Upload
yol-siyasi-dergi
View
249
Download
11
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi
Citation preview
Y e n i
d ö n e m - y e n i
g ö r e v l e r
Y a s a l - m e ş r u
a ç ı l ı m :
D e m o k a t i k
h a l k c e p h e s i
K a p i t a l i z m
d e n
s o s y a l i z m e
g e ç i ş ç a ğ m a
n e o l d u ?
F a ş i z m i n
a ç m a z l a r ı -
a d ı m l a r ı
K ü ç ü k d e v
ü l k e :
K ü b a
D e v Y o l
ü z e r i n e
k ı s a b i r n o t
T ü r k i y e ’ d e
i ş ç i s ı n ı f ı
YOLSiyasi dergi
MERHABAGenellikle sosyalist yayınların yakalarını kolayca sıyıramadıklan bilinen parasal güçlükler nedeniyle yayınımızı okuyucuya belirtilen düzen içerisinde sürüdilremedik. Uçnücü sayımızın okuyucunun eline ulaştığı günden bu yana oldukça uzun bir zaman geçti. Yazılacak şeyler biriktiği gibi düzenli okuyuçulanmıza karşı borçlarımız da birikti. O nedenle dördüncü sayımızın alışılmış olandan daha geniş bir hacme ulaşması, okuyucu isteklerine verilen birikmiş bir yanıt olarak algılanabilir.Yayınımızın gecikmesi dolayısıyla, bu sayıda yer alan bazı yazılar geçen yıla ait tarihler taşımaktadır. Bu yazıların yazılış tarihlerini izleyen günlerde basılması, okuyucu bilincinin tazelenip geliştirilmesinde daha canlı bir insiyatif edinmemizi sağlayacağı gibi, yapılan siyasi değerlendirmelerin devrimci ortamdaki tartışmalar üzerinde de yaratacağı muhtemel etkiler de daha yüksek ve canlı olabilecekti.Gene de mevcut dönemin özelliklerini ve devrimcilerin önündeki taktik sorunları değerlendiren bu yazılan kapsayıcı derinlikleriyle Türkiye'nin siyasi güncelliğini kavradıklan ve nisbeten uzun dönem kavrayacak göründükleri için yazılış tarihlerin belirterek yayımlamayı biraz gecikerek de olsa tartışma ortamına sunmayı uygun bulduk.Mehmet Yılmazer'in yazısı,sosyalist sistemin çöküşü ve "Üçüncü Dünya"da özellikle Latin Amerika'da ve eski sosyalist ülkelerdeki kapitalist restorasyon hareketlerine ters yönde gelişen toplumsal bilinçlenme etkilerine işaret ederek, kapitalizmin yeniden liberalleşmesiyle "tarihin sonu'na gelindiği emperyalist yalanını reddediyor. Yılmazer,son yıllarda dünyanın geleceği üzerinde sosyalizmin daha büyük bir zaferine değin derin ve eskisinden farklı etkiler yaratan değişimlerin tarihin yeniden yazılışını zorunlu kıldığına işaret ediyor ve iddialı bir denemeye girişiyor.Ali Kemal'in "Faşizmin Adımlan ve açmazlan" ve Alp Aydm’ın "Yeni dönemi , yeni görevler" başlıklı yazıları, Türkiye'de faşist kurumlaşmanın yapısını ve halk muhalefeti karşısında geçirmek zorunda kaldığı iç dönüşümü tartışıyor. Alp Aydın "Yasal Meşru Açılım: Demokratik Halk Cephesi" yazısmda, Kürt halkının ve işçi-memur hareketinin yarattığı "fiili durum" içinde hem denokrasinin "fiilen" genişlediğini, hem de bütün temel kurumlan zaafa uğrayan düzenin faşist yapıyı restore ederek güçlendirmeyi amaçladığını tesbit ediyor. Bu iki zıt yönlü eğilimin toplumsal çatışmalar alabildiğine yoğunlaştırdığı günümüz koşullarının, devrimci hareket ve proletarya sosyalizminin önüne çıkardığı özel örgütlenme biçimlerini ve takük manevralan ele alıyor.Ali Kemal'in "Türkiye'de işçi sınıfının durumu" yazısında, sınai gelişimin işçi sınıfının sosyal iç yapısı ve bilinç koşullarında yol açtığı dönüşümü inceleniyor. Nevruz Çağlar, küçükburjuva devrimciliğinden liberal solculuğa evrim geçiren Devrimci Yol'un soslyalist kamuoyunda ilgi çeken "tartışma süreci"ni ele alıyor. Ayşe Tansever'in "Küçük dev ülke: Küba" yazısı ise Küba'da sosyalizmin yüzyüze olduğu ekonomik-politik güçlükleri inceliyoır.Okuyucuya yayın düzenini dakikleştirme uğraşının her şeyden önde geldiğini bildirmek isliyoruz. Beşinci sayıda buluşmak dileğiyle....
YOL SİYASÎ DERGİSAHİBİ VE YAZIİŞLERt MÜDÜRÜ: Mustafa Kemal ÖZTÜRK
FİATLTürkiye 20 000 TL Yurt DIŞI Fiatı:6 DM YILLIKABONE BEDELİ:80 000 TL
YURTDIŞI:25 DM Üç ayda bir çıkar
ADRESİ:ÇINGIRAKLI BOSTAN SOK. 19/21 D.3 AKSARAY İST. TEL 523 05 16 BASKI: AYDINLAR MATBAASI HESAP NO:İş Bankası
Aksaray şubesi 1002 300 995759
İçindekiler"Kapitalizmden sosyalizme
geçiş çağı"na ne oldu?...........Sayfa 7Faşizmin açmazları-adımları..Sayfa 42Yeni dönem-Yeni görevler.......Sayfa 57Yasal-Meşru açılım ................ Sayfa 89Dev-Yol üzerine kısa bir not ...Sayfa 148Türkiye'de işçi sınıfı II.............. Sayfa 159Küçük dev ülke:KÜBA.............. Sayfa 179
Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu? YOL 7
"Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu?
Mehmet YILMAZER
Giriş ya da tarihi yeniden yazmak
Yaşanmış, ölü tarih Sosyalizmin çöküşüyle canlandı, yeniden yazılıyor. Gelişimin her büyük dönüş noktasında, İnsanlık, yeni bir geleceğe hazırlanırken, tarih öne çıkar ve yeniden yazılır.
Tarih, uygarlıkla birlikte, insanlığın yerleşik tarım toplumu basamağına tırmanmasıyla başlar. Bu sıfır noktasından gerisi "yazısız" tarih ya da "Tarih öncesf'dir. İnsanlık kendi tarihini yazabilmek için göçerlikten yerleşikliğe ulaşmayı bekledi. O tarihten bugüne insanlığın toplumsal gelişimi her önemli altüstlük konağında, yeniden yazıldı. Yaşanan günden geleceğe, tarihle hesaplaşılmadan sıçranamadığı için, insanlığın gelişimi boyunca tarih de her seferinde yeni bir yaklaşırınla defalarca yazılacaktır.
Kent medeniyetlerinin kendi kısa ömürleriyle ilgili yazılı tarihi, her seferinde, barbar akınlarıyla kesintiye uğradı. Tarih bir dönem için durdu, hatta geriledi; sonra yeniden geleceğe doğru hız aldı. Avrupa orta çağı, insanlığın yeni bir gelişim konağı oldu. Tarih, tek tanrılı dinlerin merceğinden ve saray kültürünün süzgecinden geçerek yeniden yazıldı.
Aydınlanma Çağı, insan bilincinde öncesiyle kıyaslanmayacak öl-
YOL 8 Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı'na ne oldu?
çüde bir sıçramaydı. Tarihin aktörleri arasına, geri dönülmez biçimde "toplumu" yerleştirdi. Çok geçmeden "toplumun" içinden burjuvazinin önüne, tarih sahnesine işçi sınıfı çıkıp ve 1917 Rus devrimiyle birlikte devlet olarak tarihe giriş yapınca; o güne kadar yazılmış tüm tarihler altüst oldu, yeniden "kapitalizmden sosyalizme geçiş çağt' olarak yazılmaya başlandı.
Günümüzde bu "çağ', Sosyalizmin çöküşüyle kapanmış görünüyor. Öyleyse tarih bir kere daha yazılacak! Yaşanmış, olup bitmiş olayların değiştirilmesi sözkonusu olmayacağına göre tarihin yeniden yazılması olayların çarpıtılması değil, ulaşılan yeni bilinç birikiminden, adeta gelişmiş teknikli yeni bir araçla labaratuvara girer gibi, insanlığın geçmişine bir kere daha bakmak olacaktır. Bulunulan noktasının yüksekliği değişmiştir, eldeki araçlar daha gelişkindir, dolayısıyla dün bulanık görünen kimi noktalar netleşecek, buna rağmen bazı alanlar hala karanlık kalmaya devam edecektir.
İnsanlık, tarihini, üç ayrı yönden yeniden yazmaya başladı bile...Sosyalist ülkelerde Lenin heykelleri idam edilirken: '.atin Amerika- da "uygarlık taşıyıcısf Kolombun kişiliğinde 5 yüzyıl, t talan ve sömürü lanetleniyor, Panço Villa'nın, Zapata'nın resim,erini taşıyan yığınlar Kolomb heykellerini yıkamasalar bile, taşa tutuyor. Bu birbirine taban tabana zıt iki dev akıntının ortasında, Kapitalist anayurtlarda "liberal demokrasilerin zaferi için şenlikler yapılıyor. Tarihin yaşadığımız momenti, sanki geçmişiyle alay etmektedir. İnsanlık yaşamından sömürünün kaldırılması için, kanteri dökülerek kurulan sosyalist ülkeler, adeta bilinç körlüğüne uğramışçasına, histerik bir coşkuyla sömürünün pençesine koşuyorlar.
1848 devrimleri yenildiğinde Herzen, Avrupa'yı gerileme dönemi Roma'sma benzetmişti. "Avrupa sosyalistlerini, Romalıların koğuştur- duğu ilk Hristiyanlara ve Slavları Roma imparatorluğunu yıkacak ve tarihe kendi katkılarını yaparlarken, aynı zamanda Roma'dan devralınmış Hıristiyanlığın bayraktarlığını üstlenecek barbar kabilelerle karşılaştırıyordu" (1)
Slavlar, Romayı (Avrupa'da kapitalizmi) yıkamadılar, ancak insanlığın önünde Sosyalizmin bayrağını taşıdılar. Yetmiş yıl sonra ise, ellerinde kapitalizm bayrağı, barbar akınları gibi değil, aç gözlü dağınık çeteler gibi Avrupa'nın vitrinlerine koştular.
Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu? YOL 9
Avrupa'nın vitrinlerine koşarak Slav halklarının kendilerini aşağılamalarına karşılık; Latin Amerika insanı yüzyıllardır kendini aşağılayan Batı sömürgeciliğini lanetliyor. Eğer Latin halklarının bu tepkisi 500.yıl öfkesi olarak kalmazsa; sosyalist ülke insanlarının saptıkları çıkmaz yolda ayılmaları için çok uzun yıllar gerekmezse, birbirine zıt iki anofarın etkisiyle, dünyada her türlü eski kalıp sorgulanıp, yıkılacaktır.
Sosyalist ülkelerdeki restorasyon, halkların itildiği bu büyük yanılgı, . acılı pratiğiyle bu ülkelerde şimdiye kadar düşülen yanılgıları en iyi bi
çimde sergileyecek, böylece, bu ülkelerin tarihi yeniden yazılacaktır. Tarih, "mantıklı" yollar izlemiyor. Sovyetlerde Stalin'in tanrılaştırtması da; kırk yıl sonra histerik bir biçimde aşağılanması da soğuk mantık açısından "akıldışı" kalır. Tarihi yapan geniş insan topluluklarının kol- lektlf bilinci böyle "akıl dışı" zikzaklı yollar izliyor.
Dünyamızda kırk yıldır geçerli olan dengelerin yarattığı bilinçlenme günümüzde köklü bir altüstlüğe uğruyor, Yaşanan bu zikzak, insanlığın geleceğini yeni koşullara taşıyacak bilinç yükselmesini yaratacaktır. Sadece aydınların düşüncesinde değil, geniş insan kitleleri için bir yükseliştir söz konusu olan.
Yeni koşullarda tarihi nasıl yazacağız?Bu konuda, son yılların en gözde tezi "Avrupa merkezli tarih anla
yışından kurtulmaktır. (2) Emperyalizmin egemenliğine düşünce planında bu karşı çıkışı bir devrimci tepki olarak anlayabiliriz. Ancak insanlık tarihi sırf tepkilerle yazılamıyor. "Kuzeyli bakış açılarından kopan devrimci bir tarih bilincinin yaratılması" ne demektir?
Tarihi, insanlığı İleriye götüren toplumlar, sınıflar, ülkeler yazıyor.Mezopotamya'da Irak, Mısır'da Nil uygarlığı, ardından Hint ve Çin-
medeniyetleri insanlık tarihinin hareket noktaları iken, Ingiltere adasında barbarlar daha tarih öncesindeydiler. 1917'ye kadar ise, kapitalist anayurtlar tarih yazıcısıydı. Antik Tarih'te Batı'nın barbarları Do- ğu'nun masalsı zenginliği ile büyülü iken, kapitalizm yıllarında Doğu halkları, Batı'nın fırtınalı gelişiminin içine çekildiler.
1917'de Sovyetler, insanlık tarihine parlak bir ivme verince, tarih yazımında "Batı"nın tekeli kırıldı.
Sosyalizmin çöküşüyle birlikte ise, Batı tekeline geri mi dönülüyor? Şüphesiz böyle bir eğilim var. Fakat , daha önemlisi tarih anlayışında
YOL 10 Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu?
ortaya çıkan köklü değişimlerdir. Tarihin bir yönü var mıdır? insanlık hep ileriye mi gidiyor? Eğer bugün Amerikan yerlileri ve üçüncü dünya halkları kapitalizme bayrak açıyorsa, ileriyi kim temsil etmektedir? Daha da öteye gidilirse, teknik yenilikler doğayı öldürüyorsa bir gelişme sayılabilir mi?
Çok daha gerilere gitmeyelim, 19. yy'da kapitalist ülkeler tarafından geri ülkelerin talanı tepki görmek şöyle dursun, ilerleme olarak kabul ediliyor, "tanrısız vahşilere" Isa ile birlikte kapitalizmin metalarını da götürmek gidilebilecek tek doğru yol olarak kabul ediliyordu. Sosyalist düşüncelerin şekillenmesi ve yükselen mücadeleyle bu yaklaşımlar kendini yeni koşullara uydurmak zorunda kaldı. Artık, kapitalizm öncesi toplum biçimlerinin ve halkların kendi gelenekçil yapılarının ilerleme adına zorlanması reddediliyor. Avrupa, yani kapitalizmin değerleri, model olmaktan çıkıyor.
Aslında, sorun dünyadaki eşitsiz gelişmede, buradan kaynaklanan ileri ve geri ülkeler ya da halklar arası ilişkinin nasıl olması gerektiğinde düğümlenmektedir. Bu noktada soruyu biraz daha açık soralım: geri halklar ve ülkeler açısından gelecek, ileri olan nedir, ve hangi yollarla bu geleceği yakalayabilirler?
19. yy. da bu sorunun cevabı çok açıktı. Kapitalist Batı varılması gereken hedefti. 20. yy'la birlikte yollar çatallandı. Hedeflerin arasına güçlü bir şekilde Sosyalizm de girdi. Günümüzde ise, hedefler ve seçilecek yol bulanıktır. Yaşanan deneyler, eski yolları yıpratmış, çekiciliğini azaltmıştır. Tam bu noktada, "Avrupa merkezli tarih anlayışından kopuşma" tezleri öne sürülürken, aynı zamanda doğrudan" ilerleme" kavramı sorguya çekilmeye başlanmıştır.
Dünün "tartışılmaz" kavramları bugün sorguya çekiliyorsa, kapsa- dıkları alanlarda köklü değişimler olmalıdır. Bu değişiklikleri başlıca iki ana noktada toplayabiliriz. İlki, insanlığın son birkaç yüzyılda yaşadığı gelişimin hızı öylesine başdöndürücüdür ki, bu hıza karşı epeydir bir direnç oluşmaktadır. İkincisi, bugüne kadar izlenen yollardan Sosyalizm çökmüş görünüyor, kapitalizm ise tüm dünya ölçüsünde ele alındığında önemli tıkanmalarla yüzyüzedir. insanlığın yürüdüğü iki büyük yolun erozyona uğraması, gelişimin kaynaklarını ve yönünü sorgulamaya götürmüştür.
Son yüzyılda, insanlığın doğadan mal edinme imkanlarını yüksel-
Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı'Yıa ne oldu? YOL 11
ten teknik gelişim ve buna uygun sosyal örgütlenme ilerlemenin en temel kriteri olmuştur.
Tarihin yeniden yazılmak zorunda olduğu günümüzde, gelişim kriterinin değişme sancıları mı yaşanıyor?
Bu soruya cevap verebilmek için önce hangi tarihsel dönerhin kapandığını tesbit etmeliyiz.
Sosyalizmin çökmesiyle hangi dönem kapanmıştır? Ve bu çöküşle sosyalizm, insanlık tarihinin yaşanmış sayfalarında mı kalacaktır?
Dönemi, Sosyalist ülkelerdeki "kadife devrimler" kapattı. O nedenle, bu sözde devrimlerin düşünce yapısı kapanan dönemle ilgili ipuçları vermelidir.
"1989 devriminin en karakteristik özelliği geleceğe yönelik bir tek düşünce ortaya koymamasındadır" (3)
1989 olaylarına bakışta hemen tüm Avrupa solu yaşananları geçmiş büyük devrimlerle -1789, 1848, 1917 -gibi karşılaştırınca, onda, geleceğe yönelik üretilmiş hiç bir değer bulamadıkları için hayal kırıklığına uğradılar. Oysa yaşananlara devrim olarak değil, bir karşı devrim yada daha uygunu restorasyon olarak bakılırsa, ortada geleceğe yönelik yeni bir düşüncenin olmaması hiç şaşırtıcı değildir..
Doğu Avrupa'da, şu anda yürütülen politikalara karşı ağır basan davranış umutsuzluk, kayıtsızlık ve teslimiyettir. (4) Geleceğe köprü atan hiçbir devrim sonrasında yığınların ruh hali böyle olamaz. Oysa restorasyon dönemleri yeni düşünceler üretmezler. Tersine, o güne kadar üretilenleri eskinin kalıplarına yerleştirmeye çalışırlar. Böyle bir mutlak geriye dönüş tarihsel olarak mümkün olamayacağı için ortaya eskiyle yeninin garip sentezleri çıkabilir.
Doğu Avrupa'da öfkeyle "tek parti” iktidarlarına saldıran yığınların sözcüleri "yaşamımızı depolitize edelim", "her köşe ve çatlağa sel gibi akıp dolan politakadan kurtulalım" sloganlarını yükseltmişlerdir. V. Havel "anti-politikayı" savunmuş, bunu "yalanla değil, gerçeklikle birlikte yaşamak" (5) olarak tanımlamıştır. Politikayı "yalan" saymakla ondan kurtulunamayacağı için, V. Havel gibi "politikacılar" çok kısa sürede olayların akışına teslim olmuşlardır.
Politika düşmanlığı ile yapılan "kadife devrimler"den sonra, geniş yığınların yürütülen politikalara karşı kayıtsızlığı ve gelecekten umut suzluğu yaşananların doğasına çok uygun düşmektedir.
YOL 12 Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu?
Politika düşmanlığının köklerinin Sosyalist iktidarlar döneminde atıldığı bir gerçekliktir. Doğruların yavan ve hatta iki yüzlüce tekrarı, düşünce esnekliğinden korku, kaba kalıplara sarılış, yığınlarda politikaya karşı yaratılmak istenen ilginin tam tersini yaratmıştır. Toplum bilincinde birbirinden kopuk iki düzey oluşmuştur: birisi, Parti ve devletin güdümündeki politik literatür; diğeri ise, halkın günlük yaşam gerçekliğinden doğan sözlü "anti politik" literatürdür. "Batı demokrasileri" bu iki düzeyi usta ve incelikli yöntemlerle, basın-yayın ve başka pek çok çeşitli yollarla birleştirebildikleri için düzen açısından tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir kopuşmayı şimdiye kadar engelleyebilmişlerdir.
Doğu Avrupa'da politika düşmanlığıyla yürütülen büyük politik hareketler çok kısa sürelerde ilk yürütücülerinin ellerinden kaymış, gerçek gerici politikacıların ellerine geçmiştir. "Antipolitaka", eski sosyalist rejimlerin ağır hatalarına bir tepki olsa da geniş yığınların bilinçlerini körleştirmekten, onları kararsız kalabalıklar haline getirmekten başka bir sonuca varmamıştır.
1989 devrilişinin en karakteristik yanı, büyük altüstükler yaratmasına rağmen geleceğe yönelik hiçbir yeni değer ve düşünce üretememiş olmasıdır. Aslında tek başına bu olgu, olayların derinliklerindeki anlamı açıklamaya yetmektedir. Eğer 1989 olayları bir düşünce ortaya atmışsa, o da, "günümüz gerçekliğinin tarihi ve toplumsal herhangi bir kapsamlı şemaya göre kavramlaştırılmasının imkansız olduğu post-modern anlayış"tır. (6>
Post-modernizm ayrı bir yazı konusu olabilir. Küçümsendiğinden çok fazla etkili olduğu açıktır. Garip gelebilecek yan, batı modernizmi- ni yaşamıyan Sosyalist ülkelerin 1989 yıkılışında, post-modernizmin ortaya çıkmasıdır. Post-modernizmin en temel itirazı, "evrensel kurtuluş ideolojileri" ne karşıdır, insanlığı evrensel olarak geleceğe taşıyacak hiçbir "mega" düşüncenin olamayacağını savunan Post- modernizmin, Doğu Avrupa'daki olaylarda da kendini ortaya koyması hiç de raslantı değildir.
Yakın geçmişin iki büyük "kurtuluş ideolojisi": Kapitalizm ve Sosyalizmin başarısızlıklarının yarattığı düş kırıklığı zemininde filiz veren bu bataklık çiçeği, tıpkı bataklıklar kadar durgunlaşmış ve yorulmuş kafalarda yankı bulabilmektedir. Günümüz dünyasını değerlendirirken
Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı'na ne oldu? YOL 13
kafaların en kolay saptığı çıkmaz yol, kapitalizm ve sosyalizmin yaşanan sonuçlarından kalkarak, kendini ve toplumu geleceğe yükseltme idealinden vazgeçmek, güne teslim olmaktır. Sosyalizmi yıkılışa götüren olaylar dünyanın önüne yeni bir ufuk açacak ivme yaratmamış, olayların bütün dalgaları şimdilik dünyadaki egemen düzen tarafından emilmiş, yok edilmiştir. Bu dalgaların, egemen dünya düzeninin derinliklerinde kaçınılmaz etkiler yarattığı çok açıktır, fakat bu etkileri derinliklerden yüzeye, canlı döğüş alanlarına, Doğu Avrupa olaylarının parolaları hiçbir zaman çekemez.
1989 restorasyonunun ortaya koyduğu düşüncelerden, hangi tarihsel dönemin kapandığına dair açık ipuçları yakalamak zordur. Yeni değerler yaratmayan, yaratılmış değerlerin sinik bir inkarıyla yetinen "kadife devrimler”, kendileri ancak bir dönemi kapatan, yeni bir başlangıca çıkış noktası olamayan yıkılışlar olarak kaldılar. Yeni bir dönemi başlatmaya ne ufukları ne de enerjileri yetmedi. Olayları başlatan lider ve örgütlenmelerin çoğu hızla dağıldı ve tarih sahnesinden silindi. 1989 sadece yıktı, yeniyi inşa edemedi. Aslında böyle bir yönelişi de yoktu.
Bütün bunlar insanlığın gelişim süreci açısından ne anlama gelebilir? Tüm "evrensel kurtuluş ideolojileri"nin reddi; bu inkarın girdiği kılıklar önemli değildir, hatta kendini "devrim hemen şimdi" gibi parlak sloganlarla bile örtebilir; güne, yaşanan ana teslim olmanın bu göz boyayıcı parlak çığlıkları özünde önemli bir gerçekliği açığa vurmaktadır.
İnsanlık, Kapitalizm ve Sosyalizmin fırtınalı yarışından yorgun düşmüştür. Bu yorgunluk kendini daha çok kapitalist anayurtlar ve sosyalist ülkeler aydınlarında ortaya koymakta ve dalga dalga üçüncü dünyaya yayılmaktadır. Eğer olaylara, yalnızca 1989 olaylarının öne çıkan düşüncelerinden yaklaşırsak kaçınılmaz şekilde bir tek sonuca varılır: sosyalizm yere düştüğüne göre, güne teslim olmak kapitalizme tsslim olmak demektir.
Dolayısıyla Sosyalizmin yıkılışıyla hangi tarihsel dönemin kapandığı sorusuna sırf 1989 olaylarının kendi parolalarından hareketle aydınlık bir cevap verebilmek mümkün değildir. Çünkü olayların kendisi çürümüş eskiye mistik bir dokunuş, V. Havel'in deyimiyle "güçsüzlüğün gücü"nün açığa çıkmasıdır.
Bu Slav nihilizminin ardından, yıkılış sonrası, yeni döneme yön
YOL 14 Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı'na ne oldu?
vermeye çalışan gerçek güçler saflaşmaya başlamıştır. Gerek kapitalist dünyada, gerekse eski sosyalist ülkelerde yeni güçler dizilişi süreci yaşanıyor. Tüm dünya topyekün bir değişim içinde! Dağılmış demir tozlarının mıknatıs yaklaştırıldıkça uğradığı diziliş gibi, bütün dünyada, temel gelişim doğrultuları, güçleri yeniden bir sıralanışa uğratıyor. Bu yeni sıralanışın özelliklerine gelmeden kapanan dönemin karakterini tanımlamaya çalışalım.
Kapanan dönemi "1945-1989 savaş sonrası dönemin sonu olarak mı, ya da 1917-1989 komünist dönemin sonu", ya da tamamen ayrı bir bakış açısından hareketle "1789-1989 Fransız Devrim çağının bir kapanışı olarak mı" (7) değerlendireceğiz?
Olaylara, 1945-1989 "Soğuk savaş döneminin sonu" olarak yaklaşmak yaşananların özüne inememek olurdu. Soğuk savaşın kendisi daha temelde varolan yapısal çatışmaların üzerinde şekillenen bir mücadele biçimiydi. Soğuk savaşın sona erdiğini tesbit etmek yetmez, konuyu mantık sonuçlarına vardırmak gerekecektir. Soğuk savaşın nedeni olan sistemlerin 1989 sonrası durumuna baktığımızda Sosyalist Sistemde açık bir çöküş, restorasyon yaşanmaktadır. Olaya bu noktadan yaklaşıldığında "en mantıklı" olan "1917-1989 Komünist dönemin" kapandığı sonucuna varmaktır. Bu noktada iki soru çatallanır: Komünizm tümüyle tarih mi olmuştur; yoksa komünizmin yaşanan bir dönemi, kendisini yeni bir komünist gelişmeye bırakarak mı kapanmaktadır?
Sorunun ilk bölümüne evet demek, kapitalizmi ebedileştirmek olurdu. Yaşanan Sosyalizm deneyinin tüm olumsuzluklarına rağmen bugün insanlık, kapitalizmin karşısında sosyalizmin parolalarına sarılmaktan başka yol bulamıyor. Bu bir kısır döngü değil sarmal yükseliştir. Sosyalizmin parolalarının bir bölümünü kapitalizmin üstlenmesi bunun en açık kanıtıdır. Batının "refah devletleri" bunu yaptılar. Şimdi ise, Batının üçüncü dünya karşısındaki konumu, ne klasik sömürgecilik ne de yakın geçmişin yeni sömürgecilik dönemlerindeki gibi olamaz. Eskinin bu anlamda bir tekrarı kapitalizmin kısa yoldan sonu olabilir. Başka yollara sapılmak zorundadır. Kapitalizm, böyle her yeni yola çıkışında karşısında da sosyalizmin daha gelişkin mücadele ve parolalarını ortaya çıkarmadan edemeyecektir.
Kapananın, sosyalizmin bir dönemi olduğunu İleri sürmek geriye kalan "en akılcı" sonuçtur. Fakat onun temel özelliklerini ortaya koy-
Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı'na ne oldu? YOL 15
madan ve yaklaşan yeni dönem için bazı ipuçları belirlemeden böyle bir tesbit yapmanın da pek bir anlamı yoktur. Tesbltler, Sosyalizme inancın verdiği bir inada dönüşürse, kısır inatla sadece geçmiş kabaca tekrarlanır durulur, yeni yakalanamaz.
Soruna yaklaşırken, Sosyalizmin bir döneminin yıkılışının hangi özlem ve istekleri canlandırdığına cevap vermek zorundayız.
"Bolşevikler 1917 ile 1789'u gömdüklerini düşündüler. Şimdi çağımızın sonunda tam tersinin gerçekleştiğini görüyoruz. 1789'un uğruna gömülen 1917'dir" (8)
1989 sözde "devrimleri", gerçekten, tamamıyle aynısı olmasa da parola ve özlemleriyle 1789'un sanki yeniden dile gelişi olmuştur. Mezarlıktan gelen bu çağrılar, eski sosyalist ülke insanlarını geleceğe taşıyabilir miydi? 1789' un ruhunun hala böyle bir gücü olabilir miydi?
Çok geçmeden böyle bir geriye dönüşün imkansız olduğu ortaya çıkmış; 1789'a çağrı yapan yığınlarda tam bir hayal kırıklığı egemen olmuştur.
Bu sonuçlara rağmen iki yüzyıl sonra, sosyalizm çökerken, Avrupa'nın doğusunun üzerinde 1789'un ruhunun gezinmesi önemlidir. Başı kesildikçe yerine yenileri çıkıp yeniden saldırganlaşan bir canavarla mı yüzyüzeyiz?
"Komünizmin çöküşünün gerçek anlamı egemen ideoloji olarak liberalizmin nihai çöküşünde yatmaktadır" (9) VVallerstein, komünizmin çöküşüyle liberalizmin çöküşünü özdeşleştirmektedir. Çünkü, Fransız devrimi sonrasında, liberalizmin egemen ideoloji haline geldiği ve hem muhafazakarların hem de sosyalistlerin liberalleştiği iddiasındadır. ( 10)
Böyle bir belirleme 70 yıldır yaşanan süreçte, Bolşevizmln (1917'nin) zamanla liberalizm içinde eridiği anlamına gelir. Bu mantığıyla Wallerstein'in, 1989 restorasyonunun "ideolojik" zemininden pek farkı kalmamaktadır. Onlar pratik eylemleriyle 1789'a çağrı yaptılar. VVallerstein, bunu teorik "eylemiyle yıllardır yapa gelmektedir.
1989'un, 1789'la başlayan "liberalizm" damgalı "Aydınlanma çağının" sonunu getirdiğini iddia etmek ne anlama gelebilir? 1989, birbirine zıt iki şeyi "başarmıştır": Flem 1789'un (liberalizm) ruhunu canlandırmış, aynı zamanda liberalizmin kendisini değil ama hayalini öldürmüştür.
YOL 16 Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu?
Devlet ve Parti tekeline karşı yükseltilen sloganlarla, 1789'da feodal tekele karşı yükseltilen sloganların benzerliği ve bu seviyede 1789'un ruhunun yeniden canlanması şaşırtıcı değildir. Bununla birlikte, 1989 çıkışından sonra 1789'un yolunu izleyemezdi. Özgürlüğün, “bırakın yapsınlar’Ma eş anlamda olduğu dünya ile günümüz dünyasının benzer neredeyse hiçbir yanı yoktu, ilk şamatalı günlerin bitiminde, "1789 uğruna" “1917'yi gömen" 1989 restorasyonlarının, 1789 ruhunu da daha filizlenmeden gömdüğü anlaşıldı.
Bu ilk göze çarpan gerçekliklerden biraz daha derine inilirse, 1989'la kapanan dönemi 1789'dan ya da 1917'den başlatmanın yeterince açıklayıcı olamadığı görülecektir.
1789 modern kapitalist gelişmenin önemli bir hız alma noktasıdır. Bu başlangıç noktası kapitalizmin çöktüğü bir bitiş noktasıyla birlikte anılabilir. Bu tarih, uzun yıllar 1917 olarak kabul edilmişti. Fakat 1989'un 1789 devrimiyle, bir kapanış noktası olması anlamında bir bağlantısı olamaz. Kapitalizmin ideolojilerinden biri olarak liberalizm ise, tekelci kapitalizmin başlamasıyla birlikte ölmüştür. Bu gerçeklikten dolayı, 1989 restorasyonları liberalizmin ruhunu başlarının üzerinde görür görmez, onu hemen gözden yitiriverdiler. 1989, olsa olsa liberalizmin bir kere canlanamıyacağının kanıtı olmuştur.
1989 yıkılışını, 1917 ile bağlamak Sosyalizmi, onun İktidar olduğu yıllarla sınırlamak olur. Hiç şüphesiz iktidarsız bir sosyalizmle avunmak işimiz değildir. Büyük yıkılıştan sonra, Sosyalizmin, insanlığın önünde bir adım olduğu gerçekliğinden hızla uzaklaşılıp, onu bir "ütüpya"ya "yükseltmek” moda oldu. Ulaşılabilecek bir hedef olmaktan çıkarıldı, düşlenebilecek bir hayale dönüştürüldü.
Yaşadığımız günler, her belirtinin kanıtladığı gibi insanlık tarihinde çok önemli bir dönüş, belki de yeni bir çağ dönümü anlamında kapsamlı bir değişimdir.
Toplumsal devrimler tarihi yeni bir döneme giriyor. 1848'lerle başlayan, ilk kez 1871'de açık iktidar denemesine girişen, işçi sınıfının çağrılı olduğu devrimlerin birinci dönemi 1989'da kapanmıştır.
PROLETARYA DEVRİMLERİNİN KAPANAN İLK DÖNEMİNİN ÖZELLİKLERİ
içine girilen yeni dönemin özelliklerini hiç değilse en kaba hatlarıy-
Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu? YOL 17
la ortaya çıkarabilmek için kapanan dönemin özelliklerine, yaşanan son olayların seviyesinden bir kere daha bakmak gereklidir.
1848'li yıllar, işçi sınıfının bağımsız siyasi eylemleriyle tarih sahnesine çıktığı ilk yıllardır. Önceleri de patronlara karşı işçilerin mücadelesi olmuştur. Hatta mücadelesinin bu ilk döneminde, işçi sınıfı, oldukça sekterdir; bir grev kırıcısı o dönemlerde kolaylıkla öldürülebiliyordu.
Sınıf olarak bağımsız siyasi taleplerle mücadeleye girmek, sınıflar savaşında yeni bir döneme denk düşüyor; savaşın seviyesinde bir yükseliş anlamına geliyordu. Dağınık, hatta bazen kişisel seviyelerde kalan ekonomik mücadelelerden, sınıf güçlerinin bir araya getirildiği ekonomik olmaktan çok siyasi hedeflere yöneldiği yeni bir savaş başlıyordu. İşçi sınıfının tarihinde bu dönem, mücadelenin bağımsız siyasi hedeflere yükselmesi, hemen hemen üçyüz yılı almıştır. Özellik olarak kapitalizmin manüfaktür dönemini kapsar. Fabrikalar dönemiyle birlikte işçi sınıfının mücadelesinde kesin ve açık bir karakter değişikliği olmuştur.
İşçi sınıfının, bağımsız siyasi hedefleriyle kendini öne çıkarmasıyla birlikte, sınıflar mücadelesi tarihinde diğer önemli bir değişim yaşanmış, burjuvazi kendi devrimini mantık sonuçlarına vardırmada ürkekleşmiş, radikalliğini yitirmiştir. Alman burjuva devriminde, daha sonra Rusya'da kapitalizmin gelişimi sırasında bu gerçeklik kendini ilk kez en açık biçimiyle kanıtlamıştır. Bu tarihlerden sonra, dünyadaki hemen hiçbir ülkede, kapitalizmin gelişimi, burjuvazinin kararlı ve radikal öncülüğünde olmamıştır.
Bu tesbitlerden sonra, ilk proleter devrimlerinin temel-ortak özelliklerine gelebiliriz. 1871 Paris komünü, 1905-1917 Rus devrimi, 1918 Alman, 1930 İtalyan, 1936 İspanya devrimlerindeki temel özellikler nelerdir?
Proletarya devrimleri Kapitalizmin son gelişim noktasına varmasından değil, tam tersine kendinden önceki üretim biçimleriyle henüz yoğun boğuşmanın sürdüğü süreçlerde patlamıştır. 1917 Ekim dışındakiler başarılı olamamıştır.
İkinci, benzer ya da ortak özellik, proletarya devrimleri genellikle bir restorasyon dönemi sonunda patlak vermiştir. Başka türlü söylersek proletaryanın öne çıktığı devrimler, restorasyonların geri gitme sınırını belirlemiştir. Restorasyon yıllarında eskiye doğru koyan düze-
YOL 18 Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu?
ne, yeniden ileriye doğru bir hız vermişlerdir. 1848, 1871 Fransız dev- rimleri, Bourbon ve II. imparotorluk yıllarından sonra patlamıştır. 1917 şubat Devrimi 1906'dan sonra Stolipinin Çarlığı restore etme çabalarıyla hazırlanmıştır; 1918 Alman devrimini, uzun Bismark yılları biriktirmiştir. Burjuvazinin, kapitalizm öncesi güçlerle uzlaştığı ve onlarının kayıplarının giderilmeye çalışıldığı yıllar olan restorasyonlar, Kıta Avrupa'sında proletaryanın öne çıktığı devrimleri hazırlamıştır.
Üçüncü özellik, devrimlerin yaşandığı yıllarda kırlar henüz temizlenmemiştir. Bunu en iyi yapan İngiltere ve Amerika, proletaryanın atılım yaptığı devrimlerle yüzyüze gelmemiştir.
Dördüncü özellik, tüm söylenenlerin bir mantık sonucudur. Söz konusu süreçlerde burjuvazi henüz yeterince iktidar değildir.
Son olarak yaşanan süreçlerde, henüz sınıflar kopuşması tamamlanmamıştır. Eski sınıflar (büyük toprak sahipleri ve geniş köylülük) kendilerini Yeni düzene yadırgı bulurken; yeni sınıflar (burjuvazi ve proletarya) eskiler üzerinde sosyal düzen anlamında açık ve kesin üstünlük kurabilmiş değillerdir.
Sınıflar kopuşmasından kastımız, eski düzen içinde gelişirken, devrimler ve restorasyonlar biçimindeki iniş çıkışlarıyla, kapitalist üretim biçiminin önceki bağlarından kopararak, yeni modern sınıfları şekillendirmesidir. Bu şekilleniş, söz konusu ülkede kapitalizmin gelişim hızına, gücüne ve ülkeye özgü orjinalliğine bağlıdır.
Sınıflar kopuşması sürecinin iki ana özelliğine değinmeliyiz, ilki, bu dönemde hem şekillenen hemde tarih sahnesinden silinen sınıflar genellikle radikal davranışlar içindedirler. Bu geçiş sürecine damgasını vuran özellik radikalizmdir. Bu özellik, genellikle tarihsel geçiş süreçlerine Özgüdür. Yapılanmalar, dengeler, sınıf ve tabakaların birbiriyle ilişkileri ve konumları değişim içindedir. Radikalizmi yaratan zemin, henüz yeni dengeler oluşmadığı için sınıfların birbirlerinin gücünü yeterince kavramamış olması; taleplerini ilk kez dile getirdikleri için bunlara büyük bir coşku ile sarılmaları; eskinin yıkıldığı bir dönemde geleceğe doğru kaçınılmaz bir tutkunun genel ruh hali olmaktadır. Diğer temel özellik, kopuşma sürecinde sınıfların siyasi taleplerinin henüz birbirinden aydınlık biçimde farklılaşmamış olmasıdır. Eskiyi temsil edenler ile yeniyi yakalamaya adaylar arasında oldukça kalın çizgiler olmasına rağmen, konumuz olan yeni modern sınıfların taleplerinde henüz bir iç içelik, kesişme alanları vardır. Proletaryanın siyasi prog-
Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu? YOL 19
ramında Demokratik Devrim olarak yer alan talepler, özünde küçük burjuvazi ve hatta orta burjuvazinin bazı bölüklerinin talepleriyle üst üste düşmektedir. Sınıflar kopuşması sürecinin radikalizmi proletaryanın öne çıkmasında bir kolaylık olurken; siyasi taleplerdeki kesişme alanları, onun bağımsız politikasının inşasında ve erozyona uğramayan sağlam bir mücadele hatta oluşturulmasında zorluk yaratmaktadır.
Proletarya devrimlerinin kapanan birinci dönemenin özelliklerini bu söylenenlerden sonra iki başlık altında toplayabiliriz.
Bu devrimler, kapitalizmin önceki üretim biçimlerini tasfiye süreçlerinde; sınıflar kopuşmasının yaşandığı ortamlarda patlak vermiştir.
Bu tesbitten çıkan mantık sonuçlarının irdelenmesine geçmeden, belirlemenin 1917 sonrası yaşanan devrimler karşısındaki durumuna değinmeliyiz.
1917'de Bolşeviklerin iktidara gelişiyle ilk başarılı örneğini dünyanın gözü önüne sergileyen proletarya devrimleri, aynı zamanda kendi tarihsel süreci içinde bir dönemi de kapatmıştır. Daha sonraki devrimler, (halk devrimleri) ve "ulusal kurtuluş savaşları" olarak nitelenmişlerdir. Sorun basit bir isim değişikliği değildir. Bu devrimlerden "halk dev- rimlerinde" tümü doğu Avrupa'da yaşanır, proletarya daha geri konumdadır. "Ulusal kurtuluş savaşlarının" büyük bir bölümünde ise köylülük fiilen öndedir. Bu devrimlerin de, o ülkelerde kapitalizmin, önceki üretim biçimlerini tasfiye sürecinde patladığı çok açıktır. Daha da öteye, özellikle ulusal kurtuluş savaşı verilen ülkelerde sınıflar kopuş- ması diğerlerine göre çok daha geri seviyelerdedir.
Kapitalizmin İlk gelişme sürecinde patlak veren devrimler dönemi kapanmıştır.
Bu dönem kıta Avrupa'sında 1940'lara kadar uzanmış, dünyanın diğer geri alanlarında ise 1970'lerin ortalarına kadar sürmüştür.
Kapitalist anayurtlarda 1900’lerde başlıyan, işçi sınıfını aristokratlaştırma ve sınıflar kopuşmasından düzenden kopuşmaya varışını engelleme uygulamaları 1940'lar sonrası kalıcı görünen sonuçlar vermeye başlamıştır. Aslında ilk uygulamaların önemli sonpeu II. Enternasyonalin çöküşü olmuş, fakat Rus devriminin dalgası Avrupa’da geride kalan tüm enerjiyi ayağa kaldırabilmiştir. Bu büyük devrimci dalga faşizmle ezilebilmiştir. Faşizmle hem ezilen hem de ufku sosyalizm
YOL 20 Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı”na ne oldu?
den burjuva demokrasisine daraltılan işçi sınıfı daha sonra "refah devletleri" ile düzene köklü bir biçimde kazanılmıştır.
Bu dönem kapitalist anayurtlarda günümüze kadar gelmiştir.Geri ülkelerde, Kapitalizmin gelişim seviyesine bağlı olarak devrim
ler patlak vermiş; bazılarında kaçınılmazca köylü ağırlıklı devrimler başarıya ulaşmıştır. Diğerlerinde, sınıflar kopuşması yıllarında devrimci gelişimler yaşanmış, bu dönem kapanınca devrimci atılımlar yavaşlamış ve yeni arayışlara yönelmişlerdir. 50'li -60'lı yıllar ulusal kurtuluş ve halk savaşları yıllarıdır; özellikle 60'lı yıllar Latin Amerika'da devrimci kabarış yılları olmuştur. Bu gelişim dalgası 1975'lerde yavaşlamış, 1970'lerin sonlarında iyice durulmuştur.
Bu tesbitlerden sonra bazı sorular kaçınılmazca mantık sınırlarını zorlamaktadır.
Sosyalizm, Maksizmin temel tezlerine göre kapitalist üretimin kendini tüketmesinden sonraki bir gelişim basamağı olması gerekirken, neden kapitalizmin henüz kendinden önceki üretim biçimleriyle boğuştuğu bir tarihsel süreçte insanlık gelişiminin gündemine girmiştir?
Marksizm mi öngörüsünde yanılmıştır? Ya da insanlığın gelişim tarihine bu "erken" giren toplum biçimi sosyalizm değil midir?
Emperyalizm savunucuları ve Marksizmin dönekleri bu sorulara büyük bir iştahla sosyalizmin öldüğü yollu cevaplar vereceklerdir. Onların bu cevaplar hiç değilse kapitalizmin krizine pembe bir örtü olabilirse, bu histerik propagandalarının amacına ulaştığı söylenebilir. "Sosyalizmi öldürmek" tek başına kapitalizmi ayakta tutmaya yetmiyor.
Soruya nasıl yaklaşmalıyız? Kapitalizm yönünden baktığımızda hangi ülkede burjuvazi,eski üretim biçimlerinin tasfiye edilmesinde yeterince güçlü değilse veya gücünü ortaya koyamadıysa hemen proletarya ve halk yığınları "sosyalizm" parolalarıyla tarihin akışının önüne sıçramışlardır. Pek çok ülkede de burjuvazinin yapamadığı "temizliği" sosyalist veya sosyalizme yönelmiş iktidarlar yapmıştır. Ülkeyi büyük bir hızla, kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinden temizlemişlerdir. Burada, kapitalist üretim biçiminin kendinden önceki üretim biçimleri karşısındaki gücü ortaya çıkmaktadır. Kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin yüzyılların alışkanlık ve katılığını taşıdığı ülkelerde, kapitalist üretim güçleri "erken" bir tükenişe uğradığı için, bu paradoks, gelişimin önüne sosyalizm güçlerini çekmiştir. Böyle bir tarihsel momentte, sosya-
Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu? YOL 21
lizm güçleri yeterince örgütlü ise, kapitalist iktidarlar "erken" devrilişe uğramış, güçlü değillerse, kendi vuruşlarıyla kapitalizmin yolunu açmışlardır.
Kapitalist üretim biçimi kendinden önceki üretim biçimini tasfiye etmekte zorlandığı zaman, gelişim devresine sosyalist güçlerin girmesi, tarihin Kapitalizmden Sosyalizme doğru aktığının en güzel kanıtıdır. Ancak yine tarih göstermiştir ki, kapitalist üretim kendi gücünü tüket- mediyse, sosyalizm iktidara gelse bile kapitalizmin üretim, dağıtım, paylaşım yöntemlerinden tümüyle kopuşamamakta, onları bir çırpıda açamamaktadır.
Sosyalizmin "erken" gelmesinden çok, göreli bir bakış açısından bazı ülkelerde kapitalizmin erken tükenişe girmesinden söz etmek mümkündür. Kapitalizm öncesi yapıların daha katı olduğu ve tarihi özgül koşullardan dolayı kapitalist gelişmenin daha hızlı akışa zorlandığı ülkelerde, sosyalizm, bu iki üretim biçiminin çatışma kıvılcımlarının arasından öne çıkmıştır. Kapitalizme her geç giren ülke hızlı koşmak zorunda kalmış, böyle hızlı adımlar bazı ülkelerde kapitalist üretim güçlerinin erken tükenişini, erken tüketmiş ise sosyalizm güçlerinin mücadele ortamına "erken" çıkışına sebep olmuştur.
19 yy'daki Marksizm'den bugünleri öngörmesi beklenemezdi. Sosyalizmin "erken" gelişimine üç yönden cevap verilebilir. Marks-Engels kendi çağlarında kapitalizmin ölümünü umdular, dolayısıyla sosyalizme yönelen hiçbir devrimi "erken" bulmadılar. Sosyalizm sorununa bugünden bakınca, kapitalizmin 1800'lerdeki gelişimiyle 1970'lerdeki gelişiminin kıyaslanmasından hareketle, 19. yy kapitalizmine onun ilk gelişim dönemi diyebiliyoruz. Oysa Marks-Engels, 1910'lar sonrası Lenin ve Komüntern, kapitalizmin sonunu göreceklerine inandılar. Bu anlamda, Marksizm yanılmıştır. Ancak böyle yanılgılara düşülmeden sınıflar savaşı yürütülemez. Bu hatalarını hem Marks-Engels, hem de Lenin, koşulların ilk değişim işaretleriyle birlikte aşmışlardır. İkinci yaklaşım, sınıflar savaşı ile ekonomik gidişi gelişim ile sınıflar savaşının şiddeti her zaman doğru orantılı değildir. Sınıflar savaşında taktikler ve ileriye ynelik fırsatların değerlendirilmesi doğrudan ekonomi barometresinden hareketle yapılmaz. Bu yaklaşım siyasi mücadeleyi ekonomik gidişin kar-zarar bilançosu gibi basit bir uzantısı olarak görmeye varır. Ekonomik gelişim açısından "erken" olan, siyasi mücadele açısından yeterince olgun olabilir. Siyaset, ekonomik gelişimin ko-
YOL 22 Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı "nane oldu?
şullarını ele geçirebilir. Bismark Almanyası, Kemalizm koşullarında kapitalizmin gelişmesi böyle tanımlanabileceği gibi; 1917 Bolşevik iktidarı da Sosyalizmin geliştirilmesi açısından böyledir. "Erken" olmayı yaratan derinlerdeki etken, üretici güçlerin gelişmesinin önünün tıkanmasıdır. Tıkanmanın yaşandığı bir momentte onun "erken" olduğundan söz etmenin bir anlamı da yoktur. O anda sorun gelişimin tıkanı- şının nasıl açılacağında toplanır. Bu yaklaşım açısından baktığımızda, Sosyalizmin 19. yy.ın ikinci yarısından itibaren insanlığın gündemine girmesini "erken" olarak görmek mümkün değildir. Bugünden geçmişe bakınca ise, görüş açıları ister istemez değişmektedir. Olayları akışkan süreçler ve kendi koşullarında gerçekleşen olgular olarak kavramayınca, önümüze bir açmaz çıkar ya Marksizm yanılmıştır; ya da "erken" yıllarda ortaya çıkan toplum biçimi sosyalizm değildir, demek zorunda kalırız. Oysa, onlar, "erken" tıkanan kapitalizmin tarih sahnesine çektiği, kendi koşullarına denk düşen sosyalist toplumlardır. Üçüncü yaklaşım, bugünün gelişmelerini de kavramlaştırarak tüm sürece baktığımızda; kapitalizmden sosyalizme geçişin, yollardaki kilometre rakamlarının değişimi gibi sürekli ve tek gidlşli olmadığı; daha çok dalgalı ve akıntılı bir denizde ilerleyiş gibi inip çıkan, sağa ve sola savrulan bir gidiş olduğu ortaya çıkmıştır.
Bu noktada, tarihe bakmak gereklidir. Antik çağdan, Avrupa ortaçağına geçişte pek çok ortaçağlar yaşanmıştır.
"Roma uygarlığı ile Modern uygarlık arasındaki ORTAÇAĞ'a tıpkı tıpkısına pek benzer örnekler bütün kadi medeniyetler arasında görülmüştür. Sümer uygarlığı ile Akkad uygarlığı arasında, Babil uygarlığı ile Asur uygarlığı arasında, Asur'la Etiler, Medlerle Persler, Perslerle Grekler, Greklerle Romalılar vb. arasında hep öyle bir sıra pek çok başkaORTAÇAĞ'larpatlakvermiştir.
"Demek Antika Tarihte 'şehirlerin köylere üstün' geldiği iki medeniyet arasında boyuna 'köylerin şehirlere üstün geldiği' zamanlar, Ortaçağlar girmiştir. Onun için, klasik ortaçağ terimi yerinde özellikle 'Avrupa Ortaçağı' deyimini geçirmek yerine olur... Modern ortaçağın eski ortaçağlardan tek farkı, derebeğlikten tekrar geriye dönüp yeniden köle efendi medeniyeti yerine, ileriye gidip işçi sermaye medeniyetine kapı açmasından ibarettir." (11)
Tarih sahnesine, Kent medeniyetlerini yıkarak girecek Barbar kalmayınca, Roma'yı yıkan Cermenlerle Avrupa Ortaçağı son modern
Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu? YOL 23
Ortaçağ- başlamış, insanlık bu noktadan sonra, 4 bin yıldır tekrarlandığı gibi yeniden kent medeniyetlerine dönmemiş, Kapitalizme geçmiştir. Antik Tarihten insanlığın çıkışı adeta sonsuz git-gellerle mümkün olmuştur.
Avrupa Ortaçağından kapitalizme geçişte de, düz bir yol izlenmemiş, ticaretin ve para dolaşımının artışı kendiliğinden kapitalizmi getirmemiştir. Hatta 15. yy'ın sonunda Elbınin doğusunda "ikinci sertlik" dönemi yaşanmıştır. Nüfusun nisbeten yoğun, toprağın kıt olduğu alanlarda feodol yapı aşınırken, toprağın bol nüfusun kıt olduğu alanlarda ise, ticaretin yoğunlaşmasıyla birlikte serflik yeniden canlanmış, Danimarka, Balkanlar, Baltık, Rusya, Bolonya, Macaristan ve Bohemya'da adeta ortaçağ dirilişe uğramıştır. (12)
Bu tersine dönüşlere belki en çarpıcı örnek Kapitalist Amerika'nın güneyinde köleciliğin yeniden yaşanmasıdır. Tarımda tekniğin henüz geri, insanın kıt ve ticari tarımın gelişkin olduğu koşullarda Kuzey Amerika'nın güneyinde yoğun bir kölecilik yaşanmıştır. Latin Amerika'da 1900'lardan günümüze kadar aynı olgu defalarca yaşanmıştır.
Bu hatırlatmalar basit analojilerle tarih açıklaması yapmak için değildir. 1917 sonrası gelişimler, özellikle 1945 sonrası dengeler, insanlığa bilinen bazı gerçekleri unutturdu. Tarihin sarmal gidişine, NEP uygulamaları, 1950 Doğu Alman, 1956 Macaristan, 1968'de Çekoslavak, Sovyetlerde Krusçef olayı vb. örnekler olmasına rağmen Emperya- lizm-Sosyalizm dengesiyle sınırlandırılmış düşünceler, bu geriye dönüşlere derin, hak ettikleri anlamı veremedi. Dünün olaylara yaklaşımdaki sınırlılığı, bugün kendini sınırsız spekülasyonlara kaçarak "aşmaya" çalışıyor.
Bir başka soruya geçelim: Kapitalizmin ilk gelişim dönemi devrimle- ri esas olarak 1975’lerde kapandığına göre 1989 çöküşünün bu kapanışta yeri nedir?
1989’a kadar genel olarak Sosyalizm iki türlü gelişim yolu izledi. Biri kapitalizmin sınırları içinde kaldı; diğeri bu sınırları aştı, kendi gelişim yolunu yarattı, ilkine örnekler, başarıya ulaşmamış işçi ve halk Çevrimleridir. 19. ve 20 yy. Avrupasındaki Çevrimlerden 1950'ler sonrası üçüncü dünya ülkelerindeki Çevrimlere kadar uzanan bu süreçte yaşanan ayaklanmalar, devrimler son tahlilde kapitalizmin gelişim yollarını açmışlardır. İkincisi, iktidar olan sosyalizmdir. Bu ülkelerde sosyalizm, kendi gelişim yollarını yaratmıştır. Bu yoldaki deneyler, o
YOL 24 Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu?
günlerin dünyasında bilinmedik, yepyeni yönelişlerdi."1930'larda kapitalizm çökerken Sovyetler gelişiyordu. Geçmişe
bakıldığında liberal ve tutucu politikacıların Moskova'ya öğrenmeye gitmeleri şaşırtıcı görünür. O zamanlar "plan" gürültü kopartan bir kelimeydi" (13)
Sosyalizm, birinci devrimler dönemi kapanırken kapitalist üretim biçiminin sınırlarını önemli ölçülerde aşmasına rağmen, mevcut dengede kapitalizme bir üstünlük kuramayınca çöktü. Sosyalizm çökmesey- di, ikinci devrimler dönemini başlatabilirdi. Ya da ikinci devrimler dönemi herhangi bir biçimde açılsaydı sosyalizm çökmeyebilirdi. Bu nedenle, 1975'ler sonrası sosyalizm açısından, öncesinden farklı özellikler taşıyan bir sınav dönemiydi.
1975'lere kadar gelen dönem esas olarak bir gelişim dönemiydi. Sosyalizm bu dönemde kapitalizmin "eşitlik, özgürlük" gibi parolalarının sahteliğini ortaya koydu. Krizlerle ve faşizmle lanetli kapitalizm, kısmen savunmaya çekilirken, Sosyalizm halk devrim' Tini ve ulusal kurtuluş savaşları bayraklarını taşıyarak yaygınlaştı. Yaygınlaşma teoride ve uygulamada sığlıklar getirdi. Dünya devrimi parolasını ikide bir öne sürenler Sovyetleri kendi ulusal sınırları içine kapanmakla suçlamayı pek severler. Gerçeklik tersinden vuruyor. Sovyetler, dünya devriminin yayılma kanallarından kendi gücü yettiği oranda akarak, devrime kalkışan ülkelerle buluşmuştur. Sorun devrimlerin tutundurul- masında ve derinleştirilmesinde başlamıştır. Kaba kalan, kaba olduğu için toplumun günlük yaşam davranışları İçinde henüz sindirilenlermiş sosyalizm uygulamaları, derinleşme sorunuyla yüzyüze geldiğinde çöküş yaşandı.
Sosyalizm gelişim yıllarından bir tıkanma noktasına doğru yaklaşırken aslında pek çok belirti vermişti. Batı proletaryası "barışçıl geçiş" tezleriyle kapitalist düzenle kaynaşınca, geleneksel komünist partiler toplantısını bile 1975 sonrası yapmak imkansızlaştı. Üçüncü dünya ülkeleri için öne sürülen "kapitalist olmayan yol" görüşü ise bu ülkelerde devlet eliyle kapitalizmin geliştirilmesinden başka sonuca varmadı. Çin’in "üç dünya teorisi" ise üçüncü dünya ülkelerini sosyalizmden kopartan, daha da öteye, emperyalizmin bir kanadıyla uzlaşmaya kadar götüren sonuçlar yarattı.
Gorbaçov’un perostroykasıyla birlikte ise, "iki sistemin birleşmesi" tezleriyle sosyalizm, pratikteki düşünce evriminin son durağına gelmiş
Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu? YOL 25
oldu. Bugünden baktığımızda "barışçıl geçişle" başlayıp "sistemlerin birleşmesi" tezine varan görüşlerin birbirini izlemesinin hiçde raslantı olmadığı açıkça görülmektedir. Bu kapitalizmle barışma adımlarının nedeni, 1960'lar sonrası emperyalizmin yavaş yavaş sosyalizme kaptırdığı mevzileri zorlamaya başlamasında yatar.
Sosyalizm, 1985'lerde kendi iç gelişiminin zorlamasıyla bireysel yaşamın tatmin edilmesine yönelince, bu alanda çok üstün olan gelişmiş ülkeler kapitalizmi tarafından hızla alt edildi. Sosyalist ülke insanı yaşadığı yılların deneyiyle toplumsal kurtuluştan umudunu kesmiş, bunun bir yalan olduğuna inanmıştır. Böyle bir zeminle, kişisel yaşamın yileştirilmesi politikası birleşlnce ortaya çok güçlü bir bireysel kurtuluş eğilimi çıkmıştır. Bu eğilim, Sosyalist ülkelerin bir ucundan diğerine, "toplumsal" her türlü değeri yıkan bir fırtına gibi esmiştir.
1989 yıkılışı, toplumsal devrimlerin yeni dönemine eski kalitesiyle Sosyalizmin yol gösteremeyeceğini kanıtladı. Daha da öteye giderek "toplumsal kurtuluş" ideolojisine büyük bir darbe vurarak bireyciliği öne çıkarttı. 1989, 1848'lerde başlıyan proleter devrimleri döneminin bir devamını değil, 1975'lerde başlıyan durgunlaşmanın ardından gelen bir geri çekilmeyi temsil eder.
Sosyalizm, dünyada egemen bir düzen seviyesine yükselmeden restorasyona uğrayınca kapitalizmin gelişmesine yol açmaktan başka bir sonuca varmış görünmüyor. Elbetteki, yaşanan olaylara sırf sonuçtan hareketle böyle tek yanlı bir yaklaşım sürecin birikmekte olan diğer yanını gözden yitirmeye yol açmaktadır.
1989 çöküşüyle birlikte, kapitalizmden sosyalizme giden yolun sürekli bir eğimle yükselen bir çizgi olmaktan çıkıp, kırılmalara uğramasıyla, yeni dönemin eşiğinde çok çelişkili yönelişlerin aynı dünya ortamında birbirini etkilemesiyle durum basit olmaktan çıkmış, karmaşık bir yapı kazanmıştır. Bu kompleksliği içinden yeni dönemin bazı özelliklerini göze batırmaya çalışalım.
İKİNCİ DÖNEM PROLETARYA DEVRİMLERİNE KAPI AÇACAK DÖNEMİN ÖZELLİKLERİ
Öyle bir dönemden geçiyoruz ki, tarih ilerliyor mu sorusundan kaçınmak mümkün olmuyor. Tek tek ülkelerdeki bazı istisnalar hariç insanlık bir çözülme, gerileme sürecine girmiştir. Eskinin her türlü de-
YOL 26 Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu?
geri günümüz olaylarının akışında değersizleşmiştir, buna rağmen henüz yeni değerler inşa edilememiştir. Dönem her özelliğiyle bir geçiş özelliği taşımaktadır. Çözülüş ve gerileme içinden yeni bir geleceğe sıçranacaktır.
Ancak böyle dönemler kendine özgü umutsuz düşünceler üretmeden edemezler.
"iki bin yıl önce Yunan ve Çin politika felsefecileri benzer sonuçlara varmışlardı. İnançlarına göre insanlığın geleceği için bir çıkış noktası yoktu, fakat kaçınılmaz rezil sosyal koşullar altında kendini disipline etme (Stoics, Konfiçyüs) arayışı ile kişicil mutluluk (Epikürcüler) sağlanabilirdi" (14)
Benzer düşünceler İngiltere'de restorasyon yıllarında (1660'lar) 17. yy büyük politika felsefecisi Hobbes ve Spinoza tarafından dile getirilmiştir. Aydınlanma Çağı bu "doğmatik şüpheci pesimizmi" sorguladı, insanlığa aydınlık bir kapı açtı. Fransız devrimi sonrasında Bourbon restorasyon yıllarında benzer şüphecilik geri gelmeden edemedi. (15)
Günümüzde ise, son yılların gözde post-modernizmi "kurtuluş ideolojileri"nin dogmatik yönlerini sorgulamasıyla olumlu bir yan taşı- yormuş gibi görünse de, kendisi dünyayı dönüştürme uğraşından yorgun düşmenin sözde felsefesidir. Post modernizmde "bir zihinsel ve maddi dönüşüm süreci, birdenbire birbirine akmayan birbirine dönüşmeyen, sadece yan yana duran öğeler halinde parçalar halinde çökeli- yor" (16) Geleceği arayan, akan bir düşünce değildir, yorgun, "çöken" bir düşüncedir.
Herşeyi sorgulama adı altında "şüphecilik", bilincin inanca, inancın eyleme geçmesini felce uğratan bir düşünce kanseri olarak günümüzde de felsefe akımlarının gözdesi olmuştur.
Yaşadığımız geçiş döneminin genel özelliğine değindikten sonra, bu genelin kendini özelleştirdiği tipik yönlere değinmeliyiz.
a) Gorbaçov'un son yıllarında ortaya attığı, "devletler arası ilişkilerin ideolojilerden arındırılması" görüşü, Sosyalizmin çöküşünden sonra "ideolojilerin sonu" çığlıklarının yükselmesine neden olmuştur. Dönemin en tipik olgusu budur. Gelecek günler "ideolojilerin çarpışma tarihi" olmayacaktır. (17) Bu düşüncelerin, iki sistemin yarattığı dengenin aniden çöküşünün bir yansıması olduğu çok açıktır. Yaygınlık alanı da küçümsenmiyecek ölçüde geniştir. Kapitalist anayurtlar ve
Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı'na ne oldu? YOL 27
eski Sosyalist ülkeler bu yansımanın ana merkezleri durumundadır; üçüncü dünya ülkeleri için aynı şey geçerli olmasa da, bu ülkelerde de yenilgi yılları uzadıkça benzer düşünceler şekillenmektedir.
"İdeolojilerin sonu" çığlıklarının maddi temelinin biraz daha derinlerine gidelim. İdeolojiler, kötü dogmalar olarak görülüp küçültülmeye çalışılıyor; oysa onlar insanlığın büyük dönüm momentlerinde ortaya çıkmışlardır. "Onların beyinlerinin ürünleri olan bu tasarımlar, ulaştıkları yüksekliklerden insanları egemenlikleri altına alacak kadar yücelmelerdir. Yaratıcılar kendi öz yaratıklarının önünde korkuyla eğilmişlerdir." (18)
Çözülme ve yıkılışı yaşayan günümüz insanları, İdeolojileri, "ulaştıkları yüksekliklerden" yere indirmekle yetinmiyor, yerin yedi kat dibine gömmeyi özlüyor. Bugüne kadar başından böyle pek çok macera geçen İdeoloji canavarı, bir başka kılıkta yeniden dirilivermektedir. Toplumsallaşmış insan bilinci olan İdeolojiler de toplumlarla birlikte yaşar ve ölürler, ama yok olmazlar. Onların ömrü genellikle tekil insan topluluklarından daha uzundur. Kendisi daha sonra tutuculaşıp katı- laşsa da her ideoloji doğusunda bir toplumsal değişime denk düşer. İdeoloji, değişime hamile olan toplumun bilinç ve inanç bebeğidir.
Günümüzde ideolojilerin sonunu ilan etmek, mevcut insanlık konumunu ebedileştirmekten başka bir anlama gelmez. Günümüzde ideolojilerin sonunu savunanlar ya yaşadığı konumdan hoşnut; ya da insanlığı yeni bir geleceğe taşıyacak bir değişimden tümüyle umudunu kesmiş olmalıdır.
Kendinden hoşnut olanlar kapitalist ana yurtlardaki orta tabakalardır. Umutsuzlar ise, yenilgi şokuyla bilinç körleşmesine uğramış eski sosyalist ve geri kapitalist ülke insanlarının bir kesimidir.
Emperyalizm, sosyalizm çökmeden hemen önce "insan haklan" savunusuna soyunmuştur. Gorbaçovda ölmeden önce, sınıflar mücadelesinin yerine "insanlık çıkarlarını" geçirmişti. Öyle anlaşılıyor ki, kapitalizm sosyalizm çatışmasının sona ermesiyle bu iki ideoolji buharlaşıp giderken yerini "insan haklarına" bırakmıştır. Fransız devri- minden ikiyüzyıl sonra, parola yine aynıdır. "İnsanlık, birdirgesi"ni gönderine çeken kapitalizm, ikiyüzyıl sonra yeniden aynı parolaya dönüyorsa hiç kimse bu "insancıllığı" alkışlarla karşılamamftlıdır.
YOL 28 Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı'na ne oldu?
İlk insanlık bildirgeleri, kapitalizmin ana yurtlarda gelişimin önünde engel olan eski feodal kuralların ve kısıtlamaların aşılması anlamına geldi; hiçbir zaman kapitalizmin insancıllığı anlamına gelmedi. Tam tersine en korkunç sömürge talanları bu bayrak taşınarak yapıldı. Bu ikiyüz yıllık ikiyüzlükten sonra yeniden aynı parola kime ve neye karşı yükseliyor?
İnsan hakları parolası, emperyalizmin geri ülkeleri, yeni sömürgecilik basamağından sonra ki sömürme biçiminin adıdır, insanlık adına bu ülkeler, batı standartlarına uydurularak, kapitalizmin dünya ölçüsündeki bütünleşmesinde yeni bir adım atılacaktır. Demek "ideolojilerin sonu" geri kapitalist ülkelerin sömürüsünde yeni bir başlangıç olmaktadır.
b) Yaşadığımız geçiş döneminin diğer önemli özelliği, eski sosyalist ülkelerde patlak veren milliyetçiliktir. Sosyalizmin "yüce enternas- yonalist" ruhunu bir çırpıda yok eden milliyetçi kabarış, bu tarihe geri dönüş nelerden kaynaklanmaktadır?
ilk bayrağı açan ülkeler, ekonomik olarak diğerlerine göre iyi konumda olan ülkeler oldu. Baltık cumhuriyetleri ve Yugoslayva Federasyonunda Sloven ve Hırvatlar böyledir. Batı ile erken buluşma umutları, bu çekim gücü milliyetçiliğin perdesini yeniden açtı. Daha geri olanlar açısından durum oldukça farklıdır. Sovyetlerin güney doğusundaki ve kısmen Yugoslavya’nın güneyindeki ülkelerde uluslaşma süreci sosyalizmle birlikte başlamış ve olgunlaşmıştır. Bu gelişme yıllarında sosyalizm, canlanan ulus bilincini aşamamıştır. Bu gerçekliği bugün açıkça görebiliyoruz. Sosyalizmle birlikte aşiret topluluklarından ulusa dönüşen toplumlar ayrılık bayrağını açmakta fazla istekli olmadılar. "Ortak kurtuluş" ideali çökünce kaçınılmazca kendini kurtarma güdüsü öne çıkmıştır.
İdelojilerin çöküşünün altından milliyetçilik mi dirilmiştir? Buna geçici bir süre için evet demek zorunludur. Sosyalist ülkelerde yaşanan bu olgu, aynı şiddetle olmasa da, gelişmiş kapitalist ülkelerde de yaşanmaktadır. İtalya'nın güneyi ile kuzeyi asındaki gerilim gittikçe artmaktadır. İngiltere'de İskoçların bağımsızlığını savunan parti güçlenmiştir. Kanada'da Ouebeck "bağımsızlık" istemektedir. Amerika'da farklı ulus köklerinden gelen topluluklar arası gerilim, tarihinde görülmemiş noktalara yükselmektedir. Tüm bu ülkelerde ortaya çıkan ulusal geri- limlerin kendi özgül, tarihi nedenleri olmakla birlikte bugünkü özgül
Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı'na ne oldu? YOL 29
nedeni, kapitalizmin genel bunalımının derinleşmesinde yatmaktadır.İnsanlığı, ne bugünkü bunalımdan çıkaracak, ne de daha gelişkin
toplum biçimlerine yükseltecek ideoloji milliyetçilik olamaz. Milliyetçiliğin tarih müzesinden çıkıp, insanlığın gündemine girmesi onun gücünden değil, mevcut düzenlerin zayıflamasındandır.
c) Geçiş döneminin diğer önemli özelliği, dünya seviyesinde işçi hareketinin durumunda kendini göstermektedir. Kapitalist merkezlerde, 1960'lardan başlayarak işçi hareketi düzenin sınırları içine çekilmiştir. Üçüncü dünyada, düzenin sınırları içine tam bir çekilme değilse bile, radikalizmden uzaklaşma, 1970'lerin sonlarına doğru bir gerçeklik haline gelmiştir.
Bu iki gerçekliğin benzerliği tümüyle görünüşte kalmaktadır. Altta yatan temel, taban tabana zıtlık taşımaktadır. Batıda, işçi hareketini düzen içine çeken "refah toplumları" gerçekliğidir. Üçüncü dünyada ise, kısmi bir ekonomik gelişimin yanında, uzun yılları kapsayan faşist zor ve katliamlardır.
"Kökleri sanayileşme döneminde kalan işçi hareketinin tükendiği" artık çelişkilerin "sınıfsal değil toplumla birey arasında olduğu, bu nedenle kişisel özgürlüklerin daha yüksek seviyelere varmasının mümkün" olduğu iddia edilmektedir. (19) Batı dünyasına "özgürce" açılan Sovyet yazarları, düşüncelerinde batılı meslektaşlarını geride bırakan hızlarla ilerlemektedirler. "Klasik işçi hareketlerinin" sanayileşme yıllarında kaldığı bir gerçekliktir. Sosyalizme varamayan bu mücadeleler işçi sınıfı açısından önemli kazammlarla sonuçlandığı için "klasik işçi hareketleri" kapitalist merkezlerde, tükenmese bile, azalmıştır. Ancak sınıfsal çelişkilerin kalktığını iddia etmek tam bir saçmalıktır. Sınıfların konumlarında, kazandıkları mevzilerde, mücadele araçlarında önemli değişimler olmuştur. Cephelerdeki kısmi sessizlik kimseyi sınıflaşmanın kalktığı düşüncesine vardırmamalıdır.
Gelişmiş ülkelerde hizmetler sektörünün büyümesiyle sınıfın yapısındaki değişim, çelişkilerin maddi doyumlarla sindirilmesi, sınıflar savaşına yeni bir çehre kazandıracak. Ayrıca sınıflar savaşı kapitalizmin krizleri zemininden hız almaktadır. Son kırk yılın krizleri, kapitalist merkezlerdeki mücadelede bir nitelik değişimin yol açacak ölçüde de- rinleşmemiştir. Günümüzde, sosyalizmin yenilgisi için yapılan zafer şenlikleri tamamlanmadan kapitalist ekonomilerin bütün zaafları daha belirgin biçimde ortaya çıkmıştır. Tükendiği sanılan işçi hareketine
YOL 30 Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu?
belki bu günler yeni bir nitelik kazandırabilecektir.Geri ülkelerde de işçi hareketleri, faşizm yıllarının baskısından çık
ma sürecindedir. Tüm geri ülkeler prolateryası yeni hareketlere gebedir. Sorun, hareketlerin hedeflerinde ve ulaşabilecekleri seviyelerdedüğümlenmektedir.
d) Geçiş döneminin en tipik tepkisine gelelim. Liberal demokrasinin nihai zaferini ve "tarihin sonunu" ilan eden bu yaklaşım, günümüz kapitalizminin moral durumunu yansıtması açısından önemlidir. Her türlü dengenin kayıp değişebileceği bir dönemin, "tarihin sonu" olarak ilan edilmesinin şüphesiz kendine özgü bir mantığı vardır. Yazımız açısından bizi ilgilendiren yönü, kapitalizmin, geleceğe hazırlanırken yakalamaya çalıştığı halkalardır. Bunlar, gelecek günler açısından bazı ipuçları vermektedir.
"Kendileri üzerinde daha az düşünebilenler başka çağlarda kendilerinin en iyisi olduğunu varsaymışlardır, ama biz bu sonuca, sözde liberal demokrasiden daha iyi olması gereken seçimleri izleyip durmaktan iyice yorgun düştükten sonra varmış bulunuyoruz." (20) Fukuyama, insanlığın çeşitli denemelerden sonra karar kıldığı tercihin liberal demokrasi olduğunu, bunun da "tarihin sonu" olduğunu ileri sürmektedir. Bu mantıkla dünyayı iki farklı sürece bölmekte, Kuzeyi "tarih sonrası dünya", güneyi, gelişmekte olan ülkeleri "tarihsel dünya" olarak tanımlamaktadır. "Tarihsel dünya"nın varacağı konak, "tarih sonrası dünya"dır. Tüm dünya, tarihin son konağı olan liberal demokrasiye varacaktır.
Kapitalist merkezlerin, günümüz dünyasında böyle bir hayal kurması çok doğaldır. Dünyadan, sosyalizm dikeni sökülüp atıldıktan sonra geriye tek amaç; liberal demokrasi kalmaktadır.
Bu son durağa varıldığında ise, yepyeni bir problem ortaya çıkmaktadır. "Tarihin başındaki uşak, içgüdüsel olarak korktuğu için kanlı kavgada ölümü göze almak istemiyordu. Tarihin sonundaki son insan ise, bir dava uğruna hayatını tehlikeye atmayacak kadar akıllı." (21)
Hiç bir dava uğruna hayatını tehlikeye atmayan "akıllı insan", insanlık gelişiminin son konağı mı olacaktır? Buna Fukuyama bile inanamaz. "Liberal demokrasiler kendi kendilerini taşımaz, bağımlı oldukları topluluk yaşamı liberalizmden farklı bir kaynağa sahip olmak zorundadır." (22) Liberalizmin tek ve esas ilkesi "iyi hesaplanmış özçı- kar' dır, sırf bu ilkeyle liberal demokrasiler "kendi kendilerini taşımaz"
Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı'na ne oldu? YOL 31
Bu noktada toplumu taşıyacak başka ilkeler ve farklı insan yapısı gereklidir.
"Hegel'in...salt saygınlık uğruna mücadelede hayatını ortaya koymaya hazır olmasını insanın belirleyici özelliği olarak kabul etmesi modern kulaklara oldukça tuhaf gelebilir." (23) Liberal demokrasiyi son durak olarak gören Fukuyama, bu toplumu sırf "özçıkar" düşünen aklın yaşatamayacağını sezmiş, "bir dava uğruna ölmeyi bilen" insan arayışı içine girmiştir.
Bu paradoksu insanlık, gelişim tarihi içinde sürekli yaşamıştır. Bolluğun "gönül körlüğü ve aymazlık” (24) yarattığını Ibni Haldun göçebe ve yerleşik Arapları incelerken farketmiştir. İslamlığın ilk yıllarında "göç" farz kılınmıştı.Bu gelenek sonraları kalkmıştır. Hatta Muham- med'in saban demiri gösterip: "Bu araç hangi topluma girmişse, onunla birlikte aşağılanmaya boyun eğme de girmiştir" dediği söylenir. (25) Tarım toplumu artık sınıflı toplumdur. Ve kabilenin ortak çıkarından öne kişinin "özçıkarı" geçmeye başlar.
İnsanlığın gelişimi, sadece olumlu sonuçlar yaratmıyor, insanlık yarattığı bolluğun ve imkanların içinde çürüyebiliyor. Modern çağda çürüme ve yozlaşmayı engellemek, insanları göçe teşvik etmekle mümkün değil. Çürüme ancak "bir dava uğruna" mücadeleyi göze almakla engellenir. Hiç şüphesiz burada hangi dava uğruna sorusu sorulacaktır. Fukuyama'nın liberal "son insam"nın "herhangi bir öğretiye inanma yeteneği ortadan kaybolmuştur.1' (26) O nedenle "özçıkarına" düşkün "akıllı" son insanla sırf "saygınlık uğruna mücadelede hayatını ortaya koymaya hazır" insanı "liberal demokrasi" çerçevesinde birleştirmek mümkün değildir.
insan ancak, kendi "özçıkarı"ndan öteye düşünebildiği zaman bir dava adamı olabilir. Kapitalizm, bugüne kadar insanlara kendilerini kurtarmalarını öğütledi, ama şimdi bu insanlarla, düzenin devasa problemlerini aşmak mümkün değildir. Kendi özel dünyasının esiri olan bu insanlar açısından, içinde yaşadıkları "düzen"in sorunları bile onlara yabancı kalmaktadır.
Emperyalizmin çok usta savunucusu Fukuyama'nın liberal demokrasinin standart insanından memnun olmaması anlamlıdır. Onun sosyalizm davasına inanan insan aramadığı çok açık... Ona "herhangi biröğretiye" inanma yeteneği olan insan gerekli. Bu inanma yeteneği düzeni korumak için faşizm yolunda neden kullanılmasın. Liberal "özçı-
YOL 32 Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı“na ne oldu?
karın" toplumsal davaya dönüşmesi, ancak liberal demokrasinin faşizme dönüşmesiyle mümkündür.
Tarihin sonunu liberal demokrasiyle noktalayan Fukuyama, şüphesiz açıkça faşizmi savunmuyor, günümüz dünyasında "akıllı" bir emperyalizm ideologü olarak savunamaz da. O zaman tarihin son durağında liberal "özçıkar" düşkünlüğünden dava adamlığına doğru bir özeniş neden?
