60

Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Tımarhane Sanat Kültür ve Edebiyat e-Dergisi 1. Sayısı

Citation preview

Page 1: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı
Page 2: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

2

Tımarhane Sanat Kültür ve Edebiyat e-Dergisi

Kurucu Adil Öztürk

Editörler

Bahattin Ceyhan Adil Öztürk

Yayın Ekibi

Eray Usta İbrahim Halil Koçuşağı

Ahmet Boyraz Furkan Meriç Berkay Bulut

Görsel Tasarım

Bars Elsa

Kapak Çizimi Yunus Kocatepe

http://yunuskocatepe.deviantart.com/

www.facebook.com/timarhanedergi

Eserlerinizi [email protected] adresine gön-derebilirsiniz.

Page 3: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

3

Tımarhane Sanat Kültür Edebiyat e-Dergisi 1. Sayı İÇİNDEKİLER 1. Caner Berker - Düşüncelerin Konuştuğu Dil, Türkçe: 5 - 8 2. Eser Gündüz - Ve Belki de Daktilosuz Büyümeli Çocuklar Artık: 10-11 3. Bahattin Ceyhan - Seran Demiral Söyleşisi: 12-19 4. Aziz Muhammed Duman - Hayalistan: 20 5. Caner Berker - Kıyasla, Böl, Parçala: 21-22 6. Aykut Kardaş - Yaşlı Adamın Günlüğü: 23-25 7. Berk Payat - Sabah Ezanında Tomurcuk: 26-27 8. Aysel Aksümer - Kelimelerin Sihirli Gücü: 28-29 9. Kutlu Altay Kocaova - Tiyatro Bitti: 30-32 10. Aziz Muhammed Duman - Katil Kitap: 33 11. Bahattin Ceyhan - Orkun Uçar Söyleşisi: 34-39 12. Melodi Şule Devekaya - Gökkuşağının Ötesinde: 40-41 13. Faruk Börklü - Türkçe-Türkce-Turkche: 42 14. Arda Keküllüoğlu - Bir Katil Yaratmak: 43-46 15. İbrahim Halil Koçuşağı - Fatih Demirkol Söyleşisi: 47-48 16. Kanmaz Gürkan - Latince: 50 17. Şevket Önder - Kardan Babam Eriyor: 51-54 18. Özkan Yüksel - Şiirler: 55 19. Anlamların Hissiyatı - Serpil Kaya: 56-57 20. Ahmet Boyraz - En Yakın Mağlubiyet: 58-59

Page 4: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

4

Merhaba, Tımarhane, ilk sayısında ‘Türkçe’yi konu edindi. Giderek yabancı kültürlerin etkisi

altında ezilen dilimiz için ilk sayıda üç tane deneme yazısı mevcut. Caner Berker, “Düşüncelerin Konuştuğu Dil, Türkçe” isimli yazısıyla dilin düşünceye etkisini ve ger-çekten bağımsız bir düşüncenin, dilden soyut saf düşüncenin olup olamayacağına dair uzun konuşmasıyla oldukça etkileyici ve felsefi bir yazı ile, Faruk Börklü, “Türkçe-Türkce-Turkche” isimli denemesiyle, internet aleminde Türkçe’yi ve yazı dilini nasıl bir kanserin sardığını kısa ama vurucu cümleleri ile, Aysel Aksümer, sözcüklerin de bir ruhu olduğunu romantik bir dille anlatan yazısı “Kelimelerin Sihirli Gücü” ile ilk Tımarhane’de yer alı-yor.

Bunların dışında bağımsız deneme yazıları ile Berk Payat, “Sabah Ezanında To-murcuk”, yine Caner Berker “Kıyasla Böl Parçala”, Melodi Şule Devekaya “Gökkuşağının Ötesinde”, Eser Gündüz “Ve Belki de Daktilosuz Büyümeli Çocuklar Artık” yazıları ile yer alıyor.

Tımarhane’nin ilk sayısında şimdilik dört muhteşem öykü yer almakta. Aykut Kardaş’ın “Yaşlı Adamın Günlüğü”nü okurken Beat Kuşağı’nın yeni nesil yazarıyla ta-nışmış olacaksınız. Kendinizi Aykut Kardaş’a hazırlayın... Arda küllüoğlu'nun "Bir Katil Yaratmak" isimli öyküsünü okurken Ömer Seyfettin'in “İlk Cinayet” isimli muhteşem öy-küsünün devamını karşınızda bulacaksınız. Kutlu Altay Kocaova’nın “Tiyatro Bitti” isimli öyküsünü soluksuz okuyacak ve insanın ruhuna derinlemesine yolculuklar ederken toplu-mun sakatlıklarına da şahit olacaksınız. Şevket Önder’in “Kardan Babam Ölüyor” öykü-sünde ise fantastik bir yolculuğa çıkacak ve bir çocuğun yürekten istediği bir şeyin, bir kardan adama can vermek bile olsa nasıl gerçekleşebildiğini, ironik bir şekilde fark ede-ceksiniz.

Ve bir edebiyat dergisinin olmazsa olmazı... Şiirler! Türkiye’de her üç kişiden dör-dünün şair olduğu söylenir, yazılan şiirlerin basit ve çok acemice olduğunu belirtmek için. Ama Tımarhane’de yer alan amatör şiirleri okuyunca bu düşünceden kurtulacağınızdan eminim. Zira birbirinden yetenekli dört amatör şair, kalemlerini adeta konuşturmuşlar...

Orkun Uçar söyleşisine kendinizi hazırlayın derim. Bahattin Ceyhan’ın gerçekleş-tirdiği bu söyleşide bir dönemin en çok okunan siyasal kurgu romanı Metal Fırtına’nın ya-zarı ile ilgili birçok şey öğreneceksiniz. Uzun süredir beklenen seri kitaplarının devamları, nasıl yazar olduğuna ve nasıl yazdığına dair söyledikleri ve dahası...

Türkiye’nin en genç yazarlarından birisi, Seran Demiral röportajı da bir Bahattin Ceyhan söyleşisi. Kesinlikle okumanız gereken bir söyleşi olduğunu söylüyorum... Futbol-la, özellikle de Fenerbahçe ile ilgilenenlerin yakından tanıdığı bir isim, Fatih Demirkol söyleşisini ise İbrahim Halil Koçuşağı Tımarhane için gerçekleştirdi. Yorumculuğa nasıl başladığını, 1980 darbesinde ailesinin ve kendisinin nasıl acılar çektiğini öğrenmek için kaçırmamanız gereken bir söyleşi. Sporla ilgilenin ya da ilgilenmeyin. Hayat dersleriyle dolu olan bu söyleşi size bir çok şey kazandıracak... Tımarhane Sanat Kültür ve Edebiyat e-Dergisi, ağ üzerinden yayın yapan tam ba-ğımsız bir dergidir. Kemikleşmiş bir yazar kadrosuyla değil, içeriğine alacağı halktan ya-zar, çizer ve şairlerle genişleyen bir yapıya sahip olan Tımarhane sizlerden gelecek olan her türlü yazıyı, çizimi, sanatsal, edebi ve kültürel eseri kabul edecektir.Bunun için yap-manız gereken, eserlerinizi [email protected] adresine göndermektir. Tımarhane, her ay önceden belirlenen bir konu ile ilgili deneme, makale gibi türler-de yazılar kabul edeceği gibi bağımsız deneme ve makalelerinizi de kabul edecektir. Eğer isterseniz her ay düzenli olarak yazabileceğiniz bir köşe için de yine aynı mail adresine küçük bir biyografi ve örnek bir yazı ile başvurabileceksiniz. İkinci sayı için belirlediğimiz normallik-anormallik temalı yazılarınızı, yukarıda belirttiğimiz adrese gönderdiğiniz tak-dirde, yazılarınızın yayınlanıp yayınlanmayacağı tarafınıza bildirilecektir. İyi okumalar…

Page 5: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

5

Düşüncelerin Konuştuğu Dil, Türkçe Caner Berker

Türkçe, düşüncelerimizin konuştuğu dil. İnsan konuşarak düşünür.

Gün içinde zihninizden geçenlere gerçekten dikkat ettiniz mi? Ne düşündüğü-nüzü değil, nasıl düşündüğünüzü incelerseniz düşüncelerinizin büyük çoğunluğu-nun Türkçe olduğunu görürsünüz. Dil insanoğlunda öylesine önemli bir yer edinmiş ki insanın tüm kişiliğini barındıran zihnine tercümanlık yapıyor. Kişi ile benliği ara-sında iletişim kurmasını sağlıyor. Düşüncelerimiz kelimelerden, yorumlardan ve ko-nuşmalardan oluşuyor. Düşüncelerimiz yaratılmak için Türkçeyi kullanıyor.

Dili kullanmadan bir şey düşünebilir misiniz? Deneyebilirsiniz. Her şey olabi-lir; aklınıza ne gelirse. Kendinize dair herhangi bir şey düşünün. Ancak düşünceniz, dili kullanmasın. Düşüncenizde Türkçeye dair hiçbir şey olmamalı. Ne bir yorum ne de zihninizin size söylediği bir kelime. Hiçbir kelimenin, hiçbir sesin, kısacası Türk-çenin zihninize girmesine izin vermeyin.

Böyle bir düşünce yaratabildiniz mi? Daha doğ-

rusu, her şeyden önce zihninizi susturmayı başarabil-diniz mi?

Eminim sizler de benim gibi derinlere indiğinizde zihninizde pek dokunulmamış bir yerde, doğduğumuz andan itibaren maruz kaldığımız her türlü şartlanma-dan ve yargıdan arınmış, kendini ifade edebilmek için dile gerek duymayan gerçekten saf düşüncelere ula-şabilirsiniz. Ancak, bence burada asıl önemli olan dili kullanmayan bir düşünce bulmanın güçlüğü değil, günlük yaşamın içerisinde, farkındalığımızın başka yönlere çekildiği ve zihnimizin kendi haline bırakıldığı anlarda düşüncenin kendini dili kullanarak yaratması.

Jiddu Krishnamurti

“Dili kullanmadan bir şey düşünebilir misiniz? Deneyebilirsi-

niz. Her şey olabilir; aklınıza ne gelirse. Kendinize dair herhangi

bir şey düşünün. Ancak düşünceniz, dili kullanmasın. Düşüncenizde

Türkçeye dair hiçbir şey olmamalı. Ne bir yorum ne de zihninizin

size söylediği bir kelime. Hiçbir kelimenin, hiçbir sesin, kısacası

Türkçenin zihninize girmesine izin vermeyin.”

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 6: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

6

Dil insan tarafından değiştirilebilir, manipüle edilebilir ve yönlendirilebilir; do-layısıyla düşüncelerim de.

Büyük bir kutupluluk içinde yaşıyoruz. İnsanoğlu olarak gördüklerimize, duy-duklarımıza, düşüncelerimize bir değer biçme oyunu içerisindeyiz. Yargılarımıza sıkı sıkı bağlıyız. En doğru yargıları öğrenmek için kitaplara başvuruyoruz; iyi ve kötü arasındaki, güzel ve çirkin arasındaki ayrımı olabildiğince iyi tanımlayabilmek için çabalıyoruz. Bizim gözümüz dünyaya baktığında insanlar görmüyor; Türk görüyor, Kürt görüyor, komünist, köktendinci, zenci, beyaz, suçlu, saygın görüyor. Bütünü ıskalayıp detayları büyük bir hevesle yüceltiyoruz. Bunu yapabilmek için de inanıl-maz çeşitlilikte sözcüklere sahibiz. Yarattığımız bazı sözcükler öylesine güçlü ki, in-sanları mahkum ettirmeye, süründürmeye yetiyor. Dil, insanlık tarihinin yüz kızartı-cı tüm sayfalarının gerçek sorumlusu. Yaşamı anlamak için farklılıkları tanımla-mak… Sorarım size, bu insanda doğuştan var olan bir bakış açısı mıdır? Yoksa top-lum düşünüşünün bir şartlandırması mıdır? Belki de şöyle sormak daha doğru: Olaylar karşısında benzer düşünce süreçleri üretmemizi sağlayan şey dilin farklı dü-şünmeye izin vermemesi midir?

“Eskiden insanın boş zamanı çoktu,” diyorlar. Hayatta kalmak için avcılık ve tarım ile geçinen insan günün geri kalan zamanında yan gelip yatıyormuş. Ne hari-ka bir yaşam! Eski insanların hepsi günümüzün milyonerlerinin sürdüğü sefayı yüz-yıllar önce sürüyormuş. Artık insanlar böyle yaşayabilmek için ömürlerini para kar-şılığında satmak zorunda. Buna rağmen insanın hayallerine ulaşması garanti değil. Bir kısmı emekli oldum, rahatladım diyemeden kalp krizinden ölüveriyor. Bir kısmı da bir ömür kölelikten sonra anca kendine bir ev alabiliyor. Albenili reklamların sat-tıkları hiçbir halta yaramayan hırdavatların ömür boyu süren taksitlerini saymıyo-rum bile. İlahî bir şaka gibi! Genç yaşta yaşamın keyfine varmak için ya tanrıdan torpilli olmalısınız ya da babadan kalan bir mirasa sahip olmalısınız.

Günümüzde değerler çok değişti. Değişmekle kalmadı yaşamın tam merkezi

haline geldi. Artık yüzyılımızın mottosu (ilkesi) şu: “Vakit nakittir.” Çok değil, bir asır öncesine kadar tembellikten kıçındaki sinekleri kovamayan insanoğlu için ne kadar da dramatik bir değişim. Dilin bu değişimdeki etkisi de es geçilemez. İnsan medya, dergi, gazete gibi toplu iletişim araçlarının kölesi haline geldiğinden beri -ben onlara kitle imha araçları demeyi tercih ediyorum- sistemin tek yaptığı aksayan bir organını iyileştirmek için uygun bir kelimenin anlamını değiştirmek. İşgücü mü eksik? Hayhay, derhal insanları çalışmanın iyi bir kelime olduğuna inandıralım. İn-sanlar amaçsız mı? Hayhay derhal kariyer ve başarı kelimelerini kutsayalım. Yön-lendirilmeye ne denli açık olduğumuzu, dili yaratanın biz olmamıza rağmen onun tarafından nasıl da manipüle edildiğimizi göremiyor musunuz?

Çalışkan kelimesini ele alalım. Tembel, çalışkanın zıt anlamlısıdır. İnsan, dili

de tıpkı yaşamı yorumladığı gibi yaratmış: kutuplu. Bu iki uç kutbun birisi iyi, birisi kötü olmalı. Olmalı diyorum çünkü anlamlar dile sanki kendi kendine yerleşmiş gibi davranıyoruz.

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 7: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

7

Ama kendimizi şartlandıran yine biziz. Kapitalist düzenin kahpe bir oyunu mudur bilinmez, ‘çalışkan’ kelimesi günümüzde iyi kutupta olan kelime. Bu iyi kötü uçları, bir tür şartlanmaya yol açıyor; iyi olan şeye sahip olma arzusu aslında yaşamımızın te-melinde yer alıyor. Kişi iyi olanın peşinden koşuyor. Başarı, kariyer, zenginlik… Bunların her biri harika kelimeler ve bizi büyülüyor. Öyle ki, yaşamın anlamının ka-riyer ve başarı olduğunu düşünüyoruz. Sefil hayatlarımızın tek amacı bu! Bunun için her gece uyuyoruz, bunun için bir sonraki nefesimizi alıyoruz: başarı. Bir keli-menin uğruna şu an olduğumuz kişiyiz.

“Çalışmak zorundayım,” Ne zamandır çalışmak zorunda olmak iyi bir anlama sahip oldu bilinmez; bu

komedi toplumun her kesiminde devam eder durur.

Hani bazıları derler ya, “Çalışıyorum, hayatımı kazanıyorum. Geçinip gidiyo-rum.” Hah, işte o insanları asla dinlemem. Susmak bilmezler. Kendi şartlanmışlıkları yetmiyormuş gibi bizi de etkilerler. İnsanın zihnine işlerler. Bu insanlar dil tarafın-dan köleleştirilmiştir. Toplumun onlara karşı yargısı hazırdır. Bu kişiler bize göre ‘iyi’ birer insandırlar. Sorumluluk sahibidirler. Çalışan ve çalışarak bu günlere geldiğini söyleyen bir insan, gözümüzde ne yücedir ya Rabbi! Yaşamak için çalışmak zorun-da olduğunu söyleyen bir insanın sözlerindeki gerçek anlamı göremeyen insanlar yarattık. Fakir insanlara utanmadan “Elin ayağın tutuyor, neden çalışmıyorsun?” diyen insanlar yarattık.

“Yaşamak için neden çalışmak zorundayız?” Sormamız gereken soru bu. Doğru olan, bu gezegendeki en zeki varlıklar isek arayışı içinde olmamız gereken şey bu. Ve ben, bir insanın yaşamında bundan daha yüce bir gaye göremiyorum.

Zihnine giren düşüncelerin niteliğine aldırmayan kişi sürüye uyar, çalışkan olmak için kendi öz benliğini feda eder -eğer sen tembel bir insansan. Kendi ol-maktan vazgeçer ve bir kavram uğruna benliğini şekillendirmeye başlar.

Pek çoğumuz günlük yaşantımızda iyi olanın peşinden giden budalalarız. Ya-

şantımız bundan ibaret: iyi kelimelere kişiliğimizde sahip olabilmek. Nihaî amacımız bu. İyi kelimeleri usulca aklımızın bir köşesine yazıp o kelimelerin ifade ettiği şey olabilmek için didinip dururuz. Alçakgönüllü, cömert, efendi, mert, güler yüzlü, ve-falı, tuttuğunu koparan hatta çılgın. Hangimiz gerçekte kim olduğunu öğrenmek yerine toplumun dikte ettiği bir model olabilmek için çabalamıyor? Dil insanoğlu üzerinde mutlak bir kontrole sahip. Bu o kadar acımasız bir sistem ki, insanları güt-mesi bir yana, kişi bu iyi kelimelerden birisi olduğunu kabul edebilmek için bir de onaylanmaya muhtaç. Kendi kendimize “Ben cesur bir insanım,” dediğimizde bu sayılmıyor. Deneyin. Söylediğiniz şeye inandınız mı? Gerçekten öyle olduğumuza inanmak için bunu başkalarından duymamız gerekiyor. O kadar saf ve savunması-zız ki kim olduğumuzu bilmek için başkalarının yargısına muhtacız. Herkesle aynı şeye inanıyor, aynı şekilde şartlanıyor, aynı şekilde yargılıyoruz.

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 8: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

8

Kendimize soralım, “Hayatım boyunca yapayalnız olsaydım, kendimi nasıl ta-nımlardım?”

Zihnimiz ayaklarından prangalara vurulmuş. Sırf ‘iyi’ bir kelime olduğu için sokaklarda bas bas ‘eşitlik’ diye bağırıyoruz. Her gün para karşılığında yaşam süre-lerimizi satmak yetmiyor gibi bir de daha çok kazanmanın yollarını arıyoruz. Eşit olmamak için her gün işe gidiyoruz. Eşit olmamak için düşünüyoruz. Eşit olmamak için okullarda okuduk. Ama yeri geldiğinde her zaman eşitliği savunduk, çünkü eşitlik ‘iyi’ bir sözcük. Hayatlarımızın ne büyük bir aldatmaca olduğunu göremiyor musunuz?

İnsanın, iyi olanın peşinden gitme arzusu, bence adi bir şartlanmadan öte değil. Rekabet toplumun üzerinde yükseldiği en büyük, en kutsal değer. Tüm bir-leştirici unsurlar, ortak yargılar, ortak değerler, vatan, millet, Sakarya gibi şartlan-malar ikinci sırada geliyor. Yaşantımızdaki iyi-kötü kutupluluğu, rekabet üstüne ku-rulan bir sistemin ürünü mü; yoksa tam tersi mi geçerli bilmiyorum. Bunun pek de bir önemi yok. Rekabet yaşamın her saniyesinde… Kutupluluk bizi güden güç, zih-nimizin her köşesini sarmış; silahı da Türkçe. Dinler bile bunun üzerine kurulmuş, iki ayrı uç arasındaki gerilimi kitabına konu etmiş, trafik cezası verir gibi günah ve-rir olmuş. İlahî olan bunu yapıyorsa, yarattığı söylenen Dünya’nın halinin böyle ol-ması çok mu garip?

