266
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH (YAKINÇAĞ TARİHİ) ANABİLİM DALI OSMANLI DEVLETİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME VE ENCÜMEN-İ DANİŞ Doktora Tezi Osman Zahit KÜÇÜKLER Ankara 2016

T.C.acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/31897/osman_zahit...Maarif Nizamnamesi ile tam manasıyla modern hale gelmiştir. Ancak bu durum yeni Ancak bu durum yeni açılan okullar için

  • Upload
    others

  • View
    8

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TARİH (YAKINÇAĞ TARİHİ) ANABİLİM DALI

OSMANLI DEVLETİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME

VE ENCÜMEN-İ DANİŞ

Doktora Tezi

Osman Zahit KÜÇÜKLER

Ankara 2016

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TARİH (YAKINÇAĞ TARİHİ) ANABİLİM DALI

OSMANLI DEVLETİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME

VE ENCÜMEN-İ DANİŞ

Doktora Tezi

Osman Zahit KÜÇÜKLER

Tez Danışmanı

Prof. Dr. Hamiyet SEZER FEYZİOĞLU

Ankara 2016

I

İÇİNDEKİLER

KISALTMALAR ....................................................................................................... VI

KONU VE KAYNAKLARIN DEĞERLENDİRMESİ .......................................... VIII

GİRİŞ ........................................................................................................................... 1

I. BÖLÜM

OSMANLI DEVLETİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME

1.1 Mühendishane-i Bahrî-i Hümayun ....................................................................... 18

1.2 Mühendishane-i Berrî-i Hümayun ....................................................................... 20

1.3. Mekteb-i Tıbbiye ................................................................................................. 23

1.4- Mekteb-i Harbiye ................................................................................................ 25

1.5. Modern Eğitimin Yaygınlaştırılması Girişimleri ve Rüşdiyelerin Açılması ...... 27

II. BÖLÜM

TANZİMAT DÖNEMİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME VE

ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN KURULUŞU

2.1- Tanzimat Döneminde Eğitimin Modernleşmesi Yönünde İlk Adımlar.............. 32

2.2. Darülfünun .......................................................................................................... 35

2.3. Encümen-i Daniş’in Kuruluşu............................................................................. 43

2.3.1- Encümen-i Daniş’in Kuruluş Gerekçesi .......................................................... 48

2.3.2- Encümen-i Daniş’in Açılışı ............................................................................. 50

2.4- Encümen-i Daniş’in Nizamnamesi ..................................................................... 55

2.5- Encümen-i Daniş Akademi midir? ..................................................................... 66

III. BÖLÜM

ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN ÜYELERİ

3.1- Dâhili Üyeler....................................................................................................... 73

II

3.2- Harici Üyeler..................................................................................................... 145

3.3- Üyelerin Özellikleri .......................................................................................... 153

VI. BÖLÜM

ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN FAALİYETLERİ VE KAPANIŞI

4.1- Encümen-i Daniş’in Eserleri ve Girişimleri ..................................................... 158

4.1.1. Kavaid-i Osmaniye..................................................................................... 158

4.1.2. Tarih-i Cevdet ............................................................................................ 160

4.1.3. Mukaddime ve İbn-i Haldun Tarihi ........................................................... 166

4.1.4. Tarih-i Kudemâ-yı Yunan ve Makedonya ................................................. 168

4.1.5. Avrupa Tarihi ............................................................................................. 168

4.1.6. Beyânü’l Esfâr ............................................................................................ 169

4.1.7. İlm-i Tedbîr-i Menzil (Ekonomi-Politik) ................................................... 170

4.1.8. Kişver-i Derûn ............................................................................................ 173

4.1.9. Avrupa’da Meşhur Ministroların Tercüme-i Hallerine Dair Risâle ........... 173

4.1.10. Emr’ül Acib fi Tarih-i Ehl-i Salib (Haçlılar Tarihi)................................. 175

4.1.11- Kıt’a-i Afrika ........................................................................................... 177

4.1.12. İlm-i Tabâkâtü’l Arz (Jeoloji) .................................................................. 178

4.1.13. “Mufassal Tarih-i Umûmî” Yazdırma Teşebbüsü ................................... 180

4.1.13.1. Tarih-i Umûmîden Bir Kısım ............................................................ 183

4.1.13.2. Tarih-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniye .................................................. 185

4.1.13.3 Osmanlı Tarihi ................................................................................... 191

4.1.14. Sözlük Hazırlama Girişimi ....................................................................... 191

4.1.15. İmlâ Çalışmaları ....................................................................................... 191

4.2- Encümenin Faaliyetlerinin Amacı .................................................................... 193

III

4.3- Encümen-i Daniş’in Eğitiminin Modernleşmesindeki Yeri ............................. 203

4.4- Encümen-i Daniş’in İşlevini Kaybetmesi ......................................................... 205

SONUÇ .................................................................................................................... 211

BİBLİYOGRAFYA ................................................................................................. 214

ÖZET........................................................................................................................ 231

EKLER ..................................................................................................................... 235

IV

ÖNSÖZ

Osmanlı Devleti XIX. yüzyılda hemen her alanda modernleşme

girişimlerinde bulunmuş ve yeni kanunlar yapıp, yeni kurumlar oluşturmuş ve devlet,

o zamana kadar doğrudan ilgilenmediği alanlarda da düzenlemeler yapmaya

başlamıştır. Devletin ihtiyaç duyduğu elemanların yetiştirilmesi, ülkenin ilerlemesi

ve güçlenmesi ve halkın cehaletinin giderilmesi için elbette eğitim ve bilim alanında

da yenilikler yapılmıştır.

Bilim ve teknolojide Avrupa’nın üstünlüğünün kabul edilmesiyle modern

okullar açılmış, Avrupa’dan hocalar getirilip, Avrupa’ya öğrenci gönderilmesi gibi

uygulamalar yapılmıştır. Ancak bu çabalar, İslam medeniyetiyle Batı medeniyetinin

bilim, kültür ve dünyayı algılama yönlerinden ne kadar farklı olduklarının da ortaya

çıkmasına yol açmış ve pek çok alanda ikilikler ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda

eğitim ve bilim alanında ikiliği giderecek düzenleyici ve geliştirici bir kuruma ihtiyaç

duyulmasıyla Encümen-i Daniş açılmıştır.

Encümen-i Daniş’in kısa ömürlü olması ve ülkenin bilimsel gelişimine fazla

bir katkısının olmaması sebebiyle, bu dönemi inceleyen pek çok araştırmacı

Encümenin üzerinde fazla durmamıştır. Oysa modernleşme sürecinin ortalarında

oluşturulan bu kurum, Tanzimat döneminde yeni bir kurumun nasıl oluşturulduğunu

ve dönemin yöneticilerinin zihniyetleri ile ülkeye bilimsel ve kültürel yönden çizmek

istedikleri yolu göstermesi bakımından önemlidir. Biz de bu çalışmada genel olarak

eğitim alanında yapılan çalışmaları ve detaylı olarak da kendine has özellikler taşıyan

bu kurumu tanıtmayı ve yapılanları değerlendirmeyi amaçladık.

Çalışmalarım sırasındaki desteği ve yol göstericiliği sebebiyle değerli hocam

Prof. Dr. Hamiyet SEZER FEYZİOĞLU’na, ve tez izleme komitesindeki diğer

V

hocalarıma, sabır ve desteklerinden dolayı sevgili eşime, TODAİE ve Türk Tarih

Kurumu kütüphanelerinin değerli çalışanlarına ve maddi desteği sebebiyle

TÜBİTAK Bilim İnsanı Destekleme Daire Başkanlığına teşekkür ediyorum.

VI

KISALTMALAR

a.g.e. : Adı geçen eser

a.g.m. : Adı geçen makale

BOA : Başbakanlık Osmanlı Arşivi

HAT : Hatt-ı Hümayun Tasnifi

A.AMD : Sadâret Âmedi Kalemi

A.DVN. DVE : Sadâret Divan (Beylikçi) Kalemi Düvel-i Ecnebiye

A. MKT. MHM : Sadâret Mektûbî Kalemi Mühime Odası

A. MKT, MVL : Sadâret Mektûbî Kalemi Meclis-i Vâlâ

A.MKT.NZD : Sadâret Mektûbî Kalemi Nezâret ve Devâir

HR.MKT : Hariciye Nezâreti Mektubî Kalemi

İ.DH : İrâde Dâhiliye

İ.DUİT : İrade Dosya Usulü

İ.HR : İrade Hariciye

İ.MVL : İrade Meclis-i Vala

MF.MKT : Maârif Nezâreti Mektûbî Kalemi

DH.SAİD :Dahiliye Nezareti Sicill-i Ahval Komisyonu Defterleri

ŞD.SAİD :Şura-yı Devlet Sicill-i Ahval İdaresi

DİA : Diyanet İslam Ansiklopedisi

S. : Sayı

s. : Sayfa

ss. : Sayfaları Arası

C. : Cilt

Bkz./bkz. : Bakınız

VII

Haz. : Hazırlayan

Çev. : Çeviren

Der. : Derleyen

OİMC : Osmanlı İlmi ve Mesleki Cemiyetleri

A.Ü. : Ankara Üniversitsi

İÜ : İstanbul Üniversitesi

DTCFFAE : Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Araştırmaları

Enstitüsü

VIII

KONU VE KAYNAKLARIN DEĞERLENDİRMESİ

Bu çalışma, XIX. yüzyılda Osmanlı Devletinde eğitim alanındaki

modernleşme girişimlerini ve bu kapsamda bilim ve eğitimin gelişmesi ve

yaygınlaşması amacıyla kurulan Encümen-i Daniş’i her yönüyle incelemeyi

amaçlamaktadır. Öncelikle devletin ihtiyaç duyduğu alanlarda eleman yetiştirme

çabası olarak başlayan eğitim reformu zamanla daha kapsamlı hale gelmiş ve 1869

Maarif Nizamnamesi ile tam manasıyla modern hale gelmiştir. Ancak bu durum yeni

açılan okullar için böyledir ve medreseler bazı sınırlı girişimler dışında fazla

değişmemiş ve Osmanlı Devletinde iki farklı anlayış birarada bulunmuştur.

Çalışmamızda inceleyeceğimiz Encümen-i Daniş, her ne kadar kısa ömürlü olmuşsa

da, bazı ilkleri içermesi ve hem geleneksel İslami bilgi sisteminin hem de modern

Batı bilgi sisteminin temsilcilerini bünyesinde bulundurması sebebiyle Osmanlı

Devleti’nde eğitimin ve bilimin gelenekselden moderne evrilmesi sürecinde başarı ve

başarısızlıklarıyla önemli bir aşama teşkil etmektedir. Dolayısıyla çalışmamız

Osmanlı modernleşmesinin ülkedeki eğitim ve bilim anlayışı ile bilimsel faaliyetler

üzerindeki etkisini de içermektedir. Bu yönüyle denilebilir ki Osmanlı Devleti’ndeki

modernleşme çalışmaları sadece siyasi tarihin değil düşünce ve bilim tarihinin de ilgi

alanında yer almaktadır.

Bu maksatla yaptığımız çalışmada kullanılan kaynakları kısaca

değerlendirmek istiyoruz. Çalışmada kullandığımız kaynaklar arşiv belgeleri,

Takvim-i Vekayi, dönemin kronikleri ve çeşitli bilimsel çalışmalar ve telif eserlerdir.

Arşiv Belgeleri: Tanzimat dönemi öncesinde açılmaya başlanan modern

askeri okullara ilişkin bazı belgeler ile, M.1845 / H.1261 senesinde Sultan

Abdülmecid’in eğitim konusunda çalışma yapılması hususunda yayınladığı ferman,

IX

bunun üzerine Meclis-i Vala’nın yaptığı çalışmalar, Meclis-i Muvakkat’ın ve Meclis-

i Maarif-i Umumiye’nin kurulması ve aldıkları kararlar, Encümen-i Daniş’in kuruluş

süreci, üyelerin nasıl seçileceği, açılış töreni ve üyelere verilen ruuslar vb. konularda

arşiv belgeleri incelenmiştir. Bu belgeler eğitimde modernleşmenin başlaması,

Encümen’le ilgili kronolojinin oluşturulması ve Encümen’in tanımlanmasıyla

kuruluş sürecinin anlatılmasında, bize önemli veriler sunmaktadır.

Takvim-i Vekayi: Yayımlanma amaçlarının başında yenilikler konusunda

halkı bilgilendirmek olan bu gazetede doğal olarak eğitim alanında yapılan yeni

girişimlerden de bahsedilmiştir. Az önce bahsettiğimiz Sultan Abdülmecit’in

Fermanı bu gazete de yayımlandığı gibi, yeni açılan okullar, Meclis-i Muvakkat

Raporu, Encümen’in Nizamnamesi, Cevdet Paşa’nın hazırladığı Beyanname,

Encümen üyelerinin listesi vb. bilgiler buradan alınmıştır. Encümene ilişkin yayınlar

büyük oranda Ahmet Cevdet Paşa’nın kaleminden çıkmıştır. Bu metinleri okuyarak

Encümen-i Daniş’in kuruluşu ve faaliyetleri çok rahat bir şekilde takip

edilebilmektedir. Ayrıca bu metinlerden dönemin yönetici elitinin zihniyetini ve

gerek siyaset gerekse kültür ve bilim alanlarında neleri hedefledikleri anlaşılabilir.

Sonuç olarak bu metinlerde yeni eğitim kurumlarının ve Encümen-i Daniş’in kuruluş

amaçlarının Tanzimat Dönemi idealleri ile önemli oranda uyuştuğu ortaya

çıkmaktadır.

Telif Eserler: Osmanlı devletinin modernleşme çabalarını inceleyen yerli

ve yabancı binlerce bilimsel çalışma mevcuttur ve eğitim – bilim konularından

bahsedenlerin çoğu bir iki cümleyle de olsa Encümen-i Daniş’ten de bahsetmektedir.

Bizim yaralandığımız çalışmalardan öncelikle Kenan Akyüz’ün yapmış olduğu ve

önemli oranda belge nakli içeren çalışmayı zikretmek gerekmektedir. Ayrıca

X

Mahmud Cevad’ın Maarif tarihimizle ilgili verdiği bilgiler önemlidir. Bunların

dışında; daha geniş kapsamlı çalışmaların parçası olarak Encümen-i Daniş’ten

uzunca bahseden Tacettin Kayaoğlu’nun kitabından ve Ahmet Karaçavuş’un doktora

tezinden de faydalandık. Ayrıca, yaptığı önemli çalışmalarla Türk bilim ve düşünce

tarihini aydınlatmaya çalışan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun ismini zikretmekte fayda

vardır. İhsanoğlu, Osmanlı Devleti’ndeki ilmi ve mesleki örgütlenmelere ilk defa

eğilen ve bu konuyu bilim camiasının gündemine taşıyan kimliği ile övgüye layıktır.

GİRİŞ

1

İnsanlık tarihi aynı zamanda insanın bilgi edinme sürecidir denilebilir. Ancak

bu faaliyetin amacı ve yöntemleri zamanla farklılaşmıştır. Ortaçağın sonlarından

itibaren Avrupa’da şekillenen, insanın kendisini ve çevresini tanıma amacıyla, akılcı

yöntemlerle, gözlem ve deneye dayalı olarak doğa ve evrenin araştırılması,

günümüzde geçerli sayılan tek bilimsel yaklaşımdır.

Osmanlı devletinde ise, XIX. yüzyıla kadar, devamı olduğu İslam

medeniyetinin bilgi sisteminin hâkimiyeti vardır. “İslam, kişinin yalnızca ne yapması

ya da ne yapmaması gerektiğiyle ilgilenmekle kalmaz, onun ne bilmesi gerektiği ile

de ilgilenir”1 ve İslam medeniyetinde bilimsel faaliyetin amacı maarifetullaha

(Allah’ın bilgisi) ulaşmaktır, yani Allah’ı bilmektir.2

İslam bilim tarihine bakıldığında, Allah’ın bilgisine ulaşmak için, temel

olarak üç yol kullanıldığını görürüz. Birincisi, Kur’an ayetlerini ve hadisleri kendi

metotları içinde incelemek (tefsir, kelam, fıkıh ve hadis), ikincisi, ibadet ve

tefekkürle nefsi arındırıp ilahi sezgilere açık hale gelerek irfani bilgiye ulaşmak

(tasavvuf), üçüncüsü, insanı ve doğayı, Allah’ın yarattığı ve sıfatlarını tecelli ettirdiği

varlıklar oldukları düşüncesiyle, deney ve gözlemle inceleyerek yaratıcı hakkında

bilgi sahibi olmak.

İslam medeniyetinde bu üç yöntemin bir arada bulunduğu bir zaman dilimi de

mevcuttur. Ancak modern bilime en yakın görünen üçüncü yöntemle yapılan

çalışmalarda, 11. yüzyıldan itibaren siyasi, sosyal ve ekonomik çeşitli sebeplerle bir

1 O. Bakar; Gelenek ve Bilim, Çev: Ercüment Asil, Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2003, s.17 2 “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim, mahlûkatı yarattım” mealindeki kudsi hadis, (Aclunî,

Keşfü’l Hafa, II/132)

2

yavaşlama başlamıştır.3 Ayrıca bu farklı yöntemler arasında sentezler ortaya

çıkmıştır. Sonuçta, özellikle Anadolu’da, tasavvuf yoluyla elde edilen irfani bilgi

teorik hale getirilmiş ve özellikle kelam ilmiyle birleştirilerek diğer dini bilimlerin

içine karışmış ve böylece medreselere aktarılmıştır.4 İslam dünyasında, On üçüncü

yüzyıldan itibaren pozitif bilimlerde Türk-Moğol etkisine atfedilebilecek bir

canlanma söz konusudur.5 Ancak, özellikle astronomi ve matematik alanında

yaşanan bu gelişme, yeni bir başlangıç teşkil etmemiş ve mevcut yapıya eklenerek

bir süre devam etmiştir.

Aşağıdaki satırlar Osmanlı imparatorluğunun kuruluş ve gelişme döneminde

Medreselerdeki düşünsel yapıyı özetlemektedir: “İlk Osmanlı medresesi İznik

Medresesi'nin baş müderrisi Davud Kayserî'nin şahsında cisimleştiği şekilde kelamî

renkli ancak irfanî ağırlıklı bir düşünsel yapı tercih edilmiştir… Osmanlı ilmiye

teşkilatını yeniden örgütleyen Mehmed Fenarî okulu Davud Kayserî'yle başlayan

irfanî çizgiyi sürdürürken Fahreddin Razî'nin temsil ettiği kelamî zihniyetin

vurgusunu artırır; özellikle mantık ile usul eğitimine ağırlık verir… İstanbul'un

fethinden sonra yeniden yapılanan Osmanlı ilim zihniyeti Bursalı Kadı-zade'nin

öğrencisi Ali Kuşçu'nun davet edilmesiyle yeni bir boyut kazanır… Kuşçu ve

öğrencileri Osmanlı ilim zihniyetine Merağa ve Semerkant birikimini işlenmiş bir

biçimde aktararak, riyazî hikmeti mevcut kelamî ve irfanî çizgiye kattılar. Klasik

dönemin bu üçüncü aşaması Mirim Çelebi üzerinden devam eder ve Takiyüddin

3 Nasr, pozitif bilimlerle ilgili çalışmaların İslam medeniyetinde zaten çok önemli yer tutmadığı

görüşündedir: “…İslam medeniyeti açısından bu tür çalışmalar ve çeşitli makine türleri üzerinde

yapılan araştırmalar, bilginin bütüncül sınıflandırmasında ikinci derecede ve yüzeysel bir rol

oynamıştır.” S.H. Nasr, İslam’da Bilim ve Medeniyet, (Çev: Nabi Avcı, Kasım Turhan, Ahmet Ünal)

İnsan Yay. İstanbul, 2011, s.126–127 4 İ. Fazlıoğlu, “Selçuklu Döneminde Anadolu’da Felsefe ve Bilim - Bir Giriş-“, Cogito, İstanbul 2001,

Sayı 29, s.154 5 A. Sayılı, “Ortaçağ İslam Dünyasında İlmi Çalışma Temposundaki Ağırlaşmanın Bazı Temel

Sebepleri (Avrupa İle Mukayese)”, DTCFFAE Dergisi, C.I, S.1 Ankara, 1963, s.35

3

Rasıd'da zirveye ulaşır. Takiyüddin Rasıd'ın ölümünden (1585) klasik dönemin

sonuna kadar Osmanlı ilmî zihniyeti bu süreçte oluşan birikim içerisinde iş görür.”6

Kurumsal olarak bakıldığında ise Osmanlı eğitim sistemi sıbyan mektepleri

ile medreselerden oluşmaktadır. Sıbyan kelime olarak çocuklar, sabiler anlamına

gelmektedir. Bu mekteplerin hocasına muallim, yardımcısına da kalfa veya halife

denilmiştir. Bu okullardaki hedef bir çocuğa okuma yazma öğretmek, İslam dininin

kurallarını ve Kur’ânı ezberletmekti.7

Sıbyan mektepleri genellikle camilerin yanında, külliyelerin içerisinde veya

müstakil yapı olarak kurulmuştur. Bunların maliyet ve mekân açısından çok fazla

külfeti olmadığından hemen hemen her köy, mahalle ve semtte açılmıştır. Genelde

beş yaşına ulaşmış çocuklar “âmin alayı” ve “bed’i besmele” adı verilen bir

merasimle mektebe başlardı. Müslüman olan her aile çocuğunu bu mekteplere

gönderebilirdi. Medrese eğitimi görmüş veya okuma yazma bilen imam, müezzin,

kayyum vb. kişiler bu okullarda öğretmenlik yapardı.8

Fatih Sultan Mehmed, Eyüp ve Ayasofya medreselerinde sıbyan mektebi

muallimi olacak öğrenciler için, genel medrese derslerinden farklı bir program

öngörmüş ve Âdâb-ı Mubahase ve Usûl-i Tedrîs (Tartışma Kuralları ve Öğretim

Yöntemleri) adında bir derse yer vermişti. Bu dersin müfredata konması bulunduğu

çağ ve ileriki zamanlar için çok önemli bir yeniliktir. Fakat daha sonra bu program

6 İ. Fazlıoğlu, “Osmanlı: Bilim ve Düşünce”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XXIII,

İstanbul 2007, s.551 7 B.Kodaman, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, T.T.K. Yay., Ankara, 1999, s.57 8 Nazım Kuruca,” Osmanlı Devletinin Kuruluşundan Tanzimata Kadar Olan Dönemde Eğitim (1299-

1839)”, Türk Eğitim Tarihi, (Edt: S. Arıbaş, M. Koçer), Lisans Yay, İstanbul 2008, s. 59.

4

bırakılmış ve sıbyan muallimleri medreselerde biraz okumuş ya da kendi kendine

okuyup yazma öğrenmiş kişilerden, imamlardan veya müezzinlerden seçilmiştir.9

Sıbyan mektebinden sonra, merakı veya yeteneği olan çocuklar medreseye

giderdi. İlk Osmanlı medresesini, Orhan Gazi 1330 yılında (H. 731) İznik’te

yaptırmış ve ilk müderris olarak Şerefüddin Davud-i Kayseri’yi tayin etmiştir. Fatih

Sultan Mehmed tarafından İstanbul’da Sahn-ı Semân ve Tetimme medreseleri

yapıldıktan sonra Osmanlı sınırları içindeki medreseler yeni bir teşkîlâta

kavuşmuştur.10

Kanûni Sultan Süleyman’ın inşâ ettirdiği Süleymaniye Külliyesi medrese-i

evvel, sânî, sâlis ve râbi’ adlarıyla dört medrese, bir tıp medresesi ve dâr-üş-şifa’ ile

dârül-hadîsten meydana gelmiştir. Böylece Osmanlı medreseleri, biri hukuk, ilahiyat

ve edebiyat öğrenimi yapan Sahn-ı Seman, diğeri fen, tıp ilimlerinin öğretildiği

Süleymaniye olmak üzere iki şubeye ayrılmıştır.11

Ancak XVI. yüzyılın sonlarından itibaren eğitim öğretimde hem sistem olarak

hem de içerik olarak duraklama ve gerileme görülmeye başlanmıştır. Bu durum

imparatorluktaki yönetime ve ekonomiye dair sıkıntılarla da bağlantılıdır elbette.

Ekonomik sebeplerle çıkıp yıllarca devam eden ve medreseliler katıldığı için Suhte

İsyanları denilen olaylar Anadolu’da medrese eğitiminin hem ne kadar sıkıntıda

olduğunu göstermektedir hem de daha kötüye gidişe yol açmıştır. İstanbul’da ise

farklı yaklaşımlara sahip ulema grupları ve tarikatlar arasında çekişmeler uzun süre

9 F. Kaya Doğanay, Tanzimattan Cumhuriyete Rüşdiye Mektepleri, (Yayınlanmamış Doktora

Tezi), Erzurum, 2011, s.6 10 İ.H. Uzunçarşılı; Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilâtı, T. T. K. Yay., Ankara 1988, s. 5 11 H.Ali Koçer; Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul,

1970, s.12

5

devam etmiş12 ve pek çok şeyi bid’at sayan, felsefe ve pozitif ilimleri kötüleyen dini

akımlar zaman zaman etkili olmuş ve bu durum elbette medreselerdeki eğitimin

içeriğini de etkilemiştir.

İmparatorluğun son dönemlerine gelindiğinde “Şer’i ilimlere başlangıç teşkil

eden Arap dili, Fıkıh, ve Kelam gibi bazı ilimler okutulmakta idi. İslami ilimlerin

ileri gelen bir branşı olan Tefsir ve Hadis bile artık medreselerde ders

programlarına konmadığı gibi, riyaziyat (matematik) ve tabiiyat (tabii ilimler) gibi

ilimlerin adları bile unutulmuştu”.13

Ayrıca medreselerin çalışmalarına, özelliklede bilgi üretimlerine

baktığımızda, karşımıza çıkan tablo da hiç de iç açıcı değildir. “Osmanlı ulemâsının

ortaya koyduğu muhtelif eserleri gözden geçirdiğimizde, birbirinin tekrârı niteliğinde

yüzlerce ibare ile karşılaşırız. Dikkatlice bakıldığında, söz konusu ibârelerin koyu

bir gelenekçiliği, nakilciliği ve ulemâ-i kadîm olarak vasıflandırılan geçmiş bir

otoriteye bağlılığı yansıttığı görülür... Bu durum, ulemâ tarafından yapılan ilim

tasniflerinde bile kendisini gösterir: Üzerinde çalışılması, öğrenilmesi ve öğretilmesi

tavsiye olunan ilimlerin ulemâ-i kadîm tarafından yazılan ve kitaplara geçirilen

ilimler olması bu bakımdan ilgi çekicidir. Diğer bir deyişle ilim, bilgi (mâlumat)

edinmekle sınırlı tutulmuş; araştırma ve yeni bilgiler üretme yolu mühim ölçüde

kapatılmıştır denilebilir. Öte yandan, söz konusu ilimlerin kısa bir sürede

uygulanabilme niteliği bulunmasının öngörülmesi, başka bir ifâdeyle, bütün ilmi

cehdin faydaya müstenit hâle getirilmesi ve kendisini ulûm-ı nâfi’a (faydalı ilimler)

tâbirinde açığa vurması, ulemânın hayat hikâyelerinin verilişi sırasında kullanılan

ibârelerle de tam bir uyum içindedir…Fâtih medreselerinin kuruluşundan

12 Kâtip Çelebi; Mizanu’l Hak fi İhtiyaru’l Ehakk, Çev: S.Uludağ, M. Kara, Marifet Yayınları,

İstanbul, 2001 s.139 13 A.g.e., s.13

6

(875/1470), XVII. yüzyılın başlarına, yâni Sultan I. Ahmed’in tahta geçliği târihe

(1603) kadar olan süre içerisinde, Sahn’da müderrislik ettikleri tesbit olunan 290

ilim adamının, irili ufaklı 520 eser yazdıkları; bunların 189 (% 36.3)’unun te’lîf ve

geriye kalanların şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîkât, tasnîf ve tercüme niteliği taşıyan

eserler oldukları; aynı dönemde zikredilen 290 ulemâ içerisinden ancak 118 (%

40.7)’inin, deyim yerindeyse, kalem kullandığı anlaşılmaktadır. Aynı şekilde, XVII.

yüzyılda Sahn’da müderrislik etmiş olan 648 âlimden sâdece 60 (% 9,3)ı kalem

oynatacak ve irili ufaklı yekûn 118 eser verecektir. Bu miktarın 32 (% 27,1)’si te’lîf,

86 (% 72,9)’sı ise şerh, haşiye, hamiş, ta’lîkât, kelimât, tasnif ve tercüme üründedir.

Kezâ, XVIII. yüzyılda, 30 yıllık bir süre içerisinde ise, 253 Sahn müderrisi arasından

16 (% 6.3)’sının irili ufaklı yekûn 27 eser verdiği görülmektedir. Bunun 11 (%

40,7)’i te’lîf, 16 (% 59,3)’sı ise telif olmayan eserlerden oluşmaktaydı.”14

Medreselerde dini ilimlere ilişkin bilgi üretiminin bile az olması bizce bu

kurumların İslam medeniyetinin şekillenmesinden sonra ortaya çıkmış olmasından

kaynaklanmaktadır. Avrupa’daki üniversiteler rönesanstan önce kurulmuş ve

bilimsel ve kültürel gelişmeyle başından itibaren iç içe olmuşlar, hatta yön

vermişlerdir. Medreseler ise, İslam dünyasında pek çok alanda büyük gelişmeler

yaşandıktan sonra ortaya çıkmış ve bu yüzden mevcut bilgiyi aktarmak görevini

üstlenmişlerdir. Hatta mezhep çekişmeleri ve siyasi sebepler yüzünden bu aktarım

bile sınırlı olmuştur. Ayrıca medreselerin kurulmasındaki bir amaç da devlete

nitelikli eleman yetiştirmektir.

Şüphesiz kendi yetenekleri sayesinde yeni ürünler veren kişiler de yetişmiştir

medreselerden, ancak İslam dünyasındaki bilimsel faaliyetin amacı esas olarak

14 F. Unan; “Osmanlı Medreselerinin İlmî Performansı Üzerine Bazı Düşünceler”, Türk ve İslâm

Dünyasında Bilim ve Teknoloji Sempozyumu, 3–5 Haziran 1994, Türkiye Günlüğü sayı:30, (Eylül-

Ekim 1994) İstanbul, s.54

7

maarifetullaha ulaşmak ve ahiret saadetini elde etmek olduğundan önemli bir

farklılık oluşmamıştır.

Osmanlı devletinde bilim ve felsefeye önem verilip verilmediği konusunda

birbirine zıt görüşler ileri sürülmektedir. Altı yüz yıl süren bir dönemde elbette farklı

dönemler ve iniş çıkışlar olmuştur. Örneğin, Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul’u

fethinden sonra medreseler yaptırarak dönemin en ünlü âlimlerini İstanbul’a

toplaması ve “din ve felsefe arasındaki ilişkiyi bilimsel manada analiz etmek ve

problemi çözmek amacıyla Hocazade olarak üne kavuşmuş olan Muslihiddin

Mustafa (ö.1488) ile Alaaddin Tusî (ö.1455)’ye birer eser yazmalarını emrederek

bilimsel tartışmalara zemin hazırlaması”15 felsefe ve bilime hem büyük destek

verildiğini hem de özgürlük sağlandığını göstermektedir.

Bundan yaklaşık iki yüzyıl sonra ise Kâtip Çelebi’nin eğitimde felsefe ve

pozitif bilimlerin dışlandığından şikâyetçi olduğunu görüyoruz. “Felsefe ilimleri

diyerek onları kötüleme illetine müptela olarak yeri göğü bilmez bir cahil iken alim

geçindiler. Yer ve göklerin melekûtuna bakmadılar mı? (Araf Suresi 185) tehdidi

kulaklarına girmeyip, arza ve semalara bakmayı sığır gibi gözle bakmak sandılar….

Sultan Fatih Mehmet Han Medaris-i Semaniyeyi bina edip… Tecrid Haşiyesi ve

Mevakıf Şerhi derslerini tayin etti. Sonra gelenler bu dersler felsefiyattır diyerek

kaldırdılar… böylece Rum diyarında ilim pazarına kesat girdi… Kürt diyarında

kıyıda köşede yer yer usul ve kanun üzere ders gören talebelerin müptedileri Rum’a

gelerek muazzam bir şekilde tafra satar oldular.” 16 Kâtip Çelebi, bu eserinin

ilerleyen kısımlarında da cebir ve geometri bilmeyen kadıların bazı davalarda yanlış

kararlar verdiğini belirterek bu bilgisizliğin haksızlıklara da yol açabildiğini

15 Toksöz, Hatice; “Osmanlı’nın Klasik Döneminde Felsefe ve Değeri”, Değerler Eğitimi Dergisi,

C.V, S.13 s.133 16 Kâtip Çelebi, a.g.e. s.42

8

vurgulamaya çalışarak, din adına yapılan bazı şeylerin cahilce ve dinen de uygunsuz

olduğunu belirtmektedir.

Kâtip Çelebi’nin şikâyet ettiği bu zihniyeti 18. yüzyıl başında da

görmekteyiz: “Petervaradin’de şehit düşen (1716) Sadrazam Damat Ali Paşa’nın

yalnız katalogu 4 cilt tutan kitaplarının müsaderesi için çıkan irade üzerine, bunlar

arasında bulunan felsefe, tarih ve astronomi kitaplarının kütüphanelere vakfı caiz

olamayacağına dair şeyhülislam Ebu İshak İsmail Efendi’nin fetva verdiğini

görüyoruz. Bu bize gösteriyor ki felsefe, astronomi hatta tarihe ait eserleri makbul ve

muteber tutmak şöyle dursun, onların genel bir kütüphaneye vakfına bile razı

olmayan bir zihniyet, XVIII. Yüzyıl başında hala yaşıyordu.”17 18. yüzyılın ilk

yarısında yaşanan şu olay da bu dönemde Osmanlı medreselerindeki bilimsel

zihniyeti göstermesi bakımından önemlidir: “Fransa elçisi Marquis de Villeneuve’ün

İstanbul’da bulunduğu sırada (1728-1741), reis’ül-küttab Mustafa Efendiden rica

etmesi üzerine, bu zatın damadının hocası olan biri tarafından Kevaik-i seb’a adıyla,

Fransa elçisine Türkiye’de öğretim usulüne ve okutulan ilimlere dair bilgi vermek

maksadıyla yazılmıştır. Yazar,… İslam’da ilmin kısa bir tarihini yaptıktan sonra,

ilimleri üçe ayırıyor: Faydalı ilimler, ne faydası ne zararı olan ilimler, zararlı

ilimler. Birinci kısımda akait, fıkıh, Arap dil ve edebiyatı, mantık, matematik,

astronomi, anatomi ve tıp; ikinci kısımda şiir ve edebiyat, üçüncü kısımdaysa felsefe,

sihir ve astroloji ilmi vardır.”18

Biz yinede bu alıntılar değerlendirilirken farklı bakış açısına sahip olmamız

gerektiği kanısındayız. Çünkü o dönemin düşünsel yapısı farklı olduğundan yapılan

çalışmalar da farklıdır: “Osmanlı düşünce geleneği içinde felsefe algısını, kelâm ve

17 A. A. Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1982, s.159 18 A.g.e. s.176

9

tasavvufla birlikte değerlendirip, Osmanlı düşünürlerinin felsefeye ait görüşlerini,

felsefî nitelikli eserlerin yanı sıra kelâm ve tasavvuf bilimlerine ait eserlerde aramak

gerekir.”19

Osmanlı bilim ve eğitim tarihine baktığımızda felsefeye olumsuz bir bakış

hâkimmiş gibi görünse de uygulamada bunun tersi durumlar da vardır. Dini ilimlerde

felsefe ve mantık geniş bir şekilde kullanılmıştır. XVI. yüzyılın sonlarında ortaya

çıkan ve XVII. yüzyılda dönem dönem etkili olan selefi akımlar tamamen felsefe ve

pozitif bilimler aleyhine görüşler belirtmişse de kalıcı bir etkileri olmamıştır.

Şunu da belirtmek gerekir ki Osmanlı yöneticileri ve uleması Avrupa’da

yaşanan gelişmelerden elbette haberdardır. Henüz 14. yüzyılda İbn-i Haldun’un fark

ettiği20 gelişmeyi, Avrupa ile çok çeşitli ilişkileri olan bir devletin fark etmemesi

mümkün değildir. “Avrupa ile ilmî ilişkiler, başta askerî teknoloji, haritacılık,

coğrafya, tıp, astronomi ve matematik gibi ilim dallarında her zaman sürekliliğini

korumuştur.”21 Hatta Avrupa’dan gelen bilgilerin daha doğru olduğu

düşünüldüğünde de komplekse kapılmadan bu bilgi kullanılmıştır. Örneğin;

“…Osmanlı astronomları Avrupalı pek çok astronomun ziçlerini Türkçeye çevirmeye

başladı ve Osmanlı devletinde takvimler artık bu yeni ziçlere göre hazırlandı.”22

Fakat bilim ve bilgi anlayışındaki farklılık sebebiyle Avrupa’da yaşanan

gelişmelere, özellikle de temel bilimler alanlarındaki gelişmelere fazla ilgi

19,Toksöz, a.g.m. s.129 20 İbn-i Haldun Mukaddime’sinde, ‘Akli ilimler ve kısımları’ başlıklı bölümde, bu ilimleri saydıktan

ve İslam dünyasında bu ilimlerin durumundan bahsettikten sonra şöyle der: “Bundan başka Roma’da

ve Akdeniz’in kuzey sahillerindeki Frenk yurtlarında bu ilimlerin revaçta, iz ve eserlerinin

yenilenmekte ve bu ilimlerin öğretildiği dershanelerin, bunlara dair yazılan kitapların ve talebe

sayısının çok olduğunu işittim. Oradaki halleri Tanrı bilir.” Mukaddime (Çev: Z.Kadiri UGAN),

MEB Basımevi, İstanbul, 1989,C.II, s.574, 21 İ. Fazlıoğlu, Osmanlı: Bilim ve Düşünce. s.550 22 A.g.m. s.554

10

gösterilmemiştir. Bunda elbette Osmanlı devletinin askeri, siyasi ve ekonomik

üstünlüğünün sebep olduğu özgüvenin etkisi de göz ardı edilemez.

Avrupa’nın pek çok konuda üstün olduğunun belirginleştiği 18. yüzyılın

başlarından itibaren ilmi zihniyette de değişimler başlamıştır diyebiliriz. Ancak bu

değişim medrese dışında olmuş ve gelişmiştir. Hatta medreseler eski usullerin ve

zihniyetin korunduğu kurumlar olarak kalmıştır.

Osmanlı devletinde 18. yüzyılda başlayan bilimsel zihniyette değişimin ilk

örnekleri Lale Devri olarak bilinen 1718–1730 yılları arasında, Damat İbrahim

Paşa’nın sadrazam olarak görev yaptığı dönemde, yaşanmıştır. Lale Devri

Osmanlılar için parlak bir devr-i intibah, Avrupa medeniyetinin esaslı bir surette

şarkta intişarı için ilk safhayı teşkil eylemiştir.23 Çünkü Osmanlı yöneticileri ilk kez

bu dönemde Avrupa’da neler olup bittiğini anlamaya çalışmışlardır. Bu dönemde

Paris’e elçi olarak gönderilen Yirmi Sekiz Çelebi Mehmet’e“vesait-i umran ve

maarifine dahi layıkıyle kesb-i ıttıla ederek kabil-i tatbik olanlarının takriri”

emredilmiştir. 24 Ancak bu, yönetici kesimin yaklaşımıdır. İlmiye alanında ise

Avrupa’ya açılma daha sonraki aşamadır.

Lale devrinde bilimsel manada yapılan en önemli girişim şüphesiz tercüme

heyetleri oluşturularak bazı eserlerin tercüme edilmesidir. Bunlardan birincisi;

“Müneccimbaşı Şeyh Ahmed b. Lütfullah el-Mevlevi’nin Sahaif’ül-Ahbar fi

Vekayi’ül Âsâr (Cami’üd-Düvel) adlı Hz. Âdem’den başlayarak1673 yılına kadar

cereyan eden hadiseleri nakleden Arapça eseridir. Bu eseri ünlü şair Nedim 10 yıl

çalışarak tercüme etmiştir.”25 İkinci olarak “Aristoteles’in sekiz bölümlük Phisyca

23 E.Z. Karal, “Tanzimat’tan Evvel Garplılaşma Hareketleri (1718 – 1839)”, Tanzimat I, Maarif

Matbaası, İstanbul, 1940, s.15 24 A.g.m. s.19 25 T. Kayaoğlu, Türkiye’de Tercüme Müesseseleri, Kitabevi yay, İstanbul, 1998, s.31-32

11

adlı kitabının ilk üç bölümü şerhi ile birlikte, son beş bölümü ise özet olarak

Grekçeden Arapçaya tercüme edilmiştir. Bu çalışmayı Yanyalı Esad Efendi ve sayısı

tam bilinmeyen bir heyet gerçekleştirmiştir…Bu tercümede İslam dünyasında ilk defa

Albertus Magnus, Scotus Erigena ve St. Thomas Aquinas gibi Aristo müelliflerinden

bahsedilmiştir.”26

Bu dönemde tercümesi yapılan üçüncü eser: “İmam Ayni olarak bilinen ebu

Muhammed Bedreddin Muhammed b. Ahmed b. Musa b. Ahmed el Aynî’nin genel

dünya tarihine dair 24 ciltlik İkd’ül Cuman fi Tarih-i Ehl’üz Zaman adlı eseridir.

İnsanlığın yaratılışından 1446 senesine kadarki olaylardan bahseden bu eserin

tercümesi için 30’dan fazla kişi görevlendirilmiştir.”27

“Aynî tarihinin tercümesinin bitirilmesinin hemen ardından Farsça bilen

şahıslardan bir heyet oluşturularak Gıyaseddin Handmir Muhammed bin

Hamidüddin Mirhond’un Habib’üs Siyer fi Ahbar-i Efrad’ül Beşer isimli tarih eseri

de kısa sürede tercüme edilmiştir.”28

“İskender Bey Münşi’nin Farsça Tarih-i âlem-ârâ-yı Abbasi adlı eseri

1729’da İbrahim Paşa’nın emriyle Mehmed Nebih tarafından Tercüme-i Tarih-i

âlem-ârâ-yı Abbasi adıyla Türkçeye kazandırılmıştır.”29

Sadece dört tarih kitabı ile bir fizik kitabı tercüme edilmiş olsa da, geçmişten

farklı olarak bizzat devlet adamlarının isteği ve desteğiyle yapılan bu girişim oldukça

önemlidir. Lale Devri, bir isyanla sona ermesi ve sonrasında bir süre kayda değer bir

yenilik girişiminde bulunulmaması sebebiyle, bir parantez gibi görünse de, bilimsel

zihniyetteki değişim kalıcı olmuştur. 18. yüzyılda Osmanlı ilmiye çevrelerinde

26 A.g.e. s.33-34 27 A.g.e. s.34-35 28 A.g.e. s.38 29 M. İpşirli, “Lale Devrinde Teşkil Edilen Tercüme Heyetine Dair Bazı Gözlemler”, OİMC-1. Milli

Türk Bilim Tarihi Sempozyumu-3/5 Nisan 1987, İstanbul -1987, s.34

12

bireysel olarak kelam, felsefe, tıp, fizik, astronomi ve matematik alanlarında da yeni

çalışmalar görülmeye başlamıştır.

İhsan Fazlıoğlu bunalım ve arayış dönemi olarak isimlendirdiği bu dönemin

bilimsel zihniyetini şöyle özetler: “. Bu arayışın en önemli nedeni hiç şüphesiz Batı

Avrupa'dan gelen bilgide nicel artış ve bu artışın yarattığı nitel değişimlerdir.

Arayışa çıkan Osman bilginleri ilk defa sistemli olarak klasik paradigmanın dışına,

İbn Sina ile İbn Heysem ötesine geçerler ve kendi kadim köklerindeki eser ve fikirleri

gündemlerine alırlar. Batı Avrupa kökenli bilgiler dışında, Sokrates öncesi felsefe,

Platon, Aristoteles, Helenistik dönem felsefesi, Farabî, İbn Rüşd gibi filozoflar ile

İskenderiye dönemi riyazî hikmete ilişkin eserler bu dönemin düşünürlerinin üzerinde

en çok durduğu konulardır.”30

Yaşanan bu değişim dönemine ilişkin araştırmacıların eser telifine ilişkin

bulguları da şöyledir:

“Osmanlı ilmî hayatı XVIII. yüzyılda çökmemiş, tersine atılım içerisine

girmiştir: (Matematik: XVI. yüzyılda 81-XVII. yüzyılda 70-XVIII. yüzyılda 121;

Astronomi: XVI. yüzyılda 100, XVII. yüzyılda 82, XVIII. yüzyılda 112; Coğrafya:

XVI. yüzyılda 42-XVII. yüzyılda 24-XVIII. yüzyılda 47; Doğa Felsefesi: XVI. yüzyılda

61-XVII. yüzyılda 108-XVIII. yüzyılda 70 eser kaleme alınmıştır.31

Bu yüzyılda yazılan eserlerin en önemlilerinden biri Erzurumlu İbrahim

Hakkı tarafından kaleme alınan ve Osmanlı döneminde ansiklopedik tarzda yazılmış

son önemli eser kabul edilen ‘Marifetname’dir. Bu eseri bizce önemli kılan iki yönü

vardır. Birincisi; yazarı tasavvuf geleneğinden gelmektedir ve pozitif bilimleri teşvik

ederek batıdan gelen bilgileri kullanmakta sakınca görmemektedir. Hatta buna karşı

30 İ Fazlıoğlu; a.g.m. s.552 31 İ. Fazlıoğlu, “Kurtuluşun İki Yüzü: Hakikat ve Siyaset”, Panel: 350. Ölüm Yıldönümünde Kâtip

Çelebi, 17 Kasım 2007 İstanbul

13

çıkabilecek din adamlarının cahil kişiler olduğunu belirtmektedir. Yazar, bilimsel

keşiflerin dinle çelişmeyeceğine inanmakta, hatta insan ve evren hakkında yeni

şeyler öğrendikçe inancın güçleneceğini savunmaktadır. İslam tarihinin ilk

dönemlerindeki, yaratılmışları inceleyerek Yaratıcıyı tanıma anlayışını diriltmeyi

amaçlamıştır.

Kitabın ikinci önemli yönü ise, Avrupa’dan gelen yeni bilgiler karşısındaki

tavırdır. Kitabın ilk bölümlerinde dünyanın sabit olup, güneşin dünya etrafında

döndüğü şeklindeki eski bilgiler yer alırken, ilerleyen kısımda Avrupa’da yapılan

yeni astronomik keşiflerden bahsedilerek dünyanın güneş etrafında döndüğünün

tespit edildiğini belirten yazar; “O halde dış yüzünün şekli henüz belli olmayan,

büyük ve geniş hacimli Felek-i azamın ve içindeki feleklerin, bunlara göre bir nokta

büyüklükte olan Yer küresinin etrafında dolanmalarından, küre şeklinde olup hareket

etmeğe dönmeğe daha müsait olan küçük hacimli Yer küresinin, büyük hacimli

Güneş etrafında senede bir kere dolanması çok daha kolay ve hakikate daha uygun

gelip akl-ı selime yakın olmaktadır”32 demektedir. Dünyanın sabit olmayıp, güneş

etrafında döndüğünün anlaşılmasının Avrupa’da meydana getirdiği dini ve bilimsel

tartışmaların ne kadar büyük olduğu düşünüldüğünde, yazarıın bu rahat ve hatta

önemsemez tavrı dikkat çekicidir.

Avrupa’daki bazı bilimsel gelişmelerin uzun süre Osmanlı ve İslam

dünyasında fazla ilgi görmemesinin sebebi buradan anlaşılabilir. İster güneş

dünyanın etrafında dönsün, ister dünya güneşin etrafında; her iki durum da bir

Müslüman için bunların Allah tarafından yaratıldığı ve hareket ettirildiği inancını

32 İbrahim Hakkı; Marifetname, Sadeleştiren: Faruk Meyan, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1975 s.222

14

değiştirmeyen arızi bilgilerdir. Dolayısıyla, Avrupa’da ortaya çıkan yeni bilgiler,

ilahi hakikatlere ilişkin olmadığından, İslam dünyasında ilgi görmemiştir.

Sonuçta 18. yüzyılda yaşanan bu arayış yeni bir senteze ulaşamamış, ülkenin

içinde bulunduğu şartlar ve acil ihtiyaçlar sebebiyle Batı üstünlüğünün kabul

edilmesi ve oradan bilgi ve teknoloji alınmaya başlamasıyla sonuçlanmıştır.

Böylece Batı bilim ve teknolojisi askeri ihtiyaçlar sebebiyle Osmanlı ülkesine

resmi kanalla ve hızla akmaya başlamıştır. Kabakçı Mustafa isyanı ve sonrasında

reformlar hız kesmiş gibi görünse de Avrupa bilgisinin ülkeye girişi devam etmiştir.

Bu süreçte, Osmanlı İmparatorluğunda eskiden beri var olan konaklarda özel

eğitim uygulaması içerisinde de Batı bilgisinin ülkeye girdiğini ve bazı önde gelen

kişilerin bu konuda faaliyetlerde bulunduğunu görmekteyiz. Bunlardan en bilineni,

Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi denilen ulema grubunun çalışmalarıdır.

Bilindiği kadarıyla Melekpaşazade Abdülkadir Bey, İsmail Ferruh Efendi,

Şanizade Ataullah Efendi, Kethüdazade Mehmet Arif Efendi ve Süleyman Fehim

Efendi gibi çoğunlukla medrese mezunu olan ancak Avrupa’yı da bilen kişilerden

oluşan bir grup âlim haftada iki gün toplanırlardı.33 “Topluluk üyeleri haftada bir gün

edebi konularda tartışma yapmak üzere toplanırlardı…Haftanın diğer günü de ders

okutmak için ayrılırdı.”34 Bu derslerde modern bilimlerin de öğretilmesi ve bu

konakta ders gören pek çok öğrencinin daha sonra devlet yönetiminde üst düzey

mevkilere yükselmiş olması bu faaliyeti önemli hale getirmektedir.

Cemiyet üyelerinden Kethüdazade Mehmet Arif Efendi hakkında yazılan bir

kitaba bakıldığında, bu şahsın bilim konusunda sentezci yaklaşımın ilk örneklerinden

33 E. İhsanoğlu, “XIX. Asrın başlarında –Tanzimat Öncesi- Kültür ve Eğitim Hayatı ve Beşiktaş

Cemiyet-i İlmiyesi Olarak Bilinen Ulema Grubunun Buradaki Yeri”, (Haz.: Ekmeleddin İhsanoğlu),

OİMC-1. Milli Türk Bilim Tarihi Sempozyumu-3/5 Nisan 1987, İstanbul -1987, s.58-59 34 A. Karaçavuş, Tanzimat Dönemi Osmanlı Bilim Cemiyetleri, Yayınlanmamış Doktora Tezi,

Ankara, 2006, s.56

15

olduğunu söyleyebiliriz. “Bizim muradımız evlad ve ahfadımıza sanâyi kabilinden

olarak elsine-i ecnebiyeyi öğretmektir. Yoksa ayin-i nasraniyeyi öğretmek

değildir…Ne kadar fabrikalar, vapurlar, makine ve çarklar varsa hep bu ilimle(cer-i

eskal-ağırlık bilimi) olur, Frenkler hem ilmini okurlar hem ameliyatını icra ve

tecrübe ederler. Hükümetleri tecrübe sahiplerine yardım ederler; paralarını sefahate

sarf etmezler. Ameliyatı tecrübe-i alat ile olur, alat da para ile olur. Biz de ilim

okunsa da ameliyat kalır, kimse vazife edinmez….. Böyle iyi işleri iptida padişahımız

ele almalı, alt tarafı ona bakar. Frengistan böyle ilerledi…” 35 Bu ifadeleriyle

Kethüdazade, bilim ve bilginin teknolojiye uyarlanması gerektiği konusunda fikirleri

olan ve Sanayi Devrimini doğru analiz eden ilk Osmanlı aydınlarından olduğunu

göstermektedir.

Ancak ülkede eğitimin genel durumu oldukça kötüdür ve hem toplum hem de

yöneticiler eğitime ve bilime yeterince önem vermemektedir. 1824 yılında II.

Mahmut’un yayınladığı ve ilköğretimi zorunlu hale getiren ferman36 eğitim tarihimiz

açısından önemli bir yenilik olarak kabul edilmektedir. M. Cevad, bu fermandan

bahsederken ülkede eğitimin genel durumu hakkında şöyle demektedir; “Görülüyor

ki o zamanlarda ahali çocuklarını mahalle mekteplerine bile göndermeye mütemayil

değilmiş. Mahalle mekteplerinde ise; hoca yahut imam efendi tarafından hece, Kuran

ve yazı karalaması taliminden sonra bazı imam ve müezzin çocukları hıfza çalışmak

gibi ibtidaiyattan başka hiçbir şey öğretilmezdi. Kaleme girecek olanlar oniki-onüç

yaşlarında devama başlar ve birçok zaman çıraklık ederdi.

35 H. Hatemi, Y.Işıl; Bir Bilim Dili Mücadelesi ve Tanzimat, İşaret Yayınları, İstanbul, 1989 s..22 36 Aslında geçmişte de benzer örnekleri olan ve çocuklara dini eğitim verilmesi gerektiği

konusundadır ve esas olarak eski zihniyetin bir örneğidir. Fermanın bir örneği için bk: M.Cevad,

a.g.e. s.1-2

16

Ashab-ı yesarın evladı hususi muallimlerden ders alır, bu da Arabî, Farsi ve

biraz da şiir ve inşadan öteye gitmezdi. Fevkalade zekâya malik bazı gençlerin

ictihad-ı zatiyeleriyle erbab-ı kemale intisap ve tahsil-i uluma sa’y ve gayret etmeleri

ahval-i istisnaiyeden olup böyle çıraklık ile yetişebilen insanlar meyanında nücum,

hendese, tıp, hat ve musiki gibi ulum ve fünuna müntesip olanlar dahi bulunurdu.

Bir de rical-i devletin menşe-i kadimi olan Enderun-ı Hümayunda ders

okunur ve bazı edeba ve ashab-ı malumat yetiştirilirdi. Bundan fazla tahsil medaris-i

kadimeye münhasır olarak bab-ı meşihatte müteşekkil ders vekâleti tarafından idare

olunurdu. Devlet-i Osmaniye’de kadim maarif nezareti işte bu ders vekâletidir.

Geçen asırdaki maarifsizliğin derecesini anlamak için Tarih-i Lütfî’nin

üçüncü cildinde ve 1245 senesi vekayi meyanında muharrer olup aynen naklolunan

fıkra-yı âtiyeye bakınız: “tefyiz edecek ketebe ulum-ı arabiye ve farsiyeden behredar

olmadıkça tahsil-i fen kitabet edemeyeceği bedihesiyle bundan akdem bab-ı defteri

ketebesine Hoca Pertev Efendi müderris tayin olunduğu misüllü Bab-ı Ali şakirdan-ı

aklamına şair-i meşhur Aynî Efendi hoca nasb olundu.”37

II. Mahmud’un fermanı eğitim tarihimiz açısından önemli sayılsa da, o sırada

Padişah, muhtemelen ulemanın desteğini kazanmak için bu fermanı yayınlamıştır.

Zira gerçek manada eğitim ve bilimde batılılaşma girişimleri ancak Yeniçeri

ocağının kapatılmasından sonra başlayabilmiştir.

Bu değişimle ilgili şunu da belirtmek gerekir; “Osmanlılar ilk elde,

matematik-mekanik-deneysel yeni doğa felsefesinin kendisiyle değil de yarattığı

sanayi devrimi ve sonuçlarıyla muhatap oldular. Grek ve klasik İslam medeniyetinde

kökenlerini bulan ortak zihniyete rağmen, yeni doğa felsefesi ve bilimle merak değil

37 M. Cevad, a.g.e. s.3-4

17

kaygı sâikıyla ve hakikat arayışının değil siyaset'in pragmatik amaçları

doğrultusunda ilişki kurdular.”38 Bu sebeple Osmanlı devleti, Batı’nın teknolojik

düzeyine bir an önce ulaşmak ve ordunun ihtiyacı olan elemanları yetiştirmek için

uygulamalı bilimler eğitimine başlamış, temel bilimler konusunda ise fark büyük

ölçüde devam etmiştir.

38 İ. Fazlıoğlu, Osmanlı: Bilim ve Düşünce, s.555

I. BÖLÜM

OSMANLI DEVLETİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME

18

I. BÖLÜM

OSMANLI DEVLETİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME

Osmanlı tarihinde modernleşme çabaları 18. yüzyılda, askeri alandaki

başarısızlıkların açıkça görülmesiyle başlamıştır. Dolayısıyla da askeri alanda bir

şeyler yapılmaya çalışılmıştır. Yüzyılın ilk yarısındaki sonuçsuz kalan bazı

girişimlerden sonra, 1775 yılında, Mühendishane adıyla teknik eğitim görmüş

subaylar yetiştirmek için yeni bir okul kurulması askerliğin yanı sıra eğitimde de

modernleşmenin ilk adımı kabul edilir.

1.1 Mühendishane-i Bahrî-i Hümayun

Açılış tarihi H.1187 / M.1773 olarak kabul edilmekle beraber Mühendishane-

i Bahri-i Hümayun'un açılışı, Fransız arşiv belgelerine göre, 29 Nisan 1775

tarihindedir. Baron de Tott'un imtihandan geçirerek seçtiği ilk öğrenciler genelde

iptidai riyaziye bilgisine sahip eski kaptanlardan, bunların veya yüksek rütbeli bazı

memurların çocuklarından oluşuyordu. Gerekli bazı kitaplar ve aletler Paris'ten

getirtilmişti. İlk aylarında Fransız hocalarından Gilles Jean- Marie Brazzer de

Kermovan tarafından matematik ağırlıklı bir eğitim verilmekte olan okulda kısa bir

zaman sonra devletin eğitilmiş denizcilere olan ihtiyacından dolayı ve Cezayirli Gazi

Hasan Paşa'nın da isteğiyle ders müfredatında deniz mühendisliği, hendese ve

coğrafya bilimlerine ağırlık verilecek şekilde değişiklik yapıldı.39 H.1190 / M.1776

yılı başlarında okulun nizamnamesi hazırlanarak yürürlüğe konuldu.

Mühendishane-i Bahri-i Hümayun 1781 yılında Mühendishane-i Tersane-i

Amire adıyla anılmaya başlandı ve 1784'te Halil Hamid Paşa'nın sadareti esnasında

yeniden düzenlendi. Bu vesile ile ders programları da yeniden ele alındı, eğitim

39 Mustafa Kaçar, Osmanlı Devleti'nde Bilim ve Eğitim Anlayışındaki Değişmeler ve

Mühendishanelerin Kuruluşu (Yayınlanmamış Doktora Tezi). İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1996,

s.97-98

19

kadrosu Fransa'dan getirtilen Lafitte- Ciave ve Monnier gibi mühendislerle takviye

edildi. Ancak bunlar arasında tersane ile ilgili olmayan karacı kale mühendisleri de

vardı. Bunlar o dönemde başka modern okul ve öğrenci olmadığından burada

istihdam edilmiştir.40

Avrupa'daki gibi gemi inşa edilerek bir donanma oluşturulmasına öncelik

verilmeye başlanınca, 1793'te, gemi yapımı sahasında hizmet verecek ve usta mimar

mühendisler yetiştirmek üzere başta Jacques Balthasard le Brunn olmak üzere bazı

Fransız mühendisler hizmete alınmıştır. İleride hoca ve gemi yapım mühendisi olarak

hizmet verecek olan Büyük Seyyid Mustafa ve Ahmed Hoca, J. B. le Brunn

tarafından yetiştirilmiş ve yabancı mühendislerin memleketlerine dönmeleri halinde

işlerin yürütülmesi bir dereceye kadar temin edilmiştir.41

1797'de Mühendishane-i Bahri'deki dersler dört ana grup halinde tanzim

edilmiş olarak sürdürülmekteydi: Harita ve coğrafya. seyr-i sefain, gemi inşası,

istihkâm ve kıla' hendesesi. Nihayet 1797'de kalyon inşası ve derya fenleri

Mühendishane-i Bahri'ye, istihkam ve hendese üzere kale inşası ve kara askerliğiyle

ilgili savaş bilimlerinin öğretilmesi Mühendishane-i Berri'ye tahsis edilerek iki

mühendishanenin eğitimi ve hoca kadrosu birbirinden ayrılmıştır42.

Hocalarının maaş durumundaki yetersizlik yüzünden Mühendishane-i

Bahri'deki eğitimin durma noktasına geldiği ve özellikle Nizam-ı Cedid devrinin

sona ermesiyle (1807) başlayan yeni dönemde tamamen ihmal edildiği

görülmektedir.

40 O.N.Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, C.I-II, Eser Matbaası, İstanbul, 1977, s.317 41 K. Beydilli, “Mühendishane-i Bahri Hümayun”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.31, ss.514-516, s.515 42 K. Beydilli, Türk Bilim ve Matbaacılık Tarihinde Mühendishane, Mühendishane Matbaası ve

Kütüphanesi, 1776-1826,Eren Yayıncılık, İstanbul, 1995, s.33

20

Mühendishanede geniş bir düzenlemeye gidilmesi, mevcut hoca ve talebelerin

mali durumunun iyileştirilmesi ve dolayısıyla başka işlerle uğraşmalarının

önlenmesi, daha yüksek maaş verilen Mühendishane-i Berri'ye geçmeye

çalışmalarına engel olunması için öncelikle maaşlarının yükseltilmesi hususu

gündeme getirilmiştir.

Yeniçeri Ocağı'nın ilgasından sonra askeri kurumlardaki yeniden yapılanma

aşamasında Mühendishane-i Bahri-i Hümayun 1830'da Heybeliada'ya nakledilmiş,

1838'de Tersane'de Paşa Konağı'nın bulunduğu tepe üzerine inşa edilen bir binaya

taşınmıştır. Bu dönemde de kayıtlı kırk talebesine rağmen bunların ancak yarısının

derslere devam ettiğinden ve hala eğitimin yetersizliğinden şikâyet edilen okul

1846'da kalıcı olarak tekrar Heybeliada'ya taşınmıştır. Mühendishane-i Bahrî

bugünkü Deniz Harp Okulu'nun nüvesini teşkil etmektedir.

1.2 Mühendishane-i Berrî-i Hümayun

III. Selim devrinde yeniden yapılanmanın en önemli kurumlarından biri

olarak H.1210 / M.1795'de Hasköy'de açılmıştır. Kuruluş sebebi Nizam-ı Cedid

ordusunun teşkil edilmesiyle bağlantılıdır. İlk dönemiyle ilgili belgelerde Fünun-i

Harbiyye Talimhanesi, Mekteb-i Fünun-i Harbiyye veya Mühendishane-i Sultani gibi

isimlerle, ardından da Mühendishane-i Berrî(-i Hümayun) olarak anılmıştır.

Mühendishane-i Bahri'de olduğu gibi bu mektepte yabancı hocalar istihdam

edilmemiştir. Ancak kanunnamesine göre hocaların yabancı dil bilmesi ve kitap

yazması zorunludur.43 Riyaziye ve hendese ağırlıklı olarak verilen dersler, okulun

idareciliğini ve baş hocalığını uzun yıllar üstlenen geometri ve cebir hocası

Abdurrahman Efendi başkanlığında Türk hocaları tarafından yürütülmüştür. Öğretim

43 E. Dölen, “Mühendislik Eğitimi”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, İletişim

Yay. C.II, ss.511-516, İstanbul, 1985, s.512

21

dört mühendis hoca tarafından sürdürülmüş, 1801'de İngiliz mühtedisi mühendis

Selim'in (Bailey) kadroya alınmasıyla hoca sayısı beşe yükselmiştir. Kanunnamede

hocalara ilişkinen dikkat çekici hususlardan biri de; hocaların ve halifelerin ağır bir

suç işleme, kendi isteğiyle ayrılma veya ölüm dışında hiç bir nedenle görevlerine son

verilmeyeceğidir. III. Selim bu şekilde bu okul hocalarına çok ileri düzeyde bir görev

güvencesi ve bilimsel özerklik sağlamıştır.44

Mektepte kullanılan ders kitaplarının çeşitli çizelgeler ve geometrik şekiller

içermesinden ötürü bunların hatasız çoğaltılması ve derslerle ilgili olarak

hazırlanacak eserlerin de daha ucuz şekilde basılabilmesi için mühendishane

binasının zemin katında bir matbaa açılmıştır. 45

Yanındaki Humbaracı ve Lağımcı ocaklarına bağlı bir kurum olması

düşünüldüğünden Mühendishane-i Berrî'nin başlangıçta müstakil bir kanunnamesi

yoktu ve nizamıyla ilgili düzenlemeler bu ocaklar için hazırlanan kanunnamede yer

almıştı. Buna göre hocalar; humbaracı ve lağımcı neferlerine humbara atmak ve

lağım bağlamak, fenn-i hendese üzere metris kazmak, tabya inşa etmek, ordu

mahallini tespit etmek, lağımcılara hendese dersleri vermek ve bu konularla ilgili

telif ve tercüme risaleler hazırlamak gibi vazifelerle yükümlüydüler.

Mühendishanede ayrıca bir kütüphane oluşturulmuştur.

1806'da Mühendishane-i Berrî, daha iyi bir işleve kavuşturulmak amacıyla

Humbaracı ve Lağımcı ocakları bünyesinden ayrılarak müstakil bir kurum haline

getirilmek istendi ve bu maksatla Eyüp'te Hançerli Sultan Yalısı'na taşındı. Aynı

tarihte mühendishane için ayrı bir kanunname hazırlandı. Daha uygun bir bina

44 A.g.m, s.512 45 K. Beydilli, “Mühendishane-i Berri Hümayun”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.31, ss.516-518, s.516

22

yapılması da düşünülmüş olmakla birlikte III. Selim'in tahttan indirilmesi yüzünden

bu gerçekleşmedi.

III. Selim'in tahttan indirilmesi ve Nizam-ı Cedid faaliyetlerine son verilmesi

mühendishaneye ağır bir darbe indirdi. 1808'de IV. Mustafa'nın kısa süren

saltanatında yeni bir kanunname hazırlandı. Ancak dönemin kargaşası içinde

hocaların işlerine son verilmesi, İrad-ı cedid hazinesinden sağlanan maaşların bu

hazinenin ilgasından ötürü ödenememesi gibi gelişmeler oldu ve maaşla ilgili

sıkıntılar uzun yıllar çözülemedi. Mühendishane-i Berrî binası 1809'da elden

geçirilerek tamir edildi. Ancak Yeniçeri Ocağı'nın ilgasına kadar geçen zaman içinde

mühendislik eğitimi ağır bir ihmale uğradı. Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasının

ardından çağdaş düzeyde eğitilmek üzere kurulan yeni ordunun ihtiyaçlarını

karşılamak amacıyla mühendislik eğitimi tekrar önem kazandı.

Mühendishanelerin kurulması Avrupa bilgisinin Osmanlı ülkesine devlet

eliyle getirilmesi anlamına gelmesi bakımından önemlidir. Ayrıca yabancı hocalar

getirilmesi de ciddi bir değişimin ifadesidir. Ayrıca hangi aşamada başladığını tam

tespit edemesek de bu kurumlarda öğrencilerin sandalyeye oturması ve kara tahta

üzerinde ders anlatılması gibi şeklen de batı tarzı eğitime geçildiğini biliyoruz.46

Bu okullar, sahip oldukları bu önemli özelliklere karşın beklenen ölçüde etkili

olamamışlar ve siyasi durumdan etkilenmişlerdir. Özellikle 1807’de çıkan Kabakçı

Mustafa isyanı ile III. Selim’in tahttan indirilmesinin ardından Yeniçeri ocağının

kaldırıldığı 1826 yılına kadar ihmal edilmiş ve hem hoca hem de öğrenci sayısı

azalmıştır.

46 Takvim-i Vekayi No:69, 7 Cemaziyelahir:1249

23

1.3. Mekteb-i Tıbbiye

Yeniçeri ocağının lağvedilmesinin ardından başlayan Asakir-i Mansûre-i

Muhammediyye isimli yeni ve modern bir ordu kurma çalışmaları sırasında

Hekimbaşı Behçet Mustafa Efendi'nin, bu orduya hizmet edecek tabip ve cerrahların

yetiştirilmesi amacıyla II. Mahmut nezdinde yaptığı girişimler sonucunda kuruldu.

Belgelerde adı Tıbhane-i Amire, Darüttıbb-ı Amire şeklinde geçer.

Kurulduğu aşamada Tıbbiye’de; birinci sınıfta öğrencilere dil bilgisi ve imla,

tıbbi bitki ve ilaçların, hastalık ve sakatlıkların Türkçe ve Arapça olarak tanımları

öğretilecek, ayrıca Kur'an-ı Kerim ve ilmihal dersleri verilecekti. Muallimlerden biri

Fransızca okutacak ve cerrahi uygulamalar yaptıracak, diğeri ise yabancı dili

ilerletmiş olanlara resimlerle anatomi ve tıp bilimine giriş dersi verecekti. Bir hattat

da güzel yazı yazmayı öğretecekti. İkinci sınıfta tıp bilgileri yanında İtalyanca da

öğretilecek ve bu dilde yazılmış tıbbi eserler Türkçe'ye çevrilecekti. Üçüncü sınıf

1829'da, dördüncü sınıf 1833'te açılabildi. Üçüncü sınıfa fizyoloji ve ilaçların

yararlarıyla ilgili dersler eklendi. Son sınıfta ise fizik, botanik ve fen bilimlerine

ağırlık verildi, ayrıca uygulamalı tıp eğitimi yaptırılmaya başlandı.47

Asakir-i Mansûre'nin tüzüğünde her bölüğe bir cerrah verilmesi

öngörüldüğünden bu alanda da eleman yetiştirmek amacıyla daha kuruluş yıllarında

ayrı bir cerrah sınıfı açıldı. 1833 yılında Mekteb-i Tıbbiyye'nin ve cerrahhanenin son

sınıf öğrencilerinden imtihanla seçilen altmış üç kişi hastanelerde görevlendirildi.

Hasta muayene ve ilaç yazma belgesi bulunanlar da alay ve tabur hekimlerinin

yanına yardımcı tabip ve cerrah, birkaç yıl stajyerlikten sonra da müstakil hekim ve

cerrah olarak tayin edildi.

