382
Türklerin Tanrısı Devlet İÇİNDEKİLER SUNUŞ.............................................IX GİRİŞ..............................................1 DEVLETİM VE İDEOLOJİSİ.............................7 Güneş Doğudan Batıya Yürür.........................7 Kültür ve Devlet...................................9 Savulun Sosyalizm Çöküyor.........................10 Türk Solunun Yeni Görevi..........................12 Baskıcıların Anlamadığı...........................15 Yasaksız Yürümeli İşler...........................17 Düşünce Hapsedilince..............................18 Bizdeki Solcuları Tanıma Denemesi.................19 Aba Altındaki Sopa................................23 Uğur Mumcu İçin...................................24 Geleneksellik Tutkumuz............................30 Sosyalistler Milliyetçi Olabilir mi?..............32 İki Din...........................................34 Devlet Küçülerek Büyümeli.........................37 Laik-Antilaik mi? Doğu-Batı mı?...................40 Yolları Aşındıran Mantık..........................44 Dedeler de Devletleştiriliyor.....................46 Vergi Kutsaldır, Çünkü Kutsal Devlete Ödenir......47 Millî Bayramdır Bugün.............................48 Bayramlar Bayramlar...............................51 V

Turklerin_Tanrisi

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Turklerin_Tanrisi.

Citation preview

Page 1: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

İÇİNDEKİLER

SUNUŞ......................................................................IX

GİRİŞ.........................................................................1

DEVLETİM VE İDEOLOJİSİ............................................7

Güneş Doğudan Batıya Yürür...................................................7

Kültür ve Devlet.......................................................................9

Savulun Sosyalizm Çöküyor...................................................10

Türk Solunun Yeni Görevi.......................................................12

Baskıcıların Anlamadığı..........................................................15

Yasaksız Yürümeli İşler...........................................................17

Düşünce Hapsedilince............................................................18

Bizdeki Solcuları Tanıma Denemesi.......................................19

Aba Altındaki Sopa.................................................................23

Uğur Mumcu İçin....................................................................24

Geleneksellik Tutkumuz.........................................................30

Sosyalistler Milliyetçi Olabilir mi?...........................................32

İki Din.....................................................................................34

Devlet Küçülerek Büyümeli....................................................37

Laik-Antilaik mi? Doğu-Batı mı?..............................................40

Yolları Aşındıran Mantık..........................................................44

Dedeler de Devletleştiriliyor...................................................46

Vergi Kutsaldır, Çünkü Kutsal Devlete Ödenir........................47

Millî Bayramdır Bugün............................................................48

Bayramlar Bayramlar.............................................................51

Devletin Asıl Sahibi Kim?........................................................56

Ulusal Bir Günde Kılık Kıyafetten Ötelere...............................57

İdeoloji İçi Bir Savaşım...........................................................60

İdeolojimizin Omurgası... Yoksa Ruhu mu?.............................61

V

Page 2: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Devlet Zenginliği Parayla mı Ölçülür?....................................63

Cirit Oyunundan Solculuk Tartışmasına..................................64

Ordumuzun Tarihi...................................................................66

Güzel Bir "Kafa Eleştirisi".......................................................67

Devletini Sev!... Ötesini Kurcalama!.......................................71

Sağ-Sol mu? İktidar-Muhalefet mi?.........................................71

Kaleidoskopik Toplum............................................................75

Devlet İdeolojimiz İthal Malı Değildir......................................77

N'olur Konuş Kızım.................................................................80

Bir Gezinin Ardından: Milliyetçiliğimiz....................................82

Devlet İnsanları Değiştirir.......................................................86

Deprem ve 28 Şubat Süreci...................................................88

Kafayı Devlet Yönetiyorsa Çözüm Zor....................................93

Mehmet Akif Şeriatçı miydi?...................................................96

Düşünce Suçlusu Dosta Nasıl Sahip Çıkılır?..........................100

Mülkiye Eğitiminin Kıymet-i Harbiyesi..................................102

Devlet Sloganları..................................................................106

DEVLETİMİN BÜROKRASİSİ VE BÜROKRATLARI.........109

Devletin Valileri....................................................................109

İlginç Vali Örnekleri..............................................................112

Buyurun Cenaze Namazına..................................................115

İsmail’den İnanılmaz Öyküler...............................................116

Devletin Paşaları..................................................................117

Sivil Genel Kurmay Başkanlarımız........................................120

Ülkesini Tek Başına Seven Bir Genç.....................................122

Tabanca Ne İşe Yarar?..........................................................123

Edebiyatta Bürokrasi............................................................124

Millî Güvenlik Akademisi Öğrenciliğine Aday Oldum............130

Memur Sanatçılar.................................................................131

Simge Sultan........................................................................134

Devlet Yemek Yer mi?..........................................................136

Devlet Hata İşler mi?............................................................137

VI

Page 3: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Valilerin Görevi Nedir?..........................................................138

İçişleri Bakanlığının Teşkilat Şeması ve Anımsattıkları.........141

Valiler Tatil Yapıyor..............................................................145

Rüşvetin Sivil ve Resmî Olanı...............................................146

Kimden Çekiniyor Bu Çocuklar?...........................................149

Yeni İller, Yeni Valiler............................................................152

Devlet Kötü İş Yapar da Tazminat Öder mi?.........................156

Kişilikleri ile İlgili Önemli İddialar Bulunan Valiler.................158

Valiler Seçimle mi Göreve Gelmeli.......................................159

Bir Zamanlar Ben de Dirayetli bir Valiydim..........................162

Mafya Devletsiz Olabilemez.................................................166

Devletini Gözeten Bir Okul Müdürü......................................168

Binali’nin Tarlası...................................................................170

Ekrem ve Arkadaşı...............................................................175

Raşit’in İşlediği Günah..........................................................177

En Büyük Doktor Devletin Doktorudur.................................177

Pasaport Sorunumuz............................................................178

Bürokrat Tedirginlikleri.........................................................181

Merkez Taşrada da Güçleniyor.............................................186

312!.. Cezan Hazır, Gel Al!...................................................189

Çingeneler ve Travestiler.....................................................191

Gözaltılar, Kurşun Yaraları, Izgara Kapakları........................192

KEMALİZM VE ATATÜRKÇÜLÜK................................197

İnsan Nasıl Büyük İnsan Olur?..............................................197

Kemalizm ve Atatürkçülük...................................................199

Kemalizm Atatürkçülük Değildir...........................................203

Ya da Atatürkçülük Kemalizm Değildir.................................205

Millî Hakimiyet......................................................................208

İkinci Cumhuriyetçiler Kim?..................................................209

Kemalizme iki Örnek............................................................210

Serbesti Arayışları Üzerine...................................................212

Kendisine Yanlış Ad Seçmiş Olan bir Dergi...........................219

VII

Page 4: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Tales’in Düştüğü Çukur bu Değildi.......................................221

Milliyetçilik Derken de mi Hata Yapıyoruz?..........................223

Muasır Medeniyet ne Anlama Gelir?.....................................226

Türban Konusu.....................................................................229

Avrupa Birliğinde Kemalizm Tartışması................................232

23 Nisan Resepsiyonu..........................................................234

SON SÖZ ...............................................................237

KAYNAKÇA.............................................................239

VIII

Page 5: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

SUNUŞBu notlar Türk Devlet İdeolojisinin, (Türklerin

Tanrısının) benim hayatıma indiği anları anlatmaya çalışan bin sayfa civarında bir günlük içinden çekilip alınmışlardır. Günlüğümden süzdüğüm saptamaları, yorumları vermeye çalışacağım. Bunu, zaman zaman bilgiçlik taslayarak ve çelişkilere düşme bahasına yapacağım. Kuramsal bir açıklama peşinde değilim. Kişilerle, isimlerle ilgili bir sorunum yok. Gerçi zaman zaman bazı isimlerden söz edeceğim. Ama bu, onları eleştirme amacına yönelik olmayacaktır. Bir yönetim anlayışını eleştirmeye çalışacağım. Eleştirdiğim kişilerin "makamlarında" ben olsaydım, aynen onlar gibi davranacaktım; bunu biliyorum ve asıl söylemek istediğim de zaten budur.

Fakat özellikle anmak istediğim isimler var: Bu not-ların yayımlanması konusunda kızım Burcu’dan, arkadaşım Nursen Gürlek'ten ve sınıf arkadaşım Güray’ın eşi, sevgili kardeşimiz Nedret Koruyan’dan ciddi teşvik gördüm. Sınıf arkadaşlarım Alaeddin Asna, Güray Koruyan, Gürel Çelikkanat, Selahattin Aras ve Şener Oktay’ın olumlu katkılarını da görmezden gele-mem. Hepsine teşekkür borçluyum.

Der Yayınevi sahibi İbrahim Derbeder ile dizgiyi ya-pan Yeter Yıldırım'a ayrıca teşekkür ediyorum.

IX

Page 6: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı DevletX

Page 7: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet XI

Page 8: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet V

Page 9: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

GİRİŞKitaba "Türk Toplumlarında Devlet Geleneği",

"Türklerde Devlet Anlayışı", "Devlet Anlayışının Türk Toplumuna Etkisi" gibi bir başlık koyabilmeyi çok isterdim. Böylece daha ciddi, daha bilimsel ve yapmak istediğime daha uygun bir yöntem izlemeye adamış olurdum kendimi. Epey çalıştıktan, epey düşünüp taşındıktan sonra böyle bir yöntemin benim bilgi ve yetenek düzeyimi aştığını gördüm ve kitaba daha hafif bir ad seçtim. Bu seçim kendi yaşadıklarımı, yaşadıklarımdan çıkardığım kişisel yargıları, değerlendirmeleri korkusuzca anlatmama olanak veriyor.

Yasalardan aldığım güce dayanarak yirmi yıl süre ile hükümeti ve devleti temsil ettim. Özetle kişiliğimi bunlar yoğurdu. Bu yüzden, konu devlet olunca "sadece devlet ya da hükümet yanlısı" olabileceğim gibi bir duygu var içimde. Öte yandan, bir o kadar yıl da devlet-hükümet olamadan yaşadım. O yüzden de sanki "devlet düşmanı" olabileceğim gibi bir duyguyla cebelleşiyorum. Adına ister koşullanmışlık diyelim, ister duygusallık, ister korku, böyle bir psikolojiyle bilimsel bir kitap yazılması mümkün ve doğru değildi.

Yaşadıklarıma, gördüklerime, okuduklarıma dayanarak, devleti Türklerin Tanrısı olarak tanımlayacağım. Bu tanımlama ile Türk ve Tanrı sözcüklerinin sosyolojik ve dinsel içeriklerine özel olarak atıfta bulunmuş olmuyorum. Amacım, sadece düşündüklerimi bir bütün olarak ifade edebilecek bir başlık kullanabilmiş olmaktır.

Mülkiyede kaymakam olmak üzere okuduğum günlerde, yatakhanenin penceresinden Hacettepe’nin tek katlı, iki katlı evlerini seyreder, "bekleyin beni,

1

Page 10: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

geliyorum, sizin için okuyorum, sizi kurtaracağım" hayalleri kurardım. Kimsenin bana "seni bekliyoruz" dediği yoktu gerçi, ama kararı ben veriyordum, çünkü ben "devlet ya da hükümet" olacaktım. O aşamada, bugün de yürürlükte bulunan İl İdaresi Yasasının bana ne tür yetkiler vereceğinden haberli mi idim bilmiyorum. Sanırım, bana hayal kurdurtan, daha çok devlet geleneğimdi...

Kaymakam olduğumda, elime verilen yetkilerden kıvanç duydum. O yetkilerle ocaklar söndürebilirdim, ama iyi bir insandım ve iyi bir yöneticiydim, (?!) dolayısıyla o yetkilerle ocakları şenlendirecektim.

Sadece bana -sadece devlete, hükümete- verilen yetkilerle, ülke şöyle dursun, ikibin nüfuslu bir ilçeyi bile düzeltemeyeceğimi anlamam için çok beklemem gerekmedi. Artık mutsuzdum, kolayca hayal bile kuramıyordum. Durumu bir türlü açıklayamıyordum. İdealisttim, ülkemi, insanlarımı seviyordum ve bu kadarının bana yetmesi gerektiğini düşünüyordum. Bu kadarının yalnız bana değil, tüm topluma da yetmesi gerektiği işlenmişti beynime çünkü.

O zaman yeni yetkiler peşinde koştum. "Ah bir vali olayım da gör sen beni sevgili ülkem, kaymakamın yetkisi ne ki" demeye başladım. Sonunda vali de oldum. Baktım ki, evet, yetkilerim daha da artmış, ancak performansım daha düşük. Halktan biraz daha uzaklara gitmişim, daha yükseklere çıkmışım. Devletliğim artmış, milletliğim azalmış... Bugün biliyorum ki, daha da büyüyüp bakan, başbakan, cumhurbaşkanı olsam, ülkeyi düzeltme özlemlerim iyice artmış, fakat o özlemlerimi gerçekleştirme gücüm o ölçüde yitmiş olacak.

Neden böyle oluyor bu?

Dr. Refik Saydam, devletin -hükümetin- iktidarın en güçlü olduğu dönemde başbakanlık yapmıştır. Bugün

2

Page 11: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

onu "Bu memlekette A’dan Z’ye her şey bozuk" sözüyle anımsar ve takdir ederiz. Niye hiç birimizin aklına "Tamam, biz de biliyoruz bu gerçeği, seni de zaten o bozuklukları düzeltesin diye başbakan yaptık" demek gelmemiştir? Bugün de, önlerindeki sorunları ve çözümsüzlükleri Doğrucu Davut tavırlarıyla en güzel sergileyebilen devlet adamlarımız en popüler kişiler haline gelivermiyorlar mı?

Sorunları çözmeleri beklenen insanların sorunları gündeme getirmenin ötesine geçememeleri, dahası sorunları ve çözümlerini zamana zemine göre değişik biçimlerde dile getirmeleri biraz garip değil mi?

Bu garipliğin bizim devlet anlayışımızdan kaynaklandığını düşünüyorum. Devlet gözle görülemeyen, ama yaptırıp ettirdikleriyle, hatta daha çok yaptırmayıp ettirmedikleriyle çok somut bir güç. Oysa gücünü paradoksal biçimde soyutluğundan alıyor. Dünya görüşlerimizi o biçimlendiriyor. Ne zaman, nerede, nasıl düşünmemiz, konuşmamız, davranmamız gerektiğini o belirliyor. Dünyayı onun öğretisi ile ve onun gözlükleriyle algılıyoruz.

Bu, yönetenler açısından böyle olduğu gibi, yönetilenler açısından da böyle. Nitekim bizim mahalle kahvesinde, cami yaptırma derneğinde, sendika lokalinde, mülkiyeliler birliğinde, merkez valileri odasında, ev toplantılarında, rakı sofralarında yaptığımız değerlendirmeler, takındığımız tavırlar, vardığımız yargılar, bulduğumuz çözümler yöneticilerimizinkinden hiç de farklı değil. Belki biz biraz daha özgürüz onlara bakarak. Kestirme çözümlerimiz vardır, "asacaksın üç beş haini, bitireceksin bu işi" deme kolaylığımız vardır. Yöneticilerimizse bu kolaylığı daha rafine, daha sofistike biçimde kullanmak zorundalar. Ama sonuçta hepimiz de aynı dünya görüşünün (ideolojinin) güdümünde düşünür ve konuşuruz. İşler A’dan Z’ye bozuk olmaya devam eder.

3

Page 12: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Yoksa bozuk olan bir şey yok da, bu izlenimi de "ideolojik bir güdüm" sonucunda mı alıyoruz? Çünkü devletin bekası (varolması) için böyle bir uyarının sürekli olarak gündemde tutulması gerekli olabilir.

İlk bakışta cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, milletvekili, vali, kaymakam, subay, nüfus memuru, polis, tahsildar, genel müdür, büyükelçi vb. bize "devletmiş gibi" görünürler. Tamamen yanlış değildir. Bu devlet ajanları, yasalar kendilerine o sıfatı resmen tanımış olsun olmasın devleti temsil ederler. Onlara dokunduğunuz zaman devlete dokunmuş olursunuz. Duruma göre eliniz ya yanar ya da gülle donanır. Ama onlar hiçbir zaman "devletin kendisi" değillerdir. Devletin "kulları"dırlar. Devlet elbet onların da üstündedir ve onları da yönetir.

Bu noktada seçilmişlerle atanmışlar arasında da bir fark yoktur. Gerçi geride kalanlar, yani yönetilenler ayrı bir -sınıf değilse de- kategori oluştururlar. Ama ayrı kategoriler yine de aynı ekolün öğretisi ile biçimlenmişlerdir.

Biçimin belirleyici çizgisini "Devletin bekası" (varolmayı bozulmadan sürdürmesi) diye özetleyebileceğimiz bir kavram oluşturur. Yönetenlerin ve yönetilenlerin üstünde kalarak sorunlar üreten, sorunlar için çözümler önerten devlettir. Ama bunları sadece kendi bekası için planlar ve uygulatır. Bu amaçla memurlar, işçiler, yargıçlar, şefler, askerler, polisler, müdürler atar. Bu amaca uygun yapılar oluşturur; mahkemeler, parlamentolar, sendikalar, odalar, hükümetler kurar. Bu amaç için yasalar, tüzükler, yönetmelikler yapar. Bütün bu kurumlar, tasavvuf terimleriyle söyleyelim, devletin "sudur" ettiği, "tecelli" ettiği alanlardır. Kendisi bunlardan münezzehtir; aşkındır -"transcendent"tir-. "Ahad"dir, "samed" dir, hiç bir şey onun dengi değildir; tekdir, doğmamıştır, doğurulmamıştır. Ne yerdedir, ne gökte, ama her yerde

4

Page 13: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

hazır ve nazırdır. Bu yüzden insanların özel dünyalarına girebilir, onların inanç sistemlerini yoğurabilir.

Böyle olduğu içindir ki bizim devletimiz yalnızca beyinlerimize değil, hatta daha çok gönüllerimize seslenir ve bütün benliğimizi sarıp sarmalar. Yine böyle olduğu içindir ki biz bu sarılmışlıktan hiç de yakınıcı değilizdir. İnsanca yakınmalarımızı, o yakınmaların kökünü kurutabileceğimiz her düzeyde, -esnafken, işçiyken, memurken, tüccarken, valiyken, bakanken, düz vatandaşken- yineler, ama yakınmaların kaynağının devlet olduğunu hissettiğimiz an bu kutsal alana girmez, giremez, duralar, gerileriz. Belki böylesi bir sonuçtan içten içe mutluluk da duyarız. Bir "tebaat" duygusudur bu. Bizim Tanrımız için sadece "külli irade" vardır, "cüz’i irade" yoktur.

Devlet diye andığımız üstün -kavrayıcı güç, iradesini- siyaset bilimcilerin adına "ideoloji" dediği (aslında bizim devletimizin gücünü tam olarak anlatamayan) bir manivela ile kullanır. Beyinlerimizi, gönüllerimizi sarmalayıp güden o maniveladır. Bu ideoloji, başına başka bir sıfat takmadığımız sürece öteki ideolojilerden hiç de farklı görünmez. Ama bizimkini "Türk Devlet İdeolojisi" diye nitelemenin, bu kitapta savunulacak görüşü daha iyi anlatabilme açısından pratik bir yarar sağlayacağını düşünüyorum. Bu niteleme, onu öteki ideolojilerden, daha doğrusu öteki devlet ideolojilerinden sadece "millîlik" parantezine alarak ayırmayı amaçlamıyor. Bunun çok ötesinde, ötekilerle bizimki arasında bir nitelik farkı bulunduğunu vurgulamayı amaçlıyor.

Bunun kadar önemli gördüğüm bir ikinci nokta ise şu: Türk Devlet İdeolojisi deyimine, siyasî literatürümüzde genellikle birbirinden bağımsız değer sistemleri olarak gösterilen Türkçülük, Osmanlıcılık, Kemalizm, Jön Türkçülük, İttihat Terakkicilik gibi diğer "alt" düşünce ve eylem biçimlerini de kapsatmış olmayı

5

Page 14: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

umuyorum. Bütün bu düşünce ve eylem biçimleri zaman zaman "ideoloji" olarak da anılırlar. Hatta bir kısmına topluca "resmî ideoloji" dendiği de olur. Bunlar arasında gerçekten niteliğe ilişkinmiş gibi görünen büyük farklılıklar da bulunur. Örneğin Osmanlıcılıkta laiklik ve milliyetçilik anlayışı yoktur; Jön Türk İdeolojisinde cumhuriyetçilik yoktur vb... Ancak sonuçta bunların hepsi de bir tek sürecin değişik aşamalarını, daha doğrusu bir tek ideolojinin değişik tarihsel dönemlerdeki değişik görünümlerini, "tecelli" biçimlerini yansıtırlar. Asıl belirleyici olan her zaman için Türk Devlet İdeolojisi olmuştur. Temelde hepsi de devletin kutsallığı noktasından hareket ederler.

Notlarımda her zaman Türk Devlet İdeolojisi deyimini kullanmıyorum. Yerine göre yönetim anlayışımız, dünya görüşümüz, hatta hükümet, parlamento, bürokrat, memur, asker, polis, sivil toplum, bakkal, şoför, işçi filan dediğim de oluyor ona. Çünkü, genel, kapsayıcı bir anlayıştan, yaşamımızın tüm alanlarını belirleyen bir algılama tarzından söz ediyorum.

6

Page 15: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet 7

Page 16: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

DEVLETİM ve İDEOLOJİSİ

Bilimsel bir kitap yazıyor olsaydım, işe önce "İdeoloji Nedir?" sorusunu yanıtlamaya çalışmakla girişmem gerekirdi. Ama madem günlüğümden aldım bu yazıları, o halde gerekli açıklamayı kendi akışı içinde geleceğe bırakayım. Ancak burada, bilimsellik iddiasında bulunmasa bile, kitabın iki ana tezi tartışmaya açmayı amaçladığını belirtmeliyim:

1. Türk Devlet İdeolojisi, başka benzerleri olmakla birlikte, nev’i şahsına münhasır (sui generis) bir ideolojidir ve bu niteliği ile sadece devlet yönetimini değil güncel yaşamı da belirler.

2. Kemalizm Türk Devlet İdeolojisinin belli bir dönemde aldığı isimdir; Atatürk ve Atatürkçülük ile ilişkisi türdeş bir ilişki değildir.

Güneş Doğudan Batıya Yürür

Hilmi Yavuz, Kültür Üzerine başlıklı deneme kitabının sunuşunda Ahmet Hamdi Tanpınar’ı "Doğu-batı sorunsalını derinden kavramış bir fikir adamı" olarak tanımlıyor. Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanının toplumsal ilk Türk romanı olarak nitelendiğini de bir yerlerde okumuştum.

Doğu-batı sorunsalı? Ne zaman yumaklanmaya başladı bu "sorunsal?" Orta Asya’dan yola çıktığımız gün mü? Niye, daha önce yaptığımız gibi, -yaptık mı?- doğuya yürüyüp Bering boğazından Amerika’ya geçmedik? Batıya yürürken yolda bulduğumuz adamlara ne oldu? Şimdi onlar da mı Orta Asya’dan geldiklerine inanıyorlar? Niye Anadolu’da durmadık, Viyana’lara doğru sürdürdük yürüyüşümüzü? Avrupa içlerine fetih yoluyla olmasa da

8

Page 17: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

böyle gideriz diyerekten mi başlattık altmışlı yıllardaki "Alamanya" serüvenimizi?

Biz gözleri batıya bakan doğulularız!

Anadolu’da bulduğumuz uygarlıklar bize göre batılı idi. Şimdi, onlar da kanımızda olarak, hep birlikte daha batıya yönelmiş doğulularız. Avrupa bizden boşuna çekiniyor. Orada durmayacak, yürüyüşü Amerika’ya doğru sürdüreceğiz. Sonrası Allah kerim; oradan da yine Bering mi olur, Japonya - Çin yoluyla mı olur, Orta Asya'da bitireceğiz bu işi...Yani yeniden başlamak üzere...

İspanyollar yarım bıraktılar dünya turunu; doğaldır. Biz, dünyanın yuvarlak mı düz mü olduğu gibi bir abes soru ile iştigal etmiyor, sadece güneşi izliyoruz. Ona tapar ve hep onun peşinden gideriz. Doğu kutsaldır. Batıya, güneşle birlikte kutsallık götürmek için koşarız.

Batılılaşma, çağdaşlaşma, Avrupalılaşma, uygarlaşma ne demek? Bunlar genel bir kavramın değişik ifade biçimleri mi? Yoksa, öyle görünmekle birlikte değişik kavramların durumlara göre de değişen açılardan yapılmış adlandırılmaları mı?

İspanya, Portekiz, Yunanistan faşist yönetimler altında iken de batılı mı idiler? Mussolini İtalyası, Hitler Almanyası batılı mı idi? Doğu Avrupa ülkeleri batılı mı? Değil idiler de, şimdi Gorbaçov’la mı batılı olmaya başladılar? Stalin batılı mı idi? Batı bir yönetim biçimi mi? Yoksa bir anlayış, bir dünya görüşü mü? Batı, teknolojik gelişmişliğin adı mı? Batı yöntemlerle mi ilgili, kafayla mı? Ekonomiyle, sosyolojiyle bağıntısı ne? Dil, din, ırk ayrımlarıyla bir ilişkisi var mı? İskandinav ülkeleri, Amerika, Japonya, Güney Afrika, Şili, Mozambik, Hindistan, Çin, Somali batılı mı doğulu mu? Batı ne zaman batı oldu? Doğu, batının tersi mi?

Bu sorulara yanıt arayan yüzlerce kitap bulunduğunu biliyorum. Bir kısmını okumaya da

9

Page 18: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

çalıştım. Okudukça yanıtlar değil, sorular arttı. Sonuçta kendi yanıtımı yarattım.

Doğu, devletin "transcendent" (aşkın) kılındığı toplumdur. Nerede ki devlet bütün varlıkların dışında ve üstündedir, yani aşılmazdır, ulaşılmazdır, erişilmezdir, sorgulanamazdır, yücedir, özetle kutsaldır, orası doğudur. Doğulu insan bu yüzden devletle cebelleşmez, ona tapınır. Yine o yüzden, örneğin bir grup insan "devrim yaptık, artık devlet biziz" dediğinde, durumu sadece tevekkülle değil, devlet kurtarıldığı için ayrıca takdirle karşılar. Ve yine o yüzden doğulu toplumlarda faşizm denilen olgu yönetilenler tarafından kolaylıkla algılanamaz. Çünkü, gelen de ağadır, giden de. Yönetim felsefeleri "bütünüyle sorgulanamaz" bir yüce güçten kaynaklandığı için, "Yahu, bana sordun da mı iktidara el koydun?" sorusu doğulu toplumların gündemine girebilemez, "faşizm" parantezinde sorgulanamaz, ona tepki gösterilemez...

Eylül-Kasım 1989

Kültür ve Devlet

Federal Almanya Dışişleri Bakanı Hans Dietrich Genscher’in Goethe Enstitüsü eski başkanının görevini yeni başkana devretmesi dolayısıyla yaptığı konuşmadan yaptığım seçmeler:

"Anayasamıza göre biz bir kültür devletiyiz. Ve bu da her tür ‘devlet kültürü’ denemesini daha baştan red anlamına gelir. Kültür özgürlüğü demek, her şeyden önce, kültürün her tür devlet etkisinden azade olması demektir. İşte kültür devleti ile devlet kültürü arasındaki bıçak sırtı ayrım tam bu noktada yatar. Kültür devleti, devletin hedeflerinin belirlenmesinde özgür bir kültür hayatını korumak ve geliştirmek görevi anlamına gelir. Demek ki, sırf kültür bekçisi bir devlet olmanın ötesinde bir şeyler istenmektedir. Kültür, politikanın bir parçası

10

Page 19: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

değil, tam tersine politika, toplumun bütün süreçlerinin temelini oluşturan kültürün bir parçasıdır. Politika, kendini ancak kültürün dile getirilişi olarak kavradığı ölçüde gerçek kimliğini bulabileceği için kültüre muhtaçtır. Ama kültür de politikaya muhtaçtır. Çünkü kültürün engelsizce gelişebilmek için ihtiyaç duyduğu toplumsal ve ekonomik özgürlük ortamını ancak sorumlu bir politika sağlayabilir. Kültüre özgürce gelişme hakkı tanımak yetmez, bunun imkanını da sağlamak gerekir. Güven güveni doğurur, güvensizlik de güvensizliği. Kültür, ancak politika ona güvendiğinde kendi açısından politikaya güvenmeye hazır olacak ve bunu başarabilecektir. Yabancı hemşehrilerimizin kendi öz kültürlerini bütün çeşitliliği ve zenginliği ile bizim ülkemizde de geliştirebilmeleri için imkan yaratmak herhalde çok daha iyi olurdu; onların kendi kültürlerini bize tanıtmaları, öğretmeleri sayesinde bizim kendi kültürümüz de zenginleşirdi. Türklere karşı önyargıların ömrü, Türklerin kültür alanındaki başarıları konusundaki cehalet sürdüğü kadardır. Kültür devleti başka milletlere, başka kültürlere karşı kendini kapamaz, kendini başka kültürlerin üzerinde görmez, onlara küçümseme ile bakmaz."

Batıdaki fiili uygulamaları, zaman zaman içine düştükleri çifte standartları tartışmıyorum. Devlet nasıl algılanmalı sorusuna güzel bir yanıt bulduğum için yaptım bu alıntıyı...

6 Şubat 1990

Savulun Sosyalizm Çöküyor

Gazetelerden haberler...

"200 genç İstanbul’da idamı protesto etti... Çavuşesku’nun hatası hümanist olmasıydı.... Romanya’daki hareketi emperyalizmin desteklediği bir karşı devrim olarak niteleyen göstericiler, ‘Doğu Avrupa’da yıkılan duvarlar değil, Marksizmin temel

11

Page 20: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

ilkeleridir’ dediler... Romanya’da dünya basınına gizli polis diye yansıtılan insanların sosyalizme sahip çıkmak için mücadele eden halk milisleri olduğunu iddia ettiler..." Bir de pankart: "Çavuşesku’yu katleden eller kırılacak. Kahrolsun karşı devrim güçleri. Yaşasın Sosyalizm. Dev Genç"

"İSO Meclis üyesi Şaban Çavuşoğlu doğu bloku ülkelerinde yaşanan marksizm aleyhine gelişmelere dikkat çektiği konuşmasında, Türkiye’de ise marksist hareketlerin yeniden canlanmaya başlamasını endişe verici bulduğunu vurguladı...Bu nedenle yönetim kurulumuz TİSK ile mümkün olduğu kadar dirsek temasında bulunmalı, işçi-işveren felsefesini yönlendirecek bir yapı içinde olmalıdır. Çünkü bunun sıkıntılarını daha önce 1987'lerde (1978 olacak herhalde?) yaşadık. Birtakım sosyalizasyon edebiyatları ile bizleri % 200’lere varan ücret zamlarıyla karşı karşıya bıraktılar."

Koyun can derdinde kasap et derdinde derler buna. Düşünmenin, okumanın, yazmanın yasak olduğu bir ülkede, dünyayı yerinden oynatacak bir devrim işte böyle yankılanıyor. Aslında doğu blokunda olup bitenleri kavramada iyiden iyiye zorlandık. Solculuğumuz da sağcılığımız da öylesine basmakalıptı ki şimdi panik halinde oraya buraya seyirtiyoruz.

Türker Alkan biraz farklı bakıyor konuya: "Diyalektik Tanrısının Kükrediği An" başlıklı yazısında ... Leninist, Stalinist yönetim biçimleri dünya solu açısından savunulması hemen hemen imkansız rejimlerdi. Bunlardan kurtulmak sol için bir kayıp değil, olsa olsa bir kazanç olarak düşünülmelidir. Ortaya çıkan gelişmeleri, sol akım kendi amaçlarını, yöntemlerini, stratejilerini, siyasal ittifaklarını yeniden belirlemek için bir fırsat olarak değerlendirmelidir diyor.

Konuyu şöyle açmalı: Doğu Avrupa'da olup bitenler, oralardaki sosyalist kültür birikiminin (arayışının) buhar

12

Page 21: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

olup uçtuğu anlamına hiç gelmiyor. Bizim geçenin doğuluları akıllı iseler, boş bulunup da, ya da dünya değiştirmenin "helecanına" kapılıp da, batının bu birikimlerini inkara, redde yeltenmezler. Şimdi içine girecekleri liberal dünyayı doğulu birikimleriyle "ehlileştirmeyi" denerler. Kendi olumsuz deneyimlerini batıya yineletmezler. Eğer batılılar da akıllı iseler, böyle bir sentezi itirazsız kabullenirler. Evet, iş senteze gidiyor. Bundan böyle ortada ne tez ne antitez kalmıştır; yeni tezler, yeni antitezlere kadar... Bu yorumum, yalnızca sosyalizmin Doğu Avrupa’da uygulanan versiyonunun değil, batı liberalizminin de -eski nitelikleriyle- çöktüğü anlamına geliyor.

Mehmet Ali Aybar, ilk bakışta sosyalizmden hiç de bahseder görünmüyor. Bize slogan lazım. Bu da onda yok. Oysa, bence tek doğru konuşan da o. Aybar, sosyal demokrasinin İsveç, Norveç gibi millî gelirleri yüksek ülkelerde geçerli bir sistem olduğunu, SHP’nin önce ciddi bir gelir düzeyini sağlaması gerektiğini, CHP ve SHP’nin ayrıca tek kişinin milleti yönetme anlayışına sahip partiler olduklarını, bununsa sosyal demokrat ideolojiyle bağdaşmadığını söylüyor. Aybar, Doğu Blokundaki hareketleri sosyalist düzene hazırlık hareketi olarak değerlendiriyor (bunu yukarıdaki yorumum çerçevesinde anlamak istiyorum) ve Doğu Avrupa, bugün Leninizmin iflas ettiğini kanıtlıyor diyor. Türkiye için de şunları söylüyor: Türkiye'de sol bölük bölük... Bir araya geldik. Yapılan konuşmalar sanki hiç bir şey olmamış gibi. Elbet birtakım parti, demokrasi gibi konuşmalar oldu. Ama hepsinin altında, o eski bilinen, uğrunda arkadaşlarını feda ettikleri Leninist modelin savunuculuğu var. Ama meselenin özü dikkatten kaçıyor... Çalışmaların hepsi teorik meselelere yönelik. Bizim sol için yapılacak iş, solcular, sosyalistler, marksistler olarak Türkiye’nin somut meselelerine nasıl çözüm getiririz, enflasyonu nasıl aşağı çekeriz, dış borçları nasıl temizleriz, tam bağımsızlığı ülkemize nasıl

13

Page 22: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

kazandırırız gibi somut meseleleri tartışıp çözüme ulaştırmaktır.

Aybar bir başka konuşmasında da Doğu Avrupadaki olaylar ve sosyalizm sorunları üzerine, özetle "İnsanlara rağmen sosyalizm olmaz" dedi. Lenin’in "Tek kişi yönetimi sosyalizmle bağdaşmaz değildir" anlamına gelen sözlerini okudu ve "İşte şimdi iflas eden anlayış budur" dedi. Son olayları, halka dayalı bir sosyalizmin kurulmasının doğum sancıları olarak değerlendirdi.

Bizler ise olayları "Sadece Devlet" parantezinde algıladığımız için sağlıklı yorumlara gidemiyoruz.

Ocak 1990

Türk Solunun Yeni Görevi

Bugün bir ara "Atatürk olmasaydı millî mücadele olmazdı" dedi bir arkadaşım. Bu günlerde Gorbaçov’un da "tarih yarattığı" söyleniyor. Bu görüşlere itiraz ediyorum. Çünkü bu görüşler diyalektik mantığa, tarihsel maddecilik anlayışına uygun değil. Büyük adamlar için Plehanov ve Carr’ın söyledikleri de aklıma geliyor. (Onların değerlendirmelerini son bölümde vereceğim.)

Marks’ın Türkiye’de bir filozof olarak tanınmadığını, onun sanki Rusya’daki sosyalist uygulamayı başlatan kişi imiş gibi algılandığını görüyorum. Bu yanlış. Şimdi sosyalizmin ve marksizmin çöktüğü söylendiğine göre, Marks’ın felsefesinin de çöktüğü söylenebilir. Doğal olarak bu da yanlış.

Buradan yola çıkarak aklıma şu soru geliyor: Türkiye’deki sosyalistler artık neyi savunmalılar? "Geniş tabanlı mülkiyetten" söz ediliyor. Doğru olabilir. Dünya bir bütünleşmeye gidiyor. Dışa kapalı, merkezci ekonomilerin gelişme şansları giderek azalıyor. Türkiye dünya ticareti ile bütünleşme sürecini özellikle 1980

14

Page 23: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

‘den sonra hızlandırdı. Bu sürecin geriye döndürülmesi mümkün ve rasyonel görünmüyor. Gelişme yükünün ve gelişme nimetlerinin toplumsal kesimler arasında daha adil biçimde bölüştürülmesi türünden devlet işlevleri elbet hâlâ önem taşıyor. Ekonomik alanda yapılması gereken şey, devleti sahneye oyuncu olarak çıkarmak yerine, ona sahnedeki oyunu başarılı kılmasını sağlayıcı bir rol yüklemekten ibaret olmalı. Devleti, toplumsal dinamiklerin önüne çekilmiş bir set olarak değil, varsa öteki setleri kaldıracak bir yapı olarak kurmak gerekli. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa olayları bize hiç değilse bu gerçeği göstermiş olmalı.

Böyle bir görüş Marks’ın ekonomist yönünden ziyade filozof yönünün öne çıkarılmasını gerektirir. Bence, Türkiye’deki sosyalistlerin ağırlıklı olarak üzerinde durmaları gereken asıl nokta budur. Daha açık bir deyişle, Marksizmin "ideoloji dışı" felsefi yönü, bugün her zamankinden daha ziyade önem taşıyor. Bizde Marksizmin hep pratik yönü üzerinde durulmuş, Marksizm Leninizmle birlikte sadece politik-ekonomik bir uygulama modeli olarak ele alınmıştır. Mao, Enver Hoca, Castro örnekleri de aynı anlayışla tartışılmıştır. Zaman zaman kavga boyutlarına varan bu tartışmaların ülkemize, insanlarımıza ne kazandırdığı biliniyor. Daha önemlisi, devletin sadece ekonomik alana değil, toplumsal alanın bütününe bir oyuncu sıfatıyla "müdahil" olmasının altında da bu anlayış yatmaktadır.

Oysa Marks önce bir filozoftur. İnsanı, toplumu, dünyayı açıklamaya yönelik bir çabada bulunmuştur. Hatta, Duverger’in deyişi ile, ilk "cosmogony’yi, yani evreni ve onun içinde tüm toplumsal olguları açıklayan bir filozoftur. Bugün Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupada çöktüğü söylenen şey, Marks’ın felsefesi değil, bu felsefenin pratiğe yansıtılış biçimidir. Buna Leninizm diyorlar. Dikkat çekmek isterim; buna, pratiğin öteki temsilcilerinin isimlerine izafeten Stalinizm, Maoizm, Castroculuk, Enver Hocacılık da denebiliyor. Açıktır ki,

15

Page 24: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

bu pratiklerin Marks’ın çizdiği türden bir felsefi çerçeveleri ve içerikleri yoktur.

O halde, Türkiye’deki sosyalistlerin öncelikli ödevi bu felsefenin, ama daha önemlisi, dayandığı düşünme yönteminin, adını koyarsak, tarihsel maddeciliğin ve diyalektiğin topluma öğretilmesi olmalıdır. Bizim en büyük eksiğimiz budur. Kendilerini solcu sayan bizlerin sık sık, örneğin demokrasiyi savunurken faşizme, insan haklarını savunurken elitizme (bazan da populizme), barışı savunurken militarizme saplanmamızın nedeni bu eksikliktir; materyalizmi ve diyalektik düşünmeyi bilmiyor oluşumuzdur. Atatürk’ü savunurken toplumu, toplumsal dinamikleri yok sayma kolaylığına kayıvermemiz de bundan ileri geliyor.

Sağın düşünsel düzeydeki çelişkisi solunki kadar derin değil. Çünkü sağın idealist felsefesi ve bunun dayandığı düşünme yöntemi olan metafizik bizim toplumumuza fazla yabancı değildir. Sağ dünya görüşü, Eflatun ve Aristo’dan gelen, hristiyan ve İslâm dünya görüşleriyle devam eden bir düşünsel çizginin üzerinde bulunmaktadır. Bir idealist için dünyayı kavradığına ve açıkladığına inanmak nisbeten kolaydır. Çünkü açıklamaya metafizik mantık (isterseniz metafizik güçler) de yardım eder.

Bir materyalist böyle bir yardımdan yoksundur. Bir materyalist, olayları yaratan çelişkileri izlemek, dahası bu çelişkilerin sürekli değişim halinde bulunduğunu bilmek (ki bu tek başına müthiş bir huzursuzluk kaynağıdır) zorundadır. Bir idealist, kendisini, materyalizmi bilmek, bu dünya görüşüne ayrıca açıklama getirmek zorunda hissetmeyebilir. Gerekirse onu yasaklayabilir de. Ama bir materyalist, idealizmi de bilmek, açıklamak ve yasaklamamak durumundadır. Dolayısıyla Türkiye sosyalistleri yalnızca tarihsel maddeciliği (materyalizmi), diyalektiği öğrenip

16

Page 25: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

öğretmekle de yetinemez. İnsanın tarihini ve düşünmeyi tüm topluma açık tutmak ödevi ile de yükümlüdürler.

Batı dünyası da genel çizgileri itibariyle idealist değerler üzerine oturur. Ama bugün insanı ve dünyayı açıklama konusunda, insan haklarına değer verme konusunda bizden ileride ise, bunu büyük ölçüde maddeci ve diyalektik anlayışları izleyebilmiş olmasına borçludur. Batılı insanın, aslında Marksist olmasa bile, Marks’ın ve daha da önemlisi Marks’tan önceki idealist ve materyalist felsefelerin yabancısı olmadığını, diyalektik mantığı kullanabildiğini, dolayısıyla olayları ve insanı yorumlarken bizim düştüğümüz çelişkilere bizim kadar sık düşmediğini ileri sürebiliriz.

Hatta şu denemez mi? Doğu Avrupadaki gelişmeler bir anlamda Marksist düşüncenin bir ürünüdür. Belki de diyalektik maddeci düşünceyi Türk düşüncesine kazandırmanın tam zamanıdır.

9 Şubat 1990

Baskıcıların Anlamadığı

Nelson Mandela cezaevinden salıverildiği zaman düşünmüştüm: "İşte asıl zorluk bundan sonra başlıyor, cezaevindeyken bir özgürlük simgesiydi, ama artık bir insan olarak yaşayacak, artısıyla eksisiyle bir insan!. Bu hem onun işini hem de halkının işini güçleştirecek." Newsweek’in Nisan sayılarından birisinde şu başlığı görünce kendimi sevdim: "Worshipped in prison, Mandela now suffers the setbacks of a mortal." Yazının içinde yakaladığım cümle de ilginç: "Mandela is human, outside isn’t like inside. Inside, you can’t do wrong, you become a myth."

Tutsak iseniz hata işleyemezsiniz, orada kahraman olursunuz.

17

Page 26: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Yönetenler böylesine yalın bir gerçeği nasıl oluyor da kavrayamıyorlar? Basiretleri bağlanıyor, Allah ayaklarını dolandırıyor demek ki. İnsanları düşüncelerinden dolayı hapse attığınızda o düşünceler daha bir güç kazanıyor. Her düşünce Mandela’nınki gibi toplumun genel mutluluğu doğrultusunda olmayabilir. Temel yönteminiz insanları hapsetmekten ibaretse, gün gelir toplumu mutsuzluğa götürecek düşünce sahiplerini de kahraman haline getirebilirsiniz...

Haydar Kutlu ile Nihat Sargın otuz aydır cezaevindeler. Cezaevinde olmasaydılar, kimbilir belki de bu kadar etkin olamayacaklardı. Güncelin içinde her insan gibi hatalar işleyecekler, yaralar alacaklardı. Amaç, onların hata yapmaları için dua etmek olmayacaktı elbet, ama o özgür ortam içinde "onlar" ve "bizler" kendi doğrularımızı, yanlışlarımızı test etme olanağını yakalayacak ve tek taraflı bir yüceltme-küçültme ihtiyacı duymayacaktık. Şimdi Kutlu ile Sargın içerdeler ve bu durum onları birer simge haline getirerek etkin kılabiliyor. Birtakım insanlar açlık grevindeler, her gün onlar adına toplantılar düzenleniyor. Onlar gibi düşünmediğimi sanıyorum. Ama sadece sanıyorum, çünkü onları doğru dürüst dinleme şansım olmadı ki kendimden emin olabileyim.

Toplantılarından birisine katıldım Toplantıda şairler, yazarlar, türkücüler vardı. Gençlik günlerimi andım. Ben bu tür alçak gönüllü eylemlere dahi hiç girişmedim, girişemedim, fırsatım olmadı. Yirmiiki yaşımda kaymakam oldum ve vekaleten mekaleten de olsa devleti temsil görevini üstlendim. Ruhi Su’dan, Rahmi Saltık’tan, Aşık Mahsuni’den gayrı sanatçı tanıyamadım. Ama bu toplantıdaki güzel insanları izlerken, benim gençliğimde takılıp kaldığım noktanın yirmibeş yıl sonra bile aşılamadığı gibi bir acı duygu içimi yaladı geçti. Önemli nokta şu: Bu kadarcık bir "topluma açılma bile" bana yetti.

18

Page 27: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Şu emekçi, proleter, emperyalizm, sömürü gibi laflara artık canım sıkılıyor. Bunları aşmış olmalıyız, bunları papağan gibi tekrarlaya tekrarlaya bir arpa boyu yol almadığımızı görmüş olmalıyız. Ortada, kitabi anlamda işçi mi kaldı kardeşim hakkı savunulacak? "Eskiden var mıydı" sorusu ayrıca sorulabilir. Bu arada toplumun başka kesimlerinin hakları gümbürtüye gitti. Bu söylemle memuru işçiye, esnafı memura düşman ettik. İşin özünü, genelini gözden kaçırdık. Çünkü bu laflar işin kolayı. Söyleyene alkış, dinleyene mutluluk ve puan kazandırıyor!..

Allah korusun, devleti bugün ele geçirsek -sol kesimi kastediyorum- onu bu değişmez söylemle, bugünkünden daha fazla dondurur muyuz dondurmaz mıyız? Ben, "bizim söyleme göre" iyiden iyiye sağcı oldum canım, besbelli bu. Asıl solu yeni yeni görmeye başladığımı kime nasıl anlatayım?

Bu toplantıda, benden yirmibeş yaş küçüklerin bana öğretmesi gereken şeyler olmalıydı. Olmuyor, olmadı. Haaa, bu toplantı yine de hoş bir toplantıydı. Bu ülkede hâlâ yüzelli kişi var, çoğu genç ve bir araya gelmeyi biliyorlar, birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyorlar. Bu güzel. Daha sık bir araya gelseler birbirlerini yerler mi? Yerler! Niye yerler? Çünkü sosyalizmi genel bir "insan bilimi" olarak değil, değişik alt versiyonlarıyla bazen ekonomi, bazen sosyoloji, bazen sanat, ama daha çok siyaset olarak algılıyorlar.

Terör başka bir şey ama mantığı aynı. Bahriye Üçok Hoca, evine postalanan bir paketin patlaması sonucunda hayata veda etti. Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun ve şimdi Üçok. Ölmemeyi başarmış insanların, vücutlarının ölümünden sonra daha da güçleneceklerini nasıl oluyor da bilemiyor bu eblehler? İnsanları öldürmek, onları hapse sokmaktan daha da tehlikeli... Yani öldürenlerin ve hapse sokanların gelecekleri açısından...

19

Page 28: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

13-19 Nisan 1990, 6 Ekim 1990 (Toparlanmış notlar.)

Yasaksız Yürümeli İşler

Güneş Pazar’da Murat Belge, bir süredir işlediği şu "emirkulu" meselesini yine ele almış. Söyledikleri genellikle doğru, ama bu kez bir yanlışı var gibi geliyor bana. Şunu diyor: Türkiye’de emir kavramının edindiği geleneksel anlamı ve belirleyiciliği sınırlayacak, onu tanımlayacak basit bir yasal tedbir öneriyorum; kabaca, bir emrin üstten asta gelecek direktifin insanlık ve uygarlıkla çelişmeyeceğini yeterince açık seçik anlatan ve asta bu tür emirlere uymama hakkını veren, uymadığı durumda güvenliğini koruyan bir yasa!

Bir kere böyle bir yasa zaten var. Ast, konusu suç olan bir emre uymamak hakkına bizim yasalarımıza göre bile zaten sahiptir. Buna rağmen oluyor olanlar. Ama yanlış burada değil. Yanlış, kulluğu ortadan kaldırmayı önerirken, kulluğun dayandığı emir, yasa ve yasak kavramlarına yeniden baş vurmada! Yasa dediğin nedir ki? Emrin cilalısı, emrin -hadi diyelim- toplumsal olduğu varsayılanı. Bireysel emir ile toplumsal emir arasında öylesine ince bir ayrım var ki, dikkat edilmeli. İnsanlığa karşı işlenmiş suçların hiç birisi üst makamdakilerin bireysel nitelikli emirleri üzerine işlenmiş değildir, hepsi de yasal bir kılıfa oturur. Yani, bir emre yasa adını koyuvermekle bitmiyor iş. Sorun, direktifin insanlık ve uygarlıkla çelişmediği noktanın zihinlerde kavranabilmesi sorunu ile ilgilidir. Bu ise, öncelikle yönetim ideolojimizin sorgulanmasını gerektirir.

Türk toplumunda gözlemlediğimiz kulluk geleneği, yasalarla giderilecek türden değil. Tarihsel, toplumsal, ekonomik nedenlerden kaynaklanıyor. Hemen şunu söyleyeyim: "Kulluk Yasaktır", (yani "yasak yasaktır" diye bir yasa çıkarırsanız, -çünkü bunun anlamı budur-)

20

Page 29: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

sorunu "çözmüş gibi" de olursunuz. Ama kulluğu yeraltına itmiş olursunuz. Yeraltı ise yerüstünü her zaman etkiler, hatta belirler. Özetle Türk insanını kulluktan kurtarmak için yasaya masaya gerek yoktur. Kafaların yasak kavramından özgür kılınmasına gerek vardır.

O kafaları yaratmak kolay mı? Kolay olur mu? Yeni bir insan tipi tanımlıyorsunuz. O insan, düşündüklerini söylemek zorunda bulunacak, aksi halde kendisini insan sayamayacak. O insan yasak tanımayacak. O insan, geçerli kurallara da kafa tutabilecek, bu arada "kulluk yasaktır" yasağına da!... Kafa tutan adamın karşısında öteki kafa tutanlar bulunacak. Birbirlerini ikna edecekler. Birbirlerini yasaklarlarsa, hele öldürürlerse, kendi görüşlerini kabul ettirme şansını ebediyen kaybetmiş olacaklarını bilecekler...

8 Ekim 1990

Düşünce Hapsedilince

Kocaman devletimiz küçücük düşmanlar karşısında bedensel özürlü bir dev gibi çaresiz çırpınıyor. Bir yandan "Ben bağımsızım, uydu değilim" diyor, diğer yandan dış baskıları yok sayamayıp düşüncelerinden dolayı hapse attığı insanları oradan nasıl çıkarırım diye "ince" planlar kuruyor. Önce Eşber Yağmurdereli’yi palas pandıras hapse koydu, baktı pabuç pahalı, yine palas pandıras dışarı çıkardı. Şimdi aynı ince formülü Leyla Zana için uygulamayı düşünüyormuş. Tersliğe bakın ki Leyla Zana da dışarı çıkmak istemiyor. Mesut Yılmaz’a ve Clinton’a birer mektup yazarak "Kürt halkının özgürlüğü benim için yaşamdan önemlidir. Cezaevinde olmaktan onur duyuyorum" demiş. Ne olacak şimdi? İnsanları içeri atsan bir türlü, dışarı çıkarsan bir türlü.

21

Page 30: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Kürt halkını ne Yağmurdereli ne de Zana temsil ediyor. Dışarıda konuşmaya devam edebilselerdi bu denli güçlü, bu denli etkili olamayacaklardı. Onları efendi gibi dinleyecek ve onların da bizleri efendice dinlemesini sağlayacaktık. Haklı ve haksız oldukları noktaları birlikte tartışacaktık. Belki biz biraz yumuşayacaktık, ama onlar da yumuşayacaktı. Şimdi yalnız devlet değil, onlardan farklı düşünen bizler de kötü bir ikilem karşısında kaldık.

Bu tür hükümlüler için hastalık nedeniyle af, savcı yetkisiyle af türünden "kişiye özel" af formülleri yanında genel bir af önerisi de gündeme getiriliyor. Bunların derdimize derman olacağını sanmıyorum. İnsan hakları, düşünce özgürlüğü, özetle demokrasi bütünüyle güvence altına alınmadıkça çözüm yoktur. Giderek birbirinin içine geçmekte bulunan uluslararası ilişkiler sistemi içinde bağımsız kalabilmek, kendi öz değerlerini yitirmeksizin o sisteme entegre olabilmek ile mümkün. Devletimiz o zaman büyümüş olacak. Ve biz, küçük işlerin adamları, düz vatandaşlar, devletimizi öylesi büyük görmek istiyoruz...

2 Aralık 1997

Bizdeki Solcuları Tanıma Denemesi

Bizdeki sosyal demokratlar neden sosyal demokrat oluyorlar? Gerçekten sosyal demokrat mıdırlar? Kendilerini öteki solculardan, sosyalistlerden, komünistlerden, hele sağcılardan nasıl ayırırlar? Bu insanları birbirlerine benzeten özellikler nelerdir? Bu sorular, bir süredir zihnimi iyiden iyiye kurcalıyor. Şimdilik şu saptamaları yapıyorum:

Önce şunu söylemeliyim ki, bu sorulara kendimi tatmin edecek kadar bile cevap verebileceğimi sanmıyorum. Kafam karışık, bilgi düzeyim yetersiz. Üstelik bizde solcu, sosyalist, sosyal demokrat, ortanın solcusu, demokratik solcu, hatta komünist, hatta hatta -

22

Page 31: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

genel bir ifade olarak- sağcı nitelemeleri iyice iç içe geçti. Bu notta "solcuları" anlatmaya çalışacağım. Öbür versiyonları da kapsar düşüncesiyle.

Bizdeki solcular daha çok okumuş -ve bu özellikleriyle bürokrat ve bu özellikleriyle de devlet yanlısı- kişilerden oluşuyor. Okumuşlukları "okul bitirmiş olma" biçiminde anlaşılmalı. Bürokratlıkları, devletçilikleri ise, illa devlet yapısı içinde yer almış olmaları gerektiği anlamına gelmemeli. Devlete, değişik nedenlerden ötürü yakınlık duyan, giderek o yapı içinde egemen olan dünya görüşünü (ideolojiyi) benimseyen kişileri kastediyorum. Ayrıca, devletçiliklerini ekonomik anlamda değerlendirmemeli, sosyopsikolojik bir içeriği var devletçiliklerinin. Memur, avukat, doktor, eczacı, mühendis olabiliyorlar. Genellikle işçi, köylü, küçük esnaf olmuyorlar. Devlette de özel kesimde de bulunuyorlar, ama nerede olurlarsa olsunlar devlete karşı "marazi" (hastalıklı) bir sempati duyuyorlar. Bu marazi sevgi, kendilerini sağda gören insanlarımızda da var. Dolayısıyla sadece bu unsura bakarak ayırmak mümkün değil birincilerle ikincileri. Solcularınki, belki biraz daha soyut, platonik bir sevgi, bir tür devlet fetişizmi.

Belli bir felsefi görüşleri, hatta devlet sempatisi dışında başka bir ideolojileri yok. Üzerinde bulundukları çizgiyi geriye doğru uzatırsak, aynı çizgi üzerinde -sıfatları doğrudan solcu, sosyalist, sosyal demokrat olmak/olmamakla birlikte- CHP’ye, Halk Fırkasına, İttihat Terakkiye, Jön Türklere, Yeni Osmanlılara rastlayabiliriz. Devleti kurma, koruma, savunma konusunda somut başarıları var. Fakat ayırıcı özellikleri soyut bir devlete vurgun olmaları. Devleti bir örgüt olarak değil, tanrısal bir üstün varlık olarak algılıyorlar. Bu yüzden, yani devleti tehlikede görmeleri halinde sık sık baskıcı bir somutluğa kayabiliyorlar.

23

Page 32: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Bir sosyal sınıf oluşturmuyorlar. Gerçi küçük burjuvalılığa daha yakınlar. Milovan Djilas’ın tanımladığı anlamda bir Yeni Sınıf da değil oluşturdukları. Bizimkiler zaten varlar. Belki Gramsci’nin "Tarihsel Blok" modeli ile açıklanabilir durumları. Okul bitirmiş olmaları aydın sayılmalarına, devletle bazen organik, ama daha önemlisi psikolojik bir birlik kurmalarına ve sonuçta devleti tek başlarına sevme tekelini ele geçirmelerine yetiyor. Toplumun kendi dışlarında kalan kesimi örgütlü olmadığı (oldurmadıkları) için, egemenlik devletin, yani onların oluyor. Aşılması güç bir blok kuruyorlar. Tekrar söylüyorum, kendilerini sağda gören kişiler açısından da geçerli bu resim. Aralarındaki farkı nüanslar belirliyor. Bu saptamalar doğruysa, bizdeki sola, İdris Küçükömer’in yaptığı gibi, sağda bir yer vermek de gerekebiliyor.

Kemalist ideolojiyi derinliğine yorumlayıp özümlemiş değiller. Atatürk bazen Atatürk oluyor bazen Mustafa Kemal. Aynı anda hem Atatürkçü hem kemalist olabiliyorlar. Kalpakla fötr şapka arasında sosyolojik -ve ideolojik- bir ayrım yapmayı gerekli görmüyorlar. Türbanla ferace, fesle kasket arasındaki ayrım onlara göre sosyoloji biliminin değil, Türk Devlet İdeolojisinin konusu oluyor. Tarihi, sosyolojiyi, felsefeyi "izmlere" tutsak ediyorlar. Devlet ellerinde ise, kimseyi ona dokundurtmak istemiyorlar. Devlet ellerinde değilse, sevgilileri yoz ellerde hırpalanıyormuş gibi acı duyuyorlar.

Bunlar genellikle dürüst, namuslu insanlar. Ancak ahlâk anlayışları da soyut. Paraya fazla düşkün görünmüyorlar. Devletin içinde de olsalar dışında da olsalar, kendilerini devletin sahibi, savunucusu sayıyorlar. Gerçi, devlet olanaklarından "usulünce" yararlanılmasında bir sakınca görmüyorlar. Lojman, araba, dinlenme, gezi, tedavi, statü olanaklarını para ile ölçmüyorlar. Nakit paradan korkuyorlar. Kendi dışlarında büyük paralar kazananların kesinlikle

24

Page 33: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

"üçkağıtçılık" yapmış olduğuna inanıyorlar. Her olayda da devletin kandırıldığına bütün benlikleriyle inanıyorlar.

Başkalarına karşı kuşkucular, daha çok kendilerine dönükler. Bu halleri öteki ülkelere bakışlarına da yansıyor. Kendilerini "batılı" ya da "batıcı" sayıyorlar, ama yabancılarla ilişkilerinde çok ürkekler. İyi tanımlayamadıkları emperyalizme karşılar; örneğin IMF’yi, yabancı sermayeyi kapitülasyonların hortlaması olarak algılıyorlar. Fakat ürkekliklerini giderecek yeni bir seçenek üzerinde kafa yormaları gerektiğini düşünmüyorlar.

Belli bir felsefi görüşleri olmadığı gibi, belli bir eylem planları ve devlet dışında belli bir eylem araçları da yok. Devlet onlar için bir sığınak oluyor. Kendi dışlarına çıkamıyorlar. Sonuçta "merkezci" bir görünüm kazanıyorlar; statükocu, tutucu kalıyorlar. Bu yüzden demokrasi anlayışları da dışa kapalı. Demokrasiyi "içten" savunuyorlar ve çoğunluğa içten kapatıyorlar. Aynı nedenle, insan hakları, özgürlük, çoğulculuk, şeffaflık gibi konularda bir yanda evrensel değerleri savunurlarken, diğer yanda ters uygulamalar içine farkına varmadan girebiliyorlar.

Bizim solcular arasında materyalist felsefeyi benimsemiş olanların sayısı sanıldığı kadar yüksek değil. Tersine, çoğunluğunun dünya görüşü idealist felsefe üzerine kurulmuş. Metafiziğe çok çabuk kayıyorlar. Bir kısmının görünürdeki materyalizmi, kendilerini çoğunluktan farklı görme - gösterme istemlerinden kaynaklanıyor.

İnsanları seviyorlar, düşkünlere acıyorlar, haksızlıklar karşısında rahatsız oluyorlar; fakat bu insani güzellikleri platonik bir düzeyde algılıyorlar. Yüzleri genellikle batıya dönük, doğuyu (kendi insanlarını) biraz burun kıvırmayla izliyor ve değerlendiriyorlar. Onları sağcılardan ayıran belirleyicilerden birisi galiba bu.

25

Page 34: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Solcuların yalnız yöneticileri değil, sempatizanları-seçmenleri de aynı özellikleri taşıyor. Bu yüzden solun seçmenleri, sempatizanları, örgütleri toplumun dışında, belki çok keskin sınırları olmayan (çünkü her an devletin içine girilebilir ya da dışına düşülebilir; yani bir kasttan söz etmiyoruz), fakat sınırları kolayca da belirlenebilen ayrı, "nev’i şahsına münhasır" (sui generis) bir grup oluşturuyorlar.

Çizmeye çalıştığım resim, benim görebildiğim, ilk kez 1960 sonrasında TİP tarafından ciddi biçimde, ikinci kez de Ecevit tarafından 1970 sonrasında şöylesine bir zorlandı. Her iki hareket de, evrensel değerlere ve insana yaklaşımda benimsenen toplumsal psikolojik yöntemleriyle, yani insan sevgisini Anadolu insanına yansıtmalarıyla (aslında Anadolu insanında var olan sevginin evrenselliğe taşınması çabalarıyla) bir tür eylem planı öneriyordu. İki hareket de topluma sadece oy vermesini değil, "artık düşünmesini" öneriyordu.

İkisi de yarım kaldı. Neden?

Emperyalizmin engellemesiyle mi? İçerideki işbirlikçilerin etkisiyle mi? Düştükleri taktik yanlışlıklardan ötürü mü? Dikkate alınmayan toplumsal dinamiklerden dolayı mı? Yoksa, statükocu, merkezci, kendine dönük bir devlet yapısı aşılamadı da ondan mı? Ya da, ne bileyim, benim saptayamadığım öteki etmenler mi rol oynadı bunda?

Bilmiyorum; bilmediğim için de canım çok sıkılıyor... Belki de, ben abarttım bu iki hareketi. Belki onlarda bile böylesi bir öz yoktu. Bilmiyorum dedim ya...

19 Mart 1991

Aba Altındaki Sopa

İşte bu kadar! Başbakan, eskimiş yasalara aykırı olarak yayın yapan TV ve radyo istasyonlarının üstüne

26

Page 35: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

gitmiyor, "yasalarımız toplumsal gelişmenin gerisinde kaldı, onları en kısa zamanda çağa uyduracağız" diyordu. Ama nedense işi ağırdan alıyordu. Nedeni belli oldu: Aba altındaki sopayı elden kaçırmamak, gerektiğinde gösteri gösterivermek için!...

İçişleri Bakanlığı dün sopayı çıkardı. Yurt içinden yayın yapan istasyonları susturma kararı aldı. Yurt dışından yayın yapanlar susturul-a-mıyor. Peki, Başbakanın verdiği söz yerine getirilmedi, yasalar değiştirilmedi, niyet belli oldu, artık mevcut yasalar uygulanacak, o halde niye aylar beklendi bu uygulama için? Sopa elde dursun da ne olur ne olmaz diye!.. Reklam gelirlerinin nerelere gittiği, pastanın kimler tarafından hangi dilimlerle paylaşıldığı iyice belli olsun da ondan sonra diye!.. "Kökü dışarıda olanlar" güçlü olanlardı elbet, susturulamazlardı, yoksa susturulmaları teknik açıdan pek zor olmazdı. Onların da alet edevatları, stüdyoları, yöneticileri, çalışanları Türkiye’deydi. Türk polisi neye muktedir değildir ki? "Bastım, kırdım, yıktım, aha da yasa" der, biter. Olan "yerli" garibanlara oldu. Lokmacıkları ağızlarından bir çırpıda alınıverdi. Burcu ve arkadaşları karardaki mantıksızlığa pek şaştılar, "Hayret bi iş, olamaz yani" dediler. Gençler böyle konuşuyor, ama oldu işte.

Dikkat ettiniz mi? Yıllardır açıklanamayan "faili meçhuller", Uğur Mumcu öldükten sonra birer birer açıklanmaya başladı.. Yeni bir cinayet sonrasında da Mumcu’nun katilleri açıklanır. Kamuoyu teskin ediliyor güya. Valiliğimizde, Kaymakamlığımızda biz de oynadık, oynamak zorunda kaldık bu oyunları. Böyle öğrendik. Devlet adına kötü bir iş oldu mu, hemen devreye girecek ve insanları ferahlatacaksın. Açıkladığın gerçek miymiş değil miymiş, önemli değil. Sadece açıkla!... Sen devletsin ve senin açıklaman gerçektir. Senin ideolojinin biçimlendirdiği tüm yönetilenler de bunu senden zaten beklemektedirler. Artık sen de rahatsın, yönettiğini sandığın insanlar da...

27

Page 36: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Radyolar seviliyordu. Ben de dinliyordum onları, minibüs şoförleri de. Cıvıl cıvıl genç seslerdi hepsi de. Türkçeleri bozuktu, biraz sırnaşık idiler, belki düzeleceklerdi, ama şimdi susturuldukları için düzelme şansları hiç kalmadı. Arada bir belediyeye, hükümete çatmıyor değillerdi. Demokrasi, katılım, çevre, cinsel özgürlük lafları da ediyorlardı. Açıklanmayan suçları arasında bunlar da var mı acaba? İslâmcı TV’ler, radyolar da bahane edilmiş olabilir, yavaş yavaş onlar da sıraya giriyorlardı çünkü...

2 Şubat 1993

Uğur Mumcu İçin

Uğur Mumcu bugün arabasına konan bir bomba ile havaya uçuruldu.

Uğur Mumcu, Jöntürk, İttihat Terakki, Kuvayı Millîye, Kemalizm geleneğini sürdüren tipik bir Türk aydınıydı. Dürüst, namuslu, inançlı, mücadeleci, inatçı, korkusuz... İlerici kesim içinde bulunmasına karşılık, bu özellikleriyle bir bakıma muhafazakar da sayılabilirdi. Nitekim, ödün veremez kişiliği ve zaman zaman doğmatik sayılabilecek dünya görüşüyle bazen -benim de içinde bulunduğum- ötekileri karşısına aldığı oldu.

Ona katılmadığım, onu fazla katı bulduğum olurdu. Esasen birkaç yıldır onu okumaz olmuştum. Aynı geleneğin içinden geldiğim için hangi konuda neyi söyleyeceğini artık biliyordum çünkü. Gönlüm çeşitlemeler arıyordu. Ama onun ve onun gibi insanların varlığından hep hoşnutluk duydum. Ondaki "ilerici muhafazakarlık", toplum açısından, trapezde ölüm taklasına çıkan kişinin beline bağlanmış koruyucu ipti... Havada takla atmayı özendiren fakat ölüme izin vermeyen bir güvenceydi. İpi kendi beline bağlamayacak kadar cesurmuş. Onu okumuyordum ama yaşıyor ve yazıyor olduğunu bilmek istiyordum.

28

Page 37: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Yaptığı araştırmalar sonunda ortaya serdiği gerçekler yalnızca ülkesini değil, aklı başında kalabilmiş öteki ülkeleri de ilgilendirir, ilgilendirmelidir.

Türkiye, kendisine çok şey katmış olan bir evladını, ona en çok ihtiyaç duyduğu bir anda yitirdi. Katiller, toplumların nasıl ilerlediğinden haberli olsalardı, Uğur Mumcu’ların asıl böylesi durumlar-dramlar sonucunda çoğaldığını da bilirlerdi. Bunu bilemiyorlar.

Bugünkü acım gerçekten büyük. Ama ben yarından tezi yok, bu acının tada dönüşeceğini biliyorum. Beni aylardır aramayan kız kardeşim Eskişehir’den telefon edip başsağlığı diledi. Başımız tabii ki böyle böyle sağ kalacak. Caniler bu psikolojiyi ne bilir?

24 Ocak 1993

Uğur Mumcu’nun öldürülmesine tepkiler sürüyor.

Cinayeti islâmî örgütler üstlenince -ya da kamuya böyle bir izlenim verilince- endişeye kapıldım doğrusu. Tepkiler alıp başını gidebilirdi. Birbirleriyle zaten pek barışık olmayan kemalist kesimle geniş halk kesimi arasındaki uçurum daha da derinleşebilirdi. Bu da cinayeti planlayanların zaten amaçladığı sonuç olabilirdi. Toz duman içinde yine birileri birilerini tepeleyebilirdi.

Neyse ki korktuğum gerçekleşmedi. Husumet daha çok İran’a ve İran’dan destek gördüğüne inanılan örgütlere yöneldi. Gerçi bunların neler, kimler olduğu da pek bilinmiyor. Örneğin Almanya’daki kara ses Cemalettin Kaplan’ı sureta tanıyoruz da bağlantıları hakkında en küçük bir bilgimiz yok. Bir de Hızbullah diye bir örgütün adını duyuyoruz. Öğrenebildiğimiz kadarıyla şimdilik (?) Güneydoğuda çalışıyor ve bir yönüyle PKK’ya karşı görünüyor, oradaki faili meçhul cinayetlerden sorumlu tutuluyor, bu yüzden de MİT, kontrgerilla (?) tarafından korunduğuna inanılıyor. Şimdi

29

Page 38: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

bu adamları sevelim mi sevmeyelim mi? Mumcu cinayetinde adı geçen başka islâmî örgütler de var. Çoğunun adını ilk kez duyuyoruz. PKK devrede mi? Ölüm kararını kim-kimler verdi? Ve asıl bu adı geçenlerin ardında kim-kimler, hangi bilinmedik örgütler var?

Bir zamanlar polise emir vermiş -verdiğini sanmış- bir kişiyim, ama polis değilim. Benim istediğim, bu soruları her aydının hem kendisine hem de yüksek sesle başkalarına ve de devletine sormasıdır. Uğur Mumcu bunu yapıyordu, bizden farkı buydu. Bizse bu soruları sormak yerine, yazılı ve yazısız basının -belki onları da yönetenlerin- önümüze koydukları mönüdekileri hazırlop yiyip yutuvermeye amadeyiz. İşte korkum buydu. Tepkilerin çığrından çıkmasından, cinayeti planlayanlar tarafından bilinçli biçimde çığrından çıkarılmasından, sonuçta bütün müslümanların İran bahanesiyle köşeye sıkıştırılmasından, kuruların yanında yaşların da ocağa atılmasından korkuyordum. Toplum bu kez buna izin vermedi. Mutluyum.

İnancı zayıf birisi olduğunu itiraf etmeliyim. Ama islâmî bir çevrede yetiştim, bugünkü çevrem de odur. Bundan rahatsız değilim. Eğer varsa, taşıdığım tüm değerleri o çevrede edindim. Türkiye’deki -Türkiye’deki- müslümanlardan korkmuyorum, dahası onları seviyorum. Bu, onlarla akraba olmamdan çok, onlardaki İslâm anlayışının "insana güvenen, insandan yola çıkan, insanı serbest bırakan" bir yoruma yatkın olmasından ileri geliyor. Orta ve Önasya dinlerinden Güney Asya ve Ortadoğu dinlerine varıncaya kadar pek çok dinle tanışmış olan bir kavimler bileşkesi, kendi yaşam biçimini bütün bu dinlerin senteziyle açıklamaya çalışmış ve temele yeni bir islâmî yorum oturtmuşsa, o yeni yorum ancak sevilir.

Böyle bir yoruma dayalı "Anadolu İslamlığı" anlayışı ortodoks İslâm anlayışıyla elbet bağdaşmaz. Ortodoks

30

Page 39: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

olduklarını, tek gerçeği ve tek doğruyu sadece kendilerinin izlediğini savunanlar, bırakalım, varolmaya devam etsinler. Bırakalım, bahçemizde acı veren bitkiler de bulunsun...

Uzakdoğulu, Ortadoğulu, Orta Asyalı, Afrikalı müslüman arkadaşlarım oldu. Ancak hiçbirisinde "aynı" inancı görmedim. Hiçbirisinde aynı yaşam felsefesini, aynı ahlâk anlayışını, hatta aynı dinsel ritüeli görmedim. Rum ortodoksuyla Rus ortodoksu arasındaki dinsel yorum farkının, Alman Yahudisiyle Amerikan Yahudisi arasındaki dinsel yorum farkının, İtalyan katoliği ile Güney Amerika katoliği arasındaki dinsel yorum farkının, İngiliz protestanı (Anglikanı, Presbiteryanı) ile İskandinav protestanı arasındaki dinsel yorum farkının, bu mezhepler arasındaki "ortodoks" yorum farklarını kat kat aştığını, neredeyse bir nitelik farkına ulaştığını gördüm. Hint, Çin, Japon budizmlerinin birbirlerinin tıpatıp benzerleri olmadığını öğrendim. Ve hepsini sevdim...

Peki, hangi inanç hangisine göre daha gerçek, daha doğru, daha ortodoks?

Her coğrafya, kültür, tarih kendi dinini yaratır. Ona, başkalarınınkiyle ortak bir ad vermiş olsa da, o ortak yorumu kendi özgül yorumlarıyla tamamlar, yeniden üretir, örer, kurar. Bu renklilik (varyasyon, versiyon) görülmezden gelinip "tek doğrunun evrenselliği" savunuldu mu bir tür emperyalizme kayılmış olunur ki tüm din kavgalarının ve pek çok savaşın, işkencenin, acının kaynağıdır.

Evet, Anadolu islâmlığı diye bir kavram vardır. Aynen İran islâmlığı, Suudi islâmlığı, Mısır islâmlığı, Malezya islâmlığı olduğu gibi... Aynen Pakistan, Boşnak, Somali, Kırgız islâmlığı olduğu gibi.... Ve bunların hiçbirisi bir diğerinden "daha İslâm" değildir. Kimse en doğruya sahip olduğunu ileri sürüp -ortodoksluk taslayıp- ötekileri buyruğuna almak istemesin. Okuyup

31

Page 40: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

öğrenmeye çalıştım, yine de bilgim çok kıttır, ama müslüman bir toplumun üyesi olduğum için taraf tutuyor olmayı göze alarak şunu da söyleyeceğim: İslâm, hele Anadolu islâmı, demin adını andığım dinsel versiyonlara en hoşgörülü davranmış olan anlayışların en önde gelenidir. Anadolu islâmını bu yüzden seviyorum ve adı Mumcu cinayetine bulaştırıldığı için üzülüyorum. Eğer ilişkileri varsa, adı geçen tüm islâmî akımları, müslüman olmadıkları için lanetliyorum!..

Anadolu islâmlığı, çoğu kez sanıldığının tersine, Atatürk’le oluşuvermiş de değildir. Ahmet Yesevi’lerden, Farabi’lerden, Mevlana’lardan, Hacı Bektaş’lardan, Yunus Emre’lerden, Pir Sultan Abdal’lardan, Şeyh Bedrettin’lerden, Fuzuli’lerden süzüle süzüle oluşan bir kültürdü bizim miras aldığımız. Evet, biz bu mirası bu büyük insanların kitaplarını okuya-ezberleye edinmedik belki, ama bu topraklar üzerinde onlarla birlikte yaşayarak edindik.

Atatürk bir aşamaydı. Başka türlü ne Atatürk’ü, ne laikliği, ne de öteki devrimleri benimserdi bu toplum. Biz, Cumhuriyet döneminde olanlar bir yana, dört sultan katletmiş, ondördünü tahttan indirmiş bir toplumun üyeleriyiz. Oysa Atatürk’ü biz sağ bıraktık. Çünkü O, "bize has kültür ürünlerini" yeni bir yoruma tabi tutanlardan birisi olmayı başardı ve biz onu bunun için sevdik. Bu gerçek artık anlaşıla ve Atatürk’ün üstüne -hiç değilse haketmediği konularda- yürünmeye...