Dil bizi ne hale getirdi… İnsanlar öldürdü, kavgalar çıkardı, nice aşkları bitir-di. Merak etmekten kendimi alamıyorum, Dünya’da yapayalnız olsaydım, dil denen şey de var olmamış olsaydı, zihnimden geçen düşünceler ne olurdu acaba? Ne dü-şünürdüm, nasıl düşünürdüm?

Orada gerçek benden başka ne bulabilirdim? “Tüm düşünce açıkça şartlandırılmıştır. Özgür düşünce diye bir şey yoktur,”

diyor Krishnamurti. Katılmamak için kör olmak gerekir. Caner Berker www.yolgecenhani.wordpress.com

“Zihnimiz ayaklarından prangalara vurulmuş. Sırf ‘iyi’ bir

kelime olduğu için sokaklarda bas bas ‘eşitlik’ diye bağırıyoruz.

Her gün para karşılığında yaşam sürelerimizi satmak yetmiyor gi-

bi bir de daha çok kazanmanın yollarını arıyoruz. Eşit olmamak

için her gün işe gidiyoruz. Eşit olmamak için düşünüyoruz. Eşit

olmamak için okullarda okuduk. Ama yeri geldiğinde her zaman

eşitliği savunduk, çünkü eşitlik ‘iyi’ bir sözcük. Hayatlarımızın

ne büyük bir aldatmaca olduğunu göremiyor musunuz?”

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 9: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

9

Tavsiye DVD Oktay Sinanoğlu - Türkçe Giderse Neden Türkiye Gider

İsmi: Türkçe Giderse Neden Tür-kiye Gider Yazar: Oktay Sinanoğlu Yayınevi: Bilim+Gönül

Türü: Akademik

Ederi: 19,90 TL

İnternetten: 15,32 TL

Dünyada neler olduğunu anlarsak Türkiye'de neler olduğunu veya olacağını daha iyi anlarız. En tehlikeli sömürgecilik, köleleşme zihinlerin ve gönüllerin sömür-geleşmesi köleleşmesidir. Birinci vazifemiz gönlümüzü ve zihnimizi kölelikten kur-tarmaktır. Bunun için kendi dilimizi, Türkçe ile eğitim şarttır. Türkiye'nin savunması Türkçe'nin savunması ile başlar. Bir millet tarihten nasıl sinir? Türkiye'nin bugün ne sanayisi, tarımı, teknolojisi kalmıştır ne de araştırma bilimi kalmıştır. Son çıkarılan kanunlarla topraklar yabancılara çok ucuza satılmaktadır. İşte 50 yıldır olan eğitim sistemi ile adı vatan olan şehit kanıyla sulanmış toprakları kolayca yabancılara sa-tacaklar yetiştirilmiştir. Topraklar da gittikten sonra sıra sepet havasına gelir. Ha-vai, Haıtı, Filistin'e bakın neler olmuştur.

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 10: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

10

Eser Gündüz Deneme Ve Belki de Daktilosuz Büyümeli Çocuklar Artık... Ben mi? Melankoliden nefret ederim. Duygusalsın diyenlere inat, seni bir şarabın içine sokup yıllandıra-cak kadar arabesk olabilirim ama asla senli bir ideoloji yazamam. Benden başkasının inanacağı bir dünya görü-şü olmamalısın. Hayır, hayır, drama-tik değilim. Bir jilet kesiğidir günü-müzde aşk. Asla acıyı yaşayamam ama ben bir şarkı olsam sana çalar-dım. Mesela bir mezar olur güneşe bakardım. Ben bir yazarım, ölü bir yazar. Güneşe bakan mezarımda, bir şarkı olsam sana çalardım. “Ah daktilo, ne de güzel sevi-şiyorsun o beyaz sayfayla,” derken göz kapakları ağırlaşıyordu. “Üzülme, bak ben kendimi atıyor muyum aşağı-ya uçamadım diye,” dedi kaplumba-ğaya penguen. Daktilo yukardan baktı penguen ve kaplumbağaya. “Evet, ben yukarda olabilirim ama bazen inmek lazım aşağı-ya. Bilirim.” dedi. Marquez veda mektubunda “Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım," demişti. Ne çok zaman geçti. Ne Marquez ölmeyi başarabildi ne de yalnızlık bir çikolatalı dondurma özlemini yitirebildi. Yalnızlaşmak mı? Birçok nedeni olabilir elbette. Bana sorarsanız şayet... En büyük nedeni haksızlığa uğramaktır. Haksızlığa uğramış bir birey her daim toplum içinde yalnızla-şır. Bazılarının geçmişleri attıkları her adımla ayaklarına yapışmış gibi gelir geriden. Dönüp biraz gitmeli aslında geriye doğru. Peter Pan, Jack'in fasülye ağacı vs... Hep mi kötü şey olmak zorunda. Back to the future 1,2,3... “Sen iyi niyetini savurmaya devam et, onlar senin ruhunu karalamaktan asla vaz-geçmeyecek,” dedi yeşil zeytin. Penguen de, kaplumbağa da yerlerinden kımıldamadı. Daktilo göklerden atmak istedi kendini. Bir beyaz kağıt ağladı. Koridordan banyoya, evi yalnızlık kokusu sardı. Bazen gece vahşileşir, yıldızlar sıçar dünyanın içine. Ne sikik bir his dersin içimde. Küfürbazlığını eleştirir bir okuyan. Empatiden yoksun bu toplumda, ayağımdaki botlarım girsin hepsine.

Gabriel Garcia Marquez

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 11: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

11

“Güneş konuşmaz seninle, o konuşmaz. O çok yukarda,” dedi. “Sus, neden konuşmasın, o da senden benden farksız.” “Penguen artık vazgeç uçma hevesin-den, bırak yukarıdaki herkes insin aşağıya, uçmaya gerek kalmasın, kimse bencil olmasın herkes birbirinin gözüne baksın.” “Beni bu duvardan bir gün indirecekler ama o gün nefes alamadığımı da görecekler,” dedi soba. “Sen sus da bizi ısıt, bak herkes yukarda olmak istiyor, şanslısın tepelerdesin.” “Ben tepelerde olacağıma, aşağıda olur kendi kendimi yakarım daha iyi,” dedi soba. Soba, göz göze geldi dak-tiloyla. “Öldüğüne sevinse mi üzülse mi bilemeyen bir yalnız gibisin,” dedi. “Daktilomu kaybettim.” “Buralarda pek işine yaramaz,” dedi. “Ben yeşil zeytin se-verim.” “Penguenler uçuyor artık,” dedi. Penguenler u-ça-maz, daktilolar ya-za-maz, kaplumbağalar... Yeşil zeytinler ağıt ya-ka-maz, hayat böyle a-ka-maz. İsyan ediyorum hayatımı evrelere sokan bütün feylozoflara, isyan ediyorum varoluşumun kaynağı suya ve isyan ediyorum bilincime. Her kaçış bir örgütlülük gerektirir belki de... Nerede ? Ve belki de daktilosuz büyümeli çocuklar artık… Eser Gündüz http://www.antoloji.com/eser_gunduz

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 12: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

12

Seran Demiral Söyleşisi

İzninizle önce yaşınızı sormak istiyorum. Yirmi iki. Edebiyata ne zamandır ilgi duyuyorsunuz?

Okumayı öğrendiğimden beri... Daha okula başlamamıştım fakat okuyabili-yordum, tabii ki bu durum bütün ailenin pek hoşuna gitmişti. Mesela halamlar ço-cuk klasikleri alırlardı bana; Küçük Kemancı, Pal Sokağı Çocukları, Güliverin Gezile-ri, tabii ki Peter Pan... Birkaç sene sonrasında Stephen King ve Dean Koontz’la kor-ku edebiyatı sevgim peyda oldu. Bilimkurguya da Arthur Clarke okuyarak başladım. O yıllarda yine Carl Sagan’ın Mesaj kitabını okuyup üzerine eniştemle tartışıyordum 11 yaşındaydım o zaman. Zaman içerisinde çeşitlendi okuduklarım, sayıları katlandı pek tabii.

Sıkı bir okuyucu musunuz? En sevdiğiniz yazarlar var mıdır? Kısa yaşamımı okuyarak geçirdim diyebilecek kadar sıkı okurum. Ama sevdiğim ya-zarlar var elbette. Dediğim gibi, yıllar içerisinde çok fazla ve çeşitli şey okuyor in-san. Jean Baudrillard, Michel Foucault gibi yazarlar düşünme biçimimi etkilemişler-dir mesela. Fakat söz konusu edebiyat olduğunda, birtakım favorilerimi buranın dı-şında tutmam gerekecek. Daldan dala atlayarak da olsa, şu isimleri sayabilirim, hepsi başka, hepsinin yeri ayrı: Aldous Huxley, Ursula LeGuin, Philip Dick, tabii ki Georges Perec, Italo Calvino, Tom Robbins, Michael Ende, toprağa dönecek olur-sak, Ahmet Hamdi Tanpınar, Saygın Ersin… Isaac Asimov, Umberto Eco, tabii ki beat kuşağından Jack Kerouac... Ve daha daha nicesi aslında... Sonuçta en sevdiği

yazarları olmuyor insanın, farklı zamanlarda farklı ya-zarlar en sevdiği oluyor. Mesela 2005 senesinin bir dönemi güne Enis Batur okuyarak başlardım ben, Ko-ma Provaları’nı her sabah okurdum neredeyse. Bir dönemim sadece Baskan serisinden çıkan bilimkurgu kitaplarıyla geçti. Bir ara Ingvar Ambjörnsenn’i yere göğe sığdırmazdım. Albert Camus yine uzun vakitler kafa yorduğum bir adam olmuştur, romanlarıyla Defterler’ini eş zamanlı olarak okumak muazzam bir keyiftir. Bazense kurgu okumadığım zamanlar olur be-nim de, sadece felsefe kitapları veya sadece sanat ki-taplarıyla geçirdiğim haftalar olur. Wittgenstein da üzerine uzun mesailer harcadığım yazar/düşünürlerdendir. Roland Barthes var yine benzer olarak, gösterge-bilimci, edebiyat kuramcısı/eleştirmeni olmanın yanı sıra aslında fotoğraf üzerine düşünceleriyle belki hepimizin gönlüne taht kurmuş bir ‘yazar’. Hepsi kendi alanında birbirinden başka gü-zelliklere sahip yazarlar nihayetinde. Hepsinin kendi-ne göre ve bize göre yerleri zamanları var...

Seran Demiral

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 13: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

13

Yazmak bir ihtiyaç mı sizin için, yoksa hobi mi? Uyumak bir hobi benim için ama okumak ve yazmak işim diyebilirim. Yani yazmazsam ölürüm, yaşayamam diye bir şey yok elbette. Ancak eninde sonunda elim kaleme kağıda, klavyeye gidiveriyor. Bir şey kurup yazmıyorsam da, yolda notlar almaya başlıyorum, bir anda o mini notlar, gerçek insanların cümleleri, kurmaca hikayelere, inanılmaz karakterle-re dönüşebiliyor. Veya okuduğum bir şey bir anda kapı açıyor zihnimde, eninde sonunda düşündüğüm şey, duyduğum/dinlediğim bir olay/hikaye, aklıma gelen fikir, tanıştığım insan, kurguların parçaları olmaya başlıyorlar. Yazdığımı ya-şayıp, yaşadığımı yazıyor olduğumu söylemiştim bir ara bir başka röportajda, ay-nen böyle gerçekten de. Yazılanlar ve yaşananlar eş zamanlı aslında yaşamımda. O nedenle ille de sınıflandıracaksak, evet yazmak ihtiyaç. Ama hobi dediğin şey de ihtiyaç. Müzikle ilgili bir lise öğrencisi için okul çıkışı stüdyoda arkadaşlarıyla bir sa-at çalmak, yemek yemekten daha tercih edilir bir şey olabilir sonuçta.

Yeni bir kitap var mı yolda? O yol kitaplarla dolu aslında. Yazıp bitirdiğim, yazmaya başlayıp da bitireme-

diğim, ertelediğim birkaç kurgu var, kiminin ismini telaffuz ettim daha evvel, kimi-nin ismini daha ben de koymuş değilim. Ama bunlar ‘yolda’ sayılır mı bilmiyorum, zira yayıncıyla görüşme konusunda bir adım atmış değilim. Mimarlıkla çok yoğun ilgiliydim son senelerde, senaryo denemelerim oldu birkaç tane. Yazarlıkta ise farklı yönlere kayıyorum biraz. Bir yandan bilimkurgu hikayeleri, başladığım romanlar/anlatılar sürüyor ama bitirmeye ve bastırmaya odaklı olarak ürettiklerim şu sıralar daha ziyade çocuk kitapları. Bu konuda bana ait olan ve başka yazar arkadaşlarla birlikte ürettiğimiz bazı çalışmalar var. Yani yolda kitaplar olduğunca, ben yeni yol-larda yeni arayışlara da giriyorum. Fantastik kurgunun en özgür alanı çocuk kitap-ları neticede, aslında başladığım yerdeyim ama bir o kadar da başka türlü bir anlatı evrenindeyim. Michael Ende kitapları şu sıralar başucu kitaplarım, o kadarını söyle-yeyim.

Yazmadan önce ufak araştırmalar mı yaparsınız, yoksa günler haf-talar süren uzun araştırmalar mı?

Bu da yazılan şeye göre çok değişir. Fantasik, bilimkurgu, hatta kurgu, kurgu olmayan eser, tarih kitabı veya bir sanat eleştirisi... Bunların hepsi yazı ürünleri so-nuçta. Ve ben yazın’ı diğer yazı ürünlerinden çok uzakta tutmak istemiyorum. Anla-tılan herhangi bir konu aslında kurgudur veya her kurgunun içinde başka türlü me-tinler de yer alabilir. Dolayısıyla ben de her ne yazıyorsam yazayım, kimi zaman hiçbir şey düşünmeksizin oturup alelade yazıveriyorum, kimi zamansa haftalar, bel-ki aylar süren araştırma/düşünme/okuma neticesinde bir şeyler çıkıyor ortaya. Araştırmadan ziyade, o metin üzerine yoğunlaşmak için gereken birikim de diyebili-riz buna belki. İlla ki bilimsel veri toplamak şart değil, şiir yazmak için bol bol şiir okumak da bir nevi araştırmadır diyebiliriz. Sonuçta bir arama-bulma eylemidir ora-

Turgut Uyar

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 14: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

14

daki de.

Sizce fantastik edebiyat ülkemizde yeterli bir kitleye sahip mi? Bu kitledeki Türk yazarların yeri nedir? Edebiyat ülkemizde yeterli kitleye sahip değil. Ama ‘insanlar okumuyor’ odaklı o kötümser konuşmalara hiç girmek istemiyorum açıkçası. Fantastik edebi-yat içinse şöyle bir gözlemim var, ülkemizde özellikle 2000’li yılların başında fantasy role playing oyunlarıyla patlayan bir fantastik metin tüketme furyası başla-dı, epey de yoğun ve etkili bir süreçti bu. Hatta meşhur Yüzüklerin Efendisi’nin si-nemaya aktarılması, akabinde bir şekilde ilişkilendirdikleri, Harry Potter serisi ve onun da sinemaya uyarlanması gibi durumlar bir şekilde bu ilgiyi hep zirvede tuttu. Edebiyat bir yana, mesele fantastik dünyalar ise, Diablo, Ultima Online gibi bir dö-nemi tutsak etmiş oyunları düşünün... Hatta şu anki post-apokaliptik evrenlerde geçen bütün video oyunları... Deus Ex diye bir oyun var mesela, kendimi kaptırırım korkusuyla hiç oynamadım ancak tanıtım videolarını vs. seyredip, hakkında ne var ne yoksa araştırdığım bu oyun da 2000 yılında çıkmış ve halen devamı gelmekte olan bir cyber-punk evren oyunu. Ve benim temas ettiğim pek çok insan bu oyunu biliyor/oynuyor. 2000’lerde yapılan fps oyunların çoğu bir şekilde fantastik kurgu temalı. Başka bir konuya gidiyor gibi gözükmek istemem ama bütün bu süreç as-lında fantastik edebiyata duyulan açlığın giderilmesi olarak açıklanabilir. Bunun oyununun oynanıyor olması edebiyat için olumsuz bir karşılık gibi gözüküyor. Gü-nümüz çocukları okumak yerine oyun oynamayı tercih ediyorlar en basitinden. An-cak bir yandan da bütün bu disiplinlerin ve dahi insan alışkanlıklarının birbirlerini beslemeleri de söz konusu olabilir. Gelelim edebiyata, Türk yazarlara... Çeşitli isim-ler bir araya gelip bazı oluşumlar kurmaya çalışıyor. Bunlar bir şekilde fantastik edebiyata ilginin taze kalmasını sağlayacaksa da, üretime ne kadar teşvik sağlar bilemiyorum. Xasiork edebiyat kulübü hala güncelliğini korumakta. Fanzinler çıkarı-lıyor, öykü yarışmaları devam ediyor. Öykü yarışmalarına her sene onlarca dosya geliyor. Jürideki herkesin başka bir favorisi oluyor. Demek ki sadece okur değil as-lında yazar olarak da önemsenecek bir kitle söz konusu. Ama belli başlı mecralarca ‘ciddiye alınan’ bir alan değil ya fantastik edebiyat, o nedenle bu ilgi pek önemsen-miyor olabilir. Halbuki bir şeyin ciddi olması onu değerli kılmaz. Hem nedir ki ciddi-yet? Bir yazarın oluşturduğu evren içerisinde başka bir gerçeklik ve oradaki başka parametreler doğrultusunda yeni bir ciddiyet anlayışı hakimdir. Bu nedenle, diyebi-lirim ki, aslında görünenden çok daha fazla ilgi var fantastik edebiyata.

O halde oyunlardan biraz da müziğe geçelim. Ne tür müzikler din-lersiniz? Sene 2011, bütün sanat disiplinleri, akımlar, üsluplar birbirine geçmiş bam-başka üretim alanları ortaya çıkmış... O nedenle bu sorunun geçerliliğinin kaldığını zannetmiyorum aslında. Pek çok tür müzik dinlerim. Bazen gecelerce sanat musiki-si, bazen sadece Massive Attack, kimi zaman çingene müzikleri, kimi zaman sadece Rock’n Roll. Rock ve türevi her şey dinlediğim ilk müziklerdir. İlk satın aldığım al-büm sanırım Metallica albümüydü. Doors, Led Zeppelin, Pink Floyd benim de eski-temediğim ve vazgeçemediğim grupların başlıcalarıdır. Ama yeri geliyor 80’ler pop dinleyerek yaptığım işe konsantrasyonumu sağlıyorum, sonra bir bakıyorum bangır

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 15: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

15

bangır Ronnie James Dio

Henüz bir kitabı basılmamış olan yazarlara neler söylemek istersi-niz? Onları ne gibi zorluklar bekliyor? Nihai hedef kitap çıkarmak gibi geliyor insana. Üzerinde isminizin yazılı oldu-ğu kitabı gördüğünüzde, onu elinize aldığınızda dünyanın en büyük mutluluğunu yaşıyorsunuz. Seneler sonra o kitap yine duruyor ve yeniden alıp okuyorsunuz ya, inanılmaz bir duygu. Ama aslında daha önemli bir şey var -iki şey var- önce işin ro-mantik tarafından bahsedeceğim, sonra dünyevi kısmına değineceğim- o kitap ba-sıldıktan sonra ulaştığı yerlerde/kişilerde uyandırdıkları ve dolayısıyla size geri dö-nüşleri. Benim yazdığım bir romanla ilgili bana bir mail geldiğinde, birisi çalışmasın-da kitabımı kullanmak istediğinde veya bir yerde benim kitabımı bir başkasına tav-siye ettiğinde yaşadığım mutluluk, heyecan çok çok daha büyük. Bunu yaşamak için kitabın basılı olması gerekmiyor ya artık, internet vasıtasıyla bu gibi hazların yaşanması, insanın yazarlığını, çizerliğini, fotoğrafçılığını tatmin etmesi daha olası ve kolay ya hani, o nedenle o kitabı çıkarmanın gereğini iyi ortaya koymakta yarar var. Kime neden ulaşmak ister yazar? Yazarı diğer sanatçılardan ayıran fark nedir? Yazar ve okuru arasındaki ilişki nedir, nasıldır, nasıl olmalıdır? Pek çok soru geliyor beraberinde. Bunların hepsinin cevabı yazardan yazara, okurdan okura, kitaptan kitaba değişiyor işte. Diğer mesele ise doğal olarak, işin maddi boyutudur. Bir ya-yıncıyı kitabın basılması için ikna etmekle kalsa her şey, hiç sorun değil. Sonra o kitabın dağıtımı, tanıtımı gibi sorunlar devreye giriyor. Yeni ve genç bir yazarsanız, küçük ve sınırlı bir dağıtım ağına sahip yayınevleriyle çalışmanız daha olası. Bunun karşılığında emeğinizin karşılığı olan parayı kazanmanız çok zor ne yazık ki. Zira ya-zarlıktan çok daha zor olan şey yayıncılıktır. Bu sektörde çalışan, buradan ekmek yiyen çok sayıda insan var, kitabınızı taşıyan kişiden tutun, kitapçıda satan bir baş-kasına kadar hepsiyle ortaklaşa bir iş yapıyorsunuz aslında. Kitabı yazmak işin ilk adımı… Koşullar genel olarak böyle ama herkesin yazarlık ritmi farklı olduğunca, herkesin karşılaşaca-ğı hikayeler/zorluklar da başka olacaktır. Ben de bu konuda çok deneyimli birisi sayılmam. Bundan son-rasını ben de yaşayıp göreceğim.