"Bu anlamda, bizim en büyük çağrımız Amerikan başarısını bütün vatandaşlarımızla paylaşmak olmalıdır. Alt sınıfların, evsizlerin, fakirlerin, yoksulların problemlerini çözmeliyiz. Batı, eğer ona yol gösteren felsefesi evrensel bir bencilliğe dejenere olursa, bunaklaşacaktı." (27) Eski ABD Başkanlarından Nixon, liberal "özçıkar"ın nelere yol açabileceğini Fukuyama'dan daha çıplak olarak sergileyivermiştir.
"Bu problemlerin kaynaklan yalnızca ekonomik olsaydı, korkulacak fazla bir şey olmazdı. Fakat bu problemlerin kökleri daha derinlere iniyor; Amerikan toplumunun ve iç politikalarının tam yüreğine dayanıyor. Üç faktörün birbirine karışmasından kaynaklanıyor: kendi geniş insan kaynaklarını tam anlamıyla üretici olarak mobilize etme ve eğitmede Amerika'nın görünen yeteneksizliği, özel olarak kendi geniş ırksal azınlıklarının önemli bir kısmını başarılı bir şekilde istihdam etme ve asimile etmede başarısızlık; uzun dönemli ulusal çıkarların zararına kısa dönemli dar çıkarların ulusta baskın çıkmasıyla kendini gösteren nesiller arası varolan sosyal anlaşmanın çökmesi; süreci değiştirmek için gereken çelişkili kararların alımında kişisel ve kollektif sorumluluktan kaçınma" (28)
Bu uzun alıntıyı özellikle seçtik. Amerika'daki ekonomik problem, özünde insan problemidir. Dünün tek yanlı uzman eğitimi bugün işe yaramıyor; Amerika'nın girişimci potansiyelinin kaynağı kabul edilen ırklar mozaiği şimdi sosyal gerilimlerin kaynağıdır; dar çıkarlarla gününü düşünen nesiller Amerikanın geleceğiyle ilgili değillerdir; ve süreci kimse cesaretle değiştirmeye girişemiyor. Tüm bunlar Fukuyama'nın "son insan"ının marifetleridir. Bireyciliğin kutbuna varan Amerika, krizden çıkış için "kişisel ve kollektif sorumluluk"tan dem vurmak zorunda kalmaktadır.
İşte Fukuyama'nın özendiği "dava adamı" burada gereklidir. Krizden çıkış için toplumsal bir fedakarlık ve sorumluluk gereklidir. Bugüne kadar krizlerini kendi dışına ihraç edebilen Amerika, şimdi kendi
Kapitalizmden sosyalizme geçi; çağı"na ne oldu? YOL 33
içine dönmek sorununu orada, işin kalbinde çözmek zorundadır.Yalnızca Amerika için değil, kapitalist merkezlerin pek çoğu için ay
nı şey geçerlidir. Fukuyama'nın dava adamlığına özenmesi aslında liberal demokrasinin bel kemiği olan kişicil bencilliğe bir eleştiridir. Kapitalizm, tümüyle kendi yaratığı olan bu insanı şimdi eleştirmek zorunda kalıyorsa, Fukuyama'nın sandığının tersine tarihin sonuna varmak şöyle dursun insanlık yeni tarihi bir basamağı çıkmaya hazırlanıyor demektir.
Burada bir noktaya özellikle vurgu yapmak gereklidir. Kapitalizmin kendi öz değerlerine bu saldırısı ilk değildir. Kapitalizm, kapitalizm olarak kalmaya devam edip "özçıkarcı" insanı eleştirerek yalnızca faşizme varmıştır. Bu konuda en küçük yanılgıya yer yoktur. Fukuya- ma'nın böyle bir sonuca varıp varmaması önemli değildir. Flatta onun Japon toplumuna bu anlamda sempati duyması sonucu değiştirmez. Geleneksel özellikleriyle Japon kapitalizmi kendine özgü bir yol izlemiştir. Anglo Sakson gelenekli ülkeleri, Japon toplumuna benzetme çabaları da faşizme yönelişten başka bir sonuç doğurmaz.
Kapitalist anayurtların kalbinde, "özçıkar"m eleştirisi hiçbir sosyalistte ham umutlar yaratmamalıdır. Geçiş döneminin bu dikkatle gözlenmesi geren olgusu, hem sistemin yüreğinden bir sarsıntı yaşadığının işaretidir, hem de insanlık açısından yeni bir tehlikenin dikenli filizleridir.
YENİ DÖNEME HAZIRLANIRKEN HANGİ MİRASI REDDETMELİYİZ
"İdeolojilerin sonu" çığlıkları, patlıyan milliyetçilik ve liberal demokrasinin sonsuza dek zafer kazandığı hayalleri, 1989’la koyulaşan, dünya ölçüsünde devrimin geri çekildiği restorasyon ve gericilik yıllarının öne çıkan belirtileridir.
Nasıl Kruşçef 1960’ların sonunda "yakında kapitalizmi gömeceğiz,' "1980'lerde Sovyetlerde komünizme geçilmiş olacak" dediğinde ileri gittiyse, bugünlerde kapitalizmin zaferiyle ilgili atılan her çığlık gelgeç koşulların abartılmasından öteye bir anlama sahip değildir.
Marksizm tüm gelişim tarihi içinde İkinci büyük çöküşünü yaşamaktadır. ilk büyük çöküş, uzun barışçıl yıllardan sonra ve ilk paylaşım savaşından hemen önce, "II. Enternasyonalin iflasfyla yaşan-
YOL 34 Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu?
mıştır. ikinci büyük çöküş, uzun barışçıl dengeden sonra ve yeni bir paylaşım savaşı değilse bile, tek emperyalist merkezin dağılıp yeni bir paylaşım döneminin açılmasıyla birlikte Sosyalist ülke iktidarlarının yıkılmasıyla yaşandı. Birinci büyük çöküşün hemen ardından 1917 Ekim devrimi goidi, işçi aristokrasisinin yerlerde süründürdüğü Marksizm bayrağını, Rus proletaryası, Avrupa kapitalizminin doğu sınırına dikti.
Günümüzde bir 1917'nin kopup geleceğine dair açık işaretler yoktur. Avrupa işçi aristokrasisinin ve küçük burjuva dar kafalılıklarıyla inmeli "sosyalist" bürokrasisinin yerlerde süründürdüğü Marksizm bayrağı henüz ayağa kaidınlamamıştır.
Komünist hareketin Mk çöküşünden ayağa kalkışı, pratikte bir devrimle birlikte yaşanmıştır. Böyle bir gelişim hareketin yeniden ayağa kalkması için muazzam bir avantajdı. Fakat devrimden önce atılan adini unutulduğunda olay eksik kavranmış olur. 1910'larda başlayan bir kopuşma savaşı, en sancılı biçimde yıllarca yaşandıktan sonra, II. Enternasyonal'in geniş bataklığından dar ama sağlam bir komünist çekirdek çıkmıştır. Batı'da çöken Marksizm, doğuda yeniden doğmuştur.
Kopuşmanın kapsamı neydi? III. Enternasyonal, sınıf içindeki bölünmeyi keskinleştirdi. Proletaryanın devrimci çekirdeği işçi aristokrasisinden kopuştu. Siyasi olarak ise, "amaç hiç bir şey, günlük eylem herşeydir" (yüzyıl öncesinin bu parolası günümüzdeki 'devrim hemen şimdi' parolasıyla tıpatıp aynıdır) diyen Bernstein revizyonizminden ve "süper emperyalizm" tezleriyle emperyalizme sonsuza dek barışçıl bir çehre giydirmeye çalışan Kautsky oportünizminden ke6in bir ko- puşmaydı.
Marksizm ikinci büyük çöküşünden nasıl çıkartılabilir?Hazır formülasyonlar üretmek gibi sihirli bir çözüm olmadığına gö
re, Marksizmin ikinci çöküşüyle birlikte insanlığın girdiği yeni dönemin ipuçlarından başlamak zorundayız.
I. Marksizm bugüne kadar kapitalizmin ilk oelişme sancılarını izlemiş, bu dönemler güçlenme yılları olmuştur. Batı'da ilk gelişim dönemi, II. Enternesyonalle birlikte çökerken, Doğu'da kapitalizmin yeni geliştiği alanlara yayılması süreci yaşadığımız günlerde en genel ölçülerde tamamlanmıştır.
Sosyalizm, bugüne kadar geç gelen ve gelişme yeteneği sınırlı ka-
Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu? YOL 35
pitalizme üstünlük kurabildi. Ancak varlığıyla kendi gelişim yolu ve hızıyla dünyada kapitalizmin gelişmesine ve hatta "Sosyalleşmesine" neden oldu. Bu konuda tek itici güç olmasa da en başte* gelenlerden biriydi. Bu dönem kapanmıştır.
Sosyalizm dengesinin örttüğü kapitalizmin kendi yapısından kaynaklanan çelişkileri, önümüzdeki dönem daha saf biçimleriyle sergilenecektir.
Kapitalist merkezler, onun kendi çelişkilerinden kaynaklanan akımları alternaftif yaşam gurupları, çevreciler, kadın hareketi vb. bugüne kadar yapısı içine slndirebilmlştl. Grupların dar ufku, öte yandan düzenin esneme gücü bu sonucu yaratmıştır. Her gelişimin bir birikim olduğunu unutmazsak, düzenin şimdilik kendi içine sindirebildiği bu akımlar, aynı zamanda kapitalizmin kendi pervasız davranış zeminini sınırlamaktadır. Olaylar bu yönde birikiyor, günümüz krizi kapitalizmin esneme gücünü önemli ölçüde zaafa uğratıyor. Los Angeles ayaklanması ve Avrupa da faşizm dalgasının kıpırdanması bu yönde kanıtlardır. Ancak henüz olayın derinliğinden yeterince haberdar değiliz.
Üçüncü dünya kapitalizmi ise, henüz "klasik işçi hareketlerinin" ze- minindedir. Bugüne kadar hedefleri anti-emperyalizmle sınırlı olan hareketler artık bu hiçbir esneklik taşımayan düzenlerin gerçek hedeflerine yöneleceklerdir.
II. Gelişmelerin açıkça gösterdiği gibi dünya ölçüsünde demokratik devrimlerin alanı daralıyor; ilk dönemin bitişinde bir diğer göze batan yön de mücadelelerde radikalizmin zayıflıyor olmasıdır.
Bunun anlamı dünya ölçüsünde yeni bir güçler dizilişinin yaşanıyor olmasıdır.
İlk büyük savaşlar verildi. Güçler birbirini daha iyi tanıdı, şimdi gündemde olan, yeni güçlerle yeni mevzilenmeler yapılmasıdır. Radikalizm ilk ve yeni olmaktan kaynak alır. "Alışılmış" mücadelelerde, değişmeyen dengelerle yürütülen savaşlarda radikal dönüşler yaşanmaz. Dünyada devrim güçleri baştan aşağıya yeniden şekillendiği için, bu birikim sürecinin sönük görüntüsü hiçbir şekilde mutlaklaş- tırıfmamalıdır. öte yandan, eskinin kaba tekrarını ummak da aynı ölçüde hatalı olur.
Yeni dönemde hedeflere göre eskiden olmayan mücadele biçimleri ortaya çıkacaktır. Batı'da henüz yeni örnekler daha çok barışçıldır.
YOL 36 Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu?
ilkelerin koşulları açısından böyle olması doğaldır. Ancak böyle günlerin sınırına yaklaşıldığı unutulmamalıdır.
Üçüncü dünya'da, 1970'lere kadar gelen kır ağırlıklı gerilla savaşları, örneğin nüfusunun yüzde 80'i artık şehirlere yığılmış Latin Amerika ülkeleri için tekrarlanamaz. Bu ülkelerde, tam bir felakete dönüşen şehirleşmenin yarattığı yığılım, büyük ölçüde tortu-lümpen çetelerin denetiminde bir yaşam sürmektedir. Bu alanlar devrimci hareket tarafından ele geçirilmelidir. "Çarpık gelişimin kalbinde devrimci alanlar, sınıf hareketine yepyeni imkanlar yaratabilir.
III. Sosyalizm, Batı'da aristokrat işçilerce deforme edilmiştir. Do- ğu'ya genişlediğinde köylülük tarafından bozuldu. Sosyalist ülkelerde yapılan pek çok hata bir yana, konumuz açısından öne çıkartılması gereken, yaratıcılığın kaba eşitçilik ve kollektivizmle öldürülmesi- dir.Uygulanan kollektivizme, modern kapitalizmin inkarından varılmamış, eski geleneklerin Sosyalizme taşınmasından ortaya çıkan bir eklektizm olmuştur.
Sanki mücadelenin ön yıllarındaki "önce herkes eşi. nsin" Narodnik parolası sosyalizmin ana uygulaması olmuş, bu kal lık aşılamayınca düzenin tıkandığı noktada herkese kapitalizme doğru "start" verilmiştir. Çok kabalaştırdığımız bu olgu, sertliğin çözülme yıllarındaki köylü ufkunun ta kendisidir. Ve Sosyalizmi derin bir şekilde etkilemiştir.
Reddedilecek mirasın üç ana yönü böylecö şekillenmiş oldu:-Hala iş saati ve sosyal haklar mücadelesi ufkunda tıkanan Batı
proletaryasının sınıf bencilliğinden, alternatif grupların ufuksuzluğun- dan koparak; üçüncü dünyadaki sosyal gerçekliği kucaklayabilen bir bilinçle mücadeleye yönelen sınıf hareketi yaratılmalıdır. Bu, bilinçlerde önemli bir yükselmeye denk düşer. Batı'nın düzen içi reformlarıyla yetinen hiçbir hareket gelecek vadedemez. Öte yandan, sınıf bencilliği ve üçüncü dünyanın soygunuyla "körleşmiş ve aymazlaşmış" Batı proletaryasının "gönülleri", hiç şüphesiz sırf propagandayla çeline- mez. Fakat durum umutsuz değildir. Dünya öyle küçüldü ki, Körfez savaşı, Kürtlerin büyük göçü, Yugoslav dramı, son olarak Somali gösterisi gibi açık pratik gerçekler Batı insanını kaçınılmazca bilinçlendiriyor. Bu gerçekliklere bir de Batı'ya göç dalgasını eklersek, insanlığın henüz taşan bir sel gibi olmasa da derin ve yoğun bir kımıltı içinde olduğu anlaşılır.
Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu? YOL3 7
- ikinci yön; Sosyalizm deneyinden gelen kaba kollektivizm reddi- dir. Kişi yaratıcılığını öldüren, daha çok küçük burjuva dar kafalı anlayışlar sosyalizmin esneme gücünü giderek sıfıra yaklaştırmıştır. Kapitalizm, bugün "bir dava uğruna ölecek" adamlar arıyor. Sosyalizmde, böyle milyonlarca insan vardı. Kapitalizm bencilliğiyle insanları topluma karşı kayıtsızlaştırırken, sosyalizm kaba kollektivizm ve eşitlik anlayışıyla kişilikleri ezmiş, sillkleştirmiştir. İlkel komünal dönem aynen tekrarlanamayacağı için sonuçta kişinin silikleşmesiyle birlikte toplum da atomize olmuştur.
-Üçüncü yön, geri ülke devrimlerinden sosyalizme sızan deformas- yonlardır. Ulusal burjuva çıkarların, sosyalizm lafzıyla örtülmesi Asya'da, Orta Doğu'da, Afrika'da yaşandı. Bu konuda açık sınırlar çizilmezse, sosyalizm hem kendi gücüyle ilgili yanılgılara düşebiliyor, hem de sosyalizm adına kapitalizm inşa edildiğinden geri ülke insanlarının gözünde iki düzen arasındaki kalın çizgi silikleşiyor.
Dünyada tarihsel dönem olarak, ulusal kurtuluş savaşları kapanmıştır. O nedenle, sosyalizme bu yönden gelecek bozulmalar eskiye oranla zayıflamıştır. Buna rağmen, dünyanın bazı geri alanlarında hala böyle gelişmeler yaşanabilir. Marksist hareketle buralardaki hareketlerin arasındaki sınır çizgisi daima net olmalıdır. Bu, ittifakları dışlamadığı gibi daha doğru zeminlerde işbirlikleri sağlayabilir.
Son olarak, toplumsal devrimlerin ikinci dönemine girilirken olaylara izini vuracak sürükleyici çelişkiye değinmeliyiz.
Kapitalizm sonrası toplumsal devrimlerin birinci döneminde, harekete geçirici güç sırf kapitalizmin çelişkileri olmaktan uzaktı. Kapitalizm öncesinin engelleri devrimleri harekete geçirici güç olarak önemli bir rol oynadı.
Yeni dönemde, bizzat yaşanan gelişimden dolayı eskinin tekrarı mümkün değildir. Artık devrimlerde kapitalist üretimin kendi yapısından kaynaklanan - eski üretim biçimleriyle çatışmasından doğan değil çelişkiler harekete geçirici olacaktır.
Bugüne kadar ki deneylerin gösterdiği gibi üretim araçlarının tekellerde toplanması devrimler için zemin yaratmaya yetmiyor. Aşağıda, yığınlar arasındaki bencilleşmenin her türlü toplumsal davranışı felce uğratacak seviyelere derinleşmesi gerekiyor. Ancak böyle bir toplumsal çözülme, üretici güçlerin gelişmesinde aşılamaz engeller oluşturur.
YOL 38 Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı'na ne oldu?
Yukarıda tekellerin, aşağıda milyonlarca tek kişilerin yarattığı iki kutuplu bencilleşme, sosyal üretim önünde gerçek bir engel haline gelir.
Bu tıkanma noktasında yığınların bilincinde bireycilikten toplumsallığa bir atlama olabilir.
Fukuyama’nın "özçıkarcı" "son insanı" liberal demokrasileri artık taşıyamamaktadır.
"Hiç kimse tek başına davranarak böyle bir yapı içinde uzun süre kendini kurtaramadığından dolayı, liberalizmin kahramanı, bireyin, dağılan yapı karşısında anlamlı bir rol oynaması imkansızdır... Bu nedenle, önceleri modern dünya sisteminde bilinmez olan grup kimliğinin belli bir derece öne çıkması rastlantı değildir." (29)
Liberalizmin kahramanı, "birey", ömrünü doldururken yerini "grub"a bırakmaktadır. Konuya burada yalnızca bireyin olumsuzlanması açısından bakıyoruz. Yoksa Wallerstein'in "grup kimliği" görüşünün değerlendirilmesi konumuz içinde değildir.
Sosyal olarak kendini öne çıkaran "grup" olgusunun yanında, üretimde "kalite çemberlerinin son zamanlarda Japonlara özgü olmaktan çıkıp, tüm kapitalist dünyada ayrı bir önem kazanması raslantı değildir.
Üretim karşısında insanın konumu zanaatçı loncasından günümüze tam bir sarmal çizmek üzeredir. Zanaatkar genellikle işinin ustası ve aşığı idi. Kapitalizmle birlikte her yeni teknik gelişimde insan, üretim sürecinde basit hareketleri tekrarlayan alet haline geldi. Önceleri insan alete egemendi, sonra makina insanı kendi uzantısı haline getirdi. Kitlesel üretim bantında en son tekniğe rağmen üretim artışı sağlanamayınca, kapitalist üretimle birlikte unutulan insan yeniden hatırlanmak zorunda kalınmıştır.
Böylece, "kalite çemberiyle birlikte kapitalist üretimde insan, yeni bir değişime uğramak üzeredir. Ürettiğiyle ilgilenen grubuyla üretim sürecini tartışıp değerlendiren yeni bir işçi sınıfı şekillenmektedir.
Bu uygulamanın kapitalist üretim içindeki sınırlılığı çok açıktır, hatta bu uygulama işçilerin sendikal örgütlenmesine karşı olarak kullanılmaktadır. Bütün bunlara rağmen, makinanın basit uzantısı olan işçi, çok sınırlı da olsa üretimde yaratıcılığı kullanmaya doğru gerçek bir adım atmaktadır.
Sınıf hareketi yeni dönemde bir kere daha tarih sahnesine girecek-
Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı'na ne oldu? YOL 39
tir. Bu sefer, sadece üretimde basit örgütlü bir kitle olarak değil; üretimi belli bir seviyede örgütlemeye yetenekli bir kitle olarak mücadele tarihinde ayrı bir dönem açacaktır.
Yazımızın başında sorduğumuz soruya dönelim: Tarihi yönider, yazarken ilerlemenin kriteri değişiyor mu? Bugüne kadar, özellikle buharlı makinaların bulunuşundan günümüze tekniğin fırtınalı gelişiminde ilerlemenin tek kriteri teknik gelişim ve ona denk düşen sosyal örgütlenme seviyesiydi. Buna bağlı olarak insanın maddi tatmini en öne çıkan amaçtı.
Kriter artık yavaş yavaş maddi ve teknik gelişimden insanın moral gelişmesine ve doyumuna doğru ilerliyor.Hiç şüphesiz böyle bir dönüş ancak maddi olarak belli bir seviyeye varmış toplumlarda mümkündür. Ve henüz kat edeceği uzun ve sancılı bir yol vardır.
Toplumsal devrimler tarihinin bir dönemi kapanırken açılan yeni dönemde kapitalizmin çelişkileri daha saf, daha katışıksız olarak kendini ortaya koyacakır. Kapitalizmi sanki sınırsız bir gelişme ömrüne sahipmiş gibi gösteren teknik gelişim, bencilliğin zirvesine çıkarak tek tek atomlaşmış insan üretici gücünün sinik direnişi karşısında pervasız gidişinin sınırlarına yaklaşmıştır.
insanlık tarihinin gelecek günleri, tüketimde değil, üretimde insanın yeniden hatırlanacağı günler olacaktır.
SONUÇ
Günümüz gelişmeleri I. ve II. Dünya Savaşı öncesine çok benziyor. Sadece kapitalizmin yaşanan krizi, Yugoslavya'da süren savaş açısından değil, aynı zamanda “Dünya savaşının olmayacağı" yönlü yapılan öngörüler açısından da benziyor. Bernstein, 1900'lerde uzun barış yılları vadetmişti. Kautsky, 1910'larda "ultra Emperyalizm" tezleriyle, Emperyalistler arası ilişkileri sırf ekonomik rekabetle dünyanın kalkındırılmasına indirgemişti. Savaştan sadece bir kaç ay önce, 1914'de dönemin ünlü ekonomisti Norman Angell, Avrupa’nın büyük ülkelerinin karşılıklı ekonomik bağımlılık derecesinin savaşı imkansız kıldığını ileri sürmüştü. (30)
Savaş öncesi, sanki savaş körlüğü yaratmaktadır. Sırf benzerliklerden kalkarak bir sonuca varmak imkansızdır. Ancak önemli üç gerçeklik göze batırılmalıdır.
YOL 40 Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu?
Birincisi, Amerika'daki durgunluk ikinci Dünya Savaşından günümüze yaşananların en ciddisidir ve 1980 lerden beri devamlı olarak derinleşmiş ve şiddetlenmiştir. (31) İkincisi, "yeni sanayileşen ülkeler ve eski Dçğu bloku ülkeleri yardım, en azından pazar payı bekliyorlar. Batı bunu başaramadığı takdirde demokrasinin nimetleri üzerine nutuklar bir anlam taşımayacaktır." (32) Üçüncüsü, "eski ve yeni dünya düzenleri arasındaki temel fark, önceki dönemin anlaşmalarından zenginleşenlerin (Almanya ve Japonya kastediliyor, bn) beklenildiği gibi, yeniden oluşumun maliyetlerini paylaşacak olmalarındadır." (33) Ya paylaşamazlarsa?
Toplumsal devrimlerin ikinci dönemine, yeni paylaşım mücadelelerinin yükselişiyle birlikte giriliyor. Büyük olayların öngününde, Kautsky gibi siyasi körlüğe düşmemek için bugüne kadar alışık olduğumuz tarzda düşünmekten kurtulmalıyız.
Dünya, alışılmadık günlere ilerliyor.
Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı"na ne oldu? YOL 41
Dipnotlar
1- A. Walicki, Rus Düşünce Tarihi2- Sosyalizm, "Yeni Dünya Düzeni", Türkiye3- K. Kumar, The Revolutions of 1898, Theory and Society 19924- K. Kumar, ay.5- K. Kumar, ay.6- K. Kumar, ay.7 - 1. Wallerstein, The Collapse of Liberalism, Socialist Register 928- K. Kumar, ay.9 - 1. Wallerstein, ay.10- 1. Wallerstein, ay.11- H. Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm12- M. Dobb, Kapitalizmin Gelişmesi13- E. Hobsbawm, Goodbye to All That, Marxism Today. Jan. 199014- E. Mandel, The Marxism Case For Revolution Today, Soc. Reg. 198915- E. Mandel, ay.16- O. Koçak, Modemizm ve Postmodcmi/m, Defter 199217- K. Kumar, ay.18- Marx-Engels, Alman İdeolojisi19- L. Lisyutkina, Post-Industrialism and Post-Totali Ctarianism, Social
Sciences 1992-320- F. Fukuyama, Tarihin Sonu21- F. Fukuyama, ay.22- F. Fukuyama, ay.23- F. Fukuyama, ay.24- 1. Haldun, Mukaddime I25- 1. Haldun, ay.26- F. Fukuyama, ay.27- R. Milliband, L. Panitch, The New World Order and The Socialist
Agenda Soc. Reg. 199228- R. D. Hormats, The Roots of American Power, Foreign Affairs, sum.
199129- 1. Wallerstein, ay.30- A. Glyn, Global but Leaderless, Soc. Reg. 9231- R. Milliband, ay.32- S. R. Schwenniger, World Policy Journal sum. 9233- J. W. Sanders, The Prospects for "Democratic Engagement"
YOL 42 Faşizmin açmazları - adımlan
Faşizmin açmazları ve adımları *
A li KEMALTürkiye'de son DYP-SHP koalisyonuyla yeni bir döneme girildi. Bu
yeni dönem tüm uluslararası ve yerel çapta meydana gelen son 12 yıllık gelişmelerin içinden çıkıp gelmektedir. Biz bu yazıda öncelikle son 12 yılın dışsal ve içsel dinamiklerini değerlendireceğiz. Ardından faşizmlerin genel çıkışları, geçiş problematiklerini kısaca değerlendirdikten sonra son hükümetle gelinen noktayı, tarihi noktayı yakalamaya çalışacağız.
A- Uluslararası ve Ulusal planda yeni güçler dengesi12 Eylül faşizminin iktidara .geldiği dönemde uluslararası arenada
sosyalizm-emperyalizm çatışması egemendi. 1984'lerden itibaren önce "sosyalizmi kurtarmak" ş¡arıyla yola çıkılan, sonraları ise günümüzde kapitalist restorasyonlar üreten, süreç tabii ki sosyalizmin bir sistem olarak demoklesin kılıcı gibi uluslararası finans-kapitalin tepesindeki salınımını durdurdu. Her an ensesinde hissettiği sosyalizmin nefesi tükenince epey rahatladı. Bu hem evrensel hem de Türkiye planında böyle oldu. Sosyalist sistemin çöküşü emperyalizmin ideolojik, ekonomik ve askeri alanlarda bugünkü tarihsellik içinde "geçici üstünlüğünün" yükselişine tanıklık etti. Emperyalizmin bu üstünlüğü ve sosyalizmin kalelerden bir bir geri çekilişi tüm kıtalarda kapitalist iktidarların devrilişlerine dönük toplumsal-devrimci hareketler üzerinde
Faşizmin açmazları-adımlan YOL 43
müthiş bir baskı yarattı. Uluslararası denklemde hızla "sıfırlanmaya" doğru giden sosyalizm artık devrimsel dönüşümler için "bağlaşık"olarak da yoktu. Bu gelişmeler, Latin Amerika, Asya ve Ortadoğu hatlarında emperyalizmin, "sopasıyla" ardarda "uzlaşmacı" rejimler dönemini başlattı. Ve sonuçta, faşizmler, faşist diktatörlükler kendi iç dinamiklerinin yarattığı basıncın yanında sosyalist sistemin çöküşünün açtığı yeni dönemin yolundan hızla inişe geçtiler. Dünya çapında baş gösteren siyasal boşluğun yeni bir siyasayla "yeni dünya düzeni" ile doldurulmasıyla nitelenebilecek yeni dönemde uzlaşmacı ara rejimler başgöstermesi tabii kİ bu yeni düzenin basıncı altında şekillenmeye başladı. Bu yeni dünya basıncının doğal olarak bir dışsal öge olarak Türkiye üzerinde de etkileri olacaktı. ABD'nin yanı sıra yeni güçler dengesinde Avrupa emperyalizminin de bu yeni dünya basıncında oynamaya başladığı rol değerlendirildiğinde ve Türkiye'nin Avrupa emperyalizmiyle girdiği entegrasyon düzeyi gözönüne alındığında, bu basıncın farklı coğrafyalardan farklı güç dengelerini de beraberindegetireceği açıklık kazanır.
* * *
Faşizmin uluslararası arenada baş gösteren baş döndürücü gelişmeler karşısında girdiği çıkmazların yanında, iç dengelerde de önemli "kaymalarla" karşı karşıya olduğu artık netçe görülmektedir. Bunu da iki başlık altında inceleyebiliriz: Birinci başlık tabii ki Kürdistan, İkincisi ise Türkiye cephesidir.
Kürdistan saldırısı: PKK'nin 1984 Bahar atılımı 12 Eylül'den sonra faşizme sıkılan ilk isabetli kurşun oldu. 1987-1989'lara kadar PKK'nin yürüttüğü gerilla faaliyetine karşı faşizmin tepkisi "olağanüstü hal, koruculuk, özel tim" uygulamaları oldu. Arada bir sınırötesi operasyonlarıyla da desteklenen bu tepkiler ne doğurdu?
1987-1989'lara kadar süren Kürt hareketindeki I. dönem sona erdi. Faşizm bu dönemin sonunu "savaş ilam" ile açıkladı. Önceleri bir avuç çapulcu iken, artık uzun süreli mücadele edilmesi gereken, kamuoyunun hemen çözülmesini bekleyemeyeceği bir sorun oluvermişti Kürt sorunu. Kürdistan'da ve aynı zamanda faşizmin yaklaşımlarında 2. dönem böyle başladı; Kürt sorunu uzun süren mücadelelerle bloke edilecek, GAP gibi ekonomik entegrasyon tedbirleriyle yavaş yavaş çözülecekti. Ama faşizmin bu yeni politikası da çabuk eskidi. 1990- 1991'lere geldiğimizde 3. dönemin kapıları aralandı. Kürdistan'da
YOL 44 Faşizmin açmazları - adımlan
Nevvroz'da gözlenen kitle eylemleri "serhıldanlar", faşizmin Kürdis- tan'da hızla güç kaybettiğinin en önemli göstergeleri oldu. Aynı dönemde meydana gelen Körfez Savaşı PKK'nin başarılarını taçlandırdı: O güne kadar hep cephe gerisi olarak işlev gören Irak Kürdistan'ı da yeni bir cepheye dönüşüverdi. Irak Kürdistan'ında ulusal burjuva güçlerin başarısızlıklarının yarattığı boşluğu PKK hızla doldurmaya başladı. Böylece, Türkiye Kürdistan'ında faşizme "cepheden" Serhıl- danlarla saldırılırken, Irak Kürdistan'ında da tarihsel bir dönüşüm fırsatı yakalandı ve değerlendirildi. Irak Kürdistan’ındaki boşluk tabii aynı dönemde emperyalizm tarafından da doldurulmak istendi ve harekete geçildi. Çekiç Güç bunun için yaratıldı. Ulusal burjuva güçler yüzyıllık ittifak güçlerine apaçık kavuşurken, hızla kendi önderlik ettikleri alanlarda deşifre olmaya ve inisiyatif kaybetmeye başladılar. Türkiye'yle girilen yoğun ilişkiler: KDP ve YNK lider ve temsilcilerinin görüşmeleri, temsilcilik açılması, yardımlar vb... PKK'ye karşı kontr-atakla Türkiye'de cephe girişimleri olarak planlandı, ama ömürleri şimdilik çok kısa sürdü, başarısızlıkla sonuçlandı.
Türkiye cephesi: Bu cephede, faşizm duvarlarını kimi kez delen, ama çoğunlukla aşındıran mücadelelere tanık olduk. 1989 Bahar direnişleri, 1990-91 metal-tekstil direnişleri, madencilerin Ankara yürüyüşü ve en nihayet Mengen'den geri dönüş. Kendiliğindenliğin dinamiğinde gelişen, sendikalizm ve ekonomizm hastalıklarını çıplak gözle bile görülebilecek denli yaşayan işçi hareketi Mengen'de tıkandı kaldı. Mengen sonrasında yeni dönemin ilk habercisi Mağa Deri'deki işgal oldu. Daha sonra Paşabahçe ile süren işgal eylemliliği, siyasallaşma piramidinde işçi sınıfı açısından ikinci basamak oldu. Bu eylemlilikler arkasından yenilerini getirirken, tüm sınıfa has bir karakter özelliğini henüz kazanamadı. İkinci olarak bu olaylarda sınıfla düzenin çatışmasının; siyasi çatışmasının ilk ip uçları alınabilmiş değildir. Bu, sınıfın yeni bir basamakla siyasallaşması gerektiğini, bunun da fabrikalarda belki de barikat savaşları olarak görülebileceği yeni bir dönemin eşiğine geldiğini gösteriyor.
İşçi sınıfının tüm bu "politik hedef gözetmeyen" direnişlerinin yanı sıra memurların sendikal eylemlilikleri, öğrenci hareketi ve devrimci hareketin "kümülatif" olarak yarattığı vuruşlar Türkiye cephesinde faşizme karşı henüz mevzi savaşlarının eşiğinde olduğumuzu gösteriyor. Kürdistan'dan ayrı olarak Türkiye cephesinde "düzene cephesel
Faşizmin açmazları-adimlan YOL 45
politik saldırılar" henüz söz konusu değildir.B- Faşizmin geçiş problematiğiKapitalist üretim sisteminin yarattığı bunalım ve bunun sonucunda
siyasette de derinleşen iktidar kavgası sonuçta finans-kapitalin karşısına iki temel seçenek sunar. Burjuva demokratik kurumlarla idare edebilmeyi denemek, denemeye devam etmek. İkinci olaraksa faşizmin tırmanışı ve bunalımın bu yöntemle aşılması. Bu iki yaklaşım bugüne kadarki tüm "faşizme geçiş" örnekleriyle tanıtlanmıştır. Bu iki yö- nem finans-kapitalin "fraksiyonel" olarak taktik savaşında çatışmasını gündeme getirmektedir. Egemenliğin çatırdamaya ve çatlağın derinleşmeye yüz tuttuğu bir dönemde finans-kapitalin taktikde farklılaşıp iç tepkimelerle bir süre yol aldıktan sonra çatışmadan üstün çıkan tarafın yönteminin hızla yürürlüğe girdiği de aynı geçişler sürecinde gözlenen bir olgudur. Bu çatışmalar, faşizmin uzun yıllar süren güçlü birikim dönemleriyle, siyasette de ciddi ulusal-sınıfsal çatışmaların yerine düşük yoğunlukta çatışmaların geçtiği dönemlerde "derinliklere iner ve g iz le n irAma o kadar! Ne zaman ki "faşizmle idare edilemez” hale gelinir, o zaman ki ekonomik ve siyasi bunalım faşizme rağmen kendini dayatırsa, o zaman derinliklere inen bu çatışma yeniden su yüzüne çıkar. Finans-kapitalin öznel niyet, çaba ve davranışlarının dışında buna yol açan kendi dışında tüm nesnel koşulların bileşimindeki yeni güçsel gelişmelerdir.
Bu saydıklarımızın özü esasen şu olmalıdır: Birinci olarak; faşizm statik değildir. Hem çok uzun onyıllar süren -Portekiz, Ispanya, Güney Kore- faşizmler, hem de daha kısa devrelerde sonlanan -Almanya, İtalya, Yunanistan- faşizmler, yükselen dönemsel dalgalanmalara karşı tepki üretmek zorunda kalmışlardır. Ne derece kurumlaşmış olursa olsunlar, devrimci güçler ne denli bastırılmış olursa olsun sınıfsal, ulusal çatışmalar bir süre sonra tarih sahnesinde boy gösterecek, "buzlar eridikçe" faşizm gemisinin boğuşacağı dalgalar fazlalaşacak, dalgaların yıkım karakteri; boyu ve gücü onu kendini savunmaya, saldırmaya veya bu ikisinin de birliğinde çatırdayıp batmasına yol açacaktır.
İkinci olarak "sonsuz faşizm" ya da müzmin faşizm teziyle -kimi zaman bu açılır veya gizlenir' yola çiKilmaz. Peki faşizm "sonluysa" sonunu getiren nedir? Tek bir ümleyle onu sona erdiren onun gelişine, iktidarına yol açan dınamıl Kardır Bunalımla çıkagelen faşizm, yine bunalımla gidecektir". ! ıbıi M gel s - e gidiş dinamiklerinin kümeleniş,
YOL 46 Faşizmin açmazları - adımlan
diziliş ve etki-belirleme karakterleri değişken kalarak. Bu geçişi, bitişi daha iyi anlayabilmek için şimdi faşizmle yapılanlara kısaca bir gözatalım:
Burjuva demokrasisi ciddi devrimci dönüşümler karşısında, aynı dönüşüme eşlik eden ekonomik-siyasi bunalımlarla yüzyüze geldiğinde çıkış yolu arayacaktır. Burjuva demokratik kurumlarla ve burjuva ideolojisiyle kendini "üretemeyen" düzen faşizmle noktalandığında burjuva devlet aygıtı tepeden tırnağa dönüşüme uğratılacak, faşizm Anayasa, devlet içindeki aygıtların burjuva dönemdeki ağırlıklarını yerinden oynatacak, yeni dengeler kurarak yeni bir kurumlaşmaya gidilecektir. Faşizm iktidara gelir gelmez, tüm sınıf ve katmanların örgütlen- meleri-örgütleri dağıtılır. Bunların yerine faşizm kendi kurumlarını, örgütlerini dayatır, hayata geçirir. Toplumu artık bir bütün olarak tutmaktan uzak kalan "ideolojik çimento" yerine yenisi hızla yaratılır. Yeni ideoloji yaratılırken bunun uygulama araçları partiler; aile, dinsel, ulusal, şoven söylemlerle yüklü örgütler olacaktır.
Faşizm iktidara gelirken ekonomik bunalımı bir an önce aşmayı amaçlar. Ama ekonomik bunalımın sona ermesiyle-devresel bunalımın atlatılmasıyla- son bulmaz. Hatta kimi zaman ciddi ekonomik yapısal atılımlara girişilse bile, yalnızca bu yüzden, ekonomik bunalım aşıldı diye faşizmin misyonu tamamlanmaz. Çünkü diğer faktörler; siyasi, ideolojik, kültürel alanlardaki çatışmalar ve durumlar sabit kalmak kaydıyla -anlaşılabilir olması açısından bu söylenmelidir- yani diğer alanlarda herhangi bir çatlama, çıkış gözlenmeksizin, ekonomik bunalım atlatıldı diye finans-kapital faşizmden vazgeçmeyecektir.
Faşizm siyasi planda toplumun tüm bakış açısını belli hedeflerde yoğunlaştırır. Onun için, özellikle küçük burjuva yığınların mobilize edilmesi önemlidir. Milyonlarca küçük burjuvanın, faşizmin kurumlaşabilmesi için yeni yaratılan ideolojiyle manipüle edilmesi, onun yeni ideolojiye "tav" edilmesi gereklidir. İşçi sınıfı ise şiddet, ezme yöntemleriyle önce nötralize edilecek, pasifleştirilecek daha sonraysa aynı ideolojinin baş destekçisi olmasa da yaşamını: tüm alanlarda yeni ideolojiye göre biçimlendirmede bağımlılaştırılacaktır. Tabii ki tüm bunlar ikna yöntemleriyle değil, baskı, zor, şiddet, işkenceyle toplumun baştan aşağı terörize edilmesiyle gerçekleştirilebilir. Bu da devlet aygıtla- rının-ordu, polis, anayasal kurumlar: yargı, yürütme, yasama- farklı, yeni ideolojiyle yoğrulmuş olarak yeni bir kimlikle re-organize edilmesi-
Faşizmin açmazlan-adımlan YOL 47
ni gerektirir. Kurumlar dağıtılırken, içindeki insan malzemeleri de yeni kurumlara angaje edilmelidir. Bunun için faşizm milyonları yeni ideolojiyle asimilasyona tabi tutar.
Faşizm bunları yapar, ama yaptıkları donup kalmayacaktır. Her şey gibi tüm yeni kurumlan da toplumsal çatışmanın tüm yasalarıyla ilişki içine girecek, onu fethettikten sonra onunla yeni bir dönemin eşiğine gelecektir. Bu eşik noktası nedir? Enternasyonal komünistlerinin veya Alman, Italyan komünistlerinin 1940'larda iyimserlik ölçülerine değil, körlüklerine bağlanabilecek "faşizmin sosyalizmle sonuçlanaca- ğ/"değildir elbet. Faşizmler finans-kapitallerin son iktidar konakları değildir, faşizmler hep sosyalizmlerle yıkılmamışlardır. Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk gibi ülkelerle veya kısmen 2. Dünya Savaşı'nda o da Kızılordu vurucu gücüyle yıkılıp kurulan Doğu Bloku Halk Cumhuriyetlerinde görülen "sosyalizmler'in yanında İtalya, Almanya, Ispanya, Portekiz, Yunanistan ve daha yakın zamanda Latin Amerika'da Brezilya ve Arjantin örnekleriyle de faşizmler burjuva demokrasilerine "geri dönmüşlerdir". Tıpkı burjuva demokrasilerinden faşizmlere geçi- lebildiği gibi, faşizmden burjuva demokrasi katına da inilebilmektedir. işte faşizmin geçiş problematiği de tam da buradadır.
Problematik, faşizmin mutlak, sonsuz egemen olamayacağını teorik öncül olarak kabul etmemizle çözümlenebilir. Burada kaskatı durduğumuzda: Faşizmi statik bir varlık gibi algıladığımızda o metafizik bir totem gibi tepemizde salınıp duracaktır. Problematik, faşizmin de bunalımlarla yüzyüze geleceğini, bunların ancak ertelenebileceğini, yokedilemeyeceğini belirterek anlaşılmaya başlanacaktır. Başgöste- ren sınıfsal, ulusal çatışmalar, uluslararası savaşın yarattığı yeni dengeler, bu çatışma ve dengelerin şiddeti ve derinliği faşizmin ne kadar bunlarla yaşayabileceğini ve ne kadar sonra ötekilerin onunla yaşayamayacağını tayin eder. Kimi zaman uluslararası arenadaki yakıcı denge kayışları -Alman, Italyan, Japon faşizmlerinde- "faşizmi çözen" onun başka bir tarihsel duruma "devrilmesine" yo\ açan ana etmenlerden biri olmaktadır. Bazen, faşizmlerin yürüttükleri sömürgesel faaliyetlerde -Portekiz, İspanya, Yunanistan- gözlenen ulusal kurtuluş veya halk hareketleri, faşizmin "çözücülerinden" biri olabilmektedir. Bunların yanında son dönem Latin Amerika'da da gözlendiği gibi içeride işçi, emekçi halk hareketlerinin devrimci kabarışları-şahlanışları ölçüsünde faşizmin temel çözücülerinden biri olduğu ortaya çıkmakta-
YOL 48 Faşizmin açmazları - adımlan
dır.Faşizm eğer "devriliyorsa" veya "çözülüyorsa” ve bunun ana dina
miği de "bunalımlar" ise burada artık faşizmin kurumlarında, ideolojisinde, aygıtlarında bir tıkanıklıktan, sistemin artık kendisini üretememesinden söz etmek gerekecektir. Geçiş problematiğinde, gözlenen tüm devrimsel kalkışmalar karşısında finans-kapital sonuna kadar aynı düzlemde politika yürütememektedir. "Faşizmin dengesi” bozulduğunda, ayakta duramayacak hale geldiğinde dengeyi başka bir noktada kurması, sadece kendisinin istediği değil, kendi dışındaki tüm güçlerin de yoğun bir çatışma sürecinden sonra başka bir tarihsel koordinatta kesişmesi -bu devrimle sonuçlanabilir veya sonuçlanmayabilir- gerekecektir. Devrim güçleri iktidar kapılarına dayanırken, adım adım ilerlerken elbette faşizm olduğu yerde durmayacak, önce savunma mekanizmalarıyla kendini "restore" edecek, yenilenecek, ama bir noktadan sonra bunlar da yetmeyecektir. Tarihte başka bir kapının aralandığını gösteren işaretler işte bu andan itibaren alınmaya başlanacaktır.
Faşizmde iktidara yürüyüş tek bir savaştan meydana gelmez, tıpkı başka bir burjuva dönemde görüleceği gibi. Topykün savaşa meydan muharebelerinden gidilecektir ve faşizm her meydanda bir muharebe yenilgisi aldıkça sarsılacak, iktidara yürüyüş hızlanacaktır. Ama sadece birkaç meydanda alınan yenilgi, bunun için yeterli olmayacaktır. Esas sonucu tayin eden her zamanki genel yasalar ve güçler dengesindeki faktörel gelişimlerin bileşimidir; devrimci güçlerin hazırlığı, gücü, deneyim ve geleneği, attığı taktik adımlar, stratejik öngörüler, ittifaklar vb.. Büyük kalkışmalar faşizmi tüm temellerinden sarsabilir, kurumlarını da tasfiye edebilir, devrimci dönüşümün büyük anaforu içine girilebilir. Ama yine de iktidarın teslimiyeti söz konusu olmayabilir. iktidar böylesi büyük dönüşümlerin ortasında el değiştirmediğinde ne olur? Tabii ki finans-kapital attığı taktik adımlar ve manevrayla inisiyatifi yeniden ele geçirebilir. Yunanistan'da Politeknik direnişi, Portekiz'de Silahlı Kuvvetler Hareketi, Latin Amerika'daki kitlesel kalkışmalar, çıkışlar: tüm bunlar devrimci dönüşümleri bir eşik noktasına yaklaştıran milyonların eseridir. Ama tüm bunlara rağmen ne yazık ki iktidar faşizmde noktalanıp sosyalizm veya demokratik halk iktidarına perdeyi aralamamaktadır.
Aşağıdan dayanan devrim güçleri karşısında devlette başlayan ça-
Faşizmin açmazlan-adımları YOL49
tırdama, yavaş yavaş yarığın genişlemesine doğru ilerleyecektir. Taktiksel ayrılık devletin tüm çatısında gözlenecek ve "eski-yeni" çatışması güncel politikanın en küçük gözeneklerine kadar girecektir. Bir yanda faşizm güçleri vardır, diğer yanda ise iktidarı kurtarmaya yönelen, ama bunu başka güç dengeleri içinde yaratmaya çalışan yeni güçler vardır, ispanya'da, Yunanistan'da, Portekiz'de keza Latin Amerika örneklerinde faşizmlerden burjuva demokrasilerine doğru geçişlerde hep gözlenen, ama artık geçişin olmazsa olmaz bir yasası gibi kavranması gereken şey eski-yeni çatışmasının yeni darbelere kadar uzandığıdır. Yunanistan'da Karamanlis hükümetinden yaklaşık 10 ay sonra Hava ve Denizcilerin darbe girişimleri, Ispanya'da da keza Fran- kistlerden yönelen darbe girişimleri vb. bu çatışmanın en güzel, yalın örnekleridir. Anafor içinde yeniler burjuva demokratik kurallar, yani eskiye göre yeni bir ideoloji ve kurumsal yaklaşımla iktidarı sürdürmek isterken -ki bu dayatmaların sonucunda oluşmaktadır- eskiler varolan kurumlarla devam etmek niyetinde olacaklardır. Devlet katında bu çatışma yaşanırken, iktidar yürüyüşçüleri ile de keskin bir çatışma söz konusu olacaktır. Esas olarak hem kendi iç çatışması, hem de yürüyüşçülerle olan çatışma egemenlerin çok ciddi ölçülerde güç kaybına yol açmaktadır. Ama karşı tarafta güç kazanımının önemli yükselişlere girememesi halinde bunlar devrimci güçlerin önünde açılan tarihsel fırsatların kaçırılmasına yol açmaktadır.
O halde bu bölümün özeti olarak şu söylenebilir ki: Faşizm kendi kendine, durduğu yerde çözülmemektedir veya devrilmemektedir. Onun çözücüleri ve deviricileri vardır. İkinci olarak çözülme veya devrilme onun mutlak olarak bir devrimci iktidarla sonuçlanmasına yol açmamaktadır.
* * *
Şimdi tüm bu gelişmeler ve teorik yaklaşımın ardından ülkede gelinen son politik durumu saptayalım. SHP-DYP koalisyonu ekonomi ve siyasette giderek derinleşen ve henüz dip noktasına ulaşılmayan bir bunalım dönemine denk gelmiştir. Ekonomide başgösteren kaynak sıkıntısı, öte yandan iç-dış borçlardaki devasa birikiş -450 trilyon lira- sanayinin teknik atılımı yapamamasından kaynaklanan zaaflarla beslenmektedir. SHP-DYP koalisyonu tam da bu bunalımın ortasında iktidarı kurtarmak adına tarih sahnesine çıkmıştır.
Faşizmin başta Kürdistan olmak üzere Misak-ı Milli sınırları içinde
YOL 50 Faşizmin açmazları - adımlan
oluşturduğu faşist kurum, aygıt ve ideolojisi iflas noktasına sürüklenmektedir. 12 Eylül’ün "can ve mal güvenliği", "dış mihraklara karşı ulusal birlik”, "çağ atlama", "21. yüzyılın Türk yüzyılı olması" gibi eski ve yeni ideolojik yaklaşımı artık tutmamaktadır.
Gerillanın 1984'den bu yana verdiği mücadelenin düzene dayattığı en temel gerçeklik "Kürt realitesi" olmamış mıdır? Referandum niteliğinde sayılan son 20 Ekim seçimleri Kürdistan’da faşizmin değil, PKK önderliğindeki Ulusal Savaşımcı güçlerin otoritesini yerleştirmemiş midir? Tabii ki devlet güçleri seçimleri ve düne kadar bir avuç çapulcu diye nitelediği eşkiyamn arkasında yüzbinlerce Kürdün yarattığı serhıl- danları tepesinde hissedince artık yeni bir dönem başlatması gerektiğini bilincine çıkaracaktı, işte, faşizm düğümünün esas çözücüsü "Gordion düğümünü darbesiyle kesen İskender'in kılıcı" Kürt Ulusal Kurtuluşu olmuştur. 70 yıllık T.C.'nin ısrarla reddettiği ve Türkleştirmeye çalıştığı "Kürt yoktur. Ne mutlu Türküm diyene" sloganı artık iflas etmiştir. Düne kadar Kürt yoktur denilirken, Demirel Kürdistan'da seçimlerden sonra sadece buraya yaptığı gezide "Her şeyi verelim; dil, kültür, enstitü yeter ki üniter devlet içinde kalalım" yakarışlarına girmişti. Demirel demagoji mi yapıyordu? Öyle ya, bir yandan bunları söylerken, öte yandan "PKK'yi ezeceğiz" diyordu. Yoksa Demirel yüzbinlerce ulusal kurtuiuşçuyu demagojik laflarla tuzağa mı (!) düşürmeye çalışıyordu?
Aynı Demirel bu kez Türkiye cephesi için de "İstanbul’a 100 bin polis gerekiyor", "Memura sendika hakkı", "Örgütlü toplum olmalıyız", "Yargıda reforma gideceğiz, "Paris sözleşmesine parmağımızı basacağız" gibi sloganlarla müthiş bir kontr-atak yaptı. Demirel Kürdistan'da yönelen devrimci, Türkiye'den ise henüz düzeniçiliği aşamayan kitlesel yönelişlere "yeni bir cevap veriyordu" bu kontr-atakla. Ama bu atağa rağmen esas olan bir şey varsa, o da "faşizmin realitesinin bozulduğuydu".
Devletin faşist ideoloji, kurum ve aygıtlarıyla kurduğu egemenlik, hegemonya artık çok zayıflamıştır. Demirel "döneminin adamı" olarak bu karakteri yani faşizmin ideolojisini ve aygıt-kurumlarını yeniden güçlendirebilir mi? Bugün Kürde, işçiye, memura ne diyebilir? Bilinen söylemlerle "Sizler yoksunuz" mu diyecek? Ama tabii siz ne kadar bunlara böylesine faşizan bir aldırmazlık ve üstünlük edasıyla "reddiye" çekerseniz çekin, bu realiteler tepenizde sizi parçalamak üzere do-
Faşizmin açmazları-adımlan YOL 51
lanmaktadırlar. "Ne yapalım, esas olarak uygulanan politikalarda zaaflar var, eksiklikler var, bunları gideririz, yürür gideriz" de diyemiyorsunuz, çünkü kaç Olağanüstü Hal Valisi, Kolordu Komutanı değiştirildi, kaç bin Mehmetçik öldü, kaç bin korucubaşı ve özel timle saldırıldı, ama çare etmedi.
Türkiye'de ise tablo farklıdır. İşçiler 1991'de Mengen'e gelip dayanmışlardı. "Kazanan" bu işçiler, bir öncü sınıf partisiyle buluşmuş olsalardı veya onun iktidara yürüyüş taktiklerinden esinlenip hareket etmiş olsalardı ne olurdu acaba? Toplusözleşmelerde direniş geleneği kazanan işçiler yarın Koç'un, Sabancı'nın ve bilumum tekel ve tekeldışı kapitalistin kapısına ve tabii ki devletin kapısına dayanmayacak mil Sanayi, teknik atılım yapamadığı için yüzbinlerce işçiyi işsizler ordusuna terfi ettirmeyecek mi düzen? Tabii ki evet, evet... Düzen, bunları Şevket Yılmaz'ın kucağına koyamayacağına göre, Türk-iş içindeki muhalefeti nasıl dizginlerim, nasıl süreçlere müdahale ederim diye düşünüyor kara kara. Ya memurlar? Onlar da aldılar başlarını gidiyorlar. Dün 50-100 kişiydi, bugün her biri onbinlerce üyeli bir yapıya, hem de meşruluklarını bastıra bastıra kabul ettirerek kavuştular.
İşi sorularla ve yanıtlarla uzatmaya gerek yok. Bunlar faşizmin tıkanıklığının besbelli göstergeleridir. Demirel'in baş aktör olduğu bu yeni dönem, işte tüm bu güçler dengesi denkleminden başlıyor. Düzenin önünde iki yol görünmüştü: Birincisi yukarıda belirttiğimiz "Reddiye" temelinde tüm güçlerle muhalefetin ve iktidar yürüyüşçülerinin bastırılması, ideolojik, kurumsal bunalımların palyatif tedbirlerle giderilmesi, kozmetik düzenlemelerle kurum ve aygıtların soluklandırılma- sı olabilirdi, ikinci yol olarak ise görünen şudur: Tüm dengeler altüst olmuştur ve olmaya gitmektedir. Bu dengesizliğin yeni bir dengede kendini bulabilmesi için farklı süreçlerde "ik ili karakterde" =4l6+++bir politikayla başka bir tarihselliğe yol alınmalıdır. Demirel birinci yolu değil, ikinci yolu seçmiştir. İktidara gelir gelmez taktiksel bir fark olarak öncelikle "Her şeyin üstesinden geliriz, refah da olacak demokrasi de" atağıyla toplumun birçok kesiminde iyimser bir beklenti havası yarattı. Belli ki Demirel burada zaman kazanmaya çalışıyor. "Morazile" ettiği toplumun birçok kesiminin açacağı krediye ihtiyacı var. Çünkü her yanda çatırdama vardır, kimi yakından, kimi de uzaktan, ama yakınlaşan bir ses vermektedir. Peki Demirel zamanı niçin kazanmaya çalışıyor? Koalisyon protokolünün incilerini dizi dizi ğöste-
YOL 52 Faşizmin açmazları - adımları
rip "illüzyone" ettiği Kürdün, işçinin, memurun, emekçinin üstüne faşizmle çöreklenmek için mi? Yani Demirel kozmetik düzenlemelerle mi ilerlemek istiyor? Esas sorun da burada başlıyor. K irleri özelleştirip yüz binlerce işçinin kapı dışarı edileceğinin açık açık tartışıldığı, Ekonomik Konseyle uzunca bir dönem toplusözleşme masalarında ulusal uzlaşmanın yaratılmak istendiği, PKK'yi ezmek için onbinlerce karacı, havacı askerin Kürdistan'a yığıldığı bir ortamdayız ve Demirel demokrasi diyor! Bunlar akıl almaz şeyler değildir! Önemli olan tayin edici ana halkayı, ana çelişkiyi yakalamaktır. Faşizmle idare edemez hale geldiğinizde ya eskide diretecek, ya da yeni politikalarla başka bir şeyler yapmaya çalışacaksınız. Demirel önce iktidara yürüyen tüm süreçleri bir noktada bloke etmeye çalışıyor. Moralizasyonun temel işlevi budur. Bu ona epey zaman kazandıracaktır. Ama blokaj yeterli değildir, o da bir süre sonra yıkılacaktır. Blokajla aynı zamanda yeni bir şeylerle süreçleri düzeniçileştirmek, onları manipüle edecek güce erişmek gerekir. Bu ise, işe, yıkılan ideolojinin yerine yenisini koyarak başlamasını gerektirir. Buna İdeolojik İnisiyatif alma diyebiliriz. Demirel bu inisiyatifle sadece sosyal demokrasinin değil, devrimci demokratik tüm talepleri asimile edip biçimlendirmeye çalışmaktadır.
Farklı, ikili karakterde izlenen politika on iki yılın tüm birikimlerinden çıkıp gelmektedir. Faşizmde uç veren bu çözülme İşaretleri abartılabilir mi? Yani kurumsal dönüşümlerin başladığı söylenebilir mi? Hayır. Hâlâ faşizm ana gövdesiyle dururken, henüz kurumlar kısmi restorasyonlarla idare edebilirken "büyük çöküşten" bahsedemeyiz. Ama Demirel büyük çöküşün patlak vereceğini seziyor ve buna göre adım atıyor. Attığı adımla da ana gövdesiyle duran faşizmin yanıba- şında başka yeni denge arayışlarıyla düzen karşıtı tüm politikaları iç- selleştirmeye çalışıyor.
Lafızdan öte tarihsel zorunluluk onu bu yöne itiyor. PKK siyasi çözümünü her gün kanla dayatıyor! İşçiler, emekçiler de bir süre sonra kendi siyasi çözümlerini dayatılabilecek noktaya gelebilirler. Bunlara karşın Demirel de düzenin çözümlerini dayatıyor: Kürt vardır ama PKK yoktur, o halde hızla yerel işbirlikçiler yedeklenmeli. İşçiler vardır, mücadele edebilirler, ama onlar devrimden devletle çatışmaktan uzak dursunlar yeter. İşçiler vardır, o halde bir avuç aristokrat gangster sendikacıyla, Türk-lş egemenliğindeki sınıf denetimden çıkabilir, buna önlem alalım: DİSK'i bırakalım, ikinci adres oluversin. Kitleler si-
Faşizmin açmazları-adımlan YOL 53
yaset yapmak istiyor, yapsınlar, ama düzen içinde uslu uslu. O halde düzendeki tüm reformist sağ eğilimler desteklenmeli, beslenmeli.
Tüm bunları söylerken akla hemen bir şey gelebilir: Bu bir tuzaktır! Hayır, düzen bunları tuzak olsun diye söylemiyor, çünkü yüzbinler bu tuzaklarla tutulacak, avlanabilecek kadar küçük değildir, buna sığmazlar. Eğer bu bir tuzaksa, durmadan dağdaki gerillaya, serhıldanı yaratanlara, Mengen'deki işçiye vb... hakaretler yağdıralım duralım! Tarihi bir baştan bir başa silelim. Çünkü tuzak yaklaşımı tüm bunları dışlar, düzenin her şeyin "kendi kontrolünde" olduğu güllük gülistanlık bir ortamda bizimle "oyun oynadığını" varsayar.
Düzene karşı yürüyen güçlerin zorlamasıyla düne kadar 5 derecelik yasallık açılımı, bugün 30 dereceye mi yükseldi? Eğer bu bir tuzaksa, düzen pergeli yukarı kendiliğinden kaldırıp "gelin ve buraya sıkışın" demektedir. Oysa pergel yüzbinlerce kolun ağırlığıyla açılmak zorunda kalıyor. Düzen sizi tabii ki buna rağmen orada sıkıştırmaya çalışacaktır, ama siz de kalkıp sıkışmayın ve pergeli parçalayıp, işlevsiz hale getirmeye çalışın, sizi tutan yok!
Demirel, Almak olayında ter döktü, kürsünün özgürlüğünü savundu. DYPliler Alınak'ı döverken Demirel onu savundu. Cindoruk 22 HEP'linin idam fermanını Meclise gönderen DGM Başsavcısı Nusret Demiral'a sert çıktı. "22 HEP'liyi Meclis dokunulmazlıklarıyla savundu". Herhalde bunlar da mizansen olsun diye, danışıklı dövüşün sahnelenmesi olmuyor!
Çatışmalar toplumun temelinden tepesine yayılıyor. Devlet katında çatırdamalar başlamıştır. Devlet katındaki çatırdamanın iki tarafı, Güvercinler ve Şahinlerdir. Şahinler -faşizmin tüm gövdesi ve güçleri- tüm ağırlıklarıyla tepkilerini dile getirip taktik üstünlüklerini sürdürmeye çalışıyor. Yeniler, Güvercinler ise yeni arayışlarla başka bir şey yapmaya çalışıyor. Devrimcilerin devlet katındaki bu çatlağı, yarığı görmesi gerekiyor. Çatlak derinleşir mi, derinleşmez mi? Bunu çatlağı açanlar tayin edecektir. Geçiş problematiğinin özgüllüğü budur. Yeni başlayan bu süreci kavramak, onu bilince çıkarmak aynı zamanda geçiş problematiğinin zik-zaklarla çözüme ulaşacağını söylemek gerekiyor. Iniş- çıkışlar, üzerinde yürüdüğümüz zemini, tıpkı iktidardakiler için olduğu gibi, bizim için de sarsıntılarla "kaygan" hale getirmektedir. Yol üzerinde henüz faşizmin tüm güçleri ne parçalanmıştır, ne tasfiye edilebilmiştir. Onlar bir tarafta durmaktadırlar, ama sadece bir an için! Sava-
YOL 54 Faşizmin açmazları - adımlan
şın Türkiye'de mevzüikten çıkıp cephesel saldırılara yönelmesi, Kür- distan'daki bahar aylarında Savaş Hükümeti kurma girişimleri, bunlar gidişin yönünü daha da öteki tarafa çevirebilecek ve gidişi bulandırabilecektir. Bu gidişin sonunda "U dönüşü de"olasıdır, Yani eski güçler tüm taktiksel üstünlükleriyle "yeniyi" bastırıp ezebilir. Bu bir darbesel yöneliştir. Bu darbese! yönelişin bugünkü güçler dengesinde ne kadar tutunabileceği ise kuşkuludur. Ama yine de geçici ve kısa bir tarihsel dönemi içerse de bu olasılık bir köşede yedekte saklı duracaktır.
O halde yukarıda ele aldığımız gibi Türkiye'de sökün eden yeni yönelişleri tayin edecek olan, güçlerin meydan muharebelerinden geçecek topyekün savaşta elde edecekleri zaferlerdir.
• ••
Buraya kadar ele aldığımız bu yeni durumla beraber attığımız meşru devrimci partinin yaratılması taktiğini gerekçelendirebiliriz. Karşımızda düşmanın "tabandan dayatmalarla yaptığı b ir açılım" vardır. H*aklar verilmemiş, alınmıştır! Bu açılımı kavrayıp taktik hattımızı gözden geçirmemiz gerekmektedir. Bu, taktik hattın köklü bir yenilenmesini içermez, ama onun bazı yeni adımlarla derinleştirilmesini gündeme getirir.
Taktik hattaki üstünlüğümüzle kitleleri seferber edebilmeliyiz. Önümüzdeki dönemde kitlelerin "genel b ir siyasallaşma eğrisi" içine gireceklerini eğer sezinliyorsak, buna müdahale edebilmenin yollarını aramalıyız. Aranılan yollar uzakta değildir. Yakındadır: Bugüne kadar yürütülen DKÖ'lerdeki genel, meşruluk temeline dayalı mücadele biçiminin içerik olarak zenginleştirilmesi ve yeni bir biçime kavuşturulması gerekir. Bu ise ayrı ayrı akan dereciklerin birleştirilmesini zorunlu kılıyor. Küçük küçük araçlarla yapacağımız müdahaleler gene! anlamda siyasallaşacak onbinlerin reformizm bataklığına doğru yol alışlarını engelleyebilir mi? Kesinlikle hayır! Kitleler reformist eğilimlere sahiptir, ama bundan sonrası kitlelerin kurumlar İçinde köktü reformist gelenekler kazanması tehlikesidir. Eğilimin geleneğe ve kurumlaşmaya yönelişi esas tehlike ise müdahalenin başlıca buraya yapılması gerekecektir. Bu ise daha büyük ve işlevsel bir araçla olanaklıdır.
Aynı şekilde, sosyal demokrasinin hızla Demirel'in potasında erimeye yüztutması da devrimci güçlerin hanesine yazılabilecek artı bir puandır. Tabii eğer biz bunu yapabilirsek! Çünkü sosyal demokrasiden boşalacak alanın naşı! doldurulacağı şu an devrimci bir güç söz
Faşizmin açmazları-adımları YOL55
konusu olamayacaksa belirsizdir, ama belirginleşecektir, Baykal'ın olası yeni bir parti girişimi, TBKP, SP vb... sağ güçlerin bu alanı doldurmaya can attıkları ortadadır.
O halde düzeniçiieştirmeye, reformize etme girişimlerine karşı dayatacağımız çözüm yeni bir adım olarak savaşçı, meşru bir devrimci, düzen karşıtı Partiyi yaratmaktır. Bu Türkiye cephesi için olduğu kadar, Kürdistan için de gereklidir. Kürdistan’da düne kadar aritmetik olarak gelişen mücadele artık geometrik matrislerle ilerlemeye başlamıştır. 1984-1991 dönemine sığan mücadelenin niteliği önümüzdeki birkaç yılda yeni sıçrayışlara yol açabilecektir. Ama bu denli güçlü, hızlı ve kalıcı oiacağı kuşkuludur. Demek ki, Kürdistan saldırısı ile Türkiye cephesinden yapılacak saldırının tabii ki partisel araçta sen- tezleşmesi gerekmektedir. Faşizmdeki açmazların uluslararası komünist hareketin çöküşü ile birlikte Kürdistan'da PKK önderliğindeki ulusal kurtuluşçu mücadelenin belirleyiciliğinde olduğunu söyleyip onun hakkını teslim etmek yetmiyor! Açmaza sürükleyen gücün büyük kırılmalara uğramaması ve tabii ki Türkiye’deki dönüşümün de garantilenmesi açısından adım atmak gerekiyor.
Burada yeni Partisel aracın yaratılmasının yasadışı Parti aygıtını boşlukta bırakmadığını belirtelim. Yasadışı Parti, aygıt gidişin yön, hız ve karakterinin belirsizliği, istikrarsızlığı ve U dönüşünün olasılıkları hesaba katılarak teminat altına alınacaktır. Devrimsel dönüşüme önderlik edecek güç odur, bu yüzden onun da tüm eksiklikleri ve zaaf- larrgiderilip güçlü bir çıkışa hazırlanması gerekmektedir.
Tıpkı düzendeki ikili yaklaşıma benzer, bizim de açılım kadar güçlerimizi seferber edip meşruluk temelinde hem Partise! aracı yaratman lı, hem de yasadışımn tüm ön hazırlıklarını tamamlayıp "artık durmaksızın startı vermeliyiz".
Yukarıda devlette açılan yarığın devrimciler tarafından görülmesi gerektiğini belirttik. Görmek yetmez! Yarığın üzerine gitmek, onun daha da genişlemesine yol açmak gerekir. Eğer Demirel'in "her şeyi vereceğiz" demagojisinin şifresini çözüyorsak ve "bunlar tabandan dayatmaların sonuçlarıdır" diyorsak, o halde yarığı açıp buraya kadar gelebilen tüm tarihsel güçlerin bu yarığı tüm araçlarla saldırıp parçalamaları gerekir. Devrimci meşru partinin işlevi reformizme panzehir olmaktır, ama neden? Tabii ki devrimi kazanması için! Aracın her kitlesel vuruşu, çatlağı derinleştirirken, devrimci saflarda kabarışa yol
YOL 56 Faşizmin açmazları - adımlan
açacaktır. Faşizmin, her türlü güçler dengesindeki kayışlara karşı gi- riştiği-manevralar ve denge arayışlarına karşı vurulacak her darbe onu daha da çözümsüzlüğün ve acizliğin içine sürükleyecektir. Devlet katında çatırdama, tepişme düşmanın devrilişinde,kendi dengesini kaybeden insan gibi önemli rol oynayacaktır. Ama onun dengesini kaybetmesi tüm dışsal öğelerin devamlı şiddeti ve vuruşu olmadığı zaman anlık olacak, yeniden dengesine kavuşacaktır. Nesnel gelişimi -tabii ki yukarıda saydığımız gelişmelerin ışığında ele alınmalıdır- bugün bize sunduğu tarihi fırsat yakalanmalıdır!
*(Bu yazı 1992 yılı başında kaleme alınmıştır. Konunun güncel boyutları başka bir yazıda işlenecektir. Yazarın notu.)
Yeni dönem-Yeni görevler YOL 57
YENİ DÖNEM - YENİ GÖREVLER*
Alp AYDIN
A- YENİ DÖNEM1- Güçlerin ÇatışmasıSavaş, içinde çatışan güçleri barındırır. Güçlerin amacı, hasmını
ezmek, yoketmektir. Amaca ulaşabilmek için sınırsız şiddet kullanımı gerekir. Şiddet düşmanı sersemletir, sendeletir, düşürür. Şiddet, en yüksek noktada uygulanmalıdır ki süreç en hızlı aksın, sonuca hemen ulaşılsın. Düşmana acımak, beceriksizlik vb. sebeplerle şiddeti düşür- <mek, iyiniyetli ahmaklıktan, yeteneksizlikten öteye, bunu yapan için intihar anlamını taşır. Acıdığımız düşman veya gücünüzü maksimum düzeyde vuruş yapacak düzeyde organize etmeyip de düşünmediğiniz düşman, sizi ezer, bitirir. Ancak, CIausewitz'in de belirttiği gibi, somut, yaşanan pratikte hiçbir savaşan güç şiddeti maksimum düzeyde kullanmaz, daha doğrusu kullanamaz. Güç kullanımı devreye girdiğinde karşısında hasmın gücünü bulacaktır. En başta hasmın gücü sizin gücünüzü düşürür. Toplumsal düzeyde oluşan veya insanlık kültürünün yarattığı değerler de gücü sınırlayıcı etkide bulunur. Savaşın yaşandığı somut anın güçler dengesindeki potansiyel veya kinetik olgular da gücü uygulayanın dikkate almak zorunda olduğu fren mekanizmalarıdır. Şayet bunlar dikkate alınmadan sırf şiddetin ikna
*Bu yazı, dört bölüm halinde tasarlanan bir değerlendirmenin ilk bölümü olarak Ocak 1992 tarihinde kaleme alınmıştır.(Yazarın notu)
YOL 58 Yeni dönem-Yeni görevler
edici yeteneğine dayanılarak davramlırsa, dengesiz güç kullanımının yarattığı şok sonucu ilk anda kazanılabilecek avantajlar hızla geriye döner; marazı güç düşkünü kendi gücünün hesapsız kullanımının yıp- ratıcı-zayıflatıeı etkisi ile karşılaşır.
Savaş olgusunu teorik bir kavram olarak bir yönünden açımlamaya giriştiğimizde, karşımızda savaşan güçlerin gücünün sınırsız şiddetle kullanımı gerektiği sonucu çıkarken; pratikte yaşanan savaşlarda güçler, gerek birbirlerini dengeleyerek, gerekse savaşın üstünde gerçekleştiği toplumsal gerçeklikler sonucu sınırlanmakta. Teoride sınırsız güç kullanımı, pratikte gerçekleşebilen, daha doğrusu gereken güce dönüşmekte.
Farklı ulusların birbirinden net çizgilerle ayrılarak karşı karşıya ko- numlaşmış orduların klasik savaşı açısından bile gritt-kompleks karakter kazanan savaş olgusu, aynı ulusun içinde yaşanan sınıflar savaşında daha da griftleşerek kalıplaşmış dogmalarla düşünen skolastik kafaları sersemletir, açmazlara sürükler. Aynı tarihselliği yaşamış, ortak kültürel değerlerin düşüncelere etki yaptığı farklı sınıfların aynı ulusal sınır ve ortam içindeki savaşında ordular içiçedir, sınırın nerede başladığı, bittiği belli değildir; toplumun her düzeyinde hayatın her alanına yayılmış farklı şiddetlerde ekonomik-ldeolojik- politik-askeri sınıflar savaşı sürer. Güç dengeleri belirleyici noktalarda aynı kalırken tali noktalarda sürekli değişir, gün gelir belirleyici noktalardaki sabit güç dengeleri de sarsılır. Hasmına iradesini kabul ettirebilen, kabul ettirdiği iradesinin hangi alanda, hangi seviyede, hangi karakterde olduğuna bağlı olarak geçici veya nisbi olarak kalıcı, kısmi veya bütünsel nitelikte kazançlar sağlar.
Sadece güç kullanmak yetmez. Güç, gereken noktada, gerektiği kadar kullanılmalıdır. Bu da yetmez. Güçlerin çatışmasından doğan sonuçlar da hızla değerlendirilmelidir. Doğan yeni dinamiklerin hızla ve hasımdan önce kontrole alınması, oluşan boşlukların hızla ve hasımdan önce doldurulması gerekir.
2) Hukuki ve Fiili Statü Çatışıyor.Netice: Hukuki Statünün ÇözülmesiŞu veya bu, görünen olguların gözümüzü karıştırmasına İzin ver
mez ve belirleyici derinliklere göz atabilirsek, bugünün Türkiye’sinin ana gündeminin Türkiye Cumhuriyetl'nin kendisi olduğunu rahatlıkla
Yeni dönem-Yeni görevler YOL 59
saptayabiliriz. T.C. ağır bir krizdedir. Kriz, sadece ekonomide değil, politikada-ideolojide de derin dalgalar halinde sarsıcı etkilerde bulunuyor. Finans-kapitalin, proletaryanın veya diğer ara sınıf ve tabakaların spesifik isteklerinden iradelerinden bağımsız olarak yetmiş yıllık tarih- sellikte bir arada bulunmuş sınıfların ve Türk-Kürt halklarının birbirlerine çeşitli zeminlerde etkilerde bulunarak oluşturdukları mevcut denge durumunun yarattığı ffiü statü esas olarak yetmiş yıl önceki dengelere göre oluşturulmuş T.C. statüsünü zorluyor. T.C. statüsünün hukuki şekillenişi ile mevcut denge durumunun yarattığı fiili şekille- nişler birbiriyle birçok alanda çatışma içinde. Tıkarıma bizzat düzenin kendisinin de gelişimini önleyici bir karakterde kendini dayatıyor. Geçmişte yapılan tarzda göstermelik manevralarla geçici kanallar açıp, eski statüyü devam ettirmek zorlaşıyor. Tıkanmanın kalıcı karakteri gittikçe belirginleşiyor. Demokratik devrimin objektif dinamikleri kendini dayatıyor.
Mevcut fiili durumla, hukuki olarak geçerli olan eski T.C. durumu arasındaki çatışmaya her sınıf (tabii Kürt halkı) kendi çıkarları doğrultusunda müdahale etme dummundadırr Her güç kendi iradesini diğerlerine kabul ettirerek mümkün olan en avantajlı pozisyonu yakalamak amacında. Örneklersek, bu, finans-kapital açısından ülkede halk hareketinin zorlama gücüne bağlı olarak restorasyon veya reorganizas- yon biçiminde yeni düzenleme ile dengeleri yeni bir zeminde oluşturarak sermaye birikimini sıçratacak ortamı sağlamak ve bölge çapında emperyal bir devlet olmak; Kürt Halkı açısından özgürlük; proletarya açısından Kürt ve Türk halkının özgürleşeceği bölge devriminin motoru olabilecek bir yeni cumhuriyetin önünü açacak demokratik devrimdir.
Türkiye'nin son yıllarda içine girdiği dönem, tarihi bir hesaplaşmanın yapılacağı, sonrasındaki dönemi belirleyecek çatışmalar- kopuş- malar- birleşmeler ve bağlı olarak yeni dengelerin oluşacağı kader noktasıdır. Süreçler yoğunlaşarak ve hızlı yaşanacaktır. Yaşıyoruz da. Savaşan toplumsal gruplar belki kendi spesifik hedeflerine tam olarak varacaklar, belki de ara çözümlerde buluşulacaktır. O noktada belirleyici olan, savaşan güçlerin dönemin karakterini tahlil yeteneği, döneme uygun taktik saptama ve taktikleri hayata geçirebilme becerisidir.
* * *
YOL 60 Yeni dönem-Yeni görevler
1960-80 arası, Türkiye'de burjuva demokratik açılımın yapıldığı bir dönemdir. Fakat biz şimdi 90'lı yıllardan baktığımızda, bizim açımızdan demokratik olan bu dönemin düzen açısından "travma" geçirdiği bir dönem olarak "arızi" karakter taşıdığını görüyoruz. Bugün T.C.'de yapısal ve kalıcı sarsıntılar yaratan toplumsal dinamikler de esas olarak -elbette öncesinden de beslenerek- bu dönemde ortaya çıkıp, geli- şebilmiştir. 80 darbesi devletin kendisini travmadan kurtararak yeniden organize etme çabası olsa da, travma geçirdiği dönemde toplumsallaşarak şekillenen dinamikleri ancak geçici olarak durdurabilmiştir.
1960 sonrası dönemin simgesel açılışı 27 Mayıs’tır. Kökü tek partili dönemden çıkışa dek gider. Çıkışın öncülüğünü yapan DP finans- kapitale özgürlük istedi. 30 yıllık vesayet, devletin koltuk altında barınma, bir andan sonra geliştirici olma niteliğini kaybedip, baskıcı olmaya başlayınca, finans-kapital devlet babasına isyan ediyordu. Elbette vasinin bunu kolayca kabullenmesi beklenemez ve vasinin kendisi de yekpare olmayıp kontrol dışı güçler de vardır. 27 Mayıs, yapanlar ve karşıtları açısından esas olarak bu noktadan izah edilebilir ve bu da ülkemizin orjinal tarihselliği ile ilgilidir. Bu ana sebebin etrafında, ekonomideki dönemsel tıkanma ve halkın potansiyel gücünün açığa çıkabileceği endişesi de, egemenlere 27 Mayıs'a karşı çıkmadan kontrol etme taktiğini benimsetmiştir.
1950 de iktidara gelen DP, tüm halka vaadettiği "özgürlük" balonunu hemen söndürüp, tek partili dönemin despot geleneğini devam ettirmede ikirciklenmedi. Onun için özgürlüğün sınırları finans-kapital zümresinin bittiği yerde bitiyordu. .Ve şimdi bunca yıl sonra baktığımızda onca döğüşen DP ve CHP'nin aynı Kemalizm'in iki farklı uygulayıcısı olduğunu da söyleyebiliriz. Tabii bu CHP-DP çatışmasını bütünlüklü olarak açıklamaz. Çünkü o çatışmanın kökü Osmanlılığa dek inen tarihsel köklere sahiptir. Ama Kemalizm çelikten bir pota içerisinde yoğun ateş altında o kökleri becerebildiğince eğip bükerek bir orta hatta buluşturma girişimi olarak da görülebilir. Yürütücü ana gücün yok olmasıyla ana bileşenler kendilerine yapılan Kemalist vurguyu yanlarına alarak yollarına devam etmişlerdir. Celal Bayar ve ismet İnönü, iki ayrı yönü de "liberal"-"ittihatçı" kişiliklerinde de aynı anda yaşarlar. DP, tek partili dönemin ana siyasetine kolayca uyum sağlamıştır.