Dinde ortodoksluk, yani "gerçeğin kendisi olmaklık" politik bir kandırmacadır. "Bu budur", "doğru budur" deme hakkını elde tutarak kendi çıkarlarını sürdürmek isteyenlerin bir yutturmacasıdır. Türkiye’de ortodoks müslüman olmaya özenenler yok değildir. Ama bence hepsi de, "bu budur, gerçek budur" deme hakkını elde tutmayı başaran güçlerin -çoğu kez bilinçsiz- aletleri olan zavallı kardeşlerimdir. Onlar, -işte tam burada klasik aydınlardan ayrılıyorum- başörtülü gezenler,

32

Page 41: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Refah Partisine oy verenler, namaz kılanlar değillerdir. Uğur Mumcu onlarla savaşmıyordu. Uğur Mumcu’nun savaştığı insanlar, kendilerine başka ne ad verilirse verilsin, yalancılar, hırsızlar, uğursuzlar, katiller, mafyacılar, teröristler, gizli örgütçüler, çıkarcılar, insan düşmanları, İslâm düşmanları idiler...

Tarihimiz boyunca böyle oldu. Bu ülkede, zaman oldu, kendilerine sağcı denilen ve -ne yazık ki bir tür yabancılaşma sonucunda- kendilerini böyle niteleyen insanların üstüne yüründü. Zaman oldu kendilerine solcu denilen ve -yine ne yazık ki benzer bir yabancılaşma sonucunda- kendilerini böyle niteleyen insanların üstüne yüründü. Kendilerini hâlâ sağcı ve solcu sayanlar bana kızacak biliyorum, ama bu kızgınlığı beni kendilerinden saymayarak giderebilirler. Müslümanlar az mı azap çekti bu toplumda? Ya ortodoks anlayış içinde bugün müslüman sayılmayanlar? Peki ya müslümanlığı Orta Asya kültürü içine oturtmaya çalışanlar?

Şimdi ortodoksiyi birdenbire keşfediveren benim kardeşlerim, (radikal islâmcılara sesleniyorum) sizin dedelerinizden biri muhakkak Babai isyanlarının içindeydi, buna ne diyeceksiniz? Tarih okuyalım. Affedersiniz, sözünü ettiğim tarih hiç değilse bin yıllık bir tarihtir, sosyolojidir. Kafanızı Cumhuriyete takdıysanız, onu bin yılın içine oturtmadan düşünmeye başlamayın. Cumhuriyet gökten zembille inmedi.

Evet, ortodoks İslâm inancım zayıftır. (Panteist olmaya çabalıyorum dememek için bu kısa yolu seçiyorum. Bu anlayışı İslâmdan almış olduğumu ayrıca söylemem gerek ama.) Öte yandan kendimi Atatürkçü sayıyorum. Bu ikisi illa bir arada bulunmak zorunda değildir. Her ateist-panteist Atatürk’ü sevmeyebilir, her Atatürksever de ateist-panteist olmayabilir. (Aynı mantığı Müslümanlar açısından da yürütebiliriz.) Bu ikisi bende tesadüfen buluşmuştur. Adına "kemalizm"

33

Page 42: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

denilen ideolojiye karşı ise eleştirilerim var. Kemalistler kendi ideolojilerini, doğmalarını "tek gerçek" olarak savunuyorlar ve böylece güya benimsemedikleri öteki doğmatik-ortodoks-dinsel inançlarla aynı mantığı sürdürmüş oluyorlar. Yani iki taraf da hâlâ demokrat olamadı.

Atatürk kemalist değildi!

Ben dinsel törenle gömülmek isterim, çünkü ben bu toprağın çocuğuyum... Bu gerçek de yok sayılamaz ya!...

(Bu yazının son bölümünü Kemalizm ve Atatürkçülük başlığı altına birkaç kez taşıyıp buraya geri getirdim. Orası okunurken hatırlanırsa sevinirim. 6 Nisan 2003)

29 Ocak 1993

Geleneksellik Tutkumuz

Bütün festivallerimiz, şenliklerimiz, törenlerimiz, hatta bilimsel, kültürel etkinliklerimiz hep "geleneksel" oldu. Birinci Geleneksel Ayva Şenliği, İkinci Geleneksel Okul Mezuniyet Töreni, Üçüncü Geleneksel Çevre Sempozyumu… Bir defasında dayanamayıp sormuştum: "Kuzum nasıl oldu da hemencecik geleneksel yapmayı başardınız bu işi?" "Öyle olmasını hedefliyoruz da ondan" demişlerdi. Ne diyebilirim? Hedefleyin bakalım, gelenek ha deyince kuruluyorsa mesele yok!

Bizdeki bu gelenek düşkünlüğü boşuna değildir.Bu aşamada bir işin, sadece her yıl tekrarlandığı için -o yılların sayısı üçü beşi geçmiş de olsa- geleneksel sayılamayacağını söylemenin bir anlamı yoktur. Bu kadarcığını, sosyoloji namı altında bir takım doğmaları bellemeye çalışan lise öğrencileri bile söyleyebilir. İşi, geleneksel olduğu savıyla ortaya sürmenin herhalde bir

34

Page 43: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

takım başka ciddi yararları var ki bunca insan durmadan gelenek üretme peşinde...

Bir kere, "geleneksel iş" daha ortaya çıkarken, sahibine bir tür güvenlik sağlıyor. Çünkü sahibinin toplumsal kurallara uyduğu, geleneğin dışına çıkmadığı mesajını içeriyor. Türkiye‘de insanların gösterebilecekleri toplumsal etkinliklere ayrılmış olan alanlar polis, dernekler, ceza vb. yasalarla sıkı sıkıya denetim altına alınmış olduğu için çevreye verilecek böyle bir mesaj büyük önem taşıyabilir. Kısacası, bir iş "geleneksel" sıfatını takınabiliyorsa, fazla "tehlikeli" değil demektir.

Öte yandan, gelenek kavramının kendisi geçmişi çağrıştıradursun, bizdeki kullanılış biçimiyle geleceğe atıfta bulunur.Yani yapılan işin anlamlı olduğunu, değerli olduğunu, bu yüzden geleceğe kalacağını, gelecekte "geleneksel" diye anılacağını anlatır. Böylece de işin sahibine bir tür kendini kanıtlamışlık, bir tür benlik kazandırır. Bizim toplumumuz açısından bu nokta da çok önemlidir.

Burada biraz duralım. Kitabi anlamda gelenekler bireyleri toplumsal kılan, onları birbirleriyle ilintisiz, kopuk kopuk varlıklar olmaktan çıkarıp anlamlı bir bütünün içine yerleştiren sistemlerdir. Bu özellikleriyle de insanlara -elbet öteki başka sistemlerle birlikte- benliklerini bizlik duygusuyla pekiştirme, güçlendirme olanağını verirler. Bu, insan için başlıbaşına bir mutluluk kaynağıdır, yaşama bağlanma nedenidir. Batı geleneği, toplulukları toplum yapma sürecini (kopuklukları bütüne taşıma işini) "ben"den hareketle geliştirdi."Ben"leri "biz"in içinde eritmedi, tersine biz’ligi "ben"i güçlendirmenin bir yolu olarak kullandı. Sonunda "ben" anlamlı bir bütünün parçası olabildi. Bizdeki gelenek ise "ben"i hep dışlamıştır. Yüzyıllar süren gelişimi, "Ben sen yokuz, biz varız" a dayanmıştır. Böyle olunca da, "ben"le "biz" hiç bir zaman uyuşamamışlardır. "Ben", tek başına ortaya çıkmayı düşlediğinde, "biz"e

35

Page 44: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

yaslanmak, en azından ona göz kırpmak gereğini duymuştur.

Bana sorulursa, soran moran da yok ya, insanlarımız anlamlı bir işi "tek başlarına becerebilme" cesaretine sahip bulunmadıkları için geleneğe (bize) yaslanıyorlar. Yani "ben"lerine bir tür sığınaktır gelenek. Çünkü toplumu düzenleyen öteki sistemler içinde en yumuşak başlısı yine de gelenektir. Bu yolla yaptıkları işin anlamlı, değerli, kalıcı olduğunu vurgulamak istiyorlar. En önemlisi bu yolla benliklerine "kendini kanıtlama" şansı tanımış oluyorlar. Polis tehdidini dışlamış olmaları işin cabası...

Bu açıklamalara rağmen, ben geleneksel etkinliklere sinirlenmeyi sürdürüyorum. Çünkü bu seçimde, geleneğe karşı bir tür yılışma, bir tür alttan alma, bir tür korkaklık, dolayısıyla "ben"e karşı bir tür saygısızlık seziyorum. Böylesi cilalamalarla, kandırmacalarla ayağa kaldırılacaksa benlik, bırakın yerlerde sürünsün onuruyla.

Böylece, belki, hiç değilse gerçek gelenekleri ayak altından kurtarmış oluruz...

19 Mayıs 1993

Gelenekselliği, yaşlı, eski, deneyimli olma ve elbet hepsinin sonucu olarak saygıdeğer kalma arayışı olarak da değerlendirebiliriz. Adını yenice duyduğum İstanbul Kültür Üniversitesi, gazetelere verdiği ilanlarda "70 yıllık eğitim geleneği"nden söz ediyor. Marmara Üniversitesi benim tanıklık ettiğim bir dönemde kurulmuştur. Ama onlara sorulursa 1883 yılında kurulmuş. İnternet sitelerinde 118 yıllık bir eğitim kurumu olarak tanıtıyorlar kendilerini. 118 yaşına nasıl gelmiş, o da açıklanmıyor... Ordumuz bile, 650-700 yıllık bir tarihle yetinmiyor da saygıyı 2200 yıl öncelerde arıyor.

36

Page 45: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Yaşlıya itibar doğu toplumlarının övülesi bir meziyetidir. Çin, Hint, İran, Arap ve tabii ki Türk toplumları "yaşlı bilgelere" özel bir değer vermişlerdir. Ne var ki, Türklerin büyük katkıda bulunduğu Anadolu kültürü, gençleri hiç de yabana atmamıştır. Yalnız Osmanlı tarihi değil, Tanzimat ve sonrası, Millî Mücadele ve sonrası, büyük ölçüde gençler tarafından yazılmıştır.

1 Ağustos 2003

Sosyalistler Milliyetçi Olabilir mi?

Yeri geldi, bugün yine anlattım...

1966, belki 67 yılıydı. Mamak Muhabere Okulunda öğrenciydim. Trabzonspor’un Moskova’da bir Rus (o zaman sovyet) takımıyla maçı vardı. Maçı radyodan dinleyen bir grup arkadaş, sonucu tartışarak yatakhaneye girdi. İçlerinden birisi, "helal, kazandık" diyordu. Yenilen takımın Trabzonspor olduğunu öğrenince kan beynime sıçradı. "Ulan inek, bu seninkine, teori yüzünden körleşme derler’ diye bağırdım. Bu lafı henüz öğrenmiştim. Yerine oturup oturmadığı pek de umurumda değildi. Ama maç kazanan arkadaşı susturmaya yetti. Jean Paul Sartre’ın "Düşmanla Kim İşbirliği Yapar?" adlı denemesini ise yıllar sonra tekrar tekrar okudum ve okurken nedense hep bu basit olayı anımsadım. Onun, aslında başka bir bağlamda söylediği şu söz zihnime çakılı kaldı: ... düşmanla işbirliği yapma, kendini öldürme gibi, adam öldürme gibi olağan bir haldir... Gerçi ben şu anda düşmanlardan değil kendi insanlarımdan söz ediyor ve hiç değilse bir futbol maçı çerçevesinde öteki insanları da düşman gibi görmediğimi söylemek istiyorum.

O yıllarda bu tür şakaları sıkça duyar ve sinirlenirdim. Kaldı ki, şakalar çoğu kez şaka düzeyini aşar, bilimsel sosyalizm adına başlatılan ciddi tartışmaların girizgahı olurdu. Böyle durumlarda, o

37

Page 46: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

akşamki maç nedeniyle gösterdiğim tepkiyi genellikle gösteremez, hırsımı içime hapsederdim. Çünkü milliyetçi görünmek sosyalist olmamı engelliyordu ve ben kendimi hem sosyalist hem de milliyetçi sayıyordum. Gerçi ne şovendim ne de ırkçı. Üstelik yurduma, yurttaşlarıma, yönetimime karşı benim de ciddi eleştirilerim vardı. Ama yurdumu, yurttaşlarımı küçük düşmüş, küçük düşürülmüş gördüğümde yüreğim parçalanıyordu. Kendi insanımı hor görerek, onunla alay ederek, kendimi inkar ederek solcu olamam diye düşünüyordum. Bugün de böyle düşünüyorum.

Şimdi aynı film İslâm adına yeniden çevrilecek diye öylesine korkuyorum ki... Onlar da kendi toplumlarını "bir başka tür evrensellik" adına dışlamaya pek hevesli görünüyorlar.

Milliyetçilik ve sosyalizm birbirleriyle çelişen kavramlar değildir. İkisi de aynı felsefi anlayışın ürünüdür. Ama milliyetçilik, ırkçılık ve şovenizmle çelişir. Çünkü bu son ikisi başka bir felsefi anlayışın ürünüdür. Böyle olunca, milliyetçilikle ırkçılık ve şovenizm arasındaki fark bir derece farkı değil bir nitelik farkıdır. Yani örneğin ırkçılığın ılımlısına milliyetçilik, milliyetçiliğin aşırı olanına da ırkçılık denmez. Bunlar ayrı kavramlardır.

Milliyetçilik, insanın içine doğduğu toplumla, o toplumun coğrafyası, dili, dini, tarihi, geleneği, göreneği ile kendisini özdeşleştirmesi demektir. Zaten başka türlüsü mümkün olabilir mi?

Sosyalizm, temelde, insanların doğuştan iyi oldukları anlayışına oturur. Eğer bir bozulma, bir yozlaşma söz konusuysa bunu sonraki maddi koşulların eseri olarak açıklar. O koşulları tartışır, mümkünse düzeltmeye çalışır. Yeri geldiğinde, evet yurdunu, yurttaşlarını eleştirir, ama onlarla alay etmez, onları küçük düşürmez. Sosyalist, "insan" kavramından yola çıkar. Bu yola çıkışı önce en yakınındaki kendi

38

Page 47: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

insanından -en somuttan- başlatır. Üstelik böyle bir anlayışı, öteki insanlar, öteki milliyetler için de geçerli ve saygıdeğer bulur. Evrenselliğe böyle gider. İnsanı soyut bir evrensellik içinde eritmez. Sosyalizm milliyetçilikle bu nitelikleri nedeniyle çelişmez, örtüşür.

Irkçılık ve şovenizm ise tamamen farklı bir felsefi anlayıştan, insanların doğuştan kötü oldukları anlayışından yola çıkar. Faşizm de bunu yapar. "Ben en iyiyim, benim ırkım en iyi" der. Bu, ötekiler iyi değildir, ötekiler düşmandır, dolayısıyla onları "biz iyiler"in yönetmesi, düzeltmesi gerekir anlamını içerir. Mensubu olunan ırkı, milliyeti, cemaati irrasyonel biçimde yüceleştirir ve ona yönelik en küçük bir eleştiriye izin vermez. Bizim yönetim tarihimiz bu anlayışın örnekleriyle doludur. Nihal Adsız’ın oğluna yazdığı vasiyette bütün dünyayı Türk dünyasının düşmanı ilan eden görüşleri bunun küçük bir örneğidir. Özetle, milliyetçilik sosyalist dünya görüşü içinde bir yere oturur. Şovenizm ve ırkçılık ise faşist bir dünya görüşünün...

Bu askerlik anımı, Albert Camus’nün, kendisini yurtsever olmamakla suçlayan bir Alman dostuna yazdığı mektuptan bir iki cümle aktararak bitireyim. Biline ki, bu mektup 2. Dünya Savaşının en cıvcıvlı günlerinde yazılmıştır.

Yurdum için herhangi bir büyüklüğü, hele kana ve yalana dayanan bir büyüklüğü istemem... Bizler özveriyi gizemcilikten, enerjiyi zorbalıktan, gücü gaddarlıktan ayıran ince anlam için dövüşüyoruz... Adaleti yurdumuzdan üstün tuttuysak, bu, yurdumuzu yalnız adalet için sevmek istediğimizdendi. Onu doğruluk içinde, umut içinde sevmek istiyorduk... Biz yurdumuzu daha başka yüce kavramların, dostluğun, insanlığın, mutluluğun, doğruluk özleminin ortasında bir yerde görüyorduk. Onun için de, yurdumuza karşı sert davranabiliyorduk. Ama sonunda biz haklı çıktık. Biz yurdumuza köleler vermedik, onun uğrunda hiçbir şeyi

39

Page 48: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

körükörüne yutmadık. Doğruyu eğriyi açıkça görebilmek için sabırla bekledik. Yoksulluklar ve acılar içinde, sevdiğimiz her şey için savaşabilmek sevincini elde ettik.. Sizse tam tersine, insanın yurt dışındaki bütün değerlerine karşı savaşıyordunuz. Özveriniz kısır kalıyor...

16 Mayıs 1994

İki Din

İstanbul Mülkiyeliler Vakfı adına Din, Devlet, Demokrasi konulu bir sempozyum düzenledik. Vakıf Başkanı sıfatımla yaptığım konuşmanın bazı bölümlerini alıyorum:

"...hangi süreçler devreye girdi de din, devlet ve demokrasi kavramlarını Türkiye’nin gündeminde buluşturdu? Bu buluşma ne zaman ve hangi koşullar altında gerçekleşti? Yoksa buluşma dediğimiz şey sadece bir vehim mi?

Bu sempozyumun alt başlığı ‘Birlikte Varoluşun Yeni Koşulları’dır. Geçen hafta Helsinki Yurttaşlar Derneğinin düzenlediği sempozyumun üst başlığı ise ‘Birarada Yaşama’ idi... Bu, üzerinde durulması gereken bir rastlantıdır. Çünkü her iki başlık da, birbirlerinden farklı düşünce ve inanç sistemlerine bağlanmış oldukları farzedilen insanlara ‘birlikte varolma’, ‘birlikte yaşama’ çağrısı yapmaktadır. Ama böyle bir çağrı, o insanların birlikte varolmayı, birlikte yaşamayı reddettikleri, aralarında bir uyuşmazlık, bir çekişme, bir çatışma bulunduğu varsayımına da dayanıyor. Aksi halde çağrıya gerek kalmayacaktı. Durum gerçekten bu mu?

Bu sempozyumda sık sık kullanılacaklarını tahmin ettiğim laiklik, islâmcılık, kemalizm, şeriat, ikinci cumhuriyet, sivil alan, çoğulculuk gibi kavramlar bu noktada devreye giriyor.

40

Page 49: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Bugün Türkiye’de değişik düşünce ve inanç sahipleri arasında en azından bir anlaşmazlık, uyuşmazlık bulunduğu açıktır. Ama bu durumun sadece bu kavramlar çerçevesinde açıklanabileceğinden doğrusu kuşkuluyum. Daha rasyonel bir açıklama için felsefeye, tarihe, sosyolojiye, psikolojiye, ekonomiye de baş vurulması gerektiğini düşünüyorum. Bu sempozyumda böyle bir yaklaşımın benimseneceğini umuyorum. Ancak, izninizle, yanlış olmaları ihtimalini de göze alarak, birkaç saptama da ben yapmak istiyorum.

Bugünü açıklarken içine düştüğümüz bir yanılgı, tarihi, bir süreç olarak algılamıyor oluşumuzdur. Olayları ve kişileri bir anlık bir zaman dilimi içine sıkıştırıyor ve o noktada dondurarak fetişleştiriyoruz. Bu noktada, bilimi bir din haline getirerek dünyayı açıklamaya çalışanlarla, dini bir bilim haline getirerek dünyayı açıklamaya çalışanlar arasında hiçbir fark yok. Dünyayı ak-kara, iyi-kötü, doğru-yanlış katılığı ile açıklamaya çalışmaktan vazgeçmeliyiz.

İkincisi, bugün kullanmakta olduğumuz kavramlardan hiç birisi somut bir içeriğe sahip görünmüyor. Kavramlar çoğu kez birer şablon, birer simge, hatta birer silah olarak kullanılıyorlar. Örneğin, kendisini laik olarak niteleyen birisinin belli ortamlarda antilaik olarak nitelenmesi, bazen bir dindarın, bazen da bir ikinci cumhuriyet savunucusunun devlet düşmanı ilan edilmesi, hatta aynı kavramları kullanarak aynı tezleri savunan insanların bile birbirleriyle anlaşamaması gibi komik durumlarla karşılaşıyoruz. Bu yüzden, aynı inanç kesiminde bulunduklarını bilen insanlarımız arasında dahi çatışma noktasına kadar varan diyalog kopuklukları var.

Üçüncü nokta şu: İnsanlarımız arasındaki çekişmenin doğrudan doğruya dinsel kökenli olduğu inancına katılamıyorum. Sosyoekonomik ve sosyopolitik temellere inmek durumundayız. Gerçi dinsel motifler sıkça kullanılmaktadır, ama bu sanırım, dinin öteki

41

Page 50: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

kavramlara göre daha güçlü bir ifade olanağı sağlıyor oluşu ile ilgili bulunmaktadır.

Özetle, bir arada yaşama çağrılarımızın bir anlam taşımasını gerçekten istiyorsak, insanlarımız arasındaki çekişmelerin gerçek nedenlerini sağlıklı biçimde ve yeni baştan araştırmamız gerekiyor. Ama bunun için en önce yeni bir ortak dil yaratmamız zorunlu görünüyor.

Bugün kendilerini sadece laik, kemalist, çağdaş, ilerici gören kişilerin dine bilimsel bir anlayışla yaklaşmaları; din felsefesini, sosyolojisini, tarihini, psikolojisini, hatta daha özel bir alan olarak Anadolu İslâm geleneğini, tasavvufu derinliğine ve yansız bir gözle incelemeleri gerekiyor. Aksi halde boşlukta kalacaklardır. İçinde bulundukları katılıkla, kalıpçılıkla, savundukları dünya görüşünü sağlam bir temele oturtmaları, hatta çağdaş sayılmaları mümkün görünmüyor.

Öte yandan, kendilerini sadece dinci, islâmcı gören, bu yüzden antilaik, antikemalist bir çizgide bulunduklarına inanan kişilerin de aynı eğitime ihtiyaçları var. Aksi halde, onlar da dar kalıplar içine hapsolarak, dinin, özellikle de islâmın dinamik yaklaşımlarına sırt çevirmiş ve sonuçta kendi inançlarını savunamaz duruma düşmüş olacaklar.

Eğer bir arada yaşamaya gerçekten niyetli iseler, değişik düşünce ya da inanç sahiplerinin önünde bugün olağanüstü bir şans bulunuyor. O şansın adı demokrasidir. Bir şartla ki, aynı bağnazlık, katılık, kalıpçılık tuzağına demokrasi kavramı tartışılırken de düşülmesin.

Demokrasi, bizim için sözcük olarak yeni de olsa, bir yaşama biçimi olarak hiç de yeni değildir. Bu sözleri burada bir misyon gereği söylemiyorum, bir arabulucu rolü üstleniyor değilim, bu gerçeği bize Anadolu tarihi öğretiyor.

42

Page 51: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Her çeşit düşünce ve inanç sahibini birlikte yaşatmak için oluşmuş, varolmuş, bu nedenle çoğulculuğu yitirdiği dönemlerde kendisini yenileyemeyip tökezlemiş bir geleneğin içinden geliyoruz. Belki demokrasimizi de, demokrasinin bir Anadolu versiyonu olarak yeniden işlememiz ve onu çağa böyle taşımamız gerekiyor. Bugün eğer bazı sorunlarımız varsa, galiba hepsinin temelinde yatan asıl sorunumuz budur.

Bu sempozyum, değişik toplum kesimleri, değişik görüş ve inanç sahipleri arasındaki diyalog yolunu biraz daha genişletebilirse amacına ulaşmış sayılmalıdır...."

4 Haziran 1994

Devlet Küçülerek Büyümeli

Yeni Yüzyıl gazetesinde bir yazım yayımlandı. Şu:

Kavramlar yerli yerine oturtulamadığı için, aynı görüşü savunan, aynı inançları paylaşan insanlarımız bile birbirleriyle anlaşamıyorlar. "Devlet küçülmeli" diyenlerle "devlet büyümeli" diyenler arasında da böylesi bir temelsiz anlaşmazlık var.

Olaya hangi tarafından bakıldığı önemli. Eğer sadece ekonomik göstergelere bakılıyorsa, devletimizin hiç de büyük olmadığı yargısına varabiliriz. Kamu kesiminin büyüklüğünü, toplam kamu harcamalarının gayrisafi millî hasılaya oranı olarak ifade ettiğimizde, İMF ve OECD verilerine göre gelişmiş ülkelerin hepsinden küçüğüz. Kamusal mal ve hizmet üreten tüm kurum ve kuruluşların yaptığı genel devlet harcamalarını da alsak, sadece merkezi devlet harcamalarını da alsak, bu oran bizde % 25-30’larda seyrederken, gelişmiş ülkelerde % 40’ların hatta 50’lerin üstüne çıkıyor.

O halde daha da büyümeli miyiz ?!

43

Page 52: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

İşin ilginç yanı şu ki, gelişmiş ülkeler böyle bir büyüklükten hoşnut görünmüyorlar. Devlet küçülmeli tezleri oralarda daha revaçta. Çünkü devletin fizik olarak büyümesi her zaman gerçekten büyüdüğü anlamına gelmiyor. Olaya epeydir bir başka açıdan bakılıyor. Olay salt ekonomik bir olay değil. Kuramsal bir boyutu var. Devlet felsefesiyle, -devletin ne olduğuyla- da doğrudan ilgili bu boyut.

Devlet, uzunca bir süre örgüt kuramları çerçevesinde irdelendi. İşbölümü, otorite, hiyerarşi, komuta zinciri vb. kavramlar temel kavramlardı. Taylor’un "insansız örgütler"i gündemdeydi. Tanımlanan yapı "bilimsel" olduğu varsayılan bir yapıydı ve makina gibi çalışması gerekiyordu. Devlet açısından, Weber’ci "ideal bir bürokrasi" idi söz konusu olan. O yüzden, içinde "insan" olup olmadığı pek de önemli değildi. Bu katı bilimsel yapı 1929 dünya bunalımına yanıt veremeyince sarsıldı. Artık örgütlerin ve bu arada elbet devletin içinde insanlar olduğu da görülmeliydi. Kişilerin, grupların psikolojileri vardı. Böylece, Elton Mayo, Mac Gregor, Maslow gibi yazarların elinde oluşan yeni akım "örgüt içindeki insanı" odak noktası yaptı. Örgütler artık "insanlı" hale gelmişlerdi. Bu önemli bir gelişmeydi.

Fakat yine de aksayan bir yan vardı. Evet, çevreyle, örgütün dışında kalanlarla, "halkla" ilişkiler de ihmal edilmiyordu ama arayışın yönü hep örgütün içinden dışına doğru idi. Amaç hep örgütün (devletin) etkinliğinin artırılması idi. Dışarıdakiler "ikincil" idi.

1960’lardan itibaren bütün kuramlar tersine çevrilmeye başlandı. Japonların Edwards Deming, Joseph Juran gibi yazarları yorumlayarak geliştirdiği Toplam Kalite Yönetimi anlayışı ilk bakışta eski köye yeni adet gibi göründü ama, doğrudan doğruya dışarıdakileri öne çıkarmasıyla, örgütlere dışarıdakilerin

44

Page 53: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

gözü ile bakmasıyla ve "ben kimler için varım?" sorusunu sordurtmasıyla bir devrim niteliği taşıdı.

Gelişmiş ülkelerdeki küçülme tezleri böyle başladı... Özel kesim açısından çıkış noktası artık karlılık parantezine alınmış bir "etkinlik" anlayışı değil. Amaç müşterinin tercih ettiği kalitenin yakalanması. Çünkü bugünkü rekabet ortamında başka türlü ayakta kalmak mümkün olmuyor. Bunun yolu ise "ekonomik olarak büyümekten" değil, üretim prosesini yoğunlaştırarak, belki bir anlamda küçülerek, müşterinin tercih ettiği kaliteyi yaratmaya çalışmaktan geçiyor.

Durum devlet açısından hiç de farklı değil. Devletin müşterisi vatandaşlar. Devlet "Ben kim için varım?" diye sorduğunda kendisine vereceği cevap belli. Devletin ekonomik olarak büyümesi, bu büyümeye paralel olarak idari yapısını genişletip güçlendirmesi, harcamalarını artırması, onun klasik anlamdaki "etkinliğini" elbet artırıyor; ama bu, vatandaş tercihlerine uygun kalitede mal ve hizmet üretmesini güvence altına almıyor; tersine vatandaşları daha çok dışarıda bırakıyor, onları daha edilgin kılıyor ve sonuçta "Devlet kim için var?" sorusunun yanıtını boşluğa düşürüyor.

Bu kadarını söylemek de yeterli değil. Çünkü bu sözler, sadece devlet etme yöntemlerinin, tekniklerinin değiştiği, dolayısıyla bunlarda yapılacak bir iyileştirmenin sorunu çözebileceği gibi bir yanlış izlenime yol açabilir. Oysa değişmiş olan bütünüyle devlet felsefesidir. İnsanla birlikte bilgiyi öne çıkaran, onlara dayanan bir felsefe bu ve doğal olarak bilgiyi üretme, bilgiyi işleme temeline dayalı yeni bir yapılanmayı da zorunlu kılıyor. Globalleşme, saydamlık, katılımcılık, çoğulculuk, yerelleşme, özelleşme gibi kavramlar işte bu noktada devreye giriyor. Bu kavramlar yeni felsefenin pratiklerini gösteriyor.

O halde, devlet küçülmeli mi büyümeli mi tartışmalarını aşan daha üst düzeydeki bir sorunla karşı

45

Page 54: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

karşıyayız: Devleti hangi felsefeye oturtacağız? Ana sorun bu. İlle de büyük- küçük nitelemeleri yapacaksak, o zaman diyebiliriz ki kendi varoluş felsefesini özümsemiş bir devlet klasik anlamda belki küçülmüş, fakat yeni devlet felsefesi açısından muhakkak büyümüş olacaktır.

Bizim sorunumuz, 1929 dünya bunalımından buyana geçerli olan anlayışlara rağmen, "insan" ögesini devletin içinde bile esas öge kılamamış olduğumuz bir sırada, aynı ögeyi yeni bir felsefi düzeyde, -toplumun bütününü kapsayacak ve devletin neden varolduğunu açıklayacak biçimde- yeniden arayıp bulmak ve yerli yerine oturtmak durumunda bulunmamızdan kaynaklanacak.

Ama ülkemiz dünyadan da hızlı değişiyor, gelişiyor. Bunu tarihi, coğrafyası, sosyolojisi gerektiriyor. Devletin küçülmesi- büyümesi tartışmalarının bizde kuramsal, felsefi düzeylerin dışında hayat memat meselesi yapılıp kavgamsı sürdürülmesi, bu hızlı değişimin zihinsel dengeleri altüst etmesinden ileri geliyor.

Denizler dalgalanmadan durulmayacaktır. Bugün ayrı düşünce sistemleri içinde bulundukları için tartıştıklarına inanan insanlarımızın, aynı tezleri savunduklarını, aynı özlemleri dile getirdiklerini anlamaları için fazla zaman gerekmeyecektir.

Büyüklük kavramını, sadece insandan, vatandaştan, bilgiden kaynaklandığı sürece yüce bir kavram olarak algılayagelmiş bir kültür birikimimiz var. Bu nedenle, devleti yeniden açıklarken, onu yeniden yapılandırmaya çalışırken, yeni felsefi düzeye atlamakta fazla güçlük çekmeyeceğimizi görebiliyorum."

25 Temmuz 1995

46

Page 55: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Laik-Antilaik mi? Doğu-Batı mı?

Temel çelişkimiz ne? Laik-antilaik mi, yoksa doğu -batı mı?

Türkiye’deki laiklerle laiklik karşıtları arasındaki tartışmanın, -laiklik kavramı o dönemde yaratıldı diye- Cumhuriyetle başladığını savunan görüşlere katılamıyorum.

Bu tartışmanın, osmanlıcılık, islâmcılık, ittihatçılık, batıcılık, milliyetçilik, şeriatçilik, turancılık, kemalizm gibi zaman zaman birbirlerine ters düşmüş gibi görünen kavramlarla da ifade edilebilen, bazen küllenmiş görünüp, bazen de bir vesile ile yine bu tür kavramlar çerçevesinde yeniden alevlenen daha geniş kapsamlı ve daha eski tarihli bir tartışma olduğuna inanıyorum.

Suudi Arabistan’da dört vatandaşımızın uyuşturucu kaçakçılığından yargılanıp ölüm cezasına çarptırılması ve cezalarının baş kesilerek infaz edilmek istenmesi, bu geniş kapsamlı ve eski tarihli tartışmayı yine laik-antilaik ya da kemalist-şeriatçı diye anabileceğimiz ikilemin dar kalıplarına sokuverdi. Kendilerine laik ya da kemalist diyegeldiğimiz insanlar, şeriat hukukunun çağdışılığını gösteren yeni bir örnek bulmuş oldukları inancıyla "adeta" sevinirlerken, kendilerine antilaik ya da şeriatçı diyegeldiğimiz insanlar da şeriat hukukunu nasıl savunacaklarının telaşı içine düşüverdiler. Asıl çelişkiyi kimse tartışmadı.

Laik-antilaik tartışmasının dinsel kökenli bir tartışma olmadığını, dolayısıyla "şeriat" kavramı üzerine oturtulmuş böyle bir tartışmanın yanlış zeminde sürdürülmekte olduğunu düşünüyorum. Laik-antilaik çelişkisi, aslında daha geniş bir çerçevede cereyan eden bir başka çelişkinin, doğu ve batı felsefeleri arasındaki çelişkinin özel bir görüntüsüdür.

Şeriat, üzerinde yürünecek ana yolu gösterir. Ama bu yol üzerinde "yaratıkların nefesleri sayısınca" başka

47

Page 56: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

ara yollar, tarikler (patikalar?) bulunabilir. Şeriat her somut olay için ayrı ayrı normlar koymaz. Şeriat her somut olay için ayrı ayrı normlar koymuş olsaydı, bugün şeriat yönetimine sahip olduklarını ileri süren devletlerin her birinde, örneğin uyuşturucu kaçakçılığına, zinaya, hırsızlığa, cinayete, yalancılığa, teröre, orman yakmaya, karşılıksız çek yazmaya, eksik gramajlı ekmek satmaya, hayali ihracat yapmaya, evlilik vaadiyle ya da vaadsiz ırza geçmeye, ehliyetli ya da ehliyetsiz otomobil kullanmaya, denize entariyle ya da mayoyla girmeye, tesettürün sadece kahkulü mü yoksa ağızı da mı kapatması gerektiğine ilişkin genel geçer kuralları uygulanır halde görürdük. Oysa biliyoruz ki durum bu değildir. Çünkü şeriat tek boyutlu bir kavram değildir ve içinde pek çok "tarik" barındırır. Kaldı ki, sadece ceza hukuku alanında değil, örneğin aile, miras, borçlar, toprak, ticaret, idare vb. alanlardaki normatif düzenlemeler arasında da önemli "şer’i" farklılıklar görüyoruz.Yarın Suudi Arabistan, örneğin uyuşturucu kaçakçılarına uyguladığı cezayı ve infaz biçimini değiştirirse, ki bu, bu tür ayrıntılar için hiç de olmaz bir şey değildir, o zaman ortaya çıkan durumu nasıl açıklayacağız? Güncel yaşamı ilgilendiren bu tür sorulara fıkıh kitaplarında cevaplar aranmıştır ve o cevaplar da tarik (yol) sayısı kadar fazladır. Bunlardan herhangi birisi tuttuğunuz yola uygun olabilir, şeriata muhalif de sayılmaz.

Şeriat kavramı, kaynağını elbet Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde bulur, ama normatif bir hukuk düzenlemesi değildir. Bugünkü anlamında hukuk olmadığı gibi içerik bakımından da hukuk değildir. (İslâm Ansiklopedisi şeriat maddesinde böyle denmiyor. Bunun yanlış çeviriden kaynaklandığı, aslının benim yazdığım gibi olduğu, Turgut Akpınar’ın Türk Tarihinde İslâmîyet adlı kitabının 39. Sayfasında maddenin yazarı Prof. Schacht’a dayanılarak açıklanıyor.) Pratikte zaman zaman çok ayrıntılı düzenlemelere de tanık oluruz.

48

Page 57: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Fakat bunları genel geçerliliği olan değişmez kurallar olarak değil, belli tarihsel koşulların , şeriatın çizdiği genel çerçeve içine oturtulması çabaları olarak değerlendirmemiz gerekir. Gerçi, bu tartışmalar, demin dediğim gibi, "fıkıh" ile ilgilidir ve fazla ileri gidip konuyu dağıtmadan geriye dönelim.

İslam hukuku "doğu felsefesi" ile iç içedir. Daha doğrusu onun içinde oluşmuştur. Doğu felsefesi tevekkülü, sabrı, itaati, itirazsız inanmayı (imanı), kuralların tartışılmazlığını yüceltir. Bir bakıma bunların bir sonucu olarak da kural koyabilen gücü (devleti) ön plana çıkarır ve kutsal yapar. Toplumsal düzenin kurulup sürdürülmesi söz konusu olduğunda, doğu felsefesi def-i mefasidin celb-i menafie evla olduğu ilkesini savunur. Yani menfaatlerin (lehte olan faktörlerin) bulunup ortaya çıkarılmasından ziyade, kötülüklerin defedilmesine öncelik verir. Oysa batı felsefesi, celb-i menafiin def-i mefaside öngeldiği anlayışına dayanır. (İslâm Ansiklopedisi mecelle maddesi.) Batı anlayışı, "bir suçsuzu haksız yere cezalandırmaktansa, bırakalım bazı suçlular ortalık yerde dolaşsınlar" der. Oysa doğu anlayışı pire için yorganı, toplumun genel çıkarı için kurunun yanında yaşı da yakmayı yeğler. (Bu da bir anlayıştır elbette, taraf tutmuyor, bir saptama yapmaya çalışıyorum.)

Doğu felsefesinin devleti ön planda tuttuğunu söyledim. Buna, devletin soyut ama kutsal bir gerçeklik olarak algılandığını da eklemeliyim. Devleti yönetenlerin böylesi bir kutsallıktan nasip almamaları mümkün değildir. Bu yüzdendir ki, doğulu bir hükümdar tek başına yasa çıkarabilir, ceza verebilir, verdiği cezayı affedebilir. Ama unutmamalı ki hükümdar da bir kuldur (yönetilendir) ve bu nedenle kararı veren gerçek otorite, "ana yola uygunluk" anlamında "şeriat" olarak algılanır. Bunun adına modern literatürde "meşruiyet" diyoruz. Şeriat kökünden gelen bir sözcüktür. Bu resmin içine girmiş olan devlet ise somut ve soyut gerçekliğini bir

49

Page 58: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

kat daha artırır ve "şeriat devleti" sıfatını kazanır. Şeriatın doğu felsefesiyle, ya da doğu felsefesinin şeriatla buluştuğu nokta işte burasıdır. Ya da, kutsallığı temsil edenle (yönetici ile) temsil edilen gücün (devletin) buluştuğu nokta burasıdır.

Bizim mecellemiz de pek çok ayrıntısında, diğer İslâm ülkelerinde şeriat adına uygulanan hükümlerden farklı hükümler içeriyordu. Bu özelliği ile ayrı bir "tarik"ti. Ama son tahlilde o da doğu felsefesine dayanıyordu. Mecelle "salt şeriat" olsaydı, kabulü tarihi olan 1868 yılına kadarki Osmanlı hukuk düzenini açıklamakta zorlanırdık. Dahası, Kanuni’nin (Ebussuud Efendinin) kanunlarını, Fatih’in kanunnamesini "salt şeriat" parantezi içine oturtmakta da zorluk çekerdik. Bu düzenlemelerde "nizam-ı alem" adına devletin gözetildiği çok belirgindir. Oysa bütün bu düzenlemeleri "doğu felsefesi", konumuz açısından daha açık bir deyimle "doğu devleti" parantezi içine almamız daha mantıklı, daha açıklayıcı görünüyor.

Konuyu biraz saptırayım: Türkler Ergenekondan beri hem coğrafya olarak, hem de felsefe olarak hep batıya yöneldiler. Aynı yöneliş Araplar için de söz konusu idi. Eyüp Sultan’ın Arap ordularıyla İstanbul’a kadar geliş tarihi, Hz. Muhammed’in ölüm tarihinden sadece 35 yıl sonrasıdır. Dokuzuncu yüzyıldan itibaren El Kindi, Farabi, İbni Sina ve daha sonra İbni Rüşt batı felsefesini, sonraki yüzyıllarda batılılara yol gösterecek ölçüde biliyor, yorumluyor, en önemlisi doğu ve batı felsefeleri arasında bir senteze doğru yürüyorlardı. Bu gidiş, Araplar açısından, Gazali’nin doğu-İslâm felsefesini "imancı" temellerine oturtmasıyla durdu. Üstelik batıya açılan coğrafyalarında artık Türk engeli vardı. Türkler batıya yürüyüşü sürdürdüler. Doğu felsefesiyle bütünleşmiş imancı-kuralcı- sünni dünya görüşü Türkler için de hâlâ büyük ölçüde geçerliydi. Fakat bir yandan "kendi tarik"leri, diğer yandan yol boyunca karşılaştıkları batı felsefesi, -hiç değilse o felsefenin

50

Page 59: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

gündelik pratikleri- onları doğu-batı arasındaki bir sentezi yaşamaya, yaşatmaya zorladı. Anadolu İslamı dediğim budur. Türklerin batıya yürüyüşü sürmektedir. Bu yürüyüşte durmalar, sapmalar, gerilemeler de vardır, olacaktır...

Değerlendirmelerim doğruysa eğer, bugün laik-antilaik, Kemalist-antikemalist, dindar-ateist, demokrat-şeriatçi, ilerici-gerici kampları arasında cereyan ediyormuş gibi görünen çelişkilerin hiçbirisini "doğrudan doğruya" dinsel temele oturtamayız. Asıl çelişkimiz doğu ve batı felsefeleri arasındaki sentezin henüz kurulamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Tarih, coğrafya ve sosyoloji bu sentezi bizden bekliyor. Son yıllarda fazlaca işlediğimiz kimlik sorunumuz da, bu sentez hâlâ oluşum aşamasında olduğu için gündemi işgal etmeye devam ediyor. Ve o sentezi sadece biz kurabiliriz!...

14 Eylül 1995

Yolları Aşındıran Mantık

Hürriyet Gazetesinde bir haber: Başlık: "Baba’dan polise: Huzur için zor kullanın!" Haberin devamı şöyle: "Cumhurbaşkanı Demirel, polisin toplumsal olaylarda zor kullanmasına açıkça destek verdi. Demirel, Emniyet Genel Müdürlüğünde geçen ay yapılan basına kapalı brifingde ‘eğer zor kullanmaktan imtina ederseniz, o takdirde devlet çöker. Yani bu ülke idare edilemez bir hale gelir’ dedi... Gazetede yayımlanan şu kısmı aynen yazmak gereğini duyuyorum: Huzur ve güveni sağlamak için zor kullanılacaktır. Sistem ister demokratik, ister başka sistem olsun, zor kullanılacaktır. Demokratik bir sistemse, zoru kullanma yetkisi de, zorun kendisi de meşruiyetten yetki alacaktır. Eğer, bir devletin kanun güçleri zor kullanmaktan imtina ederse, o takdirde o ülkenin devleti çöker. Yani ülke idare edilemez hale gelir. Henüz Türk polisi kalabalıkları nasıl tesirsiz hale

51

Page 60: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

getireceğini kesin olarak ortaya koyamamıştır. Ne yapıyor Türk polisi? Kalabalığın içinden silah atıyorlar, polis de ona cevap veriyor. Veriyor vermiyor tartışması ayrı ama çok kan dökülüyor. Toplumsal olayları bırakırsanız, camı, çerçeveyi indirir, başkalarına zarar verir. O zaman polisin itibarı kalmaz. Polisin halkın nazarında itibarının kalmadığı yerde, devletin halkın nazarında yeri kalmaz.

Bu kadaaarr!... Hani yollar yürümekle aşınmazdı... Unutun bu sözü... Ayrıca, fikirdeki mantık bozukluğunu da görmezden gelin.

Görülüyor ki polisin itibarı devletin itibarıdır. Yollar, sadece polis yürürse aşınmazmış meğer. Geç (mi) öğrendik taşın sert olduğunu? Bakkalın, manavın, köylünün, ressamın, dulun, yazarın, gencin, muhasebecinin, seyyar satıcının, işsizin, ihracatçının itibarı devletin itibarı değilmiş. Bana otuzbeş yıl önce Mülkiyenin birinci sınıfında öğretilen "polis devleti" kavramı bile Sayın Cumhurbaşkanımızın bu yaklaşımından daha rafine bir yaklaşımı öngörüyordu. Yavuz Abadan’ların, Tahsin Bekir Balta’ların, Kemal Fikret Arık’ların, Muammer Aksoy’ların ruhlarına fatiha... Yaşayan ötekilere selamet ola...

Polisi, polislik mesleğinin güncel pratikleri içindeki "insanlığı" ile de görüp tanımış, yaşamış, anlamış, sevmiş bir kişi olarak bile bu sözleri hoş karşılayamıyorum. Bu duygunun ne kadar acı bir duygu olduğunu, keşke teke tek konuşabilseydik de polis kardeşlerime anlatabilseydim. Böyle bir olanağım olsaydı, Sayın Cumhurbaşkanımdan daha inandırıcı olabilirdim, buna inanıyorum. Benzer basına kapalı toplantıları ben de yaptım.

Polis, yeri gelince elbet zor kullanır. Ama, Sayın Cumhurbaşkanının "zor meşruiyetten yetki alacaktır" sözü, "meşruiyet" kavramı dört başı mamur tanımlanmadıkça boşlukta kalır, dahası bir mugalata

52

Page 61: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

olur, daha da dahası çağ - çağ dışı bir polis devleti savunusu olur. Meşruiyetin tanımını yapma yetkisi, meşruiyetin sınırlarını çizme yetkisi topluma maledilmemiş, maledilememişse eğer, çekiver kuyruğunu o demokrasinin de, o demokrasiyi güvence altına aldığı varsayılan polisin de...

Şu bilinmeli: Cam çerçeve indirenin, sağa sola silah sıkanın, uyuşturucu kaçakçılığı yapanın, adam yaralayanın, adam öldürenin, uzatmayalım, insana ve insan "ilişkilerine" fiili husumet yöneltenlerin "zor"la kontrol altına alınmaları gereği, insanların uzun bir tarihsel süreç sonunda vardıkları ortak noktadır. Zora orada itiraz yoktur.

Ama benim Sayın Cumhurbaşkanım bilmez mi bu ülkede işkence iddialarının hâlâ var olduğunu, bilmez mi işkenceyi resmî üniformasız insanlar yaptığında o eyleme işkence denmediğini.? Bilmez mi kendisine sultanlık verilenin önce babasını kestiğini, bilmez mi imam yellenince cemaatin daha beterini yaptığını? Bilmez mi polisin bunları zaten bildiğini?

Ve bilmez mi artık polisin bile böyle bir polis olmayı hiç istemediğini?...

21 Eylül 1995

Dedeler de Devletleştiriliyor

Çiller’den Alevilere üç büyük jest: Cemevleri yapımı için 1996 yılında üç trilyon lira ödenek, ders kitaplarındaki alevilik aleyhine olan yanlış bilgilerin çıkarılması ve Diyanet İşleri Başkanlığında alevilere temsil hakkı tanınması... Bu 584 yıllık alevi reformu imiş... Yıldırım Aktuna Küçükçekmece Cem Ocağının açılış törenine katılmış ve orada açıklamış bu reform paketini...

53

Page 62: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Dün, seçimlerin 24 Aralıkta yapılması karara bağlandı. Seçim yatırımı mı ? 584 yıl önce ne olmuştu? Reformsa niye 584 yıl, hiç değilse Cumhuriyet açısından bugünkü gün itibariyle niye tam 72 yıl beklendi?

584 yıl öncesi 1411 yılına tekabül ediyor. Galiba Çelebi Mehmet'le kardeşi Musa Çelebi arasındaki taht kavgalarına, oradan da Musa Çelebi ile birlikte yenik düşen kazasker Şeyh Bedrettin'e atıfta bulunuluyor. Çiller’e bu notu kim vermişse?

Fetret devri kavgaları alevi - sünni kavgası değildir, bu bir. İkincisi Şeyh Bedrettin tek başına aleviliği temsil etmez. Alevilik Şeyh Bedrettin'den önce de vardı, sonra da oldu. Ama ben böyle söyledim böyle oldu derseniz olur. Ne yapalım, konuşan devlet...

Olayın asıl önemli yanı şu: Sünnilerden sonra aleviler de devlet kontrolüne asıl şimdi giriyorlar ve bunun farkında değiller. Para sesini duyunca Aktuna'yı çılgınca alkışlıyorlar. Biz "sivil alan genişlemeli, devlet insanların inanç dünyalarına girmemeli, laiklik ancak o takdirde gerçekleşmiş olur" dedikçe, hasbelkader sivil alanda kalabilmiş olan Aleviler devlete eklemlenmeye çalışıyorlar. Düdüğü, parayı veren çalar. Aleviler, parasını devletin verdiği cemevinde bundan böyle eski özerkliklerini bile bulamayacaklar. Devlete "yeter ki sen bize karışma, bizi inançlarımızda, törelerimizde ve törenlerimizde özgür bırak, cemevlerimizi biz kendimiz yapabiliriz" diyebilmeliydiler. Beni hayal kırıklığına uğrattılar doğrusu.

Devlet giderek büyüyor. Bizim aydınlarımız kafalarını KİT’lere taktılar, varsa yoksa ekonomi. Devlet kaçın kurrası, sezdirmeden kafalarımızın içinde büyüyor. Siz sivil alan, yerel alan, özerk alan diyedurun. Muhtarlardan, mahalle bekçilerinden, imamlardan sonra şimdi de dedeler, seyyidler, şeyhler devletleşiyor, farkında değiliz!..

54

Page 63: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

29 Ekim 1995

Vergi Kutsaldır, ÇünküKutsal Devlete Ödenir

Kafam "vergilendirilmiş kazanç kutsaldır" lafına takıldı. Vergilendirilmiş kazanç neden kutsal? Nedeni, bu vecizede (!) saklı. Gerçekten kutsal olan bir alana üstü kapalı bir gönderme var, orada...Yani islâma atıfta bulunuluyor, islâmın gücünden medet umuluyor. Eee, laik olunduğu için de böyle üstü kapalı ifade ediliyor. Anlayan beri gelsin gibilerinden. Dünyanın başka ülkelerinde vergi ödemeyle kutsallık arasında bir bağ arandığını duymuş değilim.

Bu vecizeyi icad eden laik kutsalcı, öyle anlaşılıyor ki haraç, cizye, aşar (öşür) laflarının yanında fitre ve zekat laflarını da şöylesine bir duymuş. Ayrımlarını bilmediği gibi bunların tümünün de kutsal uygulamalar olduğunu sanıyor. Ve de üçkağıtçılık edip, müslüman mahallesinde salyangoz satıyor. Güya "vergi ödemek dinimizin emridir" demek istiyor.

Vergi ödemek kutsal bir görev değildir. Hatta belki bir angaryadır. Angaryadan farkı, paranı verir, karşılığını beklersin, budur. Vergiden söz edeceksen eğer, adam gibi bir sistem kurar, o sistemi yaşatmak için adam gibi para istersin. Kutsallık alanına girdin mi müslümanı da, hristiyanı da, dinliyi de, dinsizi de en azından incitirsin.

Ben inancı zayıf bir müslüman olarak bile bu vecizeyi okuduğumda irkiliyorum doğrusu. İçimden, "tamam arkadaş, madem öyle, devlet misin nesin, çekil aradan, ben fitre ve zekatımla kurtarırım insanları" demek geliyor.

30 Ekim 1995

Millî Bayramdır Bugün

55

Page 64: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Avrupa Parlamentosu 13 Aralıkta bizi gümrük birliğine kabul etti. Başbakan Tansu Çiller, "millî bayramdır, gereğince kutlansın" mesajları gönderdi sağa sola.

İktidar ortakları dışındaki hiçbir siyasî parti gümrük birliğine girişimizi bayramdan saymıyor. Bu muhalifler içinde sosyalisti var, milliyetçisi var, dincisi var, sosyal demokratı var, orta sağcısı var...Hepsi tek ağızdan "satıldık" diye bağırıyor. Yani "satıldık" benim özetim. Perinçek’iyle, Türkeş’iyle, Erbakan’ıyla, Ecevit’iyle, Yılmaz’ıyla, hatta Edibali’siyle bütün liderlerimizin söylediği bu mealde. Ha, bir Boyner taraftar görünüyor, ama onun da şimdilik esamisi okunmuyor. Bu kadar rastlantı olamaz canım. İki vatan haini parti iktidarda buluşmuş demek ki.

Hep demiyor muyum, devlet elde ise böyle, biraz uzakta ise şöyle düşünür, konuşur, davranırız diye… Bu iki parti 24 Aralık’ta iktidardan düşeceğe benziyor. Şimdi ben, sarı çizmeli seçmen, 1996 yılının yeni iktidar ortaklarına (ortaksız olmayacağa benziyor çünkü) "arkadaş siz de beklemiyordunuz ama oldu bir kere, başımıza geldiniz; şimdi şu gümrük birliğinden ne zaman nasıl çıkacağız, ya da hani çöpe atacağınız yaptırımları vardı ya bu birliğin, onlar ne olacak?" diye sormalı değil miyim? Bende o cesaret nerde? Fakat onlarda "dün dündür" deme cesareti her zaman olacak ve bu cesaretleri elbet diyalektik mantığa dayanmayacak.

Cesaret bilgiden kaynaklanmalıdır. Bendeki cesaretsizliğin nedeni bilgisizlik. Çetin Altan’ın dediği doğru. Lozan’ı okumadan Lozan’ı, Sevr’i okumadan Sevr’i, Montrö’yü okumadan Montrö’yü tartışan bir kuşağın mensubuyum ben. Ne Paris şartını bilirim, ne Helsinki metnini. Avrupa Birliği, Batı Avrupa Birliği, EFTA, NAFTA benim dünyamın dışındaki işlerdir. (GATA’yı bilirim, Gülhane Askeri Tip Akademisi demektir.)

56

Page 65: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Haftalardır önüme çıkana soruyorum: "Yahu şu belgeleri nerede nasıl bulur da okurum, lütfen bana bir yol gösterin, öğrenip liderlerimizden hesap soracağım." (Yani kendi kafamın içinde). En azından "Kıbrıs satıldı" denilende, "evet doğru" ya da "yok sayın başkan, şu madde satışı engeller" diyeyim. Ne bileyim, "üçüncü ülkelerle olan ticari ilişkilerimiz icazete bağlandı" denilende, bilgiç bilgiç sırıtıp "doğrusun kardaş" ya da "I’ıh şu madde seni yalanlıyor" diyeyim. Nerde, bu bilgiler piyasada yok. Bozüyükspor’u rahatlıkla izliyorum, hiç çaba göstermeden. Ama örneğin katma protokol denilen belgeyi görebilmem için özel çaba göstermem gerek. Hazine müsteşarlığı yayınlamış, ama ara ki bulasın. Ben valiymişim, öyle sayılıyor ve öyle sayıldığım için devletten maaş alıyorum. İşte itiraf ediyorum, ben bu bilgilerden yoksunum ve bilgisizliğimi nasıl gidereceğim konusunda bile bilgim yok.

Neden kamuya anında intikal etmez bu tür bilgiler? Çünkü bizde devlet yönetimi "devlet olabilmiş" kişilerin tekelindedir. Geleneğimiz bu. O geleneğin içinde yönetilenler ya hiç olmamıştır, ya da sadece demokrasi denilen oyunun biçimsel kuralları çerçevesinde olabilmiştir. Görevimiz, örneğin 24 Aralıkta sandığa gidip oy atmaktır. Sonrasını seçtiklerimiz bilir, biz de sormayız. Medyamız bizi temsil ettiği için o da sorup öğrenmek, bize öğretmek gereğini duymaz.

Tarih kitapları, birinci dünya savaşına girişimizin "hükümetin bile" bilgisi dışında gerçekleştiğini yazarlar. Sanki önemli bir saptama imiş gibi... Biz hangi savaşa topyekün irademizle girdik ki? Topyekün iradenin sorulmadığı yerde hükümetin esamisi mi okunur? Üç oğlundan ikisi savaşa gidip bir daha geri dönmeyen babanın, yeni bir savaş için üçüncü oğlu da askere çağrıldığında "söyleyin padişahınıza, bundan böyle bana güvenip sağa sola harp ilan etmesin" demesini, mizah külliyatımız içine aldık da, siyasî külliyatımız içine alamadık.

57

Page 66: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Millî Mücadelenin "millî" oluşu, belki de bu durumun tek istisnasını teşkil etmesinden geliyor, güzelliği buradadır. Ama millî mücadelede bile asker kaçakları sorununun ciddi boyutlara çıkmış oluşunu, ben şahsen, yönetilenlerin yönetim geleneğimize karşı bir tür pasif direnişi olarak algılıyorum. Biz NATO’ya da böyle girdik, Kore’ye de böyle gittik. Kuveyt olayında Irak’a asker gönderip göndermeyeceğimizi az çok tartışabildik, ama karar mekanizmalarının dışında tutulduğumuzu hep biliyorduk. Gümrük birliğine de böyle girdik, ne yapalım?

Basın tüm bilgileri beğendiği liderin ağzından veriyor. Televizyon ekranlarına çıkan bilim adamlarımızın tutumları hiç farklı değil. Ne basınımızın, ne bilim adamlarımızın, ne de liderlerimizin benden daha fazla bilgili ve kavrayışlı oldukları kanısında değilim. O halde? Pazar günü kime oy vereceğim?

Neyse, bayram konusundan işe girmiştim. İktidar yanlısı gazeteler "Artık Avrupalıyız" diye manşet attılar, onun için bayram edecekmişiz. Tanzimatla başlattığımız Avrupa maceramız sonuçlanmış, öyle diyorlar.

Avrupalı olmanın ne demeye geldiğini hiç düşünmedik. Tuna boylarında, Viyana kapılarında dolaşırken nereliydik ve bugün oraların edebiyatını yaparken nereliyiz? Avrupalı mı, yoksa Asyalı mı ? Bosna’ya sahip çıkarken Avrupalı olduğumuzu mu düşünüyoruz, yoksa Asyalı olduğumuzu mu? Avrupa ne, Asya ne? Batı ne, doğu ne?...

Olay bir coğrafya olayı ise, ben hiç değilse Kosova’dan buyana Avrupalıyım. Halikarnas Balıkçısı’na, Sabahattin Eyüboğlu’na, Azra Erhat’a hak vererek konuşursam, Anadolu'da karıştığım ırkları da benliğime katar ve Avrupalılığımı, -ve Asyalılığımı ya da ikisini birden- çok daha geri tarihlere de götürebilirim Sorun dinse, derim ki Avrupalının dini Asya (doğu) kökenlidir.

58

Page 67: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Konuya haçlı Avrupalısı gibi bakılıyorsa, hiçbir zaman Avrupalı olmadım, olmak da istemem.

Avrupa, felsefesiyle, kültürüyle, edebiyatıyla, yönetim anlayışıyla, Asya'ya göre dünkü çocuktur. Ama bugün, (galiba ekonomi nedeniyle) Avrupa önde görünüyorsa, yani boynuz kulağı geçmişse ve o nedenle kulağı küçüklük kompleksine kaptırmışsa, oturup düşünmek gerekir. Bayram etmek değil!....

Tanzimat bu küçüklük kompleksinin farkedilip, bilinç ve eylem düzeyine çıkarıldığı dönemdir. O nedenle sevgiye, saygıya ve üzerinde konuşulmaya hak kazanır. Ama "Tanzimatla başlattığımız Avrupalı olma çabalarımız gümrük birliğine girişimizle sonuçlandı" derseniz Tanzimata da, Avrupalılığa da, Asyalılığa da, fakat en önemlisi kendinize de saygısızlık edersiniz.

Dünkü çocuk "insan" diyor, "insan hakları" diyor, sizse yaşınıza başınıza bakmadan hâlâ "devlet" diyorsunuz. Bir kısmınız devleti Allah yapıyor, bir kısmınızsa Allah'ı devlet. Dünkü çocuğun karşısındaki çıkmazınız bu!... Sağın da solun da, müslümanın da laiğin de göremediği bu!...

Olay salt ekonomik de değil. Avrupa ileride biz gerideyiz meselesi de değil. Mesele insan ileride mi geride mi meselesi. Bu yüzden ben gümrük birliğine girişimize seviniyorum. Ama, bayram yapmama gerek yok. Bayram yapmam için biraz daha beklemeliyim. Bunu biliyorum. Bu birlik beni Avrupalı yapmaz, yapmasına da gerek yok, benim böyle bir talebim de yok Sadece bir ümidim var: Belki bu yolla dünkü çocuktan, aslında bana çok da yabancı olmayan bir kavramı, "insanı" öğrenirim. Bana, benim mensubu olduğum topluma hiç de yabancı olmayan bir kavramı...

18 Aralık 1995

59

Page 68: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Bayramlar Bayramlar

Nevruzu bile devletleştirdik...

Geçen yıla kadar Nevruz bayramı yaklaşınca içlerimizi bir korku, bir endişe sarardı. Kürtler bayram edecek, yollarda araba lastikleri yakacak, Kawa’yı anacak, özgürlük türküleri söyleyecek, pankartlar açacaklardı. Ülkemiz de böylece bölünme tehlikesi atlatacaktı.

1 Mayısları da böyle tedirgin beklerdik. İşçi ve Nevruz bayramları öncesinde kaymakamlıklara, valiliklere, emniyete, jandarmaya şifreli mesajlar akardı Ankara’dan. İzinler kaldırılırdı, diken üstünde oturmaya başlardık

Nasıl olduysa iki yıldır Nevruz’un Türklerin de bayramı olduğunu keşfediverdik. Artık TRT Azeri, Kırgız, Özbek, Kazak soydaşlarımızla kendi yurtlarında özel söyleşiler yapıp yayımlıyor. Başbakanımız Iğdır’a gidip Nevruz törenlerine katılıyor. Düne kadar elde tüfek nevruzcu nöbetine dikilen askerlerimiz bayram kutlamalarında nevruzcularla kolkola girip halay çekiyorlar.

Zavallı Kürtlerin bayramlarını ne de güzel kapıverdik ellerinden. Yalnız onlar mı talana kurban giden? Evet, Türklerin de asırlardır şu ya da bu isim altında kendi hallerinde, ama kendi hallerinde kutlayageldiği bayramı pek güzel devletleştiriverdik. Şimdi yorgan gitti kavga bitti. Bence işin tadı da kaçtı. Bundan böyle nevruzları, hıdrellezleri, bahar bayramlarını devletimiz kutlayacak. Bizlerse, Kürdüyle, Türküyle, resmî törenleri uzaktan uzağa izleyeceğiz.

Yaşasın Nevruz ! Yaşasın devlet !

21 Mart 1996

İşçi Bayramları da "Resmen" kutlanmamalıdır!...

60

Page 69: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Bu yılki 1 Mayıs'ı, biraz gergin ama olaysız atlattık.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Necati Çelik, yayınladıkları "bayram mesajlarında" 1 Mayıs'ın artık sorun olmaktan çıktığını, bu yüzden "resmî" bayram olarak kutlanmasını istemişler. Biri sağdan biri soldan sayılagelen bu iki politikacımızın sağduyu ortak paydasında buluşmuş olmasına sevinmeli miyiz? Ben kendi payıma sevinemiyorum. Çünkü çok geç kaldılar ve bize kaybettirdikleri süre aslında tüm bayramların "resmen" kutlanmasını anlamsız hale getirdi.

Yasağın her türüne karşı çıkmış olan benim gibi insanlar, işçilerin yılda bir gün bayram etmesini engelleyenlere de karşı çıkageldiler. Ama bugün, geçmişlerini inkar bahasına da olsa, "resmî" bayram kutlamalarına da karşı çıkmak ve politikacıların göstermelik bayram mesajlarına kuşkuyla yaklaşmak durumundalar.

Bayramlar laf olsun diye yapılmazlar. Kiminin kaynağında dinsel inançlar yatar, kiminin kaynağında ulus olma bilinci, kiminin kaynağında bir başka güzel ideal. Bu bayram bir ideolojiyi, beriki bayram bir etnik varoluşu, diğeri bir sosyal sınıfı, grubu, okulu, tarihi, coğrafyayı kutlar. Bayram hayatın ritüelidir. Hayat bir bakıma o ritüel varsa vardır. Böylesi bir renklilikten yoksun toplum kupkuru bir toplumdur. Bilinmeli ki Anadolu renkler, ritüeller manzumesinin adıdır.

Günümüz devletinin öncelikli görevi o ritüellere saygı göstermek, o renkleri korumak ve bu amaçla tüm ifade olanaklarını hazır halde tutmaktır. Devlet, bazı bayramlar kendi ideolojisine uymuyor diye, ya da bazı bayramlarda bir takım münasebetsizler kavga gürültü çıkarıyor diye o bayramları tümden yasaklama hakkına sahip değildir. Ama aynı şekilde, "tamam, artık oldu, bundan böyle kutlayabilirsiniz bayramınızı" deme hakkına da sahip olmamalıdır. Bayram, bayramı

61

Page 70: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

kutlayanın doğal hakkıdır; devletçe verilecek bir lütuf değildir.

Devletin küçültülmesi tartışmaları hep devletin ekonomik alanda küçültülmesi çerçevesinde yürütüldü. Oysa devlet, asıl sosyal alanda, psikolojik alanda küçülmelidir. Kendi büyüklüğünü kanıtlamak için yurttaşının kafasıyla, inancıyla, benimsediği değerlerle, kutlamak istediği bayramlarla değil, tüm bunların özgürce yaşama geçirilmesi ile uğraşmalıdır. Büyük olmak istiyorsa yurttaşına tanıdığı alanı mümkün olduğunca geniş tutmak ve o alanda resmileştirme anlamını taşıyacak hiç bir düzenleme yapmamak durumundadır.

Bizim devlet anlayışımızda "resmileştirme" kavramı "kamulaştırma", "devletleştirme", "tekelleştirme", özetle ilgili olayı yurttaşın elinden alma anlamına gelir. Bu ise "Herkes bana uyacak, farklı sese izin yok" demektir. Böyle bir anlayış, yurttaşı, artık kendisinin olmayan, ayrıca hiç bir katkı şansının bulunmadığı bir uygulamaya sorgusuz sualsiz tabi kılar.

Bayram yasalarla kutlanmaz. Bayram insan işidir. Bayram "gayrıresmi" bir iştir. Nevruz Bayramı devlet tekeline girdi gireli rengini, tadını, coşkusunu yitirmedi mi? Kupkuru bir protokol gösterisine dönüşmedi mi? Ben 1960 sonrasında çok sayıda 27 Mayıs Bayramını emrim altındaki üç beş memurla ve halksız kutlamak bahtsızlığını yaşamış bir eski kaymakamım. O bayramlarda benim halk sevgim, o sevgiyle özdeşleştirdiğim devlet sevgim hiç işe yaramadı. Sokaklarda okul çocuklarını gezdirdim sadece. Yani devlet bayram kutlamasını bilmiyor. Çünkü devlet bayramların insanlar için olduğunu bilmiyor.

Bizim, yasası bulunan bir tek "resmî" bayramımız olmalıdır: Cumhuriyet Bayramı! Devlete yaraşan tek bayram odur. Onu, vatandaşlık sıfatımızın bize verdiği coşkuyla ve topyekun kutlarız. Öteki bayramlar ilgili toplum kesimlerinin seçimine bırakılmalıdır. 23 Nisanları

62

Page 71: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

çocuklarımız, 19 Mayısları gençlerimiz, 30 Ağustosları ordumuz, 1 Mayısları işçilerimiz, ramazan ve kurban bayramlarını müslümanlarımız, yılbaşlarını ve Nevruzları inananlarımız -hiç bir resmî işarete ve icazete ihtiyaç duymaksızın- bizzat kendileri kutlamalı, gerekecek düzenlemeleri, törenleri bizzat kendileri planlamalı ve yönetmelidir. Öteki toplum kesimleri onlara nasıl içtenlikle katılacak, bir denensin de görülsün!...

Devletin bayramlarla tek ilgisi, bu olanakları bayram yapmak isteyenlerin emrine hazır bulundurmak olmalıdır. Bayramlar ancak o zaman vali, kaymakam, belediye başkanı ve garnizon komutanı tarafından halksız kutlanan resmî günler olmaktan çıkacaktır. Bayramlar ancak o zaman sadece çocuğun, gencin, ordunun, işçinin bayramı olarak değil, daha geniş toplum kesimlerinin ilgisini, coşkusunu çekmiş olarak kutlanacaktır.

Benim öğrencilik dönemimde Mülkiyenin İnek Bayramını bütün Ankara kutlardı. Nerede kaldı o katılım, o coşku, o tad sonraki yıllarda? 60 ihtilali, kendi ideolojisi ile, o zaman yandaşı olan solcu gençliği "bu iş bir burjuva geleneğidir" diyerekten soğuttu mu yoksa güzelim çocukları bayramlarından? Gençler akıllıdır, yine buldular yollarını elbet, ama arada geçen zamana ve kuşaklara yanmamalı mı?

Yerel bayramlarımız vardır. Bir kısmı belediyelerimiz tarafından düzenleniyor. Yine belediyelerimizin kutladığı kurtuluş bayramlarımız var. Bu tür yerel bayramlarda gördüğüm coşkunun, resmî bayramlarda gördüğüm coşkudan çok üstün olduğuna tanıklık edebilirim. Bu üstünlüğün, onlardaki "gayrıresmilikten" ileri geldiğini düşünüyorum.. Çocuk bayramlarının son onbeş yıldır ulusal düzeyi de aşarak uluslararası bir boyuta erişmiş olmasını da, bu bayramın, -resmî bir kuruluş olsa bile- TRT eliyle devlet tekelinden birazcık kurtarılmış olması ile açıklıyorum.

63

Page 72: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

"Resmî"likten muradın tatil günlerini düzenleyen yasaya yapılacak bir ekleme ile ilgili bulunduğu, dolayısıyla olayı biraz abarttığım düşünülebilir. Öyle ya, bayram varsa tatil de olmalıdır; bu ise yasa konusudur; mantık bu olacak. Buna şöyle bir cevabım var: Bayram kendi tatilini kendisi yaratır. Yasa izin vermese de, örneğin kurban bayramını kutlayan müslüman tatil yapar; işçi bayram yapacaksa o gün fabrikaya gitmez, fabrika da gerekli önlemi önceden alır. Çocuk bayram yapacaksa yapar, yapsın, okul o gün tatildir. Gençlik bayramında banka ya da ihracat şirketi çalışmak zorunda ise bırakın çalışsın. Yani niye herkes ayni gün tatile girip ayni gün tatilden çıkmak zorunda?

Çanakkale Zaferinin "resmî" bir bayramı yoktur, tatili de yoktur. Ama yıldönümlerinde Gelibolu Yarımadasını yalnızca İngiltere’den, Avustralya’dan, Yeni Zelanda’dan gelenler değil, Iğdır’dan, Hatay’dan, Malatya’dan, Muğla’dan gelenler de doldurur. Resmî tatil var imiş ha ki yok imiş, ne umurum... Bayram, "ay ne güzel, üç gün daha tatil" diye kutlanmaz ki.

Kamu kurumları için bir düzen gerekiyorsa, ki gerekebilir, devlet o zaman sadece kendi kurumlarını, -ama koşulların, "halkın" zorladığı ölçüde- düzenlesin. Okulu mu tatil edecek, hastaneyi mi, polisi mi, fırınları mı? Yeter ki kendisini tatile sokmadan yapsın düzenlemesini.

Evet, tüm bayramlar gibi işçi bayramları da elbet kutlanmalıdır. Ama "resmî" sıfatını takınmadan.....

4 Mayıs 1997

64

Page 73: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Bizde bayram nasıl kutlanır? "Türkiyem Türkiyem" Türküsü ile... Çünkü yerel kiraz bayramlarından Nevruz Bayramlarına kadar hepsine de devlet sahip çıkar, hepsini de devlet kutlar.

Cumhuriyet Bayramlarını benim çocukluğumda da devlet kutlardı, ama biz insanlar ona canü gönülden katılırdık. Ayrı gayrı gözetmezdik. Şimdilerde bu mutluluğu da bulamaz olduk. Güzelim bayram, bu yıl başkentte sorun yarattı. Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ile Çankaya Belediye Başkanı Doğan Taşdelen iki ayrı tören düzenlemişler. Birisi Sıhhiye Meydanında, diğeri ondan beşyüz metre ötedeki Kızılay Meydanında. Halk iki öbeğe ayrılmış. Kızılay’da onuncu yıl marşı, Sıhhiye’de mehter marşı okunmuş. Kızılay’ı Kayahan, Sıhhiye’yi Mahsun Kırmızıgül şenlendirmiş. Dikkat edilsin, bu marşlar birer simgedirler.

Ben akşama kadar evden çıkmadım. Dostların ısrarı üzerine, gece AKM ‘de düzenlenen klasik Cumhuriyet Balosuna gittim. Bin kadar eski - yeni bürokrat ve üç beş sanatçı ile bayram kutladık. Epeydir görüşmediğimiz dostlarımızla rakı, viski ve cintonik eşliğinde sohbet ettik. Bangır bangır bağıran hoparlörlerden Müşerref Akay’ın "Türkiyem" adlı şarkısını dinledik.

Cumhuriyetimiz bu maskaralıklara alet edilmemeliydi. 74. yılda "Bu maskaralıkların nedeni ne ola ki" sorusunu sorup cevabını mertçe verecek bilinç ve hoşgörü düzeyine ulaşabilmiş olmalıydık. Bu ülkede Cumhuriyetten hoşnut olmayan insan ararsanız çok zor bulursunuz. Ne saltanatın geri geleceği vardır, ne de birkaç yüz yıllık bir geleneğin ve bunun uygulamasının üzerine oturmuş olan Cumhuriyet ilkelerinin geri gideceği. Ama görülüyor işte, bir şeyler ters gidiyor.

30 Ekim 1997

65

Page 74: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Devletin Asıl Sahibi Kim?

Posta Gazetesinde sekiz sütuna ana başlık: "Ordu Hoca’yı Korkuttu!". Alt başlık dört sütun: "İran’a mevcutlu gidiyor!" Bir alt başlık daha: "Başbakanların yurtdışı gezilerine hep bir paşayla eşlik eden Genelkurmay, Hoca’nın İran gezisine tam üç paşa göndererek işi sıkı tuttu." Haber: "Genelkurmay bugüne kadar başbakanların yurtdışı gezilerine bir generali ‘askeri gözlemci’ olarak gönderiyordu. Ancak, Milliyet Gazetesi yazarı Yavuz Donat’a bilgi veren üst düzey bir komutan ‘Erbakan’ın İran gezisinde üç general bulunacağını bildirdi. Bu karar, ordu Erbakan’ı yakın takibe aldı şeklinde yorumlanıyor."

Bu üç paşadan birincisi olan paşa ben olsaydım bu yeni uygulamaya gücenirdim doğrusu. "Ne yani, şimdiye kadar hep tek paşa giderdi başbakanların yurtdışı gezilerine, şimdi bana güvenmiyor musunuz da yanıma ikinci ve üçüncü paşaları kattınız" derdim. Böyle bir uygulamaya Erbakan’ın gücenmesine mahal yoktur. Çünkü bir paşalık değil, üç paşalık bir değer olduğunun en güzel kanıtıdır bu.

Ama ben başbakan olsaydım, asıl şuna takardım aklımı: "Genelkurmay, ancak ben istersem yanıma paşa katabilir. Yurtdışına ne amaçla gittiğimi ben biliyorum. Paşa istersem isterim, hem de duruma göre bir değil belki on paşa isterim. Hatta, yine durum gerektiriyorsa, örneğin istihbarat konusunda uzmanlaşmış bir albay, hukukçu bir binbaşı, terör uzmanı bir yüzbaşı, doktor bir üsteğmen, bilgisayarcı bir astsubay isterim" derdim.

Ben hamamda türkü çağırıyorum tabii. Bunu adama dedirtirler mi? Devletin iskeletinde milletvekili, bakan, başbakan yok ki. Seçilmiş adam yok ki. Devletin asli unsurları asker olsun sivil olsun bürokratlar. Geriye kalanlar, iskeleti sarıp sarmalayan, iskelete yumuşak bir görünüm veren kaslar, damarlar, sinirler, etler... Ama

66

Page 75: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

bizim devletimiz yalnızca iskeleti ciddiye alıyor, ne yapalım, ötesi garnitür.

Ben gazetelere de inanmıyorum. Böyle bir haberi muhakkak beni sinirlendirmek için yaratmışlardır. Bir de Erbakan’ı yere batırmak için. Ben sinirlendim ama, içimde Erbakan’dan yana olmam gerektiği yönünde gelişmekte olan duygu biraz daha güç kazandı. Buna ne demeli?

8 Ağustos 1996

Ulusal Bir Günde Kılık Kıyafetten Ötelere

30 Ağustos törenleri... Medya günlerdir işliyor. Refahlı Başbakan ve bakanları Genel Kurmaya, ordu evine başı örtülü hanımlarını alıp gidebilecekler mi, gidemeyecekler mi? Giderlerse kapıdan çevrilecekler mi? Oracıkta bir ihtilal kopacak mı?