İlk kitabınız “Münzevi 1- Y.Ö.A.” ilk çık-tığında ne gibi tepkiler almıştınız? Genelde kitabı okumamış insanların yaşımla ilgili söylemleri oluyordu. En genç yazar, kü-çük edebiyatçı benzeri tamlamalarda ismim geçi-yordu. Haliyle üzülüyordum biraz da, yazdığım me-tinden çok, metni yazan ben’im yaşımdı dikkati çe-ken. Tabii bir yandan da kendimle övünüyordum ister istemez. Büyük bir şanstı sonuçta çok genç yaşta kitabıma kavuşmuş olmak. Kitapla ilgili aldı-ğım tepkiler de

Münzevi - 1 - Seran Demiral

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 16: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

16

olumluydu genelde, insanlar konuyu değişik bulmuşlardı, anlatımlar ve karakterler bir şekilde onları yakalamıştı. Benim yaşlarımdaki, benim bulunduğum ortamlarda bulunan insanlar, yaşayışımı bilenler daha da farklı bir biçimde algılayabiliyorlardı elbette metni. Ancak herhangi birisinin okurluğunu düşünecek olursak da, kurgu-nun dağınıklığına ilişkin eleştiriler geliyordu. Hissizleşme üzerine daha yoğun bir eleştirel ortam oldu mesela. Sanırım bu da “Hissizleşme’nin daha kolay empati sağ-lanan bir metin olmasından kaynaklanıyor. Münzevi’nin anlatımı ne kadar samimi olsa da, ölüm’den bahsediyor bir yerde, ölüm sonrasına ilişkin varsayımlar üzerine bir kurgu var bu nedenle bir soğukluk, bilinmezliğin getirdiği durağanlık var metne yansıyan. Tıpkı Ursula LeGuin’in Yerdeniz serisi içerisinde En Uzak Sahil’in ölü-mü anlatan bir metin olarak, daha evvelki kitaplarından daha durağan bir anlatıma sahip olması gibi.

Sizce basılı kitabın devri bitecek mi bir gün? İnsanlar ekran yazılarına ne zaman alı-şacak dersiniz? Bu konuda pek çok ihtimal söz konusu... Fikir-lerimi etraflıca anlatmak yerine, kendime, kurguları-ma saklamayı da tercih ederim işin aslı. (= Ancak şu kadarını söylemekte yarar var, kitap okuma alışkanlı-ğının yerini halihazırda başka türlü pek çok şey aldı. Dünya yerinde durmuyor. 20. yüzyılın tamamı kadar değişime 21.yy’ın her on yılında rastladığımız artık herkesin konuştuğu bir gerçek. İnsanlar artık hafta sonu toplanıp pikniğe gitmiyorlar mesela, çayırlar, mesire yerleri yok, büyük devasa şehirler, yüksek bi-nalar var... İstanbul bambaşka bir yer... İnsanların yaşama alışkanlıkları değişiyor, eskiden yere yakın doğaya bahçeye yakın insanlar artık gökdelenlerde, rezidanslarda başka türlü kişilere dönüşüyorlar... Ör-nekleri çoğaltmak mümkün... Kitap okumak yerine fps oyun oynamaktan bahsettim. Empati duygusu çok daha yoğun. Kitap okumak zahmetli... Fakat her

ne olursa olsun, kitap sayfası, kitap kokusu, kitabın kıymeti, kendine özgülüğü vs.vs.diye hepimizin diline doladığı şeyler var ya... İşte onlar benim gerçeğim, ger-çekliğim. Ben sevdiğim bir yazarın defalarca okuduğum ve elimin altında da yer alan bir kitabının ilk baskısını bir yerde görünce dayanamayıp satın alıyorsam, bir sahafa, kitapçıya, kütüphaneye girdiğimde hayranlıkla geziniyorsam, rafların tozu-nu pasını mabet gibi görüyorsam, kitabın devri benim için bitmez demektir. Ama çoğu insan için kitabın devri hiç var olmamış bile olabilir. Yani buradaki mesele I-phone lar, ekran yazıları, pdf dökümanlar değil. Burada kitabın meta olarak varlı-ğından daha başka bir boyut var ki, kitaptan, el yazmasından başlayan bu konuyu bambaşka yerlere götürüp, alakasız konulara dem vurmaktan çekindiğim için bura-da susmayı tercih ediyorum. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Seran Demiral

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 17: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

17

Genç yaşta böyle bir başarıya imza atmış olmanızın altında ne gibi sırlar yatıyor? Anlatmaya ihtiyacım vardı. Anlatmaya ihtiyacım var ve hep olacağa benziyor. Hepimizin öyle aslında... İnsan, insana ihtiyaç duyuyor. "Kendim için yazıyorum" diyen yazarlar var ya, kendin için de yazarsın, eyvallah, ama sadece kendin için yazmazsın. Bu insan doğasına aykırı. Ha zaten kendin için yazdıysan o kitaptan be-nim niye haberim oluyor, orası da ayrı konu. Anlatmak dedim, oradan devam edeyim. Gabriel Garcia Marquez, benim de sevdi-ğim yazarlardandır ( Yüzyıllık Yalnızlık’ı duymayan yoktur herhalde, "Suç ve Ce-za" kadar olmasın, insanların okumadıklarını söylemeye utanıp, okudukları yalanını dahi söyleyebildikleri kitaplardandır. Ki utanmak yerine, herkes okusa keşke ). Marquez Anlatmak İçin Yaşamak isimli bir kitap çıkarmıştı ve bu kitapta, hem gazeteci hem yazar olarak anlatma dürtüsünü irdeliyordu. Bir nevi anlatmayı anla-tıyordu. Anlatmak bir ihtiyaç elbette, ancak insanların çoğu, evlerine girip eşlerine, çocuklarına, annelerine, babalarına, ev arkadaşlarına anlatırlar akıllarından geçen-leri, çoğu defa günlerinin nasıl geçtiğini… Ama bazen her şey herkese anlatılmaz. Günlükler tutulur, ergenlik döneminde özellikle günlük tutmayan az insan vardır zannediyorum. Benim de anlatacak şeylerim vardı ve bunlar öyle alelade ağzımdan çıkmıyordu. Konuşamıyordum insanlarla. Sosyal ilişkilerim genellikle iyi olmuştur, ağzım da laf yapar çocukluğumdan beri "dili uzun" addedilen tiplerden olmuşum-dur ama bazen susmak gerekiyor işte. Okumak ve yazmak alıyor sosyal ilişkilerin yerini. Benim başarım yalnızlığımdı. Ben yalnızlığımdan, saatlerce odama kapanıp kitap okumaktan, hatta bazen okulda teneffüste dahi kitap okumayı tercih etmek-ten aldım bu yazma isteğini/azmini. Demiştim ya, ben okur-yazarlığı başından beri hobi değil de, işim olarak gördüm.

Bir roman yazarken kurgu mu daha önemlidir yoksa anlatım mı? Mesela Kral Ka-tili Güncesinde kurgudan daha ziyade edebi anlatımlar ve felsefi deyişler göze çarpıyor?

Eskiden olsa "tabii ki anlatım" deyip kestirip atabilirdim. Zira yazmaya başladığım zamanlarda, konu/kurgu açısından hiçbir şey düşünmek sizin oturup yazmaya başlıyor ve sayfalarca ne olduğunu benim de kestiremediğim bir hikayeyi anlatıyor-dum... Nasıl anlattığım çok daha mühimdi benim için. Kelime oyunları, cümleler arası geçişler. Müzik-le, resimle bir tutabilirdim metinleri. Şimdilerde du-rum biraz daha farklı sanıyorum ki... Kurguya çok daha önem veriyorum. Kaldı ki "edebiyat" dediğimiz hadiseyi, diğer yazı ürünlerinden ayıran şeyin başlıcası da bu. Bir dünya kurmak… Karakterler, mekanlar, olaylar yaratmak. Bir olay örgüsünü ba-şından sonuna kurgulamak veya bütün bu baş-son, gelişme-sonuç kısımlarını birbirine geçirip, zaman-dan bağımsız bambaşka kurmacalar denemek. Ben-

Yüzyıllık Yalnızlık - G. Garcia Marquez

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 18: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

18

ce bu da en az anlatım kadar önemli. Şu şundan daha önemlidir, diye bir cümle kuracak kadar çok şey bilme-diğimin farkındayım artık. Ama şu kadarını söyleye-yim, benim için artık anlatım daha önemli değil. An-latım konusunda daha beceri sahibi olduğumu dü-şündüğüm, hatta kurgu yapmayı hiç bilmediğim için eskiden, anlatım daha önemlidir demek işime geli-yordu işin aslı. Kral Katili Güncesi'ne gelince... İthaki'den çıkmış ve şimdilerde tutan yeni bir fantastik kurgu olduğu, yazarından övgüyle bahsedildiği haricinde, açıkçası kitap hakkında pek bilgim yok. Yakın za-manlarda çıkan fantastik kurguları sadece kitapçıda görüp sayfalarını karıştırıyorum açıkçası. Fantastik kurguya doygunluk hissediyorum sanırım biraz. Ama madem felsefi deyişler de ön plana çıkıyor-muş, alıp bakmakta yarar var kanaatindeyim. Te-şekkür ederim bu dolaylı tavsiye için (= Edebiyat/yazarlık sizin için bir meslek mi artık? Yoksa hobi mi? Veya fırsat kolladı-ğınız bir yol mu sizin için? Açıklayın lütfen… "Fırsat kolladığınız bir yol" tabiri çok rahatsız edici

olmuş ama bir yandan da her şey fırsat kolladığımız yollar aslında. Okulunu okuyup meslek edinsek de, okulunu okumadan, okulu olmadığı için veya okuluna değer vermediğimiz için okumadan bir mesleği edinsek de veya hobi olarak da uğraşsak bir şeyle, o hobi bize mesleğimiz gördüğümüz bir başkasından daha fazla maddi çıkar sağlasa da, bütün bunlar fırsat kolladığımız yollar olabilir. Şöyle söyleyeyim. Yazarlık benim mesleğim, aynı zamanda hobim ve evet, fırsat kolladığım bir yol. Yazarlıktan geçimimi sağlayacak durumda olsaydım, ben de pek çok başkasının dü-şünebileceği üzere, sadece yazarak yaşardım. Evden çıkmaz yazardım, yola çıkar yazardım, sahilde yazardım, dağa çıkar yine yazardım. Yaşamımı bu şekilde geçirir-dim. Ha, yaşamımı bu şekilde geçireceğim de... Ama şimdilik başka meşgalelerle de yoğunca uğraşarak...

Siz bildiğim kadarıyla siyasi görüşünü ortaya koymamış bir yazarsı-nız. Siyasi görüş bir yazar için artı mıdır?

Jim Jarmusch kendisiyle yapılan röportajların birinde -belki birkaçında- film-lerinin politik olmadığını, çünkü politik şeylerden bahsetmenin kendisini sınırlayaca-ğını, bir dayatmacı hal içerisine gireceğini söyler. Hayattaki çok daha basit detayla-rın, mesela yemek yemenin, deniz kenarında bir arkadaşla güneşin batışını izleme-nin, rüzgarı duyumsamanın ve bütün bunları bir filmde ifade etmenin bir siyasi gö-rüş ortaya koyan filmin ifadesinden daha güçlü olduğunu söyler ve filmlerinin ko-nularının neden böyle olduğunu kendince açıklar. Ben de kendi adıma şu kadarını söyleyebilirim, ben bir kurgu yazarıyım. Yaptığım kurgu içerisinde anlatmam gere-ken bir politik hadise varsa bunu zaten anlatmak zorundayımdır, aksi halde benim

Kral Katili Güncesi 1. Gün Rüzgarın Adı - Patrick

Rotfuss

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 19: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

19

siyasi görüşümü ifade etmemi gerek-tirecek bir durum şimdilik olmadı. Si-yasi görüş bir insan için artıdır, so-nuçta her insanın taraf olduğu konu-lar vardır, insan taraf olmalıdır. Ancak bunu ifade etmek kimi zaman gerekli olduğunca, kimi zaman yersizdir. Si-yasetten daha önemsediğim pek çok şey üzerine görüş beyan etmek şahsi tercihimdir. İleride roman haricinde edebiyatın hangi türlerinde yaz-mak istersiniz? Veya roman ha-rici kitap projeleriniz var mı?

Hali hazırda deneme ve kısa hikayeler yazıyorum. Bir diğer mesleğim olduğu için, mimarlık ve genel olarak sanat üzerine yazıyorum zaman zaman. Yüksek li-sans ve hatta doktora yapmaya niyetliyim, dolayısıyla akademik yazılarla boğuş-mam gerekecek gibi gözüküyor. Bu akademik çalışmalar da kitaplaşır ilerde belki kim bilir... Eş zamanlı olarak uzun zamandır kurduğum ancak zamanını beklemeleri gerektiğini düşündüğüm bilimkurgular var, bunlar roman olduğunca eş zamanlı olarak makalelere, tezlere dönüşebilir. Ama genel olarak kurguya, bilimkurguya, çocuk edebiyatına yoğunlaşmak niyetim. Mesela masal değil ama masalsı kurgular da anlatmak istiyorum. Proje çok ama zaman yeterli mi onu kestirmek zor… (=

Söyleşiyi Gerçekleştiren: Bahattin Ceyhan

Seran Demiral

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 20: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

20

Aziz Muhammed Duman Şiir Hayalistan Yitik bir hikayeden başka nedir ki anlatılanlar. Hayalin gerçekle örtüşeceğini düşünüp; Sonrasında hüzünlenmenin, Tatlı hissiyatıdır gülümsemek, İçten içe. Ama güzel bir kadına sahip olma isteğinin veremeyeceği kadar da çelimsizdir bazen... Kaybeden adam ise; Varlığı bulduğu için kaybetmiştir zaten, Silemez içinden gördüklerini... Hayali de bir yerde söner işte,şehirdeki kalabalık böcekleri görünce... Zamanın çirkin halleri bunlar. Zamanın melankolik adamıdır şair, Zamanın düşseveridir zamandan kendini soyutlayan... Aptalların ciddiye alınmasıdır bir ülkede kusmak için neden. Neden yaşamaktır. Ötesi hepimizin bildiği karanlık işte, Yalancı aydınlığından bahsedilen...

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 21: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

21

Kendimi Affediyorum Caner Berker Kıyasla, Böl, Parçala Günlük yazılarım bu üç kelimenin rehberliğinden ibaret. Bir toplumun içinde yaşıyoruz. İsimleri bizimle aynı olan binlerce insan var. Derslerden aldığımız aynı notları alan, yaptığımız işin aynısını yapan, aldığımız ma-aşın aynısını alan binlerce, bekli de milyonlarca kişi. Belki de tam da şu anda bir yerlerde birisi bizim hayalimizi yaşıyordur. Belki az önce aklımıza gelen bir fikir bin-lerce insanın da aklından geçmiştir. O kadar çok insan var ki… Bir günde insanlık, karnını doyurmak için dünyadan kaç milyon tonluk bir ısırık koparıyor acaba? Tüm bu benzerlik ve aynılık arasında kim olduğumuzu bilebilmek için kendi-mizi diğer insanlarla kıyaslıyoruz. Kimliğimiz bundan ibaret. Bizler bu şekilde yaşı-yoruz. Böyle bir toplumda fazlası da düşünülemez zaten. Kimisi kendinin esprili olduğunu düşünür, kimisi yakışıklı, kimisi zeki, kimisi insan sarrafı, kimisi de güzeldir. Kimisi öyle, kimisi de böyle olduğunu düşünür. Ki-misi de bu dünyaya özel bir amaç ile geldiğini ve yaşama amacının bu bilinmeyen amacı gerçekleştirmek olduğuna inanır. Ah, ne kadar da asil! Bu, bir dağın doruğu-na çıkıp elinden tuttuğu altın kılıçla insanlığı büyük bir felaketten kurtarmak gibi fantastik bir düşten, herhangi bir spor dalından yetenekli olduğunu gördüğünde bu spora doğuştan bir yatkınlıkla doğduğuna inanmak kadar geniş bir yelpaze çizebilir. Her düşte kişi özeldir. Böyle olmalıdır çünkü bu onun kim olduğunu bilmesine yar-dım eder. Herkesin kendisi hakkında düşünceleri vardır. “Bana kendini anlat.” dendi-ğinde verdiğiniz cevaptaki cümlelerinizden bahsediyorum. Örneğin X şehrinde ya-şayan Y adındaki bir bayanın cevabı şöyle olabilir: “Biraz tembel bir yapım var. Ev-de oturmayı severim. Bol kitap okurum. –özellikle gerilim tarzı romanları çok sevi-yorum- Arkadaşlarım hep deli olduğumu söyler. Lafımı esirgemem, açık sözlüyüm-dür.” Bıdı bıdı bıdı… Şimdi lütfen biraz da siz kendinizi anlatın. Kendinizi kendinize anlatın. Tamam, bir sonraki aşamaya geçmeye ne dersiniz? Kendinizi kendinize anlattınız. Kim bilir kendiniz hakkında neler söylediniz. Ne kadar da özelsiniz. Hiç de özel olmadığını düşünenler var mı oralarda bir yerlerde? Hah, gördüm sizi. Sizler öylesine sıradansınız ki herkesin özel olduğu bir dünyada sıradan olmaya çalışarak özel oldunuz. Eh, anlaşılan işler pek de istediğiniz gibi gitmemiş.

