Upload
engin-serkan
View
242
Download
7
Embed Size (px)
DESCRIPTION
İmgeci Toplumcu Roman
Citation preview
Uysal Cinayetler
gibi Roman
Şiir gibi
Serkan Engin
İmgeci Toplumcu Roman Manifestosu
Sürekli artan bir ivmeyle hızlanan teknolojik gelişmeler
bağlamında nesnel gerçeklik, çağdaş roman okurunun alımlama
tavrını değiştirmektedir. Televizyon ve internet üzerinden, yoğun bir
şekilde, hızlı ve değişken görsel alımlama süreçleri yaşayan günümüz
roman okuruna yazılacak olan romanlar, bu görsel alımlama
alışkanlığına koşut olarak sinematografik özelliklerden kaçınılmaz bir
şekilde yararlanmak zorundadır. Hızlı kurgulanmış hayatlar yaşayan
günümüz insanının okuyacağı romanlarda, sinemadaki hızlı kurgu
tekniği kullanılmalıdır. Daha ötesi romancı, romanını, kafasının içinde
film çeker gibi sekanslar halinde yazıp görsel etkisini somutlaştırmaya
çalışmalı ve hızlı hayatından dolayı odaklanma sorunu yaşayan
okurun ilgisini ayakta tutacak çarpıcı ve hızlı bir kurguyla romanını
kotarmalıdır.
Hız üzerinden kendini var eden günümüz insanının, oylumlu ve
akıcılıktan uzak bir metne yoğunlaşması beklemez. Bu bağlamda
imgeci toplumcu roman, kısa olmalı; kurgusu, dili ve olay örgüsünün
yapısıyla bir solukta okunabilmelidir. Ve/ ama ilk okunuşta tükenen
bir metin olmamalı; okurda tekrar okuma gereksinimi oluşturacak bir
yapıda olmalıdır. Bunu da, romanı her okuyuşta, yeni çağrışımlar
geliştirebilecek imgesel bir dille yapmalıdır. Yani,şiir ile düzyazı
arasında bir roman dili geliştirmelidir. İmgeci Toplumcu Roman
anlayışı, bu sentez dille yazılan romanı, “gibi Roman, Şiir gibi “ diye
tanımlamaktadır. İlk örneği de, Serkan Engin tarafından yazılmış olan
“Uysal Cinayetler ” isimli romandır.
Bireysel ve toplumsal temaları, bütüncül bir yapı içinde ele alan
İmgeci Toplumcu Roman, anlamı etkin bir şekilde iletmeye yönelik
her türlü biçimsel arayışa açıktır. İmgeci diliyle, hem roman dilinin
doğrudan bildirişim yetisini, hem de şiir dilinin imgesel, çağrışımcı
yapısını en üst düzeyde kullanmayı hedefler.
Emperyalist kapitalizmin sanattaki gölgesi post-modernizm,
romanı da tüket-at modeline sokmuş; kendine ve doğaya
yabancılaşmış bireyin, nesnel gerçeklik karşısında edilgen bir tavır
sergilemesine katkıda bulunan, hayattan ve insandan kopuk bir roman
anlayışını dayatmıştır. İmgeci Toplumcu Roman, hangi tür ya da türler
kapsamında yazılırsa yazılsın, romanın, olay örgüsünün altındaki
varsıl ileti(ler) ile toplumcu gerçekçi düzlemde, dizgeyi sorgulaması
gerektiğini savunur. Okurun bilinç ve estetik algı düzeyini artırarak,
nesnel gerçekliği, insandan yana olan dizge için değiştirecek olan
bireylerin ve örgütlü bireyler bütünü olarak toplumun dönüşümünün
hızlanmasını sağlamak amacındadır. İmgeci Toplumcu Roman, hem
kendinin estetik amacı, hem de politik bir araçtır.
İmgeci Toplumcu Roman, çok satmanın getirdiği yüksek kâr marjı
için değil, insanı merkez alan yapısıyla, insan-doğa uyumu içinde,
toplumsal dönüşüme katkıda bulunmak için vardır. Diyalektik gereği,
her şey sürekli bir değişim-dönüşüm içindeyse ve her şey karşıtı ile
beraber var ise, bugün post-modernist romanın karşıtı olarak var
olacak roman anlayışı, İmgeci Toplumcu Roman olacaktır.
Serkan Engin
Ekin Sanat Ocak 2006
Roman yazdığım için bana “aptal” diyen babam‟a…
I-
1
Gece, kara bir peçe gibi örtüyordu yüzleri. Ay,
esmer bulutların işgali altında. Evleri ahtapot gibi
saran sokak aralarında, acemi bir kumarbazın
kaybetme korkusu. Evlerine koşturanlarda, henüz
hedefine ulaşmamış bir merminin isabet kaygısı.
Kapılarını içerden kapattığınızda evler, ana rahmi gibi
sıcak ve güvenli, eğer sizi bekleyen birisi varsa içinde.
Yalnız yaşayanlar için ev, ıssızlığın başkenti…
O‟nu bekleyen hiç kimse yoktu. Artık O da hiç
kimseyi beklemiyordu. İnsanlar evlerine tıkıştırırken
yanlarında her yere taşıdıkları umutlarını; O, soyunup
evinin kurak ikliminden, gecenin siyah paltosunu
giydi…
Hikmet‟in adımları, bir cerrahın dikiş atışı kadar
sakin ve kararlıydı. Bir top mermisi çarpsa bile
yıkılmayacaktı.
Ara sokaklar, denize dökülen ırmaklar gibi ana
caddeye varıyordu. Hikmet, köşeyi döner dönmez
ansızın, caddeyle çarpıştı. Bu kadar çabuk buralara
gelebildiğine şaşırdı.
Cadde, böcek yiyen çiçekler gibi tüm cazibesiyle
avını bekliyordu. Yanardöner tabelalar ve indirim
ilanları…
Meyhaneler ve birahaneler; yani umutsuzluk
iklimi, hayal kırıklığının rehabilite merkezleri,
kaldırımlara serpiştirilmiş seyyar satıcılar ve etini
parayla takas etmeye itilmiş, kaldırımlarda toplum
içindeki yerlerinden fazlasını işgal eden, kimi geçkin,
kimi henüz tomurcuklanmaya başlamış birkaç kadın,
akıp gidiyorlardı Hikmet‟in iki yanından.
Giderek cadde, eski bir anı gibi gerilerde
kalıyordu. Ve Hikmet‟in iskeleye doğru attığı her
adımda, kanına daha çok adrenalin karışıyordu.
Sonunda varmıştı iskelenin ucuna. Deniz, dipsiz
bir uçurum gibi başlıyordu parmak uçlarının bittiği
yerde. Artık Hikmet için ya düşmek vardı hayatın
balkonundan bilinmeyene ya da teslim olmak
canından bezdiren bu korkunç gidişe.
“ Hadi oğlum Hikmet! Bir adım daha attın mı her
şey bitecek.”
Hikmet, iskelenin ucuna çakılı ayaklarını hiç
geriye kıpırdatmadan, belini ve boynunu oynatarak
geriye dönüp baktı. Ayaklarını geriye çevirirse
kararından cayacağından korkuyordu. Arkasında
bıraktığı sadece bir kentin karmaşası mıydı? Bir
demet yasemini ciğerlerini patlatırcasına koklamak,
teninin tüm coğrafyasıyla sevişmek, dişlerini
takırdatırcasına buz gibi su içmek, sinemanın en
arka koltuğuna yayılıp film izlemek, sıcacık bir
simidi çıtırdatarak yemek ve dahası da geride
kalacaktı.
“ Hayret! Ne çok şey varmış bundan sonra yoksun
kalacağım…”
Yaptıkları kadar, isteyip yapamadıkları da geride
kalmayacak mıydı? Nemrut Dağı‟nın zirvesinde
Güneş‟in doğuşunu hiç izleyemeyecek; Laz
takalarıyla balığa çıkamayacak; kilden çömlek
yapmasını ve Fransızca konuşmasını
öğrenemeyecek. Bütün bunları bir gün yapabilme
olasılığı, biraz sonra O‟nunla beraber sulara
gömülecekti.
Yüzünü denize döndü. Denizin nerede bitip
gökyüzünün nerede başladığı seçilemiyordu.
Gecenin karanlık saltanatını devirecek olan Güneş
ile buluşamayacaktı Hikmet. Buluşmamalıydı.
“ Düşünsene Hikmet! Kim bilir bu deniz ne çok
şeyi barındırıyor koynunda. Ne çok balık, midye,
yosun… Ne kadar kum, batık sandal ve daha
neler… Elbet sana da yer vardır aralarında.
“Aslında deniz evrensel küme. Hani matematik
derslerinde anlatılan her şeyi kapsayan küme. Deniz
Dünya‟nın alt kümesi be Hikmet. Hepimizi, her
şeyi kapsıyor işte…Off! Neler düşünüyorum ya…
“Yeter artık lan! Kendimi denize atacağım ve bu
iş bitecek.”
Elini iç cebine atıp sigarasını ve çakmağını
çıkardı. Yarım paket kadar sigarası kalmıştı. Usulca
bir tekini paketten çekip oya işler gibi dudaklarına
iliştirdi ve yaktı. Günlerdir hiç sigara
içmemişçesine bir istek ve haz ile ilk nefesi içine
çekti. De ki bir ayin…
Hâlâ avucunda tuttuğu çakmağını saygıyla
kaldırıp gözleriyle okşadı; Sibel‟in armağanıydı.
Uzun boylu, balıketi, güleç bir kızdı Sibel. Özü
sözü bir, dobra bir kız…Çin Seddi gibi dikilirdi
acının karşısında; dokunduğu yerde umut yeşerirdi.
Bir dönem Hikmet‟in dini imanı Sibel‟di.
Yüreği koşar adım çarpardı; Sibel‟in elleri
kaybolduğunda avuçlarında. Sibel‟in gözleri ürkek
bir ceylan gibi sekerdi, Hikmet‟in yüzünün
bozkırlarında.
Aşk‟ı bir sustalı gibi saplamıştı bir zamanlar
kalbine Sibel. Hâlâ duruyordu izi yerinde… Ama
koskoca bir aşk, Hikmet‟in gereksiz kıskançlığı
yüzünden kuru bir çınar gibi devrilmişti.
“Kaç yıl oldu ayrılalı? Hâlâ beni anımsıyor
mudur acaba? Hiç olmazsa son kez kana kana
sarılabilseydim O‟na.”
Öpüp okşadı çakmağını. Sonra bir bebeği
beşiğine yatırır gibi iç cebine koydu. Bir damla yaş
firar etti gözünden.
“Hadi oğlum Hikmet, biraz cesaret. Denizin
dibini boylayacaksın ve bu iş bitecek… Başka yolu
yok Hikmet. Hadi at artık kendini. Hadi…”
İskelenin ucuna mıh gibi saplanmış ayaklarının
üzerinden öne doğru belli belirsiz eğilip
doğruldu.
“Hani n‟oldu!? Evde atıp tutuyordun. Mangalda
kül bırakmıyordun hani.Ha!?Yemiyor di‟mi!?”
“Başaracağım ulan! Bu işe nokta koyacağım…”
Öne doğru bir hamle yapar gibi olduysa da
korkusu ensesinden geriye doğru çekti.
“Hadi atsana lan kendini! At!”
“…Atamıyorum.”
“ Atamazsın tabi korkak köpek!”
“ Ya…ya Tanrı varsa?..”
“ Oh ne âlâ! Şimdi mi imana geldin birden?..”
“ Ya gerçekten Tanrı varsa? Böyle nasıl çıkarım
karşısına?”
“ Ulan it! Korkak puşt! At ulan kendini at!”
“ Kapa çeneni artık!”
“ Asıl sen kapa da at kendini denize.”
“…Atamıyorum.”
“ Atmalısın!”
“ Atamıyorum! Atamıyorum! Atamıyorum!..”
İskelenin ucuna çakılı halde boynundaki
damarları çatlatırcasına haykırdı:
“Bu iş artık bitmeliiiiii…”
II-
2
İki Ay Önce:
“ Hoş geldin Cemal komiserim.”
“ Ne var? Niye çağırdınız bu saatte!?”
“ Bir ceset bulunmuş da. Baş komiserim adli tıbba
gidip görmemizi istedi.”
“ Tamam, gidelim.”
Emniyet Müdürlüğü‟nden çıkıp arabaya bindiler.
Ümit direksiyona geçmişti.
Geceydi. Yıldızlar, barbar bir kavim gibi istila
etmişlerdi gökyüzünü. Teşhir ediyordu Ay, her
ayrıntısını, bir striptizci edasıyla.
Kent, arabanın iki yanından akıp gidiyordu.
Cemal‟in gözü, bankamatik kulübesine sığınmış
çocuklara takıldı. Onlar hayatın ıskartalarıydı.
Şiddetin emzirdiği bu çocuklar, yüreklerinden taşıp
uykularını bölen nefreti susturarak uyumaya
çalışıyorlardı.
Yol boyunca hiç konuşmadılar. Cemal, Ümit‟e
ölesiye kırgındı. Gerçeği kabullenemiyordu aslında.
Ümit‟i kardeşi gibi severdi. Şimdi bir türlü
inanamıyordu: İnsanın kardeşi nasıl eşcinsel
olurdu. Hele Ümit… Aslan gibi bir delikanlı… Bu,
Cemal‟in kaldırabileceği bir yük değildi. Bunun
uyandığında bitecek bir kâbus olmasını diliyordu.
Ümit, sakin, naif bir gençti. Kendini bildi bileli
hem cinslerine ilgi duyardı, ama etrafa
heteroseksüel gözükebilmek için hiç keyif almadığı
halde kızlarla dolaşmış; el ele tutuşmuş ve
iğrenerek öpüşmüştü. Şu dünyada en azından bir
yakınına durumunu anlatabilmenin özgürlüğünü
yaşayabilmek için bir akşam Cemal‟e cinsel
kimliğini açıklamıştı. Açıklamaz olaydı.
Cemal, kırmızı pelerin görmüş boğaya dönmüş;
önlerinde duran masayı dağıtmıştı. Sinirden
duvarları yumruklamış; Ümit‟e ana avrat sövmüştü.
Asabi bir adamdı Cemal. Hani şu öfkesi saman
alevi gibi olanlardan. Ama bu sefer öfkesi dinmek
bilmiyordu. O gece kederden, bir hayalet gibi
dolaşmıştı karanlıkta evin içinde. Tabutta volta atar
gibi içi daralmıştı. Sonra adını unutana kadar içmiş
ve sabaha karşı çocukluğundan bu yana ilk kez
ağlamıştı…
3
Gidecekleri yere vardılar. Arabayı park edip adli
tıbbın kapısından içeri girdiler. Köşeyi dönüp alt
kata, morga yöneldiler.