Erbakan kutlamalara, kabullere tek başına gitti; eşini Altınoluk’a göndermiş zavallı. Bir tek bakan katılabildi kutlamalara. O da tek başına tabii. Ne yazık ki (!) kutlamalarımıza İslâm ülkelerinin büyükelçiliklerinden katılanlar oldu ve onlardan birisinin hanımı, tesadüfe bakın, başörtülü idi.

Söyledim, inancım zayıftır, ama bu toplumun içine doğup bu toplum içinde yetiştim. Bu toplumda birtakım insanlar başlarını örterler. Bu birtakım insanların kaymakamın, valinin, bakanın, başbakanın, cumhurbaşkanının annesi, karısı, kızı, teyzesi, halası olması kadar doğal bir şey yoktur. Başı örtme ve örtmeme tercihinin (isterseniz, inancının) "devletin bekası" sorunu haline getirilmesini anlamakta zorlanırım.

Refaha oy vermedim. Onlar gibi düşünmüyorum. Ülkemin sorunlarına yanlış teşhisler koyduklarına

67

Page 76: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

inanıyorum. (Kim doğru teşhis koydu da önerdiği tedavi olumlu sonuç verdi gerçi?) Ama benim karşı oyuma rağmen, yarım yamalak da olsa iktidara gelmiş bir başbakanın benim ulusal günümde beni karısıyla, çocuklarıyla, hala ve teyzesiyle temsil etmesini isterim. Yoksa, kutlanan günün "ulusal" olup olmadığını tartışmaya açar ve günübirlik mutsuzluklarıma bir de "ulusal" boyut eklerim. Devlet bana bu cezayı layık görmemelidir.

Haa, medya... Kavgayı körükleyen elebaşılardan birisi de o. Promosyon yanında sansasyon da para getiriyor, anlarım. Ama birader her şeyin bir ölçüsü var. Biz basit vatandaşlar sizi denetleyemiyoruz, n'olur kendi aranızda bir denetleme mekanizması oluşturun. Yoksa, iyice çoğaldığınız halde, sizleri yöneten de sizin dışınızdaki bir-iki siyasal (ve parasal) kampta öbeklenmiş birkaç başka odak mı? Ben ne bileyim?

Evet, özlediğim, bir tek ulusal bayramımızın olmasıdır. O da elbet Cumhuriyet Bayramımızdır. İkinci cumhuriyeti savunanlara hak veriyor olsam da, -hiç de çelişki değildir- bu toplumun 29 Ekimleri içten kutlamaya susamış bir üyesiyim.

Öteki ulusal günlerimizi çöpe mi atalım? Bunu söyleyenle, gücüm varsa cebelleşirim. 19 Mayısları, 23 Nisanları, 30 Ağustosları, hatta daha geriye giderek Çanakkale’leri, Prut’ları, 1453’leri, Kosova’ları, Malazgirtleri, evet İnebahtı'ları da anmak durumundayız. Tarihi bilmek durumundayız. Kıbrıs’ı, Girit’i, Mora’yı, İskeçe’yi, Gümülcine’yi, Plevne’yi, Musul ve Kerkük’ü anımsamadan edemeyiz biz.. Benim üyesi bulunduğum bu toplum açısından bir kısmı mutluluk, bir kısmı hüzün kaynağı olan o günleri anmalı ve kutlanacaksa kutlamalı, ağıt yakılacaksa ağıt yakmalıyız. (Ağıt deyince aklıma Yemen Türküleri gelmesin mi? Üstüme varılmasın, ağlayıveririm...)

68

Page 77: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Bu laflarım, benim şovence düşündüğüm biçiminde yorumlanacaktır, biliyorum. Bakın, insanların, tesadüfen bile olsa (yani kimsenin şu ya da bu ana-babayı, dolayısıyla şu ya bu ırkı seçme olanaklarının bulunmadığı anlamında) içine doğdukları toplumun diline, dinine, coğrafyasına, tarihine yabancı kalmaları beklenemez. Örneğin, şimdilerde arabesk denilen müzik türünden hiç de hoşlanmam ama yeryüzünde bu müzik türünün sadece benim toplumumda yaratıldığını ve sevildiğini bilir ve bundan -garip ama gerçek- bir mutluluk duyarım. Bilirim ki, Sri Lankalı, Nijeryalı, Fransız, Guatemalalı, İspanyol bu tür müzikten, benim o tür müzikten hoşlanmadığım kadar bile hoşlanmama -evet hoşlanmama ve ama hoşlanma da- şansına sahip değildir.

Benzetme tam yerine oturmamış olabilir ama, bir anlamda tarih de böyledir. Ben Girit’ten, Yemen’den söz ederken Girit’i yeniden fethetmeyi düşünmem. Orada bir zamanlar, üstelik benim bile anımsadığım zamanlara kadar yaşamış ve oralardan bana bir dünya görüşü getirmiş olan atalarımı düşünürüm. Türküleri, yemekleri, tavırları düşünürüm.

Adına dünya görüşü denilen şeyin içinde belli yaşam biçimleri de vardır. Anılar, öyküler, gelenekler, masallar, hayaller, sevgiler... Bu güzellikleri bir türban biçimciliğine kurban edemem!...

1 Eylül 1996

İdeoloji İçi Bir Savaşım

Ataerkil, otoriter, totaliter bir ideolojiyi benimsemiş bir devlet, hem siyasete soyunmak isteyenlerin, hem de bürokratların iştah ve iştiyakını ağır biçimde tahrik eder. Çünkü "nimetler" oradadır. Yalnız maddi değil, manevi olanaklar da oradadır. Kendilerini namuslu sayan bazı insanlar için para, pul, mal, mülk önemli sayılmasa da

69

Page 78: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

şan, şeref, onur, saygınlık önemlidir. Otoriter, totaliter bir devlet adına karar verebilen, emir verebilen, yetki kullanabilen kişi, yönetilenlere oranla daha üstün bir makama oturmuş demektir. Böyle bir anlayış, devlet mekanizmasını bir "hizmet aracı" olarak değil, sadece "ele geçirilmesi gerekli ve yeterli bir amaç" olarak değerlendirir. Devleti ele geçirme mücadelesi bu yüzden rasyoneli olan bir mücadeledir ve bizde bu yüzden kıran kırana cereyan etmektedir.

İslâmcı ve laikçi (burada kemalist de denebilir; ileride anlatmaya çalışacağım) ideolojiler, aslında bu "total" devlet ideolojisinin alt başlıkları olarak, aynı zeminde ve o zeminin mutlak hakimi olmak için çatışıyorlar. Her iki ideoloji de aynı mutlakçı anlayışı dayatıyor. Bir diyalog arayışı içinde değiller. Amaçları, söylemleri, yöntemleri aynıdır, sadece savaş araçları biraz farklıdır. Mücadele ayrı ideolojiler arasında değil, aynı ideoloji içindedir.

Devlet ideolojisinin değişmesi, devletin -ve bürokrasisinin- ehlileştirilmesi, insanın öne çıkarılması gerektiğini söyleyenler de yok değil elbet. Ama onlar genellikle devletin dışında kalmış olanlar ve bu nedenle söylediklerinin fazla bir değeri yok. Devlete el atan, devlet nimetlerinden şöyle böyle de olsa yararlanmaya başlayan herkes "devlet yanlısı" olmaya mahkum!.

Devlet ideolojisini yumuşatıp "insancıl" kılma yönündeki çabaların değeri yok dedim, ama o kadar da değil. İktidarın uzağında bulundukları için insancıl söylemleri hamamda türkü çağırmanın rahatlığıyla dile getirenler, türkülerinin bir süre sonra oya dönüştüğünü ve devlete bir ucundan yapışıverdiklerini biraz da hayretle görüyorlar. Oysa hayrete gerek yoktur. Türküleri, yüzlerce yıllık bir toplumsal özlemin türküsüdür. Ne yazık ki, asıl işin henüz başladığını anlayıncaya kadar, devletin esiri oluveriyorlar.

70

Page 79: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Yine de türküler üstüste binip giderek ete kemiğe bürünüyor, bürünecek. Bu birikim, bir gün devleti dönüştürecektir. Hemen değil, bir gün...

Refah Partisi bu tür türkülerle devlete el attı. Doğal bir gelişmeydi bu. Şimdi, devlet arenasında kısa bir elenseleşmeden sonra "devlet benim inandığımdır" demeyi düşleyecek, kendisinden öncekiler gibi devletin "öz sahipliğine" soyunacak ve o noktadan itibaren insanlardan uzaklaşmaya başlayacaktır. Bu, biz vatandaşların yaşadığı ilk deneyim değildir. Erbakan’dan önce Menderes, Demirel, Ecevit, Özal gelip geçmiştir bizim hamamdan. Arada bir özel giysileriyle gelip "bu hamamın namusu asıl bizden sorulur" diyenler de vardır tabii ki.

Mücadele devletin elde tutulması, başkalarına kaptırılmaması mücadelesidir...

18 Kasım 1996

İdeolojimizin Omurgası... Yoksa Ruhu mu?

Murat Belge, Radikal Gazetesindeki köşesinde "Tarihin Omurgası" başlıklı bir yazı yazdı. Tarihi olgulara kapsamlı bir açıklama getirmeye çalışan kişinin "tarihte bir yapı, uzun vadeli bir ya da birkaç eğilim, yani ampirik olgulardan oluşan, tarihin ‘eti’ diyebileceğimiz yığını bir arada tutan bir ‘omurga’, bir ‘iskelet’..." arayışı içine girdiğini söyledikten sonra şu yorumu yapıyor:

Tema millî devlete geçişse, bizim tarihte bunun ilk ve belirleyici öznesi Türk milliyetçiliğinin siyasî örgütü olan İttihat ve Terakki. Ama bilindiği gibi bu parti, içinde birçok farklı kanat, eğilim, fraksiyon vb. barındırdı.

Barındırdı, ama görünür yüzeydeki bu görünür dağınıklığa rağmen, parti içinde bir ‘iç parti’ olduğu, konuyu incelemiş herkesin aşağı yukarı üzerinde

71

Page 80: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

anlaştığı bir saptamadır. Bu ‘iç parti’nin somut eyleme yönelik kolu, bir zaman sonra, kuruluşunun sorumluluğu herkesten çok Enver’de olan ‘Teşkilat-ı Mahsusa’ adını almıştı. Ama Cemiyet’in etkili olmaya başladığı andan itibaren, bu çekirdek hep vardı.

Şimdi, Susurluk sonrasında, ‘Devlet içi devlet’, ‘Gladio’ vb. adlar taktığımız esrarengiz varlığın hangi dönemde ortaya çıktığı sorusu soruluyor. Evren zamanında mı, Özal zamanında mı, falan filan. Hayır Enver Paşa zamanından beri vardı bu. Evren, Özal vb. zamanlarında olanlar, bu ‘omurga’nın, tarihin somut konjonktürlerinde, somut koşullarla eklemlenerek yeni biçimler almasından ibarettir. Yoksa işin özü aynıdır ve Türkiye tarihinin bir ‘tekerrür’ hikayesi olmasının nedeni de budur.

İttihat Terakkinin, içinde değişik eğilimler, fraksiyonlar barındırdığı, fakat bu dağınıklığa rağmen parti içinde somut eyleme yönelik bir iç parti, bir çekirdek bulundurduğu herhalde doğrudur. Ama bu, bence tarihsel bir olgu olmaktan ziyade "örgütsel" bir olgudur. Bütün örgütler, içlerinde dağınık görünen eğilimler ve eyleme yönelik böylesi çekirdekler barındırırlar. Okul aile birliğinde de böyledir bu, sendikalarda da böyledir, siyasî partilerde de. Bu durumu tarih bilimi çerçevesinde açıklamaya çalışmak saygıdeğer bir çabadır, üstelik belli ipuçları da sağlayabilir. Fakat konunun bu örgütsel yanına, bence yönetim bilimcinin gözlükleriyle bakmak daha sağlıklı bir seçim olur.

Yönetim bilimi, örgütsel mekanizmaların oluşum ve işleyiş biçimlerini, örneğin Teşkilat-ı Mahsusayı da kapsayacak daha geniş bir açıklama içine oturtabilir. Aksi halde, Enver Paşayı, kesintisiz algılanması gereken bir tarihsel sürecin belli bir noktadaki başlatıcısı, yaratıcısı konumuna oturtmuş oluruz ki bence doğru bir değerlendirme değildir. Böyle bir yaklaşımla kişileri

72

Page 81: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

yüceleştirmiş ya da cüceleştirmiş oluruz. Çünkü tarihin kopuk kopuk yürüdüğüne inanamıyorum. Kişiler tarihi etkilerler, ama son tahlilde belirleyici olan tarihsel sürecin kendisidir. "Tarihsel olma" nitelemesine hak kazanan kişi, o sürecin neresine, nasıl oturduğu ile belirlenir.

Temcit pilavına döndü, ama yine de söyleyeceğim: Bizim tarihimizin omurgasını "devlet ideolojimiz" oluşturur. Enver Paşayı da, ondan öncekileri de, ondan sonrakileri de yaratan o ideolojidir. Ülkeyi sevme ve onu kurtarma imtiyazını sadece merkezde oturmayı bir biçimde hak etmiş olan kişilere tanıyan bir anlayış söz konusudur. Yönetim adına, devlet adına, ahlâk adına tanımlanmış olan tüm "meşruluk" kavramları bu ideoloji çerçevesinde oluşmuştur. Böyle olduğu içindir ki, Enver Paşa, bir isim olarak sadece bir rastlantıdır. İdeoloji, onu bir başka isimle ikame edebilirdi. Bizim devlet ideolojimiz Teşkilat-ı Mahsusa'ları kişilerden bağımsız olarak yaratabilecek kutsallıktadır. Kişileri de o yaratır.

Türk tarihinin tekerrür etmekte oluşunu böyle açıklıyorum.

25 Kasım 1996

Devlet Zenginliği Parayla mı Ölçülür?

Behiç Kılıç adında bir kişi bu akşam iki televizyon kanalında birden konuştu. STV’de Tansu Çiller’i methetti. Çiller de zenginmiş ama, beklenmedik biçimde sermaye ağaları ile mücadele ediyormuş. Hiçbir kötü hali yokmuş. Ama örneğin Yaşar Kemal’le sarmaş dolaş olur, oturup yemek yerse, Çiller de gözünden düşermiş Kılıç’ın. HBB’de de şu öldürme, kaçakçılık işlerine karıştığı ileri sürülen devlet polislerinden söz etti. "Bu polisler devletin gölgesine sığınarak cinayete, kaçakçılığa soyunmuş olsalardı, zenginleşmiş de olmaları gerekirdi, oysa böyle bir durum yok" demeye

73

Page 82: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

getiriyor. Behiç Kılıç’ın siyasî, ahlâki tercihlerine ben karışmam. Benim konum devlet.

Devletle hemhal olanların zenginleşmeleri gerektiği düşüncesi bize yabancı değildir. Devletin malı deniz, yemeyen domuz denmiştir. Bal tutan parmağını yalar denmiştir. Devleti biraz da bunun için sever, bunun için çevresinden kolayca kopamayız. Behiç Kılıç bu anlayışla konuşuyor ve ülkemizin sayılı zenginleri arasına girememiş olanları vatansever sayıyor, zaten zengin olanları ise "öteki zenginlerden" ilginç bir mantıkla ayırıyor. Bu ikinciler için mihenk taşı Yaşar Kemal’i savunup savunmadıkları...

Oysa burada ince bir nokta var. Zenginlik güçlü olmanın göstergelerinden sadece birisidir. Devlet kendi adamlarına para dışında başka olanaklar da verir. Bu başka olanaklar her ay başı "mukannen" (kanun konusu yapılmış) bir ücret almaktan yurt dışında çocuk okutmaya ya da tedavi olmaya, en ehven koşullarla tatil yapmaktan suç isnadı karşısında özel yasaların güvencesi altında yaşamaya, imtiyazlı kimlik kartları taşımaktan afra tafra ve asıp kesme özgürlüğünü kullanmaya kadar uzanan geniş bir alanı kapsayabilir. İnsan bir deryadır ve her insan o derya içinde bir katre (damla) için yaşar. O katrenin kim -ve toplum- için ne ifade ettiği ayrıca tartışılmalıdır. Yani, her zengin kişiyi namussuz sayamayacağımız gibi, devlete çalışıp zengin olamamış her kişiyi de namuslu saymamız gerekli olmayabilir.

Maddi olanaklardan da önemlisi, devletin "kendi adamlarına" sağladığı manevi, psikolojik güçtür. Devlet adına hareket etme imtiyazını kazanmış olan kişi giderek devletle özdeşleşir. Kendisine güveni artar, tek yanlı bir tatmine ulaşır, tek yanlı bir devlet sahipliğine soyunur. O kişi için artık ülke, vatan, millet, hak, hukuk, adalet, ahlâk kavramları sadece "devlet parantezi" içinde bir anlam taşır olurlar. Kafası, "ben olmasaydım

74

Page 83: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

devlet olmazdı, ülkeyi uçurumun kıyısından ben döndürdüm" diye çalışmaya başlar. Artık zenginlik fakirlik değildir durumu açıklayan unsur. Ya da asıl zenginlik budur!... Bugün bizde olan budur ve asıl tehlike de budur...

Konumuz şuydu: Birtakım insanların ‘devlet için’ kaçakçılık yaptığı, adam öldürdüğü, kaçakçılık yapanları, adam öldürenleri koruyup gözettiği iddia ediliyor. İnşallah beraat ederler. Ama şimdiden ortaya çıkıp da "yok canım, öyle olsaydı bu insanlar zenginleşmiş olurlardı" demek ancak bizim devlet anlayışımızla açıklanabilecek bir korkunçluktur...

6 Aralık 1996

Cirit Oyunundan Solculuk Tartışmasına

Bir grup arkadaş sohbet ediyorduk. Konu, Kağıthane Belediyesinin pazar günü düzenlediği cirit oyunlarına geldi. Bir arkadaşım, "Kağıthane Belediyesi hangi partinin?" diye sordu. "Bilmiyorum" dedim. Kendi sorusunu yanıtladı, sesine alaycı bir ton vererek "Ya RP’dir ya MHP... Bu gibi işlere onlar sahip çıkarlar" dedi. Ben de "Sol sahip çıkmazsa böyle olur, ne var bunda, cirit bizim sporumuzdur, üstelik güzel bir spordur; sumodan, pankreastan daha da insani bir spordur" dedim. Benim biraz "sağımsı solcu" olduğumu bildikleri için sustular.

Benim solcu arkadaşlarım, -kendilerini ister demokratik solcu, ister sosyal demokrat, ister sosyalist, ister komünist olarak nitelesinler- millî olan değerlerden hep uzak durdular. Böyle yapmazlarsa "enternasyonalizmlerinin", "hümanizmlerinin", dolayısıyla solculuklarının gümbürtüye gideceğini sandılar. Sahipsiz bıraktıkları millî değerler yanlış ellerde şovenizmin, faşizmin, gericiliğin aletleri haline

75

Page 84: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

getirilince de şaşırdılar. Ama hatalarını anlayıp silkinecekleri yerde, bir dudak büküşüyle işin dışında kalmayı sürdürdüler.

İdris Küçükömer, 1969 yılında yayımlanan Düzenin Yabancılaşması adlı kitabında Jön Türklerin Prens Sabahattin kanadını, Hürriyet ve İtilaf’ı, Birinci Büyük Millet Meclisindeki İkinci Grubu, Terakkiperver Fırkayı, Serbest Fırkayı, Demokrat Partisini ve Adalet Partisini "Sol Yan"da; Jön Türklerin Terakki ve İttihat Kanadını, İttihat ve Terakki Cemiyet ve Fırkasını, Birinci Büyük Millet Meclisindeki Birinci Grubu, Cumhuriyet Halk Fırkasını, CHP’ni, Millî Birlik Komitesini ve ortanın solundaki CHP’ni ise "Sağ Yan"da gösteren bir şemayı savunur. Bundan dolayı mıdır bilemiyorum, Küçükömer’in adı bizim solcuların bildiği bir ad değildir. Ben, sonraki gelişmeleri de o şemaya ekleyebileceğimizi düşünüyorum. Sodep, Halkçı Parti, İkinci CHP, DSP, İşçi Partisi, Özgürlükçü Dayanışma Partisi sağ yanda; Millî Nizam, Selamet, Doğru Yol, ANAP, RP sol yanda...(İhtilalci solu "sol", vurucu kırıcı sağı "sağ" saymıyorum. Kürt partilerini de sola koymaktan yanayım ama bunu henüz hakettikleri kanısına bir türlü varamıyorum.)

Ancak bu değerlendirmeyi yaparken çok dikkatli olmalı: Doğan Avcıoğlu, "31 Martta Yabancı Parmağı" adlı kitabında İttihatçıların hemen hepsi millî kurtuluş hareketi saflarında toplandığı halde, İtilafçıların hemen hepsi millî harekete karşı çıkacaktır. Bu da göstermektedir ki, bazı sosyalist üniversite hocalarının (sanırım Küçükömer’i kastediyor), ...‘islâmcı halk cephesinin temsilcileri’ saydıkları Hürriyet ve İtilaf, aslında emperyalizmin partisidir.." diyor. İttihat ve Terakki çizgisinin Türkçü ve milliyetçi özelliğine çok yerde değinilmiştir. Sina Akşin de "Jön Türkler ve İttihat ve Terakki" adlı kitabında bu özelliği çok güzel vurguluyor. O halde Küçükömer’in şemasını katı çizgileriyle değil, eksiği işaret eden niteliği ile yorumlamalı.

76

Page 85: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Milliyetçiliğin solculukla asla çelişmediğini savunup, bir ara Camus’den, Sartre’dan örnek vermiştim. Asıl tehlike, millî değerlerin insani bir çerçeve içinde geliştirilip yeniden yeniden yaratılamıyor oluşundan kaynaklanıyor. Bizim sol böyle bir yeniden yaratma misyonunu üstlenemiyor ve asıl bu nedenle halka -solculuğa- ihanet ettiğini, dolayısıyla sağa kaydığını göremiyor; elbet niye bir türlü iktidara gelemediğini de... Yanlış ellere bizzat sunduğu değerlerin yozlaşmasındaki, çağdışılaşmasındaki sorumluluğunun farkında değil.

9 Haziran 1997

Ordumuzun Tarihi

Dün Kara Kuvvetlerimizin 2206. kuruluş yıldönümü imiş, törenler yapılmış. Yanlış mı duyuyorum diye bütün kanalları izledim. Doğru… 1997'den 2206’yı çıkardım, geriye eksi 209 kaldı. Allah Allah, lise düzeyindeki tarih bilgim yetmez elbet ama, ben milattan önce ordu kurduğumuzu bilmiyordum doğrusu. Yani, kurmuşuzdur da, bugünkü ordumuzun nüvesi niye o benim bilmediğim ordu oluyor? Ola ki 1206 denmek isteniyordur. O zaman da tarih 791 oluyor. Göktürklerden biraz sonra, o da olmadı. Karahanlılar olabilir. İlk Türk İslâm Devleti ya!...

Benim bildiğim, ilk ordumuz Çandarlı Kara Halil’in kurduğu "yaya ve müsellem" ordusudur. Hemen arkasından, I. Murat döneminde, Edirne’nin fethini izleyen yıllarda -bazılarına göre daha önce, Orhan zamanında- yeniçeri ocağı kurulmuştur. Bu, günümüzden 630 küsur yıl öncesine rastlar. Ha, bu ordu kurmalar Selçuk örneklerini izler. Ama o örnekler de milattan önce yaşanmış örnekler değildir. Diyelim ki Selçukluların örnek aldığı orduların tarihi daha da eskilere gider de onun için böyle denmiştir, ama nereye

77

Page 86: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

kadar gideceksiniz? Bir zamanlar Nizam-ı Cedid, Sekban-ı Cedid, Asakir-i Mansure-i Muhammediye oluşumlarını ciddiye alıyorduk -ki bence doğruydu-, onlara ne oldu?

Askerliğimi Erzurum’ da Honest John Roket Taburunda yaptım. Tabura ve taburun bünyesindeki Amerikan müfrezesine tercümanlık ediyordum. O dönemde de (1968) bir ordu kuruluş günü kutladığımızı, Amerikalı subaylara Orhan zamanındaki bir tarihi verdiğimi, onların da "Vay anasını, Amerika’nın keşfine daha bir asırdan fazla zaman var" dediğini, bu cevap üzerine içten içe "Ne sandıydınız ya" diyerek gururlandığımı anımsıyorum. Şimdi ben, üç kuruşluk kitap okumuş ve beş kuruşluk yaşamış bir adam olarak, milattan önce hangi orduya atıfta bulunduğumu bilmiyorsam eğer, ne tadı kaldı bu kutlamanın?

29 Haziran 1997

Verilen tarih doğru, çünkü 2003 yılında da 2212. Yıldönümü kutlandı. İnadı sürdürdüm ve işin doğrusunu en sonunda öğrendim. Meğer, M.Ö 209 yılında kurulan Hun Devletine atıfta bulunuluyormuş. Demek ki, bir ara, Osmanlılıkla yetinmememiz gerektiğine karar verilmiş; ben izleyememişim. Böylece, ordumuza biraz daha değer kazandırmış olduk…

29 Haziran 2003

Güzel Bir "Kafa Eleştirisi"

İşte bu kafa, insanı devlete kurban olmaya aday bir koyun gibi gören ‘kutsal devlet’ kafasıdır. İşte bu kafadır ki, devleti bir avuç azınlığın çıkarlarına göre kurar ve yönetir. İşte bu kafadır ki, halkı koyun sürüsü gibi görür ve ateşin içine sürekli halkın çocuklarını yollar.

78

Page 87: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Halkın alın terini bu kafa emer. Halkın hak ve özgürlüklerini bu kafa ezer. Halkın umutlarını bu kafa yok eder.

Bu kafa, devleti halkın tepesine kasap satırı gibi asar.

Bu kafaya göre ‘insan’ diye bir kavram yoktur. Bu kafaya göre tek kavram ‘devlet’tir ve devlet, halkı ezmekle görevli bir azınlıklar koalisyonudur. Bu koalisyon asla tartışılamaz ve eleştirilemez.

Bu koalisyon sürekli yüceltilir. Bu koalisyonun egemenliği uğruna nutuklar, sloganlar atılır. Bu koalisyonun kurallarına karşı çıkmak ve yerlerine halk yararına yenilerini önermek suçtur.

Aksini yapmaya kalkışanlar görüldükleri yerde ezilirler. Sonra halka kurt masalları anlatılır ve devletin haklılığının onanması istenir.

Ne var ki haksızlık zulme dönüştüğünde halk da bunu kabul edemez olur.

Acı bir suskunluğa girer ve bekler…

Yazı devam ediyor. Tam benden beklenen türde bir yazı değil mi? "Tamam işte, Doğancığım aldı başını gidiyor, yine devlete saldırıyor" denilebilir. Ama yazı benim değil. Benim olmadığı, dilindeki rahatlıktan, cesaretten ve güzellikten belli. Yazı Yavuz Gökmen’in bugünkü Hürriyet’te yayımlanan yazısı. Konu, bir daha konuşmaması kaydıyla hapisten çıkarılan yazar Eşber Yağmurdereli’nin, bu yasağı delerek televizyonda konuştuğu için programdan sonra apar topar gözaltına, oradan da cezaevine alınması ile ilgili. Cumhurbaşkanımız Yağmurdereli’liyi affedeceğini, Yağmurdereli de affı kabul etmeyeceğini söylemişti. Cumhurbaşkanımız mukabil cevabında "affın kabule bağlı bulunmadığını" açıkladı. Ne güzel bir mantık, ne insani bir açıklama!

79

Page 88: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Gökmen ayrıntıya girmiyor. Onun genel ifadesini özelleştirmek mümkün. Sözünü ettiği koalisyon, düşünce ve ifade özgürlüğünü, mangalda kül bırakmamacasına, yıllardır savunagelmiş bir koalisyondur. Ama yine de, yasaları, "ne olur ne olmaz, günün birinde işimize yararlar" düşüncesiyle (hani sopa aba altında duradursun anlayışıyla) değiştirmemekte direnen onlardır. Çağdaşlıklarını, insaniliklerini, gözleri görmeyen bir yazarı affetme tekelini elde tutarak göstermeyi yeğlerler. Klasik örnektir, mebus maaşlarının artırılması konusunda yasa çıkarmada hiç zorlanmazlar. Söylemlerine bakılırsa, düşünce ve ifade özgürlüğünü sınırlayan yasalara karşı da aynı birlikteliği göstermeleri beklenir. Ama bunu yapmazlar, "ceza verme tekeli yasada, affetme tekeli bizde kalsın" isterler. Gökmen’in sözünü ettiği koalisyon, herhalde bugünkü hükümet koalisyonu değil, iktidarı ellerinde bulunduranların koalisyonu, tarihi epey eski...

Yağmurdereli tek örnek değil. İslâmcı yazar Nurettin Şirin de içeride. Işık Yurtçu yeni çıktı. Yaşar Kemal, konuşma yasağını delerse bugün yarın içeri girecektir. Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi, iki gündür, hapishanelerdeki gazeteci sayısının 45 olduğu yönündeki görüşün abartmalı olduğunu anlatmak için çabalayıp duruyor. Umarım öyledir. Ama sayı beş olsaydı ne değişirdi? Basın Konseyi Başkanına düşen görev, kişiler yerine sistemi sorgulamak olmalı değil miydi?

Erbakan da, isim vermeden, düşünce özgürlüğünden söz ediyor. Bu aşamada en güvenilir politikacı o. Çünkü kendisi ve ekibi "düşünce mağduru." Bugün hükümet olsun, özgürlük düşüncesinden bugün vazgeçer. Ama bu lafları daha güvenilir sandığımız politikacılardan da işitmedik mi? Demirel, Çiller şöyle dursun; Ecevit, Baykal, Çetin, Cindoruk, Yılmaz nerdeler? Nerde olacaklar, şu anda iktidardalar. "Vah vah, yazık oldu, ama üzülmeyin, babamız affedecek

80

Page 89: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

onları" demekten ötede ne söyleyip ne yapıyorlar? İktidarda oldukları için de yine ağız birliği ile devleti savunmayı ihmal etmiyorlar. Demirel "Af özür dilemek değil, bir atıfettir, gereksiz heyecanlara kapılarak devleti küçük düşürmeyin" uyarısında bulunmuş. Yılmaz ve Ecevit, Yağmurdereli’nin "siyasal amaçlı terör suçundan" mahkum olduğuna özellikle dikkat çekmişler. Ecevit, daha ileri giderek "Kendisi için bir af yasası çıkarılması Anayasaya göre olanaksızdır" buyurmuş.

Onlar tartışadursun, Yağmurdereli "Ben af maf istemem, senin olsun" deyiveriyor.

Beni birkaç gündür ciddi surette rahatsız eden asıl nokta bu: Af tekelcisi öylesine tekelci ki "Senin benim affımı kabul etmeme yetkin bile yok" deme cesaretini kendisinde bulabiliyor. Bunu hazmedemiyorum. Gökmen’in yazısı, bu yüzden cuk oturdu. Yazının başlığı Kim kimi affediyor ya? idi.

Devletin kutsallıktan kurtarılması gerektiğini belki yirmi yıldır savunurum. Yazar olmadığım için, devlete yüklediğim "kutsallık" sıfatı kamuoyunda elbet yankı yaratamazdı. Bir süredir bazı köşe yazarlarının bu kavramı kullandığını görüyor ve seviniyorum. Çetin Altan’ı, Mehmet Altan’ı, Cengiz Çandar’ı, Yavuz Gökmen’i, Taha Akyol’u, Mehmet Barlas'ı, İsmet Berkan'ı, Fehmi Koru'yu bunun için seviyorum. İçinde yaşamak zorunda bulunduğum sosyal çevre "doğal devlet savunucularından" oluştuğu için, bu yazarlarda bulduğum sevinci birileriyle paylaşmakta güçlük çekiyorum. Benim çevrem, bu yazarların ya sosyalizmi, ya sosyal demokrasiyi, ya kendilerini, ama en önemlisi devleti sattığı konusunda görüş birliği içinde.

Neyse, konuyu burada kapatalım… Ama, Türkiye bir derya…

Denizli’de Türk Ocaklarının düzenlediği bir toplantıda konuşan DYP Genel Başkan Yardımcısı Köksal

81

Page 90: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Toptan, "Lidere itaat içimize sinmiş" demiş. Peki niye hâlâ o makamdasın? Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, Konya’da üç gün önce meydana gelen tanker-otobüs çarpışmasında ölen 48 kişinin "şehit" olduğunu ilan etmiş. O zaman mesele yok, devletimin dini böyle diyorsa, yarın ben de bir trafik kazasında öleyim, lütfen!...

Şair İsmet Özel, Yeni Şafak Gazetesinde, türban mücadelesi yapan üniversite öğrencilerine "Bu mücadele bir demokrasi mücadelesi değildir, olayı ortaya böyle korsanız, o zaman karşınızdakilerin de hakkını vermek zorunda kalabilirsiniz, mücadeleniz islâmî bir dönüşüme ilişkindir" mealinde fetva vermiş. Gazetelere inanmıyorum.Bu haberleri "yaratmış" olmalılar. Hiç değilse bir şair başka bir şey demek istemiş olmalıdır...

27 Ekim 1997

Devletini Sev! Ötesini Kurcalama

Gazeteci Gülden Aydın, İzmir Belediye Başkanı Burhan Özfatura ile uzun bir söyleşi yapmış; bugünkü Hürriyet’te yayımladı. Özfatura, bir süre önce Yaşar Kemal için "Kıçı kırık iki roman yazmış, kendini ne sanıyor, sen kaç paralık adamsın?" demişti. Yaşar Kemal’in düşünce özgürlüğünü savunmasını, hele görüşlerini yurt dışında da yinelemesini hazmedemiyor. Benim gençliğimin "popüler" yazarını, şimdi "jurnalle popüler olma" yolunu seçtiği için suçluyor. Bana asıl çarpıcı gelen savunması şu: "Devletime laf söyletmem arkadaş!" diyor...

İnsanlar için varolması gereken devlete laf söyletmeyeceksin ama o devlet insanları ezerken susacaksın. Devleti savunduğun teziyle, insanlara hakaret edebileceksin. Devlet kutsaldır, ona laf söyletmeyeceksin, ama devletin kölesi saydığın

82

Page 91: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

insanları, tüm değerleri altüst ederek yerden yere vurabilirsin! Bu mantık çoğu yöneticimizde var. Nitekim, bu sözü üzerine hem sağdan hem soldan olumlu tepkiler aldığını da söylüyor. Doğrudur, inanırım.

Susurluk çetesinin elemanlarını, kutsal devlete çalıştıkları için bir yılı aşkın bir süredir yakalarından tutup konuşturamadık. "Kardeşim, sorun o değil, kutsal devlete hizmet ederken galiba bir iki de insan ölmüş. Kaçakçılık maçakçılık yapmış ya da yapılmasına olanak hazırlamışsın, bunlara ne diyorsun?" diyemedik! Devlet gölgesinde yapılan kişisel hakaretlere bile tıkalı ise kulaklarımız, ötesini niye kurcalayalım ki?!...

8 Kasım 1997

Sağ-Sol mu? İktidar-Muhalefet mi?

Bürokrasinin asker ve sivil kanatları siyasetimizin baş aktörlüğünü iyiden iyiye benimsediler. Bu konuda her iki kesim de gerçekten iyi eğitilmiş olduğu için artık ihtilale filan gerek kalmıyor.

Millî Güvenlik Kurulu, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi işbirliği ile Erbakan-Çiller Hükümeti düşürüldükten sonra sıra Mesut Yılmaz başkanlığındaki koalisyon hükümetinin ehlileştirilmesine gelmişti. Mesut Yılmaz bir ara galiba kendisini Başbakan zannetti. Bu yüzden Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ve dört Kuvvet Komutanı "Mesut Yılmaz’a cevap niteliği taşıyan tarihi bir bildiri" yayımlamışlar. Yine "muhtıra mı değil mi?" tartışmalarını yaşıyoruz. Başbakan ne demiş de bu cevabı haketmiş, doğrusu ben anlayamadım. Sanırım "Türkiye bölünürse bölünsün, bana ne" ya da "İrtica mirtica yok Türkiye’de" demiş. Ordu içi atamalardan da mı söz etmiş ne?

Zavallı Yılmaz bir de koalisyon ortakları (Ecevit ve Cindoruk) ile destekçisinden (Baykal) zılgıt yemesin mi?

83

Page 92: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Aslında orduyu Baykal tahrik etmişti. Erbakan’la Çiller zaten aç kurtlar gibi bekleşiyorlar. İşe bakın ki, pek de takdir etmediğim Yılmaz, şimdi benim savunmama muhtaç görünüyor. Çünkü ortada benim gibi sessizlerden başka kimse yok. Ne basın var, ne sivil toplumcular. Demek ki Yılmaz’ın kendisini Başbakan sayarken düştüğü hataya ben de kendimi vatandaş sayarken düşüyorum. İkimizden de hayır çıkmaz. Ha, bir de Cumhurbaşkanımız var!

Oktay Ekşi dün orduya değil de Mesut Yılmaz’a basiret öneriyor. Askerlerin "Tanksız ince balans ayarı" yaptığını söyleyen Ertuğrul Özkök de aynı minval üzre konuşup ortalığa sükunet öneriyor. Yazısının sonunda ise, hangi kesime atıfta bulunuyor bilinmez, "sistemi baştan sona yeniden dizayn etmek" gerek diyor. Ekşi bugün biraz daha celallenip "Asıl hata Yılmaz’ındır" diyor. Özkök, orduya methüsenalar düzdükten sonra "...bu özelliklere sahip bir orduya özel muamele yapılmasının demokrasiyle ille de ters olması gerekmiyor" diyor.

Gerekiyor Sayın Özkök! Ben vatandaş Doğan, oy vermediğim Erbakan’ı, oy vermediğim Yılmaz’ı "bizzat" iktidardan düşürmek istiyorum. Savunur göründüğünüz demokrasinin kuralı bu. Üstün niteliklere sahip birilerinin benim yerime geçip benim yapmam gerekeni benden önce yapmasından bıktım artık. Beni, sevmediğim Erbakan’ı, beğenmediğim Yılmaz’ı savunur, gerçekten takdir ettiğim ordumu zemmeder duruma sokmayın!

Noldu? Bugün arka sayfalarda, küçücük puntolarla verdiniz: Ordu, Gazeteci Muharrem Sarıkaya, Yalçın Doğan ve Mehmet Ali Birand’ın askeri garnizonlara girmesini yasakladı. Gerekçe, "ülkenin birlik ve bütünlüğünü rencide edici gerçek dışı haberler yayınlamaları..." Ben vatandaş Doğan bu gerekçeyi ciddiye alamıyorum. Siz, Sayın Genel Yönetmen, siz

84

Page 93: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

alıyor musunuz? Gazetenizin başyazarı, ayrıca Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi ile iki basın kuruluşu başkanının, Nail Güreli ile İsmet Demirdöğen’in, dostlar alışverişte görsün kabilinden yayımladıkları -olup bitenlerin eleştirisi mi ne olduğu anlaşılamayan- bildirilerini de ciddiye alamıyorum… Oysa onların bildirisi, demokrasimiz açısından, Genelkurmay bildirisinden daha önemli olabilmeliydi.

Aslında bu yazıya yine Özkök’ün bir değerlendirmesi üzerine varyasyon yaparım diye başlamıştım. Sinirimi üstümden atabilirsem o işi yapayım.

Özkök, şu anda merkez sağda ilginç bir durum bulunduğunu, bu kanadın iki liderinin de askerle kavgalı olduğunu, buna karşılık merkez solun iki liderinin askerle bir sorun yaşamadığını, oysa eski örneklerin hepsinde sol kanadın askerle sorun yaşadığını söylüyor. Bu, üzerinde durulması gereken bir saptamadır.

Teorik olarak, sağdaki partilerin soldaki partilere oranla askerle daha barışık olması gerekir. Çünkü sol anlayış düzeni değiştirmeyi öngörür, asker ise düzeni korumak için vardır. Ama bu sadece teoridir. Özkök de bu teoriden yol çıkıyor sanırım.

Bizde 60 darbesi solun desteğiyle sağa karşı, 71 ve 80 darbeleri ise, zarar görenleri daha çok sol kesimden olduğu için, sola karşı yapılmış gibi algılanmıştır.

Kendilerini sağda ya da solda gören siyasî partileri kastederek değil, sağda ve solda yer alan dünya görüşleri itibariyle diyorum ki, Türkiye’de, Osmanlı dönemi dahil, hiçbir darbe sağ-sol literatürü içinde açıklanamaz. Sorun iktidarın-devletin ele geçirilmesi mücadelesi biçiminde ele alınmalıdır. Böyle bir mücadele kuramsal olarak "devlet ideolojisi" çerçevesinde ve pratikte devlete el koyma şansı en yüksek olan silahlı kuvvetlerin merkezi rol oynaması ile gerçekleşir.

85

Page 94: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Bilinmelidir ki, sivil bürokrasi her zaman silahlı kuvvetler bürokrasisinin yanında görev aldı. İlmiye, kalemiye, seyfiye, tek bir dershanenin (ideolojinin) birbirinden ayrılmaz bölümleri oldular.

1960 öncesinde sol, iktidarın çok uzağına düşmüştü. İktidarı elde etmenin tek yolu ordu ile işbirliği yapmaktı. Bu işbirliğinin sola sağladığı yarar 1961 Anayasasıdır. On yıl sonunda, solun iktidara ısınır gibi olduğu anlaşılınca, 1971 yılında önce dayandığı Anayasa kırpıldı, sonra kendisi. 1980 darbesi, Kürt sağını ve Türk solunu birlikte budamıştır. Budama işlemi halen devam etmektedir. Yani ayrım sağ-sol ayrımı değil, tarihsel anlamda sürekli olarak devlet olagelenlerle arada bir "yahu biz de varız be, biz de yararlanalım şu devlet denen nimetten" deme cesareti gösterebilenler arasındaki bir ayrımdır.

Bugüne gelince: Erbakan ve Çiller sağda oldukları için (mürteci oldukları için ?!...) düşürülmediler. İktidar olma niyeti, eğilimi gösterdikleri için düşürüldüler. Yılmaz için de durum bu olacağa benzemektedir. Ecevit ve Baykal aynı kaderi daha önce, 1979 yılında birlikte yaşadılar. Şimdi solda oldukları için değil, iktidara ulaşmanın yolu bu olduğu için asker yanlısı görünüyorlar. Bundan, bu ikisinin, kitabi anlamda solcu olmadıkları sonucu da çıkar. Yarın iktidar olsunlar, asker düşmanı olmak zorunda kalacaklardır. Ve o zaman da "sırf buna dayanarak" solculuk iddiasında bulunmamaları gerekecektir. Bu durumda, Erbakan ve Çiller’in asker düşmanlığının -yeniden iktidara gelmeleri kaydıyla- uzun sürmemesi beklenir. Acıları pek taze olduğu için ne dediklerini bilemiyorlar. MHP ve BBP ise muhalefette mi yoksa iktidarda mı olduklarının ikilemini henüz çözememiş görünüyorlar. Çünkü her dönemde bir kanatları iktidarda öteki kanatları muhalefette bulundu. (Bu görüşüm, İdris Küçükömer’in değerlendirmesi ile birlikte yorumlanmalı.)

86

Page 95: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Özet: Bizde muhalefet, sağda olsun, solda olsun, asker yanlısı olur. İktidara gelmek için güçlünün desteğine ihtiyacı vardır da onun için. İktidar ise, yine ister sağda ister solda olsun, askere karşı hâlâ dikkatli, fakat onunla bir tür elenseleşme içinde olur. Çünkü, artık devlet "birlikte" yönetilmektedir. Teorik bir çerçeve çizmeye çalıştım. Bir özet daha: Bizdeki siyasal hayat sağ-sol kavramları yerine, iktidar-muhalefet kavramlarıyla açıklanmaya daha yatkındır. Yani devlet kendi ellerinde iken başka, başkalarının elinde iken başka tavırlar geliştirir bizim siyasetimiz. Bunu da, siyasal hayatımızın odağında asker-sivil bürokrasinin çöreklenmiş oluşuna bağlıyorum.

Denecek ki, siyasal mücadele zaten iktidar mücadelesidir. Elbette öyledir. Ben şunu diyorum: Bizde iktidar "apriori" olarak vardır. Mücadele ona eklemlenme mücadelesidir ve eklemlenme çabasında bulunan kişi, grup ya da ideolojilerin kendi kişilik, grup ya da ideolojik tanımları bu mücadelede belirleyici değildir. Asıl belirleyici olan "merkez ideolojisidir." Bu yüzdendir ki, siyasî liderlerimizi ve peşlerinde koşanları, uzun değil, bir- iki aylık dönemlerde bile kimlik, kişilik, karakter, ideal yitirmiş görüp şaşırıyoruz.

Ayrıntıyla uğraşanlar, çizdiğim teorik çerçeveyi zorlayan örnekler bulabilirler. Böyle örnekleri, liderin strateji yeteneği-yeteneksizliği ile açıklamak mümkündür sanıyorum. Yok, teorim tümüyle çökmüşse eğer, bu, merkez bürokrasisinin tümüyle çöktüğü anlamına gelecektir. Türkiye, o zaman, sağıyla soluyla, asıl o zaman kurulacaktır.

22 Mart 1998

Kaleidoskopik Toplum

Kesintisiz üç ay kadar bir süre hiç gazete okumadım ve hiç televizyon izlemedim. Bu işe yeniden

87

Page 96: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

başladığımda, psikolojik kazancım bir yana, hiç bir şey kaybetmediğimi anladım. Buna ayrıca canım sıkıldı gerçi. Çünkü, kendimi hızlı değişen bir toplumun üyesi sanıyordum.

Altı yedi yıl önce olmalı, Bülent Ecevit bizim vakıfta konuşmacı idi. Türkiye’nin hızlı değişimine Ulus Gazetesinde çalıştığı günlerden bir örnek getirmişti. Gazetenin, şimdi adını anımsayamadığım başyazarı, yıllık tatile çıkmazdan önce sekiz on yazı yazar, idareye bırakır, öyle ayrılırmış. Dönüşünde de, diyelim ki on gün önce yazdığı, ama gazetede bir gün önce yayımlanmış yazısı güncelliğini hiç kaybetmemiş olarak sürdürürmüş yazılarını. Ecevit, "Artık bu mümkün değil, dünya günübirlik değişiyor" demeye getiriyordu. Yazarlar ve özellikle muhabirler açısından öyle midir bilemem. Ben bir okuyucu olarak, üç ay süre ile Türkiye’den -hatta Türkiye’den bakıldığı için dünyadan- haber alamamış olmamın bana hiç bir şey kaybettirmediğini gördüm.

DGM, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi... PKK, Susurluk, Refah... Enflasyon, öğrenci olayları... Erken seçim, vergi reformu, yerel yönetim reformu, meclis restorasyonu, -yani fiziki restorasyon-... Koalisyon ortakları arasında atışma... Çiller, Uçuran, Bezmez, Ağar, Atığ... Kumkapı cinayetinin iki bayan kahramanı... Clinton’un seks maceraları... Otuzbir kısım, tekmili birden... Yahu ben bıraktığımda da bunlar vardı! Bu arada fazladan Müsiad’cıların, Şemdin Sakık’ın, Recep Tayyip Erdoğan’ın resme girmesi resmi değiştirmedi ve geliştirmedi ki! Fazilet Partisi benim gazete okuyup televizyon izlediğim dönemde mi kuruldu, yoksa daha sonra mı? Şimdi bunu hatırlamadığıma çok sevindim!

"Kaleidoskopik Toplum" lafını pek severim. Yıllar önce öğrenmiştim. Hani o çiçek dürbünü denilen oyuncak var ya, ondan galat... Dikdörtgen biçiminde kesilmiş üç cam parçasını üçgen prizma oluşturacak biçimde birbirine bağlıyorsunuz, prizmanın bir ucunu üçgen

88

Page 97: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

biçiminde kesilmiş iki camla kapatıp aralarındaki boşluğa renkli cam vb. maddeler koyuyorsunuz, öteki ucuna da gözünüzü dayayıp içeride olup bitenleri izliyorsunuz. Rengarenk bir dünyadır gördüğünüz. Gücüm yetse bütün çocuklara o basit oyuncaktan armağan ederim. Sürekli değişen, izleyene sürekli bozulduğu izlenimini veren, ama her bozulmada yepyeni bir düzen kuran, dolayısıyla sonuçta hiç bozulmayan bir dünyayı simgeler o oyuncak.

Mutlu bir çocukmuşum demek ki. Benim bir çiçek dürbünüm vardı. Gözümü dayar saatlerce döndürürdüm onu. Sonra bozuldu; içini açtım, nasıl yapıldığını öğrendim, basitmiş. Onardım; ama eskisi gibi çalışmadı. Büyüdüm, evlendim, bir kızım oldu. Ona bebekler filan aldım. Bir gün oturup kızıma bir çiçek dürbünü yaptım. Fena olmadı.Yine de, içine koyduğum renkli cam, kağıt, jelatin parçaları, benim çocukluğumun oyuncağındaki kıvraklığı gösteremediler. Evet, değişip, bozulup yeni bir düzen kuruyorlardı, ama "pek kabaca" yapıyorlardı bunu. Çoğu kez usul usul sallamak yetmiyordu dürbünü, hoyratça sallamak, daha da olmadı masaya vurmak gerekiyordu. Adi kağıtlar çukulata kağıtlarına, hep birlikte camlara yapışıyor ve "birlikte" hareket ettikleri için doğal olarak dürbünde oluşacak renk cümbüşünü kısırlaştırıyorlardı.

Türkiyemdeki değişmenin Burcu’ya yaptığım çiçek dürbünündeki değişmenin bile gerisinde kaldığını düşünüyor ve çok üzülüyorum. Bunda, bizim eski solcularla bizim eski sağcıların, yapıştıkları kağıtları bir türlü bırakamıyor oluşlarının önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Yani çiçek dürbünü içinde müstakil hareket edebilmelisin, yani bir başkasına yapışmadan hareket edebilesin ki sen ve ötekiler birlikte bir anlam üretebilesiniz...

Kısacası, Türkiyemizin çiçek dürbünü, sağa da döndürsen sola da hep aynı resmi gösteriyor artık.

89

Page 98: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

İstersen üç ay değil, yedi uyurlar gibi 309 yıl sonra dön bu ülkeye, şaşırıp kalmazsın.

Ama şaşırmak istiyoruz canım! Bu da bizim hakkımız olsun!

27 Nisan 1998

Devlet İdeolojimiz İthal Malı Değildir

Yani bizim devlet ideolojimiz "özgün" bir ideolojidir.

Etyen Mahçupyan Radikal'de (4 Ekim 1998) devlet-toplum ilişkisinin nasıl ayakta kalabildiği sorusuna şöyle cevap veriyor ve "Tabii ki ona hayat veren ve toplumca da bir ölçüde paylaşılan bir ideoloji sayesinde." diyor. Devlet ideolojimizin sadece devleti değil, toplumu da belirlediği görüşüne ben de zaman zaman değindim, bunun örneklerini vermeye çalıştım. Mahçupyan, "Eğer ideolojiniz ezeli ve ebedi doğruları koyan, bu doğruları insanların tercihlerinden bağımsız kılan, ve hele bu doğruları temel insan haklarının bile üzerinde tutan bir çizgi izliyorsa, topluma da devlete bağımlı olmak düşer. (İtaliği ben kalınlaştırdım.) O zaman hukuk, devletin tabi olduğu bir kurum olmaktan çıkıp, keyfi bir gizleme ... aracına dönüşür. Bunun ardına gizlenenler kendilerine öyle rant sistemleri kurarlar ki, sorgulama teşebbüsü bile vatan hainliğine girebilir." diyor.

Bu değerlendirme, Recep Tayyip Erdoğan’ı İstanbul Belediye Başkanlığından düşürecek olan mahkumiyet kararından, geçen hafta açılan üniversitelerin yeniden canlandırdığı türban olayına, Susurluk’tan Alaaddin Çakıcı’nın Fransa’da yakalanmasına, oradan Bakan Eyüp Aşık’ın istifasına kadar uzanan bütün durumları açıklayacak nitelikte görünüyor bana.

Murat Belge’nin Radikal’de (7 Mart 1999) yayımlanan "Tehlikeli bir izdivaç" başlıklı makalesi üzerine de biraz konuşabilirim. Konu benim bu notlarda

90

Page 99: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

çok sık gündeme getirdiğim ve yıllardır kafamı kurcalayan merkezci geleneğimizle ilgili.

Belge, Fransız siyasî ilişkiler uzmanı Jacques Rupnik’in "millî devletler için olabilecek en kötü kombinezonun ‘Alman millet kavramı’ ile ‘Fransız (Jakoben) devlet ideali’nin bileşimi" olacağına ilişkin sözlerinden yola çıkıyor. Makalesinin son iki paragrafı şöyle: Türk siyasî kültüründeki son derece güçlü, bir ‘ilke’den çok bir ‘ideal’ düzeyine yükselen merkeziyetçiliğin Fransız (Jakoben) devlet anlayışından kaynaklandığı açıktır. Bu da, günümüzdeki deyimle, ‘kökü dışarıda’ bir entelektüel etkiydi, ama Osmanlı-Türk ruhunda kendine hemen sıcak bir kucak buldu.

Ama aynı zamanda, Alman ‘kutsal devlet’ geleneğinin de bizde karşılığı olduğunu düşünürdüm. Bunun ‘mistik/romantik’ karakteri ile Fransız kökenli ‘akılcı/ilerici’ idari devletçi merkeziyetçiliğin nasıl yan yana geldiği sorusu da kafamı kurcalardı. Rupnik’i dinlerken, Alman felsefesinin öncelikle devlete değil millete ilişkin olduğunu ve devletin kutsallığının, milletin kutsallığının mantıki sonucu olarak ortaya çıktığını düşündüm. Rupnik’in ‘ölümcül’ diye nitelediği bu kombinezon, geç Osmanlı ya da erken Cumhuriyet aydınının hem rasyonel devlet, hem de duygusal millet ihtiyaçlarına en iyi şekilde cevap veriyordu. Bu ‘aydın’ın ne Alman felsefesini, ne de Fransız Jakobenizm’ine varan düşünsel çizgiyi gerçekten kavramasına imkan yoktu, ama birinin ‘merkeziyetçi’, öbürünün de ‘kutsal’ olması, onları gönülden benimsemesi için yeterli nedendi. Onun için, o gün bu gündür, bu ikilinin hegemonyası altında yaşıyoruz."

Bizim devlet anlayışımızın neden merkezci ve bizim devletimizin neden kutsal olduğunu yıllardır ben de merak ediyor, araştırıyorum. Henüz bir sonuca varabilmiş değilim.

Ama varır gibi olduğum sonuçlardan birisi, nedenlerin, Belge'nin dediği gibi iki değil tek olduğudur.

91

Page 100: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

O neden ‘devletin kutsal olduğu’ anlayışıdır. Devletin kutsal olduğu anlayışı sadece bize has da değildir. Ulus devlete geçiş öncesinde bütün devletler kutsaldı; çünkü kral, sultan, padişah Allah’ı temsil ediyordu.Yani kutsallık somut devlette değil, devlet kavramının kendisindeydi. Merkezci özellik bu devlet kutsallığının bir fonksiyonu olarak ortaya çıkıyordu, bağımsız bir nitelik değildi.

Varır gibi olduğum sonuçlardan ikincisi, -ki birincinin bir başka açıdan tekrarıdır- devletin kutsal olduğu (ve "evleviyetle" merkezci olduğu/olacağı) anlayışının, bizde bir hayat görüşü, bir hayat felsefesi halinde bulunuşudur. Günlüğümün değişik yerlerinde, kutsalcı-merkezci hayat görüşünün devleti de aşan geniş bir alanı, -dernekleri, aile ilişkilerini, özel tutum ve davranışları- nasıl "belirlediğini" örneklemeye çalıştım.

Soru şudur: Batıda kutsalcı-merkezci gelenek törpülene törpülene bu günkü haline nasıl geldi ve bizimki niye bir türlü törpülenemiyor? Bunun cevabını bilmiyorum.

Bunun cevabını bilmiyorum ama, durum buysa, bizdeki kutsalcı-merkezci geleneği Fransız ve Alman devlet geleneklerinin bir ‘kombinezon’u olarak açıklamakta zorlanırız diye düşünüyorum. Çünkü böyle bir açıklama, bu niteliklerin, Belge’nin dediği gibi, bir "ithal" malı olduğunu söylemek anlamına gelir. Oysa, bana öyle gelir ki, bizim geleneğimizin köklerini çok daha gerilerde, -Alman, Fransız örneklerine baş vurmadan- aramak zorundayız.

"Geç Osmanlı ya da erken Cumhuriyet" döneminin devlet anlayışından "Jakoben" nitelemesi ile söz edildiğini biliyorum. Buna özel sohbetlerde birkaç kez itiraz ettim. İlla bir niteleme gerekiyorsa "İttihatçı gelenek" diyebiliriz. Jakoben nitelemesi bizdeki geleneğin Fransız kökenli olduğu varsayımına dayanıyor -ki Belge’nin yaptığı budur- ve bizi hiç anlatamıyor.

92

Page 101: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Jakoben anlayış Fransız idari yapısına nasıl yansımıştır bilemem, ama o yapının bizde de kopya edilmiş olmasına bakarak bizim devlet anlaşımızın da Jakoben olduğunu söylemek bana yanlışmış gibi geliyor. Böyle bir yorum, hayat görüşü haline gelmiş olduğunu söylediğim uzun ömürlü bir geleneği anlamamızı güçleştiriyor. Aynı değerlendirmeyi Alman ‘kutsallığı’ için de yapıyorum. Böyle olduğu içindir ki, Fransızların ‘rasyonel devlet’ ve Almanların ‘duygusal millet’ anlayışlarına hâlâ uzağız. Bizdeki durumun bir başka nedeni olmalı.

Tekrar bahasına söyleyeyim: Aslında İttihatçı gelenek deyimi de tam olarak anlatamıyor bizim ideolojimizi; onu dar bir tarihsel dilim içine sokuyor. Oysa bizim devlet/yönetim ideolojimiz İttihatçı geleneği de kapsayan daha geniş bir kavram. İttihatçı nitelemesi belli bir dönemi çağrıştırdığı için, böyle bir tartışmada yanlış yorumlara yol açabilir. Çünkü bizim devlet geleneğimiz, Osmanlıyı da, Selçukluyu da, hatta bir hayat görüşü olarak devletsiz -gerçi ideolojimiz "devletsiz" olduğumuzu kabul etmez- olduğumuz günleri de kapsayan bir anlama sahip. Belki Asyalılığımızla ilgili… Doğu despotizmi, Asya Üretim Tarzı, patrimonyalizm vb. gibi açıklamalara da ihtiyacımız olabilir, bilmiyorum. Bu geleneği Fransa’dan, Almanya’dan kopya etmiş olsaydık, bugün sorunu çözmüş olurduk. Hâlâ çözemediysek, bunun bir başka nedeni olmalı!

Özetle bizim devlet geleneğimizin ne olduğu, neden böyle olduğu sorusu, siyaset bilimcilerinden çok sosyologları ilgilendirmeli.

Ekim 1998, Mart 1999

93

Page 102: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

N'olur Konuş Kızım

Merve, teyzemin torununun kızıdır. 1951 yılında mezun olduğum Eskişehir Dumlupınar İlkokulunu geçen yıl bitirdi. Yılda bir iki kez, tatillerde buluşuruz. Müthiş sevimli, müthiş cana yakın bir yeni yetmedir; konuşkan mı konuşkandır. Bu yıl aynı okulun orta kısmına başladı. Önceki gün yine buluştuk. Tamam, boyu atmış, genç kızlığa soyunmuş, ama bu kadarcık açıklama ile açıklanamayacak bir durgunluk var çocuğun üstünde. Sorularıma evet ve hayırlı kısa cevaplar veriyor ve susuyor. İyice sıkıştırdım. "Ama sen böyle değildin, konuşurdun, hatta bizleri konuşturmazdın, şimdi noldu da böyle suskunsun?" diye sordum. Önce direndi. Ben de direnince, yine yumuşak, utangaç bir tonda, suratıma şamar gibi inen şu sözleri söyledi: "Öğretmenlerimiz bize ‘çok konuşmayın’ diyorlar, ayıpmış, biz konuşunca bizi azarlıyorlar" dedi.

Cinler tepeme sıçradı. "Kızım, oku, okulunu bitirmeye çalış, (içimden, ‘buna mecbursun’) ama öğretmenlerini fazla ciddiye alma, sen konuşmaya devam et!" dedim. Oniki yaşındaki bir genç için -artık bir çocuk değil- fazla mı tahrikkardır benim bu sözlerim? Kurulu düzene bir başkaldırı önerisi midir benim bu sözlerim? Ve en önemlisi bu önerim Merve’yi -genel geçer türden- bir başarısızlığa, hatta suça iteleyen bir öneri midir? Yanıtları bilemediğim için ben de sustum ve Merve’yi kendi haline bırakıp "büyüklerle" konuşmaya devam ettim.

Benim kızım Burcu, eğitim sistemimizin "corrupt" (basitinden alıp ‘bozuk’ diyelim) olduğunu söylüyor. Geçen yıl, yani üniversite öğreniminin üçüncü yılında okulu bırakmayı düşündüğünü, geceler boyu ağladığını, fakat yeterince cesur olamadığı için bu bozuk işi sürdürmeye, içi kan ağlayarak karar verdiğini anlatmıştı. Bir örnek olarak şunu da anlatmıştı: "Bizim bir sosyoloji dersimiz var; derste tutulan üç beş sayfa

94

Page 103: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

notla sınıf geçilir; ben o notlarla yetinmeyip, notlarda adı geçen bilim adamlarını kendi kitaplarından okumaya heveslendim; sınavda onlardan söz ettim; yorumum yanlış olabilirdi; ama yanlış yorumumdan dolayı değil, "notları tekrarlamadığım için" başarısız sayıldım. Göreceksin baba, bu yıl ağzımı açmayacağım, okuduklarımı gizleyerek sınıf geçeceğim; oysa istediğim bu değildi..."

Kuzguna yavrusu şahin görünür. Burcu da bana öyle görünüyor olsun. Yine de şu kadarını söylemeliyim ki, Burcu yalnız sosyolojiyi değil antropolojiyi de öğrenmeye çalışıyor. Malinowski’yi, Levi -Strauss’u yalnız okumuş değil, ayrıca özümlemişti de. Bunu biliyorum, çünkü bu adamları ben de okuduğumu sanıyor ve tartışacak insan aradığımda Burcu’yu buluyordum karşımda. Sistemin İbn Haldun’a kadar gitmesini istediğimiz yok; bunu yapmazlar, yapamazlar. Dürkheim filan bile değildi Burcu’ya öğretilen. Fakat Burcu sınavı geçemiyordu (muş).

Bundan nerdeyse kırk yıl önce, sosyoloji hocam İbrahim Yasa’dan aldığım sosyoloji dersini -ki on numara ile mezun olmuştum- eleştire eleştire bir hal olmuştum; şimdi nasıl ellerine yapışıp öpmem o büyük adamın?

Burcu, kendi anlatımına göre korkak olduğu için, okuduğu okulu bitirecek. Burcu’nun okulu güya en oturmuş (kurumsallaşmış) okullardan birisidir. Hani o eski Güzel Sanatlar Akademisi; aslında güzel bir Osmanlı ve bana sorulursa hâlâ güzel bir Cumhuriyet Okuludur. Son on yılda, öteki fakültelerin ikinci, üçüncü, dördüncü sınıflarında bu sisteme pes edip okullarını terk eden az genç görmedim. Senem, konservatuvarın şan bölümünde üç yıl okudu. Bana bir ara, "Doğan Amca, insan ilişkilerinin her yerde sıfır olduğunu gördüm, hiç değilse sanat çevresinde kanıtlarım kendimi diye düşündüm, hayır hep aynı, yapamıyorum" demişti. Üç

95

Page 104: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

yılın sonunda okulunu bırakmış. Bu yıl kursa gidiyormuş, yeniden üniversite sınavına girecekmiş. Ne değişecek?

Kendisini gençleri susturmaya adamış, bunun adına da "İyi insan, iyi vatandaş yetiştirme" demiş bir sistemin oyuncağı olmaya devam edecek çocuklarımız!..

3 Ocak 1999

Bir Gezinin Ardından: Milliyetçiliğimiz

Ciddi konuları bırakalım, biraz rahatlayalım. Tatildeyiz...

Muğla Dalyan’da bir çamur banyosu var. Gazetelerde okurdum, şifalıymış. Özellikle yabancı turistlerin ilgisini çektiği anlaşılıyor. Bir ara Dustin Hoffman ile Sting’in burayı ziyaret ettiklerini, çamura bulanmış boy boy fotoğraflarının gazetelerde yayımlandığını anımsıyorum.

Girişe bir delikanlı dikmişler. İçeri girenlerden para topluyor. Niye makbuz vermediğini sorduğumda ‘burası özel işletmedir’ diye dikleşiyor. Ben de dikleşiyorum, ‘daha iyi ya, makbuz vermen gerekir, bunun vergisi var, algısı var’ diyorum. Bana gerideki kasayı gösteriyor, ‘git oradan al fişini öyleyse’ diyor. Fişimi alıp çamura bulanan İngilizleri seyretmeye giderken gözüme büyük büyük panolar ilişiyor.

Bir tanesi kısa ve öz: Türklüğümle gurur duyuyorum!

Diğerleri epey uzun. Çamurcuları bırakıp bunları not ediyorum:

Bu güzel topraklar bize kendini medeni sayan hiçbir ulusun hediyesi lütfu değildir.

96

Page 105: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Anafartalardan Galiçyaya Yemen çöllerinden Aziziye tabyalarına canlarını vermiş haysiyetli şerefli erdemli memedlerin hediyesidir.

(Millî Türkçe'deki ve Millî Tarihteki güzelliğe bakın! Sorsan ne Galiçya’nın nerde olduğunu bilir ne de Aziziye’nin… Devam…)

Mezartaşı kum torbası olmuş memedler

Mezartaşı martılar olmuş mektebi bahriyeliler

Mezartaşı kıble yıldızları olmuş teyyareciler

Haklarınızı helal ediniz!

(Evladım, böyle bir milliyetçiliğe hakkım helal değil! Yağdı yağmur çaktı şimşek/ Sen de mi şair oldun be… )

Allah Allah, burada ne işi var bunların? İşin aslını, uzun yıllardır Dalyan’da yaşayan eski bir dostumdan öğreniyorum. Meğer bu gibi turistik yerler milliyetçi kişilere ihale edilirmiş! Demek ki milliyetçiler, müşterisi genellikle "gavur" olan bu toprakları bu tarzda koruyorlar! Öteye beriye serpiştirilmiş sandalyeler kırık ya da çamurluymuş, büfeye pislikten girilmiyormuş, duş niyetine konmuş bir borudan akan suyun altında temizlenmek mümkün değilmiş… Bunlar umurlarında bile değil!

Neyse ki İngilizler Türkçe bilmiyorlar. Yine neyse ki bizim işletmeci Türkçe yanında İngilizceyi de bilmiyor ve de panolarını İngilizce bilen birisine yazdırmayı dahi akıl edemiyor. Dostumun anlattığına göre, çamur banyosunu işleten bu bay/lar, bu panolarla yetinmiyorlarmış da hemen gerideki tepeye bölgenin -kendi deyişlerine göre Türkiye’nin- en büyük bayrağını çekmek için "en uzun" direği dikme hazırlığı içindeymişler. Anlaşılan, buralarda milliyetçilik duygusu iyice gelişmiş. Çünkü çok sayıda yabancı var ve onlara Türklüğümüzü, birlik ve bütünlüğümüzü kanıtlamanın tam yeri.

97

Page 106: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Akşam... Yirmibeş yirmialtı yaşlarında bir genç, onbeş onaltı yaşlarında bir çocuğu iki kolundan tutmuş sarsıyor. ‘Ulan kendi aramızda ister Galatasaraylı ol, ister Beşiktaşlı; ama elin İngilizine yalakalık edip Fenerbahçe'yi kötülemen doğru mu? Ben senin abini de tanırım, özbeöz Türktür; sen nasıl olur da o İngiliz puştunun önünde bir Türk takımını kötülersin?’ Seyredenler büyüğe hak veriyor. Kimse, "Yahu, o İngiliz de Manchester United’i yere vuruyordu" demiyor. Küçüğün sesi hiç çıkmıyor. İyi bir ders aldı.

Öncesi... Yol boyunda, ilk gece Pamukkale’de bir pansiyonda kaldım. Yanımda kızım da vardı. Daha soyunup dökünmeden burnuma bir form dayadılar. Kimiz, nereden geliyoruz, adresimiz, telefonumuz, mesleğimiz... Doldurdum, ama hanım yönetici forma yazdıklarıma güvenmeyip ayrıca hüviyetimi de görmek istedi. Tatile, hüviyetimden sıyrılmak için çıktığımı anlatma yolunu seçemedim, talebi yerine getirdim. Yine de, bir ara, bu tür hüviyet sorgulamalarının tatilcileri rahatsız ettiğini söyleme cesaret ve fırsatını yakalayabildim. Hanım, "Haklısınız, ama jandarma da bizi sıkıştırıyor" dedi. Beni rahatlatmak için, bu uygulamayı yabancı turistlere de yaptıklarını söyledi. Ben de "Siz benden daha haklısınız" dedim.

Bir arkadaşım geçen ay eşiyle birlikte Ege’ye yaptığı bir geziden döndü. Onca anı içinde döner dönmez bize anlattığı olay, evlilik cüzdanı (hüviyet değil) yanında olmadığı için bir otele eşiyle birlikte kabul edilmeyişi oldu.

Tatili rezil edici bu gibi ayrıntılar, o bölgede, o anda hizmet veren kişilerin, yani sadece valinin, kaymakamın, polisin, jandarmanın kişisel tavırlarıyla ilgili değildir sanıyorum. Bu tavır kamu görevlisi tavrıdır ve -Çetin Altan’ın deyimiyle mesleksiz bir toplumda- kamuya hizmet sunma mevkiine ulaştığını varsayan

98

Page 107: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

herkes tarafından takınılabilir. Otelci, pansiyoncu, plajcı, tur operatörü, rehber tarafından bile...

Bodrum Kalesini ilk kez geziyorduk. Şövalyelerin yüzlerce yıl önce şarap içtiği varsayılan salonda siz de şarap ya da şıra içebiliyorsunuz. Müthiş! Burcu’ya, ‘Burada dinlenip mazgallardan denizi, Rodos modos, Girit mirit taraflarını seyretmezsek bu gezi yarım kalmış sayılır.’ dedim. Büfemsi yerde arkadaşıyla sohbete dalmış genç kızı uyarıp şıra istedim. Küçük bir şişeden küçük bir bardağa şıra doldurmaya başladı. ‘Dur kızım, bunun zevki o ki, şişedekini bardağa ben dökeceğim’ diye atıldım. O, ciddi bir görevli edası takınıp ‘Efendim, biz bardakla satıyoruz’ demekle yetindi ve bütün hayallerimi yıktı. Oysa işi ben yapabilmiş olsaydım, benim elimde küçük şişe bir testi, küçük bardak bir kase, şıra da şarap olacaktı.

Turistik yerleri gezdiren profesyonel rehberler var. Yabancı dilleri galiba mükemmel. Galiba diyorum, çünkü benim hiç bilmediğim dilleri gayet akıcı biçimde konuşabiliyorlar. Onları daha çok Bodrum Kalesinde, Selçuk’ta gördük, takdir ettik. Bir de alaylılar var. Ortaokul, belki lise öğrencisi olmalılar. Bizim gibi amatör turistleri onlar gezdiriyor, motor gezilerini filan onlar yaptırıyor. Bunları hem takdir ettik, hem de sevdik. Türkçelerini Türkçeye, İngilizcelerini İngilizceye çevirmek çok zor. Gerçi yoklukta işe yaradıklarını biliyorlar. Bu bilgi onlara güç ve kudret kazandırıyor. Örneğin, kendilerini dinlemeyenlere fırça atabiliyorlar. Önce İngilizce I am this every day, you go tomorrow, but you here, you listen, not talk, talking the Pasha, stands this stone, Greek Pasha, one thousand years ago... understand? diye anlattıktan sonra Türkçe anlatıma geçiyorlar. Kızımın İngilizcesi benimkinden iyi, fakat Türkçesi benimkinden kötü olduğu için, ben her iki versiyonu da anında kapıyor ve çeviri beklemeden kızımı aydınlatabiliyorum: "Ben her gün buradayım, siz yarın gideceksiniz, ama madem buraya geldiniz, beni

99

Page 108: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

dinleyin, kendi aranızda konuşmayın, size Yunanlı komutandan bahsediyorum, kendisi bundan bin yıl önce tam bu taşın üstünde dikilip... anlıyor musunuz?" Elli metre ötedeki bir başka taş yığınının önünde, biraz önce anılan Yunanlı Paşanın beş bin yıl önce de aynı işleri yaptığını öğreniyorsunuz.

Bu çocukları takdir edip sevdiğimi söyledim. Kinaye değil, gerçekten öyle. Geziden bende kalan en canlı anılar onlara ait. Sahipsizler. Ekmeklerini taştan çıkarıyorlar. Tavırlarındaki katılık, kırıcılık mesleklerine atfettikleri kamusal önemden kaynaklanıyor. Bu kadar ayrıntıya, sırf bu son cümleyi söyleyebilmek için girdim...

19 Mayıs 1999

Devlet İnsanları Değiştirir

Ecevit’in MHP ve ANAP’la kurduğu koalisyon hükümeti bayağı hızlı çalışıyor. Sosyal güvenlik, uluslararası tahkim, genel af, pişmanlık gibi konularda, art arda yasalar çıkarıyor, hatta Anayasa değiştiriyor. Ücretler ve maaşlar beklendiği ölçüde yükseltilmedi. Emeklilik yaşı kadınlarda 58, erkeklerde 60 oldu mu olacak mı öyle bir şey. Bu çabaların İMF ve diğer Avrupa kurumlarının önerileri doğrultusunda yürütüldüğünü tahmin edebiliyoruz. Ben yine de durumdan şikayetçi değilim, bunlar çok daha önce yapılması gereken işlerdi. Ama işçiler ve memurlar şikayetçi. Dün bir tür grev denemesine giriştiler, meydanlara dökülüp gösteri yaptılar. Buraya kadar doğrularım yanlışlarım olabilir.

Ama bu resim içinde beni asıl ne ilgilendiriyor?

Ecevit, kendine has üslubuyla "Sokağa teslim olmam!" diye gürledi. Bir liderin tuttuğu işi sağlam tutması, o işte ısrarlı olması güzel bir niteliktir. Ama üslup da önemlidir. Sosyal güvenlik gibi bir konuda

100

Page 109: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

reform yapmaya soyunmuşsan, konuya taraf olacak tüm toplum kesimlerini, daha doğrusu bütün toplumu önceden hazırlarsın. Hesabı kitabı ortaya serersin. Reform sonunda kimin ne kazanacağını, kimin ne kaybedeceğini anlatırsın. Emekli Sandığının, SSK’nın, Bağkur’un ne halde bulunduğunu, hallerinin neden böyle olduğunu açıklarsın. Milyarlarla ölçülen düğün dernek harcamaları, transfer paraları, çalmalar çırpmalar herkesin gözü önünde iken, ücretli kesimi tatmin edecek güvenilir bir açıklamayı hazır halde tutarsın. İşçi ve işveren sendikalarıyla yapılan üç beş göstermelik toplantı bunları kotarmaya yetmiyor. Hele bir sosyal güvenlik reform paketi, insanlardaki sosyal adalet duygusu hiçe sayılarak gündeme getirilmez.

Böyle bir yöntemi benimsemesi en doğal karşılanabilecek olan lider Ecevit’tir. Karaoğlanlığı var, "toprak işleyenin, su kullananın" söylemi var. O halde niye birden şahin kesilip "sokağa teslim olmam" diyor? Biraz yumuşak davransa, ikna yolunu seçse başarı şansı daha yüksek olacak. Nitekim dün sokaklar beklendiği kadar kalabalık değilmiş. İşçilerin ve memurların tamamı katılmamış gösterilere. Reforma itirazı olan fazla insan yok. Aslında Türk-İş Başkanı Bayram Meral bile ar belasına karşı çıkıyor pakete; tümden sussa işçilerine açıklayamaz başkanlığını çünkü.

Peki neden kendisinden bekleneni yapmıyor Ecevit? Ecevit değişti diyorlar, değişti mi? Elbet değişti! Ama bu değişme diyalektik bir değişme değil; iktidar olmanın yarattığı bir değişme. 1978’de hükümet olmuş fakat iktidar olamamıştı. Şimdi iktidar, şimdi yanında MHP var, ANAP var; şimdi kendisini devlet sayabilir ve şahinleşebilir. Artık insanları ciddiye almasına gerek yoktur.