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 22: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

22

Söyledikleriniz ve hakkınızda düşündükleriniz konusundaki düşünceleriniz hakkında lütfen dikkatli düşünün. Düşüncelerinizi derinlemesine inceleyin ve kay-naklarını bulun. Neden kendi hakkınızda öyle düşünüyorsunuz? Nedenlerin kaynak-ları nelerdir? Bu kaynaklar hangi anılar, hangi yargılar, hangi tutumlarınız? Hatırla-yabiliyor musunuz? Eğer kendiniz hakkında, örneğin çalışkan olduğunuzu düşünüyorsanız ve ne-den böyle düşündüğünüzü bulamıyorsanız siz bir kurbansınız demektir. Öylesine uyuşturulmuşsunuz ki zihniniz sizin olmayan yargılarla ele geçirilmiş. Şartlandırıl-mışsınız ve inandırılmışsınız. Sizler toplumun bel kemiğisiniz. Dünyanın kurucuları sizlersiniz. Modern toplum sizin sayenizde ayakta! Ve zihinsel özgürlüğünden fera-gat etmiş olan sizler, fedakârlığınızdan ötürü dünya tarafından ayakta alkışlanıyor-sunuz. Modern toplumun size ihtiyacı var. Zihinsel bloklarınızı, yargılarınızı ve tabu-larınızı olduğu gibi çocuklarınıza ve yeni kuşaklara geçirin. Aksi takdirde değişim başlar. Kendiniz hakkında dürüst birisi olduğunuzu düşündüğünüzü varsayalım ve neden böyle düşündüğünüzü de bildiğinizi varsayalım. Düşünceleriniz etrafında bi-raz oynaşın. Çok ilginç değil mi? Hakkımızdaki düşüncelerimiz tamamen kıyaslama sonucunda ortaya çıkmıştır. Nedenlerinize bakın, kaynağınızı inceleyin. Başka insanlar olmadan, kıyaslama olmadan bizler yitik insanlarız. Öylesine bir açlık içindeyiz ki kendimizi özel hissetmek için düşünce dileniyoruz. “Lütfen bana yalan söyle, lütfen! Böylece kendimin senden daha dürüst ol-duğumu bilmiş olurum. Dürüst olduğumu bilmek istiyorum. Lütfen!” “Lütfen beni döv, vur bana. Böylece kendimin masum olduğunu düşünebile-yim. Kendime acımak istiyorum. Lütfen özel hissetmemi sağla.” Bizler ne asiliz, ne dürüstüz, ne güzeliz, ne yakışıklıyız, ne kutsalız, ne cen-netliğiz, ne şöyleyiz, ne böyleyiz… Bizler çevremizdeki Ahmetler arasında en güzeli-yiz, arkadaşımız olan Mehmetler arasında en dürüstüz, dostumuz olan Ayşeler ara-sında en özeliz. Onlar olmadan ise kimliksiz biriyiz. Kendimiz hakkındaki düşüncele-rimizi topluma borçluyuz. Bu yüzden ona teşekkür etmeliyiz. Teşekkürler modern toplum, ne bir şey yaptığın için. Peki ya birisi her şey olmak isterse? Büyük sır da bu ya… Kıyasla, böl, parçala. Günlük yazılarım bu üç kelimenin rehberliğinden ibaret. Özgür Zihin.wmv Caner Berker www.yolgecenhani.wordpress.com

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 23: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

23

Aykut Kardaş Öykü Yaşlı Adamın Günlüğü

Çoğu zaman olduğum kadar yalnızdım, en köşede ve duvara yakın bir masa-da oturuyordum.

Garson kız gelip; “Kahve içmek ister misiniz?” dedi. Bu tamamen bir önermeydi. Oraya daha önce pek gitmemiştim. “Elbette” dedim. Güzel kalçalara ve sarı saçlara sahipti.

Sarhoş olmak pek zor bir şey değildir ama içmeden olmanın kolay olduğu

söylenemez. Uykusuzluk ve yalnızlık beni sarhoş etmişti. Günlerce aynı duvara bak-mıştım, odam çöpler ve boş şişeler ile doluydu. Eşyalarım düzensiz ve dağınıktı. Yürürken kalçasını seyrettiğim kız, kahve hazırlarken bana baktı. Küçük bir tebes-süm bıraktı. Şaşkın şaşkın onu izledim. Kahveyi alıp masama oturdu, kahveyi bana uzattı.

“Kimsiniz?” dedi. “Buralara yabancı gibisiniz."

Aylardır oturduğum sokaktaki dükkân beni tanımamıştı. Sessiz kaldım cam-dan dışarıyı izledim, insanlar aptal düşünceleri ile kurmalı oyuncak gibi etrafta ilerli-yorlardı.

"Ne zamandır buradasın?" dedim. Gülümsedi "Epeydir" dedi. Kahvenin buharı yüzümü ısıtıyordu. Yudumlamaya devam ettim. "Güzel gözlere sahipsin" dedim, masanın üzerine bir kaç dolar bırakıp deri

kahverengi ceketimi alıp dükkândan çıktım. Sokak kenarındaki fahişelerden sıyrılıp evime doğru yürümeye devam ettim. Yerde kırılmış bira şişeleri vardı. Bunu hangi piçin yaptığını merak ediyordum. Garson kız ardımdan koşarak bana seslendi;

“Bir dakika durun." Yavaşladım, arkama döndüm. Sipariş kâğıdına numarasını yazmıştı. Gülüm-

sedim. Ellerini birleştirerek mahcup bir gülümseme bıraktı. Arkasına dönüp dükkâ-na doğru hızlı adımlarla yürümeye devam etti.

O meymenetsiz adam(…) köşe başındaki dükkânda sürekli içki satıyordu. Bir kaç bira aldım. Birini yürürken içmeye başladım. Apartmanıma girdim ayak sesleri-

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 24: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

24

mi duyan bunak merdivenlerin başında dikildi. “Kirayı hala vermediniz.” Kira… kira verdiğimi bile bilmiyordum. “Ne zamandan beri?“ diye sordum. “Taşındığından beri.” dedi suratsız bir ifadeyle. “Peki,” dedim. “Bir kaç güne öderim.” Ödeyemeyeceğimi biliyordum, o da

ödemeyeceğimi biliyordu. Zaten o yıkık dökük, yığıntı evi benden başkası da tut-mazdı. Daireme girdim. İçerisi toz taneleri ile doluydu. Çürümüş ahşap zemin her adım atışımda gıcırdıyordu. Elimdeki poşeti masamın üzerine bıraktım. Balkona çık-tım, elimdeki birayı şehrin gürültüsüne karşı diktim. Biten bira şişesini balkon demi-rinin üzerine koydum. Tuvalete girdim gün boyunca işememiştim. Yatağımın yanın-da duran siyah, üzerinde toz tabakası oluşmuş telefonu kaldırdım. Garson kızı ara-dım.

Heyecanlı bir ses “Efendim” dedi. “Ben,” dedim. Duraksadım biraz, “garson kızı aramıştım?” Neşeli bir ses ile “evet,” dedi “benim.” “Bu akşam benimle bir şeyler yemek ister misin?” “Tabi” “Kaçta alayım seni?” “Akşamüstü saat beşte dükkândan alabilirsin.” “Tamam.” dedim telefonu kapattım.

Saat 15:47 idi. Hala iki biramı içebilir, biraz daha işeyebilirdim... Saat geldi,

onu almaya gittim. Garson önlüğünden kurtulmuş, saçlarını salmış dar kotunu giy-mişti. Sürekli neşeli görünüyordu, bense hala uykusuz.

“Ee nereye gidiyoruz?” “Bildiğim bir yer var.” dedim. Onu boğazı gören bir yerde, köfte yemeğe götürdüm. Kâğıda sarılmış yarım

ekmeğin arasında bir kaç iri köfte vardı. Nazik elleri ile ekmeğin kenarındaki kâğıdı sıyırdı. Ekmeği kavrayıp yavaşça yemeğe başladı. Onu şaşkınlık ile izliyordum. Ta-nımadığım biri ile geçirdiğim ilk gün değildi. Ama diğerleri ile yemek yemezdim. Se-vişir, içki içer ve çıplak bir şekilde uyuyakalırdım. Ama o farklıydı.

Köftelerimizi yedik ve kıyıda biraz yürüdük. “Kimsin?“ dedim. “Ben Lisa,” biraz duraksadı “Garson kız.” dedi. “Bu akşamı neden benimle geçiriyorsun?” “Bilmiyorum.” “Seni eve bırakayım.” “Size gidelim.” dedi. Biraz sustum…

“Peki.” dedim. Evime gittik. Dolabımı açtım biraz peynir dışında pek bir şey

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 25: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

25

bulunmuyordu. Dibinde kalmış bir viski şişesini aldım, bir kadeh Lisa için doldur-dum. Kalanı dikerek içtim. Kadehi tutarken bir tablo gibiydi. Resmedilmiş, sanat kokan bir kadın tablosu gibi. Yatağa, onun yanına oturdum.

“Çok zarifsin” dedim.

Kadehi tuttuğu ellerini bacaklarının üzerine koydu. Bacaklarının arasında gü-lümseyen bir tavırla kadehin içindeki viskide kendi yansımasına baktı. En üst katta yaşıyordum pencere ve perdelerim açıktı, perdelerim odadan dışarı uçuşuyordu. Kadehi yavaşça yudumladı, hafif biraz öksürdü.

“Bu biraz sertmiş.” “Elbette biraz sert.” dedim.

Bana uzattı. Tümünü içip kadehi yere bıraktım. Üzerini çıkardı, ceketini yere

bıraktı. Çantasını kenara itti. Kucağıma oturup ceketimi çıkardı. Bira kokan üstümü de aldı üzerimden. Kendi üzerini de çıkarıp dudaklarıma yapıştı. Benim gibi biri için oldukça gençti hala donuk uykusuz tavırda onu izliyordum. Çekinmiş bir tavırla du-daklarımdan dudaklarını ayırıp;

“Ne oldu? Yoksa beni beğenmedin mi? “ “...hayır” dedim. “Çok güzelsin, genç ve güzel...” Başını öne eğerek düşünceli ve utangaç bekledi. Kucağımdan alıp yatağa ya-

tırdım. Üzerini eski, parçalanmaya yüz tutmuş yorganım ile örttüm. Yanağına bir öpücük kondurup balkona çıktım. Sigaramı yaktım, sandalyeme oturdum. Bu bok-tan evde bile bir deniz manzarası vardı. Beş para etmese de idare ederdi. Sigaram-dan derin bir nefes aldım. Şehrin ışıklarını izledim; karanlık, aydınlatılmış sokaklar, tek tük geçen arabaların sesi, balkonun önünde boş boş uçan yarasalar. Bıraktığım bira şişesi hala demirin üstünde duruyordu. Sigaramı derin derin çekerek içmeye devam ettim.

İzmariti bira şişesinin içine bıraktım. Bira şişesini alıp atabildiğim kadar uza-ğa, bu karamsar şehrin suratına fırlattım. Dağılmış kirli saçlarımı ovuşturdum. Bü-yük bir gürültü oluştu, bira şişesi yolda geçerken gördüğüm cam parçalarının oldu-ğu yere düştü.

İçeri girdim, kız uyumuştu yanına yavaşça kıvrıldım. Gün doğana dek onu izledim. Perdeler uçuşmaya devam etti. Tek tük geçen arabalar, şehirde pazarlık yapan fahişelerin belli belirsiz gelen sesleri, kavga eden sokak serserilerinin gürül-tüsü. Arada bir patlayan silahlar. Polis sirenleri tüm pisliği ile şehir aynı boktanlığına devam ediyordu. Bense sadece onun yüzünü izledim. Benim gibi yaşlı birinin yanında yatan genç güzel bir kızdı. Hiç görmediğim kadar doğal. Sonunda gün doğmuştu uyuya kalmıştım. Yanımda yoktu, başımı hafif kaldırarak odayı süz-düm. Masaya güzel bir kahvaltı bırakarak kız gitmişti.

… Aykut Kardaş www.panikodasi.wordpress.com

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 26: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

26

Cebirsel Düşler Berk Payat

Sabah Ezanında Tomurcuk

Akşam ve sabah serinliği her an üstümüzde. Kimilerimiz yaşıyoruz anılarımızı bir hiç gibi, kimilerimiz sarhoş bir rüzgârın bekliyoruz üstümüze bulutlar fırlatması-nı. Yağmur yağıyor. Yağmur karanlıklarımız kadar yağıyor. Yağmur günahlarımız kadar akıyor içimize damla damla. Yeni yuvalar kuruluyor, evlenme teklifleri edili-yor, hayatlar sönüyor, hayatlar doğuyor, insanlar kavga ediyorlar ağlıyorlar, bağırı-yorlar.

Bir adam, elinde şemsiyesi, ince yapılı, yürüyor yağmurun altında. kadrajın solunda hafifçe, bastığı her adımda yüzlerce yaprak ve göz yaşı eziyor. Bastığı her yerde, binlerce his dolaşıyor ve parmak uçlarına kadar hakiki kılıyor düşlerini. Elin-de şemsiyesi, yürüyor. Yürüyor hiçsizliğin madeni tadını alırken göz bebeklerinde, yürüyor ve yüzüyor kalbinin derisini.

Sonra bir anda ton değişiyor. Bir anda major armaniden, minöre kayıyor. Hazreti Davud gibi, ağlatıyor vücudunda sahip olduğu milyonlarca insancığı. *

Mavinin akıntısı değil bu nefret, kırmızının suskunluğu belki de. Bordo da bir renk ve şarap sanki gösterişi arada bir mor giriyor adamın hayatına, şaşırıyor. Bir palyaço geçiyor hayatından, o tiksinç ağlayışıyla. O tiksinç, korkutucu bakışı, o ar-dındaki sapkın düşünceleri bir kelime dansına çağırıyor adamı.

Susuyor, susuyor, susuyor adam. Suskunluğu içinde büyüyor. Büyüyor, bü-yüyor adam. *

“İkarus’un kanatları! İkarus’un kanatlarına inan çocuk. İkarus seni bulacak ve huzura koyacak, biliyor musun? O senin sen de onun için doğdun. Bir gökyüzü travmasında, Tanrı daha elindeki mızrapa ol dememişken ve henüz şeytan bile kendi kendine hükmedemezken bağlanmışsın sen Suskunluğuna suskunluk ekle, büyü çocuk. Adını söylerken kendine gel, kendini ve suskunluğunu hatırla. Fısılda çocuk, dünyaya bir karanfil hecesinde, bir karanlık duası fısılda. Aydınlık kalbinin ortasında nasılsa! İkarus’sa dün gece seni hapseden, karanlığına sokul.” *

Saatler akıyor. Saatler karmakarışık bir hayatın ortasında, hayalsiz bir çocuk

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 27: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

27

gibi, boşu boşuna akıyor. Düğümü çözülmemiş bir hayatın tam ortasında kalıyor adam. Elinde hala şemsiyesi. Yürüyor. Yağmur ve yapraklar onu terk edeli çok uzun zaman olmuş. Karanlık onu bulalı ise sadece bir kaç saniye... Kendini avut-mak için, hiçliğine koyulmuş. *

Şarkılar bir hüzün sadece. Ben bir gece yazdım, siz okudunuz. Ve hafızaları-nıza kazılmak istedi sadece şuurlarım. Yarın yeni gün, bitmiş, solmuş bu boktan hülyalarım. Şimdi kurduğum hayallerle başbaşayım. Kelimeleri sakladım, kim bulur-sa soba, bunları saklayan ebe. Berk Payat www.berkpayat.wordpress.com

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 28: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

28

Kelimelerin Sihirli Gücü Aysel Aksümer

Dudakların gerisindeki saklı kent gibidir sözcükler. Tek heceliden tutun çok heceliye kadar ne çok anlam yükler yapı-sına. Her biri dilde veya kâğıtta can bul-madıkça ölü gibidir. Yaşatmak, insanoğlu-nun dilinde veya kalem tutan elindedir.

Düşüncelerin kapısının nereden açı-lacağını herkes çok iyi bilir ama bazen bir harf boşluğu kadar bile kıpırdamaz du-daklar. O zaman, çaresizce gözlerden medet umarsınız. Yalvarırsınız kirpiklere “ne olur perdelerini örtme” diye. Çünkü bilirsiniz ki “sözsüzlük en derin sessizliği doğurur”.

Sözcükleri kendi aralarında sınıflan-

dıran dil bilginleri, sosyal statülerine göre de bir ayrım yapmışlar mıdır sizce? Mese-la anti sosyal sözcükler, dışa kapalı ama içe her yönden dönük olanlar ya da zengin veya fukara sözcükler gibi.

Kimi sözcüklerini dağıtmada bonkör değildir. Sürekli bir temkinlilik halindedir.

Kimi de sözcük fabrikatörü gibidir. Doğru, yanlış çocukluğundan itibaren kazandığı her sözcüğü har vurup harman savurur.

Bazı sözcükler; yalnızlığı seçer. Sahne önünden ziyade sahne arkasında ol-mayı tercih eder. Dökülüp saçılmayı istemez. Kırılmaktan korkar, anlaşılamamaktan çekinir. Serseri kurşunlar gibi hedefi olmadan sağa sola saplanmak istemezler. Rüzgârın estiği yönde uçuşan polenler gibi değil de mevsimi ve zamanı gelmeden asla yapraklarını açmayan ve o mis gibi kokusunu vermeyen gül ağacı gibi olmaktır arzusu. Yerinde, zamanında ve değecek sözcükler için hamlesi yapacaktır.

Şifalı bitkiler kitaplarının sayfalarından derdine çare arayanlar gibi sözcükler-

den de yardım umarız. Öyle sözcükler vardır ki yarayı kökten temizler, şifa dağıtır-lar. Sanki sihirlidirler. Bir bakarsınız düşenin elinden tutar kaldırır, bir bakarsınız tö-kezletir düşürür.

Kimi zaman da; çocukken saklanılan bir dolap, sığınılan bir koltuk arkası, ya

da kalın kabuklarının içine saklanan ceviz gibidir sözcüklerimiz. Kimse ulaşamasın, yerinde öylece kalsın, kulaktan kulağa yol alırken özü asla değişmesin, kimsecikler farklı anlamlar yüklemesin isteriz.

Sözcük avcısı insanlar vardır bir de. Daha ağızdan çıkan kelimelerin cümleye dönüşmesine fırsat vermeden nişan alırlar. Vurulur kelimeleriniz. Avcı, bir kişiyi da-

Fletcher Knebel

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 29: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

29

ha susturmanın verdiği mutluluk içerisindedir

Çamura bulanmış, yalan yanlışlarla beslenmiş, harf sayısı çok ama içi bom-boş sözcükler yerine kanası suyu içilen pınarlar gibi olmalı sözcükler. Ruhu temizle-meli, gururu okşamalı, güç vermeli, sevgi, saygı ve şefkat göstermeli.

Sözcükleri giydiren ya da soyan yine sahipleridir. İnsanlar kelimeleriyle bü-yür, yine onlarla da küçülürler. Sözcükler, karanlığı aydınlatmalı, yüreği ferahlatma-lı, ruhu güneş gibi ısıtıp, güzellikler sunmalı.

Fletcher Knebel “Kelimeler, fikirleri asmaya yarayan çengellerdir” diyerek öy-le güzel anlatmış ki ben de son söz olarak diyorum ki ne mutlu düşünebilene, ne mutlu fikirlerini beyan edebilene, kelimeleriniz güzelliklere ve mutluluklara kucak açsın.

Aysel Aksümer

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 30: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

30

Kutlu Altay Kocaova Öykü

Tiyatro Bitti

Gökçen, sınıfındaki diğer kızlardan farklıydı. Görünüşte onlardan pek farklı olmasa da, diğerleri gibi olmadığını biliyordu. Pek konuşmayı sevmezdi. Bu yüzden de sınıfında konuştuğu kimse yoktu. Diğer arkadaşları da, onun kendileri gibi olma-dığını bilirlerdi. Sınıftaki bütün öğrenciler, Gökçen ile kendileri arasındaki görünme-yen setin farkındaydı. Hatta öğretmenler bile bu setin farkındaydı ve ona göre dav-ranıyorlardı.

Gökçen, her gün yanında çeşitli kitaplar getirirdi. Sık sık değiştirdiği bu kitap-ların konusu genelde Türk mitolojisi üzerine olurdu. Dersle ilgilendiği zamanların dışında okuldaki zamanının tamamını bu kitapları alırdı.

Türk mitolojisi üzerine âdeta uzman olmuştu. Türk dünyasının her bölgesine ait masallar, efsaneler, destanlar, hikâyeleri bilirdi. Bir destanın yapısına bakarak hangi Türk topluluğuna ait olduğunu bilirdi. Hatta bir keresinde Kastamonulu olan edebiyat öğretmenine, öğretmenin bilmediği, Kastamonu bölgesine ait bir halk hi-kâyesini anlattığında öğretmeni epey şaşırmıştı. O, öğretmenine göre geleceğin önemli bir Türkiyatçısı olacaktı.