“ Merhaba Ahmet Abi.”
“ Hoş geldin Cemal.”
“ Nasılsın abi ?”
“ İyidir be n‟olsun.”
“ Şu yeni gelen cesedi görmeye gelmiştik.”
“ Tamam. Gelin benimle.”
Karanlık, dar bir koridordan geçip geniş bir
odaya vardılar. Oda, mantar tarlasını andırıyordu:
Bir sürü sedye ve üzerlerinde beyaz çarşaflar örtülü
cesetler… Burası mezarlığın önsözüydü.
Ahmet odanın ortasındaki bir sedyeye yöneldi.
Cesedi örten çarşafı kaldırdığında Cemal‟le Ümit,
irkilerek bir adım geriye sıçradılar.
Yüzükoyun yatan cesedin başı yoktu. Boynu
omuzlarının başladığı yerden biçimsiz bir şekilde
kesilmişti. Cesedin üzerinde, geniş morluklar ve
sigara yanıkları bulunuyordu. Sırtında, kuyruk
sokumundan ensesine kadar kesici bir aletle
kazınmış bir yazı:
„ Hangi bir ipek yolu harf dizisi çoğaltır‟.
“ Gördüğün gibi Cemal, adamın hurdasını
çıkartmışlar. Ağır işkence görmüş. Çekiç gibi bir
cisimle hemen hemen tüm kemikleri kırılmış,
üzerinde bolca sigara söndürülmüş ve koyun gibi
boğazlanmış.
“ Bu ne ya! Hiç böylesini görmemiştim. Kafası
bulunabilmiş mi peki?”
“ Hayır.”
“ Cesedi çevirsene Ahmet Abi” dedi Ümit. “Bir de
önyüzüne bakalım.”
“ Ne o!? Herifin şeyini mi merak ettin” diye sordu
Cemal, sözünün yanına en aşağılayıcı bakışını
ekleyerek.
Ümit, ilk kez bu kadar çok kızmıştı Cemal‟e.
Durumunu kabullenemeyişini anlayabilirdi, ama bu
aşağılayıcı tavrı çileden çıkartmıştı Ümit‟i. Buna
rağmen sustu. Boğazından firar etmesine engel oldu
öfkesinin.
“ Çevirelim Ahmet Abi” dedi Cemal, Ümit‟in
kendisine bir namlu gibi doğrulttuğu bakışlarını
görmezden gelerek.
Ahmet, cesedi çevirdi. Ön tarafı da en az arkası
kadar hasar görmüştü. Ve cesedin göğüs kafesinin
tam ortasına kesici bir aletle büyükçe bir K harfi
kazınmıştı.
“ Bu iş bizi çok uğraştıracak” diye mırıldandı
Cemal.
“ Tamam Ahmet Abi. Kapatabilirsin… Raporun ne
zaman hazır olur?”
“ Sabaha yetiştiririm.”
“ Peki abi, kolay gelsin.”
“ Sağ ol, size de.”
Cemal önde, Ümit bir adım geride, mantar
tarlasının içinden zarifçe süzülerek geçtiler.
Karanlık koridordan öncekine göre daha fazla
ürpertiyle merdivenleri hızla tırmandılar.
Direksiyona tekrar Ümit yerleşti. Yine yol
boyunca hiç konuşmadılar. İkisinin de kafası
karmakarışıktı. Bir yandan birbirlerini, diğer
yandan da cesedi düşünüyorlardı.
Cemal‟in evinin önüne geldiklerinde üst katın
penceresine iki endişeli yürek yanaştı. Yarı mahcup
yarı telaşlı iki çift göz, arabanın içindeki Cemal‟i
okşayıp geri döndü.
Araba durduğunda Cemal, hiç yüzüne
bakmadan, “ Sabah bulabildiğiniz her şey hazır
olsun”, derken Ümit‟in “ Emredersiniz” çekmesine
sırtını dönerek aşağı indi.
Kafasını üst kattaki ev sahiplerinin penceresine
kaldırdığında, cama yapışan yüzler cephe gerisine
çekildi.
Kapıyı açar açmaz holün ışığını yakıp mutfağa
yöneldi. Buzdolabından çıkardığı birayı açıp
kafasına dikti. Uzun boylu bir yudum çekip
elindeki şişeyle salona yöneldi. Tam altında bir
fotoğraf bulunan masa lambasını yaktı ve
karşısındaki koltuğa gömüldü.
Odada bir tek fotoğraf aydınlık, diğer ne varsa
karanlıktı. Gözlerini fotoğrafa dikti. Fotoğraf
yavaşça çerçevesinin kuşatmasını yarıp sımsıcak
odaya yayıldı. Ve usulca okşadı Cemal‟in
anılarını…
Güzel bir genç kızın fotoğrafıydı bu. Teni,
beyazın en masum hâli; saçları en kızıl tonu
şehvetin… Gözlerinin altına birer tutam çil
serpiştirilmiş. Ve fena halde elâ gözleri…
Birkaç bira devirip odayı nikotin
imparatorluğuna çevirdikten sonra yatağa girip
uykunun karasularına daldı.
4
Sabah, her zamanki gibi, gözlerini kendi evine
açıyor olduğuna dehşetle şaşarak uyandı. Kaç yıl
olmuştu bu eve yerleşeli, ama hâlâ uyandığında,
yetimhanenin çorap ve sidik kokulu yatakhanesinde
olmadığına inanamıyordu.
Cemal‟in yalnızlığından başka hiç kimsesi
yoktu. Ne kendini bebekken yetimhanenin kapısına
bırakıp kaçan anasını tanırdı ne kimliği meçhul
babasını… Çocukluğuna dair anımsadığı en eski
anılar, yetimhane müdürünün acımasız dayak
seanslarıydı.
Yetimhanede her sabah korkuya açılırdı gözleri.
Hele yatağını ıslattıysa… kahvaltısı suratında
patlayan gaddar tokatlardan başka bir şey olmazdı.
Şiddet fırtınası halinde geçen gün boyu derin bir
hasretle yatağını özlerdi.
Yatağının koynuna girdiğinde, kendi evinin
hayaline kapanırdı gözleri, bir de dayak atmayan
ana-baba hasretine. Yatağını morfin kılmıştı, gece
emzirirken düşlerini.
O‟nun da saçlarını okşayacak bir anası olsaydı
ya… Salıncakta sallayacak bir babası… Şefkate
acıktı mı anacığına sarılırdı kocaman; güvene
susadığında babasının göğsüne sığınırdı. Ne vardı
böyle dımdızlak olacak. Cemal‟in neden ağır sıklet
bir yalnızlığı vardı? Hâlâ sorardı bunu kendine.
Sordukça da öfkesi bir molotof gibi infilak ederdi
can kafesinin içinde…
Yüzünü henüz yıkamıştı ki kapı çalındı. Kapıyı
açtığında, önceden prova edilmiş gülümsemesiyle
Jale karşısındaydı.
Jale, elindeki tıka basa börek dolu tabağı “
Günaydın” diyerek hafifçe uzattı:
“ Su böreği yapmıştım da… Sen seversin diye bir
tabak getirdim.”
“ Teşekkür ederim. Zahmet oldu.”
“ Aman canım ne zahmeti. Şey… Akşam gidip,
epey bir süre dönmeyince seni merak ettik…”
“ Ha, o mu? Akşam adli tıbba gitmemiz gerekti de.”
“ Neyse… Afiyet olsun.”
Provalı gülümsemesini tekrar yüzüne iliştirdi.
Cemal, ağır ağır kapıyı kapatırken merdivenin
basamaklarını tüketmeye başladı.
Jale ve Jülide, kardeş iki kıdemli kızdı. Hayli
oluyordu ikisi de kırkı devireli. İkisi de Cemal‟e
âşık oldukları halde hem bunu birbirlerine belli
etmemeye çalışırlar hem de gizlice rekabet
ederlerdi. Hayatı ıskaladıkları gerçeğini unutturan
tek şey, Cemal‟in kendilerini sevebileceği umuduna
sarılmaktı.
Kız kardeşlerin kendisine kur yapmaları,
Cemal‟in özgüveninin kanayan yerlerine pansuman
olurdu. Cemal, ne tam ümit verirdi onlara ne de tam
yakardı gemileri… O‟nun için sevimli bir köşe
kapmacaydı bu.
Kahvaltısını Jale‟nin leziz su böreğiyle
taçlandırdıktan sonra özenle çiçeklerini suladı.
Onları tek tek okşayıp hepsiyle konuştu. Sonra
eviyle vedalaşıp Emniyet Müdürlüğü‟ne doğru yola
koyuldu…
Merkeze ulaşıp cinayet masasına geldiğinde
alışılmadık bir gerilim karşıladı Cemal‟i. Akşam
bulunan ceset, medyanın gözdesi olmuş ve bu
durum İçişleri Bakanlığı‟nın dikkatini çekmişti.
“Günaydın komiserim”, diyerek karşıladı Ümit
Cemal‟i, sandalyesinden – bu sefer usulen- hafifçe
kalkarak. Cemal, çorak bir karşılıkla savuşturarak
masasına oturdu. Sigarasını henüz yakmıştı ki üç
şekerli demli çayı ilk nefese yetişti her zamanki
gibi.
“Şey… komiserim”, diye gevelemeye başladı
Ümit. Cemal ilk çayını bitirmeden Ümit‟in
kendisine durum değerlendirmesi sunması olağan
değildi, ama bu sefer durum farklıydı.
“ Akşam bulunan ceset bütün gazetelerin
manşetlerinde. Halk panik içinde. İçişleri Bakanı,
bizzat arayarak şüphelilerin acilen bulunması için
özel talimat vermiş.”
“ Cesedin kimliğini tespit edebildiniz mi? ”
“ Evet. Parmak izi taramasıyla kimliğine ulaştık.
Adı Ziya Semerci. Kırık Ziya namıyla anılan
kaşarlanmış bir torbacı. Uyuşturucu satıcılığından
iki kere enselenmiş, yaralamadan da üç sabıkası
var. Son vukuatından ötürü içerdeyken aftan
yararlanarak dışarı çıkmış.
“ Demek torbacıymış ha… Ceset nerede
bulunmuş?”
“ Boş bir arsada çırılçıplak bir halde bulmuşlar.
Kafası ise hâlâ kayıp. Adli tıp raporuna göre kurban
bulunduğunda öleli en fazla yirmi dört saat olmuş.
Sırtında ve göğsünde bulunan yazılar bisturi ile
kazınmış, çekiçle kemiklerinin yüzde yetmişi
kırılmış ve kesin olan bir şey daha var ki kafası
ölmeden önce paslı bir ağaç testeresiyle kesilmiş…
Ama cesedin üzerinde katilin DNA‟sını ele verecek
herhangi bir bulguya rastlanmamış.”
“ Sen şimdi git, şu Kırık Ziya denilen herif
hakkında bulabildiğin kadar bilgi topla. Kimin
hesabına çalışıyormuş, dostu düşmanı kimlermiş
öğren.”
“ Anlaşıldı komiserim. Müsaadenizle.”
Ümit çıkarken Cemal ikinci sigarasını yakıyordu.
Kafasının içi bekâr odası gibi dağınıktı.
“Bu ne lan!” diye geçirdi içinden.
“Uyuşturucu mafyasının infazı da hedef şaşırtmaya
çalışıyorlar desem, bu kadar yaratıcı
olabileceklerini sanmıyorum…Yoksa
yaralamalardan birinin intikamı falan mı?..Ne
demek bu „ Hangi bir ipek yolu harf dizisi çoğaltır
„. Bilmece mi lan?... Off, çok uğraşacağız
galiba…Peki bu cesedin kafası niye kayıp!?”
Cemal, kafasındaki soru silsilesini aklının
en tenha köşesine itti. Son nefesini veren sigara
paketini tazelemek için büfeye doğru yola koyuldu.
Alt katta, hırsızlık masasının önünden
geçerken iki üniformalı polisin arasında duran
kelepçeli genç dikkatini çekti. Eli yüzü düzgün,
muhtemelen üniversiteli bir çocuktu. Genç adam
sürekli ironik bir yüz ifadesiyle kendi kendine
gülümsüyor ve ara sıra kafasını hafifçe iki yana
sallıyordu. Cemal, merakını yenemeyip yanlarına
yanaştı.
“ Bunun suçu nedir?, diye sordu üniformalılardan
birine.”
“ Komiserim bu, Tüyap Kitap Fuarı‟ndan kitap
çalmış.”
Cemal, genç adamla göz göze geldi. Kahkahalarla
gülmek ile hıçkırarak ağlamak arasında sıkışıp
kaldı.
“Oğlum sen salak mısın!? Bu memlekette kitap
çalınır mı? Git banka hortumla, vergi kaçır, ihaleye
fesat falan karıştır. Kitap çalmaktan merkeze
düşülür mü lan!?
Genç adam, kafasını tatlı tatlı aşağı yukarı
sallayarak karşılık verdi, yüzünde acı bir
tebessümle.
Cemal, merkezden çıkarken vicdanının en
yumuşak yerini genç adamın gözbebeklerine asılı
bırakmıştı…
Sokağın köşesini döner dönmez bir el ve elin
arkasında bir adam, nazik ama kararlı bir şekilde
göğsüne bastırıp Cemal‟i durdurdu. Giyimi partal
ama temiz, altmış- altmış beş yaşlarında, gözleri
yüzünün en işlek caddesi.
“ Hey çocuk! Gel kederden gülerek alkışlayalım
Tüyap‟tan kitap çalan kahraman çocukları. Türkiye
beceremese de onlarla gurur duymayı, övünüyorum
ben hepsiyle teker teker…”dedi. Sonra kocaman ve
ısrarcı bir soru işaretini Cemal‟in aklına zımbalayıp
kalabalığın arasında bir kılıç balığı gibi süzülerek
gözden kayboldu.
Cemal, zokayı yutmuş lodos balığı gibi bakakaldı
yaşlı adamın ardından.
“ Ulan herif aklımı mı okudu!? ”
5
Yağmur henüz heceliyordu kaldırımlara. Ağır
aksak halay çekiyordu gökte tunç bulutlar…
Ümit, annesinin başını okşayışıyla uyandı.
Anacığının gözlerinden şefkatin en uysal pınarı
akıyordu yüzüne.
Çoktan namazını kılmış ve kahvaltıyı
hazırlamıştı Nebiye Hanım.
“ Hadi evladım, çay demlendi.”
“ Hımm, tamam anneciğim.”
İbrahim Bey, masa başına kurulmuştu bile.