Yeni dönem-Yeni görevler YOL 61
27 Mayıs ise kontrol dışı "zinde güçlerce" bîr demokratik emrivaki ile çıkageldi. Kendini toplumsal düzeyde meşrulaştırabilmesinin en sağlam yolu bu idi. Ve geleneksel olarak da "zinde güçler" buna yönlendiriliyordu. Sonuçta halk hoşnutsuzluğunu dile getirebildiğinin epey üstünde bir özgürlük emrivakisi ile şaşkına döndü.
Deyim yerindeyse halk, "bir" isterken "iki" almıştı. Alış tarzı da "tepeden" gelmeydi. Uğruna yoğun mücadeleler, sıcak çatışmalar yaşanmadan "tepeden" bir gelişme kanalı açılıyordu.
27 Mayıs'ı önce kontrole alan finans-kapital, sonra yeni demokratik emrivakilere karşı yoğun bir önlem çabasına girdi ve bunda başarılı da oldu. İlerici gelenek taşıyan "zinde güçler" tasfiye edilirken -ki bu tasfiyenin simgeleştiği iki olay Aydemir ve 9 Mart girişimlerinin ezilmesi ile OYAK kurumlaşmasıdır- finans-kapital devlet yönetickzümresini tam kontrolüne alabildi. Önce 12 Mart'la rövanş alındı, sonra 12 Ey- lül'le gelişim netleştirildi.
Sınıflar sahnede yerlerini aldıkça, geleneksel güçlerimiz parçalanarak güç kaybetmeye ve giderek silinmeye başladı. Sonuçta düzenin temel sınıflarının politikaları bunları etki alanına aldı. Kaba hatlarıyla Amerikancı faşizm ve sosyalizme eğilimli yurtseverlik şekillendi. Şimdi bu gelenek yaşamını pratik bağımsız güç olarak değil, çeşitli güçlerin içine sızarak devam ettiriyor.
1960-80 arasının ani gelen demokrasisi, 20'li yıllardan beri faşist- despot geleneğin şekillendirdiği devlet içinde kaymalar yaptı ama, halk zorlamasının zayıflığı, demokrasinin 'tepeden" geliş tarzı; T.C.'nin baştan beri oluşan geleneksel yapısı ile 27 Mayıs sonrası gelişen demokratik kurumların içiçe yaşadığı bir dönemi koşulladı. Geleneksel yapının, özgürlük ortamında açığa çıkan toplumsal dinamiklerin önünü tıkama girişimi, ilk kez 12 Mart'ta oldu, iki yıllık bir sükunet sağlanabildi. Sonrasında daha da hızlı akan toplumsal özgürleşme süreci bir yandan faşist katliamlarla frenlenirken, sonuçta 80'de "anarşiye" dur! dendi. Şimdi biz yetmiş yıllık T C. derken, 1960-1980 arasını ana yönden demokratik bir sapma olarak görüyoruz. Ancak o dönemde yaşanan demokrasi, devleti ancak hırpalayabilmiş, temelden sarsıcı karakterde ve güçte zorlama olmadığından fethedememiş, burjuva demokratik anlamda bütünsel bir kurumsallaşma sağlayamamıştır. O yönde zorlayıcı dinamiklerin 27 Mayıs öncesi zayıflığı, dönemi belirledi. Birincisi emrivaki gelen demokrasi ve bunun devlet
YOL 62 Yeni dönem-Yeni görevler
içindeki kurumlarıyla, geleneksel Kemalist ideoloji, kurumlar ve refleks, davranışlarıyla içiçe yaşadı; İkincisi, dolayısıyla T.C.'nin özellikle Kürt ve işçi hareketine açık-gizli yok saymada belirlenen toplumu zorla kaynaştırma ideoloji-politika-pratiği ciddi devlet güçlerine dayanarak 60-80 arasında da devam etti.
Şimdi durum 27 Mayıs'tan epey farklıdır. 60'lı yıllardan beri gelişen toplumsal bilinçlenme bugün özellikle Kürt hareketiyle öne çıkarak T C.'yi tabandan ve şiddetli olarak sarsan, belirli yarıklar açan ve ciddi dönüşümleri zorlayan karakterdedir. Devlet "ani", gelen bir darbeyle değil, sürece yayılmış olarak kendini zorlayan halk hareketi karşısında tepeden tırnağa sarsılmaktadır. Bu, T.C.'nin 70 yılının getirdiği geleneklerin (Kemalist ideolojiden ordunun fonksiyonuna, halkın politikleşmesinden proletaryanın bağımsız pratik gücüne vd.) sarsılmasıdır, artık aynı zeminde korunması zorlaşmakta. Demirel hükümeti restorasyonla bunu yapmaya çalışsa da şayet halk güçleri açık bir yenilgi yaşamazsa daha geniş bir reorganizasyon ufukta gözüküyor. Kaldı ki, restorasyonun "Kürt" ve "İşçi" gibi T.C.'nin temel karşıtlarında olması, onun da çapını genişlemeye zorlamaktadır. Bunlar anahtar niteliğindedir ve başka birçok kapı zincirleme açılabilecektir. Ve nihayetinde koparılacak hakların geri alınma girişimlerine karşı direnme katsayısı yüksek olacak, herhangi bir ayın 12'sinde onları bir çırpıda almaya girişenler, kendileri açısından riski yüksek bir çatışma sürecini hesaplamak zorunda kalacaklardır.
• ••Biraz günlük olaylara bakarsak, Türkiye'nin gerçek iktidar partisi
Milli Güvenlik Kurulu Partisi, bu partinin programı da 12 Eylül Anayasasıdır. Yeni hükümetin, burjuva basının öve öve bitiremediği "demokratik" adımları henüz, bu ana güç-merkezinin yanına dahi yaklaşamadı. Ancak MGK'nun otoritesi de her geçen gün sarsılmakta. Bu partinin iktidarını hedeflemese de aldığı kararlara da pek uymayan işçiler 12 Eylül Anayasası’nın birçok düzenlemesini fiilen çiğnemekte. Memurlar, kendisine yasaklanan sendikaları kurup meşrulaştırmakta. Gecekondu halkı, küçük üreticiler ve öğrenciler istikrarsızlık unsurları olarak şekillenmekte. Kürtlerse devleti ve onun gerçek iktidar sahibi MGK'nu hedefleyen silahlı eylem içindeler, Kürdistarı'da ikili iktidar noktasındalar.
İşte amacı başlangıçta egemen sınıfın iktidarını korumak olan
Yeni dönem-Yeni görevler YOL 63
T.C.'nin hukuki statükosu, bugün gelinen noktada, bu egemenliği koruyamaz durumda. Halkın kendi yarattığı alanlarda fiilen genişlettiği hak ve özgürlükler, üstüne giydirilmeye çalışılan egemen ideoloji ve onun somutlanışı Eylül Anayasası’nı birçok yerden deliyor, kimi noktalarda parçalanma bile söz konusu. Bu fiili geçersizlik egemen iktidar konusunda halk içinde şüphe tohumlarını büyütüyor, alternatif halk iktidarı arayışlarının zemini oluşuyor. O noktada egemen sınıf ciddi bir restorasyonla kendi iktidarını yeniden örgütleme, bunun için de bazı temel noktalarda oynamalar yapma ihtiyacında: İşçi sınıfı, Kürt Halkı iki toplumsal grup olarak, din olgusu da bir sosyal gelenek olarak düzenin temel noktalarda yapacağı manevranın kritik noktaları. Kritik noktalardan ilk ikisi aynı zamanda düzenin temel sıkışma noktaları. Sıkışmanın karakteri ciddidir ve geçici-göstermelik manevra karakterindeki çözümler hızla eskimekte, temel çözümleri zorlamakta.
Devletin oluşturduğu statünün yaşadığı sarsıntının kaynağında istikrarsızlık merkezleri var.
O merkezler, devrimci güçler açısından, sarsıntının yaydırılarak devrime götürüleceği noktalardır.
Düzenin bu duruma karşı oluşturabileceği kendi tutumları açısından bakarsak, bunları iki ana taktiğin etrafında toplayabiliriz. İlk aşamada ve mevcut hükümet aracılığıyla uygulamaya koyduğu restorasyon taktiği ki, bu taktikle mevcut statüyü istikrarsızlık merkezlerinde bazı onarımlar yaparak, koruyarak geliştirme amaçlanıyor.
Ancak işçiler ve Kültlerde yoğunlaşan politik istikrarsızlık merkezlerinin konumu ve karakteri, o noktalardaki her türlü oynamayı kaygan bir zemine iterek düzen açısından belirsizlik öğeleri de içeriyor. Zaten oldukça güçlü bazı güç "odaklarının restorasyona karşı çıkmaları da bu gerekçeyledir. Siz bugün onanımla başlarsanız, yarın bir bakarsınız elinizdeki bina dağılmış!
Bir diğer ana taktik ise, reorganizasyondur. Yani düzeni tepeden aşağı yenilemek. Henüz düzen yanlısı güçlerde bu taktiğin taraftarları çok güçsüzdür. Halk hareketinin başarılı manevraları, reorganizasyo- nu öne çıkabilir.
Sonuçta aynı politik olgular, devrimci güçler açısından demokratik devrime gidişin somut güç kaynakları olurken, düzen açısından kendisini mevcut statüsünü aynen koruyarak veya restore edip koruyarak veya mevcut statüsünü dağıtıp yeni denge durumlarını yansıtan yeni
YOL 64 Yeni dönem-Yeni görevler
bir statüye yöneleceği manevra alanları olarak şekilleniyor.3) T.C.'nin Ana Çözülme Noktaları: Kürtler ve İşçilerT.C.'nin ideolojisi Kemalizm'in sınıfa yaklaşımı inkarcıdır, "imtiyaz
sız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz" saptaması sınıfa ve sınıf hareketine bakış açısını belirledi. "Kaynaşmış kitle"nin onda dokuz virgül dokuzu çalışacak, geri kalan onda sıfır virgül biri semirtecektir. Böylece oluşan güçlü sermaye grupları Anadolu burjuvazisini gerçek bir egemen tekelci zümre haline sıçratacaktır. Bu uygulandı. Uygulanması için de işçi sınıfının sınıf olarak her türlü şekillenişi yasaklandı. Sınıfın üstünde tam bir terör estirildi. Bırakın siyasal örgütlenmeyi, sendikal örgütlenme bile yasaklandı; hatta sınıfın varlığı bile ideolojik olarak reddedildi. Anadolu burjuvazisinin sosyal eğilimlerine tercümanlık yapan "devlet sınıfları" özellikle "seyfiye-kılıçlılar" önderliğinde Kemalist devleti şekillendirdiler. Osmanlılığın yüzlerce yıllık "despot" devlet geleneği içinde yetişen bu yönetici zümre, Osmanlılığı dağıtırken onun güçlü eğilimi despot devlet geleneğini yeni sosyal sınıflar gerçekliği içinde yeniden üretti. "Kaynaşmış kitle" Osmanlılığın "reaya"sı yerine konmaya zorlandı. Bu faşist zorlama 10-20 yıllık sürelerde ge- çici bir sosyal durgunluk sağlasa da 40'lı yıllardan itibaren sosyal sınıf gerçekliği kendini dayattı. 1946'daki geçici serbestliğin ne denli "tehlikeli" bir özgürleşmeyi birden geliştirdiğini gören devlet, artık açık inkar edemediği işçi sınıfını gizli inkara yöneldi. Kontrollü bir "serbestlikle" Türk-iş önderliği sınıfa dayatıldı. Bu, artık varlığı açıkça reddedilemez hale gelen sınıfın, bir devlet dairesi olarak şekillenen Türk-İş içinde boğulması anlamına geliyordu. Önce ülkede bir "komünist avı" gerçekleştirilerek 46'daki tehlikeli gelişmenin tekrar etmesinin önü tıkandı, sonra bizzat devletçe sendikalar kurularak sınıf buralara hapsedildi. Sınıf kelimesi yine yasaktı, işçiler "işte, çalışan insanlar içinde bir grup!"tu. Bu, açık inkardan gizli inkara geçiştir. Sınıfın, sınıf olarak olmasa da bir kalabalık olarak yanyana gelişi sağlanıyor, ama bu sınıfın kendi doğal eğilimlerinin (46'daki gibi) şekillenişi tarzında olmadığı için, baştan vurgun yemiş gibi oluyordu. Peki, neden? Neden bu politika değişikliği yapıldı? 46'daki demokratik sendikal atılım sınıf içindeki birikmiş gizli gücü açığa çıkartmıştı. Artık açık inkar iflas etmişti. Bu iflas, komünist harekete güçlenme ve politik insiyatif alma zeminini yaratıyordu. Manevra komünistlerin önünü tıkamak için yapılmıştır. Politikanın inkarcı özü değiştirilmemiş, inceltilmiş ve bu komünistlere
Yeni dönem-Yeni görevler YOL 65
uygulanan 1947 ve 50 teröründen sonraya getirilerek devlet sınıf üstündeki insiyatifini devam ettirebilmiştir.
Eylül 80'e dek süren temel devlet politikası gizli inkarın çeşitli uygulanma biçimleridir. DİSK mi? O, devlet politikasında açılan bir gedik, sınıf hareketinin yarattığı fiili bir durumdur. Hiçbir zaman hazmedilmemiş, hep potansiyel suç örgütü olarak görülmüştür. 70‘dekî kapatma girişimine sınıf, 15-16 Haziranla cevap vererek, yarattığı fiili özgürlük alanını savunmuştur. Sonra gelen şiddetli ve organize Eylül darbesi DİSK'İ kapatabildi. Ama yarattığı gelenek yokedilemedi. Sınıf bir sosyal olgu olarak dost-düşman herkese kendini kabul ettirmişti. Söke söke, direniş destanları yazılarak alınan bu sosyal hak, Eylül'de yediği darbenin geçici şokundan kurtulur kurtulmaz, kendi hayat kanallarını fiilen inşaaya koyuldu. Toplum gözünde sınıfın örgütlenişi meşru, devletin onu inkarı gayrimeşru haline geldi. Devlet insiyatif kaybeden, sınıf insiyatif kazanan durumunda idi. Devrimci hareketle sınıfın kitlesel kaynaşımının önü açıldı. 89 bahar eylemliliği ile sıçrama yapan bu süreç devam ediyor.
Sınıfın politik çıkarlarının savunulmasına yani komünizme koyulan yasakta 60 sonrası sosyal uyanışın bir ününü olarak meşruluğunu yitirdi. Tıpkı 1964'de Türk-iş'in sendikal planda dayatılması gibi 80'li yıllar sonlarında politik alanda TBKP-SP önderliği Türkiye'ye dayatıldı. Gerçek komünistler "terörist” damgasına mahkum olurken, düzenin partiler yelpazesinin sol kanadına gönüllü olanlar "komünist" oldular.
Finans-kapitalden demokrasi beklemek kelimenin gerçek anlamıyla ölü gözünden yaş beklemektir. Zümre eğilimi siyasi gericiliğe ve köşeye sıkıştığında faşizme doğrudur. Dolayısıyla finans-kapital çağında demokrasi en demokratik ülkelerde halk onu koruyabildiği kadar ve bu korumanın karakterine ve gücüne bağlı olarak oluşabilir. Statik olmaktan ziyade değişmeye açık bir denge durumudur. Elbette bu dengede emperyalist ülkeler için temel özellikleri itibarıyla belli bir statiklik ve bütünsel çerçevede koruyucu kurumlaşmalarla kolay değişmeyen karakterdedir. Bizim vurgumuz özellikle demokrasiyi kapitalizmin sonucu ve insanlığın nihai sosyal konumlanışını olarak ilan eden emperyalist propagandanın çürüklüğünedir. Mevcut kapitalizmin egemen zümresi finans-kapital için demokrasi bir fazilet değil, taşımaya zorunlu olduğu bir yüktür.
Bugün demokratik ülkeler diye bilinen emperyalist metropollerde
YOL 66 Yeni dönem-Yeni görevler
var olan demokrasi, o ülkenin halklarının birkaç yüzyıllık kanlı içsa- vaşlarının ürünüdür. Bu iç savaşlarla kazanılan demokratik ortamın içinde şekillenen finans-kapital, ortamı gericiliğe doğru iteleyen bir gerici güçtür. Karşısındaki halk güçlerinin ters yöndeki demokrasiyi koruma ve geliştirme eğilimleri ile finans-kapitalin gerici eğilimleri dengelenir. O ülkelerdeki halk güçleri çoğu ülkelerde onbinleri feda ederek kazandığı haklarından vazgeçmez, finans-kapital atını bu engebeli arazide sürmek zorundadır. Sömürgeciliğin ve daha sonra yeni sömürgeciliğin inceltilmiş talanı ile elde edilen zenginlik sayesinde o ülkelerdeki toplumsal denge durumu sürer. Bu dengenin bozulduğu İtalya, Almanya gibi ülkelerde finans-kapitalin çirkin yüzü çıplak biçimde kendini ele vermiştir. Bizim gibi emperyalist talandan çıkar elde edemeyen, tersine bu talanın uygulandığı ülkelerde ise demokrasi bir kurumlaşma olmaktan ziyade, koparılıp alınan demokratik haklar ve tek tek bu hakların sınıf savaşının akışına bağlı olarak gelişip kurumsallaşması veya körelmesi biçiminde kendini gösterir. Bitmeyen bir toplumsal çatışma, bizim gibi ülkelerin uzun dönemli kaderidir. Demokratik kurumlaşma bir istisna, bu kurumlaşmanın tek tek demokratik haklara yönelik olmaktan çıkarak bir sistem içinde statik özellik kazanması adeta hiç gözükmeyen bir istisnadır. Esas olan halk güçleri ile finans-kapital arasındaki kapışma ve bu kapışmada taraflara sağladıkları avantajlara göre sürekli değişen demokratik sınırlardır. Ve halk güçleri ne kadar politik güce sahipse, o kadarını kazanacak; haklarını fiilen dayatacak, finans-kapitale zorla kabul ettirecektir. Finans-kapital açısından ise demokrasi bir anarşi ve verilen demokratik haklar da kaybedilen mevzidir. Kaybedilen mevziler geri alınmalı, düzen yeniden tesis edilmeli, anarşiye dur denilmelidir! Demokrasi konusunda kurulan ham hayaller, bu çıplak ve acı gerçeklikler karşısında bir anlam ifade etmez, avuntu yerine bile geçemezler. Halk güçleri demokratik haklarını finans-kapitalle savaş içinde söküp almak, bunları sürekli korumak, daha genişlemesi için yeni ve daha üst çatışmalara sürekli girmek zorundadır. Peki, ülke finans-kapitali belli bir sermaye birikim aşamasına geçmiş, ülkelerinde bir sanayii atılımını yapmışsa acaba bazı demokratik açılımları kendiliğinden sağlamaz mı? Genellikle sağlamaz. Brezilya ve Güney Kore dikkatle incelenmelidir. Çünkü böyle ülkelerdeki finans-kapital dünya çapındaki saflaşmada emperyalist ülke finans kapitallerine karşı baştan kaybetmiş ve altta belirlenen
Yeni dönem-Yeni görevler YOL67
pozisyonundadır. Sermaye birimi sorunu süreklidir ve sanayiide istediği atılımı yapsın, kafasını kaldırıp bakınca emperyalist ülkelerde yeni bir atılımın yapıldığını görecektir. Dünya çapındaki kurtlar sofrasında kendi gücünün esas kaynağı kendi halkına dayattığı sömürüdür, o halkın demokratik hak ihtiyacı varsa ve şayet zorla talep edilmiyorsa veya potansiyel bir istikrarsızlık öğesi haline dönüşmemişse " ulusun üstün menfaatleri“ gereği halktan 'üstüne düşen fedakarlığı’ yapması istenecektir. Sürekli istenecektir, hep istenecektir! Tabi bu teorik olarak böyledir. Pratik sürecin belli noktasında halkın zorlaması başlayacak, haklar koparılıp alınacaktır. Sürüp giden çatışmanın gerçek çözümü ise halkın demokratik iktidarıdır. Demokrasi orada gerçekten bir sistem içinde kurumlaşacak ve komünizme doğru derinleşecektir. (1)
işte mevcut hükümetin işçi hakları üstüne koparttığı gürültünün belirleyeni onun işçi dostu olması değil, sınıfın sadece ekonomik- demokratik haklar zemininde de olsa kendini dayatarak fiili özgürlük alanı yaratmasıdır. İşçi sınıfı bugün ciddi bir toplumsal güçtür ve gücünün toplum gözünde meşruluğu vardır. Eylül tam tersini hedeflemişti; sınıfın kazandığı ekonomik-demokratik haklar gaspedilecek, uzun bir dönem sınıf, varlığını dahi ifade edemeyecek bir köle kalabalığı olacaktı. Bu amaca yönelik uygulanan terör tam tersi sonucu doğurdu: Sınıf Eylül öncesi kazandığı haklara kendi yordamınca ve tüm gövdesiyle sahip çıktı, üstüne giydirilmeye çalışılan Eylül'ün kara gömleğini parçaladı. 89 Bahar eylemliliği 83’lerde başlayan bu parçalanmanın simgesidir, sıçrama ve açığa çıkma noktasıdır. Sınıf "ben varım, Eylül öncesi kazanımlarıma sahip çıkıyorum!" diyordu. Düzenin buna tepkisi geri çekilmek, geri çekildiği alanda oluşan boşluğu kendi kontrolüne alacak yeni taktikler üretmek oldu. Finans-kapitalin bu taktiklerinde özellikle DfSK'i evcilleştirmek, düzen içi bir kurum haline getirme belirleyici bir önemdedir. Ve bunda epey mesafe de kate- debilmiştir. Önümüzdeki DİSK kongresi bunun göstergesi olacaktır. Burada sınıf hareketinin karakterinin felç edici zaafı düzenin işini kolaylaştırıyor. Sınıf ekonomik-demokratik, hatta daha öne çıkanı ekonomik zeminde bir hareket içindedir; politikleşmede ürkek ve kararsızdır, düzenin verdiği kimi günlük tavizlerle çok çabuk uysallaşıvermektedir. Keza sınıf içinde dayanışma duygusu gelişkin değildir, mücadeleler tüm sınıfa yayılamamakta, tek tek alanlarda parçalı olarak verilmektedir. Ve politik öncünün sınıfla kaynaşamaması
YOL 68 Yeni dönem-Yeni görevler
bütün bu sorunları müzminleştirmektedir. Sonuçta düzen sınıfın bu zaaflarından faydalanarak sadece sendikal zeminde değil, bir bütün olarak sınıfı düzene içselleştirmeye niyetlidir ve konjonktürel anlamda bu amacına ulaşmakta yol da almaktadır. Bu durum devrimcilere sınıfa yaklaşımda eleştirici-dönüştürücü bir tarzı uygulama görevini dayatıyor.
Ancak sınıf hareketi bütün zaaflarına rağmen önemli bir politik sonuç doğurabildi. Türkiye'nin bugünkü ortamında "kaynaşmış kitleyiz" palavrasının beş paralık kıymet i harbiyesi yoktur. Bu ideolojik tesbit ışığında hayata geçirilen taktiklerin sınıf savaşını törpüleme, yumuşatma, işçi sınıfını uysallaştırma gücü ve inandırıcılığı kalmamıştır. Tersine, tepkileri yoğunlaştırıcı, toplum gözünde meşrulaştırıcı ve devrimci önderliğin sınıfla kaynaşmasının önünü açıcı zavallı bir dogma haline dönüşü sözkonusudur. Sınıfların varlığı ve her sınıfın kendi çıkarları doğrultusunda mücadelesinin meşruluğu toplumsal bilince yerleşmiş bir fiili demokratik açılım niteliğindedir. Özellikle 27 Mayıs sonrası yaşanan toplumsal mücadele bu sonucu doğurmuştur. Ey- lül'ün bu bilinci ortadan kaldırma girişimi başarısız olmuş, tersine bilincin daha da yoğunlaşması sonucunu doğurmuştur.
Bu noktada finans-kapitalin devletin 70 yıllık ideolojik kalıplarında değişiklik-restorasyon yapması zorunluluğu doğmuştur. Aksi onu toplum içinde yalnızlaştıracak bir ahmaklıktır. Zaten azınlığın azınlığı olma telaşındaki egemen zümrenin en korktuğu durum da bu değil midir? Manevranın yönü finans-kapital zümre egemenliğinin toplumsal düzeyde meşrulaşmasını, oluşan yeni toplumsal dengeler ortamında yeniden üretme doğrultusundadır. "Kaynaşmış kitleyiz" palavrası altında sınıfın varlığını dahi inkar mevzisinden geri çekilme zorunluluğu doğmuştur. Eylül bu geri çekilmenin kabul edilmemesinin ürünüdür, ancak kalıcı sonuç doğuramamıştır. Geri çekilme zümre egemenliğini korumanın yolu olarak çaresizce kabullenilmiştir. Bu işçi sınıfı şahsında toplumsal düzeyde kazanılmış bir demokratik açılımdır. Zincirleme sonuçlar doğurabilecek kritik bir dönüşümdür.
Geri çekilme işçi sınıfı hareketinin ikircikli-ürkek karakterinin bir sonucu olarak bozgun biçiminde değil, kontrollü olarak yapılıyor. Tespit 89 Bahar eylemliliği ile yapılmış ve bir yumuşak geçiş dönemine kontrollü olarak girilmiştir. Politik planda, halkın kazandığı demokratik açılım hükümetin verdiği ihsan niteliğine büründürülmek isteniyor. "ILO
Yeni dönem-Yeni görevler YOL69
standartlarına uyma" açıklaması taktiğin kılıfıdır. Halkın mücadele ederek kazandığı mevzi düzenin demokratikliğinin kanıtı haline sokuluyor. Eh, elbette "niye böyle yapıyorsunuz?" denilemez, öyle yapacaklardır. Tersini göstermek devrimcilerin kritik görevidir. Bu, oluşan boşluğu zaptederek olabilir. İşte politik planda da bunun önü tıkanıyor. Türk-lş sözlüğüne "işçi sınıfı" kavramı temelli olarak girerken, DİSK evcilleştiriliyor. Sınıfın varlığı ve hak araması kabullenirken, sınıfın da düzeni kabullenmesi isteniyor. "Ben işçi sınıfıyım. Düzendeki başka sınıflarla bir arada yaşama ve finans-kapitalin zümre egemenliğini kabullenmek zorundayım!" bilincini yaratmak için gerekli pratik örgütlenmeler hazırlanıyor. Bu noktada düzenin mi, devrimci hareketin mi insiyatif alacağı tamamen önümüzdeki kısa dönemde yapılacak politik mücadelenin sonucunda belirlenecektir.
89 Bahar eylemliliğinin özü Eylül'le gaspedilen ekonomik- demokratik kazanımların geri alınmasıydı. Düzen gönülsüzce ve mümkün olan en az kaybı vererek toplumsal dengeyi yeni biçimde oluşturma yoluna gitmiştir. Sınıf hareketinin kendisinin de mevcut haliyle düzeni doğrudan hedefleyen karakteri yoktur. Düzenin geri adım atmaması sınıfı hızla düzenle çatışmaya itebilirdi. Düzen kendince bir manevrayla bunu engelleyebildi. Ancak önemli bir kazanç elde etmiş sınıfın o noktada duracağının garantisi nerdedir? Tersi yöne, yeni kazançlara doğru yönelmesi de sözkonusudur. 89 Bahar eylemliliği düzen içinde tutulabilmişse Türkiye ölçülerine göre oldukça yüksek ücret kazançlarının yarattığı geçici sarhoşluğun etkisi büyüktür. Şimdi genel olarak Eylül öncesi ücret seviyesine yakm noktaya gelinmiştir, bundan sonra ne olacaktır? Yeni hükümet "zorunlu istikrar paketini" şimdiden açmaya başladı. Yeni bir yoksullaşma dalgası yaratılıyor. Bu yoksullaşma dayatmasına karşı sınıfın tepkisini örgütleme ekonomik- demokratik mücadeleye düzen karşıtı karakter verme devrimcilerin görevidir. O noktada sağlanacak başarı sınıf hareketinin sağladığı demokratik açılıma devrimci karakter verecek, boşluğu düzen karşıtı devrimci mevzi haline çevirecektir.
“Kaynaşmış kitleyiz" zemininden "Sınıflara bölünmüş top uz herkes düzen içinde kalmak şartıyla hakkım arayabilir zeminine geçiş zincirleme yan sonuçlar doğuruyor. Zaten fiili durum halindeki olgular, kabullenilme noktasında. Memur hareketi bunun somut göstergesi 89'da işçilerle birlikte sokağa dökülen memurlar, sendika hakkım ko
YOL70 Yeni dönem-Yeni görevler
pararak alma aşamasında. Demokratik öğrenci hareketine uygulanan faşist terör toplumsal meşruluğunu yitirdi, öğrenci hareketi yeni kitlesel açılımın arifesinde-. Küçük üreticiler devlet-banka-tefeci üçlüsünün iktisadi terörüne sınırlı ve geçici de olsa tepki göstererek yaygın ve kalıcı tepkisinin önünü açıyor... vd.
Yeni açılımlar her ne kadar zorunlu olarak kabullenilse de, henüz bu açılımları savunup uygulayanlarda bile isteksizlik hakimdir. Daha da önemlisi 70 yıllık T.C. tarihinin şekillendirdiği yönetici zümre bilincinde henüz pek az yerleşebilmiştir. Tersine önemli devlet güçlerinde hâlâ kabullenmeme ve toplumsal bilinci ezerek-atomize ederek dağıtma eğilimi de vardır. Eylül’den yeterince ders çıkaramayanlar yönetici zümre katında epey fazladır. Yöneticilere topluca bakarsak kargaşa- hoşnutsuzluk hakim havadır. Topluca ve gerçekten ikna olabilmeleri için toplumsal zorun epeyce daha şiddetli ve sürekli olarak uygulanması gerekiyor. Açıklanan memur zamlarına karşı düzenlenen protesto gösterilerinin yükselerek devam etmesi, işçi sınıfının yeni zam dalgasına karşı yeni sözleşme bayrağını kaldırması, devrimci öğrencilerin daha yığınsal öğrenci hareketleriyle Y.Ö.K.’e vurması, devlet güçlerinin yaptığı her terör girişimine karşı tepki gösterilmesi- bedel ödettirilmesi vd. güncel politik zorlamalar olarak geneldeki demokratik açılımlara kan verecektir.
Sonuç olarak egemen zümre finans-kapitalin ve onun yönetici bloğunun 70 yıllık T.C.'nin temellerinden birinde başlattığı restorasyon girişimi ciddidir. Halkın mücadelesinin zorlaması bu girişimi belirlemiştir. Şimdiden sonrasını da belirleyecektir. Girişim henüz başlangıç aşamasındadır, uygulayıcılarında isteksizlik hakimdir, yönetici zümre içinde önemli güç odakları restorasyona karşıdır. Halk güçlerinin gevşememesi, tersine yaratılan fiili özgürlük alanını koruması ve resmileşmesi için zorlamayı yoğunlaştırması-şiddetlendirmesi gerekmektedir. Restorasyonun kimin damgasını taşıyacağı demokratik devrime doğru bir manivela olma yeteneği de önümüzdeki mücadele döneminde belirlenecektir. İstikrarsızlık önümüzdeki dönemin temel özelliğidir. Her demokratik açılım ciddiye alınmalı, mücadelenin bir ürünü olduğu bilinciyle sahip çıkılmalı ve genişletilmeli, ama hiçbir aldatmacaya gelmeden bütün bu demokratik gelişmelerin motoru olacak komünist hareket toplumsal çalkantılarla dolu geçecek önümüzdeki istikrarsız dönemin teminatı olarak kendi özgür alanında sağlamca inşa
Yeni dönem-Yeni görevler YOL 71
edilmelidir.Kürt ulusal-devrimci hareketi yasadışı örgütlenmesi, askeri çizgisi
ve yasal politik girişimiyle bugün geldiği noktada düzenin temel muhalefet gücüdür. Düzen 70 yıllık günahının bedelini en ağır biçimde ödemekte, "kaynaşmış kitle" içinde sadece sınıflar değil, Kürtler de yoktu. Ama tıpkı sınıflar gibi Kürtler de güneşin altındaki yerinde doğruldu ve "Ben varım" dedi. Sınıf hareketine yapılan restorasyon girişiminin benzeri Kültlere karşı da devreye koyuldu. 70 yıllık alışkanlıkların ürünü beyinlerin bütün faşist-ırkçı öfke krizlerine rağmen Başbakan "Kürt realitesini tanıyoruz!" demek zorunda kaldı. Tabi tıpkı sınıfa "biz demokratız ve ILO'ya uymak için sana bu hakkı tanıyoruz!" dendiği gibi, Kürt realitesinin tanınması da hükümetin demokratikleşme çabalarının ürünüydü. Bu sefer de "Paris Şartr'na uyuyorduk! demek demokrasi oyununun ciddi bir kuralını, "vermek zorunda kalırsan "Kazandın" deme, "ben sana veriyorum" havasına gir" diye özetleyebiliriz.
84 atılımı bölgede geniş yankı uyandırdı ve bölge halkının temsilcisi bir siyasi güç haline dönüştü. Bugün Kürt varlığını tanımak bölgedeki fiili durum açısından epey geri bir durumdur. Bölgede devletin yarattığı faşizmle halk hareketinin yarattığı halk demokrasisi içiçedir. Kürt ulusal uyanışı salt bir ulusal uyanış değil, öncüsünün verdiği karakter sonucu devrimci-demokratik bir ulusal uyanıştır. Hareketin dev- rimci-demokratik özü ve öncüsünün doğrudan devleti hedef alan mücadele tarzı düzeni açmaza sürüklemekte. İşçi hareketini tanımakla almayı düşündüğü politik insiyatifi Kültleri "tanıyarak" alması imkansız. T.C.'nin temellerinden birinde yapılan restorasyon dahi bölgedeki istikrarsızlığı yumuşatabilecek rahatlığı doğurmuyor. Açmaz derinleşiyor. Mevcut çözüm pratikte etkisizleşmeye, devrimci çözümün önünü açmaya mahkum. Kürt varlığının tanınması demokratikleşmeye doğal, zorlamayla attırılan bir adımdır, ama bölgedeki ulusal-demokratik uyanışı pasifize etme sonucuyla değil bu uyanışı devrimci hedeflere doğru daha ciddi adımlar atmaya cesaretlendirme sonucuyla karşılaşacaktır. Olayların akışı düzenin restorasyon girişimini derinleştirmeye ve giderek "devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezliği".ve "üniter devlet" kavramlarını gündeme getirmeye zorlayabilir. Devlet bur>j olayların kontrolünü kaçırmamak için yapmak zorunda kalabilir, aygı durum halk güçleri için kazanılmış bir demokratik mevzi olacaktır. Federasyon biçimi bugün günlük basında köşede-buçakta gizliden tartı-
YOL 72 Yeni dönem-Yeni görevler
şılmaya başlandı bile, özal'ın bu yönde ağzından çıkanlar ise bir dil sürçmesi değil, "politik insiyatifi nasıl tekrar alabilirim?" sorusuna cevap arayışının ürünüdür. Devlet cephesinde netlik yok, yeni açılımları nasıl, hangi biçimde, yönde, ağırlıkla yaparsak Kürdistan'da kaybedilen politik insiyatifin yeniden kazanılabileceği araştırılıyor.
4) Temel Görev: İşçi Hareketini Devrimcileştlrerek Çözülmeyi Hızlandırmak
60'larda başlayan sosyal canlanma, 84 atılımı ve 89 Bahar eylemleri ile simgeleştirebileceğimiz momentterde demokratik devrimin fiilen zorlanması, demokrasi alanlarının halk güçlerinde fiilen inşaası aşamasına sıçramıştır. 84 Atılımı bugünkü konjonktürde demokratik devrimin motor gücü olmak durumundadır. Bahar eylemliliği ikinci dereceden destek güç. ILO kuralları ve "Paris Şartfna gelince, bunlar Türkiye finans-kapitali açısından şayet halk güçlerinin zorlaması olmasaydı raflarda, tozlu dosyalarda kalmaya mahkum masa başı çiziktirmeleridir. Finans-kapital ne boyun eğmiş bir sınıfa f < verir ne de köleleştirilmiş bir halka. Enselerinde boza pişirerek kânı kâr katmak onun için bin kez daha tercih edeceği bir yoldur. Ayağa kalkma ve hakkını kopararak alma sözkonusudur. Hukuk kuralları sosyal dengelerin ürünüdür, dengeler değişince hukuk değişmek zorundadır. Bugünün Türkiye'sinde yaşananlar ise basit kanun maddesi değişikliklerinin dışında tümüyle T.C.'nin Anayasal sistemini zorlamaktadır. Mevcut hükümetin çok büyütülen açılımları aslında fiilen yaratılan özgürlük ve demokrasi alanlarını basit kanun değişiklikleri ile frenleme ve sınırlama girişimidir. Süreç hükümeti ve onu kontrol eden güçleri stratejik açılımlar yapmaya yöneltebilir. Önce 82 Anayasası sonra da yeni yapılacak anayasanın hangi zeminde oluşacağı gündeme gelebilir. Bu gelişmenin hızını ve karakterini belirleyici güçler Kürt ulusal hareketi ve işçi-memur-demokratik öğrenci., vd. hareketi olacaktır. Komünistlerin bu süreçte oynayacağı rol kader noktasıdır.
Türkiye'deki gelişmelerin motor gücü Kürdistan devrimidir. Bugünün konjonktürel gerçekliği budur. Bu motorun çalışması etrafında bağlı yan kayışlarla kendi dışındaki birçok süreci de geliştirmekte. T.C. devletinin temel gücü ordu itibar kaybına uğradıkça sırtını ona dayayan gerici politik güçler de ülke çapında itibar kaybetmekte, etkinlik kaybına uğramakta ve bunların kontrol ettiği alanlarda kontrol dışı
Yeni dönem-Yeni görevler YOL 73
boşluklar oluşmaktadır. Bu boşluklar devrimci hareketin onları kontrole almasıyla hızla demokratik devrimin itici güçleri haline gelebilir. Mevcut hükümetin yaptığı da boşlukların hangi tavizleri vererek başka biçimlerde de olsa yeniden düzenin kontrolüne gireceğini araştırmaktır. Ancak boşlukların genişliği basit hükümet manevralarının ötesinde stratejik kaymaları gerektirmektedir. Tabi bu kendiliğinden olmayacaktır. Daha çok baskı, daha çok zorlama gerekiyor. Kürdistan'daki gelişmeler bu yönde, özellikle 92-93 yılları önem kazanıyor.
Devrimci hareketin temel görevi Kürt hareketini destekleyecek ve potansiyel gücünün açığa çıkartılmasıyla tüm süreçleri kontrole alıp belirleyebilecek işçi hareketini düzene karşı mevzilendirmektir. Kürt hareketi düzen tarafından yalnızlaştırılıp dar bölgeye hapsedilerek boğulmak isteniyor. Bugün işçi hareketi ile memur hareketi dar sınıf ve zümre çıkarları içinde hapsolmuş durumda. Hızla bu durumdan çıkartılarak özgürleştirilmeleri gerekiyor. Aksi işçilerin ve memurların gövdesinin davranışıyla düzenden koparçlığı hakların-politik alanda oluşan boşlukların, hızla yine düzen kontrolünde doldurulması ile sonuçlanacaktır.
Memur hareketi bugüne kadarki mücadelesi ile düzenin kendisine koyduğu sendikal örgütlenme yasağını parçalamış ve bir demokrasi alanı haline gelebilecek politik boşluk yaratmıştır. Şimdi ne olacak? Düzenin doğal mekanizmaları bu hakkı kuşa çevirmeye çalışacaktır. Memur hareketinin tam da şimdi iyice yükseltilmesi, kendi yarattığı boşluğu kendi kontrolüne alması gerekiyor. Bunun için de hükümete karşı politik direnişler örgütlenmeli, hastane bahçeleri, belediye meydanları günlük fiili miting alanına çevrilmelidir.
işçi hareketi 89 Bahar eylemlerinde somutlaşan Eylül sonrası davranışıyla EylüCün sendikal alandaki düzenlemelerini dağıttı. Ancak yaratılan boşluğa politik insiyatifle davranılarak müdahale edilemediği için henüz belirsizlik hakimdir. Düzenin doğal mekanizmaları bir yandan Türk-lş'e makyaj tazelerken diğer yandan, "saydam sendikacılık" parolası altında sınıfı düzene içselleştirecek sendikal adımların önünü açmaktadır. Sadece günlük "ekmek" zemininde yapılan eylemlerle bu boşluğun kendiliğinden sınıfın kontrolüne girmesi imkansız. Tersine sınıfın davranışı ile oluşan boşluk daha inceltilmiş biçimlerde dü zenin kontrolüne alınabilir. O noktada politik davranış gerekiyor. Politik davranışın temeli devrimci hareketin sübjektif iradi çabası ile
YOL 74 Yeni dönem-Yeni görevler
atılabilir. Siyasi gerçekler düzenli olarak teşhir edilmeli, bilinç sınıfa kazandırılmalıdır.
Toplumsal statüde iç çatışmanın bir ürünü olarak fiilen şekillenen taktik-stratejik kaymalar toplumsal ahlak, kültür, sanattan devletin- ordunun örgütlenişine dek uzanan çok geniş bir alanda yeni süreçleri doğuruyor. Bir bütün olarak Türkiye toplumu sancılı bir geçiş sürecinin nihai adımlarını atmanın yoğunlaşmış sancılarını çekiyor. Bu sancıların daha da ağırlaşmasını belirleyen geçişin "nereye" olduğunun henüz kesinlik kazanamamasıdır. Bugün üste gözüken finans-kapital ve onun toplumsal hedefidir. Yeni bir sermaye birikimi ve sanayii atılımı ve bölge çapında belirleyici güç olma. Bunun için de mevcut ciddi toplumsal istikrarsızlık kaynaklarını T.C.’yi restore ederek veya yeniden örgütleyerek aşma ve farklı bir zeminde ama yine kendi kontrolünde toplumsal konsensüs sağlayabilmesi gerekiyor. Proletaryanın hedefi aynı geçiş sürecini kendi sosyalizm hedefinin önemli itici gücü olacak demokratik halk iktidarıyla kontrolüne alma ve alta düşen dünya sosyalizmine moral-pratik güç kazandırma. Kürt halkı da özgürlüğün temiz havasını ciğerlerine çekerek gürbüzleşmek istiyor. Proletaryanın ve Kürt balkının hedefleri üstüste düşüyor, ciddi ve kalıcı ittifakı zorluyor. Ara sınıflarda bu toplumsal kaynaşma içinde ana güçlerin durumuna göre kendilerine en uygun durumları kazanma çabasında.
Bir açıdan bakarsak 60'larda başlayan 1923 T.C.'den çıkış ve yeni bir toplumsal örgütlenişe geçiş süreci son dönemine girmiştir. Finans- kapitalin Eylülde amaçladığı toplumu atomize ederek kontrole alma ve sonra tek tipleştirerek toplumsal gelişim dinamiklerini köreltme girişimi ilk anda sağladığı başarıyı kalıcılaştıramamış, halkın zorlaması gelişim dinamiklerinin önüne çekilen setleri Eylül'e rağmen aşmış ve kendi spesifik yolunun arayışına girmiştir. Şimdi düzen durduramadığı toplumsal gelişim dinamiklerini kontrole alarak kendini yenilemenin arayışındadır.
Düzenin arayışının önü 70 yıllık T.C.'nin oluşturduğu siyasal gelenekler, davranış biçimleri, statüler, kadro tipi vb. tarafından tıkanmakta, düzen çözümsüzlüğe doğru itilmektedir. Mevcut hükümetin açılımları sancıları geçici olarak azaltabilecek "aspirin" tedavisi karakterindedir, ki bu açılımlar dahi statükocu güçlerin muhalefetine yol açıyor.
Halk hareketinin zaafı ise doğrudan düzeni hedefleyen demokratik
Yeni dönem-Yeni görevler YOL 75
devrimin tek Kürt ayağının adım atmasına rağmen proletarya ayağının ürkekliği-kararsızlığıdır. Bu durum devrimci süreçleri doğrudan Kürt dinamiğine bağlamakta, yaratılan son derece değerli sonuçlara rağmen Kürt dinamiğinin kendi karakteri-sınırları daha ileri hedeflere ulaşmada yetersiz kalmakta. Demokratik devrimin önünün açılması, ancak proletarya ayağının da adım atması ile gündeme gelebilecektir.
Mevcut belirsiz-istikrarsız ortam burjuva politika sahnesinde kendini yansıtıyor. Burjuva sol partilerde; sosyalizm parolası altında yapılan burjuva sosyalizmi bir bütün olarak klasik sosyal demokrasiye ev- rimleşiyor, sosyal demokrat harekette ise Kemalizm'in kalıplarından çıkma düzenin soldan desteği olacak klasik sosyal demokrasiye evrilme eğilimi şekilleniyor. Sağ partilerde; muhafazakar sağ gelenek De- mirel'in şahsında merkeze yanaşıp hatta sosyal demokrasinin kimi politikalarıyla rezonansa gelirken, merkez sağda farklı bir nüans olarak ANAP kendini yeniden biçimlendiriyor. Dinci ve faşist partilerde kendi söylemlerini toplumsal arenadaki kaymalara uydurmaya çalışıyor; dincilerde henüz zayıf da olsa kabuk değiştirme eğilimi başlarken, faşistler silahı şimdilik devlet güçlerine bırakıp, bugünden yarına iktidarı hedeflemeyen ancak toplumdaki demokratik dönüşümleri provake edecek bir kitle hareketine dönüşmeye çalışıyor. Ancak gerek dinci gerekse faşist hareket dinamik nitelikleriyle gelişmelere bağlı olarak yeni biçimlere hızla dönüşebilir.
Burjuva siyasal arenasına topyekün baktığımızda sağdan ve soldan merkeze doğru yöneliş ve aynılaşma eğilimini saptayabiliriz. Burjuva partilerin eski klasik misyonları yerlerini neyin alacağı belli olmadan yok oluyor. Şimdi ilk aşamada hepsinde sisteme tam bir entegrasyon hakim eğilim. Düzen sıkıştıkça düzen partileri koruma mekanizmalarını oluşturma ve kendilerini yenileyerek ayakta kalma uğraşındalar. Sosyal demokrasinin itibar kaybı devrimci hareketin kitleyle buluşmasına tarihsel bir fırsat veriyor.
Burjuva siyasal arenasına bir başka yönden topyekün baktığımızda ise Türkiye'de siyasetin yapılış tarzının spesifikliği kendini gösteriyor. Bütün partilerin merkeze doğru eğilimi siyasetin T.C. biçimi- tarzını iyice açığa çıkartıyor. M.G.K.'nda somutlaşan "Devlet Partisi" bütün partilerin ortasında, belirleyici güç olarak herkesin göreceği biçimde sivriliyor. Devlet partisinin tül «perdelerinin arkasından çıkarak sivrilmesi, zayıflama ve toplumsal meşruiyetini yitirme eğilimini görme-
ı
YOL 76 Yeni dönem-Yeni görevler
sindendir. Kürdistan'daki savaşın akışı Devlet Partisi'ni erime sürecine soktu. Devlet Partisi kendini koruma telaşındadır; ölümünü gördüğü demokratik devrimin temelli engelleyicisi olarak insiyatif alabilmek için çaresizce açığa çıkmak zorunda kaldı.
Düzenin sivil partilerinin Devlet Partisi etrafında bütünleşmek eğilimi ciddi düzen içi reformların önünü kapatarak toplumsal çatışmayı yükseltici etkide bulunuyor. Temelli düzen içi reformların restorasyonun ötesinde düzen içi bir reorganizasyonun savunucuları marksist kökenli liberal bazı köşe yazarlarıyla sınırlıdır. Ancak çatışmanın yükselmesi, halk güçlerinin Devlet Partisi'ni güçsüzleştirmesi, etkisizleştirmesi oranında düzeni daha ciddi dönüşümlere sürükleyecek ciddi reformların da önünü açabilir. Bu durumda Devlet Partisi'nin çözülmesiyle şimdiki halde onun sağ ve sol kolları biçimindeki partilerin yerine düzen içinde nisbi özerkliğe ve kapitalizmin ürettiği yeni misyonlara sahip partilerin şekillenmesi ve bunların oluşturduğu yeni bir politik alanın gelişmesi yaşanabilecektir. Tabii o alanın oluşturulmasındaki baş aktörler olan devrimci güçlerin de nispeten kalıcı kaza- nımları; kontrol ettikleri ciddi toplumsal güçler ve demokratik mevziler olacaktır. Ama süreci o noktaya kadar getirebilen halk güçlerinin elbette sonuna kadar götürüp Halk Iktidarı'nı kurmalarının da önü açılmıştır. Toplumsal olayların akışının çok yönlü zenginliği başka birçok çözümü de geri adım-taviz verme ve demokratik ortama razı olma yerine tepki üretme, halkı ezme-yok etme, mevcut T.C. statüsünü "kanlarının son damlasına dek koruma" gibi çıkmaz sokaklara saparlarsa, bu durum halk güçleri açısından demokratik devrimin dinamiklerinin daha hızlı hareketlenmesi ve bu sürecin öncülüğüne soyunma sonucunu getirebilir. Gene söz gelimi, mevcut hükümetin restorasyon- cu zemindeki kötürüm tavizleri güçlü bir terörle desteklenip halk güçleri kısmi yenilgiye uğratılarak, statünün bazı yerleri restore edilerek bir müddet daha devamı da sağlanabilir. Şimdiden görülemeyecek başka birçok ara çözüm yolları da çatışma sürecinde oluşabilir.
5) Farklı tepkiler: Herkes dünyaya kendi gözüyle bakar!Şimdi mevcut ortamı tahlilde farklı yorumlarla sınır çizgilerini çiz-
meliyiz Böyle önemli dönüm noktaları içinde her zaman farklı politik çizgilerin filizlerini taşır. Bu filizler sadece burjuva partileri değil, devrimci eğilimleri, hatta eğilimlerin içlerini de gelişmelere bağlı olarak et-
Yeni dönem-Yeni görevler YOL 77
kiler, kendi etrafında anaforlar doğurabilir. Bu durumda sınır çizgilerinin çizilmesi özel önem taşır. Elbet amacımız ordu hiyerarşisindeki emir-komuta zincirini andırır bir dar netlik sağlayabilmek değil. Tersine bir ana eğilim, onların eklektik toplamı olmadığı takdirde içinde barındırdığı nüanslarla zenginleşir-güçlenir; yeter ki o nüanslar doku uygunluğu içinde bulunsun. Nüans zenginliği eğilime esneme-kendini yenileme yeteneği kazandıracaktır. Darlık kasılmayı, kasılma da virajlarda ve çalkantılarda kırılmayı doğurabilir. Sınır çizgileri öncelikle içindeki nüanslarla birarada düşünülmesi gereken eğilimin, farklı ana eğilimlerle arasında oluşturulmalıdır.
5-a) Tasfiyeciliğin Yeni Şekli: RestorasyonculukEylül sonrası devrimci harekette yoğun bir demoralizasyon ve çö
zülme yaşandı. Bunun politik ifadesi tasfiyeci politik hatta kendini gösterdi. Tasfiyecilik bütün devrimci hareketleri birer birer yokladı, koparabildiğini çekip düzenin saflarına attı. 91 Türkiye'sinde tasfiyecilik daha özel bir biçime bürünerek "restorasyonculuk” diyebileceğimiz yeni bir kimlik kazandı. Restorasyonculuk tasfiyeciliğin 90'lar Türkiye'sine uydurularak inceltilmiş-derinleştirilmiş halidir. Bunun iki dayanağı var. Biri dünya sosyalizminin çöküşüdür ki; yazımızın konusu dışındadır (3). Diğeri daha sıradan ve basittir; eski Özal yeni Demirel Türkiye'sine medyanın yaptığı metihler, çizdiği pembe-hoş tablolardır: "Türkiye Özal'la güçlendi ve şimdi Demirel'le demokratlaşıyor. Güçlü ve demokrat Türkiye'de herkes hakkına razı olsun. Mutlu bir sivil toplum önümüzdedir. Bu aşamada hâlâ devrim "gevezeliği” artık "lümpenlere” aittir." Eylül darbesinin şokunu henüz atlatamadan dünya sosyalizminin çözülüşü vurgununu yiyerek iyice pelteleşen sarhoş beyinler, ülkede gerçek demokrasinin önünü açacak mücadelenin tayin edici aşamasında zavallıca teslim oluşlarını teorize ediyorlar. "Siz hâlâ mücadele mi diyorsunuz, o halde dengesiz ve serserisiniz!” İnsan ister istemez kedi-ciğer hikayesini hatırlıyor.
Restorasyonculuğun en açık ve gelişmiş hali Murat Belge-Zülfü Dicleli-Haydar Kutlu'nun yazılarında bulunuyor. Bu tezler çeşitli kılıklara girerek incelmiş biçimlerde başka sosyalist eğilimlerde de etkisini hissettiriyor. Sosyalist eğilimler ideolojik-örgütşel yapılarına bağlı olarak farklı seviyelerde bu tezlerden etkileniyorlar. 80-85 arasının ilk tasfiyeci dalgasının düzene doğru kopardığı güçlere şimdi bu resto- rasyoncu dalgayla yenileri ekleniyor. Sendikal alanda işçi hareketinin
YOL 78 Yeni dönem-Yeni görevler
kazancı DİSK, A. Baştürk çizgisiyle "Saydam Sendikacılık" bayrağı altında düzene içselleştiriliyor. Yasadışı bazı partiler-eğilimler şaşkın önderlerinin kontrolünde fiilen açığa çıkıyorlar. Devrimci mücadele metotlarını geriye iten bir hava estirilmeye çalışılıyor. Demirel hükümetinin her manevrası restorasyoncu kesimce göklere çıkartılıp, olmadık misyonlar yükleniyor. Kürt hareketinin mecut konjonktürde motoru olduğu demokratik devrimin dinamikleri ise görmezlikten geliniyor veya çıkmaz sokaklar olarak ilan ediliyor. Bizzat devrimci demokratik güçlerin düzenden kopararak açtığı fiili demokratik boşluklarda kalem oynatabilenler yüzsüzce bir tavırla devrimci güçlere sırtlarını dönüp Demirel'in önünde secdeye kapanıyorlar. Restorasyonculuğun temel özelliği geçmişinden utanarak hızla kopuşma, Demirel hükümetinin sol içinde bayraktarlığını yapmak olarak belirginleşiyor.
Yaşadığımız konjonktürel dönüm noktasının özelliği 70 yıllık T.C.’nin temeline vuran tarzda bir halk hareketi gerçekliği ve esas olarak bunun açtığı alanın etrafında işçi sınıfı ve diğer emekçilerin demokratik istekler doğrultusunda kitlesel eylemliliğidir. Demokratik istekler devrimcileşerek Kürt halk hareketi ile kaynaşabildiği noktada devrimci demokratik dönüşümler gündemdedir. Hükümet bu kaynaşmayı engelleyici önlemler-manevralar peşinde; ülkedeki demokrasi sorunun özüne inmeyen-inemeyen zayıf açılımlar yaparak restorasyon girişimlerinde bulunuyor. Restorasyoncu sol işte hükümetin manevralarının etki alanını sol içine, devrimci halk güçlerinin içine yayma amacında. Hükümete karşı demokratik istemlerin önüne geçip onu eğiterek devrimcileştirmek görevken; işçi, emekçi muhalefetini iktidar- sızlaştırarak düzene zararsız-düzen içi karakter kazanmaya zorluyorlar. Demirel'in her söylediği ile şaşkınlıktan küçük dillerini yutarak hayranlık krizlerine girenler Demirel'e o sözleri söyleten gerçekliği reddediyorlar. Söyleyene değil söyletene bak! Tam da duruma uygun düşen bir deyim. Kaldı ki, Demirel'in söyledikleri yaratılan fiili demokrasi ve özgürlük alanının epey gerisindedir. Henüz ona söyletilecek epey söz var!
Türkiye’nin demokratikleştiği hoş olmayan bir Demirel fıkrasıdır. Bugün var olan bu açılımlar varsa-ki var, bunlar da halk hareketinin yarattığı fiili demokrasinin gerisinde, onu gölgeleyip önünü tıkama amacıyla yapılan girişimler. Türkiye'nin gerçekten ciddi anlamda demokratik açılımları, süren çatışma döneminin ürünü olarak şekillene-
Yeni döncm-Yeni görevler YOL 79
çektir. Ve bunda kimin damgasının (düzenin mi, halk güçlerinin mi?) hakim olacağı da önümüzdeki dönemde belli olacaktır.
Türkiye'nin güçlendiğine gelince (4). Bu da Özal'ın kontrolündeki medya aracılığıyla pompaladığı bir propaganda balonudur. Elbette Türkiye on yıl öncesinin Türkiye'si değil, dünya kapitalizmine entegre olmada bazı ciddi adımlar ve buna bağlı olarak ülke içinde önemli bazı dönüşümler sağlandı, ama sosyal dengesizliği daha da derinleştirme pahasına! Düzen şimdi bu noktadan sıkışacaktır. Neticede Eylül döneminde Türkiye'de ciddi bir yatırım ve sanayi atılımı olmadığı gibi, bu konuda tersine önceki on yıldan daha geride bir trend izlenmiştir. 80'li yılların dönüşümü mevcut potansiyelin kapitalist metropollerdeki eğilimlere paralel ve ihracata yönelik düzenlenişiyle bazı altyapı girişimleridir. Bu düzenlemelerinde düzenin mevcut imkanları içinde sınırına gelindi. Şimdi düzene gereken yeni bir sermaye birikimi sıçraması ve ciddi sanayi atılımı. Güçlenmenin yolu bu adımdan geçiyor. Ama bu adımın henüz daha "nasıl atılacağı?" tartışılıyor. Medyanın görevi atılıma toplumsal meşruiyet kazandırma; yaydığı pembe hayallerle düzene olan umutları güçlendirme ve yeni atılıma gerekli "kemer sıkma" projelerinin zeminini hazırlama.
Ama biz de bir an için bu pembe hayallere inanalım ve güçlü bir ülkede yaşadığımızı kabullenelim. Peki güçlenme demokrasi sorununun çözüldüğünü mü gösterir? Güçlü bir ülkede olduğumuza göre demokrasi kendiliğinden gelecek midir? Bu soruları yazımızın başında olumsuz cevapladık. Tekrarlayalım.
En başta bizim gibi ülkelerde güçlenme, dünya çapında bakıldığında izafilik kazanacak ve hiç bitmeyecek bir süreçtir. Güçlendiğimizden epey fazlasıyla emperyalist metropoller de güçlenecek, aradaki farkı kapatma finans-kapitalin hiç dinmeyecek arzusu olacaktır. Kaldı ki gene bir hayal kurup dünyayı altüst ederek metropolleri yakaladığımızı da düşünsek, bu sefer rakip metropollerle çatışmanın gerekleri finans- kapitalin gündemine girecektir. Sermayenin sürekli büyüme doğrultusundaki kendi iç eğilimlerine isterseniz burada değinmeyelim. Finans- kapitalin güçlenmesinin bizim gibi ülkelerdeki esas kaynağı tekel dışı sermayeden başlayarak proletaryaya dek inen bütün toplumsal sınıflardan kendine değer aktarımıdır. Üretimdeki artı-değer ve daha fazlasıyla spekülasyon değer aktarımının kaynaklarıdır. Sürekli büyüme- güçlenme ihtiyacındaki finans-kapital hiçbir zaman kendiliğinden güç
YOL 80 Yeni dönem-Yeni görevler
kaynaklarını azaltmaz. Bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu yönde toplumsal zorlama kesin gerekliliktir.
Toplumsal zorlama emperyalist metropollerin büyük çoğunluğunda geçmişte şiddetli iç savaşlara dek yükselmiştir. Bugün oralarda demokratik bir denge söz konusuysa bu tamamen işçi hareketini pasifize edebilmek için iç savaşların içinde verilen tavizlerin ürünüdür. Ki bu tavizleri verecek esneklik dünya çapındaki sömürgeler talanından sağlanabildi. İşte, şayet Türkiye'de demokrasi isteniyorsa uğrunda şiddetli çatışmalara girme cesaretini de taşımak gerekiyor. Ancak bizim burjuva demokratlarımız öyle tehlikeli işlere pek hevesli değil. Demokrasi proletaryanın problemidir ve kendi damgasını vuracaktır.
Demokrasi problemi ülkenin güçlenmesinin kendiliğinden bir uzantısı olarak çözümlenemez. Problemin çözümü politik sahnede emekçi sınıfların güçlerini ortaya koyması ve güçleri oranında inisiyatif almalarıyla çözümlenir. Dünyada bunun tersi örnek nerededir? Hangi metropoller dışı ülkenin egemeni halkına kendiliğinden demokrasi ihsan eylemiştir? Suudi Arabistan'ı, Kuveyt’i, Şah'ın İran'ını, Güney Kore'yi nasıl izah ediyorsunuz? Ama biz bazı ülkeler gösterebiliriz ki, o ülkede demokratik haklar ülke egemenleri güçlenmeden sağlanabilmiştir. Hindistan, Yunanistan ve Meksika hemen akla gelen örnekler. O ülkelerin halkları ülkelerinin orijinal tarihselliği içinde sahneye sürecir* başında çıkmışlar ve kalıcı kazanımlar elde etmişlerdir.
Ve son bir not daha. Ülke nisbi olarak güçlendiği halde demokrasi problemi çözümlenmemişse, sorunun çözümüne yönelik iç çatışma daha sert ve sancılı olma eğilimindedir. Çünkü toplumsal dengesizlik yoğunlaşmış- katılaşmıştır ve çatışma dinamikleri daha keskinleşmiş- tir. Uzaktan bakmanın yanılgı payını düşersek Brezilya'nın böyle bir sürecin eşiğinde olduğunu söyleyebiliriz.
Siz şayet Türkiye'nin "köşeyi döndüğünü” ve kendiliğinden Demirel öncülüğünde demokratlaşmaya yöneldiğini düşünüyorsanız, devrimci olan her şey size huzur bozucu-demokratikleşme sürecini provoke edici gelecektir. Bütün gücünüzle kafanızdaki hayali demokratikleşme sürecini destekleyeceksiniz, illegal örgütlenme şarlatanlık veya daha kibar deyimiyle "boşa çaba", devrimci eylemler provakasyon daha ki- barcası "boşa harcanan enerji" olacaktır. Gerçekte ise sizin bu tasfiyeci mantığınız demokratikleşmenin önündeki engeldir. Zorlanarak ve isteksizce bir restorasyon girişiminin ilk adımlarını atan düzenin, halk
Yeni dönem-Yeni görevler YOL 81
güçleri içinde gönüllü propagandasını yaparak, gerçek demokrasinin biricik teminatı halk hareketini pasifize etme konumuna düşersiniz. Bu durumu da şayet halk güçleri size inanıp da "uslu" durarak Demirel "baba"sının ihsanlarına el açarsa; inanın Demirel hemen "titreyerek kendine dönecek", söz gelimi koalisyon ortağı olarak HEP'li SHP yerine, MÇP'li ANAP'ı tercih edebilecektir. Demokrasinin teminatı halktır. Halkın örgütlü-olarak düzene vuran veya düzenin vuruşlarının önünü kesen gücüdür.
Restorasyoncu çizgi örgütsel çalışmada ister istemez yasadışılığı itecek, yasallığa sarılacaktır. Bu farklı farklı derecelerle (tam yasalaşmadan- yasadışılığa gereken önemi vermemeye dek uzanan bir çizgide) restorasyonculuğun yoğunluğuna bağlı olarak, tüm sosyalist hareketlere etkide bulunuyor. Sonuçta bu güçler gerçek belirleyici olan çatışma alanının dışına kayacak ki, kendileri kimi açık kimi gizli zaten bunu amaçlıyor, "yorumcu" pozisyonuna düşeceklerdir. Toplumsal "Trafik Polisliği" gibi bir misyona yöneliyorlar. Toplumun oraya veya buraya yönelişine öncülük yapma yerine bu çaba içinde olanlara "akıl veren", "nasihat eden" pozisyonundan, fildişi kulesinden ukalaca ahkam kesme pozisyonuna ve oradan doğrudan düzene entegre olarak soluna bakıp "artık uslanmak gerekmiyor mu?" diyerek "iyi polislik"e dek varabilecek çeşitli pozisyonlara savrulacaklardır. En iyi niyetlisi, en fazla çatışmanın belli bir noktasında durumu kavrayacak savaşan halka "destek güç" olabilecektir. Bugünün Türkiye'sinin derinleşen ekonomik-politik istikrarsızlığı, devrimci güçleri özellikle kendi gücüne yönelmeye, »gücü en özgür ortamda yetkinleştirmeye ve günlük politik dalgalanmalara karşı bir teminat olarak hiçbir yasal kısıtlamaya tabi olmadan yetkinleştirmeye zorluyor. Önümüzdeki çatışmalı dönem, en demokratik bir kapitalist ülkede bile düzen içi yasallıktan fayalana- mayacak bazı görevleri de yasadışı örgütlenmeyi gerektiriyor. Belirleyici alan orası olacaktır.
Sonuçta restorasyoncu sol, dünyada sosyalizmin çöküş sancılarıyla beyni vurgun yemiş, kapitalizm dışında bir düzen kurulabileceğine inancı yokolmuş ya da zayıflamış unsurların; düzenin Demirel hükümeti eliyle yaptığı manevralara ülkenin demokratikleştiği yorumunu getiren ve dolayısıyla, Kürt hareketinin motoru olduğu halk güçlerinin zorlamasıyla koparılan hakların gerçek karakterini değerlendiremeyen bir konuma süreklenmesiyle oluşan politik bir bataklıktır Önümüzdeki
YOL 82 Yeni dönem-Yeni görevler
dönemin ciddi devrimci görevlerinden kaçışın bir yolu olarak tercih edilmektedir. Çıkışı yoktur. 12 Eylül sonrasında oluşan tasfiyeciliğin günümüz koşullarına uygulanmış halidir.
5-b) Kumda Oynayan Tarikatçılık: Otzovlzm"Parlayan her şey altın değildir!" Lenin’in Troçki'yle polemiğinde
kullandığı bir deyim. Bizim otzovistlerimiz de çok parlaktır, ama kesinlikle altın değildirler. Tersine, Lenin'in bir başka saptaması bunlar için aynen geçerlidir: Otzovizm tersyüz edilmiş tasfiyeciliktir. Restorasyon- cular, halk hareketini devrimci örgütten ve devrimci mücadele tarzından kopuşturup şekilsiz ve düzen için bir kitle hareketini idealize ederek tasfiyecilik yaparken; otzovist eğilim halktan ve somut politik gelişmelerden kopuk metafizik bakış açısıyla idealize edilmiş örgüt ve eyleme taparak, parlaklık peşindeki ve düzene öfkesini eğitememiş küçük burjuvanın ham hayallerinin propagandasıyla devrimci hareketi kitleden tasfiyeye çalışır. Örgüt ve eylem politik mücadelenin araçları olmaktan çıkarılarak marazi bir tutkuyla yüceleştirilir, kendisi bir amaç haline gelir.
Örgüt ve eyleme politik anlamının dışında bir marazi tutku olarak saptayabileceğimiz bize has otzovizm, farklı noktalarda vurgu yaparak çeşitli devrimci hareketlere dağılmıştır. Değerlendirmemiz tek bir harekete değil, bütüne yönelik olacak: Bu görüş Devrimci Proletarya, Devrimci Emek, Halk Demokrasisi, Yeni Demokrasi, Mücadele dergilerinde savunuluyor, ilk üçü daha klasik otzovizme denk düşerken, son ikisi otzovizmin etki alanı içindeler (5).
Bu merkezlerden yayılan otzovist propaganda başka devrimci hareketlerde de çeşitli düzeylerde etki yaratıyor. Savunucularında belli bir örgüt ve eylem sürekliliği sağlayabilen otzovizm, diğer devrimci hareketlerde rezonansa geldiği noktada genellikle ana hareketten kopuş- ma ve düzene karşı sonuçsuz birkaç öfkeli çıkıştan sonra dağılarak erime sonucunu yaratıyor. Birçok devrimci kadro yakalandığı öfke krizi sonucunda çökerek teslim oluyor. Son 1-2 yılda Türkiye'deki hareketlerin birçoğunda böyle kopuşlar ve yokoluşlar yaşandı, yaşanıyor.
Otzovist mantık her şeye yukarıdan bakar ve emir verir. Ultimatom- cudur. Bu sadece düzen içi ilişkilerde değil, bizzat politik gelişmelerin kendisine karşı da sözkonusudur. Bunlar sınıfların karşılıklı kapışmalarının sergilendiği politik alandan (alandaki güç ilişkileri, gelişme- gerileme dinamikleri, ülke tarihselliğinin yarattığı orjinallikler... vd.) "et-
Yeni dönem-Yeni görevler YOL)
kilenmezler". Onların kendi dogmatik örgüt ve eylem kalıpları vardır, kalıplar politik gelişmelere uygulanır. Hayatın zaptediiemeyecek zenginliği bu süper kalıpların içinde şekle sokulur, eğilir, bükülür.
Tabi doğal olarak her seferinde eğilip, bükülen kendileri oiuyor. Düzenin bütünlüğü açısından bakarsanız sonuçta politik pratikleri "kumda oynama", kurulan "harika" örgütler de tarikat olmaktan öte gitmez. Kendilerine bakarsanız ise her dönemde "onbinler peşlerindedir, ama bunu pek gören olmamıştır. Y.Demokrasi ve Mücadele'nin taşıdığı geleneğin Eylül öncesinde o dönemin orijinal karakteri sonucu ulaştığı kitleselliğin parlaklığına oranla ne denli kof ve güçsüz olduğu 13 Ey- lül'de ispatlandı.
Siz istediğiniz denli "güçlü" örgüt kurun, istediğiniz denli yüksek eylem yapın; şayet örgüt ve eylemin hayatın içinde kökleri yoksa, düzen tarafından çim gibi biçilecektir. Gücünüz gerçek değil, zorlama ve yüzeyseldir. Harcanan olağanüstü enerjiler ve gösterilen kahramanlıklar sağlam ve gerçek hayattan kök alan bir politik hattın üzerinde olmadıkça, boşluğa atılmış yumruk olmaktan öte gitmez. Otzovist mantık sadece birçok devrimci örgütlenmeyi kitleden kopararak boşluğa itmez, aynı zamanda gösterilen olağanüstü enerji ve cesaretin hayatın içinde kökleri olmadığı için düzen tarafından kolayca tasfiyesiyle; halk güçleri içinde düzenin güçlü olduğu ve ne kadar çaba gösterilirse gösterilsin, sonuç alınamayacağı bilincini doğurarak, devrimci örgüt ve eylem biçimlerine karşı soğukluk yaratır, teslimiyetçiliği besler. Zaten çoğunlukla bu politikanın kişisel yürütücüleri de kapasitesine göre kısa veya uzun bir süre uygulayıcı olduktan sonra hızla teslimiyetçiliğe savrulur, en ateşli örgüt ve eylem düşmanı oluverirler. Ama çizginin kendisi kapitalizmin ürettiği küçük burjuva aydınlar ve işsizlerden beslenerek sürekliliğini koruyabilir.
En iyi şekilde uygulandığında dahi toplumsal gelişmelerden kopuk bir grup seçkin veya kahramanın ütopya cenneti olmaktan öteye gidemeyen otzovizm, bu karakteri ile ezeli muhalefete adaydır. Toplumda objektif olarak hareket eden dinamikleri dışardan yorumlayacak, beğe- necek-beğenmeyecek, kimi zaman olağanüstü kahramanlık göstererek topluma rağmen kendi manifestosunu yazarak tarihe geçecek, ama kalıcı politik kazanımlar elde edemeyecektir.
işte genel özelliklerine kısaca değindiğimiz otzovist hattın mevcut politik gelişmelere bakışı karakterine uygun olarak şekilleniyor. 11 Ey-
YOL 84 Yeni dönem-Yeni görevler
lül, 12 Eylül ve 13 Eylül 1980 arasında devrimcilere yüklediği görevler açısından otzovist hatta göre bir değişiklik yoktur. Mevcut gelişmelere karşı tepkileri de aynıdır: illegal örgüt güçlendirilecek, eylemlilik yükseltilecektir! Her duruma uygun pratik reçeteleri budur. Sözgelimi illegal örgütün çalışma tarzı politik gelişmelere göre farklı karakterler kazanarak kendisini zenginleştirebileceği gibi eylemlere girebilecekken, otzovizm kendi kafasındaki örgütü, çalışma tarzı ve eylem hattını "uygulayacaktır". Onlar eğilip, bükülmezler, hele sürekli yeni nüansları kazanarak kendini aşma "oportünist tutumun" tam da kendisidir! Müslümanların Kuran’la oynamadığı gibi onlar da kendi dogmaları ile oynamazlar. Dogmaları ise dogma oluşunun bir sonucu olarak katı bir kasılmadan başka tutum üretemez. Sürekli kendini yenileme, kendi can damarlarını gerçek hayata bağlamış politikalara aittir.
Keza devlete bakış da aynı tutumun bir sonucu olarak belli kalıbın tekrarından ibarettir. Devletin egemen sınıfın diktatörlüğünün aracı olduğu devrimci gerçeği, bunların elinde bir kalıba dönüşür ve sonuçta devlette katılaştırılır. Her türlü esneme-gerileme-eğilme.. vd. karmaşık politik tutumlar otzovistlerimizin verdiği bir emirle devlette yasaklanır; devlete sadece iki zıt tutum atfedilir: Kasılma veya kırılarak yıkılma! Keşke öyle olsaydı! O zaman devrimcilerin işi herhalde şimdikinden daha kolay olurdu. Gerçekte ise devlet, otzovistlerimizin emirlerine güler geçer ve bukalemun gibi renkten renge girer; eğilir, bükülür, vurur, geri çekilir, içine çeker, dışına iter... vd. Dünyada oluşabilecek yeni şartlarda kendini yeniden üretecek mekanizmaları doğal olarak işletip, ayakta kalmaya çalışır.
Devlete kaskatı bakan otzovistlerimiz konjonktürel olarak devleti olduğundan daha güçlü, uzun vadede ise olduğundan daha güçsüz görecektir. Halk hareketinin yükselişine ve devleti hırpalamasına bağlı olarak devletin geri çekilebileceği, tavizler verebileceği kabullenilmeyecek ve bu yöndeki devletin adımları gözboyamaca-aldatmaca olarak görülecek, dolayısıyla halk hareketinin yarattığı pratik imkanlar değerlendirilemeyecek; uzun dönemde ise halk hareketinin her atağına saldırarak veya geri çekilerek veya çok çeşitli biçimlerde tavırlar üreterek kendini yeniden üretebileceği görülemeyeceğinden, küçük ama sağlam bir örgüt veya yüksek askeri vuruşlarla veya kitle eyleminin *öaha da" yükselmesi sonucu bunlara karşı taktikler üretemeyece- ği düşlenen devletin aniden kırılarak yıkılıvereceği düşlenecektir.
Yeni dönem-Yeni görevler YOL 85
Mevcut politik ortamda devletin geçirdiği stratejik sarsıntı ve bunu bazı taktik tavizler vererek atlatma çabası otzovistlerimizce görülemiyor. Yaşanan her gelişme onlara göre "oyun". Kadir-i mutlak bir devlet kendisini bunca sıkıştıran bir ulusal kurtuluş mücadelesi ve kenarından köşesinden hırpalayan işçi-memur hareketine karşı hiç yerinden kıpırdamıyor! Otzovistlerimizin kendi mücadele anlayışları stratejiye asılıp, taktiği hiçe sayma olduğundan, "kendi gözleriyle baktıkları” devletin de aynı tarzda mücadele ettiğini sanıyorlar. Devlet çok çeşitli taktiklerle, hem vurup hem de sıkıştığı noktalarda tavizler vererek kendini yenileyebilir ve nihayetinde devlet de metafizik anlamda yenil- mez-hata yapmaz bir kategori değildir; paniğe kapılabilir, kargaşaya düşebilir, kararsızlık geçirebilir, yanlış taktik üretebilir... vd.
Devlete mutlak bir katılık atfeden görüş, onu aynı zamanda yekpare bir bütünlük içinde görecektir. Tek bir merkezden yönetilen ve tek bir dar hat üstünde uygulanan yekpare bütünlük! Bu anlayışın bizim için anlamı, savunanların örgüt anlayışlarını ve ilerde iktidarda olurlarsa kurmayı düşündükleri devletin karakteri hakkında bilgilenmemizdir. Onun dışında burjuva devletin kendisine atfedilen anlamda bir yekpa- reliği yoktur, içinde farklı menfaat gurupları at koşturur, kendi menfaatlerini savunurlar; bu, farklı taktik yönelimler demektir. Ayrıca farklı zeminlerde mevcut devletin korunması ve gelişmesi hakkında farklı görüşler olacak ve bunlar güçleri oranında devlet içinde kendi iradelerini kabul ettirmeye çalışacaklardır. Devlet, ona dışardan bakanlar açısından genel bir irade gibi gözükür ve öyledir. Ama içinden baktığınız zaman aynı devlete bağlı olmakla beraber çıkarları birbirleriyle çatışan güçler görürsünüz ve öyledir.
Otzovizm, sağ sapmanın burjuva devletin iç çelişkilerine umut bağlayan; kendi gücünü organize edip devletten koparacağı mevzilerden ziyade, burjuva devletin iç gerilimlerinin bir ürünü olarak bir şeyler ko- parabilme veya bunlardan atılan paylarla yetinme zavallılığına tepki duyar ve bu konuda doğru pozisyondadır; Kendi gücüne güven! Ama yakalanan bu gerçeklik marazi bir tepkiyle abartılıp, burjuva devletin kendi içinde hiçbir çelişkisi olmadığı ve gerçekte olan ve politik sahneye yansıyan bu çelişkilere "oyun" olarak bakmaya sıçrayınca, saçmalıktan başka bir şey değildir.
Bugün Demirel hükümetinin manevraları sadece bir "oyun" mudur? Veya Lice'de katliam yapan Albay'a emir verenle, Yeni Ülke gazetesi
YOL 86 Yeni dönem-Yeni görevler
nin çıkışına izin veren aynı merkez midir? Veya hatla MGK yekpare bir bütünlük müdür, yoksa oradan çıkan kararlar bir uzlaşmanın ürünü müdür? Bunlar, üstünde ciddi olarak durulması gereken sorunlardır. Basit bir havuç-sopa politikası ile siz bunu açıklayamazsınız. Siyaset, Bizantizm'den ibaret değildir. Bizantizm belli gerçek politikalar üstünde vardır, ama politikanın kendisi değildir. Burjuva politikasını Siyasi Şube manevralarına indirgeyemezsiniz. Biz bir bütün olarak her türlü burjuva politikasının karşısındayız, onları bütün olarak dışımızda ve karşımızda görürüz. Ama burjuva politikası kendi içinde birçok nüansı hatta birbiriyle çatışan eğilimleri taşır ve bunları dikkatle gözlemek, ciddiye almak zorundayız.