Sınıfında yeni gelen iki kız öğrenci dikkatini çekmişti. Selin ve Hatice isimli bu kızları birkaç hafta dikkatle incelemişti. Kendisi gibi sessiz olan bu kızlarda, birtakım farklılıklar hissetmişti. Selin, aşırı çekingen ve ezik bir görüntü sergilerken, Hatice tam tersi idi. Öfke yüklü bu kızın içindeki aşırı saldırgan ruh, kendini belli ediyordu. Her ne kadar sınıftaki diğer öğrenciler bunu fark edemese de, içindeki dünyayı yak-mak isteyen güç görülebiliyordu.

Hatice’nin annesi ve babası ayrı idi. Bu yüzden ikisine de düşmandı. Bu düş-manlık, kendisini terk ettikleri için değil, bencilliklerinden dolayı idi. Hatice, anne ve babasına duyduğu düşmanlığı, onlar üzerinden bütün topluma yönlendiriyordu. Yü-zünün dışında her şeyi simsiyahtı. Saçı, makyajı, giyimi, tırnakları… İçindeki karan-lığı böyle dışa vuruyordu.

Tarih dersiydi. Öğretmen elinden geldiğince ders işlemeye çalışıyor, ancak bunda pek başarılı olamıyordu. O sırada, sınıftaki erkek öğrencilerden biri, sınıftaki bir kız öğrenciye küfürle karışık laf attı. Ancak öğretmen, yapması gerekeni yapa-madı ve sustu. Kız ağlıyordu ve öğretmen susmaya devam ediyordu. Adaleti sağla-makla yükümlü olanların, aynı zamanda cesur ve güçlü olması gerektiği bir daha ortaya çıkmıştı.

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 31: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

31

Gökçen olanları büyük bir şaşkınlıkla izliyordu. O sırada Hatice, içindeki isyan bombasının fitilini ateşleyerek ayağa kalktı ve öğretmene bir dolu sövdükten sonra “Bir zibidiye cevap veremedikten sonra niye yaşıyorsun ki? Git, intihar et” diyerek sınıftan çıkışı, sınıfta olmayan düzenin tamamen yok olmasını sağladı. Gökçen için-den Hatice’ye teşekkür ediyor, hakarete uğrayan kız ağlamaya devam ediyor, oto-ritesi sıfırlanan öğretmen ise Hatice’nin arkasından ona haykırıyordu.

“O kara şeytan, bir daha bu sınıfa gelmeyecek” diyerek kükrüyor. Ama sını-fındaki bir kız öğrenciyi, açıkça taciz eden öğrencisine sesini çıkaramıyordu.

Herkes Hatice’nin geri geleceğini sanıyordu ama o andan sonra Hatice bir daha gelmedi.

Selin ise olanları korkuyla izliyordu. Zaten ezik olan ruhu, bu olayla birlikte daha da sinmişti. O da ailesi bakımından Hatice’ye benziyordu. Annesinin bilinen tarikatlardan birine girmesinden sonra anne ve babası boşanmıştı. Babası bir ate-istti. Hatta oldukça koyu bir ateist idi. Bu dönemde annesi de, babası kadar olmasa da, dinî inancı olmayan biri idi. Evde din konusunun konuşulmadığı an olmazdı. Ba-bası, her zaman, aklınca, Tanrı’yı alaya alır ya da kendi düşünce yapısına göre ne-den olmadığını anlatmaya çalışırdı. Bu durum ise Selin’i sıkardı. Her konu, mutlaka dine dayanır, Selin, farklı bir şey söylediğinde babası tarafından aşağılanırdı. Bu ise onun git gide sinmesine neden olmaktaydı.

Selin ortaokula başladığı yıllarda annesi, ağır bir depresyon geçirdi. Eşinin ilgisine en fazla ihtiyaç duyduğu bir dönemde eşinin kendisi ile ilgilenmemesi, onu farklı arayışlara yönlendirdi. Bu yeni arayışlarının ürünü olarak, eşine duyduğu tep-ki, onu dine yöneltti. İlk zamanlar İslâmiyet’i araştırmakla başladı. Bir süre sonra yeni arkadaş grupları oluşmaya başladı. Tabii bu durum, evinde büyük tartışma ve hatta kavgaları yaratıyordu. Bu kavgaların sonunda annesi ile babası boşanmaya karar verdiler. Tabii bu en çok Selin’i etkiledi. Her geçen gün yıpranan ruhu, daha da yıpranmış ve ortaya silik, çekingen bir karakter çıkmıştı.

Bir tarafta bütün değerlerini yitirmiş, bir serseri güruhundan farkı kalmamış yozlaşmış gençler, onları yetiştirdiğini sanan, karaktersiz, bazı öğretmenler, kendi düşünce yapılarını zorla çocuklarına benimsetmeye çalışan aileler… Gökçen bunları düşünürken, gözü yukarıdaki Atatürk resmine ve Gençliğe Hitabe’ye takıldı ve ken-dine kendine şöyle sordu:

“Peki, ama nasıl?” Okulun çıkış zili ile beraber herkes dağılmıştı. Gökçen yürürken kendini, Se-lin’i, Hatice’yi düşünüyordu. Aşağılanan kızı düşünüyordu. Zayıf öğretmeni düşünü-yordu. Tacizci genci düşünüyordu. Bu düşünceler arasında epeyce yürüdüğünü fark etti. Etrafına bakındı. Geldiği yeri tanımıyordu. Kafasındaki düşünceleri bir an-da kenara itti ve o an gözü bir eve takıldı. Bu evin kimin olduğunu Hatice’yi pence-rede gördükten sonra anladı. Hatice balkondaydı, Göçken’e bakıyordu ve gülümsü-

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 32: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

32

yordu. Gökçen, onun ilk defa gülümsediğini gördü. Ama bu gülümseme onun son gülümsemesi olacaktı. Gözlerini Göçken’in gözlerine diken Hatice bir anda kendini boşluğa bıraktı. Gökçen gözlerine inanamıyordu. Hemen Hatice’ye doğru koştu. Çığlık çığlığa bağırıyordu. Yardım istiyordu ama artık çok geçti. Hatice ölmüştü. Ce-binden Göçken’e yazılmış bir not çıkmıştı. Şöyle diyordu Hatice:

“Gökçen, geldiğim günden beri Selinle beni izliyorsun. Selin farkında mı bil-miyorum ama ben farkındayım. Ama biliyor musun, bundan hiç de rahatsız deği-lim. Hatta memnunum. Bana öyle geliyor ki, üçümüz arasında kuralsız, sözsüz bir arkadaşlık var. Sadece bakışlarla anlaşılan bir arkadaşlık ve biliyor musun ben bun-dan çok memnunum.

Bugün bu dünyada son günüm. Henüz intihar etmeye karar vermedim ama deneyeceğim. Ölmesem bile bu dünyada son günüm olduğunu biliyorum. Okula bir daha gelmeyeceğim, annemle babam da beni bir daha görmeyecek. Gerçi beni merak edeceklerini sanmıyorum. Ama sen merak etme. Selin de etmesin. Dedim ya, aramızda kuralı olmayan, sözsüz bir arkadaşlık var.

Bu yazdıklarım eline geçer mi bilmiyorum. Ama içimden bir ses, bu yazdıkla-rımı ilk senin okuyacağını söylüyor. Ama hislere inanmam. Bu inancımı yitireli yıllar oldu. Bugün öğretmen, o zibidiye haddini bildirse idi, bunları yazmayacaktım biliyor musun? O bendeki son yaşam kırıntılarını da yok etti. Birazdan ölmeyi deneyece-ğim. Bu tamamen bana bağlı değil biliyorum ama yine de deneyeceğim.

Uzatmanın gereği yok. Bir kitapta görmüştüm. Şöyle diyordu. Tiyatro bitti, beklemeye lüzum görmüyorum. Arkadaşın Hatice”

Mektubu okuduğunda Gökçen, Hatice’nin öldüğü yerde kala kalmıştı. Yanın-dan çok sayıda kişi gelip geçmekte idi. Ama Gökçen, hiçbirinin farkında değildi. O sırada Gökçen, omzunda bir el hissetti. Bu Selin’in eliydi. İkisi de ağlıyordu. Gök-çen, Hatice’nin yazdığı mektubu Selin’e verdi. Selin mektubu okuduktan sonra, mektubun son cümlesinin ilk bölümünü tekrarladı.

“Tiyatro bitti.” Kutlu Altay Kocaova

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 33: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

33

Aziz Muhammed Duman Şiir

Katil Kitap Eminim kimse düşünmemiştir,kitap okurken öleceğini. Beni böyle düşündüren kitap ise ölümsüzdür. Katil kitap. Ölümümün senin elinden olması güzel de Daha erken değil mi? Yaşımdan çok yaprağın var senin. Sende yapacaksan bunu, Tanrı şimdi acısın bana. Ama sana hakkımı helal etmeyeceğim, İşimi bu sefer Tanrıya bıraktığın için...

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 34: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

34

Orkun Uçar Söyleşisi

En klasik soruyla başlayacağım, edebiyat. Edebiyatın sizin için en samimi haliyle anlamı?

Edebiyat hayal gücünün ve düşüncenin dokumacılığıdır. Okur için dosttur, yalnızlığı kalabalığıdır.

Yazarlık sizin mesleğiniz, yazarlık bilgi ve gelişmiş bir düşünce yapısı iste-yen bir durum. Yazar olarak yaşamak nasıl bir şey? Nabza göre yazmak mıdır, yazar-lıktan para kazan-mak?

Yazarlığa tanrı mesleği derim hep. Ama bunu yazarlığı çok üst bir yere koymak için dedi-ğim zannedilmesin, esa-sında çok doğal ve ilkel bir eylemdir.

Yazar olarak yaşamak biraz antisosyallik, biraz yalnızlık, biraz mutsuzluktur; zira yazmak çok zaman alan, mesaisiz bir iştir. Kafanız sürekli bu işle meşguldür. Hayattaki her şey yazarlığınız için malzemedir.

Sorunun ikinci kısmına gelirsek; ben nabza göre şerbet vermek için kitap yazmam, parayı ise bu işin hedefi olarak görmem. Açıkçası ben sadece “okumak istediğim bazı hikayeleri, onları başkası benden önce yazmadığı için yazıyorum”, ondan sonra da başkası yazmış gibi okuyorum.

Biraz da çocukluğunuza dönelim. Edebiyatla ilişkinizin ilk kıvılcımı ne zaman başladı. Klasik bir özgeçmiş değil, gerçek bir başlangıç duy-mak istiyorum…

Ben yazarlığa çok geç başlayan biriyim. Üniversite birinci sınıfta bir gece uyuyamayıp, kalkıp “Çakı” adlı bir öyküyü kağıda dökme baskısına boyun eğene dek tek bir sayfa kompozisyon dahi yazmışlığım yoktu. Yani bu açıdan yeteneğiyle küçük yaşlarda tanışmış birçok yazara benzemiyorum. Edebiyatla ilişkim, gözlerimi 8.3 derece miyop yapacak kadar yoğun bir oku-ma tutkusuyla başladı. Sadece evimizdeki küçük kitaplığı değil; tanıdık, komşu bir-kaç kütüphaneyi de bitirdim. Çizgi roman, roman, ansiklopedi ne bulursam okur-dum. Mesela aşk romanları yazarı Barbara Cartland’ın tüm kitaplarını bir ayda oku-duğumu hatırlarım. Günde üç –dört kitap bitirirdim.

Çocukluğum, babam deniz astsubayı olduğu için askeri lojmanlarda geçti.

Orkun Uçar

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 35: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

35

Çok güzel bir ortam vardı: babalar işe gider, anneler ev işleri ardından kom-şu gezmeleri yapar, biz çocuklar da sürekli oynardık.

Okuma yazma öğrendiğimde çizgi romanlar, Milliyet ve Tercüman çocuk der-gileri beni kelimeler ve hayal dünyasına çekti. Şunu da belirtmem lazım; ben ço-cukken televizyon yoktu. Yedi-sekiz yaşında evimize televizyon girdi. Ondan önce radyo dinlenirdi. Ve radyo tiyatrosu insanın hayal gücünü çok çalıştırıyor.

Bunun ötesinde komşu gezmelerinde çok ilginç sohbetler olurdu ve ben on-ları da dinlerdim. Bu sohbetlerin bir kısmı efsaneler, cin hikayeleri olurdu.

İşte hayal gücü kuvvetli olunca, bu da okuma zevkiyle birleşince bir yerden patlıyor.

Merak! hayran kitlenizi uzun za-mandır meraklandırıyorsunuz. Sin hala bitmiş değil. Bir tarih istemeyeceğim. “2012 ve 6 kitap” sözünüzü daha önce duydum. Ama neden bu kadar gecikti Sin-Sarı İstila… “Sin – Sarı İstila” bir ara kitap bu ne-denle sadece önceki kitabı değil, sonrasını da ilgilendiriyor kurgu olarak. O nedenle biraz zorladı ama esas olarak taşınmalar çalışma-larımı böldü. Ben bir kitaba çalışmaya başla-yıp tek seferde, yoğun bir çalışma temposuy-la bitiren yazarlardanım. Ve bu yoğun dö-nemler dört taşınmayla bölündü. Her seferin-de yeni mekanıma alışma dönemi çektim, taşınma ve mekan değiştirmenin yorgunlu-ğunu atmaya çalıştım. Ama artık sonuna geldik gibi. Yine ta-şınıyorum: Bodrum’dan İstanbul’a dönüyo-ruz. Yerleştikten sonra kısa sürede Sin bite-cek. Sin yüzünden ertelenen kitapları yaz-

mak kolay. O yüzden 2012 birkaç kitap olacak. Bu kitapların içinde Derzulya serisinden kaç kitap var? Derzulya se-

risinin tümünün bitiş tarihini verebilir misiniz? Malum altı kitap üstünde aynı zaman diliminde çalışıyorsunuz, ilham perileriniz pır pır uçuşuyorlar mı?

2012’de tek Derzulya kitabı olacak. Zira diğer yazacağım kitaplar da çok zevkli ve farklı türlerde. Fakat ondan sonra Derzulya’nın birkaç kitabını arka arkaya yazacağım. 2020’ye kadar tüm seri bitecek planlarıma göre.

İlham perisine pek ihtiyaç duymuyorum zira kafam böyle çalışıyor. Sürekli kurgu yapar, duyduğu, gördüğü şeyleri bir kurguya yerleştirir, evirir. Bir insanın yi-yip, içmesi ve tuvalete gitmesi kadar doğal bir durum benim için.

Orkun Uçar

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 36: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

36

Kabul etmek gerekirse, Sin’in gecikmesi sebebi ile pek çok hayranı-nızı kırdınız, onların yeniden kazanacak mısınız? Onlara sizi tekrar oku-tacak, kulaktan kulağa dolaşacak bir kitap mı geliyor?

Bunu dediğim zaman insanlar kızacak ama ben daha önce dediğim gibi “okumak istediğim kitapları başkası yazmadığı için yazan ve sonra da başkası yaz-mış gibi okuyan biriyim.” Kendi egomu daha çok önemsiyorum.

Okurlar bana kızıyor ama bir zaman önce de bu adam para için yazıyor, sü-rekli kitap çıkarıyor eleştirileri de vardı. Ortası yok yani: ya çok yazıyorsun para için yazıyor oluyorsun, ya da tembel yazar oluyorsun.

Ben defalarca okumak istediğim kitapları üretme derdindeyim; bu çıtayı hiç-bir şey için düşürmem.

Sin bitmeden kitap çıkarmadım, param bitti ve ailemle yaşıyorum; bana kı-zan okurlar bu adam bunca zamandır ne yiyor içiyor diye sormuyor ama. Üstelik ne yazık ki korsan kitaplardan en çok zarar görenlerden biriyim. Her imza günüme bir-kaç korsan kitap gelir.

Bir başka yönden de kendimi zaten insan olarak sevilecek biri olarak da gör-müyorum ki bu açıdan bir derdim olsun. Antipatik biriyim.

Siz kitaplarınızda kişisel görüşlerinizi okuyucuya en gizlisinden, en etkileyicisinden sunan bir yazarsınız. Sin’de Orkun Uçar görüşleri olduk-ça çok mu?

Esasında bu dediğiniz bana göre bir yazarın yapmaması gereken bir şeydir. Ben yazarın kitaplarına kendisini sokmasını pek tavsiye etmem. Özellikle araya girip ahkam kesen yazarları hiç sevmem.

Orkun Uçar esasında çok ilkel biridir. Yazmaya odaklı bir organizma. Belki bu ilkellik karakterlere biraz yansıyordur.

Metal Fırtına ve Zifir de olduğu gibi ortak çalışmalar sizin açınızdan ne dere-ce zor yada kolay? Böyle bir girişimin içi-ne girmek için bir yazar arandınız mı, yoksa denk mi geldi? Ortak çalışma benim için zor değil zira editörlük tarafım da var. Bu nedenle diğer ya-zarın yazdıklarını ortak çalışmaya adapte ede-bilirim. Yazar aranmam ama denk de gelmez. Ortak çalışma yapacağım yazarı birkaç aşama denerim önce. Ortak çalışma için konu verdi-ğim sonra da ortaya çıkan çalışmayı, eseri ta-mamen yazara hediye ettiğim de olmuştur. Böyle basılan kitaplar var. Kalitesini tespit ettiğim yazarlardan ne çıkabileceğini bilerek konu öneririm. Mesela Derin İmparatorluk’u Saygın Ersin ile yazabile-Zifir - Orkun Uçar

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 37: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

37

ceğimi düşündüm, Zifir’i Burak Turan ile. Çıkan sonuçlar da kararımı onaylıyor herhalde.

Bunun dışında çok teklif alırım: “bir konum var beraber yazalım”, “müthiş bir konum var ama ben roman yazamıyorum size vereyim” gibi… Hatta, “kitap yazdım size vereyim, sizin isminizle çıksın” diyen bile oluyor. Ama bunların hepsini reddedi-yorum. Hatta fikir hırsızlığı ile suçlanmamak için dosya kabul etmem, fikir gönderil-mesini de istemem.

Bazı yazarlar sessizlikte yazar, bazıları kalabalıklar ortasında oyna-tır kalemini. Siz sessizliği seviyor musunuz? Yoksa Bodrum’a çekilmeni-zin farklı sebepleri mi var?

El yazım yok ve genelde ge-celeri yazarım. Laptop öncesi de bilgisayarla gezmek mümkün ol-madığı için yalnız ve sakin ortam-larda yazmaya alıştım. El yazım olsa belki kalabalıkta yazabilirdim.

Ben yalnızlığı severim. İçki içmem, uzun zaman sohbet or-tamlarında bulunmayı sevmem. Bu huyları biraz da migren ve lens yüzünden elde ettim. Migren kriz-leri nedeniyle insanlarla fazla eğle-neceğim ortamlara çok takılma-dım, lens taktığım dönemlerde de gözümdeki lens bir süre sonra ra-hatsızlık verdiği için eve dönüp çı-karıp rahatlamak isterdim. Bir dö-nem epey yoğun arkadaşlık or-tamlarından bu nedenle çekildim.

Bodrum hayatımda bir fark yaratmadı. Zaten İstanbul’da da Cihangir, Taksim ve Tophane arasında geçen bir hayatım vardı. İnsan olarak sıkıcı, son derece basit yaşayan biriyim.

En iyi yazar ödülü aldınız yakın zamanda. Bunun sizin için anlamı nedir? Nasıl oldu da popüler bir yazara gitmedi bu ödül, sizce?

İyi bir yazar olduğumu biliyorum zaten, bugüne kadar iki öykü yarışmasına katıldım ikisinde de birinci oldum. Ki orada rumuzla katılıyorsunuz ve yarışan eser. Ama kastettiğiniz ödülün farkı okurlardan gelmesiydi. O nedenle önemliydi.

