Upload
yol-siyasi-dergi
View
257
Download
14
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi
Citation preview
Ortadoğu'da çözüm halkların dayanışmasında
Yeni yıla aktarılan sorunlar
Siyasetin öznesi ve öznenin siyaseti üzerine
Paris banliyölerinden Türkiye varoşlarına
Ç
Mike Davis ile röportaj 'Kapımızdaki canavar:
Kuş gribi1
i ç indek i l e r
M E R H A B A ............................................................................................................................................................................................. I
y e n î y Il a a k t a r i l a n s o r u n l a r / M e h m e t Yılmcızer............................................................................................. 2
Ş E M D İ N L İ ’ DEN KİMLİK T A R T I Ş M A L A R I N A / M. SİflCin............................................................................................. 6
A n ti -s ö m ü r g e c i m üca deleyi ye ni de n dü ş ün m e kK ü r t s d r u n u ü z e r î n e h a t i r l a t m a l a r / Fikret Kızıltcın.................................................................................. 9
Ş E M D İ N L İ Y D L C U L U Ğ Ü VE D Ü Ş Ü N D Ü R D Ü K L E R İ / Melih Ateşei"................................................................... 14
AAike D a v i s :‘ K a p i m i z d a k İ c a n a v a r : K u ş g r İ b İ ’ / Çev. M e h m e t Y u s u fo ğ lu ....................................................................... 17
Paris dersleri üzerine...A T E Ş İ B A N L İ y R l ER T U T U Ş T U R D U , KIVILCIMLAR B Ü YÜ YD R / HQSQn O ğ l l Z ...........................................21
Lümpenler/ proleterler v e devrimci özne tart ışmaları üzerine...P a r İ s b a n l î y R l e r İ n d e n T ü r k İ y e v a r d ş l a r i n a / Hatice S o l m a z ..........................................................26
S D B Y A L S İ G O R T A L A R VE G E N E L S A Ğ L I K S İ G O R T A S IKA NUN T A S A R I S I VE K A Y B E T T İ K L E R İM İZ / SeVQİ € v h m ........................................................................................30
Bası nd aki y a r d ı m kampanyalar ı v e S T K ' l a r üzerine...Y o k s u l l u k l a m ü c a d e l e m İ, y o k s u l l a r i y R n e t m e k m İ ? / M. Ö z g ü r ...............................................33
E konomide pat layıc ı g a z birikiyorC A R İ A Ç IK ARTIŞI NE D E M E K ? / M. SİflOn......................................................................................................................36
İ S T A N B U L ’ DA K E N T L E Ş M E , EMEK VE S O S Y A L DI Ş LAN M A / M e h m e t VUSUfoğlü..................................39
d İs k n e y a p i y o r ? / Nihal K a y a c a n .................................................................................................................................42
2 4 - 2 6 k a s 1 m ’ d a n 4 - 5 m a r t ’ a s e l a m / Mert B ü y ü k k a r a b a c a k .................................................................. 45
E v d e taşeron a çal ışan kadınlar ın örgüt lenme olanaklarıE v d e R r g ü t o l a b î l m e k / €zgi K a r a ......................................... ....................................................................................48
S İ Y A S E T İ N R Z N E S İ VE R z N E N İ N S İ Y A S E T İ ÜZERİ N E / Melİh f l t e ş e r ........................................................ 5i
L AT İN A M E R İ K A ’ DA NE DEN V E N A S I L B İR S O L D A L G A ? / Umilt flÇICİin.................................................... 54
i r a k ’ t a a b d s a f D E Ğ İ Ş T İ R İ Y O R / fiı^şe T a n s e v e r ...................................................................................................58
A t t i l a l lhanhn ardından...N E Ş A İ R L E R S E V D İ M , ZA T E N Y O K T U L A R . . . / Umut RçiCİlfl.................................................................................. 66
K i ta p l a r a s ı ğ m a y a n bir y a ş a m öyküsü:V e d a t T ü r k a l İ - I / Z e y n e p Koru....................................................................................................................................... 68
S porda so sy a ü st seçenekler / Metin Kurt 71
Merhaba;Yeni yılın ilk sayısıyla merhaba,
Dergimizin yayına hazırlandığı günlerde kuş gribi nedeniyle dört çocuk hayatını kaybetmiş durumda. Olayda AKP hükümetinin ihmali olduğu açık. Tay- yip Erdoğan’ın bir basın toplantısında gazetecilere tavuk ikram ettiği görüntü bu durumu özetliyor. Tabii gerçek sorunların üzerini örtmede yalanların, reklamcılığın, halkla ilişkiler faaliyetinin de gelip dayandığı bir sınır var: Şu ana kadar dört çocuğun ölmüş olduğu gerçeği. Ancak meselenin AKP hükümetinin ötesinde yapısal bir boyutu olduğunu da unutmamak gerekiyor. Eğer virüs bulaşan çocuklar zengin bir ailenin çocukları olsalardı muhakkak kurtulacaklardı. Onları öldüren H5NI virüsünden çok toplumsal adaletsizliktir.
