536.

WEBSTER, Donald, “Kehanet, Putları Kırmak, Ulusal İnanç: Türkiye Cumhuriyeti’nin Deneymi”, Atatürk’ün Düşünce ve Uygulamalarının Erensel Boyutları, 2-6 Kasım 1981 Uluslararası Sempozyumundan Ayrıbasım, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1983), s. 33-40.

WELDES, Jutta, “Constructing National Interests”, European Journal of International Relations, Cilt 2 (3), 1996, s.275-318.

WELDES, Jutta, “Bureucratic Politics: A Critical Constructivist Assesment”, Mershon International Studies Review, Cilt 42 (2), 1998, s. 216-225.

WENDT, Alexander “The Agent-Structure Problem in International Relations Theory”, International Organization, Cilt 41 (3), 1987, s. 335-370.

WENDT, Alexander, “Anarchy is What States Make of it: the Social Construction of Power Politics”, International Oranization, Cilt 46 (2), 1992, s. 391-425.

WENDT, Alexander, “Constructing International Politics”, International Security, Cilt 20 (1), 1995, s. 71-81.

WENDT, Alexander, “Identity and Structural Change in International Politics”, Yosef Lapid and Friedrich Kratochwill (der.), The Return of Culture and Identity in International Relations Theory (Londra, Boulder: Lynne Rienner Pub., 1996), s.47-64.

WENDT, Alexander, “On the Via Media: a Reponse to the Critics”, Review of International Studies, Cilt 26, 2000, s. 165-180.

WIGHT, Colin, “State Agency: Social Action Without Human Activity?”, Review of International Studies, Cilt 30, 2004, s. 269-280.

YALVAÇ, Faruk, “Uluslararası İlişkiler Kuramında Yapısalcı Yaklaşımlar”, Atila Eralp (der.), Devlet, Sistem ve Kimlik: Uluslararası İlişkilerde Temel Yaklaşımlar (İstanbul: İletişim Yayınları, 1997), s. 131-184.

YAVUZ, M. Hakan, “Turkish-Israeli Relations Through the Lens of the Turkish Identity Debate”, Journal Palestine Studies, Cilt 27 (1), 1997, s. 22-37.

YAVUZ, M. Hakan, 'Towards an Islamic Liberalism? The Nurcu Movement of Fettullah Gulen', Middle East Journal, Cilt 53 (4), 1999, s. 584-605.

Page 316: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

307

YAVUZ, M. Hakan, “Değişen Türk Kimliği ve Dış Politika: Neo-Osmanlıcılığın Yükselişi”, Şaban H. Çalış, İhsan D. Dağı ve Ramazan Gözen (der.), Türkiye’nin Dış Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik (Ankara: Liberte Yayınları, 2001), s. 35-63.

YAVUZ, M. Hakan, “Neo-Nurcular: Gülen Hareketi”, Yasin Aktay (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 295-307.

YAVUZ, M Hakan, “Milli Görüş Hareketi: Muhalif ve Modernist Gelenek”, Yasin Aktay (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 591- 603.

YAVUZ, M. Hakan ve ÖZCAN, Nihat Ali, “Crisis in Turkey: The Conflıct of Political Languages”, Middle East Policy, Cilt 14 (3), 2007, s. 118-135.

YEĞEN, Mesut, “Kemalizm ve Hegemonya?”, Ahmet İnsel (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 56-74.

YEŞİLBURSA, Behçet K., “Turkey’s Participation in the Middle East Command and its Admission to NATO 1950-1952”, Middle Eastern Studies, Cilt 35 (4), 1999, s. 70-102.

YILDIRIM, Ergün, Hüsamettin İnanç ve Hayrettin Özler, “A Sociological Representation of the Justice and Development Party: Is it a Political Design or a Political Becoming?”, Turkish Studies, Cilt 8 (1), 2007, s. 5-24.