Demirel hükümetinin Kürt realitesini tanıması, mevcut fiili durum karşısında basit bir manevrayla kaybedilen insiyatifi kazanma çabasıdır. Ama bu, tanımanın T.C.'nin temellerinde yapılabilecek bir restorasyonun isteksiz ilk girişimlerinden olduğunu dışlamaz. Siz eğer "Hayır, değişen hiçbir şey yok!" diyorsanız, bu parlak nutkunuzun cilasının arkasında devrimci halk hareketinin dönüştürücü gücüne olan inançsızlığınız sırıtır. Kürt hareketi vurmuştur ve koparmıştır. Siz "koparamadı" diyorsunuz. Peki, süreklilik sağlayabilmiş bunca enerji, kahramanlık, olağanüstü organizasyon gücü... vd. devrimci bir değer olarak hiçbir politik sonuç doğurmayacak mıdır? Veya memurlar 2-3 yıldır yaptıkları direnişler sonucu hiç mi sonuç alamayacaklardır? Öyle ise bütün bu çabalar niçin?
Devrimcilik mazoşizm veya çilekeşlik değildir. Gücünüzü iyi organize eder doğru hedefe vurursanız; sonuç alırsınız, işçi sınıfı on yıllardır süren mücadelesi ile bir sınıf olarak tanınma noktasında, toplumsal meşruluk kazanmıştır. Memurların son yıllardaki mücadelesi sendika hakkını koparmak üzeredir. Kürt halkı kendisine karşı uygulanan asimilasyon politikasının merkezine vurarak o politikayı felç edebilmiştir. Devlet yöneticilerinde bu konuda yekpare bir tutum yok. Kimisi, ki bunlar henüz epey azınlık, yenilgiyi şimdiden kabullenerek stratejik tavizler verip düzeni kurtarma taktiğini; kimisi, ki mevcut Demirel hükümeti buna denk düşer, halk güçlerince yaratılan fiili demokrasi alanının gerisinde taktik tavizler vererek mümkün olan en az tavizle düzeni kurtarma taktiğini (6); kimisi de, ki bunlar da hükümet kadar güçlüdür, hiçbir taviz vermeden halkı ezerek-atomize ederek köleleştirme taktiğini... vd. savunmakta. Siz kendi gücünüze güvenip,
Yeni dönem-Yeni görevler YOL 87
halkın örgütlü mücadelesini yükseltirken, bir yandan da bu taktik farklılıklardan faydalanabilirsiniz. Şayet dergi sayfalarından ilke bayrağı sallayarak ahkam kesmeyle yetinmeyip politik kazançlar elde etme yönünde ciddi hesaplarınız varsa, faydalanmak zorundasınız. Nasıl düzen ve onun güçleri kendi etki alanlarını düzene karşı mücadelede iddialı devrimci siyasi çizgilere kadar uzatmaya çalışırsa; devrimci güçlerin de kendi etki alanlarını düzenin içine yayma özgürlüklerl- hakları-görevleri vardır.
Devrimci haltımız mevcut fiili demokratik alanı ve bunun hukuki veya politik alanda yarattığı yetersiz de olsa açılımları ciddiye almada görünüşte restorasyonculukla üstüste düşebilir. Fakat devrimcilerle restorasyoncuların aynı olgulara yüklediği karakter birbirine zıt noktalardadır; devrimciler mevcut gelişmeleri ve genel olarak demokrasiyi halkın mücadelesinin ürünü olarak görür ve korunması-geliştirilmesi için tek teminatın yine halk hareketi olduğunu saptarken; restorasyon- cular aynı olguları, finans-kapitalin güçlenmesi ve buna bağlı olarak halka kendiliğinden bahşetmesi olarak değerlendirmektedirler. Sonuçta, devrimciler mücadelenin daha da yükseltilmesi sonucuna varırken, restorasyoncular uslu durarak verilenle yetinmeye sürüklenmektedir.
Devrimci haltımız mevcut durumda yasadışı örgütlenmeye ve devrimci eylemlere belirleyici önemi verirken görünüşte otzovizmle üstüste düşebilir. Fakat devrimcilerle otzovistlerin illegal örgüte ve devrimci eyleme yüklediği misyon farklıdır; devrimciler örgüt ve eylemi politik hedeflere varmanın bir aracı olarak görür ve onların en gelişmiş biçimde uygulanmasıyla amaçlarına ulaşabileceğine inanırken; otzovist- ler örgüt ve eylemi yaşanan gerçek politik alandan kopararak ütopik ideallerin pembe boyasıyla süsleyip, amaçlaştırır. Örgüt ve eylem yaşanan gerçeklerden kopuştukça, sonuç alıcı karakterini kaybederek, tapılacak nesnelere dönüşürler. Sonuçta, devrimciler örgüt ve eylemin her biçimine politik gelişmelere bağlı olarak, mevcut yapılarını zenginleştirerek uyum sağlayabilirken, otzovizm mutlaklaştırdığı biçimlerle kendi etrafına sınırlar çizer, kendini kendi iradesiyle darlaştırır.
Demokratik devrimin Kürt ayağının çözüme doğru devrimci atılışı yalnız kaldığı sürece hakettiği derecede sonuçlar doğuramayabilir. Bu, ülkedeki bütün devrimci ve demokratik güçlerin de aynı oranda kötürümleşmesini de doğurcaktır. Demokratik devrimin ikinci ayağı işçi sınıfıdır. 89 çıkışı önemlidir, ama kesinlikle abartılmamalıdır. Sini-
YOL 88 Yeni dönem-Yeni görevler
fin hareketi düzenin kendisine değil, sonuçlarına karşıdır. Şiddetli eleştiriye ve dönüştürülmeye ihtiyacı var. Bu işçi hareketinin politikleştirilmesi demektir. Sınıf devrimin diğer ayağıyla kenetlenmelidir. Elbette, bu onun methiyesiyle yetinme acizliğine düşmek olmayacaktır. Bugün Kürt halkıyla dayanışmanın gerçek yolu, sınıfın düzene karşı politik olarak mevzilenmesi, ideolojik-politik-ekonomik mücadeleyi yükseltmesidir.
DİPNOTLAR1- Dünya çapında belli ana merkezlerde globalleşme eğilimleri yazımı
zın konusu dışındadır. Kısaca belirtirsek, bu eğilimlerin etkisi vardır, ancak belirleyici değildir. Zaten globalleşme eğilimlerinin de belli bölgesel güç odaklanmn yaratılması sürecini bile tamamlayamadığı ve özellikle sosyalist sistemin dağılmasıyla bu süreçte de parçalanmaların olasılık içinde olduğu açıkür. Dünya çapında bütünlüklü bir globalleşme iddiası ise hangi dayanaklara sahip olduğunu açıklayamayacaktır. Sizin bu yönde vereceğiniz her örneğe tersi yönden fazlasıyla örnek verilebilir.
2- Dünya sosyalizminin çözülüşünün yarattığı güçlü ana. darın etkisi sadece sol güçlerdeki moral bozukluğunda değil, bizzat hükün. tin uyguladığı politikalarda da vardır. Ayrı bir yazının konusu olabilecek bu konuyu bu yazının dışında tuttuk. Yazı özellikle ülke içi gelişmeler açısından bakılarak gelişmelerin karakteri, ki bu karaktere Kürt dinamiğindeki gelişmeler önemli vurgu yapmaktadır, belirleyici önemdedir; özel bir projektörle aydınlatılmalı, araştırılmalıdır.
3- Elbette burada güçlenmeden kastımız fınans-kapitalin zümre egemenliğinin kontrolü altındaki ekonomik güçlenmedir.
4- Yeni Demokrasi ve Mücadele geleneği yalnızca otzovizmle izah edilemez. Daha geniş bir açıdan değerlendirilmelidir. Ancak biz burada yazımızın konusunu ilgilendiren açıdan bu çizgilere bakıyoruz ve gördüğümüzü yazıyoruz.
5- Devlerin 70 yıllık "Kürtler yoktur” politikasının biriktirdiği olağanüstü toplumsal gerginliğin yarattığı dinamiklerin üstünde şekillenen PKK'nın oluşturduğu toplumsal hareketin sonucu bugün geniş bir toplumsal özgürlük alanı bölgede fiili olarak mevcuttur. Devlet-Hükümet geç kalmıştır. Bugün alınan tedbirler bu açıdan yaratılan fiili durumun epey gerisindedir; bölgede yükselen harekete dayanak olma fonksiyonu görecek, onu eritemeyecektir. Yaratılan fiili özgürlükle verilen taktik tavizler arasındaki açık alan bölgedeki hareketin kitlesel anlamda itici yayı olacaktır. Sonuçta, Hükümetin Kürt realitesini tanımasının öle yanı kesinlikle devlet terörünün daha yoğunlaş- ması-kiılelere de yönelerek yoğunlaşması olarak şekillenecektir. Bölgede gerillaya ilave kitle harekeli de yükselirken, devletin terörü de gerillaya ilave yaratılan fiili alan üzerinde canlanan toplumsal hareketlere yönelecektir.
Yasal-meşnı açılım YOL 89
YASAL-MEŞRU AÇILIM: DEMOKRATİK HALK
CEPHESİ*Alp AYDIN
Proletarya sosyalizminin ülke çapında yayılması, birçok alanda (sendikalar, gençlik, işsizler, aydınlar... vd.) tutunması, farklı ve çok çeşitli zeminlerde örgütlenmeyi zorluyor. Mevcut devrimci örgütlenmeler tamamen illegalitenin kontrolündedir. Ama bu biçime dair yerleşik kavrayış gelişen proletarya sosyalizminin önünde engel haline gelmiştir. Farklı ve çok çeşitli örgütlenme zeminlerinin de bütünsellikleri içinde devreye girerek siyasi hareketi rahatlatması ve güçlenmesi, tüm kanallarını yeniden tazelemesi gerekiyor.
Sosyal sınıflar, zümreler, tabakalar hepsi bir boy ve aynı siyasi netlikle harekete yönelmiyor. Devrimi ve siyasi örgütlenmeyi kavrayışta, finans-kapitalin siyasi egemenliğine karşı tavır alışta ve mücadeleye kendini verişte, epey farklı bilinç ve davranış biçimleri yaşanıyor. Bu farklılıklar ciddiye alınmalı ve kendi özgün gelişme kanalları farklı örgütlenme zeminlerinde ve farklı biçimler halinde yaratılma-
* - Bu yazı dört bölüm halinde tasarlanan bir değerlendirmenin üçüncü bölümü olarak Eylül-Ekim 1992 tarihinde kaleme alınmıştır. ( Y a z a r ı n n o tu )
- Bu yazı tarafımızdan redakle edilmiştir.fKaymc/nı/ı n a tu )
YOL90 Yasal-Meşnı açılım
lı, devreye sokulmalıdır. Onları eğitmenin ve ortak örgütlenme potasında devrimci şekil vermenin en doğru yolu, kendi eski konumlarından proletarya sosyalizmine doğru uzanış özgünlüklerini yakalamak ve buradan çekerek harekete en sancısız ve güçlü biçimde kazanılmalarıyla açılacaktır. Şayet giriş ustaca olursa, sırt bu bile harekete güveni ve dostça yaklaşımı güçlendirecek ve ilerideki daha yoğun kaynaşmanın temelini salamlaştıracaktır.
Sadece örgütlenmenin dar çıkarları açısından baktığımızda da, güçlenen her hareketin kendi örgütlenme pozisyonunda taktik manevralar yapmak zorunda olduğunu görebiliriz. Temel örgütlenme biçimi bir kova gibi görülüp de her alınan pratik insiyatif oraya atılırsa, örgütlenme gerçekten kovaya dönüşür. Bu, örgütlenmeyi basite almaktır. Örgütlenme kendine özgü kuralları ve hatta estetiği olan bir sanat olarak kavranmalıdır. Basitlikler ve kabalıklar günlük pratikte fedakarca enerjiyle kazanılan canlı insiyatifleri öldürür. Örgütlenme yapısı sadece kova değil, dibi delik kovaya dönüşür; bir yandan gelen, öte yandan dökülür. Niçin dökülür? En başta, gelen geldiği yerde yaşam bulamaz.Bütün siyasi örgütlenme biçimleri her devrimci demokratik insiyatife uygun değildir. Orada ancak belli bir olgunluk noktasını aşanlar kendini geliştirebilir. İlkel insiyatitler başka biçimlerde eğitildikten sonra temel kadrolar olarak kazanılabilecekken şayet doğrudan kadrolaştırılırlarsa, kavrulup döküleceklerdir. Ve İkincisi, her insiyatifin kadrolaştırılmış olması mümkün değildir,gerekmez de. Onun öncüleri harekete kazanılıp, öncüler kanalıyla kendi özgün örgütlenme biçimi içinde insiyatif alınabilmelidir. Hareket çok darken faaliyetini tamamen kendine kadro kazanmaya yoğunlaştırabilir, ama belli bir noktaya geldikten sonra, kadro kazanma rutin bir işe dönüşürken, farklı devrimci demokratik insiyatifleri kontrole alma ve düzene karşı dövüştürme öne çıkacaktır. Daha önce fabrikada eğitim grubu kurup, buradan kadro kazanma esasken, şimdi o rutine dönüşecek ve o fabrikanın fabrika, bölge, işkolu düzeyindeki sorunları esas olacaktır. Ve bu da bütün bu alanlara uygun örgütlenme biçimleriyle sağlanacaktır.
Güçlenme bir yönden de faaliyetin zenginleşmesini zorlayacaktır. Eğitim grubu kurma, bildiri dağıtma, pankart asma... vd. faaliyetleri güçlenen bir örgütün ihtiyaçlarını karşılamaz. Şimdi çok farklı zeminlerde ve biçimlerde faaliyetle zenginleşilmelidir. Kimi yerde sert müdahaleler yapılacak, kimisinde sarsmakla yetinilecektir; ideolojide yoğun-
Yasal-Meşnı açılım YOL 91
laşmanın ürünleri, temel örgütlenme sorunlarının tartışılması, geniş kitlesel ajitasyon ve her insiyatife yönelik alanın özgüllüğünün zorladığı yayınlar birlikte çıkarılacaktır; sadece siyaset değil (...), ideolojik, ekonomik, sanatsal... vd. yönelimler birlikte yapılacaktır... vd. İşte farklı faaliyetler uygun örgütlenmelerle kendini garantiye almalıdır. Her faaliyet kendisini tek başına kaldığı zaman bile idare edecek, geliştirecek biçimde özgün-bütünsel örgütlülüğü ile yürütülmelidir.
Her alınan insiyatif de kendi alanındaki güçlenmesine aynı biçimde yaklaşmalı; alanındaki her farklılığı titizce saptamalı ve ona özgü yaklaşımı davranış ve örgütlenme biçimi ile yakalamalıdır.
Hareket hem genelinde ve hem de ayrı ayrı bütün birimlerde güçlenmeye bu tarzda cevap verirse, güçlenme bitmeyen bir sürece dönüşecek, sürekli güçlenmenin gerekli örgütlenme tabanı sağlanacaktır. Örgütlenmenin şekillenişi onu sürekli ileri doğru itecektir. Yüzbinlere, milyonlara ulaşma, pratik imkan alanı içine girecektir.
Hareket güçlenmeye örgütlenme manevralarıyla cevap veremez ise, 3-5 bin kişilik çevreler bile onun için içinden çıkılmaz problem haline gelecek; giderek güçlenmeyi baskı olarak görme ve güçlenmeye isteksizlik hakim olacaktır. Hantallığın, beceriksizliğin en sevdiği ortam da işte budur. Çünkü kendini zorlayan örgütlenme mekanizmaları yoktur; rahatça gevşeyip yayılabilir, konumunu rasyonalize etmenin teorisini bulmak için bol bol düşünebilir.
Güçlenme, farklı mücadele biçimlerini harekete dayatmaktadır. Devrimci ortamda, silahlı mücadeleden sendikal...vb faaliyete dek çok geniş bir yelpazede faaliyetler gözleniyor. Ama tek bir mücadele biçimi ve bunun biraz eğilip bükülmesiyle durumu idare etmeye çalışmak, başarı şansı olmayan bir ilkelliktir. Proletarya sosyalistleri bulundukları alanlarda kendilerine özgü militan mücadele metoduyla alana müdahale etmeli, ama bu bütün alanlarda aynı biçimde olmamalı; o alanların yapısı metodumuzun özgün yöneliş tarzını farklıl biçimlere sokacaktır. Zaten metodumuzun yaratıcı yeteneği duruma uygun pozisyonu alacak, farklı şekillenişi bulup yaratacaktır. Devrimciler çeşitli mücadele alanlarında 2-3 kişiden fazlasının yanyana gelemeyeceğini biliyorlar. Ama, aynı zamanda sendikal zeminde onbinleri kucaklamasını da becerebilmeliler. Devrimci hareketin bağımsız iradesi, belirli bir anda yoğunlaşmış olarak ortaya konulup gerektiğinde geri çekilirken, yığının sosyal eğilimi ile kaynaşmış halde ve süreklilik kazana-
YOL 92 Yasal-Meşru açılım
cak biçimde ortaya dikilip geri çekilmemek de başarılabilmelidir. Fransız devrimciliğinin pürüzsüz üslubuyla konuşmada başarı kazanmak yanında, yasal-meşru zorlama kanallarınıaçmada da ustalaşılmalıdır. Her mücadele biçimi kendi karakterine uygun bir yapı içinde en uygun biçimde yürütülmelidir. Farklı mücadele biçimleri derinlemesine analiz edilmeli ve hangi örgütlenme biçimiyle müdahale edilirse onlara en derinden ve nüansları kavrayan incelikte nüfuz edilebileceği saptanmalıdır. Bize şimdi gerekli olan kitabi-genel geçer mücadele biçimlerinin bilgiççe tekrarı değil; 90'lar Türkiye'sinin emrettiği mücadele biçimlerini yakalayıp, onları en uygun örgüt biçimlerine kavuşturabilmektir.
İşte, herhangi bir politik durumun özgün zorlamasının dışındaki durumda bile genel olarak her siyasi hareket, güçlenme sürecinin belli konağında yeni açılımlar yapmaya; etrafında toplanan farklı karakter ve biçimdeki güçlere kendilerine uygun gelişme kanalları yaratmaya; birçok mücadele biçimini aynı anda ve uygun örgütlenmelerle yürütmeye mecburdur, hareket kendi gücüne yaratıcı metodla yaklaşıp, onun hem tek tek her bileşeninin en özgür ve devrimci gelişmesi ve * hem de bir bütün olarak yeniden-yeniden pratik örgütlenme ataklarıyla kendini yeniden üretmesini sağlarsa; örgütlenme mekanizmalarının doğal talebi "Yetmez, daha fazla!" olacaktır. Politik itici güçlerin yanında bizzat örgütlenmenin kendisi de onu ileri iten bir yapıda olacaktır.
( . . . )
Peki, meşru-yasal açılımın ( bundan sonra ‘"meşru-yasal" yerine "meşru" deyimi kullanılacaktır.) politik ortamla ilişkisi nedir? Yazının "Yeni Dönem-Yeni Görevler" yazısındaki politik ortama bakış perspektifi sanırım merşu açılımın mevcut politik ortamla nasıl bir uygunluk içinde olduğunu göstermektedir.
Meşru açılım mevcut durumda gelişen proletarya sosyalizminin ulaştığı konağın bir ürünü olmakla beraber, ondan daha fazla politik ortamın özel bir görevi olarak önümüzdedir. Gelişmelerin olağanüstü çarpıcı ve hızlı akışı bizi aynı hızla ve özel ataklarla meşru alanda mevzilenmeye zorluyor ve biz bu konuda hantal kaldığımız oranda ciddi insiyatif kaybına uğruyoruz. Onun ötesinde ortaya çıkan demokratik filizler mümkün olan en devrimci biçimine kavuşamadan güdükleşiyor, daralıyor, hatta kimi yerde yok oluyor veya düzen taraftarı liberal güçlerin elinde devrimcilere karşı kullanılan bir silaha dönüşebiliyor.
Yasal-Meşru açılım YOL 93
Gelişmelerin meşru alan açısından temel özelliği nedir?12 Eylül, öncesindeki politik kilitlenmeye bir açılım yaptırtmaya ça
lıştı. Silah zoruyla başarılabilen, ancak kilitlenmenin derinleşmesinin engellenmesi, dondurularak sorunlarının asgariye indirilmesi oldu. Yaratılan sahte dinginliğe müdahale KUKH tarafından yapıldı. 87'den beri alçalıp yükselen kitle eylemleri de yıpratıcı rol oynadı. Şimdi politik kriz devlet krizi haline yayılmış haldedir ve ciddi biçimde derinleşme eğilimi ile sistemin tüm kurumlarını sarsmaktadır.
Türkiye'de ve dünyada birçok yorumcu siyasi gelişmeleri değerlendirirken aynı sonuca varmaktadır: T.C. tarihinde olmadığı oranda bir zorlanmayla karşı karşıyadır. Devlet zoruyla inşa edilen bütün sahte değerler ve onların koruyucu kurumlan ölüm kalım savaşı psikolojisini yaşıyorlar. Yüzlerdeki maskeler atıldı, düzenin en gizli ve karanlık noktaları dahi deşifre olup yıpranıyor. Otomatik sigortalar birçok yerde işlememeye başladı. Sistemin kendi özgün yapısının ürünü olarak belirleyici temelini oluşturan ordu, tarihinde olmadığı biçimde pratik güç ve moral kaybı içinde. Temeldeki sarsıntı son tahlilde onun koruyucu şemsiyesi altında hayat bulan sistemin diğer tüm kurumlarında daha üst düzeyde ve derin sarsıntılara yol açıyor.
Sisteme derece derece yayılarak nüfuz eden kriz ortamı, onun oluşturduğu halk düşmanı statüleri kimi yerde yıpratıyor, kimi yerde fiilen işlemez hale getiriyor. Kriz süreklileştikçe ve derinleştikçe faşist statülerin varlık alanı daralma eğiliminde. Halk güçleri açısından bakarsak; düzenin gücü sarsılan ve egemenlik alanı aşınan her statüsü, gidilecek, zaptedilecek, yerleşilecek alanlar olarak şekilleniyor. Türkiye halkının şimdiye kadar yaşamadığı oranda bir demokrasi ortamına doğru açılım yapma imkanı pratik yollarıyla fiilen oluşuyor, bir yönüyle de fiilen yaşanıyor.
Düzenin koruyucu güçleri başta ordu-MİT ve kontrgerilla olmak üzere siyasi partileri, merkezi adalet kurumlan, günlük basın-tv'si ve diğer merkezi kurumlarıyla ciddi karşı saldırı içindedir. Bir yandan darbe alıp sarsıntı geçiriyorlar, öte yandan ellerindeki muazzam olanakları sonuna kadar kullanarak yaşam savaşı veriyorlar. Kesin ve acımasız bir faşist saldırıyla karşı karşıya bulunuyoruz. Düzen tüm gücüyle saldırı halindedir. Zorlayıcı tepki ve baskılar sonucunda halka verilmek zorunda kalınılan haklar (ki özellikle mevcut hükümetin sürekli öne çıkarılmasına rağmen bir türlü pratiğe geçirmediği "demokratik"
YOL 94 Yasal Meşru açılım
açılımları da bu çerçevede değerlendirilmelidir) hiçbir şekilde hazmedilmiyor. Kaybedilen her mevzi topçu atışıyla rahatsız ediliyor, piyade saldırılarıyla yeniden geri alınmaya çalışılıyor.
Hükümetin halka verdiği bazı sözler ve pratikte bunların epey altında gerçekleştirdiği kimi açılımlar reformcu bir zeminde olmayıp, mevcut faşist kurumlaşmayı açıklarını yamayla kapatarak restore etme zemininde şekilleniyor. Ve verilenler de mevcut fiili açılımın epey gerisindedir. Halk zaten fiilen kazandığı bazı hakları kendisinin kazanmadığı ve iyiliksever hükümetin ihsan eylediğine inandırılmaya çalışılıyor. Üstelik mevcut fiili hakların biçimsizleştirilmiş ve demokratik özü boşaltılmış hali dayatılıyor. En bilineninden örneklersek, "Kürtler vardır" demek onlar açısından önemli bir ödün olabilir, ancak Kürt halkı açısından artık beş paralık değeri olmayan bir açılımdır.
Yaşanan göğüs göğüse ve acımasız bir savaştır. Hükümet gelince ortamın yumuşayacağını ve rahat yasal olanakların kendiliğinden açılacağını umanlar bin kez yanıldılar. Onlar mevcut demokratik açılımın halkın zorlamasıyla oluşan devrimci özünü göremediler, itibarını yeniden yitirmiş Demirel'in veya "sevimli" gülüşünün altında devletin acımasızlığını gizleyen İnönü'nün nutuklarıyla sartıoş oldular. Mevcut ortamın gerçeği şudur: Ne kadar savaşırsan o kadar demokrasi! Ne kadar fedakarlık gösterir ve ne kadar bedel ödersen o kadar özgürlük! Demokrasi çiçeği dünyanın her yerinde olduğu gibi ülkemizde de halkın teriyle ve kanıyla sulanarak besleniyor, güçleniyor.
Bir yandan halk güçlerinin baskısı ve bu baskının gücü oranında açılan demokrasi alanları öte yandan sistemin tüm kurumlarıyla baskısı ve faşist kurumlaşmayı ayakta tutma çabası söz konusudur. Hem demokrasi gelişiyor, hem de faşizm gittikçe azgınlaşıyor. Bu, tarihi bir hesaplaşmadır. Konjonktürel bir durum olarak görülmemeli, tüm derinliği ve nüanslarıyla kavranarak önümüzdeki uzun dönemi belirleyecek ve bizi hangi biçimde olursa olsun, bir biçimde 'geçmiş'ten koparacak bir dönüşüme yönelindiği saptanmalıdır. Bir demokratik açılım ciddi olarak ve geri dönüşü epey zor yoğunlukta yaşanmaktadır ve bu kesinlikle politik ortamdaki yumuşamaya tekabül etmemektedir, tam tersine aynı oranda yoğun ve gittikçe de yoğunlaşacak bir çatışma hali ile birlikte yaşanmaktadır.
"Yeni Dönem-Yeni Görevler" yazısında mevcut hükümetin bazı politik yumuşama manevralarını yapmak zorunda olduğunu ve gerçekte
Yasal-Meşru açılım YOL 95
bunun 89 işçi eylemlerine karşı tavırla başlayan devlet politikasındaki bazı değişikliklerin ürünü olarak kavranması gerektiğini; ancak aynı hükümetin özellikle Kürt halkının yükselen kitlesel hareketlerine kitlesel terör ile cevap vermek durumunda olacağını ve yine düzenin sınıfın yeni ekonomik taleplerine cevap verme imkanının epey darlaştığını, bunun da bir biçimde kendini çatışmalar halinde dışa vuracağını belirtmiştik. Gelişmeler bu doğrultuda sürmektedir.
Hükümet başa geçer geçmez 'demokratikleşme' paketini açıkladı ve 'Kürt realitesini' tanıdığını ilan etti. Bugün Kürt olgusu T.C. tarafından resmen tanınmış ve MÇP çevresi dışında toplumca hazmedilmiştir. Devrimci bir günlük gazete yayınlanmaktadır. Kürtçe yayınlar yasal olarak çıkmaktadır. Kürt Enstitüsü kurulmuştur. Kürtçe TV-radyo yayınlarının yapılması ve ana dilde eğitim tartışılmaktadır. Bunların hepsi bıçak sırtındadır, ama aynı zamanda toplumda meşruluğunu kazanmıştır ve düzen açısından geri dönülmesi zor veya geri alındığı zaman ağır politik sonuçlar yaratacak tavizlerdir. Bizim açımızdan da demokratik bir gelişim söz konusudur.
Bir yönden de Mart'tan itibaren başlayan kitlesel devrimci gösteriler ve bunlara uygulanan vahşi devlet terörü sözkonusudur. En son Şır- nak’la bu terörü daha da yoğunlaştıran yeni bir süreç daha başlatılmıştır. Büyük kentlerde de devrimciler katliamlara tabi tutulmakta, devrimcilerin kontrolündeki kültür faaliyetleri dahi yoğun baskı altında toprağa tutunamadan püskürtülmeye çalışılmakta. Sınıfa 89’daki gibi iktisadi tavizlerle yumuşak cevap yerine medya terörü sindirme politikası izleniyor, iktisadi talepler peşindeki halk güçleri birbirlerine karşı kışkırtılarak durumu nereye kadar giderse idare etmeye çalışıyorlar, işçi sınıfından bu gerici sindirme politikasına karşı devrimci bir tepki henüz gelmedi, şimdiki halde sinme sözkonusudur. Mevcut sendikal sistemle, sınıfın mutlaka aşması gereken tarihsel zaafları sinmenin temellerini oluşturuyor. Düzenin işçi hareketini içselleştirme politikalarının önü tıkanmakta ancak sınıf henüz düzenden gerçek bir kopuşu yaşayamamaktadır. Memur eylemleri hükümeti sendikal haklar doğrultusunda zorlamaya devam ediyor. Hükümetin gelişiyle birden boş hayallere kapılanlar, zamanla sendikal hakkın dahi ancak güçle koparılıp alınacağında ikna oldular. Hükümetin sürüncemeye bırakma politikası memur hareketinin devrimci niteliği açısından ilerici fonksiyon görebilir.
YOL 96 Yasal-Meşru açılım
Dikkat çekici ve bizim özellikle incelememiz gereken bir olgu da düzen güçleri arasındaki çatışmalar ve ittifaklardır. Basından ve kimi davranışlarından çıkartabildiğimiz kadarıyla; 92 başlarında Özal, Hükümet, MİT-Kontrgerilla, ordu biçiminde bir dörtlü farklılaşma yaşandı. Gerginliğin yoğunluğunun göstergesi, daha önce pek alışık olmadığımız biçimde basında birbirleriyle sürtüşmeleri ve yine birbirlerine karşı kendi güçlerini kullanarak fiili durum yaratıp presleme politikasını izlemeleridir. Bu durum bugün geriye düşmüştür, ama zaman zaman başını gösterip geri çekilmektedir. Özellikle Newroz öncesi yapılan ar- darda toplantılarda ortak bir zeminin oluşturulduğu anlaşılabiliyor. Karşılıklı tavizler verilerek saptanan mevcut karşı-devrimci politika Genel Kurmay'ın öncülüğünde yürütülüyor. MİT-Kontrgerilla kendi karanlık dehlizlerinde gizlenip bazı provokasyonlarla (sözgelimi İstanbul'da ardarda bulunan bombalar) kanlı dişlerini gösterirken, Hükümet bağımsız bir güç olma özelliğini kaybetme noktasına dek geriledi. Özal ise kendisine özgü "taktik'ierle ve arkasındaki Amerika'ya güvenerek hattını yürütmeye çalışıyor.
Şimdi burada öne çıkarmamız gereken nokta, mevcut düzende ciddi güçe sahip başka alternatifi bulunmayan bu 4 ana eğilimin; halen yürütülmekte olan politikada Ordu'nun etrafında kenetlenmesidir. Sağa sola kimi yönelişler olmakta, ama bunlar son tahlilde yürüyen ana hattan kopuşma noktasına sıçrama dinamiğini taşımamaktadır. Görünen gürültülü çekişmelerin arkasında ciddi bir doku birliği sözkonusu- dur. Bunların hepsi aynı Kemalizm ipliğinden dokunmuş ve o zeminden dışarı çıkamayan politikalar olma özelliği taşıyor. Özal politikası baştan sona kozmopolit niteliğiyle kimi çıkış yoklamaları yapsa da sıkıştığı noktada o da Kemalizm'in ipliğine sarılmaktadır. Özal'ın politikasına soldan bir destek de yeni CHP'de Baykal'ın önderliğinde ve yine Amerika destekli olarak pişirilmekte. Baykal'cı politikanın pek bilinen şahsiyetsizliği ile, ortalıkta dolaşıp nutuk çekmenin ötesinde bağımsız bir politik güç alternatifi olma ihtimali epey azdır. Ama devrimci mücadelenin yükselmesi onu böyle bir pozisyona kendi gücü dışındaki dinamiklerin zorlamasıyla itebilir.
Bahsettiğimiz doku birliği düzen açısından hem olumlu hem de olumsuz özellikler taşıyor.
Olumlu yönü daha çok konjonktüre yöneliktir. Düzene yönelen mevcut güçlü zorlama karşısında düzenin koruyucu güçlerindeki doku
Yasal-Meşru açılım YOL 97
birliği, günlük problemlerin çözümünde ve kısa dönemli politikaların yürütülmesinde sağlam bir altyapı oluyor. Aralarındaki farklılıkları bir anda bir tarafa koyup pek de fazla sancı çekmeden ortak faşist politikalarda uyumlaşabiliyorlar.
Ama aynı doku birliği devrimci halk güçlerine bazı gelişme imkanlarını da kazandırıyor. Uzun vadeye yayılan gelişme süreci açısından, bizim müdahale etmemiz gereken düzenin birinci aşil topuğu burasıdır.
Düzenin koruyucu güçlerinin doku birliği konjoktürel gelişmelere ortak politikalar uygulamada kolaylık sağlamaktadır ama konjoktürel olanın ötesinde, kapitalist sistemin mevcut politik düzen içinde yürütüle- bilmesinin önü gittikçe tıkanmaktadır. Düzenin mevcut politik-hukuki statüsü düzenin global çıkarları açısından yavaş yavaş tıkayıcı ve çıkışı olmayan bir noktaya sürüklenmektedir. Düzenin günlük akışı artık sadece bayağı demogojiler ve çıplak terörle sağlanabilmektedir ki, bunun uzun vadeye yayıldıkça nasıl ağır yıpranmalara yol açacağını rahatlıkla görebiliriz.
İşte düzen güçleri arasındaki Kemalist doku birliği, düzenin mevcut durumda can alıcı ihtiyacı olan reformcu politikaların doğuşunu engellemekte veya var olanlar da ciddi düzen-içi güçlerle rezonansa gelemediğinden güçlenme imkanını bulamamaktadır. Düzenin gerçek ihtiyacı karşılanamamakta şimdi ancak günü kurtaran Kemalist politikalarda direnerek uzun vadede önemli gelişmeler yaratacak ağır sancılar beslenmektedir. Kemalizm bugünü kurtarıyor ama düzenin geleceğini süratle uçurumun kenarına itiyor. Düzen Kemalist-faşist politikalarda direndikçe ani kırılma ve çöküşlerin zeminini besliyor.
Bu durumu mutlaklaştırmamak gerekiyor. Düzenin daha güçlü zorlanmalar sonucunda reformcu politikalara yönelme ihtimali de teorik olarak imkan dahilindedir. Ancak şimdi yaşadığımız gerçek düzenin eskiyen statülerde ısrarla inat etmesi, inat ederek kendini riski çok yüksek pozisyonlara sokma durumudur. Düzeni buraya kadar getiren Kemalizm'in şimdiki layık olduğu konum bir heykel-resim simgeselli- ğiyle düzenin süsü haline gelmektir, ancak onu yaşatmakta ısrar ediyorlar. Düzenin mevcut ciddi güçlerinin inatla çözülmeyen dokuları başka düzen-içi açılımcı politikalar yürütülmesinin önünü tıkıyor.
Reformculuğun gelişememesi de devrimci politikaların önünü açmaktadır. Zaten düzendeki mevcut derin travmaların gerçek ilacı da
YOL 98 Yasal-Meşnı açılım
devrimci politikalarda bulunuyor. Kemalist faşizme reformcu bir düzen içi alternatifin güçlenememesi devrimci demokrasi alternatifinin gelişmesini daha pratik hale getiriyor. Yeter ki onun kurmay heyeti-öncü savaşçıları, söz konusu tarihi fırsatı "hemen, şimdi!" değerlendirebil- sin. Ülkemizin her yerinden haykıran demokrasi talebinin bayrağı şimdi devrimci güçlerin önünde duruyçr, o bayrak kaldırılmalıdır. Bayrağı kaldıran ona kendi devrimci damgasını vuracak, rengini kızıllaştıra- caktır.
Evet, devlet teknik polisiye-askeri tedbirleri açısından her zamankinden daha çok güçlüdür. 12 Eylül'den sonra doğrudan iç savaşa yönelik olarak reorganize edilmiştir. Şimdi Doğu'da iktidar boşlukarı doğmuş olsa da Batı'da kontrol düzenin elindedir. Ama gücünün toplumsal meşruiyetini sağlayan politik dayanakları sarsılıyor. Her geçen gün resmi politika çıplak terör haline dönüşüyor. Daha doğrusu söz konusu gerçeklik herkes tarafından görünür hale geliyor.
Biz düzenin gücünü ciddiye alıyoruz. Kof ajitasyona dayalı ucuz duygu okşamalarıyla yürüyen pratikler, düzenin mevcut gücü karşısında dağılmaya mahkum tasfiyeci nitelik taşıyorlar. Ucuz çıkışlar, tasfi- yeciliğin "sol"dan biçimlenişi oluyor. Ve düzen bunlara bir müddet hem vurup, hem de basın kanalıyla öne çıkarıp okşayarak oynama- oyalama taktiği ile yöneliyor. Yani biz ya düzen-içi bir sol güç olarak sefilleşmeliyiz ya da kahramanca intihar etmeliyiz; dayatılan budur. Her ikisini de reddedeceğiz. Hem düzenin gücünü ciddiye alıyoruz ve hem de tutarlı bir savaş politikasıyla yeni gelişmeler yaratmaya yöneliyoruz. Mevcut politik ortam bu devrimci hattın güçlenebileceği dinamikleri de içinde taşımaktadır.
Faşizm çözülmedikçe devrimci demokratik çıkışın önü açılıyor. Ve biz hiçbir yalpalamaya uğramaksızın tutarlı bir demokrasi savaşçılığına yönelmeliyiz. Bizim savaştıracağımız demokrasi, halkın devrimci demokrasisidir. Elbette burjuvazinin ve sisteminin önünü açar tarzda değil, proletaryanın ve sosyalizmin önünü açar tarzda savaşacağız.
Sosyal Demokrasi'nin yürekler acısı hali her ne kadar üstte belirttiğimiz konumlamşta bulunmaktaysa da bizim açımızdan özellikle açılmalıdır ve düzenin ikinci aşil topuğudur.
Türkiye'ye özgü Sosyal Demokrasi ucubeliği şimdiye kadar düzene epey nefes aldırdı, ama şimdi onun yapısal zaafı gündemdedir.
Sosyal Demokrasi'nin orjinal şekillenişi Avrupa'da devrimci işçi ha-
Yasal-Meşru açılım YOL 99
reketirıin bir bölümünün düzenle uzlaşarak içselleşmesiyle oluştu. Önce düzene karşı savaşan bir güç ve sonra bu gücün içinden bir kısmının teslim bayrağını çekmesi söz konusudur. Ve Sosyal Demokrasi düzenle gerçek kaynaşmasını yaptığı 50'li yıllara dek sancılı bir geçiş dönemi yaşamıştır. Hâlâ da şurasından burasından bazı muhalif öğeleri içinde barındırabilmektedir.
Bizde Sosyal Demokrasi hiçbir zaman devlete karşı bir pozisyonda bulunmadı. Tersine devletin kurucusu siyasetin kucağında büyüdü, onun sözcüsü oldu. Sivil değil, askeri kökenlictir. İşçi sınıfınca değil, generallerce kurulmuştur. Devletçidir ve kurucusu Ordu'ya sonuna kadar bağlıdır, işte onun bu tarihselliği özgün yapısına belirleyici damgayı vurmaktadır. Bizim Sosyal Demokrasi'miz başlangıçta Jön-Türk ilericiliğinden beslense de cumhuriyetin kurulmasıyla oluşan yeni devletin faşist politikalarıyla damgalanmış, ucube bir sosyal demokrasidir. 60'lı yıllardaki ilkel-ham sınıfsal uyanışa "ortanın solu"yla cevap verebilmişse de daha önce üzerine uygulanan katliamların baş uygulayıcısı olduğu Kürtlerin ulusal uyanışı ve işçi-emekçi yığınlarının kendi çıkarları doğrultusunda sağlam tutumlara yönelmesi sosyal demokrasimizin bütün zaaflarını açığa çıkartıverdi.
Sosyal demokrasimizin içindeki bölünmeler günlük basında öne çıkarıldığı gibi kişisel sürtüşmeler, hizip çıkarları vb. tarafından belirlenmiyor. Evet, bu gerilimler vardır, ama onları ayrı partileşmelere dek itecek şiddete yükselten derindeki olgu, sosyal demokrasinin yapısal zaafını ona kaçınılmazca yaşattığı kalıcı bunalımdır. Bunalım kalıcıdır, çünkü mevcut bünye içinde çözümü gözükmemektedir. Baykal'ın çıkışı bir çözüm arayışı olarak değerlendirilemez, olsa olsa görüntüyü kurtarma operasyonudur. Eğer düzen için bir sosyal demokrasi olacaksa bunun kendi geçmişinden gerçek bir kopuş yaşayarak çıkış yapması gerekir, ama o çıkışın güç kaynakları da halihazırda devrimci güçlerin çalışma alanı içindedir. Mevcut sosyal demokrat kadroların o tarz çalışmaya yatkınlıkları belirsizdir. Onlar devletin kucağında rahatça geviş getirmeye alışkındır, ötesi onlara biraz sevimsiz gelecektir. Ancak şimdi sosyal demokrasinin solundaki mevcut eğilimlerden de (sözgelimi Dev-Yol, SBP, SP) böyle bir dönüşüm beklenebilir. Şimdi epey zor gözükse de Baykal'ın çıkışı da düzenin bütün güçlerini arkasına alarak böyle bir rolü sahtekarca oynayabilir.
Marazi duygusallığının beslediği hırçınlığı ile Ecevit, sosyal de-
aYOL 100 Yasal-Meşru açılım
mokrasinin mevcut yapısal bunalımına, onun içinde zaten bir nüans olarak varolan faşist demogojiye sarılarak tepki verdi. Sözümona aydın geçinen Ecevil, tam bir lümpen siyaseti yürütüyor. 40'lı yıllardaki TAN gazetesi olayı hatırlanırsa sosyal demokrasimizin bu tarza hiç de yabancı olmadığını görebiliriz. Yalnızca yükselen halk muhalefeti turnusol kağıdı rolünü oynayarak gerçekleri açığa çıkartmaktadır.
İnönü önderliğindeki SHP, hükümet olma desteğiyle durumu idare ederek günü kurtarma telaşı içindedir. Onlarca yıldır iktidar olamamanın verdiği açgözlülük sosyal demokrasinin kemikleşmiş destekleyicilerini "devlet malı deniz, yemeyen domuz" üslubuyla tam bir talana yönlendirdi. Bu talan varolan beş paralık itibarlarını da hızla yok ediyor. Mevcut hükümetin işçi ve Kürt düşmanı politikasının ana mimarlarından birisi olma özelliğiyle de geleneksel kitle tabanlarını kendi elleriyle aşındırıyorlar. Uyguladıkları politikaları destekleyecek kitle DYP-ANAP tarafından örgütlenmiş durumdadır. SHP hızlı bir erime sürecindedir ve sonunda Feyzioğlu'nun Güven Partisi'ne benzer devletçi bir kadro partisi olma ihtimali yüksektir. Ya da çaresizce CHP ile birleşecektir.
Sosyal demokrasi özellikle 79 Ecevit hükümetine kadar emekçi kitleyi sahte umutlarla peşine takabildi. 79 Ecevit hükümetinin uygulamalarıyla ondan kopuşan geniş yığınlar henüz devrimci harekete kısmi bir yakınlaşma sağlayabilmişken, Eylül darbesi süreci kesti. Eylül sonrası sosyal demokrasi eski itibarını hiçbir zaman kazanamadı. Ancak ağır darbe yemiş devrimci hareketin yığını örgütleyecek pratik güç ve morali yetersizdi. Sosyal demokrasi umut olarak değil, çaresizce desteklendi. Bu desteğe sosyal demokrasinin verdiği cevap yukarıda belirttiğimiz kalıcı yapısal bunalım ve bunalıma yönelik üç ana tepki oldu: Kozmopolitleşme (Baykal), faşistleşme (Ecevit), devlete sığınarak yağmacılıkla günü kurtarma (İnönü).
Şayet devrimci hareket usta ve kararlı taktikler izleyebilirse, yüzbin- lerle-milyonlarla kaynaşabilmesinin önü açıktır. Sosyal demokrasi engeli fazla zorlayıcı olamayacaktır. Elbette bu mutlak bir durum değil, mevcut politik ortamın bir ürünüdür. Hızlı davranıp yüzbinleri kucaklayıcı alternatif politikalar üretilemezse, sözkonusu tarihsel fırsat kaybedilecektir.
Sosyal demokrasinin geneldeki tarihsel misyonu olan halk güçlerinin tepkilerini düzene muhalefet maskesi altında çürüterek düzene iç-
Yasal-Meşru açılım YOLIOI
selleştirmesinin de önü kapalıdır. Sosyal demokrasi umulmadık ataklarla olağanüstü dönüşümler başararak bünyesindeki yapışık bunalımı aşsa bile, hangi maskeyi takacaktır? Kürt meselesi çoktan kontrolden çıkıp düzen dışı devrimci güçlerin kontrolüne girmiştir. Ancak bir Kürt sosyal demokrasisi aldatıcı rol oynayabilir ki, HEP'te denenen bu oyun da şimdilik tutmamıştır. Zaten düzenin koruyucu güçleri böyle bir politikaya henüz tam anlamıyla hazır değildir. Meselenin gerçek sahipleri hiçbir komplekse kapılmadan ve darlıklara düşmeden usta işi taktiklerle savaşın sonucu oluşan demokratik bilinçlenmeyi de kontrole alabilmiştir, işçi hareketine 89'da verilenler şimdi düzenin gücünü zorlamakta, sınıfı baskı ile sindirme öne çıkmaktadır. Memur hareketinin zaten fiili durum haline getirdiği sendikalaşma hakkı bile sürüncemeye bırakılarak yasallaştırılmamaktadır. Kaldı ki bu hak yasallaştığı zaman ne biçimde yasallaşacağı, her şeyi en iyi biçimde olsa bile memurlar iktisadi hak talep ettiği zaman ne cevap verileceği esas belirleyicilerdir ve o noktalarda düzen ciddi açmazlar içindedir. "
Kürt-işçi-memur hareketinin düzene içselleştirilmesinin maddi dayanakları son derece zayıftır ve dolayısıyla bunlara dayanarak yeni biçimde sosyal demokrasinin güçlenme olasılığı da zayıftır.
Daha genelden bakarsak, yazının başında belirttiğimiz politik düzenin Kemalist dokusu, Türkiye'nin her tarafından yükselen demokrasi talebine zıt faşist niteliğiyle içselleştirme fonksiyonunun önünü tıkamaktadır. Düzen birçok yerde fiili demokratik durumları kabullenmek zorunda kalmakta ancak bu durumda da bir içselleşme olgusundan daha fazla Kemalist bünye ile uyuşamama ve sürekli ve giderek derinleşen çatışma hali yaşanmaktadır. Çünkü bünye demokrasi olgusuna uyum gösterememekte, onu dışlamaktadır. Göstermelik ihsanları büyük reformlar diye yutturmaya alışkın mevcut devlet, halk güçlerinin baskı ile koparıp aldığı demokratik reformlara nefretle tepki üretmek tedir.
Fiili demokratik açılımlar kabullenilse düzenle uyum sağlayamayıp yeni çatışmalarla daha geniş bir demokratik egemenlik alanına doğru yönlenirken; kabullenılmediği zaman düzenden kitlesel kopuşmaların önü açılarak devrimci mayalanma körüklenmektedir Devlet politikası "aşağı tükürse sakal, yukarı tükurse bıyık" açmazına girmiştir.
Bütün bu açmazlar önümüzdeki donem bizim tarafta da kitlesel eylemlerin zeminim oluşturmakta. SuıeKlı onu tıkanan demokrasi ve top
YOL 102 Yasal-Meşru açılım
lumsal refah talebi çatışmalı biçimlere bürünen kitlesel çıkışlarla kendisini dillendirecektir. O dil iyi ve güzel konuştuğu oranda demokrasi devrimci kanaldan akarak gelişecektir. Bu da kendiliğinden oluşmaz, devrimci öncünün görevidir. Kürt halkının "Özgürlük" talebine verilen devrimci karşılık ülkenin en geri bilinçli bölgelerini bir anda demokratik bilincin en yığınsallaştığı alanlara nasıl çevirdiyse, halkımızın "Demokrasi ve Toplumsal Refah” talebine vereceğimiz devrimci cevaplar da mevcut Kürt ulusal uyanışı ile birlikte müthiş sonuçlar yaratabilecektir.
Devrimci öncü her gelişmenin başında olmak zorundadır. Dönüşüm anlarının dayattığı zengin, tempolu, kompleks görevler önümüzdedir ve çözücü biçimde bu problemlere yönelmeliyiz. Bir İşkolunda canlanma sözkonusudur ama önü sendikacılarca tıkanmaktadır, bir semtte gençlik düzene tepkisini devrimcileştirmekte ama muhbir- ajan ağı gelişimin önünü tıkamaktadır, bir lisede gençlik demokratik bilinçlenmeye yönelmekte ama okul yönetimi bunu şiddetle bastırmaktadır... vd. bu küçük küçük, ama yüzlerce çoğaltabileceğimiz örnekler bir araya geldiğinde bir baraj oluşturarak demokratik gelişmenin ciddi engelleridir. Buraya bilinçli öncü vuruşlar yapılabilmelidir. Veya daha önemlisi yığın hangi ve ne seviyedeki bilinçle taleplerini dile getirmektedir? Burada da bilincin devrimci demokrasi zemininde en güçlü karakterde şekillenmesi inşa edilmelidir. Veya en önemlisi devrimci demokrasinin motor gücü işçi sınıfının bilinç ve davranış düzeyinde bünyesel zaafları nelerdir? Diğer destekçi halk güçlerinin bünyesel zaafları nelerdir? En önemlisidir, çünkü düzen mevcut çıkmazından ancak bu bünyesel zaaflara dayanarak kurtulabilecektir. Düzenin pek tutar yönü kalmamıştır, ama karşıtları ne kadar sağlamdır? İşte her türlü zaaflarına rağmen düzen, düşmanı halk güçlerinin zaaflarıyla oynayarak mevcut çıkmazından kendini bir biçimde (aynen koruyarak, restore ederek, reforme edip yenileyerek... vd.) kurtarabilir. Zafer kesinlikle kendiliğinden gelmeyecek. Zaferin önündeki en büyük engel halk güçlerinin zaaflarıysa, en çok bunlarla uğraşılmalıdır.
Düzen hangi bataklığın içinde çırpınırsa çırpınsın, kendiliğindenci halk tepkilerinin onu hırpalamaktan öteye gitmesi epey zordur. Zafer öncünün kontrolündeki bilinçli bir süreç içinde, adım adım kazanı- lacktır.Sınıf savaşının bugünkü mantığı bu biçimde işliyor, işte bu noktada proletarya sosyalizminin öncülüğü tayin edici önemde öne çı-
Yasal-Meşru açılım YOL 103
kıyor. Proletarya sosyalistleri bu göreve sarılmak zorundadır. Görevler seçilip beğenilip alınmıyor, sosyal hayatın içinden çıkıp geliyorlar. Biz o emirlere uymak zorundayız.
Yüzbinler, milyonlar denilince küçüklük kompleksine kapılınma- malıdır. Biz militan metodumuzla ilk bakışta imkansız gibi gözüken, ama toplumsal gerçeklikte maddi karşılığı bulunan bu tarihsel buluşmayı sağlayabiliriz.
Devrimciler, yüzbinler, milyonlar denince düzenin kendilerini hapsetmek istediği illegal örgütlenme biçimlerinin de yetmezliği, yapısı gereği bu genişlikte bir açılımı kısa dönemde sağlayamayacağı, sağlaması da gerekmediğni bilmelidirler.i Meşru açılım bu noktada önem kazanmaktadır.
Birincisi, düzende açılan her gedik hızla doldurulacak, zaptedile- cektir. Bunun anlamı savaşın bir ürünü olarak şekillenen günlük devrimci demokratik reformların fiili statüsünü korumak, egemenlik alanını genişletmek ve hukuki biçime büründürerek kalıcılık yeteneğini artırmaktır. Düzenin attığı her geri adımın bıraktığı boşluk hemen doldurulmalı, meşru-yasal hale dönüştürülmelidir.
İkincisi, hareketin etki alanını yüzbinlere milyonlara yayabilmek için, o genişlikte yığınları toplayabilecek meşru alanlar ve henüz oluşmakta olan devrimci demokratik bilincin önünü açıcı meşru mücadele biçimleri yaratılmalıdır. Pratik öğreticidir. Kitleyi meşru gördüğü biçimde ve seviyede, mücadeleye hiçbir engel tanımadan yöneltmeliyiz. Meşru yapılar çıplak ve kalıcı biçimde yönelişin enbs önünde yer almalıdır. Gizlenilmeyecek ve kaçamayacaktır. Meşru alanlar açılacak ve oraya açıkça yerleşilecektir, meşru müdahaleler yapılacak ve bunlara açıkça sahip çıkılacaktır. Meşru hareketin önündeki engellerin boşa çıkarılması da en önemli siyasi görevlerden birisidir.
Üçüncüsü, meşru mücadelede öncülük sadece oluşan boşlukları doldurmak ve mevcut kitle eylemlerine öncülük yapmak biçiminde kav- ranmamalı, bunlarla birlikte; meşru mücadelenin kendisinin de yapacağı usta müdahalelerle düzenden yeni mevziler kazanması ve ortaya çıkmayan ancak kitlede potansiyel olarak mevcut mücadele dinamiklerinin önlerindeki engelleri öncü müdahalelerle temizleyerek açığa çıkartması da gerekmektedir. Meşru alanda kendine özgü bir "öncü savaşı" yapılmalıdır. Meşru mücadele devrimci mücadelenin
YOL 104 Yasal-Meşru açılım
bütün çizgileriyle ortaya çıkartılan demokratik mevzileri kazanmak amacıyla davranmalıdır, ama oluştuktan sonra kendisi de yeni demokratik mevziler yaratmaya yönelmelidir. Meşru mücadelede kitlenin meşruluk zemininin sınırlarını dikkatle gözleyip uygun yönelimlere girmek önemlidir. Ancak o sınırları da statik olarak değil dinamik biçimde kavrayıp, sürekli genişletmeye çalışmak gerekir.
Dördüncüsü, özellikle Kürdistan'daki mücadelenin bir ürünü olarak şekillenen mevcut demokratik açılımlar legalist-reformist güçlerce kontrole alınmak istenmektedir. Kürt meselesinde bu HEP ile denendi, silah tersine çevrilerek HEP demokratik mevzi haline getirildi. Şimdi gerçekleşen her açılımda, medyanın bu açılımları düzenin halka ihsanı biçiminde lanse etmesine paralel biçimde, kimi sol güçler de hiçbir emek harcamadan hazır buldukları bu alanlarda oynamaya, devrimci özünü yoketmeye yöneliyorlar. Demokrasinin gelişiminin motoru sayılan mücadeleye "terör" yaftasını takacak kadari bilinç kaymasına uğramış bu güçlere meydan boş bırakılmamalıdır. Açılan mevzilerin devrimci özü korunup geliştirilmelidir.
Meşru açılımın temel gerekçelerini ve ana yönelil erini böylece saptadıktan sonra konunun açılımını "Meşru açılım nasıl yapılmaz?" sorusunun cevabıyla derinleştirelim.
Önce mevcut bir rahatsızlıktan yola çıkalım. Meşru açılımın devrimcilerin önüne can alıcı bir görev olarak dikilmesiyle birlikte bazı devrimcilerde endişeler oluştu. Örgütlenme planında legalizm ve siyasette reformizm tehlikesi dile getirildi. Hâlâ da bu yönde endişeler mevcuttur.
Her iki korku da genel siyasi ortamın dayattığı zorunlu yönelimleri gözardı ederek, devrimci yapıları sübjektif örgütlenme sorunlarıyla kendini sınırlama darlığından beslenmektedir. Gerçekten de devrimciler henüz en önemli sorunlarını tam çözememişken hangi cesaretle meşru alana yönelecekler.Bu yöneliş kitle eylemlerinin çekiciliği ve geniş ilişki ağının zorlamasıyla devrimci güçleri de peşine sürükleyip biçimsizleştirmez mi? Evet, bu tehlike gerçekten de mevcuttur. Ama acil ve özel bir görev olarak şekillenen meşru açılımı gözardı edersek acaba legalizm tehlikesinden kurtulacak mıyız? Kesinlikle ha- yırlProletarya sosyalizmi önündeki devrimci göreve sahip çıkmazsa iki yönlü bir basınç altına girecektir. Bir yönden proletarya dışı başka güçler bu görevlere talip olup onları başararak yığınla kaynaşıp politik
Yıısal-Meşru açılım YOL 105
ortama hakimiyet kurarak devrimci proleter hareket üstünde manevi- maddi baskı yaratacakken; öte yandan devrimci görevleri gören ancak uygulanmasına yönelemeyen bazı arkadaşlar da içerden zorlayıcı ve çözüme ulaşmadıkça farklı siyasi çizgilere dönüşebilecek bir baskı uygulayacaklardır. Legalizme gelince, gene dış ortamda legal olanaklar sağcı güçlerce reformizm zemininde kullanılarak biçimsizleştirilebileceği gibi bizim ortamımızda da olası gizli sağcı eğilimler devrimci meşru yönelimi yapamama zaafından beslenerek güçlenebile- cektir.
Siyasette görevlerin üstünden atlamak kimseye bir şey kazandırmaz. Olası bir legalizm-reformizm tehlikesinden dolayı meşru açılıma isteksizce ayak diretmek tersi sonuç yaratarak legalizm-reformizmi güçlendirirken; sorunlar da siyasi alanda alınması gereken insiyatif alınamadığı için kangrenleşecektir.
Şimdi yapılması gereken, sorunları hiç gözardı etmeden enerjinin bir bölümünü bunların çözümünde, süre gelen niteliksel durumun daha yüksek bir konağa doğru dönüşümünde yoğunlaştırırken; titizce yürütülmesi gereken meşru açılıma da enerjileri yoğunlaştırabi- Imektir.
Bugün meşru açılımı küçümsemek hatanın da ötesinde ciddi bir ahmaklıktır. Ortada açıkça kendisine sahip çıkılmasını bekleyen reform olanakları varken, onları koparıp almamak hangi ciddi politikanın işidir? Ve daha ağırı, onları sadece gönülsüzce vermek zorunda kalan ve ilk fırsatta henüz kendi şahsiyetini bulamadan ezmeye fırsat kollayan düzene yardım etmiş olmaz mıyız?
Burjuva sosyalizminin reformlara bakışı burjuvazinin belli bir güce ulaşmasından sonra onları esneyerek kendiliğinden verdiği şeklindedir. Biz böyle görmediğimize göre, reformları ortaya çıkaran gerçek savaşın içinde yeraldığımız oranda ortaya çıkmış reformların zapte- dilmesinde geliştirilmesinde de görev almalıyız. Bugün ülkede eski statü zorlanırken yeni bir statünün ilk temellerinin atılması süreci de bir arada yaşanıyor. Eski statünün devrimci halk güçleri tarafından zorlandığı her yerde ve yeni statünün de ilk ivmelerinde hiçbir ertele- meci tutuma girmeden görev almak zorundayız. Bir kez daha hatırlatalım: Zaman karşısında özgür değiliz! Devrimciler içe kapanıp "hazır" hale geldikleri zaman, mevcut politik ortam bambaşka bir zemine sıçramış olabilir. Ve Türkiye'nin olağanüstü hızlı akan politik ortamı
YOL106 Yasal-Meşru açılım
. tam da böyle sıçralamalara gebedir.Tüm sorunları çözülüp olağanüstü dönüşümler bile yapılsa, şayet
şimdiki durumda acil bir görev olarak öne çıkan meşruluğu reddeden otzovist bir politik tutuma yönelinirse, yepyeni ve ağır sorunlar az ileride bekleyecek ve politik ortamın gerçek akışı tasfiyeyi dayatacaktır. Politik ortamla uyum halinde gelişmeyen örgütlenmeler, kağıttan şatodur. Güçlü bir politik rüzgar onu söküp atar. Örgütsel güç doğru politik hat içinde anlam kazanır, aksi durumda güç anlamsızlaşarak dağılışa uğrar.
Şayet meşru yönelişe ilgisizlik bazı sübjektif fetişlerden besleniyorsa, başka bir tıkanmayla karşı karşıyayız demektir. Illégalité fetişizmi, silah fetişizmi vd... bunlar Türkiye devrimci hareketinde Eylül öncesi döneme damgasını vurmuştur ve sonuç ortadadır: Ne sağlam bir illegal örgüt kurulabilmiş ne de kalıcı silahlı mücadele yürütülebilmiştir. Fetişler gerçek gelişmelerin önündeki yapay yönlendiriciler olarak, bizi yanlış yerlere sürükler; oluşturduğu önyargılarla politikamızı kilitleyip inmelendirir.
Kendine güven zemininde korkuları ve fetişleri yıkalım! Özgürlüğü yakalayalım!
"Meşru açılım nasıl yapılmaz?" sorusunun ikinci cevabı, "bugüne dek kavranılan biçimde yapılmaz"dır. Eskiden meşru açılım doğrudan ve her yeri ile illegalitenin kontrolüyle açıklanırdı. Ve o durumda da meşru devrimci mücadele illegalitenin günlük ihtiyaçlarının baskısı altında kalarak kendi özgür gelişimini sağlayamadı. Mevcut politik ortamın istediği genişlikte ve güçte meşru açılım ancak kendi bütünselli- ğinil sağlayabilirse yapılabilir. Bu bütünselliğinin siyasi zemini halk güçlerinin faşizme karşı birleşik direniş cephesidir. (Bu konuyu yazının ileriki bölümlerinde açacağız). Örgütsel zeminde de kendine özgü bağımsız mekanizmalara sahip olmalıdır. Bu mekanizmalar meşru örgütün iç işleyişi ve daha geniş zeminde meşru yapılanmaların kendi özgün iç işleyişi olarak içiçe geçmiş yapı biçiminde kavran- malı; illegal örgütlerden bağımsız işleme özgürlüğüne-yeteneğine sahip olmalıdır. Meşru yapılanmalarda devrimci otorite dolaylı yollardan ve yöneticilik sanatında uzmanlaşarak sağlanabilir.
"Nasıl yapılmaz"a üçüncü cevabımız; "Kalıpçı-biçimci tarzda yapılmaz" diye şekilleniyor.
"Meşru alanda mı mücadele ediyoruz? O halde açalım kitapları ba-
Yasal-Meşru açılım YOL10 7
kalım hangi biçimler kullanılıyor" kolaycılığı hele Türkiye'nin mevcut durumunda hiçbir ciddi sonuç üretmeyecektir. Şimdi, toplumun mevcut süreçleri tüm nüanslarıyla kavranmak ve süreci devrimci demokrasi hedefine doğru meşru zeminden hızlandıracak özgün örgüt ve mücadele biçimleri yaratılmalıdır. Proletarya sosyalizminin teori ve pratiğinde bu tutum zaten sağlam bir gelenek olanak vardır. Şimdi mevcut toplumsal çatışmanın iyice ortaya çıkarttığı başka bazı dinamiklerede öncülük edilerek gelenek zenginleştirilmelidir.
* * *
"Meşru açılım nasıl yapılmalıdır?" sorusuna geçmeden, çok lafı edilen dépolitizasyon olgusuna değinmeliyiz.
Biz yüzbinlerden bahsediyorsak, orada varolan eğilimleri ciddiye almak zorundayız. Herkes yığınların depolitize oluşundan bahsediyor; acaba gerçekten böyle midir, yoksa bir olgunun çarpıtılması mı söz konusudur?
Yenilen Eylül vurgununun halkta yoğun bir depolitizasyon yarattığı bilinen bir gerçektir. Ama bu olgu 86-87 yıllarından İtibaren dağılma eğilimine girmiş, 89'dan sonra kendine gelme ve politikleşme de yaşanmaya başlanmıştır. Depolitizasyonun hâlâ etkisi vardır, ama artık süreci tümüyle belirleyen faktör olmaktan çıkmıştır. Aydınlarda bir ko- puşma yaşanmamış, onlar düzene eklemlenmeye yönelmişlerdir. Ek- lemlenemeyenlerde de moralsizlik ve depolitizasyon hâlâ ağırlıklı olarak devam etmektedir. Ancak işçiler, memurlar, işsiz gençler başta olmak üzere halkın yoksul kesimlerinde depolitizasyonun etkisi sınırlanmıştır. Verilen "ekmek" mücadelesi, bu gelişmenin motoru oldu.
Peki o zaman devrimci hareketler neden Eylül öncesindeki gibi on- binleri kucaklayamıyor? Neden halkla devrimciler arasında ciddi kopukluklar yaşanıyor?
Sözkonusu olan devrimci örgütlerin halkı kazanmada Eylül öncesi metodlarda ısrarla devam etmeleridir.
Eylül öncesinde halkta yoksulluğa ve faşist saldırılara karşı kendiliğinden bir yoğun tepki ve devrimci hareketlerin bu tepkiye sahip çıkması yaşandı. Devrimciler esas olarak ajitasyon temelinde kaba bir faaliyetle yığınla kaynaşabildi. Bu ilkel-ham kaynaşma düzeni tehdit edebilecek bir noktayı yoklamaya başlayınca Eylül darbesiyle tasfiye edildi. Devrimciler cezaevlerine doldurulurken, halk ekmek sorunuyla başbaşa kaldı. Darbenin ilk şoku atlatıldıktan sonra geçmişin kitlesel
YOL 108 Yasal-Meşru açılım
siyasetleri eski biçimlerde halka yanaşınca elbette eski karşılığı alamadılar. Eylül ateşinde bilincini pişiren halk, devrimcilerin ajitasyona dayalı ve onunla sınırlı yaklaşımlarına mesafeli durmayı tercih etti. Çıkışı olmayan yollara bir kez daha girmedi.
Burada Eylül öncesi mücadeleyi küçümseyici bir bilinç yaratmak istemeyiz. Biz o dönemin ciddi bir zaafını özellikle öne çıkarıyor ve bunun devamının şimdi yarattığı sonuçlardan bahsediyoruz. O dönemin bütünlüklü değerlendirmesi bu yazının konusu dışındadır.
Öte yandan halktaki politikleşmeyi de sadece Eylül öncesi biçimiyle mutlaklaştırmamak gerekiyor. Eylül sonrasında gerek 82-86 sendikalaşma atağında, gerekse 86-87 Netaş, Derbey grevleriyle başlayan grevler dalgasında ve gerekse 89 bahar eylemliliği ve sonrasındaki memur eylemlilikleri ile politikleşmenin yeni biçimleri şekillenmektedir.
Yeni biçimde politikleşmenin başlıca iki özelliği var:— Haklar etrafında toplanma.— Saptanan amaca uygun mücadele biçimi.Devrimci hareketle zorunlu kopuşmasının ardından ekmek derdiyle
başbaşa kalan halk, devlet babadan yardım beklemek yerine ekmek mücadelesine doğallığıyla yönelmiştir. Bir yönüyle de çıplak teröre yönelen devlet bedelini malum babalık imajını kaybederek ödedi.
Birincisi, Eylül öncesi dönemde hak arama bilincini edinen halk bunu korumuştur. Daha öncelerinin boynu bükük, ensesine vurulup elinden ekmeği alınan konumuna tekrar geri düşmedi. Ürkerek de olsa hakkının peşini bırakmadı.
İkincisi, devrimci örgütlere kapalı da değildir. Yeter ki giriş ustaca yapılsın. Yenilginin en koyu yıllarında 82-86 sendikal hak arayışında işçi yığınlarıyla içiçe girilebilmiş, tecrit edilmek bir yana gerçek bir kaynaşma yaşanmıştır. Bu kaynaşmanın mantıki sonuçlarını doğurmaması esas olarak sübjektif zaafların ürünüdür.
Üçüncüsü, şayet devrimci örgütler ilkel ajitasyonla hak arama sürecine dahil olmaya çalışırlarsa, tecrit olmaktadır. Dışarıdan kuru sözle kendini dayatma ve ültimatomculuk hiçbir sonuç üretememektedir. Eylül öncesi dönem kapanmış, başka bir dönem açılmıştır ve toplumsal bilinçte yeni filizler boy atmaktadır. Bunlar görülmezse, görmeyenleri takmadan kendi doğal gelişimine devam etmektedir.
Yeni politikleşme dalgasının olumlu ve olumsuz yönleri var. Özellik-
Yasal-Meşru açılım YOL109
le işçi sınıfında belirginleşen yeni biçimde politikleşme, Eylül öncesinden daha sağlam, kalıcı ve olgun bir canlanmanın belirtilerini taşımaktadır. Hak için mücadele etme ve hakka sahip çıkma bilinç ve davranış biçimi kabalaştıkça, daha üst boyutlarda canlanmalara sağlam bir alt yapı hazırlamakta; ve güçlü karşı-devrimci darbeler karşısında dayanma katsayısını yükseltmektedir. Yeni politikleşme güçlü bir statik özellik taşımaktadır. Ve olumlu olan, geliştirilmesi gereken yanı da budur. Proletarya sosyalizmi de sınıfın bu yeni yönelişini ciddiye almalı, ondan öğreneceği çok şeyler olduğunu unutmamalıdır.
Yeni politikleşme ağır yenilgi yıllarının ve yaşanan depolitizasyo- nun gölgesini-izlerini üstünde taşıyarak şekillenmektedir. Gerici etkilenmeler ileri doğru yönelenleri sürekli paçalarından geriye doğru çekerek hız kesiyor veya yönelişin karakterini bulandırıyor. Eylül sonrasının yıkılan devrimci moral-ahlak değerleri, insanlardaki kendini düşünme-yaşama eğilimi, günlük pragmatizmin en pespaye biçimlerinin yaygınlaşması ve bunun karşıtı olarak insanlığın genel gidişi çerçevesindeki bir misyona bağlılığın değer yitirme vd yeni politikleşme dalgasında ciddi nüanslar olarak kendini devam ettiriyor ve kısırlaştırıcı etki yapıyor. Bırakınız hak arayan sıradan işçiyi, devrimcileşmeye talip olmuş öncü işçilerde bile bu zaaflar bir biçimde yaşayabiliyor. Yeni politikleşmenin zaafı Eylül'ün ciddi izlerini taşıması ve bu yönüyle de sürekli kendini tekrar ederek bir iç tıkanmanın potansiyelini de taşımaktadır. Sınıf bencilliği ciddi bir tehlike olarak saptanmalıdır. Diğer emekçi sınıf ve tabakalarda da aynı durum sözkonusudur ve düzen medya aracılığıyla sürekli bunu kışkırtmaktadır.
Ne yapmalı?Mevcut politikleşme sürecinin içine girilmeli. Ama bu giriş ona gev
şekçe tabi olmak veya uysalca uyum göstermek biçiminde olmayacak. Onun içinde olacağız, ama bağımsız kişiliğimizi koruyacağız. Öğreneceğiz, öğreteceğiz. 82-85 arasında yaşanan çeşitli deneyler bu yönde oldukça başarılı olmuştur ve şimdi daha yüksek boyutta başarıları yakalamamak için hiçbir sebep yoktur.
Hak arayışının içine girip, önüne geçelim. Binlerce ilişki kanalıyla halkla gerçek bir kaynaşma ancak onun ekmek mücadelesinin önünde olmakla mümkündür. Kaynaşmanın arttığı oranda mücadeleye daha yoğun bir girişe yönelinmelidir. Şimdi ekmek mücadelesi demokrasi mücadelesiyle içiçe geçmiş durumdadır ve bu devrimci öncüler için
YOL 110 Yasal-Meşru açılım
çok daha geniş olanaklar açmaktadır, çaresizce, bilinen kalıplar sınıfa dayatmak yerine sınıfın mücadelesinin yarattığı-yaratacağı yeni mücadele ve örgüt biçimlerini hayata geçirelim. Meşru açılım bu ayaklar üstüne oturmalıdır.
İçinde olacağımız halk hareketinin zaaflı yönlerini de hiçbir ürkekli- . ğe düşmeden cesaretlice ortaya koymalıyız. Eylül'ün yarattığı her gerici nüans bütün kökleriyle birlikte teşhir ve tecrit edilmelidir. Sınıf bencilliği ve mücadeleyi düzene zararsız hale getirme veya içselleştirme eğilimleriyle sürekli savaş içinde olmalıyız. Demokrasi bilinci ve dayanışma ruhu halka ustaca aktarılmalıdır. Devrimci halk iktidarı hedefini kitlenin ruh haline uygun biçimlerde sürekli her fırsattan istifade ederek gündeme getirmeliyiz.
Düzenin bütün çökertici zaaflarına rağmen ayakta kalmasının bir sebebi halktaki tarihsel ve mevcut bünye zaafları ise diğer sebebi de, devrimci hareketlerin ilkellikte ısrar ederek kendisini dönüştürememesi ve halkın olumlu ve olumsuz yönleriyle ciddi-kalıcı bağlantılar kurarak doğru iletişim içine girememesidir. Halk kendiliğinden ekmek mücadelesiyle sürekli açmazlar üreterek çıkış yolu bulamazken, devrimci hareketler de dışardan ültimatomlar yağdırarak kendini tatminle yetinme iktidarsızlığı içindedir. Ültimatomlar cevap alamadıkça marazi biçimde sertleşmekte ve bir yönden de tam bir bönlükle gerçeği ifade etmeyen hayali kitleselleşme ajitasyonlarıyla sahte balonlar şişirilmektedir. Sınıf düşmanlarını keyiflendirdiği kesin olan bu iç karartıcı fasit daire güçlü vuruşlarla kırılmalıdır.
Devrimci hareket çaresizce ilkelliğe teslim olamaz. Bilinen kalıpları tekrar edenleri hızlı sollayarak ve yaratıcı yaklaşımlarla oluşturulan meşru örgüt ve mücadele biçimlerini yenileriyle zenginleştirip ülke sathında belirleyici olma zemininde güçlendirilmelidir. Önleri açıktır, yeterki acemice davranışlarla veya hantallıklarla paçavraya çevrilmesin.
★ * *
Meşru açılım hangi zeminde yapılmalıdır?Kemalist yönetim biçiminin kalıcı bunalımı-tıkanıklığı ülkenin önün
deki temel politik yönelmişi belirliyor: Demokratik Açılım!Devlet kurumlarından burjuva partilerine ve devrimci hareketlere
kadar bütün politik güçler bu temel yönelim karşısındaki tavırlarıyla yeniden saflaşmalara giriyorlar, girecekler. Faşizmin temel kurumlan bile kendini restore ederek veya hiç olmazsa makyaj tazeleyerek yeni
Yasal-Meşru açılım YOL 111
duruma kendine özgü tepkiler üretiyor.MİT-Kontrgerilla ve MÇP etrafındaki sivil güçler sağdan, Genel
Kurmay soldan mevzilenerek mecut statükoyu bazı makyaj tazelemeleriyle aynen korumak amacındadırlar. Ama bu grubun içinde bazı güçlerin restorasyona da eğilimli olduğu gözlemlenebiliyor. ANAP ve DYP içindeki bazı güçlerin de makyajcılığa yakınlık duyması sözko- nusudur.
Hükümet ve bazı burjuva partiler mevcut statüyü içinde restoras yonlar yaparak sürdürmek, ömrünü uzatmak amacındalar. SHP ve CHP içindeki bazı güçlerin kimi kilit noktalardaki restorasyonları ciddi reformlara çevirme isteği şimdi güçsüz de olsa ayrıca saptanmalıdır. Reformcu güçlerin liberal kanadının tüm umudunu buraya bağlaması ve restorasyonların mevcut statünün hassas ve kemikleşmiş iç dengelerini bozarak reformlara yol açması umudunu taşımaları sözkonusu- dur. Umutlarının karşılık alması epey zor. Mevcut partilerin tarihselliği ve şimdiki konumlamşlarıyla tamamen devlet güdümlü yapılanmaları, TC sıkıştıkça sırıtmakta ve bu partileri işlevsizleşmeye zorlamaktadır. Tek bir devlet partisi etrafında doku birliği zemininde toplanma sözko- nusudur. Reformların savunucusu olabilecek burjuva partiler oluşabilir mi?
Kürt devrimci hareketinde somutlaşan düzene yönelik mevcut devrimci zorlama düzen yanlısı bazı güçleri reformcu politikaların savunucusu konumuna getirdi. Mücadele yükseldikçe bunların dg sesi yükseliyor. Şimdi ciddi bir güç odağı olamasalar da yakın veya orta vadede kendi dışlarındaki dinamiğin zorlamasıyla öne çıkabilirler. Kemalizm'den kopuşmayı ve yeni bir burjuva devlet biçimine yönelmeyi hedefliyorlar. Şimdilik günlük gazetelerdeki bazı köşe yazarlarıyla sınırlıdırlar. Ayrıca, devrimci güçlerin içindeki bazı eğilimlerin de bu çizgiden etkilenmesi gözlemlenebiliyor. Olası gelişmeler içinde doğrudan bu çizginin sözcülüğüne soyunmaları da ciddi ihtimal içindedir. Dev-Yol, SBP ve SP başta olmak üzere reformizmin yeni adayları belirginleşiyor.
Türkiye devrimciliğinde ise hakim olan eğilim politik davranmama ve mevcut gelişmelerle ilgisiz genel slogancılıkla günü kurtarmaya yöneliktir. Ülke gündemindeki demokrasi problemine devrimci damgayı vurma hedefi netlikle saptanabilmiş değildir. İçe kapanma ve kendini yaşama sözkonusudur. Ciddi biçimlerde reformizmden etkilenme de
YOL 112 Yasal-Meşru açılım
zaten siyaset yaptıkları halde yaşadıkları ülkede ne olup bittiğini tahlil edememenin şaşkınlığı sonucudur. Her önemli gelişme, devrimci hareketleri gafil avlamakta, önünde sürüklemektedir. Insiyatif kaybedildikçe, reformizm egemenliğinin alanını genişletmektedir.
Özal ve ABD'nin tutumu ayrıca incelenmelidir.Özal’ın taktiği Abdülhamit'in malum "kurtlarla birlikte düşüp kalkma”
tavrıyla benzerlik taşıyor. Makyajcı ve restorasyoncu güçlerle ortak davranırken, reformcu güçlere de çiçek atıyor. Mücadelenin yükselmesiyle "devrimci" kılıklara da girmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. Paranın rengi yoktur! Herkesle anlaşma ve öne çıkanı "para"nın çıkarları yönünde kontrole alma amaçlanıyor. Reformcu güçlerin bu taktikten etkilenmesi ve Özal'a umut bağlaması sözkonusudur. En son Aydın Menderes'in ürkek çıkışı da Özal'a benzer çizgiler taşıyor.
ABD ülkedeki çıkarlarını esas olarak Özalizm ile korumaya çalışırken, elbetteki diğer güçlerle de yoğun ilişki içindedir. ABD açısından sorun hem ülkedeki yatırımlarını korumak ve hem de bölgesel çıkarları açısından Kafkasya-Ortadoğu çizgisi üstünde merkezi bir üs oluşturabilmektir. Türkiye kendi iç sorunlarını çözebilirse böyle bir role bürünecektir. Bu rolün bölgedeki önemli adayıdır. Henüz rol kendisine resmen verilmese de adaylığı ilan edilmiştir. ABD içini dışını bildiği Türkiye'yi daha rahat kontrol edebileceğini düşünüyor. Engel, Türkiye'nin bünyesel zaaflarıdır, işte, ABD bu noktada çok yönlü girişimlerde bulunarak statükoculuktan reformculuğa dek bütün araçları kullanıp tam bir kontrol ve egemenlik peşindedir. Mücadelenin yükselmesi ABD'yi reformcu güçlerle işbirliğine de yönlendirebilir.
Avrupa ülkelerinde ABD'ye paralel taktiklerle Türkiye'de insiyatif alma çabaları gittikçe yoğunlaşıyor.