Gözlerinizi kapayın ve Ecevit’i şu anda muhalefette farzedin. Şu anda muhalefette olanların söylediklerinden hangi noktada ayrılırdı?

101

Page 110: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Daha önce çok söyledim: Devlet (yani ideolojisi) kendisiyle temasa geçen bütün insanları kendisi gibi düşündürtür. Pek çok kişi Ecevit’in MHP ile anlaşıp anlaşamayacağını merak ediyordu. Dostlarıma, "Merak etmeyin, bu işin sağı solu yoktur; devleti birlikte yönetme şansını - olanağını elde etmiş olan herkes, her kesim birbiriyle geçinir; belirleyici olan devletin elde olup olmamasıdır" diyordum. Bazen yarı şaka yarı ciddi "Ecevit zaten sağcıdır" ya da "Bahçeli de solcudur" diyordum. Görüyoruz, ne güzel anlaşıyorlar. Aynı gerekçeyi Çiller - Erbakan ikilisi için de kullanmıştım. Onlar da devlet olunca ne güzel anlaşmışlardı. Daha önce birbirlerine ağza alınmayacak laflar ettiklerini hemen unuttular. Çünkü artık onları "devlet" yönetiyordu.

Aynı mantıkla Erbakan’ın, devleti ele geçirdikten sonra devleti radikal bir değişime uğratmasının mümkün olmadığını, bu yüzden kendisinden korkulmaması gerektiğini de hep savundum. Şimdi bu dediğime bakarak, "Erbakan’ı bile etkisiz kılabiliyorsa bu devlet, o devlet ne güzeldir" denecek. Denmesin; devlet yalnız onu değil ki, herkesi kendisinden kılıyor. Asıl sorun bu...

14 Ağustos 1999

Deprem ve 28 Şubat Süreci

Marmara Denizinin çevresi 17 Ağustos salı sabahı saat 03.01'de 7.4 şiddetinde bir depremle sarsıldı. Şu ana kadar açıklanan can kaybı 15.000 civarında. Toprak altında 5-6 bin can daha bulunduğu tahmin ediliyor. Yabancı medya, ölü sayısının 40 binler civarında olacağını söylüyor.

İlk gün akşama doğru Yalova’ya ulaştım, annem ve akrabalarımın bir kısmı oradaydı. Kendilerini sağ buldum. İzmit ve Adapazarı’nda bulunan öteki

102

Page 111: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

akrabalarım da sağdılar. Halimize şükrettik. Manzara-i umumiye dehşet vericiydi ve bizim "şükr"ümüz, bir tür bencillik, kurtulmuş olmaktan kaynaklanan bir tür rahatlamışlık rengi taşıyor olabilirdi.

Bütün dünyadan, bütün Türkiye’den inanılmaz bir ilgi ve yardım seli bölgeye akmaya başladı. Devletin anası, babası, ağası, paşası, hacısı, hocası Ankara odaklı yaşayageldikleri için ilk günlerde bu "taşra olayı"na nasıl bir tepki gösterilmesi gerektiğini kestiremediler. Elektrikler, telefonlar, yollar bitmişti. Örneğin Değirmendere kasabasının da bitmiş olduğunu bir amatör kamera sayesinde ancak üçüncü gün öğrenebildik.

Devlet bütün örgütlenmesini "sadece kendi güvenliği" açısından yapagelmiş olduğu için, bu konuda pek çok plan, program ve stratejiyi çok önceden hazır tutabiliyordu. Ama bu kez halkın güvenliği, ihmal kaldırmaz bir biçimde gündeme oturmuştu ve dünyanın depreme en açık bu bölgesini -de- yönettiği varsayılan devlet bir türlü ortaya çıkamıyordu.

Çıkıyordu tabii ki, kambersiz düğün olmazdı, ama yine kendisi baş rolde olmalıydı. Sağlık Bakanı Osman Durmuş "Hastanem de var, doktorum da var, ilacım da var" diyor ve gelen dış yardımları kullanmamakta direniyordu. Daha birkaç ay önce, bir kan kampanyasını, "Yabancılar Türk kanının genetik yapısını deşifre etmek için kullanacaklar bu kampanyayı" diyerek engellemişti. Şimdi de yabancı doktorlar elinde dejenere edilebilirdi Türk insanı. Öte yanda ise, kanlarının değerini bilmeyen basit Türkler(!), Durmuş’a rağmen tesadüfen bölgeye gelebilmiş olan yabancılar eliyle kurtarılmış olan çocuklarını onların kucaklarına veriyor, onlara sarılıyorlardı. Bunların arasında ezeli düşmanımız Yunanlılar bile vardı. Dahası, insanlarımız yeni doğan çocuklarına İspanyol, İsrail isimleri veriyorlardı. (Yasalarımıza göre yasaktır, ama oldu bi kere) Bu arada

103

Page 112: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

başta AKUT olmak üzere bizim gönüllü örgütlerimiz de kendilerinden umulmayan büyük işler yapıyorlardı.

Osman Durmuş’un, Türkleri koruduğu vehmiyle onlara ters düşmesi, onun MHP kökenli olmasıyla ilgili değildir. 3 Eylül gecesi Kanal 7’nin Gölcük’te düzenlediği bir açık oturumda, bir partilisinin ifade ettiği gibi, "konuşmasını bilmiyor oluşu" ile de ilgili değildir. Çünkü iyi konuşan demokratik solcu Başbakanımız Ecevit de, liberal Yılmaz da, hepsinin babası Demirel de Durmuş‘un arkasındaydı. Elbirliğiyle "devlet oldukları için" böyle davranıyorlardı.

İnsanlar kendilerini korumak için yarattıkları dayanışma cephesini genişlettiler. Ama devlet için bu kadar dışlanmak yeterdi. İlk günlerin sersemliği geçer gibi olunca, dokuzuncu gün, ilk tedbirini açıkladı: Yeni vergiler! Bu yolla 540 trilyon toplamayı umuyordu. Oysa halk devleti beklemeden girişmişti bu işe ve öyle umulurdu ki, devletin birkaç yılda toplayabileceği bu parayı bir iki ay içinde toplayabilecekti. Neyse ki, devlet bu işten çabuk caydı. Halk caymadı, özveriyle çalışmayı sürdürdü.

Organizasyon sıfırdı. Kriz Masası denilince aklıma bir tek masa (oda) gelirdi. Stratejik bilgiler orada toplanır, ihtiyaçlar orada belirlenir, yardımlar oradan yönlendirilirdi. Meğer öyle değilmiş, her iş için bir kriz masası varmış. Para yardımı yapacağız, o işe bakan kriz masası şu çadır; eşya yardımına bakan kriz masası öte uçtaki çadır; kurtarma ekibi istiyoruz, bir başka çadıra gideceksin; koruyucu aile olmak istiyorsan, onun kriz masası ayrı… Neredeyse her yirmi çadıra bir kriz masası düşüyor. Bazı kriz masalarında sadece siviller, bazılarında sadece askerler, bazılarında ise hem siviller hem askerler görevli. Polisler kriz masaları arasında mekik dokuyor. Valiler, kaymakamlar, Sivil Savunma görevlileri panik içinde. Kızılay, Çocuk Esirgeme Kurumu, Sosyal Hizmetler Müdürlükleri dökülüyor.

104

Page 113: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Devlet, doğal görevi olan organizasyon işini başaramıyorsa da "bir şeyler" yapmalıydı! Örneğin yardımlar hiç değilse merkez denetiminde yapılmalıydı. İnsanlar devletlerine güvenmedikleri için yardımlarını sivil toplum kuruluşlarına yönlendiriyordu ama, sivil toplum kuruluşlarının iyi niyetli oldukları ne malumdu? Bunların içinde dincisi vardı, komünisti vardı, bölücüsü vardı, siyonisti vardı.

1 Eylül günü, dünya görüşleri itibariyle bir araya gelmeleri akla sığmayan 99 vakıf, dernek, sendika ve birlik ortak bir bildiri yayımlayıp devleti hizaya davet ettiler. Hizaya davet de değil canım; "Biz de varız be devlet baba; gördün işte, bu arada çok da fena işler yapmadık, bize de güven lütfen" dediler. Pabuç "bu lafla" biraz pahalıya kaçar gibi olunca, devlet baba, sivil yüzünü sütre gerisine çekip asker yüzünü gösterdi. Genel Kurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu Kürt, irtica ve fırsatçı tehlikelerine de atıfta bulunarak 28 Şubatın sürdüğünü açıklayıp hepimizi uyardı. Olayın malî yönü de çözülmüştü: Yardımlar "merkez" kanalıyla yapılmalıydı, ayrıca bedelli askerlik yoluyla zaten epey para toplanacaktı.

Kıvrıkoğlu’nun açıklamaları, -düşünmeye yirmi yaşımda başlamışsam- kırk yıldır bildiğim şeylerdi. Ama kırk yıldır bildiklerim bu kez "en az incelikle" dile getiriliyordu. Örneğin, ben Genel Kurmay Başkanı olsaydım, bu ortamda Kürt tehlikesinden biraz daha dikkatli söz ederdim. Çünkü PKK’nın bütün dünya medyasına da yansıyan "silahlı savaşı bırakma" kararı henüz açıklanmıştı. PKK bu tür kararları, evet, daha önce de vermiş ve uygulamamıştı, boş bulunmamamız gerekirdi. Ama bu kez, siyasal konjonktürü izleyen herkesin "ciddiyetle" izlemesi gereken bir karar söz konusu idi. İkincisi, depremle irtica tehlikesini ben bu kadar kabaca bir araya getirmezdim.

105

Page 114: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Kıvrıkoğlu’nun, Türk ordusunun depremin ilk günlerinde geçirdiği paniği ve bu yüzden aldığı eleştirileri bu ezberlenmiş yolla -Kürt ve irtica tehdidiyle- cevaplandırdığını düşündüm. Oysa, böylesine büyük bir felakette, "askerin de insan olduğunu, üstelik depremden en çok etkilenen yörede, Gölcük’te büyük kayıplar verdiğini, ama yine de çabucak toparlanıp bu topluma hizmete koştuğunu" söyleyebilirdi. Yalova‘ya her gidişimde öncelikle jandarmayı aradım oralarda ve buldum. Bizde bu güven varken O niye güven pekiştirme adına PKK’ya, irticaya götürdü işi?

O üst düzeyde düşünüyor. Gerçi hemen anlaşıldı ki, Kıvrıkoğlu bunları söylerken gerekçelerini de elinin altında hazır tutuyormuş. Meğer bir milletvekili "Allah Gölcük’ü batırıp bu askerlere ders verdi" mealinde konuşmuş. Gazeteler bu milletvekilini bulmuşlar. Hiç birisini okumadım. Bir insanın -bir insanın- böyle bir laf etmesi mümkün değildir diye düşünürüm. Böyle birisi gerçekten varsa eğer, onu ciddiye almam, politikamı o laf üzerine oturtmam.

Kıvrıkoğlu’nun beyanatı üzerine, şimdi bir hileye baş vuruyorum:

Öyleyse bu bir muhtıradır bence.

Başka nasıl olur muhtıra?

Orada hükümet dururken, meclis ve diğer sivil kurumlar halen iş başındayken, Genel Kurmay’ın bu sert çıkışı, siyasî otorite boşluğu’nu hissettirmiyor mu size?

12 Eylül’e de sebebiyet veren o teslimiyetçi ve hatta o davetkar siviller, hep aynı familyadandır…

55, 56 ve 57’nci hükümetler, velayet sistemi’ni çok güzel benimsediler.

Bedelli Askerlik bile onların fikri değil. Tıpkı 8 Yıllık Eğitim gibi.

106

Page 115: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Başkomutan biz burdayız, Laik Cumhuriyet için gerekirse bin yıl daha burdayız derken, meclisten biri çıkıp efendim, size gerek yok, asıl biz burdayız niye diyemiyor?

Başkomutan, iyi ki 28 Şubat Süreci’nin devam ettiğini söyledi… Sivil otorite, kim olduğunu, nerede durduğunu bilsin… İcazetli olduğuna iyice aklı keserse, belki boyundan büyük işlere de kalkışmaz...

Hiç bir sivil kurumdan tekzip, tavzih ve en ufak itiraz gelmediğine göre, 28 Şubat Süreci, sahiden devam ediyor demektir.

Bunu Çankaya söyleseydi bile inanmazdık.

Ama asker söylüyor.

İnanmamak mümkün mü?

Tırnak içine aldığım bu sözleri benim söylemem mümkündür. Yıllardır "mertçe" söylediğim şeylerdir bunlar. Ama bu sözler benden değil, Sabah Gazetesinde Rauf Tamer’den neşet etmişlerdir. Nolcek şimdi? Ben Tamer’in hakkını hemen vereyim de sorgu sualden kurtulsun: Nolur nolmaz düşüncesiyle, makalesine "Laik Cumhuriyet adına bir güvencedir bu." diyerek giriyor yazısına. Yani askerin böylesine devreye girmesinden rahatsız ama ne yapsın ki maalesef siviller buna fırsat veriyor!?.. Daha aşağılarda da askere mi sivile mi hak verdiğini arar ama zor bulursunuz. Dediğini mertçe diyemiyor, kıvırtıyor. Köşe yazarı iseniz hem bana okutacaksınız yazınızı hem de bana karşıt düşüncedeki adama. Ben anlamıyorum böyle işleri. Hani satır aralarını okuma işi bile değil bu. Gerçi, devlete, devletin kurumlarına filan karşı geldikleri için durmadan hapse atılanlar da onlar. Ne yapalım, haklarını teslim edelim...

Öteki köşe yazarlarını da okudum. Hiç birisi Kıvrıkoğlu’na en azından "Kardeş, acımız büyük, aramızda asker sivil ayrımı yok, gel şimdi PKK, irtica

107

Page 116: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

sırası değil, yara deprem yarası, ötekiler şurda dura" demiyor, diyemiyor.

Ben bir ara dedim mi demedim mi? Bu toplum üzerindeki tehditler hiç bir zaman bitmez! Rus biterse Yunan, Yunan biterse Kürt, Kürt biterse irtica… Yok yangın, yok sel, yok deprem!... Hepsini de devlet adına mı kullanmamız gerekiyor bu siyasal ve doğal afetlerin?

Devletin Bekası ile ilgili tezlerimize daha ince bir yorum getirmeli değil miyiz?..

Depremin üçüncü gününde Türk bayraklı otomobiller ve onları koruyan "Bıyıklı Türkler" yolumu kesti. Benim arabamı yolun kıyısına alıyorlar, içleri boş bayraklı arabalara yol veriyorlardı. Polis molis hak getire idi. Dayak yemeyi göze alıp, içlerinden birisine "Siz kimsiniz yahu?" diye bağırdım. Bu bağırmama -sanırım asıl yaşıma- bakıp beni de "kendilerinden bir Türk" sandılar ve yolumu açtılar. Arabamda tek başıma, avazım çıktığınca "Ben artık Türk değilim, insan olmak istiyorum!" diye bağırdım.

Sayın yöneticilerim! Siz bir Türk’ün bu acısını bilemediniz, bilemezsiniz! Sonraki günlerde Türk saymadığınız epey insanın epey can kurtardığını sadece bizler gördük... Ve kan hesabı yapmayıp birbirimize sarılışıp ağlaştık...

Eylül 1999

Kafayı Devlet Yönetiyorsa Çözüm Zor

Dün gece TV’de, Türk-Yunan ilişkilerinde depremden sonra ortaya çıkar gibi olan iyimser hava üzerine bir söyleşi vardı. Güneri Civaoğlu, bu notlarda sık sık işlediğim bir konuya ışık tuttuğunu sandığım bir anısını anlattı:

108

Page 117: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Henüz hukuk fakültesi öğrencisi, Akis Dergisinde çalışıyor. Türk-Yunan ilişkileri biraz gergin. (1964 olabilir.) Konu ile ilgili olarak bir "mülakat" yapmak için Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin’ e gidiyor. Erkin, kendisine devlet politikamızı anlatıyor. Bu politika, özetle ödünsüz, katı, yani millî bir politika. Mülakat bitince Civaoğlu’nu birer kadeh viski içmek üzere "limonluğa" davet ediyor. "Seninle şu ana kadar Dışişleri Bakanı sıfatımla konuştum, şimdi beni bu sıfatımdan sıyrılmış halimle dinle" diyerek başlıyor konuşmaya. Biraz önce söylediklerini nakzeden ve dostluk, kardeşlik renkleriyle boyanmış bir Türk-Yunan resmi çiziyor. Sonunda da "Genç dostum, bunu başarmak sizlere düşüyor" diyor.

Civaoğlu, Menderes’le Karamanlis arasındaki bir konuşmadan da söz etti. Karamanlis Menderes’e "Senin adın Meandros’tan gelir, benimki Karaman’dan, anlaşamamamız için bir neden yok, başbaşa kalırsak sorunlarımızı çözeriz" demiş; Menderes de cevaben medyadan kurtulup başbaşa kalmalarının mümkün olmadığını söylemiş. Medyadan kasıt kamuoyu muydu? Yoksa kamuoyu zaten onlar mıydı?

İnsanlarımızın devlet adına konuşurken başka, kendi adlarına konuşurken başka değerlere itibar etmesi bana hep ilginç gelmiştir. Bunu salt bir etik sorunu olarak görmüyorum. Onları böyle "ikiyüzlü" davranmaya iten bir başka üstün güç olmalı diye düşünüyor ve onun adına „devlet ideolojimiz" diyorum.

Bu gücün kamuoylarından kaynaklandığını sanmıyorum. Türkler ve Yunanlılar yüzlerce yıl birlikte yaşamış olduklarını, bu yüzden birbirlerine çok benzediklerini, dolayısıyla da dostça geçinmeleri için asgari koşulların var olduğunu biliyorlar ve böylesi bir dostluğa dünden hazırlar. Sadece benzemek meselesi de değil; birlikte hareket ettiklerinde Ege coğrafyasının, siyasetinin ve ekonomisinin kendilerine ne denli lütufkar

109

Page 118: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

davranacağını da biliyorlar. O halde en dost olması gereken bu iki ülke niye dost olamıyor? Kamuoylarını medya mı saptırıyor? Belki… Civaoğlu, şu Kardak krizi sırasında görüştüğü bir Yunanlı meslekdaşının "Eee, sizde promosyon var, siz gazetelerinizde tencere, tabak, kitap ve ev dağıtıyorsunuz, bu bizde yasak, biz de Kardak mardakla promosyon yapıyoruz" dediğini de anlattı. Ama ben bunun da geçerli bir neden olmadığını düşünüyorum. Kamuoyunu esasen "müstaid" (eğilimli diyelim) olmadığı bir yöne sevkedemez, onu yolundan saptıramazsınız. Yani devlet adamının devlette iken başka, devlet değilken başka düşünüp davranmasını ne kamuoyunun ne de medyanın baskısı ile açıklayabiliyorum.

Sözünü ettiğim üstün güç devlet ideolojimizden kaynaklanıyor. Devlet, insanları "kendisi gibi" düşündürtüyor, sorun bu. Buna, daha genel bir açıklama olsun diye "ulus devlet" ideolojisi denebilir. Fakat ulus devletin bizdeki versiyonunun, kendi tanımını epey aşan bir nitelik taşıdığını savunuyorum. Gerçi bu nottaki örnekler, benzer bir "kapsayıcı-yönetici" ideolojinin, belki derece farkıyla, Yunanlı dostlarımız için de geçerli olduğunu gösteriyor. Eğer böyleyse, Yunanlılarla dost olmamız, ne yazık ki yakın gelecekte mümkün değildir.

Kardak’a bayrak diken Yunanlı dost promosyon peşine değil, kendi devlet ideolojisinin peşine takılmıştı. Etkiye tepki bir yana, ona "Olmaz!" diyen Türk de öyleydi.

Oysa o ideolojilerden -ne kadar mümkünse- soyutlanmış olan biz düz Türkler ve düz Yunanlılar için sorun basitti. "Ulan, Kardak’ın da içine! İster senin olsun ister benim. Ege’de petrol varmış, ikimiz de hâlâ bilmiyoruz ya, (yoksa devletlerimiz biliyor da biz mi bilmiyoruz?), varsa ne güzel, sen fakir ben fakir, gel birlikte çıkaralım şunu, birlikte içelim, rakı ve uzo niyetine!.. Ege’ye bundan böyle ordu konuşlandırmıyorum! Sen oralardan yola çıkacaksın da

110

Page 119: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

İzmir’i bir kez daha işgal edeceksin, olmaz bu. Sen Atatürk’ümün Selanik’ini benim yeniden almak istediğimi hiç duydun mu benden? Peki, her yıl donanmalarımızı Ege’ye salıp dolarlarımızı niye heder ediyoruz?"

"Kıbrıs ikimiz arasında bir gurur (devlet) sorunu oldu. Amacımız oradaki insanların mutlu yaşamaları mı? O halde neyi alıp veremiyoruz? 74’den önce, özür dilerim ama, bizimkiler pek mutlu değildi, kendini bilmezler onları öldürüyordu; boşuna çıkmadı savaş. Kaldı ki, böyle bir savaşı önleme konusunda senin hükümetinin de İngiliz hükümetinin de -İngilizlerle ne ilgisi var bu bizim Kıbrıs‘ımızın kardeş?- taahhüdü vardı. İngilizler yan çizdi, adetleridir. Senin hükümetin faşistti o zaman, anlamadı olup biteni. 1974’den beri iki taraf da mutlu… Yok değiller!? Biz hâlâ mutlu değiliz. Belki siz de mutlu değilsiniz. Sizin kuzeyde evleriniz, ekonomileriniz vardı; tamam gelip alın, ama adam öldürmek yok. Adam öldürenler, yani artık Makarios, Samson filan yok, olmamalı. Bunun için yeni bir düzenleme yapalım. Ama bilin ki biz de insanız. Üstelik, sizin siyasî kültürünüzü tam bilemem ama, bizim siyasî kültürümüzde Kıbrıs‘ın özel bir yeri vardır. Eskilere gitmeye gerek yok. En azından Namık Kemal‘imi hâlâ oralarda ararım ben. Neyse, unutalım bunları. Selanik‘i unutmuş bir toplumun bireyi ile konuşuyorsun."

Sanırım Kardak krizi münasebetiyleydi, bir ara Türk-Yunan ilişkileri üzerine yine böyle ileri geri laflar etmiştim. Anımsadığım kadarıyla, iki ülke arasında somut sorunlar bulunduğunu, bu sorunlar görmezden gelindiğinde dostluğun kurulmasının hayal olduğunu söylemiştim. Bugün de böyle düşünüyorum. Ancak bugün bir adım ileri giderek şöyle de diyorum: İki ülke de devlet ideolojilerini gözden geçirmeli, coğrafyanın ve tarihin ve sosyolojinin ve ekonominin ve siyasetin bahşettiği olanakları değerlendirmeli, ideolojilerine bu iki ülke insanlarını devletlerinin önüne geçirecek bir nitelik kazandırmaya çalışmalıdırlar. Bu lafım Yunanlı

111

Page 120: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

dostlarıma da giderse sevinirim. Ne yazık ki fazla umutlu değilim. Bizleri yöneten ideoloji gözden geçirilmeyi kabul etmiyor.

Yine de, şu son bir ay içinde sivil toplumu simgeler hale gelen AKUT’u ve onun Yunanlı ikizi EMAK’ı ziyadesiyle ciddiye alıyorum. Onlar, milyonlarca insanı "istatistik" hafifliğiyle algılayan bir ideolojiyi, üç-beş insanın canıyla sorguladılar. Niyetleri sorgulamak değildi. Asıl güzeli budur...

24 Eylül 1999

Mehmet Akif Şeriatçi Miydi?

Harp Akademileri yeni eğitim yılına törenlerle girdiler. Törenlerde konuşan komutanlar ülkemizin birlik ve bütünlüğüne yönelik tehlikeler karşısında rehavete kapılmamamız gerektiğini çok "şedid" biçimde dile getirdiler. Gerçekten de, rehavete kapılmamız ihtimali kuvvetliydi. Yani Apo sorunu hiç değilse askeri anlamda çözülür gibi olmuştu, Yunanlılarla dostluk türküleri çağırmaya başlamıştık…

Harp Akademileri Komutanı eğitim yılı boyunca öğrenilecek olanları bir çırpıda özetledi: "Dünyanın en çok iç ve dış düşmana sahip ülkesi Türkiye" idi. Biz bunu Nihal Adsız’ın, oğluna bıraktığı vasiyetten de öğrenmiştik gerçi, ama tehlikenin canlı tutulması gerekiyordu. Akademide Avrupa Birliğine alınmamamızın gerçek nedenlerini, Kıbrıs’ta Yunan görüşünü kabul etmememizin gerekçelerini, Arap aleminin Türk ulusuna niye kin ve nefret duyduğunu öğrenecektik.

"Güzel Türkçemiz" üzerine verilen ilk derste de düşmanlarımızın çokluğunu ve onları "bellememiz" gerektiğini öğrendik. Bu arada Mehmet Akif’i ve

112

Page 121: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

yandaşlarını da bellemeli idik. Arap milliyetçiliğinin alemi yoktu!....

Dersi televizyonda izlerken tüylerim diken diken oldu.

Bizim solcularımız ve sağcılarımız hiçbir zaman derinliği olan bir fikri kaynaktan beslenmediler. Solcularımız millî değerlerimize, sağcılarımız da evrensel değerlere sırt çevirmeyi kendileri açısından yeterli gördüler. Bu yüzden aralarında giderek derinleşen bir uçurum oluştu. Uçurumun iki yakasında idollere, simgelere, sembollere, sloganlara yapışarak yaşamayı sürdürdüler. Mücadele bir bakıma insani değerler arasında değil, mehter müziğiyle enternasyonal, sarkık bıyıkla pala bıyık arasında cereyan ediyordu. Kızıl Sultanla Ulu Hakan arasında cereyan ediyordu. Dini ön plana çıkaran bir kesim bu mücadeleye aynı sığlıkla, ilahiler, türbanlar, sakallarla katıldı.

Sığlık Türk Devlet İdeolojisi tarafından, -fikri kaynaklara ulaşmanın (okumanın, yazmanın, tartışmanın, görüş beyan etmenin) denetim altında tutulması suretiyle- önceden kurgulanmıştı. Kurguyu bozacak hiçbir gelişmeye izin verilmemeliydi. Türk-Kürt silahlı çatışmasının biter gibi, Türk-Yunan dostluğunun başlar gibi, Türk-Avrupa yakınlaşmasının gündeme girer gibi olmasının ardından hukuki ve siyasî yenilenme gelmeliydi elbette. Ama bu, Türk Devlet İdeolojisinin -kendi bekası açısından- izin vermesi mümkün olmayan bir gelişme olurdu.

Devlet ideolojimizin -yaratıldığı değilse de- yeniden yeniden üretildiği eğitim kurumlarının başında askeri okullar, daha önemlisi askeri akademiler gelir. O yüzden, akademi komutanlarının konuşmaları ciddiye alınmalıdır. Üstelik bu konuşmalar emir komuta zinciri içinde yapılır ve Genel Kurmaydan, Millî Güvenlik Kurulundan bağımsız olamazlar.

113

Page 122: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Bugünkü konum, Mehmet Akif değerlendirmesi ile ilgili olacaktı, o minval üzre devam edeyim…

Mehmet Akif bir Arap milliyetçisi değil, en derinlikli Türk milliyetçilerinden birisidir. "Derinlikli" diyorum; sloganlara esir düşmediğini, doğu kültürünü tutaka etmediğini anlatmak için. Ben dersem kimse inanmaz, Hilmi Ziya Ülken’in Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi adlı kitabına başvurarak söyleyeceğim:.

Mehmet Akif vatanseverlikte, yobazlığa hücumda Fikret’le birleşir. Cemalettin Efgani’ye karşı bağnazlığın ayaklanmasına lanet ediyor ve onlara hak vermedense hür düşüncelilere hak vermek doğrudur diyor‘du. (Bu Cemalettin Efgani’yi Ulu Hakan’cılar da Kızıl Sultan’cılar da tanımalı.)

Mehmet Akif’in batıyı "tek dişi kalmış canavar" sayan görüşünü, Onun batı düşmanı, Arap yanlısı, şeriatçi olduğu biçiminde yorumlamak için çok çaba göstermek -ya da slogancı bir tutumla hiç çaba göstermemek- gerekir. Bu anlatım, günün koşulları içinde, çok net bir "antiemperyalizm" anlatımıdır ve doğrudan doğruya Atatürk (Kemalizm değil) kokar. Bu gerçeği, öteki batıcılarımızın da anlamadığını görüyorum.

Neyse… Ben dünyayı -dünyadan bana ne, Türkiye’yi- idollerle kurmanın yanlışlığı, hatta komikliği üzerine konuşuyorum.

Ama önce bir parantez… Bir zamanlar İstiklal Marşımızın okunması güç bir marş olduğu, değiştirilmesi gerektiği üzerine tartışılmıştı. Ben metni ve müziği ayrı ayrı çok seviyordum, fakat ikisi arasında bir uyum bulunmadığını düşünüyordum. "O be!-Nim milletimin…" yerine "O benim milletimin…" denebilsin istiyordum. Bugün de metin ve müzik değiştirilmeden böylesi bir uyum nasıl yaratılır, yaratılamazsa çözüm nedir konusunda bilgili insanları dinlemeye hazırım. 1974

114

Page 123: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

yılında, Ağrı’nın Hamur İlçesinde Ali Faik Cihan adlı bir hakime rastlamıştım. Millî bir bayram günüydü; okul bahçesine dizilmiş çocuklar İstiklal Marşımızı içine ederek okumuşlardı ve hakim arkadaş çocukları anlayışla karşılayıp marşımızı yüksek sesle eleştirmişti. Sosyalist Türkiye adlı bir kitap yazdığı için oraya sürgün gönderilmişti, yani netameli bir adamdı. Herkes "cık cık cık" edip susmuştu. Mülkiye müfettişiydim, kendisine hak vermiştim. Demem o ki, marşımızın "revize edilmesi" gerektiğini epeydir düşünüyorum. Türker Alkan, İstiklal marşımızı "şiir olarak" da yetersiz buluyor, olabilir; şiirden anlamam, ama bu şiiri seviyorum. Evet, içinde batı düşmanlığı değil, antiemperyalizm buluyorum. Yani Atatürkçülük buluyorum, kemalizm değil. Parantez kapandı.

Şimdi parantez içi komikliği özgürlüğüne kavuşturuyorum: Ali Faik Cihan’ın bundan yirmibeş yıl önce yaptığı saptamanın, "daha millî" bir saptama olduğunu düşünemez miyiz? Peki, Ali Faik Cihan çoktan kayboldu, ben yarın Paşaya güvenip ortaya çıksam ve "Böyle de millî marş mı olurmuş, şairi de zaten Arap milliyetçisiydi, biz milliyetçiler bu tür adamları "bellemeliyiz" desem, halim nicolur? Karşıma "Vay hain vay" diyerek çıkılır mı çıkılmaz mı? Biz niye, bize ezberletilen "millî"leri dahi savunurken "gayrımillî" oluyoruz da bazı insanlar hep "millî" olarak kalabiliyorlar? Benim bunu anlamam mümkün değildir.

Mehmet Akif’ten Namık Kemal’e gideceğim…

Tarihi, "o gün tartıştığımız" noktasında dondurmak ve onu güncelin içinden bakarak dondurulmuş haliyle yargılamak bizim pek sevdiğimiz yanlış bir yöntemdir. Şimdi bu yanlışa düşmemeye çalışarak sürdüreceğim tartışmamı... Namık Kemal bizim "en millî" şairlerimizden birisidir. Şairliğinin yanında fikir adamlığı da vardı. Bilinir, fakat ben yine Hilmi Ziya Ülken’in tanıklığıyla ifade edeyim ki, Namık Kemal ve Ziya Paşa,

115

Page 124: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Yeni Osmanlı Devletinde şeriata dayanılmasını istiyorlar ve fıkhı savunuyorlardı. Medreseli Ali Suavi ise laiklikten, dahası Türkçe ibadetten dem vuruyordu...

Nolcek şimdi? Namık Kemal, bugünkü tanımı ile şeriatçı mı oluverdi? Haa, bu büyük insanların -içeriği o aşamada henüz belirgin değil gerçi- meşrutiyet için, hürriyet için giriştikleri çabaları, çektikleri acıları yok mu sayacağız?

Yeri mi değil mi bilmem, birden aklıma Lütfi Fikri Bey’in 1904-1913 yıllarını kapsayan günlüğü geldi. Lütfi Fikri Bey ikinci meşrutiyetin mebuslarından. Muhalif olmadığı dönem ve konu yok. Mülkiye 1890 mezunu. Vizyonu fazla geniş değil, sadece inandığını söylemek isteyen bir adam. Ahrar Fırkasına, Prens Sabahattin’e, sonra Hürriyet İtilaf Fırkasına, daha sonra Millet Meclisindeki İkinci Gruba yakın. Saltanat ve hilafet yanlısı, ama aynı zamanda meşrutiyet ve özgürlük yanlısı. Şimdi ben bu adamı doğrudan vatan haini ya da gerici mi sayacağım?

İnsanları, insanlığın gelişmesi süreci içindeki rolleriyle değerlendirmeli. Namık Kemal de, Ali Suavi de, diyelim ki Lütfi Fikri Bey de Türk insanına mutlu bir gelecek yaratma kavgası içinde idiler. Mehmet Akif de öyleydi. Onların doğrularını yanlışlarını sadece sloganlar düzeyinde ve sadece "kendi doğrularınızı" kanıtlamak için kullanamazsınız.

Bugün Türkiye’yi yöneten anlayış, Akif’in -herbiri antiemperyalizm ve insan kokan dizelerini alıp bana "bu adam Arap milliyetçisiydi, şeriatçıydı" demesin! Yaralanırım! Evet, alın Safahat’ı okuyun! Buram buram Türk insanı kokar! Ötesi var, Akif bir müslüman sosyalistiydi. Allah’tan bu lafı da ben demedim, Ülken dedi! Işımer Paşa, Akif’in bu özelliğini bildiği için onu Türk milliyetçisi saymıyorsa mesele yoktur!

116

Page 125: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Benim yaralanmam önemli değildir. Ordu, esasen geniş olan toplumsal desteğini daha da geniş bir kesime yayma şansını yakaladığı en uygun koşulları, iki generalinin ağızlarına kurban ediveriyor, asıl buna yanarım. Yanarım ya, bunu doğal bir gelişme olarak da karşılarım. Bu generaller, yarın sırasıyla benim Genel Kurmay Başkanlarım olacaklardır, bu çıkışları o makama aday olduklarını gösterir. Kendi açılarından haklıdırlar, çünkü devlet ideolojisini yok sayarak o makamlara gelinebilmesi mümkün değildir.

Olan, bu arada Mehmet Akif’e ve benim güzelim İstiklal Marşıma olmuştur, ne yapalım...

Ekim 1999

Düşünce Suçlusu Dosta Nasıl Sahip Çıkılır?

Hasan Celal Güzel, Türk Silahlı Kuvvetlerine, Cumhurbaşkanına ve devlete hakaret suçlarından mahkum olmuş, hapse girecekmiş. Bürokrasinin en üst noktasına kadar çıkabilmiş, siyasette etkin bir rol oynamış, ayrıca parti kurmuş bir kişidir. Böyle bir kişinin orduya, cumhurbaşkanına, devlete hakaretten mahkum edilmiş olmasını yorumlamak hem pek zor hem de pek kolaydır. Benzeri örnekleri yaşayagelmişizdir.

Devlet, kendisine kimin hakaret ettiğini, hayır, günün birinde hakaret edeceğini, o kişi daha anasının karnında iken bilir. Bu çocuk -ona böyle hitap edebilirim, Mülkiyeden ağabeyi sayılırım- bunu niye geç vakit bildi? Hasan Celal, kimi eleştirdiğini geç vakit farketti de ondan!… Bence doğru yolu buldu, onunla birlikte ben de hapisteyim artık!

Hasan Celal’in, öteki partilerde devlete hizmete devam eden mektep ve siyaset arkadaşları, Adalet Bakanına gidip Güzel’in bu ülkeye yıllarca büyük

117

Page 126: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

hizmetlerde bulunduğunu anımsatmışlar ve düşünce suçu işlediği için cezalandırıldı, yargı kararına bir şey demiyoruz, ancak sağlık durumu iyi değil, cezaevlerinde daha önce bazı kişilere sağlanan imkanların Güzel’e de sağlanması iyi olur demişler.

Yargı kararına bir şey demeyen adamlar, belli oluyor ki (belli oluyor mu?) yargı kararının bu ülkeye büyük hizmetler vermiş olan insanları mahkum ettiğini kabul ediyorlar. Ne güzel! Bu memleketin hakimleri, savcıları da yıllardır şikayetçiler bu durumdan. Çoğunluğu, içleri kan ağlaya ağlaya veriyor o kararları; çünkü "kanunun lafzı" çok açık; aksi halde Yargıtaydan dönüyor kararları ve terfi edemiyorlar. Yargıtay Başkanı Selçuk da dile getiriyor bunu ama vatan haini sayılıveriyor, ayrıca kendi savcısı Vural Savaş vatansever.

Celal Güzel’in arkadaşları! Siz değil misiniz o kanunları değiştirmeleri beklenen vatan sahipleri? Göreviniz Hasan Celal’i "bazı kişilere sağlanan imkanlara" kavuşturmaktan mı ibaret?

Devlet yönetmiş ve yönetmekte olan insanlarımız, ülkeye hizmet ettiğine inandıkları bir arkadaşlarını (Allah'tan O ‘bir arkadaş’, düz vatandaş değil) "Düşünce suçu işledi, yargı kararına diyeceğimiz yok, ama usturuplu uygulansın cezası" deme fakirliğini gösterebiliyor.

Bugün Avrupa Birliğine aday olduk, rastlantıya bakın! Yaa, işte böyle aday olduk Avrupa’ya! Bunlara rağmen aday olduk!…

Laf buraya gelince şunu da söylemeliyim: Benim toplumum, gözü batıda olan bir toplumdur. Batı sözcüğünü "çağdaşlık" anlamında kullanıyorum, isterseniz buna Atatürkçülük de diyebilirsiniz. Önümüzdeki engel, Kemalizm diye özetlenebilecek olan, hani demin bir örneğini daha verdiğim kalıpçı,

118

Page 127: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

dondurucu, hapsedici, "Eh, ne yapalım, düzen böyle kurulmuş"çu anlayıştır.

Engel aşılacaktır, aşılmak üzeredir. Biz, birisi sağcı, birisi solcu sayılan iki liderimizin, Demirel’le Ecevit’in, yıllar önceki direnmelerini bizzat kendilerine kırdırtarak Avrupalı oluyoruz. Çağdaş oluyoruz, olacağız…

Amacımız salt Avrupalı olmak değildir. Amacımız insanca yaşamak ve yaşatmaktır ve bu yolda Avrupa'ya da öğreteceğimiz çok şeyimiz vardır.

11 Aralık 1999

Mülkiye Eğitiminin Kıymet-i Harbiyesi

Epey sonraki yıllarda öğrendim ki, bize lise çağlarımızda öğretilen fizik, 1900’lerden itibaren bütünüyle değişmeye yüz tutmuş. Newton fiziğinin determinist anlayışı altüst olmuş. Bize sadece adı öğretilen Einstein bu yeni anlayışın doğmasına katkıda bulunmuş bulunmasına, velakin o bile "Tanrı zar atmaz" diyerek bu yeni anlayışa karşı çıkmış.Yeni yeni fizikçiler türemiş. Meğer dünya (evren) o kadar da kolay bilinemezmiş. Kuantum fiziği böyle diyormuş. Tanrı -galiba- zar atarak yaratmış bu evreni...

Benim lise hocalarım bu gelişmelerden habersiz mi idiler?

Yüzyılın başında, Newton’un determinist fiziğini, biraz daha genel konuşalım, "bilim"i tümden dışlayan bir dünya-evren algılamamız vardı. Cumhuriyetin kuruluş yıllarına geldiğimizde aynı anlayış devam ediyordu. Millî mücadeleyi başarmanın, yeni bir ulus yaratmanın, yeni bir devlet kurmanın, Cumhuriyet ilan etmenin, ardından devrimleri gerçekleştirmenin tek yolu bilime -bilimin katı determinizmine- bağlanmaktı. Sorunumuz somuttu ve çözüm için somut reçeteler gerekirdi. Determinist olmayan bir dünya ve evren

119

Page 128: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

anlayışı, eldeki somut sorunu çözmeye yetmezdi, sorunumuzu sulandırabilirdi.

O yüzden, evren açıklaması 1900’lerden itibaren indeterminist bir doğrultuda gelişedursun, biz pozitivist -bilimsel kesinliği baş tacı eden- bir anlayışa bağlanmak zorundaydık. Pozitivizm, deney ve gözlem dışında kalan, ölçülemeyen hiçbir sebep-sonuç ilişkisini kabul etmiyordu. Bu haliyle yeni bir din ve yeni bir ahlâk anlayışı, özetle bizim toplumumuz için yeni mutluluk vaadleri getiriyordu. O halde ona sımsıkı sarılınmalı idi.

"Batıl" inançlarla mücadele edebilmek için bilinemez bir dünya açıklaması yerine kesinkes bilinir bir dünya açıklaması gerekiyordu. Bu durumda yeni kuantum fiziğinin indeterminist dünyası ihmal edilmeliydi. Geleceğimiz pozitivizmin kesin açıklamalarına dayandırılmalı idi.

Olayın felsefi derinliği de vardı elbet. Aristo mantığı, yaptığımız seçimi destekliyordu. Bir şey aynı zamanda iki şey olamazdı, aynı anda iki ayrı yerde bulunamazdı, hem bu- hem o olamazdı. Ya ak ya kara vardı... Doğru ve yanlış, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, gerçek ve batıl vardı...

"Ölüşüm" ve oluşum halindeki bir toplumun ya ölüm-ya kalım yolunu seçmesi çok doğaldı. Tanzimat, Meşrutiyetler ve Cumhuriyet kuşakları "kesin gerçek" peşinde koşmak zorunda idiler. Yeni Osmanlıların, Jön Türklerin, İttihat Terakkicilerin, Cumhuriyet aydınlarının August Comte "dinini" benimsemeleri, çoğunun Benjamin Constant, Le Play, Edmond Demolins gibi "kesinci" düşünce ve eylem adamlarını okuyup örnek almaları bir rastlantı değildi. Hayatta en hakiki mürşit ilim olmalıydı.

Pozitivizme bu denli bağlı olmamızın mantığını vermeye çalıştım.

120

Page 129: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Bu mantık, bana, hiç değilse 1950’lere kadar geçerli bir mantık gibi görünüyor. Ama son elli yıl, yani artık Cumhuriyet kurulduktan, devrimler yerine oturduktan, ölüm tehlikesi büyük ölçüde ortadan kalktıktan sonra da devam etmesini anlamakta zorlanıyorum. Fakat durum hâlâ bu ise, o zaman oturup derin derin düşünmemiz gerekiyor.

Şunu seziyorum: Pozitivist dünya açıklaması, sonraki yıllarda da, bizim bireysel ve toplumsal dinamizmimizi öylesine esir aldı ki, bizler artık verili bilim dışında hiçbir şeyi merak etmeyen, soru sormayı gereksiz sayan, zaten var olan kesin cevapları da zaten bilen, değilse de bir bilen üstada danışan insanlar haline geldik. Üstad bazen şeyh oldu, bazen falanca TV kanalı oldu, bazen de partimizin başkanı oldu... Ve biz kaybolduk!...

Niye soru soracaksınız ki? Zaten her şey, siz bilmeseniz de biliniyor. Sizin yeni yeni bilgiler, tezler, görüşler icad etmenize, beyninizi ayrıca yormanıza gerek yok! Dahası, böyle bir çaba, mutlak doğruları kurcalayıp dejenere ettiğiniz anlamına da gelebilir ki bayağı tehlikelidir. Susacaksınız, size öğretilenleri ezberleyeceksiniz. İyice sıkışırsanız hemen bir üstada koşacaksınız. Bu yöntem sadece pozitif bilimler için değil, hatta daha çok sosyal bilimler için, hatta hatta din için bile geçerlidir. Sorgulama, eleştirme yasaktır!...

İçtihat kapılarını açmak üzere yola çıkmış olan bir anlayış, (Tanzimat-Cumhuriyet çizgisi) artık kendi dışına kapı kapayacak kadar güçlenmiştir.

Bana dram gibi görünen bu ciddi çelişkiye günlük yaşamımızda sık sık tanık oluyoruz. Ya ak olanı seçmeliyiz ya da kara olanı; arada başka seçenek -gri bile- göremez oldu beyinlerimiz. Eleştirdiğin, savunduğun kişi, kurum ya da durumu, bir başka bağlamda rahatlıkla eleştiremez, savunamazsın. Yani

121

Page 130: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

akın içinde kara, karanın içinde ak göremezsin! Öteki renkler hepten ayrıntıdır, ha var ha yokturlar.

Özür dilerim, yazının başlığına yenice geliyorum: Mülkiyede aldığımız eğitimin mantığı da bu anlayış üzerine mi kurulmuştu? Sanırım ana hatları itibariyle öyleydi...

Ama yıllar ilerledikçe ve diğer eğitim kurumlarından feyz almış olanları daha yakından tanıdıkça bu saptamamı "revize" ettim. Mülkiye, öteki eğitim kurumlarına kıyasla, biraz daha geniş açılı bir eğitim veriyordu, farklı görüşlere biraz daha hoşgörülü idi. Dolayısıyla, yetiştirdiği insanlar hayat içinde daha "ihatalı" (kavrayışlı) olabiliyorlardı. Ama bu, onlarla ötekiler arasında bir nitelik değil, sadece bir nicelik farkı olarak beliriyordu. Bunun nedenini tam olarak kestirebilmiş değilim. Şimdi birkaç açıklama girişiminde bulunacağım:

İlk açıklamam, okulumu öteki okullardan üstün görme içgüdümle ilgili olmalıdır.

Bir başka açıklama, Mülkiyenin batılılaşma hareketlerimize denk düşen kuruluş tarihi ile ilgili olmalıdır. Bu noktada bir çelişkiye düşmek istemem. Çünkü daha önce dediğim gibi, bizim batılı olma çabalarımız pozitivizmin, yani "katı bilimciliğin" tam da göbeğinde yeşermiştir. Böyle olunca, eğitim sistemimizde eleştirdiğim sorgusuz sualsiz kabullenme eğiliminin Mülkiye için öncelikle geçerli olması gerekir.

Mülkiyenin böylesi bir katı özü içinde hâlâ barındırdığını düşünüyorum. Ama, 19. Yüzyılın son çeyreği ile 20. Yüzyılın ilk çeyreği, bizim açımızdan, sıkısıkıya kapatılmış olan "İçtihat Kapılarının" da zorlandığı yıllardır. Mülkiye, böyle bir ilerici potansiyel içinde de rol almıştı ve onu kendi içinde yaşatmak durumundaydı. Özetle, Tanzimatla başlayıp

122

Page 131: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Cumhuriyetle devam eden ve sosyolojik anlamda devrimci sayılması gereken bir anlayışın içine doğmuştu.

Çizmeye çalıştığım bu genel resim, aynı tarihsel ortamda kurulmuş olan Mühendis ve Tıbbiye Mektepleri ile Harbiye, hatta Sanayii Nefise Mektebi için de geçerli olmalıdır. Ancak, Boğaziçi ve Ortadoğu Teknik Üniversitesini bu resme dahil edemiyorum. Onlar, batılılaşma çabalarımızın değil, batının Yeni Dünyada aranmaya başlandığı dönemin birer ürünü olarak görünüyorlar bana. Bu saptamam, kesinlikle bir eleştiri niteliği taşımıyor elbette...

Bir açıklama da Hocalarımız olabilir!... Tahsin Bekir Balta'dan Bahri Savcı'ya, Yavuz Abadan'dan Sadun Aren'e, Kemal Fikret Arık'tan İbrahim Yasa'ya, Halil İnalcık'tan Nurettin Sevin'e, Hamit Sadi Selek'ten Burhan Köni'ye, Seha Meray’dan Turan Güneş’e, Fehmi Yavuz’dan Arif Payaslıoğlu’na uzanan bir "Hocalar Manzumesi" idi Mülkiye. Onlar bize kanun maddesi, ekonomi kuralı ezberletmediler. Bazı hocalarımın hangi derse girdiğini bile anımsamakta zaman zaman zorlanırım. Ama o hocanın adı anılır anılmaz önüme bir ufuk açılır. Bir hayat görüşü, bir hayat düsturudur gördüğüm. Düşünmeye, sorgulamaya açılmış bir yoldur önümde gördüğüm. Bu tür bir zenginlik belki bizim için hoş bir rastlantı idi, bilemem.

Aklıma şunlar da geliyor: Örneğin, kamu kesiminde görev almış olan Mülkiyelileri -ve o resme dahil ettiğim öteki mekteplileri- katı eğitim sistemimizin öğretilerini daha kolay hazmeder halde görüyorum. Onlar daha kestirmeden, (ak-kara kestirmesinden) gidebiliyorlar; ülkeyi daha kolay "kurtarabiliyorlar"; sorgulamalara karşı daha az hoşgörülüler. Ola ki, geleneksel öğreti kamu kesiminde daha rahat at koşturmaya devam edebiliyor. Oysa özel kesimde görev almış olanlar geniş düşünmeyi, alçak gönüllü olmayı, soru sormayı, cevap aramayı ve cevap vermeyi daha iyi beceriyorlar. Bu da

123

Page 132: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

belki, hani o demin eleştirmediğimi söylediğim Yeni Dünyalılar’ın etkisiyle oluyordur.

Sorularım ve cevaplarım bitmiyor. Demek ki açıklamalarım yeterli değil; demek ki bir olguyu birkaç nedene indirgeyerek açıklamak mümkün değil...

Ama ben Mülkiyemi, cevaplarını bulamamış olsam da, bana bu tür soruları sormayı öğrettiği için giderek daha çok seviyorum...

10 Kasım 2001

Devlet Sloganları

Devlet, her işi kendi işi saydırmak, kendisini kafalardan sildirmemek için her yolu deniyor.

Ormanların tepelerinde "Orman yurdun süsüdür", "Ormanı sev, ağacı koru", "Ormanı bekçi değil, sevgi korur" uyarıları... Vapur iskelesinde "En iyi teknoloji, çevreyi en az kirletendir" vecizesi...Bir başka köşede "Vergi kaçırmak geleceği çalmaktır."... Şu da güzel: "Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır." Vapurun içinde, orayla ne ilgisi varsa, "Ülkemi seviyorum, vergimi ödüyorum..." Mecidiyeköy meydanında Emniyet Müdürlüğü imzalı kocaman bir bez afiş, "Çocuklar geleceğimizdir, onlara dikkat edelim." Çevre yolunda "Biz temizledik, siz koruyun" ihtarı var. Selimiye mahallesi muhtarlığı durur mu? Her sokağın başına gül (!?) kondurmuş: "Çevre temizliği, insan sağlığıdır." Şairliğe özenen kamucular da var: Beşiktaş iskelesinin karşısında, otobüslerin, minibüslerin, dolmuş taksilerin fink attığı beş metrekarelik bir alanda kendisine nasılsa boş bir yer bulup yeşerebilmiş iki tutam otun arasında "Eğer şu gördüğüm yeşil ağaçlar ve mavi denizler rüyaysa, uyanmak istemiyorum." Siyasî partiler de artık böyle tepeden, böyle kestirmeden konuşuyorlar. CHP Kadıköy örgütü, yolları "İnsanları vatanımız kadar

124

Page 133: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

seviyoruz" flamalarıyla kesmiş... Bu MHP’nin "Ya sev, ya terket"ine nazire olsa gerek...

Cumhuriyetin ilk yıllarında kullanılan devlet sloganları çok daha rafine, çok daha ince idi. "Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için", "Halka rağmen halk için.", "Köylü efendimizdir... " Niyetim, bu kitapta asıl onları eleştirmektir. Çünkü onlar yönetim ideolojimizi çok net bir biçimde veriyorlar. Ama veriyorlar. Şimdikiler bir dünya görüşünden bile yoksun, estetik şöyle dursun...

Bizi yönetenler bizi saf mı sanıyor? Ancak böyle basit, ruhsuz, incelikten yoksun, kaba sloganlarla mı eğitileceğimizi düşünüyor? Hayır, verilmek istenen asıl mesaj şu:

- Biz beri yandayız, siz öte yanda!.. Ağacı, çevreyi, çocuğunuzu sevip sevmeyeceğinize biz bu yandakiler karar veririz, sizi biz yönetiriz.

- Dikkat edin, yolu temizlemiş filan değiliz, ortalığı pislik götürüyor, bu gibi işler için vergi ödediğinizi sanıyorsunuz ya, boşverin, yolu temiz tutmak sizin göreviniz...

- Çocuklarınızı eğitmeniz için yeterli olanakların sağlanmadığını düşünüyorsunuz, değil mi? Bırakın bu yaveleri, çocuklar geleceğimizdir, onları sevin...

- Ormanlar, ağaçlar bizimdir, sevin... Vergileri devlet iş yapsın diye ödemiyorsunuz ki, ülkenizi seviyorsunuz da onun için ödüyorsunuz, üstelik vergi ödemek kutsal bir görevdir, ötesini karıştırmayın, görevinizi yapın.

Ben bıktım doğrusu böyle yönetilmekten.

15 Ağustos 1995

125

Page 134: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet126

Page 135: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

DEVLETİMİN BÜROKRASİSİ

ve BÜROKRATLARI

Devletin Valileri

1840’larda Knidos’tan, Bodrum’dan, Efes’ten, şurdan burdan British Museum’a Vali ve Padişah onaylarıyla tarihi eser gönderilmiş. Onay verenler o tarihte insanlık gösterisi mi yapıyorlardı? Politik çıkarları için mi böyle davranmaları gerekiyordu? Yoksa hepten dar görüşlü mü idiler? Van Vali yardımcısı iken "Ben olsaydım, bu Akdamar adasını bir gecede yakıp yıkardım da Ermeniler her yıl akın akın buralara gelip propagandalarını yürütemezlerdi" diye vatanseverlik taslayan meslekdaşıma ne buyrulur? Bu arkadaşım, sosyolog İsmail Beşikçi’yi kaymakamı bulunduğu ilçeye sokmamış olmakla da övünür. Beşikçi, orada bir toplumsal araştırma yapacakmış. Yasalar Beşikçi’yi suçlu gösteriyor, yıllardır hapislerdedir, layığını buldu diyelim. Ama arkadaşım haklı mı çıktı? Galiba evet! O, benim gibi re’sen emekli edilmiş olmasına rağmen tekrar tekrar valilik yaptı bu memlekette.

Benim eski meslekdaşlar bir araya gelince hemen valilik anılarını anlatmaya başlarlar. Vali yardımcıları, kaymakamlar, mülkiye müfettişleri genellikle dinlerler; sadece yaşlı olanları arada sırada söze karışırlar.

Merkez valilerinin hepsi de merkeze haksız olarak alınmış olurlar. "Devletin valisi" olmasalarmış, politika yapsalarmış hâlâ görev başında bulunuyor olurlarmış. Bir arkadaşım, bu önemli gerçeği daha merkeze alınmazdan önce Başbakana da söylediğini anlatıyor.

127

Page 136: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Devletin valisi olduğunu kanıtlamak için demiş ki: "Sayın Başbakanım, ben 27 Mayıs yönetimince kaymakam yapıldım, kararnamemde o yönetimin imzası var. 12 Mart döneminde mülkiye müfettişi oldum. Valiliğimi ise 12 Eylül yönetimi zamanında kazandım. Ben partici değilim, tarafsızım, devlet taraflısıyım."

Nasıl da inanarak anlatıyor bunları. Devleti, demokrasinin askıya alındığı dönemlerle ne de güzel özdeşleştiriyor. Onu "terfi" ettiren o dönemlerde kaç meslekdaşının işten atıldığını, kaç vatandaşına acılar çektirildiğini hiç sorgulamıyor. O anda orada, örneğin 1402’lik arkadaşlarımızdan hiç birisi yok, ama en azından ben varım. 12 Eylül yönetimi tarafından re’sen emekli edilmiş 33 vali arkadaşından birisiyim onun. O ise özellikle bana anlatıyor; dünyanın farkında değil, gerçekten iyi niyetli. Gerçekten devlet yanlısı!...

Bir arkadaşım bir vali örneği verdi: Seçimler bitmiş, milletvekilliğini kazananlar sayın valiye nezaket ziyaretinde bulunmak istemişler. Vali, "Akşam üzeri gelsinler" demiş. Özel kalem müdürü, "Efendim, Ankara’ya gideceklermiş, o yüzden mümkünse sabah erken ziyaret etmek istiyorlar" deyince, vali "Ne yani, bu adamların Ankara’da yapacakları iş o kadar önemli mi, bir gün sonra gitsinler" deyivermiş.

Politikacıya ödün vermeme, yuları kaptırmama adına bu tür yiğitlikleri çoğumuz yaptık. Demokrasi, sevmediğimiz cahil insanları Ankara’ya gönderiyor diye için için hırslanıyoruz. Vali, kaymakam olarak adamcağızlardan böyle öç alıyoruz. Ne kadar parti dışı, politika dışı ve doğal olarak ne kadar "devlet-içi" yöneticiler olduğumuzu kanıtlamak için de böyle yerli yersiz çıkışlar yapıyoruz. Bu nedenle o sayın valiyi çok iyi anlıyorum. Ara dönemlerin valisi gibi hem particilik yapıp hem de merkeze alınmasına kılıf hazırlamıyor. Yaptığı, onun dünya görüşünün, devlet anlayışının doğal bir sonucu. Atatürk'ü değil kemalizmi izliyor. Osmanlılığı

128

Page 137: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

sürdürüyor, tek partinin valisi zannediyor kendisini; hatası bu kadar.

Ben de, 1968-1970 yılları arasında Maraş’ın Göksun ilçesinde kaymakamlık yapıyor iken, Maraş Milletvekili Enver Kaplan’a kızmış ve Valim Necmettin Karaduman’a giderek "Beyefendi, bu adam bir daha benim makamıma gelirse kendisini pencereden atarım" demiştim. Adamcağızın istediği, Törpüzek Çayı üzerine yapılan küçük köprünün, köylerine biraz daha yakın bir konuma kurulmasıydı. Konu üzerinde çalışmıştı; elinde haritalarla, krokilerle sık sık bana geliyor, beni ikna etmeye çalışıyordu. Bense direndikçe direniyordum. Demek, o zamanlar yine de güçlüymüşüz, yetkiliymişiz. Köprü yeri belirlemek bir yana, bacak kadar boyumuzla pencereden adam atma tehditlerine kadar vardırabiliyormuşuz işi. Necmettin Bey babacanca gülümsemişti, ne yapsın? Göksun’da, komünistlik yaptığım için çok şikayet edildim, soruşturma geçirdim, ama Enver Kaplan’dan hiçbir zarar görmedim. Beni bağışlasın. Suç benim değildi...O günlerde, benden epey yaşlı olan Bilecik Valisi de kendi milletvekiline böyle bir söz söylemiş, hatta galiba pencereden atma girişiminde de bulunmuştu ve ben ona özeniyordum. İdare kültürümüz kuşaktan kuşağa böyle aktarılıyordu.

Ama yine aynı günlerde, bir özel sohbette Necmettin Bey’e günah çıkarttığımı da anımsıyorum doğrusu. "Ben bu demokrasiye alışamadım" demiştim. Osmanlı’ya daha yakındım. Hatalarımı görüyor ama düzeltemiyordum. Devleti temsil ediyordum ve devlet o hataları işlemeliydi sanki!

Gerçi, arkadaşlarımdan biraz farklı görüyorum kendimi. Merkeze alındığım zaman, Danıştay’a dava açanları kınadım, "Canım, bırakın da siyasal iktidar artık hiç değilse çalışacağı valiyi kendisi seçebilsin" diyordum.

129

Page 138: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Bir başka merkez valisi arkadaşım eylemli valilik günlerini anlatıyor: Ramazanda Sovyetlerle mülakata gitmiş. Yedi kişilik grupta üç oruçlu, dört oruçsuz varmış. "Ben demokratım, size karışmam, ben orada yiyip içmeyeceğim, ama siz bildiğinizi yapın" demiş oruçsuzlara ve devam etmiş: "Ama Ruslar (O böyle diyor) ‘Yahu bu nasıl iş, yarınız oruçlu, yarınız oruçsuz, bu nasıl müslümanlık?’ diye sorarlarsa buna ben cevap vermem, oruçsuzlar cevap versin" diye eklemiş. Oruçsuz bir albay, (meğer o da oruç tutarmış da o gün seferi olduğu için tutmamış) "Öyle şey olmaz sayın valim" demiş, "millî birlik adına biz de oruçlu gibi davranacağız."

Pardon... 1972 yılında, Posof sınır kapısında ben de bir mülakata katılmıştım. Hanak Kaymakamıydım. Valimiz Orhan Erbuğ’du. Grupta Ardahan ve Posof Kaymakamları ile epey subay vardı. Orada tanık olduğum gaflar daha farklıydı ama gaftı işte. Bir üsteğmenimiz, mülakatı bırakıp tercümanımız Beyaz Rus Aylin’i ağaç altlarına götürmeye yeltenmişti. Sovyet görevlileri, -ev sahibi bizdik- sunduğumuz yemekleri, meyveleri, içkileri methedip valiye teşekkür ettikçe "adamlar aç valla, nasıl da saldırdılar sofraya, bunlarda yiyecek bile devlet kontrolünde, özgürlük başka canım" diyerek onlara acımıştık. Tombik bir subayımız, bir ara denk getirip, Kore’de komünistlere karşı nasıl kahramanca savaştığımızı anlatmaya koyulmuştu. Sovyet komiseri, -albaydı- "Askerlik vatan savunması söz konusu olduğunda kutsaldır, aksi halde asker olmaktan utanırım" diye bağırmıştı.

Yeni evliydim. O gün yaşadıklarım, gecenin bir vaktinde eve geldiğimde beni karımın huzurunda hüngür hüngür ağlatmıştı. Sovyet görevlilerinin herbirimize ayrı ayrı armağan ettiği votkalar açıkgöz toklar tarafından kapışılmıştı. İçkiyi seven ben hiçbir şey kapamamıştım. O gece, biraz da buna mı ağlamıştım, şimdi bilemem.

130

Page 139: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Temmuz 1989

İlginç Vali Örnekleri

Bir arkadaşım Vali Yardımcılığı günlerini anlattı; tatlı da anlatıyor...

Valisi, vilayete geliş gidişlerinde tüm vali yardımcılarının kendisini kapıda karşılayıp uğurlamalarını istermiş. Sabah akşam sıra sıra dizilip valiye "arz-ı ubudiyet" eylerlermiş. (Neredeyse "ayniyle vaki" bir öyküyü bir başka arkadaşımdan bir başka ilde bir başka vali için de dinlemiştim. İki valiyi de tanıyorum.) Cumartesi pazar günleri de evine çağırırmış.

"Giderdik, bizi salona alırlardı, bekle Allah bekle, vali görünmezdi" diyor.

"Görevliye söylerdik, git vali beye geldiğimizi bildir..."

"Söyledim efendim, gelecek..."

Vali Bey neden sonra gelirmiş. "Ben niye çağırmıştım sizi yahu, neyse şimdi gidin, tekrar çağırırım" der onları geri gönderirmiş. Bir üç derken, bizim arkadaşın canına tak etmiş; bir gün gidip, "Sayın Valim, tatil günü çağırıyorsunuz, ben fazla mesai istiyorum" demiş. Vali, "Ne yani, ben tatil günü çalışmıyor muyum, ben fazla mesai alıyor muyum?" diye kızmış. Arkadaşım, "Efendim siz valisiniz, biz memuruz, ben paramı isterim" diye tutturmuş. Vali, "Öyleyse git özel idare müdüründen al" demiş." Hinlik bu ya, gittim özel idare müdürüne, anlattım olayı" diyor. Müdür, "Olur mu beyefendi, nasıl öderim ben bu parayı?" demiş. Arkadaşım da, "Madem öyle, gel Valiye kendin anlat" deyip sürüklemiş adamı valinin makamına. Vali, "Tamam tamam, git maliyeye, muhasebe müdüründen iste paranı" demiş. Muhasebe Müdürü de şaşırmış tabii.

131

Page 140: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Sonunda onu da valinin huzuruna taşımış. Olmazı görünce vali iyiden iyiye sinirlenmiş. Arkadaşıma "Amma da para canlısı adammışsın be; anlaşıldı, bundan sonra seni mesai dışında çalıştırmıyorum" demiş. "Cumartesi pazar günleri gidip saatlerce valinin evinde işsiz güçsüz oturmaktan böylece kurtuldum, ama öbür münasebetsizliklerini ne edelim?" diye devam etti arkadaşım...

"Bir gece" diyor, "şakır şakır yağmur yağıyor, saat onbir mi oniki mi, kapıya bir polis geldi, ‘Vali Bey sizi vilayette bekliyor’ dedi; giyindim gittim; odasında öbür vali yardımcıları da var; öylece oturuyoruz; kimsede çıt yok; uzunca bir süre dayandıktan sonra sordum:

"Sayın Valim emretmişsiniz geldik, hayrola, önemli bir konu mu vardı?"

Vali birden parlamış: "Çatı akıyor çatı, siz uyuyorsunuz!"

"Hangi çatı beyefendi?"

"Vilayetin çatısı, hangisi olacak?..."

"İyi ama Sayın Valim, şu saatte çatıya çıkıp dam aktaramayız ki!"

"Siz aktaramazsanız bayındırlık müdürü aktarsın, ben sizi nasıl uyandırdıysam siz de onu uyandırın... "

"Keşke evime telefonla bildirseydiniz de, ben de bayındırlık müdürünü telefonla uyarsaydım.. "

Vali "Çıkın, çıkın, ne haliniz varsa görün!" diyerek kovalamış bunları.

Bir gün de motosikletli bir polis kapısına dayanmış; "Vali Bey meteoroloji müdürünü alıp kendisine götürmenizi istiyor" demiş. "Vali Bey nerde?" "Bilmemne köyünde."

132

Page 141: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Meteoroloji müdürünü bulmuş, bir araba hazırlatıp yola düzülmüş. Yolda yaşlı meteoroloji müdürüyle dalga geçiyormuş. "Yandın müdür, kim bilir ne suçun var ki vali bey seni ta oralardan istetiyor". Müdürün benzi sapsarı, tirtir titriyor.

"Köye vardık ki, vali bey bir ağaç altında oturmuş, köylülerle sohbet ediyor... Bizi emretmişsiniz sayın valim..."

Yemin billahla anlatıyor; "Sizi mi, dur bakayım, neydi, haaa, müdür bey, söyle bakalım yarın hava nasıl olacak?"

Arkadaşım, bu hikayelerin ardı kesilmez diyor. Sonunda bıçak kemiğe dayanmış. Bir gün tek başına kaldığı bir sırada valinin odasına girmiş. Tabancalı olduğunu da hissettirerek "Anlat bakalım, sen ne istiyorsun bizden?" diye gürlemiş. Vali paniğe kapılmış. "Dur, dur, nerden çıkarıyorsun bunları, ne var yani, niye bu kadar sinirlisin, konuşarak çözelim sorunlarımızı" diye kekelemiş.

"Ben anlamam, artık yeter, bundan sonra senin istediklerini değil, kendi istediklerimi yapacağım!"

"Nasıl yani, ne istiyorsun?"

"O anda aklıma geldi" diyor, "bundan sonra turizmden ben sorumluyum, bütün turistik yerlerin denetimi benden sorulacak!" demiş. "Ah kardeşim, benim istediğim de bu, buyur istediğin gibi çalış!"

Vali, sonraki günlerde, sağda solda bu arkadaşımın çalışmasından hep övgüyle söz etmiş.

"Benden hoşnut olduğunu söylediği günlerdeydi, tayinim çıktı, ayrıldım" dedi.

Bu öykülere inanmakta zorluk çekecekler bulunabilir. O valiyi ve benzerlerini tanıdım; günahları boynumadır...

133

Page 142: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Arkadaşım sonradan vali oldu. Umarım aynı yönetim anlayışını sürdürmemiştir.

28 Aralık 1992

Buyurun Cenaze Namazına

Şırnak Valisi Kamil Acun bir davetiye bastırıp bütün Türkiye’ye göndermiş. Bize de geldi. Kadir gecesi münasebetiyle, ibadete yeni açılacak Şırnak Vakıf Külliye Camii"nde "şehitlerimize atfen" (ne demekse) okutulacak "Mevlid-i Şerife" teşriflerimizi istiyor. "Mevlid-i Şerifi" denmeli ama olayın ayıplığı yanında Türkçesine, Osmanlıcasına takılıp kalmanın alemi yok. Olay, evet çok ayıp. Cumhuriyetin valisi, gönlü isterse cami de açar, mevlid de okutur, bana ne. Ola ki, temsil ettiği halkın (gerçi vali halkı temsil etmez, devleti temsil eder, ora halkını olsa olsa belediye başkanı temsil eder, hadi bilemedin böyle bir olayda müftü temsil eder ya neyse) duygularına tercüman oluyordur. Ama ta İstanbul’lardan mevlide adam çağırmanın anlamı ne? Buram buram reklam kokan bu uygulama çirkin değil mi? Davetiyede mevlidin TRT-1’de yayınlanacağı da ifade ediliyordu. Gerçekten yayınlandı. Hem de "Şırnak Kamil Acun Camiinden naklen yayın" denilerekten.

Ben bu olayı, devletin halkla bütünleşmesi tarzındaki iyi niyetli bir açıklamanın da, laik-antilaik tarzındaki katı bir ideolojik açıklamanın da içine oturtamıyorum. Eskiden valiler, kaymakamlar okul, yol, köprü, çeşme, fabrika yaparlardı. Onlar ilden, ilçeden ayrıldıktan çok sonraları belediye meclisi toplanır, o eserlere, öncülük edenlerin isimlerini verirdi. Şimdi devlet bu imtiyazı da yerel yönetime, halka bırakmayı göze alamıyor demek ki.

İslâmın, yalnızca uhrevi değil dünyevi kuralları da bulunduğu söylenir. Doğrudur. Zaman zaman dünyevi kuralları ele alır ve bunların hangi sınırlara kadar

134

Page 143: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

uzanabileceğini, biraz da endişe ile tartışır, islâmın günümüz dünyasına da yanıt verip veremediğini araştırırız. Bu yine de yapılabilir, yapılmalıdır. Ama bence asıl tartışılması gereken soru, devletin islâmı çoktan devletleştirmiş olup olmadığıdır. Kamil Acun, farkına varmadan, bu konudaki en güzel ipuçlarından birisini veriyor.

4 Şubat 1997

İsmail'den İnanılmaz Öyküler

Mülkiye müfettişleri bir taşra belediyesini teftiş ediyorlar. Vakit öğlen, karınları acıkmış. Zili çalıyorlar, kapılarını zabıta memuru açıyor. "Oğlum, bize üç simit alıp gelir misin, gelirken de üç çay söyle" diyorlar. Zabıta memuru aşağıya iniyor, bunlar da tesadüfen pencereden kasabayı izlemedeler o anda. Aaa, bir de görsünler ki, bir zabıta memuru önüne bir simitçiyi takmış kovalıyor. Simitçi, anlaşılıyor ki can havliyle kaçıyor, yakalanıp ceza vermeye. Zabıta memuru da can havliyle kovalıyor ki simidi yakalayıp müfettişlere vere…

Mülkiye Müfettişi İsmail Hakkı Ertoğlu’nda böyle öykü çoktur. O bir halk çocuğudur. Yaşanmış öyküleri genellikle devleti sorgular. Devleti sorgularken halkı göz ardı etmez.

Bir gün de mülkiye müfettişleri boğaza geziye çıkmışlar. Galiba Ankara’dan büyük misafirler gelmiş de onları gezdirmek için boğaza çıkmışlar. Vilayet bunlara maliyenin bir arabasını vermiş. Arabanın üstünde "Vergi Kontrolü" yazıyor. Yolda gazete almışlar... Aaa, gazeteci fiş veriyor... Çocuklar dondurma almışlar, dondurmacı fiş veriyor... Çay içmişler bir yerde, çay gelmemiş ama fiş gelmiş… "Fişsiz gezi yapamadık abi" diyor İsmail.

135

Page 144: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

İsmail’in anlattığı başka öyküler de var: Yılını bilmem. Erzurum Havaalanında genç bir polis memuru adamı çevirmiş.

"Ne lan bu? Bu, kesici alet değil mi?"

"Abi, bu traş bıçağı ya! Permatik yani!"

"Sen onu sakalıma anlat! Kanun ‘kesici alet uçağa sokulmaz’ diyor; kanunu bilmemek de mazeret sayılmaz, di mi?! Bu alet kesmez mi lan? Yürrüüü!"

1982 Martında mülkiye müfettişleri Yalova’yı teftiş ediyorlar. Belediye Başkanı ihtilal albayı, yorulmuş zavallıcık. Çekiyor bizim kıdemli müfettişi bir köşeye, "Allah aşkına, bu ilçede bir sana güvendim, izne gideceğim, al şu anahtarları, ben gelinceye kadar sen idare et bu ilçeyi" diyor.

Diyelim ki İsmail abartmalı konuştu ve diyelim ki ben de abartıyı abarttım; işin özü meydanda değil midir?

4 Mart 1999

Devletin Paşaları

Bir Ordu Komutanı, ulusal bayramlarda tören yerine emir subayıyla bir koltuk göndertir ve onu protokol koltuklarının en önüne koydurturmuş; tabii kendisi oturmak için. Haklı mı bilmem, sağda solda bir sürü solcu var ve münasebetsiz işler yapıyorlar.

Göksun kaymakamlığım sırasında, solcu bir ortaokul müdürü düzenlediği bir yıl sonu gecesinde, "burada protokol geçmez" diyerekten beni arka sıralarda bir yere oturtmak istemişti. Üstelik ben de solcuydum; ne yapayım, salonu hışımla terketmiştim.

Bir başka paşa, -bu tevatür de olabilir, adı söylenmedi çünkü- Cumhurbaşkanı geliyor diye,

136

Page 145: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

ormandan söktürdüğü ağaçları yol boyuna dizmiş. Ağaçlar ayakta duramayınca da herbirinin başına bir er dikerek ağaçları onlara tutturmuş.

Bir Ordu Komutanı , ili ziyarete gelecek olan Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in geçeceği yolların bordür taşlarını boyatması için valiye baskıda bulunmuş. Bir sarı, bir siyah, nedense; bana böyle anlatıldı. Vali, buna gerek olmadığını, bunu yapamayacağını söyleyince paşanın verdiği yanıt şu: "Yarın beş general gönderir, o taşları ben boyatırım." Vali: "Çok sevinirim paşam!" demiş. Taşlar boyanmamış tabii. (Bu tevatür değil.)

Bir diğer Paşa, Kenan Evren’in konuşması için Valilikçe hazırlanmış olan kürsüyü beğenmemiş. Valiyle birlikte gerçekleştirdiği denetim sonunda işi "şöyle şöyle olsun"a getirmiş. Vali de genç, yani elli yaşında, yani benim sınıf arkadaşım... Artık şurasına gelmiş, "Sayın paşam, gelen Cumhurbaşkanıysa sorumluluk benim, onu ben temsil ediyorum" demiş. Paşa, "Hayır, gelen aynı zamanda Genelkurmay Başkanıdır" deyince ipler kopmuş. Vali denetim heyetinden ayrılmış. Tugay komutanı geri dönüp, "N’olur beni düşünün sayın valim" demiş. "Bu mesajın büyük komutandan gelmiş olduğuna inanmak istiyordum; kötü bir psikolojiydi " diye anlatıyor arkadaşım. Yeniden heyete katılmış. Akşam, yemekte yine buluşmuşlar. "Nasıl da içten karşıladı beni" diyor.

Daha sonra iki düşmüş adam sıfatıyla Ankara’da karşılaşmışlar. Paşa emekli, arkadaşım merkez valisi. "Çok daha candandı" diyor. E, tabii, yorgan gitti, kavga bitti...Ortada artık ne devlet var, ne de devletin konuşacağı kürsü. Paşa rahmetlik oldu; arkadaşım ona sevgide, saygıda kusur etmeden anlattı bu olayı. Bense arkadaşıma daha çok saygı duyarak dinledim. Ne yapalım, sınıf meselesi.

Bir başka arkadaşım da, Mamak Muhabere Okulunda yedek subay öğrencisi iken Cemal Tural Paşaya nasıl teftiş verdiklerini anlatmıştı. Teftişden

137

Page 146: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

önce, garnizondaki bütün ağaçları spreyle yeşile boyarlarmış. Buna inanırım. Benim askerliğim de o dönemlere rastlar ve Mamak’ta başlar.

Erzurum’da kıta hizmetimi yaparken Tural’ın yazdığı söylenen bir metni erlere okutma görevini üstlenmiştim. Bir gün yoruldum ve görevi astsubay arkadaşa devredip karlar üstünde dinlemeye geçtim. Metinde komünizm bir ineğe benzetiliyordu. İneğin başı Anadolu’daydı, orada semiriyordu; oysa memeleri Moskova’daydı, sütünü orada sağıyorlardı. Benzetme fena sayılmazdı... Astsubay arkadaş Karl Marks adını sürekli olarak Kral Marks diye okumasaydı...