47 N. Sarı, “Mekteb-i Tıbbiye”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.29, ss.2-5, s.3, Ankara, 2004

24

1838’de Viyana'dan getirtilen Karl Ambros Bemard okula muallim olarak

tayin edildi.48 II. Mahmud'un 14 Mayıs 1839'da mektebi ziyareti üzerine padişahın

"Adli" mahlasına nisbetle Mekteb-i Tıbbiyye-i Adliyye-i Şahane olan okulun adı

diplamalarda "L'Ecole Adliyee Imperiale de Medecine" şeklinde yazılmaya başlandı.

Okulda eğitim dili Fransızca idi.

Hocalar arasında birinci muallim olarak yer alan Bemard ders programını

Viyana'daki Josef Akademisi (Josefinum) tarzında yeniden düzenledi. Hasta başında

klinik eğitime önem verdi ve başarılı ameliyatlar yaptı. Öğrenciler bakalorya ve

doktora tezi imtihanları vermeye mecbur tutuldu.49 Yeni programı takip

edemeyenlerin cerrah ve eczacı yetişmeleri sağlanarak üç yıllık eczacılık mektebinin

temeli atılmış oldu.

1842-1843 öğretim yılında Mekteb-i Tıbbiyye'ye öğrenci hazırlayan üç yıllık

idadilerin ilavesiyle tıp ve cerrahi eğitiminin toplam süresi yedi yıla çıktı. 1845-1846

öğretim yılında ibtidai ve idadi dört, tıp ve cerrahi dönemleri altı yıla çıkarılınca

tahsil süresi on yıl oldu. Sultan Abdülmecid'in isteği üzerine bazı okul mezunları

1847'de Avusturya'ya gönderildi ve buradaki imtihanda gösterdikleri başarı Mekteb-i

Tıbbiyye'deki eğitimin üst seviyede olduğunu kanıtladı. 1847-1848 öğretim yılında

hazırlık süresi dört, tıp ve cerrahi sınıfları altı yıl olarak belirlendi. 50

1853-1856 Kırım savaşında duyulan acil hekim ihtiyacı üzerine eğitim dilinin

Türkçe olması için başlatılan çalışmalar, 1866'da kurulan Cem'iyyet-i Tıbbiyye-i

Osmaniyye'nin gayretleriyle daha da hızlandı. Aynı yıl içinde Mekteb-i Tıbbiyye

bünyesinde Mekteb-i Tıbbiyye-i Mülkiyye-i Şahane'nin devreye sokulmasıyla

48 S. Ünver, “Osmanlı Tababeti ve Tanzimat Hakkında Yeni Notlar”, Tanzimat I, ss.933-966, s.940 49 Y.Işıl Ülman, “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane’de (Galatasaray Tıbbiyesi’nde) Eğitim”, Türk

Tıp Eğitiminin Önemli Adımları, Edt:H.Hatemi, A.Altınbaş, ss.71-76, s.72, İstanbul, 2006 50 A.g.m., s.75

25

1867'de Türkçe tıp eğitimi kısmen başlatıldı. Bu sivil tıbbiyede özellikle İstanbul

dışında çalışacak belediye hekimlerinin yetiştirilmesi amaçlanmıştı. Türkçe eğitim

başarılı olunca 1870'te Askeri Tıbbiye'de de ilk sınıftan itibaren tedrisatın

Türkçeleştirilmesine başlandı. Eğitimin Türkçe olmasından sonra Türk tıp gazeteleri,

dergiler ve çok sayıda tıp kitabı yayımlandı. Mektepteki Türk ve Müslüman hoca ve

öğrenci sayısı arttı. 51

Tıbbiye, eğitimde modernleşmede mühendishanelere göre çok daha etkili

olmuş ve bu okul mezunları genel olarak Osmanlı modernleşmesinde liderlik

yapmıştır.

1.4- Mekteb-i Harbiye

Harbiye'nin kuruluşu konusunda ilk önemli teşebbüs 1831'de Hassa Ordusu

Müşiri Ahmed Fevzi Paşa’nın Selimiye'deki Mansûre askerleri arasından birkaç yüz

kişiyi seçerek bunları bölükler halinde teşkilatlandırmasıdır. “Sıbyan Bölükleri”

denilen subay adayı bu öğrencilere on ay gibi kısa bir süreiçerisinde okuma, yazma,

hesap, hendese, coğrafya, askerlik yöntem ve ödevleri dersleri okutulmuştur.52

Sıbyan bölükleri kurulurken Avrupa'daki gibi askeri okulların açılması da

düşünülmekteydi ve Hüsrev Paşa’nın, Fransa'daki Ecole Militaire tarzında bir askeri

mektebin açılması teklifini II. Mahmut’un olumlu bulmasıyla, uzun yıllar Avrupa'da

kalmış olan Mehmed Namık Paşa Harbiye Mektebi'ni kurmakla görevlendirildi.

Maçka Kışlası okul haline getirilerek ve Selimiye Kışlasındaki sıbyan bölükleri

buraya nakledilerek Harbiye kuruldu. (1834). Mektep başlangıçta Ekol Militer,

Mekteb-i Ulum-i Harbiyye, Mekteb-i Fünun-ı Harbiyye, Asakir-i Hassa-i Şahane,

51 N. Sarı, a.g.m., s.4 52 N. Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi yayınları, İstanbul, 2006, s.193

26

Mekteb-i Harbiyye-i Mansûre ve Mekteb-i Hassa gibi çeşitli adlarla anıldı.53 Eğitime

başladıktan sekiz ay sonra (5 Rebiyülevvel 1251 / 1 Temmuz 1835) II. Mahmud’un

ziyareti, okulun resmen açılış tarihi olarak kabul edildiği gibi adı da Mekteb-i

Harbiye olarak tescil edildi.

Harbiye'nin ilk nazırı olan Mustafa Mazhar Bey zamanında (1834-1836) okul

modern bir eğitim kurumu özelliklerine sahip değildi. Öğrenciler hiç bir eğitim

almadan geldikleri için Harbiye'de ilk, orta ve lise birinci sınıf seviyesinde eğitim

yapılıyordu. Avrupa'da eğitim görmüş olan Emin Paşa zamanında (1841-1846) daha

ciddi ve modern bir eğitime başlanarak fen ve meslek derslerine ağırlık verildi. Emin

Paşa, kendisi gibi Avrupa'da okumuş kimselerle Mühendishane'de çalışan bazı

hocaları Harbiye'ye alarak eğitim kadrosunu güçlendirdi. Onun gayretleriyle

Harbiye'ye hazırlık olmak üzere orta öğretim seviyesinde eğitim yapan askeri

idadiler açıldı. Harbiye'deki öğrenciler imtihana tabi tutularak en başarılıları Harbiye,

orta derecedekiler idadi ve başarısız olanlar da ihtiyat sınıfı öğrencisi kabul edildi.

Böylece Harbiye, orta eğitim üzerinde eğitim veren müstakil bir kurum haline

geldi.54 1847’den itibaren Prusya ve Fransa’dan hocalar getirildi.

ll. Abdülhamid'in askeri okullar müfettişliğine getirdiği Alman Goltz Paşa,

Harbiye'nin eğitim sistemini değiştirdi ve Fransız etkisindeki Osmanlı askeri eğitim

sistemi Alman etkisine girdi. II. Meşrutiyet'in ilanından (1908) sonra Harbiye,

Mektebi Terbiye ve Tedrisat-ı Umûmiyye Müfettişliği'ne bağlandı. Vehib Bey'in

kumandanlığı zamanında (1909-1912) mektep çağdaş bir eğitim kurumu hüviyetine

kavuştu.55

53 G. Eser, “Türkiye’de Modern Bilimlerin Eğitiminde Mektebi Harbiye Örneği”, Osmanlı Bilimi

Araştırmaları C.13, S.2, ss.99-114, İstanbul, 2012, s.105 54 A. Özcan, “Harbiye”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.16, ss.115-119, İstanbul, 1997, s.115 55 A.g.m, s.117

27

1.5. Modern Eğitimin Yaygınlaştırılması Girişimleri ve Rüşdiyelerin

Açılması

II. Mahmut’un padişahlığı döneminde, "Türk çocuklarından 150 kişi seçilerek

öğrenim için Avrupa'ya gönderilmesinde fayda mülahaza ettiğini…”56 belirtmesi ve

tahsillerini yurt dışında tamamlayan öğrencilerin pek çoğunun memlekete

döndüklerinde önemli görevlere getirilmesi57, Tıbbiye’nin kurulması ve burada

Avrupa’dan getirilen kitapların okutulması, hatta bu sebeple öğretim dilinin

Fransızca olması, Batıcı zihniyetin güçlendiğini göstermektedir. Gerçi Padişah açılış

konuşmasında öğretim dilinin zamanla Türkçeleşmesi gerektiğini vurgulamayı da

ihmal etmemiştir. Bahsettiğimiz gibi, Tıbbiye’den birkaç yıl sonra da modern bir

Harbiye açılarak yola devam edilmiş ve buraya da yabancı hocalar getirilmiştir.

Ancak, açıkça görüldüğü üzere buraya kadar bahsettiğimiz girişimler

tamamen askerlik üzerinedir. Şüphesiz ki imparatorluk bu dönemde her şeyden önce

yoğun bir panik havasını teneffüs ediyordu ve çarçabuk ordunun yeni bir düzene

sokulması, askeri ıslahat yapılması ve yeni tekniklerle donanmış ordunun Batı

ordusu karşısında yenilgilerini bertaraf etmek için fen tahsili görmüş zabit

yetiştirebilmek üzere daha çok pratik ihtiyaçlara cevap verecek uygulamaları

geliştirilmesi ilk elden amaçlanıyordu. Yani devrin meşhur tabiriyle artık mütefennin

zabit yetiştirmek imparatorluğun en önemli meselesi olmuştu.58

56 Padişahın bu isteği hoş karşılanmamış, 1827 yılında Avrupa’ya sadece 4 öğrenci gönderilmiştir.

Kapsamlı olarak öğrenci gönderilmesi 1835 yılında başlamıştır. Bkz: C.Bilim, “Osmanlılarda

Avrupa’ya Öğrenci Gönderilmesi”, Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, (Nisan 1999)

C.I, Sayı I, s.2 57 H. Sezer, “Tanzimat Dönemi’nde Avrupa Şehirlerine Gönderilen Öğrenciler”, (Der.: Hidayet

Yavuz Nuhoğlu), Osmanlı Dünyasında Bilim ve Eğitim Milletlerarası Kongresi-İstanbul, 12/15

Nisan 1999, İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi-IRCICA, İstanbul-2001, ss. 687–711. 58 T. Erdoğdu, “Maarif-i Umumiye Nezareti Teşkilatı”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler

Fakültesi Dergisi S.51 Ankara 1996, ss.183-247, s.184

28

Oysa karşılaşılan sıkıntılar, sadece askerlik alanında değil, her alanda iyi

yetişmiş elemana ihtiyaç olduğunu, ancak mevcut okullardan istenen özelliklerde

eleman yetişmediğini göstermiştir. Ayrıca Tıbbiye ve Harbiye’ye alınan öğrencilerin

eğitim seviyesinin çok düşük oluşu bu okullardan da istenen verimin alınmasını

zorlaştırmıştır.

Bu durum üzerine II. Mahmut, eğitim konusunda daha kapsamlı bir girişim

başlatmış ve bu konuyla ilgili çalışma yapmak üzere Meclis-i Umur-ı Nafia (Yararlı

İşler Meclisi) adıyla bir meclis oluşturarak ülkede eğitimin durumu ve neler

yapılması gerektiği konusunda rapor istemiştir.

1838 yılında oluşturulan Meclis-i Umur-ı Nafia’nın yazdığı layihada; “Bütün

sanat ve hirfetler ilim ile meydana gelir. Dini bilgiler insanı ahirette kurtuluşa

hazırlayan bilgiler olup, fenler ise insanoğlunun dünyadaki hayatını geliştirmesine

yarar. Örneğin astronomi bilimi denizlerdeki gemilerin seferlerini kolaylaştırır ve

ticareti geliştirmeye yarar. Matematik bilimi savaş işlerinin, askeri idarenin

düzenlenmesini sağlar. Buhar gibi yeni ve faydalı araçların sanat ve hirfetlerin

yapımında meydana getirdiği kolaylıklar hep çağdaş bilimlerin ürünüdür. Yüz kişinin

göreceği işi bir kişiye yaptıran nice araçlar hep bilimler sayesinde meydana

gelmiştir. Halkı cahil olan ülkelerde kazanç ve kar sağlanamaz…”59denilmektedir.

“Tarım, ticaret, endüstri kalkınması işlerini tartışan Yararlı İşler Meclisinin

vardığı bu sonuca göre, bunların hepsinin temelinde ‘bilim’lerin edinilmesi gereği

ortaya çıkıyor.”60

Meclisin layihasından yaptığımız alıntı ve daha sonra inceleyeceğimiz bazı

belgelerdeki benzer ifadeler araştırmacılar tarafından, pozitif bilimlere faydacı bir

59 Mahmud Cevad, Maarif-i Umumiye Nezareti Tarihçe-i Teşkilat ve. İcraatı, İstanbul, 1338, s.6-

10 60 N. Berkes, a.g.e, s.182

29

bakışla yaklaşıldığına delil olarak gösterilmiş ve Osmanlı devletinde bilimsel

zihniyetin henüz gelişmediğinin göstergesi kabul edilmiştir. Elbette devletin içinde

bulunduğu durum göz önüne alındığında, yöneticiler, bilim ve teknolojinin

gelişmesiyle devleti kurtarmayı amaçlamaktadırlar ancak özellikle bu layihada bizce

öncelikli amaç ulemayı yapılacak yenilikler konusunda ikna etmektir.

Nitekim bu layihayı inceleyen Meclis-i Ahkâm-ı Adliye, özellikle büyük

ilkokullarda Arapça öğretilmesini, Arapçada ilerlendikçe Şahidi, Nuhbe, Birgivi

Risalesi okutulmasını, ardından da İnşa ve Lugat okutulmasını tavsiye etmiştir.

Ayrıca ilköğretim işleri için ulemadan bir zatın maaşlı olarak nazır tayin edilmesi

önerisini de Padişah kabul ederek konuyu Şeyhülislama havale etmiştir. Zira

layihadaki “..bu husus umur-ı diniyeden olmağla..” cümlesinde bahsedilen husus

eğitimdir. Bu da göstermektedir ki 1830’lu yılların bürokratları için ilköğretim

tamamen dini bir meseledir.61

Layihanın içeriğinde eğitimle ilgili teklif edilen düzenlemeler ise; ilkönce

İstanbul’da olmak üzere büyük camilerin yanına yapılmış olan selâtîn-i izâm

mekâtibi de denilen sıbyan mekteplerinin devamı ve ikinci kademesi olarak sınıf-ı

sânî ismiyle yeni mektepler açılacaktır. Lâyihada sıbyan mekteplerine birinci sınıf,

yeni açılacak mekteplere de ikinci sınıf adı verilmiştir. Böylece Osmanlı eğitim

sistemi üç aşamalı hale gelmiştir. Sultan II. Mahmud tarafından yeni mekteplere

ikinci sınıf yerine “mekâtib-i rüşdiye” ismi verilmiştir.62

Bu layiha üzerinde Meclis-i Vala tarafından da çalışmalar yapılmış ve

Padişahın da onayıyla Mekatib-i Rüşdiye Nezareti kurulmuştur. Nazırlığa getirilen

İmamzade Esat Efendi bir nizamname hazırlamış ve bu nizamnameye uygun olarak

61 S.A. Somel, Osmanlı’da Eğitimin Modernleşmesi (1839-1908), (Çev: Osman Yener), İletişim

Yay, İstanbul, 2015, s.54. 62 M. Cevad, a.g.e, s.6

30

Mekteb-i Maarif-i Adli adıyla ilk rüştiye açılmıştır. Daha sonra bu okulun ikinci

şubesi olarak Mekteb-i Ulum-ı Edebiye-i Adli açılmıştır.

Belirtmeliyiz ki bu okulların açılmasıyla ilgili belge ve kaynaklara

bakıldığında; ordunun ihtiyacı için okullar açılmış olmasına karşın sivil bürokrasi

için henüz böyle bir şey yapılmadığından, dâhiliye ve hariciye kalemlerinde

çalışacak liyakatte memur bulmanın ve yetiştirmenin bir düzene konması

gerektiğinden bahsedilmektedir.63 Yani bu okullar da öncelikle devlete memur

yetiştirmek veya genç memurları eğitk için açılmıştır. Yine de bu modern eğitimin

yaygınlaşmasının aşamalarından biri olarak kabul edilmelidir.

Bu okularda verilen eğitime baktığımızda da; dini içerikli derslerin yanısıra

Farsça, Fransızca, hendese, tarih ve coğrafya eğitimi de planlandığı görülmektedir.

Görüldüğü gibi Tanzimat öncesi dönemde hem eğitim konusunda bazı yenilikçi

adımlar atılmış hem de Avrupa bilgisi Osmanlı ülkesine hızlı bir şekilde girmeye

başlamıştır.

Devletin ilmiye teşkilatı ise bu gelişmeye doğrudan karışmamış ya da

karışamamıştır. Klasik dönemde yani 19. yüzyıl başlarına kadar eğitim işleri için

devlet teşkilatı içinde en yüksek mercii "şeyhülislam ulemanın reisidir" diyen

Fatih'in kanunnamesinin hükmünün delaletiyle, meşihat makamı olarak kabul

ediliyordu.64 1826’da Evkaf-ı Hümayun Nezaretinin kurulmasıyla eğitime ilişkin

vakıflar da devletin kontrolüne alınmıştır. Bu yeni dönemde ise sıbyan mektepleri

ulemanın kontrolünde kalmıştır. Rüştiyeler için ise Evkaf-ı Hümayun Nezareti içinde

Mekatib-i Rüştiye Nezareti adıyla bir yapı oluşturulmuş ve ulemadan İmamzade

63 O.N. Ergin, a.g.e, C.I-II, s.396-397 64 T. Erdoğdu, a.g.m, s.186

31

Esad Efendi Nazır tayin edilmiştir.65 Her ne kadar yeni okullar ilk etapta ulemanın

yönetimine verilmiş gibi görünse de, en azından artık yeni okul açma kararı ulemanın

dışında gerçekleşmeye başlamıştır. İslami birikimin Türkçeye aktarılması bu

dönemde de Tanzimat döneminde de hızla devam etmiştir.66 Dolayısıyla bu süreçte

ve sonrasında ilmi zihniyette başlayan değişim, bir kırılma ya da kopuş şeklinde

olmuş, eğitim ve bilim alanında gelenekçi-modern ayrımı gittikçe artmıştır.

Yeni bir dönemi başlatan Tanzimat Fermanında eğitim konusunda herhangi

bir ifade yer almamaktadır. Fakat fermanın ilanından birkaç yıl sonra devlet yeniden

bu konuya el atacak ve eğitim ve bilim alanındaki değişim daha da hızlanacaktır.

65 BOA, HAT, 1320 / 51545. Belirtmemiz gerekir ki adı nezaret olmakla beraber bu yapı aslında bir

müdürlük seviyesindedir. Daha sonra Mekatib-i Adliye Nezareti adını almış, 1849 yılında da Mekatib-

i Umumiye Nezaretiyle birleşmiştir. 66 “Tanzimat, bir bütün olarak, edebiyat ve felsefe sahasında İslami edebiyatın Türkçe’ye

tercümesinin görülmemiş ölçülere ulaştığı bir dönem oldu” Ş. Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin

Doğuşu, (Çev.: Mümtazer Türköne-Fahri Unan-İrfan Erdoğan), İletişim Yayınları, İstanbul-1998.

s.229

II. BÖLÜM

TANZİMAT DÖNEMİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME

VE ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN KURULUŞU

32

II. BÖLÜM

TANZİMAT DÖNEMİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME VE

ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN KURULUŞU

2.1- Tanzimat Döneminde Eğitimin Modernleşmesi Yönünde İlk Adımlar

Tanzimat Fermanında eğitimle ilgili bir madde bulunmadığından ilk etapta bu

konuda yeni bir faaliyet yoktur. Ancak 6 yıl sonra, 3 Ocak 1845 (4 Muharrem 1261)

günü Sultan Abdülmecit Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’yi ziyareti sırasında

okuttuğu ferman eğitim alanında yeni bir dönemi başlatmıştır. Sultan bu fermanında;

amacının devletin imarı, halkın mutluluğu ve te’yid-i din olduğunu, ancak her

nedense millete faydalı bir hizmet verebilmek için yapılan çalışmaların “semere-yi

hasenesinin” görülmediğini hatırlatarak yapılmasını istediği şeyleri açıklamıştır.

Bunlar özetle; memleketin imarı ve halkın eğitimi için gerekenlerin bir an önce

yapılmasıdır. Yapılacak ıslahat konusunda liyakatli kimselerle vükela toplanarak

müzakere ve mütalaalarda bulunmalıdır. Memleketin münasip yerlerine, halkın

cehaletinin giderilmesi için, ilim ve fenlerin membaı ve sanayinin kaynağı olacak

mektepler icad ve inşa edilmelidir.67

Fermandaki halkın cehaletinin giderilmesi ifadesi, hem kitle eğitimini

amaçlaması hem de II. Mahmut’un 1824’teki fermanından farklı olarak pozitif

bilimleri de kapsaması yönüyle dikkat çekicidir.

Sultan’ın bu ziyaretinin ardından Meclis-i Vâlâ, yaklaşık iki ay süren bir

çalışma sonucunda, imar işleri için Meclis-i İmar, eğitim konusu içinse Meclis-i

Muvakkat adlarında iki meclis oluşturulmasını karalaştırmıştır.68 Meclis-i Muvakkat,

67 Fermanın tam metni için bkz: Takvim-i Vekayi No:280, 12 Muharrem 1261 68 Takvim-i Vekayi No:283, 4 Rebiüleevel 1261,

33

Melek Paşazade Abdülkadir Bey başkanlığında, Dar-ı Şura-yı Askeriye azasından

Arif Beyefendi, Vakanüvis Esat Efendi, Fetva Emini Arif Efendi, Meclis-i Vâlâ

azasından Said Muhib Efendi, Mekteb-i Fünun-ı Harbiye Nazırı Emin Paşa,

Mütercim-i Evvel Fuad Efendi (Sonra Hariciye Nazırı ve Sadrazam) ve kitabet

hizmeti için Amedi Hulefasından Recai Efendi’den oluşmaktaydı. İlmiye, Kalemiye

ve Seyfiye’den üyeler barındıran bu meclis haftada iki gün toplanarak Bâb-ı Âli’de

tahsis edilen yerde çalışacaktı.

İşe ilk olarak mevcut mekteplerin bir dökümünün çıkarılmasıyla başlayan

Meclis-i Muvakkat bir yıllık bir çalışma sonucunda hazırladığı raporunu Meclis-i

Vâlâ’ya sunmuştur. Rapordaki teklifler özetle dört madde halinde sıralanabilir:

1- Çocukların terbiye ve talimi için mevcut sıbyan mekteplerinin

düzeltilmesi,

2- Rüşdiye mekteplerinin düzeninin, halk için bilinmesi zaruri olan din

bilgilerini öğretecek şekilde tertip edilmesi,

3- Osmanlı tebaası olup da, ilim tahsil ederek kendilerini geliştirmek isteyen

veya padişaha memur olmak isteyenler için gece ve gündüz eğitim

verebilecek, ilim tahsil etmek isteyenlerin merkezi olacak ve hiçbir ilim

ve fenden geri kalmayacak bir Dârülfünun inşa edilmesi,

4- Belirtilen maddelerle ilgili detaylı düzenlemeler yapmak ve bunların

hayata geçirilmesini an be an takip edip ortaya çıkabilecek durumları

görüşüp yoluna koymak üzere Meclis-i Maarif-i Umumiye adıyla daimi

bir meclis kurulması ve bir kişinin Maarif-i Umumiye Nazırı olarak

tayini.69

69 Takvim-i Vekayi, No: 303, 27 Receb 1262

34

Meclis-i Muvakkat’ın bütün tekliflerinin uygun bulunmasıyla, Meclis-i Vâlâ

Reisi Sadık Rıfat Paşa ile Hariciye Nazırı Mustafa Reşid Paşa’nın müşterek nezareti

altında olmak üzere Meclis-i Maarif-i Umumiye kuruldu. Meclis-i Muvakkat azası da

olan Dar-ı Şura-yı Askeriye Reisi Ferik Emin Paşa, bu yeni meclisin reisi olarak

görevlendirildi. Diğer üyelerden Fuad Efendi, Esat Efendi ve Said Muhib Efendi de

yeni mecliste görevlendirildi. Bunların dışındaki üyeler ise Hariciye Müsteşarı Âlî

Efendi (sonradan Paşa), Dar-ı Şura-yı Askeriye azasından ferik Mehmet Paşa ile

Saray Başhekimi İsmail Paşa’dır.

Meclis-i Muvakkat’ın raporuna göre faaliyetlere böylece başlanmış oldu.

Ancak teklif edilen, Maarif-i Umumiye Nazırlığı görevi Maarif-i Umumiye adıyla

değil Mekatib-i Umumiye adıyla verilmiş ve 1847 yılında ilk Nazır olarak vakanüvis

Esad Efendi, muavin olarak da Kemal Efendi tayin edilmiştir.70 Ancak kısa bir süre

sonra Esad Efendi boşalan Meclis-i Maarif-i Umumiye reisliğine atanmış ve

Mekatib-i Umumiye Nezareti Müdürlüğe dönüştürülerek Kemal Efendi Müdür

olarak görevlendirilmiştir.71

Kemal Efendi’nin müdür olarak yeni rüşdiyeler açması ve öğrencilerin

başarılarını bizzat Padişahın huzurunda göstermesi üzerine, kendisine Nazırlık

verilmesi için 1848’de Mekatib-i Umumiye yeniden Nezarete dönüştürülmüştür.72 II.

Mahmut döneminde kurulmuş olan Mekatib-i Rüşdiye Nezareti de önce Mekatib-i

Adliye Nezareti adını almış, 1849 yılında da sorumlu olduğu okulların Mekatib-i

Umumiye Nezaretine devriyle ortadan kalkmıştır.73

70 M. Cevad, a.g.e, s.34 71 T. Erdoğdu, a.g.m, s.200 72 M. Cevad, a.g.e, s.38 73 T. Erdoğdu, a.g.m, s.201

35

Mekatib-i Umumiye Nezareti her ne kadar hem sıbyan mektepleri hem de

rüşdiyelerden sorumlu olsa da sıbyan mekteplerinin vakıf statüsünde olmaları ve bu

mekteplerin hocalarının direnç göstermeleri sebebiyle bu okullarla ilgili etkin bir

çalışma yapamamıştır. “Tanzimatın ilk yıllarında Mekatib-i Umumiye Nezaretinin

somut olarak yapabildiği tek şey Meclis-i Maarif tarafından saptanan belirli ders

kitaplarının İstanbul, Batı Anadolu ve Balkanlardaki mahalle mekteplerine

dağıtılması oldu (1847-1857)”.74 Bu kitaplara baktığımızda da; Elifba Cüzü, Zübdetü

İlm-i Hal, Tecvid Risalesi, Birgivi Risalesi, Tuhfe-i Vehbi, Gülistan, Talim-i Farsi

gibi Arapça ve Farsça ile dini bilgiler vermeyi amaçlayan kitaplarla Sadık Rıfat

Paşa’nın yazmış olduğu Ahlak Risalesi isimli eseri görmekteyiz.75

Islahat Fermanıyla gayrimüslimlere eğitim alanında verilen haklar ve Meclis-

i Maarif-i Muhtelit gibi bir yapının oluşturulması, daha geniş bir Maarif teşkilatını

mecburiyet haline getirmiştir. Böylece 1857 yılında Heyet-i Vükela’ya dahil olan bir

Nazırın idaresinde Maarif-i Umumiye Nezareti kurulmuştur. Maarif Nezaretine son

şekli ise 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile verilmiştir.

Meclis-i Muvakkatın raporuna göre başlanılan bir diğer girişim de teklif

edilen Darülfünunun kurulmasıdır. Bu noktada bu yeni müesseseden bahsetmek

istiyoruz.

2.2. Darülfünun

Bu müesseseye "fenler evi" manasına gelen "darü'l -fünûn" adının verilmesi,

o günün şartlarında medreseden ayrı bir kurum olduğunu çarpıcı bir şekilde ortaya

74 S.A.Somel, Kırım Savaşı, Islahat Fermanı ve Osmanlı Eğitim Düzeninde Dönüşümler, Tanzimat

Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, (Edt. H. İnalcık, M. Seyitdanlıoğlu) ss.683-708, s.690,

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 2011 75 BOA, İ.MVL 96/2015,96/2036, İ.DH, 143/7390

36

koyma düşüncesinden doğmuştur.76 Tanzimat devrinde halkın eğitimi meselesi

içerisinde ele alınıp geliştirilmiş olan darülfünun, "malumat ve hüsn-i ahlakça

mükemmel olmak isteyen ve bütün ilim ve fenleri okumaya hevesli veya devlet

dairelerinde çalışmak isteyen herkese gerekli bilgileri sağlayacak bir kurum" olarak

tarif edilmiştir. Ayrıca darülfünun, bütün masraflarının devlet tarafından

karşılanacağı, talebelerin gece gündüz barınabilecekleri ve çalışacakları bir yer

olarak düşünülmüştür.

Kasım 1846'da, İtalyan asıllı mimar Fossati ile İstanbul' da bir darülfünun

binasının inşası için mukavele yapılmış ve Ayasofya civarında tespit edilen büyük

arsa üzerine üç katlı, 125 odalı, gösterişli, Avrupa üniversitelerine benzer şekilde

büyük bir bina yapılması istenmiştir. Ancak inşasına hemen başlanan bu bina uzun

yıllar tamamlanamamıştır. 77

1863 yılında dönemin sadrazamı Keçecizade Fuad Paşa'nın, darülfünun

binasının tamamlanmasını beklemeden binanın bitmiş olan bazı odalarında halka

açık serbest konferans şeklinde dersler verilmesini uygun görmesiyle ilk darülfünun

tedrisatı başlamış oldu. 13 Ocak 1863'te İbrahim Edhem Paşa'nın nezareti altında

kimyager Derviş Paşa fizik ve kimyaya dair konuşmasıyla ilk dersi verdi. Büyük ilgi

uyandıran bu konferanslar halk ve devlet ileri gelenleri tarafından takip edilmekteydi.

1863 yılı boyunca bu şekilde fizik, kimya, tabii ilimler, tarih ve coğrafya konularında

serbest dersler verilmiştir.

76 E.İhsanoğlu, “Darülfünun”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.8, ss.521-525, s.521, İstanbul, 1993 77 “Kırım Savaşı sırasında bina yarı inşaat halindeyken askeri hastane olarak kullanılmıştır. Bu durum

binanın bitirilmesini geciktiren etkenlerden birisi olmuştur. İnşaatı tamamlandıktan sonra da 1865

yılında Maliye Nezareti, 1876 ve 1908 yıllarında Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayân’ın çalışmaları

için kullanılmış olan bu bina on sekiz yılda tamamlanabilmiştir. M.S. Yılmaz, “Darülfünun Reformu-

Darülfünun’dan İstanbul Üniversitesine Geçiş Süreci (1863-1933)”, Kastamonu Eğitim Dergisi,

Cilt:9, No:1, (Mart 2001), s.250”

37

Darülfünun için yapılması kararlaştırılan yeni bina tamamlanıncaya kadar

serbest derslere geçici olarak Çemberlitaş civarındaki Nuri Paşa Konağı'nda devam

edildi. Ancak 8 Eylül 1865'te çıkan büyük Hoca Paşa yangınında bu konağın da

tamamen yanması darülfünunda derslerin tatil edilmesine yol açmıştır.

1869'da Darülfünunun bugün Basın Müzesi olarak kullanılan yeni binası

tamamlandı. Aynı yıl Maarif Nazırı Saffet Paşa'nın gayretleriyle, Ahmed Kemal

Paşa'nın başkanlığında Sadullah Paşa, Recaizade Ekrem, Ebüzziya Tevfik gibi

tanınmış kişiler tarafından Fransız eğitim sisteminden faydalanılarak hazırlanan

Maarif-i Umümiyye Nizamnamesi78 ile ilk defa Batı sistemine uygun bir eğitim

modeli ortaya konulmaya çalışıldı. 198 maddelik bu nizamnamede elli bir madde ile

en çok darülfünuna yer verilmişti. Buna göre yeni adıyla Darülfünun-ı Osmani üç

ayrı şubeden (fakülte) oluşmaktaydı. Bunlar Hikmet ve Edebiyat, Ulüm-i Tabiiyye

ve Riyaziyyat, Hukuk şubeleriydi. Her şubenin ayrı ayrı detaylı ve kapsamlı ders

programları hazırlanan, mezuniyet tezi, müderrislik tezi gibi araştırmaya dayalı

çalışmalara da yer verilmiş olan darülfünunda müze, kütüphane, laboratuar gibi

birimlerin de açılması öngörülmüştü. Dersler Fransız modeli üzerine kurulmuş

olmasına rağmen Felsefe ve Edebiyat şubesinde Şark dillerinden Arapça, Farsça

yanında Batı dillerinden Fransızca, Yunanca ve Latince dersleri programda yer

almıştı. Hukuk şubesinde de İslam hukuku yanında Fransız medeni kanunu, Roma

hukuku ve milletlerarası hukuk derslerinin bulunması, İslam ve Batı'yı telif etme

gayretlerinin varlığını göstermektedir.79

8 Nisan 1869'da padişahın irade-i seniyyesiyle kuruluşu tasdik edilen

Darülfünun-ı Osmanî'ye Ekim 1869'da talebe kaydına başlandı ve müracaat eden

78 Nizamname için bk. Düstur, Birinci tertip, ll, 184-2 19. 79 E.İhsanoğlu, Darülfünun, s.522,

38

1000’den fazla kişiden imtihanla 450’den fazla talebe seçildi.80 Kütüphane için

Avrupa'dan kitap ve ilmi dergiler sipariş edildi; ancak araştırma sonuçlarının

yayımlandığı bu dergilerin alımından vazgeçilerek sadece kitap alımı

gerçekleştirilebildi. Bu arada fizik laboratuarı için çeşitli alet ve edevat sipariş

edilmişti.

Darülfünun-ı Osmanî, 20 Şubat 1870'te ileri gelen devlet adamlarının da hazır

bulunduğu büyük bir merasimle açıldı. Müdürlüğüne de 1857 yılında Paris'teki

Mekteb-i Osmanî’de hocalık yapmış olan Tahsin Efendi (Hoca veya Gavur Tahsin)

getirildi. Ancak nizamnarnede belirtilen esaslara aykırı olarak ders programı o günün

imkanlarına göre yeniden düzenlenip her üç şubenin de aynı programı takip etmesi

yoluna gidildi ve böylece fiilen şubeler kaldırılarak tek tip ders yapıldı.

Birinci ders yılı sonunda talebeler imtihan edilerek başarılı olanlara birer

şehadetname verildi. İkinci ders yılı başlamadan önce, ramazan ayı olması

münasebetiyle ders yapılamadığından, darülfünun müdürü Tahsin Efendi umuma

açık konferanslar (ders-i âm) tertip etti. O tarihte İstanbul'da bulunan ve

darülfünunun açılış merasiminde de bir konuşma yapmış olan Cemaleddin-i Efgani,

sanayi, edebiyat ve teknoloji konularındaki bu konferansların birinde, sanatı tarif

ederken ve kısımlarını sayarken peygamberliği de bir tür sanat olarak zikretmişti. Bu

sözlerin konferansa katılanlar arasında tepkiye yol açması ve çeşitli çevrelerin

şiddetli itirazı sebebiyle konferanslar iptal edildi. Cemaleddin-i Efgani İstanbul'dan

uzakIaştırıldığı gibi Darülfünun-ı Osmani Müdürü Tahsin Efendi azledilerek yerine

geçici olarak Maarif Nezareti muavinlerinden Kazım Efendi getirildi. Türk maarif

tarihiyle ilgili yazılarda genel olarak Darülfünun-ı Osmani'nin bu hadise sonucu

80 M.A. Ayni, Darülfünun Tarihi, Haz. A. Kazancıgil, Kitabevi, İstanbul, 2007, s.20

39

kapatıldığı belirtilmekteyse de darülfünunda dersler 1872-1873 öğretim yılına kadar

kesintisiz devam etmiştir. Bu müesseseden mezun talebe bulunup bulunmadığı veya

Darülfünun-ı Osmaninin niçin ve nasıl kapatıldığı da tam olarak anlaşılamamıştır.81

Ülkenin Batı tarzında bir üniversiteye ihtiyacı bulunduğuna inanan idareciler,

başarısız iki teşebbüsten sonra farklı bir tavırla darülfünun kurma gayretlerini

sürdürdüler. 1873'te dönemin Maarif Nazırı Saffet Paşa, Galatasaray'daki Mekteb-i

Sultani Müdürü Sava Paşa'yı hazineye yük olmamak şartıyla yeni bir darülfünun

kurmakla görevlendirdi.82 Kurulması tasarlanan darülfünun, bu defa 1868'den beri

faaliyette bulunan ve bir orta öğretim kurumu olan Galata Sarayı Mekteb-i Sultanisi

temeli üzerine oturtulmaya çalışıldı. Darülfünun-ı Sultani adıyla anılan bu yeni

kurum Hukuk, Fen ve Edebiyat yüksek mekteplerinden oluşmakta ve resmi

yazışmalarda üçüne birden "mekatib-i aliye" denilmekteydi. 1874-1875 öğretim

yılında öğretime başlayan Darülfünun-ı Sultani. ilk açıldığında Hukuk ve (Fen

Mektebi yerine) Mühendisin-i Mülkiyye mekteplerinden meydana geliyordu.

Mühendisin-i Mülkiyye Mektebi'nin adı birinci öğretim yılı sonunda Turuk u Maabir

Mektebi olarak değiştirildi.

1876 yılında üçüncü öğretim yılının başlarında Hukuk Mektebi, Turuk u

Maabir Mektebi ve Edebiyat Mektebi nizamnameleri Düstur'da yayımlanarak

yürürlüğe girdi.83 Bunların açılışı, önceki darülfünun açılışlarına nazaran daha

temkinli ve gösterişsiz bir şekilde yapılmış, hatta bu okullar 1876 yılına kadar halka

tanıtılmamıştır.

Darülfünun-ı Sultani'de dört yıllık öğretim süresi sonunda bir tez hazırlayıp

başarıyla savunan talebeler "doktor" unvanıyla mezun olacak ve ihtisaslarına göre ya

81 E.İhsanoğlu, Darülfünun, s.523. 82 M. A. Aynî, a.g.e, s.30. 83 Düstur, Birinci Tertip, C.III, s.438-448

40

Adiiye Nezareti'nde veya Nafia Nezareti'nde istihdam edileceklerdi. Tez

hazırlayamayanlar ise doktoradan daha kolay bir imtihana tabi tutulacak ve

bunlardan Hukuk Mektebi mezunları dava vekilliği, Turuk u Maabir Mektebi

mezunları kondüktörlük, Edebiyat Mektebi mezunları da öğretmenlik

yapabileceklerdi. Daha önceki darülfünunda herhangi bir ihtisaslaşma ve bunun

sonucunda belirli meslek sahiplerinin yetişmesi ve bunların belli alanlarda istihdam

edilmesi düşünülmemiş olduğu halde Darülfünun-ı Sultani'de devletin o günkü

ihtiyacına göre ihtisaslaşmaya doğru bir yöneliş görülmektedir.84

1877- 1878 yılında öğretime ara verilen ve Ekim 1878'de tekrar eğitime

başlayan Darülfünun-ı Sultani ilk mezunlarını 1879-1880 öğretim yılında verdi. Bu

dönemde Hukuk Mektebi'nden yedi kişi mezun oldu. Turuk u Maabir Mektebi'nden

mezun olanların sayısı bilinmemektedir. 1880 -1881 yılında ikinci mezunlarını veren

Hukuk ve Turuk u Maabir mektepierinin daha sonraki faaliyetleri hakkında bilgi

yoktur.85

İlerleyen yıllarda devlet, tamamen kendi kontrolünde olan ve müslüman

talebeler aleyhindeki eşitsizliği de ortadan kaldırmak üzere birbirinden bağımsız

yüksek mektepler açma yoluna gitmiştir. Böylece Osmanlı hukuk ve mühendislik

öğretimi XX. yüzyılın başına kadar Mekteb-i Hukuk ve Mekteb-iMülkiyye ile

Mühendis Mektebi'nde müstakil olarak devam etmiştir. Bu döneme kadar bir külliye

içinde birkaç bölümden oluşan darülfünun kurma çalışmaları başarısızlıkla

sonuçlanırken II. Abdülhamid döneminde kuruluşu hızlanan orta ve yüksek öğretim

müesseseleri yaygınlaşmıştır. Darülfünun-ı Sultaninin faaliyetleri sona erdikten

sonra. Osmanlı Devleti'nde 1900 yılına kadar ülkenin ilim ve eğitim kurumlarının

84 E.İhsanoğlu, Darülfünun, s.523 85 A.g.m, s.523

41

yaygınlaştırılması çalışmaları arasında yeni bir darülfünun kurma teşebbüsüne

rastlanmamıştır. İlk ve orta öğretim kurumları sayıca artmış ve eğitim seviyeleri

yükselmiş; bunun yanında devletin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere mülkiye, tıp,

hukuk, ticaret, sanayi, mühendislik ve mimarlık sahalarında ihtisaslaşmaya yönelik

yüksek öğrenim okulları açılmıştır.

Mesleki eğitim veren bütün bu yüksek okullar dışında özellikle ilim adamı

yetiştirmeye yönelik bir müessese kurulması konusunda Sadrazam Küçük Said Paşa,

2 Şubat 1310 ( 14 Şubat 1895) tarihinde II. Abdülhamid'e sunduğu arizasında,

Amerika ve Avrupa üniversitelerinin fonksiyanlarına sahip ve ilim adamı

yetiştirmeye yönelik beş fakülteden (darülicaze) oluşan bir darülfünun kurulmasının

gerekliliğini arzetmişti.86 1900'de elli beş yıllık tecrübelerin ışığında, artık yerleşmiş

bir hukuk mektebinin de bulunduğu birkaç fakülteden oluşan ve bugünkü Türk

üniversitesinin temelini oluşturan Darülfünun-ı Şahane'nin kurulması

kararlaştırılmıştır. Bu müessesenin resmi açılışı, Il. Abdülhamid'in 25. cülüs yıl

dönümüne rastlayan 31 Ağustos 1900 tarihinde yapılmıştır. Darülfünun-ı Şahane

Edebiyat ve Hikmet (Felsefe) şubesi, Ulum-i Riyaziyye ve Tabiiyye (Fünun) şubesi

ve Ulum-i Aliye-i Diniyye (ilahiyat) şubesi adlı üç fakülteli bir üniversite olarak

planlanmış. Hukuk ve Tıbbiye mekteplerinin de resmen bağlanmamakla birlikte

darülfünunun tabii kolları sayılmasıyla beş fakülteli modern Osmanlı üniversitesinin

ilk sağlıklı kuruluşu gerçekleştirilmiştir.87

Darülfünun-ı Şahane açıldığı zaman, daha önce kurulmuş olan

darülfünunların karşılaştığı ve birçok açıdan onların başarısızlıklarına sebep olan

hoca, yetişmiş talebe ve Türkçe ders kitaplarının yetersizliği gibi olumsuzluklar

86 Z. Çevik, II. Abdülhamit Dönemi Bir Bürokrat Portresi: Sadrazam (Küçük) Mehmed Said Paşa ve

Reformları, Turkish Studies, Volume 4/8 Fall 2009, ss.838-865, s.858-859 87 M.A. Ayni, a.g.e. s.33

42

kısmen ortadan kalkmıştı. Ancak çok sayıda müracaat olmasına rağmen belli sayıda

talebe alınması. sıkı bir idari kontrolün bulunması ve derslerin daha çok teorik

safhada kalması, darülfünunun olumsuz yönleri olarak kabul edilmelidir. II.

Meşrutiyet'in ilanma kadar geçen süre içerisinde birçok mezun veren Darülfünun-ı

Şahane, Meşrutiyet döneminde daha sistemli bir eğitime geçti. Meşrutiyet'in ilanıyla

adı İstanbul Darülfünunu şeklinde değiştirilen Darülfünun-ı Şahane, Tıp ve Hukuk

şubelerini de bünyesine katmak suretiyle resmen beş şubeli olarak yeniden

teşkilatlandırıldı.

1912'de darülfünunda yeni bir ıslahat programı uygulandı. Bu dönemde

Eczacı ve Dişçi mektepleri Tıp Fakültesi'ne bağlanırken88 Şam vilayetindeki Tıbbiye

Mektebi de İstanbul Darülfünunu'na bağlandı, şubeler fakülte adını aldı ve

muallimlere müderris unvanı verildi, talebe ve müderrislerin devam ve disiplin

kaideleri düzene sokuldu. I. Dünya Savaşı yıllarında Avrupa'dan gelen çok sayıdaki

yabancı öğretim elemanının da çalışmalarıyla darülfünun önemli gelişmeler gösterdi

ve modern bir üniversite fonksiyonu icra etmeye başladı. Darülmesai adıyla çeşitli

alanlarda enstitüler kuruldu, bunlar için kütüphaneler ve laboratuvarlar hazırlandı.

Ayrıca 1914'te hazırlanan Islah-ı Medaris Nizamnamesi ile İstanbul medreseleri

Darülhilafeti'l-Aiiyye adıyla tek bir medrese haline getirildi ve darülfünun

bünyesindeki Ulüm-i Aliye -i Diniyye şubesi kapatılarak öğrencileri Darülhilafe'nin

Aliye kısmına devredildi.89 12 Eylül 1914'te kız talebeler için Edebiyat, Riyaziyyat

ve Tabfiyyat şubelerinden oluşan inas Darülfünunu kuruldu. 1917'de ilk mezunlarını

veren inas Darülfünunu 1920'de lağvedildi. Bunun üzerine 1921'den itibaren önce

88 E. Dölen, “II. Meşrutiyet Döneminde Darülfünun”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları, C.10, S.1, ss.1-

46, 2008, s.9 89 E.İhsanoğlu, Darülfünun, s.524

43

Edebiyat ve Fen fakültelerinde, ardından da Hukuk Fakültesi ile Tıp Fakültesi'nde

birer yıl ara ile karma öğretime geçildi.

Milli Mücadele yıllarında (1918- 1923) ülkedeki bütün kurumlar gibi

darülfünun da ciddi sıkıntılar yaşadı. 1918-1919 öğretim yılı başında yabancı hocalar

ülkelerine döndüler. Bütçe tasarrufları sebebiyle fakülteler için kiralanan binaların

hemen hepsi boşaltıldı, savaş sonunda terhis edilen talebelerin de dönmesiyle geniş

ölçüde yer ve hoca sıkıntısı ortaya çıktı. istanbul Darülfünunu 1919'da hazırlanan bir

ıslahat programı ile Osmanlı Darülfünunu adıyla yeniden canlandırılmaya çalışıldı.

Türkiye Cumhuriyeti kuruluncaya kadar darülfünun bu hüviyetiyle eğitim ve

öğretim faaliyetlerini sürdürmüştür. Lozan Antlaşması'ndan hemen sonra İngilizler'in

boşalttığı Harbiye Nezareti binası (bugün İstanbul Üniversitesi merkez binası)

darülfünuna tahsis edilerek yer darlığı büyük ölçüde halledilmiştir. 1923’te

Ankara'da toplanan birinci ilmi heyette darülfünun ve yüksek okullar ele alınmıştır.

3 Mart 1924 tarihinde yürürlüğe giren tevhid-i Tedrisat Kanunu ile lağvedilen

medreselerin yerine yeniden ilahiyat Fakültesi kurulmuş ve 1 Nisan 1924 'te Türkiye

Büyük Millet Meclisi darülfünuna hükmi şahsiyet tanıyarak katma bütçe ile idare

edilmesine karar vermiştir. Böylece darülfünun ilmi. idari ve mali bakımdan muhtar

bir hüviyet kazanmıştır. Bu kanuna dayanarak vekiller heyetinin 21 Nisan 1924

tarihinde kabul ettiği şekil ve esaslar, darülfünunun lağvedilip İstanbul

Üniversitesi'nin kurulduğu 1933 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.

2.3. Encümen-i Daniş’in Kuruluşu

Meclis-i Muvakkat’in yukarıda belirttiğimiz rapordan başka henüz

tamamlamadığı bir çalışması daha vardı. O da Darülfünun tamamlanınca, okutulacak

44

derslerin kitaplarını hazırlamak için bir de Encümen-i Daniş kurulmasıydı. Bu konu

hakkında gerekçeli bir mazbata ayrıca yazılmıştı.

Tarihsiz olarak yazılan bu mazbata diğer rapordan sonra yazılmıştır. “Bunun

böyle olduğu, bu mazbatada Meclis-i Maarif-i Umumiye’den sık sık söz

edilmesinden ve Encümen-i Daniş ile ilgili olarak bu meclise birçok yetkiler teklif

olunmasından anlaşılmaktadır.”90

Bu mazbatada Encümen-i Daniş ismi ilk kez zikredilmiş ve kuruluş

gerekçeleri, çalışma usulleri, üyelerinde olması gereken özellikler ve yapması

gereken faaliyetler etraflı bir şekilde anlatılmıştır. Mazbatanın içeriği şu şekilde

özetlenebilir:91

1- Kurulacak olan Darülfünunda okutulmak üzere telif ve tercüme kitaplar

hazırlanması ve bir kütüphane inşa olunarak lüzumlu kitapların

bulundurulması gerekir.

2- İslam âleminde daha önce yazılmış çok kıymetli eserler vardır ancak,

bunlar Arapça ve Farsça dillerindedir. Ayrıca Darülfünunda öğretilecek

bazı ilim ve fenlere ilişkin kitaplar ise ecnebi dillerindedir ki bu

kitaplardan faydalanmak için bütün bu dilleri öğrenmek gerekir ki amaç

bu değildir. Sıradan insanlar da bu sebeple bu kitaplarda bulunan faydalı

bilgilerden mahrum olagelmiştir. Rivayet olunduğuna göre ecnebi

memleketlerde ilmin gelişmesi ve yayılması gerekli kitapların kendi

dillerine tercümesi yoluyla olduğundan, Padişahımızın çok önem verdiği

halkın eğitimi meselesi, gerekli kitapların halkın anlayabileceği üslupta

Türkçeye tercümesi yoluyla gerçekleştirilmelidir.

90 K. Akyüz, Encümen-i Daniş, Ankara Ün. Eğt. Fak. Yay., Ankara, 1975, s.11 91 Mazbata’nın orijinal transkripsiyonu için bkz. A.g.e. s.32-35,

45

3- Bu işi yapmak için Saltanat-ı Seniyyenin teşvikiyle kırk kişi bir ek görev

olarak Encümen-i Daniş üyeliği unvanıyla şereflendirilerek bir cemiyet

oluşturulmalıdır. Bu görev için onlara ayrıca bir ücret ödenmemeli,

yapacakları telif ve tercüme eserlerin değerine ve zorluğuna göre padişah

tarafından ödüllendirilmelidirler.

4- Encümenin kurulması uygun görülürse bahsedilen kırk kişinin yirmisi

dâhili (aslî) yirmisi harici (fahri) üye olarak belirlenmeli ve dâhili üyeler

için Darülfünun binasında bir oda tahsis edilerek burada toplanmalıdır.

Bu ayrımın yapılmasının sebebi; Encümenin oluşturulmasından amaç

kitap telif ve tercümesidir ve bu işi yapabilecek kapasitede olan kişiler

reayadan ve ecnebilerden de olabilir ve bunların harici üye olmasının bir

mahzuru yoktur. Harici üyelerin toplantılara katılması gerekmeyip

haberleşme yoluyla hizmetlerini yerine getirebilirler.

5- Encümen, Meclis-i Maarif-i Umumiye gibi Maarif-i Umumiye Nezareti

altında bulunacaktır ve telif veya tercüme edilmesi gereken kitaba

verilecek ödül miktarı Meclis-i Maarif-i Umumiye tarafından belirlenecek

ve Maarif Nezareti tarafından onaylandıktan sonra Encümene

bildirilecektir. Böylece Encümen veya Meclis-i Maarif bir kitabın

tercümesini gerekli gördüğünde bunu ilan ederek bu işi yapabilecek

kişileri teşvik etmiş olacaktır.

6- Encümen-i Daniş’in bir başkanı olacaktır ve bu başkan her yönüyle diğer

üyelerden üstün ve her yönüyle başkanlığa layık olacaktır. Meclis-i

Maarifin yazılmasını ve tercüme edilmesini istediği bir eseri üyelere

duyurmak ve hangi üyelerin bu işi yapacağına karar vermek başkanın

46

işidir. Bunun dışında yabancı dil bilen ancak Türkçesi zayıf olan hariçten

birinin tercüme edeceği faydalı bir eseri düzeltmek üzere üyelerden

ikisinin musahhih ve bir kişinin kâtip olarak görevlendirilmesi gerekir.

7- Telif ve tercüme çalışmalarının artarak devam etmesi gerekli olduğundan,

Encümen üyelerinden birinin kendi isteğiyle yazdığı veya tercüme ettiği

bir kitap Encümen tarafından faydalı görülürse Meclis-i Maarife

bildirilecek ve orada verilecek ödül belirlenerek kitap takriz ve tahsin

olunacaktır.

8- Encümen üyeleri tarafından telif veya tercüme edilecek kitaplar genel

halkın anlayabileceği şekilde yazılmalı ve başkan da buna dikkat

etmelidir. Yeteneğini göstermek için ağır bir dille kitap yazan olursa

bunlara da teşvik edici muamelede bulunulmalıdır.

9- Encümen üyelikleri için ‘ek listede’92 adı belirtilen kişilerin tayin

edilmesi, bunlar uygun görülmezse içlerinden on tanesinin tayini ve

diğerlerinin de bu on kişi tarafından seçilip Meclis-i Maarif-i Umumiye

tarafından onaylanması arz olunur.

Meclis-i Muvakkatin bu mazbatası Meclis-i Maarif-i Umumiye tarafından

incelenerek genel olarak uygun bulunmuş, sadece birkaç değişiklik içeren yeni bir

layiha ile bu tekliflere uygun bir nizamname taslağı hazırlanarak Padişah’a

sunulmuştur.93

92 Adı geçen liste bugüne kadar arşivlerde bulunamamıştır. Bu sebeple bu meclisin tavsiye ettiği

isimlerden hangilerinin değiştirildiğini bilmiyoruz. 93 Raporun orijinal transkripsiyonu için bkz. Akyüz, a.g.e, s.44–49, Cevdet Paşa, Tezakir, 40-

Tetimme, (Haz.: Cavit Baysun), TTK Basımevi, Ankara 1991, s.47-50

47

Meclis-i Muvakkatin tekliflerinde, Meclis-i Maarif-i Umumiye’nin yaptığı

değişiklikleri de şu şekilde sıralayabiliriz:

1- Encümen-i Daniş’in açılması için Darülfünunun kurulmasını

beklemeye gerek yoktur, bilakis hemen kurulması daha faydalı

olur.

2- Encümen-i Daniş ilim ve fenne dair geniş bir alanda çalışmalar

yapacağından, dâhili üye sayısı kırk, harici üye sayısı sınırsız

olmalıdır.

3- Başkanlık için, bütün üyelerden her yönüyle üstün bir kişinin

bulunup bulunamayacağı meçhul olduğundan, bunun yerine

birbirini tamamlayacak özelliklere sahip iki kişinin birinci başkan

ve ikinci başkan olarak görevlendirilmesi daha uygun olacaktır.

Ayrıca iki üyenin sürekli musahhih olarak görevlendirilmesine

gerek yoktur. Gerektiğinde böyle bir görevlendirme yapılabilir.

Başkanların yanında çalışacak devamlı ve maaşlı bir kâtibe de

gerek yoktur, böyle şerefli bir görev için devlet dairelerinden istekli

olacak iki kâtibin tayini yeterli olur.

4- Encümen için ayrı bir masraf yapmaya gerek yoktur. Telif veya

tercüme bir eser yayınlayanlar, bunları bastırıp gelirini alabilirler.

Ücret talep eden olursa da Maarif-i Umumiye Nezaretine kitap

telifi için ayrılmış olan senelik elli bin kuruşluk bütçeden ödeme

yapılıp eser devletleştirilebilir.

5- Encümen için Darülfünun içinde bir yer tahsis edilmesi teklif

edilmişse de, Encümen daha önce faaliyete geçerse, Darülfünun

48

binası tamamlanıncaya kadar Darülmaarif’te bir oda tahsis edilmesi

uygun görülmüştür.94

2.3.1- Encümen-i Daniş’in Kuruluş Gerekçesi

Encümen-i Daniş’in kuruluş gerekçesi Meclis-i Maarif-i Umumiyenin

layihasında açıklanmıştır: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”95 mealindeki

ayet ile başlayan layihada, bilgi ve irfanın cehalete kıyas kabul etmez üstünlüğü

bulunduğu ve medeniyetin bilim ve düşüncenin geliştirilip yayılması ile olanaklı

olacağı belirtildikten sonra bunun gerçekleşmesinin de devletin yardım ve desteğine

muhtaç olduğu vurgulanmaktadır.96 Bilgi, beceri ve düşünceye önem veren

devletlerin güçlü, mamur ve müreffeh olmasının doğal olduğu ve Osmanlı devletinin

de geçmişte bilim ve eğitime önem vererek dünya çapında güçlendiği belirtilmiştir.

İmparatorluğun güçlü dönemlerinde pek çok eser verildiği ancak sonradan âlimlerin

eserlerini ya tamamen başka dillerde yazdığı ya da genel olarak Arapça ve Farsça

ifadeler kullanıp bir sayfada ancak bir-iki kelime Türkçe kullanmayı adet edindikleri

belirtilerek, ülkede bilimin geri kalması neredeyse Türkçenin terk edilmesine

bağlanmıştır. Hemen ardından, yeni devrin gerektirdiği bilim ve fenlerin ancak

Arapça ve ecnebi dillerinden tercüme ile elde edilebileceği belirtilmiş ve –kimsenin

buna itiraz etmemesi için olsa gerek- bunun geçmişte İslam dünyasında örnekleri

bulunan bir uygulama olduğu da eklenmiştir.

Bu belgelere göre böyle bir kurumun oluşturulmasının arkasındaki düşünce

üzerinde durmak istiyoruz.

94 BOA, İ.MVL, 208/6740 95 Kur’an-ı Kerim, Zümer Suresi, Ayet:9 96 Tanzimat dönemi, devletin klasik dönemde kurumsal olarak ilgilenmediği konulara el atmaya ve

pek çok alanla ilgili yeni kanuni düzenlemeler yapılıp, kurumlar oluşturmaya başladığı bir dönemdir.

Burada da devletten bilimin gelişmesi için destek istenmektedir

49

Encümenin kurulması düşüncesinin, eğitim işlerini düzenlemek için meclisler

açılmasının ardından, bu meclislerde gündeme geldiğine dair Ahmet Cevdet Paşa’nın

kesin ifadeleri vardır. Paşa, “Ol esnada maarifin intişar ve terakkisine fevkalade

ehemmiyet veriliyordu…Meclis-i umumilerde pek tatlı musahabetler olunarak mühim

işler müzakere olunurdu ve en mühim işlerden biri Paris’in Akademi nâm meclisi

tarzında bir cemiyet-i ilmiye teşkili idi. Buna dair cereyan eden müzakeratın

neticesinde…mukaddema Meclis-i Muvakkatte dahi tasavvur olunduğu gibi

Encümen-i Daniş nâmiyle bir Cemiyet-i İlmiye teşkiline karar verildi.97sözleriyle

karar sürecini açıklamaktadır. Ancak bu fikri ilk kimin ortaya attığı bilinmemektedir.

O dönemde pek çok yeniliğin öncüsü olan ve dört kez Paris elçiliği yapmış

olan Mustafa Reşit Paşa’nın bu konuda da öncü olduğu düşüncesi vardır: “Esasında

Mustafa Reşid Paşa Tanzimatın maarif politikasını daha 1848’de ikinci sadareti

sırasında tespit etmeye çalışmış ve o tarihe kadar II.Mahmud’un maarif sahasında

ortaya koymuş olduğu prensipler dairesinde milli eğitimimiz yürütülmeye

çalışılmıştır. Memlekette irfan hayatı namına girişilen bütün yeniliklerin öncüsü hiç

şüphesiz Koca Reşid Paşa olmuştur. Özellikle ilk Türk İlimler Cemiyetinin yani

Encümen-i Daniş’in teşkilindeki hizmeti unutulamaz.”98 Ekmeleddin İhsanoğlu ise

bu konuda Fransa’da eğitim görmüş olan ve Meclis-i Maarif-i Umumiye’nin

başkanlığını yapan Mühendis Ferik Emin Mehmed Paşa’nın etkili olduğunu

belirtmektedir.99

Bu fikri ilk ortaya atanın kim olduğunu bilmemekle beraber, bizim

Encümenin şekillenmesinde Avrupa kurumlarının örnek alınması noktasında katkısı

97 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.45-47 98 A. İ. Gencer, “Encümen-i Daniş ve Mustafa Reşid Paşa”, Seminer: Mustafa Reşid Paşa Dönemi

(Ankara 13-14 Mart 1985) Bildiriler, TTK Basımevi, Ankara, 1994 s.33 99 E, İhsanoğlu, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1999, C.I, s.345

50

olduğunu düşündüğümüz kişi, Encümen-i Daniş’in açılışından kısa süre önce

Avrupa’ya gönderilmiş olan, dönemin Mekatib-i Umumiye Nazırı Kemal Efendidir.

“Meclis, ilk ve ortaokullar genel müfettişi ve divan-ı hümayun azası Kemal efendiyi

Fransa, İngiltere ve Almanya’daki yüksek tahsil teşkilatını gidip öğrenmekle

görevlendirdi. Kemal Efendi şu sıralarda Paris’te bulunmaktadır ve hükümet

vazifesini rahat bir şekilde yürütebilmesi, kısa bir zamanda kesin sonuçlar elde

edebilmesi için Kemal Efendiye gerekli olan bütün imkânları sunmuştur.”100

Sonuçta adı geçen meclisler, Avrupa kurumları örnek alınsa da önemli bazı

yönlerden de kendine has özellikleri olan bir kurum oluşturmuşlardır.

2.3.2- Encümen-i Daniş’in Açılışı

Meclis-i Maarif-i Umumiye’nin layihası ve nizamname taslağı 9 Rebiül-ahir

1267 (11 Şubat 1851) de Sadarete sunulmuştur. Sadaret makamı, bu teklifleri Bâb-ı

Meşihat ve Meclis-i Vâlâ’ya göndererek görüşlerini sormuştur.101 Bâb-ı Meşihat 28

Mart’ta, Meclis-i Vâlâ ise 2 Nisan’da verdikleri cevaplarda teklifleri uygun

bulduklarını bildirmişlerdir. 14 Nisan’da Sadaret bütün evrakı Padişah’ın onayına

göndermiş ve bir gün sonra, 15 Nisan 1851’de Padişah ta gereken onayı vermiştir.

Onayın çıkmasından yaklaşık bir buçuk ay sonra, Encümen-i Daniş’in nizamnamesi,

üye listesi, Meclis-i Maarif-i Umumiye layihasının özeti ve kuruluş gerekçesini

anlatan bir beyanname Takvim-i Vekayi’de yayınlanarak halka duyurulmuştur.102

Yine aynı gazetede Encümenin 19 Temmuz’da açılmasının kararlaştırıldığı ve

Padişahın da açılışa katılacağı bildirilmiştir.

100 M. A. Ubicini, Türkiye 1850, Çev: Cemal Karaağaçlı, Tercüman 1001 Temel Eser No:63,

Tarihsiz, s.197 101 Bâb-ı Meşihat’e 5 Mart 1851’de gönderilen yazı mevcuttur ancak, Meclis-i Vâlâ’ya gönderilen

yazı evraklar arasında yoktur. BOA,1267 yılı İrade Defteri, Meclis-i Vâlâ bölümü, No:1740 102 Takvim-i Vekayi, No: 449, 1 Şaban 1267 (1 Haziran 1851)

51

“Açılış töreni, Padişah’ın katılımıyla yapıldığından, bir açış konuşması

yapılması uygun bulundu. Encümen üyelerinden isteyenlerin konuşma metni

yazmaları ve bunların içerisinden en fazla beğenilenin okunmasına karar verildi.

Hazırlanan metinler içerisinden, Ahmet Cevdet Paşa’nın yazmış olduğu konuşma en

uygun bulundu. Konuşma, daha yeni temize çekilip hazırlandığı bir sırada, açılışın

Ramazan Ayı’nın on sekizinde yapılacağı haberi geldi. Ancak Ali Paşa, o gün geç bir

saatte Ahmet Cevdet Paşa’yı yanına çağırarak: “Sizin yazmış olduğunuz konuşmanın

yapılmasından önce sadrazam efendimizin uygun bir nutukla başlamaları uygundur.

Bunu kendilerine arz ve ifade ediniz” dedi. Ahmet Cevdet Paşa, Mustafa Reşit

Paşa’nın yalısına geldiğinde gece olmuştu. Ayrıca yalıda oldukça kalabalık bir

misafir topluluğu bulunmaktaydı. Ahmet Cevdet Paşa bu nedenle, konuyu ancak geç

saatlerde Mustafa Reşit Paşa’ya iletebildi. Bu sırada, daha önemli işlerle uğraşan ve

sabahleyin de erkenden Darü’l-Maarif’e giden Mustafa Reşit Paşa, bir konuşma

metni yazmaya fırsat bulamadı.”103

Bundan dolayı Mustafa Reşit Paşa, törende irticalen bir konuşma yaptı. Bu

konuşmanın ardından II. Başkan Hayrullah Efendi, Ahmet Cevdet Efendi tarafından

yazılmış olan nutku okudu. Bu nutukta da bilim ve eğitimin önemine vurgu

yapılmasının yanında dikkat çekici nokta söz ve dilin önemi üzerinde durulmakta ve

yapılacak tercüme faaliyetlerinin sadece bilimin ülkede yaygınlaşmasına değil aynı

zamanda dilin gelişimine de katkı yapacağı vurgulanmaktaydı. 104 Daha sonra üyeler

için hazırlanmış olan ru’uslar105 bizzat Padişah tarafından verilerek Encümen-i

103 Fatma Aliye, Cevdet Paşa ve Zamanı, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1995, s.73 104 Nutkun orijinal metni: BOA, İ.DUİT-192/54, orijinal metinden transkripsiyonu için bkz: Akyüz,

a.g.e., s. 63-65 105 Encümen-i Daniş Üyelerine verilen ruuslara bir örnek: “Zat-ı şevket-meab-ı cenab-ı mülükanenin

neşr-i maarif emr-i eheminde olan himmet-i ‘aliye-i hazret-i padişahilerinin hüsn-i husuli hıdmetine

me’mur olan Encümen-i Daniş azalığına ferikan-ı kiramdan sa’adetlü Edhem Paşa Hazretleri hilye-i

52

Daniş’in resmi açılışı yapıldı. Açılış töreninin son bölümünde ise Ahmet Cevdet

Efendi ile Fuad Efendi’nin hazırlamış oldukları Kavaid-i Osmaniye adlı Osmanlıca

gramer kitabının Sultana takdim edildi. Sultan, kitabın basılmasını isteyince de

usulen Encümende incelenerek basılması kararlaştırılmıştır. Böylece Encümenin ilk

toplantısının birinci gündem maddesi Kavaid-i Osmaniye’nin basılmaya layık olup

olmadığı konusu olmuştur.

Açılış töreninde yapılan konuşmaları incelediğimizde ise; Mustafa Reşit Paşa

konuşmasında; insana insanlığını bildirecek olan ve herkesi dünya ve ahirette

kurtuluşa götürecek olan bilimlerin ve eğitimin yaygınlaşması ve gelişmesi için

Padişah’ın gerekli kolaylıkları gösterdiğini belirttikten sonra, bu yapılanların az bir

zaman içinde semeresini gösterdiğini söyleyerek, böylesine hayırlı bir işin yapıldığını

görmekten dolayı çok mutlu olduğunu, kendilerinden sonra geleceklerin çok daha mutlu

ve şanslı olduklarını, çünkü sonraki nesillerin insanın kemale ermesi için lazım olan

eğitim ve bilimin her türlü nimetine erişmelerinin kolaylaşmış olduğunu ifade

etmiştir.106

ma’arif ü kemal ile muttasıf olduğu cihetle layık olduğundan bi’l-intihab şeref-sudur buyurulan emr ü

ferman-ı isabet –beyan-ı hazret-i şehin-şahi iktiza-yı ‘alisi üzre Encümen-i Daniş’in dahili aza-yı

maarif-pirası silkine idhal buyurulduğunu müş’ir işbu ru’us-u humayun isdar olundu.”: BOA, İ.DH

No: 237 / 14310 106 Konuşmanın tam metni şöyledir: “Veli-nimet bi-minnetimiz pedişahımız efendimizin ibtida taht-ı

saltanat-ı seniyyelerine revnak verdikleri yevm-i mes’uddur ki-li’llahi’l-hamd devlet ve mülkde

terakkisi görülmekde olan kuvvet ve ma’muriyyetin ve alemin na’il olduğu saadet ve emniyetin mebde-

i mübarekidir- işte ol günde padişahımız bab-ı adaleti teyenmünen açmışlar mehamdi-i ahlak-ı

seniyyelerinin burhan-ı bahirini göstermişlerdi. Sonra insana insanlığı bildirecek ve herkesi dünya ve

ahirette saadet ve selamete erdirecek ulum ve ma’arifin intişarına dahi bir tarik-i suhulet açarak

cenab-ı hakka şükürler olsun az vakit içinde semere-yi nafiasını irfan-ı hakiki-yi şahanelerinin delil-i

kavisini gösterdiler. İşte bunun tedabir-i mütemmimesinden olmak üzere Encümen-i Daniş’in teşkilini

dahi murad buyurup valide-yi muhteremelerinin isr-i a’liye iktifaen ihya buyurdukları böyle bir eser-i

celilde bu cem’iyyet-i hayriyenin bed’i teşrif-i şahanelerini dahi dirig buyurmayarak cümle kullarını

ihya buyurdular. Bizler nasıl bahtiyar ademleriz ki böyle hayırlı bir asra yetişerek enva-ı ni’am-ı

suriyye ve ma’neviye mutene’im olmaktayız ve bizim evlatlarımız bizden ziyade bahtiyardır ki her bir

ni’mete bizlerle müşterek olduktan başka kemalat-ı insaniyeye lazım olan ulum ve ma’arifin esbab-ı

suhuletini dahi i’nayet-i veli-ni’metle hazır ve amade bulmaktadırlar. Hak te’ala hazretleri saye-yi

şahaneyi üzerlerimizde da’im buyursun. Amin. Veli-ni’met efendimiz Encümen-i Daniş’in küşadını

emr-i ferman buyurdular.” Takvim-i Vekayi No 453, 7 Şevval 1267 (5 Ağustos 1851), s.2,

Muharrerat-ı Nadire, , s. 106-107; Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s. 56-57.