Yüreğinin yumuşak köşelerini gizleyen çatık
kaşları, çoktan yüzünün kuzeyindeki mesaisine
başlamıştı. Kırk iki yıllık eşi Nebiye Hanım bile bir
kere görememişti bas bariton güldüğünü. Belki en
fazla hafif bir tebessüm… oğulları doğduğunda.
Aile babası dediğin sert olmalıydı İbrahim Bey‟e
göre. Çünkü “ailem” dediği bu küçük monarşide
kral O‟ydu. Çatık kaşları ve yüksek desibelde
seyreden sesi bu iktidarın kalkanlıydı.
Yüzünü yıkayıp sakal tıraşını olan Ümit, uykulu
adımlarla masaya yöneldi.
“ Hayırlı sabahlar baba.”
“ Hayırlı sabahlar ”diye homurdandı baba, gözlerini
soyduğu yumurtanın üzerinden kaldırıp Ümit‟e
yöneltmeye tenezzül etmeyerek.
Nebiye Hanım, çaydanlığı masaya koydu.
Çaydanlık mahmur mahmur homurdanıyordu
buharını. Buharla birlikte genleşen odadaki sessiz
hava pencereleri zorluyordu. Kalbini sokağa
vurmak istiyordu Ümit…
Her sabahki gibi, anasının buruşuk samanlı
kâğıda benzeyen elini öptü ve dualı mırıltılarını
arkasına alarak uçar adım aşağıya indi. Dış kapıda
yağmurla burun buruna geldi. Kafasını kaldırıp
gökyüzüne baktı. Gök, minik yağmur buseleri
kondurdu yüzüne.
Kozasından yeni çıkmış bir kelebekti kalbi.
Şimdi kanatlanma zamanıydı hayatın sonsuz
devinimiyle…
Arabasının kapısını açarken kaşlarının altından
utangaç bir bakış attı karşı evin penceresine.
Güneşlikler, henüz güne açılmamıştı. Kente içini
dökmeye başlamamıştı odalar.
Acaba uyanmış mıydı Zafer?.. Nasıl bir ifade
olurdu uyurken yüzünde?..
Ümit‟in bakışları yalayıp geçti pencerenin dışını
ama evin içinde attı birkaç saniye yüreği…
Merkeze doğru yola koyuldu. Arabanın teybine
bir kaset koydu. Kent, hayatın hızına yetişmeye
çalışıyordu. Dükkân kepenkleri paslı gürültülerle
açılıyor; vitrinler parlak maskelerini telaşla
takıyordu. Gecenin yorgun anılarını süpürüyordu
çöpçüler. Gökyüzünün tunç zırhından çekinen
serçeler, uçmayı erteleyip saçak altlarına
gizliyorlardı minik yüreklerine sığmayan
korkularını.
İnsanlar, asık suratlarını beraberlerinde
sürükleyerek, otobüslere, vapurlara yetişmeye
çalışıyordu. Herkes, hayatın içinde kendi hacmine
göre bir yer açabilme derdindeydi. Birbirine
karışıyordu kaldırımlarda endişeli ayak sesleri.
Kimse kendisine yetişemiyordu…
Ümit, başladığı işin sonunu getirenlerdendi.
Şimdiye kadar aldığı her davayı çözmüştü, ama
henüz Kırık Ziya‟nın katili hakkında en ufak bir
ipucu bile bulamamıştı. Ziya‟nın girip çıktığı her
mekânı dolaşmış, dostunu düşmanını araştırmıştı.
Kimi sorguya çektilerse hiçbir bilgi
edinememişlerdi.
Aniden ortadan kaybolmuştu Ziya. Ailesi hiç
merak etmemişti. Alışkındılar Ziya‟nın sık sık
günlerce eve gelmemesine. İyi para kaldırdığında
soluğu lüks randevu evlerinde alır, sonra da
zuladaki kumarhanelere damlardı. Eve döndüğünde
ise sudan bir bahaneyle öldüresiye döverek
çıkartırdı kaybetmenin acısını, karısından ve
çocuklarından.
Her gün biraz daha büyürdü ailesinin Ziya‟ya
duyduğu nefret, ama çaresizlik itaate büküyordu
boyunlarını. Ziya dediğin ateşten can simidiydi
umarsızlık okyanusunun orta yerinde.
Ziya‟nın karısı Selma, acıya kefen biçerdi
teninden ve inatla umut damıtırdı elemden…
Ziya, pervasızca çocuklarının gözü önünde
cıgaralık sarar ve kafayı dumanlardı. Hatta ara
sıra dokuz yaşındaki oğlunu mal taşıma işinde
kullandığı da olurdu, „Çocuktur, şüphe çekmez „
diyerek. En çok bu zamanlarda cinayete bir adım
kala buluyordu kendini Selma. Ziya‟yı ekmek
bıçağıyla delik deşik edesi geliyordu da
cesaretinin boyu kısa kalıyordu korkusunun
yanında.
Bütün bunlar yüzündendir ki hiç üzülmedi
Selma, adlı tıbba Ziya‟nın cesedini teşhise
gittiğinde. Morgda Ziya‟nın tenindeki ölüm
soğukluğunu gördüğünde, gözlerinin göğünde
havai fişek gösterisi başladı birden. Zor örtbas
etti, ağzının kıyısındaki göle su içmeye inen
ceylanın adımlarını. Etrafındakiler, kalbinin
mutluluğun kapısına hızla vurduğunu duyacaklar
diye korktu.
Morgdan çıkarken arkasına dönüp bakmadı.
Artık Ziya, O‟nun için ipi göğüslenmiş bir kâbus
maratonuydu…
Emniyet Müdürlüğü binası gözükür
gözükmez Ümit‟in kalbinin kanatları kopuverdi.
Kırık Ziya‟nın cinayetiyle ilgili hâlâ hiçbir ipucu
bulamadığı için Cemal‟e karşı mahcup
hissediyordu kendini. Ümit‟in boynu her dilde
italik yazılıyordu ne zaman görse Cemal‟i.
Merkezin merdivenlerini çıkarken her gün
ısrarla artan kalabalığın arasından geçti.
Kelepçeler metal yorgunluğu yaşıyordu. Fazla
mesai yapıyordu daktilo tuşları, yetişebilmek için
zabıtlara.
Ümit, ofise girip yerine yeni oturmuştu ki
Cemal sökün etti. Soğuk bir selamı isteksizce
bölüştüler. İnatçı, saydam bir duvar duruyordu
hâlâ aralarında.
Cemal, ağzına bir namlu gibi dayadı
sigarasını. Taze demli çayı, baloya gecikmiş
kavalye telaşıyla dumanın dansına eşlik etti.
Dışarıda üşüyüp odanın sıcaklığına sarılmak
isteyen yağmur, pencereyi usulca tıklatıp giriş
izni istiyordu.
„Hangi bir ipek yolu harf dizisi
çoğaltır‟…Cemal‟in aklına sülük gibi yapışmıştı
bu tümce. Cemal ki lokomotifiydi cinayet
masasının. İçinden çıkılmaz görünen nice
davanın defterini dürmüş, nice katilin bileklerini
kelepçenin çelik kuşatmasıyla sarmıştı.
Gel gör ki henüz görüntüyü kurtarmak için
olsun tek bir ipucu bile elde edememişlerdi.
Diğer davalara bakarken aklının bir köşesinde
mekanik bir çalar saat gibi tıkır tıkır işliyordu
kesik baş cinayetinin belirsizliği.
Suç, bayramlık elbiseleriyle bir-sıfır öndeydi
Ceza‟nın karşısında sokaklarda. Cinayetin
medyada görücüye çıkmasından bu yana ilgi ve
merak azalacağına, çözümsüzlük, korkunun
ebola virüsü gibi yayılmasını sağlıyordu. Halk
arasındaki fısıltılara ölüm sinmişti.
„Zuladaki ispiyoncuları bir daha silkelemeli‟,
diye geçirdi içinden, toplu mezarı andıran
küllükteki sigara ölülerine bakarak…
6
Jale‟nin can kafesinde bir kuş sürüsü kanat
çırpıyordu. Dar geliyordu mutfak hevesine.
Akşam Cemal yemeğe gelecekti.
Jale yemek repertuarının favori parçalarını
hazırlama derdindeyken Jülide de kendininkileri
araya sıkıştırmaya çalışıyordu menünün
içine.‟Cemal şunu daha çok sever‟ diyerek epey
didişmişlerdi, kendi becerilerini liste başı
yapmaya çalışarak. Birbirlerinin niyetini
anlamazdan gelir gözükmeleri gerilimi
alevlendiriyordu.
Zaman ilerledikçe tezgâhın üstündeki tüm
nesnelerin şekli, Jale‟ye erotik çağrışımlar
yapmaya başlamıştı. En sonunda gözünü
karartmıştı Jale. Bu akşam bir punduna getirip
Cemal‟e arzusunu fısıldamalıydı artık. Libidosu
gururuna baskın çıkmıştı sonunda…
Bir kanaviçe gibi işliyordu yemek masasını
abla kardeş. Masaya ne ekleseler hep bir şeyler
eksik kalıyordu. Misafir takımları milimetrik
diziliyor; salatalar ve mezeler birbirlerine nispet
yapıyordu…
Ofisi terk etti Cemal. Ayakları otomatik bir
şekilde yolu bulup merdivenlerden aşağıya indi.
Birden kendini ön bahçede buldu ve çil yavrusu
gibi dağıldı kafasındaki soru işaretleri. Biraz
yürümeyi düşündü. Bütün gün kafesteki kaplan
gibi içerde kısılıp kalmıştı.
Akşamın ergenlik çağıydı. Karanlık, örümcek
ağı gibi örülmüştü kentin üzerine. Esas duruşta
aydınlatıyordu sokak lambaları, işyerlerinden
çıkanların yüzlerindeki bitkinliği. Tekerlekli
metal ateş böcekleri, vızıldayarak geçiyordu
kaldırımların yanından. Birahanelerde giderek
daha çok köpürüyordu keder.
Mevsim kötürüm bırakmıştı parkları. Parklar
ki yeşilin gettoları beton devlerin arasına
sıkışmış. Bazı uğrar da es verir hayat, kentin
savruk senfonisinin bir yerinde… Salıncaklar
suskunluğu ezber ediyordu. Dengesini
bulamıyordu epeydir tahterevalliler. Dalların
çıplaklığını örtbas eden kargalar, birbirlerini ajite
ediyordu Hitchcock‟u yalancı çıkartmamak için.
Giderek genişliyordu betonun soğuk nefesinin
kapsama alanı yeşilin üstüne. İnsanoğlunun
egosu yedikçe acıkıyordu…
Cemal, adresini unutmuş bir mektup gibi
dolaşıyordu sokaklarda. Dağılan semt pazarının
içinden geçiyordu ki birden taş kesildi ayakları.
Ani bir tokat gibi çarptı yüzüne karşılaştığı
görüntü. Hemen kısa metrajlı otobiyografik bir
belgesel gösterime girdi beyninde: Kendini,
büyüyünce de giyebilsin diye iki beden büyük
alınmış siyah önlüğüyle, çocukların arı kovanına
çevirdiği ilkokulun bahçesinde buldu.
Çocuklar, serçeler gibi sekerek dağıldı ve
ortada Kenan Öğretmen‟in babacan görüntüsü
kaldı. Sımsıcak gülümseyerek geçti Kenan
Öğretmen, Cemal‟in çocukluğunun yanından.
Geçerken de hafifçe dokundu siyah önlüklü
minik omzuna.
Cemal, yetimdi işte ve ağır sıklet öksüz.
Birkaç arkadaşıyla beraber taşırlardı
yetimhaneden okula kimsesizliklerini. Diğer
çocuklar elbet bilirdi bu beter yalnızlığı ve
hoyratça kanatırlardı bu yürüyen körpe açık
yaraları, alaycı ustura kahkahalarla…
Bir tek Kenan öğretmen vardı ahh… Bir tek
O‟ndan şefkat görmüştü Cemal. Hayatında ilk
kez O okşamıştı başını, karatahtada zor bir
matematik problemini çözdüğünde. Çok sevdiği
çakal eriği ekşitseydi ağzını bu kadar
sevinemezdi Cemal; ne de afişlerine baka baka
boynunu ağrıttığı, önünden şaşkın adımlarla
nefesini tutarak geçtiği sinemaya gitse. Bisiklete
binmenin keyfi de olsa olsa böyle bir şeydi
herhalde…
Tebeşir tozunun örttüğü anılar flaş gibi
patlamıştı Cemal‟in belleğinde. Kendini tekrar
semt pazarının dağınıklığının ortasında buldu.
Yüreğinde paslı bir burgu dönüyordu: Emekli
öğretmen Kenan Dülger, ezik meyve
topluyordu…
Ne yapacağını hiç bilemedi Cemal; afallayıp
kaldı. Belki öğretmeni kendisini anımsar diye
düşündü, çünkü liseden sonra Kenan Öğretmen
önayak olmuştu Polis Akademisi‟ne girmesine…
Öğretmeninin gururu daha fazla incinmesin diye
gözüne gözükmemeliydi en iyisi. Ama yanına
gidip hiç hal hatır sormadan, hiç yardımcı
olmadan, görmezden gelir gibi kaçmak, vefa
borcunu ödeme isteğiyle nasıl bağdaşırdı?
Sağa sola kekeledi Cemal‟in ayakları. Dar attı
kendini en yakın ara sokağa. Savaş zamanı asker
kaçağıymış gibi hissetti kendini. Acaba geri mi
dönseydi?..
Bu ikilem ateşinin içinde yürüyerek ana
caddeye çıktı. Daha bir boy atmıştı sanki beton
devler. Sanki daha bir artmıştı metrekareye
düşen insan yokluğu. Cadde, tsunami gibi
kapandı üzerine.
Derken, kalabalığın arasından -aynı- kararlı
ama nazik el uzanıp göğsüne bastırdı Cemal‟in.
Cemal, irkilerek başını kaldırıp baktı elin
sahibine. O‟ydu… Ama bu sefer gözleri bir ninni
gibi.
“ Hey çocuk! Sakın girme melankolinin
karasularına; kendini umutsuzluk kara deliğinden
sakın! Gençliğini, hortumlanmış bankalar gibi
yağmalamış olsa da hayat, unutma :‟ Umut ki en
çok yakışandır bize‟…Sakın unutma çocuk! Sakın
kendini…
Ve bir kırlangıç gibi süzülerek yitip gitti
kalabalığın arasında.
Bakakaldı yaşlı adamın ardından Cemal, yüzünü
Güneş‟e dönen ayçiçekleri gibi…
Rastladığı ilk taksiye bindi. Araba uzaklaştıkça
yakınlaşıyordu beynindeki acı görüntü.