Sistem açısından Kemalizm'in rolü bitti. TC kuruluşunda sistemin önünü açan ve sonra sistemi oturtan Kemalist politikalar şimdi tıkayım niteliğe sıçramıştır. Emperyalist metropollerle daha yoğun entegrasyon, yeni bir üretim hamlesi ve hatta sermayenin ve işgücünün yeni bir zeminde serbest dolaşımı ve bunların hepsinin gerektirdiği siyasi istikrar; sistemin geldiği aşamada her birinde ayrı ayrı yeni bir atağı ve yeni bir düzenlenişi zorluyor. Kemalist statüko ve politikaların nefesi bu noktada kesiliyor ve ihtiyaca cevap veremez hale dönüşerek tıkayım oluyorlar. Sistem at değiştirmeye zorlanıyor.
Peki neden hemen değiştirivermiyor? Bu o kadar kolay değildir. En
Ynsal-Meşnı açılım YOL 113
başta mevcut statülerin sahipleri-koruyucuları vardır. Bu güçler Ordu ve devletin diğer temel kurumlarında odaklanmıştır ve silah bunların elindedir. Dokuları tamamen Kemalizm ipliği ile dokunmuştur, onun dışına çıkan bir esnemeye sonuna kadar direnmektedir. Zümresel çıkarlar eldeki güce dayanarak korunuyor. Sonuçta ne olacak? Bunu bilemeyiz. Ancak belli olan şudur ki "ikna" olmaları epey zordur, çok güçlü biçimde zorlanmaları gerekmektedir ve o noktada da esneme yerine kırılma yaşanabilir. Zorlanma tepe noktasına yükselebilirse ya ikna olacaklar ve reformlara yönelecekler ya da devrimle açık bir çalışmayla son kez şanslarını kullanacaklardır; ya da şimdiden görülemeyecek başka kombinezonlar devreye girecektir.
Sistemin gerçek sahibi finans-kapitalin değişmeye direnmesi ise iki kanaldan besleniyor. Birincisi, zümre olarak yapılarının demokrasi düşmanlığı zemininde oluşmasıdır. Finans-kapital demokrasiye değil, siyasi gericiliğe eğilimlidir. Halk "zorlamayla onu "ikna" ettiği oranda reformlara yönelecek ama her reformu da özünden boşaltıp şekil halinde devreye sokacak; burada da "zorlanmaları gerekecektir. İkincisi, bizim finans-kapitalistlerimiz devletin kucağında büyümesinin sonucu ona karşı uysallığı çeşitli biçimlerde içinde taşımaktadır. Önce onun tarafından yaratılmış ve yönlendirilmiştir ve sonra 50’lerde ergenliğini ilan etmiştir, ama 80'den sonra epey uğraşsa da "baba"sını henüz gerçek bir yöneten-yönetilen ilişkisi içinde kontrolüne alamamıştır. Gidiş o yönedir ama finans-kapitalin sinsi ve halktan korkan eğilimleri "devlet" ile hesaplaşmasında onu sürekli gemlemektedir.
Finans-kapital politik gelişmelere mevcut tutumunda ısrar ettikçe in- sıyatif kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır, ama onun hiç manevra yeteneği yok zannedilmemelidir. TÜSİAD'ın arada sırada demokrasi havariliğine soyunması sırf göz boyama değil, aynı zamanda bir zemin yoklaması olarak da kavranmalıdır.
Kemalist statülerdeki dağılma belirtileri, gerici güçleri de harekete geçirmektedir. Özellikle Türkiye Gazetesi çevresi, bazı tarikatlar ve IIP içindeki ağırlıklı güçler; mevcut tıkanıklığı açmaya taliptirler. Sistemle hiçbir dertleri olmayıp tersine tam bir kaynaşma halindeki gericiler "emperyalist" yoklamalar içindeki sisteme ön açma amacındalar. Din afyon olarak kullanılmakta, fareli köyün kavalcısı misali Bosna'ya, Bulgaristan'a, Kafkasya ve Ortaasya'ya yönelik fetih türküleriyle yok- ıılluktan bunalan Anadolu insanı çılgınlığa-cehenneme çağrılmakta-
YOL 114 Yasal-Meşru açılım
dır. Devrimci hareketler yoksul halkın dilini anlamadıkça, gericilik güçlenecektir, güçlenmektedir.
Meşru açılım ise temelini mevcut hukuki-politik krize bizim taraftan müdahale üstüne oturtmalı ve krizden devrimci demokratik çıkışın önünü açmaya yönelmelidir. Meşruluk anlayışımızı da dar çerçeveden kurtararak bu siyasi perspektife genişletmeliyiz. Yani meşruluk yasalar veya yığın psikolojisinin konjonktürel dalgalanmalarının sınırlayıcılığından kurtarılarak, ülkedeki mevcut ciddi politik dönüşümün gerektirdiği siyasi atakların üstüne oturmalıdır. Şimdi cüretli olmak zorundayız. Ortaya çıkan süreçler günü kurtarmaya- durumu idare etmeye yönelik dar tutumlar bir tarafa görünen ile yetinen veya süreci biraz ilerletmeyi hedefleyen pratikleri ezip geçecek güçtedir. Verilecek cevap süreçleri kontrole alabilecek güçte ve çapta olmalıdır.
Bugün Türkiye gerçeğinin öne çıkarttığı çözüm proletarya sosyalizminin demokratik devrim programıdır. Meşru açılımın hedefine doğrudan devrimci demokrasi programı koyulmalıdır.
Programımızın bazı bölümleri ancak halk iktidarında gerçekleşebilecektir ve o konularda mevcut krize alternatif vaadlerimizi sürekli propaganda etmeliyiz. Ama daha önemlisi devrimci demokrasi programımızın özellikle "özgürlük" talepleri bizim demokratik açılım talebimizin belirleyenidir ve pratikte de meşru açılım buradaki hedefler esas alınarak yapılmalıdır. Sadece propaganda yapılmayacak, pratikte de mevcut fiili durumlar program perspektifiyle fiilen korunup, geliştirilecek; meşru örgütlenmeler bu mücadele için, bu mücadele içinde ve bu tarzda bir mücadeleye uyum sağlayacak yapıda kurulacaktır.
Prolefaryanın demokrasi savaşçılığı ne olduğu belirsiz hayallere değil, sınıfsal gerçeklere dayanır ve sınıf mücadelesinin akışına uygun biçimlere girer. Halkın demokrasi talebinin gerçek karşılığı da ancak proletaryanın demokrasi anlayışıyla verilebilir. Bugünkü krizin gerçek çözümü özgürlüğün bütün kurumlarıyla ülkede hakimiyeitini kurmasıdır. Kemalist faşizmin alternatifi demokratik halk iktidarıdır. Şimdi yapılması gereken devrimci demokrasinin "Özgürlük" sloganını Kemalizm'in mevcut terör pratiğine karşı yönlendirmektir.
Bizim temel sloganımız "Halka Özgürlüktür.Kemalizm'in sloganları; "sınıfsız-sömürüsüz kaynaşmış bir kitle
yiz", "Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezliği", "Milli birlik ve beraber
le
Yasal-Meşru açılım YOL İli)
lik ruhu"dur.Bu iki zıt kutup ülkenin her yerinde her biçimde karşı karşıya getiril
meli, politik çatışmaya ıtilmeli, mevcut çatışmalar derinleştirilmelidir. Zafer bu çatışmaların içinden koparılıp alınacaktır.
"Sınıfsız sömürüşüz kaynaşmış bir kitleyiz" palavrası 70 yıldır soygun ve baskı politikasının üstünü örtmek ve sınıf mücadelesini boğmak için kullanıldı. Şimdi özellikle işçi sınıfı içinde beş paralık değeri kalmadıysa da diğer emekçilerde etkisini sürdürebilmekte. K.U.K.H.'ne karşı şovenist eğilimler ve öne çıkarılan faşist anlayış toplumdaki hak arama-özgürlük isteme taleplerinin önünde baraj olarak inşa ediliyor. Hak arayan, özgürlük isteyen herkes bu baraja yüklenmeli, özgürlüğünü ancak bu barajı parçalayarak kazanabileceğinin bilincinde olmalıdır. "Milli birlik ve beraberlik ruhu"ndan anladıkları kimin ruhudur? Burada sözkonusu olan generaller, polis örgütünün ve ajan şebekelerinin şefleri ve Koç'un, Sabancı'nın ruhudur. (...)
Diktatörlüğün temel direkleri toplumumuza demirden bir elbise olarak giydirilmiştir. Toplumun gelişme kanallar tıkalıdır: Önlerine sözkonusu prensiplerden oluşan çimento dökülerek dondurulmuştur.
Sınıfların, zümrelerin ve hatta her tek insanın kişilik kazanması ve kendi isteklerini özgürce dile getirmesinin önü tıkalıdır.
Binlerce yıldır binbir kavmin girip çıktığı, yerleştiği; çeşitli inançların tutunduğu heterojen Anadolu toplumunun müthiş zenginliği; her farklılıktan ürken ve sıraya dizilmiş bir boy toplum isteyen diktatörlükçe doku İşkencesine uğratılarak homojenleştirilmek istendi. Sonuç nedir? Toplumda derin travmalar, hastalıklı bükülmeler-dumura uğramalar ve bunların ağır sancılar biçiminde dışa vurması. Toplum adeta bir iğneli fıçı içinde ve kaçmak için nereye yönelse yeni bir demir duvarla karşılaşmaktadır.
Farklılıkları hizaya sokmak ve özgürlüğe doğru yönelen girişimleri tıkama çabası başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ancak yenilgi kabullenil- memekte, gittikçe yükselen terörle sonuç alınmaya çalışılmaktadır.
Bırakın halkın demokrasisini, burjuva demokrasisi nedir? Kendini ifade edip çatışan sınıfların toplum seviyesindeki denge durumudur. Bir halkın kendi diliyle okuyup yazması demokrasinin ilk adımı sayılır. Türkiye'ye gelince: Ne sınıfı? Ne halkı? "Her Türk asker doğar, "Türk milleti asker millettir" Madem ki asker milletiz, o halde dünyadaki bu zavallı halimiz nedir? Sözkonusu olan biz Türklerin gerçek bir gelene-
YOL 116 Yasal-Meşru açılım
ği olan savaşçılık-fetihçilik değil, toplumdaki hak arayışının önünü "Sen askersin ne hakkı?" bilinciyle kapatmak ve topluma "gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım" bilincini benimsetmek politikasıdır. "Hak yok, vazife var"dır. Vazifemiz devlete askerlik, Koç'a, Sabancı'ya işçilik etmektir.
Toplumdaki en yoğun travma da Türk halkını Anadolu halklarına düşman etme politikasıyla yaratılmıştır. Şöyle bir dünyaya baktığımızda bize en yakın halkların Ermeniler, Rumlar ve Kürtler olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Türk halkına önce ikisi en büyük düşman olarak kabul ettirildi, şimdi sıra üçüncüsünde. Ne için? Türklük kazansın diye mi? Bin kez hayır! Şimdiye kadar ne kazandık? Ermeniler katledildi, Rumlar sürüldü; kazanç nedir? Türk halkı ne kazandı? Özgürlük nerede? Refah nerede? Türk halkı hiçbir şey kazanmadı; tersine yoksulluğun ve faşizmin baskısı altında köleleştirildi. Şimdi Kürtler ezilerek bu kölelik daha da katmerlendirilmeye çalışılıyor.
Peki kazanan yok mu? Var. Katledilen Ermenilerin ve sürülen Rumların mallarını gaspeden bir avuç vurguncu kim, onlar şimdi anlı şanlı işadamlarımızdır. Babasının hamallığı ile övünen Sabancı nın zenginliğinin kaynağını bir araştırın bakalım. Arkasından Kayseri'de, Ada- na'da gasbedilmiş Ermeni-Rum zenginlikleri çıkacaktır.
Diktatörlüğün şovenizm işkencesi yoksul halkta hastalıklı ruh halleri yaratmaktadır. Bu hastalıklı ruh hali toplumun en doğal özsavunma reflekslerini bile ivmelendirmekte. Diktatörlüğün halka layık gördüğü yaşam felçli bir sürüngen olmaktır. Kişilik kazanmak için ayağa kalkmak gerekir, ama ayaklar sürekli işkenceyle felç durumundadır. Devletin çıplak terörüne son teknik gelişmelerden faydalanarak şimdi bir de onun incelmiş silahsız hali olarak medya terörü eklendi ve ikisi elete topluma saldırı halindedirler.
Anadolu halkı nasıl Bedreddin zamanında padişahlığın zulmüne karşı Türk-Ermeni-Rum-Yahudi elele vererek başkaldırdıysa, şimdi Kürt-Türk kardeşliğine kararlıca bağlanmalıdır. Diktatörlük şovenist kirini akıttıkça biz kardeşlik ipine sımsıkı sarılmalıyız. Demokrasinin olmazsa olmaz koşulu Türk-Kürt kardeşliğidir. Meşru hareket hiçbir önyargıdan ürkmeksizin ısrarla kardeşlik propagandasını yürütmelidir. Ama Kürt devrimciliğinin bu kuru methiyesiyle basitleştirilmemeli; olaya bizim taraftan bakan ve Türk halkının ihtiyaçlarını ele alan tarzda hayata geçirilmelidir. Düzenin halkları izole edip hepsini birbirine ve
Yasal-Meşru açılım YOL 117
Türk halkını da diğerlerinin üstüne kışkırtma politikasına karşı, halkların kardeşçe elele verip, diktatörlüğü kuşatması hedeflenmelidir.
Mevcut çalkantılı politik ortam üstü örtüldü-işi bitti zannedilen Anadolu'nun halklar zenginliğini ortaya çıkartmaktadır. Kürtlerin dışında Anadolu'nun yerleşik halklarından Laz'lar asimile olmuş bir görünüm arzediyorlar. Bu durum araştırılmaya muhtaçtır. Asimilasyon hangi noktadadır, demokratik bir ulusal bilinç geliştirilebilir mi? Araplar kendi milli kimliklerini kaybetmemekle beraber özgürce de yaşayamamakta- dır. Mersin-Adana-Antakya-Antep-Mardin çizgisindeki Arap topluluğunun kültürel demokratik hakları gündeme getirilmelidir. Başarısız olan asimilasyon politikasına karşı ulusal demokratik bilincin önü açılmalıdır. Osmanlılığın mirası olarak ülkemizde bulunan Çerkez ve Boşnak- lar da diktatörlükçe yoğun bir asimilasyona uğratılmış, ulusal demokratik bilinçlenmenin önü kesilerek Türk şovenizminin destekçileri durumuna getirilmişlerdir. Çerkez'lerde ilerici bir potansiyel bulunmakta, ancak Boşnaklar Ecevit'in faşist politikalarını destekleyecek denli demokratik bilinçten yoksundurlar. Arap kimliği gibi Çerkez ve Boşnak kimliği de açığa çıkartılmalıdır, kültürel demokratik hakları gündeme getirilmelidir. Gürcü, Tatar ve Arnavut kimliği de araştırmaya muhtaçtır.
Anadolu, halkların birbiriyle boğazlaştığı bir alan olmaktan çıkarılarak, nefeslerinin sonuna dek özgürlüğü çekecekleri bir halklar cenneti haline çevrilmelidir. Meşru hareket bu süreci hem başlatmalı, hem de önünde yer almalıdır.
Başta işçi sınıfı olmak üzere her emekçi sınıf ve zümrenin ve çeşitli toplumsal gruplaşmaların ve her tek tek vatandaşın hak arayış çabasının önü açılmalı, yoksa yaratılmalı-güçlendirilmeli, öncü olunmalıdır. Herkese hakkını araması, yasaların dar yorumuyla değil fiili durum yaratarak hakkının peşinden koşması önerilmeli, önerir önermez pratik örneklerle nasıl yapılacağı gösterilerek davranmaya ikna edilmelidir, davranınca içinde ve en önde olunmalıdır. Özgürlük bahşedilmeyecek, koparılıp alınarak kazanılacaktır. Memur hareketi bu yönde atılmış bir adımdır.
Sadece hak istemek değil, tepki göstermek-protesto etmek bilinç ve davranışı da pratikte öncülük ederek yığına kazandırılmalıdır Her kese kendi dar sınırlarından çıkarak toplumla kaynaşmak Demokratik sorumluluğu kazandırılmalı, böyle olmamasının nasıl diktatörlük
YOL 118 Yasal-Meşru açılım
çe özel olarak uygulanan "böl-yönet" politikasının ürünü olduğu kavra- tılmalıdır. Meşru hareket çeşitli halk kesimlerinden kazandığı kitleleri düzene karşı birbirini destekleyen davranışlara sokarak pratik örnekler göstermeli, toplumsal dayanışmanın önünü açmalıdır.
İşte tam da bu noktada meşru hareketin cephe karakterine girebiliriz.
Proletarya sosyalizmi devrimci sorumluluğu ve tüm samimiyetiyle çeşitli defalar faşizme karşı cephe girişimlerinde bulunmuştur. Bunlar ya cevapsız kaldı, ya da başarılı olup kurulanlar da, ülke pratiğinde hayat bulamadı. Bu tarihselliğin değerlendirilmesi ayrı bir konudur, ama biz şimdi şu soruyu soralım: Neden ısrarla cephe girişimlerinde bulunuldu? Başka sebepleri yanı sıra siyasetlerin temsilcisi oldukları veya kök saldıkları sınıf-zümre ve tabakalarla proletaryanın düzene karşı ortak davranmaya yönlenebilmesi isteği belirleyici önemdeydi.
Biz şimdi meşru hareket ve onun demokrasi savaşçılığı taktik hattı etrafında değişik biçimde yeni bir cephe girişimine yönelmeliyiz. Meşru hareketin proletaryayla diğer emekçiler arasında bir cephe oluşturma pratik zeminine oturtmalıyız; halk sınıfları arasındaki ittifakın yeni bir biçimi olarak kavramalıyız. Meşru hareket açısından nasıl ki siyasi zeminde gerçek halk demokrasisi temelinde geniş bir perspektife sahipsek, aynı biçimde pratik-örgütsel olarak da proletarya sosyalizmine sempati duyanların örgütlenmesi darlığıyla değil, halkın birleşik demokratik cephesi perspektifiyle davranmalıyız. Meşru hareketin siyasi karakteriyle pratik örgütlenişi birbirini tamamlar pozisyonda olmalıdır ve bunun pratik tarzı cephe örgütlenmesidir.
Elbette burada kastımız, her mevziye bir dükkan açarak, sonra bunları emirle bir masa etrafına toplayıp, cephe ilan edivermek değildir. Biz bu tür siyasi ilkesizlikleri şiddetle reddetmeliyiz. Cephenin siyasi zeminini saptamak ve pratikte de cephe tarzı örgütlenmesini hedeflemek, işin başlangıç noktasıdır. Buradan yola çıkılacak ve en başta uygun örgütlenmeler yaratılacak (sözgelimi devrimci öğrenci ve işsiz gençliğe ve direnişçi işçilere yönelik açılımlar, bu yönde atılmış adımlardır) ve sonra bunların bulundukları alanda mücadele içinde toplumsal meşruiyet kazanması sağlanacak ve hayatın gerçek akışı içinde mücadelenin gereği olarak zaman zaman yan yana gelinecek, giderek bu yan yana gelişler bilinçlice kurumlaştırılacaktır. Cephe inşa edilecektir Ve inşa düzene karşı demokrasi savaşı içinde or-
Yasal-Meşru açılım YOL 119
ganize edilecektir. Bir inşa süreci yaşanmalıdır. Ancak iyi bildiğimiz küçük burjuva devrimciliğinin hiç bitmeyen (çünkü bitirilmesine niyetli olunmayan) süreç mantığı bizden uzak olmalıdır. Ortada bir amaç olduğuna göre, buna giden yol planlanmalı ve bu plan sürekli denetlenmeni, sonuçta hedef kazanılmalıdır.
Meşru hareketin cephe biçimini hedeflemesi onun bileşenlerinin örgütsel yapılarının da cephe biçimine uyum sağlayacak karakterde olmasını talep eder. Metodumuz proletarya sosyalizminin teorik-pratik hattını doğrudan ve çıplak biçimde dayatmak yerine, bu hatla meşru örgütlerin bulunduğu alandaki kitlenin somut pozisyonu arasında iletişim kayışı ve geçiş köprüsü kurmak şeklinde olmalıdır. Bu tutum kesinlikle kitleyle uyumlaşabilmek için Leninist ilkelerden taviz verme fırsatçılığı biçiminde basitleştirilmemelidir. Bizim amacımız, Leninist ilkelerin yığın içinde canlanması ve güçlenmesinin yollarını yaratmaktır. Ve proleter sosyalist programın ilkeleri kitlenin temelli yönelimleriyle uyum içindedir; o bir devrimci demokrasi programıdır: Günümüzün politik gelişmeleri onu bir kez daha öne çıkartmaktadır.
Meşru hareketin birim örgütlenmeleri (işçi, gençlik, işsizler, memurlar.. vd.) o alandaki devrimci sempatizanların örgütlenmesi olarak darlaştırılmamalı, onları da içine alan, ama o alandaki proletarya sosyalizmini bilmeyen-tanımayan veya mesafeli tutumlara giren veya hatta başka siyasi görüşlerden etkilenen samimi demokrasi savaşçılarını da içine almalıdır. Bu, her alandaki örgütlenmenin o alanın somut pozisyonundan ve kendine özgü var olan veya potansiyel olarak taşınan dinamiklerinden yola çıkarak spesifik bir biyasi platforma ve örgütlenme biçimine sahip olmasını zorunlu kılar. Hazır kalıp aranmamalıdır; özgün biçimler bulunup, yaşama geçirilecektir. Başta belirttiğimiz gibi devrimci gençliğe, direnişçi işçilere ve demokratik kadın hareketine yaklaşım tarzımız doğru yönde atılmış adımlardır.
Şimdi geniş yığınlara yöneldiğimizde hangi alan olursa olsun bir biçimde mutlaka karşımıza çıkacak olan din olgusuna değinmeliyiz.
İstanbul'un yoksul semtlerinde, ki devrimci hareketin merkez alanlarıdır, dini araç olarak kullanan Refah Partisi'nin güçlenmesi son yılların öne çıkan politik olgusu. Bunun sırf İstanbul'la sınırlı olmadığı, RP'nin daha geniş alanda yoksullar arasında güç topladığı da gözlenebiliyor.
Yoksullar arasındaki dine yönelişin karakteri nedir? Kemalistlere
YOL 120 Yasal-Meşru açılım
bakacak olursak, gericilik gene hortlamaktadır. Cunta tehditleri satır aralarında okunabiliyor. Onlar mevcut dine yönelişi kendi dar mantıkları içine hapsederek, ilerici devlet-gerici din (dolayısıyla dinine bağlı olanlar) ikilemini belki bininci kez gündeme getirerek kendi yönetici zümre çıkarlarını korumanın politik platformunu savunuyorlar. Devrimci hareket yığın içinde çalışırken sözkonusu Kemalist platformla kendi bağımsız platformunu kesinlikle birbirinden ayırmalıdır. Biz ne devleti nerdeyse yeni bir din biçimine çevirdikleri Kemalist laikliği savunduğu için ilerici görüyoruz ve ne de halk Kemalistlerin savunduğu gibi dinine bağlı olduğu için gericidir veya şimdi yılgın aydınlarda yeni bir moda haline dönüşen düşünceye göre gerici tarikatların ve dinin halkın doğal bilinci ve örgütlenmesi olduğunu kabul ediyoruz. Bizim kendi devrimci platformumuz bunlardan farklıdır ve bağımsızlığını titizce korumalıyız.
Dinin yoksullar arasındaki mevcut popülaritesi konjonktürel bir durumdur ve çaresizliğin ifadesidir. RP’nin hızlı ve düzenli faaliyetinin başarılı olması, halkın çaresizliğinin sayesindedir.
Türkiye'nin son 30 yıllık sosyal mücadele tarihi ve bu,:un toplumsal dokuya kazıdıkları ve Türkiye kapitalizminin geldiği aşama, dinin Türkiye'de Cezayir'de veya İran'da olduğu biçimiyle politikayı belirleyici bir noktaya sıçramasının önünü keser. Türkiye 70 yıl evvelki Türkiye değil, köprülerin altından çok sular aktı. Bugünkü dinsel canlanma konjonktürel bir özellik taşımaktadır ve Eylül darbesi sonucunda devrimci hareketle yoksul halkın bağlantı kayışlarının kopması ve sosyalist sistemin yıkılmasının yarattığı demoralizasyonun sonucu düzene tepkisini devrimcileştiremeyen yoksulların tepkisini çaresizce tanrıya sığınarak dile getirmesinin sonucudur. Düzenli mücadele yerine yılgınlık ve kadere razı olmanın yarattığı kısırlaştırıcı yörüngeler, doğal sonucunu miskinlerin tekkelerini çaresizce-tevekkülle kabullenme biçiminde doğurmuştur. Ama bu geçicidir, hele büyük şehirlerdeki yoksulların toplumsal dokusunda önceden kazanılmış refleksler miskinlikle çatışmaya girecektir. Devrimci hareket şayet ustaca yönelebilirse yoksulların dini kavrayış özgünlüğü miskinliği aşıp, yeni bir devrimci kabarışın filizlerinden biri olabilir.
Burada bir çelişki öne çıkarılmalıdır. Yoksulların dine yönelmesi yılgınlığın ve çaresizliğin ürünü de olsa düzene tepkinin dile gelişidir. Ortada bir tepki var, ama tepki yanlış kanallara akıtılarak tepki du-
Yasal-Meşru açılım YOL 121
yulan nesne yeniden üretilmektedir. Yoksullar ciddi bir yanılgı içindedir ve yanılgının bedeli yoksulluk bir kez daha ve kendi elleriyle yeniden üretilerek ödenmektedir. RP ve aynı zemini kontrolü altına almaya çalışan bazı tarikatlar açısından ise ortada bir bilinç unsuru var ve mevcut düzenin "dini" biçimde sürmesi amaçlanmaktadır. Kapitalist sömürü sistemi sürecek, ama bu Kemalist politikalarla ve hukuk sistemiyle değil, şeriat kanunlarıyla korunacaktır. Yani farklılık şapka mı, yoksa namaz beresi mi giyerek sömürüleceğimiz üzerinedir. Ama RP şimdi bir burjuva muhalefet partisi olarak sistemin zaaflarıyla demogo- jik biçimde oynamakta ve ona olan tepkileri toplamaktadır. RP vurucu güç olarak yoksul halkın çaresiz öfkesini kullanmaktadır. Yoksul halkın ellerini açıp yalvardığı tanrıdan istediği ise sömürünün son bulmasıdır. Bu çelişki öne çıkartılmalıdır.
ikinci olarak RP'nin politikalarının Kemalizm'den ne derece bağımsız olduğu da soru işaretlidir. Bugün İslamcı kesim içinde gerçekten Kemalizm'e karşı çıkanlar ve bunların RP içinde uzantıları varsa da, RP içindeki yönetici-egemen kliğin mevcut devletle ne denli göbekten bağlı olduğu KUKH'nin zorlaması sonucu iyice açığa çıkmıştır. Genel Kurmay'la ortak toplantılar yapılmakta ve Asiltürk kanalıyla da MİT'le bağlantılar titizce yürütülmektedir. Onlar kendilerini ümmetçi olarak lanse etseler de kapitalist sistemin doğal mekanizmalarınca kontrole alınmıştırlar, ümmetçiliğin tam tersi şovenizm azgınca savunulmaktadır. Bugün RP'nin Kemalizm'den bağımsız islami bir kimliği yoktur, mevcut politik sistemin partiler yelpazesinin bir unsurudur, o kadar. Bu durumun üstüne gidilmeli, teşhir edilmelidir.
Üçüncü olarak, biz elbette devrimci aydınlatma işlevimizi sürdüreceğiz ve Turan Dursun, Server Tanilli tavrının önünü açacağız. Ama din, kökü bin yıllara dayanan ve ancak kuşaklar boyunca çözülebilecek bir sorun olduğuna göre, sadece bununla yetinebilir miyiz? Bu tutum işin kolayına kaçmak ve ilke ilanıyla yetinen donuklaşmaya- kasılmaya denk düşmez mi? Ve kritik soru: Yoksulların dine yönelişinin veya yoksulların dini kavrayış biçiminin içindeki demokratik-halkçı öğeleri nasıl geliştirebiliriz? işte sorulması gereken soru budur. Ve Kı- vılcımlı'nın Eyüp konuşması da bu soruya proletarya sosyalizminin tarihinden verilen cevaptır.
Meşru hareketimiz yoksulların dine yönelişiyle dinci partinin bunu düzeni yeniden üretme aracı olarak kullanması ikileminin arasına gir
YOL 122 Yasal Meşru açılım
meli; gerici örgütleri tecrit ederken, yoksul müslümanların önünü açmalı, halkçı bir hareket içinde demokratik biçimde örgütlenmesine yardımcı olunmalıdır. Yoksul Müslümanlar Hareketi (YMH) dinine bağlı halk kesimlerini gerici örgütlenmelerin bunaltıcı baskısından kurtarmanın bir aracı olarak örgütlenmelidir.
YMH dindarları "kandırıp" bir çatı altına topladıktan sonra, bol nutuk çekerek birden materyalist yapmak için değil; yoksulların müslü- manlığı kavrayışındaki özgün demokratik öğeleri öne çıkarmak için inşa edilmelidir.
Ve bir adım daha atalım: Kimse de Müslümanlığı basit bir Kur'an- Tanrı ikilemi içinde kavramamalıdır. Müslümanlık Ortadoğu toplumlunun orjinal bir ürünüdür ve kendisi de doğduktan sonra doğduğu top- lumları etkileyerek spesifik bir kültür karakterini kazanmıştır. Biz müs- lüman bir toplumuz ve diyalektik materyalizme yönelmekle de bir çırpıda müslüman olmaktan çıkılmaz. Onun içindeki bazı öğeler (sözgelimi kader, ölümden sonra yaşam... vd.) reddedilebilir, ama onun kendisi toplumu bütün hücrelerine dek saran binlerce yıllık bir kültürün dile geliş biçimlerinden biridir ve kendisi de içinde doğduğu kültürle kaynaşarak orjinal bir kültürel yapı oluşturmuştur. Bizim toplumlumuzda müslümanlığın toptan reddi bir kimliksizlik veya eksik kimlik sonucunu doğuracaktır. İşte YMH bir yönüyle de müslüman kimliğinin içinde derinleşme ve onun bize has olanını-bizi ileriye götürecek yönünü kazanma; dünyanın akışı içinde geriye iterek ortaçağ karanlığının bunaltıcı baskısına uğratacak yönünü ikna yoluyla tecrit etme hareketidir.
YMH başlıca iki noktaya müdahale ederek, kendi insiyatif alanınıgenişletmelidir.
Birincisi, mevcut gerici politik bezirganları ve tarikat ağaları öne çıkarılmalıdır. Bunlara nereden müdahale edilmeli? Yoksul halkın vicdanı ile oynayan bu yobazların bezirgan ağa kimlikleri öne çıkarılmalıdır. Bunlar müslümanlığı tıpkı süpürge veya kova gibi alınıp satılacak bir mal olarak görmekte ve bu ticareti yaparak bedavadan lüks içinde yaşamaktadırlar. Yoksulların kendilerine öteki dünyanın cennetinden bahseden bu bezirgan-ağalara soracakları ilk soru şu olmalıdır: Madem her şey öteki dünya için ve bu dünya geçici, öyleyse sizin bu saltanatınız nedir? Hanlar, hamamlar, altınlar yetmedi de şimdi neden fabrikalar, bankalar kuruyorsunuz? Bunların kaynağı nereden geliyor?
Yasal-Meşru açılım YOL 123
Nerede kaldı Hazreti Ömer'in adaleti, "bir lokma, bir hırka" dervişliği? Sahabiler döneminin insanca uygulamaları, ilkel temizliği nerede? İşte nutuk çeken her müslümana önce bunlar sorulmalı ve bu sorular karşısında durumu neyse kendisine ona göre davranılmalıdır. YMH dini alıp satan bezirganlardan-ağalardan hesap sormalı, üstlerine yürüme- lidir. Sakallar şöyle bir silkelenmen, bunun sünnet-i şerif sakalı mı, yoksa müslümanlık maskesiyle yapılan soygunların mallarını gizleme sakalı mı olduğu anlaşılmalıdır.
Müslümanlık sahabiler döneminden sonra Arap bezirganlarının kontrolüne geçerek Arap yayılmacılığının ve sonra onlardaki geri düşmeye bağlı olarak Osmanlı yayılmacılığının kontrolüne girmiştir. Din, halkları birbirine kırdırmanın ve sonuçta yenen taraf kimse onun tefe- ci-bezirganlarının, padişah-şah ve emirlerinin dünya saltanatı için kullanıldı. Savaş meydanında dökülen yoksul halkın kanları saltanat sahiplerinin keyif gecelerinde meze oldu. Ne tarafta olursa olsun yoksul halk hiçbir zaman, hiçbir şey kazanmadı, hep kaybetti.
Şimdi de hem Arap, hem de Osmanlı uzantıları aynı geleneği diriltmeye çalışıyorlar.
Petrol zenginliğine dayanan Arap kralları ve emirleri kendi ülkelerinin yoksullarını alçakça yerlerde süründürürken; zenginlikleriyle bazı din adamlarını satın alıp Anadolu topraklarında da insiyatif almaya, sömürü alanlarını buraya dek genişletmeye çalışıyorlar. Keza yoksul Kürt gençlerinin İran'da eğitildikten sonra şimdi sözümona "Allah'ın partisi" adına kendi halkına nasıl ihanet ettiği herkesçe biliniyor. YMH özellikle Arap yayılmacılığına ve onun para dağıtarak satın aldığı uşak din adamlarını-politikacıları karşısına almalıdır. Bunlar halkları yeni bir katliama doğru sürüklemenin hazırlığını yapan ajanlardır. Din bunların elinde halkı afyonlayabilmenin bir aracı haline dönüşmüştür. Kendi ülkelerine de ihanet eden bu ajanların tek düşündüğü şey, ceplerine giren Suudi riyalleridir. YMH bunların ajan kimliğini deşifre etmeli, üstlerine yürümelidir.
Osmanlı uzantıları da farklı biçimde yoksul Anadolu halkını din bayrağı altına toplayarak yeni katliamlara yönlendirmek istiyorlar. Bunlar halkın Kemalizm’e olan öfkesini de kullanıyorlar. Peki kendileri çok mu demokrat? Açın Türkiye Gazetesini, Ayhan Songar'ı, Ahmet Kabaklı'yı... vd. okuyun, mevcut diktatörlüğün daha da azgınlaşmış biçiminin savunulduğunu göreceksiniz. Demek Kemalizm'e karşı çıkma
YOL 124 Yasal-Mcşru açılım
kılıfı altında amaçlanan Kemalist diktatörlüğün oluşturduğu mevcut devletin ele geçirilmesi ve şimdikini aratacak daha yoğun sömürü ve terörün uygulanmasıdır. Kürdistan, Bosna-Hersek, Batı Trakya, Güney Bulgaristan, Ortaasya, Kafkasya yoksul Anadolu halkının kırdırı- lacağı savaş alanları haline çevrilmek isteniyor. OsmanlIlar bunu hiç olmazsa kendi devletleri adına yapmışlardı, mevcut uzantılarının Türkçü nutuklarının üstünü kazırsanız ABD uşaklığı en bayağı biçimiyle açığa çıkacaktır. Türk halkı ABD'nin bölgesel çıkarlarının uşağı haline getirilmek isteniyor. YMH müslümanlığın şu veya bu milletin değil, tüm dünya milletlerinin ortak hizmetinde olduğunu, yoksul müslü- manların hangi milletten olursa olsun aynı Muhammed ümmetinden olduğunu savunmalı, en başta da yoksul Kürt müslümanlarıyla dostluğu ilerletmelidir. Diktatörlerin yoksul müslümanları birbirlerine kırdırtarak saltanat sürme planları bozulmalıdır.
YMH'nin yöneleceği ikinci nokta Kemalist diktatörlük olmalıdır. Halifenin M. Kemal, yürütücüsünün Ordu-Diyanet olduğu yeni bir dine çevrilen Kemalist laiklik ucubesi hedeflenmelidir. Kemalist'lerin kontrolündeki "ilerici’' basın, uzun yıllardır Kemalist laikliğin yine Kemalizm'in sözümona yaptığı aydınlanma devriminin teminatı olduğunun ve devrimciliğin temel kriterinin de bunu savunmak olduğunun propagandasını yaptılar. Yoğun propaganda yanlış bilinçlenmeler yaratarak, çoğu yerde devrimci aydınları devletle üstüste düşürebildi.
M. Kemal Türkiye'nin Robespier'i midir?Robespier Fransız orta tabakalarına ve daha ziyade küçük burjuva
zisine dayanıyor, bankerlere-büyük toprak sahiplerine ve iç savaş içinde uzlaşmaya yönelen Danton'un tersine giderek, burjuvazinin gerici- leşen kanatlarına da cesurca cephe alıyordu. Onun dine bakışı kilisenin aforoz ettiği Voltaire'nin doğrultusundadır ve kilise oligarşisine açıktan cephe alıp, tanrı ile insanlar arasında hiçbir aracı kuruma yer vermeyen yeni bir inanç sistemini savunuyordu. Restorasyon an cak Robespier'in kellesini kopararak yol alabildi.
M. Kemal, Robespier olmayı belki kişisel olarak istemiş olabilir, ama hem üstüne oturduğu sınıfsal ittifak zemini, hem de pratik yöneli şi bambaşka biçimde şekillenmiştir. M. Kemal'in aydınlanma yönelişi, işin başından itibaren dumura uğramış, biçimsizleşmiş, içi boşaltılmış tır. Çarpık bir aydınlanma sözkonusudur ve bunun en görünen örneği de laiklikteki çarpıtmadır. Laiklik gerçek anlamıyla pek ilgili olmayan
Yasal-Meşru açılım YOL 125
bir biçime büründürülerek, din devletin kontrolüne ve himayesine alınmıştır.
1920'lerin Türkiye'sinde Robespier TKP içinde ve Mustafa Suphi’nin şahsında somutlaşmaktadır. Ancak bizde Robespier işin başında kaybetmiştir. Türkiye'de bir restorasyona da gerek kalmamış, çünkü o daha yola çıkarken süreci kontrolüne almıştır. Türkiye'nin mevcut "aydınlanma" ihtiyacı onun önceden başarılamadığının yaşayan pratik ispatıdır. 60'larda başlayan bu yeni sürecin mimarları da devrimcilerdir.
Kemalizm'in çarpık laiklik uygulaması gericiliği yoketmemiş, onu toplumun derinliklerine iterek kök salıp yeniden-yeniden baş verebilmesini sağlamıştır. Bugün yoksul müslümanların başbelası din bezirganları güçlerini bu çarpık laiklik uygulamasından almaktadırlar.
YMH Diyanet İşleri'nin bir kurum olarak kaldırılmasını talep etmelidir. Bu talep hem devletin dini kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullanmasının önünü tıkayacak ve hem de müslümanların özgürce istedikleri biçimde ibadet etmelerini sağlayacaktır. Devrimcilerin müslümanların inançlarına göre şu veya bu biçimde ibadet etmelerine karışması sözkonusu değildir. Öte yandan bugün Diyanet aynı zamanda gericiliğin merkezlerinden biridir. Buraya devlet bütçesinden trilyonlar aktarılmakta ve bu yoksul halkta gerici bilinci yeniden üretmenin finansmanı olarak kullanılmakladır. Diyanet'e bağlı kurumlar gerici örgütlenmelerin çeşitli biçimlerde sızdıkları ve kontrole aldıkları yapılara dönüşebildiğinden, aynı zamanda gerici faaliyete de kaynak olabilmektedir. Dine inananlar yaptıkları faaliyetin finansman ihtiyacını kendileri karşılamalıdır. Eğer sözkonusu olan sadece bir ibadet ihtiyacı ise, bu her müslümanın ufak bir katkısı ile sağlanabilir, ama gerici bir örgütlenme amaçlanıyorsa, buraya kaynak ayırmak bir yana, tasfiye edilmelidir. Ancak Kemalizm mevcut yapısal bunalımını dini kullanarak aşma çabasındadır ve böyle bir yönelişe giremez,demokratik laiklik prensibi de YMH tarafından savunulmalıdır.
Toparlayacak olursak, YMH yoksulların müslümanlığı kendine özgü kavrayış biçimlerini özgürleştiren, müslüman kültürün toplumumuz- daki demokratik kültürel öğelerini geliştiren ve din bezirgan ve ağalarıyla Kemalizm'in din konusundaki çarpıtmalarının üstüne yürüyen ve bunlarla savaştıkça kişiliğini bulacak demokratik bir halk hareketidir. Biz bunun tahmin edilebilecek alanın ötesinde çok yaygın bir kitle te-
YOL 126 Yasal-Meşru açılım
meli olduğunu düşünüyoruz. Görev önünü açmak, açığa çıkmasını sağlamaktır.
Alevilik ayrı bir zeminde ele alınmalıdır. Demokratik Halk Cephe- si'nin önemli bir ayağı da Alevi kültürünün özgürce örgütlenmiş biçimi olacaktır. (...)
Devlet son 5-6 yıldır tüm kurumlan ve basının desteğiyle Aleviliğin içini boşaltma, bir mezhep olarak biçimsizleştirme ve bu yoldan isyan dinamiğinin köreltilerek düzene içselleştirilmesi faaliyeti içindedir. 60 sonrası başlayan sosyal uyanışın kitle tabanında Alevilerin yoğunluğu, Eylül sonrası düzen içi yeniden düzenlemelerde bu konuya özel olarak yönelinmesini zorladı: Devrimci hareketle Aleviler arasına set çekilmek isteniyor. Bu amaç doğrultusunda belirli mesafe de alınmıştır. Şimdi gelinen nokta nedir? Artık genel bir Alevi ilericiliği geriye düşmekte, zengin Aleviler düzenle bütünleşirken, yoksullar çaresizliğe itilmektedir. Bu ayrışma, Alevi ilericiliğini de genellikten kurtararak biçime sokacaktır. Şimdi Aleviliğin demokratik öğeleri esas olarak yoksulların bilincindedir ve bu Alevi ilericiliğine kendi damgasını vuracaktır. Şimdi üstte görünen zengin Alevilerin düzenle kaynaşmasıdır, ama şayet devrimci hareket önünü açabilirse yoksul Aleviler isyan ateşini bir kez daha ve hedefleri daha netleşmiş halde yakabilirler.
Meşru hareketimiz hem genel Alevi kültürü ve hem de Alevi kitlesindeki mevcut kopuşmalar üstünde yoğunlaşmalıdır. Tutum 3-5 veya 30-40 kadro kazanma ilkelliğiyle darlaştırılmamalı; Anadolu halkının en has kültürlerinden birinin önünün açılması ve Anadolu'nun kendine özgü kimliğinin bir yönünün daha açığa çıkartılarak demokratik yönde geliştirilmesi perspektifiyle davranılmalıdır. İkiyüzlü pragmatizmin, kaba indirgemeciliğin tersine amaçlanan; özgün kişiliğimizin önemli bir öğesini demokratik terbiye içinde kazanma, zenginleşmedir.
Din meselesine ve Alevi kültürüne layık oldukları daha geniş açılımlara önaçıcı olmak amacıyla şöyle bir değinebildik. Şimdi yine yüz- binlere yöneldiğimiz zaman ortaya çıkacak başka bir zemindeki değişik olgulara değinmeliyiz. Meşru hareketimiz bu olgulara yönelik tavırlarını da netleştirmek zorundadır. Ancak hemen belirtmeliyiz ki biz bu olgulara da hakettikleri derinliği bu yazının sınırları içerisinde yeterince kazandıranlayız; belirtip geçmekle yetinmek durumundayız.
Anadolu insanı başlıca üç eğilimle etkileşim içinde: Geçmiş, mevcut sistem ve ona bağlı olarak oluşan konjonktürel politik ortam.
Yasal-Meşru açılım YOL 127
Geçmiş, tarihselliğimizdir. Varolan bütün özelliklerimiz bu özgün ta- rihselliğin içinde şekillenmiştir ve onun izlerini taşır. Şimdiyi anlamak istiyorsak oluşum süreciyle içiçeliğini nüanslarıyla kavramak zorundayız-
Ancak Türk insanının elinden bu en doğal hakkı alınmıştır. Egemenlerin tarihi gasp eylemlerinin amacı toplumu zayıflatmak, şaşkınlığa düşürmek ve bundan faydalanıp istedikleri biçime sokarak kimlik- sizleştirmektir.
Geçmiş gerçekte olduğu gibi değil, Kemalist ve Osmanlıcı egemenlerin istedikleri yönde çarpıtılarak gündeme getirilmektedir. Egemenler ellerindeki devlet gücünü ve diğer tüm olanakları kullanarak, toplumu egemenlerin mevcut taleplerine göre gerçeğinden kopartılarak sahteleştirilmiş bir geçmişe inanmaya zorlamaktadır. Bu sahte geçmiş o şekilde düzenlenmiştir ki, kendi tarihi olduğu yanılgısına kapılarak ona sahip çıkan Türk insanı, şimdiki egemenlerin istediği yönde davranabilsin. Temel amaç: ırkçı-şoven ve köle zihniyetli bir kişilik yaratabilmektir: geçmiş, bu tipi doğuracak bir mizansen haline çevrilmiştir.
İki yönlü bir cinayet sözkonusudur. Türk insanına ilk kurşun, onu kendi gerçek geçmişinden kopararak sıkılmaktadır. İkinci kurşun da onu sahte bir geçmişe inanmaya zorlamakla sıkılmaktadır.
Demokrasi mücadelesi günümüze yönelmekle yetinmeyerek onu daha iyi yapabilmek için geçmişe de yönelmelidir. Geçmiş demokratik bir yaklaşımla kendi gerçeğine uygun biçimde ortaya çıkartılmalıdır. Buna yönelik yapılmış bütün çalışmalar şimdi özellikle öne çıkarılma-
* lıdır.Meşru açılımımız aynı zamanda toplumun gerçek tarihine bir açı
lım ve ona sahip çıkma hareketi olmalıdır. Demokratik Halk Cephesi aynı zamanda toplumu tarihinden koparmak isteyenlere karşı cephe alma ve toplumu gerçek tarihiyle buluşturup özgün kimliğini güçlendirerek kozmopolit egemenleri kuşatma hareketi olmalıdır.
Biz kimiz? İşte bu soru gündeme getirilmelidir. Meşru hareket bütün Anadolu halkına ve her tek insana bu soruyu sormalıdır ve kendi kendilerine de sormalarını sağlamalıdır.
Şimdiye kadar bu somya verilen cevap, padişahların tarihi olmuştur ki, o tarihte kendi gerçekliğinden uzaklaştırılarak çarpıtılmış biçimde toplumsal bilince zorla kazınmaktadır. Padişahların tarihi başka halkları talan ve ezme tarihi olarak aktarılmakta ve bu; bir yönüyle mevcut
YOL 128 Yasal-Meşru açılım
ırkçı-şoven politikalara toplumsal bilinçte meşruluk kazandırıp, yoksul insanları şovence histeri krizlerine iterken bir başka yönden özellikle biraz olsun düşünen insanlarda da geçmişinden utanma ve başka kimliklere özenme zavallılığını beslemektedir. Resmi padişahlar tarihinde Fatih, III. Selim (hatta II. Mahmut da ilave edilebilir) köşe taşları yerli yerinde değil, sahte imajlarla sakatlanmış biçimdedir. Başka her şeyi bir tarafa bırakalım, sırf bu padişahları bile inceliği içinde nüanslarıyla kavrayabilmiş bir Türk aydınının atılımcı-modernleşmeci eylemini hangi güç tutabilir?
Örnek mi istiyorsunuz? Namık Kemal kimdir? Resneli Niyazi neden dağa çıkmıştır? M. Kemal'i hangi kişisel bilinç öne çıkarmıştır? 27 Mayıs'ın sübjektif itici gücü nerelerde gizlidir? Fethi Gürcan kimdir? İşte, Kıvılcımlı'nın yıllar önce sorup cevabını aramaya çalıştığı bu soruları, meşru hareket şimdi yeniden sormalıdır.
Kıvılcımlı bu soruların cevabını devrim stratejisinde "proletarya ay- dınlarf'nı öncü güç proletaryanın hemen yanında "vurucu güç" sıfatıyla konumlandırarak verdi. Biz açıktır ki, aynı oranda bir vurgu yapmadık ve doğru tutum da budur. Kıvılcımlı yanıldı mı? Hayır. 60'lar sonrası girişilen canlı sınıf mücadelesinin bu geleneksel gücü parçalayarak zayıflatması ve gerek düzen, gerekse halk güçleri açısından doğrudan kontrole alması sürecini hızlandırmıştır. Bu güç varlığını şimdi esas olarak savaşan sınıflarda sızmış bir nüans olarak devam ettiriyor. O nüansı göremeyenlerin Türkiye politikasının gerçek akışını da görememesi kaçınılmazdır. Acaba bahsettiğimiz bu gücün demok- ratik-halkçı yurtsever kesimlerine şimdi farklı siyasi eğilimlere dağılmış olsalar da bir ortak çağrı yapılamaz mı? İşte meşru hareket bir koluyla da bu çağrıyı yapmalıdır. Çağrı artık bağımsız kimliğinin oldukça zayıflamasıyla "vurucu güç" fonksiyonunu kaybetmiş geleneksel Türk aydın ilericiliğini doğrudan proletaryanın kontrolüne alma amaçlıdır. Ve elbette sürecin şimdi bu biçimde akması o eğilimi eski tutumlarını eğiterek dönüştürmeye zorlamakla sağlanabilecektir.
Jön-Türk eğilimli aydının bakış açısı modernleşmeyi temsil ettiğine ve halkın refahını sağlamaya görevli olduğuna inandığı devleti korumaktır. Kime karşı? Şahıslarında ortaçağ karanlığını ve "beyt-ül mal"i gaspetmeyi-soygunculuğu somutlaştırmış tefeci-bezirganlara karşı. Davranma tarzı da "halk için-halkla beraber" değil, "halk için-halka rağmen'dir.
Yasal-Meşru açılım YOL 129
Meşru hareketimiz bu eğilimi eğitip-dönüştürme perspektifiyle davranmalıdır. Geliştirilecek olumlu yanı halkın sömürülmesine karşı tutum alması ve ufkunu geçmişe değil geleceğe oturtmasıdır. Dönüştürülecek yön "devleti koruma" refleksidir. Devletin ne olduğu bu eğilimin temsilcilerine gerek Fethi Gürcan'ın asılmasında ve gerekse 12 Mart Ziverbey işkencehanesinde öğretilmiş olmalıdır. Tefeci-bezirganlıkla sınırlanmayıp finans kapitale dek genişleyebilen gaspçı-soyguncu düşman perspektifi mevcut devlet-finans kapital kaynaşmasını rahatlıkla kavrayabilecektir. Bu dönüşümü yapamayanların kaderi faşizmin "vurucu ideoloğu" olmaktır. Sınıf mücadelesinin ve Kürt hareketinin bugün dayattığı zorlama, işte budur.
Jön-Türk eğiliminin devrimci tarzda canlanabileceği yenikanal demokrasi savaşçılığı ve yurtseverliktir Meşru hareket öncü davranışlarla bu kanalı açmalı, tarihin beslediği modernleşmeci kimliği gelişeceği özgün kanalı içinde devrimci tarzda dönüştürerek proletaryayla kaynaştırabilmelidir. Şimdi söz konusu olan "vurucu güç" olmak değil; ya meşru hareketin bir unsuru olarak demokrasi savaşçısı yurtseverler sıfatıyla ittifak güçleri içinde yer almak, ya da bu kimlikte samimice derinleşme sonucunda proletaryanın öncü partisi içinde kaynaşmadır.
Şimdi hat değiştirelim ve padişahların tarihinin paralelinde ve onlara karşıt olarak akan Anadolu'nun yoksul halkının tarihine geçelim. Ki devrimci halk hareketinin esas tarihselliği de burasıdır. Egemenlerin tarih anlayışının üstünü örttüğü, olmamışa çevirdiği, yok saydığı tarih bizim tarihimizdir. İşte "biz kimiz?" sorusuna gerçek cevap da burada verilecektir. Biz Anadolu'yuz. Yüzlerce yıldır toprağı eken biziz, biçen biziz; toprak bizimdir. Onlar için Anadolu kılıçla aldıkları, kılıçla sömürdükleri ve halen de tank-topla sömürmeye devam ettikleri bir talan ortamıdır. Bizim için etle, tırnakla kaynaştığımız, alınteriyle suladığımız, emek ile imar ettiğimiz yurttur. Biz Baba İshak'ız, Bedreddin'iz, OsmanlI'ya direnen Türkmen dağlısıyız. Ege köylüsüyüz, Karadeniz uşağıyız, hatta çarşı esnafıyız. Kendi geçmişimizi esas olarak buralarda odaklanan bir tarihsel perspektif üzerinde biçimlendirmeliyiz.
Pek bilinen "Devlet baba" olgusunu biraz açmanın yeri tam da burasıdır. Bu olgu ikili bir karakter taşımaktadır. Tarih içinde giderek azalan biçimde ilkel sosyalizme özlem ve tarih içinde giderek artan biçimde mevcut devletin terörüne boyun eğme, her şeyi onun ihsan etmesine bağlama zavallılığı.
YOL 130 Yasal-Meşru açılım
ilkel sosyalizmin barbarlık dokusuyla güdümlenmiş olarak Orta Asya'dan Anadolu'ya çürümüş-tıkanmış medeniyetleri yıkarak ulaşan Türk boyları Anadolu'da Bizans medeniyetiyle karşılaştılar. Kısa sayılmayacak 300-400 yıllık bir yan yana yaşama sürecinde, içinden çürümüş de olsa daha ileri tarihsel konağı temsil eden Bizans, Türk boylarına medenileşmeyi dayattı: Sonuçta OsmanlIlar Bizans'ı fethetse de Bizans'ın "medeni" toplumsal biçimlenişi de Türk boylarını fethetti.
Türk boyları Anadolu'ya geldiklerinde zaten Bizans'ın talanından bunalmış Anadolu köylüsüyle karşılaştı. Şayet koca Bizans medeniyeti kolay denebilecek şekilde yıkıldıysa Anadolu'nun yerleşik yoksullarının Türk boylarına Bizans zulmüne karşı bir dayanak olma umuduyla sarılmasından olmuştur. Bizans'ın hem Selçuklular'a, hem de Osman- lılar'a benimsettiği "medenileşme” gerçekliği sonuçta elbette Anadolu halklarının umutlarını boşa çıkardı.
"Medenileşme" ile birlikte alta düşen Anadolu'nun emekçi halkları doğal bir kaynaşma yaşadılar. "Medeniyet" düşmanının sınıflı toplum- sömürü gerçekliğine karşı ilkel sosyalizmi eşitlikçiliği sık sık talep edildi. Talep pratikte isyanları biçiminde dile gelmiştir. Önce "ana", sonra "baba" kucağı biçiminde özlenen, komünal yaşam ve onun toplumla kaynaşmış hiçbir ayrıcalığı olmayan şefler yönetimidir. Bu özlem bin kez daha insancıl da olsa, insanlığın gerçek ilerleme sürecinde geri konağa yönelme çaresizliğidir ve yenilgiye mahkumdur.
Hep isyan edilmiş, hep yenilinmiştir. İşte devlet babanın ikinci yönü bu yenilgilerle inşa edilmiştir. Eşitlikçi ana veya baba imajı yerini ezen-zorla kabul ettiren, zaman zaman sus payı olarak da bazı haklar ihsan eden zorba baba imajına bırakmıştır. Bu baba, komünal toplumun yiğit şefi değil, sınıflı toplumun sopası olarak şekillenen bir babadır.
Komünal toplumu özleyen isyanlar çoğunlukla öfkeli ama sonuçsuz patlamalarla dile gelmiş, en örgütlü olduğu zamanlarda bile daha gelişmiş olan devlet örgütlülüğü karşısında yenilgiden kurtulamamıştır.
Meşru hareket bir yanıyla halkı kendi "zulme karşı isyan" geleneğiyle tanıştırıp bilinç doğrultması yaparken; öte yandan halkta hâlâ devam eden isyanın anarşistçe öfke patlamalarıyla daraltılması eğilimi ve bunun zıttı, isyan ettikçe yenilmenin bir uzantısı olarak şekillenen ve her şeyi uysalca kabullenen kadere razı olma ve "sahip" devlet "baba"nın ihsanlarıyla yetinme köleliğini açığa çıkartmalıdır. Meşru
Yasal-Meşru açılım Y0L131
hareket sadece tarihi aydınlatmakla yetinemez, o daha çok geleceğe yönelik davranışların organizasyonu temelinde şekilleneceği için; isyan etme davranışının tarihsel zaaflarını ve engelleyicilerini teşhir- tecrit etmeyi hedeflemelidir. Tarihimize sahip çıkmayı onu aşma perspektifi üstüne oturtmalıyız. Tarihimizdeki zulme karşı isyan etme geleneğini öne çıkartırken, aynı tarihin toplumsal dokumuzda yarattığı spesifik travmaları da hassasça belirleyip tedavi etmeliyiz. Meşru hareket bu travmaları çözücü dinamikleri harekete geçirebilmelidir. Ama meşru hareketin bu çözücü girişimleri süreklilik kazanmış sert bir çizgiyle desteklenmediği sürece ciddi sonuçlar yaratamayacaktır.
Şimdi insanlarımıza etki yapan diğer iki ana eğilime geçmeliyiz.Kapitalist sistem hem karakteri gereği yarattığı temelli eğilimlerle
ve hem de ülkemizin mecut politik konağındaki taktik manevralarıyla halkla etkileşim içindedir.
Sistemin genel işleyişinin bugün yarattığı sonuç, çoğunluğu şehirlerin varoşlarında toplanan ve önümüzdeki 10-20 yıl içinde toplanmaya devam edeceği bizzat devletçe açıklanan yoksul yığınlardır. İşsizlik ya da ekmek parası bulacak kadar bir iş, milyonların kaderi haline gelmiştir. intiharlar ve cinnet geçirmelerle beraber özellikle yaygınlaşan fuhuş ve uyuşturucu kullanımı; halkı biçimsizleştirmekte, kişilikten yoksun laçkalaşmış bir çöp yığını haline çevirmektedir. (...)
Meşru hareket yoksulların sisteme öfkesinin önünü sonuna dek açmalıdır. (...) Meşru hareketin devrimci bilinci yoksulların öfkesinin anarşistçe savrulmalara uğramasını engellemelidir, ama hayatın gerçek akışında hesapta olmayan davranışlara da hazırlıklı olmalıyız, onlardan ürkmemeliyiz.
Yoksulluğun öfkesini en yoğun biçimde taşıyanlar işsiz gençlerdir, işsiz gençlerin kendilerini fade edeceği Direnişçi Gençl.ik Hareketi (DGH) meşru hareketimizin müdahale gücü olarak örgütlenmelidir.
DGH esas olarak bir müdahale hareketidir; yoksulluğun kaynağına müdahale edilecek ve öfkeyi içe atmayıp dışa vurarak kişilik kazanılacaktır.
DGH aynı zamanda bir savunma hareketidir. Sözgelimi, sistemin kaçınılmaz kanunu olarak işletmelerin rantabl olabilmesi için zaman zaman işçi çıkartılacaksa bizim buna sırf kapitalist iktisat teorisi içinde itirazımız olmayabilir, ama pratik olarak kendi yaşam hakkımızı da savunma durumundayız. İşçi çıkaran fabrikalara-yöneticileri "zorlanmalı-
YOL 132 Yasal-Meşru açılım
dır" ki rantabl olmanın başka yollarını tercih etsinler.DGH devrimin merkezi örgütlenme alanları olan gecekondu semtle
ri başta olmak üzere bütün yoksul alanlarda örgütlenmesi zorunluluk haline gelen devrimci halk güçleri hareketinin başlangıcı ve nüvesidir. DGH örnekler vererek halkın diğer unsurlarını da bu harekete yönlendirebilmelidir.
Sistemin çelişkilerinin yoğunlaşması devleti, çelişkilerin düzene karşı dışa vurduğu ve vuracağı alanlarda mevzilenmeye, faşist terörle tepkileri sindirmeye yönlendirmiştir. Devlet sadece Kürdistan'da değil, büyük şehirlerin varoşlarında da bizzat kendi yaptığı kanunları rafa kaldıran yoğun bir terör mekanizmasını işletmektedir. İşkence günlük olay haline getirilmek isteniyor. Fuhuş ve uyuşturucu olaylarını polislerinde karıştığı görülüyor. Muhbirlik örümcek ağı gibi örülerek semtlerin içinde kurumlaştırılmaya çalışılıyor. İşte bu noktada bir meşru mü- dafa hareketi olarak devrimci halk güçleri zorunludur. DGH pratikte nasıl davranılacağını göstererek halkı bu harekete ikna göreviyle yüz- yüzedir.
Şimdi yakalanacak halka DGH örgütlenmesidir. Ancak DGH kendi özgün pratiğiyle birlikte zaman zaman devrimci halk güçleri gibi de davranmalı, süreç içinde onun örgütlenmesinin önünü açmalıdır.
Devrimci halk güçleri devletin yoksul semtlere yönelik çok yönlü saldırısına karşı halkın cevabı olarak kavranmalıdır. Devrimci halk güçleri uyuşturucu satıcılarına, pezevenklere, stokçulara- karaborsacılara, tefecilere, rüşvetçi devlet memurlarına ve bu arada küçük esnafı (özellikle kahvecileri) haraca kesen polislere, muhbirlere.. vd. düzenin ürettiği ve bilinçlice yoksulları çürütme aracı olarak kullandığı bütün olgulara karşı halkı savunma, halkın bu pisliklere karşı öfkesini dile getirme aracıdır. Sözkonusu düzen pisliklerine karşı devrimci halk güçleri bu mücadeleyi açıkça ve meşru yolları kullanarak yapılabilmelidir.
Yoksulluğu sistemin kaçınılmaz ürünü ve yoksulları toplumun tortu- su-kusmuğu olarak görüp, yoksul semtleri de çöp tenekesi haline çevirme bilinçlice organize ediliyor. Yere göğe sığdıramayıp insanlık tarihinin son ve nihai aşaması olarak gördükleri "serbest piyasa ekonomisi"nin "ufak" bir kusuru olan milyonlarca yoksulun sefaletine suçluluk kompleksiyle gözlerini kapayan düzen propagandistleri; "tor- tu-kusmuk-çöp tenekesi" planını açıkça yüzleri kızarmadan savunabi
YasaTMeşru açılım YOL 133
liyorlar. Nasıl enflasyon önlenemeyen değil de bilinçli olarak organize edilip spekülasyonla trilyonları kaldırmanın bir aracı olarak kullanılıyorsa; yoksulluk da, toplum dışı bir cehennem içinde kendi kendine yanması gereken düzenin normal bir mekanizması olarak görülüyor ve bunun en az zarar veren biçimde olması hedefleniyor: Bu, bir çöp tenekesinde toplanma ve kendi kendine yanmadır. Bir bilinç unsuru söz konusudur. Sosyalist sistemin yıkılması eskiden hiç olmazsa de- mogojlyle üstü örtülmeye çalışılan yoksulluk cehenneminin şimdi açıkça savunulabilmesi cesaretini yaratmıştır.
"Serbest piyasa ekonomisi"nin şampiyonu ABD’de bile bu "tortu- kusmuk-çöp tenekesi" kaderinin yoksullarda ne derin öfkeleri biriktirdiği en son San Fransisko olaylarında tokat gibi patladı. İşte devrimci halk güçleri yoksulların öfkeli tepkisinin organize edilmesi ve mümkün mertebe kontrole alınarak düzeni zorlayacak biçimde dile gelmesini sağlama girişimidir. Devrimci halk güçleri önce kendini pisliklere karşı savunacak ve bu savunma içinde organize olduktan sonra, düzenin üstüne bir sel halinde boşalacaktır. Meşru hareket usta taktiklerle bu devrimci sürecin önünü açmalıdır.
Sistemin akışının günümüzde doğurduğu özel bir durum da koz- mopolitleşmedir. Toplum kendi tarihselliğinden ve spesifik varoluş durumundan, kimliğinden koparılarak; sistemin çıkarları doğrultusunda saptanan-oluşan bir biçime sokulmaya çalışılıyor.
Gerçekte bu çaba sadece bize ait değil, dünya çapında uygulanan bir politikanın blzdeki uzantısı olarak kavranmalıdır. Bilimsel teknik devrimin yarattığı muazzam ulaşım-iletişim olanakları bunları tekeline almış uluslararası şirketler ve onların emperyalist devletleri tarafından çıkarları doğrultusunda kullanılarak; dünya toplumları emperyalist sistemin istediği özel bir biçime sokulmaya çalışılıyor. Bütün toplumlar kendi özgün kimliğini terk edecek ve emperyalist çıkarlar doğrultusunda biçimlenmiş kozmopolit bir kimliğe bürünecektir.
Bilimsel teknik devrim uzaklıkları sıfıra indirdikçe elbette toplumları birbirine yaklaştıracak, ortak bir insanlık kültürüne doğru uzun ve güzel bir yolculuk başlayacaktır. Ortak insanlık kültürü de onu oluşturan toplumların özgün kimliklerinin zıddı olarak değil, onları da içine alan ve özgün gelişme olanaklarını kesinlikle engellemeyen biçimde oluşacaktır. Sürecin sonunda hangi noktaya ulaşılacağı şimdiden bilmemese de en azından uzun bir müddet olarak insanlık kültürüyle onu oluş
YOL 134 Yasal-Meşru açılım
turan özgün kültürlerin bir arada bulunacağı biçim, gelişmenin doğal- insani biçimidir.
Emperyalist tutum ise kimliğini terketme, hizaya girme ve kimliksiz bir tüketici nesne haline gelme iç mantığına sahip: Herkes sadece özgün kimliğini deği linsanl kimliğini de reddederek tekellerin ürettiği malları tüketen bir canlı nesne haline dönüşmelidir. Toplum yok, ben varım; insanlık yok, ben varım; düşünmek yok, tüketmeliyim; dayanışma yok, ezip geçmeliyim., vd. hedeflenen kozmopolit kimliğinin bazı öğeleridir. Mantık bilindikten sonra diğer öğeleri kolayca saptayabilirsiniz ve mantık kendi iç işleyişini saat gibi südürerek her gün kendini yeni bir alana da genişletip, egemenlik alanını güçlendirmektedir. İnsanlık emperyalizmin kimliksizleştirme terörünün altında çok yönlü ve derin travmalara sokulmaktadır. Bilimsel teknik devrimin yarattığı muazzam olanaklar emperyalizmin elinde insanlığa-insan olmanın özüne bir saldırı aracı olarak kullanılmaktadır.
Emperyalist saldırının ülkemizdeki en öne çıkan militanı Özal'dır. Muhafazakarlık maskesi altında Türk toplumunda özgün ne varsa hepsine hınçla saldırılmakla; Türk insanındaki insani özellikler top atışına tutulmaktadır. Toplumun bütün demokratik-insancıl dokuları emperyalist kozmopolitleşme saldırısının önünde hedef halindedir. Bu güçlü sa'dırı her gün yeni mevziler kazanmaktadır.
Kimliği yok edilmiş bir toplum, iktidarsızlaştırılmıştır ve artık tepki üretecek dokuları ve refleksleri felç olmuştur. İç karartıcı bir bönlük toplumsal bilince hakim olmuştur. İnsanların birbirleriyle ilişki biçimi kırbaçlama-kurşunlama biçimine dönüşmüştür. Toplum bir ormandır ve orada gezinen canlı nesneler kendileri dışındaki her şeyi avlamak- parçalamak-yemek şartlanması altındadır. Birbirleri karşısında bu derece acımasız olan nesneler yönetici erk karşısında uysal bir kuzudur. İşte Özal'ın hedeflediği Türk toplumu budur. Kemalizm'in toprak reformu ve demokratikleşmeyle desteklenmeyen "Batılılaşma" komedisinin içinde altı şalvar üstü frak biçimlere zorlanan Türk toplumu, şimdi onun da ötesinde kimliğinin bütününü yok etmeyi hedefleyen bir saldırı karşısındadır.
Meşru hareket toplumun kimliğini içindeki demokratik-insani öğeleri geliştirerek koruma göreviyle yüklüdür. Toplumda kimliksizleşme alternatifini reddeden sağlam dokular tutulmalı, hem hassasça korunmalı, hem de hasar alan bölgelerin tedavisine yönelinmelidir. Türk toplumu-
Yasal-Meşru açılım YOL 135
nun kimliğini yok etme saldırısına karşı kimliği koruma cephesi açılmalıdır.
Türk toplumlunun kendine sahip çıkma içgüdüsel davranışları ırkçı- gerici güçlerce kontrole alınarak çürütülmeye çalışılıyor. Kimliğe sahip çıkarken bunların tutumuyla da savaş içinde kesin sınırlar çizilmelidir. Irkçı üstünlük, dünyadaki gelişmelere tepkiyle içe kapanma, gelişme- ye-modernleşmeye direnme., vd. gibi tutumlar şiddetle reddedilmelidir. Talep bir toplumun varoluş hakkıdır ve bu o toplumdaki demokratik- insani özgünlüklere sahip çıkılarak pratiğe geçirilecek; aynı zamanda toplum insanlığın ortak kültürüne ve olumlu anlamıyla medeni olmanın bütün özelliklerine yönlendirilecektir. Bizim kendine özgü bir tutumumuz vardır ve bu Doğuculuk-Batıcılık-Modernlik-Tutuculuk.. vb. bilinen ikilemlerin dışında bağımsız bir pozisyondadır. O ikilemlerin bizi baskı altına alarak onların içinde saf tutmaya zorlamasına karşı, biz kendi pozisyonumuzu onlara dayatarak yanlış tutumların iç yüzlerini ortaya çıkartıp, etki alanlarını daraltmalıyız.
Şimdi bir adım daha atalım. Emperyalist saldırının altında olan sadece toplumsal dokular değil, saldırı hücrelere dek yönelecek ve tek tek her insanı hedefleyecek biçimde zengin bir niteliğe sahiptir. "Yabancılaşma" olgusu neredeyse yüzelli yıldır dillerdedir ve bu olgu sistemin hakimiyetini sürdürdüğü oranda güçlenip zenginleşerek "insan”ı yoketmeyi başarabileceği noktaya dek egemenlik alanını genişletme eylemi içindedir. Sistem sürdükçe yabancılaşma yoğunlaşmaktadır.
İnsanın kendisini gerçekleştirmesinin kapısını açan ve bir kendini gerçekleştirme süreci olarak kavranması gereken bireyselleşmenin zıddına; insanı emperyalizmin çıkarları doğrultusunda oluşmuş ve medya kanalıyla yaşamın olmazsa olmaz değerleri olarak lanse edilen anonim değerlerin baskısı-egemenliği altında hiçleştirme anlamına gelen bireycilleşme süreci; bugün üsttedir. Kendisine yabancı, kendi dışında oluşmuş ve gerçek olmayan anonim değerlerin önünde sürüklenen insanlar, izole olmuş iğneli fıçılarında çırpınmakta. Kendini gerçekleştirmenin önü anonim değerlerle tıkanmıştır. Hayali bir Ro- benson anonim değerlerin baskısından özgürleşse bile karşısında kendisini gerçekleştirmesini anlamlı kılacak, pratikte yaşayan bir olgu tıaline çevirecek ikinci bir insan bulamayacaktır, insan bırakınız başkalarıyla iletişimi, kendisiyle bile gerçek bir ilişki kuramamaktadır; ilişki kanalları anonim değerlerle tıkalıdır; insan sadece topluma değil, ken-
YOL 136 Yasal-Meşru açılım
dine de yabancılaşmıştır. İnsan "ne" olduğu ve hangi insanlık konağında nereye doğru yöneldiğinin bilincinde olmayıp; sahte emperya- list-kozmopolit anonim değerlerin çürütücü çıkmazlarında kendi tercihi dışında ve işin daha kötüsü kendi tercihi olduğu bilinç yanılsamasıyla çaresizce sürüklenmektedir.
İnsanileşme sürecine karşı ve bu süreci geriye başladığı noktaya itebilmek için bir kritik darbe de insani yücelme duygusuna indiriliyor; insanın kendini bildiğinden beridir üstünde yoğunlaştığı insani erdemlerle kaynaşma ve bu süreçte yücelme, "serbest piyasanın" anonim değerleriyle tıkanıp, anlamsız bir ahmaklık haline çevriliyor.
Meşru hareket Türk insanına dayatılan hiçleşme olgusuna ve bunun aracı anonim değerlere karşı insanlığı savunma ve geliştirme perspektifini yakalamalıdır. Perspektifin üstünde yoğunlaşmalı ve "serbest piyasanın" anonim değerlerine karşı yoğun bir teşhir-tecrit kampanyası yürütülmelidir. Hayatın her alanında binlerce fırsat meşru hareketin önüne yığılacaktır, bıkmadan hepsine yönelinmelidir. Çeşitli biçimlerde kampanyalar yürütülmelidir, bunlara uygun ?çici örgütlenmeler kurulabilmelidir.
Meşru hareket bizzat kendisine, kendisinin bileşenlerine yönelik olarak da arındırıcıl faaliyette bulunmalıdır. Sistemin içinde yaşayan hangi noktada olursa olsun sistemin saldırısından bir biçimde etkilenecektir ve sisteme karşı savaşta kesin başarı onun etkilerinden gerçek bir arınma ile kazanılacaktır. Değiştirmeyi, yok etmeyi hedeflediğimiz sistemin üstümüzdeki etkilerini de yokedebilmeliyiz.
Meşru hareket hangi düzlemlerde ve hangi örgütlenme biçimleriyle kendine yol açabilir?
Öncelikle meşru hareketin iki ayrı düzlemi belirginleştirilmelidir.— Yasal Alan— Meşru AlanDirenişçi bir mücadele çizgisinde yer alan devrimcilerin yasal ve
meşru alanlara ilişkin dile getirdikleri kavrayışlar ve davranışlar şu şekilde özetlenebilir:
Yasal alan, mevcut yasaların içinde bulunarak, o yasaları aşındır ma ve süreç içinde delme eylemiyle yüklüdür. Bugünün Türkiye'si yasal alanı bu metodla kullanmayı belirliyor. Bir yönüyle düzenin yasala rı kendisine dayatılacak-ki düzen mevcut gelişmeler karşısında kendi yasalarını sık sık ihlal etmektedir, böylece düzenin ikiyüzlülüğü ve aç
Yasal-Mcşru açılım YOL 137
maz içinde olduğu sergilenecektir. Öte yandan o yasaların sınırlarına mevcut gelişmelere bağlı biçim ve güçle yüklenerek aşındırılacak, işlevsiz hale getirilecektir; böylece düzen kontrolü yeniden sağlayabilmek için yasal sınırları demokratik yönde genişletme zorunluluğunu hissedecektir.
Meşru alan, doğrudan yasalarla kendini bağlamayan, ama gizli değil, açıkta yapılan ve devletle karşı karşıya kalınan noktada yapılan faaliyetin savunulduğu, yapılmasında direndiği bir düzleme oturmalıdır. Alt sınırı halkın talepleridir ve yasalar karşısındaki durumu ne olursa olsun taleplere sahip çıkılmalıdır. Üst sınırı devletle halk güçlerinin ülke düzeyinde ve bütün alanlardaki çatışmasının düzende oluşturduğu çatlak ve gediklerdir ki, başlangıçta halk güçleri buralarda konumlanmakta isteksiz de davransa öncü davranışla o noktalara yönelinmelıdir. Meşru hareket kendi örgütsel bütünselliğini sağlayıp politik hattını netleştirdikçe çizilen üst sınırda kendi gücüne dayanarak aşabilecektir. Çatışmanın bugün odaklaştığı nokta Ordu-PKK savaşıdır. Ama süreç içinde meşru hareket de bu çatışmanın merkezine girebilecek güce ulaşabilir ve bu noktadan sonra üst sınırı onun gücü belirleyecektir.
Şimdi bazı biçimlere değinelim.YAYIN: Yasal-meşru hareketin bütün birimlerine ayrı ayrı ve bütü
nüne yönelik bir merkez yayın organı gereklidir.(...)Yayınlar kuru slogancılıkla, bilinen kalıpların tekrarıyla doldurulma-
malı; hitap ettiği kitlenin ruh halini kavrayan ve onu dönüştürmeyi amaçlayan bir karakterle dolu olmalıdır. Yaşanan siyasi gerçeklerin açıklanması temel alınmalıdır. Politik ortamın emrettikleri belirleyici olmalıdır.
PARTİ: Meşru hareketin faaliyetinin bir kısmını organize edebileceği bir partiye ihtiyacı vardır.
Meşru hareketin çıkış noktası Kürt halk hareketinden güç almaktadır. Ve bugün gerçek anlamda düzene karşı cephelenmiş halk hareketi de Kürt halkının sorhıldandır. Toplumsal muhalefetin hakim rengi Kürt halkı tarafından verilmektedir. Türk-Kürt kardeşliği de biz devrimciler açısından zaten taktik bir sorunun ötesinde kalıcı bir konumlanmadır.
Biz meşru hareketin partileşmesini Kürt halkıyla birlikte yapmalıyız
YOL 138 Yasal-Meşru açılım
Türk halkında kışkırtılan şovenizm ve oluşan önyargılar bizi engelle- memelidir.ikl halkın düzene muhalefetinin meşru düzeyde kaynaşabilmesi ülkenin geleceği açısından da özel öneme sahiptir. Emperyalizme karşı ortak bir bölgesel güç merkezi olabilmenin adımları bugünden atılabilmelidir.
(,..)Kaynaşma noktası olarak belirlenen parti zemini HEP giderek Kürt halkının meşru zemindeki temsilcisi haline dönüşmüştür. Bizim sübjektif irademizin yaratıcı özelliğinin uygulama sınırları gittikçe daralmaktadır. Önümüzdeki kısa dönem bizim yoğun bir çaba ve en önemlisi pratik sonuç yaratabilmemize bağlı olarak yeni imkanlar oluşturabilir. Ama bu kısa dönem de kaçırıldığı takdirde ortak partide direnmek anlamsızlaşabilecek, yeni arayışlara yönelmek zorunlu olabilecektir. Şimdi ortak partiye "ya olacak, ya da olacak" tarzıyla yüklenmeli ve mutlaka sonuç üretilmelidir.
Ortak parti konusundaki engeller içinde, halkın önyargıları öne çıkarılsa da bizce öne çıkarılması gereken ortak partiyi yaratabilmek için militan metodumuzu hangi derecede uygulayabildiğimiz, hatta uygulayıp uygulamadığımız sorunudur. Militan metotla meseleye yaklaştığımızda devrimci girişimcilikle şimdi gözükmeyen birçok imkan ortaya çıkarılacak, öndeki engeller karşısında şaşırılmadan yaratıcı çözüm yolları bulunacak ve HEP'in mevcut durumu halkların ortak çıkarları doğrultusunda dönüştürülerek yeni bir durum oluşturulacak-tır.
Parti devrimci-demokrat zeminde halk güçlerinin ittifakının bir biçimi olarak şekillenmelidir. Demokrasi mücadelesini gündemin baş köşesine oturtmalıdır. Söylemini iktidar ufkuyla bütünlemen, programıyla iktidara talip olmalıdır.
Meşru hareketin bütünü açısından baktığımız zaman, yasal partiyi meşru faaliyetin merkezine oturtma bu aşamada yanlış olacaktır. Henüz sürecin başındayız ve teknik sebeplerin zorlamasıyla biçimci bir kolaycılığa yönelmek olumlu sonuç yaratmaz. Sürecin ileri noktalarında, parti özellikle yasal düzlem açısından önemli bir merkez haline gelebilecekken, meşru düzlem açısından faydalanılan bir imkan olarak değerlendirilmesi daha uygundur.
SANAT FAALİYETLERİ: Biz sanatın kendine özgü yapısı ve gelişme dinamiklerinin dışında, meşru harekete sanatın yeri konusuna değinmek istiyoruz.