53

Ahmet Cevdet Paşa tarafından yazılan ve Hayrullah Efendi tarafından okunan

diğer konuşma ise oldukça kapsamlıdır. Başlangıçta, Meclis-i Maarif layihasındaki

fikirler farklı kelimelerle tekrar ifade edilmiş, ardından ise insanın mahiyetinin iki

yönlü olduğu, maddi yönünün ihtiyaçlarının giderilmesi ve medeniyetin zorunlu olan

gerekliliklerinin elde edilebilmesi için doğa bilimlerini (fünun-u tabiiyye) ve

matematiği (riyaziye) öğrenmesi gerektiği belirtilmiştir. Manevi ihtiyaçlarını tatmin

edebilmesi için ise doğal olarak ruhunun haz duyduğu dinsel bilimler ve edebiyat

öğrenilegeldiği ifade edilmiştir. Bu, geçmişin akli ilim – nakli ilim ayrımının bir

başka versiyonudur diyebiliriz elbette. Ancak ‘medeniyetin gerekliliklerinin elde

edilmesi’ şeklindeki ifade geçmişten oldukça farklıdır. Gücünü ve etkisini sürekli

artıran Batı medeniyetinin birtakım ürünlerinin benimsenmesi gerektiği üstü kapalı

olarak ifade edilmektedir.

Bu konuşmanın sonraki bölümü ise sözün ve dilin önemi üzerinde

durmaktadır. Hatta ilk etapta sözün etkisinden ve gücünden genişçe bahsedilmesi

yazıya fazla değer verilmediğini bile düşündürmektedir. Ancak sonrasında bir dilin

gelişmesi ve saygın bir dil haline gelmesi için o dilde bilimsel, felsefi ve edebi

eserler yazılması gerektiğinden bahsedilmektedir. Anladığımız kadarıyla metni

kaleme almış olan Ahmet Cevdet Paşa dilin, hem yazı ve gramer hem de retorik ve

hitabet yönünden, bütün olarak gelişmesinin önemini belirtmek istemiştir.

Bahsettiğimiz layihalar, mazbatalar ve konuşmalar genel olarak bilimin ve

bilginin öneminden bahsederek Encümen-i Daniş’in kuruluşunu

gerekçelendirmektedirler. Ancak bizce devletin böyle bir kurum oluşturmasının esas

sebebi biraz farklıdır. Zira bu dönemde modern eğitim kurumları açılmış ve açılmaya

54

da devam edilmektedir, Yani Batı bilgisi Osmanlı ülkesine zaten girmektedir. Bizce

esas mesele bu bilginin geliş şeklindedir.

“Başlangıçta Tıbbiye’de Gülistan gibi eserler okunurken, Fransızca

öğretimden sonra, bunun kafalarda yarattığı değişiklikler hakkında, 1847’de burayı

ziyaret eden MacFarlane’in107 izlenimleri bize bir fikir verebilir…MacFarlane

kitaplığı incelediğini, kitapların çoğunun Fransızca olduğunu söyler; ancak kitaplar

arasında hiç sevmediği Fransız Devrimini hazırlayan ünlü materyalist filozofların

kitaplarının bulunduğunu ve okunduğunu gördüğü zaman büsbütün şaşırmıştı.

‘Çoktan beri bu kadar düpedüz materyalizm kitapları toplayan bir koleksiyon

görmemiştim’ der. ‘Genç bir Türk, oturmuş dinsizliğin el kitabı olan Systeme de la

nature’ü okuyordu, bir başka öğrenci Diderot’nun Jacques le fataliste’inden, Le

compere Mathieu’den parçalar okuyarak marifetini gösteriyordu…’ Üsküdar’daki

askeri hastanede nihayet Türkiye’de kayıtsız şartsız övebileceğim bir müessese

bulmuştum. Bununla beraber, Fransız felsefeciliğinin (materyalizminin) Türkiye’de

nasıl hızla yayılmakta olduğunu bu müessesede de görmeden ayrılmak nasip olmadı.

Doktorlara ve Türk asistanlarına ayrılan mükemmel döşenmiş bir salona davet

edilmiştim. Kanepenin üzerinde bir kitap vardı. Alıp baktım. Bu da Baron

d’Holbach’ın dinsizlik kitabı olan Systeme de la nature’ün en son Paris baskısı idi.

Kitabın çok okunmakta olduğunu sayfalarında birçok parçaların işaretlenmiş

olmasından anladım. Bu parçalar özellikle Tanrı’nın varlığına inanmanın

saçmalığını, ruhun ölmezliği inancının imkânsızlığını matematikte gösteren

parçalardı. Kitabı yerine koyarken Türk doktorlardan biri yanıma geldi. Fransızca

olarak şunları söyledi: C’est un grand ouvrage! C’est un grand philosophe! Il a

107 Bahsedilen kişi İskoç bir gezgin ve yazar olan Charles MacFarlane’dir. 1827 ve 1847 yıllarında iki

kez ülkemize gelmiştir. Tarih ve gezi kitapları yazmıştır.

55

toujours raison! (Bu büyük bir yapıt! Adam büyük feylesof; tüm söylediklerinde

haklı)108

Ülkeyi ziyaret eden bir yabancının rahatlıkla gözlemlediği bu durumu

Osmanlı devlet adamlarının fark etmemiş olması mümkün değildir. İşte Encümen-i

Daniş gibi kurumun açılmasının ve böylece devletin telif ve özellikle de tercüme

edilecek bilimsel kitapların hazırlanması gibi bir görevi üstlenmesinin esas sebebi

bizce budur. Zira “bilimsel bilgi onu üreten kişilerin inanç ve tercihlerinden

soyutlanamaz..”109Dolayısıyla Avrupalı bilim adamlarınca üretilen bilgiler de genel

olarak Avrupa medeniyetinin izlerini taşımakta ve o medeniyetin dünya tasavvuruna

göre yorumlanmaktadır. İslam medeniyetinin bilgi sistemine göre yetişmiş Osmanlı

yöneticilerinin de bu durumdan rahatsız olmaları ve tedbir almak istemeleri de

tabiidir. Bir başka ifadeyle, bizce Encümen-i Daniş’in görevi, Avrupa’nın bilgisini

İslami bilim anlayışına uygun hale getirerek tercüme etmektir.

2.4- Encümen-i Daniş’in Nizamnamesi110

I. Bölüm

- Encümen-i Daniş’in Oluşumu ve Üyelerinin Seçim Şekli –

Birinci Bent

Encümen-i Dâniş’in üyeleri iki kısım olup birisi dâhilî ve diğeri hâricîdir.

Dâhili üyeler kırk kişi olup fazlası olmayacaktır. Harici üye sayısı ise sınırsızdır.

İkinci Bent

Birinci ve ikinci olarak iki başkanı olacak ve dilimize âşinâ olup da Türkçe

yazmaya mahâreti olmayan kişiler bazı kitapları tercüme ettiklerinde ifadelerini

108 N. Berkes, a.g.e, s.232-233 109 T. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev: Nilüfer Kuyaş, Kırmızı yayınları, İstanbul, 2008, s.16 110 Nizamnamenin orijinal metni için bkz. Takvim-i Vekayi No:449, 1 Şaban 1267, BOA, İ.MVL,

208/6740

56

düzeltmek için üyelerden geçici olarak bir ve yâhut îcâbına göre daha fazla düzeltici

tayînine Encümen-i Dâniş yetkili olabilecektir ve sıradan işler için iki kâtibi

olacaktır.

Üçüncü Bent

Encümen-i Dâniş’in üyeleri ve başkanlarının ilk defa olarak defteri Meclis-i

Maârif-i Umûmiye tarafından tanzim olunmuş ise de sonradan dâhilîsinde bir üyelik

boşaldığında mevcut üyelerden her birisi hârici üyelerden tercih eylediği zâtın ismini

yazdığı pusulayı meclis mührü ile mühürlenmiş olarak özel mahfazaya koyacak ve

seçim günü herkese arz ettiği zâtın liyâkat ve haysiyetini tarîf ederek bu sûrette arz

olunan zâtların hâli encümence mâlûm olduktan sonra kaç kişi ise her birinin ismi

üzerine bilinen usul üzere gizli olarak çoğunluk oyuna mürâcaatla nihâyet kimin

isminde en fazla oy bulunur ise o zât encümen üyeliğine seçilmek üzere başkanların

ve üyelerin mühürleri ile mühürlü bir mazbata yapılarak Meclis-i Maârif-i

Umûmiye’ye gönderilecek ve Padişah’ın irade buyurmasıyla üyeliğe tayîn

olunacaktır.

Dördüncü Bent

Başkanlık görevlerinden biri boşaldığında Meclis-i Maârif-i Umûmiye’de

dâhili üyelerden birisi çoğunluk oyu ile seçilerek Padişaha arz olunacak, Padişahın

onayladığı takdirde gereği yapılacaktır.

Beşinci Bent

Başkanlardan birisinin taşra memuriyetlerinden birine ve yâhut burada

Encümen başkanlığı görevine mâni olacak sûrette bir memûriyete tayîn olması

hâlinde, üyeliği uhdesinde kalmak üzere, önceki bentte beyân olunduğu üzere başka

57

bir üye başkan seçilerek Padişah’ın onayı ile onun yerine tayin olacaktır. Diğer

üyeler dahî herhangi memûriyete atansalar üyeliklerine halel gelmeyecektir.

Altıncı Bent

Harici üyeler, Meclis-i Maârif-i Umûmiye ve yâhut başkanlar tarafından

Encümene arz olunarak ve başka yerlerde yaşadığı için üyeler tarafından tanınmıyor

ise onu teklif eden kişi, eserleri ile üyeliğe layık olduğunu ispat ederek onun için

çoğunluk oyuna mürâcaat edilerek seçildikten sonra yukarıda belirtildiği üzere

padişahın izniyle tayîn olunacaktır.

Yedinci Bent

Yalnızca başkanlık görevleri için birer kıt’a Berât-ı Âlî ihsân buyrulacaktır.

Gerek dâhili üyeler ve gerek hârici üyeler bu suretle seçilip ve tayîn olunduktan

sonra hazırlanmış olan Ruus-ı Hümâyûn’ları ve Meclis-i Maârif-i Umûmiye ve

Encümen-i Dâniş tarafından Şehâdetnâmeleri itâ olunacaktır.

Sekizinci Bent

Encümen-i Dâniş üyeliği bir şeref ve meziyet-i mahsusa olduğundan buna

nâil olanlara ek bir unvan olacaktır.

II. Bölüm

Encümen Üyelerinde Aranan Özellikler

Birinci Bent

Dahili üyeler Encümende bulunarak ve Harici üyeler Encümen ile

haberleşerek bilgi seviyeleri ve yazdıkları eserler ile çok önemli bir iş olan eğitime

hizmet etmeğe muktedir olabilmelidir.

İkinci Bent

58

Dahili üyelerin her birinde birer bilim dalında uzmanlık ve yahut bir dilde

bilgi kifâyet eder ise Türkçeye vâkıf olup, yanî Türkçe bir kitâp telîf etmeğe ve

Arapça ve Farsçadan ve yâhut Diğer dillerden Türkçeye bir kitâp tercüme

edebilmesi, meramını yazılı olarak ifade etmeye muktedir olması elzemdir. Fakat

Türkçe yazmaya yeterli mahâreti olmayan birinin dahî eğer Avrupa dillerinden ve

çeşitli bilim dallarından bilgisi var ise seçilmesi uygundur.

Üçüncü Bent

Harici üyelerin Türkçeye hâkim olmaları şart olmayıp hangi dilde olur ise

olsun Encümene bilgi aktararak genel eğitim için bir şekilde faydalı olabilmeleri

yeterli görülecektir.

Dördüncü Bent

Encümen-i Dâniş bu şekilde her türden bilgi sâhibi kişilerden oluşacağına,

yani hem Arapça ve Farsça bilimlerde hem de Avrupa dillerindeki fenlerde mahâret

sahibi kişiler bulunacağına binâen, dâimâ iki başkanın birisi geleneksel bilimlere ve

diğeri Avrupa dillerindeki fenlere hâkim olması gerekli olduğundan aynı tarzda bilgi

sahibi olan iki kişinin başkan olması uygun olmayacaktır ve başkanların Meclis-i

Maârif-i Umûmiye üyesi olması şart olacaktır.

III. Bölüm

Encümen-i Dâniş’in Hizmeti

Birinci Bent

Encümen-i Dâniş Türkçe dilinde çeşitli bilimlere dâir lâzım gelen kitâpların

çoğalmasına ve Türkçe dilinin ilerlemesine hizmet edeceğinden, öncelikle Meclis-i

Maârif-i Umûmiye tarafından bir kitâbın telîf ve tercümesine lüzum görülüp

Encümene verilmesi durumunda, üyelerden biri çoğunluk oyuyla bu iş için

59

görevlendirilecektir. Encümen-i Daniş kendisi bir kitabın telif ve tercümesine lüzum

görürse, Meclis-i Maârif’ten izin alarak yine üyelerinden birini görevlendirecektir.

Bundan başka üyeler gerek olağan toplantılarda ve gerekse olağanüstü olarak

toplandıklarında yararlı ilim ve fenlerin yayılması ve öğrenilmesinin

kolaylaştırılması işinde hatırlarına gelen şeyleri ya lâyiha suretiyle yazarak ve yâhut

söyleyerek arz ile onun üzerine müzâkere olunacaktır ve gerçekleşen müzakereler

mazbatâ suretiyle Meclis-i Maârif’e verilecektir.

İkinci Bent

Bir kitabın tercüme ve yâhut telîfine lüzum göründüğü hâlde Encümen

başkanı tarafından evvelâ mevcût olan dâhili üyelerden işi yapmaya muktedir kaç zât

var ise onlara arz ve ilân olunarak numûne olmak üzere her birine birkaç sahife

yazdırılıp numûneler birbiriyle karşılaştırılarak yukarda olduğu gibi çoğunluk oyuyla

birisi tercih edilecek ve söz konusu kitabın tercüme ve telîfi onu yazana havâle

olunacaktır.

Üçüncü Bent

Harici üyeler yalnız yazı yoluyla hizmete memur olup, yani maârife dâir

yapacakları lâyihaları ve yâhut kitapları encümene göndereceklerdir.

Dördüncü Bent

Gerek Meclis-i Maarif-i Umûmiye’nin talebi ve gerek bizzât Encümen-i

Dâniş’in tayîni üzerine telîf ve tercüme olunacak kitaplar ve harici üyelerin

Encümene verip oranın kabul eyleyeceği şeyler, Meclis-i Maârif’in görüşüne

sunulacak, orada gerek içeriği ve gerek ifade tarzı tetkîk olunduktan sonra basılıp

yayınlanmaya lâyık ve mahzursuz görülür ise usulü üzere yapılacak mazbatası

60

Padişah hazretlerine arz ile oradan muvafakat edilmesi halinde Dârü’t-tıbâatü’l-

âmire’de basılıp yayınlanacaktır.

Beşinci Bent

Encümenin toplanması için İstanbul’da bulunan dâhili üyelerin üçte biri

mevcut olmak lâzımdır. Bu sebeple üyelerin çoğunun belirlenmiş toplantı günlerinde

devamı ve olağanüstü konuların görüşülmesi için başkanlık tarafından davet

edildiklerinde icâbet eylemeleri gereklidir. Herhangi bir özrü bulunan, bunu yazılı

olarak beyan edecek ve bu yazı Encümende herkese okunacaktır ve geçerli mazereti

olmaksızın iki-üç defa gelmeyen olur ise başkan tarafından soruşturulacaktır. Eğer

mazeretsiz olarak bir sene kadar gelmeyen olur ise ru’su alınıp yerine bir başkası

tayîn olunacaktır.

Altıncı Bent

Gerek dâhili üyelerden ve gerek hârici üyelerden uzak yerlerde bulunanlar

bulundukları yerlerin farklı yönlerini ve eğitim ve bilim konularında öğrendikleri

şeyleri yazılı olarak Encümen-i Dâniş’e bildireceklerdir. Bu gelen evrakları dahî

Encümen-i Dâniş Meclis-i Maârif-i Umûmiye’ye gönderecektir.

Yedinci Bent

Encümen-i Dâniş’in dâhili üyeleri belirlenen mahalde her ayın ilk cumartesi

günü, yaz aylarında saat dörtte ve kış aylarında saat altıda bulunacaklardır ve

sonraları işlerin artması durumunda on beş günde bir ve yâhut haftada bir

toplanacaklardır. Olağanüstü bir durum ortaya çıkar da üyelerin toplanması gerekirse

her birisi başkan tarafından tezkireler ile davet olunacaklardır.

Sekizinci Bent

61

Bilim ve sanâyiye dâir yazılacak kitapların herkesin anlayacağı sûrette âdî

Türkçe olmasına dikkat ve ihtimâm olunacağı gibi, menkıbe ve benzeri konularda

ağır bir dille kitâplar yazıldığı hâlde dahî takdir ve tahsin olunacaktır.

IV. Bölüm

Sûret-i Mükâfâtları

Birinci Bent

Eğitim ve bilim adamları hakkında olacak mükâfat eğitim ve bilime ettikleri

hizmete göre olmak lâzım gelip bu cihetle bu kişilerin hizmetleri üç derece kabul

olunmuştur. Şöyle ki: Birisi kendiliğinden olarak bir kitap tercüme veya telif eder ve

bunun gerekliliği sabit olmasa da yararı sâbit olur ise üçüncü derece ve özel birisi,

görevlendirilerek veya kendiliğinden olarak telif ve tercüme edip, o eserin önemli ve

gerekli olduğu anlaşılır ise ikinci mertebe ve olağanüstü telîflerin içinden devlet ve

millete gayet menfaatli bir hizmet meydana getirilir, yanî eğitim işlerine veya bir

bilim dalına dâir yeni bir şey yapılır ise birinci derece kabul olunacaktır.

İkinci Bent

Üçüncü derecede hizmet eden olur ise yazdığı kitabın geliri kendisine âit

olmak imtiyâzı verilecek ve yâhut bu imtiyâz bedelinde kendisine münâsip görülecek

mertebe nakden ödenip o kitaptan elde edilecek gelir Maârif-i Umûmiye Nezareti

bütçesine âit olacaktır.

Üçüncü Bent

İkinci derecede hizmet eden, önceki derecede olan imtiyaza nâil olduktan

sonra, Levha-ı İmtiyâz adı ile Encümen mahalline yapılan kitabeye ismi yazılarak

ismi ölümsüzleştirilecektir.

Dördüncü Bent

62

Birinci derecede hizmet eden kişiye, önceki derecelerde olan imtiyâzlardan

başka bir kıt’a madalya dahî verilecektir.

Beşinci Bent

Belirtilen çeşitli imtiyazlara gerek dahili üyeler ve gerek harici üyeler eşit

şekilde nâil olabileceklerdir.

Altıncı Bent

Anılan derecelerin temyiz ve tayininde Encümence çoğunluk oyuna mürâcaat

olunacak, ardından Meclis-i Maârif’e mazbata ile durum bildirilecek ve oradan da

Padişah hazretlerinin onayı ile gereği yapılacaktır.

Encümen nizamnamesini incelediğimizde dikkatimizi çeken birkaç detaydan

bahsetmek istiyoruz.

Encümenin kuruluşu için yapılan hazırlıkların oldukça titiz bir çalışmanın

ürünü olduğu bellidir. Neden böyle bir şeye ihtiyaç duyulduğu, beklenen hizmetler,

üyelerde aranan üstün nitelikler ve yapılan işin karşılığı olarak verilecek şeyler

detaylı bir şekilde düşünülmüştür. Yapılan iş için Şeyhülislam’dan ve Meclis-i

Vâlâ’dan da onay alınarak herkesin bu çalışmayı desteklemesi sağlanmıştır.

Nizamnamenin içeriğine baktığımızda ise öncelikle şunu söyleyebiliriz ki, her

ne kadar telif ve tercüme kelimeleri bir arada kullanılsa da, Encümenin esas görevi

tercümedir diyebiliriz. Üyelerde aranan dil bilme şartı ve harici üyelerin yabancı da

olabileceğinin belirtilmesi de yine tercüme konusuna büyük önem verildiğini

göstermektedir.

Bizce daha önemli mesele ise dilin geliştirilmesi konusudur. Meclis-i

Muvakkat raporunda bu konu açıkça geçmemektedir. Meclis-i Maarif-i

63

Umumiye’nin raporunda ise, daha önce de belirttiğimiz üzere, geçmiş asırlarda

yazılan eserlerde Türkçenin terk edilmesinden şikayet edilmektedir. Yine bu meclis

tarafından Takvim-i Vekayi’de yayınlanmak üzere yazılan ve encümenin

nizamnamesiyle beraber yayınlanan layihada ise geçmişten kalmış çok sayıda ve

değerli eserler olduğu ancak bunların halkın anlayamayacağı ölçüde süslü ve ağır

ifadelerle yazıldığı ve çoğunun bilimlerin ancak bir şubesi olan şiir ve inşa ile sınırlı

olduğu belirtilmektedir. Yani bu layihalarda dil konusu esas olarak, Sultan

Abdülmecit’in 1845’teki hatt-ı hümayununda yer alan ‘halkın bilgisizliğinin

giderilmesi’ amacı doğrultusunda dilin sadeleştirilmesi yönüyle ele alınmıştır.

Dolayısıyla nizamnamede Encümenin iki asli görevinden birisi olarak

Türkçenin ilerlemesine hizmet edeceğinin belirtilmesi biraz şaşırtıcıdır. Ayrıca

yukarıda belirttiğimiz üzere, açılışta okunan ve Cevdet Paşa tarafından yazılan

nutukta sözün ve dilin öneminden uzun uzun bahsedilmesi ve tercüme faaliyetlerinin

dilin gelişmesine de katkı sağlayacağının belirtilmesi ile açılışa yakın dönemde

Cevdet Paşa’nın bir gramer kitabı yazması gibi durumlar, Türkçenin geliştirilmesi

yönünde bir düşüncenin bazı meclis üyelerinin aklına layihaların yazılmasından

sonra geldiği izlenimi uyandırmaktadır.

Nizamnameyi inceleyerek Encümen-i Daniş’in yapısı ve bir akademi olarak

değerlendirilip değerlendirilemeyeceği konusunda da görüşlerimizi belirtmek

istiyoruz.

Osmanlı İmparatorluğunun modern anlamda kurumsallaşma ve kanunlaştırma

hareketlerinin görüldüğü bir dönem olan Tanzimat dönemini incelerken, neyin neden

ve nasıl yapılması gerektiği konusunda farklı fikirler olması, Avrupa ülkelerinin ne

ölçüde örnek alındığı ve kullanılan terimlerle ne kastedildiği gibi konularda

64

araştırmacıların farklı yorumlarda bulunduğu görülmektedir. Bu durum Encümen-i

Daniş ile ilgili yapılmış çalışmalarda da göze çarpmaktadır. Encümen-i Daniş bir

akademi midir? Kuruluşunda Fransız Akademisi mi örnek alınmıştır? gibi sorulara

verilen cevaplar farklı farklıdır.

Örneğin, önceki bölümlerde bahsettiğimiz meclislerin raporlarında,

Encümen-i Daniş için ‘cemiyet’ teriminin kullanılması yorum farklılıklarına sebep

olmuştur. Çünkü “Bu kavramın Osmanlı Devleti’nde oldukça geniş bir kullanım

alanı bulunmaktadır. Resmi kurumlara, suç gruplarına, bilimsel ve düşünsel

Topluluklara, şirketlere vb. birçok uygulamaya cemiyet adı verilmektedir. Örneğin

Mecelle Cemiyeti ya da Tercüme Cemiyeti tamamen resmi komisyonlar olmalarına

karşın, cemiyet olarak adlandırılmışlardır. Hilal-i Ahmer Cemiyeti ise yarı resmi

cemiyetlere örnek olarak verilebilir. Kaynaklarda herhangi bir suç grubuna dair

‘fesad cemiyeti’ nitelemesine oldukça sık rastlanır. Örneğin faaliyetlerinden ve

düşüncelerinden hoşlanılmayan komün hareketi sık sık Cemiyet-i Fesadiye olarak

anılmaktadır. Yine bu anlayışın bir ürünü olarak, Beşiktaş Topluluğu’na sonradan

Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi denilmiştir.”111 Bu kadar geniş bir kullanım alanı olan,

buna karşılık hukuki tanımı olmayan bu terimin yorum farklılıklarına sebep olması

gayet doğaldır. Terimin sözlük karşılığı ise Develioğlu tarafından sadece topluluk

şeklinde verilirken, Redhouse birinci anlam olarak topluluk, ikinci anlam olarak ise

İngilizce’de şirket, kurum, birlik gibi anlamalarda kullanılan association karşılığını

kullanır.112 İlhan Ayverdi’nin bu kelime için verdiği yedi karşılıktan biri olan aynı

amaçla bir araya gelen insanların oluşturdukları Topluluk şeklindeki tanım ise geniş

kullanımı açıklamakla beraber bize fazla yardımcı olmamaktadır. Bu sebeple

111 Karaçavuş, a.g.e., s.39 112J. Redhosuse, İngilizce-Türkçe Sözlük, İstanbul-1998, s. 221

65

Encümen-i Daniş’i tanımlarken, günümüzdeki anlamıyla, kullanılması gereken

kelimenin ne olması gerektiği konusunda iki görüş öne sürülmüştür.

Ekmeleddin İhsanoğlu, “bugünkü anladığımız manada ‘cemiyet’ kelimesi

tesbit edebildiğimiz kadarıyla, ilk olarak, 1845’te kurulmuş olan Meclis-i

Muvakkat’ın hazırlamış olduğu tarihsiz bir raporda görülmüştür. Daha sonra, 11

Şubat 1851 tarihili Meclis-i Maarif-i Umumiye raporunda, Encümen-i Daniş için

kullanılmıştır. Burada Cemiyet tabirinden bir topluluk değil, ancak “… ammeye

ehemm ü elzem olan kitapların bir an akdem vücuda getirilmesi için ashab-ı hüner ve

marifetten mürekkep bir Cemiyetin teşkiline aklen lüzum görülerek” ibaresinde ifade

edilmek istenenin bir tüzel kişilik olduğu anlaşılmaktadır. Böylece Türkiye’de

cemiyet adı ile tanımlanan ilk ilmi kurulun 1851’de teşkil edilen Encümen-i Daniş

olduğu ortaya çıkmaktadır.”113 Demek suretiyle cemiyet kelimesinin tüzel kişilik

sahibi dernek olarak anlaşılabileceğini ifade etmiştir.

Karaçavuş ise “Bu gün anlaşıldığı biçimiyle dernek, bir sivil toplum

örgütüdür ve devlet ile iç içeliğinin olmaması gerekir. Cemiyet sözcüğüne tüzel

kişilik kazandırıldığı takdirde belirli, bir kavramsallaştırma yapılarak derneğe

yaklaştırılmış olur. Ancak Encümen-i Daniş bizzat devlet tarafından ve devletin

içerisinde oluşturulmuş bir kurum olduğu için, cemiyet(dernek) olarak nitelenemez.

Böylece Encümen-i Daniş’in, kavramın tarihsel kullanımı açısından bir cemiyet

olarak nitelenebilse bile, bugünkü anlamda bir dernek olduğunun söylenmesinin zor

olduğu ortaya çıkar. Bizce bazı araştırmacıların Encümen-i Daniş’i cemiyet(dernek)

olarak nitelendirirken düştüğü hata, Encümen’in tüzel kişiliğe sahip olmasını aşırı

önemsemeleridir”114 diyerek İhsanoğlu’nun görüşüne karşı çıkmaktadır.

113 E. İhsanoğlu, Cemiyeti İlmiyesi Olarak Bilinen Ulema Grubu, s.54 114 A. Karaçavuş, a.g.e., s. 190

66

Bizce de Karaçavuş’un görüşü daha doğrudur. Ne sivil bir yönü ne de

bilimsel ya da idari bir özerkliği olduğu göz önüne alındığında, Encümen-i Daniş’in

günümüz terminolojisiyle bir ‘bilim kurulu’ ya da ‘bilim komisyonu’ gibi bir

ifadeyle isimlendirilmesi daha uygun olur ki sözlük anlamı itibariyle isminin karşılığı

da budur.

2.5- Encümen-i Daniş Akademi midir?

Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle akademinin ne olduğundan kısaca

bahsetmek gerekir. Köken olarak Akademi kelimesi, M.Ö. 4. yüzyılda Platon’un

öğrencilerine ders verdiği Atina yakınlarındaki bir yerin isminden gelmektedir.115

Rönesans döneminde İtalya’da yeniden ortaya çıkmaya başlayan akademi isimli

kurumlar buradan Avrupa’nın diğer ülkelerine yayılmıştır. İtalya’daki ilk akademiler

felsefe ve tarih üzerinedir. Daha sonrakiler ise dil akademileridir ve bir dil

akademisinin 1612’de bir sözlük hazırlamasının ardından başta Fransa olmak üzere

diğer ülkelerde de dil akademileri açılmıştır.116 Sonraki yıllarda, dünyanın pek çok

ülkesinde, bütün bilim dallarını kapsayan tek bir kurum ya da her alan için ayrı

kurumlar şeklinde, bilimsel faaliyetleri yönlendiren ve destekleyen üst kurumlar

olarak akademiler kurulmuştur. “Başka tabirle akademi; ilim adamlarını, ilmin

buluşlarını, ilmin çalışma araçlarını bir araya toplayan, böylece ilme en yüksek ve en

şümullü çalışma imkânları sağlayan yerdir.”117

Encümen-i Daniş’in akademi olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği

sorusuna dönecek olursak, öncelikle bu konudaki farklı yorumlardan bahsetmek

istiyoruz: Tanpınar’a göre Encümen-i Daniş, bizim uluslararası bilim ve düşünce ile

115 Tekeli ve diğerleri, Bilim Tarihine Giriş, Nobel Yayınevi, Ankara, 2011, s.51 116 Meydan Lrousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, C.I, Meydan Yayınevi, İstanbul, 1969, s. 202 117 H. İnalcık; “Akademi Nedir, Türk Akademisi Nasıl Kurulmalıdır. Bir Örnek: Japon Akademisi”,

Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968,

s.487

67

temasımızı sağlayacak bir akademidir.118 Ülkütaşır’ın119, Sertoğlu’nun120 ve

Bilim’in121 çalışmalarının isimlerinde Encümenden Akademi diye bahsedilirken,

Aktepe,122 Danişmend,123 Gencer124 ve Şapolyo’nun125 çalışmalarının içinde yine

Encümen-i Daniş’ten Akademi şeklinde bahsedilmektedir. Karal’a126 ve Uçman’a127

göre de Encümen-i Daniş akademidir. Köprülü de “Akademi veya eski tabirle

Encümen-i Daniş”128 Ergin ise eserinde129 birçok yerde akademi tabiri yerine

encümen-i daniş demek suretiyle terim olarak Encümen-i Daniş’in Akademinin

karşılığı olduğunu ifade eder. Timurtaş ”Encümen-i Daniş devam etseydi, çoktan bir

ilimler akademisine sahip olacaktık” 130 şeklinde dolaylı olarak Encümeni akademi

olarak kabul ettiğinin ortaya koyar. Yabancı araştırmacılardan Chambers131 ve

Davison132 da akademi ifadesini kullanır.

118 A.H. Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 2001, s.144 119 M.Ş. Ülkütaşır, “Encümen-i Daniş -İlk Türk Akademisi-“, Türk Kültürü Dergisi, C. II, S. 17- 18,

Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1964, ss.162 - 166 120 M. Sertoğlu, “Türkiye’de İlk İlimler Akademisi “Encümen-i Daniş” Nasıl Kuruldu, Ne Yaptı ve

Neden Dağıldı?”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S.64, İstanbul, 1973, ss.12-15 121 C. Bilim, “İlk Türk Bilim Akademisi: Encümen-i Daniş”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat

Fakültesi Dergisi, C.3, S.2, Ankara, 1985, ss.81 - 104 122 M. Aktepe, “Türkiye’de Akademi Meselesi ve II. Abdülhamid’e Dil Akademisi Hakkında Sunulan

Layiha”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S.8, Ankara, 1968, s.24 123 İ.H. Danişmend; İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C.IV, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1955,

s.140 124 A.İ. Gencer, a.g.m. s.33 125 E.B. Şapolyo, “Encümen-i Daniş’in Tarihçesi”, Türk Kültürü Dergisi, C.VI, S.67, Türk

Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968, s.440 126 E.Z. Karal, Osmanlı Tarihi-Islahat Fermanı Devri(1856-1861), C. VI, Ankara-1988, s. 176-180. 127 A. Uçman, “Encümen-i Daniş”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.11, Türkiye Diyanet Vakfı

Yayınları, İstanbul-1995, s. 176 128 M.F. Köprülü; “Akademi Meselesi”, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü

Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968, s.411 129 O.N. Ergin, a.g.e, C.I-II, s.180, s.276, C.III-IV, s.1347 130 F.K. Timurtaş; “Türk Akademisi Kurulurken”, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü

Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968, s.453 131 R. Chambers, “The Encümen-i Daniş and Ottoman Modernization”, VIII. Türk Tarih Kongresi

II. Ciltten ayrıbasım, TTK Basımevi, Ankara, 1981, s.1283 132 R.H. Davison, Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform, 1856-1876, Çev: Osman Akınhay, Agora

Kitaplığı, İstanbul, 2005, s.188

68

Koçer, Fransız akademisinden ilham alındığını ifade etse de “ilim topluluğu”

ifadesini kullanarak akademi demekten kaçınır.133 Cemil Meriç ise “…1851’de

Mustafa Reşit Paşa’nın arzusuna uyularak Encümen-i Daniş tesis edildi. Fransız

akademisinin taklidi…”134 diyerek Encümenin taklit olduğunu savunur.

İskit135, Berkes136, Ayni137, Mardin138, Levend139, Lewis140, ve Shaw141 gibi

yerli yabancı bazı araştırmacılar ise bu tartışmaya girmez ve akademi tabirini de

kullanmazlar.

Encümen-i Daniş’in akademi olup olmadığı konusunda tereddüt belirten

araştırmacılar da vardır. Hacıeminoğlu, “o günün ölçülerine göre akademi

sayılabilecek olan Encümen-i Daniş” diyerek Encümenin eksikliklerinin önemini

vurgular. Akyüz de kitabında; “Cevdet Paşa’nın ifadesi değerlendirilecek olursa,

gerçekten de Encümen-i Daniş’in başlıca fonksiyonları arasında Türkçeyi geliştirme

ve ilerletmenin yer alışı, asli üye sayısının 40 olarak tespiti, boşalan üyelikler için

asli üyelerden her birinin aday gösterebilmesi ve üyeliğe kabul edilecek aday

hakkında encümen huzurunda tanıtıcı mahiyette bir konuşma yapması, beğenilen

eserler için mükafat sisteminin kabul edilmesi gibi hususlar, bu kuruluşla Fransız

Akademisi arasında bazı formel ve seremoniel benzerliklerin bulunduğunu hatura

getirmektedir”142 diyerek bu benzerliklerin tamamen biçimsel olduğunu ifade etmiş,

133 H.A. Koçer, a.g.e, s.61 134 C Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İletişim Yay. İstanbul-1993, s.329 135 S. İskit, Türkiye’de Neşriyat Hareketleri Tarihine Bir Bakış, MEB Yayınları, Ankara,2000, s.

39-42 136 N. Berkes, a.g.e., s.235 137 M.A. Ayni, Darülfünun Tarihi, Kitabevi, İstanbul, 2007, s.10 138 Ş. Mardin, a.g.e. s.254 139 A.S. Levend, “Türk Kültürünün Gelişmesinde Derneklerin ve Kurumların Rolü”, Türk Dili,

c:XVII, S.198 Ankara, Mart 1968, s.650 140 B. Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Çev.: Metin Kıratlı), Ankara-1991, s.432 141 S. J. Shaw-E.K. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, (Çev.: Mehmet Harmancı),

C.II, E Yayınları, İstanbul-1994, s.145-146 142 K. Akyüz, a.g.e., s.29-30

69

böyle kuruluşlarda olması gereken akademik hürriyetten mahrum oluşunun da ciddi

bir eksiklik olduğunu belirterek akademi tabirini kullanmamıştır.

İhsanoğlu ise 1987 yılına ait bir çalışmasında “Devletin maarifin ıslahını

gerçekleştirmek amacıyla teşkil ettiği kurulların (Meclis-i Vala, Meclis-i Muvakkat,

Encümen-i Daniş) oluşturulmasındaki temel fikrin, Batı örneğindeki “ilimler

akademisi” gibi bir ilim müessesesi kurmak olmadığı görülmektedir…Türkiye’de

ilmî cemiyetlerin Batı’daki ilimler akademisine benzetilmesi Cevdet Paşa ile başlar.

Cevdet Paşa özellikle Encümen-i Daniş’i Fransız Akademisine benzetmektedir.

Cevdet Paşa’yı kaynak olarak kullanan günümüz tarihçileri de aynı görüşü

tekrarlarlar…”143 diyerek Encümenin akademi olarak kabul edilemeyeceğini

belirtmiş, ancak 1999 yılında yayımlanan bir başka çalışmasında ise “Şekil ve

usullerle ilgili bazı benzerliklere ek olarak, hedef ve gayeleri bakımından da 1635’te

Fransa’da kurulan Academie Francaise’e benzeyen Encümen-i Daniş, Osmanlı ilmî

ve mesleki cemiyetlerinin ilk nüvesini oluşturmuştur”144 demek suretiyle bu konudaki

fikrini değiştirdiğini göstermiştir. Tevetoğlu, “”bütün medeni ülkelerde benzerlerine

rastlanan bir ilim akademisi mahiyetinde olmak üzere Encümen-i Daniş’in

kurulması”145diyerek ihtiyatlı bir ifade kullanmıştır. Karamanlıoğlu ise, “akademi

anlamı ile kurulan fakat, maalesef, hem gerçek bir akademi karakterini alamayan,

hem de uzun ömürlü olamayan Encümen-i Daniş”146diyerek Encümeni akademi

olarak görmediğini belirtir. Bağış ise, böylesi kurumların akademik olarak

nitelenebileceğini söylemekle beraber, Osmanlı Devleti’nde III. Selim ile başlayan

143 E. İhsanoğlu, “Modernleşme Süreci İçinde Osmanlı Devletinde İlmî ve Mesleki Cemiyetleşme

Hareketlerine Genel Bir Bakış”, OİMC-1. Milli Türk Bilim Tarihi Sempozyumu-3/5 Nisan 1987,

İstanbul -1987, s.19 144 E. İhsanoğlu, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, C.I, s.345 145 F. Tevetoğlu, “Türk Akademisi ve Atatürk”, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü

Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968, s.415 146 A.F. Karamanlıoğlu, “Akademi Konusunda Kaçan Fırsatlar”, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67,

Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968, s.449

70

meşveret uygulamalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan meclislerle Encümen

arasında bir bağ olduğunu ifade ederek, Encümen-i Daniş’in de Tanzimat

Dönemi’nde oluşturulmuş olan çeşitli meclislerin bir benzeri olduğunu iddia eder.147

Bu arada, Encümen-i Daniş’in kuruluşunda örnek alındığı söylenen

Academie Francaise ile ilgili olarak şu bilgiyi vermemiz gerektiğini düşünüyoruz:

Fransızcanın düzenlenmesi ve geliştirilmesi için 1635 yılında resmen oluşturulan bu

kurum, 1789’daki ihtilalden birkaç yıl sonra, 1793 yılında, diğer kraliyet

kurumlarıyla birlikte kapatılmış, 1796’dan itibaren ise ülkedeki bütün bilim, edebiyat

ve sanat çalışmalarını gözetmek için oluşturulan Fransız Enstitüsü’nün beş alt

biriminden birisi haline getirilmiştir148. Kendi içinde geniş bir özerkliği olsa da artık

ayrı bir yapı olma özelliğini kaybetmiştir. Yani Osmanlı devlet adamlarının XIX.

Yüzyılda gördüğü Fransız Akademisi, Fransız Enstitüsünün dil ve edebiyat

konusunda çalışmalar yapan alt birimidir. Dolayısıyla, kendi ülkelerinde bütün

bilimlerde gelişme sağlamak için bir kurum oluşturmayı düşünen Tanzimatçılar için

Fransız Akademisi, ancak şekil yönünden örnek alınabilecek bir kurum hüviyetinde

görünmektedir.

Encümenin sıkı bir denetim altında çalışması ve bilimsel özerkliğinin

olmayışı ise bir eksikliktir elbette. Ancak o dönemin devlet yapısı ve anlayışı göz

önüne alındığında şaşırtıcı değildir. Her ne kadar Osmanlı modernleşmesinde en çok

Fransa ve İngiltere’den etkilenildiği düşüncesi yaygınsa da, özellikle idari

kurumların oluşturulmasında İngiliz ve Fransız modellerinin fazlasıyla liberal ve

meşruti olduğu ve dolayısıyla Osmanlı yönetim geleneğine uymadığı gerekçesiyle,

daha mutlakıyetçi olan Avusturya ve Prusya modellerinin örnek alındığını

147 A.İ. Gencer; a.g.m. s.31,33,37 148 Meydan Lrousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, C.I, s. 200,

71

biliyoruz.149 Dolayısıyla Encümen-i Daniş’in kuruluşunda oluşturulan bu sıkı

denetim, herhangi bir kurumda olduğu veya olabileceği gibi yapılmış bir

uygulamadır bizce. Ayrıca şunu da belirtmeliyiz ki akademik özgürlük, o dönem

Avrupa’sı için de yeni bir kavramdır. XIX. Yüzyıl başlarında, ilk gerçek modern

üniversite olarak kabul edilen Berlin Üniversitesini kuran Wilhelm von Humboldt’a

göre devletin üniversiteye bağımsızlık garanti etmesi gerekir.150 Bu dönemde

akademik özgürlük, öğretme özgürlüğü, öğrenme özgürlüğü ve araştırma özgürlüğü

olarak tanımlanmıştır.151 Dolayısıyla henüz Avrupa’da bile yeni yeni tartışılan bir

durumun Osmanlı Devletinde olmayışını doğal karşılamak gerekir. Hatta XX.

Yüzyılda kurulan modern ancak otoriter yönetimlerin olduğu ülkelerde de akademik

özgürlük yoktu.

Bu hususların dışında şunu belirtmemiz gerekir ki; Osmanlı ve İslam

tarihinde örneği bulunmayan Encümenin ismi dahi farklılık arz eder; “Bu kurula, iki

Farsça kelimeden meydana gelen ve bilim kurulu manasına gelen Encümen-i Daniş

adının verilmesinin sebebi ise Osmanlı geleneği içindeki eğitim kurumlarından farklı

olduğunun belirtilmek istenmesindendir.”152 Geçmişten farklı bir bilimsel yapı

oluşturmak ve bütün ülkede bilimin gelişmesi için çalışmak, elbette Avrupa’da

örnekleri görülen türde bir kurumun yapabileceği bir iştir. Bu noktada belirtmeliyiz

ki, bazı Avrupa ülkelerinde bu görevi üstlenen kurumlar için Akademi, bazılarında

ise Enstitü ismi kullanılmaktadır. Dolayısıyla Encümen-i Daniş’in Batı ülkelerindeki

149 A. Akyıldız; Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilatında Reform, Eren Yayıncılık,

İstanbul, 1993, s.293 150 S. Aydın, “Bilgi Toplumu İdealini Gerçekleştirmede Günümüz Üniversiteleri”, Mantık,

Matematik ve Felsefe 10. Sempozyumu (4 - 7 Eylül 2012 Foça), cms.inonu.edu.tr /panel/

uploads/5/232/bilgi-toplumu-idealini-gerceklestirmede-gunumuz-universiteleri.doc, s.3 151 T. Gediklioğlu, “Yükseköğretimde Akademik Özgürlük”, Yükseköğretim ve Bilim Dergisi, C.3,

S.3, ss.179-183, s.180 152 İhsanoğlu, Osmanlı Medeniyeti Tarihi., C.I, s.345

72

akademi veya enstitülerin görevini yapması amacıyla kurulduğu açıktır. Nitekim

kuruluşundan sonraki döneme ait arşiv belgelerine baktığımızda, “Waşington’da

İsmit Sonyan adlı Encümen-i Daniş’den”153, “Fransız Encümen-i Daniş’i”154,

“Kopenhag Encümen-i Daniş’i”155, “Berlin Encümen-i Daniş’i”156şeklinde ifadeler

olduğunu görüyoruz. Bu belgelerde Encümen-i Daniş ismi, hem enstitü hem de

akademi yerine kullanılmıştır.

Bu noktaya kadar anlattıklarımız göz önüne alındığında, bir takım eksiklikleri

veya farklılıkları olsa da, dilin geliştirilmesi ve genel olarak bilimin desteklenip

yaygınlaştırılması amaçlarıyla kurulmuş bir kurum olduğundan, Encümen-i Daniş,

için akademi denilmesinde bir mahzur olmadığı kanaatindeyiz.

153 BOA, A.AMD, 79 / 12 154 BOA, MF.MKT., 93 / 145 155 BOA, MF.MKT. 779 / 13 156 BOA, MF.MKT. 131 / 87

III. BÖLÜM

ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN ÜYELERİ

73

III. BÖLÜM

ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN ÜYELERİ

Encümen-i Daniş’in bazı üyeleri hakkında bir hayli bilgi mevcutken bazıları

hakkında hemen hemen hiç bilgi yoktur. Bu sebeple biz de bazı üyeler hakkında

geniş bilgi verirken bazıları hakkında kısa bilgiler verebiliyoruz.

3.1- Dâhili Üyeler

1- Mustafa Reşid Paşa: 16 Şevval 1214'te (13 Mart 1800) İstanbul'da

Davutpaşa mahallesinde doğdu. Babası II. Bayezid evkafı ruznamçecisi Mustafa

Efendi'dir. Oğluna okuyup yazmayı o öğretmiştir157. Düzenli bir öğrenim görmedi ve

kendi kendini yetiştirdi. Küçük yaşta babasını kaybedince eniştesi Ispartalı Seyyid

Ali Paşa tarafından himaye edildi ve paşanın kısa süren sadareti sırasında (1820-

1821) mühürdarlık vazifesini üstlenip devlet memuriyetine girdi. Seyyid Ali Paşa'nın

görevden alınmasından sonra Beylikçi Akif Efendi'ye intisap etti ve Babıâli Mektûbi

Kalemi'ne tayin edildi. Onun aracılığıyla 1828–1829 Osmanlı-Rus savaşı esnasında

orduyla hareket eden Sadrazam Sırrı Paşa maiyetine mühürdar olarak verildi.

Ordudan yazdığı tahrirattaki sade anlatımı ve terkip kudreti II. Mahmud'un

dikkatini çekti. 1829 Edirne barış görüşmelerine başkâtip sıfatıyla katıldı. Daha sonra

amedî odasına geçti. Burada, yeteneklerini takdir eden Reisülküttab Pertev

Efendi'nin şahsında kendisine bütün ömrünce bağlı kalacağı önemli bir hami buldu

ve Kavalalı Mehmed Ali Paşa ile yapılan görüşmelerde ikinci kâtip olarak onunla

beraber Mısır'a gitti (1830)158

Dönüşünde amedî vekili (1831) ve Haziran 1832'de asaleten amedî oldu.

Mısır kuvvetlerinin Konya'daki galibiyeti üzerine Halil Rifat Paşa maiyetinde tekrar

157 C. Baysun, “Mustafa Reşit Paşa”, Tanzimat I, ss.723-746, s.723 158 K. Beydilli, “Mustafa Reşid Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.31, ss.348-350, İstanbul, 2006,

s.348

74

Mısır'a gitti. Kütahya'da Kavalalı İbrahim Paşa ile yapılan görüşmelere katıldı (Mart-

Mayıs 1833). Adana muhassıllığının İbrahim Paşa'ya bırakılmasının önlenememiş

olması sebebiyle gözden düştü.

Cezayir'in durumunu görüşmek amacıyla amedîlik üzerinde kalmak üzere

Temmuz 1834'te fevkalade orta elçi sıfatıyla Paris'e gönderildi. Mart 1835'te

İstanbul'a döndü ve Temmuz ayında Paris'e daimi elçi olarak tayin edildi. Eylül

1836'da Londra elçiliğine getirildi ve İngiltere'nin yardımının sağlanması için çalıştı.

İngiltere'nin, Mehmed Ali Paşa'nın ihtiraslarına gem vurulması konusunda Osmanlı

Devleti'nin yanında yer almasını sağladı. Paris'te ve Londra'da geçirdiği üç yıl içinde

Avrupa diplomasisini yakından tanıyan, Fransızcasını ilerleten ve önde gelen devlet

adamlarıyla görüşmeler yaparak tecrübe kazanan Mustafa Reşid 1836 sonbaharında

Hariciye Müsteşarı, 13 Haziran 1837’de Hariciye Nazırı oldu. 159

Mehmed Ali Paşa'ya karşı İngiltere’nin desteğinin sağlanması amacıyla bu

ülkeyle Baltalimanı Ticaret Antlaşmasının imzalanmasını sağladı. Ardından bu

devletle bir ittifak oluşturulması göreviyle Londra büyükelçiliğine tayin edildi.160

Abdülmecid'in tahta çıkması üzerine İstanbul'a dönerek huzura kabul edildi (8

Eylül1839). Mısır meselesinin çözümünde etkin bir rol üstlendi ve Tanzimat

Fermanı'nın ilan edilmesini temin etti (3 Kasım 1839). 1841’de dördüncü defa Paris

elçiliğine atandı. 161

1845'te yeniden Hariciye nazırlığına getirildi. Mısır valisinin bağlılığını arz

etmek üzere İstanbul’a gelmesinin bu nazırlığı esnasında gerçekleşmiş olması

kendisine sadaret kapısını açtı.162 Kısa süren bu ilk sadaretinde ıslahat çalışmalarına

159 A.g.e, s.348 160 R. Kaynar, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, TTK Basımevi, Ankara, 2010, s.126-130 161 K. Beydilli, Mustafa Reşid Paşa, s.348 162 C. Baysun, Mustafa Reşit Paşa, s.737

75

devam etti. Muhaliflerine karşı verdiği mücadele neticesinde 28 Nisan 1848'de

azledildiyse de 12 Ağustos'ta ikinci defa sadarete getirildi. 26 Ocak 1852'de

görevden alındı. 5 Ağustos 1852 tarihine kadar sürmek üzere üçüncü defa sadrazam

oldu (5 Mart 1852). Bu sadaretleri esnasında kurulması düşünülen Encümen-i Daniş'

in açılmasında etkili rol oynadı (Temmuz 1851).

1848 ihtilalleri sebebiyle Osmanlı Devleti'ne iltica eden Macar ve Leh

milliyetçilerinin iade edilmemesiyle Rusya ve Avusturya ile başlayan gerginliğin

Rusya ile Kırım savaşına dönüşmesi üzerine İngiltere ve Fransa'nın desteğini alarak

bu savaşın kazanılmasında önemli rol oynadı.

Süveyş Kanalı projesine karşı çıkması Fransa'nın tepkisine yol açtığından

savaş devam ederken vazifesinden alındı (2 Mayıs 1855). Kırım savaşının devamı,

18 Şubat 1856 tarihli Islahat Fermanı'nın hazırlanışı ve Paris Antlaşması (30 Mart

1856) gibi önemli gelişmeleri dışarıdan takip etmek zorunda kaldı. Mısır'a yaptığı

seyahat dönüşünde beşinci defa sadarete getirildi (1 Kasım 1856). 163

Fransa ile Memleketeyn hakkında yaşanan bir anlaşmazlık sonucunda, yine

siyaseten azli gerekli görüldü (1 Ağustos 1857). Krizin Fransa'nın arzusuna göre

geçiştirilmesinden sonra altıncı defa sadrazam oldu. (22 Ekim 1857) Kısa süren bu

son sadareti, başta yetiştirmeleri olan Mehmed Emin Alı ve Keçecizade Fuad Paşalar

olmak üzere bütün siyasi rakipleriyle barışıklık içinde geçti ve bir kalp krizi

neticesinde 21 Cemaziyülevvel 1274'te (7 Ocak 1858) vefat etti. Türbesi Beyazıt

Camii Külliyesi yanındadır.

Mustafa Reşid Paşa, Tanzimat döneminin az sayıdaki misyon sahibi devlet

adamlarındandır. Cevdet Paşa'nın deyişiyle "Efkarı neşr-i maarif, ta'mim-i terbiye ile

163 K. Beydilli, Mustafa Reşid Paşa, s.349

76

ve devleti usul-i cedide-i Avrupa'ya tevfikan tanzim etmek" kanaatine sahipti.164

Bunu devletin ayakta kalmasının başlıca şartı olarak görmekteydi.

Reşid Paşa'nın en çok dikkat çeken özelliklerinden biri Tanzimat Fermanı'nın

ilanını sağlamış olmasıdır. Bu işin sorumluluğunu, fermana esas teşkil etmek üzere

kabul edilen metnin altında imzası bulunan otuz sekiz devlet ricaliyle paylaşmış

olmasını165 ve bizzat padişahın onayından geçtiğini de dikkate almak gerekir. Ancak

bu, kendisinin fermanın ilanındaki etkin rolünü ve önemini azaltmaz. Mustafa Reşid

Paşa'nın o sırada sadrazam bulunan Koca Hüsrev Paşa ve çevresindekilerin samimi

olmayan tutumlarına karşı direnmesi fermanın ilanı kadar uygulanmasıyla ilgili

girişimlere damgasını vurmuş kendisini haklı olarak öne çıkarmıştır.

Mustafa Reşid Paşa'nın devletin bekasını büyük devletler arasındaki dengede

görmesi dış siyasetinin ana çizgisini belirler. Diğer devletlere nazaran İngiltere'nin

ekonomik ve askeri üstünlüğüne inanmaktadır ve iktidarda bulunduğu sıralarda

icraatına bu doğrultuda yön vermiştir. Bu anlamda da İngiltere tarafından himaye

edilir 166

Tanzimat'ın ilanı dışında 1848 mülteciler meselesindeki tutumu ve 1853

Kırım savaşında İngiltere ile Fransa'nın müttefik olarak kazanılması önemli

başarılarındandır.

Mustafa Reşid Paşa, resmi yazışmanın sadeleştirilmesinde ve herkesin

anlayacağı şekilde "kaba Türkçe" olarak yazılmasında öncülük etmiştir167.

2- Arif Hikmet Ahmet Efendi: İstanbul'da doğdu. Babası III. Selim devri kazasker

ve nakibüleşraflarından İbrahim İsmet Bey'dir. Arif Hikmet 1796'da müderris payesi

164 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.23 165 C. Baysun, Mustafa Reşit Paşa, s.709, 166 K. Beydilli, Mustafa Reşit Paşa, s.350 167 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.58

77

alarak ilmi ve edebi çalışmalara başladı. 1814'te hacca gitti. Daha sonra sırasıyla

Kudüs (1816 ). Mısır (1820) ve Medine (1823) kadılıklarında bulundu. 1829'da nüfus

tahrir işlerine nezaret etmek üzere Rumeli'de görevlendirildi. Seyyid olması

dolayısıyla bir yıl sonra nakibüleşraf, 1833'te Anadolu kazaskeri. 1838’de Rumeli

kazaskeri oldu. Ertesi yıl Meclis-i Vala-yı Ahkâm-ı Adliyye azalığına, hemen

ardından da Rumeli müfettişliğine getirildi ve Meclis-i Maarif-i Muvakkat'a üye

seçildi. Mekkizade Mustafa Asım Efendi'nin vefatı üzerine 11 Aralık 1846'da

şeyhülislam tayin edildi. 168 Bu görevde yedi buçuk yıl kadar kaldı.

Sultan Abdülmecid devrindeki Saftatar Vak'ası' nda müsamahakâr davrandığı

için azledildi (24 Mart 1854). Yerine tayin edilen Mehmed Arif Efendi'nin 1858'de

ölümü üzerine ikinci defa şeyhülislamlığa getirilmesi söz konusu olduysa da

Sadrazam Âlî Paşa ile arasının açık olması dolayısıyla tayini gerçekleşmedi. Arif

Hikmet 22 Mart 1859'da İstanbul'da vefat etti. Üsküdar Nuh Kuyusu'nda Kartalbaba

Tekkesi (bugün Kartalbaba Camii) karşısında bulunan hazireye defnedildi. Son devir

Osmanlı alimleri arasında önemli bir yeri olan Arif Hikmet Bey, nadir eserlerden

meydana gelen 12.000 ciltlik bir kütüphaneye de sahipti. Bunlardan 5000 kadarını

Medine'de Mescid-i Nebevi'nin kıble tarafında inşa ettirdiği (1853- 1855), bugün de

kendi adıyla anılan kütüphaneye vakfetmiştir. 169

Klasik tarzda şiirler ·yazan ve şiirlerinde Nef'i. Nabi ve Nedim'in etkileri

görülen Arif Hikmet Bey, eski şiirin "bakıyyetü's- selef" denilen son temsilcilerinden

biri olarak tanınmaktadır. Üç dilde yazdığı şiirlerini topladığı divanından takdirle

bahseden Cevdet Paşa bilhassa Arapça şiirlerini çok beğenir.

168Fatin Davud; Hatimet’ül Eş’ar (Fatin Tezkiresi), Haz: Ömer Çiftçi,

http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/dosya/1-219117/h/metin.pdf, s.112 169 M.L. Bilge, “Arif Hikmet Bey Şeyhülislam”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.3, ss.365-366, s.365

78

Arif Hikmet geniş bilgisi, okumaya ve kitaba düşkünlüğü, nadide kitaplara

sahip kütüphanesi ve cömertliği yanında konağını devrin bilgin, şair ve diğer

sanatçılarının toplandığı bir merkez haline getirmesiyle de tanınmış ve birçok

sanatçı, ilim adamı ve şairle yakın dostluklar kurmuştur. Eserleri: 1. Divan.

Kütüphane kataloglarında "Mecmua-i Eş'ar" ismiyle kayıtlı bulunan Arif Hikmet'in

şiirleri Mehmed Ziver tarafından bir araya getirilerek Divan-ı Arif Hikmet Beyefendi

adıyla yayımlanmıştır (İstanbul 1283). 2. Tezkire-i Şuara. Millet Kütüphanesi'nde Ali

Emiri hattıyla yazılmış bir nüshası bulunan (Ali Emiri, Tarih, nr. 789) bu eser, 1000–

1252 (1592–1837) yılları arasında yaşamış 203 şairin hal tercümesini mahlaslarına

göre sıraya koyarak vermektedir 3. Mecmuatü't- teracim: Alfabetik sıra ile ulema,

tarikat şeyhleri ve şairlerin hayatlarının anlatıldığı biyografik bir eserdir. 4.

HuHisatü'l- makiilat ii mecalisi'l--mükôlemat. İçinde, babası ibrahim İsmet Bey'in

murahhas üye olarak bulunduğu siyasi meclislerde yapılan muahedelerin yer aldığı

eseridir. 5. el-Ahkamü'l-mer'iyye fi'l-arazi'lemiriyye. 1263 ( 1847) tarihli tapu

nizamnamesini de ihtiva eden bu eserin yazma nüshası istanbul Üniversitesi

Kütüphanesi'ndedir (İbnülemin, nr. 2958) Eser ayrıca birkaç defa basılmıştır

(İstanbul 1265, 1267, 1269) Bunlardan başka istanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde

İbnülemin yazmaları bölümünde kendi el yazısıyla Rumeli Teftiş Defteri (TY. nr.

2466, 2475) ile Mecmu'a-i Eş'ar (AY, nr. 2489) ve kısa bazı bilgiler ihtiva eden bir

hatıra defteri (TY, nr. 2457, 2751) bulunmaktadır. Ayrıca İbnülemin'in de bahsettiği

(Son Asır Türk Şairleri, s. 642). Keşfü'z-zunun'a hazırladığı bir zeylin eksik bazı

nüshaları istanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde kayıtlıdır.170

170 A.g.e, s.366

79

3- Mehmet Rüştü Paşa: Şubat 1811’de Sinop’a bağlı Ayandon kazasında doğdu.

Asıl adı Mehmed Rüşdü olup kayıkçı Hasan Ağa’nın oğludur. Kendisi üç yaşlarında

iken ailesi İstanbul’a gelip yerleşti.171 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından

sonra Tophâne’de açılan Asâkir- i Muntazama Yedinci Tertip Taburu’na girdi. Özel

hocalardan Arapça ve Farsçanın yanı sıra Fransızca öğrendi. Fransızca öğrenmesi

memuriyet kademelerinde hızla yükselmesine zemin hazırladı. Hüsrev Paşa’nın

aracılığı ile bazı askerî nizamnamelerin Türkçeye tercümesi işiyle meşgul olmak

üzere serasker tercümanlığına getirildi. Bundan dolayı “Mütercim” lakabıyla şöhret

buldu. Kolağası rütbesiyle Rumeli, Anadolu ve Suriye’de dokuz yıl hizmet

gördükten sonra 1839’da miralay, 1843’te Rumeli ordusunda mirliva oldu; ardından

Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî’ye üye yapıldı. 1845’te ferik rütbesine terfi ettirildi ve redif

kuvvetlerinin kuruluşuyla görevlendirildi. 1847’de Hassa Ordusu müşirliğine,

ardından Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî reisliğine (Haziran 1848), seraskerliğe (Mayıs 1851)

ve yeniden Hassa Ordusu müşirliğine (23 Mayıs 1853) getirildi. Bu görevinde altı ay

kadar çalıştıktan sonra istifa etti. Meclis-i Tanzîmat üyesi (Ekim 1854) ve arkasından

ikinci defa serasker (Haziran 1855) oldu. Azledildikten sonra (Kasım 1856) kısa

sürelerle yeniden seraskerlik, Tophane müşirliği, Meclis-i Âlî üyeliği ve reisliği

görevlerinde bulundu.172

Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa’nın azliyle 24 Aralık 1859 tarihinde

sadrazamlığa getirildi. Ancak İngiltere Kraliçesi Victoria’nın padişaha yazdığı bir

mektupta Mehmed Emin Paşa’nın azlinden üzüntü duyduğunu belirtmesi ve bu arada

saray erkânının kendisi aleyhinde bulunması yüzünden azledildi (27 Mayıs 1860).

1860 yılı ortalarında Meclis-i Hazâin reisi ve Eylül 1861’de dördüncü defa serasker

171 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.I, Dergah Yayınları, İstanbul, 1982, s.101 172 A. Saydam, “Mütercim Rüşdü Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.32, ss.202-203, s.202

80

tayin edildi. Seraskerlik görevinden ayrılınca bir süre mâzul kalan Rüşdü Paşa

Meclis-i Âlî üyeliğine (Temmuz 1865), ardından Meclis-i Vâlâ reisliğine (30 Nisan

1866) ve kısa bir süre sonra da ikinci defa sadrazamlığa (5 Haziran 1866) getirildi.

Girit isyanının alevlendiği bu sırada bir Yunan savaşının patlak vermesinden ve

Rusya’nın işe karışacağından endişelenen Rüşdü Paşa sadaret görevinden istifa etti

(11 Şubat 1867) ve beşinci defa seraskerliğe getirildi. Bu görevi bir yıl sürdü.

1872’de üçüncü defa getirildiği sadâretten 1873’te istifa etti. 1876’da görevinden

uzaklaştırılan Mahmud Nedim Paşa’nın yerine dördüncü defa sadrazamlığa getirildi.

Onun sadrazamlığı ile birlikte Osmanlı Devleti’nde yeniden İngiltere yanlısı bir

politika hâkim oldu.173

Durumun sakinleşmesiyle padişahın Mahmud Nedim Paşa’yı tekrar sadârete

getirmek istemesi saltanat değişikliğine gidilmesi fikrine kuvvet verdi. Böylece

Mütercim Rüşdü Paşa ile onun sadrazamlığı döneminde önemli makamlara gelen

Midhat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve Şeyhülislâm Hayrullah Efendi, Sultan

Abdülaziz’in hal‘ini gerçekleştirdiler. Bununla beraber konuşmalarında bu olayı

benimsemediğini, hatta padişahı uyarmaya teşebbüs ettiğini, fakat sonuçta

arkadaşlarıyla birlikte hareket etmek mecburiyetinde kaldığını söylemekteydi.

Sultan V. Murad’ın saltanatı süresince onun hastalığı dolayısıyla ülkeyi âdeta

padişahsız idare etti. Cevdet Paşa ile beraber, akıllı bir padişahın olması halinde

Kanûn-ı Esâsî’ye gerek olmadığı, Tanzimat ilkelerinin yeterli sayıldığı görüşünü

savunmaktaydı. Bu sırada yapılan Kânun-ı Esâsî tartışmalarında en sert muhalefeti

gösterdi.

173 A.g.m, s.202

81

II. Abdülhamid’in saltanatının ilk anlarında makamını koruduysa da

padişahın devlet işleriyle yakından ilgilenmesinden rahatsız oldu. Öte yandan

padişah da onu yeterli görmemekte, ayrıca Sultan Abdülaziz’in ölümü dolayısıyla

kendisine güven duymamaktaydı. Mütereddit bir şahsiyete sahip olan Rüşdü Paşa

Rusya ile savaş ortamına girildiği, Kânun-ı Esasî hazırlıkları ve Tersane Konferansı

ile ilgili çalışmaların yoğunlaştığı bir sırada ihtiyarlığını ve rahatsızlığını ileri sürerek

istifa etti (19 Aralık 1876).

Ali Suâvi vak‘ası üzerine azledilen Sâdık Paşa’nın yerine beşinci defa

sadârete getirildi (28 Mayıs 1878) ancak yedi gün sonra azledildi.174 Şubat 1879’da

Manisa’daki çiftliğinde oturmasına izin verildi.. Nisan 1882’de Manisa’da vefat etti

ve Hatuniye Camii bahçesine defnedildi. Son derece dürüst, asla rüşvet kabul

etmeyen, kanunları iyi bilen, zeki, ciddiyetten ayrılmayan ve güzel konuşan bir

devlet adamıydı. Mâzul iken iyi bir tenkitçi olarak sivrilmişse de iktidara geçtiğinde

pek önemli bir icraat gösterememiştir. Saray, ordu ve Bâbıâli arasında denge unsuru

olup ilk başlarda saray-ordu grubunun taraftarı gibi görünmüşse de devlet adamları

arasındaki gruplaşmalarda her tarafla iyi ilişkiler tesis ettiğinden çok defa ön planda

olmuştur. Reformlara taraftar olmakla beraber devletin kurtarılmasına imkân

bulunmadığına ve çöküşün mukadder olduğuna inanırdı

4- Sadık Mehmet Rıfat Paşa: 25 Şaban 1222 (28 Ekim 1807) tarihinde İstanbul'da

doğan Mehmed Sadık Rifat, Masarifat Nazırı Hacı Ali Bey'in oğludur.175

Öğreniminin ardından 1821'de girdiği Enderun'daki Hazine Odası’nda bir yıl görev

yaptıktan sonra Sadaret Mektûbi Kalemi'ne geçti. Çalışkanlığı sayesinde iki yıl

içinde hacegânlık rütbesine yükseltilerek salyane mukataacılığına tayin edildi.

174 İ.M.K. İnal, a.g.e, s.125 175 Y. Semiz, “Sadık Rıfat Paşa (1807-1857) Hayatı ve Görüşleri”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat

Araştırmaları Dergisi, S.1, ss.135-144, Konya,1994, s.135

82

1828'de önemli bir makam olan Amedi Kalemi halifeliğine getirildi. Yunan sınırının

düzenlenmesi ve Mısır meselesi görüşmelerinde zabıt kâtibi olarak bulundu. 1833

yılında önce Küçük Evkaf muhasebeciliğine ardından amedi vekâletine tayin edildi.

Bu görevi esnasında dönemin önemli şahsiyetlerinden olan Pertev Mehmed Said

Paşa'ya intisap etti ve "mahrem-i esrarı" oldu. 176

23 Kasım 1836'da Mustafa Reşid Bey'in Hariciye müsteşarlığına tayini

üzerine Rifat Bey de amediciliğe getirildi. Hamisi Pertev Paşa'nın gözden düşüp

Edirne'ye sürgün edilmesinden sonra amedicilik görevinden azledildi; ardından orta

elçilik ve bir ay sonra büyükelçilik unvanıyla Viyana sefirliğine gönderilerek

İstanbul'dan uzaklaştırıldı. Bu görevde iken Avusturya Başvekili Metternich ile iyi

ilişkiler kurdu; ayrıca İstanbul'da sürdürülen reformlar için teorik alt yapıya yönelik

yardımlar sağladı. Sultan Abdülmecid'in tahta geçmesi üzerine Hariciye Nazırı

Mustafa Reşid Paşa'nın telkiniyle Ekim 1839'da Hariciye Nezareti müsteşarlığına

getirildi. 30 Mart 1841 tarihinde paşalık unvanı ile vezaret rütbesi verilerek tayin

edildiği Hariciye Nezareti'nden idaresizliği gerekçe gösterilerek azledildi. (22 Aralık

1841) Sekiz ay devam eden mazuliyetinde sıbyan mektebi talebelerine yönelik olarak

sade bir dille kaleme aldığı Ahlak Risalesi'ni tamamladı. Eylül 1842'de Meclis-i Vâlâ

üyeliğine ve yaklaşık iki ay sonra üyelik üzerinde kalmak kaydıyla ikinci defa

Viyana sefirliğine getirildi. 8 Mayıs 1843'te Sarım Paşa'nın yerine tayin edildiği

Hariciye Nezareti'nden 2 Kasım 1844 tarihinde azledildi. Bir hafta sonra Meclis-i

Vâlâ üyeliğine ve 19 Ağustos 1845'te Meclis başkanlığına getirildi.