Mahalleye girer girmez bu akşam yemeğe davetli
olduğunu anımsadı. Sokağın başında taksiden inip
bir sigara yaktı. Ev sahiplerine gitmeden kendini
olabildiğince toparlamak istedi. Kız kardeşler kendi
üzerlerine alınabilirdi yüzündeki tatsız ifadeyi.
Kederi ertelemekten başka çaresi yoktu…
Kendini kanarya zanneden kapı zili cılız bir sesle
öttü. Jülide mutfaktan Jale de salondan fırlayıp
kapıya yöneldiler. Jülide, kıvrak bir vücut çalımıyla
Jale‟nin önüne geçmeyi başarıp kapıyı açtı.
“ Hoş geldin canım, buyur geç ”diyerek karşıladı
Cemal‟i, yüzünde üniversitelerin bahar şenliği
cıvıltısıyla.
“ Merhaba, hoş bulduk…”
Becerebildiğince mimiklerini gülümsemeye
örgütleyerek içeri girdi, ama şu anda O‟nun için
keyifli gözükebilmek işkenceydi.
Ele veriyordu gözleri dipsiz kederini.
“ Buyur Cemal, hoş geldin ” dedi Jale, sesindeki
dalgalar Cemal‟in yüzüne çarparak. O da Jülide gibi
hemen fark etti Cemal‟in sıkıntısını acemice
kurgulanmış bir tebessümle gizlemeye çalıştığını.
“ Merhaba Jale.”
“ Hayırdır, keyifsiz gözüküyorsun!? ”
“ Yok bir şey… Gelirken canımı sıkan bir şeyle
karşılaştım da… Neyse… Ne yemekler
döktürdünüz gene bakayım?..”diyerek geçiştirdi.
“ Gel de kendi gözlerinle görüver.”
Cemal biraz daha rahatlamış olduğu halde hep
beraber salona geçtiler.
“ Ooo, masada bir kuş sütü eksik diyeceğim, ama
kesin o da mutfakta sırasını bekliyordur.
“ Aman canım, yaptık işte bir şeyler, diyerek
kıkırdadı Jale.
Derken, yemek karnavalının masadaki
resmigeçit töreni başladı. Her iki kardeş de kendi
yaptıkları meze ve yemekleri bir ültimatom gibi
dayadılar Cemal‟in burnuna, hangisini kimin
yaptığının altını çizerek.
Tatlı tatlı sohbet edildi; genelde havadan
sudan konuşuldu;
Ağır tonajlı konulara şöyle bir geçerken uğrandı.
İrili ufaklı kahkahalar salonun içinde fink attı.
Çatal-bıçak takımı yoğun mesaiden yorgun
düştü. Derken ilk yemek üstü sigaraları yakıldı.
Jale, sigarasını alelacele içip kahveleri
yapmak için mutfağa gitti. Biliyordu ki Cemal
biraz sonra her zamanki gibi dişlerini fırçalamak
için banyoya gidecekti. Cemal, yemekten sonra
dişlerini fırçalamadan rahat edemeyenlerdendi.
Bu yüzden kız kardeşlerin banyosunda yemek
davetlerinde kullanılmak üzere bir yedek diş
fırçası hazır kıta beklerdi… Bazen kız kardeşler,
birbirlerine yakalanmamaya çalışarak Cemal‟in
fırçası ağızlarında erotik düşler kurarlardı.
Cemal‟in banyoya gitmesi Jale için
kaçırılmaması gereken bir fırsattı. Bu esnada
O‟nu usulca mutfağa çekip yasak meyveyi
dişleme teklifini fısıldayabilirdi.
Eli ayağı birbirine dolanıyordu. Cezveye suyu,
kahveyi, şekeri nasıl koyduğunu bilemedi. Bir
yandan, birazdan yapacağı şeye inanamıyor,
diğer yandan da yapacak olmaktan kendini
alıkoyamıyordu.
Cemal‟in ayak seslerini duyar duymaz yüreği
ağzına geldi. Kılcal damarlarına kadar adrenalin
istila etti bir anda. Kulakları uğuldamaya, dizleri
birbirine çarpmaya başladı. Cemal tam mutfağın
önünden geçerken:
“ Gelsene biraz, diye fısıldadı” Jülide‟ye
çaktırmamaya çalışarak.
Jülide durumu fark etti, ama görmezden
gelmeye çalıştı. Zaten işkillenmişti Jale‟nin
koşturarak kahve yapmaya gitmesinden. Gün
boyu da bir tuhaflık vardı Jale‟de. Mutlaka şu
anda kancayı atıyordu mutfakta Cemal‟e.
Jülide‟yi ekarte etmişti.
Sinirden çatalını bükmeye başladı, dişlerini
birbirine geçirerek.
Gene ıskalamıştı…
Cemal, mutfaktan çıkıp banyoya yöneldiğinde
kuzeyini kaybetmiş bir pusula gibi şaşkındı.
Suyun üstünde yürür gibi banyoya yöneldi.
Ellerini lavaboya dayadı. Kafasını kaldırıp
aynada yüzündeki ifadeyle karşılaşmaktan korktu.
Orada ne bulacağını bilemiyordu. Kendisiyle göz
göze gelmemeye çalışarak dişlerini fırçaladı.
Jülide, gergin hareketlerle ikinci sigarasını
yakarken Jale kahveleri getirdi. Hemen ardından
Cemal de salona girip oturdu.
Küçük bir Bermuda Şeytan Üçgeni kurulmuştu
masada. Sadece kahve höpürdetmeleri
duyuluyordu. Sinsi bir sessizlik akbaba sürüsü
gibi masanın etrafında dolanıyordu.
Kahveler içildikten sonra Cemal izin isteyip
kendi evine gitti. Kız kardeşlerin evi, yine boş bir
tabuta döndü…
Cemal, akşam yemeğini çoktan hazmetmiş,
önündeki şarap şişesini yarılamıştı. Masadaki kızıl
saçlı kızın fotoğrafını ters çevirmişti bu gece.
Müzik setine bir caz albümü koydu. Bilirdi ki caz
geceye en güzel seslenendi.
Kafası ve kalbi, çekmece köşesinde unutulmuş
yarım yün yumakları gibi karışıktı. Çözmeye
korkuyordu Cemal kendini. Çoruh Nehri gibi
çağıldayan libidosunun delişmen sularında
sürüklenen bir yapraktı şimdi. Çatlamaya hazır bir
tohum gibi Jale‟yi bekliyordu.
Dışarıda gece, ucuz bir vodvil gibi oynanıyordu
kent denilen sahnede…
Jale, kardeşini uyandırmamak için çok yavaş bir
şekilde dairelerinin kapısını çekti. Parmak uçlarıyla
basamakları okşayarak alt kata inmeye başladı.
Yüreği kendi kendine çalan bir darbukaydı şimdi
aksak ritimde; akciğerleri ise bir rock grubuna eşlik
etmeye çalışan köhne bir akordeon. Kasıkları
termometreleri çatlatırdı şu an. Şehvet‟in –de
halinde sınıyordu tenini. Namlusunu terk etmiş bir
mermiydi.
Cemal‟in kapısına geldiğinde içindeki en kuytu
köşeye istifleyip üstüne zincir vurduğu şehvet ile
yüz yüze geldi. Önce yutkundu, derin derin nefes
aldı. Dolgun eli beyaz bir bayrak gibi dalgalanarak
zile basmak üzereyken, sol avucunda sımsıkı
tuttuğu küçük vazelin kutusunu alıp almadığını
telaşla kontrol etti.
Jale, cesaretin kapısını çaldı…
7
İdam mangası gibi dizilmişti gökte kara
üniformalı bulutlar. Otomatik tüfekleriyle yağmur
mermileri yağdırıyorlardı kentin üstüne. Kent,
kaçacak delik arıyordu…
Cemal‟in arabası, yağmur akınına göğsünü
siper ederek asfaltta ilerliyordu. Yetersiz kalıyordu
sileceklerin hükmü, damlaların ön camı örtbas
etmesini engellemeye.
Kentin dışına taşmıştı araba. Tenha yerlerin
kaygı sınırını aşmıştı. Buralar ıssızlığın
gözbebeğiydi.
İlerde yol kıyısına yakın bir yerdeki polis ekibi,
görüş alanına girdi. Yanlarına ulaşıp arabayı park
ederken ekipteki tüm gözler ona çevrilmişti.
Cemal, ağır çekimde arabadan inip demir
adımlarla yeni bir düğüme doğru ilerledi. Olay yeri
inceleme ekibi ve Ümit‟ten oluşan grubun arasında
yeni bir kesik başlı ceset duruyordu. Savcı henüz
gelmemişti.
“ Merhaba komiserim”
“ Merhaba… Ne zaman bulunmuş?”
“ Sabah sekiz civarı… Yakındaki toplu konut
sakinlerinden biri sabah koşusu yaparken görmüş.”
“ Ne var elimizde peki?”
“ Şimdilik herhangi bir ipucu yok. Ekip incelemeye
devam ediyor.
Kısa boylu, esmer bir erkek cesediydi yerdeki.
Kafası kötü kesilmiş, üzeri morluklar ve sigara
yanıklarıyla doluydu. Kuyruk sokumundan
ensesine doğru kazınmış bir yazı:
“ İntihar karası bir faytonun ağışı göğe atlarıyla
birlikte “
Göğüs kafesinin orta yerinde ise büyükçe bir E
harfi… “Bu iş giderek çatallaşıyor” diye geçirdi
içinden.
8
Sigarasının dumanı aklının puslu havasına
karışıyordu Cemal‟in. Önündeki dosyalara
gömülüp kalmıştı. Ümit‟in seslenmesiyle isteksizce
başını kaldırdı.
“ Komiserim, yeni kesik başlı cesedin kimliğini
tespit ettik. Bu da sabıkalıymış. Adı Adnan Çeltik.
Kotik Adnan diye tanınan eski kiralıklardan.
Tetikçiler arasında bir efsane. Bitirdiği son işten
dolayı enselenip kodesi boylamış. Son aftan
yararlanarak dışarı çıkmış.”
“Aftan mı dedin!?”
“Evet amirim. İlginç değil mi?”
“ Neyse, devam et!”
“ Adli tıbbın raporuna göre, cinayetin bir taklit
olmadığı kesinleşti. Cesedin boynunu kesen
testerenin, kemiklerini kıran çekicin ve kullanılan
bisturinin ilk cesettekiyle aynı olduğu anlaşıldı.”
“ Katile ait DNA örneği falan?”
“ Maalesef hiçbir iz yok… İzin verirseniz ben şu
Kotik Adnan hakkında etraflıca bir araştırma
yapmaya başlayayım.”
“ Tamam. Özellikle Kırık Ziya ile aralarında bir bağ
var mı öğren.”
“ Emredersiniz… Müsaadenizle.”
Cemal‟in kafasındaki küçük kibrit alevleri bir
meşaleye doğru örgütlenmeye başlamıştı…
9
Akşam, haciz memuru gibi dayanmıştı kentin
kapısına. Karanlık, kirli kan kentin damarlarında
dolaşan…
Kent, homurdanarak içten içe kaynıyordu.
İşsizlik ve umutsuzluk, yağlı bir kement olmuştu
insanların boğazında. Çözüp yüreklerinin
palamarlarını hayatın iskelesinden, ölümün açık
denizlerine açılmak istiyordu nice ana-babalar.
Kolay mıydı öyle her akşam eve eli boş, başı eğik
dönmek… Hayatın sırtında bir kambur görmek
kendini…
Velhasıl, sanki yeterince derdi yokmuş gibi
insanların, bir de bu kesik baş kâbusu başlamıştı.
Daha bir kuşkuyla bakıyordu herkes birbirine.
Belki otobüste yanınıza oturan kişiydi o katil. Belki
aynı fırından ekmek alıyordunuz, aynı iş yerinde
çalışıyordunuz… Kuşku, kirli bir fısıltı gibi
dolaşıyordu loş koridorlarında kentin kalbinin…
Ümit, kente sis gibi çökmüş kuşkuyu yararak
ilerliyordu arabasıyla. Yoğun bir gün daha
devrilmişti. Günlerce uğraşmasına rağmen Kotik
Adnan‟ın öldürülmesiyle ilgili kayda değer bir şey
bulamamanın ezikliği içindeydi.
Kotik Adnan, tek başına yaşıyordu. Hiç
evlenmemişti. Memleketteki annesiyle de yıllardır
görüşmüyordu. Pek az dostu çokça düşmanı
vardı… Ama Ümit, düşmanlarıyla cinayet arasında
bir bağ bulamamıştı. Ziya gibi aniden kaybolmuştu.
Devamlı takıldığı kahvehaneye gelmemesinden
dolayı tanıdıkları hafif işkillenmişlerdi. Ümit ne
kadar uğraştıysa da Kırık Ziya ile Kotik Adnan
arasında bir ilinti kuramamıştı.
Bu gece hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Bir
“gay bar”a gidip içmek, kafayı dağıtmak istiyordu
yalnızca. Tabi, bar çıkışında evdekilere ağzındaki
içki kokusunu belli etmemek için bolca naneli sakız
çiğnemeyi unutmadan…
Arabasını caddeye yakın bir ara sokağa park etti.
Hemen kaldırımcılar, sırtlan sürüsü gibi üşüştüler,
park parası kılıfıyla haraç lokmasını kopartmak
için. Ama Ümit‟i görüp tanıyınca hemen arazi
oldular. Çünkü çoğu sabıkalıydı ve biliyorlardı
Ümit‟in kim olduğunu.
Ümit, daha önce de birkaç kere takıldığı bara
dalıverdi. İçeriye adım atar atmaz, kafesten
kurtulan serçe gibi hafifledi. Burası ve benzeri
mekânlar, O‟nun gibiler için oksijen çadırıydı.
Dışarıda yaşadığı “boyalı kuş” sendromundan
sıyrılıp kendi gibilerle iç içe olmanın kısmi
özgürlüğünü yaşadığı yerlerdi .
Girip çıkarken tanıdıklara yakalanma korkusu
taşımıyordu doğrusu. Mesleki avantajla görev icabı
girdiğini söyleyip işin içinden çıkabilirdi pekâlâ.
Usulca bara ilişiverdi. İçerisi yeni yeni
hareketleniyordu…
Aynı saatlerde Cemal, dışarıda yediği akşam
yemeği – ki iki dürümden ibaretti- sonrası eve
gelip çayını demlemiş, televizyonun karşısında
pinekliyordu.
Televizyon da sarmamıştı bir türlü. Nasıl
sarabilirdi ki: Bir avuç hortumcu, kara paracı ve
benzerleri, podyumların kimi sermayeleriyle fink
atıyordu hemen her kanalda..