Popülerlik konusuna gelince; medyayla sıkı ilişkilerim olmasa da her kitabı birkaç baskı yapan, Türkiye’nin bir dönemine damga vurmuş bir kitabın yazarı ola-rak popülerim sanıyorum. Medya ile iyi ilişkilerimin olmadığını kabul ediyorum. Ama bu konuda yapabileceğim bir şey yok.

Orkun Uçar

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 38: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

38

Metal Fırtına: Çıktığı devrin birkaç yıl ötesinin kurgularını farklı bir düzlem üzerinde işleyen bu roman nasıl ortaya çıktı?

Bu kitabın konusunu Burak Turna getirdi bana. Tam yayınevimizin kapandığı ve benim vergi borcum nedeniyle sıkıntılı olduğum bir dönemde kitabı beraber yaz-mayı teklif etti. Ben ilk önce reddettim, “Borç meselesi yüzünden şu anda kafam dolu, yazamam” dedim. Sonra bir televizyon yarışmasından borcumu temizleyecek kadar para kazandım. O zaman yine aradı, “Şimdi yazabilir misin, kafan rahatladı mı?” dedi.

Bu sefer kabul ettim. Taslağı gönderdi. Özünde ABD-Türkiye savaşını işleyen bir kitap taslağı vardı. Ama kurgusal sorunlar ve büyük değişiklik lazımdı.

Bir gün Ortaköy’de dondurma yerken kurguyu nasıl yapmamız gerektiği an-lattım. Çalıştım ve elli sayfalık bir çalışmayı Timaş’a mail attım. Hemen cevap geldi. Sonra da on beş gün içinde bitirdik. Hatta bazı bölümleri Timaş’ta Burak ile karşılıklı iki bilgisayar başına oturarak yaz-dık ki, Timaş’takiler de şaşırdı. Zira onların da kafasında bu kitabı bunlar mı yazdı gibi şüpheler vardı.

Asi: Kitabın yeni yayınevi ile bası-mı (malum Metal Fırtına sonrası) ilk ba-sımına göre oldukça iyiydi. Bu sonuç reklamla açıklanabilir mi? Esasında Asi kitabı ilk başlarda o kadar hızlı satmadı, okurlar arasında tavsiye edilme-siyle satışı hızlandı. Zira Metal Fırtına’nın okur kitlesi ile Asi’nin hedef kitlesi farklıydı. Bir de unutmayın: bizim ismimizi bilen o kadar çok kişi yoktu: Biz Metal Fırtına yazarlarıydık. Onu aşmak zor oldu. O sıralar çok röportaj verdik, televizyona çıktık ama bizimle ilgili konuşma-larda, “Sakallı olan, beyaz saçlı olan” diye bahsediyorlardı. Kitabın baskı kalitesine gelince o zaten Altın Kitapların standart kalitesi. Orkun Uçar’ı ileriki zamanlarda tarzının çok dışında; Felsefe, Siyaset, Aşk gibi temalarda da görecek miyiz? Yazdığım kitaplar birbirine benziyor mu ki? Metal Fırtına bir savaş, politik kurgu; De-

rin İmparatorluk tarihsel kurgu, komplo; Zifir korku; Asi epik fantezi. Hepsi Türki-ye’de var olmayan türler. Sanırım sorunun cevabını aldın. İyi hikaye olduğuna ina-nırsam her türde yazarım.

Asi - Orkun Uçar

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 39: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

39

Bizlere tavsiyeleriniz, kitabımızı çıkaracağımız zaman yaşayacağımız zor-luklardan bahseder misiniz biraz? Yahu o kadar çok ki bu sorunun yanıtı kalın bir kitap olur. Bir de her yazarın yaşa-yacakları kendine özgü olacak-tır. Sıkıntı çekmeden başarıya ulaşan çok azdır. Jack Kerouac’ın “Yolda”, Richard Bach’ın “Martı” kitabı o kadar çok yayınevi tarafından redde-dilmiş ve sonunda okura ulaş-mış ki.

Kendi yaşadığımdan ör-nek vereyim: Kızıl Vaiz kitabım için bir yayınevi ile anlaştım. Sonra ekonomik kriz oldu; bana baskı tarihini ileri atmayı ve telif vermemeyi teklif ettiler, geri çektim. Bir başkasında editör; “İyi bir yazarsınız ama normal şeyler yazamaz mısınız?” dedi. Sonunda okurla ancak kendi amatör yayınevimden çıkarabilerek buluştum.

Bir de yazar adaylarının çoğu eserine dıştan bakmayı beceremiyor: yani edi-törlük yapamıyor. Bu nedenle yazarlığı hatalı bir yöne giderse veya eser daha iyi olabilecekse bunu göremiyor. Türkiye’de Batı’daki tarzda bir editörlük olmadığı için yazar adayına red cevabı veriliyor. Yani editör yazara eseri daha iyi yapabilecek tavsiyeleri veremiyor. Onlar daha çok yüzde 90 veya tamamen olmuş eserlere me-saisini harcıyor.

Gelecekte de sizi acemilere destek olan bir yazar olarak görecek miyiz? En azından kafanızdakileri kağıda dökmeyi bitirdiğinizde. Yoksa bu konuda yaşadığınız ters olaylara doydunuz mu?

Tam olarak doydum. Yaşadığım nankörlüklerin haddi hesabı yok. Üstelik şim-di fikir hırsızlığı suçlamasıyla karşılaşma ihtimalim çok. Şöyle bir örnek vereyim: di-yelim ki bir genç yazara yardım ettim ama bir türlü bir noktaya gelemedi, kitabını bitiremedi veya bastıramadı. Yıllar sonra benim bir kitabım çıktı ve o kafasında be-nim kitabımdaki konuyu kendi kitabından alınmış gibi bir vehme kapıldı, benzerlik kurdu. Al o zaman başına belayı. Yaşadığım diğer nankörlükler ve bu tür tehlikeler yüzünden niyetim yok ne yazık ki. Ama iyi bir yazar ile ortak çalışmamız olacaksa zaten mutlaka bana bir şekilde ulaşır. Yani eser kendisini yazdırır.

Söyleşiyi Gerçekleştiren: Bahattin Ceyhan

Orkun Uçar

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 40: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

40

Melodi Şule Devekaya Deneme Gökkuşağının Ötesinde Gecenin karanlığında kendimle başbaşayım. Eva Cassidy eşlik ediyor gece-me, bir şarkıyla "Somewhere Over the Rainbow." "Gökkuşağının üzerinde bir yerde, çok yukarılarda Bir zamanlar bir ninnide duyduğum bir ülke var O gökkuşağının üzerinde gökyüzü mavi Ve hayal etmeye bile korktuğun rüyaların gerçek olur Bir gün bir yıldıza bakıp dilek tutacağım ve bulutların çok ötesinde uyanacağım Bacaların çok üzerinde dertlerin limon şekerleri gibi eridiği yerde Beni orada bulacaksın Gökkuşağının üzerinde bir yerde, mavikuşlar uçar O gökkuşağının üzerinden kuşlar uçar Neden ben yapamam Küçük mutlu mavikuşlar gökkuşağının ötesine uçabiliyorlarsa Neden ben yapamam" Gökkuşağının ötesine ancak hayallerle geçebilirim. Oysa hayal kurmak unut-turuldu bize. Öğretilmiş tepkilerle büyütüldük biz. Hayaller hayaldir denildi, sadece görmüş olduklarındır gerçek... Ve biz, inandık. Görmüş olduklarımıza inandık, duy-muş olduklarımızı gerçek saydık.

Çocukluğumuzda içimizde cıvıldayan kuşlar neredeydi sahi? Öylemiydi gerçek dediğimiz, gerçeklik dediğimiz yaşam? Bu yüzden olsa gerek biz büyüdükçe, yaşam da daha çekilmez hale geldi.

Hayaller gerçektir. Gördüğümüz her şey bir zamanlar birilerinin hayaliydi. Hayalini kurduğumuz her ne ise, o kalbimizi çarptırandır, orada yaşam vardır; ru-humuzdan akıp şimdiye gelen, bizimle buluşan... Hayallerle yaşanmaması gerektiği öğretildi bize, gerçek dünyada yaşamak öğretildi... Ama bak dünyaya, hayallerini gerçekleştirenleri izlemiyor musun başarı öykülerinin arkasında? Ve onlar sadece hayallerinin peşinden gittiler. Bu sana öğre-tilenle ters düşmüyor mu? Sana hayalleri bırakman öğretildi, ama başarıyla yaşa-mına devam edenlerse hayallerinin sonuna kadar peşinden koşanlar. Gökkuşağının ötesinde, ruhundan tutkuyla akan bir şey var, onu hissedebilirsin. Şimdi, hadi, günlük hayatın rutininin dışında bir şey yap... Dinle bu şarkıyı, over the rainbow...

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 41: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

41

Şarkının melodisiyle kendini hayallerine bırak... Sana öğretilenleri boşver bir an olsun... Hayallerini hisset... Hayalinin gerçekleştiğini hayal et... Sana nasıl his-settirdiğine dikkat et... Kalbindeki genişlemeyi hisset, ruhundaki coşkuyu hisset... Hayaller gerçektir... Ve yaşam seçimlerle doludur. Ruhundan gelen coşkuyu, ya-şamda yapmak istediğin şey ne ise, onun coşkusunu duymazdan gelebilirsin... İşte bu yaşamında kendini bir günden ötekine sürüklemek olacaktır. Ya da bir seçim ya-pıp, ruhunda coşkuyla hissettiğini yapmayı seçebilirsin. İşte o zaman yaşadığını hissedeceksin... Ve bu cesaret isteyecek, bu kendine güvenmeni talep edecek. Bu başkalarının sesini dinlemeyi bırakıp kendi kalbinin sesini dinlemeni gerektirecek. Ama göreceksin ki, ihtiyacın olan tek şey sensin. İhtiyacın olan tek şey kendine duyduğun güven... Kendine duyduğun delice güven... Başkalarının senin için belir-lediği bir yaşamı değil, kendi yaşamını yaşayabilmen için kendine duyduğun gü-ven... Melodi Şule Devekaya

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 42: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

42

Türkçe-Türkce-Turkche Faruk Börklü Düne bakarsak arı bir dildi, değe-ri bilinirdi... Bugün yerden yere vurdular. İn-cittiler, alafranga heveslerine kurban ettiler. Ettik... Fazlamızı eksik sandık. Eksiğimiz zihinlerimizdeydi oysa anlayamadık. Türkçeyi çok kırdık. Bir 'pardon' demek gerekmez mi? Gerekmez… Başkaları bize bunu çok kere söy-letti zaten. Yolda yürürken biriyle çar-pışsak özür dilemek yerine 'pardon' de-dik. Yine yolda yürürken müsaade iste-dik, 'pardon' dedik. Müsaade edenlere de 'mersi' demeyi unutmadık tabii. Pe-kâlâ, yürüdük yürümesine de, nereye gittiğimizi düşündük mü hiç? Geçmişe bakacak olursak Türkçe çok kez yabancı kültürler etkisi altında kalmıştır. Fakat bu tamamen bilinçli bir şekilde gerçekleşmiştir. Dünyadaki tüm diller başka dillerden alıntı yapmıştır ve yapıyor da. Biz ne yapıyoruz pekâlâ? Tamamen kör, tamamen düşüncesiz, çokça modern(?)iz. Sokağa çıktığımız zaman o saçma sapan dükkân isimleri arasında çok yakında kendimizi yabancı hissetmeye başlayacağız. Daha kötüsü bundan herhangi bir rahatsızlık duymayacak oluşumuz. Bize bu günleri özgür bir dille, özgür topraklarda, özgür insanlar olarak yaşatanların kemikleri sızlamaz mı? Biraz düşünelim. Dünyanın her yerinde ana diliyle eğitim almak için her şeyi-ni feda edebilecek insanları... Onlar mı abartmışlar, biz mi nankörüz? Faruk Börklü

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 43: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

43

Arda Keküllüoğlu Öykü

Bir Katil Yaratmak

“Sonra beyaz kuşun uzanan ince boynunu yavaşça elimle tutuyorum. Bütün gücümle sıkmağa başlıyorum. Kanatlarını açmak istiyor. Öteki elimle onları da tutu-yorum. Mercan ayakları dizlerime batıyor. Sıkıyorum, sıkıyorum, sıkıyorum. Dişleri-mi, kırılacak gibi sıkıyorum, gık diyemiyor. Sarı kenarlı gagacığı titreyerek açılıp ka-panıyor. Pembe sivri dili dışarı çıkıyor. Yuvarlak gözleri önce büyüyor. Sonra küçü-lüyor, sonra sönüyor... Birdenbire, kasılmış ellerimi açıyorum. Beyaz kuşcağızın ölüsü «pat!» diye düşüyor yere.”

Ömer Seyfettin/İlk Cinayet

Şirket vapurundaki ilk cinayetten sonra öldürdüğü sekizinci hayvandı kanlar içinde yerde yatan sokak köpeği. Omuzları inik, tüyleri beyaz, kuyruğunun yarısı kopuk, ruhu yıllar önce ölmüş bir hayvan ama yine de ancak dokuzuncu bıçak dar-besinde soluğu kesilmişti şerefsizin.

“Olsun.” dedi ve gülümsedi Ömer, okul yolundaki boş tarlanın ortasında, et-rafı kolaçan ederken. Öldürmek için yorulmak gerekirdi. Altıncı cinayetinde hedef-teki kediyi tam iki saat kovalamıştı. Kuzeninin akvaryumundaki deniz kaplumbağa-larını öldürmek için, gecenin bir vakti iki kilometre yürümüş, açık gördüğü ilk mar-ketten tuz ruhu satın almıştı.

“Olsun.” dedi yine Ömer yerdeki kanlı bıçağı kaldırırken. Bu oyun ne kadar yorucu olursa olsun finali her zaman çok keyifliydi. İşte köpek, bir kulağı kopmuş. Şah damarı dışarıda ve gözleri açık. O gözlerde özel bir şey var. Ömer hiçbir zaman iyi bir betimleyici olamadı; ama ruhani bir şeyler sezmek için buna çok gerek yok. Evet, o gözlerde bir şey var, tanrısal bir şey. Sadece Azrail'in tadabileceği bir şey; ama Ömer hissedebiliyor. Öyle bir hissediyor ki Ömer, yanağında dördüncü cinaye-tinin hatırası olan kedi tırmığının izi patlayacak gibi şişince dünyanın değiştiğini gö-rüyor. O vakit, tanrıya meydan okuyan sahte ilahların gökdelenleri, şeytanın en sevdiği oyuncakları pislik yuvası otobüsler ve gerçek dünyanın o iğrenç sahteliği kayboluyor. Köpeğin kanları toprağa sızarken tek bir alem var Ömer'in önünde. Sonsuzluğa doğru uzanan sıradağlar, özgürlüğe koşan sahipsiz atlar ve lanetli dün-yanın boşluğu yerine tüm evreni yöneten tek bir güç... Tanrı...

Bıçağı öylesine çantasına koydu Ömer. Aslında üzerindeki kanı temizleyecekti ama içinden bir ses “Bugün onunla işin daha bitmedi.” diyordu. Yüzünden hiç düş-meyen gülümsemesi ile çantası elinde yokuş aşağı koşmaya başladı. Hava o gün soğuktu; ama Ömer ateş gibi yanıyordu. Zaman artık gelmişti. Yeni bir fidanın doğ-masına az kalmıştı. Satranç tahtasında ters yöne gitmekten aciz piyonun vezir olma

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 44: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

44

anı, Anka kuşunun yeniden doğuşu, orman yangınında ortaya çıkan ölümsüz kar-bonlar, sonsuza giden matruşka bebekleri... Ve Ömer, heyecanlı, tutkulu ve hare-ketli. Tek düşüncesi kerametinin kimin kıyametiyle yükseleceği...

Okulun giriş kapısı bomboştu. Ömer derse geç kaldığını fark etti. Kederli uyuşturucu satıcıları okul duvarına yaslanmış, hararetli bir tartışmaya tutuşmuşlar-dı. Bunlardan biri Ömer'i yükseltebilir mi? “Hayır.” dedi Ömer, ilk seçeneği aklında çoktan silmişti. “Daha değerli biri olmalı. Daha acı dolu bir ölüm olmalı”

Hiç okunmamış yazıların asılı durduğu panoları, dersten atılmış haylaz öğren-cileri, kızmak için adam arayan müdür yardımcılarını ve hayali iyi bir koca bulmak olan kadın hademeleri geçip, sınıf kapısına varıncaya kadar daha değerli bir ölümü düşünerek birkaç saniye bekledi. Ders Geometri olmalıydı. Dersin hocası da Fevzi Kale. Karısından birkaç ay önce ayrılmış mutsuz bir adam. Türünün son örneklerin-den biri olarak öğrencisini dövüyor, dersi sevmiyor, ayrıca yürüyüşü de aksak, göz-lük takıyor.

“Olsun.” dedi Ömer üçüncü defa ve kapıyı çalmadan içeri fırladı. Fevzi Hoca tahtada, bağırarak sınıfa bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Üstüne giydiği beyaz öğretmen ceketi, kırlaşmış saçlarıyla çok ilginç bir uyum sağlamıştı.

“Burası dingonun ağırı mı, eşek herif.”

Sustu Ömer ve hocasının hakaretine tepki göstermeden sırasına yöneldi. Bir gözü sınıf arkadaşlarında, Savan topraklarında geyik arayan ulu bir çita gibi onları değerlendiriyordu. Ön sırada oturan Ceren: Çok kolay bir hamle. Öldürmek için yo-rulmak gerekir. Elendi. Arka sıradaki Berkay: Ömer'in hesap defterindeki ilk kişi. Akıl sağlığı yerinde olan biri değil; ama okulun en popüleri. Keramete giden yolda, bir köprü olabilir; ama ya köprü sağlam değilse? Köprü yıkıldıktan sonra ya Ömer kanlı geçmişinin betonsu etkisine çarparsa... Öldürmek için yorulmak kadar emin olmak da gerekir.

“Sana söylüyorum, lan baksana bana.”

Fevzi Hoca'ya öylece baktı Ömer. Hala gülüyor, “Zorlama, Hoca.” diyordu içinden. “Daha değerli biri olmalı.”

Pencere kenarında, baştan ikinci sırada oturan Hilmi: Sınıfın ineği. Ömer'e

öyle bir gülüyor ki kırk kişilik sınıftaki kahkaha tufanında tek onun sesi Ömer'e ula-şıyor. Şimdi değil, ama karanlık bir dolunay gecesi, mutlu bir evliliğin ürünü olan çocuğu uyusun diye sigaradan dolayı kısılmış sesiyle masal okurken Ömer tarafın-dan boğulacak. O gecenin sabahında Hilmi'nin oğlu Bilmemnecan'ın kabus dolu bir yaşama uyanışını düşünmek ne güzel bir hayal ve daha güzel bir şey, Canan: Öğ-retmenin önünde oturuyor. Kömür renginde saçları var. Deniz mavisi de gözleri. “Keşke bir denizci olsaydım o denizlerde.” diye düşünmüştü Canan'a aşkından Ömer okulun ilk gününde kederle “Keşke evrenin en büyük gizemi olan kalbin dür-

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 45: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

45

bünümde beliren şu tek tepeli ada, hayallerin de kulağıma yolu fısıldayan canlı bir dümen olsa…” Ama hayallerdeki gemiler çoktan batmış, evrenin kuralları o günden bugüne maalesef çok değişmişti. Köpeğin damarlarından gayzer gibi fışkıran kan artık, Canan'ın sıradağlara benzeyen dudaklarından daha önemliydi.

“Gel buraya haylaz herif.”

Ömer hiç beklemediği bir anda, hocasının sağ eliyle attığı tokatla sarsıldı. Sı-nıf sessizliğe bürünmüştü ve Ömer'in burnundan nefis bir kan akıyordu yavaş ve sakin.