Sabah Gazetesi genel yayın müdürü Zafer Mutlu Kenan Evren’le konuşmuş. Evren diyor ki: "Benim sanki yetkim filan varmış gibi göründü ama öyle değil. Evren Paşa olduğum için yetkilerimi aşarak yaptıklarıma bir şey diyemediler. Ama benden sonra birisi bunları yapmaya kalkarsa ‘Ne oluyor, dur bakalım’ derler..."

Mertliğin ne güzel bir örneği!

Zafer Mutlu’nun "12 Eylül gecesi Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel, kendilerini teslim almaya gelenlere ‘Çekin gidin, bizi millet seçti, gelmiyoruz’ deselerdi ne olurdu?" şeklindeki sorusuna Evren şöyle yanıt veriyor: "Doğrusu böyle bir ihtimal aklımıza hiç gelmedi. Ne yapabilirlerdi yani? Ayrıca biz, gece yarısı kalp krizi filan geçirmesinler diye asker yerine Ecevit’e İrfan Özaydınlı’yı, Demirel’e de Nahit Menteşe’yi gönderdik."

Doğrusu bunda haklı. İnsanın aklına Allende örneği geliyor ve burnunun direği sızlıyor. İnsanın aklına başka neler gelmiyor ki?.. Özaydınlı ile Menteşe bu "makam postalığı" görevini nasıl kabul edebildiler? Ecevit’in, Demirel’in -ve elbet öteki liderlerin- ideal arkadaşları, yandaşları, seçmenleri nerede idiler? Tarihimiz bu soruları pek anlamlı kılmıyor. Öylesine çok benzer örnek yaşamışız ki! Kelle vurmalar, sürgüne göndermeler,

138

Page 147: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

azletmeler gırla. Ve her defasında bir oldu bitti havası. Ne bireysel, ne de toplumsal bir sorgulama... Mithat Paşayı sürgüne taşıyan İzzettin Vapuru Sarayburnunu, biraz da endişeyle süzülüp geçerken, neredeydi Paşanın sevenleri?

Sanırım olayın özü şu: Devlet her yerde güçlüdür. Çünkü toplumsal düzeni temsil eder, ayrıca topu tüfeği vardır. Bizde de böyledir ama bizim açımızdan bunu söylemek yeterli değil. Bizde devlet, bütün toplumsal, -ve fiziki- güçlerin ötesinde, tanrısal bir kavram olarak güçlüdür. Gücünü bundan alır. Bu yüzden her ne yapsa, onun adına her ne yapılsa yeridir. Meşruiyet kavramı bizatihi onun adından doğar. Güç, kavramın kendisinde "mündemictir." Yine bu yüzdendir ki, hangi yöntemle olursa olsun devleti ele geçirenlerin, -o anda devlet olduğunu iddia edebilenlerin- meşruiyetini tartışmak bilinç ve kavrama düzeylerimizi aşar. Böyle bir tartışma abes olmaktan öte "günah" bile sayılabilir. Üstelik devlet, devleti belli bir anda ele geçirenlerin de üstündedir, onları da yönetir. Onlar "devletin kulları" olduklarını bilirler; bunu yönetilenler de bilir. Devleti fiilen yönetenlerin güçleri bu nedenle bir kat daha artar, çünkü statüleri bir tür emir kulluğudur ve emir kulluğu sorgulanamaz.

Karizmalarıyla milyonları peşlerinden sürüklemiş liderlerimizin, devlet ellerinde iken astığım astık tavrını sürdürmeleri, devlet ellerinden gittiği zaman ise bu denli sessiz-soluksuz kalmaları, bu denli itaatkar olmaları bundandır. O liderlerin peşinden koşagelen insanların da psikolojisi budur. Gelen ağam giden paşamdır...

Temmuz-Eylül 1989

139

Page 148: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Sivil Genel Kurmay Başkanlarımız

Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden bizim sivil genel kurmay başkanımızdır. Ülkemizin birlik, bütünlük ve bölünmezliği, cumhuriyetimizin laik esasları ne zaman tehlikeye girse, kameraların karşısına geçer, düşmanlarımıza saldırır. Devletimiz ve Cumhuriyetimiz sürekli olarak tehdit altında bulunduğu için, o da sürekli olarak demeç vermek zorunda kalır. Bunu, medyayı, dolayısıyla biz vatandaşları aydınlatmak, rahatlatmak, uyarmak için yapar. Aksi halde yolumuzu şaşırırız, bizi kurt kapar.

DGM Başsavcısı Nusret Demiral da bu türden bir büyüğümüzdü. Emekli olunca vatanına MHP saflarında hizmet edebileceğini düşündü. Ama Türk milliyetçileri onu gereğinden ziyade Türk buldular ve içlerinden attılar. Umarım Özden o dramı yaşamaz.

Amerikan Dışişleri sözcüsü, Refah Partisinin kapatılma davasına atıfta bulunarak "Türkiye’deki çok partili sisteme güveni yaralayıcı bir karar kaygılandırıcı olur" demiş. Bu Amerika müslümanları çok mu seviyor? Yoksa Türk’leri mi sevmiyor? Yani, şu parti kapatılmasın da Türk’lerin başı şeriat derdinden kurtulmasın diye mi düşünüyor? Olabilir. Ama Özden, Amerikalının ağzının payını hemen verdi. "Değil Türkiye’de, dünyada bile Anayasa Mahkemesine etki yapacak kurum yoktur. Türkiye Amerikanın uydusu veya uşağı değildir" deyiverdi.

Amerikalının yaptığı düpedüz münasebetsizliktir. Ne edelim, güçlüyseniz bu tür münasebetsizlikleri yapma hakkınız oluyor. Bu da devletlerarası ilişkilerin sevimsiz yanı. Üstelik güç kavramı artık sadece ekonomik ya da askeri içeriği ile değil, demokrasi ve insan hakları içeriği ile de tanımlanıyor. Demokrasiniz, böylesi bir münasebetsizliği kınama görevini Adalet Bakanından, Başbakandan, Cumhurbaşkanından önce -hem de olayın doğrudan tarafı olan- Anayasa Mahkemesi Başkanına

140

Page 149: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

bırakabiliyorsa, o zaman karşı taraftaki sevimsizliği mazur görmek zorunda kalabilirsiniz. Benim acım budur.

Bugünkü Hürriyet Gazetesinde Yavuz Gökmen bu konuyu işliyor ve Özden’i "Refah Partisi konusunda reyini açıklamış ve üstüne vazife olmayan bir konuda dilini tutamadığı için gene bir çuval inciri berbat" etmiş olduğu için eleştiriyor. Bu 68 solcusunu epeydir okuyorum. İslâmcı radyolarda onun için "Doğru yolu bulur gibi oldu canım" mealindeki alaylı yorumları dinliyorum. Gökmen eskiden hangi yoldaydı bilmem. Ama bugünkü yolunun, benim de savunageldiğim o "eski fakat doğruluğunu halen korumakta bulunan yol" olduğunu düşünüyorum. O yol "solda" bir yoldur. İnsan haklarına, düşünce özgürlüğüne, adalete, demokrasiye giden yoldur.

Aynı gazetede Emin Çölaşan, Özden’in Amerikalıya verdiği yanıtın "ulusal onuru" koruyan "muhteşem" bir yanıt olduğunu söylüyor ve kendisini kutluyor. Çölaşan’ı da "bir tür eski solcu" sayabilirsiniz. Ama tuttuğu yol sağda bir yoldur.

Aynı gazetede bir başkası daha baş rolde: Dokunulmazlığının kaldırılması istenen DYP Milletvekili Mehmet Ağar, "Ben halkın gönlünde taht kurmuşum. Padişahlığımı ilan etmişim, gerisi vız gelir… Meze olacak kadar küçük adamlar değiliz. Biz büyük işlerin adamıyız." demiş.

Dedikleri kesinkes doğru. Bir ara, "saltanatı kimsecikler geri getiremez bu Atatürk Türkiyesinde demiş, ya da o mealde bir söz söylemiş mi idim? Yeniden düşünmem gerek bu görüşümü...

28 Kasım 1997

Ülkesini Tek Başına Seven Bir Genç

Mehmet Ağar, Susurluk kazasından sonra ortaya çıkan durum için, "Bin tane operasyon yaptık, ama

141

Page 150: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

bunlar anlatılmaz, bunların sonucu halkın huzurudur" demiş.

Ben de işte hep bunu anlatmaya çalışıyorum. Bu mantık bizim devlet anlayışımızın, devlet ideolojimizin yarattığı mantıktır. Kendi içinde tutarlıdır, elhak...

Mehmet Ağar, söylediklerinin, yapıp ettiklerinin doğruluğuna gönülden inanıyor; çünkü devleti sadece kendisinin ve onun gibi üç beş kişinin sevdiğine inanıyor. Geri kalanlar, bizler "tebayız", mutlu olup olmadığımız bile onlardan sorulur. Bin tane operasyonu bize danışmadan, gerekçelerini, sonuçlarını bize açıklamadan gönül rahatlığıyla yapabiliyorlar. Evren de böyle düşünüyordu. Demirel’in, Çiller’in, Erbakan’ın başka türlü düşünmesi mümkün değildir. Devlet, kullandığı adamı böyle düşündürtür. Ben Ağar’ın yerinde olsaydım, muhtemelen ben de böyle düşünecektim. Hukuk devleti, açık rejim, demokrasi, halk egemenliği gibi sloganları ise bir yerlere yazmaya ve yerli yersiz tekrarlamaya devam edecektim, o başka. Ağar, bir de "madem böyle, bundan sonra devlet sorumluluğunu üstlenecek adam bulamayız" demiş.

Şimdi devletin dışında olduğum için soruyorum: Nerde o günler? Yönetenlerin vatandaşa karşı duydukları sorumluluk, hiç değilse devlete karşı duydukları sorumluluk düzeyine çıkıncaya kadar, inşallah Ağar’ın kehaneti doğru çıkar.

Efendim, bir güvenlik operasyonu yapacaksınız. Konuyu, şeffaflık, demokrasi, halk egemenliği gibi kavramlar adına referanduma sunup da cümle aleme soramazsınız tabii ki. Tartıştığım bu değil. Konumuz Susurluk idi.. Konumuz, "Üstüme bu kadar da varmayın, valla billa, bi da size hizmet etmem" mantığı ile ilgili idi. O yüzden "Nerde o günler?" dedim.

17 Kasım 1996

142

Page 151: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Tabanca Ne İşe Yarar?

Gücü, yani devleti kim elinde tutuyorsa onu kullanmadan edemiyor. Tabanca kıçta taşınmak için icad edilmemiştir. Boş da olsa, şeytana güvenip düşmana, düşman saydığınıza doğrultacaksınız.

1978 yılı sonları, ya da 1979 yılı başları. Van Valisiyim. Jandarma Genel Komutanlığı Hakkari’de bir tatbikat yapmıştı. Genel Komutan Sedat Celasun ve peşinde on-onbeş gazeteci Van’ı şenlendirdiler. Memnundum. Celasun’la, belki ikimiz de bastıbacak adamlar olduğumuz için -bireysel psikolojiler devlet yönetiminde çok önemlidir- iyi anlaşıyorduk. Kısa bir süre sonra ihtilal yapacak bir ekibin içinde bulunacağa da benzemiyordu. Bu dostluğa dayanarak ve ordunun imkanlarını dahi kullanarak gazetecilere her türlü ulaşım, haber alma, iaşe ve ibate (yeme, içme, yatma) olanağını sağlamıştım. Bir akşam, gazetecilerin akşam yemeğine yetişemeyecekleri haberi geldi, ben de evime gittim. Bir saat sonra, bu haberin yanlış olduğu, gazetecilerin Van’a döndükleri ve yemek yemek istedikleri anlaşıldı. Alelacele tugay kurmay başkanı Özer Sükan’ı (sonra paşa oldu, Tanrı onu kutsasın) aradım ve orduevi lokantasını hazırlattım. Gazetecilere, nedense, İçişleri Bakanının Basın Danışmanı önderlik ediyordu. Yemekte yanıma oturdu ve meslekdaşlarına duyurmaya özel itina göstererek, beni kendilerini dakika ve dakika izlememiş olmakla, yemeği "alelusül" (gelişigüzel) düzenlemiş olmakla suçladı. Daha ileri gidip, vali yardımcısı arkadaşımın (sonra vali oldu) hükümet karşıtı tavırlarına tanık olduğundan, hükümeti ve devleti temsil eden bir görevli olarak dikkatli bulunmam gereğinden sözetti. Sözlerini ısrarla yineliyor, benden bir özür koparmak için çaba gösteriyordu.Yemeğin sonunu bekledim. Masalardan topluca kalkılırken, gazetecilere "Beyler, kahvelerimizi bahçede içeceğiz" dedim. Niyetim, kahve içmekten ziyade, bahçenin kuytu bir köşesine çekip bakanlık

143

Page 152: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

basın danışmanını dövmekti; o denli sinirliydim. Ben önde o ard yanımda bahçeye çıkar çıkmaz "Ulan sen ne demek istiyorsun" diyerekten üstüne saldırdım. Emniyet Müdürü Uğur Emirmusaoğulları araya girdi. Tanrı onu da kutsasın...

Göksun kaymakamlığım hariç hiç tabanca taşımadım. Göksun’da biraz çocuktum. Yıl 1968... Neredeyse tamamı siyasî hüviyet taşıyan esrar kaçakçılarına aracılık edenlerden ve orman kaçakçılarından çekiniyordum. İlk izlenimim doğrusu beni korkutmuştu. Tabanca taşımaya başladım ve daha yaşlı görünmek için bıyık bıraktım. Tabancam ve bıyığım onların gücünü alt eder sanıyordum. Neyse, ayrıntısını başka yazılara bırakayım...

O akşam da tabancasız olduğuma hep şükrediyorum. Olay, basın için biçilmiş kaftandı, böyle düşünüyordum. Birkaç gün merak ve doğrusu biraz da endişe ile bekledim. Hiçbirisi yazmadı. Kimi küçümsediler bilmem.

Konuya dönelim, özet: Bakanlık basın danışmanı iktidar olmuştu. Güzelim gazeteciliği bırakıp İçişleri Bakanlığının basın danışmanlığına soyunmuştu. Çünkü o makamda valilere bile posta koyma hakkı tanınıyordu kendisine.

Adını bir daha hiç duymadım. Gerçi kendisini gördüm. Van’daki olaydan dört yıl sonra 1983 yılında İstanbul’da Serpocam fuarında… Ben, re’sen emekli halimle genel müdürü olduğum Çinikoop’un mamullerini sergilemek üzere Kütahya’dan gelip fuarda bir stand açmıştım, o ise birkaç stand ötede kuvars, kaolin türünden seramik ham maddeleri sergiliyordu. Birbirimizi görmezden geldik.

Ağustos 1989

144

Page 153: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Edebiyatta Bürokrasi

Bürokrasinin edebiyatımıza sıkça konu oluşu üzerinde yeterince durulmamıştır. Bilgisi ve yeteneği elveren birisi konuyu enine boyuna inceleyip ortaya bilimsel bir çalışma çıkarabilir.

Bu yargıya Salah Birsel’in Yaşlılık Günlüğü’nü okurken vardım. Bu tatlı ihtiyar beni hep olmaz yerlere götürmüştür zaten, onu bunun için sevdim. Bürokrasiyle edebiyat buluşur mu? Buluşur...

Salah Birsel, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’undan sözettiği 16 Kasım 1984 günlü notunda, Selahattin Beyin, damadı ve evlatlığı Yusuf’a memurlar üzerine çektiği söylevi aynen alıyor ve "ama o gözlemleri de romanın geçtiği Meşrutiyet yıllarını değil de bugünü düşünerek okumak gerekiyor" uyarısıyla bize iletiyor. Kitabı yıllar önce okumuştum, ama alıntı önemli: Kimsenin bir iş yaptığı yok. Mesele o odanın içinde beş on saat oturuvermekte. Lüzumsuz gibi görünür ama bunsuz da dünya dönmüyor. Öyle ya, her halde böyle boş oturmanın da bir hikmeti var. Bir bakarsın, hükümetteki işlerin hepsini eli kalem tutan iki kişi bile çevirir dersin. Lakin o kalabalık olmasa alem birbirine girer. Mesele memurların yaptığı işte değil, onların mevcut olmasında. Şimdi sen o tozlu odada oturdukça kendi kendine: ‘Benim burada ne lüzumum var’ diyeceksin. Yanlış! Madem ki sen bir kere hükümet kapısından içeri adımını attın, artık lüzumlusun. Sen olmasan muhakkak bir yerde bir aksaklık çıkar.

Hikmet-i hükümet budur işte ve ancak bu kadar güzel anlatılabilir. Bürokrasi üzerine, özellikle Amerikan dilinde ciltlerle bilimsel kitap yazılmış ve çoğu Türk diline çevrilmiştir. Tevazu bir yana, epeycesini okudum. Ama hiçbirisinde bürokrasinin bu denli canevinden yakalandığını görmedim.

Yönetim ve mizah denince Aziz Nesin’i anımsamamak olmaz elbet. Aziz Nesin’in öykülerinin

145

Page 154: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

neredeyse tamamına yakını bürokrasiyle ilgilidir. Biz Aziz Nesin’in öykülerini tek tek biliriz. Yeşil şapkanın öyküsünü biliriz, televizyonda yayınlandığı için Yaşar Ne Yaşar, Ne Yaşamaz’ı biliriz, o kadar. Oysa Aziz Nesin’in Kazan Töreni’nden Nah Kalkınırız’ına, Sosyalizm Geliyor Savulun’undan Zübük'üne, Azizname’sine kadar tüm kitaplarında yer alan öyküleri ucundan kıyısından, bana sorulursa tam merkezinden bürokrasiyi deşer. Sadece mizahı, hicivi ele alıyorsak Ziya Paşa'yı, Şair Eşref’i de anmalıyız. Belki Fuzuli'yi de... Selam verdik, rüşvet değildir diye almadılar diyen o muydu?

Sabahattin Ali’nin deyişinde Aziz Nesin’in çarpıcı mizahı yoktur gerçi. Ama bürokrasiye yönelik çıplak bir eleştiri de yoktur. Bürokrasiye doğrudan yöneltilmiş, "yıkıcı olmayı" hedeflemiş bir eleştiri aslında Aziz Nesin’de de, Ziya Paşa’da da, Şair Eşref’te de yoktur. Yazıp söyledikleri, aynı "sanki kaçınılmaz" olguyu değişik formlarda vermekten ibarettir. Biraz yakından bakınca, belki hepsinde de bürokrasi karşısındaki "tevekkülü" sezebiliriz.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Halit Ayarcı’ya söylettiği şu sözlere de dikkat edelim:

Dar kadro demek çalışmamak demektir. Bir müessese canlı bir mahluktur. Mide, kol, bacak. Hepsi lazım. Hatta daha ileriye giderek lüzumsuz unsurlar bile bulunmalı diyeceğim.. Romanın öteki kişisi Hayri İrdal ise şöyle konuşuyor: İş insanı temizliyor, kendisi yapıyor, etrafıyla arasında bir yığın münasebet kuruyordu. Fakat iş aynı zamanda insanı zaptediyordu. Ne kadar abes ve manasız olursa olsun, bir işin mesuliyetini alan ve benimseyen adam, ister istemez onun dairesinden çıkmıyor, onun mahbusu oluyordu. İnsan kaderinin ve tarihin büyük sırrı burada idi...

Oğuz Atay, Tutunamayanlar adlı romanının tam yirmi sayfasını bürokrasiye, bürokrata ayırır,

146

Page 155: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

bürokrattaki "garip ve mistik havadan" söz eder. Memuru anlatırken, romanın kahramanı Turgut Özben’e O insan değildir ki, devlettir, otoritedir. Soyut bir kavramdır. Kendi de bilir soyut kavramlığını dedirtir. Turgut Özben, bürokrasiyi, içinde "...korkutucu şaşırtıcılıklar saklayan" ve "mahremiyeti" bulunan "bir mabede" benzetir. Memurlar ise "Tanrısal ihtiyatı elden bırakmayan" varlıklardır.

Dinleyin: Turgut Özben’in uzun süredir imzalatmak için çabaladığı bir evrakı vardır. İmzadan ümidini kesmiştir. Sonra... sonra, imzaladı derler. Nasıl olur? Siz orada değilken, boş bulunduğunuz bir anda... başkasının rüyası gibi bir şey... Çırpınırsınız; nasıl imzaladı, ne dedi, yüzü nasıldı? Dikkat etmemişlerdir, kaçırmışlardır. İşin önemini bilmezler ki. Bir şey demedi derler. Nasıl demedi? Hiçbir şey demeyişi nasıldı? Nasıl olur da yüzüne bakmazsınız; gözlerinin ifadesini kaçırırsınız o anda? Başımızı kaldırmaya cesaret edemedik. Geçmiştir, fırsat kaçırılmıştır. Oysa bu sizin hayatınızdır, hayatınızın en büyük bölümünün oynandığı bir sahnedir. Bütün acıları çektiğiniz halde o mutlu anda bulunamazsınız... (İtalikleri ben kararttım.)

Ve tabii Kemal Tahir’den, Orhan Kemal’den, Yaşar Kemal’den de söz etmeliyiz. Onların kahramanları da bizim devlet ideolojimiz (yönetim anlayışımız) içinden konuşurlar. Hayata bakışlarını, o hayat içinde takındıkları -takınmak durumunda bulundukları- tavırlarını, bizim yönetim anlayışımız içinden okuyabiliriz. Hiç ayrıntıya girmeden, Orhan Kemal’in Murtaza’sını örnek gösterebiliriz. Murtaza, yönetim anlayışımızın biçimlendirdiği "çok iyi bir insandır", ama çok da iyi işler yapmaz. Çünkü, bizim dıştan bakarak iyi diye nitelediğimiz işleri içten yaşamaktadır ve bizim iyi gördüğümüz işleri yapmaması gerekmektedir.

Bu örnekler, bizim bürokrasimizin "varoluşsal" (ontolojik) bir niteliğe sahip bulunduğunu gösterir. Amerika'da, İngiltere'de bürokrasi, insan varoluşu

147

Page 156: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

açısından sadece bir ayrıntıdır, temel bir olgu değildir. Oralarda onu, kendisi dışındaki ve bilimin hizmetindeki bir mizaha konu da yapabilirsiniz. Bizde -ve galiba doğu toplumlarında- ise bürokrasi temel bir olgudur, temel bir sorundur. Mizaha konu olduğu zaman bile kendi varlığını, kendi kutsallığını kanıtlar. Tutunamayanlar’ın, intihar ettiği romanın daha başında belirtilen baş kahramanı Selim Işık, Camus’nün "ontolojik mesele yüzünden ölen kimseye rastlamadım" sözüne tepki gösterir: "Biri bu yüzden ölmeli, intihar etmeli" diye bağırır. Gerçi, o bölümde, "ontolojik mesele" deyimi ile doğrudan doğruya bürokrasi değildir kastedilen, ama romanın bütünlüğü içinde bürokrasinin de bu torbaya sokulabileceği anlaşılır. Selim, "soyut bir kavram, asıl o, insanı ölüme çekebilir" demek istemektedir.

Bürokrasi, Türk toplumu için yaşamsal bir çevre oluşturur. Düşünsel ve eylemsel planda cereyan eden tüm edimleri, o çevre ile birebir ilişki içinde doğar, gelişir, yürür. Türk toplumu bürokrasiyi yaşamsal bir deneyim olarak algılar. Bürokrasinin Türk edebiyatında önemli bir yer tutması, onun bu kavrayıcı, yönlendirici, belirleyici niteliğinden kaynaklanır. Bürokrasiyi edebiyatına Kafka’vari bir algılayışla karabasan gibi aktarmamasının nedeni, onun içinde "mistik" bir öz de vehmediyor oluşudur.

Türk halkı bürokrasinin çelişkilerini görür, algılar, alaya alır, ama onu doğrudan yıkmaya yönelmez; çünkü aksi halde kendi yaşamsal çevresinin altüst olacağını bilir. Çünkü bürokrasi, son tahlilde "devlet" demektir ve kutsaldır. Bu psikolojinin korkuyla bir ilgisi yoktur; bu bir inanç, bir iman sorunudur. Bu yüzden, bizim romancılarımızda -belki acılı bir hicivle karışık olarak- sadece bürokratik durumun ontolojik saptanması vardır; bürokrasiye karşı açık bir eleştiri, saldırı, yıkım çabası yoktur.

148

Page 157: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Northcote Parkinson, bürokrasiyi pek güzel hicveder ve o hicivlerden pek güzel "yönetim yasaları" üretir.. Nermin Abadan Hocanın sınıf arkadaşım Oral Akman’a sözlü sınavda yönelttiği sorudur Parkinson. Sınıfta hiç kimse bize bu isimde bir adamdan söz edildiğini hatırlamıyordu. Sınavdan kan ter içinde çıkan Oral’ın bize yansıttığı dehşet o denli büyüktü ki aynı soruya muhatap olmadığım için Allahıma hamdedip, mezuniyetimden dört yıl sonra gittiğim İngiltere’de can havliyle tüm kitaplarını topladım Parkinson’un. Arkadan Laurence Peter geldi, "Peter İlkesi" diye anılan komik saptamaların saptayıcısı. Kurthan Fişek Hoca Amme İdaresi Dergisinin Eylül 1972 ve Haziran 1975 sayılarında bu iki bilim adamını anarak yönetim ve mizah konusunu işledi. Galiba gazetede de yazdı.

Parkinson ve Peter’den verdiğim örnekleri "bürokrasi ve edebiyat" başlığı altına almakta aceleci olmamalıyım. Bürokrasi, evet, doğası gereği mizah da yaratan bir alandır, ama bildiğim kadarıyla batıda, hiç değilse son dönemlerde edebiyattan çok bilimin konusu olmuştur. Parkinson da, Peter de edebiyatçı değillerdir. Batı, bürokrasiyi bilimsel bir anlayışla ele alır. Orada biçimsel kalıplar, kuramlar, modeller üzerine kurulur açıklamalar. Açıklamaların içine, Parkinson ve Peter’in yaptığı gibi, "ironi" de sokulmuşsa eğer, bu sadece okumayı, öğrenmeyi zevkli kılmak içindir. Oysa bizim bürokrasimiz, "varoluşsal" biçimde -diyelim ki hayatımızın özü olarak- yorumlamadığımız sürece açıklanamaz, anlaşılamaz. Batıda devleti insandan yola çıkarak tanımlayabilirsiniz. Çünkü insan, Avrupa aydınlanmasından buyana "az çok" tanınan bir varlık haline gelmiştir. Ama bizde öncelikle devleti tanımlamadan insanı tanımlamanız mümkün değildir.

Bilimi felsefe düzeyine çıkarmalıyız demişsem bir ara, sözü buraya getirmek istemişim demektir. Batılı anlamda bir felsefe geleneğimiz yok. O halde? O halde, bizim edebiyatçılarımızın yazdıklarını ciddiye almalıyız.

149

Page 158: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Ben onları hep doğu filozofları olarak gördüm. Onları bir kozmogoni üretmedikleri için küçümsemedim. Bugün, geç vakit, yıllarını hasbelkader yönetim biliminin teori ve pratiği içinde geçirmiş bir kişi olarak, edebiyat erbabımızdan öğrenmem gereken şeylerin hiç de az olmadığını görebiliyorum. Ve keşke Mülkiyede, onca ders arasında bir de "Edebiyat ve Devlet" diye bir dersimiz olsaydı da Oral Akman kan ter içinde sınavdan çıkarken bize Parkinson’u değil de örneğin Aziz Nesin’i bilememiş olmasının dehşetini yansıtabilseydi diye düşünüyorum.

Söz sözün anahtarıdır...Edebiyatta batı-doğu sözü etmişsem eğer, o söz başka kapıları da açabilir demektir.. Victor Hügo’nun Sefiller’i buram buram bürokrasi kokar. Ama okudukça görürsünüz ki, ne Madeleine baba bizdendir, ne polis müfettişi Javert, ne de ötekiler. Oysa Rusya doğudur. Dostoyevski’nin bürokrat tipleri bizimkilerin burnundan düşmüştür. Dostoyevski’nin Tatsız Bir Olay’ındaki, yalnız o değil, Gogol’un Müfettiş'indeki, Palto’sundaki tipler, bizim bürokrat tiplerimizden, işlenen ilişkiler ise bizim bürokrat ilişkilerimizden hiç de farklı değildir. Victor Hügo’nun tipleri "yaşamın kendisiyle" savaşırlar; bürokrasi o savaşım içindeki bir "dış" unsurdur, bir arka plandır. Oysa, Dostoyevski ve Gogol’un tiplerinin -ve bizimkilerin- yaşam savaşımı "bürokrasinin içinde" yürür. İlkinde belirleyici olan savaşımın kendisidir, ikincisinde belirleyici olan savaşımın sürdürüldüğü alan, yani bürokrasidir.

İran, Çin ve belli ölçülere kadar Hint ve Japon kültürlerine inildiğinde, bürokrasinin ya da devletin insan üzerindeki belirleyici gücüne ve bu gücün edebiyattaki yansımalarına ilişkin başka örnekler bulunabileceğini sanıyorum. Bu sadece bir sezgidir, ne yazık ki bu konuda daha fazla konuşacak kadar donanımlı değilim.

150

Page 159: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

6 Ekim 1989

Bu yazıyı baskı öncesinde yeniden okurken Cemil Meriç’i ihmal ettiğimi fark ettim. Kim bilir başka kimleri ihmal ettim?

8 Aralık 2003Millî Güvenlik Akademisi Öğrenciliğine Aday Oldum

Personel Genel Müdürü telefon etti. Genel Kurmay, benim Millî Güvenlik Akademisine gitmemi uygun bulmamış. "Üzüldük, ama haberi bizden alın istedik" dedi. İncelik gösterdikleri için teşekkür ettim. "Ben esasen bu sonucu bekliyordum, bunu Müsteşara da söylemiştim; böyle bir sonuç beni gocundurmaz, yeter ki siz gocunmayın demiştim" dedim.

Millî Güvenlik Akademisi diye bir yer var. Orada sivil bürokratlar eğitiliyor. Her yıl bizim bakanlıktan da birkaç kişi oraya gönderilir. Mesleğe yeniden döndüğüm günlerde Müsteşar Vecdi Gönül telefon etmiş ve okur yazar bir adam olduğumdan bahisle, bu yılki aday listesine beni de koymak istediğini anlatmıştı. Sevinerek onay vermiştim.

Tabii, bir bakanlık, Millî Güvenlik Akademisine hangi elemanını göndereceğine karar veremiyorsa, hele bu bakanlık İçişleri ve gönderilecek eleman bir valiyse, sadece sekiz aday belirleyebiliyor ve seçme yetkisi Genel Kurmayın elinde bulunuyorsa, orada bir terslik var demektir. Akademiye ya hiç adam göndermezsin ya da istediğin adamı gönderirsin. Müsteşara bunun için demiştim "seçilmezsem ben gocunmam, yeter ki siz gocunmayın -doğrusu gocunun-" diye. Askerler re’sen emekli ettikleri adamı ne diye Güvenlik Akademisine alıp da eğitsinler? Adam karşılarına çıkacak, "Gördünüz mü, siz emekli ettiydiniz ama ben yine vali oldum" gibilerinden kurulacak. Gerçi ben kurulmazdım. Orada da bir şeyler öğrenmeye çalışırdım. Ola ki bazı

151

Page 160: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

saplantılarımdan kurtulurdum da eğitim işe yaramış, memleket bir evlat kazanmış olurdu. Bence fırsatı askerler kaçırdı. Bakanlık, askerleri hâlâ aşamadığını bir kez daha görmüş oldu. Yönetimin hâlâ sivil olamadığı, bu küçük olayla bir kez daha ortaya çıkmış oldu.

"Canım adamlar Millî Güvenlik Akademisine öğrenci alırken bir tercih de kullanamasınlar mı yani?" diye sorulabilir. Hayır efendim! Her bakanlıktan, mesleğinin en üst noktasına gelmiş, en genci 15-20 yıl kıdemli bürokratlara millî güvenlik üzerine eğitim vereceksen, o eğitimi kimin alması gerektiğine o adamı ileride kullanacak olan bakanlık karar vermeli. Bana doğru görüneni budur. İstersen sınav aç, ama seçimde somut kıstaslar kullanmalısın. Millet neye adam yerine konduğunu - konmadığını bilsin. Şimdi bakanlık beni adam yerine koydu, ama Genel Kurmay (ya da kararı kim verdiyse o) "Biz seni adam yerine koymuyoruz, sana güvenmiyoruz" dedi. Oldu mu?

Ne diyebilirim? Ben de sizi adam yerine koymazsam olur mu? Ayıp olmaz mı?

5 Kasım 1990

Memur Sanatçılar

Sanatçıdan memur olmaz, ya da memurdan sanatçı! Yani olmamalı!

Memur, emredileni -ister kafa süzgecinden geçirsin, ister geçirmesin- yerine getirmekle yükümlü olan kişidir. Memur, sözcük anlamıyla emir alan kişi demektir. Yani, yaptığı iş, kendisinden önce bir başkasının kafasında yaratılır ve çoğu kez de sınırları çizilip yazıya -yasaya, tüzüğe, genelgeye, emre- dökülür. Memurun üst düzeyde bulunması durumu pek değiştirmez. Eh, en üst düzeye çıkabilmişse, ancak o zaman ilk üretimin o kişinin kafasında gerçekleştiği söylenebilir belki; ama o

152

Page 161: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

noktada zaten devlet olmuştur o kişi; sorgulanamaz yerdedir; ne yapsa yeridir.

Oysa sanatçı doğrudan doğruya yaratan, üreten kişidir. Onun ürettiğinin de öncesi vardır tabii ki, o da bir birikimin üstüne oturur, ama o elindeki işe her aşamada yeni bir nitelik katar, o işi yeniden üretir. Özgür kafa tüm insanlara yaraşır, tüm insanların hakkıdır; yine de onsuz olabildikleri görülmüştür, görülür. Oysa onsuz ne sanattan ne de sanatçıdan söz edebilirsiniz.

Bu yüzden devletin yönettiği sanat kurumlarına ve oralarda çalışan -aslında çalışmak zorunda bırakılan- sanatçılara bazen acıdım, bazen kızdım, bazen kuşkuyla baktım. Devlet Şehir Tiyatroları, Operaları, Baleleri bana hep bizim tapu sicil memurluğunu, defterdarlığı, karayollarını, süt kurumunu, hadi bilemedim turizm müdürlüğünü, kültür müdürlüğünü anımsattı. O kurumların müdürleri, genel müdürleri olduklarında sönen nice sanat yıldızı tanıdım. (Şimdi Türk adımlı bale tartışmalarını hatırlıyorum.)

Öte yanda onurla hayat ve sanat mücadelesi veren "özeller" var. Kimse kızmasın, kendimi onlara daha yakın hissediyorum. Kenter’lerin Devlet Tiyatrolarından ayrılıp İstanbul’a göç edişlerini de hatırlıyorum.

Bir de "halk sanatçıları" var. Onlar halk türküsü okuyorlar. Peki, devlet sanatçıları devlet türküsü mü okurlar? Sanatla ancak böyle alay edilir?

Devlet ne yapmalı? Devlet sanata ortam hazırlamalı, onu yönetmemeli. Hiçbir sanatçı da kendisini devlete yönettirmemeli.

16 Ağustos 1991

Şu Devlet Sanatçılığı kurumuna hep ters bakıyordum, sanat ve devlet kavramlarını birlikte kavramak bana bir türlü mümkün görünmüyordu. Birkaç gün önce 36 sanatçıya daha Devlet Sanatçısı unvanı

153

Page 162: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

verildiğini, hele bunlar arasında sanat çizgilerini, dünya görüşlerini az çok izleyip takdir ettiğim kişilerin de bulunduğunu öğrenince canım iyice sıkılmıştı.

Bugünkü Sabah’ta Yaşar Kemal’le Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın bu unvanı kabul etmediklerini okuyunca sevindim. Hakkını yemeyeyim, film yönetmeni Lütfi Akad da devlet sanatçısı unvanını reddetmiş. Galiba başkaları da var. Meğer daha önce Bekir Coşkun da bu işteki komikliği görüp eleştirmiş. Bunu da Engin Ardıç’ın bugünkü yazısından öğrendim. Ardıç’ın yazısı "Devlet Sanatçısı Soytarılığı" başlığını taşıyor, tam istediğim yazı. Bu soytarılık 12 Mart döneminde, Nihat Erim hükümetinin Kültür Bakanı Talat Sait Halman tarafından icad edilmiş.

Ne komik işler değil mi? Devletle doğrudan ilişkiye giren kişi siz değilsiniz, devlet sizi kendisiyle ilişkiye sokuyor ve sizin kişiliğinizi rencide ettiğinin farkına dahi varamıyor.

12 Ekim 1991Devletimiz yine celallenmiş, 72 kişiyi daha devlet

sanatçısı yapıvermiş. Böylece, 1971 yılından buyana 68 olan devlet sanatçılarımızın sayısı 136’ya çıkmış. Şu unutuldu, bu unutuldu denilerekten bugün 13 kişi daha listeye alınmış.

Bu defa Fikret Otyam, Orhan Pamuk, Arif Sağ yeni unvanlarını reddetmişler. Unvanı benimseyenlerin sayısı elbet çok daha yüksek. Ben, azınlıkta kalan reddiyecilerden yanayım. Gerçi gerekçelerimiz biraz değişik. Otyam, ödüllendirmenin yozlaştırıldığı kanısında. Pamuk ise, yazarları, gazetecileri hapse atan devletin verdiği böyle bir sıfatı taşımayı yakışıksız buluyor. Bu görüşlerine katılıyorum, ama bence asıl sorun bu değil. Sorun, gerçekten çağdaş bile olsa, bir devletin sanatçı "seçmesinde" yatıyor. Bu, sanatçının devletleştirilmesi anlamına gelmiyor mu? Kendisine sanatçı denmesi mümkün olan, denmesi gereken,

154

Page 163: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

denen kişiyi, bu yolla devlet tanımlamış olmuyor mu? Bana sorulacak olursa, devlet sanatçısı olan kişiler bundan böyle özgür değiller. Yüreklerini devlete sattıkları için değil, bu konuda yine de özgür kalabilirler. Sanatçı onurunu devlet onuruyla pekiştirme yolunu seçtikleri, daha doğrusu "seçtirildikleri" için artık özgür değiller.

Devletin memuru, devletin öğrencisi, devletin esnafı, devletin işçisi, devletin sendikacısı, devletin çiftçisi, devletin sanatçısı... devletin insanı.... devletin malı! ...

Attila İlhan, Hangi Batı adlı kitabında, Jön Türkler bağlamında ilericilik kavramını irdelerken, -yani benim şimdiki konumla doğrudan ilgisi yokken- şunları demiş: Ümmet niteliğini yitirmemiş, ‘yasakçı’ toplumlarda, siyasal otoritenin görevi sanatçıyı ya evcilleştirmektir, ya da etkisizleştirmek! Bunu ya aba altından sopa gösterip yapar, ya da ihsan dağıtarak."

8 Aralık 1998

Simge Sultan

İçişleri Bakanlığı merkez valilerine iki üç yılda bir görev verir. Bakan yeni atanmıştır; ilk basın toplantısında gazeteciler sorarlar: "Sayın Bakanım, bunca merkez valisi ne iş yapar?" Bakan sağına soluna bakınır, biraz da danışır, sonra "Hay Allah, şunlara bir iş verelim yahu" der ve merkez valileri öylece iş güç sahibi olurlar. Re’sen emekli olduğum dönem hariç, merkez valisi olarak görev (!?) yaptığım onbeş yıl içinde iki kez iller arası sınır anlaşmazlığını çözmeye gittim, iki kez de verilen konu üzerinde bir rapor hazırlama görevi üstlendim. Üstlendik demem gerek, çünkü bu ciddi görevler, görevi yapacak adam sayısı pek fazla olduğu için birden fazla kişiye verilir. Yani bu süre içinde toplam

155

Page 164: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

dört aydan fazla çalışmadım, fakat maaşımı almaya devam ettim. (Aralık 2003)

Neyse, beş merkez valisi "polis yasası taslağı" hazırlama görevini almıştık, onu tartışıyorduk. Nasıl denk geldiyse, bir arkadaşım Abdülhamid’in büyük adam olduğunu söyledi. Görüşüne kanıt olarak da Abdülhamid zamanında hiç toprak kaybetmemiş olduğumuzu gösterdi. İki arkadaş ona hak verdi. Biz iki kişi sustuk.

Benim, böyle, susulmaması gerektiğine sonradan karar verdiğim haller az değildir. İş işten geçtikten sonra da hep kendimi yerim. Zeki adam lafı yerinde kullanır, taşı anında gediğine oturtur; ben öyle değilim. Gerçi kendime fazla haksızlık etmemeliyim; fikirlerimi savunma konusunda kimseciklerden çekinmediğimi bilirim. Bu olaydaki suskunluğumun nedeni, polis yasası üzerindeki görüşlerimi onlara kazasız belasız anlatma endişesi idi, su bulansın istemedim. (Bu da bir üç kağıtçılıktır ya, neyse.) Konuşabilseydim, hiç değilse şu kadarını söylemek isterdim:

Biz resmî ideoloji içinde eğitildik. Resmî ideoloji bize Osmanlı Padişahlarının başarılarını, başarısızlıklarını, onların kazandıkları ya da kaybettikleri toprak parçalarıyla ölçmeyi öğretti. Oysa tarihi başka ölçülerle ölçmek de mümkündür ve hatta gereklidir. Gerçi Abdülhamid’i sizin ölçünüzle dahi savunmak güçtür. Daha geriye de gidilebilir ama, hiç değilse 19. Yüzyıl Osmanlı tarihi sürekli yenilgilerin, sürekli toprak kayıplarının, fakat aynı zamanda imparatorluğu kurtarma, bu amaçla batılılaşma çabalarının tarihidir. Abdülhamid de o yenilgilerin, o kayıpların, o çabaların içinde bulunmuştur. Eğitime verdiği önemden, panislamist politikasının aslında islâmcı olmaktan ziyade devleti kurtarmaya yönelik bir politika olduğundan söz edebilirdiniz. 93 Faciası (1877-1878) Abdülhamit döneminde yaşandı deyip de küçültmeye

156

Page 165: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

çalışmam onu. Başka örnekler de var ama vermem, korkmayın. Fakat siz de hiç değilse ayakları biraz daha yere basan yorumlar yapın. Sorun sadece toprak kaybı olsaydı, İttihat Terakki’nin bu konuda daha beterini yaptığını size önce ben söylerdim. Sanıyorum ki siz de İttihat Terakki kayıplarına üstü kapalı yollamalar yapıyorsunuz. Oraya nasıl gelindi sorusunu niye sormuyoruz kendimize? Devlet ve toprak!? İnsanı ne zaman konuşacağız?

Abdülhamid bir simgedir, sizin için de, bizim için de. Neyin simgesi? Sizin yanda devletçi, (Osmanlıcı), islâmcı, ümmetçi; isterseniz "Baba" devletin simgesi. Bizim yanda ise, baskıcı, kuşkucu, tekelci, otoriter bir devletin!.. Ve öylesi bir babaya karşı özgürlük mücadelesi vermiş olanların!... Mücadeleyi Abdülhamid kazansaydı ne olurdu, o kaybetti ne oldu? Gelin bunları tartışalım. Gerçi bunun da adı spekülasyondur; yere birlikte bassak daha iyi olmaz mı?

İtiraf edeyim, bizim yandaki görüşlerin de derinliği yoktur. Tarih, sosyoloji, siyaset yoksunu değerlendirmelerdir bizimkiler de. Ama öte yandakiler iyiden iyiye basmakalıp. Bu iki dünya görüşü arasındaki çelişki bugün de sürmektedir ve Abdülhamid o yüzden bugün de gündemde kalabilmektedir. Ölümünden bunca yıl sonra, beş merkez valisinin huzuruna, tam da polis yasasını tartışırlarken çıkıvermesi boşuna değildir.

O halde, Abdülhamid’i sudan gerekçelerle savunmayı da yermeyi de bırakalım. Toprak moprak diyeceğimize işin adını koyalım, mertçe tartışalım. Tarih, "bililtizam" (bilinçli olarak, kasten) birilerini yüceltme, birilerini cüceleştirme işi değildir.

5 Eylül 1992

157

Page 166: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Devlet Yemek Yer mi?

Arkadaşlarımla tartışıyoruz.

Devlet küçülmeli denildiğinde, "işgal ettiği olumsuz alan daralmalı, vatandaşlara bırakacağı olumlu alan genişlemeli" denilmek istendiğini düşünüyorum. Onlar ise "hayır devlet büyümeli, şimdi devlet yok da ondan böyle oluyor" diyorlar. Aslında aynı şeyleri söylüyoruz, olaya iki değişik uçtan bakıyoruz, anlaşmazlık bundan doğuyor. Onlar devleti soyut, kutsal bir kavram olarak görüyorlar. Bizim devletimiz bir bakıma öyledir de. Öyle olunca, örneğin devlet yemek yemez, otobüse binmez, suç işlemez... Sorunun özü burada yatıyor. Ben de diyorum ki, devlet soyut bir kavramdır, tamam, hadi diyelim ki tüzel kişidir. Ama mübarek, işini gerçek kişiler olmadan göremez, bu yüzden yemeğin de hasını yer, tatile de çıkar, hacca da gider, adam da döver. Yani devlet dediğin sen ben bizim oğlanızdır. Adını tam koyarsak validir, kaymakamdır, savcıdır, polistir, askerdir, tapu katibidir, belediye memurudur... "Gördün mü" diyorlar, "o zaman onları suçla, onların suçunu devlete yükleme!" Kardeşim, "şimdi devlet yok da onun için bu adamlar ortada fink atıyorlar" demek sorunu çözmüyor. Bu adamlar devlet var olduğu için, sizler devleti kutsal saydığınız için varlar. Karşıma Ahmet, Hasan, Hüseyin diye çıkmıyorlar ki. Üstüme "ben devletim" diye geliyorlar. Karakolda işkenceyi vatandaş Ahmet yapmıyor ki, polis Ahmet yapıyor; bu farkı göremiyor musunuz?

Üstelik şimdi bana demek istemediğim şeyleri dedirtmeyin. Ben, devlet küçülsün derken bu adamlar da ortadan kalksın demiyorum. Ben devlet önce kafalarda küçülsün, sosyolojide, siyasette küçülsün, sonra bunların gereği olarak da isterse ekonomide küçülsün diyorum. Devlet o konuma gelince devletin adamları ortalıklarda zaten böylesine pervasızca fink atamazlar diyorum.

158

Page 167: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Tüzel kişiler kötü işler yapabilirler. Bu kötü işleri gerçek kişiler eliyle yaparlar. Bu gibi durumlarda, gerçek kişiler kişisel sorumlulukları bir yana, temsil ettikleri tüzel kişi adına da sorumlu olurlar. Ama siz "Devlet iyidir, hoştur, kutsaldır, suçtan -suç ne ki, eleştiriden- münezzehtir" dediğiniz sürece, ne ol kişilere, ne de ol kişiler eliyle ol mübarek devlete suç işletebilirsiniz!...

Yıllar öncesinin öyküsü: Gecenin bir saati, karakolda polisler bir vatandaşa işkence etmekte iken adamcağız ölüvermiş. Ertesi gün millet ayağa kalkmış. Bizde millet ne kadar ayağa kalkabilirse! Polisler ölüme doğal ölüm süsü vermişler, ya da intihar. Olayı bana anlatan dönemin valisi, polislerin kesinkes suçlu olduğuna inanıyordu. Nitekim polislere işten el çektirmiş, haklarında soruşturma açtırmış. "Sonunda" dedi, "o polisleri kurtarmak için akla karayı seçtim, yoksa bir yandan devletin prestiji sarsılacaktı, öte yandan polise bir daha iş yaptırmak mümkün olmayacaktı."

Eee, biz de bunu diyoruz. Diyoruz ki, devletin prestiji, devlet kendisini temsil eden adamı böyle düşündürdüğü için sarsılıyor.

Devlet soyut bir kavram olarak görülüp gösterilirse, birtakım safdiller buna inanarak, birtakım akıllılar da inananları kullanarak kendilerini devlet yaparlar ve "layüs’elliğin" (sorgulanamaz olmanın) tadını çıkarırlar...

4 Aralık 1992

Devlet Hata İşler mi?

Yeri geldi, emekli Vali Bekir Öztürk Abi ilk kaymakamlık günlerinden bir anı anlattı.

İlçede göreve başlarken, Tahrirat katibine "Vilayetten gelen gizli damgalı ya da isme yazılı zarflar hariç bütün zarfları açabilir ve bana havale edilmiş

159

Page 168: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

olarak imzaya getirebilirsin" demiş. (Gençler bilmezler, Tahrirat Katibi -ki şimdiki adı yazıişleri müdürüdür- ilçede önemli kişidir; ilçe genel sekreteri gibi bir şeydir; Kaymakam yokken kaymakamlığa o vekalet eder / edebilir.)

Tahrirat Katibi, bir gün üstü gizli damgalı bir zarfı açık olarak getirmiş masasına. İçinde şunlar yazılı: "Komünizme yatkın olduğu bilinen ilçeniz Tahrirat Katibi -diyelim ki- Ahmet Demir hakkındaki son değerlendirmenizin bildirilmesi..."

Bekir Abi, bu adam kendisiyle ilgili bu zarfı niye açtı sorusunu araştırırken bir de ne görsün? Zarfın üzerinde "Sayın Ahmet Demir, ... İlçesi Kaymakam Vekili" yazıyor. Bekir Abiden önce ilçe kaymakamlığına vekalet eden kişi yani !?...

Yıl 1950'lerin ikinci yarısı olmalı. Gerçi ne fark eder? Benzer olayları ben de yaşadım. Sanırım, bugün de yaşanmaktadır bu tür münasebetsizlikler.

Şımarıklığım üstümdeydi; Bekir Abiye o Tahrirat Katibinin gerçekten komünist olup olmadığını sordum. "Okur yazar bir adamdı, çok okurdu, bundan olsa gerek devletin onun peşine düşmesi " dedi. Tesadüf; Bekir Abi de çok okur. Bir okumaz yazmaza da rastlayabilirdi Ahmet Demir!..

Şu denebilir: Kardeşim, il memurlarının hepsinin de "fikren gelişmiş" ya da en azından yazının içinde söz konusu edilen kişi ile zarfın üzerine yazılan ad arasında bir bağlantı kurmasını bekleyemezsin ki; günde böyle yüzlerce yazı yazıyor, zarfa koyup bir yerlere gönderiyorlar; böylesi yanlışlıklar da olabilir. Bu tür kişisel hataları da devlete yükleme!.

Ben yüklüyorum. Çünkü, beni tehlikeli sayan yazıyı yazan, o yazıyı imzalayan kişinin, işin içinde komünistlik (devleti kurtarma) var olduğu için, o içgüdü ile hareket

160

Page 169: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

ediyor oldukları için bu hatayı işlediklerini düşünüyorum.

Çünkü onlar beni askere almak için, benden vergi almak için, beni emekli etmek için bu tür hataları fazlaca işlemiyorlar.

7 Aralık 2003

Valilerin Görevi Nedir?

Pazar günü Kanal 6’nın "Bizim Koltuk’unda Ahmet Altan ve Neşe Düzel Hayri Kozakçıoğlu’nu konuk ettiler. Konuk İstanbul Valisi olunca konu ne olmalı?

Konular şunlardı: Abdi İpekçi cinayeti, Mehmet Ali Ağca’nın yakalanışı, Bölge Valiliğinin sorunları, güneydoğudaki faili meçhul cinayetler, sonra Turan Dursun ve Çetin Emeç cinayetleri... Bu olayların kamu vicdanında yarattığı acılı sorulara, devlet adına birtakım insanların cevap vermesi şarttır, bunu ben de isterim. Kozakçıoğlu’nun mesleki deneyimi daha çok güvenlik konuları üzerine yoğunlaşmıştır. Bu nedenle, kendisine o tür sorular sorulmasında da bir yanlışlık bulunmayabilir. Ama ben artık öyle bir yönetim özlüyorum ki, bir İstanbul Valisi televizyona çıkınca benim gözlerim ve kulaklarım orada bir polis değil bir vali görsünler, duysunlar.

"Efendim, İstanbul’a kar ve yağmur yağmasını engelleyecek bir önlem düşündünüz mü? (Bunları yağdırmak kolay, denendi, bulutlara bomba atıyorlar, yağıyormuş.) Düşünmediyseniz, kar ve yağmur yağdığında, okulları kapamak dışında ne yapmayı düşünüyorsunuz? Çek-senet mafyası var diyorlar, siz ne diyorsunuz? Gerçekten varsa, neden kaynaklanıyor bu? Sizin ekonomi, sosyoloji uzmanınız var mı? İşverenler kıdem tazminatı ödememek için işçilerini istifa ettiriyorlarmış, bu amaçla kullandıkları baskı yöntemlerini, kokteyllerde karşılaştığınızda size

161

Page 170: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

anlatıyorlar mı? Polis kitap fuarını basmış, duydunuz mu? Murat Belge’ye pasaport verilmemiş, bilginiz var mı? Yazarı, çizeri, işçiyi, öğrenciyi kimin savunması gerektiğini düşünüyorsunuz? Sizce merkez mi suçlu? Siz merkezde olsaydınız nasıl davranırdınız? (Özür dilerim, ben de hep polisle ilgili sorular soruyorum, bağışlayın, ben de koşullanmışım, alışkanlık ne yapalım.) Belediyelerle diyalogunuz nasıl? İstanbul’u geleceğe nasıl hazırlıyorsunuz? Sizce 2000 Olimpiyatları İstanbul’da yapılabilir mi? Okulların bir kısmı öğretmensizmiş, bir kısmında ise öğretmen fazlası varmış, doğru mu bu? Hastanelere hiç yolunuz düştü mü? Ellibin liracık vergiyi ödemek için günlerce kuyrukta bekleyen vatandaşlara nasıl bir kolaylık düşünürsünüz? Nüfus cüzdanı almak için de uzun kuyruklara girmek gerekiyormuş, haberiniz var mı? Ya emeklilerin bankalar önünde yarattığı acılı kuyruklar? Halk kitaplıkları açmayı hiç düşündünüz mü? Gençlerimiz için neler planlıyorsunuz? Sivil toplum örgütlerini kendi çabalarınıza katma fikrine ne dersiniz? İstanbul uluslararası bir metropol olabilir mi? Sizce neyi eksik neyi fazla? Demokratik kitle örgütlerine sağlanan özgür ortam daha çok anarşistlerin işine yarıyormuş, öyle diyenler var, siz de bu görüşte misiniz? ..."

İçişleri Bakanı İsmet Sezgin açıkladı: İl İdaresi, Polis ve Jandarma Yasalarında yapılacak değişikliklerle ilgili hazırlıklar bitirilmiş. Bunların yasalaşması halinde olağanüstü hal uygulamasına gerek kalmayacakmış. Ne demek bu? Ne demek olacak, "olağanüstü hal uygulamaları olağan hale getirilecek" demek. İl İdaresi Yasasında yapılacak değişikliklerle vali ve kaymakamlara öylesine "şedid" (şiddetli) yetkiler verilecek ki insanlar yerlerinden kıpırdayamayacaklar. Taslağın bu özelliği, Polis Yasası Taslağını savunmak üzere gittiğimiz İzmir toplantısında kıyasıya eleştirilmişti. Eleştirenler arasında ben de vardım. Demek ki işe yaramıyor. Devlet bildiğini okuyor.

162

Page 171: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Ama ilginç bir şey oldu. Sezgin, Polis Yasasında yapılacak değişiklikleri anlatırken, büyük ölçüde bizim önerdiğimiz taslağı kullandı. Hatta bir madde var ki, hem taslağı hazırlayan kendi grubumuz içinde, hem de İzmir toplantısındaki tartışmalar sırasında kabul görmemişti ve ben tek başıma bir karşı oy yazarak taslağa eklemiştim; bakan o maddeyi aynen benim gerekçemle anlattı. Yasanın bütünü içinde bir ayrıntı gerçi, hani şu: Otel, kahvehane, çay bahçesi, içkisiz disko gibi yerlerin açılmasını polis iznine bağlı olmaktan çıkarıp belediyelerin görev alanı içine sokan madde...

Anlaşılır gibi değil. Bizim taslak işe mi yaradı? Öyleyse aynı mantık taslağın öteki maddelerinde, hele İl İdaresi Yasa Taslağında niye benimsenmiyor? Aslında İzmir’de tartıştığımız taslaklar hem kendi içlerinde hem de birbirleriyle ilişkileri açısından, Anayasadan başlayarak ilgili öbür yasaları yok bile saysak, zaten birer yamalı bohça görüntüsünde. Ne yapmak istiyor bu bakanlık? Dostlar alışverişte mi görsün? Bakın demokratikleşme yönünde ne güzel de çalışıyorlar mı densin?

Osmanlının işine akıl sır ermiyor... Ben mi öküz altında buzağı arıyorum, bakanlık mı aba altından sopa gösteriyor?

7 Ocak 1993

İçişleri Bakanlığının Teşkilat Şeması ve

Anımsattıkları

Bakanlıkta şube müdürlüğü yapmış olan genç bir dostum anlatmıştı...

Seksen İhtilali sonrasında, emeklilik mutluluğu elinden alınıp İçişleri Bakanı yapılan Selahattin Çetiner Paşa bakanlığın teşkilat şemasının çizilmesini istemiş.

163

Page 172: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Yoksa, askerler böyle şeylerden hoşlanırlar diye bizim kodamanlar kendiliklerinden mi hazırlamışlar şemayı, neyse... Bakana brifing veriliyor.

"Sayın bakanım, şu tepedeki kutu bakanı temsil ediyor. Onun altındaki müsteşar, yanlardaki özel kalem müdürleri, sekreterler... Şunlar müsteşar yardımcıları, şunlar da genel müdürler... Şu, şu, şu daire başkanlıkları, gördüğünüz gibi, şu, şu, şu genel müdürlüklere bağlıdır... Şubeler ise..."

Sunuş biter gibi olunca, müsteşar yardımcılarından birisi parlamış:

"Sayın Bakanım, şema güzel de, bakın simetri pek yok gibi, bu tarafta bir yığılma var, bu taraftaysa bir boşluk. Örneğin şuraya bir daire, biraz da şube korsak şemada tam bir simetri sağlamış olacağız, arzederim!"

Bakan boynunu bir o tarafa bir bu tarafa kırmış, gözlerini kısmış, "Doğru" demiş, "bunu düşünelim!.."

Çetiner Paşa temiz kalpli bir adamdır. Ama sadece o kadardır. Daha fazlasını zaten kendisi de istemez. Ülkesini sevmektedir, bu kesindir, ona bu yeter. Yaptığı her işin, verdiği her kararın doğruluğuna karinedir (ipucudur, ölçüdür) ülkesever oluşu. Yani nesli tükenmemiştir, pek çok örneği vardır.

Türk İdareciler Derneğinin Genel Sekreteri olduğum sırada düzenlediği ilk basın toplantısında dalaşır gibi olmuştum kendisiyle. Sonra beni odasına çağırıp ciddi ciddi dinlediydi, gönlümü almaya çalıştıydı. Gerçi re’sen emekli edilmemde ısrarlı olduğunu güvenilir ağızlardan işittim. Bu öyküyü biraz daha ayrıntılı anlatayım:

1980-1982 yılları arasında Türk İdareciler Derneği Genel Sekreteri idim. İşimi ciddiye alıyordum. Her gün bir meslekdaşımız, özellikle de genç kaymakamlar, maiyet memurları sorgusuz sualsiz kim vurduya getiriliyordu. Bu uygulamalara İdarecinin Sesi

164

Page 173: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Gazetesinde kendi imzalarımızla karşı çıkıyorduk. (İki yıllık koleksiyon bende mevcuttur.) Bir de, yaşlı meslekdaşları mutlu etmek için -çünkü gençlerin para pul istediği yoktu- maaş artımı peşinde koşuyorduk. Eh, ihtilal olmuştu; askerler, hakimler ve bizler bundan yararlanmalı idik. Hazırlıklarımızı Bakana iletmek istiyorduk ama bize randevu vermiyordu. Ben de bir cinlik yapıp bakanın ilk basın toplantısına İdarecinin Sesi Gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni sıfatımla katıldım.

Bakan, polis teşkilatında yapılacak reformları anlatıyordu. Reformun ağırlık merkezini polis kıyafetlerinin ve polis arabalarının renginin ne olacağı konusu oluşturuyordu. Sunuş bitince, sorulara geçildi. Yerli yabancı çok sayıdaki gazetecide soru soracak hal kalmamıştı. Birkaçı sunuş sırasında resim çekmek için flaş çakınca bakandan papara yemişti, bir kısmı da kıyafet ve renk konusuna fazla ilgi göstermiyordu. Hal böyle olunca, "bir ara verelim de herkes sorusunu yazılı olarak sorsun" denildi.

Ben de oturdum, özetle "Bizim maaşlar nolcek?" sorusunu yazdım kağıda, altını da adımı ve unvanımı belirterek imzaladım. (Dernek yöneticisi iseniz, temsil ettiğiniz kitlenin inanmadığınız türden isteklerini dahi gündeme getirmek zorunda kalabiliyorsunuz; böyle bir soruyu sormak durumunda kaldığım için hep üzülmüşümdür.) Sıra benim soru kağıdıma gelince bakan şaşırdı ve birden "Bu benim memurum yahu!" dedi. Gözleriyle beni araştırırken ayağa kalktım, "Burada İdarecinin Sesi Gazetesini temsilen bulunuyorum" dedim. "O halde seninle toplantıdan sonra görüşelim" dedi. Toplantı bittiğinde beni izledi ve odasına buyur etti. Odaya o, müsteşar ve ben birlikte girdik. Sesi çok yumuşaktı. Beni rahat bir koltuğa oturttuktan sonra "Niye teke tek konuşmuyoruz bu gibi özel konuları?" diye sordu. Kendisinden müteaddid kereler randevu talep ettiğimizi, ancak alamadığımızı, bizim de üzülerek böyle bir yolu denemek zorunda

165

Page 174: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

kaldığımızı anlattım. Konuyu öğrenmek istedi, onu da anlattım. "Ama biz bu konuda gerekeni yaptık, Maliye Bakanlığına bir de dosya gönderdik" dedi. "Özür dilerim ama Maliye Bakanlığı Müsteşarı Ertuğrul Kumcuoğlu sınıf arkadaşımdır ve kendisi ile yaptığımız son görüşmeden, İçişleri Bakanlığının, bizim talebimiz doğrultusunda herhangi bir dosyayı oraya göndermediğini öğrendik" dedim. Hışımla müsteşara döndü, "Öyle mi?" diye sordu. Müsteşar ezildi, büzüldü, "Bir bakayım efendim" dedi, öyle bir şey. Tam o sırada dışarıdan haber geldi ve televizyon ekiplerinin resim çekmek için bekledikleri söylendi. Bakan bana teşekkür etti, aktardığım konuyu izleyeceğini söyledi ve beni uğurladı.

Dernek merkezine geldiğimde tutuklandığım söylentisi ile karşılaştım, gerçek değildi elbet. Sonra maaşlar noldu, umurumda değil. Biz özel çaba göstermeseydik de artacaktı, herhalde artmıştır. Biraz efelik peşindeydik, efeliği de yaptık.

Selahattin Paşa re’sen emeklilik konusunda da insani bir bocalama yaşadı. Hani, durumu kanuna uyan her valiyi emekli etseydi mesele kalmayacaktı. "Kadroları sıfırladım" der olur biterdi. Bizi emekli eden 2559 sayılı yasanın temel gerekçesi de bu görünüyordu zaten. Ama valilerden bir kısmını, -yine yasanın bir hükmüne dayanarak elbet- emekli edip, ötekileri kadroda tutmak için "vicdani bir gerekçe" de gerekiyordu. Benim emekli edilmemem için çalıştığını yıllar sonra öğrendiğim Hikmet Gülsen Ağabey'e "Ama o bana tüm basın mensuplarının önünde soru sordu" demiş olması benim Selahattin Paşayı anlamama yeter.

Madem hamama girdik türkü çağırıyoruz, o halde bir de Ecevit’e efelenme öyküsü:

1978-1979 yıllarında Van’da valiydim. Terör vardı da adı henüz PKK değildi. Asıl terör yağ ve mazot yokluğuydu.

166

Page 175: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Ankara’da valiler toplantısı yapılıyor. Valiler, illerinin alfabedeki sırasına göre söz alıp konuşuyorlar. İş uzadı. İkindiye doğru "grup grup konuşsun valiler" dendi. Bana, 65. il olmama rağmen, arkadaşlarımın öne itmesiyle Van’ı çevreleyen iller adına söz verildi. Sanırım iyi bir özet yaptım. Başbakan Ecevit sınır ticareti konusundaki düşüncelerimizi de öğrenmek istedi.

Ağrı Valisi arkadaşım, İran’la iyi bir diyalog kurmuştu. Her gün bir iki tanker mazot alıyordu oradan ve bence adil biçimde dağıtıyordu. Daha önce Van'da Vali Yardımcılığı yaptığı için Van'lılar da izliyordu onu. Onun başarısı Van’da hem takdirle karşılanıyor, hem de "iyi ama, genellikle hemşehrilerini kolluyor" yollu eleştirilere yol açıyordu.

Bir gün bana İran’lı bir halter şampiyonunu getirdi. Meğer devrim yanlısıymış, o yüzden mazot işlerine filan artık o bakıyormuş. Kendisini evimde misafir etmiş, fakat "dünyadan bihaber" bulmuştum. Gün boyu şampiyonluk resimlerini göstermişti bana. Geldi, gitti, hiçbir konuda anlaşamadık. Çünkü, hiç bir konuda somut bir önerisi yoktu ve hiçbir somut öneriye verecek cevabı yoktu. Müfettişlikten geldiğim için Ağrı Valisi kardeşime "Aman hesabını iyi tut, başın ağrımasın" dedim. Zavallının başı ağrıdı. Birlikte merkeze alınmamızdan sonra Danıştaya savunma vermek zorunda kaldı ve ona içtenlikle yardımcı oldum.

Terörden zaman ayırıp Van-Et Entegre Sanayiini de kurmaya çalıştığımız bir dönemdi. Yalvar yakar İşletmeler Bakanı Kenan Bulutoğlu’nu Van’a getirtmiştik. Belediye Başkanvekili Nevzat Soydan’la beni dinlerken heyecanlanıp "Bundan böyle Ankara’da Van-Et sucuk ve sosislerini arayacağım" demiş ve bizi pek mutlu etmiştir. Ama o güzel Van-Et sohbeti içinde mazot konusunu açıp benden olumlu bir cevap alamayınca şu dramatik lafı da etmiştir: "Orda Ağrı’da bir Vali var ve mazot buluyor, sizse mazotsuzluktan

167

Page 176: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

yakınıyorsunuz… " Bu lafı belediyede, bir sürü insanın içinde söyledi bana. Ben de kendisine "İşlerin nasıl olduğunu bilmiyorsunuz, mesele sadece mazot bulmak değildir, mazotsuz kalmamak için de çaba gösterilebilir, isterseniz siz de biraz o çabayı gösterebilirsiniz" demeye gelen bir lafı çok sert biçimde söyledim.

Çok mu uzattım? Valiler toplantısındayız. Ecevit mazot konusunu, Ağrı örneğini önemseyerek sorunca, bu örneği kısaca anlattım ve -hiç unutmadım, aynen- "Ben devletimi bu denli küçültülmüş görmek istemiyorum, benim devletim birkaç tanker mazot peşinde koşmamalı, böyle bir ticaret yapılacaksa bunun kuralı konmalı..." dedim. Ecevit’in tikleri keskinleşti ve "Tamam, tamam" dedi. Sustum. Toplantı çıkışında çok kişi tarafından kutlandım. Ne yazık ki, kutlamacıların önemli bir bölümü Ecevit’e diş biliyordu ve ben Ecevit’i seviyordum.

Ecevit, bu tartışma üzerine, sınır ticareti konusunda çalışmak üzere sınır valilerinden oluşan bir heyetin yarından tezi yok çalışması emrini verdi ve toplantıdan ayrıldı. Bu heyet toplandı. Ama kendisine görev verilen Ticaret Bakanı Teoman Köprülüler bu toplantıya gelmedi. Heyet Yerel Yönetimler Bakanı Mahmut Özdemir başkanlığında toplandı ve Mahmut’la -Ona Tanrıdan rahmet dilerim, onu adıyla anma hakkım vardır- öğrencilik günlerimizi anıp çay kahve içtikten sonra illerimize döndük.

28 Ocak 1993

Valiler Tatil Yapıyor

Arsuz'taki idareciler kampına gittik geldik. Bu tatilin en bahse değer yanı Reyhanlı, Hatay, Samandağı, Belen ve Soğukoluk'a yapılan günübirlik gezi oldu. .

168

Page 177: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

30-35 kişilik bir grup oluşturduk ve resmî plakalı bir minibüsle yine resmî plakalı iki otomobile doluşarak bu güzel yerleri gezdik. Mülki idare amirleri, eşlerimiz, çocuklarımız... Konvoyumuzun önündeki polis eskortu sirenler çalarak, mekanik anonslar yaparak yolumuzu açtı… "313 sağa yanaş bekle", "526 dur, konvoy geçsin", "135 çıkma yola kardeşim", "Seyyar satıcı, çek arabanı yoldan!"

Reyhanlı ‘da göl kıyısında çay, Hatay ‘da Sen Piyer Kilisesi, Mozayık Müzesi ve Uzunçarşıda alışveriş, Samandağı'nda balık, ev yapımı şarap ve sonra ipekli alışverişi... Harbiye‘de künefe, Soğukoluk‘da karpuz, üzüm ve viski. Her durduğumuz yerde polisler esas duruşta. Kaymakamlar, belediye başkanları izzet-i ikramda kusur etmiyorlar. Halkın meraklı -bence kızgın- bakışları üstümüzde. Bizim grup mutlu...

Oysa ben, adetim vechile huzursuzum. Herkesin özel arabası var; daha olmadı aramızda üçer kuruş para toplayıp da bir otobüs tutsaydık daha iyi olmaz mıydı? Önce böyle düşünülmüştü. Güngör Aydın, Mustafa Demirel ve ben, araba tutmak için para da toplamıştık, ama yönetici sınıfı aşamadık.

Ben burada vali olsaydım, böyle bir organizasyona fırsat vermezdim diye düşündüm. Ama o takdirde, meslekdaşlarımca "Ne ilgisiz adam, ondan da bu beklenir zaten; tatile çıkmış meslekdaşlarını ciddiye almıyor" şeklinde suçlanacağımı da bildim.

17 Ağustos 1993

Rüşvetin Sivil ve Resmî Olanı

Günlerdir İSKİ skandalı ile çalkalanıyoruz. Genel Müdür Ergun Göknel İSKİ ihalelerinden komisyon (rüşvet) almış. İddia o ki komisyonların bir kısmı da SHP'ye gitmiş.

169

Page 178: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Göknel'in hatası bir genç kız sevmiş olması. Karısından boşanıp onunla evlenmiş. Ama eski karısı, adı hukuken rüşvet olmayan (çünkü rüşvet suçu memur suçudur, karı koca arasında bu adı taşıyan bir suç işlenemez) yüklüce bir para talep etmiş kendisinden; bunu da bir protokole bağlamış, boşanmayı ancak bu koşulla kabullenmiş. Parayı aldıktan sonra da düşmüş ortalara, "bana şu kadar para verdi, bu parayı nasıl buldu, bir sorun kendisine" diye Göknel’e savaş açmış. Göknel’in İSKİ ihalelerinden komisyon aldığı böylece ortaya çıkmış. İş büyüyor. Göknel bugün tutuklandı.

Mehmet Altan aylardır yazıyor. Babası yıllardır yazıyor. Biz de, eski solcular olarak deyip duruyorduk: "Dejenerasyon sistemden gelir, sorun bireysel ahlâkla ilgili değildir, çözüm de elbet bireysel olamaz" diye. Neyse, bu konuda çok laf edildi, burada yinelemenin alemi yok. Benim bu olayda asıl ilgimi çeken yan başka; kimse üzerinde durmadı.

İki kadın! Birisi kocasından boşanmak için adı hukuken rüşvet olmayan bir paraya razı olmuş, fakat bu yolla adı hukuken rüşvet olan bir olayı ortaya çıkardığı için kahraman sayılmış... Öteki sevdiği bir adamla evlenmiş ve daha balayını yaşayamadan kocasını hapishanede bulmuş... Birincisi vatan kurtaran aslan, ikincisi yuva yıkan bir cadı! Haber verme yerine haber yaratma sevdalısı medyamız için ne tatlı bir konu. Cadıya hücum!

Kameralar altında genç Feray Hanıma soruyorlar: "Efendim özel bir soru, isterseniz cevap vermeyebilirsiniz, (anlayışınıza kurban olayım) ev hayatınızı, yani şey, Ergun Bey'le özel hayatınızı anlatır mısınız?" (Görüntüde yatak odası... Ne hakla girdiniz oraya yahu?)

"Eee, iyi, yani biz birbirimizi seviyoruz."

170

Page 179: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

"Çocuk yapmayı düşünüyor musunuz? Hani aranızda çok yaş farkı var da..."

"Tabii, şu olaylar bir tavsasın, o da olacak inşallah."

"Ergun Bey babanıza da para verdi mi?"

"Babam böyle bir şeyi kabul etmez, bense satılık değilim."

Ötekine soru yok! Sevmediği, kendisini sevmeyen bir erkekten ayrılmak için para istediğini söyleyene soru yok. Devlet kuran yasalarımız bunun adına rüşvet demiyor. Buna vicdanlarda bile ceza yok, yatak odalarına girenlere de ceza yok. Devlet kuran yasalarımız o denli güçlü ki, insanlarımızın ahlâk anlayışını da belirliyor. Esas kahraman şantajla para sızdırdığını da gizlemediği halde hâlâ ahlâklı. Medyamız Ergun Bey'i de sorguluyor. Gazetecilik adına Ergun Bey'in seks ilacı kullanıp kullanmadığını öğrenip biz fakir okuyuculara aktarıyor. (27 Mayıs 1960 sonrasında Menderes’in evlilik dışı bebeğini de pek merak etmiştik, ettirmişlerdi…)

Ergun Beyin satılık olup olmadığına mahkemeler karar verecek. Cezasını çeksin. Ama bu arada kişilerin yatak odalarını bırakıp da olayın özüne girmeli değil miyiz? Evet, devlet çöküyor, bunu görelim!... Devlet, devlet olamadığı için çöküyor. Bu memlekette kaç tane Ergun Göknel var biliyor musunuz? Onları da araştırın. Lockheed ne oldu? İlksan ne oldu? Hayali ihracatçılar ne oldu? Devlet devlet dediğiniz bir ahtapot, kolları her yere uzanmış. Bataklık ortada. Sineklerin cinsel yaşamlarını kurcalayarak bataklık kurutulmuyor. Sinekler yerine bataklığa savaş açmış üç beş namuslu adamı da devlet düşmanı ilan ediyorsunuz. Satılık insanlardan medet ummayın, her zaman satılığını bulamazsınız.

171

Page 180: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Asıl soru şu olmalıdır: İnsanlar (vatandaşlar) devlet ellerinde olduğu zaman onu niye soyarlar? Bazen kendi adlarına, bazen mensubu oldukları grup adına? Niye?...

Çünkü devlet "tüm olanakları" kendi tekelinde tutar, yani "totaliter" bir anlayışı vardır da ondan. Öylesine geniş bir olanaklar manzumesidir ki bu, ne kadarının sizin, ne kadarının mensubu olduğunuz grubun (ailenizin, derneğinizin, kulübünüzün, partinizin, inanç sisteminizin) hakkı olduğunu kestiremezsiniz. Üstelik bilirsiniz ki, siz kullanmasanız da "birileri nasıl olsa kullanacaktır" o güzelim olanakları.

Düz vatandaş, yani bakkal, esnaf, tüketici olduğumuz zaman da algılamamız budur. Önce alışveriş sonra fiş!? Niye öyle olsun ki? Enflasyon almış başını gitmiş. Aldığım 250 gram kıymanın KDV’sini niye peşinen ödeyeyim ki?!. Sosyal statüme (!?) bağlı olarak ay sonunda mı alırım, yıl sonunda mı, yoksa hiç mi alamam o KDV’yi?

Devlet, çok üzgünüm ama, bizde dalaşılmayıp dolanılması gereken bir çalı haline gelmiştir. Yani, aldatılması, "kazıklanması" gereken bir varlıktır artık. Kendisinden korkulan, ne edeceği hiçbir zaman bilinemeyen, kutsallığı olduğu için saygı da duyulan, fakat her halde sorgulanamayan bir varlıktır. İnsandan yana olduğunu söyleyedursun, inandırıcılığını epeydir yitirmiş durumdadır. Ona görünmeden, onu dolaşarak yaşamak zorundasınız!...