Sıkıldı kapattı televizyonu. Bir sigara yakıp şöyle
bir turladı evin içine. İçi daralıyordu. Gidip bir şişe
şarap açtı; masaya oturdu. Fotoğraftaki genç kızla
uzun uzun bakıştı.
Bir haiku kadar kısa sürmüştü aşkları, ama o
denli de yoğun. Ya da Cemal öyle sanmıştı, öyle
olsun istemişti. Bu kızıl kız, ömrünün gizli
öznesiydi…
Şimdi hiç bilemiyordu Cemal: Bir daha nasıl
eklerdi Aşk‟a iyelik eki?
“ Kız, bir izmarit gibi fırlatıp attın kalbimi!..”
10
Sinsi bulutlar, gökyüzünde diktatörlük
kurmuştu. Kasvet, ince ince damlıyordu kentin
üstüne. Kent, ağır sözlerin üstüne basa basa
ilerliyordu akşama doğru…
Ofisin penceresinden dışarıya yöneltmişti
bakışlarını Cemal, ama sadece kafasının içindeki
soru işaretlerini görüyordu. Sigarasının dumanı,
başını puslu bir dağ zirvesine çeviriyordu.
Hiç şüphesi kalmamıştı artık Cemal‟in: Kesik
baş cinayetlerinin faili bir seri katildi. Ama katilin
kimliği, henüz kurulmamış bir tümce gibi
belirsizdi. Cinayetlerin en ilginç ortak paydası,
maktullerin ikisinin de aftan yararlanmış olmasıydı.
Cemal, akademiden yeni mezun olduğu acemilik
günlerinden bu yana, hiç bu kadar çok fırça
yememişti amirlerinden ve meslek hayatı boyunca
hiç bu kadar baskı altında kalmamıştı. İkinci
cesedin bulunmasıyla, medyanın ve halkın ilgisi
daha da hacim kazanmıştı. Cemal, lâbirentte yolunu
arayan bir kobay gibi çaresizdi. Tüm yolların sonu,
dilsiz bir duvara varıyordu.
“ Peki cesetlere kazıdığı yazılarla ne demeye
çalışıyor?”, diye geçirdi içinden.‟Hangi bir ipek
yolu harf dizisi çoğaltır…İntihar karası faytonuyla
ağışı göğe atlarıyla birlikte…”Bir de K ve E
harfleri var tabi…Bizimle oyun mu oynuyor,
n‟apıyor?... Yakalanmadıkça devam edecektir
öldürmeye. Peki ama niye?...”
Bozguna uğramış bir ordu gibi çöktü masasına.
Eli kolu bağlı olmasının acısını, böcek gibi ezdiği
izmaritinden çıkardı.
“ Elbet bir açık vereceksin. İşte o zaman
kelepçelerimle tanışacaksın.”
11
Ümit‟in kalbi, ökseye takılmış bir serçe gibi
çırpınıyordu. Arabayı rüyada gibi sürerek eve
yetişmek için can atıyordu.
Annesinin daha önce merkezi aradığı hiç
olmamıştı. İlk defa eve olabildiğince erken
gelmesini istemiş, ama nedenini
söylememişti.‟Telefonda olmaz. Akşam konuşuruz‟
diyerek Ümit‟i merak içinde bırakmıştı. Hemen
durumu babasına yordu Ümit. Acaba babası
rahatsızlanmıştı da fazla endişelenmesin diye mi
annesi telefonda söylemek istememişti… Ümit
kaygı yumağına dönmüştü…
Arabayı evin önüne üstünkörü park edip uçar
adım kapıya dikildi. Zili aralıksız çaldı.
“ Hoş geldin evladım.”
“ Hayırdır anne, babama bir şey mi oldu?”
Annesi, sıcacık gülümseyerek yanağını okşadı
oğlunun.
“ Yok kuzum yok. Gir içeri, konuşuruz.”
Beraber salona geçtiler. İbrahim Bey, yine
başköşeye kurulmuştu.
“ Hayırlı akşamlar baba.”
“ Hayırlı akşamlar. Geç otur bakalım şöyle.”
Ümit, iyice işkillenmişti. Babası, önemli bir
konu olmadıkça
öyle kolay kolay karşısına alıp konuşmazdı
kendisiyle.
“ Seninle konuşacağım mühim bir mesele var… Ee,
artık yaşın kemale erdi. Bir yuva kurmanın zamanı
geldi de geçiyor…”
Ümit‟in kan basıncı, anında dehşetli bir irtifa
kazandı. Yüzünün rengi, kafesten kaçan bir kuş gibi
uçuverdi. Hep bu günün gelmesinden korkuyordu
ki kaçınılmaz bir şekilde dibine düşmüştü şimdi.
“ …Biz de bir an önce, dünya gözüyle senin
mürüvvetini görmek istiyoruz. Torun torba sahibi
olmak burnumuzda tütüyor…”
Ümit cenderenin içinde gibiydi. Oturduğu yerde
kıvranarak
dinliyordu babasını.
“ …Annenin ahretliği Hamiyet Teyze‟ni biliyorsun.
O‟nun bir yeğeni varmış. Emine diye helal süt
emmiş, dini bütün bir kızcağız. İmam Hatip‟i yeni
bitirmiş…”
Ümit, sözün devamını duymak bile istemiyordu,
ama örümcek ağına takılmış bir sinek kadar
çaresizdi.
“ Demem o ki, annen bugün kızın evine görücü
gitti. Kızı pek bir beğenmiş. Gayet hanım hanımcık
ve güzelmiş. Biz de en yakın zamanda kızı istemeye
gideceğiz.”
Kısa bir sessizlik oldu. İbrahim Bey, kendisini
onaylamasını buyuran bakışlarını, Ümit‟in
gözbebeklerine dayadı.
“ Nasıl münasip görürseniz ”diye geveledi Ümit…
“Müsaadenizle” deyip, kederini ayağında pranga
gibi sürükleyerek odasına gitti. Annesi, hemen
ardından seğirtip yanına geldi.
“ Bak evladım, kızın resmi… Nasıl buldun? Güzel
di‟mi?”
Ümit, mecburen üstünkörü de olsa fotoğrafa
baktı.
“ Evet, güzel.”
“ Yoksa kızı beğenmedin mi?”
“ Yok, yok. Güzel kız işte.”
Annesi hafif buruk salona geri döndü. İçinde lâv
gibi biriken derdiyle baş başa kaldı Ümit. Sokaklara
taşıp avaz avaz haykırmak geçiyordu içinden: “ Ben
ibneyim ulaaaaaaaaaaaaaaaaaaan!
İbneyimmmmmm! ”
12
Cemal, radyoyu karıştırıp kafasına göre bir
istasyon bulmaya çalışıyordu. Pek çok frekansta,
Türkçe‟yi New York şivesiyle konuşan zırtapozlarla
karşılaştıkça söylenmeden edemiyordu: “Amerikan
yavşakları! Ukala dümbelekleri!”, diye. Derken, “
Tamirci Çırağı‟na rastladı bir kanalda. Yay gibi
gerilen sinirleri gevşedi. Eski bir dostu görmüş gibi
oldu.
70‟li yıllar, belleğinin tozlu raflarından iniverdi
birden. Ergenlik anılarına dalıverdi: Orta birdeyken,
ılık bir bahar günü, sıra arkadaşı Mehmet ile okulu
kırmışlardı. Cemal‟in kısa tarihçesinin en haylaz
günü olmuştu o gün. Hayatında ilk kez dondurma
yemişti, hem de gözüne karlı bir dağ zirvesi gibi
görünen koca bir kâse… Mehmet ısmarlamıştı tabi
ki. Çünkü O‟nun babası dolayısıyla da harçlığı
vardı.
Öğleden sonra sahildeki çay bahçesinde
oturmuşlardı. O ne güzel şeydi öyle denize karşı
çay içmek… Bir ara, yan masadaki iki genç adam
dikkatini çekmişti Cemal‟in. Konuştuklarından
hiçbir şey anlamıyordu. Ara sıra tatlı tatlı
gülüşüyorlardı. Bir ara, biri diğerine sormuştu
“Yahu senin memleket neresiydi?” diye.“ Ben aslen
sendikalıyım” yanıtını vermişti öteki. Karşılıklı
kahkahalar patlatmışlardı. Cemal, şaşırıp kalmıştı
„sendika‟ hangi kentin ilçesidir diye… Yıllar sonra
anladı…
Eski anıların arasından sıyrılıp mutfağa gitti.
Buzdolabından çıkarttığı birayı açıp salona geri
döndü. Birden tekrar dank etti kafasına, gecenin
göbeğinde tek başınalığı. Yalnızlığa ilikli mor bir
düğmeydi. Radyoyu kapatıp müzik setine bir türkü
albümü koydu. Sonra çöküverdi koltuğuna, kuyuya
indirilen bir kova gibi.
13
Sabah, yine gözlerini kendi evine açtığına
dehşetle şaşıp, hafiften sıçrayarak uyandı Cemal.
Sonra, yatakta tek başına uyanmanın hüznü, telkâri
ustası gibi işlemeye başladı acıyı içine.
Sık sık olduğu gibi, gene Gamze geçiverdi
yüreğinin önünden. Hani şu kızıl kız fotoğraftaki…
Gamze‟nin gelinlikli hayalinin üstüne haylaz
konfetiler savurdu kalbinde pıhtılaşan hasret…
Zoraki kalktı yatağından. Mutfağa gidip ocağa
çay suyunu koydu. Sonra banyoda yüzünü yıkayıp
sakal tıraşına başladı. Gene A Rh pozitif kanıyordu
yeni güne, azar azar intihar süsü verdiği sakal
tıraşıyla birlikte.
Banyodan çıktığında, çayın dem tutmasını
beklemeden ilk sigarasını yaktı. Çünkü kansere
kahkahalarla kafa tutan akciğerleri, sabırsızlıkla
„Carpe Diem‟ diye haykırıyorlardı. Geriye üç el
sigarası kalmıştı namlusunda paketinin.
Derin bir nefes daha çekmişti ki kapı çalındı.
Uzun zamandır ilk kez sabah sabah zil sesi
duyuluyordu evde. Cemal, kapıyı açtığında
karşısında Jale‟yi buldu.
Jale, belli ki epey erken kalkmış; gayet hoş, spor
giysileri, özenli makyajı ve elinde dumanı tüten
poğaça tabağıyla kapıda dikiliyordu.
“Günaydın Cemal” dedi, gözbebeklerinden taşan
hasreti gölgelemeye çalışarak. Beraber geçirdikleri
geceden arta kalan tatlı utangaçlığı gizlemeyi
beceremiyordu bir türlü.
“Günaydın, hoş geldin” diyerek karşılık verdi
Cemal, ince çapkın bir tebessümle… Yahu, niye
zahmet ettin gene Jale.
“ Ne zahmeti canım. Poğaça yapayım dedim
de… Sana da kokusu gelmiştir. Canın çeker diye
düşündüm.”
“ Sağ ol canım, teşekkür ederim. Görüşürüz ”
dedi Cemal, son sözcüğünün altını çapkın bir ima
ile çizerek.
“ Görüşürüz ” diye karşılık verdi Jale, bakışlarını
yere indirip şirin bir tebessüm eşliğinde. Sonra
utangaçlığını koltuğunun altına sıkıştırarak
istemeye istemeye merdivenleri çıkmaya başladı.
Cemal, ateşli poğaçaları yeni dem tutan çayın
yanına ekledi. Bir ara sardunyasına takıldı gözü:
“Kız ne büktün boynunu öyle? Kıskandın mı
yoksa?...”
Çıkarken yine vedalaştı eviyle…
Aşağıya iner inmez, içindeki huzuru kırık bir
oyuncağa çeviren uğursuz bir hava karşıladı
Cemal‟i. Yakasına bir Cezayir menekşesi gibi
iliştirdiği umut birden soluverdi.
„Kara kaftan‟ giydirilmiş bir vezir-i azamdı
gökyüzü. Kasvet, yağlı bir kement olmuş
sallanıyordu kentin üstünde, her an padişah fermanı
üzre eyleme geçmeyi bekler gibi.
14
Giderek daralıyordu sanki ofis. Cemal, başka
dosyaların bir yerinde, hep kesik baş cinayetlerinin
çözümsüzlüğüyle burun buruna geliyordu. Hiç içine
sindiremezdi, bir şeylerin üstesinden gelememeyi.
Nice engelle, nice acıyla çarpışa çarpışa tutunmaya
çalışmıştı hayata bu güne kadar.
Önündeki dosyanın kapağını ıssızlığa kapattı.
Daha küllükteki eski sigaranın cesedi soğumadan
yenisiyle nikâhlandı.
Ofisin kapısı ansızın yeni bir gerginliğe açıldı:
“Cemal komiserim!”
“Evet?”
“Yine bir kesik başlı ceset bulunmuş. Ümit,
bulunduğu mevkiden olay yerine intikal etmek için
yola çıkmış.”
Cemal, unvan maçına çıkan bir boksör gibi
gerildi. Olay yerinin adresini alıp zemine çivi çakar
gibi adımlarla aşağıya indi.”Ah bir açık versen,
ahh...” diye söyleniyordu kendi kendine.
Arabasının kapısını kopartırcasına açtı. Bir panzere
girer gibi yerleşti yerine. “Hadi bakalım, şimdi
n‟olacak” dedi içinden.
Issızlığın kapısı usulca açılmıştı Cemal‟e.
Arabası, kirli bir fısıltıydı sessizliğin içine karışan.
Kentin üstüne siyah bir perde gibi çekilmişti
karanlık. Farlar, cılız bir kılavuzdu, ağaçlıklı şose
yolun belirsizliğini aydınlatmaya çalışan. Orman,
kara gözlerini ağır bir tehdit gibi savuruyordu
arabanın üstüne.
Uzaktan heceleyerek görünmeye başladı titrek
bir ışık demeti. Olay yerine yaklaşmıştı. Arabayı en
yakın yere park edip el fenerinin sıska yardımına
yaslanarak ormana daldı. Her adımda daha da
yaklaşıyordu tenha bir tedirginliğe. Ölümün yalın
hali‟ne doğru adım adım ilerliyordu.
Işık demetinin içindeki silik görüntüler
belirginleşti. Olay yeri inceleme ekibi ve Ümit,
gelenin kimliğini algılamaya çalıştılar.
“Cemal komiserim?”
“Benim, ben…”
Ekip, ölüm‟ü çembere almıştı. Cemal‟in gelişiyle
çember „çıt‟ diye kırıldı ve hoyratça boy gösterdi,
kıdemli bir ağacın ayaklarına kapanmış şiddet: Orta
yaşın üzerinde, şişman bir kadın cesedi, başı
kesilmiş ve ağır hırpalanmış bir halde çırılçıplak
yatıyordu.