88 'den itibaren sanat faaliyetlerinin önü açılmıştır. Bu, başlangıçta
Yasal-Meşru açılım YOL 130
pratik imkan sunmaktan yoksun olsa da destekleme ve perspektif oluşturulmasına yardımcı olmak biçiminde oldu. Diğer çalışmalar oturdukça sanat faaliyetlerine pratik imkanlar sunma olanağı da yakalanmıştır.
Şimdi geldiğimiz noktada sanat faaliyetleri meşru hareketin kültürel cephesinin önemli bir öğesi olma göreviyle karşı karşıyadır. Ancak pratiğin bu görevi başaracak kapasitede olduğu pek söylenemez. Ürün üretmede hantallık ve günlük faaliyette beceriksizce dağınıklıklar faaliyelerin önünü tıkamaktadır. Şimdi yeni görevlerle karşı karşıya olan sanat faaliyetleri kendisini ciddi bir eleştiri süzgecinden geçirerek toparlanmalı; ülke düzeyinde ve çok yönlü açılımlara sekmeyen bir tempoyla yönelmelidir.
Meşru hareketin önemli bir görevi Türkiye kültür alanına müdahale edebilmektir. Burada sözkonusu olan günlük pratiğe yönelik bir faaliyetten ziyade kültür ortamına müdahaleyle başlayan ve giderek "yeni kültür-yeni insan" noktasına yükselecek bir süreçtir. Hiçbir günlük baskının tesiri altında kalmadan kültürün kendine özgü araçlarını kendine özgü dil-biçimde kullanarak sürece girilmelidir. Bu devrimci süreç "şim- di-hemen" başlatılmalıdır.
İNSAN HAKLARI MÜCADELESİ: Devletin devrimci demokratlara yönelik terörüne karşı, bir teşhir aracı olarak insan hakları mücadelesine destek olunmalıdır. Ancak bu alanda devleti terör yapmamaya ikna etmeye çalışan alık burjuva, küçük burjuva aydınlarıyla da bir mücadele yürütülmeli; insan hakları mücadelesinin odak noktası, terörün devletin egemen sınıfın diktatörlük aracı olarak varoluşunda içkin olduğu bilinci güçlendirilerek, halkta devlet terörüne karşı meşru direnme pratiğinin geliştirilmesi olmalıdır.
İnsan hakları mücadelesinin sınırları sistemin toplumu kozmopolitleştirme ve insanları hiçleştirme yönündeki baskısına karşı mücadele perspektifiyle genişletilmelidir.
SENDİKAL MÜCADELE: Kıvılcımlı'nın tespiti ne yazık ki hâlâ geçerli: Türkiye'de bir sendikal hareketten ziyade sendikalar faciasından bahsetmeliyiz. Sendikalar bugün devrimci işçi hareketinin önündeki'en ciddi engellerden biridir. Bu tespitin içinde solcu sendikalar da bulunuyor.
Mevcut haliyle sendikal hareketler düzenin işçi hareketi içinde açtığı bir koridordur. Her türlü düzen pisliği buradan işçi hareketinin içine
YOL 140 Yasal-Meşnı açılım
akıtılmaktadır. Bu pisliklerle bilinci sakatlanan İşçi sınıfı, ufkunu mevcut sendikal düzenin dışına çıkartmakta zorlanmaktadır. 89 eylem sürecini sendikalara rağmen yaparak çıkış denemesi yapmıştır. Ancak bu da önceki bilincin etkisi altında bir biçimde inmelenmiş, devrimci bir sonuç yaratamadan iktisadi kazanımlarla düzen tarafından absorbe edilebilmiştir.
89 hareketi inmeli de olsa demokratik özü nedeniyle düzeni ürkütmüştür. DİSK'in açılmasına bir de bu yönden bakmak gerekiyor. DİSK'in kendi sübjektif yönelimi veya isteğinin dışında düzenin ona yüklediği objektif misyon TÜRK-İŞ"in yetmezliği sonucunda oluşan boşluğu doldurmaktır. Sol-ilerici bir görünüm altında eski sendikal düzen sürdürülecektir. DİSK'in açılması 89 işçi hareketinin zorlamasıyla kazanılan demokratik bir mevzidir, ama düzen bunu kendi sendikalar politikasını restorasyon aracına çevirme amaçlıdır ve şimdiye kadarki gelişmelerde de düzenin politikası üsttedir. Kazanılan demokratik mevzide iktidar elde edilemedi; işçi sınıfının ve devrimci hareketin ye- teneği-gücü mevziyi kontrole alabilmiş değil. HEP benzeri bir gelişim henüz yaratılamadı. Ama o gelişimin kilidinin de esas olarak HEP içi mücadelede değil, başka yerlerde çözüldüğü unutulmamalıdır.
İşçi hareketinin üstüne geçirilmiş sendikalar zinciri nasıl parçalanacaktır? Sendikal hareket düzenin payandası olmaktan nasıl çıkarılabilir? Devrimci hareket hangi tayin edici nokta veya noktalardan müdahale ederse mevcut sendikal harekette deprem yaratabilir?
Başlıca iki noktadan müdahale yapılmalı ve mücadele mevcut sendikalar içinde mevzi kapıp onu genişletme temelinde değil, onu da içine alan, ama esas olarak meşru direnişçi işçi hareketiyle mevcut sendikal sistemi çatıştırma temelinde yürütülmelidir.
Birinci müdahale noktası mevcut sendikal sistemin kaçınılmaz ürünü olan sendikacı tiplemesinin gangster-ajan niteliğine olmalıdır.
İkinci müdahale noktası da sendikalar faciasına tepkiyi nötralize etme misyonunu oynayan "ilerici" sendikal hareketin Kadrocu-Yöncü ve yeni Sivil Toplumcu bilinç çarpıklığına olmalıdır.
Sağcısından solcusuna 3-5 istisna haricinde bütün sendikacılar neredeyse bir patron yaşantısı içindedirler. Sınıfın zenginliği sendika kasalarında yağma edilerek kişisel saltanatlara altlık yapılmaktadır. Kesin bir hesap sorma süreci başlatılmalıdır. Yoğun ajitasyon ve bunu destekleyen fiili müdahalelerle gangster kimliği hırpalanmalı, geri çe-
Yasal-Meşnı açılım YOL 141
kilmeye zorlanmalıdır. Müdahalelerin seviyesi gangsterlerin direnme kapasitesi yoğunlaştıkça yükselmelidir. İlk müdahaleler kararsız ve ürkek olanları hemen ikna edebilir. Ama bu büyür vurguna tüm gücüyle sarılanlar olacaktır. Sınıfın nefreti de onların üstüne tüm gücüyle ve her yol kullanılarak akıtılmalıdır.
Sendikacı tiplemesini değerlendirirken sadece vurguncularla sınırlı olunmamalıdır. Sadık Şide kişiliğinde somutlaşan değişik bir nüansın esas özelliği, devlet ajanı olmalarıdır. Talan konusunda isteksizdirler, ama devletlerine ölümüne bağlıdırlar. Fonksiyonları sendikaları devlet dairesi biçimine sokarak, bırakınız devrimciliği, sıradan demokratlığı bile devlet mantığıyla gözlerini kırpmadan ezmektir. Parolaları: "Her şey devlet için!"dir. Sınıf hareketi içindeki devletten kopuşamama zaafının kaba mimarlarıdır. Eğer o bilinç zaafı tecrit edilmek isteniyorsa, ajan sendikacılar da tecrit edilebilmelidir. Bunların direnme gücünün sırf vurguncu tiplere nazaran daha fazla olacağı önceden bilinmelidir.
Gangster-ajan kimliği TÜRK-İŞ'le sınırlı olmayıp, DİSK dahil bütün sendikalara tamamen hakim tiplemedir. Üstlerine yürünürken kısa süreli bir mücadeleyle geri çekilecekleri türünden boş hayallere kapılıp, parlak çıkışlara umut bağlanmamalıdır. Uzun süreli ve gittikçe yoğunlaşacak zorlu bir sürece girildiği önceden hesaplanmalı, her adım titizce atılarak giderek seviyesi ve zenginliği artacak bir müdahale tarzı oluşturulmalıdır.
Şimdi sistemin sendikal hareket içinde oluşturduğu daha incelmiş ve daha tehlikeli nüansa değinmeliyiz: İlerici Sendikacılık.
60'lı yıllarda sosyal uyanışa en yoğun katılım, iki kesimden oldu: Gençlik-İşçi Sınıfı. İşçi sınıfı TÜRK-İŞ bataklığından kurtularak DİSK olgusunu yarattı. Nasıl ki sendikasızlığa nazaran 50'lerdeki TÜRK İŞ olgusu bir ileri adımsa, TÜRK-İŞ'e nazaran DİSK de ileri bir adımdır. Sınıf genel ve çarpıtılmış biçimiyle de olsa devrimcilikle ve sosyalizmle tanıştı. Ama bizi şimdi bu ileri doğru atılan adımın içindeki önemli bir zaaf ilgilendiriyor ki sonradan ve şimdi de bu zaaf belirleyici bir nitelik kazanmıştır.
Gençlik hareketi 60'ların sonlarına doğru Marksizm-Leninizm'e yönelirken ve gençlik hareketinin de içinde olan Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı komünist geçmişin temsilcisi olarak işçi hareketiyle kaynaşmanın esas adaylarıyken; DİSK'in başını çekenler bilinçli bir tutumla kısmen burjuva sosyalizminin ideologlarına kısmen de 30'lardaki Kad-
YOL 142 Yasal-Meşru açılım
rocu akımın 60'lardaki temsilcisi YÖN'cü aydınlarla kaynaştılar. Bilinç YÖN bilincidir. İlericilik Kemalist devlet ilericiliğidir. DİSK başta yediği bu damgayı devletten onca darbe yemesine rağmen sımsıkı koruyarak inatla sürdürmektedir. Yeni DİSK'in bilinci iki yönden çarpılmaktadır: Cumhuriyet Gazetesi çevresinde toplanmış Kemalist devletçi aydınlar ve Murat Belge'nin şahsında simgeleşen Sivil Toplumcu aydınlar. Sistemin geçmişini ve muhtemel (!) geleceğini temsil eden iki yönlü mengene TÜRK-İŞ bataklığından kurtulan sınıfın bilincine uygulanıyor. Bugün üstte olan Kemalist devlet ilericiliğidir, ama o yıprandıkça Avrupa ilericiliği ısındırılmaktadır.
YÖN'cü-Kemalist bilincin sendikal zeminde oluşturduğu tutum: "Patronlar ve hükümetler kötü, devlet iyidir!" biçiminde şekilleniyor. 12 Eylül'ün sonrasında direnmeyi aklının köşesinden dahi geçirmeyip kendiliğinden teslim olma, rezalet olmanın ötesinde DİSK bilincinin normal bir refleksidir. Ne yapacaklardı yani; devlete karşı mı geleceklerdi? Selimiye önündeki uzun kuyrukları gösteren yüz kızartıcı fotoğraflar DİSK sendikacılığının sınıfa bağlılığının devletin izin verdiği bir icazet alanıyla sınırlı olduğunun resmidir. Şimdi aynı bilinç yeniden önümüzdedir. Bir yandan devrimcilerle sosyalizm ”sohbet"leri içki masalarında yapılırken, öte yandan pratikte devlete etek açılmaktadır.
Kürt ulusal hareketinin Türkiye sahnesine objektif olarak yüklediği gerilimlerden biri de burada şekillenmektedir. Kemalist devletle hayat savaşı içindeki Kürt halkı, Türk işçi sınıfına da bu savaşta tavır almayı dayatmaktadır. Aynı biçimde devlette DİSK’in geleneksel bilincinin açtığı koridor içinden sınıfa şovenizmi ve halklar arası boğazlaşmayı dayatmaktadır. Devrimci hareketin en önemli görevlerinden biri zaten DİSK ilericiliğiyle mücadeledir, ama şimdi bu günün acil görevi olma noktasına sıçramıştır. Her gün yükselen ulusal demokratik mücadele bunu hergün devrimci harekete dayatmaktadır. Kurnazca üstünden atlayıp günlük kazançlarla avunma zavallılığının önü tıkalıdır: Ya şoven olup devletin kucağına oturacaksın, ya da demokrat olup Kürt halkıyla dayanışacaksın.
Devrimci sendikal hareket Kemalizm ile belirlenmiş Yon- Cumhuriyet ilericiliğinden kesin ve pratik bir kopuşmayla karşı karşıyadır. Bu kopuşmanın sendikal harekette bir bölünmeyle veya değişik biçimlerde mi olacağı pratik içinde şekillenecektir; ama bilinç kopuş- masını pragmatik çıkarlarla gölgelenmeden açıkça ortaya koymak ve
Yasal-Mcşru açılım YOL 143
bunu DİSK yönetimiyle bir hesaplaşma biçiminde yapmak zorunludur.Kopuşma ciddi olarak hedeflendikten sonra bunun üslubu ve pratik
akışı başka bir sorundur, ikisi birbirine karıştırılmamalıdır. Önce bilinç kopuşmasının günün acil pratik görevli olduğunda netleşilmelidir. Tutum netleştikten sonra hangi üslupla ve ne biçimde dövüştürüleceği hassasça saptanmalıdır.
Kopuşmanın zorlayıcı unsuru Kürt hareketi olmakla birlikte DİSK yönetimiyle hesaplaşmanın Kürt halkına karşı tutumla darlaştırılması kesinlikle yanlış olacaktır. Hesaplaşma, içinde Kürt halkına karşı tutumun da olduğu, ama sendikal alanın bütününe yayılan bir alanda yürütülmelidir. Her nokta Kemalist ve tersinden Sivil Toplumcu mengeneyle savaş alanına çevrilmelidir. Ve işin başında sınıfın yığınlar halinde bizi desteklemesi de beklenmemeli, önce sınıfın bizi dinliye- bileciği bir üslupta tutunmak ve giderek bunu derinleştirmek esas alınmalıdır. Kürt meselesi ele alınırken de DİSK'in bir parti olmadığı bilinciyle davranılmak, onun bir sendikal hareket olarak halkların kardeşliği ve daha da önemlisi sınıfın uluslararası dayanışması ertelenmez görevi zemininde olaya yaklaşması zorlanmalıdır.
Sendikal alanın bütününe yayılmış genişlikte ve devrimci bir sendikal zeminin bağımsız yapısını inşa etmeyi hedefleyen güçte hesaplaşmanın sırf sendikalar içi kongre çalışmalarıyla darlaştırılması ve sendikalar kanununun mevcut sendikal sistemi sürdürmeyi amaçlayan düzenlemeleriyle bağlı kalınarak sonuç alınamayacağı kesindir. O tutum, bile bile çıkışı olmayan labirentte sonuçsuz koşuşturmaya yönelmek anlamına gelir. Elbette sendika içi mücadele yapılacaktır, sendikalar kanununun zorlanması ciddi bir görevdir. Ama sırf ve sadece bununla sınırlı bir sendikal çıkış, sendikal alana mevcut politik ortamın dayattığı devrimci görevi başaramaz.
Görev ağırdır; DİSK 7. Kongresi'nde başlatılan çıkış devam ettirilecek, mevcut politik gelişmelerin ona dayattıklarıyla zenginleştirilerek ciddi dönüşümler başarılı pratik sonuçlara ulaşacaktır. Sendikal zemindeki devrimci hat herkesin görebileceği bağımsız kişiliğe kavuşturulacak, kişilik mevcut sistemle savaş içinde kazanılacaktır. "Bağım- sız"lıktan kastımız, ayrı bir konfederasyon değildir. Hesaplaşmanın ne biçimde sonuçlanacağı şimdiden bilinemez, ama şu sonuca hangi biçim içinde olunursa olunsun, kesinlikle ulaşılmalıdır: Devrimci Direnişçi İşçi Hareketinin sırtını dayayabileceği, gelişim kanalı açabilece
YOL 144 Yasal-Meşru açılım
ği, bağımsız kişilikli devrimci bir sendikal ortam. Bu ortam şekillendikten sonra, onun diğer konfederasyonların içinde mi olacağı, ayrı bir bütünlüğe mi sıçrayacağı o günün sorunu olacaktır.
Sendikal çıkışımızın esas gücü meşru direnişçi işçi hareketinde toplanmalı, taktikler esas olarak bu zeminden yürütülmelidir. Sendikal faaliyetimizin her adımında direnişçi işçi hareketinin gelişmesi ve mevcut sendikalar faciasına vurarak-onu dağıtarak ve dağıtabileceği oranda genişlemesi hedeflenmelidir. Direnişçi işçi hareketinin diğer görevlerinin yanı sıra böyle bir görevinin de olması, hem sendikal alandaki genişlemememizi ciddi bir güce dayandırır, kalıcılığını güçlendirirken hem de daha önemlisi, mevcut sendikal sistemle olan hesaplaşmamızı en güçlü ve sonuç alıcı tarzda yapmamızı sağlayacaktır.
Meşru işçi hareketi bizim hareket yeteneğimizi genişletecek, görüş ufkumuzu doğrudan devrimci sendikal ortama dek uzatabilecek, bilincimizi sendika içi ayak oyunlarının yıpratıcılığından özgürleştirecektir.
Burada hemen belirtmeliyiz ki, bizim bu saptamalarımızın şayet yürütülmekte olan sendikal faaliyetleri terketme veya onları küçümseme biçiminde algılanırsa ve o biçimiyle de kahırlı, sinir yıpratıcı sendika faaliyetlerini protestocu bir zayıflıkla adeta küserek terketme tutumunu kafalarda şekillendirirse, yazılanlardan hiçbir şey anlaşılmamış demektir. Zamanındaki D.S.M. türünden ilkel ültimatomculuklar, küçük burjuva kurnazlığıyla ilke ilanıyla yetinip tertemiz köşemizde devrimci nutuklarla kendimizi tatmin etmemiz, en çok sistemi ve onun sendikal alandaki yürütücülerini sevindirecektir.
(...) Bugünkü seviyede, güçte ve genişlikte ciddi hesaplaşmanın sırf ve sadece sendikal faaliyetin sınırları içinde kalınarak sağlanabilmesi imkansızdır; onun politik yoğunluğu ve aciliyeti ciddi bir meşru harekete bağlanmasını zorunlu kılmaktadır, mevcut sendikal sistem arkasına düzeni almıştır, işte sendikal alandaki devrimci faaliyet de arkasına bir meşru işçi hareketini almalıdır. Ciddi bir savaşa girilecekse, sonuç almakta kesin bir karar söz konusuysa hesaplar ona göre yapılmalı, savaşın bütün gelişmelerine cevap üretebilecek esneme yeteneği yüksek meşru yapılanma sendikal mücadelenin ortasına oturtulmalı, onunla içiçe geçmelidir.Tasfiye etmeyi hedeflediğimiz sendikal sistemin mekanizmaları içinde kendimizi bütünüyle sınırlayarak sonuç alamayız.
Yaratacağımız devrimci sendikal ortamın ilk adımlarını bizzat tasfi-
Yasal-Meşru açılım YOL 145
ye edeceğimiz sistemle savaş içinde inşa etmeye hemen başlamalıyız ve meşru işçi hareketi bir yönüyle de böyle bir fonksiyona sahiptir. O, hem devrimci sendikal faaliyete geniş-bağımsız manevra olanaklarıtanırken, hem de geleceğin sendikal ortamının filizidir.
* ★ *
Meşru hareketin çeşitli kollarına genel hatlarıyla değindiğimiz yazının son bölümünde direnişçi işçi hareketine, devrimci direnişçi gençlik hareketine, demokratik kadın hareketine ve liseli devrimci direnişçi gençlik hareketine değinmedik. Elbette onlara önem vermediğimizden değil, bu konularda yeterince yazıldığını düşünüyoruz. O noktalarda ancak pratiğiin gelişimine bağlı olarak yeni zenginlikler kazanılabilir ki bu açıdan kısaca birkaç nüansı belirtmeliyiz.
DDGH esas olarak Dev-Genç ve daha genelinde ilerici Türk aydın geleneğinden güç alıyor ve kendisini yaşadığımız dönemde bu geleneğin temsilcisi olarak ilan ediyordu. Ve eğer gençlik hareketi içinde ciddi bir önderliği zorlayabildiyse, bunda tarihselliğini doğru geçmişe oturtması ve doğallıkla o geçmiş bir yönden belirlenen mücadeleci pratiğinin payı büyüktür. Dev-Genç geleneği layıkıyla ve günümüz politik gelişmeleriyle zenginleştirilerek sürdürülmüştür. Ancak, şimdi yeni bir zenginleşme atağına ihtiyaç kendini şekillendirmektedir. O noktada bir analiz ve cüretli bir atılım yaşanmalıdır. Hangi noktada: 1980 sonrası oluşan yeni gençlik kendine özgü bir kimlik yaratmış ve bu gelip geçici bir olgu olmaktan çıkarak kalıcılık kazanmıştır. Buna sırf tepkiyle yaklaşmak bizi geçmişle avunarak geçmişi özleyen nostaljik hülyalarla yetinme darlığına düşürmez mi? Kişiler kendi başlarına zaman zaman nostaljik hoş anlar geçirebilir, ama bir siyasi hareket yapacağı analizlerle, ortaya çıkan yaratıcı yeniliklere sürekli açılmalıdır. Biz 80 sonrası kuşağın, olumsuz yönlerini iyi biliyoruz. Ama bu kuşak sırf olumsuzluk abidesi midir? Hayır, bu kuşakta sistemin insanı öğüten, tııçleştiren mekanizmalarına karşı yeni filizlenen ve yeni biçimlerde özgün tepkiler vardır. İşte, DDGH şimdi özellikle bu yeni tepkinin özgünlüğünü yakalayabilmen, ama önce onu iyi anlamalıdır. Önyargısız, fetişsiz kavrayıcı yaklaşımla meseleye yaklaşılmalıdır. Bu tutum, Dev-Genç geleneğine kesinlikle ters düşmez ve zaten Dev-Genç'in kendisi de 60'lı yıllarda Türk aydın geleneğinde ciddi dönüşümü yakalamış ve hayata geçirmiştir. Halkı korumak ve geleceğe- ınodernleşmeye yönelmek için "devleti koruma" refleksi felç edilmiş ve
YOL 146 Yasal-Meşru açılım
yerine devlete karşı mevzilenme refleksinin tohumları atılmıştır. Belki ilk anlarda geçmişten etkilenmeler vardır. (Mahir Çayan'ın Kemalizm değerlendirmesi, Deniz Gezmiş'in savunması..) Ama, kavşak cesaretlice dönülmüştür. Yani sahip çıktığımız Dev-Genç geleneğinde zaten döneme uygun ciddi dönüşümler yaşama-davranışı da vardır. Şimdi yeni bir dönüşümle mi karşı karşıyayız? Bunun 60‘lı yıllardaki gibi derin boyutlu mu olacağı, yoksa bazı taktik manevralarla mı yetinileceği biraz da işin içinde, pratikte belli olacak. Şimdi fazla tartışma yapmadan bir Dev-Gençli atılımcılığıyla cesaretle yeniliğe yürünmelidir. Pratik öğreticidir.
Türkiye kapitalizminin yeni gelişmelerinin Türk aydın gençliğinde yarattığı yeni duyarlılıklar yeni tepki gösterme biçimleri yakalanmalı- dır.
Yeni tutum, polis terörüne karşı mücadeleyi dışlamaz, tersine iyice öne çıkarır. DDGH, polis terörüne karşı her şeyi göze alarak yapacağı öncü müdahalelerle sadece mücadele geleneğini yaşatmıyor, aynı zamanda aydın gençlik içindeki yeni tepkilerin ortaya çıkmasını engelleyen baskıları geriye iterek filizin şekillenmesine öncülük ediyor. Şimdi bu öncülüğü layıkıyla yapan, yarın o yeni tepkilerin de öncüsü, sözcüsü olacaktır.
İşte DDGH, eski kazanımlarını koruyup geliştirirken bir yandan da kendine yeni gelişme kanallarını nerede-nasıl açacağında yoğunlaş- malıdır.
Demokratik kadın hareketi de yeni bir yol ayrımının eşiğindedir. Devrimci kadın öncülür cinsiyetçi baskıya karşı özgün bir yola çıkış noktası olan bu hareketin belirleyici olan bu özünden ziyade, biçimde takılıp kalma durumundalar. Dernek biçimi, dünyada pek fazla örneği görülmediği halde, sanki tek biçimmiş gibi kısırlaştırıcı bir darlama olarak dayatılıyor. Kadın kurtuluş bilinci, hareketimizin ciddi bir kazancıdır ve kesinlikle derinleştirilmeli, pratik olarak yaygınlaştırılmalıdır. Ama bu yeni biçimleri, devrimci kadın öncülere yaratılabilmelidir. Kadın hareketinde ikinci bir açılım da cinsiyetçi baskının alt belirleyiciliğinde olsa da görünürde başka biçimlerde yaşanan işçi-emekçi kadınların özgün sorunlarına yönelik olarak yapılmalıdır.
Sözün hükmü buraya kadar. Söz cansızdır, çaresizdir, kendi başı-
Yasal-Meşru açılım YOL 147
na kaldığında söylenmiş olmanın ötesinde kıymeti harbiyesi yoktur. Şimdi sıra eylemde. Her şey mücadele edenler tarafından eylem içinde belirlenecektir.
YOL 148 DEV-YOL üzerine
DEVRİMCİ YOL ÜZERİNE KISA BİR NOT
NevruzÇAGLARTürkiye sol hareketinin gündemine herhangi bir geleneğin iç tartış
malarının veya bölünmesinin girmediği gün yok gibi. Avrupa'nın mülteci ortamında başlayan bu süreç TİP-TKP birleşmesinden geçip Kuruçeşme tartışmalarına, Toplumsal Kurtuluş'tan Devrim dergisine, Ekim çevresinin oluşmuna... varan değişik aşamalardan geçti. En son gelinen nokta ise Dev-Yol tartışmalarıdır. . Dev-Yol tartışmaları bir yanıyla bu genel eğilim bağlamında, diğer yanıyla kendi özgülünde değerlendirilmelidir. Devrimci hareketi etkisine alan hesaplaşma ve bölünmelerin genel ve özgül yanlarını ortaya koymadan sağlıklı sonuçlara ulaşılamayacağı açıktır. DY'nin iç hesaplaşması da bu çerçevede anlam kazanacaktır.
Lapalis'in Sorusu: Sol Neden Bölünüyor?Devrimci hareketteki ayrılıkların sınıf, zümre, tabakaların siyasi yö
nelişlerindeki farklılaşmaların ifadesi oldukları bilinen bir gerçek. Konumuz açısından önemli olan Eylül sonrasında ayrılıkların edindiği yeni içerik ve biçimler. Böylesi bir yaklaşım belirtilen zaman kesitinde olagelen konjonktürel değişimleri neden olduğu sonuçlarla birlikte ele almayı gerektiriyor. Bu noktada iki şeye değinmek gerekiyor. Birincisi kapitalizmin yaşadığı bunalım, İkincisi sosyalist sistemin çöküşü.
Kapitalizm, 2. savaş sonrası yaşadığı genişlemeyi ve Keynesyen
DEV-YOL ÜZERİNE YOL 149
ekonomi politikaları 70'lerin bunalımıyla noktaladı. Kriz Friedmancı politikaları gündeme getirdi. Kriz öncesinde enflasyonist bir yönelişle istemleri kamçılanan kitlelerin elde ettiği kazanımlar ve kazanımları güvenceleyen sosyal ve siyasal yapılar yeni sağ dalganın saldırısına uğradı. Genellikle de bu saldırılar başarıya ulaştı. Emperyalist metropollerde sosyal haklar tırpanlandı. Bağımlı üçüncü dünya ülkelerinde ise iktidara gelen faşist askeri yönetimler sosyal hakların ötesinde siyasal hakları bütünüyle gaspettiler. Sonuçta krizin faturası emekçi yığınlara çıkarıldı. Bizim vurgulamak istediğimiz nokta şudur: Kapitalizmin genişleme döneminde gelişme eğiliminde olan sol hareketler, kriz döneminde aynı başarıyı gösterememişlerdir. Başarısızlığın ilk nedeni sermayenin sistemli açık saldırısı ikinci ve daha önemli nedeni genel bir genişleme içinde gelişip oturganlaşan hareketin yeni dönemin gerektirdiği taktik, stratejik hatta teorik dönüşümü gerçekleştirecek enerji ve esnekliği gösteremeyişidir. 1890'lar sonrasında büyüyüp ko- cayan Alman sosyal demokrasisinin 1. Savaş sırasında ortaya çıkan kofluğu örnek olarak anılmaya değer.
Solun bunalımını derinleştirip müzminleştiren ise kör gözüm parmağına sosyalist sistemin çöküşüdür. "Barış içinde bir arada yaşama" rehavetinden kelimenin tam anlamıyla Hobbes'un doğa durumuna gerileyen sosyalist sistem yenilmiş solu daha kapsamlı sorunlarla yüzyü- /e bırakmıştır. "Sosyalizme nasıl varırız" sorusu ağırlığını kaybetmiş, "Nasıl bir sosyalizm" sorusu öne çıkmıştır. Hatta sosyalizmin tarihsel çöküşü kapitalizme karşı muhalefetin geri karakterini belirlemiş; sosyalizmin yığınlar açısından bir seçenek olmaktan çıktığı yanılgısını yaratmıştır.
Elbette ayağımızın altındaki yer sarsılması devrimci harekette şiddetli çatlamalara, yön değişikliklerine neden olacaktı. Bu depremlerin daha çok geçmişin en kitlesel hareketleri sayılabilecek olanlarını kavraması rastlantı olmasa gerek. Bu noktada anılmaya değer karakteristik iki hareket TKP ve Dev-Yol'dur. TKP akan zaman içinde sosyal- demokrasinin bir nüansına dönüşmüş, Dev-Yol küçük burjuva radikalizmi ile sivil toplumcu liberalizm arasında salınmaya durmuştur. Bu akıbet belli zeminde büyüyüp, esnekliğini yitirmekle yakından ilgilidir, '►ırl bu çıkarımla yetinildiğinde sorun basit bir manevra yeteneğine indirgenmiş olur. Siyasi çizgilerin temel davranışlarının anahtarı sınıflar uvaşının önemli uğraklarında sergiledikleri taktik teorik yönelişlerdir.
YOL 150 DEV-YOL ÜZERİNE
Farklı dönemlerde ortaya çıkan,belirginleşen veya silinmeye yüz tutan ayrılıkları anlamanın yolu da budur.
Yukarıdaki yaklaşım ışığında 12 Eylül sonrasında iki uğrak ayır- detmek mümkündür. Birinci dönem faşizmin ve yenilginin en koyu yaşandığı yıllardır. Kabaca 1985-86‘lara dek sürer. Yurt dışında oluşturulan Direniş Cephesi pratikte gerçeklik kazanamamış, sendikalar yasasının çıkması ile örgütlenmeye başlayan bağımsız sendikalar kısa sürede devrimci güçlerden tecrit edilmişlerdir. Bu dönem daha çok cezaevi direnişleri ile karakterize olmuştur. Cezaevlerindeki tavırları devrimci hareketlerin daha sonraki konumlarını önemli ölçüde belirlemiştir. İkinci dönem Kürt hareketinin giderek ivmelendiği Netaş, Kazlı- çeşme grevleriyle muhalefetin belli bir canlılık kazandığı yıllarla başlar. ilk yıllar az çok 74 sonrasını andırır. Birçok siyasi gelenek yayın organı çıkarmaya, muhalefetle şu veya bu düzeyde bağ kurmaya başlar. Öğrenci gençlik hareketi 87'de tepe noktasına vurur. Bu andan itibaren dönem 70'li yıllarla farkını ortaya koymaya başlar. Öğrenci hareketi bir daha aynı canlılığa ulaşamaz, işçi muhalefeti sendikal zeminde ekonomik taleplerle sınırlı karakter kazanır. Eylül faşizminin çizdiği sınırların kolay kolay yerle yeksan edilemeyeceği anlaşılır. Devrim Cephesinde yükselişin bedelinin çok ağır olacağı ortaya çıkar. Solda yeni ayrılıkların ortaya çıktığı görülür. Bu sürecin sosyalizmin çöküşü ile örtüşmesi ayrılıkları derinleştirmekten öte burjuva ve küçük burjuva sollara kendi coğrafyalarında ortaya çıkan sorunların çözümünü bayağı reformlzme ve/veya teorik analizlere indirgeme kapısını açar. Devrimci Yol tartışmaları herşeyden önce bu olgunun belirleyiciliği altında şekillenmiştir. Bugününe ışık tuttuğu oranda tarihine yer vererek Dev-Yol'un iç hesaplaşmasını vurgulanan zeminde değerlendirmeye çalışacağız.
DEVRİMCİ YOL’DAN DY ÇEVRESİNETartışma tutanakları Devrimci Yolcuların ortak siyasi yönelişleri
paylaşan insanlar olarak değil ortak bir geçmişi paylaşanlar olarak bir araya gelmeyi tercih etliklerini gösteriyor. Tartışmalar boyunca DY'liler kendilerinden bir çevre olarak bahsediyorlar. Böylece, burjuva toplumun kendi varlığına karşı koymuş geçmişin devrimci hareketlerini, belleğinde nostaljik bir öğe olarak tutma istemine cevap veriliyor. Daha önceki siyasi davranışlarının mantık sonucu olarak eski varlık tarzını reddeden ve bunu tartışmalarıyla resmileştiren DY kimliğini yeni
DEV-YOL ÜZERİNE YOL 151
den tanımlamaya yöneliyor. Çevre'nin yeni kimliğine ilişkin ipuçları tartışmalar ve tartışmalara sunulan metinlerde filizleniyor. Tartışmalar çerçevesinde öne çıkan sorunları bir bir ele alalım.
ATM'lerden Tartışma Kollektiflerine1986'larda DY çevresi birçok sorunu araştıracak, tartışacak çö
zümler üretip bu doğrultuda mücadele edecek birimler oluşturmaya yöneldi. Akan zaman içinde kendi çevrelerinde yaptıkları dönüşle geldikleri yer aynıdır. Geçmişin ATM’leri (Araştırma-Tartışma-Mücadele) bugün Tartışma Kollektifleri adıyla yeniden canlanmışlardır. Bu nük- sediş hastalığın müzminleştiğine işaret etmektedir. Hastalığın kendisi bir yanıyla yazının girişinde andığımız nesnel ortamla ilgilidir. Fakat daha önemli yanı DY çevresinin bu koşullara verdiği veya vermeye çalıştığı yanıtlarda gizlidir.
DY çevresinin belirli çevrecikleri anıllan süreçte sorunlara geçmiş bir geleneğin küçük parçaları olarak tepki göstermişler, ATM'lerde çevreciklerin kendilerini ifade ettiği birimler olmanın ötesine geçememişlerdir. Sivil faşist saldırılara karşı halkı savunma taktik zemininde varlık kazanıp bu zemini yitirince çözülen bu radikal küçük burjuva hareketi yığınların gericileştiği ortamda yığınların gericiliğine teslim olmuş, kendini yeniden örgütleme becerisini gösterememiştir.
Tartışmalara dek "işçilerin Sesi" ve “Demokrat" çıkarılmış bu yayınlarda hatırı sayılır taktik yönelişler dile getirilmiştir. Ama sonuç olarak varılan yer şurasıdır: "Demokrat dergisi bize bir çekim merkezi olmadığımızı çok açık bir şekilde gösteren bir denemeydi." (1) "Baskı sayısı birkaç bini geçmeyen legal ya da illegal yayınlarımızdaki fikirlerimiz onları yazanlarımızdan ve onları okumayı meslek edinmiş çaresizlerimizden başka kimse tarafından okunmamaktadır." (2) Yayınlar çekim merkezi olup olmama anketine dönünce onları izleyenler de çaresiz zavallılar olmaktan kurtulamıyorlar. Ve bu zavallıların bir bölümü şu şekilde de olsa çaresizlikten kurtarılıyorlar: "Bugün ortada duran teorik sorunlar kollektif bir tartışma süreci içinde hiç değilse bir ölçüde aşılmadan siyasal mücadele ve örgütlenme alanında ciddi ilerlemeler kaydedilemeyeceğine göre,gizemli ve katı örgütsel kalıplar, davranışlar ve ilişkiler dayatmak bugün için gereksiz bir zorlama sayılmalıdır." (3) Böylece bütün sorunlar gibi örgüt sorunu da teorik sorunların çözümüne indirgenip ebediyete intikal ettiriliyor. Bu sorunları çözmek için önerilen, ATM'ierin Tartışma Kollektifleri adıyla yeniden canlandırıl
YOL 152 DEV-YOL ÜZERİNE
masıdır.Olayların diliyle konuşulursa DV çevresini bu sonuçlara götüren
nedir? Sosyalizmin çöküşü adlı günah tekesini bir yana bırakırsak veciz söylenişi ile." Zonguldak yürüyüşü, sosyalistler için yaz ortasında kış gibi yaşandı, işçiller yürüdüler ve sosyalistleri sevmeden ve istemeden yürüdüler." (4) Gerçekten de işçi muhalefeti ücret artışları zemininde kalmış, Ekim seçimleriyle iktidara gelen koalisyon yığınların beklentilerini sömürerekte olsa belirli bir desteğin üzerine oturmuştur, işçi muhalefeti açısından bakılırsa toplu sözleşme dönemlerinde birkaç işkolunda örnek grevlerin yaşanması ve sözleşmelerin üç aşağı beş yukarı bağıtlanması neredeyse rutinleşmiştir. ikinci olarak son birkaç yılda işçi ücretlerinde yaşanan reel artışlar muhalefeti olduğu zeminde tutma işlevi görmektedir.
Öte yandan Kürt ulusal hareketine karşı burjuva partiler arasında sıkı bir ittifak gelişmiştir. Bu zeminde yürütülen devrimci katliamı kamuoyunda fazlaca tepki yaratmamıştır.
Bu olgulara karşı küçük-burjuva çevre "çaresiz de ;mci yayın takipçilerinin" şahsında kendi çaresizliğini bulmaktadır. D . çevresinin literatüründen yıllardır alışık olduğumuz o meşum çekim merkezi olma (bkz. 1 inci alıntı) deyimi tüm sorunları tanımlayan kavram olarak baş köşedeki ylerini yine işgal etmiştir. Sosyalizm ve sosyalist hareket tarihsel toplumsal bir gerçeklik olarak değil yığınları cezbeden veya cez- betmeyen bir olgu olarak düşünülür. Oysa sorun yığınların kendi çıkarları tarafından başka çözümlere yöneltilmesi sorunudur. Bu yaklaşım mevcut kapitalist ilişkiler İçinde geçerlidir. Mevcut ilişkiler yığınların istemlerine cevap verdiği müddetçe yığınların başka çözümlere yönelemeyeceği açıktır. Marksizm ise kapitalist sistemin bu istemleri illebet karşılamayacağını tanıtlar. Bundan ötesi kapitalist sistemin med-ceziri içinde anlam kazanır. Yani yığınların sosyalizmi çekim merkezi olarak görüp görmememleri taktik bir sorundur. Zonguldak işçileri bizi sevmeden istemeden yürüyebilirler. Aranırsa tarihte işçilerin sosyalistleri sevmeden istemeden yaptıkları epey yürüyüş örneği bulunabilir. 1905 Devrimini başlatanlar da Çar'ın çocuklarıydı. Sonuç olarak yığınların düzeni aşmayan geri ve/veya gerici yönelişleri beyinleri düzleştirmiş, taktik zeminde belirsizliğe yol açmıştır. Ve değişik zeminlerde belirlenen taktik açılımlar yeniden yeniden tartışılmak üzere masaya yatırılmıştır. Çünkü yığınlar belirlenen taktik
DEV-YOL ÜZERİNE YOL 153
tarafından çekilememektedir. Bu yaklaşımla kaçınılmaz olarak ideolo- jik-politik hattın yeniden belirlenmesi gündeme gelmiştir. Ama bu gereklilik haraketin kendi özgül yenilgisinin bir sonucu değil sosyalist sistemin çöküşünün sonucu olarak ifade edilmektedir. Fazla uzakta değil burnumuzun dibinde tüm olumsuzluklara rağmen sosyalizm zemininde yükselen Kürt hareketi ve geçmişin Demokrat gazetesini andıran yaklaşık 30 bin tirajlı Gündem gazetesi dururken böyle bir sonuca varmak acaba neye delalet eder? Anlatılan gerçekler sosyalist sistemin çöküşüne rağmen yaşanılan coğrafyaya uygun siyasi yönelişlerin başarı şansı olduğunu yeterince tanıtlıyor. O halde atlar arabanın önüne konulmaktadır. Yani bu hareket taktik zeminde bir istikrar tutturama- yınca kendi omurgasını yitirmiştir. 70'lerde THKP-C geleneğinden pragmatik bir tarzda pratikte kopan DY Eylül yenilgisinden sonra eski çizgisinden aynı tarzda kopma yoluna çıkmış fakat yeni tarihsel toplumsal koşullar buna elvermemiştir. ".. Devrimci Yol anlayışını aynen koruma veya yeniden üretme adına yapılabilenler de diğer oluşum ve gruplaşmalarla birlikte bu geniş potansiyeli etrafında toplayabilecek ve ifade edebilecek bir çekim merkezi olma özelliğini sağlayamamıştır." (5) 80 öncesinde gecekondu gençliği arasında gelişen hareket aynı zemini bulamamıştır. Gecekondulardaki toplumsal tabakalaşma DY çevresini de sarmış: '' Mevcut düzen ilişkileri içindeki yaşama uğraşına bağlı olarak yapılan işler ve aşama biçimleri kaçınılmaz olarak kendine uygun (yeni) düşünüş biçimlerini ve alışkanlıklarını da üretmiştir. " Hareket gelişirken bel kemiğini oluşturan küçük burjuva insanlar, yenilgi sonrasında yaratılan kentsel rantların paylaşımı, bu sonuçların oluşmasında oldukça etkilidir. DY çevresi özellikle bu kesimi yeniden kazanma yoluna çıkmıştır. Fakat tabakalaşma sürecinde hiyerarşinin alt kesiminde kalan genç nüfus hariç bu yönelişin şansı yoktur. Nitekim tartışmacılardan biri genç insanlara yönelmek gerektiğini ifade etmektedir. Ayrıca bu kazanma istemi SHP-ML’lilere kadar genişlemektedir. Aslında Ekim seçimleri sırasında marjinal kalmamak adına SHP'nin utangaçça dolaylı desteklenmesi bu arzunun protipiydi. Doğallıkla bu tavırlarla kimin kim tarafından kazanıldığı su götürür bir konudur.
Daha önce İşçilerin Sesi gazetesinde Devrimci İşçi şeklinde formüle edilen işçi sınıfına yönelik taktik tutum da böylece tartışmalara havale edilmiştir. Küçük burjuva sosyalizminden proletaryaya doğru bir
YOL 154 DEV-YOL ÜZERİNE
yöneliş sayılabilecek bu taktik DY'nin yeni ekseni olarak formüle edilmişti. Fakat yaşanan gerçeklik sınıfın örgütlenmesinin farklı özellikler içerdiğini göstermiş olmalıdır. Sınıfın mevzi kalan; sosyalizme akmakta zorlanan davranışından marjinal solun marjinalliğine son verme yoluna çıkılmıştır.
"Türkiye solunun teorik sorunlarını gidermeyi amaçlayan canlı bir tartışma süreci" marjinalliğimizi bitirecek Lokman Hekim ruhu olarak sunulmuştur. Bu nevi tartışmalar solun Kuruçeşme'den beri yabancı olmadığı şeylerdir ve görebileceği yegane işlev DY çevresini çevre olmaktan çıkarmaktır. Fakat DY’yi böyle iddialı bir söyleme yönelten, kendilerini aşmak konusunda diğer sol hareketlerden daha fazla şans sahibi olduklarına inanmalarıdır. İddianın gerekçesi geçmiş başarılardır. Nedense bu başarıyı yaratan nedenlerin aynı zamanda yenilgiye yol açtığı unutulmaktadır. Belirtilmesi gerek en DY'nin kendini aşma konusunda en şanssız hareket olduğudur. DY kendini aşamadığı için yenilmiştir.
Marjinallik konusunu açmakta yarar var. Belli tarihsel koşullarda solun kitle bağlarını yitirmesi şu pespaye burjuva iktisadının literatüre soktuğu o sevimsiz deyimle söylersek marjinalleşmesi kaçınılmaz. Hatta çevreden birinin sözleriyle "gerektiğinde kimliği korumak pahasına göze alınabilir birşey". Fakat yine aynı metin yazarının iddiası "solun kimliksizleşip niteliksizleştiği"dir.(10) Yani sorun sollun sol olmaktan çıkması sorunundur. Oysa sol sınıflar zemininde ortaya çıkan ayrılıklar üzerinde biçimlenen niteliklerden ibarettir ve bu zemin yok olmadıkça varlığını sürdürecektir. Hatta geri düzeyde de olsa sol sergilediği günlük davranışlarıyla hep geçmişten bugüne uzanan bir niteliği ortaya koymaktadır. Gerçekte bu niteliksizlik kavramının ardında ilkin siyasetler arasındaki ayrım çizgilerinin belirsizleşmesi İkincisi sınıflar savaşının kavranamayışı veya küçük burjuvaca kavranışı yatıyor. Soldaki çözülmeler de dahil, değişimleri sınıfsal zeminleriyle ortaya koymadan tüm solu niteliksizlikle nitelemek hafifliktir. Bu hafifliğin arkasında Dünya sosyalistlerinin "şizofrenik bir varoluş tarzı sürdürdükleri" anlayışı vardır.
Bizim Doktor'un hep anlatıp durduğu o doğu despotlarının tarihi kendileriyle başlatma huyları burada da nüksetmiştir. 70’li yıllarda sosyalist solun tarihini kendileriyle başlatanlar, şimdi kendi yenilgilerinde solun yokoluşunu görmektedirler. "Pratik olarak anlamlı bulunabilcek
DEV-YOL ÜZERİNE YOL 155
şeyler de,....daha çok her grubun kendi varlığını ....sürdürebilip sürdü- rememesi noktasında anlamlandırılabilen biraz şizofrenik bir muhtevaya bürünmüş gibi durmaktadır." (11) Buyrun cenaze namazına ! Bilinir; insanın çözümlemeleri, beklentileri tarafından da belirlenir. DY çevresi 12 Mart faşizminin sonrasındaki benzer bir çıkış beklemiştir. 1989'da yaygınlaşan işçi eylemliklerine bu umutla sarılmış "işçilerle birleşik devrimci muhalefet hareketinin yenilmez kılınacağını" (12) ilan etmiştir. Ama bu eylemlerden çıkarılan ders daha önce andığımız gibi işçilerin sosyalistleri sevemeden yürüdükleridir. Gelinen noktada "...12 Eylül gibi bir baskı dönemi sonrasındaki kısmi demokrasi ortamında yükselmesi beklenen .(.. )muhalefet hareketinin neden politik bir muhteva kazanmadığı" (13) Sorgulanmaya başlanmıştır. Oysa bu sorunun cevabı yıllar önce Kürt hareketi tarafında verilmiştir. Kürt hareketi pratikte Eylül faşizminin nasıl aşılacağı konusunda ön açmıştır. Bu yeteneği gösteremeyen küçük burjuva solu stratejik yönelişleride bile bir anlamsızlık bulmaktadır. "Türkiye solunda ideolojik teorik sonın denince genelde yanıtları kalıplaşmış bir hale gelen devrimin strateji taktik sorunlarının anlaşılmasından" yakınılır. Bu sorunlaradan ayrı bir ideolojik teorik yönelişten bahsetmek olaylar kaşısında pusulasını yitirmektir. DY'de aslında pusulasını aramaktadınr.
Sonuç olarak DY Eylül sonrası birinci dönemde yenilgisini çözülmeyle vardırmış, ikinci dönemde 70'li yıllara benzer bir çıkış tarzı aramış, fakat olayların akışı onu kendi yönelişini yeniden tartışmaya zorlamıştır. Bu tartışmalar ise solun bir gerçeklik olmaktan çıktığı anlayışı üzerinde şekillenmektedir. Sosyalist sistemin çöküşü ise sürecin katalizörü olmuştur.
SOSYALİZMİN ÇÖKÜŞÜNDEN MARKSİZMİN ÇÖKÜŞÜNETartışmaları belirleyen ilk metin daha başından sorunu, yürütüle
cek siyasi mücadele tarzından çok komünizmin iflas edip etmediğinin belirlenmesi olarak koymuştur. Çünkü; "iktidarın ele geçirilmesine yönelik (siyasal) taktik ve sorunların çözümü için bu ön meselede en azından belirli bir gelişme sağlanabilmesi zorunlu hale gelmiştir. '\6) Türkiye'de yasal bir siyasi parti kurulması bile bir "ön meseleye" bağlanmıştır. Tartışmaya giriş metni olarak tanımlanabilecek bu "satırbaşları" ön meselenin çözümünü sihirli değnek yapıvermiştir.
Sosyalist sistemin çöküşünün bu denli öne çıkarılmasının asıl nedeni Marks'ın çizdiği teorik çerçevenin geçerliliğinden kuşku duyulma-
YOL 156 DEV-YOL ÜZERİNE
sidir. Her ne kadar yapılan tespit "sosyalizmin tarihsel bir döneminin bittiği" biçimindeyse de temelde tertışılmak istenen "Marksist teorinin iflas edip etmediği"dir.
"Bir yandan eski kavramsal çerçeve açıklayıcılık gücünü yitirirken diğer yandan da bugünün dünyasını çözümleyecek yeni kavramların üretilmesinde önemli sorunlar ortaya çıkmış durumdu".(abç)(7) Görüldüğü gibi "gücünü yitiren", teorideki belirli yaklaşımlar değil bizzat teorinin kendisidir. Bu noktada sorun yeni bir teorik çerçeve oluşturması biçiminde ortaya çıkmaktadır. Ama böylesi bir gerekljlik açık bir tavırla ifade edilmekten çok bulanık kırkanlam sözcüklerle ifade edilmektedir. Kesin bir dille söylenen şudur: "İnsaniliğin böyle bir sisteme (kapitalizme bn.) sonsuza dek mahkum edilemeyeceği ne kadar kesin ise, sosyalizm düşüncesinin ölümmsüzlüğü de o kadar kesindir"(8) Marks 'ın tarihsel-toplumsal bir aşama olarak yaşanacağını ortaya koyduğu sosyalizm kapitalizmin adaletli alternatifi ollarak sunulmaktadır artık. "....Bu gelişmelerin sosyalizm idealinin sınıfsız eşitlikçi ve özgür bir toplum idealinin iflası anlamına gelmediği doğrudur. '\9) Evet insanilik sınıflara bölündüğü günden beri bu ideal varolmuştur ve sınıflar ortadan kalkmadıkça da iflas etmeyecektir. Bu Lapalis gerçeğinin tekrarlanması "iman tazelemekten ” başka işleve sahip değildir. Ve bu gerçek, verili anın koşullarında yüklendiği anlamla değer kazanır. İdeal'e bu değri yükleyen isie Marksist teorinin ta kendisidir. Aslında yaklaşım Araf'taki insanın ikili davranışının ip ucunu vermektedir. Ne sosyalizmin tarihsel gerçekliğine inanılmakta ne de burjuva ideolojsinin sosyalizm kaşıtı tanıtları güvenle yanıtlanabilmektedir. Çünkü "kapitalist-emperyalist sistem Marks ve Lenin'in tanımladığından oldukça büyük farklılılklar taşımaktıdır". Fakat ne bu farklılıkların kendisine ne de bunların kavramsal çerçevenin açıklayıcılık gücünde yarattığı tahribata ilişkin birşey yok. Bütün bunlar giderek.solun diğer kesimlerin de içine alacak uzun araştırma ve tartışma süreçlerine ıs- marlanmıştır.
Ayrıca "sosyalist düşünce gerçekleşebilir bir düşünce olmaktan çıkmıştır". Tekrar, öğrenmenin anasıdır derler; biz de tekrarlamaktan bıkmayalım. Sosyalizm belirli tarihsel koşulların sonucunda ortaya çıkacak bir toplumsal sistem olarak tanımlanmıştır. Bu koşullar niteliksel dönüşümlere uğramadıkça sosyalizm gerçekleşebilir olmaktan çıkmaz. Tarihsel koşullarda böylesi dönüşümler olduğu savunulmadığına
DEV-YOL ÜZERİNE YOL 157
göre bu yaklaşım yığınların bilincindeki bulanıklığa teslim olmaktan başka nedir ki! Veya bugünlerde moda olduğu üzere bir soru cümlesiyle ifade edersek; Marks'ın zımnen inkarı anlamına gelmiyor mu?
A) Geleneksel anlayışın iflasından yeni anlayışın iflasına:"Bugünkü kriz esas olarak geleneksel sol anlayışların krizidir.' 1(14)
DY bir yandan kendini geleneksel sol anlayışları parçalayıp aşmış olan bir siyasal akım olarak tanımlarken beri yandan saptadığı bu krizi bertaraf etmenin aracı olarak gelenekçi anlayışı parçalamayı görmektedir. Böylece ya kendi yaklaşımının kriz içinde olduğunu veya bu gelenek musibetini yeterince aşamadığını itiraf etmiş olmaktadır. "Devrimci hareketin tezleri de geçmiş koşullarda son derece doğru olmalarına karşın bugünün dünyasını açıklamakta yetersiz kalmaktadır."
DY'nin geçmişte son derece doğru olan bakış açısı nedir? Sosyalizmin yoz bürokratlaşmış teknokratik uygulaması iflas etmiştir. Bu bakış açısı herşeyden önce sosyalizmin yetmiş yıllık uygulamasındaki farklılıkları görmemekle maluldür. Yugaslavya deneyi Sovyet uygulamasına tepki olarak şekillenmiştir. Çin Sovyet kutuplaşmasının benzer bir içeriği vardır. İkincisi sosyalist uygulamaları teknokratik veya aynı anlama gelmek üzere ekonomist uygulamalar olarak yorumlamak abesle iştigaldir. Doğrusu sosyalist sistem eğer eleştirilecekse ekonominin gerektirdiği yöntemleri uygulamamakla eleştirilmelidir. Sosyalist sistemin çöküşünün bir yanında bürokratik yozlaşma varsa diğer yanı da işçilerin geliştirdiği absentizmdir. Bu iki eğilim biribirini koşullayan ve besleyen süreçlerdir. Yozlaşmış yönetim yaklaşımıyla bu süreci çözümlemek mümkün değildir. Bu son derece doğru(!) yaklaşımla varılacak yer "rüşveti veren mi suçlu, alan mı?"\kilemidir.
Aslında DY bu gerçeğin farkındadır. Sadece geçmişteki eleştirisini kendisi için bugün önemli bir kalkış noktası olarak görmektedir. Bu olsa olsa züğürt tesellisidir. Kalkış (kendi deyimiyle duruş) noktası olarak tespit ekkiği yer ise gerçektin tam anlamıyla duruş noktasıdır. Re- vizyonizm yorumundan yola çıkılarak geliştirilen anlayış ise bir nevi kültürel sosyalizm anlayışıdır.
B) Ekonomist Yorumdan Kültürel Yoruma"Oysa, kapitalist devlete karşı reformizmi simgeleyen sivil toplum
ideolojisi tam da sosyalist devlet karşısında devrimci bir ideoloji olabilir: Kültür devrimi ideolojisinin ta kendisil'j 15) Bununla kastedilenin ise
YOL 158 D E V -Y O L Ü Z E R İN E
devletin toplum ile kaynaşması olduğu söyleniyor. Marks'ta sosyalizm sonrası aşama olarak formüle edilen, hemen şimdi isteniyor. Sosyalist sistemin çöküş nedeni olarak kitlelerin katılım eksikliği görülünce el çabukluğu ile kitleler ile devlet kaynaştırılıyor. Devletin yokoluşu devleti işlevsel kılan koşulların ortadan kalkması ile mümkündür. Acaba böyle bir alt-üst oluş mu yaşanmıştır? Hayır. Sadece sistemin yok oluşuna tepki üretilmiştir. Çünkü artık sosyalizmin Jivkov'ların sosyalizmine benzememesi gerekmektedir.
Marks, kültürü insanın doğaya karşı ürettiği herşey diye tanımlar. Bu tanım bağlamında kültür devrimi toplumsal bir üretim tarzının dönüşümü anlamını taşır.Dolayısıyla kültür devrimi toplumsal yaşamın her kesiminin (siyasal alandan, bireysele kadar) dönüşümü anlamına gelir. Bu ise üretici güçlerin gelişiminin yeni düzeyine tekabül eden yeni ilişkilere sıçranması demektir. Siyasal ve toplumsal devrimde kültür devrimınin hem nedeni, hem sonucu olarak biçimlenir. Eğer siyasal devrime toplumsal devrimin eşlik etmediği savlanıyorsa -ki yaklaşımın mantık sonucu budur- Ekim devrimi basit bir iktidar değişimi olarak algılanıyor demektir. Buradan yığınların ele aldıkları iktidarı geri verdikleri ve iktidarı bugünden kullanmayı öğrenmekle ”hemen şimdi" sorunun çözülmeye başlanacağı sonucuna varmak güç olmasa gerek. Sosyalist devlet karşısına "kültür devrimi" ideolojisi (manası şairin karnında gizli bn.) olan sivil toplumculukla komünizmin yolunu açacağız.
Sonuç olarak DY gelişen olaylar karşısında teorik tutumunda belirsizliğe düşmüş, Marks'ın ekonomist tarzda yorumlandığını söyleyerek karşı uca sıçramıştır. Karşı uçta ise ne olduğu belirsiz bir kültür devrimi ideolojisi vardırDipnotlar:1- Bir Tartışma Platformu için: Ön notlar ya da satırbaşları S.92- ay..... s.23- ay..... s. 124- Anne Bak Kral Çıplak s.39 M.Pckdemir5- Satırbaşları s.l6- ay..... s.l7- ay..... s.28- ay.... s.l9- ay.... s.l10- ay....s.l.311- Bir geçiş süreci açısından ideolojik sorun ve...... s.2412- işçilerin Sesi s.14 M. Pekdemir13- Bir geçiş süreci ....s.2414- Sosyalizmin yeni tarihsel dönemi nasıl anlaşılmalı? s.2215- Anne Bak Kral Çıplak s.353 M.Pekdemir
Türkiye'de işçi sınıfı YOL 159
TÜRKİYE'DE İŞÇİ SINIFI II
Türkiye'de işçi sınıfına ilişkin daha önce yayınlanan çalışmada sınıfın bir sosyal gerçeklik olarak varlığını göstermeye çalıştık. Bu çalışmada ise işçi sınıfının, daha özelde ise sanayi işçisinin yaşam düzeyi, kökenleri, eğitim düzeyi gibi sosyolojik özelliklerini rakamlarla ifade ettikten sonra devrim perspektifinden sınıfa ilişkin bazı sonuçlar çıkarmaya çalışacağız.
Tablo 1
işçilerin baba meslekleri (%)
İstanbulİŞ Ç İ- Çiftçi Memur Diner meslekler
İmalat 24,1 39,5 10,8 25,6Petrol-lş 26,0 39,6 6,9 29,0Kristal-İş 29,0 - - -
Demlryol-lş 27,1 50,2 10,3 12,4
Dört araştırmanın verilerinin toplandığı tabloda işçilerin baba mesleklerinin her yüz kişide yaklaşık 30'unun yine işçi olduğu anlaşılıyor. Aynı tabloda birbirine yakın bir başka durum baba meslekleri arasın da çiftçiliğin başı çekmesi oluyor. Memur ve diğer meslekler kategori lerini de birleştirdiğimizde bir yandan işçi sınıfının "kuşaklar boyu" bir gerçeklik haline gelmeye başladığı: dede-torun işçi bağının kuruldu ğu ortaya çıkarken diğer yandan küçük burjuva kökenli ailelerin de sı-
YOL 160 Türkiye'de işçi sınıfı
nıfı sürekli beslemeye devam ettiği anlaşılıyor. Bu, Türkiye'de mülk- süzleşmenin devam ettiğini gösteriyor.
İşçi sınıfının eğitim yapısı bir başka önemli özelliktir. Şimdi buna ilişkin tabloya göz atalım:
Tablo 2
Eğitim yapısı: Genel %Okur-yazar Okur-yazar İlkokul Ortaokul Lise Y. Okul
olmavan olup okul bıtırmeven
bitiren bitiren bitiren bıtırşn
Türkiyeücretliler 4,7 4,4 52 10,4 18 10
Tarımdaücretsiz aile işçileri 6,5 8,5 58.3 3,9 2,5 0,2
İstanbul İmalat Sanayi Araş. - 3,0 55,7 17,7 19.7 2,8
Petrol-lşİşçileri - 4,6 60,8 11,6 20,1 2,9
Kristal-İş işçileri - 2,0 63,1 15,0 19,0 0,6
Demiryol-lşişçileri . 3,2 61,7 15,0 19.5 0,6
Tabloda, Türkiye ücretliler ve tarımda ücretsiz aile işçilerine ilişkin verileri, genel olarak sanayi işçisinin diğer ücretliler karşısındaki konumunu belirginleştirmek için verdik. Tablodan çıkan birinci sonuç Türkiye ücretlilerinin eğitim yapısı tarımda ücretsiz aile işçilerinin bir hayli üstündedir. İkinci olarak ise sanayi işçisi hem genel ücretliler hem de tarımda ücretsiz aile işçilerine göre eğitim basamaklarında daha üste tırmanmıştır. Ortaokul, lise ve üniversite bitirenlerin genel içindeki oranları sanayi işçisinde giderek yükselmektedir. 1980'den sonra lise bitirenlerin sınıf içinde daha fazla yer almaya başladığı düşünülürse sanayi işçisinin eğitim yapısında diğerleriyle arayı giderek açtığı söylenebilir.
YOL 161 Türkiye'de işçi sınıfı
işçi sınıfı nasıl yaşamaktadır? Geçim olanakları, yaşam standardı hangi düzeydedir? Bu soruların yanıtları da tabii yine rakamlardadır. Buna ilişkin ilk veri Türkiye genelinde ve sanayi işçilerinin konut durumu olmalıdır.
Tablo 3
İşçi sınıfımda ve Türkiye Genelinde
Konut sahipliği durumu - Kendi evi Kiracı
Petrol-lş Kristal-İş Demiryol-iş Toplam Türkiye tüm nüfus kır+kent (TÜSİAD araş)Tüm Türkiye(Kent-Kooparaş.1978-1979)KırlardaKentlerde
42,2 55,8 68,4 30,9 51,0 47,7
67,1 29,3
58.9 35,997.9 2,1 64,1 35,9
Tablonun en altında yer alan veriye bakalım. Kırlarda evin mülkiyetine sahip olma yüzde 98 iken, şehirlerde bu genel olarak yüzde 64'tür. Sanayi işçisi açışından ise evin mülkiyetine sahip oranı yüzde 42-68 arasında değişmektedir. Sanayi işçilerinin bir genellemeyle en azından yarısı oturdukları evin mülkiyetine sahiptirler. Zaten bu durum İstanbul, Ankara, İzmir, Adana'nın varoşlarındaki milyonlarca işçi ailesinin içinde bulunduğu bir durum değil midir? Ama varoşlara rağmen sınıfın bir diğer yarısı da, tabii çoğunluğu gecekondularda olmak üzere kiracıdır. Evin mülküne sahip olmak sanayi işçisinin bir bölüğü-
Türkiye'de işçi sınıfı YOL 162
nü yoksullaşmanın cenderesinde bir parça rahatlatırken, diğer bölüğün bu cenderede düzenle bağları daha da "gerilmektedir".
işçi ailelerinin sahip oldukları dayanıklı tüketim malları yaşam standardı açısından önem taşıyor. Şimdi bunlara bakalım:
Tablo 4
tşçiailelerindedayamklı tüketim mallan (Belirtilen mallarasahipolan ailelerin toplam ailelereyüzdesi)
SahiplikYüzdeleri(%)
Demiryoluişçileri
Sanayiişçileri
Niteliksizişçiler
BeyazYakalılar
Emekliler Şişe-Camİşçileri
Buzdolabı 74.3 93.4 84.4 97.8 96.0 95.5Fırın _ 48.0 31.2 64.4 58.0 -
RenklITV 25.8 55.9 53.1 73.3 56.0 69.0Siyah-Beyaz TV 62.2 - - - - 34.4Video 2.3 8.6 12.5 20.0 16.0 8.5Otomatik Çam. • 7.2 9.4 28.9 14.0 10.8mak. 34.0 51.3 34.4 53.3 62.0 53.5Diğer Çam. mak. 16.4 12.5 55.6 42.0 31.6Telefon _ 0.7 0 .0 0.0 4 .0 -
Kişisel bilgisayar 2.4 7.2 6 .2 17.8 12.0 8.6Otomobil Elektrik süpürgesi
- - “ ~ 65.7
YOL 163 Türkiye'de işçi sınıfı
Kaynaklar: Kristal-iş" işçilerin sosyo-ekonomik ve demografik özellikleri ve Krislal-lş'den beklentileri" çalışması İstanbul 1990, Demiryol- iş "Günümüzde Demiryolu işçileri" Ankara 1988, Petrol-lş "Üyelerimizin yaşam koşulları üzerine rakamlar" Ankara 1986 çalışmaları. Korkut Boratav-Galip Yalman "Yapısal değişiminin ekonomi politiği üzerine bir çalışma: Ekonomik politikaların temel oriyantasyonunda yonunda işçiler ve köylüler", Taner Berksoy" Enflasyonun hane halkı üzerindeki etkileri" İstanbul 1989, A. Erdoğan "Kamu kesimi memur ve işçilerin sosyal durumlarına ilişkin anket sonuçları" Ankara 1987 DPT çalışmaları.
Mavi yakalılar ve beyaz yakalılar arasında tüketim kalıplarında bir yakınlaşma gözlenmektedir. Ağır faşizm koşullarına karşın hem mavi hem de beyaz yakalıların tüketim kalıplarını belli ölçülerde bile geniş- letebilmeleri neye bağlanabilir? Sınıfın 1980 öncesi satın alma gücünde sonradan büyük düşüşler yaşanmasına karşın kredili satış sistemi, yani dev taksitli satış kampanyanları dayanıklı tüketim mallarının edinimini kolaylaştırıcı bir etkendir. İşçi ailelerinde yüzde 74 gibi bir ağırlığa sahip olan taksitle satış yöntemi bunu açıklıyor olsa gerek. Bugün artık yaşamın vazgeçilmez unsurları haline gelen buzdolabı, fırın gibi tüketim maddelerinde giderek bir doyum noktasına ilerlerken, sınıfın bilgisayar, otomobil, otomatik çamaşır makinesi gibi maddelerin tüketiminde işin çok başında olduğu ortaya çıkıyor. Ayrıca sanayi işçileri sütununda yüzde 7.2'lik otomobile sahip olma verisini tüm sınıfa yaymamak gerekiyor. Lastik, Petro-kimya, ve Cam işkolu gibi katma değeri yüksek ve teknolojik düzeyi daha yüksek işkollarında işçilerin aldığı ücretlerin diğer işkollarına göre önemli farklar gösterdiği ve sendikalı işçilerde bunun daha da belirginleştiği gözönüne alınırsa kimin otobil sahibi olabileceği daha rahat anlaşılabilir.
Dayanıklı tüketim maddelerinde gözlenen bu kalıp genişlemesi öteki noktalarda benzerlik gösteriyor mu? Borç mekanizmalarına dayanan ve özellikle 1989 direnişlerinin ardından ücretlerde görülen göreli yükselişlerin etkisiyle mala yönelik talepte ve alımda artış söz konusuyken yaşam tarzında benzer gelişmeler görülüyor mu? Yapılan araştırmalar (Berksoy-İstanbul Hanehalkı anketi) işçi ailelerin yüzde 94'ünün tasarruf yapamadığını gösterirken, ailelerin yüzde 29'u son yıllarda tatil, eğlence, kitap, gazete vb. kültürel alanlara dönük harca-
Türkiye'de işçi sınıfı YOL 164
malarını kıstıklarını ifade etmişlerdir. Yine Berksoy çalışmaya göre işçi ailelerinin orta sınıfın genel tüketim kalıplarıyla karşılaştırılmasında gıda ve konuta daha fazla harcama yaptıkları saptanırken ev eşyası, dışarda yemek, kişisel bakım, ulaştırma-haberleşme, kültür-eğlence gibi harcama kalemlerinde ortalamanın bir hayli gerisinde kalmaktadırlar. Gelir düzeyine bağlı olarak bir tüketim kalıbı oluşmakta ama işçi sınıfının bazı tüketim maddelerini edinmesi onun yaşam standardı ve tarzında bir dönüşüm yaratmamaktadır. İşçi sınıfının "kentleşmesi ve kentlileşmesi" arasındaki bu ayrım onun televizyon dünyası ile geçmiş dünyası arasında sıkışıp kalmasına yol açmaktadır. Daha iyi yaşama isteği ile motive olurken burjuva değerlerin içselleşmesinde aynı motivasyon gözlenmemektedir. Modernleşme savunucularının tüm tezleri de bu gerçeklik karşısında suya düşmektedir.
Tablo 5Ücretli hane halkı fertlerinin gelir kaynaklarına göre aylık toplam
geliri.
Gelir kaynağı TürkiyeToplamı Kentsel Böl. Kırsal Böl._______at_______ % %
Maaş ve ücret 72.4 75,1 65,4Tanm 5,8 0,8 18,6Ticaret 0,3 0,3 0,4Hizmet 1.4 1.4 1,4Tan m-dışı üretim 9,7 0,1 0,1Gayrimcnkul(kira) 1,1 11,5 4,9Menkulkıymet Q 'l 1,4 0,3Karşılıksız gelir (transfer) y ,i 9,5 8,8Toplam 100,0 100,0 100,0
Kaynak: DPT
Sınıf ne derecede işçileşmiştir? Sınıfın köylülükle, toprakla olan
YOL 165 Türkiye’de işçi sınıfı
bağları ne ölçüdedir? Birçok siyasi hareketin demogoji düzeyinde ele alıp evire çevire kendi kafasına uygun hale getirdiği bu olgular rakamlara çarptığında tabii ki tuzla buz olmaktadır. İşte yukadaki tablo bunun kanıtıdır. 1987 yılında genel tüm ücretlilerde yapılan araştırma kentsel bölgelerde işçi sınıfının nasıl köy bağlarından koptuğunu göstermektedir. Tarımdan yani topraktan elde edilen gelirin toplam gelir içindeki payı yüzde 0.8 gibi yok denecek düzeydedir. Gayrimenkul yani kira geliri olarak görünen ise işçinin ödemediği kira bedelidir yani mülk sahibi olduğu gecekondusundan tasarruf ettiğidir.Aynı şekilde karşılıksız gelirler ise vergi iadeleri ve sosyal güvenlik kurumlarının ödeneklerinden oluşmaktadır. Buna yönelik bir başka veri ise Demir- yol-iş Sendikasının yaptığı çalışmadır, işçilerin yüzde 92.2'si topraklarının, yüzde 95,4i ise ücret dışı gelirlerin olmadığını ifade etmişlerdir. Topraktan bu derece bir kopuş daha önce belirttiğimiz işçi sınıfının dede-torun zincirine bir açıklama getirmektedir.Aynı zamanda ücret dışı geliri olmayan işçiler çalıştıkları işin dışında başka işler de yaptıklarını dile getirmişlerdir. Kırda finans-kapitalin yoğunlaşan sömürüsü tersinden, işçi ailesinin kazandığı paraya muhtaç köylü ailesini yaratmaktadır. Alamancı ailelerin gönderdiği parayla ve şehirde çalışan aile bireylerinin gelirleriyle yaşamlarını sürdüren yaşlı kuşak köylü aileleri hep bilinen örneklerdir. Kırın yoksullaşması işçilerin köylerle bağlarını oldukça zayıflatırken, yoksullaşma onları ek işler yapmaya yani ikinci bir ücretli iş bulmaya zorlamaktadır. Değişik araştırmalar işçilerin yüzde 8-53'ünün (aradaki fark araştırmaların tek tük olmasından, tanım ve yöntem farklılıklarından ileri gelmektedir. Tek işte çalıştığını ortaya koymaktadır. Yine araştırmalar gecekondularda işçi ailelerinin yüzde 21'inde erkeğin yanında kadının da çalışmaya başladığını gösteren verilere sahiptir. Ev içi üretim yani kara ekonomi dediğimiz sigortasız, örgütsüz el örgüsü, kazak, dikiş-nakış vb. ev içi üretimin de yoksullaşmanın belli sınırlarda durdurulması için başvurulan yöntemlerden biri olduğu hatırlatılmalıdır. Bu ise aileyi tek başına evin reisi olarak değil toptan işçileştirmektedir. ->
Yine tablodan çıkartılacak başka bir sonuç da kırsal kesimde işçilerin mülksüzleşme düzeyinin kentsel bölgelere göre daha geri olduğudur. Kırsal bölgede aylık toplam gelir içinde yüzde 18.6'lık bir paya sahip olan tarım, ortakçılık veya kiracılık yöntemiyle elde edilen geliri ifade etmektedir.
Türkiye'de işçi sınıfı YOL 166
işçiler köylülükten kurtuldukça ister istemez "kendi dünyalarından dünyaya bakmaya" başlıyorlar. Bir yanda burjuva kültürün kuşatması altında yaşarken ve onun ideolojisiyle hareket ederken öte yandan sınıf çatışması gerçeği onun politik kimliğini etkilemekte/belirlemektedir. Burjuvazinin tüm uğraşlarıyla kendi merkezine-eksenine çekmeye çalıştığı sınıf öte yanda doğasında yatan gerçekliğiyle merkez kaç kuvvetlerle merkez-eksen dışına çıkmaktadır. Onun ne burjuva tüketim kalıpları içinde biçimlendirme girişimleri, ne de tüm kitle iletişim araçlarınca manipüle edilme çalışılmaları bunu engelleyebilmektedir. Bu konuya daha ileride tekrar dönmek üzere Kartal'da sanayi işçileri ve diğer halk katmanları arasında belli aralıklarla yapılan araştırmaların siyasi bulgularına gözatalım. Tablo6
1987 Seçimden
Toplumsal grupların siyasi parti tercihleri (1987 seçimleri ve 1988’dc oy verme niyetleri: % olarak)
Diğer 3
28.6 6.9 35.5 12.1 45.5 6.9 100.0ÜCRETLİLER 28.9 11.6 40.5 10.8 42.1 6.6 100.0Sanayi İşçisi 32.1 0.0 32.1 7.1 53.6 7.1 100.0Vasıfsız İşçi 21.6 0.0 21.6 13.5 54.1 10.8 100.0Beyaz Yakalı 31.1 4.5 35.6 17.8 42.2 4.4 100.0Emekliler 'ÜCRFTLİ OLMAYAN 23.4 6.5 29.9 12.2 49.5 8.4 100.0
RFNE1 ORTALAMA 26.9 6.8 33.7 12.2 46.7 7.4 100.0
1988 OY VERME NİYETLERİÜCRETLİLER 43.4 5.4 48.8 17.6 25.8 7.8 100.0
Sanayi İşçisi 47.2 7.4 -54.6 15.8 25.0 4.6 100.0
Vasıfsız İşçi 33.3 4.2 37.5 12.5 33.3. 16.7 100.0
Beyaz Yakalı 36.1 0.0 36.1 27.8 22.2 13.9 100.0
Emekliler 46.0 5.4 51.4 16.2 27.0 5.4 100.0I İCRFTl I OLMAYAN1 35.5 10.8 46.3 15.0 30.1 8.6 100.0
GFNFI ORTALAMA 41.0 7.0 48.0 16.8 27.2 8.0 100.0
KVAUYK: "t G * * A»fuwu r t c
YOL 167 Türkiye'de işçi sınıfı
1987-1988'de oy verme niyetlerinde gözlenen en çarpıcı durum ANAP'ın 1987'lerde genel ücretlilerde yüzde 45,5 sanayi işçilerinde ise yüzde 42,1'lik bir tabana sahip olması, sosyal demokratların ise toplam olarak bile bunun çok gerisinde kalmasıdır. Son seçimlere ilişkin veriler elde bulunmadığından 1987'de ANAP'ta başlayan erimenin işçi sınıfında hangi noktaya kadar indiğini saptamak olanaksız. Ama iki tablodan anlaşılan bir-iki yıl içinde ANAP ve Sosyal demokrasi arasındaki ters-yüz oluştur. ANAP'taki yaklaşık 20 puanlık kaybın büyük bölümü (yüzde 13'ü) sosyal demokratların hanesine yazılırken DYP'nin de aynı erozyondan kazançlı çıktığı görülmektedir. Sanayi işçileri açısından çıkartılabilecek politik renkler şunlar: Diğer kesimlere- göre sosyal demokrasiye en fazla oy veren kesim (1987'de yüzde4 0,5 ve 1988'de yüzde 54,6) sanayi işçileridir. ANAP'a en az oy verenler içinde ise sanayi işçileri ikinci sırada gelmektedir. Diğer 3 sağ parti olarak görülen islami ve faşist partilere en düşük oyu veren yine sanayi işçileridir. Diğer ücretliler: vasıfsız işçi, beyaz yakalı memurlar ve emeklilere göre sosyal demokrasiye en fazla kan veren ama aşırı sağ partilere eğilimi de giderek zayıflayan kesim sanayi işçileridir.
Faşizmin, ekonomi-politikalarının işçi ve emekçiler üstündeki etkinlik derecelerini gösteren bir başka veriyle sınıfın yaklaşımlarını kavramaya çalışalım.
Tablo 7
Sosyal grupların izlenen ekonomik politikalara uyum derecesine göre sıralanması (Kartal 1988)
Türkiye’de işçi sınıfı YOL 168
TEMALAR SIRA 1 SIRA 2 SIRA 3 SIRA 4
SendikalarVergi iadesi Emekli Ücretli ol- Beyaz yaka NiteliksizKentyönetimi Niteliksiz mayan Ücretli Olm. San. işçisiFaiz politikası Beyaz yaka Emekli Emekli San. işçisiİthalattaserbesti Beyaz yaka Ücretli Olm. Ücretli Olm. San. işçisiDöviz serbes tisi Ücretli Olm. Emekli Niteliksiz San. işçisiDış borçlar Beyaz yaka Emekli Niteliksiz San. işçisi
ORTAL AM AS IRA Ücretli Olm. Ücretli Olm. Emekli Niteliksiz(1-7) EN ÇOK ETKÎLENMEDEREC?
ÜcretliBeyaz yaka
Tablo 7Sosyal grupların izlenen ekonomik
politikalara uyum derecesine göre sıralanması (Kartal 1988)
Kaynak: Korkut Boratav, Galip Yalman a.g.e Not: Tablo örnek olarak şöyle okunacaktır: Sendikalar konusunda
izlenen politikalardan en fazla etkilenenler emekliler, en az etkilenenler ise sanayi işçileridir. Sıra 1 en fazla etkilenme derecesini, Sıra 5 ise en az etkilenme derecesini göstermektedir.
izlenen ekonomi politikalara uyum derecesine ilişkin yukarıdaki veriler faşizmin toplumsal tabanını açıklamakta önemli ipuçları veriyor. 7 başlıkta toplanan politikalara inanma veya uyum derecelerine baktığımızda ortaya sürpriz olmayan bir sonuç çıkıyor: Ücretli olmayan kesimler izlenen ekonomi politikalara en fazla uyum gösteren kesim olur-
YOL 169 Türkiye'de işçi sınıfı
ken sanayi işçileri en az uyum gösteren kesimdir. Emekli, beyaz yakalı memurlar ve niteliksiz işçilerin uyum dereceleri ise sarkacın bu iki ucunun ortalarındadır. İki uç eğilim; tipik olarak proletaryanın faşizmin ekonomik politikalarına bağımlılık ve bağılılıkta en alt sırada yer alması eğilimi ile düzenle her türlü: ekonomik-sosyal-kültürel vb. bağları güçlü olan ücretli olmayan kesimlerde uyumda en üst derece nerede olduklarını gösteren tablo faşizmin ideolojik hegemonyasının, sınıfa varıncaya kadar zayıfladığını, okun öldürücü ucundaki zehirin sınıfı uyuşturduğunu ama öldürmediğini göstermektedir.