Bu sözlerim Göknel’i haklı çıkarmaz. Fakat, küçüklü büyüklü yeni Göknel’lerin bundan böyle de var olabileceği anlamına gelir. Bu toprak onları yeşertmeye müsait hale gelmiş, getirilmiştir...

Burada, daha önce üzerinde durmadığım ve bu nedenle ileride bir çelişki olarak karşıma çıkabilecek bir noktaya değineceğim. Sürekli olarak devletin kutsallığından söz ediyor ve bu durumun güncel

172

Page 181: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

yaşamdaki yansımalarını anlatmaya, hatta eleştirmeye çalışıyorum.

Soru: Devlet madem ki kutsaldır, o halde ona ihanet mümkün müdür? Evet, kutsallığı kendinden menkul olunca (yani kutsallığı tanımlama yetkisi doğrudan onun tekelinde ise) asıl ona ihanet edilebilir!... Bütün gücü, -yetkiyi, parayı, şanı, şöhreti, mutluluğu- tekeline almışsa bir kutsallık, onunla ilişkide bulunan beşer doğal olarak şaşar ve kendisini o tekelin vazgeçilemez bir ögesi haline getirmeye çalışır. Böyle bir çaba, kişinin doğrudan doğruya devletin içinde olup olmadığına bağlı olarak, değişik biçimlerde gerçekleşebilir. Yerine göre mutlu bir tatil yapmayı, yerine göre vergi kaçırmayı, yerine göre ihaleden komisyon almayı, yerine göre adam öldürmeyi -vicdaden dahi- haklı kılabilen bir etik alandadır çünkü artık. O yapmazsa birileri nasıl olsa yapacaktır o işleri!...

20 Ağustos 1993

Kimden Çekiniyor Bu Çocuklar?

Son kararnameyle merkeze gelen Güneydoğu valilerinin izlenimlerini, değerlendirmelerini dinlemek için can atıyordum. Bugün İstanbul Mülkiyeliler Vakfındaki arkadaşlarla sohbet ederken böyle bir şansı zorlama fikri aklıma takıldı. Dedim ki: "Yahu, bu memlekette kimse kimseyi dinlemiyor, insanlar o yüzden konuşmuyorlar, oysa konuşmaya teşne çok adam var, yeter ki dinleyeni olsun. Örneğin şu Kürt sorununu bir de bizim Güneydoğudan gelen valilerden dinlesek."

Önerim kabul gördü. Sekiz on kişilik bir akşam yemeği düzenleyecektik, valilerimizi dinleyecektik. Hemen telefona sarıldım. Meğer ne safmışım. Kimse, topluluk (bu küçük grubu bile topluluk sayıyorlardı) huzurunda konuşmak istemiyordu. Birisi, "Yani, orada

173

Page 182: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

anlatacaklarımız kullanılacak mı?" diye soruyordu,. "E, tabii, sen birisine bildiğin, gördüğün, yaşadığın, inandığın bir şeyleri anlatırsan, anlattıklarının dinleyenler tarafından da benimsenmesini amaçlarsın, bu anlamda kullanılmasını da amaçlamış olursun" dedim. "Yok, ben bu işte yokum abi" dedi. Şimdilerde adına "şok" diyorlar; resmen şok geçirdim. Bir diğeri, bu daha ilginç, dinleyicilere değil de sunuculara itiraz etti. "Falancayı da çağıracaksan ben onun bulunduğu yerde Güneydoğuyu tartışmam" dedi, kestirip attı. Birden anladım ki, en sorunlu bölgemizin komşu illerinde valilik yapmış arkadaşlarım birbirlerine güvenmiyorlar... Olaylara aynı pencereden bakmıyor, olaylar hakkında farklı değerlendirmeler yapıyorlardı. Bu yüzden bir araya gelmeleri anlamsızdı. Oysa benim açımdan, bir araya gelip tartışmaları özellikle bu nedenden dolayı gerekliydi, anlamlıydı.

Sonuçta organizatörlüğü bırakmak zorunda kaldım. Tek tek kurtarsınlar bakalım ülkeyi diye iç geçirdim. Onlarla tek tek konuşacağım. Her birinden öğrenecek o kadar çok şeyim var ki! Ben sadece kendimi dinleyemem; ayıp olur, önce kendime ayıp olur!

Kimden korkuyor bu çocuklar?

26 Ekim 1993

Bir de anket formu hikayesi anlatayım. Bürokrat tedirginliğini, ürkekliğini, -hani dilim varmıyor ama- korkaklığını belki daha iyi anlatmış olurum. Ancak şu bilinmeli ki, bürokratlar hakkında olumsuz bir değerlendirme yapma niyetinde değilim. Tersine, bürokratı bürokrat yapan özelliklerden söz ediyorum...

TV kanalı kurmak isteyen bir firma, İstanbul Mülkiyeliler Vakfı Sosyal Araştırmalar Merkezinden (İMV-SAM, ki kuruluşundaki payım büyüktür ve bununla övünmüşümdür; sonradan vakıftan ayrıldı ve adı sadece

174

Page 183: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

SAM oldu.) fizibilite çalışması istedi. İMV-SAM bu çalışmada kullanılmak üzere bir anket formu hazırladı. Anketörlerimiz hazır. Ama bu işlere meraklıyım ya, on formu da ben aldım. Vilayetteki odamızda, ne güzel bir rastlantı, kendime yakın bulduğum üç merkez valisini bir arada yakaladım ve üç formun doldurulmasını onlardan istedim.

Kendilerine "Benim adıma ahlâksızlık yapar mısınız?" deseydim belki daha iyi olurdu. Soru kağıdında "Hangi TV kanalını izliyorsunuz, neden?" parantezine alınabilecek sorular var. Müthiş bir sessizlik! Neden sonra, üç yiğitten en yiğidi "Ben doldururum, ama adımı yazmam" dedi.

Anket broşürünün son sayfasında, anketi dolduran kişinin ad ve soyadı için ayrılmış bir bölüm vardı gerçi, ama bu oraya teknik bir nedenden ötürü konmuştu. Doldurmak zorunda değildiniz. Anketörleri kontrol altında tutmak için, oturdukları yerde form doldurmalarını önlemek için konmuştu. Bizim anketörlerimiz böyle bir günah işlemezler. Yine de formda böyle bir bölüm bulunması fazla anlamsız değildir. Adına çalışma yaptığımız firma da aylar sonra bir kontrol isteyebilir. Biz güvenilir bir firmayız. Üstelik bu kez anketör benim!

İşi inada bindirip, şakayla karışık, "Adını yazmaktan çekindiğin bir formu benim vakfım kullanamaz" dedim ve formlarımı çantama soktum. Öbür iki yiğit rahat bir nefes aldı.

Gece uykum kaçtı.

Birkaç yıl önce, güneydoğudan merkeze alınan valilerle birlikte yemek yiyip onlardan bölge izlenimlerini dinlemek istemiştik de konuşmaktan kaçınmışlardı ya... Onların üzerine konuşacakları konu bayağı netameli bir konuydu. Kendilerine o zaman hak vermemiştim. Şimdiki arkadaşlarının -ağabeylerinin- TV

175

Page 184: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

ile ilgili görüşlerini araştıran bir anket kağıdına bile cevap vermekten korkar halde olduklarını görünce, onlara hak verdim.

Bugün bu üç arkadaşıma il valiliği yaptırmıyorlar. Korkak oldukları için değil. Şu, sayılarını ikiyüz civarında tahmin ettiğim valiler içinde en cesurlardan oldukları için! Bunu bütün içtenliğimle söylüyorum... Onlar kendi aralarında konuşmayı sürdürdüler; ben dinliyordum. Konu solculuğa dayandı. O üç arkadaştan en okumuş yazmış olanı "Biz Atatürk çizgisinde bir solculuğu savunageldik" dedi. Yine ya Kürtleri tartışıyorlardı, ya da islâmcıları... Eve dönüş yolunda "Atatürk çizgisindeki solculuğu" yorumlamaya çalıştım, beceremedim.

Derdimi Burcu’ya anlattım. "Baba, senin arkadaşların aynen benim arkadaşlarım gibi; üzülme, aynı sorunları ben de yaşıyorum" dedi. "İnsanlar böyle, üzülmeye değmez, dünyayı böyle kabul et" dedi. Beni teselli edecek bir insan bulduğum için mutlu oldum, ama uykum geri dönmek yerine iyice uzaklara gitti.

Kızımla aramda 37 yıl var...

8 Ekim 1997

Yeni İller, Yeni Valiler

Bugünkü Yeni Yüzyıl Gazetesinde bir yazım yayımlandı. Şu:

"Yeni İller, Yeni Valiler,

Devlet Anlayışımız:

İlçelerde yaşayan vatandaşlarımız ilçelerini il haline getirebilmek için büyük bir tutku ile uğraşıyorlar ve bu yolda belli ödünler vermekten, hatta siyasal tercihlerini değiştirmekten kaçınmıyorlarsa, siyasal iktidarlar da böyle bir tutkuyu oya tahvil etme çabasına girişmekte beis görmüyorlarsa, ortaya "alan razı-veren razı"

176

Page 185: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

türünden bir manzara çıkar ve böyle bir manzara doğal olarak demokrasinin biçimsel kurallarına hiç de ters düşmez.

Ama biraz derinliğine düşünürsek, hem vatandaşları hem de hükümetleri aynı yöne çeken, aynı noktada buluşturan bu gerçeğin bir temel yanlıştan kaynaklandığını fark edebiliriz: O temel yanlış devlet anlayışımızdır!

Vatandaş, ilçesine kaymakam yerine vali atandığı zaman ilçesinin abad olacağına, kendi sorunlarının daha kolay çözüleceğine mi inanıyor? Sanmıyorum...Onu heyecanlandıran, kutsallığı merkeze doğru gidildikçe artan devlete bir adım daha yaklaşmış olduğu inancı. Bu, başlıbaşına bir gurur, bir tatmin nedeni oluyor. Vatandaş, kaymakamla yaşadığı yüzyüze ilişkiyi valiyle yaşayamayacağını, devlete bir adım daha yaklaşmış olduğunda devletin bir adım daha uzağına düşmüş olacağını bilir. Yine de güce, güçlüye yakın olmayı, böylece "kendisini büyük hissetmeyi" tercih eder.

Bu, tarihten kaynaklanan psiko-sosyal tavır elbette her şeyi açıklamaz. Daha somut nedenlerden de söz edilebilir. İlçe il olduğunda değişecek olan sadece kaymakam değildir. Malmüdürü gidecek, defterdar gelecektir. Millî eğitim müdürü, emniyet müdürü, tarım müdürü artık daha oturaklı il müdürleri haline geleceklerdir. Belki, eskiden ilçede bulunmayan bazı yeni kuruluşlara, yeni müdürlere, yeni memurlara sahip olacaklardır. Merkez bir anlamda ilçelerine doğru kaymış olacaktır. Kadrolar artacak, birkaç yüz kişiye yeni iş olanağı açılacaktır. İlçeye bir tür hareketlilik gelecek, ev kiraları artacaktır. En önemlisi, özel idare kaynakları ilçede kullanılabilecektir.

Böyle bir yapılanmanın merkezi hükümet açısından yeni harcamaları gerektireceği ortadadır. Gerçi her harcama israf anlamına gelmez. Rasyoneli varsa,

177

Page 186: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

harcama göze alınmalıdır. Ama bu olaydaki rasyonel nasıl bulunacaktır?

Merkezi hükümeti rasyonel olanı aramaktan alıkoyan iki etken vardır. Birincisi, -gözle görülür olanı- vatandaştaki coşkunun oya tahvil edilebilir bir nitelik taşımasıdır. İkinci neden ise -ilk bakışta görülemeyeni fakat asıl belirleyici olanı- merkezi hükümetteki "kendini büyük hissetme-hissettirme" içgüdüsünün, vatandaşın zihninde de aynen yer etmiş-ettirilmiş olmasıdır. Bir başka deyişle, merkezi hükümet halka fizik olarak yaklaştıkça etkinliğinin arttığını bilir. Ama asıl sorgulanması gereken nokta, etkinliğin "hizmete" yönelik olarak mı, yoksa doğrudan doğruya "merkeze" yönelik olarak mı algılandığıdır. Amaçlanan, hizmet etkinliğinin artırılması mıdır, yoksa hizmeti sunmakla yükümlü olan yapının güçlendirilmesi midir? Bu ikisi her zaman aynı anlama gelmez ve birbirini tamamlamayabilir. Hatta çoğu kez, güçlü, merkezci bir yapı hizmet etkinliği ile çelişir. Ama vatandaş işin bu yanını sorgulayamaz.

Yeni Anlayış:

İşte gerçek tehlike bu noktada başlıyor. Devletin halka, halkın da devlete böylesi bir klasik devlet anlayışı ile yaklaşmaları, popülist sloganlar için uygun bir ortam yaratıyor ve böyle bir ortamda yapılanların rasyonelini bulmak, neyin ne sonuç verdiğini saptamak iyice zorlaşıyor. Sonuçta, merkezci devlet geleneğimiz, bizi belki de gerçekten yapmak istediklerimizin uzağına itiyor.

Günümüzün teknolojik olanakları, yönetim anlayışları, küçük coğrafyalarda dev hizmet yapıları oluşturulmasını, mevcut yapıların büyütülmesini hiç de gerektirmiyor. Hizmetler daha geniş alanlarda daha rasyonel, daha etkili biçimde organize ve koordine edilebiliyor. Bölge kuruluşları örneği bir rastlantıyla değil, fakat koşulların zorlamasıyla doğmuştur.Bunları

178

Page 187: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

esasen biliyor ve her zaman tekrarlıyoruz; "devlet küçülmeli" diyoruz, "yerel potansiyel harekete geçirilmeli" diyoruz, "sivil alan genişletilmeli" diyoruz. Yine de yeni iller kurarak devleti taşraya iyiden iyiye yayıyoruz.

İlçede yetkisizlikten yakınılıyorsa, ilde, hatta çoğu kez merkezde yığılmış bulunan yetkiler oraya devredilir. Yalnız kaymakamıyla değil, savcısı-hakimiyle, tarımcısıyla, mühendisiyle, doktoruyla, güvenlik görevlisiyle, öğretmeniyle... Genç ve yetenekli bir kadro var elimizde. Yeter ki onlara güvenilsin, yetkiler, sorumluluklar, kaynaklar hep merkezin ya da merkeze yakın sayılanların tekelinde tutulmasın...

Bu kadar da değil. Artık tüm dünyada klasik devlet anlayışı ciddi olarak sorgulanıyor. Otuz-kırk yıl öncesinin gözdesi "sosyal devlet" kavramı bile yerini "kendini sınırlayan devlet", "sorumlu devlet" kavramlarına bıraktı. Devlet kavramı eski kutsallığını, eski çekiciliğini yitirdi. Şimdi birey, grup, toplum kavramları önde.

Yeni Kaynaklar:

Bu değişme, yerel potansiyelin,yerel inisiyatifin önceliğine işaret ediyor. İnsanlar kendi kaynaklarını yaratacaklar, o kaynakları kendileri yönetecekler. Devlet ise ülke düzeyinde uyulması gereken genel ilkeleri, standartları belirleyecek ve onları geriden geriye ama "etkili biçimde" kollayıp gözetecek.

Bu anlamda ve bugünkü yapı içinde özel idarenin de bir çekiciliği olmamak gerekir. Çünkü özel idare kaynaklarının neredeyse tamamı merkezce sağlanır.Gerçi yeni il bu kaynaktan bir miktar pay alacaktır ve bu da bir şeydir ama ülke geneli düşünüldüğünde, alınan payın "yeniden yaratılmamış" olduğu, sadece bir "transfer" olduğu hemen görülür. Böyle olduğu içindir ki, vatandaşların çoğunluğunu doğrudan ilgilendirmez, onlardaki üretim, katılım,

179

Page 188: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

denetim motivasyonlarına hitap etmez, dolayısıyla yeni İl’e fazla bir şey kazandırmaz. Oyun üç-beş encümen üyesi, memur ve politikacı arasında oynanmaya devam edilir.

Aynı değerlendirmeler büyütülecek ya da yeniden kurulacak öteki kamu birimleri için özellikle geçerlidir.

Üstelik soruna sadece merkezin yeniden örgütlenmesi sorunu olarak da bakmamalı. Yeni anlayış, vatandaşın içinde yaşadığı yakın çevrenin sorunlarını bizzat saptamasını, o sorunlara kendince çözümler üretmesini, gerekli kaynakları arayıp bulmasını, sonuçları denetlemesini öngörüyor. Merkez, kendisini taşraya yayarak değil, merkezde yoğunlaştırarak güçlenmeli. İlla yeni bir düzenleme yapılacaksa, bu düzenleme "sivil alan" dediğimiz alan için düşünülmeli; vatandaşa kendi yakın çevresinin, kasabasının, beldesinin, ilçesinin, ilinin, hükümetinin yönetimine doğrudan katılmasını sağlayacak bir mekanizma için düşünülmeli.

Yeni Valiler:

Kurulacak illere vali olabilmek için sıra bekleyen pek çok kaymakam, vali yardımcısı, mülkiye müfettişi, merkez valisi var. Becerikli ve şanslı olanlar vali sıfatını kazanacaklar. Aralarında gizli-açık bir yarıştır başlayacak.

Bunu yadırgamamalı, ayıplamamalı. Vali olduklarında yapabileceklerinin, kaymakam iken yapabildiklerinden hiç de fazla olmayacağını ya biliyorlar ya da gidince öğrenecekler. Yaşamlarının sonuna kadar, valilik anılarıyla değil, vatandaşla doğrudan ilişki içinde bulundukları kaymakamlık günlerinin anılarıyla mutlu olmayı sürdürecekler. Ama yine de vali olmayı haklı olarak isteyecekler, vali olabildikleri için ayrıca mutlu olacaklar.

180

Page 189: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Çünkü sistem onları da aynen vatandaşı ve siyasetçiyi düşündürttüğü gibi düşündürtecek, kendilerini ancak devleti temsil ettikleri zaman önemli ve büyük hissedecekler. Çünkü sistem, onların kazanımlarını, birikimlerini valilik kurumu dışında kullanabilmelerine olanak tanımıyor. Çünkü devlet anlayışımız böyle bir mantığa kapalı.

Sonuç

Bu yazı fazlaca bir hüküm ifade etmeyecek. Hem vatandaşlarımız hem de hükümetlerimiz il sayısının artırılması "davasına" baş koymuş görünüyorlar. Önümüzdeki aylarda il sayımız giderek artacaktır. Geriye dönüş de yoktur. İlçeyi il yapmak kolaydır ama ili ilçe yapmak mümkün değildir. Görünen o ki, kısa bir süre sonra, çoğalttığımız illerimizin sayısını, bölge valilikleri kurarak azaltmaya çalışacağız.

Ama o zaman bile, eğer devlet anlayışımızı değiştirememiş isek, popülizm tuzağına düşmekten ve dolayısıyla rasyonelini aramaksızın karar verme alışkanlığından kendimizi kurtaramamış olacağız."

17 Haziran 1995

Devlet Kötü İş Yapar da Tazminat Öder mi?

İçişleri Bakanlığı, Uğur Mumcu’nun öldürülmesi olayında gerekli önlemleri almadığı gerekçesiyle Uğur Mumcu’nun kardeşlerine beşer milyon lira tazminat ödemeye mahkum edilmiş. Gazetenin haberine göre, bakanlık bu parayı çok bularak kararı temyiz etmiş.

Temyizin nedeni paranın çokluğu değil elbet. Bu kadarcık parayı Emniyet Genel Müdürü kendi cebinden bile öder. Asıl neden, devlet "suçu" kabul etmemiş olacak, bu. Bir de, dosyanın sorumlusu olan kaymakam ya da vali kökenli şube müdürüne, ne olur ne olmaz,

181

Page 190: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

günün birinde, "Arkadaş, devletin onurunu niye korumadın, devlet görevini her zaman yapar, suçu niye üstlendin, bakanlığın hakkını niye savunmadın" diye sorgu sual vaki oldukta, o garip arkadaş kendini koruyabilsin, o ...

Bu anlayış, bu arkadaşları -bu arada elbet devleti- sık sık komik durumlara da düşürür. Biz, 33 merkez valisi, 1982 yılında askeri yönetim tarafından re’sen emekli edilip sekiz yıl sonra sivil hükümet tarafından yeniden göreve çağrıldığımızda, İdare Mahkemesine başvurmuş ve emeklilikte geçirdiğimiz sekiz yıllık sürenin tazminini istemiştik. (Emeklilik işleminin iptali için dava açamazdık, çünkü Anayasamızın hâlâ da yürürlükte bulunan Geçici 15. Maddesi bunu engellemektedir.) İçişleri Bakanlığı Hukuk Müşavirliğinin İdare Mahkemesine gönderdiği 13 Mart 1991 gün ve 449 sayılı savunma yazısı pek tatlıdır. Yazı, önce olayı özetliyor, ellerinde bizim hangi kritere göre re’sen emekli edildiğimiz hususunda herhangi bir bilgi ve belge bulunmadığını anlatıyor, -yani bu adamları biz değil, askeri yönetim emekli etti demek istiyor- arkasından sonucu şöyle bağlıyordu: "...ilgilinin talebinin yerine getirilmesinin hakkaniyete ve nasafet kurallarına uygun olacağı düşünülmüşse de, konunun bakanlığımız yetki ve inisiyatifi dışında bulunması nedeniyle kendisine menfi cevap verilmiştir. Yukarıda açıklanan nedenlerle bakanlığımızca yapılan işlemde usul ve kanun yönünden bir aykırılık bulunmadığından, kanuni dayanaktan mahrum bulunan davanın esastan reddi ile her türlü yargılama giderlerinin davacı üzerinde bırakılmasını arz ederim.

Sokaktaki vatandaşa bazen komik bazen anlaşılmaz görünen bu gibi durumlar, devlet açısından doğal bir yaşam biçimidir. Hak, hukuk, adalet, kanun gibi kavramların böylesine harmanlanıp çarpıtılması "Devletin varoluşunun ve bekasının" bir ön koşuludur.

182

Page 191: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Nitekim, İçişleri Bakanlığının düz vatandaşa en azından çelişkili görünebilecek olan bu savunması, İdare Mahkemesine pek doğal görünmüş ve dava aleyhimize sonuçlanmıştır.

Davacı, "Benim bu adamdan (devletten) alacağım var" diyor; davalı "evet, davacı doğru söylüyor, benim bu adama borcum var, ama elimden bir şey gelmez" diyor. Böyle bir durumda, hakim değil de kadı olsanız ne dersiniz? Ama hakim, "Boşverin alacağı borcu, burada devletin çıkarı var" diyebiliyor. Nitekim, gerek bakanlığın üst düzey yetkilileri, gerekse yüksek mahkemenin yargıçları, sonradan bize özel olarak şu gerekçeyi açıkladılar: "Canım tamam, siz haklıydınız da, size tazminat ödenseydi, arkanızdan sizi örnek olarak gösterecek 1300 kişi daha gelecekti ve devlete ağır bir yük yüklenmiş olacaktı."

Yani hakim, haktan hukuktan yana karar vermesi gerektiğini düşünmüyor, düşünemiyor. Görevini, devleti gözettiği zaman yerine getirdiğini düşünüyor. "Devlet ideolojimiz" dediğim şey budur.

Ama, yahu, bizi boş ver, kırk yılın başı, nolur, hiç değilse Uğur Mumcu’nun adının arkasına sığınarak, birisi dese ki: "Devlet böylesi sorumluluklar için vardır. Uğur Mumcu’nun hayatından da öteki vatandaşların hayatından da devlet sorumlu olmalıdır. Verilen cezanın özünde de, bu kez nasıl olduysa, bu mesaj vardır. Hatta hükmolunan para komiklik derecesinde azdır. O halde temyiz memyiz yok!... Ödüyorum cezamı!..."

7 Eylül 1995

Kişilikleri ile İlgili Önemli İddialar Bulunan Valiler

Deniz Baykal Murat Karayalçın’ı altedip kongre kazandı ve CHP Genel Başkanı oldu ya, başbakan

183

Page 192: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

yardımcısı olmak da onun hakkı oluverdi. Ne yapalım, bu hakkı, demokrasinin pek önem verdiğimiz yazılı-yazısız tüm biçimsel kuralları adına biz de itirazsız kabul ettik. Tansu Çiller’i de biz başbakan yapmamıştık zaten; partisi, partisinin delegeleri başbakan yapmıştı.

Neyse, başbakanla müstakbel yardımcısı anlaşamadılar. Çiller’e göre, Deniz Baykal İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir’in görevden alınması konusunda ısrarlı olmuş. Menzir, CHP’li İnsan Hakları Bakanı Algan Hacaloğlu’na meydan okumuştu. Çiller "Ben bürokratımın kadavrası üzerinde politika yapmam" demiş. Baykal’a göre iş daha da ciddi: "Devlet içinde devlet var." demeye getirmiş sözü. Çiller’e bürokrasi içindeki şeriatçı-ırkçı kadrolaşmayı özetleyip bu durumdan yakınmış. Galiba kendisine valilerle ilgili bir liste vermiş, ya da vermemiş de böyle bir listenin varlığından ve içeriğinden söz etmiş. Meğer anlaşmazlık konusu buymuş, koalisyon bunun için tazelenememiş.

Liste nasıl olduysa Cumhuriyet Gazetesinin 25, 26 ve 27 Eylül günlü sayılarında yayımlandı. Çoğunu tanıdığım epey adam var listede. Bunlar "köktendinci", "tarikatçı", "tarikat önderi", "tehlikeli", "partizan", "yeteneksiz", "problemli" gibi sıfatlarla niteleniyorlar. Bir kısmı için "kişiliği ile ilgili önemli iddialar", "önemli yolsuzluk iddiaları" türünden parantezler açılmış.

Ben kesinlikle geri zekalıyım. Bu sıfatları kullanarak insan suçlamanın-lekelemenin ahlâki yönünü tartışmıyorum, tartışamıyo-rum da, işe bakın, bu sıfatlar ne demeye geliyor, onu merak ediyorum. Örneğin ben "köktendinci" ne demek hâlâ bilmiyorum; "tarikatçı" ve "tarikat önderi" arasındaki farkı hâlâ bilmiyorum. "Tehlikeli", "partizan", "önemli yolsuzluk iddiaları", "yeteneksiz", "problemli", "kişiliği ile ilgili önemli iddialar" ne demek hâlâ bilmiyorum. Gerçi başkalarının da bildiği kanısında değilim; açıklanmadı ki bilinsin,

184

Page 193: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

söyleyen ne söylediğini bilmiyor ki bilinsin, bunlar suçsa ilgilileri hakkında bir soruşturma açılmadı ki bilinsin...

Listede anılan çocukların çoğuyla aynı telden çalmadığımı, yönetim anlayışlarımız arasında ciddi farklılıklar bulunduğunu, dahası Allah’a, devlete, dünyaya, Türkiye’ye, güneydoğuya, Avrupa Birliğine, teröre, enflasyona, işkenceye, gençliğe... değişik açıklamalar ve elbet değişik çözümler önerdiğimizi biliyorum. Ama olay ortaya böylesine kestirmeden konulunca şaşırıp kalıyorum.

Çok üzgünüm ... Hükümet kurulmuş kurulmamış, hiç umurumda değil... Birkaç yüz fil, hayır gergedan, hayır dinazor, milyonlarca tohumun yeşerttiği çimenlere yazık ediyor Ayrık otları ise hiç mi hiç etkilenmiyor olup bitenlerden... Beni adamdan sayıp listeye almadıkları, bu durumda "kim olduğumu" öğrenemediğim için ayrıca üzgünüm.

2 Ekim 1995

Valiler Seçimle mi Göreve Gelmeli?

Bu soruyu uzunca bir süredir soruyor, fakat yanıtını bulmakta zorlanıyoruz. Çünkü öncelikle sorunun nereden, hangi nedenlerden kaynaklandığını araştırmamız gerekirken bunu yapmıyoruz.

Bütünüyle kamu yönetimimiz, özel olarak da mülki idare amirliği kurumumuz toplumdaki hızlı değişme eğılimlerine ayak uyduramayınca, çözüm için demokrasinin biçimsel kurallarından medet ummaya başlıyoruz. Valiler seçimle göreve gelirse sorunlarımız çözülür sanıyoruz. Halen validen beklediğimiz pek çok hizmet için zaten seçilmiş adamlarımız olduğunu, ama onların da hizmet üretmekte zorlandığını göremiyoruz.

Seçim, halk tercihlerinin pratiğe sokulabilmesi için demokrasinin bulabildiği en uygun yöntemdir. Ama

185

Page 194: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

sadece bir yöntemdir. Tek başına demokrasiyi güvence altına almaz. Üstelik her atama demokrasiyle çelişmez. Seçimin de atamanın da "demokratik" sayılabilmesi için gerekli ön koşul, kurulu sistemin kendisinin "demokratik" olmasıdır.

Bizdeki sorunun birbirleriyle bağlantılı birçok kaynağı var. Bunları birkaç başlık altında toplayabiliriz:

Kamu yönetimimizdeki klasik yapılanmanın ülkemizin gereksinmelerine yanıt veremediği genellikle kabul ediliyor. Giderek artan bir tempoyla değişip gelişen bir dünyada ve o dünya ile bütünleşme sürecine fiilen girmiş bir Türkiye'de yaşıyoruz. Ortalık kıpır kıpır. Gereksinmeler, tercihler, özlemler günübirlik değişiyor. Yönetim felsefesi bütünüyle değişti. Deyim yerindeyse, artık söz konusu anlayış merkezin yönetmesi değil, merkezin yönetilmesi. Oysa klasik yapı, vatandaşa sunulacak tüm hizmetlerin kamusal nitelik taşıdığı ve bu yüzden tümünün ya doğrudan doğruya merkezden ya da yine merkez adına yerinden yürütülmesi gerektiği anlayışına göre oluşmuş. Görünürdeki merkez-yerel ayrımı pratiğe yansımıyor. Yerel yönetimler merkezin birer uzantısından ibaret. Dolayısıyla merkezi yapı, yerel uzantıları da dahil, bunca yükü taşıyamıyor, hantal kalıyor, hızlı, verimli işleyemiyor.

Klasik devlet yapımızın bel kemiğini mülki idare amirliği sistemi oluşturur. Vali, hem devleti hem de hükümeti temsil eder. Devlet ve hükümet kavramları birbirleriyle çelişen kavramlar değildir. Ama özdeş kavramlar da değillerdir. Tek partili dönemde devlet ve hükümet kavramları üstüste binmiş olduğundan özdeş görünüyorlardı ve vali iki ayrı gücü aynı anda kolaylıkla temsil edebiliyordu. Vatandaşın esamisi ise sadece merkezden okunduğu için ortaya fazlaca bir sorun çıkmıyordu. Çok partili dönem devlet ve hükümet kavramlarını ayrıştırmıştır. Artık, devlet toplumsal bütünü kuracak ve gözetecek, hükümetlerse o bütün içinde değişik stratejileri, hedefleri, planları,

186

Page 195: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

programları, amaçları, yöntemleri, özlemleri savunup gereğince uygulayabilecektir. Bu durum, valinin merkez adına yürütegeldiği misyonu sarsmıştır. "Devletin valisi" olmakla "hükümetin valisi" olmak artık aynı anlama gelmiyor. Devleti ve hükümeti aynı anda temsil görevi valiyi çoğu kez iki cami arasında binamaz bırakıyor.

Taşrada merkez adına görülen hizmetlerin önemli bir bölümü yerel nitelik taşır. Yerel nitelikli hizmetlerin gerçek sahipleri ise bugünkü yapı içinde bile muhtarlar, ihtiyar heyeti üyeleri, il genel meclisi üyeleri, belediye meclisi üyeleri, encümen üyeleri, belediye başkanları, varsa milletvekilleri ve bakanlar olmalıdır. Vali bunca sahip arasında hariçten gazel okuyan adamdır. Ya güç dengelerini gözetip onlardan birisi imiş gibi davranacaktır; yani hükümet temsilcisi gibi davranıp devletin valisi olma niteliğini bir yana bırakmak durumunda kalacaktır, ya da devlet temsilcisi gibi davranıp işleri zora koşacaktır. Böyle bir resim içinde valinin yokluğu varlığından iyidir.

Buraya kadar bazı saptamalar yapmaya çalıştım. Birkaç örnekle konuyu açmak istiyorum.

Devlet, toplumun bütünü adına uyulacak genel ilkeleri, standartları, kuralları belirler, belirlemeli. Genel iç ve dış güvenlik, dış politika, adalet, ülke düzeyindeki temel (stratejik) yatırımlar ve hizmetler elbet devletin görevi olmalıdır. Ama devlet örneğin park, bahçe, düğün salonu, içmesuyu şebekesi, köy yolu, gölet, hastane, okul, köprü, mandıra, soğuk hava deposu, lojman, salça fabrikası, yaşlılar evi ile uğraşmaz. Buralara atanacak personel için sınavlar açmaz, onların sicillerini tutmaz, bu amaçla ayrıca memurlar atayıp dosyalar dolusu yazılar yazmaz. Devlet, bu işler yapılırken uyulacak genel ilkeleri koyar ve o ilkelere uyulmasını gözetir. Yani böyle olmalı...

Oysa Cumhuriyet öncesinden devraldığımız valilik kurumu böyle çalışamıyor. Vali, yerel sorunlarını doğal

187

Page 196: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

olarak kendisinden daha iyi bilen bu kadar seçilmiş insan varken bile ya devletlik taslayarak onlara müdahale ediyor, ya da hükümetlik taslayarak onların yerine geçmeye çalışıyor. Sonuçta ne devleti ne de hükümeti hakkıyla temsil edebiliyor, tersine yeni sorunlar yaratıyor.

"Madem öyle, o halde valiler de seçimle göreve gelsin" görüşü bu çarpık işleyişin bir sonucu olarak gündeme geliyor Bu görüş de "demokratizm"le (demokrasi slogancılığıyla diyelim) maluldür ve asıl sorunu çözmeyecektir. Asıl sorunumuz, yönetimin bir bütün olarak ve her alanda vatandaşa öncelik veren bir devlet anlayışı çerçevesinde yeniden yapılandırılmasıdır. Böyle bir anlayış elbet yerel yönetimleri de kapsamalıdır. Çünkü onlar da bu yapı içinde, seçilmiş olmalarına rağmen, "demokratik" çalışamıyorlar. Yani, bugünkü yapı içinde valilerin seçimle göreve gelmeleri de derde deva olmayacaktır. Seçilmişler bu yapı içinde ne yapabiliyorsa, seçilmiş vali de ancak o kadarını yapabilecek, hatta yeni bir "seçilmiş bürokratik kademe olarak" işleri bir düzey daha zora itecektir.

Ama devleti yukarı çektiğimiz, onu sadece genel ilkelerin koyucusu ve gözeticisi konumuna getirdiğimiz zaman taşrada bir valiye ihtiyaç vardır ve o valinin seçimle göreve getirilmesini savunmanın artık rasyoneli kalmaz. Bu konumdaki bir valinin çevresinde bugünkü gibi yüzlerce memur bulunmasına da gerek yoktur. Devletçe belirlenmiş olan eğitim, sağlık, maliye, güvenlik, tarım, ulaşım, imar, enerji vb. genel politikalarının izlenip gözlenmesi için valiye yardımcı olacak 20-25 kişilik bir uzmanlar kadrosu yeterlidir. Bu dar kadro, ilin özelliğine göre ekonomi, sosyoloji, psikoloji, yönetim, çevre, bilgisayar, şehir planlaması, hukuk, sağlık, eğitim, mühendislik, güvenlik, turizm gibi alanlardan seçilmiş danışmanları içinde barındırmalıdır. Her il kendi kadrosunu kurabilir. Bunların herbirisine

188

Page 197: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

ayrıca bir yardımcılar ordusu tahsisi yanlış olur. Valiye bağlı bir sekreterya eşgüdümü sağlayabilir.

Bu resim üzerinde biraz daha çalışılmalı…

19 Ekim 1995

Bir Zamanlar Ben de Dirayetli Bir Valiydim

Emekli valilerimizden ve emekli milletvekillerimizden bir ağabeyimiz, Abdullah Abi, valilik anılarını anlatıyor.

Bir vilayette valiyken bir köy hizmeti için karayollarının araçlarına ihtiyaç duymuş. Karayolları, "hayır, kendi işimiz var, üstelik biz size bağlı değiliz, veremeyiz araçları" demiş. O da polise emir verip karayollarının tüm araçlarına el koymuş. Direksiyona trafik polislerini geçirip işe koşmuş. Olay Ulaştırma Bakanı Emin Paksüt’e intikal etmiş. Bakan valiyi telefonda arayıp, "sayın valim, yaptığın doğru, ama lütfen polisleri çek, karayollarının kendi şoförleri kullansın araçları" demiş. O da öyle yapmış, ama işi de bitirmiş.

Ağabeyim, "mülki amir yetkisine sahip çıkarsa işler düzelir" demeye getiriyor.

"Emin Paksüt de Mülkiyeliydi abi, şansınız varmış" dedim. "Haklısın" dedi.

Van’da, ben orada iken, sayılarını hep unuturum, gerçi o zaman da bilmezdim ya, 20-22 tane bölge kuruluşu vardı. Onların bana hangi yasalar çerçevesinde bağlı olduklarını da bilmezdim. Mülkiye müfettişliğinden gelmiştim, üstelik okur yazar bir adamdım, ama bilmezdim. Nüfus, tapu, maliye, eğitim zaten teknik konulardı. Polis ve jandarma ise, şimdi hepten öyle ama, az çok kontrolüm dışında bulunurdu. Geriye, devlet ve hükümet temsilcisi olma sıfatımla emir verip

189

Page 198: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

yönlendirebileceğim memurlar olarak sadece odacılar ve şoförler kalırdı. Bunların da sayısı on-onikiyi aşmazdı. (Durumu biraz da kasten abartıyorum. Abartılmaya müsait bir konu olduğunu vurgulamak için.)

Ecevit, iktidara, bir sürü söylem yanında, "Köykent Projesi" söylemiyle de gelmişti. Van’da, galiba başka yerlerde de öyleydi, dağa taşa "Umudumuz Ecevit", "Karaoğlan" yazılmıştı. Doğrusu bu ya, benim de umudumdu Ecevit. Canla başla çalışıyordum. Köykent’in ilk uygulamasına Van’da başlanacağını öğrendiğimde, aman Allah, dünyalar benim oldu. İşin içinde Prof. Dr. İlhan Tekeli ve Köyişleri Bakanlığı Müsteşarı Yiğit Gülöksüz vardı. İşin başında ise, Köyişleri Bakanı Ali Topuz. İyi bir ekipti. Günlerce gezdik köyleri bu ekiple. Meğer, Ecevit Hükümetinin bir başka kanadı da Bolu’da, bizim ekibin dışındaki bir başka iyi ekiple "Köykent" kurmaya çalışıyormuş. Ama onların köykent kavrayışları, Ecevit’inkinden farklıymış. Ben biraz safımdır. Bu durumu epey geç öğrenip, bizim ekibi sorguya çekmiş ve bu "ikili uygulamanın" adının siyaset olduğunu utanarak öğrenmiştim. Kimi sorguya çektiğimi anımsamıyorum. Ecevit olsaydı anımsardım. Dolayısıyla bu laflarımı bugün kanıtlamam mümkün değildir.

Şimdi ötesini boşverelim. Meslek büyüğümden yol çıkmıştık, ona dönelim. Onunki yiğitlikse, o yiğitliği ben de yaptım. İnsanı koşullar yiğit yapar. Ama koşulun da koşulu var. Tümden denetiminiz altında değilse bile, polis ve jandarma üzerinde tarihsel -ve sosyolojik- bir hakkınız vardır. Bu hakkı kullanmalısınız. Valisiniz, devletsiniz ya.

Köykent kuruyoruz ama ülkede yağ yok, mazot yok. Sabahın köründe evimin önüne bir minibüs geliyor, üstünde bir tabut. İçinde ceset var mı yok mu, bana ne? Evimin önünde bir minibüs ve üstünde bir tabut!... Adam olana yetmez mi bu? Arabadan inen birisi, sabahın üçünde kapanmış gözlerimi, iki saat sonra açtırmış olmasının ezikliğiyle, "nolur, vali bey, kızımı

190

Page 199: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

köyümde gömmek istiyorum, bana benzin bul" diyor. Yahu yok, bana de ki, odacını işten at, tamam, sana helal olsun, vallah benzin yok.

"Bekle burda" diyorum.. Sağa sola telefon, telsiz... Millet uyumada...Cenaze köyüne gidiyor elbet. Böyle mi olmalıydı ama cenaze töreni? Ben bu olayı yaşadım. İnanan inanır, inanmayan inanmaz.

Belediye Başkanı Türkoğlu’yla birlikte Batman’a gidiyoruz. "Nolur bize iki tanker mazot verin" diye akşamlara kadar yalvarıyoruz orada bulduğumuz "memurlara".. Akşam geç vakit, ardımıza baka baka Van’a geri dönüyoruz. Van, enterkonnekte sisteme girememiş iki vilayetten birisi o zaman. Öteki vilayet Hakkari. Yani biz ikimiz akaryakıtla aydınlanıyoruz. Ama ortada cenaze varken aydınlıkta oturmayı aradığımız mı var? Enerji Bakanı Deniz Baykal...

Aaaa, benzin tankerleri geçiyor ana yoldan. Polis, "nereye lan?" diye soruyor. Şoför, "köykente abi" diyor polise. Garip polis telsizde müdürüne, müdür de bana soruyor. "El koyalım mı sayın valim?" El konmaz mı? Millet yakıtsızlıktan kırılırken köykent dediğimiz sekiz on köye tanınan imtiyazı ben öteki yüzlerce köyüme nasıl anlatırım? Cenazelere, tarım için yaratılmış traktörlere, hastaya, eh mümkünse cenazeye, düğüne gidecek insanlara dağıtıyoruz el koyduğumuz benzini, mazotu.

Bu dağıtım işinde Şevder Sorgucu adında bir maiyet memurum var bana yardım eden. Şevder, Beritan aşiretinin okumuş tek insanı imiş. Van’a geldiğinde bana önce dikleşiyor. Benden ilgi görmemiş; dost olduğumuz dönemde böyle açıklıyor ilk dikleşmesini. Haklı. Bu koşullarda kime ne ilgi göstereceksin ki? Sonraları, " bu genç olmasaydı ben bu işi nasıl çözerdim ?" diye düşünmüşümdür. 1979 sonunda Ecevit’in yerine Demirel Başbakan olunca, İçişleri Bakanlığı, Ecevit döneminde maiyet memurluğuna alınan gençleri kaymakam yapmamak için özel bir çaba içine girdi.

191

Page 200: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Bunda başarılı da oldu. Pek çok genç mesleği terk etmek zorunda bırakıldı. Şevder, uğraştı didindi, meslekte kaldı. Onu, bu kez ben meslekten atılmış ve Kütahya’da bir özel şirkette çalışıyor iken, Domaniç Kaymakamı olduğu sırada ziyaret ettim. Eskilerden hiç söz etmedik. Bana, bir lokantada kuru fasulye ve pilav yedirdi. Birkaç yıl sonra, böbrek yetmezliğinden öldüğünü öğrendim ve odama kapanıp hıçkıra hıçkıra ağladım.

Uzattım, özür diliyorum, konuya geliyorum. Yağ yokluğuna önemli değildir diyelim. İnsanlar yağı kendileri de yaratabilir, yani zaten doğal üretimleri yağ üzerine kuruludur, ya da bir süre yağsız yaşamayı göze alabilirler. Ama mazot yoksa, benzin yoksa iş hayat memat işidir. Kaldı ki ben Adana’dan yağ getirttim. Ama Batman’dan mazot ve benzin getirtemedim. Ne yaptım?

Karayolları Bölge Müdürlüğünün bütün tankları doluydu ve araçları ülkede sanki hiç akaryakıt darlığı yokmuş gibi harıl harıl çalışmaktaydı. Onlara el koydum. Bölge müdürü itiraz etti. Dinlemediğimi görünce beni bakan Şerafettin Elçi’ye şikayet etti. Şerafettin Elçi, doğrudan beni muhatap kabul etmedi ve bir genelge yayınlayarak "bazı valilerin yetkilerini aşarak karayollarına müdahale ettiğini, bunun yasalara uymadığını, bundan böyle benzer işler yapan valiler hakkında soruşturma açacağını" duyurdu. Ben genelgeyi üstüme alındım ve hemen cevap verdim. İl İdaresi Kanunundan söz ederek, özetle, valilerin böyle yetkileri olduğunu, Van İli söz konusu olduğu sürece bu tür uygulamaların devam edeceğini yazıyla bildirdim. Evet, şimdi hamamda türkü çağırıyorum, aklım olaydı da bu yazının bir suretini özel dosyama alaydım iyi olurmuş, ama almadım. Merak eden, bakanlık dosyalarında benim bu yazımı arayıp bulabilir. Hakkımda soruşturma açılmadı gerçi. İsterdim ki, yalnız Elçi değil, Topuz da, Ecevit de bu işi kovalasınlar ve hükümet emrine karşı gelen bir vali için gereğini yapsınlar.

192

Page 201: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Mesele, Abdullah Abinin, ya da benim, karayollarının araçlarını polis gücüyle şu yöne, bu yöne sevk edebilmemiz gerektiğini savunduğum biçiminde algılanır ise pek basite indirgenmiş sayılır. Valinin de, karayollarının da, ne bileyim yerine göre nüfusun da, tapunun da, eğitimin de, polisin de görev, yetki ve sorumlulukları yasalar, tüzükler, yönetmeliklerle belirlenmiş olmalıdır. Bizde öyle değil mi? Pek öyle değil. Yasalar belli bir yönetim mantığı içine oturmuyor. Bir yasanın ak dediğine öteki kara diyebilir. Daha önemlisi, pek çok tüzük ve yönetmeliğin yasalara, pek çok yasanın anayasaya, anayasanın da evrensel hukuka uygun olup olmadığını kolaylıkla tartışabilirsiniz. Bizde işler biraz el yordamıyla yürütülüyor. Valinin tarihten gelen bir ağırlığı var. Bazı durumlarda polis ve jandarmanın desteğini de arkasına alabiliyor. Siyasî ilişkiler ve kişisel dostluklar da çok işe yarıyor. Ötesi yiğitliğe kalıyor.

Bence devlet böyle yönetilmemeli. Ağabeyim de ben de, aramızda bunca yıllık bir zaman dilimi olmasına rağmen, hâlâ aynı örnekleri yaşayıp övünebiliyorsak, ortada bir yanlışlık var demektir.Yönetici yiğit olmalıdır, ama yönetim olgusu salt yiğitlik çevresinde dönmemelidir.

25 Temmuz 1996

Mafya Devletsiz Olabilemez

Eski İstanbul Emniyet Müdür Yardımcılarından Hüseyin Kocadağ Susurluk’ta bir trafik kazasına kurban gitti. Parçalanan mersedesin içinden, onun cesediyle birlikte Abdullah Çatlı adında birisinin ve bir hanımın cesedi çıktı. Arabada milletvekili Sedat Bucak da varmış. O ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldı. Arabadan, ayrıca çok sayıda susturuculu silah da çıkmış, hatta yeşil pasaportlar filan da. Abdullah Çatlı, meğer

193

Page 202: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

yıllardır Türk polisi ve enterpol tarafından aranan bir adammış.

Millet birbirine girdi. Vay efendim, bu olay "devlet, siyaset, mafya" ilişkisini kanıtlıyormuş. Uğur Mumcu’nun, hatta Doğu Perinçek’in, raporlar yazarak, basın toplantıları düzenleyerek anlatmaya çalıştıkları bir basit gerçek, basının ilgisini ancak böylesi bir sansasyonel olay vesilesiyle çekebildi.

Ben kendi fikrimi söyleyeyim: Olay, mafyanın, yani hukuk dışı bir kaba kuvvetin devlete ve siyasete nüfuz etmiş olması olayı değildir. Olay, devletin ve siyasetin esasen mafya yöntemleriyle yönetiliyor olması olayıdır. Adına mafya dediğimiz güç, ortada kendisinden daha güçlü ve fakat meşruiyetini hukukta değil, "dediğim dedik çaldığım düdük" anlayışında bulabilen, bu anlayışı da vatanseverlik, bölünmezlik, ırki büyüklük gibi kavramlarla pekiştirme becerisini gösterebilen bir "asli güç" olmaksızın doğabilemez, varolabilemez, icrayı faaliyette bulunabilemez. Yani mafya, haricen varolup da sonradan devletin içine sızmaz. Devletin içinde doğar, yeşerir, gelişir. Ama devlet var devlet var. Bu lafım, kendisini vatandaşlar için değil de vatandaşları kendisi için var sayan devlet içindir.

İtalya’da bu iş nasıl olmuştur, bilemem. Bence mafya orada da meşruiyet ve hukuk kargaşasında doğmuştur. Onlar şimdi hukuku egemen kılmaya çalışıyorlar.

Aklıma hemen geliveren isimleri alt alta sıralıyorum: Ergün Göknel, Engin Civan, Tevfik Ağansoy, Mustafa Söylemez, Deniz Gökçetin, Sedat Bucak, Abdullah Çatlı, Oral Çelik, Zeynep Özal, Drej Ali, Alaaddin Çakıcı, Mehmet Ali Ağca, Hüseyin Kocadağ, Celal Babür, Sedat Demir, Haluk Kırcı, Korkut Eken, Ömer Lütfü Topal....Ölenler, yaralananlar, yargılananlar, mahkum olanlar, arananlar, kaçak olanlar, beraat edenler... Bunların hangisi mafyacı, hangisi devletçi, hangisi siyasetçi bilen var mı?

194

Page 203: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Son olayda, İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, Hüseyin Kocadağ ve Sedat Bucak için "Türkiye’nin bütünlüğü için kahramanca savaştılar" dedi. Evet doğrudur. Bir ülkenin bütünlüğü üç beş kişinin vatanseverliğine emanet edilmişse, Ağar’ın yargısı yerindedir. Onlar bu ülkenin gerçek sahipleri, onlar gerçek Türkler. Biz geride kalan milyonlar, çok yakında, onların bu ülke için hayatlarını da ortaya koyarak ne büyük fedakarlıklara katlandığını, yine kendi ağızlarından, hatta yine kendilerinin kurup yönetecekleri soruşturma, araştırma komisyonlarının raporlarından öğrenip sevineceğiz. Basın mafyanın peşinde koşadursun, hem Hüseyin Kocadağ’ın hem de Abdullah Çatlı’nın cenazeleri Türk bayrağına sarılarak kaldırıldı. Bu anlamsız mı? Muhsin Yazıcıoğlu cenazedeydi. Bu anlamsız mı? Oral Çelik’ten başsağlığı telgrafı vardı, bu anlamsız mı?

Devletlerin gizli işleri olur. Ama bu işler cinayet, rüşvet, kaçakçılık, yaralama iddialarıyla bu kadar da iç içe mi olur canım? Madem Çatlı bu kadar vatanseverdi, niye kaçakçı diye, Bahçelievler'de öldürülen genç TİP’lilerin katili diye arandı, hakkında davalar açıldı? Niye Fransa’larda, İsviçre’lerde de hapis yattı bu delikanlı? Böyle devleti de, böyle devlet sevgisini de benimsemiyorum.

10 Kasım günü, evde oturmuş bunları yazıyorum. Onlar, Atatürk’ü yasalarla savunmaya azmetmiş kişiler. Bense Atatürk’ü güncel kılmanın, Onu yasaların değil beyinlerin, gönüllerin adamı yapmanın gerekli olduğunu savunadurayım.

29 Ekim günü Duygu bize gelmişti. "Bayramın kutlu olsun Doğan Amca" dedi. İçtenlikle "sağol" dedim. "Korkuyorum Doğan Amca, geleceğime güvenle bakamıyorum" dedi. Kızımdan bir yaş büyüktür. İkisine hitaben "korkmayın... biz, siz varsınız diye korkmuyoruz, sizin korkmaya hakkınız yok" dedim.

İleri gidip, devletimin islâmcı bir mafya için de biçilmiş kaftan olduğunu çocuklarıma anlatmaya gücüm

195

Page 204: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

yetmedi. Evet, bugün aynı kaba işemekte olan Türkçülerle islâmcıların, er geç gerçeği görmeleri, vatan millet Sakarya, şeriat temellerine oturtmuş oldukları devlet ideolojilerini "insan" temeline oturtarak topluca mutlu olacağımız bir düzen kurmaları dileğiyle...

Ve Atatürk’e, bunları bana düşündürttüğü için, şükran duygularımla...

10 Kasım 1996

Devletini Gözeten Bir Okul Müdürü

Eşim, 1970-1972 yılları arasında kaymakamlık yaptığım Hanak İlçesinin o zamanki tek ortaokulunda bir süre ücretli öğretmen olarak görev almıştı. Bundan üç yıl kadar önce okula bir dilekçe göndermiş ve bu durumunun belgelendirilmesini istemiş. Gelen cevapta, okul kayıtları arasında böyle bir bilgi ve belge bulunmadığı belirtilmiş. Eşim, "herhalde iyi arayıp bulamadılar" diye düşünmüş olacak ki, bu yılın Ocak ayında bir dilekçe daha göndermiş. Dün buna da cevap geldi. Ben işin evveliyatını bilmiyordum. Zarfın üzerinde Hanak kaşesini görünce, yirmibeş yıldır görüşmediği bir dostuna kavuşanların heyecanıyla açtım zarfı.

Bozuk bir daktilo ile, pek çok kelimesi yanlış yazılmış, -bir kısmı sonradan mürekkepli kalemle düzeltilmiş, bir kısmı öylece bırakılmış- dokuz satırlık bir "resmî yazı"... İlk dört satır giriş. Bu giriş kısmında, eşimin ilk dilekçesine "Bila tarihli" olduğu belirtilerek, Osmanlıca ve Türkçe olmayan bir dilde atıf yapılıyor. Son beş satır şöyle: ...sayılı cevabı (?) yazımızda da belirttiğimiz gibi bütün incelemelere ve aramalara rağmen okulumuzda çalıştığnıza (?) dair herhangi bir bilgi ve belgeye rastlanmamıştır. Bundan böyle gereksiz yazışmalara meydan vermemenizi önemle rica ederim... İmza.. İsim Soyadı... Okul Müdürü."

196

Page 205: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Eşim, muhakkak her Türk vatandaşı gibi, devletin hafızasının güçlü olduğuna inanıyordu. Devlet, gerçekten de, örneğin bundan kırk elli yıl önce kötü olduğu varsayılmış kişiler hakkında kayıtlar tutuyor ve istendiğinde bu kayıtları kullanabiliyordu. "Def’i mefasidi celb-i menafie evla" tutan, yani "doğruyu, iyiyi, haklıyı ortaya çıkarmaya çabalamaktansa, öncelikle kötü olanı, kötü olduğuna inanılanı defetmeye çalışmak daha doğrudur" anlamına gelen Mecelle hükmünü Cevdet Paşa elbet bir gecede icad edivermiş değildi. Bu anlayışın bizde yüzlerce yıllık bir geçmişe dayandığını eşim bilemezdi doğal olarak. Bu yüzden, ikinci dilekçesini gönderirken araya torpil olarak soktuğunu söylediği Hanak’lı bir öğretmene de epey gücendi. Hanak’ta, diyelim ki solculuktan soruşturma geçirmiş olsaydı, öğretmenlik kaydı şıp diye bulunabilirdi, bunu kavrayamıyordu.

Neyse, bence olayın asıl okul müdürü -artık lise müdürü- tarafı önemli.

Bir vatandaş size bir dilekçe gönderiyor. "Ben şu tarihlerde okulunuzda öğretmenlik yaptım, lütfen belgeleyin" diyor. Bakıyorsunuz, böyle bir kayıt yok. Olabilir, o dönemin okul müdürü biraz ilgisizdi, kayıt tutmadı; ya da yardımcılar, sekreterler, hademeler bir yanlışlık yapıp, belki artık hükmü geçmiştir düşüncesine kapılıp, belgeleri çocukları ısıtmak için sobada yaktılar.

Hâlâ soba mı kullanıyorlar acaba? Odunu evden İmdat’ın oğlu mu, Yurduşen’in kızı mı, Gülören’in yeğeni mi getiriyor? Kim bilir belki torunları bile olmuştur kerataların. Öğretmen yokluğunda ben de ders vermiştim o okulda. Mevsimlerin nasıl oluştuğunu bilemediği, ayrıca sınıfa dönüp övünçle "sıfır aldım" işareti yaptığı için İmdat’a bir tokat aşketmiş ve aynı gün okul müdürüne giderek "ben bu kutsal görevi yerine getiremiyorum, kaymakamlık daha kolay" deyip öğretmenlikten affımı istemiştim.

197

Page 206: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Ne yaparsınız bu durumda? Kayıp ya da hiç tutulmamış belgelerin sorumlusu doğrudan doğruya siz değilsiniz, ama yirmibeş yıl öncesinin hesabı sizden isteniyor, çünkü müdür sizsiniz, "devlet" sizsiniz. Dilekçe sahibini tanımıyorsunuz. Yine de bir üçkağıtçı olmadığına, Türkiye’de yaşadığınız için kalıbınızı basabilirsiniz; çünkü üçkağıtçılıkların çok daha üst düzeylerde ve çok daha sofistike biçimlerde yürütüldüğünü artık biliyorsunuz. Hiç değilse şunu yaparsınız: Nazikane bir cevap yazar ve "Özür dileriz, kaydınızı bulamadık, arıyoruz, bulunca sizi haberdar edeceğiz" dersiniz, demelisiniz. Kayıtları bulacağınızdan kimsenin umudu yoktur; olsun, yine de devletten böylesi bir cevap beklerler.

Öğretmen kökenli bile olsa bir yöneticimize, ...bundan böyle gereksiz yazışmalara meydan vermemenizi önemle rica ederim dedirten güç devletin gücüdür. Muhtemelen annesi yaşındaki bir hanıma böyle bir yazı yazma gücünü ancak devlet sağlayabilir bir beşere.

4 Mart 1997

Binali’nin Tarlası

Hanak deyince ve insanları incitmek deyince, 1971 yılında yaşayıp 1991 yılında kaleme almış olduğum bir anımı buraya almak durumundayım. Bütün yazdıklarımın içinde beni en iyi anlatan odur. Öykümsü yazmıştım ve o haliyle Türk İdareciler Derneğinden bir ödül aldı bu anım.

"Ortalıkta ölüm sessizliği vardı, tüm köylüler suskun, kımıltısızdı. Sadece o, o genç adam ıslak toprağa dizüstü çökmüş, iri elleriyle -elleri iriydi- yüzünü kapatmış, boğuk bir sesle inliyordu: ‘Katil! Vicdansız! Şerefsiz!..’

198

Page 207: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

* * *

Pencereyi açıp buz gibi yayla havasını ciğerlerime çekiyorum. Kasaba derin bir uykuda. Uyusun, rahat etsin, ben varım ya! Gönlümü tarifsiz bir haz dolduruyor. Güneş doğdu doğacak; ortalık ağarmada, gökyüzü pırıl pırıl.

Eşimi uyandırıyorum. O kahvaltıyı hazırlarken ben traşımı oluyorum. Onu bugün ilk kez köye götüreceğim. Hanak’a gelin geleli bir ay ya oldu ya olmadı. Köye gideceğiz ve ona orada gecikmiş düğün armağanımı sunacağım. Şaşıracak, çünkü armağan bir dozer!

Sıkıca giyiniyoruz. Enter marka kaymakamlık pikabı evin önünde bizi bekliyor. Direksiyona geçiyorum, eşim yanıbaşımda. Kasabanın tek katlı, toprak damlı evlerini çabucak arkamızda bırakıp doğuya, Ortakent’e yöneliyoruz. Hey Ortakent! Biz geliyoruz! Sana yol getirdim! Şimdi sıra senden sonrakilerde!

Dozerin işi Ortakent’te bitiyordu, Kars’a geri dönmesi gerekiyordu. Kış buralara erken gelir. Eylül henüz çıkmadı ama kar bugün değilse de yarın düşer. Valim Orhan Erbuğ’dan düğün armağanı istedim, verdi… Dozer onbeş gün daha ilçemde kalacak. Acele etmeliyiz. Geride beş köy daha bizi bekliyor. Artık doktorsuzluktan, ebesizlikten ölümlere paydos!

Güneş tam karşımızda, ufuktan bir mızrak boyu yükselmiş, gözlerimizi kamaştırıyor. Olsun, ışık iyidir! Motoru ona doğru homurdatıyorum, açtığım yeni yolda ona doğru koşuyoruz, eşim ve ben. Toprak ıslak ama Hanak yaylalarının toprağı bu, sert, haşin. Bizi taşımak için ayrıca çakıl dökülmesini beklemiyor. ‘Karayolundan ne farkı var şu yolun?’ diye övünüyorum eşime: ‘Dümdüz, ip gibi… Kavuştuğu insanları birazdan göreceksin, hazır ol!’

Ortakent büyük bir köy, orası da henüz uykuda. Dozer köyden fazla uzaklaşmış olamaz, dün sabah gelip

199

Page 208: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

yeni güzergahı belirlemiştim, onu bulacağım noktayı çok iyi biliyorum. Köyü geçiyoruz, peşimize köpekler düşüyor. İlk kez ‘bir yolda’ koşuyor ve havlıyor bu köpekler. Köy de o an uyanıyor, belki yenice uyanmıştı da motor ve köpek seslerine dışarı uğruyor. Biz onları geride bırakıp köyün üst başına varıyoruz. Köyün üzerine kurulduğu yamacı aşar aşmaz karşımıza yolun ötesi çıkacak, buradan görünmüyor ama hemen şimdi görünecek beş köyün umudu, eşime böyle anlatıyorum tanık olacağı mucizeyi.

Ve yamacı aşıyoruz ve yol yok! Duruyorum. Dozer ileride, bir kilometre ötede, toprağa yaslanmış, yorgun bir sarı dev, öylece dinlenmekte. Arayınca yolu da buluyorum. Tam üstünde durduğumuz boyun noktasında birden sağa kıvrılıyor, biraz gidip sonra sola, sonra yine sola dönüyor ve dozere ulaşıyor. Ortada özenle çevrelenmiş bir tarla var. Kan beynime sıçrıyor. Köylüler üçer beşer bize yetişmedeler. İlk gelenlere, ‘Kazıklar niye izlenmedi, kim değiştirdi bu güzergahı böyle?’ diye haykırıyorum. Hiç ses yok. ‘Muhtar nerde, operatör nerde? Çağırın şunları!’ Aynı sessizlik içinde arkalardan yarı uykulu bir adamı öne sürüyorlar.

‘Buyur kaymakam bey.’

‘Dün kazıkları birlikte çakmadık mı? Kimden emir aldın da bu tarlayı böyle dolandın?’

‘…’

‘Konuşsana, bu tarla kimin? Niye uzattın yolu?’

Esmer, traşsız, kara bıyıklı, sarı benizli, zayıf, çelimsiz bir genç adam -bugün görsem tanırım onu- kalabalıktan ürkekçe sıyrılıyor, titreyen dudaklarıyla;

'Tarla benim kaymakam bey’ diyor, ‘tarlamı çiğneme dedim, üstten geç dedim, öyle yaptı, bu benim ekmeğim, ekmeğimi çiğneme dedim, çiğnemedi, beni sen de çiğneme kaymakam bey!..’

200

Page 209: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

‘Senden önce başkaları da çiğnendi arkadaş! Bu yol onbin kişiye gidiyor, sizler için yapılıyor bu yol! ‘ diye inletiyorum ortalığı.

Kimseden ses çıkmıyor. Muhtar hâlâ görünürlerde yok. Genç adamla teke tekiz. Bana doğru bir adım daha atıyor, yarı duyulur ve yalvarır bir sesle;

‘Biliyorum kaymakam bey’ diyor, ‘ama benim başka tarlam yok, çiğneme bizi, ocağına düştük kaymakam bey.’

Duraksarsam yenileceğim, hiç duraksamadan operatöre emrediyorum:

‘Geri getir dozeri, buradan başlayacaksın çalışmaya!’

Operatör ağır ağır dozere doğru yürüyor. Yeni gelenler var. Hiç konuşmadan onu izliyoruz. Dozere varıyor, çalıştırıyor, görüyoruz, bıçağını havaya kaldırıyor, beri yana getiriyor. Gözleri çok kısa bir an benim gözlerimi yakalıyor, sonra ani bir hareketle bıçağı indirip toprağın böğrüne saplıyor, tarlayı ikiye bölerek eski yerine götürüyor.

Dozer tarlanın tam ortasına vardığında, genç adam ıslak toprağa dizüstü çöküyor, iri ellerini yüzüne kapatıyor, boğulan bir insan gibi kesik kesik inlemeye başlıyor:

‘Katil! Vicdansız! Şerefsiz!’

Köylülerde en küçük bir kımıltı yok. Hep bir olup bana mı saldıracaklar, yoksa kendi kaderlerine bir ortak daha bulduğum için adaletime içten içe alkış mı tutuyorlar, belli değil. Eşime ‘Gidiyoruz’ diyorum, arabaya biniyoruz, sağa sola açılıyorlar, son hızla ilçeye dönüyoruz.

Köylüler ve yol ve dozer… Ve güneş ve umut ve mutluluk artık ardımızda.

201

Page 210: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

İkimizin de ağzını bıçak açmıyor. Kararlı davranmış, savaşı ben kazanmıştım. O genç adam ve herkes kararlılığıma tanık olmuştu. Yolu yapacaktım, dümdüz bir yol yapacaktım, köylülerim için! Zayıflık gösteremezdim, aksi halde başarılı olamazdım. Ama içimde zaferin getirdiği mutluluk yine de yoktu, içimdeki duygu yenilmişlik duygusunun ta kendisiydi, o duyguyu neredeyse ellerimle tutabiliyordum. Hayır, sorun hakarete uğramış olmam değildi. Sorun, insanı kendisine rağmen savunuyor olmamdı. Sorun yolu, dozeri -aslında kendi dünyamı- hizmet ettiğime inandığım insanların dünyalarının merkezine oturtuyor olmamdı.

Eşimin ne düşündüğünü bilmiyor, ayrıca soramıyordum. Sanki onunla da arama bir kopukluk girmişti. Onun, kalabalık içinde bulup saçlarını okşadığı uzun entarili tatlı kız belki de genç adamın kızıydı. Genç adam belki evli değildi, belki başka çocukları da vardı, belki karısı yine gebeydi. Gebe? Belki tarlası da gebeydi! O tarlaya dökülen emeği, o tarlaya atılan tohumu, o tarlanın doğuracağı yeni hayatları ben nereden bilebilecektim? Bir katil!..

Eşimi eve bırakıp kaymakamlığa gittim. Gelenler gidenler ve o kötü gün geçti. Geçti mi?

Ertesi sabah evden çıkınca, evin köşesine gizlenmiş bir karaltı farkediyorum. Dikkatle üstüne varıyorum, bu bir kadın. Kendisine yaklaştığımı anlar anlamaz sırtını dönüyor, duvarı yüzüne siper ediyor. Ayaklarının arasında bir sepet ve içinde samanlarla güvenceye alınmış yumurtalar var. ‘Bir derdin mi var bacım?’ demeyi düşünüyorum, ama çabucak vazgeçiyorum, benden kaçmak istediği çok belli.

Bir saat mi geçti aradan, iki saat mi, jandarma telefonu çalıyor. Telefonda eşim, konuşmuyor, ağlıyor:

202

Page 211: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

‘Nolur bırak şu Binali’yi’ diyor, ‘beni seviyorsan, nolur!’

‘Kim Binali yahu, nerden çıktı Binali?’

‘Hani dün sana hakaret etmişti ya, işte o! Peşine jandarma göndermişsin. Dün gece eve gitmemiş, kaçmış… Ama yakalatmışsın, nezarete atmışsın… Hem sana hakaret etmedi ki o! Tarlası yola gittiği için üzülmüş, sana niye küfretsin? Nolur, beni seviyorsun, değil mi?

Binali’nin adını işte o zaman öğreniyorum, hiç unutmamacasına.

‘Söyle karısına’ diyorum, ‘Binali’nin peşine jandarma filan göndermedim. Çünkü haklı olan oydu. Yumurtaları da almamazlık etme, başka türlü bize inanmazlar, öğle yemeğini de birlikte yiyin.’

Aradan tam yirmi yıl geçti. Ben Binali’yi daha o gün bağışlamıştım. Ya o beni ne zaman bağışlayacak? Rüyalarıma girmeyi ne zaman bırakacak?

Tarlasının başında, ıslak toprağa dizüstü çökmüş, iri ellerini yüzüne kapatarak, çocuğu boğazlanan bir insan gibi hıçkırmayı.. Öylece bana görünmeyi… "

1971- 1991

Ekrem ve Arkadaşı

Binali‘nin Tarlası öyküsü bana bir başka acımı daha anımsatıyor.

Meslek hayatımda işlediğim iki büyük günah vardır. Günahlarım çoktur da, hani bazı günahlar hiç beklemediğiniz bir anda, diyelim lokantada sevdiğiniz insanlarla birlikte yemek yerken, tatilde deniz hışırtısını rakınıza katık ederken, radyoda Bach’ı, Veysel’i dinlerken, yaşlı annenizle telefonda konuşurken sipsivri,

203

Page 212: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

selamsız sabahsız bilincinizi zorlayıp ortaya çıkıverirler, sizi akşama kadar nedensiz sandığınız bir tedirginliğe iterler, gece de uykunuzu bölerler ya, işte benim iki büyük günahım böyle iki büyük günah.

Birincisi Binali’nin Tarlası ile ilgiliydi. Bu ikincisi öğretmen Ekrem ve arkadaşıyla ilgili. Ekrem’in soyadı Erdoğan olabilir, emin değilim; arkadaşının adını dahi hatırlamıyorum. Erciş, 78-79’un literatürüne göre sağcıydı, Van’da sağın kalesi sayılırdı; Başkale de tersine, solun kalesi. Erciş’te görevli iki öğretmen, Ekrem ve arkadaşı bir disiplin suçu işlemişler; okul müdürüyle mi dalaşmışlar, öğrencilere sağın propagandasını mı yapmışlar, MHP ile yakın işbirliği içine mi girmişler, bütün bu soruların yanıtları belleğimde yok ; sağcı sayıldıklarını hatırlıyorum o kadar. Haklarında soruşturma yapılmış, müfettişler "yer değiştirme" cezası önermişler, atamaları Başkale’ye yapılmış. Bu işlemler elbet benim önümden geçmiş.

Başkale yanlış bir seçimdi, hatta denebilir ki bilinçli bir seçimdi, bunu hissediyordum, ama atlatılmıştım bir kere. İkisi bana geldiler. "Beyefendi, tamam, karara itirazımız yok, ama bizi Başkale’ye göndermeyin, hayatımız tehlikeye girer" dediler. Kararı değiştirecektim, fakat önce uygulanmasını istiyordum. Kararı hemen değiştirmem, idarenin geri adım attığı, bazı kaba güçlerden çekindiği anlamına gelecekti, bu ise devleti "zaafa" uğratmak olurdu. Direndim. Karar önce uygulanacaktı, daha sonra uygun bir gerekçe ile uygun bir yere alacaktım onları. Başkale’deki güvenlikleri benden sorulsundu!...

Ekrem ve arkadaşı bana birkaç kez daha geldiler. Nuh diyor peygamber demiyordum. "Gideceksiniz, hiç değilse bir hafta on gün orada görev yapacaksınız" diyordum. Araya Başkale’li Devlet Bakanı Salih Yıldız’ı ve Van milletvekili İhsan Bedirhanoğlu’nu soktular. İkisi

204

Page 213: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

de CHP’liydi ve CHP iktidardaydı. Onlara da aynı gerekçelerle karşı çıktım.

İki çocuk sonunda bana yenik düşüp otobüse bindiler ve Başkale’ye yollandılar. Güya adım adım izliyordum onları. Otobüs Başkale’ye varır varmaz haber geldi: İki yolcu otobüsten iner inmez bir grup tarafından saldırıya uğramış ve ölüm derecesinde dövülmüş! Tabii benim yolcularımdı dövülenler. Haber, yaralıların Van Devlet Hastanesine sevkedildikleri ayrıntısını da içeriyordu.

Soyut devlete -kendime- fazlaca güvenmiştim. Başkale Kaymakamını, polisi, jandarmayı özel olarak uyarmalıydım, sanırım bunu yeteri etkinlikte yapmadım. Çocukları niye kendi arabamla, hiç değilse eskortla göndermedim örneğin? Hayır, daha önce müfettiş raporlarını niye sorgulamadım? Amaç madem devleti zaafa uğratmamaktı, zaafın o raporlarda yattığını niye o aşamada farkedemedim? Farkettim de itiraf mı edemedim?

Çocuklar ölmediler! Ya ölselerdi, ben bugün hangi hakla yaşıyor olacaktım?

Emniyet Müdürünü aradım, ya da o beni aradı, hemen hastaneye koştuk. Başlarına diktiğimiz polislerden şikayetçi oldular, onlara güvenmiyorlardı. Müdür adamlarını tanırdı, önlemini aldı. Sonra iyileştiler, hastaneden çıktılar.

İkisi de öğretmenlikten istifa etmiş. Ben Van’dan ayrılmıştım. Ekrem’in büfemsi bir dükkan açtığını duydum, kimden nasıl duydum, bilmiyorum şimdi. Belki bir anlatan olmadı da ben yarattım olayın sonunu...

11 Mart 1992

205

Page 214: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Raşit'in İşlediği Günah

Mülkiye Müfettişi Raşit Gedik kaliteli bir insandır. Karadenizlidir.

Meslek hayatımız boyunca işlediğimiz büyük hataları konuşuyoruz. "Önemli bir hata işledim" deyip kaymakamlık günlerinden bir anısını anlatıyor:

Bir gün bir memuru gelip bütün aile bireylerinin doktora sevkini istiyor Raşit’ten. Raşit de "Yahu hepiniz de aynı gün mü hasta oldunuz?" deyip sevk kağıtlarını imzalamıyor. Olay bu, bu kadar basit. Raşit bu olayı meslek hayatının en dramatik olayı olarak anlatıyor, bundan dolayı vicdan azabı çektiğini söylüyor.

Bir arkadaş, "Eee?" diye soruyor, "yani sonra öldüler mi?" Raşit, Yoo, ölmediler, ama benim hatamın hata olması için ölmeleri gerekmiyordu ki diyor.

"Hoppala, tam Karadeniz işi bir hata oldu bu" deniyor.

Ben, bilgiçlik taslayıp "Ahlâkın kaynağı tam da budur işte" diyorum ve toplantıda ilk kez sigara içme isteği duyarak yan odaya geçiyorum.

Raşit gözümde büyüyor da büyüyor...

8 Aralık 1998

En Büyük Doktor Devletin Doktorudur

Acıbadem Hastanesinin çıkardığı Güncel Sağlık adlı derginin Mart sayısında Hastane Başhekimi Opr. Dr. Şinasi Can’ın "Kendi Komedimiz" başlıklı bir yazısını okudum. Devlet memurluğunun ve elbet son tahlilde devletin kendisinin, hayat memat meselesi olan bir alanda bile nasıl abartıldığını ben bu yazıdaki kadar güzel ve etkili biçimde ortaya seremezdim. Yazının bazı bölümlerini aynen alıyorum:

206

Page 215: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

"...Trafik kazasına uğrayan çocuk, acilen ameliyata alınıp dördüncü dereceden parçalı dalağı ve sol böbreği çıkarılıyor. Başka bir vakada ise makatında kanser saptanan hastanın makatının kanserli bölümü çıkarılıp, tamamen kapatılarak hastanın ömür boyu büyük abdestini yapması için kalın barsağı, karnın sol alt bölümüne bağlanıyor. Görülüyor ki, devlet özel hastanelerde doktora hastasının böbreğini, dalağını, memesini çıkarma, bacağını dibinden kesme yetkisini güvenle veriyor da, neden böbreği çıkarılan öğrenciye verilen istirahat raporu için yine aynı doktora güven duymuyor? Bu konuda uzman olmayan sağlık ocağı tabibinin onayını gerekli buluyor?

İşte bu... Devlet kutsaldır, layüs’eldir, sorgulanamaz. Devlet kapsayıcıdır. Devlet için özel alan yoktur. Karar ve eylemlerinin akla uygun olup olmadığına ilişkin sorular, sıkı sıkıya kapatılmış "içtihat kapılarının" ardında her türlü tartışmadan "münezzeh" (uzak) bir başka alemin, sorulması günah sayılan sorularıdır. Devlet memuru, devlet kutsallığını işlevsel kılmakla yükümlüdür. Devlet, bir operatör doktorun bacak kesmesi olayına, hiç değilse kesilen bacak için verilecek raporu imzalama yetkisini elinde tutarak "müdahil" olur. Bu, devletin "Ben her yerde hazır ve nazırım" demesidir. Raporu verecek kişinin pratisyen bir doktor olması hiç önemli değildir. Önemli olan raporun devlet adına verilmesidir!...