“ Bu sefer ki bir kadın ha!” diye şaşkınca
mırıldandı Cemal.
Cinayetlerin seyir defteri karmakarışık olmuştu.
Cemal, iki erkek maktulden sonra bir kadın
cesediyle karşılaşmayı hiç ummuyordu.
Ormanın kuytuluğu daha da derinleşti sanki.
Tedirginlik, dallardaki yapraklarda hışırdıyordu.
Alengirli bir sessizlik, sis gibi çökmüştü ormanın
üstüne.
Ne çok çekiç darbesinin emzirdiği bir patlıcan
tarlasına dönmüştü kadının teni; üstüne cömertçe
serpiştirilmiş sigara yanıklarıyla beraber. Sırtında
dikey kazınmış kısa metrajlı bir yazı : „ Kan var
bütün kelimelerin altında „…memelerinin
arasındaki derin vadide ise hoyrat bir ırmak gibi
akan gürbüz bir C harfi…
15
Jülide, bir yandan hırka örüyor, diğer yandan da
kanepede çekirdek yiyen Jale gibi, evin önüne park
edecek olan Cemal‟in arabasının sesine dikkat
kesiliyordu. Cemal ne zaman geç kalsa, zaman
sürünerek ilerlerdi kız kardeşler için. Kaygının
demir dağları çökerdi ikisinin de göğsünün üstüne.
Yürekleri, korku mengenesinde sıkışır kalırdı.
Her ne kadar, Jale‟nin Cemal ile geçirdiği
gecenin hıncıyla dolu olsa da Jülide, gene de
endişelenmekten geri duramıyordu. Arada bir göz
atıyordu Jale‟ye. O da kendisi gibi dışarıdan gelen
her sese kulak veriyordu. İkisi de eğreti
seyrediyordu televizyonu.
Kalp krizi gibi aniden geldi bir fren sesi odanın
içine. Kız kardeşler, reçele üşüşen sinekler gibi
pencereye konuverdiler. Neyse ki Cemal gene
sapasağlam dönmüştü işte.
Cemal, evinin kapısını güvene açıvermişti ki
birden çığ gibi devrildi üzerine yalnızlık. Cemal‟in
kimi vardı ki kimsesizliğinden başka…
Bir bira açıp koltuğa çöktü. Kafasına çöreklenen
kaygının kara bulutlarını dağıtmaya çalışıyordu.
Giderek daha da körleşen bir düğümün ortasında
sıkışıp kalmıştı. Yeni bulunan cesedin üstünde ve
çevresinde –yine- katili ele verecek herhangi bir
delil bulunamamıştı. Ve akılları iyice bulandırmıştı
son cesedin bir kadına ait olması.
İyice bunalmıştı artık. Bir yandan kronik
yalnızlık, diğer yandan kardeşten öte sevdiği
Ümit‟in eşcinsel çıkması, bir de bu berbat
cinayetler silsilesi…
En çok, böyle dertlerin üst üste istiflendiği
zamanlarda hasretini çekiyordu Gamze‟nin. Şimdi
yanında olsaydı ya…Önce tuz buz etseydi
yalnızlığını, sonra da dertleşebilselerdi...Şuracıkta,
Gamze‟nin dizlerine koysaydı başını doya doya
ağlayabilir miydi acaba?..Kim bilir nerede, ne
yapmaktaydı şimdi Gamze…Kim bilir nerede…
Acının çelik dikenleri batıyordu Cemal‟in
kalbine…
16
“Kanka, bir cin tonik daha versene ”dedi
barmene Ümit, başını kaldırıp dibine düştüğü derin
karamsarlığın içinden.
Cin tonik, Ümit‟i saygıyla selamlayıp önünde
esas duruşa geçti.
“Eyvallah, sağ ol.”
“Afiyet olsun.”
Babası hep hayatının önünde dikilen bir ünlem
işareti olmuştu. Sürekli engellemeye çalışmıştı
Ümit‟in kendi hayatının öznesi olmasını.
Çocukluğundan bu yana hep babası seçmişti hangi
okullarda okuyacağını, kimlerle arkadaşlık
edeceğini, hangi mesleği seçeceğini ve şimdi de
kiminle evleneceğini… En beteri de „bir kızla‟
evlenme zorunluluğuyla burun buruna gelmiş
olmasıydı. Nasıl diyebilirdi ki ailesine : „ Ben
geyim, kızlarla işim olmaz „ diye.
“ Kanka, tazeler misin ” diyerek kaldırdı
kadehini, barmenin görüş alanının içine.
Şu anda, bu bar taburesinin üstünde oturabiliyor
olması bile evdekilere görevde olduğu masalını
anlatması sayesindeydi. Tabi eve dönmeden önce
ayılmalı ve ağzına çadır kuran alkol kokusundan
kurtulmalıydı. Nerede kaldı onlara itiraz etmek…
Zaten evlenme konusunda nasıl bir bahanenin
ardına gizlenebilirdi ki bu saatten sonra. Bu kızı
beğenmediğini söylese ve hatta ailesini ikna etse
bile en kısa zamanda bir diğeri dayatılacaktı.
“Allah kahretsin!” diyerek savurdu dışarıya,
çaresizliğin içinde biriktirdiği öfkeyi. “ Ne
yapmalı!? Ne! Ne! Ne!”
Kederin kara faytonunun zorunlu yolcusuydu
Ümit. Cesaretinin sıkleti yetmiyordu, kendi
bayrağını dikmeye hayatının orta yerine. Uçsuz
bucaksız bir okyanus yalnızlığında, küçük bir ada
gibi kalmak da vardı işin sonunda.
“Kanka, bir tek daha ayarlasana.”
Barmen cin toniği avuntuya ayarladı.
“Ulan, bi‟ de sigara ver, içeyim anasını satayım.”
100 mm‟lik bir tütün namlusunu ciğerlerinin
körpeliğine doğrulttu. Bronşları, acemiliğin kesik
öksürükleriyle karşılık verdi.
Bir tutam küle dönen sigarayla beraber kadehi de
boşalıverdi.
“ Kanka, bir acı kahve getirir misin?..”
Barı kaplayan eğlence ormanının içinden
hareketli ağaçlara çarpa yalpalaya geçip tuvalete
girdi. Gürül gürül çarptı suyu yüzüne. Alkol sisinin
arasından hafiften beliriverdi yüzü. Sonra geri
döndü yerine.
Acı kahveyi ağzını acıtarak, soğumasını
beklemeden içti. Sonra hesabı ödeyip barın
karasularının dışına köhne bir sandal gibi taştı.
Tıpkı gelişte olduğu gibi bir taksiye atlayıp eve
doğru yola koyuldu. Koku giderici ağız spreyini
sıkıp, açık camdan jilet gibi çarpan yele verdi
yüzünü.
Taksi, kentin ağır makyajlı yüzünü geçip, epey
sonra Ümit‟in mahallesine geliverdi. Mahalle,
uykunun yumuşak koynuna girmişti çoktan. Tek
katlı evlerin açık mutfak pencerelerinden içeri dalıp
ne var ne yoksa küreselleştiriyordu kediler. Neyse
ki umudun sokak köpekleri hâlâ Diyojen gibi
dolaşıyordu hayatın kalbinde.
Evlerinin önünden indi Ümit. Pencereden
dışarıya üzgün bir ışık sızıyordu. Demek ki gene
uyuyamamıştı O gelene kadar anacığı.
Ümit, zile yasladı mahcup parmağını. Annesinin
merakla hızlanan ayak sesleri duyuldu içeriden.
“Kim o?”
“Benim anne.”
“Buyur evladım, gir içeri.”
Uyuşukluk, çizgili pijamalarıyla oturuyordu
başköşede.
“ Hayırlı geceler baba.”
“ Hayırlı geceler.”
Ümit, tam odasına doğru kırmıştı ki dümeni:
“ Evladım, karnın aç mı? Yemek hazırlayayım
mı?” diye sordu anacığı.
“Yok anne, tokum… Hemen yatayım.”
Odasına kapattı Ümit, geceye kanayan
kederini…
17
Nal sesleri duyuluyordu gökyüzünden, karşı
karşıya gelen kasvetin kara atlılarının. Flaşlar
patlıyormuş gibi anlık aydınlanıyordu gök, çarpışan
kılıçlarıyla kalkanlarından çıkan kıvılcımlarla.
Kanları damlıyordu kentin yüzüne hoyratça.
Kent, kanıksanmış bir bezginliği yineliyordu:
Maaş kuyruğunda üzüm taneleri gibi dökülüyordu
hayat salkımından emekliler. Siftahsız kapanan
kepenkler, birer halka daha ekliyordu umutsuzluk
zincirine…
Ama hâlâ serbest salınım yapıyordu
kahvehanelerde, bilmem kaç amperlik takım
şiddetinde futbol muhabbetleri. Ve hâlâ örümcek
ağı bağlıyordu kütüphaneler…
Emniyet Müdürlüğü‟ndeki ofisinde Cemal,
Ümit‟in raporunu dinliyordu.
“ Komiserim, maktulün kimliği kolaylıkla belli
oldu. Adı, Gülsüm Şencanlı. Fuhuş âleminin
kıdemli kokonalarından. Fettan Gülsüm namıyla
biliniyor. Özellikle küçük yaştaki kızları düşürüp
pazarlamasıyla ünlü.”
“ Vay aşağılık pezevenk vay! ” diye gürledi
Cemal, kendini tutamayıp.
“ Çeşitli suçlardan dolayı dosyası bir hayli
kabarık. İçerde yatarken aftan yararlanıp dışarı
çıkmış. Çıkar çıkmaz da tekrar tezgâhının başına
geçmiş…”
“Demek bu da afla çıkmış ha! ”
İşte tam bu noktada, Cemal‟in kalbi çözüverdi
kaygının iskelesine bağlı palamarlarını. Vicdanı tüy
gibi hafiflemişti… Bu katil her kim ise sadece ve
özellikle son af yasasının meyvesini yiyen, Suç‟un
esnaflarını öldürüyordu.
“ Peki, anlat Şehrazat. Şey… Ümit.”
Ümit, şaşkın gözlerle süzdü bir an Cemal‟i.
“ Adli tıbbın raporu öncekilerle aynı… Yani
elimizde yeni bir şey yok… Müsaadenizle ben
maktul hakkındaki araştırmayı derinleştiriyorum.”
“ Peki, araştır bakalım ”dedi Cemal dilinin
ucuyla.
Rehavetin uysal kuşları kondu Cemal‟in
kirpiklerinin ucuna…
18
Gece, kentin iliğine işlemişti. Kapkara
susmuştu evler...
Kentin saydam enkazları, yani sokak çocukları
ve bilcümle evsizler, kederlerini tinere ve alkole
bulayıp susturmaya çalışanlar, yalnızlığın sokak
köpekleri ve bir de Cemal kalmıştı bu derin
dipsiz karanlığında kentin.
Ağır tonajlı bir yalnızlıktı Cemal‟inki. Bir
türlü Gamze‟yi unutamamıştı. Aslında hiç
istememişti unutmayı. Gerçi O, hiç kimsenin
adını silememişti yüreğinin seyir defterinden.
Ömrünü delip geçen her Aşk „görülmüş‟ eski bir
mektup gibiydi kalbinin köhne çekmecelerinin
dibinde.
Bazı geceler bu kaldırımlar, kederine böyle
mesken olurdu. Upuzun yürüyordu Cemal
gecenin kalbine doğru, sanki hiç durmayacakmış
gibi. Kederinin menzilini kendisi de bilmiyordu.
Birden, bir saçak altının tenhalığından bir
karaltı yanaştı yanına. Çakmak çakmak
gözleriyle o yaşlı, partal giyimli adam çıkmıştı
karşısına.
“ Hey çocuk! Düş artık acı‟nın yakasından.
Silkin ve öp umudun pembe yanaklarını.
Unutma ki senin için her Aşk yanmaya bir
bahanedir. Sen kendine dönen bir pervanesin,
nârın özündedir ” dedi ve tekrar saçak altının
tenhalığına karıştı.
Bu sefer hiç şaşırmadı Cemal. Artık alışmıştı.
Derin bir iç çekip yalnızlığının namlusunu eve
doğru yöneltti.
Kasırga gibi girdi evin içine, tüm ışıkları ardı
ardına yakarak. Salondaki masanın üstünde duran
Gamze‟nin fotoğrafına doğru hışımla yöneldi.
Çerçeveyi alıp hırsla duvara fırlattı.
“ Oh be! Rahatladım…”
Kalbinin üzerine binen sıradağlar buharlaşıp
uçuverdi. Her şey daha canlı gözükmeye başladı
gözüne.
“ Yeter be! Neydi o öyle! ” diye haykırdı.
Hemen banyoya gidip ter içinde kalan yüzünü
yıkadı. Gözleri artık temiz bir sayfayı yansıtıyordu.
Sonunda yıkmıştı işte kalbinin demirbaş putunu…
19
Sabah, can kafesinde kanat çırpan bir serçe
sürüsüyle uyandı yeni güne. Haylaz bir çocuğun
sapanından çıkan bir çakıl taşı gibi fırladı
yatağından.
Banyodan çıkıp tam mutfağa yönelmişken
birden kapı çalındı. Cemal‟e zil sesi değil de kıvrak
bir oyun havası gibi geldi. Islık çalıp yaylanarak
kapıya yöneldi.
Kapıyı açar açmaz Jale‟nin yüzündeki
şaşkınlığı dudağından öptü. Kızın yüzü mahcubiyet
kırmızısına döndü. Gözleri heyecanın anayurdu
oldu.
Cemal, iç cebinde dalgınlığın avare kuşları ve
elinde dumanı keyifle hayata karışan sigarasıyla
merkezden içeri giriverdi.
Yüzündeki asabi kalenin düştüğünü görenler
gözlerine inanamadı. Hele yüzünde örgütlenen
umursamaz, dingin mimikler ne kadar da yabancı
geliyordu merkezdekilere. Hatta Cemal, bir iki
kişiye selam verdi. Etraftakiler bunu kıyamet
alameti saydı…
Hırsızlık masasının önünden geçerken genç ve
güzel bir bayan memurla heceleyerek bakıştılar.
“Hiç de fena kız değilmiş be!” diye mırıldandı
Cemal, arkasına dönüp bakarak.
Kız da utangaçlığını örtbas etmeye çalışarak
gülümsüyordu kendi kendine.