Rifat Paşa, iki buçuk yıl kadar başkanlık görevinde kaldıktan sonra Maliye

nazırı oldu. 23 Nisan 1848'de üçüncü defa Hariciye nazırlığına, 14 Ağustos 1848'de

176 A. Akyıldız, “Sadık Rifat Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.35, ss.400-401,İstanbul, 2008,

s.400

83

de tekrar Meclis-i Vâlâ reisliğine getirildi. Bu görevinden 26 Nisan 1849'da azledildi

ve Ocak 1850'de Mecalis-i Âlî’ye tayin edildi. 29 Nisan 1850'de üçüncü defa Meclis-

i Vâlâ reisliğine getirildiyse de 5 Haziran'da Mustafa Reşid Paşa'nın bu göreve

getirilmesi üzerine vazifesinden ayrılmak zorunda kaldı. 5 Nisan 1853'te Fuad

Paşa'nın istifasıyla boşalan Hariciye Nezareti'ne tayin edildi. 15 Mayıs 1853'te

Mustafa Reşid Paşa'nın bu defa Hariciye Nezareti'ne tayiniyle tekrar görevini

bırakmak zorunda kaldı ve dördüncü defa Meclis-i Vâlâ reisliğine getirildi. 23 Mart

1854'te bu görevinden alındı. 8 Ekim 1854 tarihinde bu sırada yeni kurulmuş olan

Meclis-i Âlî-i Tanzimat üyeliğine getirildi. Rifat Paşa, kalp hastalığına bağlı olarak

ayağında meydana gelen şiddetli ağrılardan kurtulmak amacıyla geçirdiği

ameliyattan dört ay sonra 16 Cemaziyelahir 1273 (12 Şubat 1857) tarihinde vefat etti

ve Eyüp'te Bostan iskelesi'nde Mihrişah Valide Sultan Türbesi haziresindeki

mezarına defnedildi. Edip, zeki, halim selim, kitabette mahir, açık sözlü, yenilikçi,

cömert, nüktedan ve ihtiyatlı bir kişiydi. 177

Metternich'in etkisinde kalmış ıslahatçı bir devlet adamı olan Sadık Rifat

Paşa, bazı yeni kanunların çıkarılması ve kısmi ıslahatla devletin Avrupa devletleri

seviyesine ulaşabileceği kanaatindedir. Ayrıca padişahın ve sarayın giderlerinin belli

bir bütçe dâhilinde hükümetin kontrolünde bulundurulması ve nizamlara aykırı çıkan

padişah iradelerinin uygulanmaması gibi dönemi için hayli radikal olan ilkeleri dile

getirebilmiş bir devlet adamıdır. “Batı uygarlığı, özgürlük, ulus insan hakları gibi

kavramlar, Osmanlı başkentinde ve Osmanlı yönetici tabakasından olanlar arasında

ilk kez Sadık Rıfat Paşa’nın kalemiyle yazılmış ve yorumlanmıştır.”178

177 A.g.m, s.401 178 N. Berkes, a.g.e, s. 202

84

Oğlu Mehmed Rauf Paşa, babasının ölümünden sonra yazılarından yaptığı

seçmeleri Müntehabât-ı Âsâr adı altında toplayıp yayımlamıştır. Risaleler şeklinde

neşredilen bu yazılar Rusya Muharebesi Tarihi, Gülbün-i İnşa, Avrupa Ahvaline Ait

Risale, İtalya Seyahatnamesi, Ma'rüzat, Mustafa Reşid Paşa'ya Yazdığı Mektuplar,

Viyana'dan Babıali'ye Yazdığı Mektuplar, İskenderiye'den Babıali'ye Yazdığı

Mektuplar, gibi başlıklar taşımaktadır

5- Mehmet Emin Âli Paşa: İstanbul'da Mercan'da doğdu. Babası Ali Rıza Efendi,

Mısır Çarşısı aktarlarından olup aynı zamanda çarşının kapıcılığını da yapmaktaydı.

Mahalle mektebindeki ilk tahsilinden sonra Arapça dersleri almaya başladı, ancak

babasının ölümü üzerine tahsilini terk etmek zorunda kaldı. 1830'da bir aile dostunun

aracılığıyla Divan-ı Hümayun Kalemi'ne girdi ve buradaki âdete uygun olarak

kendisine boyunun kısalığından veya güzel tavrı ve kabiliyetinden dolayı “Âlî”

mahlası verildi. Daha sonra bu mahlas ile şöhret buldu. 179

1833'te Tercüme Odası'na girdi. 1835'te Avusturya imparatoru I. Ferdinand'ın

tahta çıkışını tebrik için gönderilen heyette ikinci başkâtip olarak Viyana'ya gitti;

burada kaldığı bir buçuk yıl içinde Fransızcasını ilerlettiği gibi diplomasi mesleğinin

inceliklerini de öğrendi. 1837'de Petersburg'a gönderildi. Dönüşünde Divan-ı

Hümayun tercümanlığına tayin edildi. 1838'de Londra elçisi olan Mustafa Reşid Paşa

ile birlikte elçilik müsteşarı sıfatıyla Londra'ya gitti. Reşid Paşa'nın oradan Paris'e

geçmesi üzerine Divan-ı Hümayun tercümanlığına ilaveten maslahatgüzar oldu.180 II.

Mahmud'un ölümü ve Abdülmecid'in tahta çıkması üzerine Reşid Paşa ile birlikte

İstanbul’a dönerek tekrar Divan -ı Hümayun tercümanlığına başladı.

179 K. Beydilli, “Âlî Paşa, Mehmed Emin”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.2, ss.425-426, İstanbul,

1989, s.425 180 İ.M.K. İnal, a.g.e, s.6

85

Reşid Paşa'ya intisap etmesi ve onun takdir ve himayesini kazanması, süratle

yükselmesinde en önemli amil oldu. 1840'ta, genç yaşta önce vekâleten getirildiği

Hariciye müsteşarlığına kısa bir süre sonra asaleten tayin edildi. 1841'de Londra

büyükelçiliğine getirildi,181 üç yıl kadar burada kaldı. Geri dönünce Meclis-i Vâlâ

azası oldu. Ardından tekrar Hariciye müsteşarlığına tayin edildi. Reşid Paşa'nın

1846'da sadrazam olması üzerine önce Hariciye Nazırı, bir süre sonra vezaret

rütbesiyle paşa oldu (1848). Reşid Paşa sadaretten azledilince Hariciye Nezareti'nden

alındı ve Ahkâm-ı Adliyye Riyaseti'ne nakledildi. Ancak Reşid Paşa'nın aynı yıl

ikinci defa sadrazamlığa getirilmesi üzerine yeniden Hariciye nazırlığına tayin

edildi.182

Âlî Paşa 1852 yılında, henüz otuz sekiz yaşında iken Reşid Paşa'nın yerine

sadrazam oldu.183 Hariciye Nezareti'ne ise arkadaşı Fuad Efendi'yi tayin ettirerek

yeni bir ekip oluşturması, Reşid Paşa'dan uzaklaşmasının başlangıcını teşkil etti.

Aynı yıl sadrazamlıktan azledilen Âlî Paşa, İzmir, ardından Hüdavendigar valiliğine

tayin edildi (1854). Kısa bir süre sonra da valilik üzerinde kalmak kaydıyla yeni

açılan Meclis-i Âlî-i Tanzimat reisliğine getirildi.184 Kırım Savaşı sırasında üçüncü

defa Hariciye nazırı oldu ve savaşın sonunda yapılacak barışın protokolünü tespit

için Viyana'ya gönderildi. Mayıs 1855'te ikinci defa sadrazamlığa getirildi. Kırım

Savaşı sonunda Paris'te toplanan konferansta Osmanlı Devleti'ni temsil etti ve 30

Mart 1856 tarihli Paris Barış Antlaşması'nı imzaladı. Gerek bu münasebetle ilan

edilen Islahat Fermanı (18 Şubat 1856) sebebiyle, gerekse konferansta devletin

menfaatlerini yeterince müdafaa edemediği ithamlarıyla azledildi {Kasım 1856) ve

181 A. Akyıldız; Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilatında Reform, s.88 182 K. Beydilli, Âlî Paşa, Mehmed Emin, s.425 183 A.g.m, s.425 184 İ.M.K. İnal, a.g.e, s.11

86

yerine Reşid Paşa getirildi. Reşid Paşa'nın ölümü üzerine üçüncü defa sadarete

getirildi (11 Ocak 1858). Bir yıl devam eden bu görevinden sonra Meclis-i Âlî-i

Tanzimat reisliğine getirildi. Sadrazam Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa'nın Rumeli'ye

seyahati sırasında sadaret kaymakamlığına, Hariciye Nazırı Fuad Paşa'nın fevkalade

memuriyetle Şam'a gitmesi üzerine önce vekâleten, ardından da altıncı defa asaleten

Hariciye nazırlığına tayin edildi (1861). Abdülaziz'in tahta çıkışından kısa bir süre

sonra dördüncü defa sadrazam oldu (6 Ağustos 1861), fakat çok geçmeden azledildi

(22 Kasım 1861). Yerine tayin edilen Fuad Paşa, sadrazamlığı, Âlî Paşa'nın Hariciye

nazırlığını kabul etmesi şartıyla üstlenmiş olduğundan, yedinci defa Hariciye

nazırlığına getirildi ve altı yıl boyunca bu görevde kaldı. 1867'de, Mütercim Rüşdü

Paşa'nın yerine beşinci defa sadrazamlığa getirildi (11 Şubat 1867) Ancak gerek

Girit'teki gerekse Sırbistan'daki tavizkâr politikası, aleyhinde çok söz söylenmesine

yol açmıştır.185 Hâlbuki Âlî Paşa, özellikle Paris Antlaşması’ndan sonra, Avrupa'nın

siyası bünyesindeki değişiklikleri sezmekte, buna karşılık devletin içinde bulunduğu

zayıflığı ve acizliği de yakından bilmekteydi. Bu sebeple dış politikada uzlaşmacı bir

yol tutulması gerektiğine inanmıştı. İç politikada da Tanzimat ve Islahat düşüncesine

uygun bir politika takip etmek istemiş, ancak böyle bir işi yürütebilecek sağlam bir

kadro kuramamış ve işlerin birkaç kişinin omuzlarına ve nihayet Fuad Paşa'nın

ölümünden sonra kendi üzerine kalması gibi tehlikeli bir durumun ortaya çıkmasına

yol açmıştır. Bununla beraber, Mısır Valisi İsmail Paşa'nın faaliyetlerine karşı kesin

bir tavır alarak Mısır'ın devletten tamamen uzaklaşmasına engel olmuş, Bulgarların

185 C. Karasu, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Diplomasisine Genel Bir Bakış”, OTAM Dergisi, S.4,

ss.205-222, Ankara, 1993, s.220

87

Rum kilisesinden ayrılarak kendilerine mahsus bir patrikhane (eksarhlık) kurmaları

meselesinin devlet çıkarlarına en uygun şekilde halledilmesini sağlamıştır.186

Âlî Paşa, yakın mesai arkadaşı Fuad Paşa'nın ölümü üzerine (1869), Hariciye

nezaretini de üzerine aldı ve bu tarihten itibaren tek söz sahibi olarak devlet idaresini

ölünceye kadar sıkı bir şekilde elinde tuttu. Dış politikada Fransız politikası

taraftarıdır ve bu devletin 1870 Alman savaşıyla ağır bir yenilgiye uğramasının

Avrupa'da hüküm süren kuvvet dengesini bozacağını ve Osmanlı Devleti için de

önemli sonuçlar doğuracağını görmüştür. Nitekim Fransa'nın ağır yenilgisi üzerine

Paris Antlaşması'nın Karadeniz ile ilgili maddelerini yürürlükten kaldıran Rusya'nın

yakın bir gelecekte büyük bir Türk savaşına girişeceğini ve bunun getireceği

tehlikeleri çok önceden sezmiştir.

Âlî Paşa memleket dâhilinde nüfuz sahibi, Abdülaziz üzerinde son derece

tesirli, usul, resmiyet ve teşrifata riayetkâr, Babıâli’nin şeref ve haysiyetinin

korunmasına çok dikkat eden, Avrupa'da da tanınmış bir devlet adamıydı. Devletin

dış siyasette maruz kaldığı vahim gelişmeler, iç meselelerin büyüklüğü ve

karmaşıklığı, mali sıkıntının artması, dış mali ve siyasi kontrolün ağırlığı, siyasi

muhalefetin (Yeni Osmanlılar) bizzat padişahın şahsında da gözlenen tenkit ve

engellemeleri ve nihayet kendisinin tek adam olma arzusu, Âlî Paşa'nın siyasi

hayatının değerlendirilmesini çok tartışmalı bir hale getirmiş, hatta özel hayatının

dedikodu konusu olmasına yol açmıştır. Tezkiyesine derin bir sükut ile karşılık

verilecek kadar sevilmeyen Âlî Paşa, her şeye rağmen değeri öldükten sonra

anlaşılan ve yokluğu hissedilen, engin tecrübesiyle devletin ileride karşılaşacağı

186 K. Beydilli, Âlî Paşa, Mehmed Emin, s.426

88

felaketleri önleyebilecek bir devlet adamı idi. 7 Eylül 1871'de öldü ve Süleymaniye

Camii haziresine defnedildi.187

6- Abdurrahman Sami Paşa: Mora eşrafından, Şeyh Necîb Efendinin oğlu olarak

1792’de Mora’nın Trapoliçe kasabasında doğmuştur. Asıl ismi Abdurrahmân olup,

Sâmi, şiirdeki mahlasıdır ve yine babası tarafından kendisine verilmiştir.188

Babasından ve devrin meşhûr âlimlerinden, husûsî muallimlerden ilim

öğrenmiş ve iyi bir tahsil görerek yetişmiştir. Mora İsyânında babası şehit, kendisi

âilesiyle birlikte esir edildi. 1823’te esirlikten kurtulup 1826’da Mısır’a gitti. Mısır

Vâlisi Mehmed Ali Paşanın takdir ve sevgisini kazandı. Kahire’deki meşhur Bulak

Matbaasına müdür tayin edildi. Daha sonra, Mehmed Ali Paşanın oğlu İbrâhim Paşa

ile Rum Ayaklanmasını bastırmak için kâtip sıfatıyla vazîfeli olarak Mora’ya gitti.

Rumların elinde esir kalan kardeşleri Mahmud ve Hayrullah efendileri kurtarıp,

Mısır’a götürdü. Mısır’a dönüşünde, Mehmed Ali Paşanın Divan Muavinliğine tayin

edildi. 1829’da ise, Mısır Vekâyî Nâzırlığı ve Meclis Âzâlığı yaptı. 1831’de Mısır

kabinesinde Reis-i Vükelâ (Baş Muâvin) oldu ve İstanbul’da Mîrliva (Tümgenerâl)

rütbesi verildi. 1841 ve 1842’de vazîfeli olarak İstanbul’a birkaç defâ gelip gitti.

1843’te Feriklik rütbesine yükseldi.189

Sâmi Paşa, 1849’da İstanbul’a gelip, Bâbıâlî’de vazîfe aldı. Tırhala

mutasarrıflığına tâyin edildi. İki sene sonra da vezirlik verilip, Rumeli Müfettişi oldu.

Önce Bosna ve Trabzon valiliklerinde bulundu, Kırım Savaşı yıllarında ise savaştan

doğrudan etkilenen Vidin’de, savaşın bitmesininden hemen sonra Edirne de Vâlilik

yaptı. 1856’da Maârif Nezâreti kurulunca, ilk nâzır oldu. 1857’de Girit’te isyan

çıkması üzerine, daha önce Mora’da bulunmuş olması sebebiyle, Girit Vâliliğine

187 A.g.m, s.426 188 İ.M.K, İnal, Son Asır Türk Şairleri, MEB Basımevi, İstanbul, 1970, s.1620 189 A.g.e, s.1621

89

tâyin edildi ancak Maarif Nezaretinden de alınmadı. İsyanın bastırılmasından sonra

Nazırlık görevine döndü.190

Sâmi Paşa, 1857’den 1861 senesine kadar dört sene sekiz ay Maârif Nâzırlığı

yaptı. 1862’de oğulları Abdülhalîm ve Hasan beylerle Mısır’a gitti. Sultan

Abdülazîz’in Mısır’ı ziyâretinden sonra Sâmi Paşa, Meclis-i Vâlâ âzâlığına tâyin

edildi. 1868’de Meclis-i Âlîde vazîfelendirildi. Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıktığı

ilk sene açılan Âyân Meclisinde âzâ oldu.

Sâmi Paşa, seksen dokuz yaşına kadar devlete sâdıkâne hizmetler yaptıktan

sonra 1878’de hastalanıp vefât etti. Bütün masraflarını Sultan II. Abdülhamid

karşılayıp, Sultan II. Mahmud Han türbesine defnettirdi. Suphi Paşa, Necip Paşa,

Hasan, Bâki, Halîm ve Sezâî beyler Sâmi Paşanın oğullarındandır.

Abdurrahmân Sâmi Paşa, din ilimlerinde ve edebiyâtta mahâret sâhibi bir

zâttı. Dîvân edebiyâtı geleneğini devâm ettiren şiirlerinin toplandığı Dîvân’ı, İnşâ-i

Sâmi, Rumuz’ul-Hikem ve Sergüzeşt-i Sâmi adlı eserleri vardır.

7- İsmail Paşa: Sakızlı ya da İzmirli bir ailenin oğludur. Onu cerrah Hacı

büyütmüştür. O da devrindeki birçok cerrah gibi, usta çırak münasebetiyle

yetişmiştir. Daha sonra Hassa ordusunda görev almış ve Yunan ve Rus Harpleri'ne

katılmıştır. Bu sırada meslekî icraatları sırasında kendi eksikliklerini daha iyi fark

eden İsmail Paşa, Cerrahhane’ye girerek ilk mezunlardan olmuştur. Mezun olduktan

sonra, Sultan II. Mahmut döneminde, saraya Cerrahbaşı olarak atanmıştır. 191

İsmail Paşa, daha sonra konusundaki eksikliklerini tamamlamak üzere Paris'e

gitmiş ve orada öğrendiklerini Tıp Akademisine bildirerek bu akademinn ilk Türk

190 A.g.e, s.1625 191 E. Kahya, “Fransa’da İhtisas Yapmış Türk Hekimlerinden Bazıları”, A.Ü.DTCF Dergisi, C.31,

S.1.2, Ankara, 1987 ss.245-262, s.246

90

üyelerinden olmuştur.192 Dönüşünde Cerrahhaneye müdür olarak atanmış, Abdullah

Molla'dan sonra da Tıp Mektebine nazır olmuştur (1845).

Üç yıl devamlı olarak bu görevi sürdüren İsmail Paşa, 1848 yılında Yanya

Valisi olarak atanmıştır. İsmail Paşa, 1851'de ikinci defa, Tıbbiye Mektebi

Nazırlığına getirilmiştir. Daha sonra sırasıyla, Girit ve Selanik valiliklerinde ve

İstanbul Şehreminliliğinde bulunmuştur. 1871yılında vefat etmiştir.193

8- Yusuf Kamil Paşa: Arapkir’de doğdu. Babası Gökbeyi hanedanından İsmail

Beyzade Mehmed Bey'dir. Küçük yaşta babasını kaybedince amcası Gümrükçü

Osman Paşa tarafından büyütüldü. Amcası Kayseri ve Bozok sancakları mutasarrıfı

iken Müderriszade Mehmed Alim Efendi'den özel ders aldı.194 Amcası ile birlikte

İstanbul'a gittikten sonra onun mühürdarlığını yaptı.

Divan-ı Hümayun Kalemi'nde memuriyete başlayan Kamil Bey (1829)

gördüğü bir rüya üzerine Mısır'a gitti (1833). Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa

kendisini Hazine-i Mısır kitabetine tayin etti. Yedi sekiz ay sonra Divan-ı Vilayet

ikinci muavinliğine getirildi. Mehmed Ali Paşa'nın kızı Zeynep Hanım'la

evlendirildi. II. Mahmud'un kızı Adile Sultan'ın evlenme merasimi için valiyi

temsilen İstanbul'a geldi. Sultan Abdülmecid tarafından kabul edilen Kamil Paşa'ya

"mir-i miranlık" unvanı verildi.195

Mehmed Ali Paşa'nın vefatı üzerine Mısır valisi olan Abbas Paşa zamanında

Sudan'da bir göreve tayin edildi. Görevi kabul etmeyince Asvan'a sürgüne

gönderildi. Hapsedilerek Zeynep Hanım'dan boşanmaya ve Mısır'daki mallarından

vazgeçmeye zorlandı. Kamil Paşa, eskiden tanıdığı Sadrazam Mustafa Reşid Paşa'ya

192 S. Ünver, a.g.e, s.938 193 M. Süreyya, Sicill-i Osmanî, C. I, (Yay. Haz: A. Aktan, A. Yuvalı, M. Keskin), Sebil Yayınevi,

İstanbul, 1995, s.371-372 194 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.I, s.196 195 S. Beyoğlu, “Kâmil Paşa, Yusuf”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.24, ss.283-284, s.283

91

gizlice bir ariza göndererek kurtarılmasını istedi. Padişahın fermanıyla hapisten

çıkarılan Kamil Paşa İstanbul'a getirildi (1849). Arkasından Zeyneb Hanım da

İstanbul'a gitti.196 Kamil Paşa. Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’ye üye tayin edildi

ve ardından bu görevine ilaveten Meclis-i Maarif-i Umumiye azalığına getirildi. Yeni

kurulan Encümen-i Daniş'e de üye oldu. Kendisine vezaret rütbesi verilerek Ticaret

nazırlığına getirildiyse de kısa süre sonra tekrar Meclis-i Vâlâ -yı Ahkâm-ı Adliye

üyeliğine tayin edildi (26 Şubat 1853). İkinci defa Ticaret nazırlığına ve26 Eylül

18S4'te kurulan Meclis-i Âlî-i Tanzimat başkanlığına getirildi (23 Kasım 1854). Bir

ay sonra da Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye başkanlığına tayin edildi.197

Mısır Valisi Said Paşa'nın Süveyş Kanalı imtiyazını Fransa'ya vermesini

Mısır'a yabancı müdahalesini arttıracağı gerekçesiyle eleştiren Kamil Paşa'nın,

imtiyazın iptali için kayınbiraderi Said Paşa'ya mektup yazması kararlaştırıldı. Kamil

Paşa'nın yazdığı mektubu ele geçiren Fransız elçisi Benedetti, Babıâli’yi protesto

edince Reşid Paşa sadaretten, Kamil Paşa da Meclis-i Vâlâ -yı Ahkâm-ı Adliye

başkanlığından istifa etmek zorunda kaldı (5 Mayıs 1855). Bir süre açıkta kalan

Kamil Paşa, bilgi ve tecrübesinden faydalanılmak üzere Mecalis-i Âliye'ye memur

edildi (22 Ekim 1855).

Reşid Paşa ile birlikte Mısır'a gittikten sonra Mustafa Reşid Paşa beşinci defa

sadarete. Kamil Paşa da ikinci defa Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye başkanlığına

tayin edildi ( 13 Haziran 1857). Bu görevden ayrılınca (14 Kasım 1859) kısa bir süre

açıkta kaldı. İkinci defa Mecalis-i Âliye'ye memur edilen Kamil Paşa Meclis-i Vâlâ-

yı Ahkâm-ı Adliye ile Meclis-i Ali-i Tanzimat, Meclis-i Ahkâm-ı Adliye adı altında

birleştirilince önce başkan yardımcılığına daha sonra başkanlığa getirildi (5 Ağustos

196 A.g.e, s.283 197 Fatin, Davud, a.g.e, s.354

92

1861). Lübnan meselesi dolayısıyla Suriye'de bulunan Keçecizade Fuad Paşa

sadrazam olunca sadaret kaymakamlığına Kamil Paşa tayin edildi. Bu sırada altın

para piyasadan çekildiği ve kâğıt paranın değeri düştüğü için ticari hayat zayıfladı.

Kamil Paşa. Borsa Hanını kapatarak kendi hazinesinden bir miktar altını piyasaya

sürdü ve bir taraftan da kâğıt paranın değiştirilmesine başlandı. Ticari hayatı düzene

koyarak Borsa Hanını yeniden açtı ve daha büyük bir mali krizin çıkmasını önledi.198

Padişahın hükümet işlerine müdahalesini ileri sürerek Fuad Paşa sadaretten

istifa edince diğer vekillerle birlikte Kamil Paşa da Meclis-i Ahkâm-ı Adliye

başkanlığından ayrıldı (2 Ocak 1863). Kamil Paşa, Fuad Paşa'nın istifasına sebep

olan olayları padişaha anlatarak önce bunların halledilmesini istedi. Padişahın

hükümet işlerine fazla müdahale etmeme konusunda güvence vermesi üzerine görevi

kabul etti.199

Kamil Paşa'nın önemli icraatlarından biri de padişahın Mısır seyahatine

çıkmasını sağlamasıdır.. Bu seyahat esnasında tekrar padişahın güvenini kazanan

Fuad Paşa ikinci defa sadarete getirilince Kamil Paşa dördüncü defa Meclis-i

Ahkâm-ı Adliye başkanlığına tayin edildi. Üç yıla yakın bir süre bu görevde

kaldıktan sonra üçüncü defa Mecalis-i Âliye'ye memur edildi (30 Nisan 1866).200

1869’da Şura-yı Devlet başkanlığına getirildi ancak Sadrazam Mahmud

Nedim Paşa ile anlaşmazlık yaşayınca 1871’de istifa etti. Üç ay sonra Divan-ı

Ahkâm-ı Adliye nazırlığına getirilen Kamil Paşa, Midhat Paşa sadarete geldikten

sonra ikinci defa Şura-yı Devlet başkanlığına tayin edildi201 fakat kalbinden rahatsız

olduğu için görev yapamadı ve hastalığı artınca görevinden affedildi (21 Ağustos

198 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.I, s.215 199 S. Beyoğlu, a.g.m, 283 200 A.g.m, s.284 201 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.I, s.222-223

93

1875) ve yedi ay sonra da beşinci defa Mecalis-i Âliye'ye memur edildi. Üçüncü defa

Şura-yı Devlet başkanlığına getirildi. Hastalığı nüksedince azledilerek altıncı defa

Mecalis-i Âliye 'ye memur edildi. Çok sevdiği Sultan Abdülaziz'in akıbeti yüzünden

hastalığı şiddetlenen Kamil Paşa Bebek'teki yalısında vefat etti (10 Ekim 1876) ve

Üsküdar'da yaptırdığı hastanenin bahçesindeki türbesine defnedildi.

Kamil Paşa kültürlü ve seçkin bir devlet adamı idi. Arapça, Farsça ve

Fransızca biliyordu. François de la Manthe Fenelon'un Les adventures de Telemaque

adlı eserini Türkçeye çevirerek Tercüme-i Telemak adıyla 1862'de yayımlamış, kitap

1863, 1870, 1877 ve 1881'de tekrar basılmıştır. Süslü ve secili ağır diliyle bir inşa

örneği sayılan tercüme muhteva itibariyle siyasetnamelere benzetilir. Kamil Paşa'nın

çeşitli makamlara yazdığı inşa örnekleri İbnülemin Mahmud Kemal tarafından Eser-i

Kamil Paşa adıyla toplanarak yayımlanmıştır (İstanbul 1308). Kamil Paşa ve eşi

Zeynep Hanım, Üsküdar’da Nuhkuyusu semtinde 100 yataklı bir "nisa hastanesi"

inşa ettirip vakfetmişlerdir (1860–1862). Hastane bugün de Zeynep Kamil hastanesi

adıyla hizmet görmektedir. 202

9- Arif Mehmet Efendi (Meşrepzade): Kazasker Meşrepzade Ali Efendinin torunu,

müderris Satırzade Emin Efendi'nin oğludur. 1791’de İstanbul'da doğdu. Devrin

tanınmış âlimlerinden ders okudu. Girdiği müderrislik imtihanında başarı göstererek

Mayıs 1817'de müderris oldu, daha sonra muhallefat kassamlığı, vakıflar müfettişliği

ve Rumeli nüfus tahriri memurluğu görevlerinde bulundu. Uzun süre müderrislik

yaptı ve hamise-i Süleymaniye derecesine kadar yükseldi. Ardından kadılık

mesleğine geçerek Temmuz 1835'te Galata kadılığına tayin edildi.203 Bu sırada

Cami’ul-İcareteyn adlı fıkıh kitabının kaynaklarına inerek ve ilaveler yaparak eseri

202 S. Beyoğlu, a.g.m, 284 203 M. Süreyya, Sicill-i Osmanî, C. III, s.275

94

yeniden düzenledi ve II. Mahmud'a takdim etti. Bunun üzerine kendisine Mekke

kadılığı payesi verildi. Kısa bir süre de kassam-ı askeri olarak görev yaptı.

İslam hukukundaki derin bilgisi sebebiyle iki defa fetva emaneti görevine

getirildi; daha sonra İstanbul kadılığı ve Anadolu kazaskerliği payelerine yükseltildi.

Bu arada Kudüs Kamame Mabedi meselesinin halledilmesi ve Anadolu teftişi gibi

geçici görevlerde bulundu. 1846'da Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye azalığına

getirildi; bir yıl sonra bu görev de üzerinde kalmak şartıyla bilfiil Anadolu kazaskeri

oldu. 1852'de Rumeli kazaskerliğine tayin edildi. Bu sırada "Emval-i Eytam"

hakkındaki usul ve kaideleri yeniden düzene koydu. 21 Mart 1854'te Arif Hikmet

Beyefendi'den boşalan şeyhülislamlık makamına getirildi. 27 Aralık 1858'de öldü ve

Edirnekapı dışında Mustafa Paşa Dergâhı haziresine defnedildi. Mehmed Arif Efendi

açık fikirli, Tanzimat dönemi yeniliklerini tasvip eden bir şeyhülislamdır.

Şeyhülislamlığı döneminde kadılık ve naiblik mesleğinde bir süreden beri görülen

bozuklukların giderilmesi için yeni düzenlemeler yapmıştır. Bâb-ı fetvada ehil

kimselerden bir meclis kurarak Osmanlı ülkesinde görev yapan kadıları beş sınıfa

ayırmış, kadılık mesleğine intisap edeceklere fıkıh, sakk-ı şer'i ve feraiz ilmini

öğretmek için Süleymaniye Camii yakınında Muallimhane-i Nüvvab adıyla bir

hukuk mektebi açılmasını sağlamıştır. Bazı ilavelerle yeniden düzenlediği Cami’ul-

İcareteyn den başka Dede Cöngi’nin Siyasetü'ş- şer’iyye adlı Arapça eserini serbest

bir şekilde ve genişleterek Siyasetname adıyla Türkçeye tercüme etmiştir.204

10- Fuad Paşa: Asıl adı Mehmed Fuad olup 5 Safer 1230'da (17 Ocak 1815)

İstanbul’da doğdu. Babası ünlü şair Keçecizade İzzet Molla'dır. Önce ilmiye yolunda

ilerlemek amacıyla Arapça ve Farsça öğrendi. Ancak babasının Sivas'a sürülmesi ve

204 M. İpşirli, “Arif Efendi, Meşrepzade”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.3, s.365

95

maddi sıkıntıya düşmesi üzerine genç yaşta Mekteb-i Tıbbiyye·ye girmek zorunda

kaldı; buradaki öğrenimin Fransızca olması sayesinde Fransızcayı da öğrendi.205

Tıbbiyeden doktor yüzbaşı olarak mezuniyetinin ardından Vali Çengeloğlu

Tahir Paşa ile birlikte Trablusgarp'a gitti. Dönüşte Mustafa Reşid Paşa'nın teşvikiyle

meslek değiştirerek Kasım 1837'de Babıâli tercüme kalemine girdi; 1839'da buranın

mütercim-i evvelliğine yükseltildi. Sefaret başkâtibi olarak Londra'ya gitti ve iki yıl

Şekib Efendi'nin, bir yıl kadar da Ali Efendi'nin (Paşa) maiyetinde çalıştı. Londra 'da

bir süre maslahatgüzarlık da yaptı. Bilgisini ve görgüsünü arttırmış olarak yurda

dönen Fuad Efendi, İspanya kraliçesi Elizabeth'e Abdülmecid'in cevabi mektubunu

götürmek için 1844'te Madrid'e gönderildi. Aynı zamanda kendisine Portekiz'e

geçmesi ve genç Portekiz kraliçesine padişahın selamlarını bildirmesi talimatı da

verildi.206 Bir yıldan fazla İspanya ve Portekiz'de kalan Fuad Efendi Temmuz 1845'te

Divan-ı Hümayun tercümanlığına, 18 Şubat 1847'de rütbe-i ûlâ sınıf-ı evveli ile

Divan-ı Hümayun amediciliğine tayin edildi.

1848 isyanları Eflâk’a da sıçrayınca Bükreş'e gönderildi. Bir kısım Macar ve

Leh milliyetçisinin Osmanlı Devleti'ne sığınması üzerine Avusturya ve Rusya

bunların iadesini istedi. Osmanlı hükümeti konuyu barış yoluyla halletmek için.

Bükreş'te bulunan Fuad Efendi'yi fevkalade murahhas büyükelçi sıfatıyla Rus Çarı

nezdine göndermeye karar verdi. Padişahın mektubunu götüren Fuad Efendi, Rus

yetkililerle ve bizzat çarla görüşerek meseleyi barış yoluyla halletti. Bu başarısından

dolayı 29 Kasım 1849'da bala rütbesi verilerek sadaret müsteşarlığına getirildi.207

205 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.I, s.149 206 E. Atılgan Gümüşsoy, Keçecizade Mehmed Fuad Paşa, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara,

2006, s.13-14 207 O.F. Köprülü, “Fuad Paşa, Keçecizade”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.13, ss.202-205, s.202

96

Sadrazam Reşid Paşa tarafından hem Tanzimat'ın uygulanması hem de miras

meselesini halletmek üzere 1852'de Mısır'a gönderildi. Mısır'ın 60.000 kese olan

yıllık vergisini Mısır Valisi Abbas Paşa ile anlaşarak 80.000 keseye çıkartmayı

başardı.208 Mısır'dan dönüşünde Âlî Paşa'nın sadarete geçişinden hemen sonra

Hariciye Nazırlığı'na getirildi (9 Ağustos 1852) Ancak bu sırada ortaya çıkan

makamat-ı mübareke meselesinde Fransızlara meyletmesi, Rusya'da Fuad Efendi'ye

karşı büyük bir tepkinin doğmasına sebep oldu. Bunun üzerine Fuad Efendi yedi

aydan fazla süren ilk Hariciye Nazırlığı görevinden istifa etti.

Fuad Efendi, Kırım Harbi sırasında Yunanlılar'ın sınır tecavüzüne kalkışarak

Epir'de Yanya ve Tesalya bölgesinde Tırhala'yı tehdide başlamaları üzerine bu

meselenin halli ile görevlendirildi. 1 Mart 1854'te İstanbul'dan ayrılarak önce

Pita'daki isyan yuvasını temizleyip Yanya'yı kurtardığı gibi sınır boyuna çekilen

asileri de ortadan kaldırarak diplomatlığı kadar iyi bir kumandan olduğunu da ispat

etti.209 Daha harekât sahasında iken yeni kurulan Meclis-i Âlî-i Tanzimat'a üye tayin

edildi. İstanbul'a dönünce bu meclisin başkanı oldu. Hariciye Nazırı Âlî Paşa

sadrazam olunca meclis başkanlığı da uhdesinde kalmak üzere vezaret rütbesiyle 2

Mayıs 1855'te ikinci defa Hariciye nazırlığına getirildi.

Kırım Harbi'ni sona erdiren Paris Antiaşması'nın imzalanmasından sonra

İngiltere’nin baskısıyla Âlî Paşa 1 Kasım 1856'da azledilince Fuad Paşa da istifa etti.

Dokuz gün sonra Meclis-i Âlî'ye memur edilen Fuad Paşa, Ağustos 1857'de ikinci

defa Meclis-i Âlî-i Tanzimat reisliğine getirildi.

208 Fatma Aliye, a.g.e. s.77 209 O.F. Köprülü, a.g.m. s.202

97

Âlî Paşa'nın üçüncü defa sadarete tayini üzerine Fuad Paşa 11 Ocak 1858 'de

tekrar Hariciye nazırı oldu. Bu görevi sırasında Eflak-Boğdan meselesi ile Lübnan

meselesinde Avrupa devletlerinin müdahalelerine karşı mücadele etti.

Fuad Paşa Suriye'de iken Sultan Abdülmecid vefat etmiş, yeni padişah

Abdülaziz, Meclis-i Vâlâ ile Meclis-i Âlî-i Tanzimat'ı birleştirerek reisliğini ona

vermişti (14 Temmuz 1861). Bundan az sonra da onu dördüncü defa Hariciye

nazırlığına tayin etmiş, 22 Kasım'da ise sadrazamlığa getirmişti.210 Bunun üzerine

Suriye'den İstanbul'a gelerek yeni görevine başlayan Fuad Paşa ilk iş olarak, büyük

bir buhran içinde olan maliyenin düzeltilmesi için alınmasını gerekli gördüğü

tedbirleri bir raporla padişaha bildirdi. Hazinenin kontrolünü bizzat üstlenen Fuad

Paşa aldığı tedbirlerle gelirleri kısmen arttırdı. Fakat 1278 (1861–62) senesinde

dengeli bir bütçe kurulamadı. Bütün gayretine rağmen maliyeyi istediği şekilde

düzeltememesi ve Rumeli'de gittikçe yayılan milliyetçi fikirlerin durumu daha da

ağırlaştırması ve Padişahın hükümete fazla müdahale etmesi üzerine Fuad Paşa 2

Ocak 1863 'te sadaretten ayrıldı; Âlî, Yusuf Kamil ve Rüşdü paşalar da onunla

birlikte istifalarını verdiler.211

Fuad Paşa Abdülaziz'in ısrarıyla, istifasından bir hafta sonra Meclis-i Vâlâ-yı

Ahkam-ı Adliye reisliğine getirildi, padişahın Mısır'a yapacağı seyahatte kendisine

refakat etmesi uygun görülünce de seraskerliğe nakledildi. Mısır seyahatinde Fuad

Paşa bir an bile Padişahın yanından ayrılmadı. Dönüşte, İstanbul'da tertip ettirdiği

merasimle de padişahı hayran bırakan Fuad Paşa, 10 Mayıs 1863'te Osmanlı

tarihinde ilk defa olarak "yaver-i ekrem" unvanını aldı. 1 Haziran 1863'te de

seraskerlik uhdesinde kalmak üzere ikinci defa sadrazam oldu. Başarılı geçen ve üç

210 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.I, s.164-165 211 A.g.e, s.166-167

98

yıldan fazla süren bu görevden azli, Abdülaziz'in Mısır Hidivi İsmail Paşa'nın kızıyla

evlenmesine muhalefet etmesinden ileri gelmiştir.212

Âlî Paşa'nın sadarete gelmesi üzerine (Şubat 1867) beşinci defa Hariciye

nazırlığına getirildi ve bu sıfatla Abdülaziz'in Fransa ve İngiltere'ye yaptığı seyahatte

yanında bulundu (2 ıHaziran-7 Ağustos 1867) Bu seyahat esasen kalbinden rahatsız

olan Fuad Paşa'nın hastalığını daha da arttırdı. Memlekete dönüşünde bir süre

Yakacık'ta istirahat etmesi sağlığını biraz düzelttiyse de Âlî Paşa'nın Ekim 1867'de

Girit'e gitmesi üzerine Hariciye nazırlığına ilaveten sadaret kaymakamlığını da

yüklenmesi onu büsbütün yıprattı. Doktorların tavsiyesine uyarak 1868 kışını

geçirmek üzere gittiği Nice şehrinde vefat etti (29 Şevval 1285 / 12 Şubat 1869)

Cenazesi, Fransız hükümetinin tahsis ettiği bir savaş gemisiyle 28 Şubat 1869'da

İstanbul' a getirildi ve Sultanahmet semtinde Peykhane caddesinde yaptırdığı

caminin yanına defnedildi. Kabrinin üstüne daha sonra türbe yapılmıştır. 213

Fuad Paşa Tanzimat devrinin üç önemli şahsiyetinden biridir. Aile yapıları

birbirinden çok farklı olmasına rağmen Âlî Paşa ile Fuad Paşa iyi bir ikili

oluşturmuşlardır. Genellikle Fransız siyasetinin ağır bastığı zamanlarda iktidar

mevkiine gelmişlerse de Fuad Paşa körü körüne Fransız taraftarı bir politika takip

etmemiştir.

Fuad Paşa'nın en çok güvendiği devlet İngiltere idi. Bunu layihalarında açıkça

kaydetmiştir. Bununla birlikte bir tarafa bağlanmadan tamamen devletin çıkarlarını

ön planda tuttuğu da bir gerçektir. Hür fikirli bir insan olmasına rağmen devletin

menfaati açısından milliyet fikirlerinin daima aleyhinde bulunmuştur. Bununla

212 O.F. Köprülü, a.g.m. s.203 213 E. Atılgan Gümüşsoy, a.g.e, s.116-121

99

birlikte gayri müslim tebaaya eşit muamele edildiği takdirde bu fikirlerin

önlenebileceğini savunmuştur.214

Ölümünden az önce Sultan Abdülaziz'e hitaben yazdığı ileri sürülen

vasiyetnamesinde de Avrupa devletlerinin siyasetleri karşısında devletin bekasını

temin için tutulması gereken yolu göstermiştir. Gerçekten Paşaya ait olup olmadığı

tartışmalı olan bu vasiyetname hakkında kesin olarak söylenecek şey, Avrupa

devletlerinin siyasetleri hakkında Osmanlı Devleti'nin nasıl bir yol tutması gerektiği

hususundaki dirayetli tesbittir. 215

11- Ziver Efendi (Paşa): 1793 yılında İstanbul Topkapı’da Merkez Efendi

Dergâhı’nın karşısındaki evde doğdu. Asıl adı Ahmed Sâdık olup Defterhâne kâtibi

Mehmed Sâdık Münif Efendi’nin oğludur. Hayatına dair kaynaklarda yer alan

bilgiler genellikle, Âsâr-ı Zîver Paşa adlı divanının başına oğlu Yûsuf Bahâeddin

Efendi tarafından eklenen tercüme-i hâlinden derlenmiştir. Henüz on yaşında iken

babası ölünce o sırada Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi olan Seyyid Ali Nutkî Dede,

onu mânevî oğulluğa kabul etti. 216

Tahsilinin ardından Darphâne ve Defterhâne kalemlerinde yedi-sekiz yıl

çalıştı. Bu arada Fransızca öğrenmeye gayret etti. Mevlevîliği münasebetiyle Hâlet

Efendi’nin yanında kâtiplik yaptı. Hâlet Efendi’nin sürgün edildiği Konya’ya, onun

idam edilmesi üzerine de Balıkesir’e gönderildi. Daha sonra affedilerek İstanbul’a

döndü.217

İzmir’de yabancı tüccarlara tahsis edilen gümrük nâzırlığına ve ardından

Aydın mütesellimliğine tayin edildi. Daha sonra İstanbul’a gelip Rumeli Seraskeri

214 O.F. Köprülü, a.g.m. s.204 215 A.g.m, 204-205 216 H. Aksoy, “Ziver Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.44, ss.474-475, s.474 217 İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.IV, s.2042

100

Ağa Hüseyin Paşa’nın kâtiplik hizmetine girdi (1825). Bu esnada Şumnu

ordugâhında bulundu; kendisine hâcegânlık rütbesi verildi. Hüseyin Paşa’nın

azledilmesiyle İstanbul’da ipek nâzırı Ömer Lutfi Efendi’nin kâtipliğine getirildi.

Ardından tersane eminliği, evkaf ve darphâne nâzırlığı, Meclis-i Âlî-i Tanzîmat ve

Meclis-i Vâlâ üyeliği, Rumeli defterdarlığı, emlâk-i hümâyun fabrikaları, tersane,

Mekteb-i Tıbbiye nâzırlığı ile diğer bazı memuriyetlerde bulundu.218

Fatma Sultan’ın kethüdâlığını yaptığı sırada Mustafa Şerîfî Paşa’nın vefatı

üzerine, talipler arasında çekilen kurada kazanarak vezâret rütbesiyle çok arzu ettiği

Harem-i şerif meşihatına memur edildi (1861)219. Bir yıl kadar bu görevde kalan

Zîver Paşa 14 Zilhicce 1278’de (12 Haziran 1862) vefat etti ve Cennetü’l-Baki‘de

Hz. Osman’ın kabrinin civarına defnedildi.220 Oğlu Yûsuf Bahâeddin Efendi

babasının mektup ve şiirlerini bir araya getirip yayımlamıştır. Diğer oğlu Selâhaddin

Bey, Âlî Paşa’nın damadı idi.

Zîver Paşa çok merhametli, güler yüzlü ve nüktedan bir zattı. Maddî

imkânları fazla olmamakla birlikte fakirleri ve kimsesizleri korurdu. Zengin

sayılabilecek bir kitaplığı olduğu bilinmektedir. Döneminin başarılı şairlerinden olup

divan şiirinin inceliklerini ve sanat anlayışını şiirlerine aksettirmiştir, bunun yanında

tarih düşürmede de usta idi. II. Mahmud ve Abdülmecid devirlerinde yapılan birçok

binadaki (meselâ Gurebâ Hastahanesi, Galata Mevlevîhânesi, Hırka-i Şerîf Camii,

Merkez Efendi Külliyesi, Yenikapı Mevlevîhânesi) tarih manzumeleri ona aittir. II.

Mahmud’un ve Abdülmecid’in ihsanlarına nâil olmuştur.221

218 H. Aksoy, a.g.m. s.474 219 İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.IV, s.2043 220 Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, (Haz. İsmail Özen), Meral Yayınevi, C.II 2. Kısım,

s.220, İstanbul, 1975 221 H. Aksoy, a.g.m. s.474

101

Eserleri. 1. Âsâr-ı Zîver Paşa: Zîver Paşa’nın divanı olup sonunda “Münşeât”

başlığı altında çeşitli vesilelerle yazdığı mensur tebrik ve mektupları da yer

almaktadır.222 2. Zeyl-i Âsâr-ı Zîver Paşa (İstanbul 1314). 1851 yılından vefatına

kadar yazdığı şiirlerden meydana gelen bu eser de Yûsuf Bahâeddin Efendi

tarafından yayımlanmıştır.223

Zîver Paşa’nın bunların dışında 1860’ta görülen kuyruklu yıldızla ilgili bir

risâlesinin olduğu bildirilmektedir.224

12- Recai Efendi: Mehmet Şakir Recai Efendi 1803 senesinde İstanbulda doğdu.

Maden kalemi baş halifesi Hafız Ahmet Nurettin efendinin oğludur. 1874 senesinde

yine İstanbul’da ölmüştür. Eyüpte gömülüdür.

Zamanın tahsilini gördükten sonra evvelâ babasının dairesine, sonra da

Babıâli kalemlerine devam etmiştir. Serasker Halil Rıfat Paşanın divan kâtipliğini de

yapmış, Amedi hülefalığında ve Amedici vekâletinde bulunmuştur. 1847 senesinde

vakanüvis olmuş, 1848 senesinde ise takvimhane nazırlığına tayin edilmiştir. Bu

vazifede bulunurken faydalı birçok kitapların basılmasına hizmet etmiştir. Meclis-i

Maarif-i Umumiye, Meclis-i Vâlâ ve Encümeni Daniş azalıklarında bulunan Recai

Efendi, Bosna ve İşkodra Kapı kethüdalığm da da vazife ifa etmiştir. Hüsn-i hatt,

kitap tezhibi, ve güzel cildler yapmasının yanı sıra neyzen olan Recai Efendi, yazar

Recaizade Mahmut Ekrem’in babasıdır.225

13- İbrahim Ethem Paşa: Sakız'da doğdu. Rum asıllı olduğu, 1821 Rum

ayaklanmaları sırasında Sakız asilerinin isyanları bastırılırken çok küçük yaşta

İstanbul'a getirildiği ve Kaptan-ı derya Koca Hüsrev Paşa tarafından satın alınıp evlat

222 Zîver Paşa, Âsâr-ı Zîver: Dîvan ve Münşeât (Yay. Yusuf Bahaeddin), Bursa, 1313 223 Zîver Paşa, Zeyl-i Âsâr-ı Zîver Paşa (Yay. Yusuf Bahaeddin), İstanbul, 1314, 224 İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.VI, s.2044 225 R.H. Gönç, Vuruyor mu Dokunuyor mu? http://earsiv.sehir.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/

11498/16365/001510364006.pdf?sequence=1&isAllowed=y

102

edinildiği söylenir.226 İlköğrenimini Hüsrev Paşa'nın konağına gelen hocalardan

gördü. Paşanın diğer çocuklan olan Hüseyin, Ahmed ve Abdüllatif ile birlikte

tahsilini tamamlamak üzere 1830'da Paris'e gönderildi.

1835'te Fransızca öğrenmek için Barbet Enstitüsü'nü, 1839'da da Yüksek

Maden Mektebi'ni bitirdi.227 Teknik gözlemlerde bulunmak maksadıyla bir süre

Avrupa'da dolaştıktan sonra İstanbul'a döndü. Miralay rütbesiyle devlet hizmetine

girdi ve Dar-ı Şura yı Askeri'ye memur oldu. Ardından Sarıyer bakır madeni ve

Gümüşhacıköy madeni müdürlüklerinde bulundu. 1845'te Keban ve Ergani

madenleri başmühendisi oldu. Aynı sene, yeni kurulan Erkan-ı Harbiyye Dairesi'ne,

kısa bir müddet sonra da Rikab-ı Hümayun'a memur edildi. 1849'da mirlivalığa,

1851 'de Mabeyn-i Hümayun ferikliğine yükseldi. Sarayda bulunduğu esnada Sultan

Abdülmecid kendisinden Fransızca dersleri aldı. Bu sırada kurulan Encümen-i Daniş

ve Tanzimat Meclisi üyeliklerine getirildi.228

Kırım Harbi esnasında bazı meselelerin halli için Sırbistan’a, ardından

Kırım'a gönderildi. Mustafa Reşid Paşa nın yardımıyla 24 Kasım 1856 tarihinde

vezirlik rütbesi ile Hariciye nazırı oldu. Fakat dış meselelerdeki yetersizliği ve

bilgisizliği sebebiyle 2 Mayıs 1857'de azledildi.229 1858 yılında yine bazı tahkikatta

bulunmak maksadıyla ikinci defa Sırbistan'a gönderildi ve başarılarından dolayı

birinci rütbe Mecidi nişanı ile taltif edildi.

1859 yılında Ticaret nazırı olan Edhem Paşa, meselelere gereği gibi vakıf

olmadığı gerekçesiyle 1861'de azledildi. Bunun ardından Meclis-i Vâlâ azalığına

seçildi. 1863'te Maarif ve Nafia nezaretleri de uhdesinde olmak üzere ikinci defa

226 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.600 227 A.g.e, s.603 228 M. Aydın, “Edhem Paşa, İbrahim”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.10, ss.418-420, s.419 229 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.604

103

Ticaret nazırı olduysa da aynı yıl görevden alındı. Bir süre sonra Ticaret Nezareti

önceden olduğu gibi Nafia Nezareti ile birleştirilerek yine Edhem Paşa'ya verildi,

ancak bu defa uhdesindeki Maarif Nezareti ayrıldı.230

1866'da Ticaret Nezareti'nden de azledilerek Tırhala ve 1867'de Yanya

valiliğine getirildi. 1868 yılında Şura-yı Devlet üyesi olan İbrahim Edhem Paşa, iki

yıl sonra Divan-ı Ahkâm-ı Adliye nazırlığına, 1871'de tekrar Nafıa Nezareti'ne tayin

edildi ve bir müddet sonra Ticaret Nezareti de bu görevlerine eklendi ancak 1872'de

azledildi. Ertesi yıl tekrar Şura-yı Devlet azası ve 1874’te Nafia nazırı oldu, fakat bir

süre sonra görevden alındı. 1876'da Berlin sefirliğiyle Almanya'ya gönderildi.231

23 Aralık 1876'da İstanbul'da toplanan Tersane Konferansı'nda ikinci

murahhas olarak Osmanlı Devleti'ni temsil eden Edhem Paşa, asabi mizacı sebebiyle,

müzakereler sırasında Fransa murahhasının Osmanlı Devleti'ne karşı söylediği

hakaretamiz sözlerine karşılık vermekten çekinmedi. Aynı yıl Şurayı Devlet başkanı

oldu ve Midhat Paşa'nın azli üzerine 5 Şubat 1877'de sadaret makamına getirildi.232

Onun sadareti esnasında cereyan eden en mühim hadise 1877–1878 Osmanlı- Rus

savaşlarıdır. Bu sıkıntılı dönemde karşılaştığı siyasi meselelerin hallinde asabi mizacı

yüzünden yetersiz kaldı ve ağır baskılar sonucu 11 Ocak 1878 tarihinde azledildi. On

dört ay kadar mazul kaldıktan sonra 1879'dan 1883'e kadar Viyana sefiri olarak

görev yaptı. Daha sonra 26 Şubat 1883'te Dâhiliye nazırı tayin edildi. Şarki

Rumeli'nin Bulgaristan tarafından ilhakı ile meydana gelen olaylar sebebiyle Küçük

Said Paşa kabinesinin düşmesi üzerine 24 Eylül 1885 tarihinde bu görevden ayrıldı.

230 M. Aydın, a.g.e, s.419 231 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.608-609 232 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.168

104

Kendisine 3000 kuruşluk mazuliyet maaşı bağlanan Edhem Paşa 20 Mart 1893’te

vefat etti ve Üsküdar'da bulunan Mihrimah Sultan Camii civarına defnedildi.233

İbrahim Edhem Paşa, asabi mizacına ve devlet meselelerindeki yetersizliğine

rağmen namuslu, dürüst, devlete sadık bir kişiydi. Bu sebeple II. Abdülhamid'in

hususi himayesine mazhar olabilmişti. İlk Osmanlı Meclis-i Mebusanı onun sadareti

zamanında açılmıştı.

Maden mühendisliği konusunda olduğu gibi tabii ilimlerde de derin bilgi

sahibiydi. Mecmua-yı Fünun'da tabii ilimlere dair makaleler yazmış, 1869 yılında

ölçüler hakkında bir nizamname neşretmiş, rasathane ve Matbaa-i Amire'nin

ıslahında. Darüşşafaka'nın kurulmasında büyük gayret göstermiştir. Ondalık

sisteminin tanınmasında ön ayak olmuş, yazdığı Yeni Mikyaslara Dair Risale adlı

eseri oğlu İsmail Galib'in adıyla yayımlanmış, "Mesahat, Ekyal ve Evzan-ı A'şariyye

Nizamnamesi"ni hazırlayarak yürürlüğe koymuştur. 1873 Viyana sergisi için Usul-i

Mimari-i Osmanî adıyla üç dilde neşredilen eseri Ahmed Vefik Paşa ile birlikte

hazırlamış, ayrıca Endülüs Tarihi adlı eserin 1. cildini kaleme almış, diğer kısımlarını

ise Ziya Paşa tamamlayarak kendi adına neşretmiştir (I-II. İstanbul 1280). Yazıda

sade ve kısa cümleler kullanmayı tercih eden ve muhalifleri tarafından "Deli Corci"

lakabıyla anılan İbrahim Edhem Paşa dindarlığı ile de tanınmıştır. Çok iyi yetiştirdiği

oğulları Osman Hamdi, Halil Edhem (Eldem) ve İsmail Galib Türk kültür ve sanat

tarihinde önemli yerlere sahip olmuşlardır.234

14- Hayrullah Efendi: 25 Zilhicce 1233'te (26 Ekim 1818) İstanbul'da doğdu.

Babası hekimbaşı ve reisülulema Abdülhak Efendi' dir. "Hekimbaşılar" diye tanınan

köklü bir ulema ailesinden gelir. Ailesi gibi tıbba yönelerek 1839'da babasının

233 M. Aydın, a.g.e, s.419 234 A.g.e, s.419-420

105

hekimbaşı ve nazır sıfatı ile başında bulunduğu Mekteb-i Tıbbiyye'ye girdi. Beşik

uleması olarak müderris payesi alıp tıp tahsilini daha talebeliğinin ilk senesinde

kendisine verilmiş olan ders nazırlığı memuriyetiyle birlikte yürütmüştür.235

Mekteb-i Tıbbiye'ye girişinin ikinci yılında ilmiyeye mahsus rütbe-i salise

nişanı ile taltif edildi. Bunu Muharrem 1258'de (Şubat 1842) İzmir mevleviyeti,

Muharrem 1259'da (Şubat 1843) Mekke-i Mükerreme mevleviyeti payelerinin

verilmesi takip etti.236 Ayrıca bu paye ile ilgili olarak Haremeyn-i Muhteremeyn

rütbesine mahsus nişanla taltif edildi.

Mekteb-i Tıbbiye’nin baş hocası sayılan Dr. Bernard, 1843 ders yılı için

hazırladığı raporunda, Hayrullah Efendi'nin çeşitli idari meşgalelere rağmen tıp

tahsilinde de başarılı olduğunu özellikle kaydetmekte ve bitirme tezi olarak Türkçe

bir eser hazırlamış olduğunu bildirmektedir.237 Bahis konusu eser, Hayrullah

Efendi'nin 1844 yılı başında yayımlanmış olan Makalat-ı Tıbbiye’sidir.

Hayrullah Efendi, mezuniyetinden hemen sonra Dürurü'l-muhat, ardından da

Terbiye ve Tedavi-i Etfal (Sıhhatnüma-yı Etfal) adlı eserini ortaya koymuştur. Aynı

dönemde bir de tıp lugatı hazırlamaktadır.

1845'te rütbe-i sani ve bunun nişanı ile taltif edilmiştir ancak, Mekteb-i

Tıbbiye nazırlığından azledilen babası’nın yerine gelen Cerrah Sakızlı İsmail

Efendi'nin nazırlığı sırasında ders nazırlığına son verilip bu memuriyete mahsus

rütbe-i saniye nişanı da geri alınmıştır.

235 Ö. F. Akün, “Hayrullah Efendi”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 17, ss.68-75, İstanbul, 1988, s.68 236 M. Süreyya, a.g.e, s.349 237 Fatin, Davud, a.g.e, s.128-129

106

1847 yılında Meclis-i Ziraat üyeliğine tayin edildi. Bu vazifeye gelişinden

sonra ziraatla ilgili olarak içinde tıbbi bahislerin de önemli bir yer tuttuğu, iki ciltlik

Beyt-i Dihkani adlı tercümeyi meydana getirdi. 238

Abdülhak Efendi'nin yeniden Mekteb-i Tıbbiye nazırlığına dönüşünün hemen

ardından Mekteb-i Tıbbiye’deki eski vazifesine döndü. Meclis-i Maarif-i

Umumiye'ye de üye tayin edilen Hayrullah Efendi (Aralık 1848), orta öğretimde

okutulmak üzere müspet ilimler sahasında Mesail-i Hikmet adlı bir eser ortaya koyar.

Yeni vazifesi dolayısıyla memleketin maarif meseleleriyle daha da yakından meşgul

olma fırsatını bulan Hayrullah Efendi, bir müddet sonra ilmiyeden ayrılıp mülkiye

sınıfına geçmek için teşebbüste bulundu. Sultan Abdülmecid'in iradesiyle kendisini

rical sınıfına geçiren rütbe-i ûla sınıf-ı evvel payesi verildi.239

1849 yılı Temmuzunda babasının Mekteb-i Tıbbiye nazırlığını bırakması

üzerine Hayrullah Efendi de ders nazırlığından ayrıldı. 1850 yılında Meclis-i

Maarifteki vazifesini muhafaza etmek şartıyla Meclis-i Nafia üyeliği de verildi.

Hayrullah Efendi, Meclis-i Maarif-i Umumiyye'deki çalışmalarını sürdürürken, 1851

'de, Encümen-i Daniş'in ikinci başkanı oldu. Düzenlenen açılış merasiminde, Meclis-

i Maarif namına Cevdet Paşa'nın kaleme aldığı hitabeyi Sultan Abdülmecid ve devlet

erkânının huzurunda okuma vazifesi kendisine verildi. Sonraki günlerde başlayan

aylık toplantı ve müzakerelerin çoğunun onun başkanlığı altında yapıldığı

görülmektedir.240

Hayrullah Efendi, bu yıllardan itibaren memleketin genel kültür ihtiyaçlarına

cevap verecek eserler hazırlamaya yöneldi. 1852 Şubatında Konrad Malte-Brun'ün

238 Z. Özaydın, Tanzimat Devri Hekimi Hayrullah Efendi’nin Hayatı ve Eserleri,

(Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul, 1990, s.31 239 BOA, İ.DH. 10912 240 Ö.F. Akün, a.g.m, s.68

107

Geographie universelle'inden bir kısmını Kıt'a-i Afrika adıyla kısaltarak tercüme etti

ve yayımladı. Sonraları kendi adıyla anılacak olan Osmanlı tarihini yazmaya ve 1853

yılından itibaren cilt cilt yayımlamaya başladı. Devlet hizmetinde yıldızı gittikçe

yükselen Hayrullah Efendi Meclis-i Maarif-i Umümiyye, Meclis-i Nafia ve

Encümen-i Daniş'teki vazifelerine ilaveten 1268'de (1852) Meclis-i Vâlâ -yı Ahkâm-ı

Adliye’ye de üye seçildi 241

Hayrullah Efendi, 1854’te Mekatib-i Umümiyye nazırlığına getirildi.242

1857’de Maarif-i Umümiyye Nezareti kurulurken Mekatib-i Umümiyye Nezareti

Maarif-i Umümiyye müsteşarlığına çevrildi ve Hayrullah Efendi’ye müsteşarlık

unvanı verildi243. Biryıl sonra, vekâleten Maarif-i Umümiyye Nazırı oldu.

1859'da Mekteb-i Tıbbiyye'ye nazır oldu. Hayrullah Efendi'nin Meclis-i

Maarif-i Umumiyye üyeliği Mekteb-i Tıbbiye nazırlığı süresince devam etti. Ayrıca

Meclis-i Tıbbiye’nin başkanlığı da üzerinde bulunuyordu

Mekteb-i Tıbbiyye nazırlığı iki yıl üç ay kadar devam eden Hayrullah Efendi

belli olmayan bir sebeple 19 Ağustos 1861'de azledildi ve tedavi görme gerekçesiyle

bir Avrupa seyahatine çıktı. Hayrullah Efendi Köstence üzerinden Tuna yolu ile

Viyana'ya, orada kısa bir müddet kaldıktan sonra Almanya ve Belçika'dan geçerek

Paris'e vardı. Çeşitli ilim müesseselerine ve akademilerine ziyaretlerde bulundu. Üç

ayı aşkın bir süre kaldığı ve hayran olduğu Paris'ten oğlu Abdülhak Hamid ile

dönerken yine kısa bir müddet Viyana'da kaldı.244

Bir yıl kadar açıkta bekledikten sonra 1864 yılı Temmuzunda Meclis-i Vâlâ-

yı Ahkâm-ı Adliye’ye ikinci defa üye tayin edildi (Tasvir-i Efkar, sy. 213, 14 Safer

241 BOA, İ.DH. 15961 242 M. Cevad, a.g.e, s.60 243 A. Lûtfi, Vak’a-nüvis Ahmed Lütfi Efendi Tarihi, C.IX, Yay: Münir Aktepe, İstanbul

Üniversitesi edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul, 1984, s.135 244 Ö.F. Akün, a.g.m, s.69

108

1280). İstanbul'a döndükten sonra Osmanlı tarihine dair eserinin XV. cildini

hazırlamakta iken bir yandan daha önce Viyana'ya yaptığı seyahatlerle bu defaki

Fransa seyahatini anlatan Yolculuk Kitabı adlı eserini tamamladı. 1864 yılı sonbaharı

başında Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye'nin merkezinde Osmanlı tarihi üzerinde bir

dizi konferans vermeye başladı.

Hayrullah Efendi, çok geçmeden diplomatik kariyerde Tahran elçiliği gibi

nazik ve önemli sayılan bir mevkiye getirildi. Trabzon üzerinden Tahran'a gitmek

için İstanbul'dan hareket eden Hayrullah Efendi'ye İran sınırına girişinden itibaren

karşılama merasimleri yapıldı. Şahın huzuruna kabul edilerek büyük iltifatlar

gördü.245 Hayrullah Efendi bu vazifeyi sürdürürken 17 Şaban 1283'te (25 Aralık

1866) aniden vefat etti. Nasırüddin Şah ın iradesiyle kendisine büyük bir cenaze

merasimi tertiplendi ve Tahran'a 15 km. mesafede Rey şehrinde Şah Abdülazim

Türbesi yanında toprağa verildi.246

Eserleri:247 Resmi hizmet ve vazife hayatının değişik ve çok yönlü oluşu gibi

Hayrullah Efendi'nin fikir ve yazı faaliyeti de birbirinden farklı sahalarda kendini

göstermiştir. Çeşitli alanlarda tercümeden telife, tıptan ziraat ve fiziğe, bahçecilikten

coğrafyaya, oradan tarih ve seyahatnameye kadar genişleyen bir daire içinde eserler

meydana getirmekle ilim ve fikir tarihinde kendine bir yer açmıştır.

1. Mualecata Dair El Mecmuası: On sekiz sayfası yazılı bir reçete defteridir.

2. Müfredat-ı Tıbbiye fi beyani evzani'l-edviyye: Hayrullah Efendi'nin bir başka

reçete defteridir. İlaçların hastalıklara göre tasnif edildiği defterde Latince olarak

yazılmış reçeteler de görülmektedir. 3. Terbiye ve Tedavi-i Etfal (Sıhhatnüma-yı

245 Z. Özaydın, a.g.e, s.44-45 246 Ö.F. Akün, a.g.m, s.70 247 Hayrullah Efendi’nin eserlerinden Kıt’a-i Afrika ve Devlet-i Aliyye-i Osmaniye hakkında

çalışmamızın IV. Bölümünde geniş bilgi verilmiştir. Diğer eserleri hakkında geniş bilgi için bkz: Z.

Özaydın, a.g.e, ss.55-120

109

Etfal): Elli yedi sayfalık kitap doğumdan başlayarak çocuk hastalıkları, bebeklerin

bakımı ve çocuk terbiyesi konusunda, memleketimizde kendisine kadar yazılmış pek

az şey bulunan bir sahadaki boşluğa cevap veren eseridir. 4. Ordu Hıfzıssıhhası:

Osmanlı ordusunun sağlık hizmetleri için bu eseri Fransızcadan tercüme yolu ile

meydana getirmiştir. 5. Makalat-ı Tıbbiye: Hayrullah Efendi'nin, Mekteb-i

Tıbbiye’den yetişecek olan hekimlere kılavuz olmak üzere yazdığı deontoloji

ağırlıklı eseridir. 6. Dürurü'l-muhat: Zührevi hastalıklar üzerine, özellikle bel

soğukluğu hakkında umumi bilgiler vermek gayesiyle teşhis, tedavi ve korunma

konusunu sistematik şekilde işlediği risalesidir. 7. Lugat-ı Tıbbiye. Hayrullah

Efendi'nin bu sahada büyük bir ihtiyaca cevap vermek üzere hazırladığı bu eser

memleketimizde ortaya konulmuş etraflı ilk tıp lügatidir. Başına koyduğu

açıklamadan öğrenildiğine göre eseri, 1839–1851 yılları arasında yazmıştır. Hemen

hepsi Arapça asıllı olan terimlerin Türkçe karşılık ve açıklamaları, her birinin

sonunda da Fransızcaları telaffuzlu olarak eski harflerle gösterilmiştir; bazen Latince

karşılıkların da verildiği görülmektedir. 8. Beyt-i Dihkâni: Meclis-i Ziraat azalığı

sırasında yaptığı Maison Rustique adlı eserin kısaltılmış bir tercümesidir. 9. Bağçe-i

İntizam: Mekteb-i Tıbbiye’deki tahsili sırasında iyi bir botanik kültürü alan

Hayrullah Efendi'nin bahçe tanzimi ve çiçek yetiştirme konusunda kaleme aldığı bir

eserdir. 10. Mesâil-i Hikmet (İstanbul 1265). Hayrullah Efendi'nin 1265 Rebiülevvel

başlarında (1849 Ocağı sonları) yayın sahasına koyduğu bu küçük eser, rüşdiyelere

yeni konulan fizik müfredatını karşılamak için kaleme alınmış bir ders kitabıdır. 11.

Kıt'a-i Afrika (İstanbul 1268): Konrad Malte-Brun'ün Geographie Universelle 'inden

kısaltarak yaptığı ve derkenarlarla açıklayıcı ilaveler kattığı bir tercümedir. 12. Hezar

Esrar (İstanbul 1279, 1285). Dedesinin yazmaya başladığı, babasının da devam

110

ettirdiği bu eseri Hayrullah Efendi yaptığı ilavelerle tamamlamış, 1279'da da

yayımlamıştır. 13. Devlet-i Aliyye-i Osmaniye: Tarihi (Hayrullah Efendi Tarihi). En

fazla emek verdiği, en tanınmış ve en kalıcı eseridir.Çalışmamızın ileri bölümlerinde

geniş olarak bahsedilmiştir. 14. Yolculuk Kitabı: Hayrullah Efendi'nin en orjinal

eseridir. Ülkemizde bir Türk müellifi tarafından Avrupa hakkında yazılmış ilk

seyahat kılavuzudur. Hayrullah Efendi'nin Avrupa'da yaptığı yolculukları anlatan

etraflı bir seyahatnamedir.

Hayrullah Efendi’nin bunların dışında biri tercüme iki tiyatro oyunu

mevcuttur.