10 Nisan 1996

Pasaport Sorunumuz

Merkez, "pasaport ita (verme) yetkisini" bir süredir illere, hatta iller de ilçelere bırakmıştı. "Ay ne güzel, bürokrasi yumuşuyor, devlet halka iniyor" diye sevinip duruyordum. Yeşil pasaportlar, yani bizimkiler, yani üst düzey bürokratlarının pasaportları hâlâ merkezden

207

Page 216: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

veriliyor idi ama bu, galiba beni bile birazcık hoşnut ediyordu. "Valilik yapmışız, boru mu, kaymakamdan da pasaport alacak değiliz ya!?"

Bugün, yeşil pasaportları verme yetkisinin de illere bırakıldığını öğrendiğimde, lütfen inanılsın, bütün valilik duygusallığımı bir yana bırakıp, "Yahu bu Mesut Yılmaz galiba akıllı mülkiyelilerden be, bu Başesgioğlu galiba akıllı adam be" diyerekten havalara sıçrayasım geldi. Allahtan acele etmemişim.

Odaya girdiğimde yıllardır görmediğim Cafer Abi ile karşılaştım. Meğer yeşil pasaportunun süresini uzatmak için (buna temdit diyorlar) vilayete gelmiş. Eskiden temditler için bir form doldurur, bakanlığa fakslardık. İki, bilemedin üç gün içinde gelirdi pasaport. Çünkü, daha önce yeşil pasaport almış olan adama sorulacak sorular, sabıka, vatan ihaneti, bilmiyorum ya vergi borcu gibi durumlar dışında değişmez. Ama şimdi vilayet Cafer Abiden "birinci dereceden emekli olup olmadığını kanıtlayan bir belge getirmesini" istiyordu. Cafer Abi böyle bir belgeyi, örneğin benden bile alabilirdi, ama hayır, özel yetkili birisi aranıyordu. "Yahu, bakın ben bu pasaportu aynı yasaya göre yıllar önce aldım, bu pasaportla üç kez yurt dışına çıktım (ve ne yazık ki, -bunu ben söylüyorum- üç kez yurda girdim), yani bu pasaportu, en azından sizin sorduğunuz kıdem nedeniyle hak ettim" demesinin ise hiç bir anlamı yoktu. Biz bunu tartışırken bir de emniyet kökenli bir başka mülkiyeli odaya girip, selam sabahtan sonra aynı sorunu gündeme getirmesin mi?! O da sporcu çocuğunu yurt dışına gönderecekti ve birinci dereceden emekli olduğunu nasıl, hangi makamda kanıtlayacağını bize soruyordu.

Ha, bana dersin ki, "birinci derece, beşinci derece, ben bilmem arkadaş, bizde insanlar derecesizdir", bunu anlarım. Ama sen ortaya derece diye bir nane çıkarmışsan, gereğini efendice yaparsın. İşi

208

Page 217: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

kolaylaştırdım deyip, vatandaşını taşrada iş bilmez, Türkçe anlamaz adamlarına esir kılmazsın!... Taşraya yetki devrettim, işleri kolaylaştırdım demekle iş bitmiyor. Buna benzer bir uygulamayı, rahmetli Adnan Kahveci de üç beş yasayı kaldırarak gerçekleştireceğini düşünmüştü. Olmadığını gördük.

Pasaport verme -ya da vermeme- yetkisi, devletin üzerine titrediği yetkilerden birisidir. Çünkü bu yetkisini kullanarak beğenmediği vatandaşlarını, yargıyla cebelleşmeksizin kolayca cezalandırabilir. Bu konuda çok örnek vardır, ama konu açılınca aklıma nedense hep Ruhi Su gelir. Tedavi için bile yurt dışına çıkamamıştı o büyük sanatçı...

Devlet görevinde birinci dereceye yükselmiş memurlara, düz vatandaşa verilen pasaporttan farklı bir pasaport verilir. Kabı yeşildir, bu yüzden buna yeşil pasaport denir. Sahibine gümrüklerde birtakım kolaylıklar sağlar. Bu hak, hak sahibinin eşine, çocuklarına da tanınır. Hiç yurt dışına çıkmamış da olsak, çoğumuzun cebinde bir yeşil pasaport vardır ve onu basit bir form doldurduktan sonraki birkaç saat içinde alabiliriz, alabilirdik. Hele temdit söz konusu ise formalite iyiden iyiye basitleşirdi.

Merkez, yeşil pasaport verme yetkisini elinde tutmayı uzun zaman sürdürdü. İşin mantığı neydi bilemem. Belki üst düzey bürokratlarını taşranın beşinci, altıncı dereceden memurları ile yüz göz etmeyi göze alamamıştı. Oysa, yeşil pasaport sahipleri lacivert pasaport sahiplerine göre daha az tehlikeli sayılması gereken kişilerdi. Bu durumda, yani tehlikeli kişileri merkez daha kolay saptayabileceği için, yeşil pasaportları verme yetkisinin taşraya daha bir gönül rahatlığı ile devredilmesi mümkün olabilirdi. Gerçi Susurluk olayından sonra yeşil pasaport verme yetkisinin merkez elinde tutulması bana bile anlamlı görünmeye başlamıştı. Merkez, tehlikelilerle

209

Page 218: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

tehlikesizleri daha kolay belirleyebildiği için, vatan kurtaracak aslanları o düzeyde daha kolay seçebilirdi. Üstelik, canı çekerse onlara kırmızı pasaport bile verebilirdi.

Neyse, ne olduysa oldu, sanırım bürokrasiyi azaltmak amacıyla, yeşil pasaportları da taşra vermeye başladı. Dedim ya, önce çok sevindim. Meğer İstanbul’da üç kişiye imza yetkisi devredilmiş ve onlar genellikle denetimde, toplantıda filan oluyorlarmış. Bu çok önemli değil, arar buluruz yetkili imzayı. Asıl önemlisi istenen belge, fotoğraf ve form sayısı artırılmış. En ilginci de, yine Ankara’ya başvurup "birinci dereceden memur olup olmadığınızı" kanıtlayacakmışsınız. Emekli abiler, "Yahu, bu üçüncü temdit, yani bu adamın bu pasaporta, birinci dereceden emekli olduğu için hak kazandığı birkaç kez belgeli; her yeni belgeyi isteyin de bunu istemeyin bari" diye isyan ediyorlar. Haksızlar mı? Haksızlar!... Bunca yıl üst düzeylerde hizmet verdikten ve hatta oralardan emekli olduktan sonra işin mantığını kavramış olmaları gerekiyordu.

Yetki devri yönetim biliminin en çok işlenmiş konularından birisidir. Kitaplar konuyu benim yazdığım gibi kaba biçimde yazmazlar. Yani "dinleyen anlatandan arif olsun" derler. Ben, kendim anlatıp kendim dinlediğim için kaba olma hakkına sahibim: Yetki devri, "arkadaş ben yoruldum, zaten doğrusu da buymuş, herkes böyle diyor, al şu yetkileri de tepe tepe kullan, bildiğini oku" demek değildir. Önce yetkiyi niye devrettiğini bilecek ve bildireceksin. Yetkinin çerçevesini, içeriğini, niteliğini iyice belirleyeceksin. Yetki devrettiğin adamın kapasitesini, çapını, ekibini de bileceksin. İşlerin bekleneni verip vermediğini ayrıca izleyeceksin.

Yetki devri sorumluluk devri demek değildir! Hele sorumsuzluk devri demek hiç değildir!

210

Page 219: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

23 Eylül 1997

Bürokrat Tedirginlikleri

En büyük üç kentin Refahlı üç belediye başkanı üniversite öğrencilerine burs verme işlemlerini düzenlemek üzere birer yönetmelik hazırlamışlar. Yönetmelikler Belediye Yasasının çizdiği genel çerçeveye uymuyormuş, bir. İkincisi, bu yönetmeliklere göre sadece Refaha militan yetişmeleri "muhtemel", "mukarrer" ve "mukadder" olan gençlere burs veriliyormuş. Recep Tayyip Bey, geçenlerde, yirmibeşbin öğrenciye burs verdiğini övünerek anlatmış medyaya, üç...

Bana bu bilgiyi veren arkadaşımı sever, sayar, kendisine güvenirim. O İzmir’de bir ön çalışma yapmış. Saptadığı durum karamsarlığa yol açacak türdenmiş. Kendilerine burs verilen gençler arasında, Arap ülkelerinden gelen gençler de varmış. Benden, bu konuda, İstanbul’a ilişkin ek bilgi istedi. Önce yönetmelik bulunacak, sonra da bu yönetmeliğe göre kimlere burs verildiği saptanacak, ardından topladığımız bilgiler Cumhuriyet Gazetesine verilecek.

Yönetim anlayışının "demokratça" olduğunu ilan eden bir ülke düşünün ki, o ülkede merkeze göre daha da demokrat olduğu vehmedilen bir yerel yönetim biriminden bile bilgi almak için "aracı" gerekiyor. Benden bu bilgiyi isteyen arkadaşım açısından ve elbet benim açımdan çok doğal ve çok acı bir durumdur bu.

Aslında, herhangi bir vatandaşın, belediyenin önünden geçerken birden merak edip, belediye burs yönetmeliğini ve bu yönetmeliğe göre burs alan öğrencilerin listesini anında temin etmesi mümkün olmalıdır, değil mi? Bizde öyle değil. Bu yüzden beni aldı mı bir kara düşünce! Bu bilgi ve belgeleri merkez valiliği sıfatımı kullanarak, -ama yine de belediyede benim iyi

211

Page 220: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

niyetimden kuşku duymayacak bir dost bularak- temin edebilirim. (Resmî Gazeteyi araştırmak da var tabii ki...) Araya mülkiye müfettişlerini de sokabilirim. Onlar bu sonucu daha etkili biçimde alabilirler. Vali yardımcıları, vali filan da temin edebilir bu bilgileri. Ama asıl sorun bu değil. Asıl sorun burs verilenlerin kimlikleri...

Üç gün sonra Cumhuriyet Gazetesinde ya da şu bu gazetede bu konuya ilişkin bir yaylım ateşi başlatılınca, belediyeden bu bilgileri "sızdıranlar" (köstebekler), yani ben, müfettişler, vali yardımcıları, vali ne hale düşeriz? Bu "dramatik" soruya bir cevap bulamadım ve sokaktan geçen vatandaşın devletten -belediye de devlettir- derhal alabilmesi gereken bilgi ve belgeleri temin etmekte ihmal gösterdim.

Ama durumun, sadece korkaklık-kahramanlık siyah beyazı içinde açıklanamayacak başka boyutları var. Önce, "Yahu, gazeteci niye doğrudan istemiyor bu bilgileri de bizleri kullanıyor" diye sordum kendime. Bu hafif bir soruydu. Ben bu sıkıntıyı yaşarken, Recep Tayyip’in, "Ah, şu yaptığım burs yönetmeliğini ve bu yönetmeliğe göre burs verdiğim gençleri bir sorsalar da, başardığım işleri bu vesile ile bir güzel anlatsam" demeyeceğinden hiç emin değildim. Ola ki, "Yahu, yönetmeliği benden önce yapmışlar ama uygulamamışlardı" diyebilirdi. Kullandığı kaynakların Belediye Yasasının öngördüğü kısıtlı kaynakları ellemediğini de söyleyebilirdi. Dahası, asıl korktuğum, "Yirmibeşbin öğrenciye alınlarındaki yazıya bakarak burs verdiğimi iddia ediyorsanız, buyurun aynı işi siz yapın" ya da "mevcut pirincin taşını siz ayıklayın" deme hakkını kullanabilirdi.

İfadelerim yanlış anlaşılmasın. Derdim, "Recep Tayyip Beyi nasıl olur da haksız duruma düşürebiliriz" derdi değildir. Derdim, Recep Tayyip Beyin gerçekten haklı olabileceğini hiç düşünmeden yola çıkıyor oluşumuzdan kaynaklanıyor.

212

Page 221: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Bizim devlet görüşümüz, sadece devleti değil, insanları ve dünyayı ve kainatı bizzat tanımlama iddiasında bulunuyor. Bu yüzden hiç birisini tanımlayamıyor. Bu yüzden, kendisini savunmam doğru iken bile beni karşısına alıyor.

Recep Tayyip Bey adına yaptığım savunmalar, aslında bizim cumhuriyetimizin savunmalarıdır. Cumhuriyet İslâm eleştirisi üzerine oturmadı. Cumhuriyet başörtüsü tartışmaları üzerine hiç oturmadı. Bugün birtakım "islâm radikalleri" islâmı ve başörtüsünü militanca kullanıyorlarsa hiç umurumda değil. Kendi eblehlikleridir. Onlar zaten vardılar, gelecekte de olsunlar. Onları, "eh bu da bir renk" diye kabul ederim; onları cumhuriyete bir tehditmiş gibi görmem. Cumhuriyet o kadar sığ değil! Bu notlarda sık sık tekrarladım, ama yeterince işleyemedim; birazdan işlemeye çalışacağım. Şu: Kemalizmle Atatürkçülük arasında bir ayrımı el yordamıyla yapageldim.

Soru: İstanbul Belediyesinin burs yönetmeliğini ve bu yönetmeliğe göre kendilerine burs verilmiş olan gençlerin listesini nasıl ele geçirebilirim? Türkiye’de böyle bir soru, epistemolojik değil ontolojik bir sorudur... Diyelim ki, işin bilgiyle değil varoluşla bir ilişkisi vardır.

Anlatmayı düşündüğüm iki olay daha var. Dün Yüksel Selek Hanım aradı. Rahmetli Sabahattin Selek’in kızkardeşidir. İstanbul Mülkiyeliler Vakfındaki görevim sırasında tanışmıştık. Sevilesi, sayılası bir insandır. "Size ihtiyacımız var" dedi telefonda. Evde bacaklarımı gere gere yatma mutluluğumun ötesinde bir mutluluktu bu. "Öğleden sonra ordayım" dedim. Gittim. Yolda, iki katlı Bostancı-Taksim otobüsünde, bir sürü düzen oluşturdum kafamda. Yüksel Hanımdan -ve bütün insanlardan- özür dileyerek söylüyorum: "Bunlar solculuk yaparken ayaklarını sürçtüler, içlerinden birisi polise düştü, benim gibi üretimsiz birinden yardım isteyecek zavallı" açıklaması var kafamda. Bir başka

213

Page 222: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

açıklama, "Bunlar bir eski solcuyu Türkiye’ye davet ettiler, adam-kadın, neyse, geldi, hava alanında sorun çıktı; belki gelirken değil de giderken çıktı (çıkarıldı) bu sorun... Polis, (emir kuludur ve fırsat tanınırsa bayağı iyi bir insan olabilir) bu sorunları çıkarır... Bu tür sorunları ne şimdiki merkez valisi sıfatımla ne de eski mülkiye müfettişi sıfatımla çözebilirim. Nolcek şimdi? Sayın devlet! Beni dinle! Bir dostu görmeye gidiyorum ve sayende huzursuzum! Sen de huzursuz ol artık, emi?

Bu kadar küçüldüm, demek hâlâ küçük düşünmeye alışamadım, demek hâlâ "daha da küçük" işler var bu memlekette. Meğer sorun benim hayalhanemin bile dışındaymış. Sorun sağcılık solculuk sorunu değil; sorun pasaport sorunu değil, sorun tabanca tüfek sorunu değil, sorun öldürme, yaralama, esrar, eroin, kara para sorunu değil... Sorun, dört kişinin -eh önemliyse ikisi profesör- oluşturduğu bir organizasyon ile hafta sonunda, ikiyüz kişiye davet gönderilip ellisi beklenen bir özel toplantı düzenleme sorunu. Toplantının konusu demokrasi! Basına da amaçlarını açıklamışlar. Sorun, "Acaba, polis böyle bir toplantıyı basar mı?" sorunu... Basarsa, "Doğan Kardeş, sen şimdiden bir önlem düşünebilir misin?" sorunu!

Öyle bir devletin vatandaşıyım -ayrıca bürokratıyım- ki, o devletin yönettiği varsayılan topraklarda, o devleti yüceltmeye çabaladığına gönülden inandığım elli kişi, sohbet amacıyla bir araya gelmek için bile "Acaba polis bize ne der?" endişesini yaşıyor. Ve sorunun yanıtını aynı endişeyi yaşamakta olan benden bekliyor.

İstanbul Belediye Başkanlığının yayımladığı burs yönetmeliğinin ve bu yönetmeliğe dayanarak burs almakta olan öğrenci listesinin, sokaktan geçen bir vatandaş tarafından talep edilmesi ne kadar doğalsa (ki doğal olmadığını biliyoruz), dört kişinin elli dostunu bir araya getirip toplantı yapması da o kadar doğal (ki bana

214

Page 223: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

vaki talepten onun da doğal olmadığını gördük) olmalıdır.

Bu sabah, sevip saydığım Vali Yardımcılarından birisine gittim. Her iki olayı da anlattım.

Burs yönetmeliğine ve bu yönetmeliğe göre kendilerine burs verilen kişilerin listesine ihtiyacım olduğunu, ama bunu onun istemesinin doğru olmadığını, böyle bir talebi mülkiye müfettişlerine de götürmeyeceğimi, fakat bu pasif tavrım nedeniyle günün birinde beni suçlamaması gerektiğini (çünkü onun da sevip saydığı bir kişiden gelmişti talep) anlattım. Benden bir iş isteniyordu ve ben o işi çözmesi muhtemel kişiye, "bu işi çözme, ben de çözmeyeceğim, ama çözmediğim için de beni suçlama" diyordum. Bütün içtenliğimle söylüyorum, benim yaptığımın ne feodal ahlâkta, ne burjuva ahlâkında, ne sosyalist ahlâkta, ne kapitalist ahlâkta, hatta ne de islâmî ahlâkta yeri vardır. Ama içine düştüğüm/üz bu ikilemleri (binlemleri) ben icad etmedim. (Yoksa ben mi icad ettim?)

Yüksel Hanım’ın sorunu konusunda, "Bu kişilerin şimdiye kadar izin almaksızın birkaç toplantı düzenlemiş olduklarını, bu kez kulaklarına kim kar suyu kaçırmışsa biraz huzursuz olduklarını, ancak bu saatten sonra devlete "Biz toplantı yapacağız" diyerek bir dilekçe vermelerinin yanlış olacağını düşündüğümü, bu durum karşısında devletin kendisine yeni bir iş bulmuş olma sevinciyle yeni bürokratik işlemler icad edeceğini sandığımı, ancak "tanıdık kaymakam ya da emniyetçi filan" varsa, toplantının biraz daha salimen yürüyebileceğine inandığımı anlattım. Son cümle hariç, tavrım, birinci olayda sergilediğim tavırdan pek farklı değildi. Vali Yardımcısı arkadaşım da zaten son cümleme cevap verdi ve emniyet cenahında tanıdığı insanlara bakarak, böyle bir toplantının, devlete haber ve bilgi verilmeksizin yapılmasında yarar bulunduğunu söyledi.

215

Page 224: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Aldığım mesajı Yüksel Hanıma ilettim. Ona, "Bu durumu yorumlamakta zorluk çekeceğinizi sanıyorum" dedim. "Hayır, anlıyorum" dedi, teşekkür etti.

19 Haziran 1998

Merkez Taşrada da Güçleniyor

Merkezi güçlü kılmaya yönelik gelişmelerden birisini daha yaşıyoruz şu günlerde. Cumhurbaşkanı Demirel, Özal’dan öğrendiği bir taktikle başkanlık sistemini tartışmaya açtı. Kendisi doğrudan fikir beyan etmiyor gerçi. Mevcut parlamanter sistem zaman zaman tıkanıyormuş. Gücünü halktan alan daha güçlü bir başkan bizi daha rahat yönetirmiş.

Tabii daha rahat yönetir. Ama bizim sorunumuz yönetenlerin bu kadar rahat olmalarından kaynaklanmıyor mu? Yıllardır parti başkanlarının, başbakanların, bakanların, hatta üst düzey bürokratlarının, bu sistem içinde bile, nasıl "layüs’el" (sorumsuz değil, sorgulanamaz) hareket edebildiklerini görerek acı çekmedik mi? Hadi, geçerli terminolojisi ile söyleyeyim: Başkanlık sistemi bizim için bir "irtica"dır, geriye gidiştir. Biz başkanlık sisteminden bu noktaya geldik. Cumhuriyet öncesi yönetim uygulamamız, adı bir yana, tam anlamıyla bir başkanlık sistemi uygulaması idi. Denebilir ki, "Olsun, o iyi idiyse ona dönebiliriz." Tartışmaya itirazım yok. Ama o zaman örnek diye Amerika’yı dinlemek istemem. Kendi sosyolojim, kendi siyasal geleneğim tartışılsın isterim. Bizim siyasal geleneğimizde merkezcilik, yani "başkanlık" vardır. Cumhuriyete onu beğenmediğimiz için geldik biz. Onu beğenenler, onu yeniden gündemimize sokmak isteyenler, merkezci anlayıştan hoşnut olanlardır.

Ezilen kesimde kaldım, bu yüzden başkanlık sistemine karşıyım. Parlamanter sistemde bile merkezci eğilimleri yenememişsem, tümden geriye dönmeyi

216

Page 225: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

değil, ileri gitmeyi yeğlerim. Atatürkçü anlayışın o merkezci anlayışa baş kaldırı olduğunu düşünürüm. Bu tür bir merkezci (kemalist) anlayışı Atatürkçü bir anlayışa kurban etmek istemem.

Genel kabule mazhar olmuş (mazhar ettikleri) gerekçeler kullanıyorlar. Demirel dün "Devletin her kademesinde reform isterim" demiş. Gel de itiraz et. Yılmaz hükümeti geçen hafta yerel yönetimlerde reform ilan etmişti. (Bu kaçıncısı?) Demirel’in dünkü sözü bu reforma destek mi, "bu bile yeterli değil" demek mi? Yoksa "canım bunların yaptığı reform meform değil" mi demek?

Yerel yönetimler reform taslağını gazetelerden okumaya çalıştık. Köşe yazarlarının yorumları da sadece bir gün sürdü. Anladığımı anlatayım: Madde bir; valiler başbakan yetkisi kullanacakmış. Hoppala! Dünyanın şurasında burasında rastgele yakaladığınız bir ortaokul öğrencisini zorlasanız, yerelleşme olgusuna böyle bir giriş yaptıramazsınız. Diyelim biz girdik konuya. Madde iki; özel idareler güçlü kılınacakmış. Başında başbakan yetkileriyle donatılmış bir vali varken bunun neresi yerel yönetim oluyor? Bence iş bitti. Savaş dokuz nedenle kaybedildi; birincisi barut yoktu... Ötesini saymaya gerek yok...

Belediyelerden fazla bahis yok. Çoğunluğu Refah Partisinin elinde olduğu için olmasın bu ihmal?! Ben çok kötü niyetliyim canım!

Özel idareler bizde hep yerel yönetim birimi sayılmıştır. Değildirler. Burada rakam vermek istemiyorum. İsteyen çok rakam bulur. Özel idarelerin tüm yatırımları merkez adına ve merkez tarafından yapılır. Esasen özel idarelerin yatırım planlayacak, yatırım gerçekleştirecek, en önemlisi kaynak yaratıp yönetecek ne elemanı, ne ekipmanı ne vizyonu vardır. Gerçi bunlara ihtiyacı da yoktur. Son sözü Ankara’dan gelen plan, program, para, eleman söyler. Taşrada hazır

217

Page 226: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

bekleyen atanmış üç beş memurun (yani millî eğitim, bayındırlık, tarım, sağlık... müdürleri ile çalışma arkadaşlarının) görevi, merkezcilere yardımcı olmaktır. Bu taşra memurları, çoğu kez, merkezin özel idareyi devreye sokmadan bile doğruca taşraya ulaştırmak istediği hizmetlere aracılık etmek durumunda bulunurlar.

Özel idareleri, karar organları halk tarafından seçildiği için de yerel yönetim birimi sayma eğilimi vardır. Bu görüşe de katılamıyorum. İl genel meclisi yılın kısacık bir döneminde toplanabilir ve yaratılmasına doğrudan katılmadığı bir kaynağın merkezce yapılmış planlanmasını tartışabilir. Genel meclisin, bütün bir yıl görev yapacak olan yönetim kuruluna -İl Daimi Encümenine- seçtiği üyeler ise, encümenin atanmış memurları arasında kaybolup giderler. Merkeze dayalı siyasal güçleri varsa, okulun ya da köprünün o köye değil de bu köye yapılmasını sağlayabilirler, o kadar...

Çok partili döneme girişimizden beri, partililerin, meclis ve encümen üyelerinin, taşralı milletvekillerinin -yaptıkları hayati yanlışlar bir yana- merkez inisiyatifini diş diş kemirdiğini görüyor ve seviniyorum. Yanlışları, merkeze eklemlenme kolaylığını seçmekte oluşlarıdır. Kaynak yaratma ve kaynağı kullanma tekelini merkezin elinden almayı düşünemedikleri sürece eklemlenme kaçınılmazdır. Böyle bir sonuç, onların temsil ettiği yönetim biriminin "yerel" olmadığı anlamına gelmeye devam edecektir. Asıl görülmesi gereken de budur.

Özetle belediyeler ve özel idareler, şimdi "reform" adı altında yerellikten bir adım daha merkeze taşınıyor. Ve kendilerini yerel temsilci sayanlar bunun ya farkında değiller, ya da merkeze biraz daha yanaşmış olmanın sarhoşluğu içindeki bir mutluluğu tercih ediyorlar.

Bağışlanayım isterim, birkaç noktayı tekrarlayacağım. Sistemden hoşnut iseniz, sistemi değiştirmemeniz, hatta güçlendirmeniz gerekir. Yok

218

Page 227: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

değilseniz, (yani reform istiyor iseniz), o zaman, en azından valileri başbakan yetkileriyle donattığınızda merkez gücünü taşraya daha çok yaydığınızı, yani yerellikten biraz daha uzaklaştığınızı bilmeniz gerekir. Yine bilmeniz gerekir ki, yapılanın yönetim ve siyaset bilimindeki adına yerelleştirme değil, merkezileştirme denir.

Kaynak yaratmadan söz ettim. Bir önemli nokta da o. Reform taslağı, yerel yönetimlere verilen merkez payını yüzde bilmemkaçlardan yüzde bilmemkaçlara çıkarıyormuş. Gerçek rakamları biliyorum, gazete rakamları yanlış, ama burada rakam vermenin hiç bir anlamı yok. Yerel yönetim, -işin alfabesi - kaynakların yerel düzeyde aranıp bulunduğu, yerel karar mekanizmalarınca planlanıp kullanıldığı yönetim yaklaşımının adıdır. Bu yaklaşım, bölge, ülke, hatta dünya ölçeğinde konmuş, konacak genel ilkeleri göz ardı etmez; belli kısıtlamaları, belli destekleri peşinen kabul eder. Ama gücünü salt merkezden gönderilen payların artırılıp paylaştırılmasında aramaz. "Sana daha çok para var" rüşvetini "reform" sözcüğü içinde algılamaz. Önerinin "irticai bir mahiyet" taşıdığını bilir. Çok basittir; düdüğü parayı veren çalar! Merkezin gönderdiği yerel yönetim payı artmışsa, merkezin düdüğü daha çok ötecek demektir!...

Ekonomist değilim, sosyologluğa özenen bir idareci eskisiyim. Kaybolan eşek benim değilse, onu türkü çağırarak ararım. Adı bir biçimde benden önce konmuş da olsa, örneğin "vergi kutsaldır" denmiş de olsa, para benim cebimden çıkmadığı sürece onun peşine fazlaca düşmem. Demem şu ki, merkezden yerel yönetimlere biraz daha fazla kaynak aktarılmış olması, yerel yönetimlerin değil, merkezin güçlendirildiği anlamına gelir.

Sayın Yılmaz’ın reform girişimlerinin "gayrireform" olduğunu, izin verin de, hiç değilse kendi not defterime

219

Page 228: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

yazabileyim. Her askeri müdahale sonrasında olduğu gibi, bu kez de merkezi güçlendirme girişimleri var; görmeden edemiyorum. Yine de, devletin "merkezileştirme" oyununa bir kez daha düşme bahasına, merkezi sistemle vaaz verme, güzel sesli müezzinlere ezan okutma, valileri başbakan kılma, özel idarelere para verme girişimlerine içim kan ağlayarak onay veriyorum. Mantıklı gerekçelerden yola çıkıyorlar ve ben mantığını devletine satmış bir bürokratım.

Çok üzgünüm, ama böyle...

13 Ekim 1997

Şimdi yeni bir reform paketi yine meclis gündeminde...

Kasım 2003

312!... Cezan Hazır, Gel Al!...

Bir trafik otosu, Vilayetin tam karşısına, Cağaloğlu yokuşunun başına tünemiş. İçindeki iki polis memurundan birisi almış eline ses yayın cihazını, durmadan sağa sola bağırıyor:

"Toros, yürüsene kardeşim!", "521, sana otuz saniye müsaade, kalk ordan!", "312, cezanı kestim, gel al!".

Bütün vilayet erkanı duyuyor bu bağırtıyı elbet. Belki varlıklarını böyle kanıtlamış oldukları için durumdan memnun bile kalıyorlar. Tutamadım kendimi, "Faşizm bu işte yahu" demiş bulundum. Merkez valisi arkadaşlarım itiraz etti. "Öyle deme be Doğancığım, bizim insanımız başka türlü muameleden anlamıyor ki, ne yapsın zavallı polis, akşama kadar bu tür insanlarla uğraşıyor" dediler. "Benim, insanlarla giriştiğim ilişkilerde böylesi kabalıkları yapma hakkım olabilir,

220

Page 229: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

ceremesi neyse çekerim, ama polisin böyle bir hakkı olmamalı" dedim. "Sen idealistsin, o duruma gelmemiz için çok zamana ihtiyacımız var" dediler. Sustum. "Siz böyle düşündüğünüz sürece o zaman hiç gelmeyecek diyemedim.

13 Aralık 1997

Radikal Gazetesinde şöyle bir haber çıktı: "Polise kornaya ceza". Alt başlık: "Emniyet Genel Müdürlüğü, trafikte kendisini bekleten polise korna çalarak gürültü yaratan ve devlet otoritesini zedeleyenlere ceza verilmesini istedi."

Emniyet Genel Müdürlüğü duman ve gürültü kirliliğinin önlenmesi amacıyla il emniyet müdürlüklerine bir genelge gönderip, gürültünün insan sağlığını bozan, algılamasını olumsuz yönde etkileyen ve iş performansını azaltan bir neden olduğunu belirtmiş, zorunlu haller dışında korna çalan, radyo ve teyplerini dışarıya taşacak şekilde… kullanan sürücülere… ceza yazılmasını emretmiş.

Gürültü ile mücadele ve çevre sorunlarını çözme görevi polisin midir yoksa belediyelerin mi? Diyelim ki, belediyeler, yasalar kendilerine yetki vermiş olmasına rağmen bu yetkilerini kullanmıyorlar da onun için polis üstleniyor bu görevi! Yönetimi merkeze odaklamış bir anlayış içinde ve o anlayışa göre çıkarılmış yasalar çerçevesinde hangi görevin belediyeye hangi görevin polise verildiği ayrıca tartışılmalıdır ya neyse. Zaten, polis de kendi yasasından aldığı yetki ile böyle bir göreve soyunuyor.

Ama genelgenin asıl amacı gürültü ile mücadele değil ki!... Genelgenin tamamı okununca, asıl sorunun çevre sağlığı ile değil, devletin sağlığı ile ilgili olduğu anlaşılıyor. Trafik polisinin ışıklı kavşaklarda yeşil ışık yanmasına rağmen trafiğin düzenini sağlamak amacıyla

221

Page 230: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

araçların geçişine izin vermediği durumlarda, bekletilen sürücülerin sürekli korna çaldığı, bu duruma görevli personelin hiçbir tepki göstermeyerek müdahale etmediği görülmektedir. Bu gibi durumlar, devlet otoritesini zafiyete uğrattığı gibi polisin kamu oyundaki imajını da zedelemektedir.

Anlaşıldı mı, polis gürültü ile mücadeleye niye müdahil oldu? Yerli yersiz öttürülen polis düdükleri, sirenler, canhıraş uyarılar polisten geliyorsa çevre kirlenmiyor. Ama sesler polise yönelikse çevre birdenbire kirleniveriyor. Çünkü orada devlet otoritesi zafiyete uğruyor.

Böyle bir görevi belediyeye verdiniz diyelim. Zavallı belediye zabıta memuru, hangi güvence ile gidip de polisi uyaracak, susturacak?

4 Ağustos 2003

Çingeneler ve Travestiler

1964 yılında Afyon’un Dazkırı İlçesinin kaymakam vekili idim. Gezginci çingeneler sık sık ilçemizin çevresinde kamp kurar, tencere mencere kalaylayarak, evet arada bir hırsızlık mırsızlık yaparak, hatta bir iki kavga dövüşe de katılarak aramızda yaşarlar, sonra bizi bırakıp komşu ilçelere giderlermiş. Benim kaymakam vekili olduğum aylar onların bizi ziyaret aylarıymış demek ki, ben göreve başladığımda oradaydılar. Kasaba eşrafından üç beş kişi kapımı çalıp beni uyardı: "Kaymakam Bey, bunları süratle bizim hudutlarımızın dışına çıkarmalısınız!" İlk tepkim, "Allah Allah, bunlar da bu topraklarda yaşıyor, ben bunları Rusya’ya süremem ki, olsa olsa Dinar’a gönderirim, oysa orası da bizim toprak" demek oldu.

"Valla nereye sürersen sür! Görevin bu!"

222

Page 231: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Canım sıkıldı tabii ki, ama henüz çocuktum ve "demek kural buymuş" diyerekten alttan aldım, garipleri fazla incitmemeye çalışarak bizim hudutların dışına püskürttüm.

Meslek dışından bir arkadaşıma anlatıyordum bu öyküyü. Beni dinledikten sonra, geçen hafta İzmir Valisi Kemal kardeşin evinde birlikte tanık olduğumuz bir olayı anımsattı bana...

Gecenin bir vaktinde internette Louvre Müzesini geziyorduk, telefon çalmıştı. Adamın biri, emekli bilmemne müfettişi olduğunu, ayrıca Kemal’le hemşehri olduğunu özellikle belirterek, oturduğu sokağın travestiler tarafından işgal edildiğini, bu konuda vilayet olarak bir işlem yapılmasını istediğini, aksi halde hakkını başka yerlerde arayacağını söylemişti. (Konuşmanın bu minval üzre cereyan ettiğini Kemal’in verdiği cevaplardan ve sonradan benim dolaylı sorgulamalarım üzerine yaptığı açıklamalardan anlamıştım.)

Meslek dışından gelen arkadaşım, benim Dazkırı çingeneleri üzerine anlattığım olaya, birlikte yaşadığımız bu olayı bindirerek, "Ne değişmiş ki, ha çingeneyi kovmuşsun ilçe, il sınırından, ha travestiyi; ötesi gavur ülkesi mi?" diye sordu. Lafı kendi dünyama saptırmaya çabalayıp "Kemal’in işi çok zordu, polise gerekli önlemlerin alınması talimatını verdi; ben olsaydım daha iyisini yapamazdım, senin aklına başka bir çözüm geliyor mu?" diye sordum ona, sustu...

Evet, soru ve cevap budur! Soru da zordur, cevap da!.. Ama olay oracıkta durmaya devam ediyor. Bir polis, bir kaymakam, bir vali, bir bakan, bir başbakan, bir cumhurbaşkanı kimi, hangi gerekçeyle, ne zaman, nereye, nasıl sürecek? Köy boşaltmaya benzemez bu iş! Daha zordur!.

Bu ülkede çingene de var, travesti de... Kürtçe konuşan da var İngilizce konuşan da... Suçlu da var suçsuz da... Ve siz devlet adına hareket ediyorsanız

223

Page 232: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

bunların hepsine zaman, zemin ve hepsinin sorunlarına çözüm bulmak durumundasınız.

30 Temmuz 1999

Gözaltılar, Kurşun Yaraları, Izgara Kapakları

Radikal Gazetesi 25 Haziran 2001 tarihli sayısında Demet Bilge imzalı önemli bir haber yayımladı. İstanbul Emniyeti "Huzur 34" adlı bir operasyon başlatmış. Buna göre şüpheli görülen insanların araçları durduruluyor, üstleri aranıyor, kimlikleri kontrol ediliyormuş.

Gazeteleri arayan bazı vatandaşlar "Suçluların takibine karşı değiliz, ancak sürekli durdurulmak, güvende olma hissinin yanı sıra huzursuzluk da yaratıyor" demişler.

Demek ki, vur denilince kırılıyormuş... Ama uygulamadan bazı emniyet görevlilerinin de huzursuz olduğu anlaşılıyor. Haberin asıl önemli yanı bu... Adlarının açıklanmasını istemeyen bazı emniyet görevlileri, şüphelilere, evsizlere, tinercilere yönelik operasyonların artırılması emrine işaret ederek şüpheli tanımının çok açık olmadığını, bu durumda görev alanlarındaki gözaltı sayısının düşük olmasının "görev ihmali" olarak yorumlanmasından korktuklarını ifade etmişler. Öte yandan, bazı hukukçular da literatürde "şüpheli şahıs" diye bir kavram bulunmadığını, ayrıca CMUK'un da uygulanmadığını belirtmişler.

27 Haziran 2001

Bir başka olay: Bir "yurdum insanı" kurşun yarası ile ölmemiş!...

Küçükarmutlu’daki iki evde F tipi cezaevlerini protesto amacıyla sürdürülen ölüm orucuna polis müdahale etmiş. Bugün bütün gazeteler ve televizyon

224

Page 233: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

kanalları bu haberi veriyor. Haberlerde müdahalenin amacı açıklanmıyor. Esasen açıklanmasına gerek de yok. Çünkü böyle bir müdahale, ölüm orucundaki insanları kurtarmak amacına yönelik olabilir, başka türlü bir yorum kimsenin aklına gelmez.

Kurtarma operasyonu sırasında çevreyi silah sesleri sarmış, göz yaşartıcı bomba kullanılmış, oruç "eylemcilerine" ait bir ev iş makineleriyle yıkılmış. Sonuçta dört -bazı haberlere göre beş, bazılarına göre altı- kişi ölmüş. İkisi ağır, on yaralı varmış. Çok sayıda insan gözaltına alınmış.

Emniyet yetkilileri, ölenlerin kurşun yarasıyla ölmediğini, dolayısıyla devlet tarafından değil, bizzat kendileri tarafından öldürülmüş olduğunu açıklamışlar. Muhakkak doğrudur. Böylece, ölenlerin, yaralananların, gözaltına alınanların, evleri yıkılanların bu kötü hallere kendi özgür seçimleri sonucunda düştükleri açıklanmış oluyor...

Medyamız da böyle düşünüyor. Polisin kararlılığını methediyorlar ağız birliğiyle.

Ölenler kurşun yarasıyla ölmüş olsalardı, devletimiz de ciddi bir yara almış olacaktı. O halde, sonuç başarılı sayılmalıdır... Şimdi terörle mücadele zamanı... Amerika’da ikiz kuleler vuruldu, böyle oldu.. Artık, ölümü zaten seçmiş olan insanları, yanlarına destekçilerini de katarak ölüme rahatlıkla gönderebiliriz; bu da bir seçimdir... Biz, zaten öyle yapmıyor idiysek!.. Zaten kurşun yarasız ölmüyor idiysek!?..

6 Kasım 2001

Ama, ölmezden önce, hesapta ızgara demirlerine kelepçelenmek de var.

Kanal7 bu akşamki haber bülteninde "ilginç bir hırsızlık" öyküsüne yer verdi... Konya'da, 15-16 yaşlarında iki kardeş yollardaki ızgara kapaklarını

225

Page 234: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

çalıyorlarmış. Uygun aletlerle bunları söküp el arabalarına yüklüyor, sonra da götürüp birilerine satıyorlarmış.

Polis ciddi bir izleme sonucunda bunları suç üstünde yakalamış. İkisini de çaldıkları "ızgara kapaklarına" kelepçelemiş ve karakola götürmüş. Olay ilginç olduğu için de, önceden TV kanallarına haber verilmiş ki hemen koşup geleler ve bu ibret verici olayı filme alalar...

Çocuklar, -bir elleri çalmaya çalıştıkları ızgara kapaklarına kelepçeli- yüzlerini kameradan gizliyorlar. Polis mi haberci mi olduğu anlaşılamayan birisi "Hırsızlık yaparken utanmıyorsunuz da yüzünüz görününce mi utanıyorsunuz?" diye çıkışıyor çocuklara.

Resimli-yorumlu haberi izlerken boğazıma bir yumruk tıkanıyor, içimden hıçkıra hıçkıra ağlamak geliyor!....

İçişleri Bakanımız Rüştü Kazım Yücelen, Türkiye'de hâlâ işkence olaylarına tanık olunduğunu bundan birkaç gün önce açık yüreklilikle itiraf etti. Ancak ona göre bunlar sistematik olmayıp bireysel olaylardır. Ben mesleğe başladığımda da böyle denirdi, ben bakan olsaydım ben de böyle diyor olacaktım.

İşkencenin sistematik olması için, devlet sisteminin emir-komuta ilişkileri içinde, -hatta belki yazılı biçimde- gündeme getirilmesi gerektiği düşünülüyor, anlayış bu. Bireysel işkence eylemlerinin, sistemdeki genel geçer yönetim anlayışının doğal bir sonucu olduğu, dolayısıyla asıl bunların sistematik sayılması gerektiği bir türlü görülemiyor. İşkence denilince akla sadece karakollardaki falakalar, coplar, elektrik kabloları geliyor. Bir çocuğu ızgara kapağına kelepçelemek işkence değil !.. Çocuğa yüzünü gizleme hakkı bile tanımamak işkence değil !.. Magazin habercilerini, yatak odaları da dahil, özel hayatların en içine davet etmek işkence değil ! Ve bu türden "işkence olmayan" olayları

226

Page 235: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

milyonlarca insana seyrettirmek, o insanlara karşı işlenmiş bir başka işkence eylemi değil !...

Konya'lı çocuklarıma karakolda ne tür bireysel işkencelerin reva görüldüğü şimdilik bilinmiyor. İşin bu yönü zaten habercileri de izleyicileri de ilgilendirmiyor. O nedenle ertesi gün ne kimse merak ediyor Konyalı güzelim iki kardeşi, ne de TV -ve gazeteler- sürdürüyor dünkü sansasyonu!..

Sıcacık evimde otururken, Konya’lı çocuklarımla birlikte işkence gördüm. Bunun hesabını kim, KİM verecek? Artık anlayın, sistematik işkence budur!... Sorum ne polise, ne de medyaya yöneliktir... Bir anlayışı sorgulamaya çalışıyorum.

Örnekler bitmiyor ki... İşte bugün de sayın bakanımız, polisin toplum olaylarında cop kullanırken, "kasıtlı değil, fakat heyecanlı" davrandığını söylemiş. Olayı ortaya böylesine tek yanlı koyarsanız, hırsızın, katilin, hortumcunun da heyecandan öyle davrandığını söylemiş olmaz/mı/sınız !? Peki öğrenciler, diyelim ki, YÖK’ü protesto ederlerken niye heyecanlarına yenik düşmüş olamıyorlar?

Mantığın pes ettiği bu tür çarpıklıkların sorumlusu yönetim anlayışımızdaki çarpıklıktır.

13 Aralık 2001

227

Page 236: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

KEMALİZM ve ATATÜRKÇÜLÜK

228

Page 237: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

İnsan Nasıl Büyük İnsan Olur?

Kemalizm ve Atatürkçülük kavramlarını birbirinden ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Bu konudaki görüşümü daha önce yeri geldikçe kullandım ve iki kavram arasında bir ayrım gözettiğimi hissettirdim. Şimdi ayrı bir bölüm açıyor ve görüşümü, başka olayları-durumları da işin içine katarak pekiştirmek istiyorum.

Ama önce, biraz teorik konuşacağım:

İnsanları tarihsel koşullarından, konumlarından soyutlayıp yüceltmeye, tanrı katına taşımaya bayılıyoruz. Böylece, gerçekten "insanca yüce" olan insanları "insanlığın dışına iterek" küçülttüğümüzü, kendimizi de onların birer kulu haline getirerek hiç mesabesine indirgediğimizi farkedemiyoruz. Aynı anlayışın cüceleri yüce yapması da kaçınılmazdır, doğal olarak.

Plehanov’un Tarihte Bireyin Rolü ve Edward H.Carr’ın Tarih Nedir? adlı kitaplarını okurken böyle düşündüm.

Plehanov, bireylerin kendi kişilik özellikleri sayesinde toplumun kaderini etkileyebileceğini, bu etkinin bazen çok güçlü de olabileceğini söyledikten sonra şöyle diyor: ...ancak bu etkinin oluşma olasılığı ve yaygınlığı toplumun örgütlenme biçimi tarafından, toplum güçlerinin ilişkileri tarafından belirlenmektedir. Bireyin kişiliği, ancak toplumsal ilişkiler izin verdiği zaman ve bu ilişkiler izin verdiği ölçüde toplumsal gelişmenin bir etkeni olur… Etkili bireyler, akıl ve yeteneklerinin özgün nitelikleri sayesinde, olayların tikel özelliklerini ve belirli kısmi sonuçlarını değiştirebilirler ama başka kuvvetler tarafından belirlenen genel yönelimini değiştiremezler.

Plehanov’un şu sözleri daha da açıklayıcı: Belli bir olgunun mutlak kaçınılmazlığının bilincinde olmak, bu

229

Page 238: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

olguya yakın ilgi gösteren ve kendisini onun oluşması için gerekli güçlerden biri sayan insanın enerjisini artırır … Büyük bir adam, kişisel özellikleri büyük tarihsel olaylara tikel görünümler kazandırdığı için değil, fakat genel ve özel koşulların sonucu ortaya çıkan zamanın toplumsal gereksinmelerini en iyi karşılayacak niteliklere sahip olduğu için büyüktür... Hiçbir büyük adam, üretici güçlerin oluşumuna ARTIK ya da HENÜZ uygun düşmeyen ilişkileri topluma kabul ettiremez. Bu anlamda, gerçekten onun tarih yapmasına olanak yoktur.

Peki böyle bir görüş insanı kaderciliğe götürmez mi? Plehanov hayır diyor. Eğer ben, toplumsal ekonomik üretim sürecindeki değişmeler yüzünden toplumsal ilişkilerin hangi yönde değiştiğini biliyorsam, aynı zamanda toplumsal ruh durumunun da hangi yönde değişmekte olduğunu bilebilir ve böylece onu etkileme olanağına sahip olabilirim. Toplumun ruh durumunu etkilemek tarihi etkilemek demektir. Şu halde ben, bir anlamda, ‘tarihi yapabilirim’, onun ‘kendi kendine olmasını’ beklememe gerek yoktur.

Plehanov’un bu yorumu, ulusça övündüğümüz büyük adamlarımızı benim gözümde daha da büyütüyor doğrusu. Onları gerçek yerlerinde görebiliyorum. "Onlar olmasaydı bizler olmazdık" ya da "tarihi yeniden yazdılar" türünden basit bir anlayışın hem onları hem de kendimizi ciddi surette küçülttüğünü düşünüyorum. Bazılarının "putlaştırma" diyerek karşı çıktıkları böyle bir anlayışa ben de bu yüzden karşı çıkıyorum.

Carr da Hegel’e dayanarak... çağın büyük adamı, çağının istemini dile getirebilen, çağına isteminin ne olduğunu söyleyebilen ve bu istemi yerine getirebilen kişidir. Onun yaptığı çağının yüreği ve özüdür, o çağını gerçek kılar diyor. Bir başka yerde ise insanı tarihin içinde ele alıp şunları söylüyor: Akli bir varlık olarak insanın özü geçmiş kuşakların deneyimlerini biriktirerek

230

Page 239: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

gizil yetilerini geliştirmektir... Tarih edinilmiş becerilerin kuşaktan kuşağa iletilmesi içinde bir ilerlemedir.

Büyük adamları "insanlıklarından soyutlamadan" ele alan bu yorumlar benim önüme yeni ufuklar açıyor. Büyük adamların yerden bitmediklerini ya da gökten inmediklerini, bizim içimizden çıkmış olduklarını bilmek beni bir "insan olarak" gururlandırıyor. Bu, aynı zamanda, ulusal büyüklerimi insanlığa maledebilmemin ve insanlığın öteki büyüklerine sahip çıkabilmemin de bir yolu oluyor. Büyük adamların, içinde birlikte yaşadığımız toplumsal sistemin birer ürünü oldukları anlayışı, beni onlara ulaşabilir kılıyor. Benden farklarının, içinde birlikte yaşadığımız toplumsal sistemi ve o sistemin gelişme yönünü benden daha iyi kavrayarak etkilemiş olmalarından kaynaklandığını görüyor ve kendimi onlar gibi olmaya zorluyorum.

Atatürk’ü böyle bir anlayışla algıladığımı sanıyor ve bunu herkese öneriyorum...

Eylül 1989

Kemalizm ve Atatürkçülük

231

Page 240: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Okuduğum kitaplar içinde kemalizm ile Atatürkçülük arasında sistemli bir ayrım yapıldığına tanık olmadım. Murat Belge, Radikal Gazetesinin 27 Ekim 2001 tarihli sayısında yayımlanan Atatürk ve Atatürkçülük " başlıklı yazısında, "Atatürk’ün kendisiyle Atatürkçülük arasında bir ayrım yapılması gerektiğine inandığını" söyledi. Nedenini açıklarken de Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan bir anı nakletti: ... Atatürk, bir gün Cumhuriyet Halk Partisinin ilkelerini gözden geçiriyordu. O sırada ukalalık edip demiştim ki: ‘Paşam, bu her bakımdan bir İnkılap Partisidir. İnkılap Partisi ise bir ideolojiye, bir doktrine dayanmaksızın yürüyemez.’ Yüzüme bir masumun yüzüne bakar gibi bakmış ve gülümseyerek ‘O zaman donar kalırız’ demişti...

Evet, Atatürk bir "ideoloji" yaratma peşinde değildi. Murat Belge’nin yapmaya çalıştığı ayrımı şöyle değerlendiriyorum: Belge, Atatürkçülüğün bir ideoloji olduğunu, fakat Atatürk’ü o ideolojiden ayıracak bir deyime gereksinim olduğunu söylemek istiyor. Benim de yapmaya çalıştığım budur. Murat Belge’den farklı olarak -ya da onun söylediğine bir katkı yapmaya çalışarak- Atatürk’ün kendisi deyimini Atatürkçülük, onun Atatürkçülük dediği kavramı da Kemalizm olarak karşılamayı öneriyorum. Bu ayrım, Atatürk’ün "izm"li ve izm"siz yorumlarıyla ilgilidir. İdeoloji en doğru biçimde "izm" ekiyle ifade edilebilir diye düşünüyorum.

Şerif Mardin Türkiye’de Toplum ve Siyaset adlı kitabında sürekli olarak "Atatürkçülük" deyimini kullanıyor. Ve, "Atatürkçülüğün Kökenleri" başlıklı yazısında, bu deyimin bir öğreti olmayıp esnek bir ilkeler bütünü oluşturduğunu söylüyor. Bu ifadeyi, yukarıda yaptığım değerlendirmeyi doğrular nitelikte görüyorum. Evet, Atatürkçülük bağlayıcı, emredici, kısıtlayıcı, dışa kapalı bir ideoloji olmaktan ziyade esnek bir ilkeler bütünüdür. Yani "izm" değildir. Kemalizm ise bir öğretidir, bir ideolojidir; yani bağlayıcı, emredicidir. Mardin, aynı yazısında, Atatürk ideallerini yirmi başlık

232

Page 241: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

altında topluyor. Hepsini saymama gerek yok sanırım: Cumhuriyetin ilanı, halifeliğin, Şer’iye ve Evkaf Vekaletlerinin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, uluslar arası takvimin kabulü, Medeni Kanunun kabulü, devleti bir din devleti sayan hükmün anayasadan çıkarılması, uluslararası rakamların kabulü, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınması, Türk dil ve tarih cemiyetlerinin kurulması, birinci beş yıllık planın kabulü, İş Kanununun kabulü, altı ok kavramının anayasaya konması... Ve elbet laiklik, tevhid-i tedrisat... Bu ilkelerin bir kısmı zaman ve zemin gözetilerek tartışılabilir ve hatta bir kısmı eleştirdiğim kemalist ilkeler içine de sokulabilir. Ama çoğunun esnek bir ilkeler bütünü olarak Atatürkçülük parantezinde yorumlanmaları daha mümkün görünüyor.

Çünkü bunlar, yine Mardin’in deyişi ile, toplumu statik bir halde tutmayıp zamanla değişmesini sağlayacak ve Atatürkçülüğü Jön Türk idealinden (ideolojisinden) en anlamlı şekilde ayıracak olan ögelerdir. Seçilen hedef, halkın ihtiyaçlarını halkın katıldığı bir sistemle karşılamaya çalışmaktır.

Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme başlıklı kitabında, Şerif Mardin’den farklı olarak, sürekli biçimde "kemalizm" sözcüğünü kullanıyor. Ancak yorumları, yukarıda yapmaya çalıştığım değerlendirmelerle neredeyse birebir örtüşüyor.

Hangi sözcük kullanılırsa kullanılsın, kemalizmin (ya da Atatürkçülüğün) iki ayrı yönünden, olumlu ve olumsuz uygulamalarından söz ediliyor. Ama bu ikisi arasında bir terminoloji ayrımı yapılmıyor. Oysa, böyle bir ayrım, günümüzü anlamayı kolaylaştırması açısından gerekli ve yararlı olabilir. Doğal olarak, bu ayrım tarihsel süreci iki farklı kompartmana bölerek yorumlama çabası şeklinde anlaşılmamalıdır. Süreç bir bütündür ve siyasal konjonktüre bağlı olarak şu ya da bu niteliği -birbirinin içinde- ağırlık kazanır. Dolayısıyla benim yapmaya

233

Page 242: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

çalıştığım ayrım, sadece anlamayı kolaylaştırmak için yapılmış bir ayrımdır.

Söylemek istediğimi Feroz Ahmad’dan birkaç alıntı yaparak açıklamayı deneyeceğim.

Kemalistlerin 1923’te kurdukları rejim, sözcüğün kabul edilmiş hiçbir anlamıyla demokratik değildi… Bu yıllarda var olan iç ve dış koşullarda böyle bir rejimin kurulmasını beklemek zaten acelecilik olurdu. Kemalistler, eski düzene karşı bir devrim yapma süreci içindeydiler ve demokrasi belki de ancak bu sürecin sonunda ortaya çıkabilecek bir şeydi…

Pratikte, Kemalistler için askeri bir diktatörlük kurmaktan daha kolay bir şey yoktu. Millî mücadelede can alıcı bir rol oynayan ordunun itibarı büyüktü. Eğer Kemal Paşa o yolu tutmak isteseydi, orduyu iktidarı ele geçirmekten alıkoyacak hiçbir şey yoktu. Ama o, bu kolay yolu reddetti ve aktif siyasette yer almak isteyen subayların görevlerinden istifa etmelerini sağlayarak orduyu siyasetin dışında tutmakta ısrar etti. Kemalistlerin, devlet işlerine ordunun müdahalesi konusundaki hassasiyetleri öyleydi ki, faal görevde olan bir askere oy hakkı bile tanınmıyordu. Morris Janowitz, Kemalist modelin bu açıdan bir benzerinin bulunmadığını kaydetmektedir…

Feroz Ahmad, genellikle kemalizm sözcüğünü kullanıyor demiştim, ama dikkat edilmesini isterim, tanımlaması -burada yapmaya çalıştığım ayrım açısından- Atatürkçülük tanımlamasıdır.

Feroz Ahmad, Atatürkçülüğün "benzersiz" yanlarını anlatıyor, ama bunun adını "kemalizm" koyuyor. Olabilir. Bense, bu toplumda yaşadığım kavram kargaşasını çözmek adına, Feroz Ahmad’ın kemalizm diye andığı güzel şeyin adını Atatürkçülük, sonradan

234

Page 243: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

onun adı anılarak kullanılan ideolojik yanını da kemalizm diye anmak istiyorum. Feroz Ahmad, böyle bir ayrım yapmıyor ama, örneğin İtalyan Faşizmi ile kemalizm (yani Atatürkçülük) arasındaki nitelik farkını da görmezden gelmiyor. Ona göre, bir ideoloji olarak kemalizm yanlıları bu hareketin içinde bile zaten vardı ve faşizmin İtalya ve Almanya’da kazandığı başarı, iktidar partisindeki bir grubu etkilemekten geri kalmadı. Bu etki, kısmen, liberal kapitalizm yerine devlet kapitalizmini yerleştirme isteğinde, kısmen de liberalizme karşı düşmanlıkta ifadesini buldu. Partinin bu kanadının başını çeken Recep Peker, liberalizmin çöküşe mahkum olduğunu ve onun yerini evrensel olarak devletçiliğin alacağını öne sürerek sık sık liberalizme saldırdı..

Sonuç biliniyor. Atatürk Recep Peker’i parti genel sekreterliğinden alıyor. Ardından Başbakan İsmet İnönü istifa edecek ve yerine Celal Bayar atanacaktır. Feroz Ahmad bu bölümü bitirirken şunları diyor: İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı dönemi "tek parti, tek millet, tek lider" faşist sloganına dayanan bir rejimin kuruluşuna tanık oldu…

Bu alıntıyı, "Kemalizm Peker ve İnönü ile başlamıştır" demek için yaptığım düşünülmesin. Hep diyorum, kökeni çok eski tarihlere uzanan bir ideolojidir kemalizm adını kullanan ideoloji. Çok partili hayata geçişimizi sağlayan -buna izin veren, belki vermek zorunda kalan- kişi İnönü’dür. Belki şu denebilir: İnönü, tarihsel gelişimi ancak 1946 yılında yakalayabilmiştir. Ona bu şansı siyasî konjonktür vermiş olabilir. Ama öyle bir şansı kullanabilmek de hüner (vizyon – tarihsel gelişimi yakalayabilme yeteneği) işidir.

Yine de, bu alıntılarda, Atatürk (Atatürkçülük) ile kemalizm arasındaki ayrımı haklı gösterecek bir saptama yok mudur?

235

Page 244: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Nisan 2003

Kemalizm Atatürkçülük Değildir

Bilimsel sayılana- sanılana körü körüne bağlanıp onu ölesiye savunma, bilimsel "sayılmayan" her olguya sırt çevirme, böylece de aslında bilimin ve yaşamın dışına düşme... Türk aydınının Tanzimattan buyana bir türlü kendisini bulamamasının, içinden çıktığını yerli yersiz övünmelerle savunsa da, halkıyla bir türlü barışamamasının temel nedenlerinden birisi bence bu.

Batılılaşma hareketimizin batıdaki pozitivist harekete zamanca denk düşmesi galiba bir şanssızlık oldu. Bizdeki batılılaşma heyecanı, pozitivizmin neredeyse dinsel bir bağnazlıkla algılanmasına yol açtı. Böylece her türlü inanç sistemine, bu arada elbet dine karşı "yeni bir din" oluştu. Bilim, bilimsellik adına değişmez kalıplar içine hapsedildi. Sonuçta, inanca dayalı gerçek dinin mensuplarıyla bilime dayalı yeni dinin mensupları arasında zaten varolan tarihsel cebelleşme yeni bir temel, yeni bir boyut, yeni bir içerik, yeni bir ifade biçimi kazandı.

Anadolu'nun geleneksel laikliği, kemalizm adına, kendi dışına kapalı bir "yerli pozitivizm" kalıbı içinde yeniden oluştu-oluşturuldu ve şanssızlığı o noktada başladı. Oysa Anadolu'nun, birkaç bin yıllık tarihi boyunca damıtıla damıtıla oluşmuş bir laik kültürü zaten vardı. Pozitivizmin yerli versiyonu, Anadolu kültürü üzerinde "dondurucu", "kalıplaştırıcı" bir rol oynadı.

Yöneten-yönetilen çelişkisi vardı, zengin-fakir çelişkisi vardı, hatta, diyelim ki alevi-sünni çelişkisi vardı. Toplumsal mücadele bu çelişkiler üzerine oturuyordu ve böyle bir mücadelenin varlığı bir bakıma "anlamlı" idi. Toplumsal birliktelik bu çelişkileri -yek diğerini yok etmeden- kendi içinde barındırabiliyordu. Yeni pozitivist din bu çelişkileri kendi tanımladığı yapay bir temele

236

Page 245: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

taşıdı ve mücadeleyi kendi tanımladığı kalıplar içinde boğdu, anlamsızlaştırdı, çirkinleştirdi. Gerçek çelişkileri bir ahenk içinde çözüme ulaştırmak yerine onları yok saydı, yerlerine kendi "var"larını koydu.

Bu yüzden, bugünkü laik-antilaik mücadelesini anlayıp yorumlamak, Anadolu'nun tarihi boyunca görüp geçirdiği tüm öteki mücadeleleri anlayıp yorumlamak kadar kolay görünmüyor. Çünkü bugün bir tarafta bilimselliği tartışma dışı tutan bir kapalı inanç sistemi var, öte tarafta bilimsel saydığı alan dışında başka alan tanımayan bir kapalı bilimsel sistem. Birincisi içtihat kapılarını çok önceleri (tartışma götürür, ben Gazali’den bu yana diyorum) kapatmıştı. İkincisi, (ittihatçılık, kemalizm) içtihat kapılarını bu kez kendi adına kapatıyor. Oysa, birincinin daha önce kapattığı içtihat kapılarını bu ikincisinin yeni versiyonu (Atatürkçülük) açmıştı. Şimdi Atatürk adına açılan kapılar kemalizm adına yeniden kapatılıyor.

Laikliği Mustafa Kemal'e mal etmek büyük hatadır. Yüzlerce yıllık bir süreç içinde oluşmuş bir laik kültürü yok farz edip Atatürk’ün yaratıcılığıyla açıklamak yalnız Atatürk’e karşı değil, Anadolu’ya karşı da işlenmiş bir günah olur. Laiklik kavramını Mustafa Kemal yaratmadı. Belki Onu, genel kabul görmüş bir hayat anlayışı olarak bu kavramın ta kendisi yarattı. Atatürk’ün yüceliği, bilinçlerimizden silinmeye yüz tutmuş olan böyle bir anlayışı gün ışığına çıkarması olmuştur.

Tarihi bir süreç olarak ele almayıp, tarihsel olayları o sürecin dışında, tek başlarına yorumlamaya çalışmak bize pozitivizmin Tanzimat mirasından kalmadır. Mustafa Kemal’in "izm" leşmesi ve doğal olarak "din"leşmesi o mirasın izlerini taşıyor. Oysa uzun soluklu bir süreci Tanzimat pozitivizmi bağnazlığına düşmeksizin yorumlayabilseydik, bugün hem Atatürk’ü hem de onun "izm"le bağlantı kurulmuş adını -kemalizmi- daha aklı başında değerlendirmelere tabi

237

Page 246: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

tutuyor olacaktık. Yani, eğer belli taraflar arasında bugün bir mücadele varsa, o mücadele hiç değilse ayakları yere basan bir mücadele olacaktı.

Atatürk’ü "izm"in dışındaki gerçek yerine oturtmak gerekiyor. Çünkü kemalizm kavramı Atatürk’ü bütünüyle kavramıyor. Onu, Atatürkçülüğün öngörmediği bir tarzda yüceleştirip kavranması güç bir konuma taşıyor. Ya da belli kesimler açısından cüceleştiriyor. Her iki halde de tarihsel süreç yok sayılıyor. Atatürk’ün Anadolu dinamizminin saygın bir temsilcisi olduğu gerçeğini hakkıyla yansıtmıyor. Tarihin 20-25 yıllık bir diliminin içinden bakarak tarihin tamamını kavramaya çalışmış oluyoruz. Dahası, öteki kavramlar da, adlarına Atatürk İlkeleri desek bile, "izm" parantezinde algıladığımız için (kemalizm oldukları için) yerli yerine oturmuyor.

Marks bir Marksist olmadığını söylüyordu. Evet, Mustafa Kemal de bir kemalist değildi. Kavramı o yaratmadı. Zaten var olan bir yönetim anlayışı -bir devlet ideolojisi- sonradan onun adıyla anılır oldu. Bu Onun adına kaçınılmaz bir şanssızlık olmuştur. Yeni devleti kuranların başındaydı. Bu yüzden, zaten var olan ideoloji onun adını kullanarak yaşamını sürdürmeyi pratik buldu.

Kemalist ideolojiyi tartışıyorsak, bu nitelemeyi tarihsel gelişimi içinde ele alıp daha gerilere gitmeliyiz. Bu anlamda "Tanzimat ve İttihat Terakki Kemalistleri"nden de söz edebiliriz. Ama aynı zamanda Atatürk öncesi dönemin Atatürkçü anlayışlarından da söz edebiliriz...

Çökmekte olan bir imparatorluk (bir sistem) vardır. Onu diriltmek, bu mümkün değilse yerine yenisini koymak hayat memat meselesi halindedir. Özetle, vatansever olmak bir bakıma zorunlu seçimdir. Amasya, Sivas, Erzurum ve daha sonra Ankara’da izlenen yöntemlere, yapılan işlere, alınan kararlara

238

Page 247: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

baktığımızda, klasik devlet ideolojimizin -bugünkü Kemalist ideolojinin- en yoğun biçimde tarihin bu diliminde revize edildiğini, halka yaklaştırıldığını görürüz. Şimdiki kemalistlerin o dönem kemalistleri ile aralarındaki fark, neredeyse iki ayrı dünya görüşü arasındaki fark gibidir.

Bu, Atatürkçülükle kemalizm arasındaki farktır.

14 Mayıs 1994

Ya da Atatürkçülük Kemalizm Değildir

Bu iki kavrama aynı değerleri yüklediğimiz için sık sık birbirimizle kavga ediyoruz. Antikemalistler Atatürk düşmanı, Atatürk düşmanları antikemalist sanılıyor. Başka türlü, Atatürk sevgisiyle dolu birisinin antikemalist oluşunu (ben öyleyim) ya da Atatürk düşmanı birisinin kemalist oluşunu açıklamamız mümkün görünmüyor. Her iki örneğe de sokulabilecek pek çok insan tanıyorum.

Atatürkçülükte, şovenizmle bağlantısız bir milliyetçilik anlayışı, popülizmle bağlantısız bir halkçılık anlayışı, "salt modernist" bir yaklaşımı aşan çağdaşlık (muasır medeniyet) anlayışı, emperyalizm karşıtlığı, bağımsızlık, halka inisiyatif tanıyan bir devletçilik anlayışı vardır.

Kemalizm ise, Atatürk’ten önce de zaten varolan belli bir devlet ideolojisinin Atatürk’ün adına bindirilmiş yeni bir versiyonudur. Yeni versiyonun Atatürk’ün adıyla anılmaya başlaması elbette bir rastlantı değildir. Ama bu durum iki kavramın özdeş kavramlar olduğu anlamına gelmez. Eski ideolojinin, kendi açısından güçlü gördüğü Mustafa Kemal'in adına sığındığı anlamına gelir.

İdeolojinin ne olduğu üzerine çok sayıda kuram, çok sayıda açıklama var. Benim bu kitapta kullandığım

239

Page 248: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

yaklaşım, Şerif Mardin’in İdeoloji adlı kitabına dayanıyor.

İdeolojiler, -yani "izm"ler- kendi dışlarına kapalı, kendi içlerinde kapsayıcı, bağlayıcı, emredici, egemen fikir yapılarını ifade ederler. Bu yapılar, sistematiği olan yapılardır. İnsanların yaşam-üretim süreçlerinin bir sonucu olarak doğarlar ve bu nitelikleriyle onların bilinçlerini de belirlerler. Merkezde her daim kendileri vardır. Ama bu nitelikleriyle gerçeği tıpatıp yansıtmayıp bulanık ve çarpık da gösterebilirler. İdeolojinin bir diğer özelliği, toplumu anlamaya yarayan tüm kavramlarımızın ‘yanlı’lığıdır.

Maurice Duverger’in Siyaset Sosyolojisi adlı kitabında söylediği gibi, ideolojiler değer yargısı içerirler. Oysa bilimsel kuramlar bir değer yargısı içermezler. Bilimsel kuram her şeyden önce, bilimin daha önceden gözlemlediği ve kanıtladığı olgulara dayanır. Oysa ideoloji, ilke olarak bu doğruları da içermekle birlikte, bunları aşar ve çoğunlukla öznel bir takım izlenimlere, yüzeysel gözlemlere ve kısmi yorumlara dayanır.

İdeoloji kavramı üzerine yapmaya çalıştığım bu kısa açıklama, kemalist ideoloji ile Atatürkçülük arasında bir ayrım yapmama olanak veriyor. Atatürkçülüğü -yukarıda içeriğini özetle sunduğum- somut bir eylem ve idealler manzumesi olarak algılıyorum. Kemalizm ise, böylesi bir somutluğun karşısında son derecede soyut kalıyor. Gücünü de bu soyutluğundan almayı umuyor.

20. Yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Atatürk’ün adına sığınarak kendisini bize kemalizm diye tanıtan ideolojinin gerçek adı "Türk Devlet İdeolojisi"dir. Bu ideoloji merkeze devleti oturtur. İnsan, millet, vatandaş, yurttaş gibi kavramlar, devlet kavramı karşısında fazlaca bir hüküm ifade etmezler. Gerçi bu kavramlar, ulus devlet anlayışıyla birlikte bizim devletimizin gündemine de girmişlerdir ama laf ola girmişlerdir. Bunlar, devlet adı anıldığında sığınacak delik ararlar.

240

Page 249: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Devlet, kendisini, herkesin üzerinde anlayış birliğine varacağı biçimde tanımlamaz, tanımlatmaz.. Soyut, kutsal bir varlıktır o. Ötekilerse somutturlar ve soyuta tabi olmak, soyuta tapınmak zorunda kalırlar. Böylesi bir devlet anlayışı Selçukluda da vardı, Osmanlıda da vardı, Cumhuriyette de vardır. Bu eski anlayışın kemalizm adıyla sürdürülmesi bizim kuşağımızın Atatürk’e karşı işlediği en ciddi hatalardan birisi olmuştur.

Oysa Cumhuriyet, kemalizm yerine Atatürkçülüğe soyunup, insanı, milleti, vatandaşı, yurttaşı öne çıkarmalıydı. Birazcık tarih okumuş olan herkes Atatürk’ün bunu yapmaya çalıştığına içtenlikle inanır sanırım. Laik demokrasi, halkçı ulusal devlet, antiemperyalizm, tevhid-i tedrisat, misak-ı millî, en önemlisi ekonomide ve siyasette "serbesti" arayışları iyi irdelenirse bu konuda güzel ipuçları bulabiliriz.

Tekrarlıyorum: İnsanı öne çıkarmaya yönelen Atatürkçü "umdeler", kendisini sonradan kemalizm olarak adlandıracak olan anlayışa hepten karşı olan umdelerdir. Atatürk'ü Atatürk yapan, oluşum aşamasındaki o güzel umdeleri hayata geçirmiş olmasıdır. Yani Atatürk, bağlayıcı bir "izm" adına değil, özgür bir dünya görüşü adına hareket etmiştir.

Atatürkçülük somut bir olaydır. Millî Mücadele, belki de Anadolu tarihinde ilk kez, soyut devletin kurtarılmasına yönelik bir mücadele olmaktan ziyade doğrudan doğruya somut halk ile birlikte ve somut halkın kurtarılması için girişilmiş bir mücadeledir. Başka türlü olsaydı bugün Osmanlı devam ediyor olurdu. Bu görülmeli!...

Belki öylesi -yani sadece mevcut devletin kurtarılması- daha iyi olurdu. (!?) Çünkü o zaman, bugün bile kemalizm adıyla sürdürülmek istenen "insansız devlet ideolojisine" hiç değilse Atatürk’ün adını lekelemeden tapınıyor olurduk.

241

Page 250: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

19 Ağustos 1995

Millî Hakimiyet

Mustafa Kemal, -Feroz Ahmad’ın da değindiği gibi- Sakarya öncesinde meclisi feshetme gücüne, yetkisine ve hakkına sahipti. Neden o yolu seçmedi? Ben o koşullarda yaşasaydım, kurduğum meclisi feshederdim. Bunu yapardım, çünkü ben de İttihat geleneği, (kemalizm) içinden geliyorum.

Anadolu'nun merkezi (artık kalbi) Ankara bile tehlike altındaydı. İmparatorluk küçülebileceği en son noktaya kadar küçülmüştü. Mecliste Anadolu'ya karşı kayıtsız ve Mustafa Kemal'e karşı olumsuz tavır takınan ciddi bir muhalefet vardı.

Atatürk'ün sonraki yıllarda da, bu gücünü, bu yetkisini, bu hakkını kullanmamak için nasıl direndiğini biliyoruz. Millî Hakimiyet ilkesini bir yerlere sadece yazmak değil, ona adım adım muhteva kazandırarak yaşatmaktı önemli olan, demek ki...

Mustafa Kemal kemalist olmadı!...

Mahmut Şevket Paşa da hürriyet türkülerinin içinden gelmiştir. İkinci Meşrutiyeti 31 Mart badiresinden o kurtarmıştır. II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesinde baş rolü oynamıştır. İttihat Terakkinin sevip saydığı, güvendiği kişi olmuştur. Kendisinin ve İttihat Terakkinin en büyük idealleri meşruti yani meclisli bir yönetimdi. Ama Meşrutiyetin kurtarıcısı Mahmut Şevket Paşa, düvel-i muazzamanın ve dahildeki muhaliflerin (bunlara o aşamada meşrutiyet yanlıları diyebiliriz, yani kendi ideal arkadaşları) tüm ısrarlarına rağmen, kurtardığı meclisi açmamakta direndi. Yazdığı günlükte haklılığını Balkan Savaşı ile açıklıyor. Ona göre, savaş içinde bir de meclisle uğraşmanın alemi yoktu. Bu tavır, bizim devlet ideolojimiz ile ilgili bir tavırdır. Adına bazen ittihatçılık da

242

Page 251: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

denmiştir. Sonradan, ne yazık ki Mustafa Kemal'in adı ile de anılır olmuştur.

Balkan Savaşlarını hafife alamayız. Ama Millî Mücadele Savaşları herhalde çok daha ölüm kalım meselesi idi. Mustafa Kemal böylesi bir mücadele içinde bile niye kapatmadı meclisi? Üstüne üstlük, meclisten yetki almadan niye adım atmadı?

Çünkü O kemalist değildi!... Mahmut Şevket Paşa ise kemalistti...

1992 Sonu

Biraz da güncel olaylar... Jandarma Genel Komutanımız TBMM'nde kurulan Susurluk Araştırma Komisyonuna gidip bildiklerini anlatmayı reddediyor. Hürriyet Gazetesinin haberine göre, kendisini şöyle savunmuş: "Bu iş, Meclisle Türk Silahlı Kuvvetleri arasında bir kudret gösterisi haline dönüştü."

Aylardır izliyoruz. Ben şahsen ne komisyon başkanında ne de üyelerinde böyle bir gösteri belirtisi gördüm. Genel Komutan meclisteki adamları adamdan saymıyor, mesele bu. Meclisteki adamlarla Meclisin aynı şey demek olduğunu da bilmiyor. Atatürk’ten "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" lafını öğrenmiştir muhakkak ki, ama bu lafı laf diye biliyor. Kemalizm yerine Atatürkçülüğü öğrenmiş olsaydı, Anadolu paramparça iken, Anadolu ölüm kalım savaşımı içinde iken ve Meclis henüz bebek iken, Mustafa Kemal Paşanın Meclise saygıda kusur etmediğini biliyor olacaktı. Paşa, 1920 meclisindeki ikinci gruba benzer bir muhalefet tanısaydı, belki de meclisi, Mahmut Şevket Paşa misali, açmayıverir, açıksa kapatıverirdi...

1 Şubat 1997

İkinci Cumhuriyetçiler Kim?

243

Page 252: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Arkadaşlarım ikinci cumhuriyetçilere çok kızıyorlar. Kaç kez zorladım, "kim yahu şu ikinci cumhuriyetçiler, neyi savunuyor bu adamlar, bana bir anlatın" diye, ama derde deva bir yanıt alamadım. Genellikle birkaç isim veriyor, sonra duruyorlar. "Peki bu adamlar ne diyorlar?" Yanıt: "Nesini okuyayım o Atatürk düşmanlarının!.."

"Hayda, niye düşman olsunlar ki Atatürk’e, üstelik okumadan nerden bildiniz Atatürk’e düşman olduklarını?"

Ben tartışmıyorum, onlar kendi aralarında tartışmayı sürdürüyorlar. İkinci cumhuriyetçilerin doğum yerleri, etnik kökenleri, anaları-babaları, geçmişleri didik didik ediliyor. Bu ayrıntıları gerçekten benden iyi biliyorlar. Ama adamcağızların fikirleri, düşünceleri, tezleri tartışılmıyor.