Sınıfın evlem ve bilinci arasındaki makasŞimdi de tüm bu rakamların ardından sınıfın politik, ideolojik yapı
sına bakalım. 1980'den sonrasına bakıldığında kır nüfusunun 1990'da yüzde 41'lere kadar geriledeği görülüyor. Kırlarda dizginlerinden boşalan milyonlarca insan, şehirlerde ve metropollerde on yıllık dönemde devasa bir sanayi atılımı yapılmadığından daha çok işsizler ordusunu besledi. Çok az bir kısmı işçileşti. İstihdamda ise yüzbinler daha az sanayiye, daha çok kara ekonomi denilebilecek işportacılık, ev sanayiye yöneldi. Daha az işçileşme ise ister istemez işçi sınıfının nicel-nitelliğini olumlamak yerine olumsuzladı. Güçlü bir yedek işsizler ordusu onun eylemliliğinin keskinliğini, radikalliğini törpüleyen etkenler arasına girerken metropollere akan köylü değerler "fabrika çarklarında öğütülemeyince", değerlerdeki köy-kent içiçeliği ve çürüme, sınıfın etrafında zehirli bir bataklık yarattı. O halde kapitalizmin ağırsanalı gelişiminin bir sonucu olarak sanayi proletaryasının safları "geçmiş kökleriyle" sürekli zehirlenmeye devam etti.
Tabii ki bu ağır-sancılı gelişim, 20. yüzyıl kapitalist kuşağında yer alan Türkiye'de başka bir boyutu da hesaba katmamızı gerektirmektedir. İşçi sınıfı kapitalizmin bildiğimiz süreçlerinden çıkıp gelmemektedir. Sanayi devrimsiz bir kapitalist gelişme ister istemez işçi sınıfını da etkileyecek, kapitalizmin, işçileşme sürecini uzun onyıllara yayan karakteri sınıfın dövüş geleneğini ve bilincini köreltecektir. Evet, karşımızdaki, içimizdeki emek-gücünden başka satacak bir şeyi olmayan proletaryadır bu. Kapitalizmin birinci kuşağı yani emperyalist ülkelerde sınıfın kapitalizme yönelik saldırılarıyla ve yüzyıllarca süren savaşırlarıyla yarattığı birikim ve gelenek sadece bir zaman sorunu olarak düşünülmese bile bunun etkisi de az değildir. En azından yüzlerce yıllık savaşlar sonucunda oluşan kurum ve değerler nasıl ki burjuvazimiz
Türkiye'de işçi sınıfı YOL 170
tarafından alınıp pratiğe geçirildiyse, nasılki burjuvazi Amerikayı yeniden keşve gerek duymadan finans kapital katına yükseldiyse işçi sınıfının sendikal kurum ve değerler için de yeniden aynı süreçleri yaşaması gerekmiyordu. Bunlar kapitalizmin gelişimiyle ister istemez gündeme gelecekti: Sınıf savaşımlarının sonuçları olarak grev- sendikalar gelip kapıya dayanacaktı ama zaten bunlar kapının hemen arkasındaydılar ve alınmaları da yüzyılları gerektirmedi. Ancak kısa on yıllarda onlara ulaşılması bu kurum ve değerlerin kökleştirilmesinde bir zaaf yarattı.
Haklar verildi mi, alındı mı tartışması gibi aptalca bir saçmalığa düşmeyeceksek sınıfın belli dönemlerde gösterdiği tepkiler: Çok partili dönemle patlayı veren sendikal hareket, 1960 sonrası grev mücadelesi, 15-16 Haziran eylemleri, 12 mart sonrası yükselen grevler, Tarih eylemleri ve 12 eylül sonrasında faşizme karşı direnememe-başka nasıl açıklanabilir? İşte bu noktada işçi sınıfının eylemleri ile bilinci arasında önemli bir farklılaşma yaşanmaktadır. Evet, ülkede 70 yıllık Cumhuriyet Kapitalizmi süresince hatırı sayılır sınıf savaşları- grevleri, yüzbinlerin yürüyüşleri, 1 mayıs, 1980 sonrası yürüyüşler ve işgalleri-deneyleri olmuştur. Ama sınıf "dışarıdan" bilinç ile ne derece kucaklaşmıştır? Sınıfa bilincin dışarıdan götürülmesi tezinden yola çıktığımızda 1970'lere kadar komünist hareketteki gelişime paralel olarak sınıfa "sosyalizmin oldukça az şırınga edildiğini" görürüz. Bir açılım patlama dönemi olarak 1970'den sonra ise burjuva sosyalizmi, TİP ve DİSK ile dışarıdan bilinç öğesi olarak sınıfla kucaklaşmaya başlamıştır. Eylem-bilinç makasının açılmasında burjuva sosyalizmine 15-16 Haziran eylemleriyle aykırı düşülmüştür ama yetersizdir. 1980'lere kadar burjuva sosyalizminin sınıfta yarattığı geleneğe karşın küçük burjuva sosyalizminin sınıfı sadece faşizme karşın bir cephe unsuru olarak görmesi yüzünden ayrı bir işçi geleneği doğmamış, proletarya sosyalizmin müdaheleleri ise zayıf kalmıştır.
1990'larda geldiğimizde ise sınıfın en öncü kesimlerinden orta kademelere kadar burjuva sosyalizminin yarattığı gelenek, miras henüz yeterince temizlenememiştir. Sınıfın hala faşizm psikozundan kurtulamamasının da bunda payı vardır. Ama bu mirasın köklü temizlene- meyişinin esas nedeni sınıf içinde mayalanan proletarya sosyalizminin henüz yeterli radikal vuruşlarla ve girişlerle sınıfı sarsamamasıdır. O halde, sınıfın bilincinde burjuva sosyalizm ufkundan proletarya sos-
YOL 171 Türkiye'de işçi sınıfı
yalizmine doğru sancılı, ağır ama henüz yeterli şiddette olmayan bir geçiş yaşamaktadır.
İsçi aristokrasisi mİ?Burjuva sosyalizmi sınıfda ele geçirdiği kaleleri tabii ki kolay kolay
terk etmemektedir. Onun en son argümanını da ele alıp esas olarak sınıfın aristokratik evrim içinde olup olmadığını ve devrimsel durumunu irdeleyelim.
Burjuva sosyalizminin: 1970 sonrası birleşmiş haliyle TBKP’nin ve şürekasının savunduğu yeni tez Yeni Düşünce, teorisyenlerinin beyinlerinden üretilmiştir. "Sınıfsa! çelişkiler ve çatışmalar dönemi, artık dünya yüzünde kapanmış uzlaşma dönemi başlamıştır" diyerek sosyalizmin dünyadaki bunalımına bıyık altından gülen teslimiyetin teo- risyenleri şimdi de bunun bir türevi olarak çağdaş sendikacılık anlayışlarını ilan ediverdiler. Çağdaş sendikacılıkla sınıfın "Milatan ruhunu" teslim almak istiyorlar. Sanki sınıf militanlık ilhamını sadece dünyadaki sosyalizme bakıp alıyormuş gibi düşünüyorlar ve sosyalist sistemin çöküşü ile bu ilhan perisinin artık kaybolduğunu iddia ediyorlar. Sınıf çatışmaları, sınıfın militanlığı sosyalist sisteme ipotekmiş gibi düşünülünce ister istemez "Elveda Ploreterya" nidalarıyla sınıfa son bir teslimiyet saldırısı da kaçınılmaz oluyor!
Bu çağdaş sendikacılar takımı bunun yanı sıra emperyalist metropollerde bilimsel teknik devrimle işçi sınıfının yapısal olarak sanayiden hizmet sektörüne doğru evrim geçirişini dile getirip "İşte elveda proleterya" derken, Türkiye’nin de artık bu kategoride değerlenaırilebi- leceğini, sınıfın değişim geçirdiğini savunuyorlar.
Bu yazının sınırlarını aştığı için emperyalist metropollerdeki sınıf gerçekliğini bırakalım, Türkiye'de işçi sınıfının gerçekten nereye evril- diğine bakalım. Yukarıda ele aldığımız istatistikler Türkiye işçi sınıfı içinde ki farklılıkları göstermektedir. Birinci olarak bugün TÜRK-İŞ, Hak-iş, DİSK ve bağımsız sendikalarda örgütlü bulunan işçiler ve bunların karşısındaki milyonlarca örgütsüz-sendikasız işçi kitlesi vardır. Bu birinci ayrımdır. İkinci ayrım ise sendikal örgütlülüğe sahip 2- 3milyona yakın işçi kitlesi de kapitalizmin farklı sektörlerinde çalışmaktadır. Onun üzerindeki kapitalist alt sektör de ister istemez farklı teknik, farklı sömürü yöntemleri, farklı ücret ve işçi yapısı doğurmaktadır. Örneğin, cam, petro-kimya, metal işkollarında özellikle 500 büyük sanayi kuruluşları içinde yer alan şirketlerde çalışan işçilerin ücret
Türkiye'de işçi sınıfı YOL 172
düzeyi görüntüye göre diğer işkolları karşılaştırılmasında yüksektir. Bu işkollarında ve kısmen diğer işkollarında da bazı şirketlerin uluslararası düzeyde birinci teknoloji kullandığı da varsayıldığında kapitalizmin kimi alt sektörlerinde nispi artık-değer sömürü yönteminin ağır bastığı ortaya çıkmaktadır, işçi sınıfının bu ayrımları ister istemez insanın aklına "Bir isçi aristokrasisi mi donuyor?" sorusunu getirmektedir.Yukarıda verilen kimi istatistikleri de ev, araba sahibi olmak vb...- kafasına göre biçimlendiren biri veya sınıfın bugün artık milyonlarla ifade edilen ücretlerini görüp de aldanan biri bu soruya evet yanıt verebilir.
Oysa ki;Türkiye kapitalizmi bir işçi aristokrasisi yaratacak devasa "Sermaye rezervine ve istikrarına "sahip değildir. 1980 12 Eylül faşizmi ile sermaye gücünü yüzlerce katlayan finans kapitale sınıfın gecikmeli olarak gösterdiği tepki 1989'dan sonra bildiğimiz direniş geleneğini yarattı. İşte bu direnişler sınıfın 12 Eylül faşizmi ile yitirdiklerini ekonomik anlamda bir kısmını telafi edecek sonuçlar yarattı. Ama bunlar çok uzun sürmedi. Bildiğimiz doldur boşalt yöntemi ile her yüksek ücretle bağıtlanan sözleşme sonrası Türkiye'nin dev fabrikalarından yüzblnlerce işçi tazminatlarıyla kapıdışarı edildi. Böy- lece iki sözleşme yaşayan işçi sayısı son derece aza indirilirken görünürdeki yüksek ücretli sınıf da eritildi, yerine işsizler ordusundan asgari ücretliler dolduruldu. Finans kapitalin fabrikalarında bu süreç yaşanırken, kamu işletmelerinde de sözleşmeli personelle yüksek ücret dengelenmeye başlandı, özelleştirme ile KIT'lere neşter atılacağı sinyali verildi.
Demek ki, Türkiye'nin en karlı kuruluşlarında, en ileri teknikli kuruluşlarında çalışsa bile işçilerin çoğunluğu bir iş güvencesine sahip değildir. "Ve sadece bu bile aristokrasiyi daha doğurmadan öldürmektedir. Finans kapitalizmin iki yıl içinde verdiğini hızla geri alma girişimleri sınıfın sifkülasyonunda yani kanın deveranında müthiş bir hız yaratmaktadır. Kimi sektörlerde bir yılda yüzde 40-50’ye varan işçi kıyımına raslanırken, kimi işletmelerde bu oran düşmekte ama sonuçta tüm sanayi işçisi bundan nasibini almaktadır.
Peki sınıfın içinde beyaz yakalıların oranı bu aristokrasi için bir ipucu olabilir mi? Bunu söylemek te olanaksız. Çünkü sanayi henüz Türkiye'de esas sınırlarının ortalarına bile gelmemiştir. Emperyalist metropollerde bilimsel teknik devrim ve sermaya rezervleriyle ister is-
YOL 173 Türkiye'de işçi sınıfı
temez işçi sınıfının sanayide çalışan bölümü azalmakta, bunların büyük bölümü hizmet sektörüne transfer edilmektedir. Ama Türkiye kapitalizminin henüz 70 yıllık geçmişi transfer için daha on yıllara ihtiyaç duymaktadır. Bu yüzden işletmelerdebeyaz yakalıların ne sayısallıkla- rı önemli düzeydedir, ne de bunların sanayi içindeki işlevleri
Makas acılıyor mu kapanıyor mu?Yukarıda proleterya sosyalizminin yeterli ve radikal vuruşlarla sını
fı sarsamadığı ve bu yüzden sınıf içinde proleterya sosyalizminin, burjuva sosyalizmin ve faşizmin hüküm sürdüğü kaleleri feth edeme- değini söylemiştik. 1980' den sonra devrim dalgasının işçi sınıfından köklü olmasa bile derinlere ulaşacak denli kopuşunun etkileri proleterya sosyalizmi tarafından giderilemediği gibi küçük burjuva sosyalizmi de içine düştüğü aciz durumdan, aynı zamanda programatik ve örgütsel yaklaşımından dolayı herhangi bir başarı elde edemedi. Bunun en önemli göstergesi herhalde 1989'dan sonra yaşanan direnişler olsa gerek. 70 yıllık Cumhuriyet kapitalizmi tarihinde en yüksek grev sayı- sı12 eylül öncesine denk düşüyordu. 220’yi bulan grev sayısı 1980'de 84 bin işçiyi kucaklıyordu ve grevlerde toplam 1 milyon 300 bin günlük iş kaybı kaydedilmişti. Faşizmle, bıçak gibi kesilen grevler 1987'den itibaren yükseliş trendine girdi. 1989'la birlikte büyük kamu ve özel işyerleri de grevlerle yüzyüze kalınca greve katılan işçi sayısı ve iş günü kayıpları da birden fırladı. 1989'da grev sayısı 171,1990'da 458 ve 1991'de 398 oldu. Greve katılan işçi sayısı ise yine aynı yıllarda sırasıyla 40 bin, 166 bin ve 164 bin oldu. Kaybolan işgünü sayısı ise 2,9 milyon gün, 3,5 milyon gün ve 3,9 milyon gün olarak kaydedildi. Demek ki 1980 gibi rekor sayılan bir yılın ardından geçen 10 yıllık dönemde sınıfın eylem niceliği yine rekor düzeyde artmış. Greve katılan işçi sayısı iki katına çıkarken grevde kaybedilen işgünü sayısı ise üç katına yükselmiş. Peki bu derece bir niceliksel sıçrayışa rağmen nasıl oldu da Türkiye kapitalizmi 1980'dekine benzer sarsıntılar geç irmedi. Genel bir mantıkla 1980'deki grev ve direnişler iktidar ağacını köklerine kadar sarsarken, 1989-1990-1991 grev ve direnişlerinin ağacı köküyle birlikte fırlatıp atması gerekmiyor muydu? Olaya sadece sayı- sallıktan bakınca bu kaçınılmaz görünüyor. Oysa ki, sayısallıkta müthiş sıçramaya rağmen iki ana neden grev ve direnişlere karşı düzenin "esneyebilmesine" olanak sağladı.
Bunlardan birincisi, devrimci hareketin aynı dönemlerdeki genel
1
Türkiye'de işçi sınıfı YOL 174
durumu. İkincisi ise kapitalizmin "devrimden öğrendiğini"bilince çıkarması ve gerekli uyum, esneme mekanizmaları geliştirmiş olmasıydı. 1980 ve öncesinde işçi grev ve direnişleri çok yaygın ve derin olmasa, da devrimci hareketle belli ölçüde buluşmuştur. Eylemler ekonomik ve sendikal yönlüydüler ama aynı zamanda siyasi iktidara karşı da kimi talepleri gündeme getiriyorlardı. Zaten devrimci hareket ve işçi mücadelesinin doluşmasının bir tepkisi olarak finans-kapital ünlü Tariş direnişinde binlerce işçiyi işkence ve mahkeme tezgahlarından geçirmedi mi? İkinci olarak, 1980 ve öncesi Türkiye kapitalizmi hem sermaye hem de sermayenin kurumlaşması ve {üstemi açılarından daha zayıftı. En ufak bir rüzgar iktidar ağacının dalların: kırabiliyor, gövdesini sarsabiliyordu. Ve tabii ki finans-kapital o güne kadar hiç böylesi bir devrim dalgasıyla karşılaşmamıştı.
1990'lara geldiğimizde ise finans-kapitalin l.ancsi n tlarla doluydu. Sermayenin çapı genişlemiş ve birikiminde hatırı sayılır Lir [.clazlunr ma yaşanmıştı. Faşizm, işçi sınıfı mücadelesinin siyasi Czünü boşaltmış, geriye bir tek ekorfomik ve sendikal alanda çıkışlara, o da kuşa çevrilmiş yasalarla zemin bırakmıştı. Sınıfın işi..:,cl:Î davı imci demokrat öncülerin büyük kısmı ya saflardan "temizlenmiş" ya da faşizmin baskı ve zoruyla ehlileştirilmişti.DİSK'in kapanmasıyla Türk- iş'in kontrolüne giren işçi sınıfı bir avuç aristokrat faşist gangster sarı sendikacının insafına terk edilmişti.
Siyasette finans-kapital bu kurumlaşmaya giderken, fabrikalarda doldur boşalt yöntemi sıkça uygulanır. Ve bir altın kur,al haline getirildi. Sermayedeki birikimin hatırı da büyük işyeherindeki toplu çıkışlar tazminatla ödüllendirildi ve bir sus payı verildi. Fabrikalarda yaygınlaştırılan muhbir-ispiyonaj ağı ise işçi sınıfı ile devrimciler arasına etten bir duvar ördü ki, bu duvardan en küçük sızmalar bile şiddetle ve atılmalarla cezalandırıldı.
İkinci ana neden olarak devrimci mücadelenin düzeyi ise 1990'larda işçi sınıfı mücadelesinin en zayıf taraflarından birini oluşturuyordu. 12 Eylül sonrası devrimci hareketlerin yediği ağır darbeler bunların sınıfla kucaklaşmasının önünde en büyük engel oldular. Küçük burjuva sosyalizminin 1987-88'lere kadar içinden çıkamadığı açmazları, burjuva sosyalizminin zaten teslimiyet bayrağını fabrika kalelerinde 1980 öncesinden itibaren dalgalandırması vc proleterya sosyalizminin 1985'lere kadar katettiği önemli mesafeye rağmen yedi-
YOL 175 Türkiye'de işçi sınıfı
ği darbe: tüm bunlar devrim saflarından işçi saflarına "devrim bilincinin akışını" önemli ölçüde durdurdu. 1980'lerde devrimci mücadeleyle iç içe giren binlerce devrimci işçi önderi eğer fabrikalardan temizlen- mediyse de kaldığı yerden devam edemedi. Şimdilerde 30 ve 40 yaş kuşağını oluşturan 1980 öncesi öncüler açık olmasa da en önde yer almak istemediklerini çeşitli vesilelerle dile getirdiler. Sınıfın saflarına katılan yeni genç kuşağa deneyim ve bilgilerini aktarmadılar, onları yetiştirmediler. İşin öteki tarafında devrimci öncüler ve örgütlenmelerin de durumu pek içaçıcı değildi. Sınıfı tutan, kavrayan öncü ve öncüler örgütü boylu boyuna sınıfın gövdesini kucaklayamayınca, sınıfı kimi kez ayaklarından, kimi kez ellerinden tutmak da zafer elde etmeye yetmedi. Devrimci öncü ve örgütler sınıfı tutamayınca ister istemez sendikacılar sınıfta kökleşti. Derinden patlak veren 1989 ve sonrası direnişlere rağmen sınıfın örgütsüzlüğü sonucunda alttan gelen basınç, sendikaları ve sendikacılığın karakterini değiştirmeye yetmedi. En fazla sağ sendikaların hakim olduğu alanlarda sosyal demokratlar başarı kazandılar. Bunun en somut göstergeleri herhalde kamu işyerleri grevleri ve çarpıcı olarak da Madenciler yürüyüşüdür. "Gemiyi yaktık dönüş yok geri" sloganıyla yürünen yoldan, gerisin geriye sendikacıların kontrolünde dönüldü!
Sınıf Önderlikle OlgunlaşıyorYazının başından bu yana verilen rakamlar ve yapılan değerlendir
melerle artık sınıfın devrimin öznesi olmasıyla ilgili teorik bir yaklaşımda bulunabilirz.
Birinci olarak 70 yıllık Cumhuriyet kapitalizmi tarihi ile, sınıfın içinde modern sanayi proleteryasının özü oluşmuştur. Bu öz, çekirdek köylülükten maddi ve manevi olarak önemli düzeyde kopmuştur. Maddi olarak bu çekirdeğin köyle ekonomik ilişkileri tamamen kopmuştur. Ancak ağırlıkla proleterce davranış kökleşmeye yüz tutarken, hem burjuva devrimin radikal ve hızlı olmayışı, hem de bunun bir sonucu olarak mülksüzleşmenin hala sürmesi bu çekirdeği köyün manevi dünyasıyla: ahlakı, gelenek,göreneğiyle "zehirlemeye" devam etmektedir. Mülksüzleşmenin devam etmesi ve eskinin kalıntılarıyla sınıfın yeni unsurlarının incelenmesi nasıl bir sıkıntı yaratabilir? Devrimde modern proleter çekirdek, hemen yanı başındaki işçi halkalarını harekete geçirmede, onlara önderlik etmede, devrimde tutarlılık ve süreklilik kazandırmada güçlük çekebilir. Etraftaki halkalar kimi zaman çekir-
Türkiye'de işçi sınıfı YOL 176
deği geriye çekebilir.Dünyada son yüzyılda yaşananlar insan yaşantısında "göreli" gelişmeler yarattı. İnsanların yaşam standardının yüzyıl öncesine göre yükselmesi, tüketim kalıplarının genişlemesi genel bir olgu olarak gözlenirken, "piramitin" tepesinden tabanına kadar tüm sınıf ve kesimler bundan etkilendi. 50 yıl önce emperyalist metropollerde başlayan ve hızla tüm dünyaya yayılan yeni tüketim kalıpları ve yaşam biçimi bizim gibi ülkelerde önceleri egemen zümreler ve geniş burjuva, küçük burjuva kesimleri etkisi altına aldı. Bunu işçi-emekçi kitlelerin alım güçleri ölçüsünde etkilenmesi izledi. Bu da ister istemez yüz yıl öncesine göre yaşam tarzını ve düzeyini kısmi de olsa değiştirdi. Sadece alınıp-alınamayacağını değil de bunun yanında bunların edinilmesi için gösterilen çabaya baktığımızda bile küçük burjuva-burjuva yaşam tarzının olmasa olmaz tüketim nesneleri olmaktan çıkıp, sınıfın da tüketim nesnesi haline geldiğini görürüz. Karşımızda bu anlamda Rus İşçisi yok. Ama bu değişimi daha ileriye götürmemizin de olanağı yok. Tüm bu kalıp ve tarzdaki değişim veya değişim çizgisine karşın "sınıf refaha boğulmadı". Türkiye'de yukarıda belirtildiği gibi bir işçi aristokrasisi yaratılmasının önündeki temel güçlükleri hatırladığımızda bu anlaşılabilir. Kişi başına 2000 doların ilerisi-gerisinde gidip gelen bir gelire sahip bir ülkede ve hele bu genel kişi başına düşen milli gelir ortalamasını sınıfın gerçekliğine indirgediğimizde karşımıza çıkan daha düşük bir gelir seviyesiyle sınıf nasıl refaha boğulabilirdi ki?iş böyle olunca, bu gelir düzeyindeki bir ülkenin işçi sınıfı ister istemez TV'nin karşısına geçip keyiften gerinerek "düzeni seyreylemiyor". Demek ki sınıfın yaşamındaki değişimler onun "militanlığını" nötralize edecek düzeyde değildir. Ve en azından, uzun yıllar edebilecek gibi de görünmemektedir.
Üçüncü olarak işçi sınıfı ne 15-16 Haziranda, ne de 1979- 1980'deki işçi sınıfıdır. 12 Eylül ile sınıfın bilincinde önemli "geriye kaymalar" yaşanmıştır. Bunun geçici üstünlüğüyle sınıfın son yıllardaki direnişleri ekonomik ve kısmi olarak da sendikal talepler eksenine çekebilmiştir. Direnişlerin bu eksene kaydırılmasında bilincin geriye kaydırılması kadar "işsizlik terörünün" estirilmesi ve milyonlarca işçinin katıldığı direnişlerde flnans-kapitalin ustaca oynadığı taktikle düne kadar bir işçinin bile burnunun kanatılmaması önemli rol oynamıştır. Finans-kapital 1980 öncesinde olduğu gibi sınıfa saldımayınca sınıfın paslanan militanlığı da bilenmemiştir.1980 sonrasında, ön-
YOL 177 Türkiye'de işçi sınıfı
cesinde olmadığı kadarıyla egemen zümreler, partileriyle ve her türlü etkinlikleriyle sınıfın gözünde deşifre olurken mücadelenin karakterinin sıçramayışı eylemin eksenini politik hedeflere, iktidara çekemedi. En fazla madenciler yürüyüşünde gözlenen kıpırdayış "Çankaya'nın şişmanı, içi düşmanı" sloganına takılıp kaldı. İktidar, faşizm tek kişide düğümlendi, politik öz yine arkada saklı kaldı.
Sınıfın bu takıntısının nedeni nedir? Devrim öznesi sınıfın kendiliğinden politikleşmesi beklenmediğine göre yukarıda sıraladığımız Türkiye devrim pratiğinin eksiklikleri nedenler olarak görülmelidir. Sınıfın eskiye göre politik bilinci algılama kanalları daha da genişlemiştir. Bunun nedeni hem uzun on yıllar verilen mücadele, hem de özellikle 1980 faşizmi ile edinilen derslerdir. Örgütsüz ve ani çıkışların bir sonuç getirmeyeceği sessiz işçinin bilincine yükselmiştir. Direnişlerden, güveneceği, savaşacağı öz örgüt, Partisi ortaya çıkmadıkça militanca çıkışların kendisinden beklenmemesi gerektiği mesajı alınmaktadır. Kimi direnişlerde: Mağa, Paşabahçe, Yurt İçi Kargo direnişlerinde gözlenen militanlık "parıltıları" bu mesajı doğrulamaktadır.
Kemalizmin bizzat sahipleri tarafından sona erdirilmesiyle işçi sınıfı da düzen tarafından yerli yerine oturtulmaya başlandı. Finans- kapitalin işçi sınıfını artık kabul etmesi ne anlama gelmektedir? Fi- nans-kapltal Türkiye kapitalizminin geldiği düzeye göre olgunlaştığını, sınıflar savaşında eskisi gibi değil, modern kapitalizmin sınıflar çatışmasının gerektirdiği kurallarla davranacağını İlan etmekte ve "hodri meydan" demektir. Şimdi sıra işçi sınıfının politik olgunluğa yükseldiğini ğösterecek şekilde finans-kapitali iktidar hedef tahtasına koyması ve onu yerinden edebilmesi için oyunun kurallarına göre oynamasın- dadır.
1980 sonrasında sınıflar piramidinde işçi sınıfının eylemleriyle boy göstermesi, tüm gövdesiyle kimi dönemlerde sarsıntılar yaratması onun önderlik pratiklerinin kendi halinde örnekleridir. Son 12 yılda ne köylülük, ne de küçük burjuva kesimlerden böylesi bir eylemliliğin yük- selmeyişl de her sınıfın devrim içinde "yerli yerine" oturması anlamına gelmektedir. Bu kesimler adeta onun öncülüğünü kabul eder ve istercesine, eylemleri-dlrenişleri alkışlamış, kimi ferlerde destek bile vermişlerdir. O halde, "görmüş geçirmiş" sınıf devrimin önder gövdesiyle birleşince vuruş gücü yüksek ve devirici darbeler ve sıçramalarla "kendisi için sınıf" olabilecek olgunluğa erişecektir.
Türkiye'de işçi sınıfı YOL 178
YOL 179 Türkiye'de işçi sınıfı
KÜÇÜK DEV ÜLKE: KÜBA
Ayşe TA N S E V E R
iki yıldır Doğu Avrupa'da halklar sokaklara dökülmüş sosyalizmi lanetliyor. Sosyalizm anavatanında terk ediliyor. Eğrisi doğrusu, iyi yanı kötü yanı, yanlışlıkları, teorisi pratiği eleştirilmeden, bir kenara atılıyor. Insanlığin yüzkarası gibi değerlendiriliyor. Kapitalizm dalkavukluğunda yarışılıyor. Ve işte böyle bir ortamda küçücük, birkaç milyonluk bir ülke çıkıyor. Sosyalizm bayrağını yerden alıyor, gönderinin en yükseklerine çekiyor. Ya vatan ya ölüm sloganını "Ya Sosyalizm Ya Ölüm" yapıyor. Yeryüzünde sosyalizmi kanının son damlasına kadar savunacağını açıklıyor, işte bu inanç güçlülüğü, sağlamlılığıdır. Cesarettir. Dirençtir. İşte bu küçücükken dev olmaktır.Küçücük Küba adacağını, inanç, direnç devi yapan, savunduğu şeyin doğruluğundan dayanak alır. Sosyalizm koskocaman, neredeyse güneşin batmadığı anavatanı topraklarında değil de neden burada savunuluyor? Küba'da yaşanılanların bir farkı mı vardır? Kabaca bakıldığında, sosyalizmi lanetleme gerekçesi olan, kapitalizmin serbest pazarı, rekabetine savuran üretim kıtlığı ve geriliği Küba’da da görülmektedir. Karneler, kuyruklar, yokluklar, borçlar bu ülkede de kendini gösteriyor. Ama bunlara karşın Küba çıktığı yolun savunuculuğunu sonuna kadar yapma kararlılığındadır. Öyleyse Küba, Küba'da sosyalizm deneyi incelenmelidir. Yapılanlar hallaç pamuğu gibi atılıp dersler çıkarılmalıdır. Elbette 30 yıllık yaşananlar bu dergi sayfalarına giremeyecek boyuttadır. Biz sadeace en kaba hatları ile ilk elden en göze
Küçük dev ülke:KÜBA YOL 180
çarpan dersleri, sonuçları irdelemeye çalışacağız.BÖLÜM IKüba'yı Doğu /tyrupa ülkeleri ve Sovyetler Birliği'nden ayıran en büyük özellik, eski bir sömürge, 3. Dünya ülkesi olmasında yatar. Eski sosyalist ülkelere dikkat edersek, hepsini kapitalizme iten temel bakış perspektifi şudur: "Biz de kapitalizmin anavatanıyız. Eğer sosyalist yola girmeseydik, bu merkezin bir parçası olacaktık. Kalkınmışlık düzeyimiz, bir Ingiltere, Fransa, İsveç gibi olurdu. Karınlarımız tok, sırtlarımız pekti. Vitrinlerimiz Paris, New York, Londra'nın ünlü caddelerini aratmazdı." Eski sosyalizm vatanlarında sıradan insanın bilinci, bakış perspektifi budur. Bu bakışın çarpıklığı, düz mantığı, sosyalist sistem olmasa kapitalizmin “refah toplumu" düşünün ne biçim bir kabus olacağı tartışmasına girmeyeceğiz. Vurgulamak istediğimiz; eski sosyalizmin kapitalizme geri atlama zeminini vergilemektir.Ama sıradan bir Küba'lıda, "eğer devrim yapmasa idik, Batista yönetiminde bir kapitalist ülke refahına ulaşırdık." bakış açısı yoktur. Olamaz da. Kapitalist merkez vitrinlerini yaratan zenginlikte 500 yıllık L. Amerika halklarının, kanının canının, sömürüsünün yattığını her sıradan Kübalı bilir. Bilmek soyut bir kavram. Sıradan Küba'lı bu gerçeklikle yaşar. Muz, şeker, kahve, madenler vs. zenginliğine karşın, L. Amerika'da milyonlarca insanın aç, sefil, cahil, hastalıklı koşullarının kapitalist sömürüden kaynaklandığını kanında, iliğinde hisseder. "Kastro olmasaydı, Che olmasaydı, devrim yapılmasaydı ben de refah içinde yüzerdim, güzel vitrinlerim olurdu. Her şeyi alabilirdim." diye düşünmez. Küba'lı bilir ki, eğer devrim yapılmasa idi bir avuç zenginden biri değilse milyonlarca yoksuldan biri olacaktı.Tok açın halinden anlamaz diye bir atasözümüz vardır. Kuyruğa da girse, karne ile de alsa Küba'lı süt ve eti olduğunu biliyor. Kısıtlı bir varlık içinde olmak acaba Küba'lıyı kendisini Brezilya, Arjantin'li yoksullarla özdeşleştirmekten alıkoyar mı? Daha iyisini istemek insanlığın ilerici özelliği, çölde vaha görmek de beynin bir oyunu, tok Küba'lı da acaba, insanlık hali, yeter bu sıkıntılar deyip, eski sosyalist anavatan halklarının yoluna çıkamaz mı? Kapitalizm çölünde kendisinin Rockfeller olabileceği bencil umuduna kumar oynayamaz mı? Dünya kapitalizminin tuttuğu, tutunmaya çalıştığı bu. Cebren ve hile ile bunu yapmay çalışıyor. Maya tutar mı, tutmaz mı? Bilemeyiz Küba Komünist Parti'sini tehdit altında tutan, öncülük görevini her za
YOL 181 Küçük dev ülke:KÜBA
mankinden çok zorlayan işte budur.Küba sosyalizmini diğerlerinden farklı kılan çok önemli ikinci özellik, devrimin kendisiyle ilgilidir. Kastro'nun arada sırada değindiği gibi Küba devrimini halk kendisi yapmıştır. Sovyet orduları Hitler faşizmini yenerken Küba’yı da Doğu Avrupa ülkeleri gibi kurtarmamıştır. Kübalılar bilekleri hakkına, kanlarını akıtarak ABD finans-kapitali uşağı Batista'yı ülkelerinden atmışlardır. Bugün için önemli olan da bunu yapan liderlerin hayatta olmasıdır. Devrim 1959'da, yani 32 yıl önce oldu. O günün devrimci gençliği şimdi 50-60 yaşlarındadır. Yalnız kitapların kuru donukluğunda değiller. Devrimin lideri Kastro hâlâ asker parkası ve postalları ile geziyor. Saçı sakalına ak düşse bile otuz yıllık sosyalizm mücadelesi ile zihin dinçliğine, gençliğine sahiptir. Kastro hem devrim yapmış hem de bunu pratikte döğüştürmüş, yaşayan sayılı devlet adamlarından biridir. Canlı tarihtir. Deney yüklüdür. Küba sosyalizmi için bu büyük bir avantajdır.Che, Kastro ve diğer devrimciler ateşli, kendilerini halklarına adamış, cesur gençlerdi. İktidarı aldıklarında komünist bile değillerdi. Canlı pratik içinde halkları ile el ele Batista'yı devirdiler. Küba Komünist Partisi'devrim sonrası 1965'de kurulur. Parti program tüzüğü 1976'da kabul edilir. Bunun anlamı nedir? Küba iktidarı öyle parti, program tüzük gibi şeylerle bürokratlaşmış, halktan kopmuş değildir. Kastro "Sayın Bay Kastro" değil, Fidel'dir. Fidel sık sık parti kararlarını, önerilerini açık toplantılarda halkına anlatır, tartışır ve teori yapar. Yazımızın ileri bölümlerinde bu konuşmalardan alıntı yapacağız. Mitinglerde, Che anma yıldönümlerinde, işçi sendikaları, parti kongrelerinde basitten, halkın anlayabileceği güncel konulardan kalkarak nasıl ekonomik ilkeleri tartıştığını, teori yaptığını göreceğiz. Fidel aydın bilgiçliği yapmaz. Pratiğin derslerini çıkarır, değişme gerekçesini, mantığını koyar ve yeniyi, çözümü anlatır. Halkıyla diyalog kurar.Büyükçe bir aile meclisi gibi Küba halkı 30 yıllık deneyi birlikte yaşamıştır. Parti kadar halk da yanlışını, doğrusunu pratiğini denemiş, belirli ölçülerde deney kazanmış, öğrenmiştir. Doğu Avrupa halkları için Stalin'i suçlamak kolay olabilir, ama Kastro eğer ki suçu varsa, kendisi hesap verebilecektir. İktidarda durmak, almaktan zordur. Kastro bu durma mücadelesinde elbette hatalar yapmıştır. Ama Küba halkı bu hatalarda Kastro ile birlikte davranmış, birlikte ayakta durmaya çalış mıştır. Ve aşağıda göreceğimiz gibi de kısa bir zaman süresinde ço
Küçük dev ülkeıKÜBA YOL 182
şitli ekonomik evreler yaşanmış, büyük politik yönelişler denenmiştir. Sonuç olarak Küba, kapitalizmin umduğu gibi Doğu Avrupa ülkeleri ve Sovyetler Birliği gibi sosyalizmin inkarına varmadı. Küba'nın eskiden3. Dünya sömürge ülkesi olması kadar devrimini yeni yapması ve devrimci liderlerin kişiliğinden kaynaklanan nedenler vardır. Ama elbette bunlar zorlu günlerde yarın olmayacağı güvencesini getirmez. Küba halkı bir sınavdan geçmektedir. Çok zor bir sınav. Başarısızlığın biz devrimcilerin sırtındaki yükü ağırlaştırır, ama başarıları için acaba biz ne kadar destek verebileceğiz sorusu vicdanlarımızı rahatsız etse iyi olur.IIEKONOMİK EVRELERKüba sosyalizminde uygulanan ekonomik model dört ayrı evrede incelenebilir.1. 1959-1966 arası kuruluş, kopya ve tartışma dönemi2. 1966-1970 Che Dönemi. Moral Ekonomi. "Komünizm"3. 1971-1986 (?) Reform Dönemi 4 .1986(?) - Karşı Reform Dönemi.Küba otuz yıl içinde birbirinden epey farklı keskin dönüşler yapmış. Her birinin kendine özgü özelliklerini, varılan sonuçları ve değişiklik gerekçelerini incelemeye çalışalım.KURULUŞ-KOPYA-TARTIŞMA DÖNEMİBu dönem 1959'da hemen devrim sonrası başlar ve 1966 yılına Che'nin Moral ekonomi önerisinin kabul edilmesine kadar sürer. Özünde bir belirsizlik, kararsızlık dönemi görüntüsündedir. Kendi içinde üç ayrı süreç yaşanmıştır denilebilir.Hemen devrim arkası, kapitalizmin kalıntılarının tasfiyesi ile geçer. 1961-63 arası üç yıl her sosyalist ülkede görüldüğü şekliyle Sovyetler kopya edilir. Her şeyin merkezden planlanıp yönetilmeye çalışıldığı bir ekonomik uygulama yaşanır. Ya da buna ön bir deneme denebilir. Çünkü 1964-66 yıllarında "Büyük Tartışma" dönemi yaşanır. Tartışmaların iki kanadını Sovyet yanlıları ile Che yanlıları oluşturmaktadır. Birinci gurup Sovyetler'dekinin aynısının kopya edilmesini, her şeyin millileştirilip merkezi plana bağlanmasını savunurlar. Bunu savunanlar Sovyetler'de eğitim görmüşlerdir. O dönem bilindiği gibi iktidara Kruşçev gelmiş ve reform paketi sunmuştur. Sovyet yanlıları ufak çaplı bir Kruşçev modelinde direnirler. Kastro buna karşıdır.
YOL 183 Küçük dev ülke:KÜBA
İkinci gurup Che yanlılarıdır. Che halk iktidarı ve halkın devrimci morali üstünde kurulan bir ekonomik model önermektedir. Tartışmaların sonunda bu model uygulanacağı için, onu ileride ayrıntılı göreceğiz. Che'nin ve Kastro'nun savunduğuna göre ekonomi kendi koşullarına uygun bir modelle geliştirilmelidir. Zaten 2 yıl süren tartışmalarda bu görüş ağır basar ve Che modeli uygulamaya konur.MORAL EKONOMİ 1966-1970 a. Genel GirişMutlaka hepimiz ağır bir çark döndürmüş ya da döndürmeyi denemi- şizdir. Bütün gücümüzle asılırız, asılırız. Kıpırdamaz. Enerjimizi toplar, toplar, konsantrasyonumuzu sırf çarkın koluna yoğunlaştırır, var gücümüzle bir daha asılırız. Ucunda ağır yükün olduğu çark kıpırdar gibi olur. Ama işte o kadar. Bütün ağırlığı, hantallığı ile karşımızda durur. Bir döndürebilsek deriz. Evet bir döndürebilsek, tek bir kez döndürebilsek, gerisi gelecektir. Tek bir dönüş sırasındaki enerji içinde ikinci, sonra üçüncü ve sonsuza kadar dönecek enerjiyi mutlaka yaratacaktır. Bütün sorun işte o ilk ivmeyi, hamleyi kazandırabilmektir. İlk ivme için gerekli enerjiyi bulabilmektir. Toplayabilmektir.Küba devrimcilerinin o günler önünde duran sorun budur. Ekonomiye tek bir hamle yaptırtabilmek. Ekonomik çarkı şöyle bir kez yerinden oynatabilmek, sarsabilmek. İnsan devrimci bir başarı kazanınca, moral üstünlük elde edince, dağları devireceğini düşünür. Gücünün sonsuza kadar yeteceğine, hiç bitmeyeceğine inanır, imkansız gibi bir şeyi başarmanın coşkusu ile kuşlar gibi uçun insan için, yer çekimini unutuvermek o kadar kolaydır ki. Dünya gerçeklerinin ağırlığı yok olur, gider.Che'lerin, Kastro'ların bu devrimci coşku içinde olmalarında yadırganacak bir şey yoktur. Ekonominin katı, kendini dayatan ağırlığını, dev- rjmci bilincin, devrimci özverinin, devrimci kahramanlık, güçlü istek ve direncin, kendini adamışlığın moral gücü ile kaldırıvereceklerdir. Che'ye göre Küba'nın her köşesi böyle devrimci moralli insanlarla doludur. Komünizmin amacı "Yeni İnsan" yaratmak değil midir? Öyleyse bir taşla iki kuş vurulacaktır. Yeni insan yaratmanın tüm maddi koşulları seferber edilecektir. Yeni İnsan yaratılırken aynı anda ekonomik çark kıpırdayacak, üstündeki ağır.yüke rağmen yerinden kalkacak, İlk ivme sağlanacak ve çark sonsuza kadar dönme ritmine oturacaktır.
Küçük dev ülke:KÜBA YOL 184
Moral ekonomi Yeni insan üstüne oturur. Başka bir deyişle idealizm dönemidir. "Komünizm" uygulanmaya çalışıldığı süredir. Eşitçilik, halk demokrasisi olarak da tanımlayabiliriz. Ancak yapılanlara geçmeden Che dönemi, Che'nin düşüncelerinin pratiğe geçmesiyle ilgili olarak Kastro'nun 1987’de, Che'nin 20. ölüm yıldönümü kutlamalarında yaptığı konuşmaya kulak verelim."Che, sosyalizmin inşasında, kapitalist ekonomik yasa ve kategorilerin kullanılıp geliştirilmesine, radikalce karşıydı. Bir dönemde (moral ekonomi dönemi bn) Che'nin bazı fikirleri yanlış yorumlanıp uygulandı. Onları pratiğe geçirmek için hiçbir zaman ciddi bir girişimde bulunulmamıştır ve sonra öyle bir döneme gelindi ki Che'nin ekonomik öngörülerinin tamamen zıddı düşünceler ortalığı kapladı... Che'nin fikirlerinin birçoğu bugün için geçerlidir."(1)Moral ekonomi Che'nin yokluğunda onun düşüncelerinin pratiğe geçirildiği, daha doğrusu geçirilmeye çalışıldığı dönemdir demek uygundur. Adı öyle bile olsa, şimdi göreceğimiz uygulamaların ne kadarının doğru, nereden sonrasının sapma olduğu ayrı bir arr ırma konusudur. Fakat bu dönem bir sol uçkunluk dönemidir Küba , konomisi açısından.b) Pratikte YapılanlarTemel olarak "merkezi plan ve yönetim" benimsense de bugün anladığımız anlamda çok yönlü, geniş boyutlu bir plan yapıldığını söylemek yanlış olur. Genel olarak kampanyalar yürünür. KKP'sinin Lenin- ist tipte bir örgütlülüğü olmadığı düşünülürse bu kaçınılmazdır da. Henüz çeşitli sınıf ve katmanların ülke°çapında yaygın, sınırları belli dernekleri, sendikaları yok, bir halk örgütlülüğü vardır. Belirlenen kampanyalar bu kanallarla yürürlüğe sokulur.Döneme damgasını vuran, ekonominin bel kemiği olarak alınan şeker kampanyasıdır. 1970 yılına kadar 10 milyon ton şeker üretme hedef alınır. Bütün enerjiler yukarıda çark döndürme benzetmesinde anlatmaya çalıştığımız gibi, şeker ve yine şeker üretmeye verilir. 1970'de 10 milyon ton şeker üretilecek, bunun ihracından elde edilecek döviz kalkınmak için gerekli fabrika alınımına yatırılacaktır.10 milyon şeker üretmek Küba için gerçekten büyük bir hedeftir. Hava koşullarının çok elverişli gittiği 1952 yılında, yani devrim öncesi bir kez 7 ton ile rekor kırılmıştır. Bir daha da bu hedefe ulaşılamamıştır. Devrim sonrası da bir kez 1965'de 6.15 milyon ton ile hedeflenen 6
Y ö t 18 5 Küçük dev ülke:KÜBA
milyon ton geçilmiştir. 1970 yılına kadar da tüm çabalara karşın binlerce, onbinlerce yeni ekim alanı açılmasına karşın üretim sürekli düşecektir. 1969'da 9 milyon hedefine rağmen, üretim 4.5 milyon tonda kalır. Yani hedetin tam yarısı.Merkezi planın gerekliliği, millileştirmenin tamamlanmasıdır. Büyük bir kollektivizasyona geçilir. Hatta kampanyanın kötüye gitmesinden tersi sonuç çıkarılıp 1968'de endüstrideki 57.280 küçük üretici mülksüzleş- tirilir. Aynı yıl ekonomide endüstri, inşaat sektörü, taşımacılık, toptan ve perakende satış, bankacılık, eğitimin hepsi, %100'ü devlet kontrolüne alınmış olur. Bir tek kırda toprakların %30’u özel çiftçilerin elindedir. (2)Kapitalizmin tüm ekonomik değerleri küçümsenir, halkın eşitliği temel alınır. Zaten moral ekonominin temeli eşitçiliktir. Sonuçta bu dönemin başarısızlığının temel nedeni de bu eşitçilik olacaktır. KKP'si bu konuda büyük dersler çıkarmıştır.Kastro 26 Temmuz 1968 yılında yaptığı konuşmada, gelecekte ücret emek ilişkisini şöyle anlatıyor:"Maddi teşvikler giderek azaltılacak ve yerini moral teşvik alacak. Emek ücret bağlantısı koparılacak, insanlar toplum adına çalışıp, devletten bedava hizmet görecek, bedava mal alacak. Hükümet şimdiden bedava eğitim, sağlık bakımı, sosyal güvenlik, cenaze törenleri, telefon konuşması, çocuk kreşleri, bazı kültürel eğlence olanakları ve konut veriyor. Bu son bölüm şimdilik ancak belli kesimlerde uygulanabiliyor. Gelecekte bütün evler, yiyecekler, giyecekler, taşımacılık, kamu hizmetleri, eğlence de bedava olacak. Para ücret farklılığı ortadan kaldırılacak. Ulusal gelir ihtiyaçlara göre (bn.) dağıtılacak. Gelecek Küba toplumunda mühendis şeker kamışı kesicisi kadar ücret alacak ve böylece sosyal sınıf kalmayacak." (3)Küba'da komünizm uygulanmaya başlanmıştır. Herkesden yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre ilkesi adım adım yürürlüğe sokulur. Sağlık, eğitim, sosyal güvence bir yana, konutlar, kent içi telef,on görüşmeleri, cenaze törenleri, eğlenceleri bile bedava veya bedavaya yakındır. Yiyecek, giyecek gibi ihtiyaçlar bedava dağıtılmaktadır. Ülke sanki kocaman bir ailedir.Ekonomik veriler değersizleşir. Bankanın rolü iyice asgariye indirilir. Faizler kalkar. Gelir vergisi diye bir şey kalmaz. Zaten para Kastro'ya göre yakında piyasadan kalkacaktır. Maliyet belirleme kapitalizm kok-
Küçük dev ülke:KÜBA YOL 186
maktadır. Sosyalizm koşullarında bunlar tehlikelidir.Halk da çalışmakta, elinden geldiğince çalışmaktadır. İşçi Konfederasyonu üyelerine çağrı yapar. 1 milyon işçi gün boyu 12 saat, kahve üreten kır proleterleri 14 hafta ücretsiz çalışırlar. Ekonomiye 2.5 milyon işgünü armağan ederler. Öğrenci gençlik de coşkuludur. Emekçiler ordusuna 40.000 öğrenci katılır. Binlerce hektar toprak açarlar. Bunlar şeker kamışı ile donatılır. Kadınlar toplumun bekçiliğini yaparlar. Bölgelerinde öğretmenlerin, aydınların ideolojik olarak devrime inançlarını kontrol ederler. Karşı devrimcileri partiye bildirilir.Devrimci bilinç geliştirme kampanyaları başlar. Sosyalist rekabet yaratılmaya çalışılır, iş disiplini, üretim arttırılması hedefleri öne çıkar. Üniversitede teknik bilgi değil, devrimci inanç, kendini adama önem kazanır. Çoğu bilgisi iyi ama devrimci bilinci zayıf öğrenci okuldan atılır. Sekterlikle de mücadele edilir. Küba'da devrimci bilinç, devrimci moral her şeyde kriter olmaya başlar. Herkes coşkuyla, inançla çalışmaktadır. Ülkede tam bir moral seferberliği vardır. Görünürde herkes coşkuyla, ekonomik çarkın bir yanından tutmak için çalışmaktadır,c) Üretimde Varılan SonuçÇark büyük umutlar bağlandığı gibi ne yazık ki döndürülememiştir. Üretim tek kelime ile her alanda düşmüştür. Şeker 8 milyon tonda kalır. Tarımsal ürün düşer. Daha az hayvan yetiştirilir. Yukarıda söylemiştik, rakamsal istatistikler pek titiz tutulmamakta, kapitalist yöntem olarak küçümsenmekteydi. Bu nedenle tam verileri yazmak yanıltıcı olabilir. Ama genel olarak 1966-70 arası her yıl GSMH'nın %30 düştüğü söylenmektedir. Kişi başına gelir de her yıl %1.6 düşer. Üretimin düşmesi, herkese yetecek kadar tüketim maddesi üretilememesi, kara piyasayı doğurur. Toplumda bir çürüme başlangıcı vardır. İşçiler kadar herkeste tembellik, laçkalık, vurdum duymazlık, ilgisizlik başlar. Devrimci coşku yerini hareketsizliğe bırakmaktadır. Oysa ilk günlerden beri halkın yaşam koşulları düzelmiştir.26 Temmuz 1970 günü Kastro özür dileyerek şunları söyler: "Ekonomik kalkınmada devrimcilerin öğrenme süreci tahmin ettiğimizden çok daha zor. Sorunlar çok daha karmaşık. Devrimin liderleri bizlerin öğrenmesi halkımıza pahalıya mal oldu." (4) Kastro idealizme düştüklerini, sol uçkunluk yaptıklarını kabul eder.Böylece Moral Ekonomi dönemi kapanacaktır. Che'nin düşüncelerinin pratiğe geçirilmesinin sorumlusu Kastro'dur. Yenilgi de Kastro'nun sır-
YOL 187 Küçük dev ülke:KÜBA
tına yüklenecektir. Bundan sonra kendisi geri plana çekilir,d) Çıkarılan DerslerKastro bu dönemde yapılan yanlışlıklar ve çıkarılan derslerle ilgili sık sık açıklamalarda bulunmuştur, ilk önce yanlışlık tesbitinl görelim. "Komünizm istediğimizden, komünizm için mücadele ettiğimizden ve devrimci bilincin gelişmesi temel faktör olduğundan devrim sonrası devrimci bilincin tamamen geliştiğine inandık, komünist bir toplum- dayız dedik, herkesin bu devrimci bilinçle davranacağını düşündük. Gerçekte durum böyle değil. Bütün bunlar uzun bir süreç, sürekli olarak uğrunda dövüşülmesi gerek bir süreç." (5) Küba devrimcileri halkın bilincini olduğundan aşırı tesbit etmişlerdir. Che'nin deyimiyle "ülkenin her köşesi devrimci bilinçli insanlarla" ne yazık ki dolu değildir. O günlerin coşkusuyla böyle pembe rüyalar görmenin bedeli hiç de az değildir.Kastro sol uçkunluk tesbitinden sonra devam ediyor: "Ekonomiyi yönetirken yaptığımız her idealist hatayı cesurca düzeltmeliyiz.En büyük düşümüz, herkesin daha gelişkin devrincl bilinçle, tam bir dayanışma ruhu ile yetenekleri ile katılıp, ihtiyacına göre alacağı komünist topluma doğru ilerlemekti. Ancak böyle bir kavrayış düzeyi ve bu harika formüle uygun olarak sosyal üretimin maddi olanaklarının dağıtımı yeni nesillerin komünist eğitiminin ve üretici güçlerin gelişimi ile mümkündür." (6)Kastro görüldüğü gibi yalnız devrimci bilincin yeterince gelişmemiş olmasıyla bitirmiyor sorunu. Yeni bir şey daha ekliyor, "sosyal üretimin maddi olanakları", "üretici güçler". Yani komünist toplum yalnız bilinç sorunu değildir. Aynı zamanda maddi olanakların, üretici güçlerin insan malzemesi dışında kalan kısmının gelişimi ile de ilgilidir. Ülkenin üretim düzeyi, teknik gelişimi, herkesin ihtiyacını karşılayacak düzeyde olmadıktan sonra herkesden yeteneğine göre almak, herkesin iyi niyetle bu yeteneğini ortaya dökeceğine inanmak saflıktır, idealizmdir. Bunun halka güvenmek, güvenmemekle ilgisi de pek yoktur. Komünizm herkesten yeteneğine göre alması, herkese ihtiyacına göre vermesi açık açık iki bacaklıdır. Bir yandan doğanın insana verdiği yeteneklerinin, uygun koşullar olması da nedeniyle, geliştirebilmesi, insanın çok boyutluluğunun, sonsuz yeteneklerinin ürün vereceği zeminin yaratılmış olmasını öngörür. Diğer yandan ihtiyaçları da sonsuz derecede artacak bu insanın öngördüklerinin karşılanabileceği üst
Küçük dev ülke:KÜBA YOL 188
bir maddi zenginliğin olması da gerekir. Biri olmadan diğeri olamaz. Yoksa halkın devrimciliğine inanmamak, iyi niyetine inanmamak değildir. Biz Küba'da yaşananlardan kalkarak bu sonuca nasıl varıldığını biraz daha ayrıntılandıralım.Sosyalist sistemin günümüzdeki eleştirisi yapılırken temel tesbit "bürokrasi halkı işe yabancılaştırıyor" oluyor. Halkın teoride sahip olduğu üretim araçlarına pratikte yabancılaşması, komünist partilerin ördüğü katı bürokrasi kastı ile açıklanıyor. Bizce de sorun biraz bunun tersidir. Aksine, halkın yabancılaşması (buna başka terim bulmak ge- rekli)yla işliyor. Halkın, kapitalistlerin yüzlerce yıldır biriktirdiği deney, disiplin vs.ye yabancı olması üretim araçlarının rasyonel kullanılamaması devrim öncesinde kapitalistlerin işlettiği gibi işlefilememesini getiriyor. Bizce yabancılaşma böyle başlıyor. Sonuçta üretim düşüyor. Devrimle yeşerme zemini yaratılan sosyalist ilkeler, moral değerler, kapitalist maddi değerler ve pisliklerle boğuluyor. Küba'da yaşananları görelim.Hemen devrim sonrası Küba adasının tüm sahilleri millileştirilir. Her- sese aylık ücretli izin ve sahil evlerinde bedava bir aylık tatil hakkı tapınıyor. Böylece Batista rejimi yandaşlarının yıllardır deniz kıyısında inşa ettiği yazlıklar, villalar halkın yararlanmasına açılıyor. Çok güzel değil mi? Bizde tüm devrimciler de, iktidarı almalarının ikinci günü aynı şeyi yapacaklardır.Fakat iş bir hakkı vermekle bitmiyor. Onun gerçekleşmesi için-koşulla- rın da uygun olması gerekiyor. Ne yazık ki millileştirilen, halka açılan evler, tüm emekçilerin tatil yapmasına yetmiyor. Evler, konutlar az, talep fazla oluyor. Bu durumda kapitalizm ne yapar? Fiyatları artırıp talebi kısar. Böylesine kaba bir kriter getirip işi çözüverir. Sosyalizm bunu yapamaz. Kendi devrimci moraline terstir. Küba'da başka alternatifler geliştiriyor. Başta, ilk gelene, ilk müracaat edene imkan tanıma kararı alınıyor. Ama listeler uzadıkça uzuyor. Sonuçta bu olanaktan en çok yararlanması gereken şeker kamışı işçileri oda bulamaz hale geliyor. Ve hemen adam kayırma başlıyor. İktidar sürekli çare arıyor. Kota sistemi getiriyor. Her iş yerine belirli yerlerde, kısıtlı dinlenme, eğlenme olanakları tanınıyor. O işyerinde çalışma standardını yerine getiren işçi kotadan yararlanıyor.Yazlık, dinlenme hakkında karşımıza çıkan yetmeme, çoğu hizmet ve tüketim malında da kendini gösteriyor. Örneğin süt, et, sigara, örneğin
YOL 189 Küçük dev ülke:KÜBA
buzdolabı, çamaşır makinası, örneğin barınılacak konut. Sağlık konusu da başlıbaşına sorunlarla doludur. Hemen devrim sonrası sağlık bedava yapılır. Ama bu da devrimi moralini için için çürütecek sorunları beraberinde getirir. Kapitalizm sağlık olanaklarını kentlerde kurar, kırları ihmal eder. Yine kapitalizm koşullarında en modern, en iyi olanaklar kıttır ve bu nedenle parası da yüksektir.Hemen devrimsonrası sağlığı bedava yaptık. Bununla herkese, her hastalığa yetişebileceğimizi sanmak saflıktır. Devrim sonrası yapılacak o kadar çok şey vardır, o kadar çok şey finans beklemektedir ki, sağlık sorununu kapitalizmin bıraktığı yerden alıp sosyalist sistemin standardına yükseltmek gerçekten çok zordur. Sağlığı devrimin ikinci günü herkese bedava yapmak ve bununla herkesin ihtiyacını karşılay- ıvermek gerçeklikten çok uzaktır.Küba'da yaşandığı şekliyle ne olmuştur? Hastalandın mı, ilk önce bölge ya da mahalle doktoruna gideceksin. Şanslıysan yakınındadır. O, seni muayene edecek. Hastalık bir iki ilaçla halledilecekse hadi diyelim sorun büyük değil. Ama eğer bir tahlil gerekliyse seni hastaneye sevkedecek. Öyle değil mi? Ama hastane uzakta ve önemlisi de müracaat listesi kalabalık. O zaman gün verecekler. O gün gidilecek. Sonra başka bir gün tahlil sonucunu almaya gideceksin. Sonra karar vs. vs. Bu uzun bir süreçtir. Hele hele kırdan geliniyorsa. O gün işe gitmemek demektir. Yol parası demektir. Hele çocuk varsa, başka sorunlarla karşı karşıyasınız demektir.Hem sonra artık devlet sosyalisttir. Yani halkın devletidir. Yani halkın devletten beklentisi çok artmıştır. Evet, bunu vurgulamak istiyoruz. Halkın devletten beklentisi devrimin ikinci günü çok artmıştır. Yıllardır kapitalizm halkın anasını ağlatıyor, deyim yerindeyse. Paran yoksa seni ölüme mahkum ediyor, insanlar isyan etmiyor. Böyle kabullenmiş. Para kriterine binlerce yıldır alışmış. Ama şimdi sosyalizm geldi mi, bir kere isyan bayrağı göndere çekildi mi herkesin beklentisi artıyor. Eleştiriler başlıyor. Acaba paralı olsa daha iyi mi olurdu tartışmaları ortalığı kaplıyor. Böylece devrim çürüme sürecine giriyor. Hak olarak verilmiş, ama tatmin edilmeyen bir ihtiyaç bu kez devleti yemeye başlıyor. Herkes orada burada "dayı'' eş dost aramaya başlıyor. Kayırma, rüşvet, kendi kanallarını örüyor. Bu kez para, kapitalist değer başka bir şekilde devreye giriyor. Dikkat edelim, tatil olanakları ile başladık. Sağlık sorunu ile devam ediyoruz. Her yerde parayı el altından
Küçük dev ülke:KÜBA YOL 190
döndürüyoruz. Bunla bitmiyor.Sosyalizmin kriterleri kapitalizminklnden daha yüksektir. Sanırız sigara, içki gibi sağlığa zararlı tüketim maddeleri bu konuda çarpıcı örneklerdir. Sosyalizmde halk sağlığı çok önemlidir. İnsanın en değerli şey olduğunu kabul etmek sağlıktan geçer. Gorbaçov da buradan kalkarak içki tüketimini azaltmak girişiminde bulundu. Devlet bütçesine en büyük "kârı" getiren, bütçe açığını en çok karşılayan bu fabrikaların üretimini azaltmaya kalktı. Sosyalizm koşullarında insanı İçmeye yönelten, beyinleri yavaş yavaş öldürme tercihini yaptıran etkeni ortadan kaldırmadan sonuçtan hareketle bir yere varılamazdı. Gorbaçov da hiçbir yere varamadı. Bütçe gelirini azaltarak kendi zeminini bir başka yönden eritti.Biz konumuz Küba'ya bakalım. Burada da sigara, ünlü Küba puroları sorun oluyor. Ülke sigarayı herkese yetecek kadar üretemiyor. Ne yapılacak? Halkımızın geçmişten gelen bu kötü alışkanlıklarını giderek yok etme hedefi ile bir süre karşılamak zorundayız. Fiyat artırarak talebi kısmak kapitalizmin yolu. O günün devrimci liderleri böyle düşünmüşler. (Şimdi Kastro bunun yanlış olduğunu, fiyat artırmanın en doğru seçenek olduğunu kabul ediyor). Bir açıdan doğru. Ne yapılacak? Kota sistemi getiriliyor. Herkese haftada şu kadar paket. Devrimci olarak ne düşünüyoruz. İçmeyen kotadan yararlanmayacak, içen alacak, içene halk doğal bir saygı duyacak. Ne yazık ki gerçeklik böyle olmuyor. Sigara içmeyen bile sigara kotasından yararlanıyor. Sonra da bu kıt madde ile başka kıt maddeyi değiştiriyor. Kastro acı acı yakınıyor. "Çocuğunun süt kotasını sigara ile deg.ştirenler var." Sosyalizm hem insanlara sigara vermek, hem de onları bu kötü alışkanlıklarından vazgeçirmek zorunda. Bunun için hem sigara üretimine kaynak aktarmak, hem de sigara tahribatını giderici sağlık olanaklarını sunmak, hem de evet hem de sigara alışkanlığının üstesinden gelinmesini sağlayacak başka alışkanlıkların kapısını açmakla görevli. Devrimin ertesi günü sağlık, dinlenme hakkı gibi olanakları halkımıza verirken iyi, çok iyi düşünmeliyiz. Küba deneyleri daha çok ve de öğ- retci, biz bu verilerden dersimizi çıkaralım.Devrime kadar insanların özlemleri çok birikiyor ve hemen devrim sonrası bedava olan devletin üslendiği hizmet ve tüketim mallarına müthiş bir saldırı yaşanıyor. Halkın beklentileri ve kriterleri yükseliyor. Hem de bunlara ulaşma olanakları artıyor. Şöyle düşünelim. Kapita-
YOL 191 Küçük dev ülke:KÜBA
lizm koşullarında işsizlik büyük bir sorun, iki, üç aile, anneanne, dede, çocuklar, torunlar akrabalar kutu gibi evlerde bir kişi, iki kişi çalışarak kıt kanaat yaşıyorlar. Sosyalizm sosyal bir seferberlik ile yığınla iş olanağı açıyor. Çalışanları artıyor. Hem aileler küçülmeye başlıyor, hem de aile içinde çalışan sayısı artıyor. Yani aile biriminin geliri artıyor. Gelir yükseldikçe konut ihtiyacı artıyor bir. Tüm sosyalist ülkelerdeki konut sorununa bir de bu açıdan bakmak gerekiyor.Öte yandan sağlık bedava. Buraya para harcanmıyor. Eğitim bedava, ona da para verilmiyor. Çoğu işyeri işçilerine parasız öğle yemeği dağıtıyor. Tatil yapmak için para biriktirmeye gerek yok. Gençler bile çalışıyor. Onların harçlık so;*jnu yok. Bütün bunların anlamı nedir? Herkesin elinde yığınla para birikiyor. Bu kez halk eskiden alamadığı şeyleri bile almak istiyor. Liretimde herkesin ihtiyacını karşılayacak kadar bolluk ve çeşitlilikte gelişme yok. İşte tam da kara pazarın doğması için uygun bir ortam. Kara pazar da çürümelere, ekonomiyi kemirmeye, devrimci ruhu isteği kırmaya yol açar.Hepsi birbirine bağlı. Küba gibi baştan yoksul bir ülke birden tüm yurttaşlarına tüketimde ve hizmette eşit haklar verirse, bunlara olan talebi iki misli, üç, dört misli arttırır ve talebe çözümü olanaksız baskılar yaratır. Eşitliği vermek, hak tanımak başka şeydir, yerine getirmek başka şeydir. Sonra bu kez haklara belirli kısıtlamalar getirmek zorunda kalınıyor. Bu da halkın devrime güvenini sarsmaya başlıyor. Ortaya çıkan laçkalık adam kayırma, devrim moralini öğütüyor.Halklar binlerce yıldır sınıflı toplum içinde yaşamıştır. Kapitalizmin yüzlerce yıldır insanlara verdiği bir bilinç var. Gelenekler, görenekler, alışkanlıklar var. "Köşeyi dönmek", "gemisini kurtaran kaptan", bencillik, bireysellik, maddi değerlerin tüm insanca olanları hiçe saymasını yüzlerce yıldır insanlığın beynine kazınmış. Sosyalizm geliyor. Küba'daki şekliyle insanların devrimci değerlerine sonsuz güven duyuyor. Ama maddi olanakları sıkışıyor. Beklenen, iyi niyet şu: İnsanlar biriktirdikleri yılların özlemini bir kenara bırakıp, devrimci disipline devam edecek, sosyal bilinç, sosyal dayanışma, sosyalist rekabet ilkesini elden bırakmayacak. Yok öyle iyi niyet. Cehenneme giden yol iyi niyet taşları ile örülmüştür.Kastro'nun da "Moral Ekonomi döneminden çıkardığı ders böyledir." Moral teşviklerle birlikte maddi teşvikleri de, ikisini de kötüye kullanmadan uygulamalıyız. Kötüye kullanmadan çünkü birincisi bizi idea-
Küçük dev ülke:KÜBA YOL 192
lizm, İkincisi ise bireysel bencilliğe götürecektir. Öyle davranmalıyız ki, ne ekonomik teşvikler diğerini alıp götürmeli, ne de moral teşvikler işi başkasının sırtına atmaya yol açmalı," (7) Kastro sonuçta iki tür teş- viğinde kullanılmasının uygun olduğunu dile getiriyor. Maddi teşviklerin bireysel bencilliğe varacağından yola çıkan Küba devrimcileri moral bencillikle de yada onun aşırı uygulanması ile yine aynı noktaya varmışlardır. Moral teşviklerin aşırılığı işi başkasının sırtına yükleme bencilliğini getirmiştir. Devrimci bilinç aşınmıştır.
İki teşvikin kullanılma kriterinin Kastro şöyle koyuyor. "Komünizme doğru ilerlerken en zor görev belki de dialektık biçimde günün bizden talep ettikleri ile davamızın nihai hedefi arasındaki uzlaşmayı sağlamayı öğrenmektir. (8) Yani hedefimizi belirleyeceğiz, günümüzün koşullarını iyi bileceğiz ve ikisi arasında bir dengede kullanmaya çalışacağız. Bu dengenin kaçması bizi sağa yada sola savuracaktır. ¡kişide tehlikelidir.
Olayların canlılığı içinde yabancılaşma sorununa ilişkin söylemek istediğimizi sona bırakmak zorunda kaldık. Moral ekonomi eşitçiliği içinde Küba'da bürokrasi yoktur. Zaten partileşme, tüzük vs. sonradan gerçekleşir. Genel olarak halkın kendiliğinden bir örgütlüğü vardır. Zaten ekonomiye moral temelde çözüm aramak birazda bu gerçekliğin doğurduğu pragmatizmdir. Ama Küba’lılar yine yabancılaşmışlardır. Üretim araçlarının sahibi bilinciyle pek davranmamışlardır. Tanınan hakların pratiğe geçirilememesi hakların çoğunun teoride kalması yabancılaşmaya çanak açmış, üretimin maddi olanaklarındaki eksiklik, sosyalizmin güzel değerlerini yemeye başlamıştır. Bürokrasi eğer doğarsa, partinin Leninist yapısından, proletarya diktatörlüğünden doğmuyor, bunlar yabancılaşmaya gerekçe olmuyor. Aksine maddi olanaklar ile sosyalizmin üstlendiği görevler arasındaki dengesizlik yabancılaşmaya yol açıyor.
Kapitalizm kendisi yabancılaşma üzerine oturduğu halde işsizlik, açlık ile insanları köleleştiriyor. Sosyalizm bu tehditleri kaldırınca ne yazık ki yabancılaşma sorunu da kalkmıyor. Öyleyse ne yapılmalı? Devrim sonrası elimizdeki imkanlar çok iyi değerlendirmeliyiz. Neyimiz var? Ne kadar var? Olağanımız ne? Tüm bunları Kastro'nun da dediği gibi maddi olanaklarımızı sosyalizm hedeflerimiz doğrultusunda hesaplı dağıtmalıyız. Bunların yollarını üretimi daha çok artırıcı şekilde kullanmalıyız.
YOL 193 Küçük dev ülke:KÜBA
Moral ekonomi dönemindeki üretim düşüşü elbette sadece eşitlik, moral değerler, idealist yaklaşımdan kaynaklanmaz. Bütün bunlar millileştirmede yapılan teknik yanlışlıklarla beslenir. Ancak biz bu bölümde konunun da ağırlıklı oluşu nedeniyle sırf bu yönünü vurguladık. Ile- riki dönemde bu teknik yanlışlıklara ağırlık vereceğiz.
REFORM DÖNEMİ1971 -1986 (?)
a) GirişReform döneminde uygulanan ekonomi-politikalar Che'nın "Çiğ
nenmiş Yol" dediği, kapitalist yoldur. Moral döneminin tam tersi, maddi teşviklerle üretim ve verimlilik arttırılmaya çalışılır. Moral ekonominin ideolojik idealizminden bu kez pragmatizme geçilir. Sonda söylenecek şeyi şimdi söylersek, bir önceki sol uçkunluktan şimdi sağ uçkunluğa savrulunur. Bir KKP yetkilisine göre millileştirmek ayrı şeydir, sosyalleştirmek ayrı şey. Moral ekonomide millileştirmeler yapılmış, şimdi sosyalleştirilecektir. Ne kadar sosyalleştirilebileceğini görelim.
Reformlara geçmeden önemli bir olguyu da belirtmeliyiz. Moral ekonomi dönemi Che fikirlerinin genel olarak Kastro tarafından yada öncülüğünde uygulanmasıydı. Bu nedenle Reform dönemi bir anlamda Kastro'nun uygulamalarına tepkidir. Kastro ekonomi yönlendiriciliğinden biraz geri çekilir. Dönemin sonuna kadar pek işlere karışmaz. Elbette kendisi başbakan, KP genel sekreteri, ekonomi planlama komitesinin başındadır. Her an müdahale yetkisi elindedir. Ama işlerin yönetilmesi, pratik uygulamaların eski söz sahipliğinde bir değişiklik vardır. Belki de demokratik merkeziyetçiliğin demokratik yanına Kastro tarafından bilinçlice ağırlık verildiğini söylemek daha uygundur.
Reformları uygulayacak bir Merkezi Planlama Konseyi kurulur. Başına Humberto Perez geçirilir. Reformları onun başkanlığında yürür. Kastro bu dönemin eleştirisini yaptığı Karşı-Reform sürecinde tekrar sesini duyuracak ve yürütmenin başına geçecektir.
Dönemin kapanış tarihi ise başlıkta gördüğümüz gibi yanında soru işaretli 1986 yılıdır. Dönemin bitiş tarihi biraz karışıktır. Kastro, dönemi eleştirmeye 1982 yılında başlar. 1984 yılında ekonomik yürütücü- lük Merkezi Planlama Konseyinden alınır. Başbakan yardımcısı, Car- los Rafael Rodrıgues daha ortada perestroika yokken karşı reform
Küçük dev ülke:KÜBA YOL 194
sürecini 1984‘de başlattıklarını söyler. Kastro ise Gorbaçov, reformları açıkladıktan sonra 1986'da 3. Parti Kongresi ile başlandığını vurgular. 1987 ise Karşı-Reformun sağlamlaştırıldığının söylendiği yıldır. Bütün bunlara ve daha sonraki sürece bakarsak şöyle bir değerlendirme yapmak yanlış olmaz.
1982'den itibaren tutulan yolun yanlışlığı kendini göstermiştir. Aşağıda göreceğimiz gibi burjuvalaşma aynı yıllarda iyice koyulaşır. Yeni oluşan sınıf semirmeye yüz tutar. Yeni yeni ekonomik taleplerle gündeme gelirler. Tutulan yolun sonu görünmeye başlar. Ama henüz ekonominin nasıl sosyalist zemine çekilebileceği konusunda belirsizlik hakimdir. Reformun yumuşak bir inişle, yanlışlar tekrarlanmadan yapılmasının en akıllı tutum olduğu ortadadır. Ayrıca sosyalist sistemde daha Gorbaçov öncesi bazı reformlar açıklanır. Bunlar bir çok yönden Küba'nın dönüş yapmak istediği reformlarla benzerlikler taşımaktadır. Daha Gorbaçov 1985'deki açıklamaları ile Küba ile ne kadar ters yollara doğru gittiklerini belirtmiş oluyordu. Sonuçta 1986 3. Parti Kongresi ile Küba yeni yönünü resmileştirir.
bl ReformlarReformları şu ilkeler altında inceleyebiliriz. Hem yönetimde hem de
ekonominin işleyişinde alt birimler oluşturulur ve bunlara yetkiler dağıtılır. Ekonominin işleyişinde geleneksel, yani kaitalist ilkelere önem verilir. Son olarak üretimin arttırılmasında moral teşvik yerine maddi teşvik ilkesi benimsenir. Şimdi bu üç yönelişi ayrıntılandıralım.
1. Merkeziyetçiliğin yumuşatılması (decentralızasvon): Yönetim açısından başbakanını elindeki yetkiler kısıtlanıp bakanlar kumluna dağıtılır. Bakanlar kurulu altında yürütme vs. gibi komiteler oluşturulur. Bunların ekonomik planlama ile bağları, karşılıklı ilişkileri belirlenir. Öte yandan KKP içinde de komiteler kurulur. Politbüroya bağlı Sosyal Üretim Bürosu gibi...
Desentralizasyonun ikinci bacağı işçi sınıfı ve örgütlenmesine ağırlık verilmeye çalışılmasıdır. Devrimin önde gelen isimlerinden C. Rafael Rodriques hem geçmişin eleştirisini hem de yeni yönelişi şöyle dile getiriyor. "Sendikalar Parti direktiflerinin geçirme, iletme (transmisyon) kayışlarıdır ama işçileri Parti ve devrim hükümeti içinde yeterince temsil edemediler. Sadece Parti araçları olurlarsa amaçlarını yitirmeden edemezler. (9)
YOL 195 Küçük dev ülke:KÜBA
Kastro'da aynı öz-eieştiriyi yapmakta ve nedenlerini şöyle sıralamaktadır. "Ne yazık ki son iki yıldır işçi örgütlemelerimiz geri plana itildi... bizim, Partinin, ülkenin politik yönetiminin suçudur." nedenlerine gelince "(1)" idealizm yani işçilerde gelişmiş olduğu düşünülen bilincin sendikal temsilcilik işlevini gereksiz kılacağının düşünülmesi. (2) işçi kitlelerinin ihmaline yol açan öncü işçiler hareketinin kurulması; ve (3) sadece işleri daha da karmaşıklaştırmaya hizmet eden Parti ve yönetimin belli ölçülerde aymlaştırılması." (10)
Kastro ilk dönemde işçi kitleleriyle bağın kopmasının idealizmle bağlantısını çok iyi anlatmaktadır. Herkesin devrimci bilincinin geliştiği düz mantığı, yanılgısı, elbette sendikal mücadeleyi gereksiz görecek, öncü işçi hareketi ile işlerin kolayca çözümlenebileceğini sanacaktır. Fakat üçüncü tesbitte çok önemlidir. Parti ve Yönetim ayrılığı gerekli olduğu sürece, bunlara bağlı sendikal hareket ile öncü işçi örgütlenmesi var olmak zorundadır. Sendikal hareket işçilerin ekonomik çıkarlarını temsil edip, işçi sınıfının kendiliğinden tepkilerinin dile getirildiği bir platform olurken, partiye bağlı öncü işçiler örgütlenmesi bu çıkarların komünizm hedefine doğru yönlendirilmesinde en önemli unsur olacaktır.
Sosyalist devrimde en önemli unsur olan proletaryanın örgütlülüğünü arttırılması ve ekonominin yönetiminde çeşitli görevler alması hızlandırılır. Yeni Bölgesel İsçi Konseyleri kurulur. Reformların bir kısmının yürütülmesinde görevler verilir. Maddi ödüllendirilmelerin dağıtılması bu kanallarla yapılır. İşletmelere bağlı konutlar yine bu konseylerin eline verilir. Tüm ülkede fazla işgücü sorununu çözmek bunları, emip inşaat gibi sektörlere aktarmak yine bu komitelerin görevi olur.
1973 yılında 13. Küba İşçi Kongresi yapma hazırlıkları başlar. Oluşturulan hazırlık komitesinde 1.5 milyon işçi tartışmalara katılır. Kongrede ücret baremleri, verimliliğe göre ücret, gönüllü çalışma, fazla mesai, çalışma süresi, tatil, emeklilik gibi birçok konuda parti ve hükümete tavsiye kararları alınır.
Kongrede Kastro işçi temsilciliklerinin üretim birimlerinin hatta bakanlar kurulu ve diğer merkezi yönetimlerde temsil edilmesi kararını var gücüyle destekler. "İşçi liderleri planın (ilk 5 yıllık plan 1976-80 bn) yapılması ve bunun incelenip tartışılmasında da tüm işçilerin katılması" gerektiğini savunur.