Fevzi Hoca delirmiş gibi bir de tekme savurdu Ömer'e. Canan dahil herkes olanları, birbirlerini öldürmeye çalışan gladyatörlere tapan kafir Roma Halkı gibi bü-yük bir şehvetle izliyordu. O an sınıfta en sakin davranan Ömer'di. Çünkü sonunda seçim kendiliğinden gerçekleşmişti. Sınavdaki son soru çözülmüştü işte, hem de hiç kalem kullanılmadan.

“Ben demiştim.” diye mırıldandı Ömer, Fevzi Hoca'nın iteklemesiyle dışarıya çıktı. “Gel, şimdi göreceksin.” dedi Fevzi Hoca, sesindeki efsun Asya Bozkırları'nın Şamanistlerinde bile yoktu... O an Ömer, Fevzi Hoca'nın da onun gibi olduğunu dü-şündü; ama hemen fikrini değiştirdi. Büyük ihtimalle Fevzi Hoca'nın davranışları, içinde yıllardır birikmiş olan ve karısıyla boşanmasıyla tetiklenen karanlığın bir gös-tergesiydi. Her insan birden katil olabilirdi; ama Ömer o kadar basit biri olamazdı. O; özgürce sema eden elektronlarından, ustalıkla kullandığı ölüm saçan bıçağına kadar özel bir varlıktı. Kendisi gibi birileri var mıydı? Bilmiyordu; ama bir gün böyle bir güç tarafından yok edileceğini hissediyordu.

Koridorun sonuna kadar aynı pozisyonda ilerledi öğretmen ve öğrenci. Kori-dorun son odası çay ocağıydı ve bu saatlerde çaycı büyük ihtimalle dışarı, sigara molasına çıkmıştı. “Tam vakti.” diye düşündü Ömer ve kendi varlığıyla ilgili en te-mel soruyu sordu “Şu günahkar okulun, fareli çay ocağı, büyük bir gücün yaradılışı-nın mabedi mi olacak?”

“Olsun.” dedi bu sefer bağırarak Ömer. Kulağının acısının verdiği inatçılıkla tam zamanında öğretmenini çay ocağına itti. Öğretmeni ondan beş santim ancak kısaydı; ama boş bir çuval gibi odanın sonuna kadar gerilemişti.

Beklenildiği gibi çaycı odada yoktu. Ömer çantasını iyice kavrarken Fevzi Ho-ca sesini başka odalara duyurmak için bağıra bağıra ve tekrar tekrar “Adam ol, sa-kin ol, ne yapıyorsun?” diyor; ama korkusunu da gizleyemiyordu. Ömer çantayı ha-vaya kaldırınca,

Fevzi Hoca hızlı bir diksiyon hareketiyle kibarlaşmaya çalıştı ama artık çok geçti. İçi ev mutfağından çalınma çatal bıçak dolu çantayı kafasına yiyen Fevzi Ho-ca afallayıp, yere düştü.

On dört kere vurdu Ömer çantayla hocasına. Hiç sıkılmadan, yorulmadan,

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 46: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

46

korkmadan. Adam iyice yere gömülmüş, bir gözü kapanmış; beyaz ceketi, yüzünden

akan kanla yıkanmıştı; ama hala bilinci yerli yerindeydi. “Güzel.” dedi Ömer, sesin-de cinsel bir iğrençlik vardı. Alt kısmı kanlanmış çantasından küçücük bir meyve bı-çağı çıkardı.

Fevzi Hoca “Hayır, yapma.” diye yalvarıyor, bağırıyordu. “Oğlum hapislerde sürünürsün. Bir tokat attım diye bana bunu yapma.”

Delice bir zevkle gülüyordu Ömer. Bıçağı avuç içine değdirdi ve keskinlikten memnun kalmadı. “Sorun seninle değil hocam.” dedi. Çantasından daha büyük bir bıçak çıkardı. “Benim sorunum sistemle.”

“Sistem ben değilim.”

“Ama bir parçasısın.” dedi Ömer, çantasını kapadı. “Ben sizin düşüncelerini-ze göre bir aptalım. Hayatım boyunca sizin dahileriniz tarafından dışlandım. Katil olmayı ben seçmedim, hocam. Biri benim yerime çoktan planlamayı yaptı. Anlamı-yorsunuz, değil mi? Anlamıyorsunuz. Anlayacaksınız.”

Kafasını salladı hoca.

“Ben hep bugünü bekledim. İlk öldürdüğüm bir beyaz kuştu. Dört yaşımda bile değildim. O gün o kuş düşerek kendine has bir günah işlemişti. Onu boğdu-ğumda beni gören aptal bir kadın “Ne hain çocuk!” diye haykırmıştı bana. Ben o gün anladım işte. İnsanlar beni anlamıyordu; ama olsun bu gerçeği ne kadar de-ğiştirirdi ki? Ben tanrının seçtiği bir ölüm meleğiydim. Ben o büyük gücün yükselt-mek isteği asil çocuktum. Ben bereketli fidanlar için ölü otları yakacak alevdim... Ve siz, ve sen, sen bir günah işledin, hocam. Öğrencini aşağıladın, ona vurdun. Öl-meli; ama tebrik de edilmelisin. Sonunda bir katil yarattın, siz, öğretmenler, tele-vizyondakiler, siyasetçiler, otobüs şoförleri, aklımdan çıkmayan mavi gözlü güzel kız, hatta sokakta öylece yürüyüp, karşısına çıkan su şişesine vuran adam, hepiniz bir katil yarattınız; şeytansı egolarınız yüzünden tanrı gibi davranmanın cezasını çe-keceksiniz...”

“Seni aptal.” dedi hoca, öleceği kesin olan tüm adamlar gibi katiline söverek, “Sen işe yaramazın tekisin, sen Azrail değilsin.”

“Doğru,” dedi Ömer, odadan yükselen ışığın etkisiyle parlayan bıçağını, en

yukarı kaldırarak “Ben ondan da üstün olacağım.”

Bıçak indi, hoca haykırdı ve Ömer sadece güldü. Yaptığı kötülüklerin vicda-nında tutuşturduğu sonsuz cehennem sıkıntıları içinde henüz kıvranmıyor, o an sa-dece kan kokan çay ocağında tanrısal bir mucizeyi bekliyordu.

www.kekullusworks.blogspot.com

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 47: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

47

Fatih Demirkol Söyleşisi

Şiddetin , Cinselliğin Magazinin Üzerine Giderseniz İyi İşler

Çıkarırsanız’

Bugünlere gelirken yaşadıklarınızı paylaşır mısınız? Öncelikle 1974 Ordu doğumluyum. Benim çocukluğum ve gençliğim çok zor

şartlar altında geçti. 1980’lerde olan sağcı solcu davalarının olması bazı zihniyetle-rin insanları yozlaştırmaya çalıştırması benim aile büyüklerimi çok kötü şekilde etki-ledi. Babamın ve amcamın dayılarımla olan mücadelelerine şahit olmak gerçekten çok üzücüydü. Ben çocukluğumda sayı saymayı caretta marka silahların kurşunları-nı sayarak öğrendim. Aile arasında şiddetin ve kutuplaşmaların olması beni gerçek-ten çok üzüyordu ve benim psikolojimi köreltiyordu. Babam ve amcam hayatlarının üçte birini hapishanede geçirdiler. Bayram günlerinde bile kendi aile üyelerimin el-leri belinde gezmeleri benim ve onlar için gerçekten zor bir süreçti. Bu kötü mazi 20 yılı aşkın bir süreyi kapsadı. Ben 20 yaşlarındayken yine bir bayram günündey-dik, Alparslan Türkeş’in okuduğu Aziz Nesin’in ‘Badem Ağacı’ şiiri hayatımızdaki her şeyi değiştirdi. Menfaat duygusunun ne kadar kötü bir şey olduğunu anladık. Ba-dem ağacı şiirinin üzerimde bıraktığı etkiyi hala unutamıyorum.

“Top Oynamayı Bilmezdim Ama Futbolu Güzel Yorumlardım”

Okul hayatınıza nasıl başladınız, sunuculuk yolunda örnek aldığınız

isim var mıydı? Henüz ilköğretim 1. Sınıfa giderken Halit Kıvanç’ı takip etmeye başladım. Top

oynamayı bilmezdim ama güzel yorum yapardım. Bu yeteneği kendimde fark ettim ve arkadaşlarımın da beni severek, heyecanla dinlemeleri beni daha da heyecan-landırdı. Üniversite sınavına hazırlandığım yıl ÖSS sınavındayken aşırı heyecandan dolayı gözümü açtığımda kendimi hastanede buldum. Doktorum bana sormuştu: “Fatih sen neyi yapabilirsin, sen ne olmak istiyorsun hedefinde ne var?” Ben de içimdeki en büyük heves olan sunuculuğu dile getirdim ve bu alanda ilerlemek iste-diğimi söyledim. Benim aklıma ne zaman üniversite sınavı gelse oturup hüngür hüngür ağlardım. Bu zorlu süreçte ne yapacağımı bile bilemezken bütün bu olum-suzlukların üstüne 18 yaşındayken babamın beni evden yollaması beni daha da hır-paladı. Arkadaşımın yanına yerleştim ve inancım sağlamdı kadere çok iyi inanıyor-dum. Bu inancımda yine yanılmamıştım hemen 2 gün sonra Radyo Mega’da göreve başladım. Samanyolu TV’den iş teklifi aldım ve 19 yaşındayken Samanyolu TV’de spikerlik yapmaya başladım. Kanal 6’yla iş teklifi görüşmelerinde bulundum. ATV’de bir süre çalıştıktan sonra NTV’den aldığım toplantı teklifi sonrasında görevime ora-da devam ettim. 2005’ten bu yana FB TV’de sunuculuk ve spikerlik mesleğime de-vam etmekteyim. STV’ de çalıştığım yıllarda Kamu Yönetimi bölümünü kazandım ve bitirdim.

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 48: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

48

‘Spor Haberciliğinde Kavga İzletir!’

Türkiye’de televizyonculuğun konumu ve işleyişi hakkındaki görüş-leriniz nelerdir?

Televizyon insan hayatına çok önemli şekil veren ve bizim düşünce hayatımı-zı yönlendiren çok iyi bir etkendir. ”Medya toplumu yukarı çekmezse, toplum med-yayı yukarı çeker.” Televizyonculukta para kazanmak demek reyting demektir. TV’de şiddet, cinsellik ve ünlülerin hayatı (magazin) çok iyi izlenir ve reytinglerin çoğu burada kendini gösterir. Şiddetin, cinselliğin ve magazinin üzerine giderseniz iyi işler çıkarırsınız. Ama işin ilginç tarafı bu kadar şiddeti ve kanı Avrupa’da bula-mazsınız. Bunu Türkiye’de yaşatan ve barındıran Özel TV’lerdir. Spor haberciliğinde de yine en çok izlenen kavgadır.

‘Hayatın da 90+4’lerini Beklemek Gerek’

Geleceğin iletişimcilerine

tavsiyeleriniz nelerdir? Hayatı ben futbola çok benze-

tirim; insanların mücadelesi, hayatın atmosferi, yönlendirmeler, doğru veya yanlış direktifler, ofsaytlar, di-rekten dönmeler tüm bunlar aslında futbolun insan hayatına yansıması-dır. Yaptığınız işte farkınızı yaratın ve kendi farkınızı sergileyin. İnsan parmak izi gibidir ve girdiği ortamda en iyi olmak onun elindedir. Özgü-veninizi ileri atın ve mücadeleci ru-hunuz hiç sönmesin. Benim haya-tımda en büyük özgüveni Nedim Sa-van’ın konuşmaları oluşturdu. Kim bana ne der kavramına takılmamaya özen gös-terin. “Kendinizi sevin eğer sevilmeye layık olmasaydınız, bu dünyada olmazdınız.” Kendinizi çok iyi tanıyın, yapamayacağınız bir işin peşine gitmeyin. İyi idare eden bir program değil, iyi idare edilen bir program yapmanızı tavsiye ederim. Aslında futbol hayat gibidir demiştim ya hani, gerçekten öyle olduğuna hep inanıyorum. Bazen kazandım derken kaybedebilirsiniz. Hayatın da 90+4’üne, yani uzatmalara kadar beklemek gerekir. “Duydun mu her şeye inanma, gördün mü de yarısına inanmak gerek” diyorum…

Söyleşiyi Hazırlayan: İbrahim Halil Koçuşağı / Gaziantep

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Fatih Demirkol - İbrahim Halil Koçuşağı

Page 49: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

49

Tavsiye Kitap İsmi: Türkiye ve Türkçe Üze-rine Oynanan Oyunlar Yazar: Hulki Cevizoğlu Yayınevi: Ceviz Kabuğu Türü: Akademik Ederi: 17 TL İnternetten: 13,60 TL

Hulki Cevizoğlu - Türkiye ve Türkçe Üzerine Oynanan Oyunlar

Avrupalı'nın bize uyguladığı "oryantalist" propoganda kendisinden olmayanın ya da kendisine benzemeyenin "çağdaş olmadığı" yanılgısına dayanıyor. Günümüz-de moda bir kavram ve akım olan "küreselleşmenin" ardına gizlenen egemen ya-bancı diller, özellikle İngilizce, anaokuluna kadar girdi. Yabancı dil öğretilmesi yeri-ne, yabancı dille eğitimin desteklenmesi, dil emperyalizminin su gibi sessiz ve sinsi biçimde her yere sızması sonucunu doğurdu."Ülkesini, yüksek bağımsızlığını koru-masını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır" diyen Atatürk'ü bugün kaç kişi duyuyor acaba

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 50: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

50

Kanmaz Gürkan Şiir Latince

Hayatı bana öğretemeyecek olana … İşte yine latince ıslanıyor yapraklarım Buralarda bu zamanlar her defası Düzensiz fiiller gibi çağrışır sonbahar … Yaklaştıkça çürümüş içine, kuşlara bakakalırım Hamur gibi yoğrulmuş çamur gibi pişirilmiş güne Lütfen işine bak sen, lütfen rica ediyorum, diyor Hırslı bir temizlik hamlesi, cilasız kakmalığıma Saatler geçmeden durmaz; bak, suyun içi geçiyor İçi geçmiş, ölümle uslanmaz yolların kornası ! Yuhalanmış boşluğuyla konuşuyor bal yakan köküm ( ? ) İşte yine latince küfrediyor yapraklarıma anlam, Bir kadın olsaydım sanırım hiç noktalanmazdım Alnımı çizen her güneşe bir yılbaşı gibi saldırırdım Sigara tablayan dudaklarıma dokunmazdı hiç elma Ya da ben hiç ağaç hatırlamazdım topraktan saçımla Ladin hissiyatıyla çellolar sızıntılayan ömürlere Nedensiz özenmeyişim aklını hırpalıyor kahvenin Cahil bir yolculuktur belki burada şifresiz totem Ergin yenilgi sezisiyle olmasın sakın şiirlenişim … Çoğunluğa göre dahice yükselişiyle Düzensiz fiiller kadar çağrışan sonbaharlarla Latince ıslak yapraklarım, kurumayacağım … 2011 / İstanbul

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 51: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

51

Şevket Önder Öykü Kardan Babam Eriyor

Her Nefsin Tadacağı Şey: Ölüm Sonbahar kışa elvermek için hazırlıklara başlamıştı. Ağaçlara veda eden yap-

raklar tek tek toprağa düşüp o sonsuz huzura kavuşurken, Povel o sabah erkenden uyanmış ve pencereden dışarı seyre dalmıştı. Düşen her yaprağı seyrediyor, ölüm yeni bir başlangıç mı yoksa sonu olmayan bir son mu ona kanaat getirmeye çalışı-yordu. Esen şiddetli bir rüzgâr dakikalar sonra koskoca çınar ağacını dımdızlak bı-raktı. Son bir yaprak hala rüzgâra direniyor, bir sağa bir sola sallanıyor ama düş-müyordu. Povel da bilmediği bir nedenden dolayı tuttuğu takımı destekler gibi yap-rağı destekliyordu. Dakikalar sonra rüzgâr şiddetini iyice artırdı ve yaprak dayana-maz oldu. Dalından koptu. Salına salına toprağa kondu.

Povel somurtarak: ‘’Hıh! Ne de olsa düşecektin” dedi. Pencerenin önünden

kalktı. Suratı kırk karış odasından çıktı. Eski, tahta merdivenlerden aşağı inmeye başladı. Her adımında ayrı bir gıcırdama duyuluyordu. Ama bu gıcırtılar artık Povel’ın kulaklarını tırmalamıyordu. Bu sese o kadar alışmıştı ki bazen en sevdiği şarkıyı dinlermiş gibi hissediyordu kendini. Merdivenin yanındaki korumalıktan tutu-na tutuna aşağı kadar geldi. Annesi mutfakta bir şeyler hazırlıyordu. Salonu mis gibi yemek kokuları sarmıştı. Başka zaman olsa hemen kahvaltı masasına oturur daha sonra da annesiyle, yemekler hala pişmedi mi diye kavgaya tutuşurdu. Bugün üzerinde bedbinlik (karamsarlık) hâkimdi. Canı hiçbir şey yemek istemiyordu. An-nesine çaktırmadan dışarı çıkmak için harekete geçti. Annesine yakalandığı takdir-de yemek yemeden dışarı çıkmayacaktı. Salonu hızla geçti. Kapıya kadar geldi. Ko-lu kavradı ve hafifçe bastırdı. Kapı açılınca kendini dışarı attı. Hava çok soğuktu. Üstelik üzerine hiçbir şey almamış pijamalarıyla dışarı çıkmıştı. Bir an eve dönmeyi düşündü.

İlk Kar Tanesinin Sıcaklığı Tam o sırada burnunun ucuna bir kar tanesi kondu. Erimeden öylece kaldı.

Eliyle burnunun ucuna dokundu. Elinin kar tanesine değmesiyle kar tanesi eridi. Yüzünde ürkek bir tebessüm belirdi: “Kar mı yağıyor, yoksa ben mi…” daha cümle-sini tamamlamamıştı ki; yolunu kaybeden diğer kar tanesi de Povel’ın gözlerinin önünden geçip yere düştü. Ve bir başka kar tanesi onu izledi. Başını bahçenin ol-duğu tarafa çevirdiğinde hafiften atıştırmaya başlayan karları gördü. Bedbinliğin-den eser kalmadı. Artık üşümüyordu da. Kışın onun için ayrı bir anlamı vardı.

Babasıyla en iyi vakti hep bu zamanlarda geçirirdi. Ama bu kış babası yanın-

da olmayacaktı; çünkü geçen kış Povel’ı bırakıp yıldızların arasına yükselmişti. Ba-basının yokluğunun sancıları doldu ruhundan içeri. Midesi ağrımaya başladı. Gözle-rinden aşağı çiğiler süzülmeye başladı. Ellerini başının arasına alıp yanı başında du-

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 52: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

52

ran verandaya oturdu. Başını suçluymuş gibi gökyüzüne kaldırdı: “Artık benim için hiçbir anlam ifade etmiyorsun. Yağmasan da olur.” dedi. O sırada babasının silueti belirdi gözlerinin önüne çekilen bir perde de. “Unutma Povel kış bizim için özel bir mevsim. Kış mevsiminde sana tekrar geleceğime söz vermiştim. Beni tekrar gör-mek istiyorsan mutlu olmalısın.” dedi.

Gaipten gelen bu ses Povel’ı fena halde şaşırttı. Biri ona şaka yapıyor olma-

lıydı. Ki eğer biri ona şaka yapıyorsa şaka yapan kişinin canını fena halde yakacak-tı.

Oturduğu yerden doğruldu. Etrafına baktı kimsecikler yoktu. “Sanırım aklım benimle oyun oynuyor.” dedi. Yanı başında duran kapının kulpuna asıldı. Kapıyı açıp içeri girdi. Annesi masayı hazırlamış, Pavol’ı çağırmak için üst kata çıkıyordu. Arkasından seslendi: “Anne! Beni mi arıyorsun?” Annesi arkasını döndü şaşkın bir eda vardı gözlerinde. Tebessüm etti. “Sen hangi ara dışarı çıktın bakalım. Hem de bu soğukta ve pijamalarınla. Hasta olmak istiyorsun sanırım” dedi. Povel suspus oldu. Ağzını dahi açmadan yemek masasına oturdu. Yemek boyunca babasını dü-şündü. Annesi aslında Povel’ın babasını özlediğinin farkındaydı. O David’i çok özle-mişti ama konusunu açtıkça yarası daha fazla büyüyeceği için susmayı tercih etti. Povel da ona eşlik ederek bu konudan annesine bahsetmedi.