Tartışılmıyor mu? Düzeltmeliyim, tartışılıyor... İdare A’dan Z’ye bozuk. Rüşvet, iltimas, partizanlık almış başını gitmiş... Hak, hukuk, adalet yok...Ekonomi bitmiş... Eğitim desen hikaye... Bunları onlar söylüyor. Bunları onlar söylediği için Atatürkçü (bence kemalist) oluyorlar. Ama başkalarına bunları söyleme hakkı tanımıyorlar. Geçenlerde, merkez valileri odasında hariçten gazel okudum. "Yahu arkadaşlar, bakıyorum, sizler de ikinci cumhuriyetçi olmuşsunuz, sistemi eleştiriyorsunuz da... " deyiverdim.

Bu yeni yorumdan benim çıkardığım asıl ders şudur: Birinci cumhuriyet- ikinci cumhuriyet tartışması hep "bir kopma", bir "kırılma", bir "bitiş- yeniden kuruluş" gibi algılanıyor. Oysa, kesintisiz bir sürecin değişik aşamalarını temsil ediyorlar. Bu anlamda ikinci cumhuriyet gerçekten gelir gibi oldu. Artık Menemen’i, Şeyh Said’i, Muğlalı Paşa’yı yineleyemiyoruz. Karşı devrimciler de yineleyemiyor. Bu gerçekten ikinci cumhuriyetçilerin dahi haberi yok, o da başka bir konu...

5 Eylül 1995

244

Page 253: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Kemalizme İki Örnek

Dün akşam Eminönü Lions Klübünün düzenlediği bir toplantıya çağrılı idim. Konu, Atatürkçü düşünce çevresinde toplanmış vakıfları bir araya getirmekmiş. İstanbul Mülkiyeliler Vakfını da o çevrenin bir unsuru olarak görmeleri ve beni İMV Başkanı sıfatımla davet etmeleri elbet sevindirici idi. Ama ben ters bir adam olduğumu bildiğim ve orada bir sorun yaratabileceğimi düşündüğüm için, davete uymazdan önceki birkaç günü huzursuz geçirdim. Gerçi korktuğum başıma gelmedi.

"Atatürkçü düşünceyi benimsemiş sivil toplum kuruluşlarına çağrı" başlıklı bir bildiri hazırlamışlar. Tek bayrak, tek lisan, üniter devlet, misakı millî hudutları esaslarına dayalı bir tek sesliliğe icabeti öneriyorlar. 27 yıldır bir master plan doğrultusunda faaliyet gösterenlere karşı sayıları yaklaşık 70 civarında olduğu söylenen Atatürkçü -Kemalist demeleri gerekirdi- demokratik kitle örgütlerini bir eylem birliğine davet ediyorlar. Konuşmalar sırasında anlaşıldı ki, sözü edilen master plan Refah Partisinin planıdır. Ama o plana karşıt olan örgütlerin sayısı niye 70 civarındadır ve hangileridir onlar, o belli değil.

Sağolsunlar, genellikle beni konuşturdular... Onlara özetle şunu dedim: "Bizim vakfımızın resmî senedinde Atatürk’ten bahis yoktur. Atatürkçü olmak için Atatürk'ün adını özel olarak anmaya gerek de yoktur. Şimdi, bu durumda İMV, Atatürkçü olduğu söylenen 70 sivil toplum örgütü içinde midir, değil midir? Peki, benim yönetim kurulu üyelerimden ya da kurucularımdan birisi Atatürkçü değilse ben ne yapacağım? Atatürkçüler olarak bize yaraşan, insanlar arasında ayrım yapmamak değil midir? Benim annem başı örtülü bir hacı olduğu halde Atatürk'ü seviyorsa benim elimden ne gelir? Ne dini ne de Atatürk’ü güncel politikanın aracı gibi kullanalım. Bir kısım insan dini böyle kullanıyorsa, bu bize aynı hakkı vermemeli. Ayrıca, tek sesliliği savunmak Atatürkçülük müdür?"

245

Page 254: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Toplantıda bir de doçent hanım vardı. Doçent Hanım, Atatürk üzerine doçentlik tezi yazan tek kişi imiş, öyle dedi. Her yıl yüzlerce Atatürkçü genç yaratıyormuş. Öğrencilerine bütün ideolojileri anlatırmış. Marksizm, faşizm, liberalizm, kapitalizm, emperyalizm, kemalizm... Hepsini anlatırmış, sonra da sınavda sorarmış, en iyisi hangisi diye... Öğrenciler ağız birliği etmişçesine kemalizmin çağdaş ve demokratik bir ideoloji olduğunu söylerlermiş. Bunca yıllık hocalık serüveninde bir tek öğrenci direnmiş, öğretilenleri tekrarlamama konusunda. O da onu okuldan kovdurtmuş.

Toplantıdan sonra kimse bana düşmanca bir tavır takınmadı. Hatta kutlayanlar, teşekkür edenler oldu. Fakat gözümden kaçmadı; tüm kadınlar doçent hanımın çevresini sardılar ve "sizi tanıdığımız için çok mutluyuz" dediler. Bense, doçent hanımı, okuldan kovdurttuğu öğrenci adına oracıkta canilikle suçlamamak için süratle ayrıldım.

Geçen yıl vakıfta bir kadınlar grubu oluşturmaya özenmiştim. Birkaç toplantıdan sonra ayaklarını kestiler. Üç beş ay önce, onlardan üçüyle bir yemekte buluştum. Sohbet sırasında anladım ki, benim çevremin kadınları tüm dünyalarını Refaha karşı planlıyorlar ve vakıf, benim şahsımda onların bu planlarına eyvallah demediği için dışlandı. Yani vakıf, üstlendiği gerçek işi bir yana bırakmalı, Refahla mücadeleye soyunmalıydı.

Kadınların Refaha tepkisi benim açımdan anlaşılır bir olgudur. Ama Refahtan korkmanın, aynı mantıkla Atatürk’ten de korkmak anlamına geldiğini kimseciklere anlatamıyorum. Bir kendine güven sorunudur bu. Neredeyse yüz yıla yakın bir zaman sonra, hâlâ Atatürk’ün de cumhuriyetin de, onlar savunmazsa çöküvereceğini düşünüyor insanlarımız, başta kadınlarımız. Bu anlayış, kurulu düzene sahip çıkılırken, o düzende bazı şeyciklerin eksik olduğunu fark etmelerine de ne yazık ki engel oluyor.

246

Page 255: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Hanım arkadaşlardan birisi, "aramızda para toplayıp Mülkiyeye gönderiyoruz" dedi. Şartları varmış gerçi. "Atatürkçü gençlere -benim ayrımıma göre yine kemalist denmeli- ödenmeli gönderdiğimiz paralar" diyor. Fakültede bu işe bakan sınıf arkadaşı profesör, "yahu tamam da, biz çocukların suratlarına bakarak Atatürkçü mü, Refahlı mı olduklarını anlayamayız ki; gelen paraları hamur edip uygun kriterlere göre dağıtıyoruz " demiş. Arkadaşım bu aymazlığa çok kızıyor. "Onlar bilinçli olarak taraf tutuyorlar, biz niye aynısını yapmayalım ki" diyor. Atatürkçülüğü salt Refah karşıtlığına -ya da tek yanlı, sadece bizi haklı çıkarıcı- görüşlere indirgeyen bu mantığın adına ben kemalizm diyorum ve o anlayıştan yana değilim.

19 Ocak 1996

Serbesti Arayışları Üzerine

Bir süredir Serbest Fırka üzerine okuyorum. Anılar özellikle ilginç...

Gerçi, bugünden geriye bakıp, bu saygıdeğer insanların işledikleri doğruları ve yanlışları tartışabiliriz. Yaptıklarını bugünün mihenk taşına vurup kendimizce tartabiliriz. Haklarında kolayından yargılara varmak mümkün görünüyor. Kişisel tavırlarını öne alıp kimine fazla hırslı, kimine fazla inatçı, kimine fazla benmerkezci, kimine vizyonsuz diyebiliriz.

Fethi Okyar’ın, Ahmet Ağaoğlu’nun, Hüseyin Cahit Yalçın’ın, hatta Arif Oruç’un anılarını okudukça, o kuşağın insana özgü bir "hatalar marjı" içinde kalabilmiş ve fakat asıl önemlisi "ortak ideal" den ödün vermemiş olduğunu düşünüyorum. Tüm çekişmelerin, didişmelerin, endişelerin, özetle başarı ve başarısızlıkların o ortak ideal çerçevesinde varolduğu anlaşılıyor. Anlaşılıyor ki, Serbest Fırka deneyimine

247

Page 256: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

soyunmuş olan yönetici kuşak, bütün üyeleriyle, "halktan yana bir demokrasiyi" kurma ideali peşinde idi.

Tarih kitaplarından bir kısmı, Serbest Fırka olayını, Atatürk'ün bir tür adam denemesi, devrim liderleri arasında bir tür elense çekiştirmesi biçiminde verirler ve tarihimizin bu sayfasını "güdümlü bir demokrasi deneyimi" sayarlar. Böyle düşünmüyorum.

Serbest Fırka liberal bir parti. Bunu az çok biliyoruz. Ötesi önemli... Serbest Fırkanın onbir maddelik kısa bir programı var. Beşinci madde şöyle:

Fırka, vatandaşların refahına, malî ve iktisadî her türlü teşebbüslerine engel olan hükümet müdahalelerini kabul etmez. Memleketin iktisadî hayatının inkişafında her türlü teşebbüs erbabının zahiridir. (yardımcısıdır)

Cumhuriyetin menfaatleri için girişilmesi icab eden iktisadî işlerde fertlerin kuvveti gayri kafi görüldükçe, devlet doğrudan doğruya teşebbüs alır.

Liman inhisarı kaldırılacaktır.

Mustafa Kemal programı bütünüyle beğeniyor. Fethi Okyar’ın onayını alarak sadece iki ekleme yapıyor. Birisi bu beşinci maddenin ikinci fıkrası. Yani, iktisadî işlerde fertlerin kuvveti gayri kafi görüldükçe, devlet’ in teşebbüs alacağı hükmü. Yani, Atatürk’ün anlayışına göre, devlet fertlerin yetemediği yerlerde devreye girmesi gereken bir unsur. Yani devlet, fertlerin ardında, onların gerisinde, onları desteklemesi gereken bir güç...

Atatürk’ün yaptığı diğer değişiklik ise son maddede. Son madde Fırka bir dereceli intihap usulünün tesisini müdafaa edecektir şeklinde iken "tesisini" sözcüğünden sonra araya ve siyasî hukukun Türk kadınlığına teşmilini bölümünü ekliyor.

Gel de Atatürk'ün yaptığı bu değişikliklerden sonra gözlerin sulanmasın!

248

Page 257: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Bilmediğim ve öğrenince çarpıldığım asıl nokta, Serbest Fırkanın, kendisini "solda" görüyor oluşu. Fethi Okyar, Akşam Gazetesi adına Necmettin Sadık (Sadak) Bey ile yaptığı bir mülakatta, "Teşkil etmek kararını verdiğiniz muhalif fırkanın temayülatı, Garb aleminin fırka tasniflerine nazaran sağa mı sola mı müteveccih olacak?" şeklindeki bir soruya, "isminden de anlaşılacağı vechile fırkamız Halk Fırkasının sol cenahında liberal, laik, cumhuriyetçi bir fırka olacaktır cevabını veriyor. Asıl ilginci, bu mülakatın tamamı, Necmettin Sadık Beye Mustafa Kemal (Gazi) tarafından dikte ediliyor.

İdris Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması adlı kitabına daha önce de başvurdum, yine yeri geldi. Küçükömer, siyasî partilerimizi "Sol Yan" ve "Sağ Yan" olmak üzere ikili bir tabloya oturtur ve bu tabloda bizim neredeyse geleneksel biçimde sağa koyduğumuz partileri sola, sola koyduklarımızı da sağa koyar. Gerçi bu ayrım bizim sonradan sağcı - solcu retoriği içinde sulandırdığımız türden bir ayrım değildir. Bir açıklama modelidir. Küçükömer, sol yandakilerin yeniçeri, esnaf, ulema birliğinden gelen doğucu-islâmcı halk cephesine dayandığını (ama bunları temsil etmediğini), sağ yandakilerin ise batıcı, laik, bürokratik geleneği temsil ettiğini söylüyor. Her iki tarafın başında da bürokratları görmek kabildir. Bu bize bürokratlar arası çekişmenin onları nerelere sürüklediğini, bu çekişmelerle önceki fikirleriyle çatışan farklı fikirlere geçebileceklerini gösteriyor. Küçükömer’e göre, batıcı-laik bürokrat, batılaşma ile devleti kurtarmak isterken, yeterli derecede üretim güçleri yaratamadığından, tarihi büyük halk cephesiyle ters düşmektedir. Böylece iki cephe arasındaki mücadele kızışınca, laik batıcılar ile dindar doğucular arasında bir mücadeleye gelip dayanmaktadır. Bürokrat (sivil, subay) laik, güya ilerici sayılacak, emperyalist kıskacı içinde bürokrat oyunlarıyla içine kapanan islâmcı-doğucu kamp ise gerici (mürteci) sayılacaktı!

249

Page 258: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Küçükömer devam ediyor: Osmanlı Devletini ele geçirmek, toplumu ele geçirmek değildi. Oysa onlar toplumu, daha doğrusu halkı elde edeceklerine, devleti elde etmek istemekteydiler ve bu yoldan elde edilen ya da kapılan devlet, kurtarılabilir sanılıyordu. Devletin toplumda, (hiç değilse bazı sınıflarla) organik bütünlüğü olmaksızın kuvvetli olamayacağını, kurtulamayacağını göremeyen Osmanlı bürokratı, devlet gücünün temelini de anlamayacaktı. Türkiye’nin politik eliti böyleydi ve hep böyle kaldı. Sıçranarak elde edilen iktidar nisbi bir yalnızlığa mahkumdu…

Küçükömer’in tasnifine ve bu tasnif çerçevesinde yaptığı değerlendirmeye katılıyorum. Ama görülüyor ki, Gazinin de içinde bulunduğu o batıcı-laik bürokrat kesimde vatandaşların refahına, malî ve iktisadî her türlü teşebbüslerine engel olan hükümet müdahalelerinin reddine ilişkin ciddi bir görüş birliği var. Yani, devleti birazcık geriye çekmeleri gerektiğini, devletin toplumda, organik bütünlüğü olmaksızın kuvvetli olamayacağını, kurtulamayacağını kavramış oldukları anlaşılıyor. Yani niyetleri halisane! Yani Serbest Fırka ülkeyi birazcık "sola" çekecek. Yani sonuçta, bu batıcı-laik bürokratları da -kabaca- "sol cenahta" -yani Atatürkçü- saymak pekala mümkün.

Peki ne oldu da devlet hep önde -yani kemalist- kalmaya devam etti? Ne oldu da batıcı-laik bürokrat kesim kendisini Küçükömer’in tablosunun "sağına" oturtulmaktan kurtaramadı?

Prof. Zafer Toprak Millî İktisat Millî Burjuvazi adlı kitabında iktisadî hayatımızın batı karşısında verdiği mücadeleyi çok güzel anlatıyor. Ona göre, 1908-1912 dönemi Osmanlı liberalizminin balayını oluşturdu. Çoğulcu bir liberal ortam vardı; güçlü muhalefet İttihat ve Terakki’ye sürekli meydan okumaktaydı; geniş ölçekli basın özgürlüğü farklı açılımlara yer vermişti; sayısız kitap ve risale düşünce özgürlüğünün kanıtıydı.

250

Page 259: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Hatta, kısa bir süre sonra bastırılacak da olsa, işçi hareketleri yaygın bir nitelik kazanmıştı. Sendikalar, dernekler kuruldu. Gösteriler yapıldı, boykot girişimlerinde bulunuldu. Osmanlı feminizmi kıpırdanmaya başladı. İttihat Terakki’nin ünlü Maliye Nazırı Cavit Bey ile Rıza Tevfik ve Ahmet Şuayip iktisadî liberalizmin sözcülüğünü yapıyorlardı. Ben devam ediyorum: Öte yandan Prens Sabahattin ile birlikte "Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet"çi bir grupdan da söz etmeli. Özetle, İkinci Meşrutiyetin ilanı, gerçekten "Hürriyetin İlanı" idi.

Ama bu durum uzun ömürlü olamadı. Bulgaristan’ın bağımsızlığı, Avusturya-Macaristan’ın Bosna Hersek’i ilhakı, Trablus-garp Savaşı, Balkan Harbi ve Edirne’nin düşüşü, Jakoben geleneğin başkaldırısı için ortam hazırladı. Sonuç, Zafer Toprak’a göre, 1913 Babıali Baskını ve İttihat Terakkinin devlete fiilen el koyuşu. Arkadan gelen iki büyük savaşın da bu Jakoben, (doğru deyim bence "İttihat Terakkici" dir, hatta o dönem için henüz erken ama kemalizm de diyebiliriz) geleneği daha da pekiştirdiği söylenebilir. Daha sonra "Millî İktisat" dönemi, yani müdahaleci, devletçi iktisat politikası… Toprak’ın yorumunun özeti şudur: Tanzimat sonrasında liberal (özgürlükçü?) bir gidiş başlamışken, devletin tehlikeye girmesi ile birlikte bu gidiş durmuş, hatta geriye yönelmiştir.

Ama hızlı gitmeyelim. "Jakoben" (kemalist?) anlayışı illa da bir dış tehlike ile açıklamakta o kadar da acele etmeyelim. Cumhuriyetin ilanından birkaç ay önce toplanan İzmir İktisat Kongresinin özel teşebbüse ağırlık veren bir yaklaşımı benimsediğini ve bir bakıma kurulacak cumhuriyetin iktisat politikasına ışık tuttuğunu söyleyebiliriz. Devletçilik ilkesi 1930’larda gündeme gelecek ve ekonomik bir kavram olmaktan ziyade (yine) "ülkenin bağımsızlığını" güvence altına alacak "siyasî bir kavram" olarak algılanacaktır. Başlangıçtaki adı zaten "Mutedil Devletçilik"tir. Bugünkü

251

Page 260: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

adıyla CHP programına 1931 yılında, Anayasaya ise 1937 yılında girmiştir. İkinci büyük savaşa daha vakit vardır. Nerden çıktı o takdirde devleti yeniden öne çıkarma fikri?

Gerçi ben gelişmelerin tarihinden, iktisadiyatından ziyade sosyolojisi, psikolojisi ile ilgileniyorum. Bu yüzden kafamdaki sorular değişik türden sorulardır. İktisat politikalarının konjonktürel olduğunu (savaşlardan etkileneceğini) kabul ediyorum, ama bizdeki geriye dönüşün konjonktürel olmadığını, daha üst düzeyde bir başka "belirleyici" tarafından belirlendiğini savunuyor ve o belirleyiciye Türk Devlet İdeolojisi (burada kemalizm) diyorum.

Savaşların sillesini yemiş tek toplum bizimki değildi. Niye ötekiler Hanya’ya giderken biz Konya’ya gittik? Niye, aslında yüz yıllık geçmişi olan bir batılılaşma düşüncesi, hiç değilse Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, devleti toplumun geniş kesimleriyle buluşturma başarısını göstermedi, gösteremedi? Bunun nedeni, Küçükömer’in işaret ettiği "bürokratlar arası çekişmenin" onları kendi fikirleriyle bile çelişkiye düşürmüş olması mı? Bana bu da çok açıklayıcı gelmiyor. Çekişme nereden kaynaklanıyordu?

Ahmet Ağaoğlu Üç Medeniyet başlıklı kitabını (Üç medeniyet: Brahma-Buda, İslâm ve Batı Medeniyetleridir.) 1920 yılında Malta’da sürgünde iken yazmış. 1920 yılında Anadolu işgal altındadır. Cumhuriyetin kurulmasına daha üç yıl vardır. Padişah henüz baştadır. Mondros Mütarekesi imzalanmıştır. Sevr gündemdedir...

Şimdi, ben bugün benzer koşullarda sürgüne gönderilsem, beni sürgüne gönderen cümle güçlere ayrım gözetmeksizin lanet okurum. Ahmet Ağaoğlu böyle yapmıyor. "Biz neyi yanlış yaptık da sonuç bu oldu?" sorusunu soruyor. Arayıp bulduğu cevaplarda ne İngiliz’e, ne Yunan’a, ne öteki "batılılara" küfür var.

252

Page 261: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Tersine onlara övgü yağdırıyor.Ama bu övgü, mensubu olduğu ülkeyi, ırkı, milliyeti, özetle "medeniyeti" doğrudan küçültmeye yönelik değil, "onlar düzeyine nasıl ulaşırız" arayışına yönelik. Bunu hissediyorsunuz, bunu hissettiriyor. Fert, aile, cemaat, kadın, çocuk, eğitim, din, ahlâk adına ne varsa ve bunların ne kadarı sonradan laik cumhuriyetin ilkeleri arasında yer alacaksa, hepsi var Üç Medeniyet’te. Unutmamalı ki, Ahmet Ağaoğlu on yıl sonra Serbest Fırkanın yöneticilerinden birisi olacak ve parti programının kaleme alınmasında görev üstlenecektir. Yani, devrim liderleri savaşın ortasında da savaştan sonra da hâlâ liberal ve "solda" dırlar. Yani, hâlâ insanı devletin önüne geçirme çabasındadırlar.

Bu durumda, Serbest Fırkanın kapatılmasını hemen izleyen yıllarda gelen yoğun devletçi politikaları da sadece iktisatla ve savaşlarla açıklamak mümkün görünmüyor. Tablonun ister sağına koyalım ister soluna, yalnızca bürokratların değil, devletle temasa geçen tüm kişi ve toplum kesimlerinin devletçi kesiliverdiğini görüyorum. Bunun nedeni, devletin özel ve genel tüm insani alanlara müdahale hakkı bulunduğunu varsayan, yani devleti kutsal sayan ideolojinin liberal beyinleri de sonradan esir almış olmasıdır diye düşünüyorum. Bunun da bir nedeni olmak gerekir. Arıyor, bulamıyorum.

"Kemalizm Atatürk'ü yendi" de onun için böyle oldu dememek için direneceğim!...

Nereye gitti o güzelim umdeler? Önemli bir kısmı Cumhuriyetin temel ilkeleri oldu, bu kesin. Ama benim sorum yine boşlukta. 1920 yılında bir savaş vardı ve savaşın o andaki galibi görünen batının esarete gönderdiği bir düşünür, Ağaoğlu hâlâ "batılı olma" savındaydı. Savaş bitti. Artık yalnız değildi. Görüşlerini paylaşan, görüşlerini paylaştığı devrim yoldaşlarıyla birlikte "yeni devleti" kuranlardan oldu. 1930 yılında savaş yoktu. Gazi yanındaydı. 1920 düşüncelerinin

253

Page 262: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

ömrü niye sadece 1930 Sonbaharının üç ayı içine hapsoldu, hapsedildi? (Bu kez de dünya ekonomik buhranı mı vardı? Devlet ideolojimiz bu kez de böylesi bir tehlike gördü de onu mu bahane etti sadece kendi var olma savaşımına? ) Kim, kimler, hangi güçler, daha doğrusu hangi yanlış, daha da doğrusu hangi ideoloji, benim de "sola" koyduğum Okyar’ın, Ağaoğlu’nun, hatta Gazi’nin ve önceki ve sonraki tüm ideal arkadaşlarının görüşlerini devlete egemen olmaktan alıkoydu?

Bizim devletimiz, yalnızca yönetilenleri değil, yönetenleri de -ortada kurtarmayı haklı gösterecek bir neden yokken bile- sürekli bir "Devleti Kurtarma Nevrozu" içinde tutuyor. Bu nevroz, devletin gerçekten kurtarılmasını engelliyor. Engelliyor ama engellemesi gerektiği için engelliyor; çünkü aksi halde nevrozun sürekliliği, yani devlet ideolojisinin kendisi tehlikeye giriyor. Bunu söylemek tek başına yeterli olmayabilir. Şunu da söylemeli: Devleti kurtarma iddiası ile ortaya çıkıldığında kaybeden doğrudan devlet olmuyor, insan oluyor. Bu ise insanla birlikte devletin de kaybedildiği anlamına geliyor.

Peki devlet ne? Ortada bir kutsal dev var, O! Cumhuriyeti kuran kuşağı seviyorum. Yanlışları yanında bir sürü doğru iş yaptılar, hatta asıl doğruyu yaptılar. En önemlisi bir sürü doğruyu görüp gösterdiler. Doğruları da yanlışları da "iyi niyete dayalı" idi, insana yönelik idi. Cumhuriyeti kuran kuşak kutsal devle dişediş mücadele etti. Yenildi, çoğu kez de yendi, onu ehlileştirme yolunda çok ciddi başarılar elde etti. Benim kuşağım ise, devi alt edemeyince, onunla yatıp kalkma yolunu seçti. Yani Atatürkçülük yerine kemalizmi...

Cumhuriyeti kuran kuşağın öncelikli sorunu -sadece- devleti kurtarmak değildi. Ortada çağdaş anlamda bir devlet zaten yoktu, zaten bitmişti. Ortada kutsanası bir toplum vardı ama o toplumun kutsanası bir devleti yoktu. Atatürk’e göre, ... millet ve memleketten kaynak ve

254

Page 263: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

dayanak noktası almayan ve onun gerçek çıkarlarıyla ilgisi olmayan hiçbir hareket... doğru değildi.... Yeni Türk Devleti bir halk devleti, halkın devleti olacaktı. Bunu biliyorlardı. Ama denklemin ikinci yanında devlet kutsanası olmayı sürdüregeldi. Savaşlar, ekonomik zorunluluklar, buhranlar, etnik ve dinsel çelişkiler devletin büyük bir maharetle kullandığı aletler oldu.

Kendisini benim gibi solcu sayan bir adamın birtakım tarihsel, ekonomik, sosyolojik olguları doğaüstü "kutsal dev" benzetmeleriyle açıklamaya çalışması doğru değildir, biliyorum. Bu, idealizme dayanmanın dik alasıdır. Öyle de olsa, solculuğumu inkar bahasına, bizim devletimizin bayağı bir kutsal dev olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. Çünkü o var. O yaşıyor. Ondan çok korkuyorum!...

5 Aralık 1997

Kendisine Yanlış Ad Seçmiş Olan Bir Dergi

Atatürkçü Düşünce Dergisini bana da gönderirler. Okumaya çalışırım. Derneğin başında sivil genel kurmay başkanımız Yekta Güngör Özden olduğu ve bu büyüğümüzü uzunca bir zamandır tanıdığımı sandığım için derneğe de dergiye de fazla ilgi göstermem. Çünkü, sayın Özden’in hangi gün nereyi ziyaret ettiğini, son bir ay içinde söylediği hangi sözün özdeyiş haline getirilip derginin kapağına taşındığını kesinkes bilemesem de kuvvetle tahmin edebilirim. Derginin son sayısında okuduğum bir yazı, daha fazla dayanamayıp şu kısa mektubu yazmamı zorunlu kıldı:

"Sevgili Dostlar,

Durmadan coğrafyadaki, toplumdaki, yönetimdeki, hukuktaki ‘fay kırılmalarından’ yakınıyorsunuz. Çok haklısınız. Gerçekten de Türkiye’de işler anlattığınız

255

Page 264: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

kadar kötü. Ama, yakınma hakkını sadece kendi tekelinizde tutma konusunda gösterdiğiniz ısrarı anlamak güçtür.

Derginizin Ekim 1999 sayısında yer alan ‘29 Ekime Doğru Türkiye’ başlıklı yazıda çizilen karanlık Türkiye tablosu, kendi dışınızda-karşınızda vehmettiğiniz kişilerin çizdiği Türkiye tablosundan hiç farklı değil! O halde, aynı gerçekler, siz dile getirince sizi Atatürkçü yapıyor da bir başkalarını niye Atatürk düşmanı yapıyor?

Birileri ‘Kral çıplak geziyor’ diyor, bunu siz de görüyor ve itiraf ediyorsunuz; ama böyle diyenleri hainlikle, yıkıcılıkla suçlamayı da sürdürüyorsunuz.

Bu ciddi çelişki şu yanlışınızdan kaynaklanıyor sanıyorum: Kemalist ideolojiyi Atatürk’le özdeş görüyorsunuz. Oysa bu ideoloji, Atatürk’ten önce de var olan, Atatürk’ten sonra ise Onun adını ‘bir güvence unsuru olarak’ kullanmayı sürdüren baskıcı, militarist, insanı devlete tabi ve edilgin kılan bir yönetim anlayışının adıdır. Bu haliyle Atatürk’e karşı bir ideolojidir. Birtakım insanların, Atatürk’ü, devrimlerini, ilkelerini canla başla savunurlarken antikemalist bir çizgiyi benimsemeleri bundandır. Siz ise, bu ayrımı yapamadığınız için, ideolojinin baskı araçlarını devletin kendisi sanıyor, son tahlilde Atatürk’ün özlediği devleti değil, onun karşıtını savunmuş oluyorsunuz.

Sivil ve asker elitin halk iradesi adına fetvalar vermesini, insanları ve onların sivil inisiyatiflerini yok derecesine indirgemesini, meclisi şamar oğlanına çevirmesini yadırgamıyor, dahası onlara alkış tutuyorsunuz. Yönetici elit içinde tesadüfen yeşerebilmiş aydın kafaları tereddütsüz tehlikeli ilan ediyorsunuz. ‘Devlet vatandaş için olmalıdır’ diyenleri ‘Hayır, vatandaş devlet için var olacaktır’ diyerek susturuyorsunuz. Yetmiyor, numaralı cumhuriyetçiler, antilaikler, aymaz aydınlar, Sevr’ciler yaftalarıyla lekelemeye çalışıyorsunuz. Sonuçta, doğal yandaşlarınız

256

Page 265: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

olması gereken gerçek Atatürkçüleri kaybetmekte olduğunuzu göremiyorsunuz.

İsterseniz, salt biçim tartışmalarını bırakın ve böyle bir ayrımı tartışmaya açın!..

Umarım ki, o zaman, her yıl 15 Mayıslarda trene (yoksa vapura mı?) koyup Samsun’da kısır bir törenle karşıladığınız şey, Atatürk’ün kötü bir büstü değil, kafasının içi olacaktır...

Ben kemalist değilim! Atatürkçüyüm!…"

6 Kasım 1999

Tales’in Düştüğü Çukur Bu Değildi

Tales, gökte yıldız izlerken önündeki kuyuya düşmüş. Onu gören bir hatun da kih kih gülmüş.

Atatürk gibi büyük bir insanı izlemenin gereği, yararı, fazileti tartışılamaz. Ama hayatınızı Onu sadece "Atam İzindeyiz" sloganı çerçevesinde izlemeye adamışsanız, o zaman "rehgüzerindeki" kuyuyu göremeyip içine düşen "turfa müneccime" (Tales’e) benzersiniz. Tales olabilmişseniz mesele yoktur gerçi… (Emekli Vali Bekir Öztürk Ağabey, "Atam İzindeyiz" deyişinin, "izne çıktık, tatildeyiz" şeklinde algılanıp uygulandığını söylüyordu, acıyla yanarak.)

Bizler, kendi önümüzdeki sorunları görmez, göremez, daha doğrusu görmek istemeyiz; görmek işimize gelmez. O sorunları aşacak gücümüz olmadığı-kalmadığı için, hatta belki hâlâ gücümüz olduğu halde mevcut sistem içinde güçlerimizi, yeteneklerimizi kanıtlayamadığımız için böyle olur bu. Bu gibi durumlarda, psikolojik bir kaçış mekanizması çalışmaya başlar. Eldeki sorunu dondurup onun ardına dolanma ve bir üst düzeye çıkıp yeni bir soruna, sorunsala bağlanma yolunu seçeriz. Bu, bize "ben hâlâ varım" rahatlaması verir. Artık, örneğin yöneticisi olduğumuz

257

Page 266: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

hastanenin hastaya hizmet vermesi yönünde çaba göstermek yerine, ya da bizim apartmanın bir türlü çözülemeyen sorunlarıyla ilgilenmek yerine Cumhurbaşkanı seçimi ile ilgilenmemiz gerekir. "Yetti yahu, bana ne ülke yönetiminden, zaten bana soran yok, söylediklerimi dinleyen yok, uykum da var" derseniz, ülkeseverliğinizi tehlikeye atmış olursunuz. Kızınızdan, oğlunuzdan söz etmeniz sizi küçültebilir.

Bizde Atatürk de, Muhammet de, kusuruma bakmasın ama Allah da böylesi bir psikolojik kurtuluş arayışının figüranları haline gelmiş, getirilmişlerdir.

Neyse, asıl konuma geleyim…

Yılmaz Karakoyunlu’nun Salkım Hanımın Taneleri adlı romanını, bir roman olarak değil ama, Cumhuriyetin pek de iyi bilmediğim bir dönemini anlatan güzel bir öykü olarak okumuştum. Filme alındı ve film ödül kazandı. Eleştiriler genellikle lehte. Hıncal Uluç şöyle demiş: Etyen Mahçupyan ve Murat Belge’nin senarist ve danışman olarak bu filme, nasıl, ama nasıl keyifle katkıda bulunduklarını tahmin etmek güç değil. Atatürk’e ve Atatürk Cumhuriyetine saldırmak için fırsat kaçırmayan numaracılar için iyi bir fırsat tabii bu olay. Hasbelkader yönetime gelmiş insanların, hükümetlerin hatalarını, devlete cumhuriyete yüklemek ve bu yolla Atatürk’e saldırmak adamların işleri ya…

Bu yargıyı neresinden tutacaksınız? Ben, demin işlemeye çalıştığım noktasından tutacağım: Gazeteci gazeteciliğini aşmalıdır, tamam da yetmez; film eleştirmeni de olmalıdır, yetmez; devlet sosyolojisi, hayır felsefesi yapmalıdır, yetmez; Atatürk’le bitirmelidir her işi; yine eksik kalır, devleti de savunacaksın!..

Tamam, anladım, hükümetlerin hatalarını devlete yüklemeyelim.Güzel de, hükümetle devleti nasıl ayıracağım? Yani hangi işi hükümetler yapar, hangilerini devlet? Yani bir iş kötü gittiğinde, benim kimi suçlamam uygun olur?

258

Page 267: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Bu varlık vergisi faciasını Karakoyunlu mu icad etti? Yoksa Mahçupyan’la Belge mi? Varlık vergisiyle Atatürk’ün ne ilgisi var? Atatürk sonrası bir olayı Ona bağlayınca ne kazandık? Devleti kurtarmak için mi yapıyoruz bunu? Biz böyle yapınca devlet -diyelim ki hükümet- varlık vergisini çıkarmamış mı oldu? Hükümetin çıkardığını kanıtlarsak devlet kurtulacak mı?

Polis beni dövdüğü zaman beni polis Ahmet mi dövmüş oluyor, hükümet mi, devlet mi? Yoksa bir yönetim anlayışı mı? Bunu, dayağı yiyene sormalı! Benim cevabım bellidir: Pek güzel üst düzeylere çıkılarak, bana sorulursa hâlâ farkına varılmayarak savunulan devlet ideolojimizdir beni döven. O ideoloji ile hemhal olanlar ve bu nedenle hiç dayak yemeyenler bilemezler sorunun cevabını.

Birilerinin, üst düzeylerde kalabilme çabasıyla tutunup kimseciklere kaptırmadıkları değerleri bu denli küçültülmüş görmeyi hazmedemiyorum. Onlar gibi davranırsam eğer, onlar gibi rehgüzerimdeki kuyuya düşerim!

Tales öyküsünü de bu denli hafife alamam!…

29 Kasım 1999

Milliyetçilik Derken de mi Hata Yapıyoruz?

Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri bundan bir hafta on gün kadar önce, Avrupa Birliği üzerine bir değerlendirme yaptı. Tüm Türkiye ayağa kalktı. Cumhurbaşkanından Başbakana, parti liderlerinden gazetelerin köşe yazarlarına kadar herkes onun bu değerlendirmesini değerlendirdi.

Özetle, "Yeter artık, nedir bu itilip kakılmamız, Avrupa şurada dursun, Rusya ve İran da var yanı başımızda" diyordu. Bu, bir bakıma, bundan çeyrek asır

259

Page 268: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

önce İsmet Paşanın "yeni bir dünya kurulur, biz de orada yerimizi alırız" mealindeki sözlerinin bugüne taşınması idi.

Paşanın değerlendirmesi, neredeyse iki yüz yıllık bir tartışmanın göbeğine oturduğu için yankısı büyük oldu. Türkiye üzerine konuşma ve karar verme tekelini ellerinde tutmakta olan yönetici kesimler bu değerlendirmeyi kendi "meşreplerince" yorumladılar, yorumlamaya devam ediyorlar.

Bir yanda, "Avrupalı olalım ama kendi değerlerimizi, ulusal bütünlüğümüzü yitirmeyelim, teslimiyetçi olmayalım" diyenler var. Ulusal sağ ve ulusal sol bu görüş üzerinde buluşmuş görünüyor. İtalikle yazdığım bu deyimlerin yenice icat olunduğu düşünülebilir. Değil, şimdi yeni bir içerik ile yeniden tanımlanıyorlar. Öte yanda ise, birincilerin küçültücü bir sıfat kullanarak ikinci cumhuriyetçi, batıcı, mandacı, sevrci, globalist, IMF'ci diye niteledikleri grup var.

Birinciler de, ikinciler de, eğer son birkaç yüz yıllık tarihimizi biliyorlarsa ve eğer son elli yılımızı izlemişlerse, bizim yönümüzün sürekli olarak batıya dönük olduğunu ve fakat batının sürekli olarak bize olumsuz baktığını bilirler.

Birincilere kemalist diyorum, ikincilere ise Atatürkçü... Atatürkçü laikliği, demokrasiyi, insan haklarını, emperyalizm karşıtlığını, çağdaşlığı, "muasır medeniyeti" savunur, sonuçta insan unsurunu ön plana çıkarır. Batı bize olumsuz bakıyor diye yelkenleri suya indirmez; ulusal kimliğinin ve bütünlüğünün günübirlik yitirilmeyeceğini bilir. Çünkü insanına güvenir... çalışır ve bu nedenle de övünür. Kemalist ise "sadece devleti" savunur; devlet yoksa o da yoktur, ama devleti tanımlayan kendisidir ve savunduğu devlet kendisinin tanımladığı devlettir.

260

Page 269: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Şimdi soru: Biz niye Avrupalı olmak istiyoruz? İnsanlarımız daha mutlu olsun diye mi, yoksa sadece devletim baki kalsın diye mi? İkisi birlikte olursa daha iyi elbet. Ama hangisi hangisine bağlı? Asıl soru bu olmalı...

İnsanına güvenen devlet çökmekten korkmaz. Atatürkçülerin böyle bir sorunu yoktur. Kemalistlerin yaptığı gibi, ana caddelere taklar kurup, üstlerine Cumhuriyetin 75. Yılı (hâlâ orada duruyorlar), Cumhuriyeti Seviyoruz demelerle çözümlenemeyecek kadar "basit" bir problemle karşı karşıya bulunuyoruz... Sorunu, durumu dramatize etmeye gerek var mı?

Gavura kızıp, -Avrupa, gerçekten kızılası işler yapmaktadır- "Ben de seni tanımeyrum, artık acemistana gideyrum" demenin alemi yoktur. Eğer bu bir "resmî taktik" ise, bunu da kimsecikler yutmaz diye düşünürüm. Genel Kurmay ve -kıymeti harbiyesi var ise, hükümet- Paşa'nın "kişisel" görüşleri konusunda şişi de kebabı da yakmayan akıllı yorumlar yaptılar; derin işleri bilemem...

Bu vesile ile aklıma şunlar da geliyor:

Adam, ben Kürtçe TV kuracağım diyor. (Böyle diyen birisine rastlamadım gerçi; belki biz dedirtmedik, belki Avrupalılar böyle diyor diyelim.) Bana sorulursa, "Kur arkadaş, reyting meyting hesaplarını bilmediğin anlaşılıyor, ayakta kalırsan yürüt, seni teşvik de ederim, varsa öyle bir güzel dil, niye kaybolup gitsin ki?" derim. Bir ara Kürtçe gazeteler yayımlandı, sonra kaybolup gittiler, niye?

"Ben ayakta kalırım. İsveç, AB, şu bu, bana malî ve teknik destek verecekler, verirler..."

"Versinler; yani sonunda nolcek? Böyle böyle Türkiye'yi bölüp ayrı bir devlet mi kuracaksınız? Helal olsun!... Yani bu mantık oraya gidiyorsa, yolunuz açık olsun... Ama unutma ki, biz Avrupalı olursak, AB grubu

261

Page 270: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

içinde bu tür ayrılıkçı akımlara fazla yer yok... sanıyorum..."

"Siz öyle bilin, biz aldık başımızı gidiyoruz, AB dediğin biz Kürtlere devlet kurdurtmak için icat edildi... Sevr'den bu yana strateji budur"

"Yapma ya!... Korsika, Katalan, Bask, İrlanda? Anlaşılan o ki, ardından İskoçlar, Flamanlar... Elle gelen düğün bayram be kardeş!... Seninle, AB'nin niye kurulduğunu niye tartışayım ki? Seni savunurken seninle niye tartışayım ki?!"

Bu günün gündemine oturdu birden... Efendim, adamlara izin vermeyelim de, -ya da izin vermiş gibi görünelim de- devlet kanallarından "o dilde" yayın yapalım... İsmet Berkan ve Enis Berberoğlu, aynı gün aynı gazetede, "Kürtçe yayın serbest olabilir, ancak devlet bu işe soyunmamalıdır" mealinde yazdılar. Bu taktirde, "AB'nin istediğinin fazlası verilmiş olur" diyorlar. Arkadan lazlar, çerkesler, araplar, pomaklar, çingeneler, boşnaklar gelirmiş. Gelirse gelsin kardeşler, bunda ne sakınca var? Avrupa dillerinden yayın yapılıyorsa Anadolu dillerinden de yapılıversin... Türkiye böyle mi bölünecek? Böylesi basit, bence insani nedenlerden dolayı bölüneceğini hiç sanmıyorum bu ülkenin.

Aslında, yayının devlet TV’leri ile mi yoksa özel TV’ler ile mi yapılması gerektiği sorusu da bana garip geliyor. Böyle bir ayrımı anlamakta zorlanıyorum. İkisi birden olabilir bence. Ama sonuçta, lazı da, çerkesi de, kürdü de, tatarı da ayaklanıp Arkadaş, dillerimizi konuşuruz, yayın da yaparız, fakat bu ülkeyi kimseciklere de böldürtmeyiz diye karşımıza çıkarlarsa fazla da şaşırmayalım ama!.. Anadolu sosyolojisi ile ilgili bilgim, bana bu ihtimalin çok güçlü olduğunu söylüyor.

262

Page 271: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Cumhuriyetimiz, sanılanın tersine, iyiden iyiye kök salmıştır bu topraklarda.

14 Mart 2002

Aynı Paşamız, yad ellerde yaşayan Türkleri daha da Türk yapmak için bir Avrupa gezisine çıktı ve gazetelere göre, onlarla dalaşıp ana vatana döndü. Bir de, galiba, "niye para basıp da zenginleşmiyoruz ki?" demiş!... Bence dememiştir... Medya sansasyon arıyor…

Mayıs 2003

Muasır Medeniyet Ne Anlama Gelir?

Hilmi Yavuz, Modernleşme, Oryantalizm ve İslâm adlı eserinde, olaya kemalizm ve Atatürkçülük arasında bir ayrım yaparak girmiyor. Çünkü konusu doğrudan bu değil.

Hilmi Yavuz, Nilüfer Kuyaş’ın Millîyet Gazetesinin 18 Nisan 1997 tarihli sayısında yayımlanan, Prof. Altan Gökalp’le yaptığı bir söyleşisine yollama yaparak, Gökalp’in modernizasyonla çağdaşlık aynı şeyler değil, Türkiye Kemalizm aracılığıyla modernleşti ama çağdaşlaşamadı dediğini söylüyor. Gökalp şöyle devam etmiş: Kemalizm ne kadar modernizasyon ise, o kadar az çağdaşlık... Altan Gökalp’e göre, kemalizmin hedefi (benim terminolojime göre Atatürkçülüğün hedefi) çağdaşlıktı, ama Kemalizmin (benim terminolojime göre Atatürkçülüğün) mirası kötüye kullanıldı ve 1920, 1930 Kemalizm’inden de 1980 çağdaşlığını beklemek abes!... Gökalp, Kuyaş’ın, "O zaman Kemalizm bambaşka, sınırlayıcı bir ideolojiye mi dönüştü?" sorusuna şu yanıtı veriyor: Hem de nasıl!... Din haline geldi. Bugün kemalizm laik bir dindir. Bu kesin...

263

Page 272: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Modernlik ile çağdaşlık arasında ciddi bir ayrım var. Burada, şu kadarını söyleyeyim ki, Atatürkçülük çağdaşlık (muasır medeniyet) yanlısı bir arayıştır. Modernlik ise, biçimsel ve kemalizme özgü bir arayıştır. Atatürk devrimlerini çağdaşlık çerçevesinde değil de modernlik parantezinde algılayageldiğimiz için yanılgıya düştüğümüzü sanıyorum. Bunun doğal sonucu olarak, Hilmi Yavuz’un deyişiyle, Türkiye’de ‘modern’ devlet kamusal alanı modern ya da batılı ölçütlere göre yeniden yapılandırabilmiş, gel gelelim kişi ya da birey alanında (özel alanda) çağdaş değerleri taşıyacak özneler üretememiştir. Aile, geleneksel değerleri taşıyan özneler üretmeyi sürdürmüştür.

Aralık 2002

Soru: Atatürkçülükte Kemalist özellikler yok mudur? Vardır sanırım... Yukarıdaki değerlendirme böyle bir soruyu gerektirir...

Atatürk’ün de zaman zaman kemalist eğilimler, hatta uygulamalar içine girip çıktığını görmezden gelemeyiz. Hatta, Atatürk’ün, ölümünden çok kısa bir süre önce, CHP Programı üzerinde çalışırken, programı -hem de kendi el yazısıyla ve kemalizmi "Kamalizm" biçiminde yazarak- "Kamalist prensipler" olarak nitelediğini biliyoruz. (Kemal değil, Kamal; çünkü sonradan vaz geçilse de, ulus yaratmanın bir aşaması olarak Güneş Dil Teorisi henüz gündemden düşmemiştir ve iki isim iki ayrı dünyayı simgelemektedir. Bu noktayı önemli görüyorum, çünkü daha önce söylemeye çalıştığım gibi, Atatürk bir ideoloji peşinde değildi ve Kamalizm bir ideolojiyi ifade etmekten ziyade ulus bilinci yaratmaya yönelik bir seçimdi.)

Daha somut örnekler de bulunabilir.

264

Page 273: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Radikal Gazetesinin 16 Şubat 2003 tarihli sayısında Türker Alkan’ın ilginç bir yazısı yayımlandı. "Fokstrot" başlıklı bu yazıda, Halide Nusret Zorlutuna’nın mutasarrıf olan babası ile ilgili anılardan bir bölüm yer alıyor. Zorlutuna’nın anılarını okumamıştım. Alkan’ın yazısından anladığıma göre, Cumhuriyetin ilk yıllarında taşrada kutlanacak bayramlara devlet erkanının eşleriyle birlikte katılması ve birlikte dans etmeleri emredilmiş. Atatürk’ün emri tabii ki bu. Mutasarrıfın eşi direniyor, fakat genç muallim (öğretmen) hanımlar, biraz yadırgayarak, biraz da sevinerek emri yerine getiriyorlar.

Vali bey (mutasarrıf Bey, eşi dansa kalkmadığı için) o gece ilk dansı, resim öğretmeni Hacer Kemal ile açmıştı. Ertesi gün arkadaşımız (Hacer hanım): 'Yürüyelim beyefendi! Dönelim beyefendi!' diye diye kavalyesini nasıl idare ettiğini anlatmış, hepimizi güldürmüştü.

Bu tür "merkez emirlerini" kemalist anlayışın içine oturtuyorum. Cumhuriyet balolarına bugün de pek olumlu bakmıyorum. Fakat şunu da görmezden gelemiyorum: Vali Bey ile eşi yaşlı ve hâlâ Osmanlı. Oysa Hacer Hanım genç ve dans edebildiği için mutlu. Hayatında belki de ilk kez -yaşlı da olsa- bir erkekle dans ediyor ve onu yönetiyor. Öykünün sonunu bilmiyorum. Fakat kuvvetle tahmin ediyorum ki, Hacer Hanım sonraki yıllarda kızlı erkekli öğrencilerine fokstrotla birlikte Erzurum, Aydın, Kars, Elazığ oyunlarını öğretmiş ve onlarla birlikte dans etmiştir. O aşamada yalnızca bir ulus değil, ulusun ana unsuru olan kadın öne çıkarılıyordu.

Atatürk’ün kemalist eğilimler ve uygulamalar içine girip çıktığını daha somut örneklerle de anlatmak mümkündür sanırım. Yukarıda verdiğim örnekler bunu yeterince kanıtlamadı. İstiklal Mahkemelerinden söz edilebilir. Atatürk’ün "dediğim dedik" halleri vardır.

265

Page 274: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Bugünün mihenk taşına vurulunca bunlar kemalist uygulamalar olarak da değerlendirilebilir.

Atatürk’ü haklı çıkarmak gibi bir sorunum yok. Ama tarih bir süreçtir ve kişileri yargılarken onları o sürecin dışına taşıyıp laboratuvarda inceler gibi inceleyemeyiz. Genel çizgiyi izlemek durumundayız. O çizgiyi bulmaya çalışıyorum.

İlgisiz örneklerden yola çıktım, biliyorum. Hatta kendimi zora koştuğumun da farkındayım. Kemalizmden, fokstrottan yola çıktım... Bu tür biçimsel değişim zorlamaları içine şapkayı, alfabeyi, takvimi, ezanı da sokabilirsiniz. Ama bunlardan "tutanları ve tutmayanları" ayrı ayrı incelersek, Plehanov’un kişi önderliği üzerine söylediği ancak toplumsal ilişkiler izin verdiği zaman ve bu ilişkiler izin verdiği ölçüde toplumsal gelişmenin bir etkeni olabilirler şeklindeki sözlerine bir kez daha hak vermek zorunda kalabiliriz.

Şapka, alfabe, takvim tutmuştur. Dans da, bale de tutmuştur. Bunların tutması çayda çırayı, horonu, barı, kılıç kalkanı, zeybeği ortadan kaldırmamış, hatta onlara yeni zenginlikler katmıştır. Ezan tutmamıştır, ama günümüze ciddi bir sorun halinde de yansımamıştır.

Baş örtüsü günümüze yansıdı mı? Hayır!... Atatürkçülüğün baş örtüsü diye bir sorunu hiçbir zaman olmadı. Bugün böyle bir sorunumuz varsa, adı baş örtüsü değil türbandır. O zaman üzerinde yeniden düşünmemiz gerekiyor.

Burada aklıma bir soru geliyor: Türban modası modernliğin biçimselliğine karşı üretilmiş bir tür tepki olarak değerlendirilemez mi? Bir tür postmodern arayış olarak? Ya da, belki, kara çarşafın karanlık dünyasına karşı geliştirilmiş gecikmiş bir modernlik arayışı olarak?...

Bu konuda ayrıca konuşmak gerek sanırım...

266

Page 275: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Şubat 2003

Türban Konusu

Bu notlarda türban konusu çok sık gündeme geldi. Görüşlerimi bütünlük içinde veremediğimi biliyorum. Burada toparlamaya çalışayım.

İrtica toplumu geriye götürme anlamına gelen sosyolojik bir deyimdir. Kemalist ideoloji de Atatürkçü dünya görüşü de buna izin vermez. Bu noktada buluşurlar. Fakat türban konusunu yorumlamada ayrışıyorlar.

Ayrıldıkları nokta şudur: Kemalizm türban konusunu, kendi varlığına yönelik bir tehdit sayıyor ve bu nedenle önlemini ölüm kalım sorunu olarak ortaya koyuyor. Türbanı, başka ifade yolları tıkalı olduğu için (kendisi tıkadığı için), insanların bulduğu bir tür yeni ifade biçimi olarak algılamıyor. İnsanların seçtiği bu yeni yol gerçekten de yanlış olabilir. Fakat kemalizm doğruluğu, yanlışlığı tartışmıyor; " işi bitirdim arkadaş, ben böyle karar verdim, yasakladım" diye çözüyor sorunu.

Atatürkçü ise, o kesimi incitmeden, o kesimi yanına alarak yoluna devam etme arayışı içine girer. Anasının, bacısının yüzyıllardır, türban değil, ama bir tür baş örtüsü kullandığını dikkatten uzak tutmaz. O örtünün bugün bazı kesimler tarafından neden türban haline getirildiğini sorgular.

Bugün türban bir simge haline gelmiş, getirilmiştir. Bu nedenle, Atatürkçülerin de kemalistlerin de benimsemeleri mümkün değildir. Ne var ki, türban şimdilerde değişik bir ifade biçimi olarak, -sakal, bıyık, parka, küpe, uzun saç, dövme gibi ve aynen onlar gibi sosyopolitik bir içerik kazanarak- bir tür kendini kanıtlama yolu olarak karşımıza çıkıyorsa kendimizi ve yöntemimizi bu veriye göre ayarlamamız gerekiyor.

267

Page 276: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Çünkü türbanın bu haliyle rasyoneli vardır ve bu nedenle Atatürkçüleri düşünmeye sevk eder. Kemalistlerin yaptığı gibi yasaklama ile çözülemeyecek kadar ciddi bir sorun var karşımızda.

(Radikal dinci grupları insanlık dışındaki yerlerine koyuyor ve tartışma dışı tutuyorum. Onlar açısından Kemalistler ve Atatürkçüler aynı yöntemi benimserler ve doğru yaparlar.)

Türban takanları iki gruba ayırıyorum...

Birinci grup açısından türban bir "üniformadır", simgesel bir anlamı vardır. Aynen 1970 sonrasında pala bıyıkların solcuları, sarkık bıyıkların sağcıları simgelediği gibi. Aynen parka giymenin, sakal ve bıyık bırakmanın -bunların biçimi ayrıca anlamlı olmakla birlikte- simgesel niteliği olduğu gibi. Bir tür kimlik ifadesidir. "Ben buyum, ben farklıyım" demenin, "belli bir gruba mensubiyeti" ifade etmenin bir yoludur. Başka ifade yolları tıkalı ise insanlar, hele gençler böyle "münasebetsiz işler" yapabilirler. Türbanla ifade biçiminin diğer ifade biçimlerinden farkı, kendisini dinsel bir açıklama, (justification) içinde var ediyor olmasıdır. Pala bıyık bırakanların sosyalizm- marksizm, sarkık bıyık bırakanların Türkçülük-Turancılık içinde açıklama aramaları gibi.

Birtakım gençler kimliklerini ancak böyle ifade edebiliyorlarsa, bırakalım yollarına devam etsinler. Yasaklarsak onları yer altına itmiş oluruz ve orada ne yapacaklarını bilemeyiz. Toplum -ve o gençlerin bizzat kendileri- asıl o zaman tehlikeye girmiş olur. Göz önünde bulundukları sürece, devlete, cumhuriyete, demokrasiye bir zarar vermeleri mümkün değildir; çünkü böyle bir niyete dayalı eylemleri kanıtlandığı takdirde karşılarında Cumhuriyet yasalarını bulurlar.

İkinci grup açısından türban gerçekten sadece dinsel bir anlama sahiptir. Kur’anın yorumuna dayanır.

268

Page 277: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Bu gruba girenlerin çoğunlukta olduğunu sanıyorum. Bunların içinde, belki de, ana babalarının ikna etmesi, belki zorlaması ile türban takanlar da bulunmaktadır. Hatta bu tercihte, "tasalluttan" (rahatsız edilmekten) korunma gibi bir içgüdünün de rol oynadığını düşünebiliriz. Unutmamalı ki, bu çocuklar genellikle büyük kentlerde yaşamak zorunda kalmış taşra kökenli ailelerin çocuklarıdır.Ya da, okumak için büyük kentlere gönderilmiş taşralı çocuklardır. Türban büyük kentlerde bir tür güvenlik kalkanı olabilir.

Her iki gruba soktuğum çocukları da anlamaya çalışıyorum. Ancak, ikinci gruba soktuğum çocuklar adına daha çok üzülüyorum. Bunlar, kendilerini bilinçsiz bir şekilde kullandırtıyorlar diye düşünüyorum. Annelerinden, teyzelerinden, hatta kasabada kalmış ablalarından farklı bir üniforma seçtikleri için onları kınıyorum. Kafalarının içini doldurmak amacıyla geldikleri büyük kentte, kafalarının dışı ile meşgul olmaları hoşuma gitmiyor. Kur’anı okuyup yorumlayabildikleri kanısında değilim. Fıkıh, kelam, tasavvuf bilgileri yok. Asıl acısı, bunları öğrenme ve üzerlerinde akıl yürütme gibi bir gereksinme de duymuyorlar. Gerçek budur rahatlığı içindeler. Ve bu anlayışla üniversite mezunu olacaklar!...

Amaç cinselliği sütre (perde, örtü) gerisine çekmekse eğer, bu amaca sadece saçları örterek ulaşılmasının mümkün ve doğru olmadığını göremiyorlar. Beni amcaları, dayıları sayıp bağışlasınlar. Türbanlı halleriyle daha "çekici" oldukları da söylenebilir. Erkekler saça değil, göze-yüze ve sütre gerisine çekilmiş güzelliklere ilgi duyarlar...

Çocuklar çocuklar dedim. Biliyoruz ki, bazı siyasetçilerimizin eşleri, doğal olarak kızları da türbanlı. Onları birinci gruba sokuyorum. Belki onların bile çoğunu ikinci grup içinde algılamak mümkündür. Gerçi bilinçlidirler. Ama demin söyledim, onlardan da

269

Page 278: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

çekinmiyor, kendilerini bir tehlike olarak görmüyorum. Çünkü Atatürk Cumhuriyetine güveniyorum.

Son söz: Türbanı benimsemiyorum, ama türban takanları anlamaya çalışıyorum. Yasaklamalardan yana değilim...

Sesli düşündüm. Söylediklerimin salt gerçeği yansıttığını iddia edemem. Bir açıklama peşindeyim, o kadar. Yanlışlarımın düzeltilmesini içtenlikle isterim. Bu konuda Hasan Bülent Kahraman, Mine Kırıkkanat, Nuray Mert, Gülay Göktürk gibi köşe yazarlarının bu konuda daha derinlikli yazılar yazdığını biliyorum.

10 Nisan 2003

Avrupa Birliğinde Kemalizm Tartışması

Avrupa Birliği Parlamentosu üyelerinden Arie Oostlander’in hazırladığı Türkiye Raporu bizim medyanın tepkisini çekti. Raporu bulup bütünüyle okudum. Oostlander, kemalist anlayışın, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği açısından bir engel oluşturduğunu söylüyor. İfadeyi bu çıplak haliyle ele alır ve kemalizm ile Atatürkçülük arasında bir ayrım yapmazsak, elbette karşı çıkmamız gereken bir ifadedir bu.

Ancak Oostlander, raporunda kemalizmi açıklayan bir yöntem kullanmış. Dediğine göre, biz Türkler ülke ve kültür bütünlüğümüzün tehdit altında bulunduğu gibi "abartılı" bir duygusallık içinde bulunuyoruz. Homojen bir yapı arayışı içindeyiz. Bu nedenle de, sürekli olarak bu unsurlara vurgu yapıyor, bu çerçevede orduyu ön plana çıkarıyor, ayrıca dine karşı katı bir tutum takınıyoruz. Oysa böylesi bir anlayış, Avrupa Birliğinin felsefesi ile uyuşmuyor...

Böyle bir açıklama, benim kemalizm değerlendirmemle örtüşüyor, ama Atatürkçülük

270

Page 279: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

değerlendirmemle örtüşmüyor. Laiklik, eğitim birliği, antiemperyalizm, çağdaşlık (muasır medeniyet), meclis üstünlüğü (hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir), yurtta sulh cihanda sulh, hatta -gereği halinde devlet müdahalesini dışlamayan, vahşi kapitalizme tutsaklığı önleyen türde- bir liberal ekonomi anlayışı Atatürkçü "umdeler." Oostlander’in bunları bilmesi gerekmez. Ama bunları bilmesi gereken bir "yurdum insanının" ortaya çıkıp kendisine anlatması gerekir.

Kemalizm, tüm bu Atatürkçü umdeleri "Ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü" parantezine sıkıştırıyor ve onları gelişip yeşeremeyecekleri dar bir kalıp içinde algılayıp algılatıyor. Bir ideoloji olarak gereğini yapıyor doğal olarak. Bunun sonucu, hamasi söylemin, şovenizmin ve bunların araçlarının (ordunun, polisin, mahkemelerin, eğitim sisteminin... Gramsci’yi hatırlayalım.) kendiliğinden ön plana çıkmasıdır. Oysa Atatürkçülük bir ideoloji değildir. Bu niteliği ile de bağlayıcı, emredici, tek biçimci olma gibi bir "derdi" yoktur. Ve Avrupa’nın, -özür dilerim, ben de hamasiyete soyunacağım- Atatürkçülükten öğrenmesi gereken epey değer vardır. İtiraz olsun da tartışılsın diye söylüyorum; şimdiki Avrupa Birliğinin ardında yatan felsefe Atatürkçülüğün ve ona kaynak oluşturan Anadolu kültürünün içinde "evleviyetle" (haydi haydi, zaten) var olagelmiştir.

Evet, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü bizim gündemimize (kafalarımıza) tesadüfen gelip oturmuş değildir. Bu millet ve bu ülke yoktan var edildi. Üstlerine titremek hem hakkımız hem de görevimizdir. Fakat, bir ideoloji, ortada artık tehdit kalmamışken dahi -ya da varsa bile, abartılmadan "suhuletle" giderilmesi mümkünken dahi- hâlâ "ben burdayım" diyorsa, ortada bir gariplik var demektir. Bu öyle bir garipliktir ki, (ideolojik saptırmadır ki) son tahlilde Atatürkçülüğü kemalizme kurban ettirebilir ve en vahimi ülkeyi ve milleti gerçekten böldürtebilir.

271

Page 280: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

PKK, Asala, Sevr denecek, biliyorum. Yeridir sanırım, bir örnek vermek istiyorum. Radikal Gazetesinin 20 Mart günlü sayısında Prof. Dr. Baskın Oran "Kürt Devleti Kıyamet Değil" başlıklı bir yazı yayımladı. Başka yazarlar da bu görüşü destekleyen yazılar yazmışlardı.

... Oysa, (Türkiye) ‘ağabey’ gibi davransaydı onlar da ‘ehlileşme’ye gönüllü olurlardı. Bu nedenle, bu Kürtleri Bush’un kucağına iyice atmak ve kendinize şimdiden iyice düşman etmek istiyorsanız, bölgeye asker sokmayı savununuz.... Kürt devleti kurulmasından korkuyorsunuz, çünkü kendi Kürtlerinizden emin değilsiniz. Olsaydınız, bir değil, 10 tane Kürt Devleti umurunuzda olmazdı... Çünkü onları gerek ekonomik, gerekse demokratik bakımdan mutlu edemediğinizin farkındasınız... ‘Kültürel haklar verirsek arkasından bağımsızlık isterler’ paranoyasını papağan gibi tekrarlamak... Yaşar Kemal, ‘Kültürel haklar vermezsen bağımsızlık istemezler mi?’ diyerek...

Avrupalı beni anlamaz, lafım onlara değil... Biz birbirimizi anlasak yeter...

10 Nisan 2003

23 Nisan Resepsiyonu

Resepsiyon ne demektir bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum. Gerçi, kullanıldığı yere, olaya, duruma bakarak ne demeye geldiğini tahmin edebiliyorum. Üzülüyorum elbet, ama bakkalın adı "shop", sigaranın adı "winston", ana okulunun adı "kreş", dişçinin adı "dentist"... olmuşsa, fazladan bir de "resepsiyon" oluversin, ne yapayım?... Bizim solcular eskiden enternasyonalist idiler. Sonradan uyanıp globalizme itiraz savı ile ulusal olmaya heveslendiler. Yine de, onları fazla rahatsız etmiyor bu gibi ulusal sapmalar. Sağcılarsa, (özellikle islâm kesimi) resepsiyona kendi üniformalarıyla

272

Page 281: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

katılma savaşımının dışında bir başka savaşım tanımaz haldeler.

Neyse, 23 Nisan resepsiyonu sorun olur gibi oldu. Meclis Başkanı, Başbakan, bakanlar, türbanlı eşlerini alıp gelecekler... Cumhurbaşkanı, Genel Kurmay ve CHP bu işe çok kızdı ve 23 Nisan resepsiyonuna katılmadı. Toplantı da -Türk türbanlılar hariç- türbanlı yapıldı. Üzülmemek mümkün mü?

Köşe yazarlarıyla, bu kez, hayret, aynı görüşte buluşur gibi olduk. Genellikle, resepsiyona katılmayan devlet yöneticilerini eleştirir gibi yaptılar. Gerçi, o köşe yazarları, "neresi kamusal alan, neresi değil?" sorusu - sorunsalı ? üzerine yoğunlaştılar. Sonuçta, 23 Nisan Resepsiyonu kamusal alanda yapılmamıştır, ya da belki yapılmıştır ama misafirler kamusal kişiler değildi canım tezine ağırlık verdiler. Ola ki benim okuduğum gazeteler böyle değerlendirdi durumu, tek yanlı okuyorum; belki daha ciddi yorumlar da yapılmıştır.

Efendim, sonra, diyelim ki, aradan çok uzun bir zaman geçti... Yani bir hafta gibi uzun bir süre sonra, Dışişleri Bakanımızın eşi, başında türban var iken, Kaş İlçemizde, öteki AB bakanları bile var iken, Yunan Dışişleri Bakanının eşi ile aynı masaya oturup sohbet etti.

Bu resim üzerine battık mı?

Mayıs 2003

273

Page 282: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet274

Page 283: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

SON SÖZ

Bu kitabı günlüğümün içinden süzerek yazdım. Günlük yazmanın yararı büyüktür. Yaşadıkça yazarsınız, yazdıkça yaşarsınız. Yani günlükler bitmez, ömrü uzatır.

Fakat bunun bir de sakıncası var. Yazdıklarınızı yayımlama arzunuz varsa, onlara son şeklini bir türlü veremiyorsunuz. Çünkü günlük yaşam, ilgili ilgisiz bir sürü olayı, aralarında hiçbir mantık bağıntısı gözetmeden çıkarıyor karşınıza.

Kitabı güya iki yıl önce bitirmeye karar vermiştim. Yayımlanması geciktikçe üstüne yeni notlar bindi ve bence tadı biraz kaçar gibi oldu. Kendisini tekrarlamaya başladı. Üstelik, bin sayfaya yaklaşan notların içinden bir tarama yapmak durumundaydım ve her yeni not, kitabın bütünlüğü içinde kendisine yer ararken daha önce sıraya girmiş olan notların dengesini bozuyordu.

275

Page 284: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Bazı kopuklukları bir türlü gideremedim. Görüşlerimin zaman içinde değiştiğini, bazen de çelişkilere düştüğümü görerek üzüldüm. Ama sonunda bütün cesaretimi topladım ve kitabı pat diye bitirme kararı verdim.

Yine de, son noktayı koyarken kendimi savunmadan edemeyeceğim: Tekrarların, çelişkilerin tek sorumlusu ben değilim. Benim ülkemin yönetim anlayışı kendisini durmadan tekrarlıyor ve bunu yaparken içine düştüğü çelişkilere benim kadar bile üzülmeyi önermiyor...

19 Eylül 2003Suadiye, İstanbul

276

Page 285: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet 277

Page 286: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

KAYNAKÇA

KİTAPLARAdem Çaylak, Osmanlı’da Yöneten ve Yönetilen, Vadi

Yayınları, Konya, 1998Ahmet Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları, İletişim Yayınları,

3. Baskı, İst., 1994Ahmet Demirel, Ali Şükrü Beyin Tan Gazetesi, İletişim

Yayınları, İst., 1996Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, Temel Yayınları,

İst., 2000Alpay Kabacalı, Talat Paşa’nın Anıları, İletişim Yayınları, 3.

Baskı, İst., 1994Arif Oruç’un Yarın’ı, Hazırlayan Mete Tuncay, İletişim

Yayınları, İst., 1991Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınları, 10. Baskı, İst.,

1995Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim Yayınları, 2. Baskı,

İstanbul, 1997Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, İletişim Yayınları, 3. Baskı,

İst., 1998Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim

Yayınları, 3. Baskı, İst., 1993Çağlar Keyder, Ulusal Kalkınmacılığın İflası, Metis

Yayınları, İstanbul, 1993Dr. Reşit Bey’in Anıları, Ahmet Mehmetefendioğlu, Arba

Yayınları, 2. Baskı, İst, 1993Ersin Kalaycıoğlu - Ali Yaşar Sarıboy, Türkiye’de Politik

Değişim ve Modernleşme, Alfa Yayını, İst., 2000Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Cumhuriyet Gazetesi Yayını,

İst., 1999Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, Çev. Fatmagül

Berktay, Kaynak Yayınları, 4. Baskı, İst., 1999Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Çev. Yavuz

Alogan, Sarmal Yayınevi, İst. 1995Hilmi Yavuz, Modernleşme, Oryantalizm ve İslâm, Büke

Yayınları, 3. Baskı, İst., 2000

278

Page 287: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, 3. Baskı, İst., 1992

Hüseyin Cahit Yalçın, Siyasal Anılar, Kültür Yayınları, İst., 2000

Hüsrev Gerede’nin Anıları, Hazırlayan Sami Önal, Literatür Yayıncılık, İst., 2002

İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Ant Yayınları, İst., 1969

Lütfi Fikri Bey’in Günlüğü, Yayına Hazırlayan Yücel Demirel, Arma Yayınları, İst., 1991

Levent Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İletişim Yayınları, 7. Baskı, İst., 2003

Mehmet Ali Kılıçbay, Doğunun Devleti Batının Cumhuriyeti, Gece Yayınları, Ank.,1992

Mevlanzade Rıfat’ın Anıları, Yayına hazırlayan Metin Martı, Arma Yayınları, İst., 1992

Paul İmbert, Osmanlı İmparatorluğunda Yenileşme Hareketleri, Havass Yayınları, İst., 81

Şerif Mardin, İdeoloji, İletişim Yayınları, 2. Baskı,İstanbul, 1993

Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasî Fikirleri, İletişim Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 1992

Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İletişim Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1992

Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, İletişim Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1993

Tarık Zafer Tunaya, Atatürk ve Atatürkçülük, Baha Matbaası, İstanbul, 1964

Tarık Zafer Tunaya, Batılılaşma Hareketleri, Cumhuriyet Gazetesi Yayını, İstanbul, 1999

Zafer Toprak, Millî İktisat-Millî Burjuvazi, Tarih Vakfı Yayını, İstanbul, 1995

MAKALELERAhmet Çakmak, "Atatürk Kemalistlerin maskesi mi?",

Radikal Eki, 23 Aralık 2001Ahmet İnsel, "Güçlü devlet, zayıf hükümet", Radikal, 19

Mayıs 2002

279

Page 288: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Ahmet İnsel, "Tırmanan yerli faşizm", Yeni Yüzyıl, 3 Eylül 1995

Avni Özgürel, "Kılık kıyafetle kavgalıyız", Radikal, 24 Kasım 2002

Avni Özgürel, "Memura gülbeşeker", Radikal, 8 Temmuz 2001

Ergin Cinmen, " Valinin mega yetkisi...", Yeni Yüzyıl, 22 Eylül 1995

Etyen Mahçupyan, "Büyük devlet dediğin bizde böyle olur", Radikal, 3 Ekim 1999

Etyen Mahçupyan, "Devleti yönetenlere devlet denince", Radikal, 29 Eylül 1999

Etyen Mahçupyan, "Devletin en yüce kurumu", Radikal, 4 Mayıs 1999

Etyen Mahçupyan, "Tarih ve beka meseleleri", Radikal, 28 Eylül 1999

Etyen Mahçupyan, "Toplum devlete rağmen özsaygısını arıyor", Radikal, 31 Ağustos 1999

Evrim Altuğ, "...modernitenin iflası...", Hasan Bülent Kahraman ile söyleşi, Radikal, 3 Ocak 2003

Fuat Keyman, "Laiklik ve Demokratikleşme", Radikal, 23 Kasım 2003

Gökçe Fırat, "Mücadele bayrağı Atatürk", Radikal Eki, 16 Ocak 2002

Haber, "Başkan Erdoğan: Valilik kaldırılmalı", Milliyet, 13 Ocak 1996

Haber, "Çanakkale valisi bölücü", CHP İçişleri Bakanlığına güvenmiyor", Cumhuriyet, 25-29 Eylül 1995

Haber, "Devlet içinde devlet var", Cumhuriyet, 25 Eylül 1995

Haber, "İşte işkence çeşitlerimiz", Milliyet, 23 Mart 1995Haber, "Siyaseti bürokrat bastı", Gazeteler, 2 Kasım 1995Hadi Uluengin, "Tesettürler ve düşünceler", Hürriyet, 7

Ocak 1998Hadi Uluengin, "MGK’nın Kemal’i", Dünya, Hasan Bülent Kahraman, "CHP ve Kemalizm", Radikal, 11

Ağustos 2003

280

Page 289: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Hasan Bülent Kahraman, "Cumhuriyet-tesettür ilişkisi", Radikal, 26 Aralık 2002

Hasan Bülent Kahraman, "Demokrasi, ideoloji, bilim", Radikal, 13 Haziran 2001

Hasan Bülent Kahraman, "Devlet elden gidiyor", Radikal, 25 Haziran 1999

Hasan Bülent Kahraman, "Devletçi burjuvazi devlete karşı", Radikal, 9 Ocak 2002

Hasan Bülent Kahraman, "Devleti küçültmek:Burjuvaziyi büyütmek", Radikal, 7 Ocak 2002

Hasan Bülent Kahraman, "Devletin anlamı ve hükümet", Radikal, 22 Aralık 2000

Hasan Bülent Kahraman, "Kemalizm sol mu?", Radikal, 13 Ağustos 2003

Hasan Bülent Kahraman, "Kızıl Elma koalisyonunun anatomisi", Radikal, 8 Ağustos 2003

Hasan Bülent Kahraman, "Ordu konusunda yanılmak", Radikal, 13 Mart 2002

Hasan Bülent Kahraman, "Sosyal Demokrasi mi Kemalizm mi?" , Radikal, 15 Ağustos 2003

Hasan Bülent Kahraman, "Toplumdan devlete yanlış kamu", Radikal, 29 Kasım 2002

Hasan Bülent Kahraman, "Türban topluma mı yasak devlete mi?", Radikal, 27 Kasım 2002

İlker Sarıer, "Sadrazam vali", Sabah, 14 Ocak 2001İsmet Berkan, "Atatürkçülük tekeli mi var?", Radikal,7

Ağustos 2003İsmet Berkan, " Devleti yeniden kurmak", Radikal, 8

Nisan 2003İsmet Berkan, "Devlet denen heyula", Radikal, 25 Aralık

2000İsmet Berkan, "Türban ve Hukuk... Yeniden", Radikal, 22

Eylül 1998Mehmet Ali Kışlalı, "Kemalizm’in savcısı", Radikal, 21

Aralık 2000Mehmet Altan, "Devlet eliti", Sabah, 25 Mayıs 1995Murat Belge, "Asker-millet", Radikal, 28-29 Aralık 2002

281

Page 290: Turklerin_Tanrisi

Türklerin Tanrısı Devlet

Murat Belge, "Atatürk ve Atatürkçülük", Radikal, 27 Ekim 2001

Murat Belge, "Bizim devlet kerim devlettir", Radikal, 16 Şubat 2001

Murat Belge, "İttihatçılık zorunlu değil", Radikal, 24 Şubat, 2002

Murat Belge, "Kemalizmin geleceği", Radikal, 26 Ekim 2001

Neşe Düzel, "AKP’nin Kıbrıs’a... ", Yrd. Doç. Menderes Çınar ile söyleşi, Radikal, 6 Ocak 2003

Neşe Düzel, "Sol parti antimiliter olmak zorunda", Ayşe Kadıoğlu ile söyleşi, Radikal, 13 Mayıs 2002

Neşe Düzel, "Terör örgütlerini devlet kurdurur", Mahir Kaynak ile söyleşi, Radikal, 1 Kasım 1999

Nur Vergin, "Amerikan usulü laiklik", Yeni Yüzyıl, 30 Mart 1997

Nur Vergin, "Siyasetin rahatsız ettiği din", Yeni Yüzyıl, 9 Şubat, 1997

Oğuz Adanır, "İlkel toplumlarda baş örtme nedenleri", Radikal Eki, 8 Aralık 2002

Perihan Mağden, "Kemalist Türk Gençliği", Radikal, 17 Kasım 1999

Perihan Mağden, "Uzaktan türban meselesi", Radikal, 15 Mayıs 1999

Taha Akyol, "Kemalizm", Milliyet, 18 Şubat 2002Türker Alkan, "Kara çarşaf, renkli türban, Radikal, 6 Nisan

2003Türker Alkan, "Küçül ya devlet", Radikal, 20 Aralık 2001Türker Alkan, "Laikleşme Atatürk’ten önce başlamış bir

süreçtir", Radikal, 16 Kasım 1996Türker Alkan, "Türban ve laiklik", Radikal, 12 Kasım 2002

282