Modernleşme döneminin fazla tanınmamış şahıslarından olan Hayrullah

Efendi için Tanpınar derki: "Tarihinde ciltten cilde değişen ve inkişaf eden

görüşlerden sarfınazar seyahatnamesinde yeni bir neslin adamı olduğunu gösterir. Bu

hekimliği sevmeyen tıbbiye mezununun devrinin ne kadar ilerisinde olduğunu

anlamak için seyahatnamesinde öğretim ve sistemleri, mektep kitapları üzerinde

yazdıklarını okumak kafidir."248

15- Ahmet Cevdet Efendi (Paşa): Kendi ifadesine göre hicri 1238 yılı

hıdrellezinden kırk gün önce Bulgaristan’ın Lofça kasabasında doğdu.249 Asıl adı

Ahmed olup Cevdet mahlasını İstanbul'da öğrenim gördüğü sırada şair Süleyman

Fehim Efendi'den almıştır. Babası Lofça ileri gelenlerinden ve meclis azasından Hacı

İsmail Ağa’dır. Küçük yaşta Lofça müftüsü Hafız Ömer Efendi'den Arapça okuyarak

öğrenim hayatına başlayan Ahmed, kısa zamanda İslami ilimlerle ilgili kitapları

248 A.H. Tanpınar, a.g.e, s.508 249 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.3

111

okuyacak derecede ilerleme gösterdi. Ardından kadı naibi Hacı Eşref Efendi ve

müftü Hafız Mehmed Efendi'den çeşitli dersler aldı. 250

Öğrenimini daha da ileri seviyeye götürmek için 1255 (1839) yılı başlarında

İstanbul'a gönderildi. Burada kısa sürede ilmi muhitlerde kendini gösterdi; devrin

meşhur âlimlerinin derslerine devam etti. Ayrıca Miralay Nuri Bey ve Müneccimbaşı

Osman Sabit Efendi'den hesap, cebir, hendese gibi dersler gördü.251 Bir yandan

tahsilini ilerletirken öte yandan ders vermek üzere bazı hocalardan icazet aldı. Bu

arada ilmi ve edebi cemiyetlere de girdi; devam ettiği İstanbul Çarşamba'daki Murad

Molla Tekkesi'nin şeyhi Mehmed Murad Efendi'den Mesnevi okuyarak Farsça

bilgisini derinleştirdi ve kendisine mesnevihanlık icazeti verildi. Ayrıca Süleyman

Fehim Efendi'nin Karagümrük'teki konağına devam edip ondan Şevket ve Örfi

divanlarını okudu; bir yandan da devrin tanınmış mutasavvıflarından Kuşadalı

İbrahim Efendi'nin sohbetlerine katıldı.252

Bu muhitlerde tasavvuf ve edebiyatın belli başlı eserlerini okuyarak bilgisini

ve kültürünü ilerlettiği gibi şiir ve edebiyat alanındaki eksikliklerini tamamlayıp

edebi zevkini geliştirme imkânını buldu. Kendi ifadesine göre okuyup yazabilecek

seviyede Arapça ve Farsça, anlayabilecek ölçüde Fransızca ve Bulgarca biliyordu.253

Öğrenim hayatından sonra devlet hizmetine, H.1260 / M.1844'te Rumeli

kazaskerliğine bağlı Premedi kazası kadılığı ile başladı. Maamafih bu, o zamanki

usule göre, bir rütbe olup, bilfiil kâdılık değildi ve Ahmed Cevdet Efendi

İstanbul’dan ayrılmamıştı. 254 29 Haziran 1845 tarihinde İstanbul müderrisliği

ruusunu aldı. 10 Nisan 1849'da "hareket-i hariç'' rütbesini aldı. 14 Ağustos 1850

250 Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, “Cevdet Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.7, ss.443-450, s.443 251 Fatma Aliye, a.g.e, s.25-26 252 A.g.e, s.35-36 253 İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.I, s.238 254 A. Şimşirgil, E.B. Ekinci, Ahmet Cevdet Paşa ve Mecelle, KTB Yayınları, İstanbul, 2008, s.18

112

tarihinde Meclis-i Maarif-i Umumiye azalığı ve darülmuallimin müdürlüğüne tayin

edildi. Bu arada İstanbul’a dönen Fuad Efendi ile birlikte Bursa'ya gitti ve orada

kaldığı kısa süre içinde onunla birlikte Kavaid-i Osmaniye adlı kitabı ve Şirket-i

Hayriyye'nin kuruluş nizamnamesini hazırladı. İstanbul'a döndükten sonra 1851 'de

Encümen-i Daniş üyeliğine seçildi. Eksiklerini tamamladığı Kavaid-i Osmaniye’yi

Encümenin ilk eseri olarak Abdülmecid’e sundu. Bunun üzerine derecesi "hareket-i

altmışlı"ya yükseltildi. 255

Encümen-i Daniş tarafından 1774–1826 devresi Osmanlı tarihini yazmakla

görevlendirildi.256 1854'te yazmaya başladığı tarihinin ilk üç cildini tamamladı ve

padişaha takdim etti. Bunun üzerine kendisine "müsıle-i Süleymaniyye" derecesi

verildi. 1855'te tayin edildiği vakanüvislik görevini 1865 yılına kadar yürüttü.257

Devlet kademelerindeki bu yükselmenin yanı sıra ilmiye mesleğinde de

ilerleyerek 9 Ocak 1856'da mevleviyet derecesindeki Galata kadılığına getirildi; aynı

yılın 9 Aralığında Mekke-i Mükerreme kadılığı, 21 Ocak 1861'de de İstanbul kadılığı

payelerini aldı.

18 Mayıs 1861 tarihinde Rumeli teftişine çıkan Sadrazam Kıbrıslı Mehmed

Paşa'ya refakat ettikten kısa bir süre sonra İşkodra'da meydana gelen·isyanı

bastırmak üzere "memuriyet-i fevkalade" ile görevlendirildi. İki ayda bu vazifesini

başarıyla tamamladı. 1863'te Bosna eyaletini teftiş göreviyle ilgili hazırlıklarını

yaparken 24 Haziran 1863 tarihinde Anadolu kazaskerliği payesine ulaştı.258 Bu

başarıları dolayısıyla o zamana kadar hiçbir ilmiye mensubuna verilmemiş olan

255 Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.444 256 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.58 257 Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.444 258 A. Şimşirgil, E.B. Ekinci, a.g.e, s.20

113

ikinci rütbeden "nişan-ı Osmanî" ile mükâfatlandırıldı.259 Haziran 1864'te Kozan

tarafına gönderildi. Derviş Paşa ile birlikte Fırka-i lslahiyye'yi oluşturup altı ay

içinde gerekli ıslahatı yaptı. Ancak bu başarıları kendisini çekemeyenlerin harekete

geçmesine yol açtı ve ilmiye sınıfından mülkiyeye nakline karar çıkarılarak 13 Ocak

1866’da kazaskerlik payesi vezarete çevrildi. 260

Ahmed Cevdet Paşa bundan sonra yeni oluşturulan Halep valiliğine tayin

edildi; iki yıl süren bu görevi sırasında yeni valiliğin teşkilatlanmasını gerçekleştirdi.

1868'de Divan-ı Ahkâm-ı Adliye başkanlığına getirildi.261 Divanın nezarete

çevrilmesi üzerine Adliye nazırı oldu ve bu dönemde nizami mahkemeler teşkilatını

kurarak bununla ilgili kanun ve nizamnameleri hazırladı.

Cevdet Paşa'ya şöhret kazandıran gelişmelerden biri de Hanefi fıkhına dayalı

bir kanun kitabının hazırlanması gerektiği düşüncesidir. Nitekim bu düşüncesi kabul

edilerek Babıâli' de teşkil edilen Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye Cemiyeti'nin reisliğine

getirildi. Devrin önde gelen fıkıh âlimlerinin de yer aldığı bu cemiyet Mecelle'nin ilk

dört kitabını yayımlamaya muvaffak oldu. Beşinci kitabın hazırlığı biterken Cevdet

Paşa reislikten azledilerek Bursa valiliğine tayin edildiyse de birkaç gün sonra bu

görevinden de alındı. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye Cemiyeti Bab-ı Meşihat'a

nakledildi. Ancak çıkarılan altıncı kitabın büyük tenkitlere uğraması üzerine,

1871’de, Cevdet Paşa 'ya yeniden Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye Cemiyeti ile Şüra-yı

Devlet Tanzimat Dairesi başkanlıkları verildi. 1873’te Şüra-yı Devlet üyesi, ardından

da Evkaf nazırı oldu.262

259 Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.444 260 A.g.m, s.444 261 Fatma Aliye, a.g.e, s.8 262 Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.444

114

Aynı yılın ortalarına doğru Maarif nazırlığına getirildi.263 Nazırlığı

zamanında; bir komisyon oluşturarak ilkokullardan yüksek okullara kadar her

seviyede okul için ders cetvelleri yaptırdı, yeni bir elifba cüzü hazırlanarak bastırıldı.

Nuruosmaniye Camii avlusunda modern usullere göre "ibtidaiyye" adıyla bir ilkokul

açıldı. Kendisi de Kavâid-i Türkiyye, Mi'yar-ı Sedad ve Adab-ı Sedad adını taşıyan

üç okul kitabı yazdı.264 Darülmuallimin teşkilatı sıbyan, rüşdiye ve idadi olmak üzere

üç dereceye ayrılarak yeniden düzenlendi.265 Kısas-ı Enbiya adlı eserinin üç cüzünü

de bu arada tamamlayarak bastırdı.

1874'te Şüra-yı Devlet başkan vekilliğine getirilen Cevdet Paşa, Mecelle'nin

on ikinci kitabını da hazırlatmıştı. 2 Kasım 1874 tarihinde Yanya valiliğine, 1875'te

de önce Maarif nazırlığı ve kısa bir süre sonra da Adliye nazırlığına getirildi. Aynı

yıl içinde on altıncı cilt yazılarak Mecelle tamamlandı.266

1877 yılında önce Dâhiliye nazırlığına getirildi, ardından Evkaf nazırlığına

naklen tayin edildi. 1878'de Suriye valisi olarak Şam'a gitti. Bu arada Kozan'da çıkan

isyanı bastırmakla görevlendirildi. Ancak isyanın bastırılması sırasında Şam

valiliğine Midhat Paşa'nın tayin edilmesi üzerine açıkta kaldı ve görevini

tamamladıktan sonra İstanbul'a döndü. Yolda Ticaret nazırlığına tayin edildiği

haberini aldı.267 Haziran 1879'da Tunuslu Hayreddin Paşa'nın sadaretten istifası

üzerine on gün müddetle sadrazamlığı vekâleten yürüttü. Said Paşa başvekil olunca

tekrar Adliye nazırlığına getirildi.268

263 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s123 264 A.g.e, s.126 265 M. Cevad, a.g.e, s.136 266 Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.444-445 267 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s173-175 268 A.g.e, s.194

115

Ahmed Vefik Paşa'nın başvekil olması üzerine 30 Kasım 1882'de Adliye

nazırlığından ayrıldı ve üç buçuk yıl resmi görevlerden uzak kaldı. Bu sırada tarihini

tamamladı, Kavaid-i Osmaniyye'nin eksiklerini ikmal etti. Cevdet Paşa son olarak 11

Haziran 1886 tarihinde beşinci defa Adliye nazırlığına getirildi. Ancak Sadrazam

Mehmed Kamil Paşa ile aralarında çıkan anlaşmazlık sebebiyle bir süre sonra

ayrılmak zorunda kaldı. 10 Mayıs 1890'da II. Abdülhamid onu Meclis-i Âlî'ye tayin

etti. Cevdet Paşa bundan sonraki hayatını ilmi çalışmalarına ve çocuklarına ayırdı.

Kısa bir hastalıktan sonra 26 Mayıs 1895'te Bebek'teki yalısında vefat etti ve Fatih

Sultan Mehmed Türbesi haziresine defnedildi.269

Tanzimat devrinin önde gelen şahsiyetlerinden olan Cevdet Paşa, son asır

Türk- İslam ilim âleminin mümtaz simalarından biridir. Ahmed Cevdet büyük bir

devlet adamı olduğu kadar aynı zamanda tarihçi, hukukçu, mütefekkir, edip, eğitimci

ve sosyologdur. Genç yaşta İslami ilimlerle birlikte Arapça ve Farsça'yı çok iyi bir

şekilde öğrenirken Emin Efendi adlı bir kişiden Fransızca dersleri de aldı. Bu ona

kısmen Batı tarih kitaplarını ve kanunlarını okuma ve anlama imkânını vermiştir.

Cevdet Paşa’ya göre insan doğuştan medeniyete yatkındır. İnsanoğlunun

medeni hayata geçiş sürecinde toplumlar arasında bazı basamak farkları doğmuştur.

Böylece medeniyet, toplumların göçebelik ve yerleşik durumundan sonra üçüncü ve

son merhalesini oluşturur. Bu merhaleye ulaşmanın temel şartı insanların kemale

erdirilmesidir ki bu da ancak eğitim ve öğretimle mümkündür. Cevdet Paşa bu

husustaki çalışmalarını başlıca üç noktada yoğunlaştırmıştır. a) Yeni eğitim ve kültür

kurumlarının açılması. b) Her derecedeki okullar için yeni ders kitaplarının

hazırlanması ve yayın faaliyetlerinin arttırılması. c) Türkçenin bilim dili haline

269 Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.445

116

getirilmesi. Nitekim Encümen-i Daniş'in teşkilinde büyük katkılarda bulunmuş,

darülmuallimin yönetmeliği onun müdürlüğü zamanında düzenlenmiş ve 1872'de

İstanbul'da ilk idadi de onun Maarif nazırlığı sırasında açılmıştır. Ayrıca okullarda

okutulmak üzere modern metotlara göre Türkçe ders kitapları hazırlamıştır. Öte

yandan Türkçenin ilim dili olamayacağını iddia edenlere bir cevap olmak üzere

Takvimü 'l- edvar adını verdiği risalesini bastırarak herkese Türk diliyle de güzel

eserler yazılabileceğini göstermiştir.270

Cevdet Paşa, Osmanlı kurum ve kuruluşlarına yeniden şekil verilmesi

konusundaki farklı fikirlerin hız kazandığı bir dönemde, gelenekçi Türk- İslam Doğu

kültürü ile yenilikçi Batı arasında senteze varmaya çalışmış bir şahsiyettir. Osmanlı

müesseselerinin İslami esaslara dayandığını dikkate alarak Batı devletleriyle Osmanlı

Devleti'nin farklı din ve medeniyetlerden doğduğunu bu sebeple de her yönden

Batılılaşmanın hem yanlış hem de imkânsız olduğunu düşünmüş, sonuç olarak Batı

taklitçiliğine ve maddeci felsefeye şiddetle karşı çıkmıştır. Ancak bütün icraatında

Osmanlıcı-İslamcılığı sürdürmekle birlikte metotta yenilikçiliği benimsemiş, Batı'nın

pozitif bilimler, teknik ve yönetim alanlarındaki üstünlüğünü kabul ederek bu

alanlarla ilgili Osmanlı müesseselerinin Batı tarzında ıslahını savunmuştur. Avrupa

kanunlarının ve kurumlarının olduğu gibi alınmasına karşı çıkan Cevdet Paşa, İslami

geleneklerin korunması gerektiğini söylemiş ve bir kısım devlet ileri gelenlerinin

Fransız kanunlarının tercüme edilip alınması yönündeki görüşlerine karşı çıkarak

Mecelle'nin hazırlanmasında en önemli rolü oynamıştır.271

Cevdet Paşa'nın millet anlayışı ise İslam geleneğine uygun olarak Müslüman

milletlerin siyasi birlik ve bütünlüğünü temsil eden Osmanlılık temeline

270 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s110 271 Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.445

117

dayanmaktadır. Milliyet karşılığı olarak "kavmiyet"i kullanır ve bunun Fransız

ihtilali'nden sonra bulaşıcı bir hastalık gibi Avrupa'da yayıldığını söyler (Tarih, 1.

169).

Vatan fikri konusunda da muhafazakârdır. Vatan mefhumunun Müslüman

halk arasında Avrupa'da olduğu gibi rağbet bulamayacağını, bunun yerine dinin daha

tesirli olacağını savunur. Ona göre Osmanlı'nın asıl büyüklüğü hilafet ve saltanatın

birleştirilmesinden doğmuştur. Devleti devlet yapan esas unsur İslamiyet'tir.

Tarihçiliği: Cevdet Paşa, pek çok vasfı yanında özellikle tarihe dair

eserleriyle klasik Osmanlı tarihçiliğine yeni bir bakış açısı getirmiş; tarihçilik, tarih

felsefesi ve metodolojisi bakımından da geniş ölçüde, bir kısmının tercümesini

yaptığı İbn Haldün'un Mukaddime'sinin tesirinde kalmıştır. Bundan dolayı A. Harndi

Tanpınar onu "İbn Haldün'un son şakirdi" sayar.272

Cevdet Paşa'nın öncü rollerinden birini de Avrupa tarihine ait

değerlendirmeler teşkil eder. Osmanlı tarihi çerçevesinde Avrupa'nın iyi tanınması ve

hadiseler üzerinde Batı'daki gelişmelerin etkileri onun için önem kazanır. Fransız

ihtilali'ni tahlil eden ve sonuçları üzerinde duran Cevdet Paşa, anayasasız ve ihtilalsiz

gelişen İngiltere parlamentosu ve rejimi taraftarıdır. Osmanlı Devleti'nin başlıca

hasmı durumundaki Rusya'yı çok iyi tanıdığı ve bu konuya özel bir ilgi duyduğu,

Viyana sefiri Sadullah Paşa'ya yazdığı mektubundan anlaşılmaktadır. Burada I. Petro

ile Il. Mahmud'un reformları arasında yaptığı mukayese, onun tahlil gücü hakkında

fikir verebilecek değere sahiptir. İngiltere'de inkılabın asil sınıfın zorlaması ve halkı

yanına alması ile, Fransa'da halkın ayaklanması ile gerçekleşirken Rusya'da ve

272 A.H. Tanpınar, a.g.e, s.163

118

Osmanlılarda tepeden geldiğini belirtir. Bütün bunlar onun tarihi bir bütünlük

içerisinde ele aldığını gösterir.273

Hukukçuluğu: Cevdet Paşa, devlet adamlığı ve tarihçiliğinin yanı sıra aynı

zamanda Tanzimat döneminin önemli hukuki düzenlemelerini yapan bir hukuk

adamıdır. Bu dönemde hazırlanan kanunların ve kurulan müesseselerin önemli bir

kısmı onun imzasını taşımaktadır. Bu sebeple Bemard Lewis'in onun hakkında

kullandığı "dahi hukuk adamı" ifadesi274 mübalağalı sayılmaz.

Lofça'da iken Halebî ve Mültekâ gibi Osmanlılar'ca büyük önem atfedilen

fıkıh kitaplarını okumuştur. Tanzimat'ın ilan edildiği yıl İstanbul’a gelerek medrese

öğrenimine burada devam ederken gerek zekâsının parlaklığı gerekse çalışkanlığı

sayesinde ilim muhitlerinde kısa sürede tanınmıştır. Nitekim Sadrazam Mustafa

Reşid Paşa meşihattan, yapacağı düzenlemelerin şer'i yönünü aydınlatmak üzere bir

ilim adamı istediğinde, "arzuya muvafık meşihattan gönderilen zat" denilerek

kendisine Cevdet Efendi takdim edilmiştir.275 Yirmi dört yaşında Mustafa Reşid

Paşa'nın yakın çevresine dâhil olması ve bu çevrede Batılılaşma yanlılarının

fikirlerinden istifade etmesi, İslam-Osmanlı ve Batı kültürlerinin faydalı bir sentezini

yapabilmesine uygun bir zemin hazırlamıştır. Şekilde kısmen Batılı, fakat özde

daima İslam'a bağlı kalarak hukuk sahasında daha sonra ortaya koyduğu çalışmalar

onun gerçekten "arzuya muvafık zat" olduğunun delilidir.276

Cevdet Paşa'nın Tanzimat döneminde hukukla ilgili en önemli eserleri,

hazırlamış olduğu kanun ve nizamnamelerle tesis ettiği hukuk kurumlarıdır. Bu

alandaki ilk hizmetleri, 1850'de darülmuallimin müdürü ve Meclis-i Maarif azası

273 Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.446 274 B. Lewis, a.g.e, s.122 275 Fatma Aliye, a.g.e, s.40 276 Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.446

119

olmasıyla başlar. Bu görevlere geldikten sonra hem darülmuallimin nizamnamesini

hem de bu dönemde Meclis-i Maarif'çe hazırlanan bütün nizamnameleri bizzat o

kaleme almıştır. Bu hizmetlerinde göz doldurması, kanun ve nizamname kaleme

almada belirli bir tecrübe ve meleke kazanması sebebiyle, 1855'te Osmanlı medeni

kanununu hazırlaması düşüncesiyle kurulan Metn-i Metin Komisyonu'na üye

seçilmiştir. Bu dönemde gerek adı geçen komisyondaki görevinin icabı, gerekse bu

sırada tayin edildiği Galata kadılığı dolayısıyla fıkıhla daha yakından ilgilenmeye

başlamıştır. Ancak Metn-i Metin teşebbüsü başarıya ulaşmamıştır. Buna rağmen

Cevdet Paşa'nın bu çalışmadan daha sonra hazırlayacağı Mecelle için tecrübe

kazanmış olduğu söylenebilir.

Cevdet Paşa, kısa süre sonra Tanzimat devrinde hazırlanması düşünülen

kanun ve nizamnameleri kaleme almakla görevli Meclis-i Tanzimat'a üye olmuştur.

Bu mecliste önce Ceza Kanunnamesinin kaleme alınmasında emeği geçmiş ardından

Arazi Kanunnamesi için kurulan komisyona başkan olmuştur.277 1274 (1858) tarihli

Arazi Kanunnamesi, Tanzimat döneminin iki orijinal kanunundan biridir ve gerek

dilinin sadeliği gerekse kanun tekniği bakımından devrinde hazırlanmış kanunların

en başarılı örneklerindendir.

Daha sonra Meclis-i Tanzimat'ça yine o dönemde düzenlenen çok sayıda

kanun ve nizamname de meclis adına Cevdet Paşa tarafından kaleme alınmıştır.

Ardından bütün bu kanun ve nizamnameleri Düstur adı altında bir kitapta toplayan

Cevdet Paşa, böylece bugün beşinci tertibi yayımlanmakta olan ve hukuk mevzuatını

bir araya toplayan bu eserin ortaya çıkmasında en önemli rolü oynamıştır.

277 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s73

120

Cevdet Paşa'nın Meclis-i Tanzimat'taki çalışmalarından sonra hukuk alanında

en önemli hizmeti Divan-ı Ahkam-ı Adliyye'nin kurulmasında görülür. 1868 yılında

Meclis-iVala-yı Ahkâm-ı Adliyye’nin Şüra-yı Devlet ve Divan-ı Ahkâm-ı Adliyye

olarak ikiye ayrılmasından sonra, bugünkü Yargıtay'ın ilk şekli olan Divan-ı Ahkâm-

ı Adliyye'nin başkanlığına da Cevdet Paşa getirildi.278

Bugünkü hukuk fakültelerinin nüvesi sayılabilecek Mekteb-i Hukuk 1880'de

onun Adliye nazırlığı döneminde açılmıştır. Hazırlıkları daha önce başlayan bu

okulda ilk dersi, hem Adliye nazırı hem de mektebin hocalarından biri olması

sıfatıyla Cevdet Paşa vermiştir. Mekteb-i Hukuk II. Meşrutiyet' in ilanından sonra

darülfünunun bir fakültesi olarak öğretim faaliyetini sürdürmüştür.

Cevdet Paşa'nın İslam ve Osmanlı hukukuna kazandırdığı en önemli eser

şüphesiz Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye'dir. Metn-i Metin teşebbüsünden on üç yıl

sonra ortaya çıkan eser, bütün İslam devletlerinde İslam hukuku alanında hazırlanan

ilk kanun olma özelliğine sahiptir. Cevdet Paşa'nın bu kanunun ortaya çıkmasındaki

rolü, Mecelle'yi hazırlayan heyetin başkanı sıfatıyla sadece kanunun

hazırlanmasından ibaret değildir. Bu noktaya gelmeden önce Fransız medeni

kanununun alınmasını isteyenlere ve bu arada en başta Sadrazam Ali Paşa ile Fransız

büyükelçisi De Bouree'ye karşı vermiş olduğu mücadele sonunda Code Civile'in

iktibası yerine milli bir kanunun hazırlanması fikrini kabul ettirmesi ve bu fikre

sonuna kadar sahip çıkarak Mecelle'nin tamamlanmasını sağlaması en az telifindeki

emeği kadar önemlidir. Mustafa Reşid Paşa'nın etkisiyle elden geldiğince sade bir dil

kullanmayı tercih eden Cevdet Paşa, gerek Arazi Kanunnamesi ve Mecelle, gerekse

278 A.g.e, s.84

121

kaleme almış olduğu diğer kanun ve nizamnamelerle Türk hukuk dilinin oluşmasında

önemli bir role sahiptir.279

Eserleri:280 1. Tarih-i Cevdet. Osmanlı tarihinin 1774 Küçük Kaynarca

Antiaşması'ndan 1826'da Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasına kadar olan dönemini

ihtiva etmektedir. 2. Tezakir. Cevdet Paşa'nın vak'anüvisliği zamanında (1855–1865)

bizzat kendisinin de içinde bulunduğu olaylara dair tuttuğu notlardan teşekkül eden

bir hatırat niteliği taşımaktadır. Cevdet Paşa bu notları kendisinden sonra vak'anüvis

olan Ahmed Lutfi Efendi'ye tezkireler halinde yollamıştır. Bu sebepten dolayı da

esere Tezakir-i Cevdet adını vermiştir. 3. Ma'rûzat. 1255–1293 (1839–1876) yılları

arasındaki tarihi ve siyasi olayların özet halinde yazılmasını şifahi olarak isteyen

Sultan ll. Abdülhamid'in emriyle kaleme alınmıştır. Padişaha sunulması dolayısıyla

müellifin "Ma'rûzat" adını verdiği bu eser "cüzdan" denilen kısımlara ayrılmıştır.. 4.

Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa. Hayatının son yıllarına doğru yazdığı bir eserdir.

Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e kadar gelip geçen peygamberlerin kıssalarından.

İslam dininin ortaya çıkışı, Hz. Peygamber'in hayatı ve Hulefa-yi Raşidin ile Emevi,

Abbasi halifelerinden, diğer Türk-İslam devletlerinden ve Osmanlı tarihinin 1439

yılına kadar olan ilk devirlerinden bahseder. 5. Kırım ve Kafkas Tarihçesi (İstanbul

1307) Halim Giray'ın Gülbün-i Hanan'ından istifade ederek kaleme aldığı küçük bir

eserdir. Kırım savaşının ardından Paris Konferansı’nın toplanmasından önce yazılıp

Mustafa Reşid Paşa 'ya sunulmuştur. 6. Mukaddime-i İbn Haldun. İbn Haldün'un el-

İber adlı Arapça genel tarihinin girişi olan 1. cildin altıncı faslının tercümesidir. 7.

Belâgât-ı Osmaniyye (İstanbul 1298). Cevdet Paşa'nın Mekteb-i Hukuk'ta okuttuğu

279 Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.448 280 Cevdet Paşa’nın eserlerinden Tarih-i Cevdet, Kavaid-i Osmaniye ve Mukaddime-i İbn-i Haldun

hakkında çalışmamızın dördüncü bölümünde geniş bilgi verdik. Diğer eserlerinin bazıları Türkçe

olarak da yayımlanmış ve çeşitli çalışmalara konu olmuştur.

122

edebiyat dersi notlarından meydana gelmiştir. Klasik İslam belagat anlayışına göre

düzenlenmiş edebiyat kurallarını ve bunlara uygulanan Türkçe misalleri ihtiva eder.

8. Kavaid-i Osmaniyye. Eser, Türkçe'de yayımlanan ilk gramer kitabı olarak önem

taşıdığı gibi Cevdet Paşa'nın hayatının sonuna kadar ilgileneceği dil konusundaki

çalışmalarının da ilk adımını teşkil eder. 9. Divan-ı Saib Şerhi'nin Tetimmesi. İranlı

şair Saib-i Tebrizi'nin divanı Süleyman Fehim Efendi tarafından şerh edilmekte iken

onun 1845'te ölümü üzerine eksik kalan kısım Cevdet Paşa tarafından

tamamlanmıştır.

10. Mi'yar-ı Sedad Oğlu Ali Sedad için yazdığı mantığa dair bir eser olup

zamanına göre sade bir dille yazılmış ilk Türkçe mantık kitabıdır. 11. Adab-ı Sedad fi

ilmi'l adab: (İstanbul 1294) Tartışma usul ve kurallarını ihtiva eden eser Mi'yar-ı

Sedad'ın bir eki mahiyetindedir. 12. Beyanü'l-unvan (İstanbul 1273, 1289, 1299).

Henüz öğrenci iken Türkçe olarak yazdığı bu eser İslam ilimleri metodolojisine

dairdir. 13. Takvimü'l-edvar (İstanbul 1287, 1300). Şemsi - hicri tarih esaslarını

anlatan bir eserdir. 16. Mecmua-i Ahmed Cevdet. Dini meselelerle ilgili bazı

meselelerin soru-cevap şeklinde açıklandığı bir eserdir. 17. Hulâsatü'l-beyan fi

te'lifi'l- Kur'an (İstanbul 1303) Kur'an'ın cem'ini anlatan Arapça bir eserdir. 18.

Mecmua-i Aliye. Kızı Fatma Aliye Hanım'a okuttuğu hikmet, felsefe, ilm-i ruh,

matematik, geometri, astronomi ve çeşitli İslami ilimlere dair dersleri bu eserde

toplanmıştır. 19. Ma'lumat-ı Nafia (İstanbul 1279). Rüşdiye mekteplerinde

okutulmak üzere yazdığı bir eseridir. 20. Hilye-i Saadet (İstanbul 1304, 1305) 21.

Eser-i Ahd-i Hamidi (İstanbul 1309) İbtidaiye mektepleri için kaleme aldığı bir

ilmihal kitabıdır.

123

Cevdet Paşa'nın bazı eserlere yazdığı ta'likatları da vardır. Ayrıca şiirlerini

Sultan Abdülhamid'in isteği üzerine hayatının sonlarına doğru bir divanda

toplamıştır. Müellif hattıyla yazılmış nüshaları İstanbul Belediyesi Atatürk

Kitaplığı'nda bulunan (Cevdet Paşa Evrakı, nr.37) divandaki şiirlerin çoğu kaside ve

gazel tarzında olup içlerinde şarkı, rubai, tarih ve müfredler de bulunmaktadır.

16- Mehmet Emin Derviş Paşa: 1817 yılında, Eyüplü bir imamın oğlu olarak

İstanbul’da dünyaya gelen Mehmed Emin Derviş Paşa, çocukluk yıllarından itibaren

zekâsı ve çalışkanlığıyla tüm hocalarının dikkatini çekmiştir. Derviş Paşa, 1829

yılında on iki yaşındayken, Mühendishane-i Berr-i Hümayun’a öğrenci olarak girmiş

ve dönemin ünlü hocası İshak Efendi tarafından yetiştirilmiştir.281

Derviş Paşa, Mühendishane-i Berr-i Hümayun’dan iyi bir dereceyle mezun

olduktan sonra, 1834–1835 yıllarında Tophane-i Amire ile buraya bağlı baruthane,

fişekhane ve dökümhane gibi kuruluşlarda teknik eleman olarak çalışmıştır. 1835’te

Mekteb-i Harbiyye-i Şahane’ye öğretmen yetiştirmek amacıyla Avrupa’ya

gönderilen öğrenciler arasında yer almış ve eğitimini tamamlamak amacıyla bir kaç

yıl Londra’da kaldıktan sonra, üç yıl da Paris’te kalmıştır. Yurda döndükten sonra

öncelikle, Keban ve Ergani Madenlerinde başmühendis olarak göreve başlamış, daha

sonra ise, Mekteb-i Harbiyye-i Şahane’de fizik ve kimya hocalığı ve Mekteb-i

Tıbbiye-i Şahane’de ise geometri, fizik, kimya hocalığı gibi görevlere atanmıştır.282

Mehmed Emin Derviş Paşa döneminin bilgili ve yenilikçi bir hocası

olmasının yanı sıra aynı zamanda derslerinde deneylere yer veren, hatta bu deneyleri

resmi törenlerde tekrarlamaktan da çekinmeyecek kadar cesur bir bilim insanıdır.

281 S.Y. Akagündüz, “Osmanlı Devleti’nde Okutulan İlk Fizik Ders Kitabı: Usûl-ı Hikmet-i Tabiiye

(Doğa Felsefesine Giriş)”, Turkish History Education Journal, C.2, S.2, Fall 2013, ss.58-77, s.59-

60 282A.g.e, s.60

124

Nitekim Mirliva rütbesini, 1846 yılında resmi bir tören sırasında padişahın

huzurunda hidrojenle dolu bir balonu uçurtmasına borçludur.283 Ayrıca Osmanlı’da

çağdaş kimya derslerini başlatmış olan Derviş Paşa, Usul-i Kimya adıyla Osmanlı’da

ilk ders kitabını da yazmasından sonra Müşirliğe terfi ederek Osmanlı Devleti’ni

temsil etmek üzere yurt dışına gönderilmiştir: Önce Osmanlı-İran sınırı, sonra

Valakya, ardından Paris ve Londra’da görevlerde bulunmuştur. Hatta Paris’te III.

Napolyan’a takdim edilmiş, Londra’da da Osmanlı ordusuna büyük ilgi duyan

Kraliçe Viktorya ile Prens Albert’in sofrasına konuk olmuştur. 1861 yılında ise,

Petersburg Elçiliği’ne tayin edildiğinde, Çar Aleksander tarafından kabul edilmiş ve

ona padişahın yolladığı armağan ve madalyaları sunmuştur. Rusya’ya görevinin

başına gitmeden önce Viyana’da bir hafta geçirmiş ve orada, bir davet sırasında

İmparator Franz Jozef’e takdim edilmiştir. 284

Derviş Paşa, bunların dışında; Encümen-i Daniş üyeliği, Meclis-i Maarif

Reisliği, 1861 yılında Maarif Müsteşarlığı, Umum Mekatib-i Askerriye Nâzırlığı,

Maarif Nazırlığı gibi görevlerde bulunmuş ve 1863 yılında halka açık dersler

şeklinde açılan Darülfünun’da, fizik ve kimya dersleri vermiştir.285 1848 yılında

yayımladığı Usul-i Kimya adlı kitabı 20 yıl ders kitabı olarak kullanılmıştır. 1865’te

ise Usûl-i Hikmet-i Tabiiye isimli fizik kitabı yayımlanmıştır. 1878’de vefat etmiştir.

17- İbrahim Paşa: Ferik rütbesinde ve Dar-ı Şura-yı askeri üyesidir. (Hakkında bilgi

bulunamadı)

18- Atıf-zade Hüsameddin Ömer Efendi: Son devir Osmanlı âlimlerinden,

yüzsekizinci Osmanlı şeyhülislâmıdır. İsmi, Ömer Hüsâmeddîn’dir. Üçüncü Selim

283 C.Bilim, Osmanlılarda Avrupa’ya Öğrenci Gönderilmesi, s.22 284 S. Yinilmez, Osmanlıların Modernleşme Sürecinde “Yeni Bilim Anlayışının” Etkisi: Doğa

Felsefesi mi? Fizik mi? Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, A.Ü. Sos.Bil.Ens, Ankara, 2009, s.114 285 A.g.e, s.116

125

zamanı ulemâsından Cemâl Efendi’nin oğludur. Atıf-zade diye bilinir. 1214 (m.

1799) senesinde İstanbul’da doğdu. Küçük yaşından itibaren ilim tahsiline yönelip,

zamanının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. H. 1229 / M. 1814 senesinde

onbeş yaşında iken müderrislik ruûsunu (diplomasını) aldı. Birçok medreselerde ders

okutup talebe yetiştirdi. Bu ara iki defa İzmit kadılığı yaptı. H. 1264 / M. 1847

senesinde Selanik kadılığına tayin edildi. Aynı sene içinde Mekke-i mükerreme

payesini aldı. Bir müddet Evkaf-ı hümayun müfettiş vekilliği yaptı. 1265 (m. 1848)

senesinde Edirne’de kurulan, “Meclis-i Kebîr-i Eyâlet” üyeliğinde vazîfelendirildi.

1266 (m. 1849) senesinde İstanbul payesiyle taltif edildi. Daha sonra Bursa “Meclis-i

Kebîr” üyeliğine nakledildi. İstanbul’a dönüşünde, “Encümen-i Dâniş” ve bir müddet

sonra “Meclis-i Maarif üyeliğine getirildi. 1272 (m. 1855) senesinde Meclis-i Maarif

başkanlığına tayin edildi. Bir müddet sonra da şeyhülislâm vekillerini seçme meclisi

başkanı, 1276 (m. 1859) senesinde Anadolu kazaskeri oldu.

1278 (m. 1861) senesinde Rumeli kazaskerliğine yükseltildi. 1280 (m. 1863)

senesinde Şeyhülislâm Mehmed Sa’deddîn Efendi’nin ayrılmasıyla boşalan

şeyhülislâmlık makamına getirildi. İki sene 9 ay 10 gün müddetle, bu vazifeyi

yürüttükten sonra, 1282 (m. 1865) senesinde vazifeden alındı. Son yıllarını evinde

ilim ve ibadetle geçirdikten sonra, 1288 (m. 1871) senesinde vefât etti. Üsküdar’da

dedelerinin kabrinin bulunduğu yere defnedildi.286

19- Subhi (Abdüllatif) Beyefendi 12 Muharrem 1234'te(11 Kasım 1818) Mora'nın

merkezi olan Trapoliçe kasabasında doğdu. İlk Maarif nazırı olan Abdurrahman

Sami Paşa'nın oğludur. Özel hocalardan ders aldı. Mora İsyanı esnasında 1821'de

ailesiyle birlikte esir edildiyse de 1823'te Mısır'a gitmelerine izin verildi. Abdüllatif

286 http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Islam-Alimleri-Ansiklopedisi/Detay/ATIF-ZADE-OMER-

HUSAMEDDIN-EFENDI/3879

126

Subhi, henüz on üç yaşındayken Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa' nın hususi

kitabetine memur olarak girdi. Daha sonra sırasıyla Mısır Mülkiye Kalemi reisliğine,

Muhasebat-ı Mısriyye İdaresi Kalemi birinci başkanlığına ve Mehmed Ali Paşa'nın

müsteşarlığına tayin edildi; ardından mirlivalık rütbesine yükseldi. Mehmed Ali

Paşa'nın vefatı üzerine 1849 yılında babasıyla birlikte İstanbul'a göç etti. 19 Mayıs

1850'de Meclis-i Maarif-i Umumiye fahri üyeliği ve 1851'de Encümen-i Daniş

üyeliğine atandı.287

28 Ağustos 1854 tarihinde rütbesi birinci rütbenin birinci sınıfına

yükseltilerek Meclis-i Vâlâ üyeliğine tayin edildi. Temmuz 1857'de kendisine bala

rütbesi verildi ve aynı yıl içerisinde Meclis-i Vâlâ üyeliği üzerinde olduğu halde

İstanbul Tahrir-i Emlak Komisyonu başkanlığına getirildi.288 1857'de Sadrazam

Mustafa Reşid Paşa'nın emriyle Meclis-i Vâlâ 'nın iç nizamnamesinin yazılması

işiyle görevlendirildi ve meclisin düzenlenmesinde önemli roller üstlendi. 1860 yılı

ortalarında tahrir-i emlak memuriyeti yanında Defter-i Hakani Emaneti'ne getirildi.

Bu görevi sırasında İstanbul'da yaşayan nüfus ve evler sayıldı; ayrıca 1.400.000 tapu

kaydedildikten sonra hak sahiplerine dağıtıldı.289

Subhi Bey, Sultan Abdülaziz'in tahta geçmesinin hemen ardından Evkaf-ı

Hümayun nazırlığına getirildi. Burada öncelikle yazı ve hesap işlerini düzenledi ve

vakıf kütüphanelerdeki eserlerin envanterinin yapılması için özel memurlar

görevlendirdi. Yine vakıf işleri ve padişah vakıflarıyla ilgili bazı düzenlemeler yaptı.

Ancak, bir cuma selamlığı esnasında sadrazama haber vermeden nezaret bünyesinde

çalışan iki kişinin görevden uzaklaştırılması için önce padişahın iradesini alması ve

287 A. Akyıldız, “Subhi Paşa Abdüllatif”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.37, ss.450-452, s.450 288 İMK İnal, H. Hüsametdin,” Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin Kuruluş Tarihi ve Nazırların Hal

Tercümeleri III”, (Yay.Hz: Nazif Öztürk), Vakıflar Dergisi, S.17, ss.61-78, Ankara, 1983, s.70 289 A. Akyıldız, a.g.e, s.450

127

daha sonra durumu Babıâli’ye bildirmesi Sadrazam Âlî Paşa tarafından hoş

karşılanmadı ve onun nezaretten azline yolaçtı.290 18 Ekim 1861'de ikinci defa olmak

üzere Meclis-i Vâlâ üyeliğine tayin edildi.

1863'te bazı Rumeli vilayetlerini teftişle görevlendirildi. Kavala'dan başlayıp

Selanik ve Yanya vilayetlerini teftiş etti. 24 Ağustos 1867'de Maarif nazırlığına

getirildi. Sıbyan Mekteplerinin Islahatına Dair bir Nizamname Layihası291 yazmışsa

da sonuç alamadan Mart 1868'de Maarif Nezareti'nden ayrılarak o sırada yeni

kurulan Şura-yı Devlet üyeliğine, ardından Adliye Dairesi reisliğine getirildi. Bir ara

bu görevden istifa edip birkaç ay konağında ikamet ettiyse de 12 Ağustos 1870'te

tekrar Şura-yı Devlet üyeliğine döndü. 28 Eylül 1871 'de vezaret rütbesi verilerek

Suriye valiliğine tayin edildi. Bu görevi sırasında İngiliz taraftarı mahalli şeyhlerden

biriyle olan anlaşmazlığı ve İngiliz Konsolosu J. G. Eldridge'in şikâyetleri yüzünden

Sadrazam Mütercim Rüşdü Paşa tarafından görevden alındı. 18 Ocak 1873 tarihinde

üçüncü Şura-yı Devlet üyeliğine tayin ediidiyse de iki ay sonra azledildi.292

Sekiz ay kadar bu şekilde boşta kaldıktan sonra 28 Kasım 1873'te tekrar Şura-

yı Devlet üyeliğine tayin edildi 12 Aralık 1875'te istinaf Mahkemesi birinci

başkanlığına getirildi Ahmed Vefik Paşa'nın başvekilliği esnasında Maarif

Nezareti'yle birlikte Evkaf-ı Hümayun Nezareti'ne tayin edildi (4 Şubat 1878); ancak

18 Nisan 1878'de bu görevden alındı.293 Bir buçuk yıl maaşsız olarak açıkta bekledi.

O dönemdeki hükümet istikrarsızlıkları Subhi Paşa'nın görevleri üzerinden takip

edilebilmektedir. Nitekim 19 Ekim 1879'da üçüncü defa Evkaf-ı Hümayun, 16 Mayıs

290 A.g.e, s.450 291 S.A.Somel, “Tanzimat Döneminde Eğitim Reformunun Dönüm Noktası: 1869 Tarihli Maarif-i

Umumiye Nizamnamesi, Esbab-ı Mucibe Layihası ve İdeolojik Temelleri”, Sultan Abdülmecid ve

Dönemi (1823-1861), Kahraman, Kemal and Baytar, İlona (eds.), İstanbul Büyükşehir Belediyesi

Kültür A.Ş. Yayınları, İstanbul, 2015, 136-167 292 A. Akyıldız, a.g.e, s.451 293 İMK İnal, H. Hüsametdin, a.g.e, s.71

128

1880'de Maliye ve 26 Aralık 1880'de dördüncü defa Evkaf-ı Hümayun nazırı oldu.

Ardından ikinci defa Maliye ve 9 Mayıs 1882 tarihinde Ticaret ve Ziraat nazırlığına

getirildi. Bu görevdeyken Müze-i Hümayun'un orta kısmının temellerini attı; 1883'te

Hamidiye Ticaret Mekteb-i Âlîsi'ni kurdu ve programını hazırladı. Ancak Doğu

Rumeli sorunundan dolayı Said Paşa hükümetinin düşmesiyle birlikte 23 Eylül

1885'te bu görevinden ayrılmak zorunda kaldı. İki gün sonra beşinci defa Evkaf-ı

Hümayun Nezareti'ne tayin edildi.294

Evkaf nazırlığını sürdürürken rahatsızIandı ve uzun süre görevine gidemedi.

17 Ocak 1886'da Horhor civarındaki konağında vefat etti ve II. Mahmud Türbesi

haziresine defnedildi. Arapça, Farsça, Fransızca ve Yunanca bilen Subhi Paşa'nın

sağlam ve güzel bir üslubu vardı. Osmanlı Devleti'nde meskûkat ilmiyle bilimsel

usullere göre ilk meşgul olan kişi Abdüllatif Subhi Paşa'dır. Osmanlı Devleti'nde 8

Nisan 1874 tarihinde ilkAsar-ı Atika Nizamnamesi'nin çıkarılması ve Sanayi-i Nefise

Mektebi ile İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin (Müze-i Hümayun) kurulması hep onun

çabalarının sonucudur. Doğu edebiyatma ve Batı bilimine vakıf, faziletli, aynı

zamanda şair olan Subhi Paşa Peşte, Bavyera ve Saksonya Bilimler akademileriyle

Amerikan Maarif-i Şarkıyye Encümeni'nin ve Alman Doğu Derneği'nin üyesiydi.

Zengin ve kıymetli bir kütüphanesi vardı. Ayrıca senelerin mahsulü olan eski sikke

koleksiyonu gayet önemli ve meşhurdu.

Eserleri:295 1. Miftahu'l-İber: Subhi Paşa, Mısır'dayken Mehmed Ali Paşa'nın

teşvikiyle İbn Haldun'un tarihinin ikinci ve üçüncü kitabını Türkçe'ye çevirmeye baş

lamış, daha sonra bu çeviriyi tamamlayarak istanbul'da bastırmıştır (1276 ).2.

Tekmiletü'l-İber: İstanbul'da taş basması olarak basılan ve iki kısım olan eser İbn

294 A. Akyıldız, a.g.e, s.451 295 Subhi Paşa’nın eserlerinden Miftahu’l İber ve Tekmiletü’l İber hakkında çalışmamızın IV.

Bölümünde daha geniş bilgi mevcuttur.

129

Haldun'un el- 'İber'ine zeyil olarak yazılmıştır. Eserde Suriye'de Selefki ve İran'da

Eşkaniyan devletleri tarihi ve sikkeleri incelenmektedir. 3. Uyunü'l-ahbâr fi'nnukûd

ve'l-âsâr: Yine iki bölüm olan ve İstanbul'da yayımlanan eser (1279), Yunan ve

Roma sikkeleriyle İslam meskukatı tarihinin ilk dönemlerini ele alır. 4. Hakaiku'l-

kelam fi tarihi'l-İslam: Maarif nazırlığı esnasında yazdığı bu eser, İslamiyet'in ortaya

çıkışından Hz. Ali'ye kadar olan ilk dönemlerini konu edinen bir tarih kitabı olup 1.

cildi İstanbul'da neşredilmiş, 701 (1302) tarihine kadar gelen ll. cilt ise basılmamıştır.

5. Risale-i Subhiyye: Zilkade 1281 (Nisan 1865) tarihinde Osmanlı maliyesi ve ıslahı

hakkında Sultan Abdülaziz'e sunmuş olduğu bir risale olup aynı tarihte İstanbul'da

bastırılmıştır.

20- Ahmet Vefik Efendi (Paşa): Büyük babası ve babası tarafı ile devlete

tercümanlar vermiş münevver bir aileden gelen Ahmed Vefik, II. Mahmud devrinde

İstanbul'da doğdu. Doğum yılı için 1813'ten (1228) başlayıp 1823'e (1238) kadar

çıkan farklı tarihler verilmektedir. Babası, Hariciye Nezareti Tercüme Odası, Bab-ı

Seraskeri Tercüme Odası müdürlüğü gibi memuriyetlerde bulunan Rühuddin

Mehmed Efendi'dir.296

Ahmed Vefik ilk tahsilden sonra 1831'de Mühendishane-i Berri-i Hümayun'a

girdi, fakat ikinci sınıfını okumuş iken 1834 Temmuzunda Paris'e elçilik

tercümanlığına tayin edilen babası ile birlikte Paris'e gitti. Tahsiline Saint-Louis

Lisesi'nde devam etti. Fransızcasını bu mektepte mükemmel hale getirdiği gibi,

Latince ve Grekçe de öğrendi ve Mustafa Reşid Paşa'ya meziyet ve kabiliyetlerini

tanıtma fırsatını buldu. Reşid Paşa'nın ayrılışından sonra da maslahatgüzar babası ile

bir müddet daha Paris'te kalan Ahmed Vefik 1837'de İstanbul'a döndüğünde,

296 Ö.F. Akün, “Ahmed Vefik Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.2, ss.143-157, s.143

130

Tercüme Odası'na memur olarak tayin edildi ve burası kendisi için daha sonra

yükseleceği makamların kapısı oldu.297

Tanzimat'tan sonra devletin Avrupa'da temsili için yeni düzenlemeler

yapılırken 21 Şubat 1840'ta sefaret kâtipliğiyle, rütbesi de "rabia"ya yükseltilerek,

Londra'ya gönderildi. Bu yeni vazife, kültürüne başka bir kapı açan İngilizce'yi

kazandırdı.

İki sene sonra, Sırbistan'a gönderilişinden başlayarak, rütbe ve kademe

ilerlemeleri hep Tercüme Odası kadrosunda olmak üzere, Hariciye Nezareti'nde

birinci sınıf hulefalığı, pasaport muayene dairesi başkanlığı, İzmir'de tabiiyet

meselelerinin halli gibi görevler aldıktan sonra, İstanbul'a dönüşünde terfi ettirilerek

Tercüme Odası mümeyyizliği verildi. 1847'de devletin lk resmi salnamesinin

hazırlanması ve neşri işi kendisine verildi.298

Bundan sonra birbiri ardınca üst dereceden memuriyetlere getirilen Ahmed

Vefik, kendisine çetin siyasi meselelerde önemli vazifeler emanet edilen gözde bir

sima oldu. Rusya ve Avusturya'nın baskıları dolayısıyla devletin başına ciddi bir

gaile olan Macaristan ihtilali mültecileri konusunda, alınan kararları yerinde yürütme

işinin yanı sıra, Fuad Paşa'nın yerini alacak en uygun kimse olarak 1849 Aralığında

Memleketeyn komiserliğiyle vazifelendirildi. Romanya prensliklerinde Rus nüfuzu

günden güne artarken A. Vefik Rus entrikalarına set çekerek Rumen halkının

gönlünü kazanmasını ve buradaki Türk menfaatlerini korumasını bilen bir idare tarzı

ortaya koydu.299

297 H. Vural, T.Böler, “Ahmet Vefik Paşa ve Türk Diline Katkıları”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat

Araştırmaları Enstirüsü Dergisi, S.46, ss.1-24, Erzurum, 2011, s.2 298 A.g.e, s.3 299 Ö.F. Akün, Ahmed Vefik Paşa, s.144

131

Dönüşünde, Encümen-i Daniş'e asıl üye seçildi ancak birkaç gün sonra,

Tahran büyükelçiliğine tayin edilerek rütbesi ûla sınıf-ı sanisine yükseltildi.300 İki ay

sonra da pek az kimseye layık görülen iftihar nişanı verildi. Tahran'a bir senelik

gecikme ile hareket edebildi. Böylece Encümen-i Daniş'in başlangıçtaki

toplantılarına katılma fırsatını elde etti.

Ahmed Vefik, Tahran elçiliğinde meziyetleriyle kendini bir kere daha

ispatladı. 1854 ilkbaharındaki bir mektubunda, "İran bizim için tamamen kazanılmış

bir savaş meydanıdır" demesi gösterdiği diplomatik başarının ifadesidir.301 1854

Eylülünde vazifesinden izinli olarak ayrılırken Bağdat mıntıkasını ve doğu sınır

bölgesini teftişe de memur edilmişti.

Bağdat'tan İstanbul'a dönüşünden az sonra, hizmetlerine mükâfat olarak

rütbesinin ûla evveline yükseltilmesinden başka, kendisine yeni ihdas edilen Mecidi

nişanının ikinci rütbesi verildi ve Tahran sefirliği sıfatı uhdesinde kalmak üzere,

Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye azalığına getirildi. Birkaç gün sonra da meclisin

Muhakemat Dairesi başkanlığına tayin edildi. Ardından da bâlâ rütbesiyle birlikte 14

Mart 1857'de Deavi nazırlığına yükseltildi.

İş sahiplerine karşı tutumunun sertliği ve usulsüz muamelelerde bulunduğu

yolundaki şikâyetler yüzünden, 1858’de bu vazifeden alınarak Meclis-i Vâlâ

azalığına döndü 1860’da ise Paris büyükelçiliğine tayin edildi.302

Elçiliği sırasında, Müslümanlarla yerli Hıristiyanlar arasında Lübnan'da

başlayıp Suriye'ye sıçrayan ve Avrupa'da büyük heyecan ve tepki doğuran olaylar

esnasında, Fransız ihtiraslarının gemlenmesinde mühim bir rol oynadı. Emellerini

300 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.651 301 Ö.F. Akün, Ahmed Vefik Paşa, s.144 302 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.654

132

köstekleyen ve şiddetli çıkışlarından sıkılan III. Napoleon onun geri alınmasını istedi

ve 20 Ocak 1861'de Ahmed Vefik'in Paris elçiliği sona erdi.303

Meclis-i Vâlâ azası olarak 14 Nisan 1861 'de İstanbul'a dönen Ahmed Vefik,

23 Kasım 1861'de kurulan Fuad Paşa kabinesinde Evkaf-ı Hümayun nazırı oldu.

Evkaf Nezareti'nde altı ay kaldıktan sonra Divan-ı Ali-i Muhasebat başkanlığına

bakan statüsü ile getirildi. Ancak üç hafta sonra Belgrad’da çıkan hadiseleri yerinde

incelemek vazifesiyle Sırbistan'a gönderildi. Belgrad'da iki ay kalan Ahmed Vefik

gerekeni kendinden beklenen şekilde başarıyla yerine getirdi ve İstanbul'a döndü.

Gelişinde altı ay kadar daha sürdürdüğü Divan-ı Muhasebat başkanlığı vazifesinden

1863 Şubat sonlarında ayrılarak yine Meclis-i Vâlâ Kavanin Dairesi azalığına geçti.

Bu yılın kışında Darülfünun'da, kendi arzusuyla üzerine aldığı Hikmet-i Tarih adı

altındaki derslerine 17 Şubat 1863'ten itibaren başlamışsa da bu dersler sadece bir

buçuk ay kadar sürmüştür.304

Yusuf Kamil Paşa’nın sadareti sırasında, Anadolu ve Rumeli'de geniş çapta

bir idari teftiş hareketine teşebbüs edildiğinde, Anadolu sağ kol müfettişliğine tayin

edildi. İhmal ve büyük zelzele dolayısıyla baştanbaşa harap vaziyette gördüğü

Hüdavendigar (Bursa) vilayetinin imarı işi, A. Vefik'i teftiş sahasının ileriki

duraklarına gitmekten alıkoydu.

Bursa’da geniş çaplı imar faaliyeti yanında idari bozukluklara ve çeşitli

yolsuzluklara da el koyan A. Vefik hakkında, tahkikat açılmıştı. Bu arada 2 Ekim

1864'te bütün müfettişlikler lağvedildi ve kendisine yeni bir vazife verilmedi ve

tahkikat sonucunda, 11 Mart 1865'te emeklilik adı altında azli ilan edildi.305

303 A.g.e, s.658 304 Ö.F. Akün, Ahmed Vefik Paşa, s.146 305 A.g.m, s.146

133

Rumelihisarı'ndaki köşküne çekilen Ahmed Vefik, azlini gerçekleştiren Fuad

Paşa kabinesini takip eden yedi sene boyunca vazifeden uzak kaldı. A. Vefik'in bu

kadar uzun süre mazul tutulmasında siyasi bir rakip gibi görülmesinin de mühim bir

tesiri olduğu iddia edilmektedir.

Mazuliyet yıllarında kendini, adını edebiyat ve fikir hayatımızda bir şöhret

yapacak çalışmalara verdi. İlk Moliere tercümeleriyle mektepler için kaleme aldığı

Fezleke-i Tarih-i Osmanî, mühim bir folklor ve dil derlemesi olan Atalar Sözü (Türkî

Durüb-i Emsal) ve Micromegas tercümesini bu yıllarda ortaya koydu. Telemaque ve

Gil Blas’ın tercümesine başladı. Ayrıca öğrenciler için yer adlarını Türkçe

okunuşlarına göre tertiplediği dünya küresi ile çeşitli haritalar da bastırdı.

Mahmud Nedim Paşa sadrazam olur olmaz kendisine tekrar mühim

makamların yolu açıldı. İlkin Rüsumat emini tayin edilip hemen ardından birinci

rütbeden Mecidi nişanı ile taltif edildi. Rüsumat eminliğinden dört ay sonra vazifesi

Sadaret müsteşarlığına, buradan da yine bir dört ay kadar sonra Maarif nazırlığına,

altı buçuk ay kadar bir zamanı takiben de Şura-yı Devlet azalığına çevrildi. Bu son

memuriyetinde henüz dokuz ayı doldurmamışken yine vazifesinden alındı.306

Şura-yı Devlet azalığına son verilmesiyle hayatı bu defa üç buçuk seneye

yaklaşan yeni bir mazuliyet devresine girdi. Ancak yazı ve neşir faaliyeti için

yeniden fırsat bularak iki ciltlik Lehce-i Osmanî adlı çalışmasını ortaya koydu.

Padişah Abdülaziz'in ölümünden (4 Haziran 1876) sonra vazifeye getirilmek

için yeniden hatırlanan Ahmed Vefik, I. Meşrutiyet'in ilanınından sonra İstanbul'dan

mebus seçildi ve kendisine siyasi kanaatleri bakımından güven duyan II. Abdülhamid

306 H. Vural, T.Böler, a.g.m, s.5-6

134

tarafından, Meclis-i Meb'üsan reisliği emanet edildi. Az bir zaman sonra da meclisin

açılışı ile kendisine paşa unvanını kazandıran vezirlik rütbesi verildi.

Geçici başkanlığı sırasında mecliste çok otoriter bir davranış ortaya koyan

Ahmed Vefık’in, mebuslara karşı sert tutumu bir tenkit konusu olmuş ve II.

Abdülhamid'in emelleri dairesinde hareket etmekle suçlanmıştır. Ancak bu sayede,

on dört farklı dile sahip on ayrı milliyete mensup karışık ve seviyece çok değişik

unsurlardan teşekkül eden, usul ve nizam bakımından henüz bir geleneği

bulunmayan mecliste, disiplini ve verimli bir müzakere zeminini kurmaya muvaffak

olmuştur.307

Meclis-i Mebusan'ın birinci çalışma devresi sona erdiğinde Edirne valiliğine

tayin edildi. Ancak üç ay kadar sonra bu vazifeden alınıp Avam Meclisi'ne aza

yapıldı (27 Aralık 1877). İki hafta sonra da kendisine ikinci defa olarak Maarif

nazırlığı verildi. Yirmi dört gün sonra ise, Dâhiliye nazırlığı da kendi üstünde olmak

üzere, başvekil unvanı ile Hamdi Paşa'nın yerine hükümet başkanlığına getirildi.308

Ahmed Vefik Paşa, Rus harbinin ağır yenilgisiyle ülkenin bitkin bir vaziyete

düştüğü bir zamanda kendisine verilen kabine reisliğini, icraatında bir ölçüde hareket

serbestliği verecek şartlar ileri sürerek kabul etmişti. Ancak, milletçe bir ölüm-kalım

hali yaşanmakta iken, daha ilk gününden itibaren, sadaret unvanının başvekilliğe

çevrilmesini kabul etmeyen Meclis-i Mebusan'ın şiddetli muhalefetiyle karşılaştı.

Ahmed Vefık Paşa kabinesi kuruluşunun dokuzuncu günü, çeşitli formaliteler

etrafında dizginlenemeyen bir muhalefete sürüklenen Mebusan Meclisi'ni,

307 Ö.F. Akün, Ahmed Vefik Paşa, s.147 308 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.669-670

135

hükümdarın da arzusuna uyarak, faaliyetinin geçici olarak tatil edildiği kaydı ile

kapatmak kararını almak zorunda kaldı (13 Şubat 1878).309

Rus ordusunun İstanbul kapılarına dayandığı, yüz binlerce muhacirin kışın en

dehşetli günlerinde yollara düşüp payitahtın kar ve buz içindeki sokaklarına aç ve

çıplak döküldüğü, devlet hazinesinin tükenme noktasına vardığı, Ruslar'la çok çetin

şartlar altında sulh müzakerelerinin yürütülmeye çalışıldığı bir zamanda omuzlarına

büyük bir mesuliyet yüklenen Ahmed Vefik, aldığı enerjik tedbirlerle duruma hâkim

olmak ve içinde bulunulan sıkıntıları hafifletici çareler bulmak dirayetini gösterdi.

İcraatı halkın gönlüne biraz su serpen Ahmed Vefik, diğer vekillerle birlikte veliaht

Reşad Efendi'yi tahta çıkarma tertibi peşinde olduğunu haber veren asılsız bir jurnal

üzerine, Ayastefanos Antlaşması’nı da içine alan iki ay dokuz günlük çok yorucu bir

hizmetten sonra 18 Nisan 1878'de azledildi.310

On ay kadar mazul kaldıktan sonra 4 Şubat 1879'da Bursa'ya vali tayin edildi.

Bursa'nın imar ve tanzimi için daha önce müfettişliği sırasında başlamış olduğu

faaliyetlere daha geniş imkânlarla devam etti. Buradaki üstün hizmetlerine mükâfat

olarak kendisine devletin en büyük nişanı olan birinci rütbeden murassa' nişan-ı

Osmanî verildi (12 Ocak 1882). Ancak bu vazifeden de hakkındaki çeşitli şikâyetler

dolayısıyla 16 Ekim 1882'de azledildi.311

Cezaya çarptırılmasının beklendiği bir sırada, hakkında açılmış olan idari

tahkikat bir netice vermeyerek 30 Kasım 1882 Cuma günü Said Paşa yerine ikinci

defa başvekilliğe getirildi. Ancak kırk sekiz saat sonra azledilerek sadaret yine Said

309 Ö.F. Akün, Ahmed Vefik Paşa, s.148 310 A.g.m, s.148 311 A.g.m, s.149. İbnülemin bu dönemi anlatırken hakkındaki şikayetleri ön plana çıkarır ve Paşa’yı

kötü bir vali olarak gösterir. İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.686-691

136

Paşa'ya verildi.312 Belirtildiğine göre sürpriz yaratan bir süratle azline, bu vazifeyi

kabullenmek için ileri sürdüğü şartların bir beyanname ile tespiti ve kabine

arkadaşlarını seçme yetkisinin kendisine verilmesi gibi isteklerde bulunması sebep

olmuştur. Bu onun kırk altı yılı içine alan devlet hizmetinde son vazifesi olmuştu.

Ahmed Vefik, hayatının bu defaki dokuz sene dört ay süren son ve en uzun

azil devresinde Rumelihisarı'ndaki harap köşküne çekilerek kitapları arasında

münzevi bir yaşayış içine gömüldü. Ömrünün bu çileli devresi 1891 yılının 1 Nisan

günü (21 Şaban 1308) Rumelihisarı'nda son buldu. Paşanın devlet ricalinden birçok

kimsenin katıldığı cenazesine II. Abdülhamid saraydan bazı şahsiyetlerle birlikte

yaverini göndermişti. Batı ilim ve siyaset çevrelerinde teessür uyandıran ölüm

haberinin duyulması ile ailesine Avrupa'dan günlerce taziyet telgrafları gelmişti.313

Dilini sakınmaz, devlet işlerinde müsamaha tanımaz, çabuk parlar, başına buyrukluk

ve keyfiliklerden hoşlanır mizacı kendisine pek çok düşman kazandırmış, devlete ve

memlekete yaptığı hizmetler ve gerçek şahsiyeti, düşmanlarının suçlamaları ve

aleyhindeki sözleriyle bir ölçüde gölgelenip zamanla bilinmez olmuştur.314

Ahmed Vefik Paşa'nın devlet adamlığı yanında kültür ve edebiyat

hayatımızda, kendisini bir öncü durumuna getiren, değişik kollarda mühim faaliyet

ve çalışmaları vardır. Milli varlığı Arapça-Farsça lügatlerin hâkimiyeti altında

hissedilmez olmuş yazı dilini sadeleştirip Türkçeleştirmek ve Osmanlı tarihi ile

sınırlı tarih anlayışına Orta Asya Türklüğünü de eklemek, Ahmed Vefik Paşa'nın

çalışmalarının hareket noktası olmuştur. Ahmed Vefik Osmanlılığın, daha eski bir

maziye ve daha geniş bir coğrafyaya sahip olan Türklüğün bir şube ve devamından

başka bir şey olmadığını ilk gösterenlerdendir.

312 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.695 313 Ö.F. Akün, Ahmed Vefik Paşa, s.149 314 A.g.m, s.150

137

Halk ağzından çeşitli hikmet ve deyimleri derleyen Atalar Sözü kitabının yanı

sıra, değer verilmemiş kelimelerini toplayıp Türkçenin zenginlik ve ifade kabiliyetini

göstermek istediği lügati ile temellendirmeye ve onları Moliere'den Telemaque'a

kadar edebi tercümelerinde canlandırmaya çalışması, onu dilde sadeleşme ve

Türkleşme hareketinin öncüsü yapar. Dil ve tarih sahasındaki çalışmaları Ahmed

Vefik Paşa'ya memleketimizin ilk türkoloğu olmak sıfatını kazandırmıştır.

Ahmed Vefik'in ülkede anlaşılmak istenmeyen değerini, devrinde yabancılar

en iyi şekilde takdir etmişlerdir. Arapça, Farsça ve Çağatayca yanında, Fransız,

İngiliz, Rus, Alman, İtalyan dilleriyle Latince, Grekçe, hatta İbraniceye kadar

uzanan, Batı ve Doğu kültürlerini birlikte içine alan engin bilgisiyle Ahmed Vefik

Paşa, bu meziyetlerini yakından tanıyan yabancılarca Doğu'nun en âlim şarkiyatçısı,

Türkiye'nin en seçkin ve ilmi en yüksek bir insanı sayılmıştır. On altı dil bildiği

rivayet edilen Ahmed Vefik Paşa, yaşadığı devrin Türkiye'si ile ilgili birçok Batı

eserlerinde kendisine sık sık yer verilen, ayrıca henüz hayatta iken girdiği Grande

Encyclopedie'den başlayarak Encyclopaedia Britannica, Grosse Brockhaus, Larousse

Illustree, Enciclopedia Italiana gibi muteber Avrupa ansiklopedilerine de

geçmiştir.315

Eserleri: 1. Salname: Osmanlı Devleti'nin mülkiye, askeriye ve ilmiye sınıflarına

göre idari teşkilatının geniş bir tablosunu veren 1263 ( 1847) yılına ait bu ilk resmi

salname, Batılı müelliflerce Ahmed Vefik'in en mühim eserlerinden biri olarak

değerlendirilmiş, uyandırdığı alaka dolayısıyla hemen Fransızca'ya da tercüme

edilmiştir. 2- Hikmet-i Tarih: Darülfünun'da kısa bir süre verebildiği derslerinin bir

kısmı küçük bir cilt halinde yayımlanmıştır. Taşıdığı modern tarih anlayışı ile devri

315 A.g.m, s.150-151

138

için yeni bilgiler ve görüşler getirir. 3. Şecere-i Türkî: Çağının kaynaklarının

elverdiği nisbette Orta Asya tarihini anlatan bu eseri, Çağatay lehçesinden Türkiye

Türkçesi'ne aktararak milli tarihimizin Osmanlı Türklüğü'nün bilgisine uzak kalmış

bir sahasını tanıtmak istemiştir. 4. Fezleke-i Tarih-i Osmanî: 1869'dan (1286) önceki

ilk iki baskısında adı Tann-i Osmani olan bu eser rüşdiyelerde Osmanlı tarihinin

okutulması için sahasında hazırlanmış ilk ders kitabıdır. 5. Atalar Sözü- Türkî Durub-

i Emsâl: Milli kültüre ve halkın diline duyduğu büyük ilgi A. Vefik'i Türk

atasözlerini toplamaya sevketmiştir. 1871'de basılmıştır. 6. Lehce-i Osmanî:

Çalışmaları içinde en mühimi olmaktan başka, Türkçe'den Türkçe'ye ilk milli lugat

olmak gibi bir değer taşımaktadır.

Tercümeler: Ahmed Vefik, Türkçe'de Moliere'in külliyatını kurmuş ve on altı

eserden üçü nesir olmak üzere dokuzunu tercüme etmiş, yedisinin de adaptasyonunu

yapmıştır. Ayrıca, öncekinden daha sade bir dille Telemaque’ı çevirmiştir.

Voltaire'in Micromegas’ını Hikâye-i Hikemiyye-i Mikromega adıyla, Lesage'ın

Histoire de Gil Blas de·Santillane adlı romanını da Gil Blas Santillani'nin Sergüzeşti

adıyla Türkçe'ye çevirdi.

Osmanlı Devleti'nin Tanzimat'tan sonraki kanun ve nizamnamelerini bir araya

getiren Düstur'un bir baskısı da ona havale edilmiş olduğu gibi, Halim Giray'ın

Gülbün-i Hânân'ı da 1870'te onun eliyle neşir sahasına çıkar. A. Vefik, aynı yıl

ondan az önce Şeyh Sa'di’nin Gülistân'ının güvenilir eski nüshalarla karşılaştırılıp

tashih edilmiş ve manzum parçaları Yesarizade'nin ta'lik hattına çekilmiş çok itinalı

bir baskısını da ge rçekleştirdi.

Bunlardan başka A. Vefik, daha önce de işaret edildiği gibi yer küresiyle beş

kıtanın Avrupa'da basılmış haritalarının, Türkçeleştirdiği yer isimlerini kolayca

139

görünecek şekilde ve ehemmiyetlerine göre hattatlara yazdırdığı değişik büyüklük ve

çeşitte yazılarla taşbaskılarını da yaptırmıştır.

21- Ali Fethi Efendi: Ali Fethi Efendi 1219’da (1804) Rusçuk’ta doğdu.

Ailesi hakkında geniş bir bilgi bulunmamaktadır. Fatin Tezkiresinde belirtildiğine

göre Memleketinde Osmanbeyzâde diye anılmaktaydı.316 İlköğrenimiyle ilgili

herhangi bir bilgiye ulaşılamayan Ali Fethi Efendi genç yaşta memleketinden

Edirne’ye ilim tahsili için gelmiştir. Buradaki tahsilinden sonra 1239 (1824)’da 20

yaşlarındayken İstanbul’a gelmiş, burada 6 yıl kadar ilim tahsil ettikten sonra

Rusçuk’a dönmüştür.317 Bu süre içerisinde Ali Fethi Efendi’nin mektep hocalığı

yaptığı, Şeyhi Kuşadalı İbrahim Efendi’yle yaptıkları mektuplaşmalardan

anlaşılmaktadır. 1251 (1836) senesinde tekrar İstanbul’a gelen Ali Fethi Efendi

müderris olmuş ve dört sene ders okutmuştur.318

Sultan Abdülmecid’in 28 Zilhicce 1255 (3 Mart 1840) tarihli iradesine göre

bin yüz kuruş maaşla Mekteb-i Maarif-i Adliye muallimliğine tâyin olunan Ali Fethi

Efendi 1263 (1848) senesine kadar bu vazîfesini sürdürmüştür. Bu görevden istifa

edip Fatih Camii’nde tefsir dersleri okutmaya başlamıştır. 1266 (1851) senesinde

Meclis-i Maarif’e, bir sene sonra da Encümen-i Dâniş’e âzâ olmuştur.319

Bu iki önemli görevin yüklemiş olduğu mesûliyetle hareket eden Rusçuklu

jeoloji ve kütüphanecilik sahalarındaki ilkleri gerçekleştirmiştir. İlk olarak uzun

soluklu bir iş olan Maârif Nezâreti’ne bağlı bulunan vakıf kütüphanelerindeki

kitapların incelenmesi, isimlerinin ve hangi bilim dallarına âit olduklarının tespit

edilmesine yönelik bir çalışmanın yapılması görevini tek başına üstlenmiştir.