Ne kızdı ama!..Saçları bir demet frezya
gibiydi ya da Van Gogh sarısı. Kim bilir hangi
denizin mavisiydi gözleri… Acaba Cemal‟in
gözleri serbest stilde yüzebilir miydi bu vahşi
maviliklerde…
Cemal, tüm rahatlığı ve yenilenmişliğiyle her
adımını ömrünün yepyeni beyaz sayfasına
yazarken, geç kalmasına alışkın olmayan mesai
arkadaşları, nerede kaldığını merak etmeye
başlamışlardı.
Kuğu gibi süzülerek ofise girdi Cemal. İçerdeki
tüm gözlerin şaşkınlığı birer birer üstüne yöneldi. O
her an patlamaya hazır molotof kokteyli gitmiş,
yerine dingin bir okyanus dalgası gelmişti.
“ Günaydın amirim.”
“ Günaydın.”
“ Siz iyi misiniz!?”
“ İyiyim tabi. N‟oldu ki?”
“ Şey… Geç kalınca biraz merak ettik de.”
“ Ha! İşim çıktı ” dedi ve masasına yumuşak iniş
yaptı.
Yeni yaktığı sigarasına koşar adım yetişen çayı
getiren Necati‟nin
korkuyla karışık şaşkınlıktan elleri titriyordu.
20
Yağmur damlaları gizemli fısıltılarla ofisin
camlarını yalayıp geçiyordu. Ürkek bir sessizlik
volta atıyordu dışarıda. Cemal, kulağına dayanan
üniformalı bir tümceyle, evraklara gömülen başını
kaldırdı:
“Amirim, size telefon var.”
“ Kimmiş ?”
“ Kim olduğunu söylemiyor. İlle de sizinle
görüşmek istiyormuş.”
“ Peki, bağlayın bakalım.”
Cemal‟in telefonu tiz bir gerginliğe çaldı:
“ Alo, buyurun.”
“ „ Kan var bütün kelimelerin altında‟ ”
“…”
Cemal, ani bir tokat yemiş gibi afalladı.
Cesetlerin sırtına kazınan yazılar basında deşifre
olmamıştı ve bu da öncekilere benziyordu. Hemen
kendini toparlayıp arayanın yerini tespit etmeye
başlasınlar diye işaret verdi.
“ Evet, seni dinliyorum. Ne istiyorsun? ”
“ Adalet! ”
“ Daha açık konuşur musun? ”
“ Söylesene Cemal Komiser, devletin bizzat
kendisi adaletin temeline dinamit koyarsa, mağdur
bir bireye ne yapmak düşer? ”
“ Ne demek istiyorsun!? ”
“Beni bulmak istiyorsan başlangıçları iyice
kurcala…”
“Alo! Alo! Alo! ”
“…”
“Yerini tespit edebildiniz mi? ”
“Hayır amirim. Erken kapattı.”
Cemal, ahizeyi yavaşça yerine koydu.
“ Devlet adaletin temeline dinamit
koyarsa…Evet, kesinlikle bu cinayetler af yasasıyla
bağlantılı…Ama nasıl!?..Peki, başlangıçların altını
kurcala derken neyi kastetti?...Cinayetlerin mi,
yoksa af yasasının başlangıcı mı?..Yoksa daha
başka bir şey mi?...”
Bu tatsız telefon, Cemal‟in kalbine bir uğur
böceği gibi konmuş olan sevinci keskin bir kılıç
darbesiyle kesip attı.
Beş dakika sonra telaşlı bir ses:
“Amirim, gene O arıyor.
“Hemen bağlayın!
Telefon koşar adım bağlandı:
“Alo!
“ „ Mendilimde kan sesleri ‟…”
“Alo! Alo! Alo!..Gene birini öldürmüş…”
21
Ay, kente fısıldıyordu kendini, kara bulutların
kapı aralığından. Sarkıyordu damla damla kentin
yüzüne, göğün gürbüz kara saçları. Kasvet, çekilmiş
bir sustalı gibi dikiliyordu gecenin önünde.
Arabanın silecekleri yetişemiyordu, yağmurun flu
perdesini ertelemeye…
Arabayı ıssızlığın gözbebeğine park etti Cemal.
Korku soludu inceden. Ne de olsa, ölüm sürtünüp
geçmişti buralardan. Havada yağmur yemiş toprak
kokusuna karışan ölüm korkusu… Gece, cinayetin
en geniş siperiydi zaten her meridyen dairesinde.
Cemal‟in attığı her adım, kaygı‟ya açılan bir
pencereydi. Hiç hali yoktu bu gece, yeni bir cesetle
karşılaşmaya. Ama görev kaçınılmazdı.
22
Gece, elmas bir broş gibi iliştirmişti Ay‟ı
yakasına. Kara bulutlar dağılmıştı, yeni bir eylemde
buluşmak üzere sözleşerek.
Ay, perdeleri aralayıp evin içinde sızmaya
çalışıyordu, mutfak lambasının ışığıyla çarpışarak.
Yağmur, usulca geri çekilmişti pencerelerden,
camlarda parmak izlerini bırakarak.
Bir ünlem işareti gibi dikiliyordu Jülide, mutfak
tezgâhının önünde. Avuçlarının arasındaki tabağı
ters çevirip durulamaya devam etti. Hiç görülmedik
bir huzur yayılmıştı yüzüne. Ve arkasındaki masada
mosmor yatan Jale‟nin cesedi…
Hiç tereddüt etmemişti Jülide, eyleme geçerken.
Çünkü çoktan taşmıştı içinde biriken nefretin
magma tabakası. Çünkü çocukluğundan bu yana
neyi çok istediyse hep Jale elinden almıştı. En son
olarak da Cemal‟i… Kimse hesaplayamazdı
Jülide‟nin hayal kırıklığının hacmini.
Kırk yılı deviren bu rekabetten çok yorulmuştu
artık Jülide. Ve son raundu O kazanmak istiyordu,
Jale‟nin çok sevdiği tatlı canını alarak…
Her zamanki gibi bir akşam yemeğiydi, hüznün
yakasına karanfil takan. Iskalanmış iki ömrün,
geçip giden bir günü daha yan yana uğurlamasıydı
başlangıçta. Bu akşam da evin içinde çocuk sesleri
fısıldamıyordu; kapıyı çalan, işten gelmiş bir koca
yoktu yine.
Mutfağı tıka basa dolduran sessizliğin içinde
yemek yeniyordu. Bir göl kadar sakindi Jülide,
sanki biraz sonra öz kardeşini boğacak olan O
değilmiş gibi. Aslında o kadar da uzak değildi
cinayet düşüncesine. Kafasında defalarca
öldürmüştü Jale‟yi çeşitli şekillerde.
Bir bahaneyle usulca kalktı masadan.
Hesaplaşma anı gelmişti Jülide için.
Yatak odasına gidip yatağın altından daha önce
kement haline getirdiği kemeri çekip çıkardı. Ne bir
heyecan vardı içinde ne bir korku. Kardeş katili
olacakmış, hapislerde çürüyecekmiş, umurunda bile
değildi.
Avına yaklaşan bir leopar gibi sinsi ve karanlık
adımlarla mutfağa yöneldi. Aniden solduracaktı,
Jale‟nin elindeki zaman‟ın zambaklarını.
Arkasına sakladığı kemerle birlikte mutfağa
girdi. Jale, sırtı dönük bir halde yemek masasında
oturuyordu. Elindeki kemerle hızla Jale‟nin
başından geçirip bütün gücüyle sıkmaya başladı.
Kurbanı müthiş bir şekilde sarsılıp elleriyle
boğazını korumaya çalıştı. Bir yandan boğuk bir
inilti çıkıyordu ağzından. Jülide, daha da yüklendi
kemere. Gafil avlanmış olan Jale, iyice debelenip
bilinçsizce salladığı elleriyle masayı darmadağınık
etti.
Jülide‟nin içindeki kronik nefret, bir yanardağ
gibi infilak etmişti sonunda. Dipsiz bir şiddet,
parmak uçlarından Jale‟nin boğazına doğru
akıyordu.
Derken, debelenmeler durdu. Canı çıkmıştı
sonunda Jale‟nin. Yüzü mosmor kesilmişti, gözleri
yuvalarından fırlayacak gibi olmuştu.
Öldüğünden emin olmak için bir süre daha
kemeri sıkmaya devam etti Jülide. Sıkmayı
bıraktığında, Jale‟nin başı devrilen bir ağaç gibi
masaya düştü.
Birden tüy gibi hafiflediğini hissetti Jülide. İçi
tarifsiz bir huzurla doldu… Sonunda başarmıştı.
Hemen gidip saçını başını düzeltti. Polislerin
karşısına bakımsız, dağınık çıkmak olmazdı. Özenle
makyajını yaptı, saçını taradı. Daha sonra mutfağa
dönüp dağılan masayı topladı. Polisi arayıp büyük
bir soğukkanlılıkla bir cinayet işlediğini söyledi. Ve
polisi beklerken bulaşıkları yıkamaya devam etti.
23
Kentin matemini yararak ilerliyordu Cemal
arabasıyla, aklına saplanıp kalmış soru işaretleriyle.
Çok titiz çalışıyordu katil. Olay yeri inceleme
ekibi gene herhangi bir ipucu bulamamıştı. Maktul,
öncekilerle aynı yöntemle öldürülmüştü. Sırtında,
katilin telefonda söylediği „ Mendilimde kan sesleri
‟ sözü kazılıydı ve göğsünün ortasında da büyükçe
bir E harfi…
“ Tamam, anladık, katil sadece aftan yararlanıp
dışarı çıkanları öldürüyor. Maktullerin tek ortak
paydası bu. Kendince onlara ceza veriyor…Buraya
kadar tamam…Muhtemelen bir af mağduru…Peki
ama o kazıdığı yazılar ne anlama geliyor?..Bir
şeyler ifade etmeye
çalışıyor, ama epey bir dolambaçlı yoldan… Ya o
maktullerin göğsüne kazıdığı harfler ne demeye
geliyor?..Off, çıldırmak işten bile değil…Ne ipucu
var ne görgü şahidi…Bir tek şu Allah‟ın cezası
yazılar…
Aklını kanatan sorularla boğuşmaktan
yorulmuştu. Amirlerinin baskısı giderek artıyordu.
Bu davada ilerleme kaydedemeyişi, kariyerinin
üstünde kara bir leke gibi duruyordu.
Evin önüne gelip de ekip arabasını görünce
aklını zorlayan tüm sorular birden çil yavrusu gibi
dağıldı şaşkınlıktan. Polis İmdat ekibinin burada ne
işi vardı?..
Arabayı acele park edip aşağıya indiği sırada
Jülide, iki polis memurunun eşliğinde dış kapıdan
çıkıverdi.
Jülide‟yi elleri kelepçeli görünce, bir kat daha
arttı şaşkınlığı. Hemen yanlarına yanaştı:
“ N‟oldu Jülide? ”diye panik halinde sordu.
Jülide, anlamsız bakışlarla Cemal‟i süzdü.
Leğende yüzen bir kâğıt gemi gibi dingin bir ifade
vardı yüzünde.
“Amirim, bu bayan kardeşini öldürmüş ” diye
O‟nun yerine yanıtladı memurlardan biri.
Midesine yumruk yemiş gibi oldu Cemal.
Jülide‟ye bakakaldı soran gözlerle. Jülide ise boş
boş etrafa bakınıyordu.
Memurlar Jülide‟yi götürürken Cemal, mıh gibi
saplanıp kalmıştı kaldırıma. Kalbini dikenli teller
sarıp sarmalamıştı.
Kekeleyen adımlarla zar zor eve yöneldi.
“Allah‟ım ben n‟aptım, Allah‟ım…” Korkunç bir
vicdan azabı, mengene gibi sıkıştırıyordu yüreğini.
Bu kâbustan uyanmak istiyordu…
Yağmur dinmişti. Gece, ıslak bir elbise gibi
yapışmıştı kentin üstüne. Şu an Cemal, bir böcek
olup kentin en kuytu deliğinde kaybolmak
istiyordu. Kalbini ne yana çevirse keder‟e
çarpıyordu. Keder, deprem enkazı gibi yıkılmıştı
üzerine…
24
Sabah ezanı ansızın doluverdi odaya. Cemal,
şişmiş gözlerini bilinçsizce pencereye yöneltti.
Kurşuni ilmeklerle örülüyordu gökyüzü. Omuz
omuza veriyordu gökte uyaklı bulutlar. Ustura bir
rüzgâr, kentin façasını bozuyordu.
Kentin kılcal damarlarına kadar sokuluyordu
dikenli bir uğultu.
Cemal, berbat bir halde koltuğundan kalktı. Gece
boyu evin içinde acıyla volta atıp vicdanıyla
boğuşmuştu…
Merkeze geldiğinde hurdaya ayrışmış gemi
gibiydi. Azar azar intihar etti art arda yaktığı her
sigarayla…
Emniyet Müdürü, yanına çağırıp birkaç gün izin
kullanmasını önerdiyse de Cemal kibarca reddetti.
Tutunabileceği tek dalın işi olduğunu çok iyi
biliyordu.
Ümit, uzun süre Cemal‟in yanına yanaşamadı.
Ne diyeceğini bilemedi. Neden sonra gelip önce
başsağlığı diledi, sonra da dün bulunan kesik baş
cinayetiyle ilgili raporunu verdi.
Cesedin sırtına kazınmış olan, katilin telefonda
söylediği
„ Mendilimde kan sesleri ‟yazısı ve maktulün
göğsüne kazınmış irice bir E harfinden başka
herhangi bir ipucu bulunamamıştı gene.
Cemal, kendini ne kadar zorlasa da güçlük
çekiyordu dikkatini işine vermekte. Jale‟nin
cesedinin olası halleri aklının sınırlarını zorluyordu.
25
Günler geçtikçe, beynini kuşatan sis perdesini
aralamaya başlamıştı Cemal. Sonuçlandırılan iki
dosya biraz moralini düzeltmişti. Gece gündüz
kendini işine verip, olanları anımsamamaya çalıştı.
Jülide, tutuklanıp cezaevine konmuştu. Jale‟yi
öldürme gerekçesi üzerine tek söz etmemişti. Bu
davaya bakan polisler, Cemal‟in yanında, bu
cinayetle ilgili ayrıntılardan bahsetmemeye
özellikle dikkat etmişlerdi.
Ne var ki kesik baş cinayetleriyle ilgili hiçbir
ilerleme sağlanamamıştı. En son bulunan ceset,
Yırtık Emin namıyla tanınan Müteahhit Emin
Yıldırım‟a aitti. 17 Ağustos Depremi‟nde yaptığı
binalar yıkılan ve enkaz altında can veren onlarca
insanın hayatından sorumlu tutulan bu adam, diğer
maktuller gibi aftan yararlanarak dışarı çıkmıştı.