Boston’a İnen Beyaz Örtü O gün ne Linda ne de Povel ağızlarını açmadılar. Akşama doğru kar taneleri

irileşti ve her yanı beyaz bir örtü kapladı. Kar yaklaşık yarım metre olmuştu. Bu yıl kış erken gelmişti. Her zamankinden ağır geçeceğe benziyordu. Küresel ısınma bu-na sebepti. Bilim adamları erken gelen kışı buna bağlıyorlardı. Povel birkaç cümle-cik akşam yemeğiyle geçen konuşmadan sonra annesinin yanağına kondurduğu masum bir öpücükten sonra odasına çekildi. Linda durumun farkındaydı. Ama ola-yın üzerine gidilirse içler acısı bir hal alacağını bildiği bu konuyla ilgili tek kelime dahi etmedi. Povel odasına çıkınca yağan karı seyretmek için cama yaklaştı. Cam buğulandığı için dışarıyı net göremiyordu. Elleriyle camın buğusunu sildi. Kar artık yağmıyordu. Gökyüzü onları artık rahat bırakmıştı.

Povel’ın içinde aniden kardan adam yapma arzusu uyandı. Ama annesinin

onu dışarı bırakmayacağını bildiği için onun uyumasını beklemeliydi. Saate baktı. On bire çeyrek vardı. Annesi hep bu zaman aralığında uyurdu. Annesinin uyuduğu-nu düşünen Povel pencerenin önünden kalkıp kapıya yöneldi. Odasının kapısını açıp montunu giydi. Merdivenlerden inmek yerine korkuluktan aşağı kaydı. Böylece zaman kaybetmeden aşağı indi. Kapıya adım adım yaklaştı. Bir yandan da eldiven-lerini giydi. Kapıyı açıp dışarı çıktı.

Kardan Adam Büyüyor… Hemen ufak bir kartopu yaptı ve onu yuvarlamaya başladı. Git gide büyüdü

kartopu belli büyüklüğe gelince onu olduğu yere bırakan Povel başka bir kartopunu aynı şekilde yuvarlamaya başladı. Dakikalar sonra o da diğerinin büyüklüğüne ula-

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 53: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

53

şınca onu kucaklayıp diğerinin üzerine koydu. Sonra bir tane daha yuvarladı. Yu-varladığı son kartopu içine anlamsız bir his yerleştirdi. Bu ne mutluluğa benziyordu ne de hüzne. Bu duyguyu yuvarladığı kartopuna farkında olmadan empoze etti. İs-tediği büyüklüğe ulaşan kartopunu da diğerlerinin üzerine koydu ve son olarak bir baş yaptı kardan adama. Onu da yerine yerleştirince eve havuç almak üzere gitti. İçeri girip hızla mutfağa ulaştı. Bir tane havuç aldı ve dışarı çıktı. Elindeki havucu kardan adamın burnu olması için suratını ortaladı ve ortanın biraz üstüne yerleştir-di. Bir şeyler eksikti hala. Gözleri yoktu. Gözlerini oluşturmak üzere kömürlüğün yolunu tuttu Povel. Kömürlüğün kapısını açtı. İçerisi çok karanlıktı. Anahtara bastı ve lamba açıldı. İki tane küçük kömür parçası aldı ellerine. Yuvarlak olmalarına özen gösterdi. Koşarak kardan adamın yanına döndü ve onları da olması gereken yerlere yerleştirdi. O an babasını düşünerek kardan adama sarıldı. Keşke sen ba-bam olsaydın dedi.

David’in Ruhu Kardan Adama Can Verdi O kadar yürekten istedi ki farkında olmadan dileği gerçek oldu. Bir ses işitti o

sırada: “Hey evlat canımı yakıyorsun.” Ama bu imkânsızdı. Babasının sesiydi bu ses. İrkildi ve etrafa bakındı. Aynı sesi tekrar duydu: “Nereye bakıyorsun sen öyle, ben buradayım.” Povel kardan adama baktı. Kendi kendine kahkaha attı. “Hayır, hayır! Çok üşümüş olmalıyım eve dönmem lazım,” dedi kendi kendine. “Beni bura-da yalnız mı bırakacaksın evlat.” dedi kardan adam.

Povel kardan adama baktı. Hareket ediyordu. Gözlerini ovuşturdu. “Baba bu

sen misin?” dedi. “Benim evlat baban David.” dedi kardan adam. “Ama ama ama bu nasıl olur!” diye söyledi Povel. ”Biraz önce o kadar içten istedin ki kardan ada-mın baban olmasını o yüzden benim ruhum kardan adama hayat verdi.” dedi David. Povel kardan adama sarıldı. Tanrıya şükretti. Sonra annesinin de onu gör-mesi gerektiğini düşünerek eve doğru koşmaya başladı. David arkasından seslendi: “Gitme evlat hey beklesene,” Povel durdu ve babasına baktı. “Bunu senden başka kimse bilmemeli evlat bu bizim sırrımız.” dedi David. Povel duraksadı ve annesinin yanına gitmekten vazgeçti. Tekrar kardan adamın yanına döndü. Ona sarıldı. Saba-ha kadar sohbet ettiler. Günün ilk ışıklarıyla Povel uykuya yenik düştü.

Kardan Adam Eriyor Povel uyandığında annesini kendine kızarken buldu. Hiç aldırış etmedi anne-

sinin laflarına. Kardan adama baktı. Hiçbir faaliyet göremedi. Acaba gördükleri sa-dece bir rüya mıydı? Sanırım gördükleri sadece bir rüyaydı. Povel annesiyle eve döndü. Suratı sirke satıyordu. Hiç konuşmadan kahvaltı ettiler. Annesi Povel’a bu davranışından dolayı küsmüştü. Povel da duruma uygun davranarak çaçaronluk et-medi. Kahvaltılarını ettiler. Annesi masayı toplayıp bulaşıkları yıkamaya koyulunca Povel da dışarı çıktı. Bir de baktı ki kardan adam kendine gülümsüyor. “Oleyyy!” diye bağırdı. “Gördüklerim rüya değilmiş!”

Kardan adama koştu ve sarıldı. Babasının da onu kucaklamasını bekledi.

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 54: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

54

Ama ona kol yapmayı unutmuştu bu yüzden babası onu kollarıyla saramadı. Her şeye rağmen Povel böyle de mutluydu. Babası onu kucaklayamasa da Povel ona sarılınca her yanı buz tutsa da… “Günaydın evlat nasılsın bu sabah, gerçi öğlen ol-du ama…” dedi ve gülümsedi David. “İyim baba gittiğinden beri hiç bu kadar mutlu olmamıştım.” O sırada olanlardan habersiz olan Linda camdan Povel’ı kardan ada-ma sarılırken gördü. Böyle devam ederse hasta olacağını bildiği için Povel’ı eve ça-ğırdı. Gelmek istemeyip karşı çıkınca onu kolundan tutup odasına kilitledi. Her şeyi onun iyiliği için yapıyordu ama kalbini kırdığını hatta paramparça ettiğini bilmiyor-du. Ağlaya ağlaya kendinden geçti ve uyuya kaldı. Povel uyandığında annesi ha-berleri izliyordu. Yarın hava sıcaklığının on derece artacağı yağan karın eriyeceği söyleniyordu. Küresel ısınmanın etkilerinin devam ettiği söyleniyordu.

Povel’ın içi cız etti karlar erirse babası da yok olacaktı. Bir yolunu bulup onun

erimesine engel olmalıydı. Annesine fark ettirmeden tavan arasına çıktı. Oradaki halatı aldı ve odasına döndü halatın bir ucunu yatağının başına düğümledi. Sonra halattan tutunarak pencereden aşağı inmeye başladı. Sıkı sıkıya tutunduğu halat sayesinde aşağı indi. Babasının yanına koştu ve olanları anlattı. Babasını bodruma taşıyacak ve oradaki soğuk hava deposuna koyacaktı. Planını yaptı. Babasını taşı-mak için el arabasını getirdi. Ancak ortada bir sorun vardı. Babası bulunduğu yer-den ayrıldığı zaman ruhunun kardan adamdan ayrılacağını söyledi. Povel çaresiz bilim adamlarının söylediklerinin gerçek olmaması için dua etti. Sabaha kadar ba-basının yanında eğlendi.

Sabah olduğunda hava ısınmaya başladı. Sanırım bilim adamları haklıydı. Ha-

va aniden aşırı ısınmaya başlamıştı. Povel karın üzerinde uyuya kalmıştı. Uyandı-ğında öğle olmuş babası çoktan erimeye başlamıştı. Ne olursa olsun bunları anne-sine anlatacak babasını kurtaracaktı.

İçeri koştu annesine durumu anlattı. Annesi ona hiç inanmış gibi gözükmedi

ama yinede kardan adamın yanına gönlü olsun diye geldi. Çünkü kendini dün ge-ceden dolayı suçlu hissediyordu. Kardan adamın yanına geldiler. Kardan adam ba-yağı bir erimiş, zayıflamış bir adam şekli almıştı. Yanına geldiler. Ama bir türlü ko-nuşturamadı Povel babasını. Ta ki “Lütfen baba, en azından bunu benim için yap.” cümlesi Povel’ın dudaklarından kalbine inene kadar. Povel bu cümleyi söyleyene kadar kardan adam büyük bir hızla erimiş sadece baş kısmı kalmıştı. “Merhaba Linda.” dedi David, eriyip tamamen su haline gelmeden önce. Linda ağzı bir karış açık: “Sana da merhaba David” dedi. Povel doğru söylüyordu. Kardan adam baba-sıydı. Tamamen erimeden önce konuşmaya başladı, “Ben yok olup gidince sakın sizden ayrıldığımı sanmayın. Sizi her zaman yıldızlardan birine oturup seyredece-ğim. Siz mutlu olduğunuz sürece mutlu olacağım bunu bilin. Siz birbirinize emanet-siniz. Kendinize iyi bakın ve birbirinizi asla kırmayın.” Dedi ve erip kayboldu… Şevket Önder

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 55: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

55

Özkan Yüksel Şiirler

Aydınlık ve Karanlık Zihin aydınlandıkça, dünya daha karanlık görünür. İmgesel bir yalnızlığa düşer insan. Bu yalnızlık, bekler... bekler... Ve patlatır tam on iki yerinden bedenini, Avuçlarında bir tutam toprak kalır, çamura çalan Ve parmak aralarından sızar yeşilimsi kanın.

İzmir / 2008

Kaybolmak Parmaklarının gölgesi vurmuş duvara. Akıl almaz biçimde ateşini görüyorum arasına kıstırılmış sigaranın. Anlıyorum ki bir gölge ne kadar karanlıksa o kadar parlaktır ateşi yalnızlığın Ve o kadar koyudur dumanı sigaranın. Hiç bir rüzgarın dağıtamadığı bu koyu dumanda boğulur sevecenliğin. Binlerce kez yaktığın o ateş yakar en sonunda inancını da, Kaybolursun koyu gölgelerde.

İzmir / 11.11.2011

Metropol Hastalığı Korkak ama sevecen bir davet var gülümsemende. Sevecenliğin çocukluğundan getirdiğin bir alışkanlık Ve hala insan olduğunun kanıtı; Ancak korkmak çok sonradan kapıldığın bir metropol hastalığı. Yeterince yalnız bırakıldın ve yeterince incitildin, Ondandır yüzünün bir tarafına oturan kaygı.

11.11.2011 / İzmir

Soysuz Gölge Üzerine olanca ürkütücülüğüyle çökmüş gölgesi, Kendisi kadar asil değil yalnızlığın. Sürdürülebilir bir ömrün düşmanı olmaya yeminli. Her yeni insanla daha çok kararıyor karanlığı. Bu karanlık bahçede beyaz bir gül olmak istemez misin? Yoksa devam mı edeceksin komşunun bahçesindeki dikeni gül bellemeye?

İzmir / 10.11.2011

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 56: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

56

Anlamların Hissiyatı Serpil Kaya Bizler,Klavye dili olarak betimlenen ve milyonlarca insanı etkisi altına almış yeni bir yazı dilinin kıskacı altında savaşan bir grup ‘’Türkçe Savaşçıları’’yız. Ne garip değil mi? İnsan hiç duygularını ve düşünceleri-ni,hattâ daha da önemlisi varlığını dile getirebilmek için nasıl savaşmak zo-runda kalabilir ki ?dediğinizi duyar gibiyim. Yeni ve gelişen ‘’Sanal Alem’’ olgusu içerisinde bu ne yazık ki çok da yabancı bir tanımlama değil. Messenger denilen anlık yazışma programı ve Facebook,Twitter gibi sosyal paylaşım sitelerinde gün geçtikçe daha da hızla yayılan çarpık yazım dilinden bahsettiğimizi hepiniz anlamışsınızdır sanırım. İlk önce kısaltmalarla başlayan daha sonra da büyük bir vehametle ya-bancı dil yazı karakterleriyle donanan yeni nesil bir yazı dilimiz var artık. Slm, nbr?, ii, eywallah, oki, quarizma, jojuk, chatlakh, vb… Bu liste uzayıp gittikçe ,bu kısaltmalar daha da çok hayatımızda yer edinmeye başladı maalesef. Gündelik hayatlarımızda çok sık faydalandığımız cep telefonlarının da bu hızlı yayılmada etkisi büyük elbette ki.Kısa mesaj aralıklarına sığdırılmaya çalışılan Kib,ok,bye,sni sewiorm..buna en iyi örneklerden. Oysa ki dilimiz,duygu ve düşüncelerimizi en açık ve net bir şekilde or-taya koymamız için var. Canım Seni çok seviyorum’daki naif anlatım, nasıl sığabilir ki sni sewiorm şekline?Harf ve karakter olarak belki,ama ruh ve zerafet olarak as-la.Ve ben kısaltma şeklindeki yazıları okurken daha çok yoruluyorum biliyor musunuz?Bazen anlayamıyorum bile ve okumaktan vazgeçip sayfayı değiştiri-yorum.Güzel Türkçemizi yozlaştıran genç jenerasyona öylesine kızgınım ki… Bozuk Türkçe kullanımı yeni jenerasyon popüler müzik şarkılarında da çokça mevcut ve bir şekilde kulağımızı ve ruhumuzu kirletiyorlar.

www.facebook.com/TimarhaneDergi

Page 57: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

57

www.facebook.com/TimarhaneDergi

İnsanın kendisini ifade tarzı olarak kullandığı ana dilini bu derece hoyrat ve düşüncesizce bozmaya çalışması veyahut dilimizi bu şekilde bozanlara ve bu kulla-nımı çoğaltanlara tepki göstermemesi de bir o kadar acı. Ne yapılabilir ki? dediğinizi duyar gibiyim.Çok basit bir örnek;Msn yani Messenger programında mı böyle bir yazı diliyle karşılaştınız?derhal karşınızdaki kişiyi kibarca uyarabilir ve yanlışını düzeltmesi için onu ikna edebilirsiniz. Size slm,nbr? diyen bir arkadaşınıza aynı kısalıkta cevap vermek yerine , te-şekkür ederim,sen nasılsın?neler yapıyorsun? diyerek doğru yazım şekliyle cevap verebilirsiniz.Siz düzgün yazdıkça karşınızdaki de ister istemez zamanla sizin gibi yazmaya önem vermeye başlayacaktır.Benim çok başıma geldi bu tarz olaylar. Türkçe Öğretmeni veya eğitimci değilim,hayır.Ama güzel dilimizin bu şekilde kullanılıp yozlaşamaya açık tutulmasına da göz göre göre izin veremem. Okumaya,yazmaya,kitaplara aşık bir Metin Yazarıyım ben. Yüce Atamızın büyük emeklerle ülkemize getirdiği, bizlere emanet ettiği,öz benliğimizi ve bilincimizi yansıtan en büyük değerimiz ,dilimiz ‘’Türkçe’’dir. Bu güzel dili sahiplenip korumak varken, ucuz, batı özentisi diyaloglarla bo-zup yok etmeye çalışmak neden? Toplum olarak maalesef ki,çok okuyan,çok araştıran bir millet değiliz.Fakat bu, var olan en büyük zenginliğimizi,güzel Türkçemizi de bozmamız gerektiği anla-mına gelmemeli. Yazım kılavuzu gibi tam ve doğru bir biçimde konuşmak gibi bir zorunluluğu-muz yok belki ama yine de elimizden geldiğince doğru,düzgün okumaya ve yazma-ya özen göstermeliyiz her birimiz. Çünkü okuduğumuz,yazdığımız dil,kendimizi karşımızdaki kişilere doğru bir biçimde ifade edebilmemiz için en gerekli olan araçtır. Size; mrb nslsnz? Umrm hrşy çhok ii gidiordr diye yazdığımı düşünsenize? Kaç kişi bu yazıyı okumaya devam ederdi?Yada kaç kişi yazdıklarımdan doğru dü-rüst bir anlam çıkarabilirdi?Bu soruya verdiğiniz yanıt,sizin dilimize ne kadar özen gösterdiğinizin de kanıtıdır aynı zamanda . Anlamların can çekişmediği, yüreğinizden akan sözcüklerin nezaketle ve naif-likle birleştiği,ruhlara hitap ettiği nice yazılara,nice şiirlere…

Hoşçakalınız… Serpil Kaya / Antalya

Page 58: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

58

Ahmet Boyraz Şiir

En Yakın Mağlubiyet Beyaz sayfalarda siyah harfler boğarken, Ben hep O güzel kızı düşündüm. Ve Kalbimin ışığı karanlığın kalbine saplanırken Yaptığım hataların yakıcılığıyla üşüdüm... Düşün, Gamzelerine düşen sevinç saatlerimin sonu yokken Göz çukurlarında boğulmanın tarifi imkansız. Ne kadar çok dilesem de, Nasılsa olur dediklerimin peşinde aklım. Uğruna binlerce geceyi hayatıma kasten de olsa affettim, İsteseydim yanaklarına vuran güneşi ben katlederdim. Nihayet derken Bir başka bahar gözüme ihanet perdesi, savaş. Bir gece vakti ellerimde solan güllerle şımardı sabah Hep telaş silik resimler ortasında Bir ben miyim tek donuk surat? *** İntihar etmeyi her sensiz kaldığımda düşündüm. Ve kendi kendime başım eğik güldüm. İntihar etmeyi seni beklemekten üstün görmediğim için Kaçıncı defa olsa da kararımdan döndüm... Gidenler Üzücü Lakin Siyah Üzüntülerin Mağlubiyeti en yakın! Çılgın fikirlerim de var benim, Seni unutmak gibi. Bu çılgınlığa bir son vermeliyim, Sensiz rüyalarımdan sıyrılmanın tam vakti. Hiç kimse

Page 59: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

59

Senin soğuğunu benim kadar hissetmemişti, En soğuk rüyalardan ben yanarak uyandım... Herkesin yüzü aydınlanırken Gönderdiğin güneşi benden başkası reddetmemiştir, En yakıcı düşlerinden ben ayazlarını düşünerek uyandım. Kopacak olan bir fırtına varsa içinde Ben savrulmaya hazırım. Eğer ki gönlün kaçmaktan yanaysa En firari cümleleri bile yazmaktan yanayım... *** İntihar etmeyi her sensiz kaldığımda düşündüm. Ve kendi kendime başım eğik güldüm. İntihar etmeyi seni beklemekten üstün görmediğim için Kaçıncı defa olsa da kararımdan döndüm... Gidenler Üzücü Lakin Siyah Üzüntülerin Mağlubiyeti en yakın! Ahmet Boyraz 17/11/2011

Page 60: Tımarhane e-Dergi 1. Sayısı

60

Sanatkar, toplumda uzun çaba ve çalışmalardan sonra alnında ışığı ilk duyan insandır. Mustafa Kemal Atatürk