YÖRÜK, Zafer, “Politik Psişe Olarak Türk Kimliği”, Tanıl Bora (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt IV: Milliyetçilik (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 309-324.

YURDUSEV, A. Nuri “‘Level of Analysis’ and ‘Unit of Analysis’: A Case for Distinction”, Millennium: Journal of International Studies,

YURDUSEV, A. Nuri, “18. ve 19. Yüzyıllarda Avrupa‘da Türk Kimliği”, Nuri Bilgin (der.), Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997), s.101-115.

Cilt 22 (1), 1993, s. 77-88.

YURDUSEV, A. Nuri ve YURDUSEV, Esin, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa Devletler Sistemine Girişi ve 1856 Paris Konferansı”, İsmail Soysal (der.), Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1999), s. 137-147.

Page 317: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

308

YURDUSEV, A. Nuri, “Avrupa’yı Kurmak, Türkiye’yi İdare Etmek ve Tarihin İpoteğinden Kurtulmak”, Şaban H. Çalış, İhsan D. Dağı ve Ramazan Gözen (der.), Türkiye’nin Dış Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik (Ankara: Liberte Yayınları, 2001), s. 161-183.

YURDUSEV, Nuri, “Perceptions and Images in Turkish (Ottoman)–European Relations”, Tareq Y. Ismael ve Mustafa Aydın (der.), Turkey’s Foreign Policy in the 21st Century: A Changing Role in World Politics (Burlington: Ashgate, 2003), s. 77-99.

ZÜRCHER, Erik Jan, “Jön Türkler, Müslüman Osmanlılar ve Türk Milliyetçileri: Kimlik Politikları, 1908-1938”, Kemal H. Karpat (der.), Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiye’si, (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ), s. 261-303.

C. INTERNETTEN ULAŞILAN KAYNAKLAR

1. Makaleler

CHECKEL, Jeffrey T., “Constructivist Approahes to European Integration”, Arena Seminar Papers, (Center for European Studies, May 2006), s. 1-41. http://www.arena.uio.no/events/seminarpapers/2006/Checkel_May06.pdf.

2. Belgeler

“Genelkurmay Başkanının 27 Nisan 2007 tarihli, BA 08/07 No’lu Basın Açıklaması”.http://www.tsk.tr/10_ARSIV/10_1_Basin_Yayin_Faaliyetleri/10_1_ Basin_Aciklamalari/2007/BA_08.html.

Helsinki Zirvesi Sonuç Bildirgesi, [http://www.belgenet.com/ arsiv/ab/ helsinki _sonuc.html]

3. Gazete Haberleri

Ayın Tarihi, Kasım 2002. [http://www.byegm.gov.tr/ayintarihidetay.aspx? Id=92&Yil=2002& Ay=11].

Erdoğan: Bayramınız Kutlu Olsun, Hürriyet, 18 Aralık 2004. [http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2004/12/18/hurriyetim.asp].

“Hükümet Genelkurmay’ın Açıklamasını Değerlendirdi”, Hürriyet, 28 Nisan 2007. [http://www.hurriyet.com.tr/gundem/6424353.asp?gid=7].

Page 318: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

309

“Türkiyesiz Gaz Rotası Arıyor”, Hürriyet, 19 Ekim 2009. [http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=12720858].

“Erdoğan: Türkiye Azerbaycan’ı Yalnız Bırakmaz”, Hürriyet, 16 Mayıs 2009. [http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=11664390].

Page 319: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

310

ÖZET

Ereker, Fulya, Dış Politika ve Kimlik: İnşacı Perspektiften Türk Dış Politikasının Analizi

Bu çalışma, eleştirel uluslararası ilişkiler yaklaşımlarından inşacı bakış açısı

çerçevesinde, Türk dış politikasının belirlenmesinde kimlik unsurunun etkisini

ortaya koymaya çalışmaktadır. Bir başka deyişle, günümüzde yaygın kabul gören

‘Türk kimliğinin değiştiği’ savından hareketle, ‘Türk dış politikasını belirleyen

kimliğin ne olduğu, bu kimliğin zamanla değişip değişmediği ve değişmişse ne

yönde değişime uğradığı’ sorusuna yanıt aranmıştır.

, Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. Mustafa Aydın, 311 s.

Bir kimlik değişiminden söz edebilmek için öncelikle mevcut kimliğin ortaya

koyulması gerektiği görüşüne dayanılarak, ilk olarak Türkiye devletinin kimliğinin

ne olduğu ortaya koyulmuştur. Bu bağlamda, Tanzimat döneminden başlayan ve

Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte içselleştirilen batılılaşma/modernleşme

süreçlerinin kimlik inşa edici bir pratik olarak işlediği ve etkileşim ile yapısal

süreçlerle de desteklenen bu pratiklerin, Türkiye’nin kimliğini batılı/modern ve

laik bir kimlik olarak inşa ettiği sonucuna varılmıştır. Buna karşın, devletin

kendini tanımladığı ve topluma da dayattığı kimliği, modernleş(tir)me yoluyla

toplumun her katmanına nüfuz etmiş olsa da, bütünüyle toplumsal meşruiyet

sağlayamamış, farklı etkenlerle ve farklı süreçler içerisinde hep bir yeniden

yorumlama girişimi söz konusu olmuştur. Bu bağlamda, devletin meşruiyetini

dayandırdığı kimliğiyle, ulus olarak adlandırdığımız topluluğun kimliğinin (ulusal

kimlik) birbiriyle uyuşmadığı ve devletin ‘ayrı’ bir kimliğinin olduğu sonucuna

varılmıştır.

Devletlerin dış politikalarını belirleyen kimliği, sözü edilen ve ulusal kimlikten

‘ayrı’ olan devlet kimliğidir. Devletin dış politika pratikleri bu çerçevede analiz

edildiğinde, dış politikanın kaynağı olan ‘ayrı’ kimliğinin, batılı/laik referansı

bağlamında değişime uğramamış olduğu gözlemlenmiştir. Buna karşın değişimin

Türkiye’nin Batı’yı kavrayışında gerçekleştiği, bu durumun içsel süreçlerce

olduğu kadar, etkileşim ve yapısal süreçlerce de desteklendiği sonucuna

varılmıştır.

Page 320: T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ …acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5650/Fulya_Ereker_Tez.pdf · unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda

311

ABSTRACT

Ereker, Fulya, Foreign Policy and Identity: An Analysis of Turkish Foreign Policy Through the Lenses of the Constructivist Approach

This thesis aims to reveal the identity of Turkish foreign policy, and whether there

occurred a change in this identity. Although the theoretical framework is based on

the constructivist approach, however an analytical eclectisism is preffered, because

of the comprehensive nature of foreign policy analyzing.

, PhD. Thesis, Supervisor: Prof.Mustafa Aydın, 311 p.

It is firstly tried to find out the identity of Turkey, with the argument in mind

that ‘to detect an identity change, it is imperative to identify the identity an actor

has’. Since the Tanzimat reforms, westernization/modernization processes

operated as constructive practices of identity, and through these practices Turkey’s

identity was constructed as western/modern and secular. In the meantime, it is

contended that the interaction and structural processes were in the same way

constitutive. However, the identity which the state based its legitimacy, has not

been identical with the identity of the nation. At the national level, there has

always been a trend to reinterpret the identity imposed by the state, with references

to the Islamic/Ottoman past. In this context, state identity which determines

foreign policy is distinct from the identity of the nation.

In terms of Turkish foreign policy, an analysis of foreign policy practices

reveals that the western/modern and secular identity of the state, unlike the

national identity, has not underwent a dramatic change since the construction

period. However, although Turkey’s (state) identity keeps its western formation,

Turkey has been faced with an identity crisis, mostly because the conception of

West has been changed since the end of the Cold War.