316 Fatin Davud; a.g.e, s.332 317 İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.I, s.416 318 H. Şıra, Rusçuklu Ali Fethi Efendi, Hayatı, Eserleri ve Hilyesi, Yayımlanmamış Yükseklisans

Tezi, Marmara Ü. S.B.E, İstanbul, 2008, s.12 319 A.g.e, s.13

140

Fihristin ilk cildini 1271 senesinin Muharrem ayında tamamlamış ve devrin

padişahına takdim etmiştir. Bu çalışmanın karşılığında padişah tarafından terfî

ettirilip atiyye-i seniyyeye nâil olan320 Ali Fethi Efendi kısa bir süre sonra Halep

mollalığına atanmıştır. Encümen-i Dâniş âzâlığına seçilmesine bir şükran ifadesi

olarak tercüme ettiği İlm-i Tabakâtü’l-Arz isimli eser dolayısıyla 01 zilkade 1268 (17

ağustos 1852)’de padişahtan taltif görmüş ve terfî ettirilmiştir. 321

1274 senesinin Rebîü’l-evvel ayının 22’sinde (10 Kasım 1857) pazar günü

İstanbul’da vefat etmiştir. Kabri Eyüp’te Mihrişah Vâlide Sultan Türbesi hazîresinde,

arka bahçeye giden yolun hemen yanındadır.

Bahsettiklerimizin dışında; “Tercüme-i Kelam-ı Erbain-i Hazret-i Ali el

Murtazavî”, “Hilye-i Sultanî”, “Risale-i Sermaye-i Necat li Kesb-i Merâbihü'd-

derecât” “Hayrü'l-Hasen fî Şerhi'l Müsteşâri'l-Mü’temen”, “Terceme-i Nesâyih-i

Eflâtun-ı İlâhî” ve “Risâle-i Feyz-i Fezâil ve Nûr-ı Nevâfil” adlı eserleri vardır.322

22- Hoca Şaki Efendi (…-1863) Müderristir; Darü’l Maarif ve Enderun-u

Hümayun’da hocalık yapmıştır.

23- Ahmet Hilmi Efendi: Mekteb-i Umumi muavini. (Hakkında bilgi bulunamadı)

24- Tevfik Efendi: Darü’l-muallimin Farsça hocası. (Hakkında bilgi bulunamadı)

25- Mühendis Emin Mehmet Paşa: Tophane’de yetişmiş bir askerdir. Tahsiilinden

sonra Avrupa’ya gönderilmiş, dönüşünde H.1255’te Miralay, ardından Ferik olmuş

H.1261’de Dar-ı Şura-yı Askeri üyeliği ve Harbiye nazırlığı yapmıştır. Meclis-i

Muvakkat üyeliği ve Meclis-i Maarif-i Umumiye reisliği yapan Emin Paşa, daha

sonra vezirliğe yükselerek Rumeli Müşirliği, Arabistan Ordusu Müşirliği gibi

320 BOA, A.AMD, 60/53 321 BOA, İ.DH, 256/15807 322 M.C. Şengör, “Osmanlı’nın İlk Jeoloji Kitabı ve Osmanlı’da Jeolojinin Durumu Hakkında

Öğrettikleri”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları, C.XI, S.1-2, ss.119-158, İstanbul, 2010, s.131, H. Şıra,

a.g.e, s.29-36

141

görevlerde bulunmuştur. Encümen-i Daniş’in açılmasından birkaç ay sonra vefat

etmiştir.323En önemli faaliyetleri Harbiye Nazırlığı sırasında okulun

modernleştirilmesini ve Askeri İdadilerin açılmasını sağlamak olmuştur.324

26- Mehmet Şerif Efendi: Ataullahzade veya Ebu İshakzade lakaplarıyla anılır.

İzmir ve Bursa mollalığı yapmış, ardından Mekke, İstanbul, Anadolu ve Rumeli

payelerini almıştır. Encümen-i Daniş’in I. Başkanlığı görevini yürütmüştür. H.

1276/M. 1859’da vefat etmiştir.325

27- Tahsin Beyefendi: Kıbrıs muhassılı Mehmed Ağa’nın oğludur. Müderrislik ve

kadılık yapmış ve H.1263’te Rumeli payesini almıştır. H.1264’te nakıbüleşraf,

1265’te ilaveten Meclis-i Vâlâ üyesi olmuştur. 1270 ve 75’te iki kez Rumeli

Kazaskerliği yaptıktan sonra Reis’ül Ulema olarak 1278’de vefat etmiştir.326

Medrese kökenli olmakla beraber kimya ilmine meraklı olduğu bilinmektedir.327

28- Rüşdi Molla (Salihzade Rüşdi Mehmed Efendi): Eski şeyhülislam Esad

Efendi’nin oğludur. Müderrislik, fetva eminliği, çeşitli vilayetlerde mollalık, evkaf

müfettişliği, Dar-ı Şura-yı askeri üyeliği, Meclis-i Vâlâ ve Meclis-i Tanzimat

müftülüğü gibi görevlerde bulunmuştur. 1859’da vefat etmiştir.328

29- Lebib Efendi (1789-1857): Tophane Ruznamecisi Mustafa Efendi’nin oğludur.

Çeşitli memurluklarda bulunduktan sonra Tersane Müdürlüğü, Şura-yı Bab-ı Ali

üyeliği, Halep ve Rumeli defterdarlıkları, Meclis-i Muhasebe reisliği, Meclis-i Vâlâ

üyeliği ve Takvim Nazırlığı görevlerinde bulunmuştur.329

323 M. Cevad, a.g.e, s.29 324 C. Bilim, Osmanlılarda Avrupaya Öğrenci Gönderilmesi, s.20-21 325 M. Süreyya, Sicill-i Osmanî, C. III, s.163 326 M. Cevad, a.g.e, s.47 327 M. Süreyya, a.g.e, C.II, s.55 328 A.g.e, C.II, s.424 329 A.g.e, C.IV/I, s.105

142

30- Emin Efendi (Emin Muhlis Paşa, …-1874): Ulemadan Bayındırlızade Mustafa

Hasib Efendi’nin oğludur. Fransızca eğitimi görmesi sebebiyle tercüme odasına

girmiş, sonrasında elçilik katipliği, mütercim-i evvellik, Divan-ı Hümayun

tercümanlığı, Meclis-i Vâlâ üyeliği, Şam ve Trabzon valilikleri ve Şura-yı Devlet

üyeliği görevlerinde bulunmuştur.330

31- Kemal Efendi (Ahmet Kemal Paşa): H.1223 / M.1808 yılında İstanbul’da

doğdu. 1825’te Defterdar Mektubi Kaleminde memuriyete başladı. Başkatip ve

baştercüman olarak gittiği İran’a daha sonra elçi olarak gönderildi. 1840’ta Sadaret

Mektubi Kalemi mümeyyizi oldu.331 1843’te Bedirhan Bey’e emir ve tenbihleri

iletmek üzere Cizre’ye giderek oradaki sorunları halletmiştir.332 1846’da yeni

kurulan Mekatib-i Umumiye Nezaretine önce Nazır Muavini sonra Nazır olarak tayin

edildi. 1850’de Avrupa ülkelerinin eğitim sistemlerini incelemek üzere Avrupa’ya

gitti.

Berlin elçiliği, Karadağ Komiserliği gibi görevlerden sonra çeşitli tarihlerde 6

kez Maarif ve 2 kez Evkaf Nazırlığı yapmış, 2 kez Meclis-i Vâlâ, 3 kez Şura-yı

Devlet üyeliğine getirilmiştir. 1878’de de Âyan Meclisine seçilen Kemal Paşa

1886’da vefat etmiştir.333

32- Ahmed Celal Bey (1830-1886): Mustafa Reşit Paşa’nın oğludur. Amedi Divan-ı

Hümayun halifeliği yapmış, Meclis-i Vâla ve H.1273’te vezaretle Meclis-i Tanzimat

üyeliği görevlerinden sonra, 1294’te Meclis-i Ayan azası olmuştur.334

33- Ali Galip Bey (1829-1858) Mustafa Reşit Paşa’nın oğludur. 1267’de vezaretle

Meclis-i Ali ve Meclis-i Vala üyelikleri yapmış, Fatma Sultan ile evlenerek saraya

330 A.g.e, C.I, s.421-422 331 İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.II, s.819-820 332 A. Lûtfi, a.g.e, C.8, s143 333 İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.II, s.823 334 M. Cevad, a.g.e, s.50

143

damat olmuştur. 1273’te Hariciye ve Evkaf Nazırlığı 74’te Ticaret Nazırlığı

görevlerinde bulunmuştur.335

34- Salih (Mehmed) Efendi (1817-1895): Tıbbiye mezunudur. Tabiplik ve

muallimlik yapmıştır. Saray Başhekimliği336, Maarif müsteşarlığı, Ticaret

muavinliği, Tıbbiye nazırlığı, Divan-ı Zabtiye reisliği ve Meclis-i Maarif reisliği

yapmıştır. Ölümüne kadar Dar’ü-l Muallimin ve Mülkiye’de botanik dersleri

vermiştir.337

35- İlyas Efendi: (1801-1864): Hekimbaşı Behçet Efendi’nin kardeşidir. Enderun’da

yetişmiş, sonradan müderrisliğe geçerek ilmiye sınıfına dahil olmuştur. Sofya

mollalığı ve Hassa Ordusu müftülüğü yapmış, Mekke ve İstanbul payesi almıştır.338

Enderun’da geçirdiği dönemi anlatan ve Enderun hakkında bilgi veren “Vekayi-i

Letaif-i Enderun” adlı bir eseri vardır. 339

36- Tahir (Mehmed) Beyefendi (…-1871): Mektubi Sadaret ve Amedi kalemlerinde

memur olarak çalışmış, sonraki dönemde Meclis-i Vâla ve Meclis-i Muhasebe,

tahsilat komisyonu üyelikleri, zaptiye mektupçuluğu ve Hazine-i Evrak Müdürlüğü

görevlerinde bulunmuştur.340

37- Nurettin (Mustafa) Bey (...-1858): Mısırlı Osman Paşa’nın kardeşidir.

İstanbul’a geldiğinde dil bilmesi sayesinde tercüme odasında çalışmış, mütercim-i

evvel ve divan-ı hümayun tercümanlığı, Hariciye müsteşarlığı görevlerinde

335 A.g.e, s.50 336 A. Terzi, “Osmanlı Saray Eczanesinin Teşkilat ve İdaresi (XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında)”,

Osmanlı Bilimi Araştırmaları, C.XI, S.1-2, ss.49-64, İstanbul, 2010, s.52 337 M. Süreyya, a.g.e, C.III, s.247 338 A.g.e, C.I, s385 339 M. Cevad, a.g.e, s.51 340 M. Süreyya, a.g.e, C.III, s.282-283

144

bulunmuştur. 1857’de Meclis-i Vâlâ üyeliğine getirildikten kısa süre sonra vefat

etmiştir.341

38- Nurettin (Mehmed Emin) Bey (…-1866): Kuruluşunda Tercüme Odası’nın

başına getirilmiş olan Yahya Naci Bey’in oğludur. Askeri eğitim almış ve Mirliva

rütbesine yükselmiş ve Dar-ı Şura-yı Askeri üyeliği yapmıştır.342

39- (Mektubizade) Abdülaziz Efendi Müderrislerden ve Şeyhü'l-İslâmlık

memurlarından tarih bilir bir zat olup İstanbul'ludur. 1279 (1863) tarihinde irtihâl

ederek müntesibi bulunduğu Celvetîye tarîkatı âsitânesi (merkezi) olan Hazret-i

Hüdâî dergâhı avlusunda defnedildi. Yıldırım Bâyezid Han'a kadar Osmanlı Tarihi

ile zeyilleri ile beraber (Şakayık-ı Nûmâniye) telhisini beyan eden tabakat

tercümelerinin kendi el yazısı ile yazılı bulunan nüshaları Halis Efendi

Kütüphanesindedir. Şeyhü'l-İslâmların hal tercümelerine dair olup Müstakîm-

Zâde'nin eserleri cümlesinden olan Devhatü'l-Meşayih'e de zeyli vardır. Vefatı

yılında Evkaf-ı Hümâyûn müfettişi olmuştu. Şiir yazmağa kabiliyeti vardır.343

40- Osman (Sahib) Efendi Hoca Abdürrahim Efendi'nin oğludur. Tahsilini

ikmalden sonra ilmiye mesleğinde yükselerek İstanbul payesine ve müneccimbaşılık

me'murluğuna nail olmuştur. 1280 (1863) tarihinde İstanbulda irtihal etmiştir.

Babasının yanına defnedilmiştir. Âlim bir zat olup on fasıl, bir hatime üzerine tertib

edilmiş, Türkçe (Ta'lîmü'l-Kûrre) risalesi ile tıb'dan (Ahkâmü'l-Emrâz) ve (Kolera)

isimlerinde basılmış eserleri vardır. Dârü'l-Muallimîn'de riyazî ilimler muallimi idi.

Coğrafya'dan Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarını içine alan matbu' risaleleri ve Paris

341 A.g.e, C.IV/II, s178 342 A.g.e, C.IV/II, s179 343 Bursalı Mehmet Tahir, a.g.e, C.III, s.27,

145

meridyenine göre muhtelif beldelerin (boylam ve enlemlerini) tül ve arzlarını beyan

edici tarifatlı matbu' (Esâmi-i Buldan) isminde yazma bir eseri vardır.344

3.2- Harici Üyeler

1- Davud Paşa (...-1851): Bağdat, Basra, Ankara ve Bosna vilayetlerinde

valilik, Şura-yı Bâb-ı Âlî reisliği ve Şeyhülharemlik görevlerinde

bulunmuştur. Dini ilimlerde öğrenci yetiştirmiştir.345

2- Veli Paşa (…-1891) Kaymakamlık; BüyükelçilikValilik ve Meclis-i

Tanzimat üyeliği yaptı. Yabancı dil bilirdi.

3- Şakir Efendi: Mevalidendir, Meclis-i Nafia müftülüğü yapmıştır.

4- Nazif (Ahmed) Molla (...-1858): Müderrislik ve mollalık yapmış, Mekke,

İstanbul ve Anadolu payelerini almıştır. Alim ve şairdir. “Sefinet’ül

Vüzera”, “Nisab’ül İhtisab”, “Nuhbet’ül Fikr”, “Telhis’ül Meani”, “Risale-i

Kevakibi”, “Talim’ül Müteallim”, “Tabakat-ı Şerbubi Tercümeleri”,

“Kaside-i serağaz-ı Hicaz ve “Sûrname” isimli eserleri vardır.346

5- Emin Rıfkı Efendi (…-1860): Müderristir, şiirle ilgilenmiştir.

6- (Dağıstanlı) Hüseyin Nazım Efendi: Mühendishane-i Berr-i Hümayun’da

Arapça hocalığı yapmıştır. Sonradan dahili üye olmuştur.

7- Ethem Paşa: Mısır Beylerindendir, Mutasarrıflık görevleri yapmıştır

8- Kani Paşa (…-1885) Dil bilmesi sebebiyle Tercüme Odası’na alınmış, bir

süre Mısır’da yaşamıştır. İstanbul’a döndükten sonra mutasarrıflık, Meclis-i

Muhasebe reisliği, Bosna, Selanik, Üsküp valilikleri, Gümrük ve Rüsumat

344 A.g.e. C.IV/II, s158, 345 M. Cevad, a.g.e, s.53 346 M. Süreyya, a.g.e, C.III, s.282

146

eminliği, Maliye nazırlığı ve Şura-yı devlet üyeliği görevlerinde

bulunmuştur 347

9- Abdullah Paşa (…-1855) Sayda valiliği yapmıştır

10- Arif (Mehmed) Bey (…-1854) Mısır’da mirliva olmuş ve Dâr- Şura-yı

Mısriyye üyeliği yapmıştır. Şiirle ilgilenmiştir.

11- Rufai Bey: (Hakkında bilgi bulunamadı)

12- Ahmet Reşit Efendi (1813-1863): Akşehir’den İstanbul’a gelip medrese

bitirdikten sonra müderrislik, Mekteb-i Maarif-i Adliye ve Beyazıt

Rüştiyesinde hocalık yapmıştır. Şairdir.348

13- (Muradi-zade) Ebussuud Efendi: Şam ulemasındandır, İzmir payesi

almıştır.

14- Ahmet Efendi: Mütercimdir. (Hakkında bilgi bulunamadı)

15- Antakyavi Ömer Efendi: (Hakkında bilgi bulunamadı)

16- Mazhar Bey: (Hakkında bilgi bulunamadı)

17- Behçet Bey: (Hakkında bilgi bulunamadı)

18- İsmet Efendi. Uzun süre Mısır’da bulunduktan sonra Anadolu’nun çeşitli

vilayetlerinde memur ve katip olarak görev yapmıştır.

19- İstefenaki Bey Kerame: (Hakkında bilgi bulunamadı)

20- Venisan Bey: (Hakkında bilgi bulunamadı)

21- Hoca Agop: Ermeni Lagoftu Patrikhane kapı kethüdasıdır. (Hakkında bilgi

bulunamadı)

22- Yostenik Aleko: Tercüme Odası mümeyyizlerindendir (Hakkında bilgi

bulunamadı)

347 A.g.e. C.IV/I, s87-88 348 Fatin Davud; a.g.e, s.178

147

23- Vasilaki Efendi: Rum Patrikhanesi Sekreteri (Hakkında bilgi bulunamadı)

24- Hoca Sahak: 1825 yılında İzmir’de doğmuştur. Babasının adı

Cevahircioğlu Hacı Ohannes’tir. İzmir’de Fransızların Propaganda ve Ermenilerin

Mesrobyan okullarında yabancı dil ve edebiyat öğrenimi almıştır. Türkçe, Fransızca,

İngilizce, İtalyanca, Ermenice ve Rumca bilmektedir. 1849’da ilk başta mülâzemetle

yani maaşsız olarak Babıâli Tercüme Odası’na girmiş, sonradan maaşlı olarak devam

etmiştir. 349 Tercüme Odası’nda çalıştığı süre içinde Hariciye Nezareti’ne gelen

evrakı tercüme işiyle meşgul olduğu gibi Nisan 1851’den itibaren Takvim-i

Vekâyi’nin Fransızcaya çevrilmesi işini de üzerine almıştır.350 Takvim-i Vekayii’nin

Fransızca’ya çevrilmesini 1856’ya kadar devam ettirmiştir.351

7 Eylül 1855’te “mesâlih-i nazikede istihdam olunduğu” gerekçesiyle rütbesi

saliseden saniye sınıf-ı sânîsine yükseltilerek Babıali Tercüme Odası Mütercim-i

Evvelliği’ni vekâleten idare etti. Daha sonra Divân-ı Hümâyûn Mütercim-i

Sânîliğine getirilen Abro, 1857’de de Hariciye Nezareti Tahrirat-ı Ecnebiye Odası

Müdürlüğüne atanmıştır.352

1860’ta, Lübnan ve Suriye’de Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında çıkan

olayların tahkiki için buraya gönderilen Fuat Paşa’nın maiyetinde bulunanlardan biri

de Sahak Abro Efendi’dir.353 Fuat Paşa’nın başkanlığında toplanmış olan Avrupa

Komisyonu’nda Sahak Abro, Osmanlı Devleti’ni komisyon azası olarak temsil etmiş,

daha sonra da aynı komisyonun başkanı olmuştur.354 Komisyonun vazifesi isyancı

349 S. Balcı, “Bir Osmanlı-Ermeni Aydın Ve Bürokratı: Sahak Abro (1825-1900)”, Osmanlı Siyasal

ve Sosyal Hayatında Ermeniler, Yay. Haz. İbrahim Erdal, Ahmet Karaçavuş, ss.105-139, İstanbul,

2009, s.105 350 BOA, İ.MVL 207/6647 351 BOA, A.AMD, 80/62 352 S. Balcı, a.g.m, s.113 353 BOA, DH.SAİD, 4/178 354 E.Z.Karal, a.g.e, CVI, s.33-42

148

Dürzilerin cezalandırılması, Marunilere verilecek tazminat meselesi ve Lübnan’a

verilecek yeni idari nizamın tespit edilmesinden oluşmaktaydı.

Ekim 1860’ta Osmanlı, Rusya, İngiltere, Fransa ve Avusturya temsilcilerinin

katılımıyla başlayan müzakereler aylarca sürmüştür. Abro’nun bu komisyondaki

görevi yerine Hariciye Müsteşarı Kabulî Efendi’nin atanmasıyla 5 Şubat 1862’de son

bulmuştur. Lübnan’daki çalışmaları neticesinde Abro’ya bir kıt’a nişan verilerek

rütbesi ûlâ sınıf-ı sânîsine çıkarılarak terfi’ ettirilmiştir.355 İstanbul’a dönüşünden bir

müddet sonra Hariciye Nezareti Tahrirat-ı Hariciye Kitabeti’ne atanmıştır.

1862’de yaşanan mali bunalımın sonrasında Osmanlı Hükümeti, Esham-ı

Umumiye adı verilen istikraz görüşmeleri için hem yabancı dil hem de ekonomi-

politik bilen Sahak Abro’yu, Mart 1864’te Paris ve Londra’ya Esham-ı Umumiye

Komiseri olarak görevlendirmiştir. Abro, Paris ve Londra’da yaptığı görüşmeler

sonucunda 1863 borçlanmasına ait bir taksit ödemesini 16 Mayıs 1865’te yapmaya

muvaffak olmuştur. Ayrıca, 40 milyon Osmanlı altını istikrazına imza atmıştır.356

Ancak Sahak Abro’nun Londra’da istikraz meselesi ile ilgili hesaplarda

Maliye nezaretince yapılan incelemelerde açığının çıkması soruşturma geçirmesine

sebep olmuştur. Bir tahkikat komisyonu kurulmuş ve komisyonunun çalışmaları

sonucunda 98.384 Osmanlı lirası zimmeti çıktığı anlaşılmıştır. 18 Subat 1882 tarihli

bir belgede Sahak Abro’nun Paris ve Londra’da yaptığı istikrazla ilgili Hazine’ye

olan borcunun tamamının ödenerek hesabının kapatıldığı bildirilmektedir.357

Sahak Abro muhtemelen bu soruşturmanın etkisiyle 26 Mart 1867’de

Tahrirât-ı Hariciye Kitabeti’nden azledilmiştir. Azlinden dokuz buçuk sene sonra

355 BOA, İ. DH., 467/31208 356 S. Balcı, a.g.m, s.122 357 BOA, ŞD. SAİD, No: 30/7,

149

Eylül 1875’te fahri olarak Kürtlerin iskân ve tavattunuyla ilgili Babıâli’de teşkil

olunan komisyonun azalığına atanmıştır.358

Nisan 1876’da başlayan Bulgar isyanının bastırılmasından sonra

Bulgaristan’ın idari durumunu müzakere etmek amacıyla oluşturulan Filibe

Fevkalâde Komisyonu’na Osmanlı devleti adına Sahak Abro atanmıştır.359 Aralık

1877’de Komisyonun feshedilmesiyle İstanbul’a dönmüş ve 12. Belediye Dairesi

Başkanlığına fahri olarak atanmıştır. 9 Haziran 1878’de De’âvi-i Hariciye

Kitabeti’ne atanmıştır. Bu memuriyetine devam ederken 28 Eylül 1878’den itibaren

Doğu Rumeli Avrupa Komisyonu’na Osmanlı yönetimi adına ikinci komiser olarak

tekrar Filibe’ye yollanmıştır. Filibe’de bulunduğu sırada ölümüne kadar devam eden

Şura-yı Devlet azalığına atanan Sahak Abro, 6 Eylül 1879’da Doğu Rumeli Avrupa

Komisyonu’nun çalışmalarını durdurması üzerine İstanbul’a gelmiştir.82 Bu sırada

Babıâli Tercüme Odası’nın tercüme işlerine yetişememesi yüzünden Başvekâlete

gelen evrakın tercümesi için Tahrirât-ı Ecnebiye Müdürlüğü kurularak Sahak

Abro’nun idaresine verilmiştir.360

Sahak Abro, Şubat 1880’den Mart 1880 tarihine kadar, 1877-1878 Osmanlı-

Rus Savaşı sırasında işgale uğrayan Edirne’den göç eden halkın birbirlerine

bıraktıkları hayvan ve eşyaların tekrar kendilerine iadesi hakkında kurulan

komisyonda da görevlendirilmiştir. Edirne’den dönüşünde Berlin Antlaşmasının 23.

maddesi gereğince Doğu Rumeli nizâmını mütalaa edecek olan muhtelit komisyonda

görevlendirilmiştir.361

358 BOA, DH. SAİD, 4/178 359 BOA, DH. SAİD,No: 4/178 360 S. Balcı, a.g.m, s.127 361 BOA, ŞD. SAİD, No: 30/7

150

Devlet görevlerinin dışında Ermeni cemaati içinde de Patrikhane Genel

Meclisi üyeliği, Ermeni Cemaati Genel Meclisi Baskanlığı gibi görevler üstlenen

Sahak Abro 8 Ağustos 1900’de ölmüştür. 362

1850’lerin başından itibaren kitap çevirileri de yapmaya başlayan Abro’nun

tespit edebildiğimiz kadarıyla tercümesini yaptığı eserlerden dördü basılmıştır.

Bunların ilki, Jean Baptiste Say’ın Catechisme d’Economie Politique adlı eserinin

İlm-i Tedbir-i Menzil adıyla yaptığı çevirisidir. İkincisi, Fransız yazar Louis-Philippe

Comte de Segur’un Pensées Politiques adlı eserinin Kisver-i Derûn adıyla

yayımlanan tercümesidir. Üçüncüsü Kavaid-i Osmaniye’yi 1852’de Fransızca’ya

tercüme ederek bastırmış ve kitabın telif hakkını on sene müddetle elinde

bulundurmustur.23 Sahak Abro’nun basılan diğer tercüme çalışması ise “Avrupa’da

Meshûr Ministroların Tercüme-i Hâllerine Dair Risâle ” isimli kitabıdır.363

Basılı eserlerinin dışında Sahak Abro’nun tercüme ettiği ve basılmayan

çevirileri de vardır. Bu eserler içinde tespit edebildiklerimiz şunlardır: Voltaire’den

On İkinci Şarl Tarihi,27 Büyük Petro Tarihi,28 Machiavelli’den Prens (Rifat Pasa ile

birlikte);29 Bufel (?) adlı bir İngiliz yazardan Tarih-i Medeniyet, Amerikalı

Rereper’den (?) Avrupa’nın Tedkikat-ı Maneviyesi.30 Sahak Abro bunların dışında

bir süre Noyyan Ağavni (Nuh’un Güvercini) adıyla haftalık Ermenice bir gazete

çıkarmıştır.364

25- Tiryaki Bagos: Tersane tercümanı (Hakkında bilgi bulunamadı)

26- İstefanaki Bey: (…-1867) Mekteb-i tıbbiye’nin ilk hocalarındandır.

Arapça, Farsça ve Avrupa dillerinden bazılarını bilen bir doktordur.

27- David: Hakkında bilgi bulunamadı

362 S. Balcı, a.g.m, s.130 363 Bu eserler hakkında geniş bilgi çalışmamızın dördünü bölümünde mevcuttur. 364 S. Balcı, a.g.m, s.113

151

28- Beşiktaşlıoğlu Aleksander: (Hakkında bilgi bulunamadı)

29- Thomas Xavier de Bianchi (1783-1864): Fransız Doğu bilimci. İstanbul

ve Cezayir’de kraliyet tercümanı olarak görev yapmıştır. Fransızca-Türkçe

ve Türkçe-Fransızca sözlükler yazmıştır.

30- Joseph von Hammer-Purgstall: (1774-1856) Avusturyalıdır. Doğu dilleri

eğitimi görmüş ve Arapça, Farsça ve Türkçe öğrenmiştir. İstanbul ve

Mısır’da görev yapmıştır. “Geschichte des Osmanischen Reiches-Osmanlı

İmparatorluğu Tarihi” adlı 10 ciltlik eseriyle ünlüdür. Ayrıca şirazi, bak,

fuzuli gibi şairlerden bahseden eserleri ve Evliya Çelebi Seyahatnamesi

tercümesi vardır.

31- James William Redhose: (1811-1892) İngiliz asıllıdır.15 yaşında

İstanbul’a gelmiş Mühendishane-i Bahr-i hümayun’da teknik ressam ve

İngilizce hocası olarak çalışmış, ardından Sadaret ve Hariciye

tercümanlıkları yapmıştır. Yaklaşık 27 yıl Osmanlı devletine hizmet

ettikten sonra İngiltereye dönmüş ve Dışişleri Bakanlığında çalışmış ve

Royal Asiatic Society üyesi olmuştur. Osmanlıca-İngilizce sözlük,

Osmanlıca konuşma dili cep kılavuzu, Mesnevi tercümesi, Türkçedeki

Arapça ve Farsça kelimeler sözlüğü gibi çalışmaları vardır.

Bu listeler Encümenin açıldığı tarihteki üye listeleridir. Dâhili üye listesinde

6. sırada bahsettiğimiz Emin Mehmet Paşa açılıştan birkaç ay sonra vefat etmiş,

yerine Harici üye listesinde 6. sırada yer verdiğimiz Hüseyin Nazım Efendi,

nizamnamede belirtilen usulle, Dâhili üye olarak tayin edilmiştir.365 Salnamelerden

takip ettiğimiz kadarıyla, sonraki yıllarda da Encümen üyelerinden hayatını

365 BOA, İ.DH, 259/16023

152

kaybeden dâhili üyeler olmuş ancak, onların yerine yeni üye seçilmemiş ve

encümenin dâhili üye sayısı gittikçe azalmıştır.366

Encümenin harici üyelerinin yıllara göre sayılarını ve isimlerini gösteren bir

kayıt bulamadık. Ancak Encümenin faal olduğu dönemde yeni harici üyelikler

verildiğine dair bir takım belgeler vardır. 1268 yılında vefat eden Daver Paşa’nın

yerine Kastamonu Naibi Ziver Bey üyeliğe alınmıştır.367 Aynı belgeye göre Fransız

bilim adamı Mösyö Kazmirski ile Fransa elçiliği baş tercümanı Mösyö Şafer de

harici üyeliğe kabul edilmiştir. 1269 yılında, Encümen’in faaliyetleri kısmında

detaylı olarak bahsedeceğimiz, mufassal bir tarih-i umumi yazdırma girişiminde

Encümen dışından görevlendirilen Enis Efendi ile Takvimhanede görevli Aleko

isimli kişiler de bu kapsamda Encümen-i Daniş’e harici üye olarak atanmışlardır.368

1270 yılına ait bir belgede ise, üye olarak tayinine dair bir belge görmediğimiz Osab

Vartan isimli Bahriye Tercümanından ‘Encümen-i Daniş aza-yı hariciyesinden’

şeklinde bahsedilmektedir.369 1271 yılına ait bir belgede ise İsmitsonyan

Darülfünununun hocası ve kâtibi olan Mösyö Hanri ile Amerika’da elsine-i şarkîye

aşina olanların oluşturduğu bir meclisin kâtibi olan Edward Salzbury’nin Encümen-i

Daniş’e harici üye olarak kabul edildiklerini görmekteyiz.370

Bu tarihten sonra ise dâhili veya harici üye olarak yeni birinin tayin

edildiğine dair bir kayda rastlanmamaktadır.

366 Encümen-i Daniş, 1268–1279 (1852–1863) yıllarına ait salnamelerde görülmektedir ve bunlarda

dâhili üyelerin listesi yer almaktadır. İlk üç yıl bu listelerde, vefat eden Emin Paşa’nın da, onun yerine

atanan Hüseyin Nazım Efendi’nin de adları yazılmamış, bu yüzden Encümenin üyesi olarak 39 isim

yer almıştır. 1271 yılı salnamesinde bu hata düzeltilmiş ve Encümen üyesi olarak 40 kişinin ismi

yazılmıştır. Ancak bahsettiğimiz gibi sonraki yıllarda dâhili üye sayısı gittikçe azalmıştır: 1273’te 39

üye, 1275’te 34 üye, 1276’da 30 üye, 1277’de 29 üye, 1279’da 27 üye. 367 BOA, İ.DH, 243 / 14804 368 BOA, İ. DH., 264 / 16459 369 BOA, A.MKT.NZD., 106 / 83 370 BOA, İ.HR, 118 / 5800, A.DVN. DVE, 21 / 28,

153

3.3- Üyelerin Özellikleri

Encümene dâhili üye olarak seçilen üyelere baktığımız zaman bunların

yarıdan çoğunun bürokrat oldukları görülmektedir. Aralarında Tıbbiye mezunları

olsa da bürokratik görevleri olan kişilerdir. Hatta bu durumun, Encümen-i Daniş’in

başarısız bir girişim olmasının esas sebebi olduğu düşüncesi, olayların içinde olan

Cevdet Paşa tarafından şöyle ifade edilmektedir: “Bunların içinde ashab-ı fazl u

maarifden haylice zatlar var idi. Lakin ekserisinin meşagili umur-ı maarif ile iştigale

mani idi. Bu cihetle fiilen Encümen’e hizmet edecek zâtlar pek az idi. Aza-yı

dahiliyenin şerait-i intihabiyyesinde beyne’l vükela ihtilaf vuku bulmuş idi. Şöyle ki

ekserinin reyine göre, vükeladan bazı zevatın aza-yı dahiliye idadına idhaliyle

Encümen’e şeref verilmek üzere tercüme ve telife iktidarı kafi olmaktır ve bazılarının

reyine göre aza-yı dahiliyenin fiilen tercüme ve telif ile meşgul olacak zevattan

intihab olunması suretidir ki Âlî Paşa bu reyde idi. Hatta ‘Biz bu işin içine

girmeyelim. Ahengi bozarız’ dedi ise de ekseriyet-i ârâ ile fiiliyata nazar olunmayıp

iktidar-ı zati ile iktifa olundu. Hâlbuki emr-i intihaba zatiyyat karıştırıldı. Asla

ehliyeti olmayanlar dahi kırklara karıştı. Encümenin binası bir sağlam esas üzerine

kurulamadı. Âlî Paşa’nın dediği doğru çıktı.”371

Encümen-i Daniş’in kendisinden beklenen faaliyetleri yapamamasında;

üyelerinin çoğunun bürokrat olmasının ve devlet işleriyle uğraşmaktan Encümen’e

zaman ayıramamalarının, başlıca sebep olduğu konusunda pek çok araştırmacı

hemfikirdir.372 Bu durumun Encümen’in çalışmalarını etkilediği muhakkaktır. Hatta

açılıştan birkaç ay sonra bu duruma delil olarak gösterilebilecek bir gazete haberi de

mevcuttur: “Encümen-i Daniş bu cumartesi günü akd olunacak iken hasbe’l maslaha

371 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.52-53 372 Bkz: M.Ş. Ülkütaşır, a.g.m., s. 165. Ayrıca R. Chambers, a.g.m, s.1287, K.Akyüz, a.g.e. s.29,

154

gelecek cumartesiye bırakılmıştır.”373 Ancak yukarıdaki alıntıda Cevdet Paşa bu

konunun tartışıldığını belirtmektedir ki, nizamnamenin üçüncü bölümünün beşinci

bendinde, toplantı yeter sayısının üye sayısının üçte biri olarak belirlenmesi de

bürokrat üyelerin devamsızlık yapma ihtimalinin göz önüne alındığını

göstermektedir. Hatta nizamnamenin aynı bendinde bir yıl kadar mazeretsiz

toplantılara katılmayanların ru’uslarının ellerinden alınarak yerlerine yeni üye

seçileceği de belirtilmiştir.

Bu durumda akıllara ‘neden bilerek böyle bir tercih yapılmış ve en başından

Encümen’in verimli çalışması riske atılmıştır?’ sorusu gelebilir. Bu konuda

Karaçavuş’un şu açıklaması bizce yapılabilecek iki açıklamadan biridir: “…eğer

Kalemiye kökenli üst düzey bürokrasi Encümen’e girmeseydi, burası İlmiye’nin

elinde klasik ilim geleneğini devam ettiren bir kurum halini alacaktı ve bu nedenle

Encümen’in fünûn ile ilgili amaçları gerçekleşemeyecekti. Zira İlmiye kökenli

bürokrasi Osmanlı-İslâm bilgi geleneği (ulûm) bakımından belirli bir donanıma

sahipti ve elsine-i selâsede de vukufiyeti bulunmaktaydı. Ancak durumun elsine-i

ecânib-i sa’ire ve fünûn için böyle olmadığı açıktı. Bu nedenle modern bilgi ve

düşünceyi tercüme edecek durumda bulunmuyordu. Bu sebepledir ki Avrupa dillerini

bilen Kalemiye kökenli bürokrasinin burada yer alması zorunluydu.”374 Evet,

mademki Encümen-i Daniş modern fen bilimleri ile de ilgili çalışma yapacaktı, hatta

Darülfünunda okutulacak kitapları hazırlayacaktı, o halde Batı dillerini bilen ve fen

bilimleri ile teknolojik gelişmeleri önemseyen üyeleri de çok sayıda olmalıydı. O

373 Ceride-i Havadis, Sayı:557, 11 Safer 1268 (6 Aralık 1851) 374 A. Karaçavuş, “Richard L. Chambers’ın “The Encümen-i Daniş And Ottoman Modernızatıon”

Adlı Makalesinin Değerlendirme Ve Çevirisi”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, C.IX, Sayı:2,

İzmir, 2009, s.138

155

devirde bu özelliklere sahip kişiler de genellikle devlette üst düzey bürokrat olarak

çalışmaktaydı. Bu sebeple böyle bir uygulama yapılmıştır.

Bu durumun bizce ikinci muhtemel sebebi ise, Encümen üzerinde devletin

tam denetiminin olmasının istenmesidir. Akademik özgürlük gibi bir kavramın doğal

olarak bilinmediği bu dönemde “Encümen’e şeref verilmek üzere” denilerek üst

düzey devlet adamlarının üye yapılması, bu kurumun istenen yönde çalıştırılması

amacını da taşıyor olabilir bizce. Her ne kadar Encümen’in kararlarının

uygulanabilmesi için hem Meclis-i Maarif hem de Padişah tarafından onaylanması

gerekiyorsa da, üyeleri ömür boyu atanan ve mazeretsiz bir yıl devamsızlık dışında

üyelikten çıkarılamayan bir kurumun içyapısına da hâkim olmak gerektiği

düşünülmüş olabilir.

Bununla beraber, Encümen’in bürokrat üyelerinin sebep olduğu sorun bu

kadarla sınırlı kalmadı. Pek hesaba katılmadığı anlaşılan bir başka soruna daha sebep

olmuştur üyelerin çoğunun bürokrat olması. Cevdet Paşa bu durumu kısaca şöyle

özetlemektedir: “…Encümen’in küşadı günü vükela ve memurîn iki sınıfa taksim

olunup biri sanki eshab-ı Daniş ki Reşid Paşa takımı idi. Diğer kısmı bunların

haricinde kalmakla dil-gîr olmuşlar idi ki Fethi Paşa dahî hariçte bırakılanlardan biri

idi. Halbuki Fethi Paşa mukaddemleri Reşid Paşa ile hem-efkâr iken muahharen

araları şeker-âb oldu. Diyebilirim ki aralarındaki bürudet Encümen’in yevm-i

küşadında kesb-i şiddet eylemiştir ki sonraları Meclis-i Maarifin işlerini tervicde

ekseriya taraf-ı hilafda bulunmuştur.”375

Bu sözlere göre, Encümen-i Daniş’in bürokrat üyeleri belirlenirken, açıldığı

sıralarda bürokrasi içindeki gruplaşma etkisini göstermiş ve dönemin Sadrazamı

375 A. Cevdet, Tezakir, 1-12, s.13

156

Mustafa Reşit Paşa’ya yakın olanlar üye yapılmıştır. Dolayısıyla üyelik vasıflarını

taşımalarına rağmen dışarıda bırakılan bazı devlet adamları bu duruma kırılmışlar ve

sonraki dönemlerde ellerine fırsat geçtiğinde Meclis-i Maarifte yapılan işlere sekte

vurmuşlardır.

IV. BÖLÜM

ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN FAALİYETLERİ VE KAPANIŞI

157

VI. BÖLÜM

ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN FAALİYETLERİ VE KAPANIŞI

Osmanlı İmparatorluğunda, bilim ve fenlerin gelişmesini ve yayılmasını

sağlamak, Türkçeyi geliştirmek ve Avrupa’daki örnekleri gibi milletlerarası bilim ve

düşünce hayatıyla bağlantı kurarak, bilim ve teknolojideki geriliği ortadan kaldırması

ve halkı aydınlatması beklentisiyle kurulmuş olan Encümen-i Daniş’in yayınlamış

olduğu eserlerin tam bir listesi elimizde yoktur.

Encümen-i Daniş hakkında yapılan araştırmalarda, Encümenin faaliyetlerine

ilişkin Cevdet Paşa’nın “bil-fiil işe yarayacak azaya tevzi olunan telifat içinde hisse-i

fakire isabet eden Tarih-i Cevdet’ten başka bir eser görülmedi”376 ifadesi genel

kabul görmüştür. Bununla beraber A. Hamdi Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı

Tarihi adlı eserinde; “İstanbul Üniversitesi kütüphanesine Yıldız’dan devredilmiş

yazmalar içinde doğrudan doğruya Encümen azası tarafından veya Encümen namına

yapılmış bazı tercümelere tesadüf edildiği gibi, 1271 tarihlerine doğru basılmış olan

bazı eserlerin de bu Encümen’le alakası görülmektedir. Tarih, coğrafya, riyaziye

iktisat, tabiat ilimleri gibi muhtelif bilgi şubelerine ait olan bu eserlerin arasında

yeniçağlar tarihine dair olanlar ön safta gelirler”377 şeklindeki ifadesi de dikkatleri

çekmiştir.

Biz de bu kapsamda İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesinde

araştırma yaparak, bazı kaynaklarda hiç bahsedilmeyen bazılarında ise az bir bilgi

verilen bir takım eserleri inceledik. Tanpınar’ın bahsettiği gibi özellikle tarih

alanında yazılmış veya tercüme edilmiş bazı kitaplara ulaştık.

376 A. Cevdet, Tezakir, Tezkire 6, s.13 377 A.H. Tanpınar, a.g.e., s.144

158

4.1- Encümen-i Daniş’in Eserleri ve Girişimleri

Bu bölümde Encümen-i Daniş’in eserlerinden ve girişimlerinden bahsederek

bunları anlamlandırmaya çalışacağız.

4.1.1. Kavaid-i Osmaniye

Bu eser, Encümen-i Dâniş açılmadan önce Fuad Efendi (Paşa) ile Cevdet

Efendi (Paşa)’nin Bursa’da bulundukları sırada, kaleme aldıkları bir eserdir. Cevdet

Paşa, bu eserin neden ve nasıl yazıldığını şöyle ifade eder: “…lisanımızın aslı Türkçe

olduğu halde Arabi ve Farsi ile mahlut olduğundan doğruca okuyup yazabilmek için

Arabi ve Farsiden bazı kavaidi öğrenmek umur-ı zaruriyyedendir. Halbuki

lisanımızın sarf u nahvini cami bir kitab henüz yazılmamış olduğu cihetle kendi

lisansımız için lazım olan kavaid-i mahsusayı öğrenmek üzere bütün sarf u nahv-i

Arabi ve kavaid-i Farsiyyeyi okumağa mecbur olduğumuza mebni kavaid-i lisan-ı

Osmaniyi cami bir kitab yapılmanın lüzumu nezd-i udebada müsellemattan olmağla

buna dahi Bursa’da iken sarf-ı mesai ettik… Fakat Bursa’da yaptığım kitab kaba

taslak bir şey olmağla güzelce perdaht olunmağa muhtac idi. Nevakısını İstanbul’da

itmam ile Kavaid-i Osmaniye tesmiye eyledim.”378.

Kavaid-i Osmaniye, Encümen’in açıldığı gün Padişah’a takdim edilerek

iltifata mazhar olmuş ve Cevdet Efendi bu çalışmasından ötürü “Altmışlı” rütbesine

terfi olunmuştur. Ayrıca bu çalışma Encümen’in ilk eseri olarak kabul edilmiştir. İlk

müzakere bunun üzerine yapılarak faydalı bir eser olduğu görülmüş ve basılmasına

karar verilmiştir. Daha sonra da Ceride-i Havadis matbaasında basılıp satışa

çıkarılmıştır.

378 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.45

159

“Encümen-i Dâniş'e sunulan Kavâ'id-i Osmâniyye nüshası üzerinde; ‘Neşr-i

ma'arif emr-i ehemmine haddimizce hizmet etmek niyyetiyle âcizâne ve nâçizâne te'lif

etmiş olduğumuz Kavâ'id-i Osmâaniyye'nin işbu nüshâ-i asliyyesini Encümen-i

Dâniş'e ihdâ (hediye) eyledik.

Gurre-i Muharrem 1268 (Eylül 1851)

Encümen-i Dâniş ve Meclis-i Ma'arif Âzâsından Müsteşar-ı Sadr-ı Âlî

Mehmed Fuad ve Ahmed Cevdet’ yazılıdır.”379

Cevdet Paşa, Türkçe dil bilgisi kitaplarının ilki olan “Kavâ'id-i

Osmâniyye'de; ele aldığı dilin üç ayrı dilin birleşmesinden meydana geldiğini

düşündüğünden her bölümü Türkî, Arabî ve Fârisî olmak üzere üç alt bölüme

ayırarak işlemiş, böylece ayrı ayrı üç dilin kurallarını vermeye çalışmıştır. Ancak

kelime yapımı ve çekiminde Arap gramer anlayışından çok batı gramer anlayışına

yakındır. Kelime türlerinin işlenişine isimden başlanmış, Türkçe kelimeler Arap

dilinde olduğu gibi üçlü, dörtlü kökler hâlinde gruplandırılmamış, kelime çekiminde

birinci teklik şahıstan başlanmıştır.”380

Bu eserin ilkokul çocukları için ağır olduğunun görülmesi üzerine Cevdet

Paşa, 1852 yılında onun basitleştirilmiş bir versiyonu olan medhal-i kavaid isimli

kitabı kaleme almıştır ki bu kitap da bir yıl sonra rüşdiyelerde okutulmaya

başlanmıştır.381 Paşa, ilkokul çocukları için ise 1871 yılında Kavaid-i Türkiyye isimli

gramer kitabını yazacaktır.

Bernard Lewis, Kavâ'id-i Osmâniyye'nin, 1832'de Arthur Lumley Davids

tarafından yazılan ve 1836'da Fransızca'ya da çevrilen Grammar of the Turkish

379 N. Özkan, “Ahmet Cevdet Paşa’nın Türk Dili Hakkındaki Görüşleri ve Eserleri”, Erciyes

Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S.20, Yıl:2006/1, s.221 380 A.g.m, s.225 381 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.45

160

Language (Türk Dili Grameri) adlı kitaba dayanılarak yazıldığını iddia eder.382

Ancak ne Ahmet Cevdet Paşa'nın ne de Fuat Paşa'nın böyle bir eseri gördüğüne veya

varlığından haberdar olduğuna dair bir bilgimiz yoktur.

Kavaid-i Osmaniyye, okullarda 50 yıl kadar ders kitabı olarak okutulmuş,

1851'deki taş basmadan sonra 1900 yılına kadar on defa daha basılmış, Almanca'ya,

Arapça'ya, Bulgarca'ya ve Hırvatça'ya tercüme edilmiş ve Ahmet Cevdet Paşa'nın

öteki dil bilgisi kitaplarına ve aynı dönemlerde yazılmış diğer yazarların dil bilgisi

kitaplarına örnek teşkil etmiştir.383

4.1.2. Tarih-i Cevdet

Encümen-i Dâniş çalışmalarına başladıktan bir süre sonra “bir sözlük ve bir

de Osmanlı Tarihi yazılmasını kararlaştıran Encümen, bu tarih yazımı için bazı

şahısları görevlendirerek yazılacak kısımları belirlemişti. Cevdet Paşaya da –

Hammer’i tamamlayacak şekilde – 1188/1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan

1241/1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar olan kısım isabet etmişti.

Yazılacak olan bu eserin elfâz-ı garibe isti’mâlinden ve tekellüfât-ı münşiyâneden

sarf-ı nazarla herkesin anlayabileceği ta’birat ile yazılması” tenbih olunmuştu.”384

İlk yıllarda yoğun bir çalışma içine giren Cevdet Paşa, eserinin ilk beş cildini

yaklaşık on yılda tamamlamıştır. Bu ciltler büyük beğeni ve övgülerle karşılanmış ve

her biri takdimlerinin ardından basılmıştır.385. Paşa’nın, idari görevleri sebebiyle

İstanbul’dan uzak yerlere (Bosna, Kozan, Halep) gönderilmesi sebebiyle uzun bir

382 B. Lewis, a.g.e., s.344 383 N. Özkan, a.g.m., s.225 384 T. Kayaoğlu, a.g.e., s.79 385 Birinci cildin basımına dair; BOA, A. AMD, 56 / 76, 1271, İkinci cildin basımına dair; A. AMD,

64 / 14, 1271, Üçüncü cildin basılması; BOA, A.MKT. NZD, 189 / 58, 1272, Dördüncü cildin

basılması; BOA, A. MKT. MHM, 124 / 95, 1274, Beşinci cildin basılması; BOA, A. MKT.

NZD.,339 / 77, 1277. Esere o dönemde yapılan övgülerden birisi ünlü tarihçi Hammer’dendir. Cevdet

Paşa bunu oldukça önemsemiş olsa gerek ki Tezakir’de Hammer’in ilgili yazısının bir tercümesine yer

vermiştir. Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.74

161

süre eseriyle ilgilenemediği anlaşılmaktadır. İstanbul’a dönüşünden kısa süre sonra,

1286’da, tarihin altıncı cildi, 1288 yılı içerisinde de yedinci ve sekizinci ciltleri

tamamlanıştır. Yine uzun bir süre bu eseriyle ilgilenemeyen Cevdet Paşa, dokuzuncu

cildi 1299 yılında, onuncu cildi 1300 yılında, onbirinci ve onikinci ciltleri 1301

yılında tamamlamıştır. Böylece Tarih-i Cevdet’in tamamlanması otuz yıl gibi uzun

bir sürede gerçekleşebilmiştir. Son üç cildin basımını üzerine alan Serkurena Osman

Bey, müellifin verdiği son şekle göre eseri iki defa daha neşretmiştir (I-VIII, 1302-3;

I-XII, 1309).

Eserin 1309’da (1891) yeni düzenlemelerle yapılan üçüncü baskısı büyük

yenilikler içermektedir. Bu basımın I. cildinde seksen beş sayfaya sığdırılan

mukaddime yeni bilgiler eklenerek oldukça genişletildi ve ilk cilt başlı başına bir

giriş haline geldi. Önceki ciltlerde dağınık biçimde verilen kaynaklar da bu cildin

başına alındı (I, 4–13). Eserde olaylar sebep ve etkileriyle açıklanır ve bunlardan ders

çıkarmaya yönelik bir üslûpla verilir. Hadiselerin oluşumu ve etkileri gerçeğe uygun

biçimde ele alınmıştır.

Anlatımda pragmatik bir tarih yazımı görüşünün temsil edildiğini söylemek

mümkündür. Bununla beraber olayların kesintisiz anlatımı muhtemelen yazım

tekniği açısından birtakım sıkıntılara yol açmıştır. Zira daha sonraları vak‘anüvislerin

kronolojik tasnif tarzı benimsenmiş, böylece hicrî senelere bölünmüş bir anlatım

şekline geçilmiştir. Bu özelliği bakımından eser önceki vak‘anüvis tarihlerinden pek

ayrılmaz. Ancak eleştirel bakış ve olayların ele alınan zaman dilimleri içinde bir

bütün halinde işlenmesiyle onlardan ayrılır. Eserde kurumların çöküş sebepleri

derinlemesine irdelenir. Bundan ötürü imparatorluğun tarihi neredeyse müesseseler

tarihi bağlamında ele alınır ve toplumu Batılılaşmaya götüren gelişmeler üzerinde

162

durulur. Pek çok kavram, deyim ve konu bağımsız olarak işlenmiştir. Bunlar birer

çerçeve yazı niteliğini ve monografi özelliğini taşır. İstitrat şeklinde bütün ciltlere

serpiştirilen bu ayrıntılar gerçek bir araştırma ürünüdür.

Târîh-i Cevdet çok geniş bir kaynak taramasına dayanır. Ana kaynaklarının

başında yazarın ağır biçimde eleştirdiği vak‘anüvis tarihleri gelir (I, 4-5). Cevdet

Paşa, vak‘anüvislerin çoğunun tarihin konusunu değiştirerek sayfalarını şiirlerle,

hayallerle süslediğini yazar. Aynı zamanda seleflerini cüz’î ve küllî her şeyi

eserlerine almakla suçlar. Bununla birlikte kendisi de eski alışkanlıklardan kolayca

sıyrılamaz; sayfalarına şiir parçaları serpiştirmekten, yangın, deprem, mevlid ve kılıç

alayları, ricâlin özgeçmişi, çeşitli hikâyeler gibi cüz’iyata yer ayırmaktan kendini

alamaz. Eserin diğer kaynakları arasında özel tarihler, mecmua, lâyiha, terâcim-i

ahvâl kitapları, seyahatnâmeler, sefâretnâmeler önemli yer tutar. Muahede metinleri,

telhisler, arşiv belgeleri, hatt-ı hümâyunlar da ilk elden kaynaklar arasındadır. Pek

çok belge ilgili ciltlerin sonuna eklenmiştir. Öte yandan Cevdet Paşa mezar taşları,

vakfiye, sikke vb. malzemenin tarihin açıklanmasında ne kadar önemli olduğunu

kavrayan Osmanlı tarihçilerinin başında gelmektedir. Musul yakınlarında yapılan

arkeolojik kazılardan söz etmesi dikkati çekmektedir. Bir “fenn-i mahsûs” diye

nitelendirdiği sikkelerin birçok önemli sorunların çözümüne katkıda bulunduğunu

vurgulamaktadır (I, 247); hatta bütün Osmanlı paralarını gördüğünü söyler (I,

255).386

Kullandığı eserler, büyük ölçüde Veliyyüddin Efendi Kütüphanesi’ne katılan

Cevdet Paşa kitapları koleksiyonu içinde yer almaktadır. Cevdet Paşa, sözlü

kaynakları da ihmal etmez. Zamanında yaşayan ya da olayların akışında etkili

386 Z. Arıkan, “Tarih-i Cevdet”, TDV İslam Ansiklopedisi C.40, ss.75-77, İstanbul, 2011, s.76

163

olanlardan yetişebildiği kimselerin tanıklığına başvurur. Cevdet Paşa, Batı

kaynaklarını da kullanmıştır. Onun tarih ve hukuka ait Fransızca eserleri

anlayabilecek durumda olduğu açıktır. Geniş yer verdiği Avrupa tarihini yazarken

Batı kaynaklarına başvurma gereğini duymuş ve sık sık bunlara atıfta bulunmuştur.

Terekesinde Avrupa tarihiyle ilgili çeviri eserlerin bulunduğu görülmektedir.

Bununla birlikte Cevdet Paşa’nın yararlandığı Batı kaynaklarının tam bir listesini

vermeye imkân yoktur.

Vak‘anüvis tarihlerinde Avrupa tarihine pek az yer ayrılmıştır. Şânîzâde

Mehmed Atâullah Efendi bu sınırı biraz aşmış, Batı’daki demokratik gelişmeler

üzerinde durarak parlamenter düzenin yerleşmesinden söz etmiştir. Ahmed Cevdet

Paşa ise Avrupa ve bir ölçüde dünya tarihine geniş yer vermiş, özellikle Fransız

İhtilâli ile büyük bir değişim içine giren Avrupa’nın aldığı yeni durumun Osmanlı

Devleti’ne de büyük etkisi olduğu yargısından hareketle (I, 163) olayların bir bütün

halinde işlenmesini zorunlu görmüştür. Bu anlamda VI. ciltle birlikte Osmanlı

tarihini dünya tarihinin bir parçası olarak ele almaya başlar.

Yeni tertipte önemsiz de olsa bazı metinler çıkarılmıştır. Bunlar arasında ilk

beş cildin sonundaki teşekkür ve ithaflarla düşürülen tarihler de vardır. İlk iki basım

arasındaki metin farklılıkları etraflı incelemeye konu olmuştur Bundan anlaşıldığına

göre metin dışı bırakılanlar önemsiz ayrıntılardır. Dolayısıyla dönemin genel

havasından hareketle bu kesintilerin II. Abdülhamid devrinin sansürünün bir sonucu

olduğuna dair yerleşmiş kanaatin mesnedi bulunmadığı açıktır.387

Ahmed Cevdet Paşa’nın tarihçiliğe en büyük katkılarından biri de çağdaş

kavramlara geniş yer vermesidir. Bunların başında efkârıumumiye (opinion

387 A.g.m, s.77

164

publique) gelmektedir.388 Öncelikle Fransız İhtilâli’nde efkârıumumiyenin belirleyici

etkisi üzerinde durur (VI, 166). Yeniçeriliğin kolaylıkla kaldırılmasını

efkârıumumiyenin bir zaferi gibi gösterir (XII, 164). Yine bu bağlamda Cevdet Paşa

hükümetlerin düşürülmesinde efkârıumumiyenin ağır bastığına dikkat çeker, artık

zamanın değiştiğini ve halkın gözünün açıldığına işaret eder.389 Diplomasi ve politika

kelimeleri daha önce Türkçe’ye girmişti. Fakat bunları biçimlendiren ve yerli yerine

oturtan yine Cevdet Paşa olmuştur. Tarihinde XVI. yüzyılda Avrupa’da kurulan ve

halen geçerli olan bir “muvâzene-i politika”dan söz eder (I, 218). Osmanlı

Devleti’nin coğrafî, stratejik ve ekonomik konumunu göz önünde bulunduran Cevdet

Paşa, yabancı devletlerin çıkarlarının yanında politikalarının da gereği gibi

bilinmesini savunur (II, 290). Devletler arası ittifaklar her zaman ortak çıkarlar

üzerine kurulur; bu da kendine özgü bir dili olan diplomasiye dayanır (IV, 173, 211).

Eskiden Avrupa ahvaline vâkıf olmayan diplomatlarımızın aldana aldana aldatmayı

öğrendiklerini, böylece siyasî ahlâkın da değiştiğini söyler (IX, 269).

Cevdet Paşa eserinin yerli ve yabancı kaynaklarını eleştirel bir bakışla

değerlendirir. Olayların derinliğine inip onlardan ibret almayı amaçlar. Anlattığı

olayların sebeplerini gelişmelerde arayarak bunların doğurduğu sonuçları ortaya

koymaya çalışır. Bu bakımdan kendinden önceki Osmanlı tarihçilerinden büyük

ölçüde ayrılır. Tarihçinin son derece tarafsız olması ve doğruyu söylemesi gerektiği

görüşündedir. Tarihte ortaya çıkan büyük devrimlerin ve ilerlemelerin özünü

yakalamayı tarihin bir görevi kabul eder.

“Cevdet Paşa, tarihinde kendisinin de mimarlarından biri olduğu Tanzimat’ın

savunucusu kimliğini taşır, genelde o devrin bakış açısıyla yazar, tarihten verdiği

388 Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s.172 389 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.28, 148

165

örneklemelere onu savunmak için başvurur; dolayısıyla kendi döneminin reform

siyaseti âdeta tarihinde anlattığı olayların uzantısı veya sonucu gibidir. Cevdet Paşa

bu durumu yer yer açıkça ifade eder. Böylece Tanzimat’a tarihî bir tutarlılık

kazandırır ve onun Osmanlı geleneğinin bir parçası haline gelmesine yardımcı olur.

Reformların yabancılığını giderir ve gelişmenin doğallığına vurgu yapar. Doğru

önlemlerin alınması halinde en olumsuz şartlar dâhilinde bile devletin kurtuluşu için

bir çıkış yolu bulunacağı mesajını verir. Bu şekilde İbn Haldûn’daki kaçınılmaz son

ve felâket karamsarlığını çürütmeye yönelmiş olarak tarihî bir vazife ifa eder.”390

Eserin tamamlanmasının ardından Cevdet Paşa’ya gönderilen tebrik

mektuplarında, hem Sadullah Paşa hem de Namık Kemal eserin Yeniçeri Ocağının

kapatılmasıyla son bulmasından üzüntü duyduklarını bildirmişlerdir. Hatta Namık

Kemal hiç olmazsa Mısır meselesinin sonuna kadar olan olayları da kapsaması

gerektiğini belirtmiştir. Cevdet Paşa ise cevaplarında, kendisine verilen görevin bu

kadar olduğunu, sonrasının vakanüvisin görevi olduğuna dair Encümende karar

alındığını ve irade-i seniyyenin de bu yönde olduğunu söylemiştir.391

“Cevdet Tarihi, Osmanlı tarihçiliğinin en büyük başarılarından biridir.

Ahmed Cevdet Paşa, bu büyük eserini ortaya koymak için geniş bir kaynak

taramasına girişmiş, vakanüvis tarihleri, mecmua, layiha, sefaretname ve arşiv

belgelerini dikkatle incelemiş, olaylara tanık olanların görüşlerine başvurmuş ve

bütün bunları sağlam bir eleştiri süzgecinden geçirdikten sonra kullanmıştır. Resmi

belgeler, fermanlar, antlaşma metinleri, sözün kısası konuyla ilişkin belgeleri her

390 Arıkan, a.g.m. s,77 391 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, ss.217-223

166

cildin sonuna eklemiştir.”392 Böylelikle Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik dönem

olarak adlandırılan dönemden modernleşme dönemine geçişini anlatan değerli bir

eser ortaya çıkmıştır. Uluslar arası alanda da en ünlü Osmanlı Tarihlerinden biridir.

4.1.3. Mukaddime ve İbn-i Haldun Tarihi

Abdurrahman Ebu Zeyd İbn Haldun (1332-1406)’un ünlü bir eseri ve Arapça

olarak yazdığı 7 ciltlik tarih (el-iber adıyla anılır. Tam adı: Kitabu’l İber ve divanu’l

mübtedi ve’l ekber’dir) kitabıdır. Bu eserin mukaddimesi, kendisinden daha ünlüdür.

Daha önceki Osmanlı tarihçileri – Kâtib Çelebi, Müneccimbaşı, Naimâ v.s.- gibi,

Cevdet Paşa da İbn Haldun’dan ziyadesiyle etkilenmiştir. XVIII. asır ulemasından

olup aynı zamanda İbn Haldun’un görüşlerinden etkilenmiş olan Pîrîzâde Sâhib

Molla (Ö. 1748) Mukaddime’nin beş faslını (eserin 2/3’ünü) Türkçe’ye tercüme

etmiş, sadece “ulûm u fünûna” dair olan fasıl (6.fasıl) kalmıştı393. Encümen-i

Daniş’te hem mukaddimenin kalan kısmını hem de İbn-i Haldun tarihinin tamamının

tercüme edilmesinin kararlaştırıldığını tahmin ediyoruz. Çünkü Suphi Paşa İbn-i

Haldun Tarihini, Cevdet Paşa da mukaddimenin kalan kısmını tercüme etmiştir. 1275

yılında Cevdet Paşa tercümesini tamamlamıştır. 394

1274 yılında Kahirede, Mukaddimenin, Sahib Molla’nın tercüme ettiği

kısımları basılmıştır. 1275’te de İstanbul’da basılmaya başlanan mukaddime,

1277’de üçüncü cildinin de basılmasıyla tamamlanmıştır.

Suphi Paşa ise Mısır’dayken, Pirizade’nin Mukaddimeyi büyük ölçüde

tercüme etmiş olması sebebiyle kendisinin de tarihi tercüme etmeye niyetlendiğini,

392 E. Uzundal, “Review of German Historian Christoph K. Neumann's "History is means Tanzimat is

Goal Political Meaning of Tarih-i Cevdet", History Studies: İnternational Journal of History,

Vol:4, Issue:2, July 2012, s.444 393 T.Kayaoğlu, a.g.e., s.80 394 Mukaddime tercümesinin tamamlandığına dair; BOA, İ. DH, 435 / 28751, İbn-i Haldun Tarihinin

tercümesinin tamamlandığına dair; BOA, A. MKT. MHM., 168 / 5

167

hatta Mehmet Ali Paşa’nın da bunu teşvik ettiğini fakat, önce Mehmet Ali Paşa’nın,

kısa süre sonra da oğlu İbrahim Paşa’nın vefat etmesi sebebiyle bu işi yapamadığını,

ancak İstanbul’a gelişinden sonra Padişahın ilmin yayılmasını teşvik etmesi

sayesinde tercümeye tekrar başlayarak bu işi yaptığını ifade eder.

Eserin içeriğine baktığımızda ise; yaratılıştan çeşitli kabilelerin oluşumuna

kadarki zamana dair genel bir anlatımdan sonra birkaç bölüm boyunca, ilk

dönemlerinden itibaren Arap kabileleri ve yaşadıkları yerler ve kurdukları devletler

hakkında bilgi verilmektedir. Daha sonra Süryanilerin, İsrail oğullarının ve Farsların

geçmişleri hakkında bilgiler içeren bölümler vardır.

Önsözde bunlara ilaveten Yunan, Rum, Endülüs, üçüncü aşama Arap tarihleri

ile Peygamberimizin hayatı ve dört halife dönemlerini de tercüme etmek gerektiğini,

ancak adı geçen milletler hakkında yeterince bilgi olduğunu, Peygamberin hayatı ve

halifeler dönemi tarihinin ise kayıp olduğunu, o güne kadar incelediği beş-altı farklı

İbn-i Haldun Tarihinde bu bölümlere rastlayamadığını belirterek bunları ayrıca

yazmaya niyetli olduğunu söylemektedir.

Bunların dışında, bu çalışmasında Arapça olmayan şahıs ve yer isimlerinin

Arap alfabesindeki harf farklılıkları sebebiyle yanlış telaffuz edildiğini kendisinin

bunları düzeltmek için ve bazı olayları yorumlamak için bu milletlerle ilgili

kaynakları gözden geçirdiğini de belirtmiştir..395

Suphi Paşa, yaklaşık bir yıl sonra, bu çalışmanın bir devamı ve açıklaması

niteliğinde olan Tekmilet’ül-İber396 adlı bir eser daha yazmıştır ancak bu eser

395 İbn-i Haldun, Miftah’ül İber, Çev. A.Subhi Paşa, İstanbul, Takvimhane-i Amire, 1276, İ.Ü. Nadir

Eserler Kütüphanesi, No: NEK74143, İbn-i Haldun Tarihinin tercümesinin tamamlandığına dair;

BOA, A. MKT. MHM., 168 / 5 396 A.Subhi Paşa, Tekmilet’ül-İber, Yazma, 1277, İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No:

NEKTY09301

168

basılmamıştır. Ayrıca yine Suphi Paşa tarafından yazılmış 189 sayfalık bir

Mukaddime tercümesine de rastladık ancak üzerinde tarihini tespit edemedik.397

4.1.4. Tarih-i Kudemâ-yı Yunan ve Makedonya398

Mora’lı olan ve Rumca ve Fransızca bilen Melek Ahmet Eğribozî’ye ati bir

eserdir. Mukaddime kısmında Abdülmecid zamanında tercüme edildiği kaydedilen

eserde Encümenin isminden bahsedilmemektedir. Ancak o dönemde Encümen

tarafından Avrupa tarihine ilişkin yaptırılan bir tercüme olduğu düşünülmektedir.

İçeriğinde antik Yunan tarihi ve tarihî coğrafyasının yanı sıra Sokrates ve

Eflatun gibi önemli Yunan filozoflarından da bahsedilmektedir. Eser yazma olup 126

sayfadan ibarettir.

4.1.5. Avrupa Tarihi399

Louis-Philippe Comte de Segur’a ait olan bu eseri, Fransızca’dan tercüme

eden, Encümenin harici üyelerinden Todoraki Efendi (Paşa)dir. Orijinal eserin tam

adı “Prusya Kralı II. Frederic William Zamanının Önemli Olayları ve Brabant,

Hollanda, Polonya ve Fransa’daki Devrimlerin Bir Özetini İçeren 1786–1796 Yılları

Arasında Avrupa’nın Politik Durumu”dur. Üç ciltlik eserin birinci cildinin tercümesi

olup Molla İsmail Buharî tarafından tebyiz edilmiştir. Eserin tercümesi ise 1268

Zilkaâde (Ağustos-Eylül 1852)sinde bitmiştir.

180 sayfalık eser, giriş mahiyetinde, önceki kral Büyük Frederic hakkında

bilgiyle başlamaktadır. 1. bölümde II. Frederic’in tahta çıktığı dönemde Avrupa’nın

genel durumu hakkında bilgi verilmektedir. 2. bölümde yeni kralın eğitimi, kişiliği,

397 İbn-i Haldun, Tercüme-i Mukaddime-i İbn-i Haldun, Çev: A. Subhi Paşa Yazma, İ.Ü. Nadir

Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY05965. Bu eserin takdimi ve Paşanın bu sebeple ödüllendirilmesine

ilişkin bkz: BOA, İ.DH, 452 / 29946 ve BOA, A.MKT.MHM, 168 / 5 398 M.Ahmet Eğribozi, Tarih-i Kudema-yı Yunan ve Makedonya, Yazma, İ.Ü. Nadir Eserler

Kütüphanesi, No: NEKTY02454 399 Todoraki Efendi, Avrupa Tarihi Tercümesi, Yazma, İ.Ü.Nadir Eserler Kütüphanesi, No:

NEKTY02365

169

askeri yönü, yöneticiliği, çevresi ve bakanları hakkında bilgiler, ilk uygulamaları,

Prusya’nın yönetiminde yaptığı büyük değişimler ve Alman devletlerinin birlik

olmaya başlaması anlatılmaktadır.