Küçük dev ülke:KÜBA YOL 196
Desentralızasyonun üçüncü bacağı ülkenin yönetim için eyalet ve belediyelere ayrılmasıdır. Her birinin başına demokratik seçimlerle gelmiş Halk Temsil Organları getirilir. Gençlik, Kadın ve İşçi örgütleri gibi kitle örgütlerinin bölgesel düzeyde tüm faaliyetleri gözetmeleri sağlanacaktır. Bütün bunlar 1974'den başlayarak çeşitli pilot bölgelerde denenerek ülke sathına yayılır. Kastro'nun kardeşi Raul "Bu organlar amatör delegelerden oluşacak ve kitleler tarafından her an geri ça- ğırılabilecekler" der. (11)
Küba Halk Temsil Organlarına yetki dağıtımı Küba'yı diğer sosyalist ülke deneylerinden ayrıcı bir özellik taşır. Polonya ve Yugoslavya deneylerinde devrim başlarında Küba ile benzerlik yaşanmıştır. Hemen devrim sonrası ekonominin her branşı %90 hatta %100 millileşti- rilmiştir. Bu hemen üretimde büyük düşüşlere yol açmıştır. Çözüm olarak Yugoslavya'da hemen millileştirme gevşetilmiş, özelleştirmelerle geriye adım atılmıştır. Sovyetler Birliği bunca yıl sonra her alanda özelleştirmeye bel bağlıyor. Küba 10 yıllık deneyden sonra aşırı merkeziyetçilikten kurtulmanın gerekliliğini kabul etmiştir ama bunu Halk Temsil Organları aracılığı ile yapması onu diğer sosyalist ülke deneylerinden ayırır.
"Bu Halk Temsil Organları devlet yönetiminin merkezi organlarıyla birlikte belediyeler bölgeler yada eyaletle"? düzeyindeki öneme sahip üretim ve hizmet birimlerini yönlendirecekler. Bu üretim veya hizmet birimleri Halk Temsil Organları (meclisleri bn) na tabi olacaklar. Üretim metodu olduğu kadar planlama süreci, teknik özel personel açılarından da bu birimler merkezi yönetim kurumlarının gözetimi altında bulundurulacaklardır...” (12)
Halk örgütleri bölgelerinde, merkezin işlevini göreceklerdir. Hem halka hem de merkezi hükümete karşı sorumluluk taşıyacaklardır. Halk istediği zaman temsilcisini geri çağırma yetkisine sahiptir. Böyle- ce bir demokratik düzen sağlanmaya çalışılır.
Millileştirilen hizmet ve üretim birimlerinin %34'u bu organlara dağıtılır. Genel olarak gıda ve tekstil sektörleri buna girer. Hizmette ise İlk ve anaokullar, hastane, klinikler, hotel, motei, restorant, eğlence merkezleri, benzin istasyonları, tamirhaneler, kamu taşımacılığı, manavlar, kasaplar, bakkallar, fırınlar bu bölgesel organların denetimine verilir. Hemen eklenmelidir bu yönetim dağıtımı bir çok yasal anlaşmazlıklara yol açmış ve uzun bir süreç almıştır. Yerine oturması
YOL 197 KUçUkdev ülke:KÜBA
kolay olmamıştır.
2. Geleneksel kapitalist İlkelere Önem verilmesi: Reformun ikinci bacağı kapitalist ilkelere önem verilmesidir. Bundan anlaşılması gereken işletmelerin verimliliği, kar - zarar, fiyat belirleme, ücret politikaları, vergilendirme gibi kapitalist uygulamalardır. Zaten Gorbaçov'un reformlarına uygunluk gösterende bu ilkelerdir. Ama tabi özelleştirme, fabrikaların özel kısım veya guruplara satılması gibi bir anlayış yoktur. Sadece fabrika müdürlerine, işçi komisyonları gözetiminde daha fazla yetkiler verilmesi akla gelmelidir.
Desentralizasyon prensiplerine uygun olarak işletmeler üretim politikalarını kendileri belirlemeye başlarlar. Neyi ne kadar üretecekleri, kaça satacaklarını tesbit ederler. Sorumluluğun büyük kısmı fabrika müdürlerine devredilir. Fabrika müdürü muhasebeci gibi özel konumlu işlerde iş aktı imzalama yetkisine sahiptir. Hammaddeyi, ara malları dilediği kişiden dilediği fiyata satınalma yetkisi vardır. Bu yetkiler, ekonomiyi 1982 yılından itibaren daha radikal değişiklikleri zorlamaya başlar.
Kısaca inşaat sektörüne de değinelim. Devrim sonrası KKP konut sorunun çözmek için gönüllü işçilerden inşaat brioadları kurar. Fabrika işçileri arasından belirli yüzdelerle seçilen gönüller ücretlerini işyerlerinden alsalar bile inşaat işinde yuvası, spor ve kültür birimleri inşa ederler. Reform döneminde belirli inşaat malzemeleri özel kişilere satılmaya başlanınca konut sektöründe özel şirketler türer. "1981 - 86 arası inşa edilen 398,000 konuttan 252.300'ü yani %63'ü özel olarak inşa edilmiştir. (13) Böylece inşaat sektörü yüzbinlerce özel konut yapan zenginler türetmiştir hemde kapitalist ilkelerin gelişmesine ön ayak olmuştur. Tabi bu dönemde inşaat bridgadları geri plana itilmişlerdir.
Reformun kırlara getirdiği yenilik özel ciftlçi pazarlarıdır. Yani Moral Ekonomi döneminde kaldırılan özel çiftçilerin aynı vergi dışı ürünlerini satabileceği pazarlara yeniden izin verilir. 1986'da tekrar kapatılırlar. Nedenlerini aşağıda eleştirirken göreceğiz. Özel çitfçi pazarları, Küba son kongresinden reform bekleyenlerin üstünde tepindiği konu oldu ve Kastro bunlara kesinlikle izin vermeyeceğini açıkladı.
3. Maddi teşviklere önem verilmesi: Reformun üçüncü önemli
Küçük dev ülke:KÜBA YOL 198
yanı maddi teşviklere moral teşvikten çok ağırlık tanınmasıdır. İşçi konseyleri tarafından belirlenen kişilere ülkede kıt metalar öncelikle verilir yada satılır. "Toplum kendisine en çok verene en çok vermelidir. Kıt metaları işte bu yeni k'ıtle sistemi ile dağıtacağız, bu yöntemi kullanacağız. Bu çok iyi örnek oluyor, morali geliştiriyor." diyor Kastro (14)
1972 yılında bu yolla 30.000 buzdolabı dağıtılır. Daha sonra TV, radyo, düdüklü tencere de dağıtılmaya başlanır. Kastro yine açıklar. "Bu metaları piyasaya sürecek kadar stoğumuz yok, bunu alanın sosyal konumuna ve davranışlarına bakarak bir seçim yapıyoruz. (15) İki yıl içinde işçi sendikaları 2 milyonun üstünde beyaz elektrikli eşya dağıtırlar.
İlk bölümde değindiğirîıiz gibi yazın dinlenme olanağında öncelikler, yani liste başına geçirilme, yeni bir konut bulma gibi maddi ödüllendirmeler de sık sık devreye sokulmuştur.
Son olarak bu dönemde genel bir eğilim olmamakla birlikte Moral Ekonominin yarattığı bozukluğu düzeltme doğrultusunda yapılan bir şeye daha bakalım. Moral Ekonominin yaratığı en büyük sorunu Kastro şöyle dile getiriyor. "Tedavülde çok para var. Bir ülke gökyüzünde şatolar inşa ederek kalkınamaz. Bolluk, yasa y ada kararname ile yaratılamaz. Kararname ile olanı dağıtabilirsin, olmayanı ise hiç bir kararname dağıtamaz-. (16) Bu dönemde tedavüldeki fazla paranın emilmesi gerekmiştir. Bedava ev, kısıtlı verilmeye başlanır. Su ve elektrikten para alınmaya başlanır. Böylece israfta önlenecektir(l) Devrimci bilinci geliştirmeye devam yanında maddi bir zorlamaya gidilecektir. Alkollü içkiler ve sigara fiyatları artırılıp piyasadan para çekilmeye çalışılır. Bazı maddelere çifte fiyat uygulanır. Kota - dışındakiler pahalıya satılır. İki buçuk yıl içinde tedavülden %35'lik para çekilir. Kastro şöyle ders çıkarır. "Bunlardan şu ilkeyi benimsememiz gerektiğini öğreniyoruz. Moneter denge, yani dolaşımdaki para miktarı normal sınırları aşmarnalı yani ücret fonu var olan hizmet ve metalarla dengede olmalı. (17) Kapitalist bazı ilkelerin gerçekten sosyalizmin başlarında ne kadar gerekli olduğunu Kastro deneyle öğrenmiştir. Yeni dönem uygulamaları sadece eskinin yanlışlıklarına tepki değildir, aynı zamanda bazı gerekliliklerin sonucjdur.
c) Üretimde SonuçÜretimdeki istatistiklere bakarsak bu dönemde tüm rakamlarda
YOL 199 Küçük dev ülke:KÜBA
yükselme görürüz. 1980 - 1985 arası global ürün, (kapitalizmde GSMH) %7.3, endüstriye! üretimde %8.8 artmış. Daha verimli çalışıl- maya'başlanmış, %5.8. Halk %2.8 daha çok tüketmiş. Devletin dağıttığı sosyal hizmetler daha çok, %7.1 artmış. Aylık işçi ücretleri %26.4 yükselmiş. Pek ala, iyi çok iyi değil mi? Ama buna karşın başka istenmeyen şeylerde artmış. Dış borçlar %155. Bunun Sovyetlere düşen kısmı %128. Dışarıdan alınan mal artmış. İthalatın fazla artmasının nedenini Kastro aşırı büvüme ile açıklıyor. Polonya’da, bir dönemde aynı şeyi yapıp büyümenin altından kalkamamıştı. Zaman zaman ayaklar nedense yorgana göre uzatılamıyor. Fabrikaların çoğunu biti- rememiş, bitirenlerin çalışması için gerekli kömür bulunamamış, kömür bulunsa bu kez yollar yetmemiştir. Küba'da o kadar aşırı bir büyü-
• me yaşanmasa da yatırım fazlalığı vardır. O gün başlanılan bazı projeler bugün bile hala askıya alınmış, beklemektedir. Örneğin iki dev rafineri. Elbette rafinerileri fazla kılan başka faktörlerde vardır. Kimse herhalde Sovyetlerin bu içine girdiği durumu on yıl öncesinden kestiremezdi. Ama şeker fiyatlarının düşmesi çoğu yatırımın yarım kalmasının başlıca nedenidir. Yada bazı yıllar doğa koşulları nedeniyle üretim iyi sonuç vermemiştir. Fakat çok acı olarak öğrenmek zorundayız, plan yaparken bütün bu olasıkları ne yazık ki bir şekilde hesap etmeliyiz. Yada keskin dönüşleri hemen yapabilmeye hazır olmalıyız.
Diğer yandan yine Kastro’ya göre eldeki kaynaklar iyi değerlendirilmemiş, ihracaat arttırılamamıştır. Yatırımlar insan yoğun ağırlıklıdır. Ayrıca başta savunulduğu gibi ülke şeker gibi tek ürünün ihracatına bağımlılığından kurtaramamıştır. Kendi iç pazarında da üretim beklendiği kadar çeşitlenmemiştir.
Ancak Kastro’nun döneme ilişkin eleştirilerinin temeli, burjuvalaş- ma, sınıflaşma ahlakı değerlerin kaydedilmesi, çürüme kısacası kapitalizmin bütün pisliklerinin ülkeyi kaplamasına oturur. Kapitalist yola girince KKP'sının öncülük rolü ikinci plana itilmiştir. Başka bir değişle politik çalışma ekonomik mekanizmanın gerisinde kalmıştır. Sözü yi- "ne Kastro'ya bırakalım. "Eğer bu mekanizmalar herşeyi çözecekse, Parti’ye ne gerek var? Bu fikirler Parti'nin inkarına vardı. (18) Yeni dönemde Parti gücünün artırılması gerekliliğini vurgular, Kastro.
Reform döneminin kapitalist mekanizmaları sınıflaşmayı arttırınca, Küba halkı içindeki çıkar ilişkileride farklılaşmıştır. Yeni parti ihtiyacı ve baskı artmıştır. Kastro'nun yanıtı şudur, "ilk ve son olarak söylüyo-
Küçük dev ülke:KÜBA YOL200
ruz, tek bir partiye ihtiyacımız var. Cep büyüklüğündeki partilere izin vereceğimizi sananlara söylüyorum. Şimdiki partimiz KKP'sıdır bundan sonrada o kalacaktır. (19)
Moral ekonomi döneminde eşitçilik ve üretim düşüklüğü, plansızlık, kıtlığı yaratırken kıtlık çürümeyi, devrimci bilimci bilincin körelmesini doğurmuştu. Bunlarda zincirleme ekonomide atılım sağlanmasını, çarkın döndürülmesini engellemişti. Şimdi çürüme, bu kez başka yönden, başka kaynaklardan kendini dayatmaktadır. Kapitalist ilkelerin uygulanması, maddi teşvikler, manevi değerleri silip süpürmektedir. Belki üretim artışı sağlanmıştır ama bu kez artış bazı gurupların elinde kalmaktadır. Sınıflaşma, eşitliğin tam zıttı tabakalaşma başlamıştır. Zenginlik, sosyalizmin herkezden yeteneği, herkese emeği ilkesi doğrultusunda dağıtılmamaktadır. Ekonominin çarklarını tutanların, uyanıkların, üç kağıtçıların elinde kalmaktadır.
Kastro bu dönemde "devrimin mülksüzleştirdiklerinden daha büyük bir zengiler sınıfı yaratıldfğını söyler. "Çok sayıda küçük üretici giderek daha çok devlet işletmesine, kooperatifine ara malı atmaya başladı, Ayrıca bu üreticilerin satıcıları doğdu. Bu sonunculu kendi dükkanlarını açtılar, kendi makinalarını kullanmaya, hammade almaya başladılar. (Bazen devlet kooperatiflerinden). Üretim ve dağıtım geliştirmek için emek kiraladılar. 10.000 kamyon sahibi üreticiden özel çiftçilere mal taşıyor hatta yolu getirip götürüyorlar, (örneğin pazar günü deniz kıyısına). Sürüyle muhasebeci veya başka profesyonel işçi, hizmetlerini devlete satmaya başladı. Öğretmenler öğrencilerini giriş sınavlarına hazırlamak için özel ders vermeye başladı. Berberlik, terzilik, tarımcılık gibi hizmetlerde patlama görüldü. Sanatçılar elde yaptıklarını kent pazarlarında satmaya başladılar; ressamlar eserlerini devlet dairelerine, işletmelere sattılar, işportacılar sahilde bira satmaya başladılar.” (20) Kastro bu kişilerin zenginleşerek çok para kazandıklarını söyler. Halkın ücreti 100 peso iken bunların 30.000, hatta 150.000 peso kazandıklarını ve halk içinde huzursuzluk yarattıklarını ekler.
Birçok yetkiye sahip fabrika müdürleri devlet işletmerinden zenginler yaratmıştır. Fabrikaya ara malı veren küçük üreticiden fabrika ürününü taşıyan kamyon şoförüne, oradan da satıcısına kadar üretimin çeşitli kademelerinde rüşvetçiler, aracılar türemiştir. Fabrika müdürleri kendi ceplerini doldurma uğruna başkalarının ceplerini de doldurması-
YOL 201 Küçük dev ülke:KÜBA
na göz yummuşlardır. Maddi çıkar üzerine kurulu bir çark sıkı sıkı örülmüş, buna yan çarklar eklenmiştir. Maddi teşvikler ve pazar, koşulları sosyalist ekoniomiyi kapitalizme götürmüş işçileri ve yöneticileri çürütüp devrim ateşini söndürmeye başlamıştır.
Gelişen burjuva sınıfı işçiler arasında da lumpenleşmeyi, çürümeyi doğurmuştur. Maddi teşviklerin yanlış kullanımına Kastro şu örnekleri getirir: Yapılan işin üstünde ücret ödemeleri, kolay, yerine getirilir iş normları, ödüllendirmeler, kolay elde edilir ödüller. Aynı zamanda iş disiplini ve gönüllü çalışmada düşme örnekleri verir, işe gelmemelerde artışlar başlar. "Bütün bu faaliyetler ülkede tam bir anarşi ve kaos yaratmış, yasalara saygı azalmıştır. Artık bunlar sokaklara dökülmektedir, devlete yetkililere ve devrime saygı azalmaktadır. Suç oranı da artmıştır.." (21)
Bizim gibi kapitalist ülke insanları için bu mekanizmayı gözümüzde canlandırmak hiç zor değildir. Zaten hergün canlı canlı yaşıyoruz. Ama Küba'da özel mülkiyetin olmadığı bir ülkede boy gösterebilmesinin nedenlerini incelemek gerekir. Maddi teşvik üretimi arttırmak için sosyalizm altında kullanılmak zorundadır ama nasıl kullanılmalıdır ki kapitalist çürüme ile son bulmasın? Nasıl kullanılmalı ki sosyalizmin gelişmesine hizmet etsin?
Ya da merkeziyetçilik ile tüm ülke üretimi rasyonal bir şekilde yürü- tülemiyor. Bunu dağıtmak zorunda kalıyoruz. Eyaletler, bölge ve bele- diyer halk organlarına yetki veriyoruz. Fabrika müdürlerine işi biliyorlar diye yetki veriyoruz. Ama bunların kendi çıkarlarını, kendi ceplerini doldurma olanağının özel mülkiyet olmadığı koşulda bile nasıl önüne geçeceğiz? Bu sorunlar çözülmezse kapitalizm kapıdan giremese bile bacadan giriyor.
dİ Kûçûk Üreticiye GereksinimKastro'nun son konuşmasında da gördüğümüz gibi Reform döne
minde devlet işletmelerinin etrafında küçük üreticiler türemiştir. Bunlar fabrikaların belirli ihtiyaçlarını karşılamaktadırlar. Sonra berberdi, işportacıydı vs. gibi küçük zanaat sahipleri çıkmıştır. Kastro bunları eleştirmektedir. Ama eğer böyle şeyler doğuyorsa elbetteki belirli bir gereksinimide karşılamaktadırlar, bu konuyu ayrıntılandıralım. Küçük üreticiye gereksinimi bir kentlerde esnaf aydın, iki kırda küçük özel köylülük olarak ele almak uygundur.
Küçük dev ülke:KÜBA YOL 202
a. KentlerdeKentlerde küçük esnaf büyük fabrikalara mal üreten, girdi sağlayan
yardımcı sektör olabilir. Bilimsel.tekniğin gelişkinliği sanayiye uygulandıkça bu zenginliğe ulaşıldıkça küçük üretici ortadan kalkıyor. Örneğin tekstil sanayi eskiden küçük küçük ev işletmelerinden aldığı ipliği çoktandır kendisi yapıyor, boyuyor. Türkiyemizdeki tekstil sanayinin zenginliği bütün bu alanları tekelleştirdi. Sermayenin yoğunlaşması ve tekniğin gelişkinliği oranında küçük esnaf ortadan kalkıyor.
Gelişkin kapitalist merkezlerde çoğu gıda sanayi artık hiç el değmeden üretim yapıyor. Örneğin ekmek yapan fırınlar birer fabrika oldular. Bizde de 1980'lerden sonra hızla yayıldılar. Eski fırınlar ise başka işlevler üstleniyorlar. Pasta yapımı, kurabiye yapımı gibi. Bunlarda gerektiğinde büsküi gibi fabrikasyon olarak üretiliyorlar ama el emeği ile yapılan daha lezzetli, görüntüsü daha estetik oluyor. Bu tür zevkli şeyler sanatla birleşip başka nitelikler kazanıyorlar. Yani fırıncılık gibi geleneksel iş kolları bile tekniğin gelişimine bağlı olarak bir yandan fabrikalaşirken bir yandan da kılık değiştirip, küçük üreticiye başka alanlarda gereksinim doğuruyor.
Ya da örneğin berberlik gibi bazı işler var ki teknik bu konuda henüz fabrikalaşmadı. Henüz insanın altına girip istediği modeli söyleyip saçını ona göre kestirebileceği bir makina yok. Bu iş kolunda kullanılan aletler gelişse, saç kesiminin binbir çeşidi moda olsa bile henüz saç kesimi direkt teke tek insan emeği istiyor.
Anlatmak istediğimiz şeyi açıklamak için uzun uzun örnekler verdik. Şimdiye kadar istisnasız sosyalizm yoluna çıkan bütün ülkelerde millileştirmeler ülkenin o günkü ekonomik teknik düzeyi göz önüne alınmadan yapılmıştır. Küba'da da böyle. Devrimin ertesi günü tüm fırınların, bakkalların, kasap manavların millileştirilmesinin mantığı nedir? Eğer ki devlet herhangi bir mahallede halkın gıda ihtiyacını karşılayacak tüketim kooperatifi açma yeteneğinde olmadığı halde o bakkalı millileştirirse, sırf özel mülkiyeti yok etme anlamında yanlış yapılmış olur. Fırıncı özel mülkiyetini kaybedince devletten maaş alacaktır. İyi çalışmasa, müşterilerinin ihtiyacını iyi gözetmese, bunun için erkenden dükkanını açmasa bile devletten maaşını alacaktır. Eğer ki elimizde onu eski disiplininde çalıştırmaya gönüllü olarak ya da (belki) zorla yaptıracak güç yoksa, fırının, bakkalın millileştirilmesi ters tepecektir. Fırının millileştirilmesi fırıncının çalışmasını, halkın
YOL 203 Küçük dev ülke:KÜBA
ekmeksiz kalmasına ya da belirli bir ihtiyacının eskisi gibi karşılanmaması sonucunu doğuracaktır.
Devrimi yaptığımız gün ülke ekonomisine bakmamız lazım. Eğer ki ekmek fabrikaları varsa bunlar büyük kapitalistlerin elinde ise ve biz oradaki işçilerle üretimi aksatmadan hatta daha verimli çalıştırabileceğimize inanıyorsak millileştirmeliyiz. Aksi halde üretimi aksatırız. Küçük fırınların millileştirilmesi gereksizdir. Aynı şekilde mahalle bakkalı, kasabı, manavı da bu ilkelere göre millileştirilmelidir. Halkın tüketim ihtiyacını karşılayacak hizmet ağını örebilecek güce gelene kadar bunları kaldırmamak gereklidir. Yani ne zamanki bakkal, manav yerine halkın ihtiyacına daha bol, zengin malları sunan tüketim kooperatifleri kurabiliyoruz, bunlara hızlı temiz dağıtım yapabiliyoruz o zaman bunlar kendileri ortadan kalkarlar. Kapitalizmin süper marketleri bakkalları manavları öldürüyor mu? Aksi, millileştirmeler halk içinde gereksiz huzursuzluk yaratacaktır. Halk günlük ihtiyacını karşılamakta zorlanacaktır.
Anlaşılması açısından yakınımızdan güncel bir örnek ele aldık. Ama sorunu birde daha büyük çapta kavramaya çalışalım. OPEC ülkelerinin başına gelen çok çarpıcıdır. Arap ülkeleri 1970'li yıllarda petrolü millileştirdiler. A§ma petrolü kapitalist merkez ülkerin kontrolünden kurtaramadılar. Neden? Çünkü çıkarttıkları günlük milyonlarca varil petrolü taşıyacak tanker filoları yoktu. Rafineleri yoktu. Merkezler filoları ve rafinelerini devreden çıkarma tehditi ile petrol silahını geri teptirdiler. Yani artık sanayiler o kadar devasa boyutlarda büyüdü ki depolanma, pazarlanma, nakletme, tüketiciye sunma yerleri kurma kendi içlerinde büyük işler. Millileştirmeler bu türden çok geniş perspektifli olmayı gerektiriyor.
Küba'nın başına gelmiş. Bırakalım berberi, fırını, manavı, şekeri ele alalım. Küba'nın tüm ekonomik yaşantısını bağladığı şekeri. 10 Milyon ton şeker üretmeyi planlamak demek, onun depolanma, nakliye sorununu da içinde düşünmek demektir. Küba'da şekerin son yıllara kadar yağmur altında kalması az rastlanan bir olay değil. Limana Sovyet gemisinin bir kaç gün geç gelmesi tüm şekerin liman yerinde depolanma zorunluluğunu getirir. Millileştirmek çok boyutlu bir perspektiften bakmayı zorunlu kılıyor. Bugün Küba'ya ABD ablukası, baskısı o kadar arttı ki Küba şekeri ile yapılmış hiçbir madde isterse İsviçre çikolatası olsun ABD sınırlarını geçemiyor. Sonuçta kimse Küba
Küçük dev ülke:KÜBA YOL 204
şekerini almıyor.Bunları umutsuzluk saçmak, gözleri korkutmak yıldırmak için yaz
mıyoruz. Ders almak için yazıyoruz. Sosyalizmin elinde her an seferber edebileceği müthiş bir insan potansiyeli var. Sorun bunun nasıl kullanılabileceğinin doğru politikalarını bulup çıkarmakta yatıyor. O hergün giderek sayısı azalan bir kaç kişinin zenginliğine değil, hergün daha çok kişiyi içine alacak zenginleşmeyi hedefliyor. Biri ölümüne, biri daha iyi gelişmeye yelken açıyor. Ama sorun sistemin can alıcı noktasını yakalayabilmek.
Biz küçük üretici sorunumuza dönersek Millileştirme tablosuna bir göz atalım.
Sektörler 1961 1963 1968 1977
Endüstri 85 95 100
Küçük esnaf 52 75 100
Tarım 37 70 - X
Taşımacılık 92 95 98 79
inşaat 80 98 100 X
Eğitim 100bankacılık Toptan satış Dış ticaret
(x) Tekar izin verilenler
Millileştirme 1968 yılında aynı Moral Ekonomi döneminde tamam- lanıvermiş. Endüstrinin her alanı, küçük esnaf, inşaat devlet kontrolu- na alınmış. Sonraki dönemde küçük esnafa ve inşaatta özel işletmelere izin verilmek zorunda kalınmış. Bu kez yeni özel işletmeler çıkmış. Bugünkü Küba politikası küçük üreticiyi giderek eritmektedir, inanıyo-
Küçük dev ülkc:KÜBA YOL 205
ruz ki 1968'lerdeki gibi bir kez yanlış bir politika izlendimi sonraki dönüşler sorunu tam düzeltmeyip, başka sorunlarıda beraberinde getiriyor. En baştan doğru politikalar yürütmenin büyük avantajları olacaktır. Bunlar Küba sosyalizminin bize öğrettiği olsun.
b. KırlardaKır politikası Küba'nın en büyük sorunudur. Açlık yoktur belki ama
belirli yiyecek kotaları, kuponlar, kuyrukların oluşturduğunu hergün başından izliyoruz. Öğrenciler yaz aylarında, kırlara gönüllü olarak yollanıyorlar. Gıda maddesi üretimini arttırmak için sosyalist bilinç elden geldiğince devreye sokulmaya çalışılıyor.
Küba'daki devrimin öncü gücünün şeker olduğu söylenir. Ama yine bu şeker Küba ekonomisinin sıçrama yapamamasının sorumlusudur. Konuyu biraz açalım.
Bilindiği gibi devrim öncesi Küba'nın varı yoğu şekerdi. ABD ve kapitalist dünyanın şekeri buradan gelirdi. Şeker üretimi kapitalizmle içi- çe girmiş bir avuç burjuvanın elindeydi. Şekerin bu öneminin üretimde doğurduğu sonuç aşırı tekelleşmedir. Kocaman şeker latifundaları üzerinde binlerce kır proleteri çalışırdı. Diğer özellik ise şekerin işlendiği değirmenlerin bu lalifundalarla içiçeliğidir. Değirmen fabrika'daki proleterler hergün kır proleteri ile birlikteydiler. O nedenle kır proleterlerinin işçi sınıfı ideolojisiyle tanışmaları ve devrim yapmaları kolay olmuştur. Ama Küba için o zamanlar avantaj olan şey şimdi dezavantajdır.
Kırlarda şekerin bu kadar yoğun üretimi diğer tarım ürünlerinin ekimini engellemiştir. Halkın düşünmeyen Batista ve işbirlikçileri için karınlarını doyuracak binbir çeşit meyve sebzeyi dışarıdan almak sorun değildi. Ama şimdi sosyalist Küba böyle bir sorunla yüzyüzedir. Başta uygulanan yanlış politikalarda sorunu ne yazık ki bugüne kadar taşımıştır.
Millileştirme tablomuzda görürüz, kırların %79'u 1977 yılında milli- leşmiştir. Bugün için bu rakam %80'dir. Geriye kalanın %12'si Kooperatifler halinde örgütlüdür, %8'i de özel çiftçi mülküdür.
İşgücü dağılımı açısından incelersek. Kır nüfusunun %93,2'si devlet çiftliklerinde çalışırlar, %2.1'i kooperatiflerde, %3,2'si ise özel çiftliklerde. Yani toprakların %8'i nüfusun %3,2'si tarafından özel olarak işlenir.
Küçük dev ülke:KÜBA YOL 206
Söylemeye sanırız gerek yoktur, özle çiftlikler Küba'nın şeker dışı üretimini yaparlar. Fasulyenin %85'i, tütünün %74'ü, sebze ve meyvenin %67'si, muzun %52'sini bu özel çiftçiler yetiştirirler. (22)
Bu rakamların ışığında tarım sorunu şöyle özetlenebilir. Toprakların millileştirilen kısımda şeker kamışı üretiliyor. Özel çiftçiler Küba halkının karnını doyuruyor. Daha doğrusu doyurmaya çalışıyor. Özel çiftçileri biraz irdeleyelim.
Moral Ekonomi döneminde özel çiftçilerin kır pazarlarında ürünlerini satmaları olanağı kaldırılıyor. Özel çiftçilerin tüm ürünlerini devlet silosu Acopıoî va satma zorunluluğu getiriliyor. Devlet bu çiftçilerin ürünlerinin bir kısmını aynî vergi olarak alıyor. Fazlasını da yine kendi satış fiyatlarından (ucuz) alıyor. Çiftçiler için fazla kar etme olanağı ortadan kaldırılıyor. Zaten dönem eşitçilik dönemi. Küçük üreticiden özel mülkiyet, kapitalist kar zehirini alıp atmak ya da yok saymak olmuyor. Bu kez çiftçi iki tür tepki gösteriyor. Birincisi çalışmamak, ekmemek. Eğer ki çalışıp fazla para kazanmayacaksa devrimci bilinç uğruna, halkı uğruna canını üzmüyor. İkincisi el altından satmak, bunun için koşullar çok uygun Devrimci hükümet halkın refah düzeyini, alım gücünü yükseltmiş ama buna paralel üretim artmlamamış. Aşırı bir talep var. Kara piyasanın çıkması için çok güzel bir imkan. Küba işçi sınıfının kontrolü de zayıf. Açlık kapitalizmde devrimci çözüm anlayışını hızlandırabildiği gibi, sosyalizmde de onun temellerini çürütebilir. Çürüttü işte.
Reform döneminde gıda kıtlığının çözümü özel çiftçi pazarlarının yine açılması oluyor. Çiftçi yine aynî vergi ödüyor. Yani malın bir kısmını vergi olarak Acopıo'lara teslim ediyor. Gerisini pazarda satabiliyor. Amaç maddi teşvik ile özel çitfçiyi daha çok daha kaliteli, daha çeşitli üretime cezbetmek. Daha çok miktarda toprağı üretime sokmak. Başarılıyor ama sosyalizmin ilkelerinin devreye sokulması doğrultusunda bir sonuca doğru gitmiyor.
Çiftçiler ürünlerinin en kalitelisini devlete veriyorlar. Hatta çoğu zaman vermiyorlar bile, Devletin gıda maddelerini depolama ve hızla bunları kentlere götürüp pazarlama olanağı kısıtlı kalıyor. Bu da kentlerde yüksek fiyatla tarım ürünü satışını getiriyor. Sosyalist devletin bedava hizmet, (sağlık eğitim gibi) çalışma olanağı ile işçilerde sağladığı refah özel çiftçilerin cebine akıyor. Bu bir yandan halktan çok daha zengin çiftçiler doğuruyor diğer yandan kooperatifleşmeyi engelli-
YOL 207 Küçük dev ülke:KÜBA
yor. Özel çiftçilerin zenginleştiğini gören köyle neden kooperatiflere girsin? 1980 öncesi bizim kasabalı tefeci-bezirganlarımız, mercedes marka arabalarla gezerlerdi. Küba’lı özel çiftlik sahipleri de BMW'lerle geziyorlar. Belki halkın karnı doyuyor, ürün çeşitleniyor ama devrimci bilincin zehirlenmesi pahasına.
Sosyalizm kırda verimi kooperatifleşme ile arttıracaktır. Küba’lı devrimciler elbette bunun bilincindedirler. Reform döneminde hızlı bir kooperatifleşme çabası görünüyor. Makinalaşma ve teşvikler arttırılıyor. "Ancak 1981-85'de kooperatiflerde üretim maliyeti %28 artıyor, kooperatif üyeleri günde 4 yada 5 saat çalışıyorlar, zarar eden kooperatif sayısı %11'den %30'a çıkıyor. Özel çiftliklerin başarı gösterdiği ürünlerde kooperatif başarısız oluyor. Ayrıca 1981-83 yıllarında tarım kooperatifleri ve üye sayıları rekor düzeye varıyor (1.472 ve 82.611) ama 1986'da emeklilik gerekçesi ile hızla düşüyor (1.368 ve 67 672) (2.3)
Şimdi bunu açıklamaya çalışalım. Kooperatif sayı üyesi yükseliyor ama zarar edenlerde artıyor (%11'den %30). Kooperatifleşme zarar etmekten kurtulmak yolu gibi. Hemde üyeler günde 4-5 saat çalışıyorlar. Ne büyük rastlantı, özel çiftçilerin verimli olduğu alanda kooperatifler zarar ediyor.
Bir çiftçinin özel toprağı ile BMW alma olanağını tepip kooperatife gireceğini düşünmek saflıktır. Kooperatife giren çiftlikler ya verimsiz ya da başka art niyetler işin içindedir. Kooperatife girip 4-5 saat çalışan köylü zamanının geri kalan kısmında özel çiftçinin yanında çalışmakta, ek kazanç sağlamaktadır. Kooperatiflerin sağladığı imkanların çeşitli kanallarla özel çiftliklere aktarılma olanağı akla gelebilir. 1986 yılında özel pazarların yasaklanması ile birlikte kooperatif ve üye sayısının düşmesi rastlantı olamaz. Kooperatifler devletin düşündüğü gibi özel çiftçilerin, varlık zemininin altını kazıyan değil tam da zıttı özel çiftçiliği besleyen, zenginleştiren bir işlev görmeye başlamıştır. Sosyalizmin bir kurumu kapitalizmin önünü açıcı bir fonksiyon görmeye başlamıştır.
Şimdi buradan hangi dersi çıkaracağız? Kooperatifleşme, devlet çiftlikleri verimi arttırmaz. Eski sosyalist ülkelerde de yaşanıyor. Kooperatifler, solhozlar, kolhozlar parçalanıp özelleştiriliyor, küçük özel çiftçiye dağıtılıyor. Kırda verim ancak özel çiftçiyle mi arttırılabilir mi diyeceğiz, irdeleyelim.
Küçük dev ülke:KÜBA YOL 208
Gelişkin kapitalist merkezlere bakalım. ABD kırlarının %80’i özel gıda tekellerinin elindedir. Mısır üretiminde verim, küçük üreticinin ağırlıkta olduğu Meksika'nın 10 kat daha fazlasıdır. Kanada topraklarının %60'ı banka ve sigorta şirketlerinin özel mülküdür. Buğday, arpa gibi tahılları küçük çiftçiden 5-6 kat ucuza üretiyorlar.
AET'de daha çok küçük çiftçi var ve bu nedenle verimliliği düşük, maliyeti yüksek. ABD ve Kanada'ya tarımda gümrük duvarı yükseltiyorlar. Kapitalist merkezler binlerce küçük çiftçiyi tasfiye yollarını arıyor. Oysa sosyalizm üretimi arttırmak için çareyi küçük özel çiftliklerde buluyor. Hollanda 15 milyon nüfusu ile Küba kadar bir ülke. Tarım nüfusu Küba'dan az değil. (%3.2) Değil kendi ülkesini doyurmak, gıda fazlası var. Dışarıya tarım ürünü satıyor.
Soruna başka perspektifle bakmak gerekiyor. Elimizde bilimsel- teknik gelişkinliğin pusulası olmak zorunda. Kırda verim elbette kooperatiflerine makina, alet ve gübrenin intansif kullanımı ile artacaktır. Ama elimizdeki ürüne bağlıdır bu koşul.
Eğer ki söz konusu tarım ürünü Küba'da olduğu gibi şeker ise yada ABD ve Kanada'da olduğu gibi buğday, arpa gibi tahıl ise yada mısır ise yada eski Sovyetler Birliği'ndeki gibi patates, pamuk ise verim makina ile arttırabilir. Günümüz bilim ve tekniği bu ürünlerin makina ile ekim ve biçimi sorununu hallediyor. Çok az emek gücü ile hektarlarca toprak işlenebiliyor. Verimlilik çok yüksek oluyor. Hayvancılıkta büyük ölçüde böyle. Avrupa'da yağ dağlarından söz ediliyor. İnekler makina- laşmış çiftliklerde beslenip, sağılıyor. Devasa kesımhanelerde et ihtiyacı karşılanıyor. Tavukçuluk, balıkçılıkta makinalaşma, imkanı bugün için çok yüksek.
Ama henüz taze fasüyle, domates, çilek ya da ağaç meyvaları gilbi aklımıza hemen geliveren tarım ürünlerinde makina kullanımı yoğun değil. Doğa koşullarına karşı seracılık bir çözüm ama bu tarım üründe fideler el ile dikilmek durumunda. Domatesler bitkiye zarar vermeden toplanmalı, bitki birçok kez ürün verebiliyor.
Uzatmayalım, elimizdeki verilerden sonuç çıkaralım. Millileştirmede ilk kriterimiz o toprak üzerindeki tarım ürününün cinsi olmalı. Bunun makinalı üretimi mümkünse, verimi millileştirmek ile mutlaka artacaktır. Üzerindeki kır burjuvaları hemen tasfiye edilmelidir. Eğer üzerinde küçük küçük diyelim ki 50 dönümlük toprak mülkiyeti var. Bunların hızla kooperatifleşmesi kesinlikle verimi arttıracaktır. Hızla
YOL 209 Küçük dev ülke:KÜBA
kooperatifleşmeliyiz.Teknik kullanımının düzeyi düşük ürünlerde ise çok dikkatli dav
ranmalıyız. Proletaryanın örgütlü gücü burada çok önemlidir. Küba’da görüyoruz. Özel çiftçiler aynı vergilerini bile vermiyorlar. Kooperatiflerde üyeler 4-5 saat çalışıyorlar. Sosyalizm tembellerin hayır kurumu, üç kağıtçıların semirme siloları hiç değildir. Nerede proletaryanın kon- rolu, dayatması? Neden proletarya kendi malını miras yedi gibi ona buna dağıtsın? Burjuva sosyalistlerimizin bas bas bağırdığı demokrasi korosuna katılmaktır bu. Proletarya diktatörlüğü herkesden yeteneğine, herkese emeğine göre tekrar edelim emeğine göre verilmesi demokrasi gözcülüğünü yapacaktır. Bu ilkenin ihlalinde demir yumruğunu indirmelidir. Ne yazık ki Reform döneminde Küba proletaryası bu kontrolünü gevşetmiş, kendi bindiği dalı kesmeye başlamıştır. Karşı-Reform süreci kesilen dalın tamiri dönemidir.
Bu bölümümüzün başlığı küçük üreticiye yetkiydi. Sanayi ve kırdaki küçük üretici sorunundan çıkarmamız gerekli ana ders bu olmalıdır:
Şimdiye kadar devrimci güçlerin bilinci sorunların devrim sonrası devlet mülkiyeti, millileştirmelerle çözümleneceği doğrultusunda olmuştur. Üretim ilişkilerinin tıkanması devrimi doğurabilir. Ama bu dönemde üretici güçlerni gelişim seviyesi mutlaka bir üst üretim biçimi gerekli kılmayabilir. Hatta sosyalist üretim ilişkisinin hemen yürürlüğe sokulması üretimi düşürebilir. Üretim tarzını değiştirirken üretimin gelişmişlik seviyesi, bilimsel teknik gelişim kriteri ile belirlenmelidir. Geri ülkelerde iktidarı alan proletarya üretimin bazı alanlarında kapitalist üretim ilişkileri ile yaşamak zorundadır. Proletarya iktidarı bazı ekonomik alanlarda kapitalist üretim ilişkilerinin ömrünü tüketmesi, sosyal anlamını yitirmesi, sürecini yaşayacaktır, ama bunu yaparken bu eski ilişkilerin kendi temelini çürütmesine çok büyük titizlik göstermelidir. Proletarya bu konuda tavizsiz üretimi engellemeden davranmalıdır.
KARŞI REFORM DÖNEMİ(1986-—)1986'da yapılan 3. Kongre ile bu döneme girildi. Ekim 1991'deki 4.
Kongre’de de yeni bir yöneliş belirlenmedi, sadece günün zor ve yalnızlık koşullarına daha iyi nasıl adapte edilebileceği tartışıldı.
Karşı-Reform dönemine ilişkin Kastro şöyle bir saptama yapıyor. "180 derecelik bir değişim değildir, ama önemli bir yön değişikliğidir;
Küçük dev ülke:KÜBA YOL 210
tarihsel bir dönüştür... rota değiştiriyoruz... Hatalarımızı düzeltirken başka hatalar yapmamaya yada aşırı idealizme kaymamaya özen göstermeliyiz. Aşırılıktan kaçınmalıyız. Dikkatli, sağduyulu, temkinli ve akıllı olmalı, üretime zarar verecek herhangi birşey yapmaktan kaçınmalıyız (24)
Görüldüğü gibi 180 derecelik bir değişiklik değildir. Yani reform döneminin maddi teşviklerinden, kapitalist özelliklerinden moral teşviklere, idealizme dönülmeyecektir. Moral ekonomi sol uçkunluktu. Reform dönemi sağ liberalizmdi. Şimdi bunca deneyden sonra sosyalist rotaya oturulmaya çalışılacaktır. Bunun için kapitalist bazı özellikler Che'nin moral anlayışı ile sosyalizmin babalarının teorilerinin hayata geçirildiği, geçirilmeye çalışılacağı dönem olacaktır.
Rotaya girilirken en önemli sorun üretim akışına zarar vermemektir. Her yeni dönemde yeni hatalar yapılmış, yeni sorunlarla yüzyüze gelinmiştir. Şimdi yeni yola geçerken üretim düzeyi göz bebeği gibi korunmalıdır. Aşırılığa kaçılmamak, uçkunluk yapılmamalı, dikkatli, temkinli, sağduyulu davranılmalıdır.
1987 Ekim'inde Kastro "tüm parti kadrolarını yeni fikirler, öneriler ve devrimci formüller aramaya" çağırıyor. Yeni dönemin formülleri aranıyor. Şubat 1988'de Kastro "sosyalizmi geliştirme yolunu yaratacağız." diyor. Temmuz'da devam ediyor, kendi yolumuzu formüllerimizi bulacağız. Öte yandan uyarıyor. "Bunlar çok ciddi, karmaşık sorunlar, rastgele atış yapma riskini göze alamayız. Herhangi bir maceraya kalkışmamalıyız. (25) Dikkat edersek Küba yeni yola çıkalı bir kaç yıl olmuştur. Tam bir yöneliş kalıbı yoktur. Kastro'nun açıklamaları parti içindeki tartışmaların işaretidir. Aranan yeni formüller sıkı bir elekten geçirilmektedir.
Kastro'yu yalnız ülke içindeki durumla açıklamak imkansızdır. Unutmayalım dünyamız da Gorbaçov reformlarını yaşadığımız yıllardır bunlar. Doğu Avrupa ülkeleri karşı-devrimcilerin doğum sancılarını çekiyor. Küba ufkunda hep karanlık bulutlar dolaşmaktadır.
Kastro sürekli halkıyla konuşmaktadır. İyi eğitim görmüş ekonomistler aranmaktadır. Karmaşık sorunlar yanıt beklemektedir. Kastro işçilere seslenir. Sendikaların kafa yormalarını, işi teknokratlara, akıl hocalarına bırakmamaları uyarısını yapar.
Bütün bunlar Kastro'nun temkinli davranması yanında sorunların ne kadar zor olduğunu da gösterir. Yeni ekonomi-politika konusunda
YOL 211 Küçük dev ülkerKÜB'
çok net şeyler söylemek biraz zordur. Biz Kastro'nun bazı konuşmalarından alıntılarla sosyalizm konundaki öngörülerini aktarmaya çalışalım.
1. MerkeziyetçilikMoral ekonomi aşırı merkeziyetçi gibi görünse bile geçmişte açık
ladık, ilkel bir görünümdedir. Plandan çok kampanyalarda ekonomi döndürülmeye çalışılmıştı. Reform döneminde de sendikalar, Parti Halk Temsil Organları ile bir ekonomik yönetim ağı örülmeye çalışıldı.
Şimdi Karşı-Reform dönemi için Kastro merkezi planlamanın "sosyalizmin doğasında var" olduğunu söylüyor. Yani bu dönem Reform döneminin merkezi planlamadan uzaklaşmasından geri dönülecektir. Ama "planlar kalıp gibi değil esnek olmalıdır.” (26) En başka yöntemlerin kullanımı bu organın elinde olmalıdır. Ülkenin ve dünyanın her an değişen koşullarına, yada bilimsel-teknik bulgulara göre planlama kendini yenileyip, değişimlere ayak uydurabilecek esnekliği taşımalıdır.
Kapitalizm II. Dünya Savaşı'ndan sonra sosyalizmdeki merkezi planlamayı tekelci devlet bünyesine oturttu. Sonra üretimin boyutları o kadar arttı ki tüm dünya çapında böylesi bir merkezi plan ihtiyacını duyuyor. Ama burjuva milliyetçiliği böyle bir enternasyonalizmle çelişiyor. Ona rağmen 7 büyüklerin sık sık yaptığı toplantılarla ekonomilerin global bir planlama dayatmasına geçici çözümler bulunmaya çalışılıyor. Öte yandan kapitalizm borsalar ile üretimin, yatırımların nabzını günlük hatta dakikası dakikasına elinde tutmaya çalışıyor. ABD 'de kasırga patlıyor, anında inşaat sektörünün hisse senetleri değer kazanıyor. Doğrudur. Kasırga ülkeyi tahrip edecekse ekonominin bu branşının yatırıma ihtiyacı artacaktır. Emperyalizm içinde bulunduğu hantal gövdesini işte böyle çarelerle ayakta tutuyor.
Emperyalizm övgüsü yapmıyoruz. Sezarın hakkı sezara. Sosyalizm hantallığı nedeniyle çöktü. Oysa sosyalizm emperyalizmin ötesinde onun çözemediklerini çözme olanağına sarih bir sistem. Öyleyse en az kapitalizm kadar esnek merkezi planlama yapabilme yollarını bulmak zorunda. Sorun Kastro'nun yada küba devrimlcilerinin beceriksizliğinde değildir. Sorun kendi karmaşıklığında yatmaktadır.
2. Rekabet
Küçük dev ülke:KÜBA YOL 212
Kapitalizmin emperyalizm aşamasının bir anlamı dünya pazarlarının tüm dünya tekelleri tarafından paylaşımıdır. Yani tekeller tüm üretim alanlarına ve pazarlarına sahiptirler. Aralarında anlaşarakta rekabeti kaldırırlar, ama dünya ekonomisini bu düz mantık açıklamaz. Bilimsel-teknik gelişim yeni üretim yöntemleri yarattıkça, yeni ihtiyaçlara seslenen metalar geliştirdikçe yada hammadde tükenmesi yada yeni hammadde kaynaklarının bulunmasıyla vs. tekeller oldukları yerde duramazlar. Sürekli yenilenmek zorundadırlar, kendilerini bu gelişmelere uydurmak zorundadırlar, işin altından büyük özel mülkiyet yatar. Emperyalizm bunu korumak için önünde hiçbir değer tanımaz. Gerekirse işçi sınıfının boğazına sarılır, gerekirse savaşlar çıkarır.
Ya Sosyalizm? O, adı üstünde sosyaldir. Özel mülkiyet değil insan değeri üstüne oturur. Öyleyse bu sistem bu çılgınlıklara kapılmadan, diğer üretimlere zarar vermeden kendisini nasıl yenileyecektir? Sorun budur. Onun sosyalist rekabeti nasıl pratiğe geçirilecektir? Bu konuda gelişmiş bir teori yok. Ama Kastro "Küba'da işletmeler birbiri ile rekabet etmeyecek, bunun sosyalizm, marksizm-Leninizm'de yeri yoktur." diyor. Rekabetin bir yandan tahrip ederken diğer yandan yarattığı kalite yükselmesi ve verimlilik artışını sosyalizm başka şekilde çözmek zorunda. Buda tüketici ile kurulacak direkt bağ kanalından geçecektir.
3. İflasKastro başlarda zarar eden işletmelerin iflas etmemesi gerektiğini
savunur. Ama sonra 1986'da KKP'si iflas edilmeyi uygun görür. İşletmeler self-finacing, yanı öz kaynakları ile kendi ayakları üstünde duracaklardır. Gerektiğinde devletten faizli kredi alacaklardır. Ama geri ödeyemezlerse iflas edeceklerdir. MK bu sorunu kendi içinde iki yıl tartışıp kabul etmiştir. Ama 1990 yılına kadar henüz iflas eden şirket olmamıştır. Son haberler gerek dünyamızın içinde bulunduğu karmaşık durumun gerekse bunun Küba'ya getirdiği zorlukların bu kararın yürürlüğe sokulmasını ertelettiği doğrultusundadır.
Merkezi plsinlama ve şirketlerin öz kaynakları ile çalışmaları pratikte nasıl yürütülecektir? Anlaşıldığı kadarı ile bu konuda KKP içinde yoğun çalışmalar yapılmaktadır. Bazı işletmeler pilot olarak seçilip denemeler yürütülmektedir. Silah sanayinin böyle integral sistemle çalışmaya başladığı söylenmektedir. Sistemin yavaş yavaş turizm, manü- faktür ve tarımsal işletmeleri içine alması öngörülmüştür. Fakat
YOL 213 Küçük dev ülke:KÜBA
integral sistemin nasıl işlediği, ilk sonuçları konusunda henüz ayrıntılı bir bilgi yoktur.
4. FivatKüba'da tüm sosyalist ülkelerde olduğu gibi fiyatlar maliyeti yansıt
maktan uzaktır. Gerek ithal edilen girdiler, herkese sosyalizmin başka değerlerinin olması şimdiye kadar fiyatları gerçeklerden koparmıştır.
Kastro 1990'larda toptan eşya fiyatlarının yeni bir fiyat sistemi ile hesaplanacağını açıklamıştır. Sonra kriter olarak verimliliğin alınacağı belirtilmiştir. 1988'de "değeri belirlemek için maliyeti bilmemiz gerekir ve maliyetler keyfi olarak belirlenemez, rasyonal bir şeye bağlanmalıdır. Zaman zaman uluslararası fiyatları kullanmak zorundayız" der (27)
5. ÜcretHatırlarız Moral ekonomi döneminde piyasadaki para miktarı meta
ve hizmetlerin toplamından yüksekti. 1976'da fazla para piyasadan çekilmişti. Reform döneminde tekrar iş disiplini bozulmuş yine dedavüle fazla para akmıştır. Karşı-Reform sürecinde ücretler yeniden ayarlanmak zorundadır. Bu konu üstünde biraz daha ayrıntılı duralım. Küçük esnaf ve özel çiftçilerin gelirleri kısılırken işçilere dokunulmadığı söylenmez.
Basit bir soru ile başlayalım. Bir dolabın temizlenip yerleştirilmesi için kaç kişiye ihtiyaç vardır? Küba'da üç kişiye. Biri dolabı açacak, diğeri boşaltıp temizleyecek, üçüncü kişi yerleştirip kapatacaktır.Artık laçkalık, tembellik halk arasında bile mizah konusudur. Ama ne yazık ki karaların karası bir mizah! Sosyalizm her yerde devlet sektöründe aşırı işgücü barındırıyor. İşte bundada çöküyor, işsizlik eğer böyle çözülecekse çözülmesin daha iyi. Hiç olmazsa kapitalizmdeki gibi insanlar çalışmaya zorlanırlar. Tembellik zehiri ortalığa sıvışmaz.
Karşı-Reform döneminde devlet sektöründeki fazla işgücünün emilmesine gidilir. Kastro bürokrasiyle de dövüşülmesi gerektiğini söyler:
"İşgücünü, şeker ekimi yapılan alanlarda %37-50, inşaatta %25-3 0 gerçekleşir. Devlet daireleri insanlarla doludur, devlet çiftliklerinin bordroları şişirilmiştir. Yalnız fabrikalarda 50.000 fazla işgücü olduğu tahmin ediliyor. Makinalar genellikle %50-60 kapasite ile kullanılıyor
Küçük dev ülke:KÜBA YOL 214
ve buna rağlmen ikinci vardiya sistemi getirildi. Tütün ve ekonominin diğer alanlarında on binlerce işçi hammadde yokluğundan geçici olarak evlerine yollandılar ama ücretlerinin %70'ini alıyorlar." (28)
Şeker üretiminde günde %37-50 çalışmak sekiz saatlik işgücünün 4-5 saatinde çalışmak demektir. İnşaat sektöründe de 5-6 saat çalışılıyor. Bordrolarda çalışır görünüp ücretini alan ama yan gelip yatan, yada özel çiftlikler yada küçük işletmelerde kaçak çalışıp cebini dolduranlar çoktur. Fabrikalarda 50.000 fazla kişi var. Makinalar doğru dürüst kullanılmıyor, işçi çıkartma yok. Eğer hammadde yoksa ücretli izin. Sosyalizm bundan batıyor. Sosyalizm yan gelip yatmak mıdır? Doğu avrupa ülkeleri ve eski SSCB buna ne çare buldular, "serbest pazar" ekonomisi, kapitalizm. Bunun anlamı şudur: biz kendi kendimize adam olamadık. Kapitalizmin vahşi rekabeti gelsin bizi açlıkla, işsizlikle terbiye etsin. Şimdiye elbette bin pişmanlar.
Başka yol yok mudur? İşçileri böyle tehditler olmaksızın, insanca doğru dürüst çalışmaya itmenin yolu yok mudur? Sosyalizm ne kadar da yumuşak! Birde demokrasi yok deniliyor. Evet sosyalizmde bu tür çürümüşlüklere, tembellere demokrasi hakkı verilmemelidir. Eğer sosyalizm üretkenlik, verimlilikte düşüklükse, insanlık ondan uzak dursun. Ne gerek var! Biz sosyalizmin kara gözüne kara kaşına sevdalı değiliz, ona, daha üst verimlilik yaratacağından vurgunuz.
Kastro fazla işgücünün belirlenip, bunların yeni fabrikalara, başka işkollarına aktarılmasını önerir. Birçok işyerinde komisyonlar kurulur. Fazla işgücü inşaat ekiplerine aktarılır. Halk arasında oturduğu yerden para alanlara karşı yerme kampanyası bastırılır. Kastro iş normlarının yeniden belirlenmesini ister, işçiler kendiliğinden fazma mesai ücretlerini yada ödüllerini almamaya başlarlar.
Gönüllü çalışma, devrimin ilk günlerindeki gibi tekrar canlandırılır, "işgücü kesintileriyle ilgili şu bilgiler gelir: Cıenfuegos nükleer santralında 6500, nikel işletmelerinden 2860, buna ek olarak Havana'dan 21400 işçi doğru politikalar uygulandığında işçilerin buna hemen tepki göstereceklerinin çok çarpıcı örneği. Hemde işbulma olanağının gittikçe azaldığı bir dönemdir. O yıllar 20.000 ıssız vardır. Her yıl binlerce üniversite mezunu iş piyasasına atılır, ayrıca Angola'da barış imzalanınca 50.000 işçi geri dönecektir. Bütün zorluklara karşın işçiler gönüllüce işlerinden ayrılırlar. 1988 yılında işsizlik %6'ya çıkar.
1988'de Kastro verimliliği arttırma konusunda şöyle bir açıklama
YOL 215 Küçük dev ülkc:KÜBA
yapar, "istenilen düzeyde verimliliğe ulaşmak için daha rasyonal, akıllı formüller bulacağız. ... Bu alanda devrim yapacağız... ekonomik alanda dev bir adım olacak." (30) Sonra bazı bölgelerde pilot çalışmalar yapıldığını, politik sorun yaratmaması için her yerde aynı uygulamaya koyulmadığını ekler.
Kastro sosyalizmin maddi teşviklerden çok bilinçle, moral teşvikle kurulacağını sık sık dile getirir. Maddi teşviklerdeki sapmaları eleştirir. "Ücretler yapılan işe göre verilmemektedir, iş kriterleri çok düşüktür, ödüller çok kolay elde edilmektedir, sahte hastalık raporları verilmektedir, işten kaytarmalar artmıştır. Bütün bunlarda verimliliği düşürmektedir." (31) Ücretler sosyalist formüle göre verilecektir ve çok sıkı kontrol edilecektir.
Bir komisyon kurulur ve bunun gözetiminde üç milyon iş normu 14.000 iş baremi gözden geçirilir. Fabrika yöneticisi ile bunlara uygula- cağına dair kontratlar imzalanır. Böylece işyeri ve çalışma biçimine disiplin getirilmeye çalışılır. Elbette böyle derin bir düzenleme getirmek kendi içinde binlerce sorunla doludur.
Konu halk içinde sürekli tartışılmaktadır, iş beklentisi artıp, fazla mesai ve ödüller düştükçe asgari ücretin altına inenlere zaman zaman zam yapmak gündeme gelir.
İşçi sendikaları ve Genç Komünistler birliği arasında bu konuda büyük tartışmalar olmuştur. Gençler moral teşvikleri savunurken işçi Sendikaları ülkenin sosyalist dönemde olduğunu, eğer sırf moral teşvik gündeme gelecekse bunun komünist dönemden ne farkı olacağını sorgulamıştır. Öte yandan bazı gönüllü işçiler Kastro'ya çıkarak bizim Sovyetlerdeki Stehenov hareketine benzettiğimiz türden bir kampanyanın başlatılmasını öngörmüşlerdir. Aynı ücreti alarak 14 saat çalışmaya hazır olduklarını, yürekten komünizme inandıklarını dile getir- mişlerdir.Ama Kastro bunu reddeder.
Kastro neden reddeder? Bütün ülke moral teşviklerle ayakta duracak güçte olmadıkça, bazı gönüllülerin çalşıması ülkeye sömürü, asalaklık zehirini sokmaktadır. Ülkede açık iş olmasına karşın kendilerine uygun iş beklediklerinden çalışmayan insanlar vardır. Devlet ve yakın ları bazı ihtiyaçlarını karşıladıkları için bu insanlar böyle bir lükse sahip olabiliyorlar. Oysa ülke büyük sorunlar ve kıtlıklarla karşı karşıyadır. Kendi bencilliklerini ülke sorunları üstünde tutanlar oldukça maddi teşvikleri kaldırıp sırf moral teşviklerle işin yürüyeceğini düşünmek
Küçük dev ülke:KÜBA YOL 216
yanlış olur. Yine çok çalışanlar sömürülecektir. Kastro İşçilerin güzel önerilerini bu gereçelerle reddeder.
"Herkezden yeteneğine, herkese yaptığı işe göre" ücret ödemenin en doğru biçimde yapılabileceğini söylemek güç Küba'da. Karşı- Reform döneminin 2. yılında Kastro hala yeni ödeme sistemi aradıklarını söylüyor. Buna kanserleşmiş bir sorun olarak bakıyor, ama kontrol altına alındığını da hemen ekliyor.
DEVRİMİNBEKÇİLİĞİSon olarak Kastro'nun ücret sonununa yaklaşımını daha geniş bir
perspektiften ele almaya çalışalım. "Kalkınmanın sosyalist döneminde arz ve talep kanunları yürürlüktedir. Eğer bu yasa çiğnenirse çalışma şevki kırılır. En iyi işletme ve en bilinçli işçilerin olduğu yerde bile isteksizlik yaratır. Bu da ekonomik duraklama hatta gerilemeyi getirir, sosyalizmin yakın tarihi bize şunu öğretmiştir. Emeğe göre dağıtımın sosyalist ilkeleri çiğnendiğinde ekonomik kalkınma frenlenmiş olur. Bu iddalar birçok devrimcinin niyet ve dileklerine karşı olsa bile böyledir." (32)
Sosyalizm komünizme geçiş dönemidir, hazırlık dönemidir. Kapitalizmin bazı kuralları geçerlıdir. Bunlar kapitalizmin diğer pisliklerinin üreme zeminini yaratır. Kastro'nun da vurguladığı gibi işçiler arasında isteksizlik yaratabilir. Şevk kırar.
Yazımızın çeşitli bölümlerinde bunlara yer yer değindik, ancak sosyalizm tarihi bize bunun ne kadar önemli, önemli olmasına karşın da üstünde az durulmuş olduğunu gösteriyor.
Devrim sonrası kitleler içinde yüzlerce yıl şekillenen gelenek görenek, alışkanlıklar birden yok olmuyor. Devrimci bilinç, coşku kapitalizmin çalışma anlayışını ortadan kaldırmıyor. Küba'nın Moral Ekonomi döneminde gördük. Üstlerindeki burjuva hakimiyeti, sömürü ve diktası kalkınca kendiliğindencilik devrimcilerin çok iyi niyetine karşın ekonomiyi çökme noktasına getirdi.
Reform döneminin verilerini alıyoruz. Yine laçkalık, tembellik, ilgisizlikle yüzyüzeyiz. Verimlilik düşüyor, çürümeler başlıyor. Fakat bu dönemi ilk dönemden ayıran işçi sınıfının ve halkın kurulması kararlaştırılan ve pratiğe dökülen örgütlülüğü var. işçi sendikaları var. Çeşitli kamu örgütlülükleri var. Buna karşın yine burjuvazi doğmaya karşın kapitalizmin zehiri ortalığı kokutmaya başlıyor.
YOL 217 Küçük dev ülke:KÜBA
Sosyalizmde işte bu nedenlerle proletarya diktatörlüğü ilkeleri hüküm sürmelidir. Ömrünü tüketmemiş kapitalist üretim ilişkileri sürdüğü sürece, sınıfların ortadan kalkmadığı dönemde, kapitalist bazı ekonomik kuralların işlerliğini sürdürdüğü dönemde proletarya kendi sınıf çıkarlarını hedef olarak gösterebilmek olanağına sahip olmalıdır. Ayrıca proletarya bu konuda çok disiplinli, gözü açık olmalıdır, en ufak sapmalara karşı hemen varlığını hissettirmelidir.
Nasıl oluyor da özel çiftçiler vergilerini ödemiyorlar ve işçi sınıfı buna göz yumabiliyor? Nasıl oluyor, fabrika müdürleri iş yerlerini kendi çiftlikleri gibi kullanıyor, onca kişinin zenginleşmesine ön ayak oluyorlar da, fabrika işçileri bu işe dur demiyor? Devlet mülkü, kamu mülkünün zenginliği özel kişilerin cebine akıyor, işçi sınıfı sesini çıkarmıyor. Hani proletaryanın gözcülük görevi? Hani proletaryanın devrim bekçisi oluşu?
Proletarya kendi dışındaki bu çürümelere olduğu kadar kendi içindeki kayırma ve laçkalığa da tabi oluyor. Kastro rakamlarla açıkladı. Fabrikalarda ne kadar işgücü fazlalığı olduğunu, bordrolarda çalışmadan çalışır görünenleri, makinaların çalışma kapasitesinin altında kullanıldığını, aylarca ücretli izin alındığını bir bir anlattı. Demek ki işçi sınıfı dışındaki çarpıklık, kendi içine de yansıyor.
Sosyalizmde iş disiplini, çalışma şevkini proletarya çok iyi kollama- lıdır. Artık kapitalizmin işsizlik, açlık sopası yoktur. Biz bunları bırakıp herkesin iyi niyetine güvenemeyiz. Güvenmek, güvenmemek sorunu değildir söz konusu olan, işçi devletinin kendi güvenliği sorunudur. O kendi güvenliğini çok iyi korumalıdır. Bunun koşulu kapitalizmdeki gibi kolluk kuvvetleri değil, işçi sınıfının bilinci, sosyalizmin verimlilik bilinci olmalıdır. Verimlilik arttırılmadan sosyalizm ayakta duramayacağına göre, işçi sınıfı verimliliği sekteye uğratacak her türden sapıtmalara karşı çok uyanık davranmalıdır.
Proletarya hem kendi dışında, hem kendi içindeki örgütlenmelerine iyi sahip çıkmalı. Gözcülük görevini iyi yerine getirmelidir. Disiplini çok sıkı tutmalıdır. Bunlar sırf iyi niyetle olmuyor. Öyleyse kendi kanallarını tıkamadan ortaya çıkmalarını dile getirsinler. Sosyalizmde de. O zaman biz de iş disiplini kriterimizi dayatırız. Öncü işçiler bu konuda tutacağımız halkalardır.
Sosyalizmde kamu mülküne getirilecek en ufak bir zarar en ağır suçtur. Ama pratik deneyler bize bunun teoride, lafta kaldığını gösteri
Küçük dev ülke:KÜBA YOL 218
yor. Küba'da üst yetkilisinden, alt işçisine kadar herkes çalıp çırpıyor. Proletarya sosyalizmin kurallarını hayata iyi geçirmelidir, kimsenin kamu mülkünü bırak çalması, kendi çıkarları için bile kullanmasına, en ufak bilinçli zarar getirmesine karşı durmalıdır.Kamu mülküne gözü gibi bakmalıdır. Bu konudaki en ufak gevşekliğin kendi devletinin elinden alınmasına varacağı bilinciyle en acımasız cezayı verirken gözünü kırpmamalıdır.
Ancak böyle bir proletarya kontrolü, disiplini sosyalizmi ayakta tutacak olan verimlilik artışını sağlayacaktır. Ancak bu ciddiyet devrimci bilincin ister lafla, ister maddi teşviklerle gelişmesine, kapitalist bencilliğin üstüne yerleşmesine hizmet edecektir. Ancak böyle bir gözü açıklık, kararlılık kapitalizmin insanı insan olmaktan çıkartan değerlerini yok edip "Yeni insan"ın yaratılmasının yolunu doğuracaktır.
GENEL BİR SONUÇ1986'dan sonraki Karşı-Reform sürecine baktığımızda, pratik ey
lemlilikten çok temkinli kararların alındığı, pilot bölgelerin seçilerek denemelerin yapıldığını görüyoruz. Bu kafalarda bazı şüpheler uyandırabilir. Denebilir ki KKP böylesine iki ayrı denemeden sonra hantallaşmıştır. Devrimci atılımını, cesaretini yitirmiştir. Bir parti bunca yıldır bu kadar yanlış mı yapar? Bunca yıldır hala arayış içinde mi olunur? KKP'nin yönlendiriliciği de eksikler aranmalıdır, diye düşünülebilir.
ilk olarak KKP’sınde bir hantallık olup olmadığı, yoğurdu üfleyerek yemeye kalkmasında cesaretsizlik olduğu inancında pek değiliz. Eğer ki böyle bir tesbit doğru olsa bile son kongre bunu aşma çabası göstermiştir. Parti üst yönetimi kadrolarının yüzde 60'ı yenilenmiş ve gençleşmiştir. 225 kişilik MK'nın 126'sı genç üyelerden oluşur. Komünist Gençlik Örgütü başkanı Roberta Robama MK üyeliğine alınmıştır. Şimdi kaldırılan parti ideolojik işler sorumlusu genç Carlos Aldana da MK'ya girmiştir. Bu iki genç, kongrede Parti yönetiminin gençleştirilmesini ve reforme edilmesini savunan iki lider olarak göze çarpmıştır. Rabina, Gorbaçov modellerinin ateşli bir eleştirmenidir ve Küba'nın sorunlarını ağırlıklı olarak dış kaynaklı görmektedir. Kongredeki değişikliğin KKP'sine yeni, canlı, ateşli kan katacağına şüphe yoktur.
Küba gibi küçük bir ülkede bile 30 yıl içinde üç ayrı ekonomik rota değişikliği bize göre çok değildir. Devrim yaptıkları 1959 yılında komü-
YOL 219 Küçük dev ülkc:KÜBA
nist değillerdi. 1970'lere kadar çocukluk dönemlerini yaşadıkları 1970- 86 arası gençlik deneyimlerini kazandıkları söylenebilir. Şimdi KKP'si olgunluk dönemine girmiştir demek yanlış olmaz inancındayız. Biz Türkiye devrimcileri şu sosyalizm yıkılmadan öncelerine kadar hasta şimdi birçoklarımız sistemin teorisyenlerinin çok kaba hatlarla söylediklerin ötesinde ne biliyorduk? Görülüyor ki millileştirme, merkezi planma vs ile işler bitmiyor. Devrimi iktidarda tutmak hala çözülememiş sorunlarla dolu. Küba devrimcilerinin 30 yıllık deneyleri bütün bunlara ışık tutuyor. Yılgınlık yaratmak, moralsizlik saçmak istemiyoruz. Sadece sorunların bilinciyle davranmanın gerekliliğini biliyoruz, gerçekleri ortaya koymanın ve çözümler aramanın telaşı içindeyiz.
Soruna bir de başka açıdan bakalım.Kapitalizmin doğuşu 16. yy. 400 yıl öncesine dayanıyor. Serbest pazar döneminde güçlenip feodal devleti yıkıyor. Sonra devleti ele geçiriyor. Dünyaya açılıyor. Sömürgeler elde ediyor. Dünyayı paylaşıyor, iki dünya savaşı çıkarıyor, yeniden paylaşıyor. Sosyalizmi öldüremeyip onunla birlikte yaşamayı öğreniyor. Görüldüğü gibi kapitalizm de ayakta durmak için uzun bir uğraş vermiştir. Çeşitli sorunlara kendisini adapte edebilmek için yeni yeni şeyler bulmuş, uygulamaya sokmuştur.
Sosyalizm hakkında da Marks-Engels-Lenin'in yapıtlarından sistemin çok kaba hatlarını öğrenebiliyoruz. Ama son yıllarda yaşananlar bizlere bunların çeşitli iniş çıkışlar, ileri ve geri adımlarla dolu olduğunu gösteriyor. Millileştirmekle işler bitmiyor. Zaman zaman başka mülkiyet biçimleri kullanılma durumunda kalınabilir. Bu ekonomik sektörlere göre farklılıklar gösterebilir. İşler, artı değeri işçilere vermekle bitmiyor. Nasıl, ne oranda devlet kontrolünde kalacağı ne kadarının dağıtılacağı gerçekçi ekonomik yasalarla belirlenmek zorunda. Planlamanın esnekliği nasıl elde edilecek? Tüm bunlar sorun. Devleti ele geçirmekle sömürü bitmiyor. Yüzlerce yılın sömürü düzeninin pislikleri en ufak delikten geri gelebiliyor. Ya da uzun süre varlığını koruyor.
Sosyalizm bütün bu koşullarla nasıl baş edeceğini öğreniyor. Ülke içinde gerekli dersleri çıkarır, kendini yenileme enerjisine sahip olursa ayakta kalabiliyor. Ya da Avrupa'daki gibi geri çekiliyor. Belli bir dönemden sonra çıkacaktır. Sosyalist sistem de günün koşullarına uymayı, kendisini ayakta tutmayı böyle düşe kalka öğrenecektir. Elbette diyelim Küba hiç düşmeden ayak durabilsin.
Küçük dev ülke:KÜBA YOL 220
KARŞI-DEVRİMCİLEREKüba'yı hep eleştirel gözle ele aldık. Ama onu daha iyi anlamak ve
kapitalistlere övgü gibi gelebilecek bazı çağrıştırmaları yok etmek açısından Küba'yı başka bir açıdan da işlemeliyiz.
"Küba kalkınmakta olan bir ülkenin yoksulluğu yenmesine örnektir." Biz söylemiyoruz. Kapitalist ekonomistler açık açık söylüyorlar. Kapitalizm kendi yörüngesine girmiş hiçbir 3. Dünya ülkesi gösteremez ki, 3. Dünya ülkelerinin karşısındaki sorunu Küba gibi yenmiş olsun.
Daha 1950 yıllarında köylülerin büyük bir çoğunluğu "tabanı toprak, damı palmiye kulübelerde yaşıyordu. Yüzde 90'ı gaz lambasıyla aydınlanıyordu. Yüzde 44'ü hiç okula gitmemişti.Ancak yüzde11'i süt içebiliyordu. Yüzde4'ü et yiyebiliyordu. Yüzde 2'si yumurta alabiliyordu. Bir normal insanın ihtiyaç duyduğu kalorinin hergün 1000 kadarı eksikti. Tüberküloz, anemi, parazit ve diğer birçok hastalığın kaynağı da buydu." (33)
1990'lar Küba'sı ise 30 yıl sonra ne durumdadır? Yalnız LatinAme- rika’da deği.l tüm dünyada eğitim, sağlık, ve sosyal güvenlik açısından en yüksek standarda sahip bir ülkedir. Kişi başına doktor sayısı L. Amerika içinde en yüksektir. Çocuk ölümlerinde bölgenin en düşük orana sahiptir. Yaşama süresi ise 73 yıldır. Bu konuda Japonya, İsveç, SSCB ile yarışmaktadır. Emeklilik yaşı da çoğu kapitalist ülkelerden daha düşüktür.
Kıtlıklar vardır, üretim çeşidi azdır, ama et, süt gibi temel gıda maddeleri herkese eşit dağıtılır. Gelir dağılımı, kapitalist ülkelerdeki gibi korkunç farklılık hiç göstermez. Yani 30 yıllık sürede Küba , yarattıklarını yoksulların yaşam koşullarını iyileştirmeye harcamıştır.
Günümüzde Küba dünya koşullarının en son ekonomik yanlışlıklarının ağır eziciliği altındadır. Bunların üstesinden gelebilmek için kemer sıkma politikası uygulamak zorunda kalmıştır.
İthalat azaltılmış neredeyse sıfıra indirilmiştir. Kendisine uygulanan ambargo nedeniyle şekerini satıp döviz elde edememektedir. Petrol gelmediğinden şeker rafinerisi çalışmadığı gibi kalmışlar toplanamamıştır. Bu yıl tüme yakın mahsul tarlalarda çürümeye terk edilmiştir.
Bu zorluklar nedeniyle bazı maddelere zam yapılmıştır. (Elektrik, taşımacılık.) Bazı yeni metalar karneye, alınmıştır. (Gaz, süt, tekstil,
YOL 221 Küçük dev ülke: KÜBA
et şeker.) Bazı işyerlerinde bedava yemek kaldırılmıştır. Akşam yemekleri kahvaltıya dönüştürülmüş, pirinç yerine patates verilmektedir. Diyet yemeklerine kısıntılar getirilmiştir. Devlet dairelerine yollanan elektrikli araç, yatak miktarı azaltılmıştır. Festival, spor harcamaları düşürülmüştür. Dış seyahat harcamaları kısılmıştır.
Küba zorlu günler yaşıyor. Hem de çok zorlu. Diyelim Küba bu zor günlerinin bile yüz milyonlarca 3. Dünya yoksul, aç, hastalıklı, eğitimsiz halkından daha iyi olduğunu bilsin. Kuzeyindeki o yaldızlı zenginliğin, bu halkların ölümü pahasına kazanıldığını.
SONUÇ YERİNEYazımızın başından beri Küba'yı çeşitli sosyo-ekonomik, politik
perspektiflerden incelemeye çalıştık. Onun Doğu Avrupa ülkelerinden farkını, liderlerinin yaptığı yanlışlıkları, doğruları irdelemeye çalıştık. Sosyalist sistemin bugünkü içler acısı durumunun Küba'nın kaderini nasıl etkilediğine değindik. Bütün bunların dünya kapitalist güçlerine ne türden yaptırım imkanı tanıdığını gördük. Sonuçta bugün Küba çok ama çok zorlu koşullar altındadır. Geçmişinden gelen ama tüm devrimci güçlerin de yapabileceği yanlışlıklarKüba'nın sorunlarının çözümünü güçleştirmektedir. Sosyalist sistemin çöküşü de bütün bunlara tuz,biber görevi görmüştür. Dünya kapitalizmi ve özellikle ABD yangına körükle giden değil bizzat yangının başlıca sorumlusudur. Kübanın geleceği tüm bu nedenlerle kapkara bulutlarla kaplıdır.
Şu andaki yürekler acısı duruma karşı eldeki tek ama o denli de güçlü silah KKP'sinin çıktığı yolda direnme kararlılığıdır. Ne kadar güçle, ne kadar süre direnilecektir, direnilebilecektir, yanıtı zor bir sorudur.
Evet bu soruya yanıt vermek, yalnız KKP'nin direnciyle açıklana- mayacağı için zordur. Dünyamız bugün kapitalist sistemin açıklamaya, halkları inandırmaya çalıştığı gibi doğru, herkesin kurtuluşunun sağlanacağı nihai şeklinin son aşamasında değildir. Sosyalizmin geri çekilişi dünya ekonomik sisteminde kapitalizmin galibiyeti hiç değildir. Dünyamıza şöyle daha bir tepeden, global olarak bakarsak, 1990’lı yılları dünya ekonomisinin sınır tanımaz, burjuva sınırlar içine hiç girmez bir evrensellik içinde olduğu, her geçen günün bu kaynaşmayı arttırdığı bir geçiş dönemi olarak değerlendirebiliriz. Bu bağlamda geri çekilen sosyalizmin bir devinim kazanarak yeniden, hem de daha taze
Küçük dev ülkerKÜBA YOL 222
kanla geçmiş deneylerden dersleri kazanmış bir sosyalizm olarak yeniden karşımıza çıkması kaçınılmazdır. Bilimselliğin teknik gelişimin kaçınılmazlığıdır, dayatmasıdır. Bu bilimsellik ancak sosyalizm koşullarında insanoğlunun önündeki binlerce sorunu çözebilecek şekilde kullanılabilecektir.
Küba, Kübalı devrimciler işte bunun bilinci ile direnmektedirler. Çünkü içinde bulunduğumuz dönemde sosyo-ekonomik sorunları ulusal sınırlar içinde çözmek imkansız denecek kadar zordur. Küba ekonomisi sosyalizmin zorunlu kaldığı entarnasyonalist dayanışma ilacına ihtiyaç duymaktadır. Dünya güçler dengesi bu kısa sürecek geçiş dönemini atlatana kadar, sosyalist güçlerden yana dengelere doğru değişim gösterene kadar, Küba dayanmak zorundadır. Ekonomik sorunların çözümü yeni yeni devrimlerin patlamasına bağlıdır.
MART 1992
YOL 223 Küçük dev ülke:KÜBA
DİPNOTLAR
1. The Journal of Communist Studies, Volume 5 December 1989, Sayı 4. Special Issue on Cuba After Thirty Years. Frank Cass and Co Ltd. London E ll İRS sayfa 100
2. Cuban Communism, Third edition. Editör I.L.Horrowist, Transaction Books, New Jersey Sayfa. 214
3. Granma Weekly Review'dan aktaran Cuban Com. sayfa 2224. ay. sayfa 2705. ay. s. 2856. ay. s. 2877. ay. s. 2888. ay.9. ay. s. 27510. ay.11. ay. s. 27912. ay.13. The Journal of com. Stu. s. 10814. Cuba Com. s. 28615. ay.16. ay. s. 28217. ay. s. 28318. TTie Journal of Com.sayfa 10119. ay.20. ay.s. 107-821. ay. s. 10222. ay. s. 10523. ay. s. 10724. ay. s. 10525. ay.26. ay. s. 10927. ay. s. 11028. ay. s. I l l29. ay.30. ay. s. 11231. ay.32. ay. s. 11333. Communist Studies. Mart 91 sayısı. sayfa 14.
YIL
: 3
SAYL
4 FÎ
YATI
:20.
000
TL
OC
AK
'93