Bir akşam Cemal, yine evinde „rakı şişesinde
balık olmaya‟ özenirken telefon çaldı. Yeni bir
kesik başlı ceset daha bulunmuştu. İçine daldığı
keder‟in durgun gölünden başını zar zor kaldıran
Cemal, apar topar yola koyuldu.
Gece, sivri pençelerini kente geçirmişti. Ay‟ı
abluka altın almıştı kara bulutlar. Cemal, kirli bir
bilinmezliğe doğru sürüyordu arabasını.
Olay mahalline geldiğinde gene bildik manzara
karşıladı Cemal‟i. Bu sefer cesedin sırtına „
Ellerimizle dokunduk halkın acılarına „ yazısı
kazınmıştı. Göğsünün orta yerinde de kocaman bir
İ harfi.
İlerleyen günlerde cesedin kimliği belirlenmişti.
Maktul, Cin Ali namıyla anılan Ali Sonay‟a aitti.
Bu Cin Ali‟nin sabıka dosyası neredeyse boyunu
aşıyordu. Çok can yakmış usta bir dolandırıcıydı.
Pek çok insanı, eksik sigorta primlerine rağmen
Bağkur‟dan emekli edeceği vaadiyle dolandırmıştı.
Cin Ali de tıpkı diğer maktuller gibi aftan
yararlanarak dışarı çıkmıştı.
Cemal, bu kesik baş davasında tam anlamıyla iki
arada bir derede kalmıştı. Bir yandan görevi gereği
katili bulmak zorundaydı, diğer yandan da katile
hak vermekten kendini alamıyordu. Zaten katil,
hiçbir ipucu bırakmıyor, hiç açık vermiyordu. Bu
durum, Cemal‟in işine geliyorsa da bir yandan da
mesleki sorumluluk, diken gibi batıyordu.
Cesetlere kazınan yazılara çok kafa yormuş, ama
bunlara hiçbir anlam verememişti henüz. Katil
mesajını çok muğlâk bir şekilde veriyordu. Ve
giderek daha sık cinayet işliyordu.
Kasvetin gökyüzünü istila ettiği bir sabah, yeni
bir kesik başlı ceset daha bulundu. Yine çekiç
darbeleriyle kırılmış kemikler, sigara yanıklarıyla
dolu bir kütle halinde yol kenarında yatıyordu.
Bununla birlikte altıncı ceset olmuştu.
Ertesi gün Ümit raporuyla Cemal‟in yanına geldi:
“Amirim müsait misiniz?”
“Evet, ne vardı?”
“ Dün bulunan cesetle ilgili raporu getirdim.”
“ Gene ipucu yok, değil mi?”
“ Maalesef…”deyip başını hafifçe öne eğdi Ümit,
sanki bu O‟nun kabahatiymiş gibi.
“ Bu seferki hangi suçtan sabıkalı? ” diye sordu
Cemal, sigarasını böcek gibi ezerek küllükte.
“ Bu hepsinden betermiş. Adı Necati Tandoğan.
Küçük bir kıza tecavüz edip öldürmüş. Cesedi de
fosseptik çukuruna atmış…”
“ Vay şerefsiz puşt vay! ”dedi Cemal,
yumruklarını sıkıp dişlerini birbirine geçirerek.
“ Hem de şerefsizliğin dik âlâsı amirim, diyerek
Cemal‟e katıldı Ümit, devam etti anlatmaya:
“ Af yasası uyarınca, bu tip cinayetle biten tecavüz
durumlarında, sapıkların cinayetle ilgili cezaları
sıfırlanmıştı…”
“Allah kahretsin ki öyle!”diye karşılık verdi Cemal,
sinirden iyice gerilmiş bir halde.
“ Necati denen bu aşağılık sapık da tecavüzle ilgili
cezasını yatmış, cinayetinin cezası affedilince de
dışarı çıkmış.”
“ Yahu bu nasıl adalet ya! Adam tutup küçücük bir
kıza tecavüz ediyor, bir de öldürüp bok çukuruna
atıyor, sonra da devlet cinayetini affediyor. Bu ne
ya! Bu ne! ”
“ Bu cesedin sırtında da „ Tekliğimiz ay ışığında
boğulurken „ yazıyor. Göğsünde de T harfi var.”
“Hımm…”
“Bakalım bu işin sonu nereye varacak.”
“Tamam, sen devam et” dedi Cemal kayıtsızca...
26
Yine yalnızlığını eve hapsetmişti Cemal. Güneş,
çoktan damlara sürtünüp gitmişti. Karanlık, virüs
gibi yayılmıştı kentin her yerine.
Üçüncü kadehi de yuvarladı. Önündeki
peynirden bir lokma daha aldı.
Kesik baş cinayetlerinin failini yakalamayı pek
istemese de amirlerinin baskısı giderek artıyordu.
Ciddi azarlar işitmeye başlamıştı artık. Gönülsüz de
olsa mesleki kariyer açısından bu davayı
çözmeliydi.
Cesetlerin sırtına kazınan yazıları alt alta
yazmaya başladı:
Hangi bir ipek yolu harf dizisi
çoğaltır…………………….K
İntihar karası faytonuyla ağışı göğe atlarıyla
birlikte…..E
Kan var bütün kelimelerin
altında………………………...C
Mendilimde kan
sesleri…………………………………….E
Ellerimizle dokunduk halkın
acılarına…………………..İ
Tekliğimiz ay ışığında
boğulurken……………………...T
Birden fark etti ki bu yazıları alt alta yazınca,
baş harflerinden bir isim çıkıyordu ortaya.
“ Ulan burada HİKMET yazıyor be!..Bu şey
değil mi ya?..Ne deniyordu?...Hah, buldum. Bu bir
akrostiş yahu! “
Hemen Ümit‟i aradı:
“ Alo, buyurun.”
“ Ümit, benim.”
“ Buyurun amirim.”
“ Senin dayıoğlu edebiyat öğretmeniydi, değil mi? ”
“ Evet!? ”
“ Şu kesik baş cinayetleriyle ilgili bir ipucu buldum.
Bana senin dayıoğlu lazım olacak. Arayıp söyle de
yarın müsaitse uğrayıp bir ziyaret edeyim.”
“ Peki amirim.”
Telefonu kapattığında bir yandan rahatlamış,
diğer yandan da kederlenmişti Cemal.
“ Kusura bakma arkadaş. Seni yakalamak
zorundayım”, diye mırıldandı.”
27
Ertesi gün Cemal, Ümit‟ten dayıoğlunun
çalıştığı okulun adresini alıp öğle civarı okulun
önüne gitti. Öğle tatilinde, öğretmenle buluşup bir
çay bahçesine gittiler.
“ İşte Hüseyin Bey, akrostiş burada, diyerek
elindeki kâğıdı uzattı.
Hüseyin, çayından bir yudum alıp gözlerini
kâğıda dikti.
“ Bir bakalım… Bunların hepsi birer dize.”
“ Dize mi? ”
“ Evet, ünlü şairlerin dizeleri bunlar. İlk dize, yani
„ Hangi bir ipek yolu harf dizisi çoğaltır‟, Kemal
Özer‟e ait. Yanındaki K harfi de Kemal Özer‟in
K‟sı. Altındaki dize de Ece Ayhan‟ın. Yanındaki E
harfi de bunu sembolize ediyor. Diğer dizeler de
sırasıyla; Cemal Süreya, Edip Cansever, İsmet Özel
ve Turgut Uyar‟a ait… Sizin katil İkinci Yeni‟yi
çok seviyormuş herhalde.
“ Peki HİKMET adında bir şair var mı?, diye
merakla sordu Cemal.
“ Vallahi bilemem… Belki edebiyat dergilerinden
bilgi alabilirsiniz. Yeni yetmeler dergilere bolca şiir
gönderirler. Oradan adresi bulunabilir.
“ Çok teşekkür ederim, sağ olun, dedi Cemal,
yüzüne tatlı bir tebessüm yayılarak.”
Hemen merkeze dönüp elemanları araştırma
yapmak üzere belli başlı edebiyat dergilerine
gönderdi. Birkaç saat sonra tüm ekip geri döndü:
“Amirim, şüphelinin kimliğini ve adresini tespit
ettik” dedi Ümit
gururla.
“ Çok iyi.”
“ Ama dahası da var…”
“ Anlat bakalım.”
“ Şimdi amirim, bizim dayıoğlu çok iyi düşünmüş.
Şüpheli, edebiyat dergilerine şiirlerini yolluyormuş.
Dergilerin birinden tam adını ve açık adresini tespit
ettik. Adı Hikmet Çeliköz. İç mimarmış ve…”
“ Eee?”
“ Bu son bulduğumuz ceset var ya, hani küçük bir
kıza tecavüz edip öldüren sapığın cesedi…”
“ Evet!?”
“ İşte o küçük kız, bu Hikmet Çeliköz‟ün kız
kardeşiymiş.”
Cemal, acıyla yutkundu. Bir an kendini
Hikmet‟in yerine koydu.
“ Amirim, bu Hikmet Çeliköz, kendi halinde,
kimseye zararı olmayan biriymiş. Bu olay, O‟nu
çok yaraladıysa da hayatını normal bir şekilde
devam ettiriyormuş. Ama af yasasıyla o sapık
hapisten çıkınca içine kapanmış. İşini de bırakıp
kimseyle görüşmez olmuş…”
“ Tamam, anlaşıldı ” diyerek iç geçirdi Cemal.
“Ekipleri hazırlayın. Baskına gidiyoruz.”
Ekipler hazır olur olmaz Hikmet‟in evine
baskına gittiler. Kapılar kırıldı, içeri girildi, ama
Hikmet evde bulunamadı.
Apartman kapıcısı, yaklaşık yarım saat önce,
Hikmet‟i iskeleye doğru giderken gördüğünü
söyledi.
Tüm ekipler, hızla iskeleye doğru yola
çıktılar…
III-
28
Ve Hikmet, ayakları iskelenin ucuna çakılı halde
boğazındaki damarları patlatırcasına haykırdı:
“Bu iş artık bitmeliii…”
Sonra, küstah bir sessizlik çınladı kulaklarında.
Ay, uzatıp kafasını esmer bulutların arasından, pis
pis sırıttı. Deniz, anne şefkatiyle kollarını açmış
bekliyor olsa da, atamadı Hikmet kendini derin
huzurun içine. Arınmak istiyordu, beceremedi.
Başaramadı hayattan istifa etmeyi. İntihar,
düşlendiği kadar kolay geçirilemiyordu eyleme…
Anladı.
Aklı, kös kös dönmeye karar verdiyse de
ayakları anlamazdan geliyordu. Ne geriye
dönebilmek o kadar kolaydı ne de atlayabilmek
denize.
Tam sözlüden sıfır alıp karatahtadan yerine
dönen öğrenci edasıyla başı önde, geriye dönüp bir
adım atmışken, siren sesleriyle çarpıştı. Kafasını
kaldırıp ekip arabalarının farlarıyla göz göze geldi.
İşte bu, Hikmet için bulunmaz fırsattı. Sen
düşemezsen hayatın balkonundan, birileri seni
itebilirdi bilinmeyene. Böylesi daha kolaydı.
Tüm ekip, iskelenin başında arabalarından inip
silahlarını çekti. Cemal, elinde namlusuna mermi
sürülmüş ondörtlüsüyle ekibiyle önünde duruyordu:
“ Hikmet! Teslim ol! ”
“ Hoş geldin Cemal‟im. Azrail‟im hoş geldin.
Sanma ki sen bu oyunu kazandın. Onu ben sana
armağan ettim.”
Cemal‟in ilk defa eli titriyordu birisine silah
doğrulturken. Ve kekeliyordu yüreği. Bir yandan
zarar vermek istemiyordu Hikmet‟e, diğer yandan
ise görevini yapmak zorundaydı. Elinden gelse
madalya takardı Hikmet‟e, ama o bir polisti ve
yasalara uygun davranmalıydı. Her ne kadar, artık
yasalar Adalet‟e uymuyorsa da…
Küçük, tedirgin adımlarla Hikmet‟e
yaklaşıyordu. Hikmet ters bir şey yapacak da O‟nu
vurmak zorunda kalacak diye ödü kopuyordu.
“ Hadi Hikmet! Sakın yanlış bir hareket yapma!
Teslim ol artık! Buraya kadarmış! ”
“ Buraya kadar ha! Eee…N‟olacak şimdi? Ben
teslim olurum, hapse girerim. Ee…İki sene sonra
beni de mi affedecekler!?
“ Bak, seni çok iyi anlıyorum. Yani… Yani
kendimi senin yerine koyunca ben de öfkeden
deliriyorum. Kız kardeşine olanlara ve o sapığın
aftan yararlanmasına kahroldum… Ama artık teslim
olmalısın… Her şey bitti…
“ Her şey bitti, öyle mi!? Peki, ben tavuk bile
kesmemiş biriyken bu, insanlıktan çıkmışlığım
n‟olacak!? Ben ki kendi halinde, efendi bir
adamken, kendi adaletimi sağlamak zorunda
kalışım…Ha!..Peki, beni kim itti lan hem yargıç
hem cellat olmaya!? Söyle lan ne bitti!?
Cemal‟in kalbinin zırhı delik deşik olmuştu. Öz
kardeşine silah çekmiş gibi duyumsuyordu kendini.
“ Etme eyleme Hikmet, teslim ol. Beni seni
vurmanın vicdan azabıyla baş başa bırakma. Teslim
ol artık. Kaçacak yer yok.”
“ Kaçmak mı!? İnsan kendinden kaçamaz ki
Cemal...”
“ Tamam Hikmet. Sakince kaldır ellerini ve
teslim ol.”
Hikmet yanıt vermedi. Boş gözlerle baktı
Cemal‟e. Ve hızla elini silah çekecekmiş gibi
beline attı. Oysa üstünde silah falan yoktu.
Cemal, mesleki refleksle, hemen iki el tetik
düşürdü. İki zoraki mermi, delip geçti Hikmet‟in
göğsünü. Biri tam kalbinin orta yerinden, yani
acının başkentinden geçip gidiverdi. Havalandı
mermilerin şiddetiyle Hikmet‟in cansız bedeni.
Huzurlu bir tebessüm yayılmıştı özgürce yüzüne.
Ana rahmine düşer gibi düştü denize. Deniz,
sarıp sarmaladı, bağrına bastı Hikmet‟i. Bir avuç
kan kaldı Hikmet‟e dair suyun yüzünde…
İskelenin üstünde Cemal, diz çökmüş, hiç
kimseye aldırmadan kana kana ağlıyordu…
Ve yine yağmur… Ki bu kez gözyaşlarıydı
göğün, delip geçen geceyi…
SERKAN ENGİN