3. bölümde Avrupa’daki önemli siyasi gelişmeler; 1787’de seksen bin

Avusturyalının Bohemya’da toplanması, Çariçe Katerina’nın Courland ve Danzig

politikası, Fransa ve Rusya arasındaki ticaret antlaşması, Katerina’nın Kırım ziyareti

ve Polonya Kralıyla görüşmesi, bu ziyaretin Avrupa’da yol açtığı huzursuzluk,

Osmanlı Devletinin ve Rusya’nın askeri hazırlıklara başlaması, İngiltere ve

Prusya’nın Osmanlı Devletini savaşa teşvik etmesi, Fransa’nın barış çabası, Osmnalı

Devleti’nin savaş ilan etmesi, Brabant’ta ortaya çıkan sıkıntılar, Fransa’da

Notablelerin (asiller ve diğer ileri gelenler) toplanması, Polonya’da karışıklık,

Hollanda’daki meseleler ve devrim anlatılmaktadır.

4.1.6. Beyânü’l Esfâr400

Encümen’in harici üyelerinden ve Tercüme Odası mümeyyizlerinden Aleko

tarafından tercüme edilen eser, Napolyon’un son muharebelerine dair bilgileri

içirmektedir. Yazma olarak iki nüshasını tespit ettiğimiz eserin her iki nüshası da 3.

cilde aittir.

Napolyon savaşları hakkındaki bu kitabın ilk iki cildine ulaşamadığımızdan,

kimin hangi eserinin tercümesi olduğunu bilemiyoruz. Ancak, tercüman eserin

girişinde “Prusya devletinin ve müttefiklerinin askeri ile Fransa askeri arasında

yaşanan savaşlar” şeklinde bir ifade kullanmıştır ki bu durum olayları Prusyalıların

gözünden anlatımı izlenimi vermektedir.

400 Y. Aleko, Beyanül Esfar, Yazma, İ.Ü.Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY02365

170

104 sayfa olan eserin içeriğine baktığımızda; Rusya seferindeki yenilgisinden

sonra kendisine karşı oluşturulan ittifaka karşı Napolyon’un genel olarak bugünkü

Almanya topraklarındaki savaşları anlatılmaktadır. Prusya’nın Napolyon

yönetiminden kurtularak Krallığın yeniden kurulmasıyla sonuçlandığı için

Prusyalılar bu muharebelere Özgürlük Savaşı adını vermiştir. Lutzen Savaşı, Bautzen

ve Haynau Savaşları, Dresden Savaşı, Kulm, Grossbeeren ve Katzbach Savaşları

Leipzig Savaşı, Hanau Savaşı ve Fransızların geri çekilmesi ve müttefiklerin

Fransa’yı işgali anlatılmaktadır..

4.1.7. İlm-i Tedbîr-i Menzil (Ekonomi-Politik)401

Encümen-i Daniş’in harici üyelerinden Sahak Abro tarafından tercüme edilen

bu eser, Fransız ekonomist ve yazar Jean Baptiste Say’ın Catechisme d’Economie

Politique adlı ekonomi-politik kitabıdır. Eserin, Meclis-i Ma’arif402 ve Meclis-i Vâlâ

kararlarıyla403 “…bilhassa erbâb-ı dâniş ve istidâdda ilim ve icmâli husûlüne ve

umum nâsa faideli olacağı…” gerekçesiyle, masrafı ve geliri Sahak Abro’ya ait

olmak üzere basılmasına karar verilmiş ve bu çeviriden dolayı Sahak Abro beş bin

kuruşla ödüllendirilmiştir.404 Eser, H.1268 / M.1852’de Mühendisoğlu Ohannes

Matba’asında bastırılmıştır.405

Kitabın önsözünde Abro; “Ekonomi politik dedikleri hikmet-i ameliyenin

rükn-ü rekini olan ilm-i tedbir- menzil kaffe-i milel ve akvamın medar-ı teşebbüsleri

olan esbab-ı külliyenin beyanında olup, mal ve menal ve servet ve yesar ve herkese

muta’în-i itibar olan eşyanın ne vechile husule geldiğini beynennas ne suretle taksim

401 J.B. Say, İlm-i Tedbir-i Menzil, (Çev: Sahak Abro), Mühendisoğlu Tabhanesi, İstanbul, 1268 402 BOA, A.AMD., 29 / 5 403 BOA, İ.MVL., 198 / 6166 404 BOA, A.MKT. NZD., 27 / 2 405 Eski Harfli Türkçe Basma Eserler Bibliyografyası (Arap, Ermeni, ve Yunan Alfabeleriyle)

(1584-1986), Ankara 2001.

171

olunduğu ve nihayet ne tarikle harc u sarf ve telef kılındığı hususlarını tasrih ile bu

mal deyu itibar olunan şeyin cem’i zamanda ehad ve efradın husule getirdiği

eşyadan olub andan tertib eden menafi-i umumiyeyi herkes bil-vasıta yahud bila

vasıta tahsil edegeldiklerinden salifüz-zikr ilm-i tedbir- menzil yalnız vükela ve

evliya-yı umurun malumu olan ulum-ı mahsusadan olmayıb mücerred amme-i nassın

beher gün işleyüb bildikleri bir ilm ise de ancak herkesin hemen her şeyi hakkıyla

bilmesi yine de kolay olmadığından bu ilm-i tedbir-i menzil umumen herkesin

malumu olamayıp bu sebepten beynennas hezeyan kabilinden bir takım efkâr-ı batıla

ve akval-i kazibe revac ve itibar bularak şu tahsil ve istihlak-ı emval kaziyelerinin

keyfiyet-i hakikiyesini bilmeyenlerin öğrenmeleri çün ala vechül icmal beyan ve ilan

eylemek iyice faide-yi müstelzem olacağından işbu kitabı telife mübaşeret ettim.”

diyerek hem ekonomi politiğin açıklamasını yapmış hem eseri neden tercüme ettiğini

açıklamıştır.

Kısa kısa 30 bölümden oluşan eserin bölüm başlıkları şöyledir:

1- Umumen servet ve gına ve kıymet ve baha-yı eşya keyfiyeti beyanındadır.

2- Faide ve menfaat maddesinin ve tahsil-i emval kaziyesinin keyfiyeti

beyanındadır.

3- Malın husule gelmek için muhtaç olduğu esbab-ı selase beyanındadır.

4- Umumen ehl-i hüner ve marifete mahsusu olan kâr u amel beyanındadır.

5- Sermayenin keyfiyeti ve suret-i yetl ve istimali beyanındadır.

6- Ehl-i hüner marifetin istimal ettiği âlât-ı tabiiyesi beyanındadır.

7- Tahsil-i mal kaziyesinde icrası icab eden hıdemat beyanındadır.

8- Tahsil- sermaye beyanındadır.

9- Fevaid-i me’nube beyanındadır.

172

10- Bir mülkde emr-i ticaret ve ziraat ve sanatın ilerlediği hususunun alâim ve

emaret-i müselleme ve all u esbab-ı esasiye-i müstakilesi beyanındadır.

11- Umumen mal ve menalin tarik-i sarf u tervic ve mübadele-i emval

kaziyesinin menafi-i beyanındadır.

12- Umumen meskûkât beyanındadır.

13- Evrak-ı dinariye beyanındadır.

14- İthalat ve ihracat-ı emval beyanındadır.

15- Umumen memnuat beyanındadır.

16- Sanat ve ticaret ve ziraata dair olan bazı nizamat beyanındadır.

17- Hukuk-ı tasrif-i mülk ve mülkiyenin keyfiyeti beyanındadır.

18- Îradın menşei ve menbaı beyanındadır.

19- Îradın emr-i inkısamı beyanındadır.

20- Îradın emr-i teksir veyahut tezyilini mucib olan esbab-ı metnua beyanındadır.

21- Sınıf-ı hüner mündeatın iradı beyanındadır.

22- Erbab-ı sermaye ve ashab-ı ahlakınebradı beyanındadır.

23- Mikdar-ı nüfus ve ahalinin alet-teksir ve esbab-ı tenzili beyanındadır.

24- İstihlak-ı emval kaziyesinin şiiridir.

25- İstihlak-ı emval kaziyesinin netayic-i müstelzimesi hakkındadır.

26- Müstelhikat-ı maliye-i hususiye beyanındadır.

27- Müstelhikat-ı maliye-i umumiye beyanındadır.

28- Emlaâk-ı miriye ve tekalif ve rüsumat-ı adide beyanındadır.

29- Alel-umum verginin netayic-i müstelzimesine mebnidir.

30- Bir devletin umur-ı maliyesinin medar-ı idaresi olan istikraz maddesi

beyanındadır

173

1277 / 1860’ yılına ait bir belgede, Maliye Nezareti’ne yazılan bir yazıda, bu

kitaptan 50 tanesinin satın alınarak Maarif-i Umumiye Nezareti’ne yollanmasının

istenmesi bize, kitabın Osmanlı maarif çevrelerinde oldukça itibar gördüğü

izlenimini vermektedir.406 Eser, Osmanlı Devleti’ne modern ekonomi teorilerini

tanıtan ilk kitap olma özelliğini taşımaktadır. 145 sayfadır.

4.1.8. Kişver-i Derûn

Fransız yazar Louis-Philippe Comte de Segur’un Pensées Politiques adlı

eseri, yine Sahak Abro tarafından Kişver-i Derûn adıyla tercüme edilmiştir. İnsan

vücudunun gelişimini devlete benzeterek, güzel ahlâk (ahlâk-ı memdûha) ile insana

zarar veren kötülüklerin (agraz-ı muzırra-i insaniye) insanoğluna verdiği fayda ve

zararlarını inceleyerek, bu durumu devletin oluşum ve gelişimine uyarlayan bu ilginç

kitap, tercüme edildiğinde Meclis-i Vâlâ tarafından da incelenmiş ve basım ve

yayımında herhangi bir mahzurun bulunmadığı belirtilmiştir.407 Her ne kadar 1851

yılında tercümesi yapılmışsa da, basılması 1871’de gerçekleşmiştir.408

4.1.9. Avrupa’da Meşhur Ministroların Tercüme-i Hallerine Dair

Risâle409

Bir tür derleme olan bu eseri de yine Tercüme Odası memurlarından ve

Encümen-i Dâniş’in harici üyelerinden Sahak Abro hazırlamıştır. Kitabın önsözünde;

“bu misüllü faide-yi müstelzem olan şeylerin lisan-ı şirin zeban-ı Türkîye nakil ve

tercümesine dahi taraf eşref-i hazret-i padişahîden ez her cihet teşvikat ve terğibat-ı

406 S. Balcı, Bir Osmanlı-Ermeni Aydın Ve Bürokratı: Sahak Abro (1825-1900), Osmanlı Siyasal

ve Sosyal Hayatında Ermeniler, Yay. Haz. İbrahim Erdal, Ahmet Karaçavuş, İstanbul 2009, s. 107,

Bkz: BOA, A. MKT, MVL, No:196 / 41 407 BOA, İ.MVL., 210 / 6806 408 S. Balcı, a.g.m, s.108 409 S. Abro, Avrupa’da Meşhur Ministroların Tercüme-i Hallerine Dair Risâle, Takvimhane-i

Amire, İstanbul, 1271 (1855), İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEK2049

174

kamile ibraz ve irae buyurulmakta olduğuna mebni… devletlû fehametlû Reşid Paşa

hazretlerinin bu makule keyfiyatın husulü hakkında zuhura gelen mesai-i cemile ve

ikdamat-ı mütevaliyeleri bu çakerleri Sahak bî-istihkak gibi aceze-i tebaadan bir

hakiri…” denilerek hem devletin ve padişahın genel olarak bu tür çalışmaları teşvik

ettiğini hem de özellikle Mustafa Reşid Paşa’nın bu çalışmaları istediği ifade

edilmiştir.

Kitapta 19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’daki karmaşa döneminde etkili

olmuş beş devlet adamı hakkında bilgi vardır. Bunlar; Napolyon zamanında

yükselen, daha sonra üç krallar devrinde önemli meselelerde hizmetinden

yararlanılan Mösyö Talleyrand (Charles-Maurice de Talleyrand-Périgord), İngiltere

dışişleri bakanlığı ve başbakanlığı yapmış olan Lord Palmerston (Henry John

Temple, 3rd Viscount Palmerston), Avusturya dışişleri bakanlığı ve başbakanlığı

görevlerinde bulunmuş olan Prens Metternich (Klemens Wenzel von Metternich),

Waterloo savaşında Napolyon’a karşı savaşan ittifak ordusunun komutanı Lord

Wellington (Arthur Wellesley, 1st Duke of Wellington) ve Alman- Baltık asıllı olup

Rusya dışişleri bakanlığı yapan Kont Nesselrod (Karl Robert Nesselrode)dur.

Önsözde ayrıca dönemin İngiltere başbakanı Lord John Russel, Napolyon’un

generallerinden iken İsveç devletine kral olan Mösyö Jean-Baptiste Bernadotte,

Fransa başbakanlarından Mösyö François Guizot, İngiltere eski başbakanlarından Sir

Robert Peel, Cezayir’de Fransızlara karşı mukavemet eden Abdülkadir, eski ünlü

Fransız bakanlardan Mösyö Casimir Perier ve Louis-Mathieu Molé, Yunan hükümet

üyelerinin en dirayetlisi Mösyö Koletti, eski Fransız sefirlerinden Mösyö Sebastian,

Fransanın ünlü şair ve devlet adamlarından De La Martin, Napolyon mareşallerinden

olup sonraki dönemde de başbakanlık yapan Jean-de-Dieu Soult, Polonya asıllı olup

175

Rusya’da dış işleri bakanlığı yapan sonraki dönemde Fransa’ya iltica eden Adam

Jerzy Czartoryski, Fransa başbakanlarından Camille Hyacinthe Odilon Barrot,

Mösyö Thiers ve Avusturya hanedanından Prens Şarl hakkında da bilgi verileceği

belirtilmiştir. Ancak diğer ciltler yazılmadığından bu şahıslar hakkında bilgi

verilememiştir.

Kitabı yazarken yararlandığı kaynakların yazarları da Mösyö Bastid, Mösyö

Thiers, Mösyö Amede, Mösyö Gustav ve Mösyö Dupre, Mösyö Kapfik, şeklinde

sıralamıştır.

Önsözün sonunda da, şahıslar hakkında yazılan bu eserin bazı kişiler

tarafından yararsız zan edildiğini, ancak bu şahısların yaptıkları işler ve büyük

devletlerin politikaları üzerindeki belirleyicilikleri göz önüne alındığında, yararının

açıkça görüleceğini belirtmiştir. Sahak Abro kitapla ilgili Meclis-i Maarif-i

Umûmiye’ye vermiş olduğu dilekçesinde; kitap basıldığında gelirinin Takvimhâne-i

Âmire’ye kalmasını, buna karşılık yapmış olduğu bu hizmetine mukabil rütbesinin

üçüncü dereceye çıkarılmasını ve “mücelled akçesi” olarak da biraz maaş verilmesini

talep etmiştir. Yapmış olduğu bu hizmetten dolayı istekleri kabul edilen Sahak’ın

derecesi “rütbe-i sâlise”ye terfi ettirilmiştir.410

4.1.10. Emr’ül Acib fi Tarih-i Ehl-i Salib (Haçlılar Tarihi)411

Joseph Francois Michaud’un Hıstoıre des Croısades (Haçlı Seferleri Tarihi)

adlı eserinin Âli Paşazade Ali Fuad Bey, Edhem Pertev (Paşa) ve Ahmed Arifi (Paşa)

tarafından yapılan kısmi tercümesidir.

Sekiz bölümden oluşan ve ilk üç haçlı seferini anlatan orijinal kitabın ilk üç

bölümünün tercümesidir. 1. bölüm; M.S. 300 – 1095 yılları arasından bahsetmekte,

410 BOA, İ.MVL., 298 / 12139 411 J.F.Michaud, Emr’ül Acib Fi Tarih-i Ehl-i Salib, (Çev: Ali Fuad, Edhem Pertev, Ahmed Arifi),

İ.Ü.Nadir Eserler Kütüphanesi, No: EFKND1966

176

yani haçlı seferlerinin öncesini anlatmaktadır. Bu yıllarda Avrupa’nın Kudüs’le

ilişkileri ve ilk hac ziyaretleri, İslamiyet’in doğuşu ve yayılışı, İran’ın parçalanışı,

Paganlığın Müslümanlarca ortadan kaldırılması, Avrupa’daki bazı monarşi

değişimleri, Halife Ömer’in Kudüs’ü alması, Piyer L’ermit’in hac seyahati,

Fatımilerin Kudüs’ü alması, Türkler, Tuğrul Bey, Melik Şah, Selçuk boyları, Roma,

Papa VII. Gregory, Papa III. Victor, Piyer L’ermit’in Papa 2. Urban ile görüşmesi,

toplanan konsül ve haçlıların kışkırtılması gibi konulardan bahsedilmektedir.

2. bölüm 1096–1097 yıllarındaki ilk seferden ve yaşanan muharebelerden

bahsetmektedir. İlk haçlı birliklerinin toplanması, İstanbul’a gelişleri ve İznik’i

kuşatmaları ve yenilgileri… Yeni ve daha seçkin komutanlara sahip haçlı

birliklerinin gelmesi ve Selçukluların İznik’i kaybetmesi, haçlıların güney

Anadolu’ya ardından da Mezopotamya’ya ulaşması, bu bölümün konularıdır.

3. bölüm 1097–1099 yıllarında yaşananları anlatmaktadır; haçlıların Toros

dağlarını aşıp Suriye’ye girmesi, Antakya’nın ele geçirilmesi, Piza ve Cenovalıların

deniz desteğiyle haçlıların rahatlaması, Atabey Kürboğa ile mücadele, kutsal mızrak,

Müslümanların yenilgisi, Antakya’da salgın hastalık, Halep sultanının yenilgisi,

haçlıların Suriye’deki ilerlemeleri konularından bahsetmektedir. 4. bölüm sadece iki

sayfadır ve haçlıların Kudüs’e ilerlemeye başladığından bahsetmektedir.

Eserin basım yeri ve tarihi bilinmemektedir. Ancak önsözünde “Cevdet Paşa

mufassal bir Osmanlı Tarihi yazdığı için biz de bu kitabı tercüme ettik” şeklinde bir

ifade mevcuttur.

177

4.1.11- Kıt’a-i Afrika412

Danimarka asıllı Fransız coğrafya âlimi Conrad Malte-Brun’un Geographie

Universelle adlı eserinin Afrika kıtasıyla ilgili kısmının, Encümen-i Daniş ikinci

başkanı olan Hayrullah Efendi tarafından tercümesidir. Hayrullah Efendi tercümeye

açıklayıcı bazı derkenarlar ilave etmiştir.

Mütercim, eserin önsözünde Müneccim-i sani Osman Efendi’nin Asya ve

Avrupa kıtalarına dair tercüme (ne yazık ki böyle bir çalışmaya rastlayamadık)

yapmış olması sebebiyle kendisinin Afrika kıtası tercümesi yaptığını ifade eder.

Eserin içeriğine baktığımızda, önce genel bilgiler başlığı altında Afrika

kıtasının konumundan ve boyutlarından bahsedilmektedir. Ardından kısa kısa

bölümler şeklinde Afrika’nın dağları, Afrika’nın nehirleri, Afrika’nın gölleri,

Afrika’nın adaları gibi şeylerden bahsedilmektedir. Daha sonra Afrika’daki bölgeler

ve ülkelerden bahseden bölümler mevcuttur. Burada Müslüman kuzey Afrika

ülkelerinden daha geniş bahsedilmektedir. Bu ülkelerle ilgili sadece fiziki coğrafya

değil beşeri coğrafya bilgileri de mevcuttur. Hatta bu ülkelerin ekonomik durumu,

hayvan sayısı, asker sayısı gibi bilgilerden bahsedilmektedir ki bunların kaynak

kitaptan mı alındığı yoksa güncel bilgilerin mi kullanıldığına dair bir açıklama

yoktur. Kitabın sonunda bu eserin bir nüshasını Mustafa Reşid Paşa’ya sunduğunu

belirtmektedir.

1268 (1852) yılı Rebi’ülahirinde İstanbul’da Mekteb-i Tıbbiye matbaasında

basılmış olan eserin yazma nüshası da mevcuttur.

412 C. Malte-Brun; Afrika Coğrafyası,( Çev: Hayrullah Efendi), İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No:

NEKTY04232

178

4.1.12. İlm-i Tabâkâtü’l Arz (Jeoloji)413

Encümen-i Dâniş’in dahilî üyelerinden Mehmed Ali Fethi (ibn Osman bin

Ahmed bin Muslihiddinil-maruf bur Rusçûkî) Efendi’nin tercüme etmiş olduğu bir

jeoloji kitabıdır. Türkiye’de basılmış ilk jeoloji kitabı olma özelliğini taşıyan bu

eserin tam ismi ‘Küre-i Arzın Evvel ve Ahirinden ve bi’l-cümle Mevâdd-ı Dâhiliye

ve Hâriciyyesinden Bahs ü Beyan Eden İlm-i Tabakâtü’l-Arz’dır

Fransız yer yerbilimcilerinden Elie De Beaumont (1798-1874) tarafından

yazılmış olan bu kitap önce Arapçaya çevrilmiş daha sonra Ali Fethi Efendi

tarafından Türkçeye kazandırılmıştır. Ali Fethi Efendi kitabı niçin tercüme ettiğini

kitabın mukaddime kısmında şu satırlarla izah etmektedir: “Sâye-i maârifvâye-i

hazret-i hüsrevânede Meclis-i Maarif ve Encümen-i Dâniş azalığıyla taltif ve takdir

buyrulduğum eltâf ve iltifâta kemâl-i sürûr ve teşekkürümü isbat ve teşhir eder bir

eser-i menâfi şemîr izhâr ve ibrâz eylemek zamir-i âbıdânemde câygîr olmasıyla

eazzü ahibbâmızdan birisi ilm-i tabakat-ı arza dair Fransa lisanından Arabî’ye

tercüme olunmuş bir kitabın Türkî’ye tercümesine tergîb ve teşvik etmekle…, işbu

dâî-i Devlet-i Aliyye tevfîkât-ı celîle-i hazret-i sâmedânîye ile mazhar olduğum

hidemât-ı aliyye-i ilmiyenin teşekküriyesi olmak ve eyyâm-ı saltanât-ı seniyyes-i

hazret-i tâcidârînin evvel-i âsâr-ı ilmiyyesi bulunmak… Bu def’a dahî Encümen-i

Dâniş’in belki Meclis-i Maarif-i Umûmiye’nin fenn-i maarifçe akdem-i âsâr-ı nâfiâsı

olmak ve fazl-ı ilahî ile müşerref olduğum me’mûriyyet-i âbidânemin fârizâ-ı ilahî

ile müşerref halimce edâ kılınmak emniyye-i hayriyyesiyle işbu kitâb-ı hikmet

413 E.D. Beaumont, İlm-i Tabakat’ül Arz, (Çev: Mehmet Ali Fethi) Darüt-Tıbaatt’ül Amire, İstanbul,

1269

179

meymûn dahî huzur-ı menşeüs-sürûr-ı hazret-i şehriyâriye arz ve irâe buyrulması

akdem-i âmâl-i muhlisânem bulunmuştur.”414

Mütercimin mukaddime kısmında da belirttiği gibi, İlm-i Tabâkât-ı Arz kitabı

Encümen-i Dâniş’in, belki de Meclis-i Maarif-i Umûmiyenin fen bilimlerine ait ilk

kitabıdır. Ders kitabı olarak hazırlanmamakla beraber, Türkçe başka bir jeoloji kitabı

olmadığından 25 yıl süreyle bu eser okutulmuştur.415 Jeoloji teriminin ilk kez

kullanıldığı bu esere ilişkin dikkat çeken bir nokta da Türkçeye tercümesi ve tab’

ettirilmesinin devlet ricali arasında fevkalâde bir rağbete mazhar olması ve kitabın

baş tarafına 9 kişi tarafından Arapça, Farsça ve Türkçe takriz yazılmasıdır. Kitaba şu

şahıslar takriz yazmışlardır.

Sadr-ı sâbık devletlû, übbehetlû Âli Paşa Hazretleri,

Devletlû, utûfetlu Ser’asker Mehmed Paşa Hazretleri,

Hâlâ Vidin Valisi devletlû Abdurrahman Sami (ibnü’ş şeyh-i Ahmedî) Paşa

Hazretleri,

Meclis-i Vâlâ A’zasından devletlû Yusuf Kâmil Paşa Hazretleri,

Sudûr-ı izamdan ve Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî ve Meclis-i Maarif Azasından

semâhetlû Mehmed Rüşdi Efendi Hazretleri,

Hariciye Nazırı atûfetlü Keçecizâde Kemal Efendi Hazretleri,

Mekâtib-i Umûmiye Nazırı saâdetlû Kemal Efendi Hazretleri,

Meclis-i Maarif A’zasından saâdetlû Subhî Beyefendi Hazretleri,

Mütehayyizân-ı Müderrisîn-i kirâm ve Meclis-i Maarif ve Encümen-i Dâniş

A’zasından mekremetlû Ahmed Cevdet Efendi.

414 A.g.e., s.7 415 H. Şıra, Rusçuklu Ali Fethi Efendi, Hayatı, Eserleri ve Hilyesi, Yayınlanmamış Y.Lisans Tezi,

İstanbul, 2008 s.30

180

4.1.13. “Mufassal Tarih-i Umûmî” Yazdırma Teşebbüsü

Encümen’in elimizde belgesi bulunan bir çalışması da; Mufassal bir Tarih-i

Umumi yazdırılmak istenmesi ve bunun için de Encümen-i Dâniş’ten ve hariçten

bazı kimselerin tayin edilmesi hususudur. Şöyle ki: Encümen-i Dâniş, mufassal bir

tarih-i umûmî yazdırmak istemiş ve unun için de bir rapor kaleme alarak durumu

Meclis-i Maarif-i Umûmiye’ye iletmişti. Meclis-i Maarif-i Umûmiye de, planlanan

bu Tarih-i Umûmi’nin lüzumunu kabul ederek padişaha arz etmiş ve daha sonra

padişahın da kabul etmesiyle faaliyetlerin başlaması hususunda irade-i seniyye sadır

olmuştu416. Bu umumî tarihin yazılması konusunda Encümen’in Meclis-i Maarif-i

Umûmiye’ye göndermiş olduğu raporda özetle şu hususlar üzerinde durulmaktadır;

1- Tarih ilmi, devlet ve millet hayatında çok önemli bir mevkie sahiptir. Fakat

buna hakkıyla vakıf olabilmek için pek çok kitabını mütalaa etmek gerekir. Bunun

için de ömürler yetmez.

Eğer ki, mazideki devlet ve milletlerin genel durumlarını, birbirleriyle olan

cüz’î ve küllî münasebetlerini, ne suretle kudret ve kuvvet kazandıklarını ve sonra

hangi sebeplerden dolayı harabiyete yüz tuttuklarını özet mahiyetinde bildirmek için

telif olunmuş olan umumî tarih kitaplarından birisini “ashâb-ı basiret”ten bir şahıs

mütalaa etse, bu onun için kâfidir. Zaten bizdeki umumi tarih kitapları Arapçadır.

Arap müellifleri bu mevzuya önem vererek, geçmiş ümmetlerin ve devletlerin

ahvalini ve meydana gelen olayların hakikî sebeplerini layık-ı veçhile tahkik ve

tetkik ederek tarih ilminde ilerlemişler ve belki de bu sebebe binaen bütün milletlere

galebe etmişlerdir. Daha sonra Araplardan bu ilimle uğraşanlar azalınca son çağın

tarihi olayları yazılamamış ve bu konu da meçhul kalmıştır. Yazılmış olan kitaplar

416 BOA, İ. DH., 264 / 16459

181

Türkçeye tercüme edilmeyince de halkımız bu ilimden gerektiği şekilde istifade

edememiştir.

2- Eğer ki Batı dillerinden birinden bir umûmî tarih tercüme edilse kifâyet

eder gibi zannolunsa da, onlarda da Asya ve Afrika’nın eski durumlarına ait bilgiler

noksandır. Zaten aranılan malumatın ekserisi Avrupa’ya münteşir olan fünûn ve

maarifin asıl ve esası ve bizim de hem dilimizin hem de dinimizin kaynağı olan

Arapçada mevcuttur. Batılı dillerde yazılmış olan eserlere ihtiyacımız; sadece son

çağ (kurûn-ı âhire)ın tarihi olaylarını tashih etmek içindir. Bunun için de bütünüyle

Batılı eserlere müracaat etmek uygun olmayacağından iki tarafın malumatı

birleştirilerek sonradan gelecek nesillere değerli bir hediye olmak üzere “Türkçe bir

Tarih-i Umûmî” tertip ve telif olunması münasip görülmüştür.

3- Yazılacak eser hakkında ayrıca şu hususlar ifade edilmiştir: Arap ve Batı

dillerinde yazılan tarih kitapları bir araya getirilecek ve her millet ve devletin her

devreye ait ibretli durumlarını, vak’aların sebepleri ve vesilelerini şamil bir umûmî

tarih yazılacaktır. Hazırlanacak olan bu çalışma, padişahın yapmış olduğu hayırlı

eserlere güzel bir ilave olacaktır.

Yazılacak bu eser şimdiye kadar yalızmış bütün tarih kitaplarından üstün ve

“bergüzîde-i tesanif âsâr” denmeye layık bir güzel eser olacaktır. Bu büyük işin

altından tek kişinin kalkmasına imkan olmadığından, cereyan eden müzakerelerin

neticesi olmak üzere azadan bir kısmının buna namzed ve tayin kılınması

kararlaştırılıştır. Fakat ekteki listede gösterilen Enis Efendi ve Aleko Encümen-i

Dâniş azalarından olmamakla beraber kendilerinin bu işte fazlasıyla yardımları

olacağından Encümen’in haricî azalıklarına tayinleri uygun görülmüştür.

182

Yazılacak tarih üç kısma ayrılacak ve bunun için de –ekte sunulan

isimlerden– her bir kısım için azadan ayrı ayrı şahıslar tayin olunacaktır.

Heyette bulunan şahıslar bu büyük eseri vücuda getirinceye kadar elbette pek

çok kitaba ihtiyaç duyacaklardır. Onun için her birinin bütün tarih kitaplarını

edinmesi ve çoğu da memur sınıfından olduklarından kütüphane kütüphane dolaşarak

icap eden kitaplara müracaat etmeleri zor olacaktır. Bu sebeple herbir üyenin icab

ettikçe müracaat edebilmesi için her çeşit tarih kitabının birer nüshası

kütüphanelerden alınarak muvakkaten Darü’l-Maarife konulması uygun görülmüştür.

Heyette Bulunan Şahıslar ve Yazacakları Kısımlar

I. Kısım: İlk Çağlardan Hz. Musa (a.s.)’ya Kadar:

1. Semâhetlû Rüşdi Molla Efendi Hazretleri (Bu zatın başkanlığı altında

komisyon çalışacaktır).

2. Ferik Saâdetlû İbrahim Paşa Hazretleri.

3. İstanbul Pâyelûlerinden Fazîletlû Hüsam Efendi.

4. Mevâlîden İlyas Efendi.

5. Müderrisînden Ahmed Cevdet Efendi.

6. Tercüme Odası Memurlarından Mösyö Sahak.

7. Encümen-i Dâniş haricî azalığına tayin edilen Enis Efendi.

II. Kısım: Hz. Musa (a.s.)’dan Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)

zamanına kadar:

1. Saadetlû Recaî Efendi.

2. Kemal Efendi.

3. Subhî Beyefendi.

183

4. Müneccimbaşı Osman Efendi.

5. Ali Fethi Efendi.

6. Redhouse.

7. İstefenaki.

8. Enücümen-i Dâniş haricî azalığına tayin edilen Takvimhane’de görevli

Aleko.

III. Kısım: Üçüncü kısım iki bölüme ayrılmıştır:

Birinci Bölüm: Peygamberimiz (s.a.v.)’in hicretlerinden Osmanlı’nın

zuhuruna kadar:

1. Ferik Saâdetlû Derviş Paşa Hazretleri.

2. Saâdetlû Ahmed Vefik Efendi.

3. Miralay Nureddin Bey.

4. Müderrisînden Ahmed Hilmi Efendi.

5. Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne Hocalarından Bogos.

İkinci Bölüm: Osmanlı’nın zuhurunun günümüze kadar:

1. Saâdetlû Hayrullah Efendi Hazretleri.

2. Şam Mollası Aziz Efendi.

4.1.13.1. Tarih-i Umûmîden Bir Kısım417

Önsözde Encümenin genel bir tarih yazdırma kararının gerekçesinde

belirtildiği gibi, tarihin öneminden bahsedildikten sonra tarihten yararlanmak için

bütün tarih kitaplarını okumak gerekebileceği ancak bir genel tarih yazılırsa buna

gerek kalmayacağı ifade etmektedir. Ardından Paris üniversitesinin eski hocalarından

417 Sahak Abro, Tarih-i Umumiden Bir Kısım, Yazma, İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No:

NEKTY01432

184

Mösyö Souvenn’in genel tarih eserini tercüme etmeye başladığını söyler. Bu

çalışmayı orijinal eserdeki taksime uygun olarak birinci bölümünün Hz. Âdem’den

Roma devletinin kuruluşuna kadar, ikinci bölümünün Roma ‘nın kuruluşundan Batı

Roma’nın yıkılışına kadar, üçüncü bölümünün bu tarihten İstanbul’un fethine kadar,

dördüncü bölümünün ise fetihten o güne yani 1851’e kadarki olayları kapsayacak ve

her bir bölümü beş cilt olacak şekilde planladığını ve Padişah’ın uygun görmesi

halinde ayda bir cilt tercüme edip takdim edeceğini belirttikten sonra, birinci cildi bu

amaçla Encümen-i Daniş’e sunduğunu söylemektedir.

Elimizdeki kitap, mütercimin yaptığı plana göre, birinci bölümdür ve başlığı;

“Dünyanın yaratılışından Truva şehrinin ünlü kuşatmasına kadar olan olaylar”dır. Bu

bölüm on altı bent şeklinde yazılmıştır. Birinci bent: Dünyanın yaşı beyanındadır.

İkinci bent: Âdemoğlu’nun asıl vatanı beyanındadır. Üçüncü bent: Âdemoğlu’nun

eski çağlardaki durumuna ilişkin bazı fikirler beyanındadır. Dördüncü bent: Truva

şehrinin ünlü kuşatmasına kadar meydana gelen eski kutsal olaylar beyanındadır.

Beşinci bent: Pers devletinin ortaya çıkışı beyanındadır. Altıncı bent: Asurlu’nun

geçmişteki durumu hakkındadır. Yedinci bent: M.Ö. 1270 yılında Babil ve Ninova

şehirlerinin durumu beyanındadır. Sekizinci bent: Eski devirde Fenike denilen

Beyrut civarındaki sahil bölgesinin geçmişi beyanındadır. Dokuzuncu bent:

Çerkezlerin yaşadığı yerler, Rusya ve Tataristan bölgelerinin geçmişi hakkındadır.

Onuncu Bent: Beyrut-Şam sahillerinin ve Arapların bazı durumları beyanındadır. On

birinci Bent: Mısır’ın geçmişi hakkındadır. On ikinci bent: Anadolu’nun geçmişi

hakkındadır. On üçüncü bent: Yunanistan’ın geçmişine dairdir. On dördüncü bent:

Girit adasının geçmişine dairdir. On beşinci bent: Truva şehrinin ünlü savaşına

dairdir. On altıncı bent: İtalya’nın geçmişine dairdir.

185

Kitabın devamı mahiyetinde başka bir esere rastlayamadığımız ve buna dair

bir arşiv belgesi de bulamadığımız için mütercimin beklediği ilgiyi görmediği

anlaşılmaktadır.

4.1.13.2. Tarih-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniye418

Encümen-i Dâniş’in ikinci başkanı Hayrullah Efendi tarafından yerli ve

yabancı kaynaklardan yararlanılarak kaleme alınan bu eser 18 ciltten oluşmaktadır.

Asıl adı Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye Tarihi olup literatüre Hayrullah Efendi Tarihi

adıyla geçmiştir. Encümen-i Daniş'in kurulduğu (1851) sıralarda yazımına

başlanarak 1853-1865 yılları arasındaki zaman içinde muhtelif aralıklarla on beş cilt

halinde ortaya çıkan eser, müellifin ölümüyle yarım kalmış olmakla beraber Osmanlı

tarih yazıcılığında alışılmışın dışındaki farklı zihniyet ve tutumdan dolayı özel bir

yere sahip olmuş ve bir kaynak değerini kazanmıştır.

Hayrullah Efendi'nin, kendi devrinin hükümdarı Sultan Abdülmecid zamanını

da (1839–1861) içine alacak şekilde, otuz iki Osmanlı padişahından her birinin

saltanat devresine ayrı bir cilt tahsis etmek üzere planladığı eser, Osmanlı tarihinin

Ertuğrul Gazi çağından başlayarak Sultan I. Ahmed'in ( 1603–1617) saltanatı sonuna

kadar ancak on dört padişahın yer aldığı bir kesimini kapsamaktadır. Eser, 1872–

1875 yılları arasında Divan-ı Ahkam-ı Adliyye müfettişi Ali Şevki Efendi tarafından

Zeyl-i Tarih-i Hayrullah Efendi adı altında tamamlanmak istenmişse de I. Mustafa,

II. Osman, IV. Murad ve Sultan İbrahim’in saltanatlarının ele alınıp 1648'e kadar

zeyl edildiği üç ciltten sonra bu teşebbüsün de sonu gelmemiştir. Hayrullah Efendi

Tarihi, Ali Şevki Efendi'nin zeyilleriyle beraber 1853–1875 yılları arasında bazıları

418 Hayrullah Efendi, Ali Şevki, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye Tarihi, 18 Cilt, İstanbul, 1269-1291

186

iki defa olmak üzere her biri 69 ile 237 sayfa arasında değişen, toplam 2054 sayfa

hacminde on sekiz cüz halinde yayımlanmıştır.

Hayrullah Efendi bu eserini "usul-i cedid üzre" dediği bir metot takip etmek

suretiyle meydana getirdiğini sık sık belirtmektedir. Bütün ciltlerinde uyguladığı bir

plan gereğince her bir padişahın saltanat devresine rastlayan tarihi hadiseler üçlü bir

çerçeve içinde ele alınmaktadır. Bahis konusu edilecek devreye giriş olmak üzere her

defasında önce doğuda ve batıdaki devletlerin siyasi. askeri ve içtimai durumlarına

göz atılarak dünyanın o çağda ne halde bulunduğunu gösteren umumi bir tablo

çizilir. Ardından kitabın ağırlık merkezini kuran her ikinci fasılda, cildin kendisine

tahsis edildiği padişahın saltanat süresinde Osmanlı Devleti'nin askeri, siyasi ve

içtimai hadiseleri üzerinde durulur; bunu da buraya kadar bahis konusu edilmiş

hadiseler üzerinde tahliller yürütülüp aralarında münasebetler kurulan "muhakeme

faslı", bazen de "fezleke" dediği bir üçüncü fasıl takip eder. Eserinin terkibi bir

mahiyet taşıyan muhakeme fasıllarında Hayrullah Efendi Osmanlı tarihini ele aldığı

devrin umumi tablosu içine yerleştirmeyi, o çağın hadiseleriyle olan bağlantılarını

göstermeyi hedeflemiştir.419

Hayrullah Efendi, vak'aları seçici ve eleyici bir zihniyetle "vekayi-i cesime"

ve "vekayi-i âdiye" olarak iki ayrı sınıfta değerlendirir. Vekayi-i cesimeden

saydıkları, devlet ve milletin belirli bir zaman dilimindeki hayatına yahut geleceğine

tesir edecek çapta kuvvetli ve sarsıcı akisler meydana getiren, çok defa sosyal

bünyeye, içinde bulunulan devlete veya bir siyasi hâkimiyete yön verecek güçte olan

hadiselerdir. Vekayi-i adiyye ise toplum hayatında her zaman olagelen hadiseler,

tesir ve şümulleri kendi dairelerinden dışarı taşmayan fiillerdir. Hükümdarın ava

419 Ö.F. Akün, “Hayrullah Efendi Tarihi”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.17, ss.76-79, İstanbul, 1998,

s.76

187

gitmesi, huzurunda cereyan eden bir bayram merasimi veya bir elçi kabulü, saray

düğünleri, donanmalar ve şenlikler, sürre alayı uğurlamaları, tevcihat, tayinler vb. bu

ayırımda vekayi-i .adiyye sınıfı içinde yer alır.

Hayrullah Efendi, tarihten asıl beklenen şeyin geçmişin olayları arasında

bağlantılar kurarak bunların sebep ve neticelerini araştırıp ortaya koymak, özellikle

de hal ve gelecek için mesajlar verip uyarılarda bulunmak olduğunu söyler ve

Osmanlı tarihçilerini bu vazifeyi yerine getirmediklerinden dolayı kusurlu bulur.

Batılı tarihçilerin İslam ve Osmanlı tarihine dair eserlerinde dini ve kavmi taassupla

hareket ederek düşmanca görüş ve beyanlarla gerçekleri çarpıtmakta oluşları kadar

doğulu tarihçilerin de çoğunlukla mezhep taassubu, hanedan tutma, siyasi otoriteye

veya hâkim zihniyete yaranma, kavmiyet duygusu gütme gibi davranışları ile

gerçekten uzaklaşmış bulunmalarını çekinmeden yerer.420

Tarafsızlık ve tahlili görüşle tarihin verdiği mesajlara ulaşmak Hayrullah

Efendi'nin tarih anlayışının iki temel prensibidir. Eserinde sık sık bu noktanın üzerine

gelen Hayrullah Efendi, eski tarihlerimizin bu bakımdan zaaflarla dolu olduğuna

örnekler vermek suretiyle tekrar tekrar işaret eder. Mesela Fatih Sultan Mehmed'in

1456 yılındaki Sırbistan seferinde düşman önünde uğradığı başarısızlık (C.VIII;

ss.96–97), İspanya Müslümanlarının Hıristiyan zulmü altında yaşamakta olduğu

felakete Osmanlı Devleti'nin önceleri ilgisiz kalışı (C.IX; s.48) gibi hadiselerin

Osmanlı tarihçilerinin eserlerinde yer almaması veya basit birkaç çizgiyle

geçiştirilmiş olması vakıasına önemle dikkat çekerek bu davranışın tarihten beklenen

vazifeyi nasıl yok ettiği, onun ibret verici rolü bakımından elde edilecek istifadenin

ne derece kaybolduğu meselesini işler.

420 A.g.m, s.77

188

Hayrullah Efendi, eserinde teklif mahiyetinde bazı yeni görüşler ve birtakım

orijinal dikkatler de getirmektedir. Bunların en kapsamlısı, Batı'nın kendine göre

koyduğu tarihin yaygın ve klasikleşmiş devre taksimine karşı İslam ve Osmanlı tarihi

bakımından yaptığı yeni bir devrelere ayırma teklifidir. Avrupalıların insanlık

tarihini, zaman içinde geçirilmiş büyük değişme ve farklılaşmaları dikkate alarak ilk

çağ (kurun-ı ûla), orta çağ (kurun-ı vusta) ve son çağ (kurun-ı ahire) olmak üzere üç

devreye, bunları da kendi içlerinde bazı kısımlara ayırmaları yerinde olmakla

beraber, İslamiyet'in doğuşu ve Osmanlı Devleti'nin dünya sahnesine çıkışı gibi

tarihin gidişine yön verecek çapta ve çağ yaratıcı birer başlangıç noktası getiren iki

büyük hadise olmak itibariyle, artık tarih kitapları "usul-i cedid üzre" hazırlanırken

bu iki mühim vakıayı göz önünde bulunduracak yeni bir devre taksiminin

yapılmasına gerek bulunduğunu söyler ve bu yolda yaptığı bir devrelendirişi

Encümen-i Daniş ' in kabulüne havale eder. Buna göre Ortaçağ'ın sonu Hz.

Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicretiyle kapanmakta. Yeniçağ'ın başlangıcını

da Asr-ı saadet teşkil etmektedir. Altı asır boyunca dünya siyasetini meşgul etmiş

olan Osmanlı Devleti'nin ortaya çıkışı ve teşekkülü de Yakınçağ'ın başlangıcı için bir

hareket noktası olarak kabul edilmelidir. 421

Hayrullah Efendi Osmanlı tarihinde biri yükseliş, diğeri düşüş olmak üzere

iki esas devre görmektedir. Jeopolitik yönden önemli olan yerleri bir bir hudutları

içine alırken idari teşkilatının da gittikçe yerine oturduğunu belirttiği Osmanlı

Devleti'nin, uğranılan Timur yenilgisi üzerine dağılma tehlikesiyle yüz yüze gelip

Çelebi Sultan Mehmed'in derleyici rolü ardından gelen, dört padişahın saltanatları

boyunca devamlı yükselişe geçtiğini ve "müceddid-i sani" diye vasıflandırdığ ı Fatih

421 A.g.m, s.78

189

Sultan Mehmed'in zamanında imparatorluk mertebesine yükseldiğini, I. Selim'in

gayretleri ve Kanuni Sultan Süleyman'ın büyük başarı ve zaferleriyle de bu

yükselişin zirveye vardığını, eserinin ilk on bir cildinde çeşitli yönleriyle açıklayarak

sonraki ciltlerde gerileyiş sürecini ele alır.

Eserinin XII. cildinden itibaren çöküş devresini takip ederek geldiği 1.

Ahmed devrini içine alan ve yazabildiği sonuncu cildin fezlekesi olan fasıl (XV, 75-

83), sadece bu hükümdar zamanının muhakemesi halinde kalmayarak

imparatorluğun bütün çöküş şart ve sebeplerinin geniş bir perspektiften muhasebe ve

izahını verir.

Hayrullah Efendi eserin XIV. cildinde, “İtiraf-ı Kusur-ı Müverrih” başlığıyla

Osmanlı tarihine ilaveten, bahsettiği dönemdeki diğer İslam devletleri ile Hıristiyan

devletleri ve bunların politikaları hakkında bilgi vermesinin bazı kişilerin itirazlarına

sebep olduğunu belirtmiş, ancak kendisinin yeni bir şey yapmaya çalıştığını

belirterek bunları dikkate almayacağını, eserini aynı şekilde yazmaya devam

edeceğini ifade etmiştir.422

Hayrullah Efendi Târihi'nin diğer bir önemli yönü de kullanılan kaynakların

zenginliğiyle kendinden önceki Osmanlı tarihçilerinden çok ileride oluşudur.

Eserinde Şükrullah 'ın Behçetü't-tevârih'inden başlayıp Bihişti Ahmed Sinan Çelebi,

Enverî, Neşrî, Edirneli Ruhi, İdris-i Bitlisî, İbn-i Kemal, Celalzade Mustafa, Feridun

Bey, Hoca Sadeddin, Seyyid Lokman, Kâtip Çelebi, Solakzade Mehmed Hemdemi,

Kara Çelebizade Abdülaziz, Hezarfen Hüseyin, Murtazazade Nazmi'yi içine alarak

Naima'ya kadar uzanan silsilede Osmanlı tarihinin önde gelen kaynaklarının çoğu yer

almıştır. Eserinin umumi tarihe yönelik kısımları için de Reşidüddin'in Câmi'u 't-

422 Hayrullah Efendi, a.g.e, C.14, s.2-4

190

tevârih'i, İbn Haldun'un el-İber ve Mııkaddime'si, Bedreddin el-Aynî'nin

'İkdü'lcümân'ı, Şerefeddin Ali Yezdi'nin Zafernâme'si, Mirhand'ın Ravzatü'ş-şafâ'sı,

Handmir'in Habibü's-siyer'i, İskender Bey Münşî'nin Târih-i 'Alem'Ârâ-yı Abbâsi’si,

Babürlü Hükümdan Cihangir'in Tüzük-i Cihângiri'si (Tezkire-i Cihangir), Ahd-i

Hümayun Müneccimbaşı'nın Sahaifü'l- ahbâr'ı (Cami'u'd-düvel) gibi eserlerden

faydalanmıştır. Hayrullah Efendi Târihi'nin kaynakları bakımından bir başka değeri,

İbn Kemal'in Tevarih-i Al-i Osmân'ı, Feridun Bey'in Münşeâtü's-selatin'i, hekim

ömer Şifai'nin Târih-i Şifâ adlı eseri, Edirneli Ağazade Örfi Mahmud Ağa'nın

Mefhumü't-tevârih'i, Çeşmizade Mustafa Reşid'in Tilrih'i, Sa'di-i Cem'in Vâkıât-ı

Sultan Cem'i, Feridun Ahmed Bey'in Nüzhetü '1-ahbâr'ı, gibi eski müelliflerce pek az

faydalanılmış hatta başkalarınca hiç görülmemiş eserlerin de kullanılmış

olmasıdır.423

Hayrullah Efendi'nin eseri sonraki tarih çalışmalarına değişik ölçüde

kaynaklık yapmış ve tesirini sürdürmüştür. Mustafa Nuri Paşa' nın Netâyic’ül

Vukuat'ına öncülük ettiği gibi Namık Kemal'in Osmanlı Tarihi'nin de başlıca

kaynaklarından biri olmuştur. Telif edilişi üzerinden geçen uzun zaman içinde ortaya

çıkan birçok yeni kaynağa ve Osmanlı tarihi hakkında büyük çaplı kitaplara ve etraflı

incelemelere rağmen derli toplu hali, kuvvetli tesbitleri, günümüzde kendilerine

erişmek imkanı kalmamış eski kaynaklardan gelen bilgi mevcudu ile Hayrullah

Efendi'nin kitabı en yeni çalışmaların referans ve bibliyografyalarında dahi yer

almaktadır.

Avrupa şarkiyat âlemi ilk ciltlerinin çıkışından itibaren Hayrullah Efendi

Tarihi'ne yakın ilgi göstermiş, öbür ciltlerinin her biri çıktıkça bunları da ilmi

423 Ö.F. Akün, Hayrullah Efendi Tarihi, s.78

191

mecmualarda tanıtmakla kalmayıp yapılan yeni baskılarını bile haber vermiş,

gerektikçe yeni ciltlerden bazılarını ayrıca değerlendirmiştir. İlk üç cildi

yayımladığında Hammer, içinde kendi eseri hakkında tenkidi ifadeler bulunmasına

rağmen, kitabı "pek dikkate değer bir eser" diye takdirle karşılamış, onun ölümünden

sonra da eserle ilgili tanıtıcı haberler devam etmiştir.

4.1.13.3 Osmanlı Tarihi

Encümenin dâhili üyelerinden Mektubizade Abdülaziz Efendi tarafından

yazılmıştır. Mufassal bir Tarih-i Umumi yazdırma girişiminde, Hayrullah Efendi ile

birlikte Osmanlı Devletinin tarihini yazmakla görevlendirilmiş olan Abdülaziz

Efendi, Bursalı Mehmed Tahir’in belirttiğine göre424, Yıldırım Bayezid dönemine

kadar olan bu tarihi yazmıştır.425

4.1.14. Sözlük Hazırlama Girişimi

Encümenin faaliyetleri çerçevesinde bir de sözlük yazılması kararı alınmıştır.

Bu sözlükle, köken olarak Arapça, Farsça ve diğer ecnebi dillerinden olup da

dilimize girmiş bulunan kelimelerin belirlenerek, yaygın kullanılanların kendi

dilimizden addedilmesi, bunların dışında kalanların ise dışarıda bırakılması

kararlaştırılmış ve bunun için de bir komisyon kurulmuştu.426 Fakat şu ana kadar bu

komisyonun üyeleri ve böyle bir eserin yazılıp yazılmadığı tespit edilememiştir.

4.1.15. İmlâ Çalışmaları

Encümen-i Dâniş’in, almış olduğu kararlardan birisini de, 1271 (1854) tarihli

devlet Salnamesi’nden öğreniyoruz. “Faide” başlığı altında duyurulan bu habere

göre, (elif) harfinin üzerine konulan med (—) işaretiyle (A) ve üstün ( ' ) ile (E)

424 Bursalı Mehmed Tahir, a.g.e. C.III, s.27 425 F. Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, Çev: Coşkun ÜÇOK, Kültür ve Turizm

Bakanlığı Yay.,Ankara, 1982,. s.389 426 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.58

192

Harflerinin, (vav) harfinin üstüne ve altına konulan Arapça 7 (٧) ve 8 (٨)

rakamlarıyla da (o,ö,u,ü) harflerinin yanlışsız olarak okunması hedeflenmiştir.

Ayrıca bu yılki (1271) Devlet Salnamesi’nde yabancı isimler yukarıdaki alınan

kararlara göre yazılarak, uygulaması da bi’l-fiil yapılmıştır. Encümen’in almış

olduğu bu kararı önemine binaen aynen aşağıya alıyoruz

“Lisân-ı Türkîde sekiz nev’i hareke olduğu halde, alâmâtı üçe münhasır

olduğundan pek çok kelimâtın ve hususiyle esâmî-i ecnebiyyenin okunmasından

zahmet çekildiğine mebni Encümen-i Dâniş kararı üzere bir takım işârât ile harekât-ı

mezkûre yek diğerinden temyiz olunup, tafsilatı Medhal-i Kavaid nam risalede

muharrer ise de, bu senenin salnamesinde ecnebi isimleri ol işârât-ı mahsûsâ ile tahrîr

olunduğundan burada dahî bir ifâde-i icmâliyeye ibtidâr olunur. Şöyle ki: Ağır fetha

üzerine med işareti vaz’ olunarak fethâ-ı hafifeden temyiz olunur. gibi.

Zamme’nin dört kısmı dahî yedi ve sekiz rakamlarıyla fark olunur. İntikam manasına

-------- -aded manasına gibi.”

Bu çalışmalardan başka, Encümen-i Daniş ile Amerika Birleşik

Devletlerindeki bazı üniversite ve enstitüler arasında birkaç yazışma ve kitap

alışverişi olduğunu biliyoruz. Örneğin, Washington’daki Simithsonian Enstitüsünden

esas olarak enstitüyü tanıtan ve çalışmalarını anlatan bazı eserlerin gönderildiğini

biliyoruz.427 Oradan gelen şeylere dair bir belgeye rastlamamakla beraber, Boston

şehrindeki Harvard Üniversitesi’ne de bazı kitaplar gönderildiğine dair bir belge

mevcuttur.428

427 BOA, A.AMD, 31/4 428 BOA, HR.MKT, 45/88

193

4.2- Encümenin Faaliyetlerinin Amacı

Encümen-i Daniş’in tespit edebildiğimiz bu eserlerine ve girişimlerine

baktığımızda; birinin jeoloji, birinin ekonomi-politik, birinin coğrafya, birinin

politika ve ahlak, üçünün dil ve sekizinin tarih ile ilgili olduğunu görmekteyiz. Kesin

olarak Encümenin karar aldığını bildiğimiz çalışmalar ise sadece dil üzerine olanlar

ile tarih üzerine olan çalışmaların bazılarıdır. Ancak nizamnamede, kendiliğinden bir

eser yazan veya tercüme edenlerin de teşvik edileceği ve eser beğenilirse

ödüllendirileceği belirtildiğinden, bu dönemde Encümen üyeleri tarafından yazılan

bazı eserleri de Encümen-i Daniş’in faaliyetleri arasında zikrettik. Bu noktada bizim

dikkatimizi çeken husus, çalışmaların tarih ve dil üzerine yoğunlaşmış olmasıdır.

Bunun neden böyle olduğu hususunda Karaçavuş; “Encümen üyeleri arasında,

özellikle pozitif bilimler alanında faaliyet gösterebilecek üyelerin çok az olduğu, bu

nedenle çalışmaların tarih, edebiyat, dil gibi kültür alanlarına kaydığı biçiminde

düşünceler bulunduğunu da aklımızda tutmamız gerekmektedir”429 demektedir. Ancak

meselenin bu kadar basit olmadığı görüşündeyiz.

Öncelikle neden tarih üzerinde yoğunlaşıldığını anlamaya çalışacağız. Bu

dönemde Avrupa’da da tarihe fazalsıyla önem verilmektedir, hatta “bazı fesefe

tarihçilerinin 19. yüzyıla tarih yüzyılı adını verdiklerini görüyoruz…. Avrupa,

Devrim'in yol açtığı sarsıntılarla çalkalanmaktadır ve bunun tarihsel ve siyasal

sebeplerini araştırmak, irdelemek ve yol açtığı olumsuzlukları gidermek

istemektedir.”430 Osmanlı aydınlarının Avrupa’daki bu durumu ne ölçüde takip

ettiklerini bilmiyoruz ancak Osmanlı Devleti, kendisi de sıkıntılı bir dönem

yaşamakta, hatta beka endişesi taşımaktadır. Avrupa’da tarihe ilginin yoğunlaştığını

429 Karaçavuş; Tanzimat Dönemi Bilim Cemiyetleri, s.175 430 D. Özlem; “Felsefi Hermeneutiğe Geçiş Yolu Olarak Tarihselcilik”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi

Dergisi, C.40, s.1, Ankara, 1999, s.131

194

farketmemiş olsalar dahi devlet adamları kendi problemleri sebebiyle tarihe daha

fazla önem vermiştir diyebiliriz. Hatta yine sıkıntılı bir dönemin ardından gelen Lale

Devrinde de, kurulan tercüme heyetlerinin çalışmalarının çoğunun tarih üzerine

olduğu düşünüldüğünde bu yaklaşım daha da belirginleşir. Nitekim Tanpınar;

“Tanzimat devrinde yenilik hareketinin başında bulunanların memleketi siyasi

terbiyesini sağlamak ve ona bir ufuk açmak için bu tarih disiplinini lüzumlu

gördükleri anlaşılıyor”431 şeklinde bu durumu ifade etmiştir. Zira “İnsanlığın var oluş

ve yaşam süreci göz önüne alındığında, bugünkü ulaşılan gelişme düzeyinin, tecrübî

bir birikim ürünü olduğu ortadadır. İnsanlar karşılaştıkları her bir soruna, yeni baştan

çözüm aramaya kalkışsalardı, dünyamızdaki zihinsel ve teknolojik gelişmenin hangi

düzeyde olabileceğini tasavvur dahi etmek güçtür. Bu nedenle, geçmiştekilerin

tecrübeleri, sürekli daha sonrakilere bir alt yapı oluşturmakta, adeta merdivenin

basamaklarını teşkil etmektedir. İşte tarih bu noktada devreye girmekte ve tecrübî

birikimin daha sonrakilere aktarımına katkıda bulunmaktadır. Tarihsel doküman,

tekâmül merdiveninin harcını oluşturmakta, tarihçi ise ustalığını yapmaktadır.”432

“Tarih kavramının ikinci anlamına göre, kültürü meydana getiren unsurlar,

tarihin inceleme ve araştırma kapsamına girmektedir. Bütün kültür unsurlarının

zaman içindeki durumlarının ve gelişmelerinin incelenmesi sonucu ortaya çıkan

bileşke tarihi meydana getirmektedir. Tarih, geçmişin ortak kültür mirasını bugüne

aktarmakta, bununla birlikte insanı geçmişin yükünden ve ağırlığından

kurtarmaktadır. Bu miras, kişi veya topluma ne olduğunu, niçin ve nasıl böyle

olduğunu açıklar. İnsan, ortak kültür mirasının şuuruna eriştiği andan itibaren,

kendini o miras karşısında hür hissedebilmektedir. Bu durumda insan, onu kabul ve

431 A.H. Tanpınar, a.g.e. s.145 432 H. Uzun, “Tarih Bilimi ve Tarihte Nedensellik”, Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi

Dergisi C.7 S.1, ss.1-13, Kırşehir, 2006, s.3

195

reddedebilir. Bugünü anlamak, gelecek için hazırlanabilmek, sağlam ve doğru bir

tarih şuuru ile mümkündür.”433 “Tarih, geleneğin kuşaktan kuşağa aktarılması ile

başlar; gelenek ise geçmişin alışkanlık ve derslerinin geleceğe taşınmasıdır.

Geçmişte olup bitenler, gelecek kuşakların yararlanması için kaydedilmeye başlanır.

Hollandalı tarihçi Huizinga, tarihi düşünüş her zaman bir amaca hizmet eder

(teleolojiktir) demiştir.”434

Tarihin genel özellikleri ve etkileriyle ilgili olarak bunları ifade ettikten sonra,

bir değişim döneminde tarihe neden önem veya öncelik verildiğini ortaya koymak

için şu alıntıyı yapmak istiyoruz: “Bir yerlerden gelmiş olduğumuz inancı, bir yerlere

gitmekte olduğumuz inancıyla sıkı sıkıya bağlıdır. Gelecekte gelişme yeteneğine

inancını kaybeden bir toplum, geçmişindeki ilerlemeyle ilgilenmekten de çabucak

vazgeçer.”435

Dil konusuna önem verilmesi ise daha önceden başlamıştır diyebiliriz. Giriş

bölümümüzde Beşiktaşlı ulema grubundan Kethüdazade Arif Efendi’nin bu

konudaki sözlerinden bahsetmiştik. Sultan II. Mahmud’un da eğitim dilinin Fransızca

olması kararlaştırılan Tıbbiyenin açılış konuşmasında “sizlere Fransızca okutmaktan

muradım Fransız lisanı tahsil ettirmek değildir. Ancak fenn-i tıbbı öğretip refte refte

kendi lisanımıza almaktır”436 şeklindeki sözleri, XIX. Yüzyılın başlarından itibaren

Türkçe konusunda bir hassasiyetin var olduğunu bize göstermektedir.

433 K. Koçak,; “1983 Ortaöğretim Kurumları Tarih Programının Değerlendirilmesi (Alan Araştırması-

Ankara Örneği)”, Kastamonu Eğitim Dergisi, Cilt:8, No: 1, s.147 434 E.H. Carr, Tarih Nedir?, (Çev: Misket Gizem Gürtürk), İletişim yay. İstanbul, 2011, s.168 435 A.g.e., s.195 436. Bu nutuk tıbbiyenin açılışından (1242) 50 yıldan fazla zaman geçtikten sonra (1299 yılında)

Ceride-i Havadis gazetesinde yayınlanmıştır. Bu yüzden II. Mahmud’un gerçekten bu sözleri söyleyip

söylemediği konusunda biraz şüphe vardır. Ancak Besim Ömer Paşa’nın Nevsal-i Afiyet isimli

eserinde bir fermandan bahsedilmekte ve bu fermanda da Padişahın; “Gerek asakir-i şahanemiz ve

gerek memalik-i mahrusamız içün etıbba-yı hazıka yetiştirmeğe acilen ihtiyacımız olduğundan, şimdi

196

Türkçenin geliştirilmesi Encümen-i Daniş’le resmi bir hedef halini almış,

Encümenin işlevini yitirmesinden sonra da bu amaç doğrultusunda bir takım

girişimler devam etmiştir. İlk ayan meclisi üyelerinden Ahmet Rıza Bey, 1893

yılında Sultan II. Abdülhamit’e yazdığı bir layihada uzun uzun Türkçenin kötü

durumundan bahsedip, İstanbul’da bir Akademi tesisi ile lisanımızın ıslahına

edilecek hizmet yalnız hüsn-i niyet-i şahanenize havale edilmiş bir şeref ve

muvaffakiyettir diyerek bir dil akademisi kurulmasını teklif etmiştir.437 İhsanoğlu bu

konuda “Ahmed Rıza Bey’in Akademi teklifinin dil ile ilgili bulunması ve

1850’lerden beri devam ede gelen değişik resmi ve gayri-resmi kuruluşların baş

hedefinin dil probleminin halli olması, dil meselesinin Osmanlı münevverinin, en

başta gelen sıkıntısı olduğunun bir işareti sayılabilir”438demektedir. XIX. Yüzyılın

ikinci yarısında olması bir ölçüde normal olsa da, henüz Türk milliyetçiliği gibi bir

düşüncenin olmadığı dönemlerde dahi bazı üst düzey kişilerin dil hassasiyeti

göstermesi gerçekten de dikkat çekici bir durumdur.

Bahsettiğimiz bu Türkçe hassasiyetinin sebepleri konusunda da çeşitli

görüşler ileri sürülmektedir. Örneğin Karaçavuş, “Doğrudan ve dolaylı amaç olarak

dilin geliştirilmek istenmesi ve bu amaçla, sonucu getirilmese de bir takım

girişimlerde bulunulması, nizamnameye “…fünun ve sanayi’e dair yazılacak

kitapların amme-i nasın anlayacağı surette adi Türkçe olmasına dikkat ve ihtimam

olunacağına” dair bir takım ibarelerin konulması ve Ahmet Cevdet Paşa’ya yazmayı

üstlendiği tarihi, herkesin anlayacağı bir dilde yazmasının öğütlenmesi, halkın

bir tarafdan muhtac olduğumuz etıbbayı yetiştirip hidemat-ı lazimede istihdam ve diğer tarafdan dahi,

fenn-i tıbbı kamilen lisanımıza alıp, kütüb-i Türkçe tedvine say ü ikdam etmeliyiz.” Dediği ifade

edilmektedir. H. Hatemi, Y. Işıl, a.g.e. s.19-20 437 M. Aktepe; a.g.e., s. 26-27. 438 E. İhsanoğlu, Modernleşme Süreci İçinde Osmanlı devletinde İlmi ve Mesleki Cemiyetleşme

Hareketlerine Genel Bir Bakış, s.20

197

anlayacağı bir dilin ortaya çıkması için çabaların başladığını göstermektedir. Böylece

geleneksel olarak ıslahatlarla, yeniliklerle ve modernleşme ile halkın ilişiğini

kurmayan devletçi anlayış, yavaş yavaş halka doğru yönelme hareketini

hızlandırmak istemektedir…Osmanlı yönetici aydınları, XVII. Yüzyıl düzenlemelerinin

aksine gelişim ve değişim halkla ilişkisini artık kesinlikle kurmuş bulunuyorlardı.”439

Demek suretiyle genelde reformların, özelde de bilimsel çalışmaların halka

benimsetilmesi için dil üzerinde durulduğunu ifade eder ki; Sultan Abdülmecid’in 1845

yılındaki fermanındaki halkın cehaletinin giderilmesi için çalışılması yönündeki emrinin

bir gereği olarak düşünülebilir.

Akyüz ise bu konuda “Takvim-i Vekayi’nin ilk sayısına ait provaları gören II.

Mahmut’un, halkın bu dili anlamayacağı gerekçesiyle, yazıların halkın

anlayabileceği bir dille yazılmasını istemesinden tam yirmi yıl sonra bu önemli konu,

resmi bir ilmi kuruluşun görevleri arasında da yer almak bakımından, ayrı bir değer

taşıyor.”440 diyerek yine benzer bir yaklaşım sergilemiştir. Ülkütaşır ise Türkçenin

geliştirilmesini ve yazılacak eserlerin halkın anlayacağı şekilde olmasını aynı

yaklaşımla, fakat daha idealistçe “Encümenin bu davranışı aynı zamanda halka doğru

ülküsünün Türkiye maarifinde inkişafına da bir başlangıç oluyordu” şeklinde

açıklamaktadır. Bu yaklaşım büyük ölçüde doğru olmakla birlikte bizce eksiktir.

Encümenin kurulmasına dair belgelere bakıldığında, önce Darülfünun’da okutulacak

kitapların hazırlanması, sonra bütün bilim dallarında telif veya tercüme Türkçe

bilimsel eserler yazılması, daha sonra da Türkçenin geliştirilmesi görev olarak

belirlenmiştir. Çünkü birini yapabilmek için önce diğerini yapmak gerektiği

anlaşılmıştır.

439 Karaçavuş, Tanzimat Dönemi Bilim Cemiyetleri, s.173 440 K. Akyüz, a.g.e. s.25

198

Bizce meselenin bundan daha önemli tarafı ise dilin genel manada insan ve

toplum için önemidir. Çünkü dil bir iletişim aracı olmaktan önce düşünme aracıdır ve

düşünce üzerinde fazlasıyla belirleyicidir. “Hangisi olursa olsun dil, insanın evrene

bakışını, onu bütün veya parçalar olarak algılama biçimini belirlemekte, en azından

bunun için önemli katkıda bulunmaktadır. Herder’e göre her millet düşündüğü gibi

konuşur, konuştuğu gibi düşünür. Dahası her millet kendi dilinde, doğrularıyla

yanlışlarıyla, yaşadıkları tecrübeleri depolar ve bunları sonraki kuşaklara dil

vasıtasıyla aktarır. Böylece geçmişte yaşanan hatalar, en azından bunların belli bir

bölümü yeni kuşakların evrene, doğruya, iyiye ve güzele bakışlarının

belirlenmesinde katkıda bulunur. İnsanoğlunun genelde soyut ideal değerler olarak

gördüğü ve zaman ve mekân kayıtlarına bağlı olmadıklarına inandığı değerler dahi

Herder’e göre dil vasıtasıyla milli bir karakteristiğe bürünmektedirler. Bizim, gerçeği

kavrayışımız, estetiği hissedişimiz ve fazilete sarılışımız ancak kendi dilimizin bize

gösterdiği anlayış, hissediş ve sarılma şekli ve içeriğiyle gerçekleşebilir. Şu halde dil,

ne sırf bir araç ne de sırf bir içeriktir. Aksine o bir anlamda, bilginin ona göre

şekillendiği bir kalıptır. Öyleyse dil: Her türlü insani bilginin sınırlarını çizen ve

kapsamını belirleyen bir olgudur.”441

Dilin doğrudan kültürle ilişkisi konusunda da şu sözler yeterince

açıklayıcıdır: “dil insanların hayat karşısındaki davranış tarzına göre

biçimlendiğinden, doğrudan doğruya kültürün ayrılmaz bir parçası olarak karşımıza

çıkıyor. Bu gerçeği göz önünde bulunduran dil bilimcilere göre, dilinde üstünlüğe

erişmemiş bir millet, kültür bakımından da gerçek bir üstünlüğe erişemez.”442

441 M.A. Cabiri; Arap-İslam Aklının Oluşumu, (Çev: İbrahim Akbaba), Kitabevi Yay., İstanbul,

2001, s.86-87 442 A. Göçer, “Dil – Kültür İlişkisi”, Erciyes Dergisi S.287, Kayseri, 2001, s.3

199

Bu açıklamalarla söylemek istediğimiz şudur: Encümen-i Daniş’in öncelikle

dil ve tarih üzerinde durması bizce ne üyelerinin çoğunun fen bilimlerini

bilmemesinden kaynaklanır, ne de sadece bilgiyi halka yayma misyonuyla ilgilidir.

Bilginin halka yayılması amaçlardan biridir elbette ama bu çalışmaların onu da

kapsayan daha öte bir amacı vardır.

Encümen-i Daniş’in amacı genel olarak batı – doğu sentezi şeklinde özetlenir.

Örneğin Berkes; “Tanzimat döneminde yerleşen ikiliğe karşı bütün maarif ya da irfan

alanını bütünleştirecek bir kuruma duyulan ihtiyaç karşısında 1851’de Encümen-i

Daniş adı altında bir kurum kurulmuştu.”443 diyerek bu sentez düşüncesini ifade eder.

Karaçavuş ise “geleneksel evren algısından Encümen-i Daniş’in kuruluşunda da pek

şüphe edilmediği ortaya çıkmaktadır. Yani Osmanlı aydınları, XIX. Yüzyılın tam

ortasına gelindiğinde dünya algılarından şüphe duymamaktadırlar. Daha da önemlisi,

Avrupa bilim ve düşüncesini, bu geleneksel algılayış biçimlerinin içerisinde

kullanmayı düşünmektedirler. Yani yeniyi eskiye eklemleyerek yola devam etmek

istemektedirler.”444 diyerek batı bilgisinin, geleneksel bilgi sistemi içinde mevcut

bilgiye eklenmesinin amaçlandığını ifade eder. Ancak bunun böyle basitçe mümkün

olamayacağını da belirterek girişimin başarısızlığını da bir ölçüde buna bağlar.

Encümenin, batı karşısında her yönüyle ciddi bir krize giren İslam medeniyeti

içinde, batının bazı konulardaki üstünlüğünü kabul ederek bir tür sentez oluşturma

çabasında olduğu ortadadır. Ancak bizce Encümenin yapmaya çalıştığı şey basitçe

bir yeniyi eskiye ekleme çabası değildir. Kuruluşunu sağlayan bazı üst düzey

bürokratlar arasında böyle bir beklenti içinde olanlar olabilir ancak faaliyetlerinin

443 N. Berkes, a.g.e. s.235 444 Karaçavuş, a.g.e., s.117

200

tarih ve dil üzerine yoğunlaşmasına baktığımızda, entelektüel birikime sahip kişilerin

etkisiyle böyle bir yönelim olduğu düşüncesindeyiz.

Encümenin kuruluş gerekçesinden bahsederken, amacının, batıdan gelen

bilgiyi İslamileştirmek olduğunu ifade etmiştik. Bunun gerçekleşebilmesi içinse

başka bir medeniyetin üretimi olan bilgiyi eleştirel biçimde inceleyip, tabiri caizse,

süzgeçten geçirmek gerekir. Bu da ancak sağlam bir bilimsel ve kültürel altyapı ile

mümkündür. Oysa İslam medeniyeti, hem yeni bilgi üretme yeteneğini hem de başka

bir medeniyetin ürettiği bilgiyi kendine uydurarak alma yeteneğini kaybetmiş

durumdadır. Giriş kısmında bahsettiğimiz 18. yüzyıldaki arayış da sonuçsuz kalmış

ve Osmanlı eğitim ve bilim çevresinde batının üstünlüğünü kabul edenler ve batıya

sırtını dönüp içine kapananlar şeklinde bir bölünme yaşanmıştır.

İşte Encümen-i Daniş bu duruma yeni bir çözüm bulma girişimidir ve

öncekilerden farkı şudur: Mevcut durumda Osmanlı-İslam ilim dünyasının batıya

rakip olmasının da, oradaki bilim anlayışını mevcut yapıya eklemesinin de mümkün

olmadığını fark ederek, dil ve tarih çalışmalarıyla, yeni bir bilimsel ve kültürel

altyapı oluşturmaya çalışmıştır. 445

Dilin ve tarihin toplumlar için ne ifade ettiğinden az önce bahsetmiştik. Bilim

ve medeniyet tarihine baktığımızda da durumun bu iddiamızı destekler mahiyette

olduğunu görüyoruz. Avrupa’da Rönesans döneminde ilk açılan akademilerin

felsefe, tarih ve dil üzerine olduğunu belirtmiştik. İslam medeniyetine baktığımızda

da durumun benzer olduğunu görüyoruz; Kur’an’ın doğru okunması ve anlaşılması

için başlayan dil çalışmaları ile Peygamberin hayatını ve sözlerini doğru aktarmak

445 Bu noktada şunu belirtmek isteriz. Yeni bir bilimsel ve kültürel altyapı için gereken bir başka unsur

da bireylerin ve toplumun dünya algısını şekillendirecek bir inanç veya felsefedir. Ancak dönemin

Osmanlı toplumunda veya Encümen üyeleri arasında İslam dininin sunduğu dünya algısı konusunda

bir şüphe yoktur. Dolayısıyla Encümen dinle ilgili bir çalışma yapmamıştır ve biz de bu sebeple

bundan bvahsetmedik.

201

için başlayan tarih çalışmaları, zamanla bağımsız hale gelmiş ve İslam medeniyetinin

rönesansı olarak adlandırılan tedvin asrında (Hicri 2. yüzyılın ortalarından 3. yüzyılın

ortalarına kadar olan dönem) zirveye ulaşmıştır446. Yunan filozoflarından tercümeler

yapılıp incelenmesi ve İslam medeniyetinin felsefe ve pozitif bilimlerde kendi

orijinal ürünlerini vermeye başlaması da bu dönemden sonra olabilmiştir. Dolayısıyla

Bir toplumun bilgi üretebilmesi için kuralları belirlenmiş, zengin kelime hazinesine

sahip, işlenmiş bir dile ve sağlam bir tarih şuuruna ihtiyacı vardır. Encümen-i

Daniş’in de, en azından bazı üyelerinin, bu durumun az veya çok farkında olduklarını

düşünüyoruz. Rönesans döneminde Avrupa’daki dil ve tarih çalışmalarından

haberdar olma ihtimalleri düşükse de, ilmiye kökenli üyelerin İslam medeniyetinin

bahsettiğimiz dönemindeki çalışmalarını bildikleri kanaatindeyiz.

Ayrıca yüzyılın başlarından itibaren Türkçe konusunda bazı üst düzey

kişilerin titiz davrandığını belirtmiştik. Encümenin bazı üyelerinin de henüz

Encümen kurulmadan önceki çalışmalarında Türkçeye önem verdiğini görüyoruz:

Örneğin Kimyager Derviş Paşa, Usul-ı Kimya adlı eserinin 1848 yılında basılan

birinci cildinin önsözünde “ol fenn-i muteberin yalnız kendine mahsus olan

ıstılahatından sarf-ı nazar ile sair kâffe-i kavaid ve mesailinin zeban-ı letafet unvanı

Türkîde pür zuib-ü ziver olarak cem ve telifini bittasvib…”447 diyerek kitabın Türkçe

olmasına özen gösterdiğini belirtir. Encümenin ikinci başkanlığını yapan Hayrullah

Efendi de, eğitim dili Fransızca olan Tıbbiyede okurken ve çalışırken Tıbba dair

yazdığı Terbiye ve Tedavi-i Etfal ve Makalat-ı Tıbbiye adlı eserlerini özellikle

Türkçe kaleme almış ve ardından da Lügat-ı Tıbbiye adıyla büyük bir Tıp sözlüğü

446 Cabiri, a.g.e. s.71 447 H. Hatemi, Y. Işıl, a.g.e. s.53

202

hazırlayarak tıp dilinin Türkçeleşmesine katkıda bulunmuştur..448 Cevdet Paşa’da,

mazbatalarda ve açılış konuşmasında bahsettiğimiz üzere, dil konusuna fazlasıyla

önem vermektedir. Ahmet Vefik Paşa’nın da sonraki yıllarda Türkçe üzerine pek çok

eser verdiğini göz önüne aldığımızda Encümen üyeleri arasında Türkçe hassasiyeti

olanların mevcut olduğu görülmektedir.

Bürokrat üyelerinse siyasi düşünceyle bu çalışmaları bir süre desteklemiş

olmaları büyük bir ihtimaldir. Tanzimat döneminde ülkenin birliğini korumak için

ittihad-ı anasır veya Osmanlıcılık olarak isimlendirilen bir politika uygulanmaktaydı.

Bu politikanın amacı da hangi etnik kökenden olursa olsun vatandaşların Osmanlılık

bilincine sahip olmasıydı; yani bir Osmanlı Milleti inşa edilmesi hedeflenmekteydi.

Bunun için de gerekli olan şey elbette ortak bir kültürdü, yani ortak dil - ortak tarihti.

Bu amaçlarla Encümen-i Daniş bu çalışmaları ve girişimleriyle hedeflenen

doğu – batı sentezi ve siyasi ve kültürel birlik için gerekli zemini oluşturmaya

çalışmıştır.

Bu noktada dil ve tarihin bu etkisi ile ilgili iddiamızı desteklemek için sonraki

bir dönemden, Cumhuriyet döneminden de, örnek vermek istiyoruz. Cumhuriyet

döneminde de bilimsel ve kültürel faaliyetlerin dil ve tarih alanlarına yoğunlaşması

dikkat çekicidir. Genel olarak bunun siyasi amaçlı olduğu, imparatorluktan ulus

devlete geçişte halka milli bilinç kazandırmak için yapıldığı kanaati yaygındır. Bu

kanaat yanlış olmamakla birlikte eksiktir. Zira Atatürk1 Kasım 1936’da, TBMM 5.

dönem üçüncü yıl açılış konuşmasında Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumundan

bahsederken; “Bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin, karanlıklar içinde

unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründeki analıklarını, reddolunamaz ilmi

448 Ö. F. Akün, Hayrullah Efendi, s. 68-75

203

belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk milleti için değil ve fakat bütün ilim âlemi

için, dikkat ve intibahı çeken, kutsal bir vazife yapmakta olduklarını emniyetle

söyleyebilirim… Bu ulusal kurumların az zaman içinde ‘ulusal akademiler halini

almasını temenni ederim’. Bunun için çalışkan tarih ve dil âlimlerimizin dünya ilim

âlemince tanınacak orijinal eserlerini görmekle bahtiyar olmanızı dilerim.”449

demiştir. Afet İnan da, “Atatürk, Türk Tarih ve Dil Kurumlarının istikbalini Akademi

olmakta görüyordu”450demektedir.

Görüldüğü üzere bilim alanında da yeni bir başlangıç yapılmak istendiğinde

dil ve tarih çalışmalarıyla işe başlanmaktadır ve Encümen-i Daniş de bunu yapmaya

çalışmıştır.

4.3- Encümen-i Daniş’in Eğitiminin Modernleşmesindeki Yeri

Osmanlı Devletinin eğitimdeki modernleşme girişimleri, tamamen batılı ve

laik bir eğitim sistemi kurma amaçlı değildir. İlk mühendishanenin kurulmasından

itibaren amaç ihtiyaç duyulan bilgiyi alarak ihtiyaç duyulan elemanları yetiştirmektir.

Yani batıda üretilen yeni bilgiyi alıp sahip olunan eski bilgiye eklemektir. Ancak,

eğitim alanında yenilikler yapıldıkça bu işin bu kadar kolay olmayacağı anlaşılmış ve

yeni sentez arayışları başlamıştır.

Üyelerinin bir kısmının geleneksel eğitim görmüş kişilerden, diğer kısmının

modern eğitim görmüş kişilerden seçilmiş olması ve hem doğu hem de batı

dillerinden eserler tercüme edileceğinin belirtilmesiyle, Encümen-i Daniş, bu sentez

arayışının en açık örneğidir.

449 TBMM Zabıt Ceridesi, Cild:13, s.5 450 A. İnan; Atatürk’ten Hatıralar, TTK Basımevi, Ankara, 1950, s.182

204

Buna karşın bilim ve yükseköğrenim amaçlı kurulmuş olması, umulan ölçüde

çalışma yapamaması ve kısa ömürlü olması sebepleriyle, Encümen’in eğitimin

modernleşmesine katkısı sınırlı olmuştur.

Encümenin eğitimin modernleşmesine doğrudan katkısı olarak

söyleyebileceğimiz şey sadece “İlm-i Tabakat’ül Arz” ile “Kavaid-i Osmaniye”

isimli eserlerin ve ikincisinin basitleştirilmiş versiyonlarının okullarda kitap olarak

okutulmasıdır. Mevcut belgeler ışığında bundan bşka doğrudan bir etkiden

bahsedemiyoruz. Ancak Encümen-i Danişin eğitim ve kültür alanında dolaylı bazı

etkileri olduğu da inkâr edilemez.

Öncelikle nizamnamesinde görevlerinden birinin “Türkçe’nin ilerletilmesi”

olduğunun belirtilmesi, bu hususun devlet politikası haline gelmesi anlamını

taşımaktadır. Bilimsel çalışmaların halkın anlayabileceği şekilde sade bir dille

yazılacağının belirtilmesi de önemlidir. Nitekim Encümen ortadan kalktıktan sonra

da bu anlayış değişmemiş, dilin gelişmesi ve bilimsel eserlerin söz sanatlarından

arındırılarak daha kolay anlaşılır hale gelmesi çabaları artarak devam etmiştir. Edebi

eserler de dahi özellikle Arapça ve Farsça kullanımı azalmış Türkçe artmıştır. Ayrıca

Encümen’in uygulanmamış olan imla çalışması ve yarım kalan sözlük hazırlama

girişimi de sonraki dönemde farklı şekillerde de olsa ortaya çıkmıştır.

Encümen-i Daniş’in ortadan kalkması, onun hizmetlerine duyulan ihtiyaçların

da ortadan kalktığı anlamına gelmediğinden, batı bilgisini halka aktarmak için

“Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniyye” isminde daha sivil görünümlü bir cemiyet

kurulmuştur. Kitap çevirisi için ise Maarif Nezareti bünyesinde “Tercüme Cemiyeti”

adlı bir birim oluşturulmuştur.

205

Encümen-i Daniş’in eğitim sistemine etkisine ilşkin son olarak

söyleyebileceğimiz şey şudur: Maarif-i Umumiye Nezaretinin 1857’deki

kuruluşundan sonraki 20 yıllık süreçte Encümenin yedi üyesi451 (bazıları bir defadan

fazla) Maarif Nazırlığı görevini üstlenmiştir. Tam olarak nasıl ve ne derece olduğunu

belirtmek mümkün olmasa da, bu üyelerin nazırlık görevleri esnasında politika

belirlerken veya karar alırken Encümen-i Daniş’in çalışmalarından, amaçlarından,

öyle bir kurumun kurulmasını sağlayan zihniyetten etkilenmediklerini elbette

düşünemeyiz. Dolaysıyla Encümen-i Daniş uzun süre yaşatılamamış olsa da etkileri

devam etmiştir.

4.4- Encümen-i Daniş’in İşlevini Kaybetmesi

Nizamnamesiyle, Padişahın katıldığı açılış töreniyle, devlet salnamelerinde

yer almasıyla bir devlet kurumu olan Encümen-i Daniş’in sessizce ortadan

kaybolması gerçekten ilgi çekici bir durumdur. Ancak Tanzimat döneminde

Muhassıl meclislerinin kurulup, kısa sürede kapatılması veya Meclis-i Vâlâ-yı

Ahkâm-ı Adliyenin yapısının birkaç kez değiştirilmesi gibi durumlar

düşünüldüğünde çok da şaşırtıcı değildir. Bahsettiğimiz diğer kurumlar gibi,

Encümen-i Daniş’in de kendisinden beklenen hizmeti kısa sürede yapamaması

sebebiyle işlevsizleştirildiği söylenebilir. Encümenin başarısız olmasının ise

birbiriyle bağlantılı birkaç sebebi vardır.

Bunların temelinde de üyelerin önemli bir kısmının bürokrat olması gelir ki

bundan Encümen-i Daniş’in üyeleri bölümünde genişçe bahsetmiştik. Kısaca

özetleyecek olursak bu durum öncelikle bürokrat üyelerin toplantılara işlerinin

yoğunluğu sebebiyle katılamamaları yüzünden Encümen toplantılarının eksik

451 Maarif Nazırlığı yapan Encümen-i Daniş Üyeleri: Abdurrahman Sami Paşa, Ahmed Kemal Paşa,

İbrahim Edhem Paşa, Abdüllatif Subhi Paşa, Ahmed Vefik Paşa, Ahmed Cevdet Paşa ve Mehmed

Emin Derviş Paşa’dır.

206

yapılmasına sebep olmuştur. Toplantıların genellikle ikinci başkan Hayrullah

Efendi’nin başkanlığında yapılması da452 bizce bu sebepledir. Bu durum ayrıca hem

ehil olmayan kişilerin üye yapılmasına yol açmış, hem de bürokratik çekişmelerin

Encümene ve onun doğrudan bağlı olduğu Meclis-i Maarif-i Umumiye’ye

yansımasına sebep olmuştur. Elbette bu da bilim ve maarife hizmet düşüncesine

zarar vermiştir.

İkinci önemli sebep ise 1854 yılında Kırım savaşının çıkmasıdır. Bu savaş

bürokrat üyelerin tüm zamanını aldığı gibi, genel olarak da öncelikli konu haline

gelmiştir. Bu savaşın ülkedeki bilim ve maarife doğrudan etkisi ise Darülfünun

binasının inşaatını ve Darülfünunun açılmasını geciktirmesidir. “Kırım Savaşı

sırasında bina yarı inşaat halindeyken askeri hastane olarak kullanılmıştır. Bu durum

binanın bitirilmesini geciktiren etkenlerden birisi olmuştur.”453

Encümen-i Daniş’in esas kuruluş sebebi olan Darülfünunun açılamaması ve

savaş sonrasında da yeniden gündeme gelmesinin uzun zaman alması, Encümenin

başarısızlık sebeplerinden biridir. Çünkü, açılacak olan Darülfünunda okutulacak

kitapları hazırlamak bir Encümen-i Daniş kurulmasının temel sebebiydi. Diyebiliriz

ki Darülfünunun açılamaması Encümenin somut varlık sebebini ortadan kaldırmıştır.

Ayrıca bazı araştırmacılar başarısızlığın en önemli sebebi olarak ülkede gerekli

bilimsel ortamın veya anlayışının olmayışını öne sürmektedirler. 454 Bizce de bu

yorum yanlış değildir ve Darülfünun, Encümen faalken açılabilseydi, ülkede akademi

452 Akün, a.g.m. s.68 453 İnşaatı tamamlandıktan sonra da 1864 yılında Maliye Nezareti, 1876 ve 1908 yıllarında Meclis-i

Mebusan ve Meclis-i Ayân’ın çalışmaları için kullanılmış olan bu bina on sekiz yılda

tamamlanabilmiştir .M.S. Yılmaz, “Darülfünun Reformu- Darülfünun’dan İstanbul Üniversitesine

Geçiş Süreci (1863-1933)” Kastamonu Eğitim Dergisi, Cilt:9, No:1, (Mart 2001), s.250 454 Bkz: Sertoğlu, a.g.m. s.15, Ülkütaşır, a.g.m. s.165

207

tarzı bir kuruluşun yaşayabilmesi için gereken bilimsel ortamın oluşumuna katkı

sağlayabilirdi.

Ergin, Maarif Tarihi eserinde bu görüşümüzü Ziya Gökalp’ten yaptığı şu

alıntıyla ifade eder: “Nazara alınacak diğer bir cihet de milli marifetler ve milli hars

teşşekkül etmeden, müsbet ilimlerin hakiki âlimleri yetişmeden Encumen-i Danişin

teşkil olunmamasıdır. Darülfünun Milli Maarifi tesise calışan bir fabrika

mahiyetindedir. Encumen-i Daniş ise milli harsi muhafazaya hadim bir muze

hükmündedir. Her memlekette Darülfünun inkılapcı ve ibda’cı, Encumen-i Daniş

muhafazakârdır. Darülfünun Milli Maarifi tesis, Sultanilerle İptidailere tamim;

Encumeni Daniş ise muhafaza eder.”455

Üçüncü önemli sebep ise, Mustafa Reşit Paşa’nın durumuyla ilgilidir.

Encümene sahip çıktığı ve önem verdiği bilinen Mustafa Reşit Paşa’nın 1852’de

sadrazamlık görevinden alınmasında sonrası için Chambers, “Encümen-i Daniş O’na

karşı bir araç olarak kullanılmaya başlandı. Encümenin toplantıları düzensizleşti ve

yapılması tasarlanan projeler önemsizleşti”456 demektedir. O’na karşı kullanıldı

ifadesi, Mustafa Reşit Paşa’nın görevden alınmasından iki yıl sonrasından ölümüne

kadar üç defa daha sadrazam olduğu düşünüldüğünde, ne kadar doğrudur

bilemiyoruz ancak Cevdet Paşa’nın da “Reşid Paşa Encümen-i Daniş’e çok

ehemmiyet veriyordu. Onun sadaretten 1852’de ayrılışından sonra Encümen

rağbetini kaybetmiştir.”457 demesi iddianın diğer kısmını doğrulamaktadır. Fatma

Aliye Hanım da O’nun hakkında “bu gayretli adam iki de bir görevinden

alındığından başladığı işi ancak yeniden göreve geldiğinde tamamlayabiliyordu”458

455 O.N, Ergin, a.g.e, C.III-IV, s.1357-1358 456 Chambers, a.g.m., s.1288 457 T. Kayaoğlu, a.g.e. s.102 458 Fatma Aliye, a.g.e. s.76

208

demektedir. Salnameler takip edildiğinde, Encümen üye sayısının 1273 yılında 39’a

düştüğünden ve son olarak 1279 yılında 27 üyenin görüldüğünden bahsetmiştik. Bu

sebeple 1852’de başlayıp başlamadığından emin olmasak da, 6. yılından itibaren

Encümenin boşalan üyeliklerinin doldurulmadığı ve Encümene artık fazla önem

verilmediği görülmektedir.

Ayrıca Cevdet Paşa; Encümen-i Daniş’in üyeleri seçilirken, Mustafa Reşid

Paşa’nın kendisine yakın olanları tercih ederek, sevmediği bazı üst düzey

bürokratları -üyelik şartlarını taşımalarına rağmen- Encümen’e aldırmamasının

kırgınlıklara ve düşmanlıklara sebep olduğunu ifade etmektedir. Hatta bunlardan

Fethi Paşa’nın sonraki yıllarda Meclis-i Maarif’in işlerinde muhalif bir tavır

takındığını da söylemektedir.459 Dolayısıyla Mustafa Reşid Paşa’nın etkili olmadığı

dönemlerde bürokrasinin diğer grubu Encümen-i Daniş’i kasıtlı olarak desteksiz

bırakıp engellemiş olabilir. Zira nizamnameye göre üyeler hayat boyu seçiliyordu ve

bir yıl mazeretsiz devamsızlık dışında bir sebeple üyelikten çıkarılamazdı.

Dolayısıyla Reşid Paşa muhalifleri Encümene doğrudan bir müdahalede

bulunamıyor, üyelerini değiştiremiyordu. Encümeni ortadan kaldırmaya çalışsalar,

hem Padişah izin vermez hem de maarif düşmanı olarak damgalanırlardı. Bu sebeple

onu bir kenara iterek ve etkisizleştirerek fiilen ortadan kaldırılması yolunu seçmiş

olabileceklerini düşünüyoruz.

Bunların dışında, akademik özgürlüğünün olmaması, masraftan kaçınmak

gerekçesiyle sekreter atanmaması ve yazılacak eserlere ödül verilmesi gibi

desteklerin dahi verilmemesi gibi bazı eksikliklerin de Encümenin başarısızlığında

rol oynadığı söylenebilir.

459 A. Cevdet, Tezakir, 1-12, s.13

209

Bunlara ilaveten şunu söylememiz gerekir; Encümen-i Daniş’in yeni bir

bilimsel ve kültürel altyapı oluşturmaya çalıştığını ifade etmiştik. Elbette bu da kısa

sürede yapılabilecek bir şey değildir. Hatta böyle bir girişimin gerçek manada bir

sonuç vermesi belki de bir asır sürecektir. Dolayısıyla kısa sürede Avrupa

devletleriyle aradaki farkı kapatmayı hedefleyen Osmanlı yöneticileri, Encümenin

bahsettiğimiz düşüncesini benimsemiş olsalar bile, işe bu kadar temelden başlayan ve

umulduğu ölçüde faaliyet gösteremeyen Encümen-i Daniş’ten umutlarını keserek

başka arayışlara girmişlerdir. Bu arayış da batı bilgisini doğrudan ve halkın

anlayabileceği şekilde basitleştirerek yaymaya çalışan Cemiyet-i İlmiye-i

Osmaniye’nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır.

Bu kapsamda Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’nin kuruluş yılının 1861, bu

cemiyete bir yer tahsis edilip de Mecmua-i Fünun isimli dergisinin yayıma başlama

yılının 1862 olmasıyla; Encümen-i Daniş’e salnamelerde yer verildiği son yılın 1862

olması elbette tesadüf değildir. Nitekim Cemiyet-i İlmiye-yi Osmaniye’nin

Encümen-i Daniş’in yerine kurulduğu düşüncesi yaygındır.460 Modern bilimsel

bilgiyi halka yaymak için bu cemiyetin kurulmasından birkaç yıl sonra, 1865 yılında

da, Maarif-i Umumiye Nezaretine bağlı bir Tercüme Cemiyeti kurularak Encümen-i

Danişin bir diğer görevi olan tercüme konusuna çözüm bulunmaya çalışılmıştır.

Böylece Encümen-i Daniş bir kanunla veya fermanla, hukuki olarak,

kapatılmamışsa da, fiilen ortadan kaldırılmıştır. Encümen-i Daniş’i dönemin

Sadrazamı Ali Paşa’nın tasarruf gerekçesiyle lağvettiği bazı kaynaklarda Cevdet

460 Berkes, a.g.e.s.232, N.S. Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, MEB Yayınları, Ankara 1994

C.II, s.815. Karaçavuş’ da “Encümen-i Daniş’in gelenekçi yönü dışlanmış bir devamı niteliğinde

olduğunu düşündüğümüz Cemiyet-i İlmiye-yi Osmaniye…” ifadesini kullanır. Karaçavuş, a.g.e. s.195

210

Paşa’ya dayandırılarak yer almaktadır.461 Ayrıca siyasi olarak Ali Paşa’ya muhalif

olan Ali Suavi de “Biz de de bir vakit Encümen-i Daniş teşkil olunmuş idi. Fakat ‘El-

mer’u aduvvun lima cehilehu (kişi bilmediğine düşmandır)’ fehvasınca düşmen-i

maarif olan Ali Paşa onda azadan olduğu için ne faide görüldü?”462 diyerek

Encümenin kapanmasından O’nu sorumlu tutmaktadır.

Bizce bu yaklaşım sağlıklı değildir. Encümen-i Daniş’in kuruluşunun birkaç

yıl sonrasından itibaren kayda değer bir faaliyette bulunamadığı aşikârdır. Ölen

üyelerinin yerine yenilerinin atanması dahi yapılmamıştır. Bu sebeple durumdan

sadece Ali Paşa’yı sorumlu tutmayı doğru bulmuyoruz.

Nihai tahlilde yukarıda belirttiğimiz sebeplerle Encümen-i Daniş iş yapamaz

hale gelmiş ve yöneticiler konuyla ilgili başka çareler düşünmüşlerdir.

Encümen-i Daniş’in ortadan kalkmasıyla bilim ve kültürde doğu – batı

sentezi arayışının büyük ölçüde sona erdiği ve Cemiyet-i İlmiye-yi Osmaniye’nin

kurulmasıyla tamamen batılılaşmanın öne çıktığı düşünülebilir. Ancak bu tam olarak

doğru değildir. “Filhakika 1839 – 1877 seneleri arasında Bacon, Rabelais, Descartes,

Rousseau, Newton, Diderot, Voltaire… gibi zihinlerde derin değişiklikler yapmış,

içtimai inkılaplar üzerinde müessir olmuş mütefekkirlerin eserlerinden hemen hiçbiri

tercüme edilmemiştir.”463 Dolayısıyla yaşanan değişim devlet yöneticilerinin faydacı

yaklaşımlarının bir sonucudur. Bilgiye ve tekniğe ihtiyaç duyulduğundan bunu en

hızlı şekilde ithal etmeye çalışmışlardır ancak zihniyet değişimi henüz tam

gerçekleşmemiştir. Sentez fikrinden vazgeçilerek tamamen batılılaşma yönelimi

Cumhuriyet döneminde başlamıştır diyebiliriz.

461 Ülkütaşır, a.g.m. s.164, Shaw, a.g.e., C. II, s. 146.; A.H. Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Dergah Yay.

İstanbul, 2000, s.29 462 Ali Suavi, Encümen-i Daniş-i Şarki, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi, (Haz: Mehmet Kaplan, İnci

Enginün, Birol Emil), C. II, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul- 1978, s. 540 463 S.C. Antel, Tanzimat Maarifi, Tanzimat I, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940, s.460

SONUÇ

211

SONUÇ

Osmanlı modernleşmesinde eğitim ve bilim alanında yapılan çalışmalar

şüphesiz en önemli olanlardır. Çünkü eğitim alanındaki girişimler sadece yeni

okullar açılıp yeni bilgilerin getirilmesinden ibaret değildir. Bu yeni eğitim ile

modernleşme düşüncesi yaygınlaşmış ve modern eğitim gören nesiller

modernleşmeyi şekillendirmiş ve daha ileriye taşımışlardır. Eğitim alanında yapılan

ilk girişimlerin sonuçları, sonraki değişimlerin sebepleri olmuştur. Dolayısıyla, bu

süreç boyunca zihniyet ve amaçlardaki değişimi takip etmek önemlidir.

XIX. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, bilim ve eğitim alanında karşılaşılan

problemleri çözmek üzere oluşturulan kurumlardan biri olan Encümen-i Daniş, kısa

ömürlü olsa da oldukça ilgi çekmiştir.

Avrupa’nın üstünlüğünü hissettirdiği XVIII. yüzyıldan itibaren Osmanlı ilim

çevrelerinin girdiği arayışların sonuç vermemesi üzerine yeni okullar açılarak

özellikle ordunun ihtiyacını karşılamak üzere eleman yetiştirilmeye çalışılmıştır.

XIX. yüzyılda ise eğitimin ve bilimin her alanda gerekliliği fark edilerek modern

eğitim yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır.

Ancak Avrupa’nın bilgisiyle beraber Avrupalı filozofların yorumlarının da

modern okullar aracılığıyla gittikçe yaygınlaşması üzerine, bu durumdan rahatsız

olan yöneticilerin durumu kontrol altına almak istemeleri sonucunda, İslam

medeniyetinde benzeri olmayan, bu kurum açılmıştır. Yani Encümen-i Daniş eğitim

reformunun bir sonucu olmakla beraber bu dönemde açılan diğer eğitim

kurumlarından farklıdır.

Encümen-i Daniş’in şekil yönünden Fransız Akademisine benzediği ve

Avrupa ülkelerindeki akademi veya enstitülerinkine benzer faaliyet göstermesinin

212

amaçlandığı konusunda kuşku yoktur. Ancak Osmanlı Devletinin bilimsel durumu

sebebiyle tam olarak böyle bir hüviyete sahip olamamıştır. Bu sebeple Encümen-i

Daniş’in akademi olarak kabul edilip edilemeyeceği konusunda farklı fikirler ileri

sürülmüştür.

Üyelerinin bir kısmının ulemadan, bir kısmının modern eğitim görmüş

kişilerden seçilmiş olması ve belgelerde hem doğu hem de batı dillerinden ulum ve

fünuna ait eserlerin tercüme edileceğinin ifade edilmesi sebebiyle Encümen-i

Daniş’in bir tür doğu – batı sentezi yapmayı amaçladığı konusunda da şüphe yoktur.

Ancak kuruluş nizamnamesinde Türkçenin geliştirilmesinin görev olarak

belirtilmesine ve Encümenin gerçekleştirdiği faaliyetlere baktığımız zaman bu

sentezin kolayca ve hızla yapılabilecek bir iş olmadığı düşüncesinin olduğu ortaya

çıkmaktadır. Encümen üyelerinin en azından bazıları, modern batı medeniyetinin

ürünlerinden faydalanabilmek ve kendi medeniyetimizin de bu doğrultuda ürün

verebilmesini sağlamak için Türkçenin ıslah edilmesini ve geçmişin kapsamlı bir

şekilde yeniden incelenmesini gerekli görmüştür. Böyle bir çalışmanın dolaylı olarak

kültürel ve siyasi sonuçları da olacaktır.

Ancak bu düşüncenin dönemin yöneticileri tarafından ne derece kabul

gördüğünü tam olarak bilemiyoruz. Kabul görmüş olsa bile devletin beka sorunu

yaşadığı bir dönemde böylesine uzun vadeli bir çalışmaya yeterince sabır

gösterilememiş de olabilir. Ayrıca dönemin bürokratları arasındaki fikir ve menfaat

çatışmalarının da Encümenin çalışmalarını etkilediğini biliyoruz. Bu sebeplerle

Encümen-i Daniş, ne kurucularının ne de üyelerinin hedeflerini gerçekleştiremeden

ortadan kalkmıştır.

213

Encümenin ortadan kalkmasından sonra bilim ve eğitim alanlarındaki

girişimlere baktığımız zaman Osmanlı devlet yöneticilerinin doğu – batı sentezinden

büyük ölçüde vazgeçtiklerini ve batı bilgisini hızla ülkeye aktarmaya çalıştıklarını

görüyoruz. Sentez fikri bazı kişi ve grupların her zaman gündemlerinde olmuşsa da,

bunu gerçekleştirmek adına kayda değer bir girişimde bulunulmamıştır ve modern

batı bilgisi ve bilim anlayışı gittikçe üstün hale gelmiş ve Cumhuriyet döneminde de

tek bilim anlayışı haline gelmiştir.

Encümenin ortadan kalkmasının önemsediğimiz bir başka boyutu da şudur:

Eğitim ve bilim kurumlarının köklü ve oturmuş geleneklere sahip olmasının çok

önemli olduğunu, dolayısıyla Encümen-i Daniş’in yaşatılamamış olmasının büyük

bir kayıp olduğunu düşünüyoruz. Zira Encümen-i Daniş varlığını sürdürebilseydi

zaman içinde eksikleri giderilebilir ve ülkemiz 160 yıllık geçmişi ve birikimi olan bir

akademiye sahip olabilirdi. Türkiye Bilimler Akademisinin ancak 1983 yılında

kurulabilmiş olduğunu ve ülkemizden çok daha küçük bazı ülkelerin asırlık

akademileri olduğunu düşündüğümüzde akademisiz geçen 120 yılın önemli bir

eksiklik olduğu kanaatindeyiz.

BİBLİYOGRAFYA

214

BİBLİYOGRAFYA

ARŞİV BELGELERİ

1267 yılı İrade Defteri Meclis-i Vâlâ bölümü, No:1740

A.AMD, 79 / 12, 56 / 76, 64 / 14, 29 / 5, 31/4

A.DVN. DVE, 21 / 28,

A. MKT. MHM, 124 / 95, 168 / 5, 298 / 12139

A. MKT, MVL, No:196 / 41,

A.MKT.NZD., 106 / 83, 189 / 58, 339 / 77, 27 / 2

HAT, 1320 / 51545

HR.MKT, 45/88,

İ.DUİT-192/54,

İ.DH, 237 / 14310, 259/16023, 243 / 14804, 264 / 16459, 452 / 29946, 264 / 16459,

143 / 7390

İ.HR, 118 / 5800,

İ.MVL., 198 / 6166, 210 / 6806, 208 / 6740, 96 / 2015, 96 / 2036

MF.MKT, 93 / 145, 779 / 13, 131 / 87

TBMM Zabıt Ceridesi, Cild:13

SÜRELİ YAYINLAR

Takvim-i Vekayi No:69, 7 Cemaziyelahir:1249

Takvim-i Vekayi No:280, 12 Muharrem 1261

Takvim-i Vekayi No:283, 4 Rebiüleevel 1261

Takvim-i Vekayi, No: 303, 27 Receb 1262

215

Takvim-i Vekayi, No: 449, 1 Şaban 1267 (1 Haziran 1851)

Takvim-i Vekayi No 453, 7 Şevval 1267 (5 Ağustos 1851)

Ceride-i Havadis, Sayı:557, 11 Safer 1268 (6 Aralık 1851)

KİTAP VE MAKALELER

ADIVAR, A. Adnan, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1982

Ahmet Cevdet Paşa, Tezakir, (Haz.: Cavit Baysun), TTK Basımevi, Ankara 1991

Ahmed Lütfi, Vak’a-nüvis Ahmed Lütfi Efendi Tarihi, C.IX, Yay: Münir Aktepe,

İstanbul Üniversitesi edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul, 1984

Ali Suavi, Encümen-i Daniş-i Şarki, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi, (Haz: Mehmet

Kaplan, İnci Enginün, Birol Emil), C. II, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

Yayınları, İstanbul- 1978, ss. 539–542

AKAGÜNDÜZ, Seval Yinilmez, “Osmanlı Devleti’nde Okutulan İlk Fizik Ders

Kitabı:Usûl-ı Hikmet-i Tabiiyye (Doğa Felsefesine Giriş)”, Turkish History

Education Journal, C.2, S.2, Fall 2013, ss.58-77

AKSOY, Hasan, “Ziver Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.44, ss.474-475

AKTEPE, Münir, Türkiye’de Akademi Meselesi ve II. Abdülhamid’e Dil

Akademisi Hakkında Sunulan Layiha, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S.8,

Ankara, 1968

AKÜN, Ömer Faruk, Hayrullah Efendi, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,

İstanbul–1988, C. 17

________________, “Hayrullah Efendi Tarihi”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.17,

ss.76-79, İstanbul, 1998

216

________________, “Ahmed Vefik Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.2, ss.143-

157

AKYILDIZ, Ali, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilatında Reform, Eren

Yayıncılık, İstanbul, 1993

________________, “Sadık Rifat Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.35, ss.400-

401,

________________, “Subhi Paşa Abdüllatif”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.37,

ss.450-452

AKYÜZ, Kenan Encümen-i Daniş, Ankara Ün. Eğt. Fak. Yay., Ankara, 1975

AKYÜZ, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Pegem Akademi Yay. Ankara, 2015

ALKAN, Mehmet Ö., Osmanlı’da Cemiyetler Çağı, Tarih ve Toplum-Osmanlı’da

Cemiyetler-I, C. 40, S. 238, İletişim Yayınları, İstanbul-2003, ss. 4-12.

ANDIÇ, Fuat - ANDIÇ, Süphan, Sadrazam Ali Paşa-Hayatı, Zamanı ve Siayasi

Vasiyetnamesi, Eren Yayıncılık, İstanbul-2000

ANTEL, S. Celal, Tanzimat Maarifi, Tanzimat I, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940,

ss.441–462

ARIKAN, Zeki, “Tarih-i Cevdet”, TDV İslam Ansiklopedisi C.40, ss.75-77,

İstanbul, 2011

ARSLAN, Fatih, Encümen-i Daniş ve Osmanlı Aydınlanması, Mustafa Kemal

Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C.6, S.11, ss.422–441, Hatay, 2009

ATILGAN, Emine, Tanzimattan Sonra Kurulan İlmi Cemiyetler, Sakarya

Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya–

1999

217

ATILGAN GÜMÜŞSOY, Emine, Keçecizade Mehmed Fuad Paşa,

Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2006

AYDIN, Mahir, “Edhem Paşa, İbrahim”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.10, ss.418-

420

AYDIN, Süleyman, “Bilgi Toplumu İdealini Gerçekleştirmede Günümüz

Üniversiteleri”, Mantık, Matematik ve Felsefe 10. Sempozyumu (4 – 7 Eylül 2012

Foça), cms.inonu.edu.tr /panel/ uploads/5/232/bilgi-toplumu-idealini-

AYNİ, Mehmet Ali, Darülfünun Tarihi, Kitabevi, İstanbul, 2007

BABİNGER, Franz, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, Çev: Coşkun ÜÇOK,

Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.,Ankara, 1982

BAKAR, Osman; Gelenek ve Bilim, Çev: Ercüment Asil, Gelenek Yayıncılık,

İstanbul, 2003,

BALCI, Sezai, Bir Osmanlı-Ermeni Aydın Ve Bürokratı: Sahak Abro (1825-1900),

Osmanlı Siyasal ve Sosyal Hayatında Ermeniler, Yay. Haz. İbrahim Erdal, Ahmet

Karaçavuş, İstanbul 2009

BANARLI, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, MEB Yayınları, Ankara

1994

BAYSUN Cavit, “Mustafa Reşit Paşa”, Tanzimat I, ss.723-746

BERKES, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi yayınları, İstanbul, 2006

BEYDİLLİ, Kemal, “Mühendishane-i Bahri Hümayun”, TDV İslam Ansiklopedisi,

c.31, ss.514-516, İstanbul, 2006

________________, “Mühendishane-i Berri Hümayun”, TDV İslam Ansiklopedisi,

c.31, ss.516-518, İstanbul, 2006

218

________________, Türk Bilim ve Matbaacılık Tarihinde Mühendishane,

Mühendishane Matbaası ve Kütüphanesi, 1776-1826,Eren Yayıncılık, İstanbul,

1995

________________, Mustafa Reşid Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.31, ss.348-

350, İstanbul, 2006

________________, “Âlî Paşa, Mehmed Emin”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.2,

ss.425-426, İstanbul, 1989

BEYOĞLU, Süleyman, “Kâmil Paşa, Yusuf”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.24,

ss.283-284

BİLGE, Mustafa L, “Arif Hikmet Bey Şeyhülislam”, TDV İslam Ansiklopedisi,

C.3, ss.365-366

BİLİM, Cahit, İlk Türk Bilim Akademisi: Encümen-i Daniş, Hacettepe

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, C.3, S.2, Ankara, 1985

________________, Osmanlılarda Avrupa’ya Öğrenci Gönderilmesi, Anadolu

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, (Nisan 1999) C.I, Sayı I,

CABİRİ, Muhammed Abid, Arap-İslam Aklının Oluşumu, Çev: İbrahim Akbaba,

Kitabevi Yay., İstanbul, 2001

CARR, E. Hallet, Tarih Nedir?, (Çev: Misket Gizem Gürtürk), İletişim yay.

İstanbul, 2011

CHAMBERS, Richard L., The Encümen-i Daniş and Ottoman Modernization,

VIII. Türk Tarih Kongresi II. Ciltten ayrıbasım, TTK Basımevi, Ankara, 1981

CİHAN, Ahmet, Reform Çağında Osmanlı İlmiye Sınıfı, Birey Yayıncılık,

İstanbul–2004

219

________________, “Osmanlı’da Modernleşme ve İlmiye Zümresi”, Yeni Türkiye-

Osmanlı Özel Sayısı-III(Düşünce ve Bilim), S.33, Yeni Türkiye Yayınları,

Ankara–2000, ss. 168-179

ÇADIRCI, Musa, “Tanzimat’ın Uygulanması ve Karşılaşılan Güçlükler (1840–

1856)”, Mustafa Reşit Paşa ve Dönemi Semineri Bildiriler (Ankara 13-14 Mart

1985), TTK Basımevi, Ankara-1994, s. 97-104

ÇEVİK, Zeki, “II. Abdülhamit Dönemi Bir Bürokrat Portresi: Sadrazam (Küçük)

Mehmed Said Paşa ve Reformları”, Turkish Studies, Volume 4/8 Fall 2009, ss.838-

865

DANİŞMEND, İsmail Hakkı, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C.IV, Türkiye

Yayınevi, İstanbul, 1955

DAVİSON, Roderic H., Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform, 1856-1876, Çev:

Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2005

DEVELİOĞLU, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, (Haz.: Aydın Sami

Güneyçal), Aydın Kitabevi, Ankara-1995

DOĞAN, İsmail, Tanzimat’ın İki Ucu: Münif Paşa ve Ali Suavi, Sosyo-

Pedagojik Bir Karşılaştırma, İz Yayıncılık, İstanbul–1991

DÖLEN, Emre, “Mühendislik Eğitimi”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye

Ansiklopedisi, İletişim Yay. C.II, ss.511-516, İstanbul, 1985

________________, “II. Meşrutiyet Döneminde Darülfünun”, Osmanlı Bilimi

Araştırmaları, C.10, S.1, ss.1-46, 2008

ERDOĞDU, Teyfur, “Maarif-i Umumiye Nezareti Teşkilatı”, Ankara Üniversitesi

Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi S.51 Ankara 1996, ss.183-247

220

ERGİN, Hayri, 18. Yüzyıl Fetvalarına Göre Osmanlıda Günlük Hayat (Behcet’ül

Fetava) Örneği, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2006

ERGİN, Osman Nuri, Türkiye Maarif Tarihi, C.I-V, Eser Matbaası, İstanbul, 1977

ESER, Gülşah, “Türkiye’de Modern Bilimlerin Eğitiminde Mektebi Harbiye

Örneği”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları C.13, S.2, ss.99-114, İstanbul, 2012

Eski Harfli Türkçe Basma Eserler Bibliyografyası (Arap, Ermeni, ve Yunan

Alfabeleriyle) (1584-1986), Ankara 2001

Fatma Aliye, Cevdet Paşa ve Zamanı, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1995

Fatin Davud; Hatimet’ül Eş’ar (Fatin Tezkiresi), Haz: Ömer Çiftçi,

http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/dosya/1-219117/h/metin.pdf

FAZLIOĞLU, İhsan Selçuklu Döneminde Anadolu’da Felsefe ve Bilim- Bir

Giriş-, Cogito, İstanbul 2001, Sayı 29

________________, Osmanlı: Bilim ve Düşünce, Türkiye Diyanet Vakfı İslam

Ansiklopedisi, c. XXIII, İstanbul 2007

________________, Kurtuluşun İki Yüzü: Hakikat ve Siyaset, Panel: 350. Ölüm

Yıldönümünde Kâtip Çelebi, 17 Kasım 2007 İstanbul

GEDİKLİOĞLU, Tokay,. Yükseköğretimde Akademik Özgürlük, Yükseköğretim

ve Bilim Dergisi, C.3, S.3, ss.179-183

GENCER, A. İhsan Encümen-i Daniş ve Mustafa Reşid Paşa, Seminer: Mustafa

Reşid Paşa Dönemi (Ankara 13-14 Mart 1985) Bildiriler, TTK Basımevi, Ankara,

1994

GÖÇER, Ali, Dil – Kültür İlişkisi, Erciyes Dergisi S.287, Kayseri, 2001

221

GÖNÇ, Reşid H, Vuruyor mu Dokunuyor mu? http://earsiv.sehir.edu.tr:

8080/xmlui/bitstream/handle/11498/16365/001510364006.pdf?sequence=1&isAllow

ed=y

GÜRAY, Sevim, Ahmet Vefik Paşa, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara–1991

GÜVEN, İsmail, Osmanlı Eğitiminin Batılılaşma Evreleri, Naturel Yayın,

Ankara–2003.

HATEMİ, H. Hüsrev - IŞIL, Yeşim, Bir Bilim Dili Mücadelesi ve Tanzimat, İşaret

Yayınları, İstanbul–1989

HALAÇOĞLU, Y. AYDIN, M.A, “Cevdet Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.7,

ss.443-450

IŞIL ÜLMAN, Yeşim, “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane’de (Galatasaray

Tıbbiyesi’nde) Eğitim”, Türk Tıp Eğitiminin Önemli Adımları, Edt:H.Hatemi,

A.Altınbaş, ss.71-76, İstanbul, 2006

İbn-i Haldun, Mukaddime (Çev: Z.Kadiri UGAN), MEB Basımevi, İstanbul,

1989,C.II

İbn-i Haldun, Miftah’ül İber, Çev. A.Subhi, İstanbul, Takvimhane-i Amire, 1276,

İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEK74143

İbrahim Hakkı; Marifetname, Sadeleştiren: Faruk Meyan, Bedir Yayınevi, İstanbul,

1975

İHSANOĞLU, Ekmeleddin, XIX. Asrın başlarında –Tanzimat Öncesi- Kültür ve

Eğitim Hayatı ve Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi Olarak Bilinen Ulema Grubunun

Buradaki Yeri, (Haz.: Ekmeleddin İhsanoğlu), OİMC-1. Milli Türk Bilim Tarihi

Sempozyumu-3/5 Nisan 1987, İstanbul -1987

222

________________, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, C.I, Feza Gazetecilik, İstanbul

1999,

________________, Modernleşme Süreci İçinde Osmanlı Devletinde İlmî ve

Mesleki Cemiyetleşme Hareketlerine Genel Bir Bakış, OİMC-1. Milli Türk Bilim

Tarihi Sempozyumu-3/5 Nisan 1987, İstanbul -1987

________________, “Darülfünun”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.8, ss.521-525,

İstanbul, 1993

İNAL, İbnülemin M.K, Son Sadrazamlar, C.I-IV, Dergah Yayınları, İstanbul, 1982

________________, Son Asır Türk Şairleri, C.I-IV, MEB Basımevi, İstanbul, 1970

İNAL, İbnülemin M.K, HÜSAMETDİN, Hüsyin, ” Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin

Kuruluş Tarihi ve Nazırların Hal Tercümeleri III”, (Yay.Hz: Nazif Öztürk), Vakıflar

Dergisi, S.17, ss.61-78, Ankara, 1983

İNALCIK, Halil, Akademi Nedir, Türk Akademisi Nasıl Kurulmalıdır. Bir

Örnek: Japon Akademisi, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü

Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968

İNAN, Afet, Atatürk’ten Hatıralar, TTK Basımevi, Ankara, 1950

İPŞİRLİ, Mehmet, Lale Devrinde Teşkil Edilen Tercüme Heyetine Dair Bazı

Gözlemler, OİMC-1. Milli Türk Bilim Tarihi Sempozyumu-3/5 Nisan 1987,

İstanbul, 1987

İSKİT, Server, Türkiye’de Neşriyat Hareketleri Tarihine Bir Bakış, MEB

Yayınları, Ankara,2000

KAÇAR, Mustafa, Osmanlı Devleti'nde Bilim ve Eğitim Anlayışındaki

Değişmeler ve Mühendishanelerin Kuruluşu (Yayınlanmamış Doktora Tezi). İÜ

Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1996

223

KAHYA, Esin, “Fransa’da İhtisas Yapmış Türk Hekimlerinden Bazıları”,

A.Ü.DTCF Dergisi, C.31, S.1.2, ss.245-262, Ankara, 1987

KARA, İsmail, Din ile Modernleşme Arasında-Çağdaş Türk Düşüncesinin

Meseleleri, Dergah Yayınları, İstanbul–2003

KARAÇAVUŞ, Ahmet, Tanzimat Dönemi Osmanlı Bilim Cemiyetleri,

Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2006

________________, Richard L. Chambers’ın “The Encümen-i Daniş And

Ottoman Modernızatıon” Adlı Makalesinin Değerlendirme Ve Çevirisi, Türk

Dünyası İncelemeleri Dergisi, C.IX, Sayı:2, İzmir, 2009

KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi-Islahat Fermanı Devri(1856-1861), C. VI,

Ankara-1988

________________, Tanzimat’tan Evvel Garplılaşma Hareketleri (1718 – 1839),

Tanzimat I, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940, ss.13–30

KARAMANLIOĞLU, Ali .F. Akademi Konusunda Kaçan Fırsatlar, Türk Kültürü

Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968

Kâtip Çelebi; Mizanu’l Hak fi İhtiyaru’l Ehakk, Çev: S.Uludağ, M. Kara, Marifet

Yayınları, İstanbul, 2001

KARASU, Cemi, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Diplomasisine Genel Bir Bakış”,

OTAM Dergisi, S.4, ss.205-222, Ankara, 1993

KAYA DOĞANAY, Fatma, Tanzimattan Cumhuriyete Rüşdiye Mektepleri,

(Yayınlanmamış Doktora Tezi), Erzurum, 2011

KAYAOĞLU, Taceddin, Türkiye’de Tercüme Müesseseleri, Kitabevi yay,

İstanbul, 1998

KAYNAR Reşat, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, TTK Basımevi, Ankara, 2010

224

KOÇAK, Kemal; 1983 Ortaöğretim Kurumları Tarih Programının

Değerlendirilmesi (Alan Araştırması-Ankara Örneği), Kastamonu Eğitim

Dergisi, Cilt:8, No: 1

KOÇER, Hasan Ali, Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi (1773–

1923), MEB Basımevi, İstanbul, 1970

KÖPRÜLÜ, M. Fuat, Akademi Meselesi, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk

Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968, ss.411–13

KÖPRÜLÜ, Orhan Fuat, Fransız Akademileri”, Türk Kültürü Dergisi, C. VI, S. 67,

Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara–1968, ss.468–470

________________, “Fuad Paşa, Keçecizade”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.13,

ss.202-205

KUHN, Thomas, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev: Nilüfer Kuyaş, Kırmızı

yayınları, İstanbul, 2008

KURAN, Ercüment, Avrupa’da Osmanlı İkamet Ekçiliklerinin Kuruluşu ve İlk

Elçilerin Siyasi Faaliyetleri(1793–1831), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü

Yayınları, Ankara-1968

LEVEND, Agah Sırrı, Türk Kültürünün Gelişmesinde Derneklerin ve

Kurumların Rolü, Türk Dili, c:XVII, S.198 Ankara, Mart 1968, s.650

LEWİS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Çev.: Metin Kıratlı), Ankara-1991

________________, Müslümanların Avrupa’yı Keşfi, (Çev.: İhsan Durdu), Ayışığı

Kitapları, İstanbul-2000.

M.Ahmet Eğribozi, Tarih-i Kudema-yı Yunan ve Makedonya, Yazma, İ.Ü. Nadir

Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY02454

225

Mahmud Cevad, Maarif-i Umumiye Nezareti Tarihçe-i Teşkilat ve. İcraatı,

İstanbul, 1338

MALTE-BRUN, Conrad, Afrika Coğrafyası, Çev: Hayrullah Efendi, İ.Ü. Nadir

Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY04232

MARDİN, Şerif, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, (Çev.: Mümtazer Türköne-

Fahri Unan-İrfan Erdoğan), İletişim Yayınları, İstanbul-1998

Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, C. I – IV, (Yay. Haz: Ali Aktan, Abdülkadir

Yuvalı, Mustafa Keskin), Sebil Yayınevi, İstanbul, 1995.

Mehmet Ali Fethi, İlm-i Tabakat’ül Arz, Darüt-Tıbaatt’ül Amire, İstanbul, 1269

MERİÇ Cemil, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İletişim Yay. İstanbul–1993,

s.329

Meydan Lrousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, C.I, Meydan Yayınevi, İstanbul,

1969

Muharrerat-ı Nadire, C. III, İzzet Efendi’nin Matbaasında Basılmıştır, İstanbul-

1289

NASR, s. Hüseyin, İslam’da Bilim ve Medeniyet, (Çev: Nabi Avcı, Kasım Turhan,

Ahmet Ünal) İnsan Yay. İstanbul, 2011,

ÖZAYDIN, Zuhal, Tanzimat Devri Hekimi Hayrullah Efendi’nin Hayatı ve

Eserleri, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul, 1990

ÖZCAN, Abdülkadir, “Harbiye”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.16, ss.115-119,

İstanbul, 1997

ÖZKAN, Nevzat, “Ahmet Cevdet Paşa’nın Türk Dili Hakkındaki Görüşleri ve

Eserleri”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S.20, Yıl:2006/1

226

ÖZLEM, Doğan, Felsefi Hermeneutiğe Geçiş Yolu Olarak Tarihselcilik, A.Ü.

İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.40, s.1, ss.127–145, Ankara, 1999

REDHOUSE, James, İngilizce-Türkçe Sözlük, İstanbul–1998

Sahak Abro, Tarih-i Umumiden Bir Kısım, Yazma, İ.Ü. Nadir Eserler

Kütüphanesi, No: NEKTY01432

________________, Avrupa’da Meşhur Ministroların Tercüme-i Hallerine Dair

Risâle, Takvimhane-i Amire, İstanbul, 1271 (1855), İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi,

No: NEK2049

SARI, Nil, “Mekteb-i Tıbbiye”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.29, ss.2-5, Ankara,

2004

SAYDAM, Abdullah, “Mütercim Rüşdü Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.32,

ss.202-203

SAYILI, Aydın, Ortaçağ İslam Dünyasında İlmi Çalışma Temposundaki

Ağırlaşmanın Bazı Temel Sebepleri (Avrupa İle Mukayese), DTCFFAE Dergisi,

C.I, S.1 Ankara, 1963, ss:5–69

SEMİZ, Yaşar, “Sadık Rıfat Paşa (1807-1857) Hayatı ve Görüşleri”, Selçuk

Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.1, ss.135-144, Konya,1994

SERTOĞLU, Mithat, Türkiye’de İlk İlimler Akademisi “Encümen-i Daniş” Nasıl

Kuruldu, Ne Yaptı ve Neden Dağıldı?, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S:64,

İstanbul, 1973

SEZER, Hamiyet, “Tanzimat Dönemi’nde Avrupa Şehirlerine Gönderilen

Öğrenciler”, (Der.: Hidayet Yavuz Nuhoğlu), Osmanlı Dünyasında Bilim ve

Eğitim Milletlerarası Kongresi-İstanbul, 12/15 Nisan 1999, İslam Tarih, Sanat ve

Kültür Araştırma Merkezi-IRCICA, İstanbul-2001, ss. 687-711.

227

SHAW, Stanford J - SHAW,Ezel.Kural, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern

Türkiye, (Çev.: Mehmet Harmancı), C.II, E Yayınları, İstanbul-1994

SOMEL, Selçuk Akşin, “Kırım Savaşı, Islahat Fermanı ve Osmanlı Eğitim

Düzeninde Dönüşümler”, Tanzimat Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu,

(Edt. H. İnalcık, M. Seyitdanlıoğlu) ss.683-708, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

Ankara, 2011

________________, Osmanlı’da Eğitimin Modernleşmesi (1839-1908), (Çev:

Osman Yener), İletişim Yay, İstanbul, 2015

________________, “Tanzimat Döneminde Eğitim Reformunun Dönüm Noktası:

1869 Tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi, Esbab-ı Mucibe Layihası ve İdeolojik

Temelleri”, Sultan Abdülmecid ve Dönemi (1823-1861), Kahraman, Kemal and

Baytar, İlona (eds.), İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayınları, İstanbul,

2015

Subhi Paşa, Tekmilet’ül-İber, Yazma, 1277, İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No:

NEKTY09301

ŞAPOLYO, Enver Behnan Encümen-i Daniş’in Tarihçesi, Türk Kültürü Dergisi,

C.VI, S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968

ŞENGÖR, M. Celal, “Osmanlı’nın İlk Jeoloji Kitabı ve Osmanlı’da Jeolojinin

Durumu Hakkında Öğrettikleri”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları, C.XI, S.1-2,

ss.119-158, İstanbul, 2010

ŞIRA, Hüseyin, Rusçuklu Ali Fethi Efendi, Hayatı, Eserleri ve Hilyesi,

Yayınlanmamış Y.Lisans Tezi, İstanbul, 2008

ŞİMŞİRLİ, A., EKİNCİ, E.B. Ahmet Cevdet Paşa ve Mecelle, KTB Yayınları,

İstanbul, 2008

228

TANPINAR, A. Hamdi XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi,

İstanbul, 2001

________________,Yaşadığım Gibi, Dergah Yay. İstanbul, 2000

TERZİ, Arzu, “Osmanlı Saray Eczanesinin Teşkilat ve İdaresi (XIX. Yüzyılın İkinci

Yarısında)”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları, C.XI, S.1-2, ss.49-64, İstanbul, 2010

TEKELİ Ve Diğerleri, Bilim Tarihine Giriş, Nobel Yayınevi, Ankara, 2011

TEVETOĞLU, Fethi, Türk Akademisi ve Atatürk, , Türk Kültürü Dergisi, C.VI

S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968

TİMURTAŞ, Faruk.K, Türk Akademisi Kurulurken, Türk Kültürü Dergisi, C.VI

S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968

Todoraki Efendi, Avrupa Tarihi Tercümesi, Yazma, İ.Ü.Nadir Eserler

Kütüphanesi, No: NEKTY02365

TOKSÖZ, Hatice; Osmanlı’nın Klasik Döneminde Felsefe ve Değeri, Değerler

Eğitimi Dergisi, C.V, sayı 13

UBİCİNİ, J.H. Abdolonyme, Türkiye 1850, Çev: Cemal Karaağaçlı, Tercüman 1001

Temel Eser No:63, Tarihsiz

UÇMAN, Abdullah, “Encümen-i Daniş”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 11, İstanbul,

1995

UNAN, Fahri, “Osmanlı Medreselerinin İlmî Performansı Üzerine Bazı Düşünceler”,

Türk ve İslâm Dünyasında Bilim ve Teknoloji Sempozyumu, 3-5 Haziran 1994,

Türkiye Günlüğü sayı:30, ss. 49 – 57, (Eylül-Ekim 1994) İstanbul

UZUN, Hakan, Tarih Bilimi ve Tarihte Nedensellik, Gazi Üniversitesi Kırşehir

Eğitim Fakültesi Dergisi C.7 S.1, ss.1-13, Kırşehir, 2006

229

UZUNDAL, Edip, “Christoph K. Neumann, Araç Tarih Amaç Tanzimat Tarih-i

Cevdet’in Siyasi Anlamı”, (çev: Meltem Arun), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul

1999, History Studies: İnternational Journal of History, Vol:4, Issue:2, July 2012

UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilâtı, T. T. K.

Yay., Ankara 1988

ÜLKEN, H. Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, İstanbul-

1999.

________________, Uyanış Devirlerinde Tercüme’nin Rolü, Ülken

Yayınları,İstanbul-1997.

ÜLKÜTAŞIR, M. Şakir, Encümen-i Daniş -İlk Türk Akademisi-, Türk Kültürü

Dergisi, C. II, S. 17- 18, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,

1964

ÜNVER, Süheyl, “Osmanlı Tababeti ve Tanzimat Hakkında Yeni Notlar”, Tanzimat

I, ss.933-966

VURAL, Hanifi, BÖLER, Tuncay, “Ahmet Vefik Paşa ve Türk Diline Katkıları”,

Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstirüsü Dergisi, S.46, ss.1-24,

Erzurum, 2011

YILMAZ, Mehmet Serhat, Darülfünun Reformu- Darülfünun’dan İstanbul

Üniversitesine Geçiş Süreci (1863-1933) Kastamonu Eğitim Dergisi, Cilt:9, No:1

YİNİLMEZ, Seval, Osmanlıların Modernleşme Sürecinde “Yeni Bilim

Anlayışının” Etkisi: Doğa Felsefesi mi? Fizik mi? Yayımlanmamış Yüksek Lisans

Tezi, A.Ü. Sos.Bil.Ens, Ankara, 2009

Yostinik Aleko, Beyanül Esfar, Yazma, İ.Ü.Nadir Eserler Kütüphanesi, No:

NEKTY02365

230

Zîver Paşa, Âsâr-ı Zîver: Dîvan ve Münşeât (Yay. Yusuf Bahaeddin), Bursa, 1313

Zîver Paşa, Zeyl-i Âsâr-ı Zîver Paşa (Yay. Yusuf Bahaeddin), İstanbul, 1314

231

Küçükler, Osman Zahit, Osmanlı Devletinde Eğitimde Modernleşme ve

Encümen-i Daniş, Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. Hamiyet Sezer Feyzioğlu,

243s.+X

ÖZET

İslam medeniyetinde pozitif bilimlerde ilerlemenin yavaşladığı bir dönemde

kurulmuş olan Osmanlı İmparatorluğu, eğitim ve bilim alanında büyük oranda

geçmişin mirasını devam ettirmiştir. 18. yüzyılın sonlarına kadar eğitimde esas

olarak dini bilimler ve pratik faydaları olan tıp, astronomi ve matematik eğitimleri

verilmiş ancak bu alanlarda da kayda değer bir ilerleme sağlanmamıştır. Bu

yüzyıldan itibaren Avrupa’daki gelişmelerin askeri, siyasi ve ekonomik sonuçlarıyla

karşılaşıldığında ilk kez sorgulama başlamıştır. İlk etapta İslami geçmiş yeniden

incelenmiş ve yeni yorumlar yapılmaya çalışılmış ancak istenen sonuç elde

edilemeden, devletin içinde bulunduğu zorluklar sebebiyle, modern yüksek okullar

açılmış, Avrupa’dan eğitimciler getirilmiş, Avrupa’ya öğrenci gönderilmiş ve

böylece batı bilgisi ülkeye hızla alınmaya başlamıştır.

Ancak bu süreç birbirinden tamamen farklı iki medeniyetin bilgi sistemlerinin

çatışmasına da yol açmış ve hem bu sebeple hem de başka sebeplerle Osmanlı

yöneticileri yapılanları yeterli görmeyerek eğitim ve bilim konusunu yeniden ele

almaya karar vermişlerdir. Tanzimat fermanının ilanından birkaç yıl sonra, 1845

yılında, Padişah’ın bir fermanıyla başlayan bu süreçte bir eğitim meclis oluşturulmuş

ve bu meclisin raporlarına göre girişimler başlamıştır. Bu raporlardan birinde de

ülkede eğitimin gelişmesi, bilimin yaygınlaşması, halkın cehaletinin giderilmesi ve

kurulmasına karar verilen darülfünunda okutulacak kitapları hazırlaması amacıyla

232

çalışmalar yapmak üzere bir Encümen-i Daniş kurulması tavsiye edilmiştir. Kelime

anlamı itibarıyla bilim komisyonu anlamına gelen bu kurumun, Avrupa ülkelerindeki

gibi bilimsel çalışmaları yönlendiren ve destekleyen Akademi veya Enstitü tarzı bir

kurum olarak faaliyet göstermesi amaçlanmıştır.

Bu rapor doğrultusunda 1851 yılında bir nizamname hazırlanarak Encümen-i

Daniş açılmıştır. Nizamnamede Encümenin görevlerinin telif ve tercüme eserler

hazırlayarak ülkede bilimin ilerlemesini ve Türkçenin gelişmesini sağlamak olduğu

belirtilmiştir. Ancak belirtilmelidir ki bu kurum batı bilgisini olduğu gibi aktarmak

için değil, onu İslami anlayışa uygun hale getirerek almak ve sonrasında da mümkün

olursa üstüne yeni bilgiler eklenmesini sağlamak için kurulmuştur.

Encümenin az sayıdaki çalışmalarına baktığımızda dil ve tarih çalışmalarının

ağırlıklı olduğunu görüyoruz. Bunun sebebi de Encümen-i Daniş’in yeni bir bilimsel

ve kültürel altyapı oluşturmak istemesidir diye düşünüyoruz. Zira İslam dünyası o

dönemde artık hem bilgi üretemez hale gelmiştir hem de başka medeniyetlerin

bilgisini alıp onu İslamileştirme yeteneğini kaybetmiştir.

Ne yazık ki üyelerinin önemli bir kısmının bürokrat oluşu ve bunların devlet

işleri yüzünden Encümenin faaliyetlerine yeterli zaman ayıramamaları, bazılarının

bilimsel faaliyet yapabilecek kapasitede olmayışı, bürokratik çekişmelerin Encümene

yansıması, ülkenin ihtiyaçlarının aciliyetine karşın yapılan işin azlığı ve hemen

yararını gösteremeyecek olması gibi sebeplerle Encümen-i Daniş kısa zamanda iş

yapamaz hale gelmiştir. Kapanışına dair bir belge olmamakla beraber, 1862 yılından

sonra Devlet yıllıklarında adı geçmemektedir.

Encümen-i Daniş, İslam medeniyetinden kopmadan batı bilgisinden

yararlanmaya çalışması, Türkçenin geliştirilmesini resmi bir amaç haline getirmesi,

233

tarihimizdeki ilk akademi sayılabilecek olması ve Tanzimat dönemi aydın ve

bürokratının bu konulara yaklaşımını göstermesi bakımından önemlidir.

234

Küçükler, Osman Zahit, Educational Modernization in Ottoman Empire and

Encümen-i Daniş, Phd Thesis, Advisor: Prof. Dr. Hamiyet Sezer Feyzioğlu,

243s.+X

SUMMARY

Otoman Empire, which has been founded during an era that scientific

advance in İslamic world has already slowed, mostly sustained the linear inheritance

about science an education. Until the end of the 18. century, mainly there was

education of teology, and because of their benefits medicine, astonomy and

mathematics, however there wasn’t any significant advance in these fields. In this

century, by facing the political, military and economic results of the Europe’s

progress, first questioning started. At first the İslamic inheritance has reexamined and

reinterpreted, but without getting any proper result, because of the hardships that

state is in, modern colleges started to open, teachers transferred from Europe and

students sent to Europe and therefore western information started to course in to the

country.

But this process caused a conflict between the information systems of two

different civilisations. And because of that and other reasons, Otoman governers

thougt the things that has been done is insufficient, they decided the refer the

education and science again. A few years after the imperial edict of Tanzimat, in

1845, with a new edict of the Sultan, an assembly of education has been formed and

new attempts started according the reports of this assembly. And in one of theese

reports, it has been adviced to form an Encümen-i Daniş (Counsil of Science) in

order to improve the education, advance the science, remove the public ignorance,

prepare the books that’s going to be use in the University. That council is meant to

235

guide and support scientific activities correspondingly Academies or Institutes in

European countries.

According to this report, a regulation has prepared and Enümen-i Daniş

founded in 1851. ın the regulation it has been stated that Encümens duty is improve

the Turkish language and help to advance the science by preparing books. We have

to state that this institution didn’t founded in order to transfer western information as

iti is but to align it with İslamic information system and if possible making additions

to it.

When we look at the works of Encümen-i Daniş, we realize they are mainly

about language and history. We believe it’s because Encümen-i Daniş wanted to built

a new scientific and cultural base. Because at that time the İslam civilisation became

unable to produce information and lost its ability to take informaton from other

civilisations and align with it.

Unfortunately, Encümen-i Daniş became disable to do it’s job because; many

members were bureaucrats and they couldn’t spare enough time to Encümen, some

members were not qualified enough to make scientific activities, reflections of

bureaucratic quarrels and in spite of urgent needs of country Encumen’s work was

not much and needed time to benefit. Even though there is no document for its

closing, after the year 1862, Encümen-i Daniş doesn’t exist at the State annuals.

Encümen-i Daniş is important because; tried to utilize western information

without breaking with İslamic civilisation, made improvement of Turkish an official

goal, can be consider as the first academy of our history and shows us the approach

of the bureaucrats and intellectuals of the period to theese matters.

EKLER

235

EKLER

EK 1

ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN BAZI ÜYELERİ

Mustafa Reşit Paşa (1800-1858)

Sadık Rıfat Paşa (1807-1857)

236

Mehmet Emin Âlî Paşa (1815-1871)

Fuat Paşa (1814-1868)

237

Ahmet Cevdet Paşa (1822-1895)

Hayrullah Efendi (1818-1866)

238

Ahmet Vefik Paşa (?-1891)

Mütercim Rüştü Paşa (1811-1882)

239

EK 2

Encümen Üyelerine Verilen Ruus Sureti (BOA, İ.DH No: 237 / 14310)

240

Encümenin Kuruluşuna Dair Meclis-i Vala Onayı

241

EK 3

ENCÜMEN’İN ÇALIŞMALARINDAN

Hayrullah Efendi’nin yazdığı tarihin ondördüncü cildinin ilk sayfası

242

Cevdet Tarihinin Dokuzuncu Cildinin İlk Sayfası

243

Kavaid-i Osmaniye’nin İlk Sayfası