Devletlerin sosyal sigorta kurumlarım tasfiye ederek sağlık sistemini piyasaya havale etmeye yöneldiği bir dönemde koruyucu sağlık hizmetleri neredeyse bütünüyle unutulmuş ve günümüz kapitalizminin yarattığı yoksunluk ve sefalet salgın hastalıklar için son derece uygün bir zemin yaratmıştır. Salgınlar, insanlık -kuşkusuz asıl olarak yoksullar- için büyük bir felaketken özel sağlık sektörü için büyük bir kar fırsatıdır. Onlar paralarını saymaya bakarlar, o kadar. Tıpkı savaş zenginleri gibi. Orta vadede salgından kar sağlayacak diğer bir kesim ise büyük tavuk şirketleri olacak. Kümes hayvancılığının bitme noktasına gelmesi bu alandaki tekelleşmeyi artıracaktır.
Yol’un bu sayısında salgın hastalıkları geniş bir perspektiften ele alan bir röportaja yer veriyoruz. Bu sayının ana gündemi ise son bir yıldır bir kez daha bütün sıcaklığıyla gündeme damgasını vuran Kürt meselesi. Türkiye’deki mevcut iktidar yapısında sürekli istikrarsızlık yaratan bir güç olarak “Kürt direnişini” güncel gelişmelerin ve tartışmaların yanı sıra tarihsel boyutuna da dikkat çekerek ele alıyoruz. Diğer bir gündem ise Paris’te başlayan ve Fransa’ya yayılan ayaklanma ve sonrasında süren tartışmalar. Bunların dışında çok sayıda konuya ilişkin değerlendirmelere yer verdik.
Bu sayıda iki kültür yazısının yer alması Yol’a yeni bir renk kattı. Önceki sayılarımıza göre polemik yazılarında belirgin bir artış var. Bu tarz yazılara geniş yer vermek, Yol’un süreklileştirmeye çalışacağımız bir yönü olacak. Bugün sol öbeklerin birbirleri arasında nitelikli, karşısındaki özneyi bir kalemde silmeyen, aşırı soyutlamalar yerine pratik süreçlerle yakın temas halinde yapılacak tartışmalara ihtiyaç olduğuna inanıyoruz. Yol bu konudaki genel açığı kapatmaya katkı sunmaya devam edecek.
Ocak-Şubat sayımız bayram nedeniyle on günlük bir gecikmeyle çıktı. Bir sonraki sayı Mart ayının ilk haftası içinde elinizde olacak.
Yeni sayıda görüşmek dileğiyle.
YOL Siyasi Dergi - Uyanış Kültür Sanat İletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri San. ve-Tic. Ltd. Şti. Sahibi: Edip Bal, Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan
Adres: Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad. Endican İş Merkezi No:14/32 Aksaray/İstanbul Tel/Faks: (0212) 584 31 05 Web: http://www.yoldergisi.com E-posta: [email protected]
Baskı: Ser Matbaacılık - Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 İstanbul Tel: 0212 565 17 74
Mehmet Vılmcızer
Bugün politikanın bileşenleri büyük ölçüde güç merkezleri tarafından dikte ediliyor. Meo-liberal politikalara ve uluslararası terörle mücadeleye bağlılık temel ayraçtır. Derin
devlet politik alternatif yaratma yoluna çıktığında diğer detaylar bir yana, esas ekonomi politikayla - neo-llberalizmle kendi çıkarlarından dolayı belli noktalarda çatışmaktadır. Öyle görünüyor ki, neo-liberalizmln zorlamaları Türkiye'de bir de asker burjuvazi yaratacaktır.
ordu, üniversite ve en son olarak TÜ- SİAD ile ilişkilerde gerilimin sürekli tırmanmasıdır. Bu gerilim yığmağı olduğu gibi 2006’ya aktarılmıştır. -/
Türkiye’de hükümet, üniversite, ordu ve TÜSÎAD arasında polemiklerin artması daima biriken bir siyasal krizin habercisi olmuştur. Bu kez de durum farklı değildir. Önceki krizlerde ortamı ısıtan devrimci politik hareketler de olurdu. Son yirmi yılın tehdidi “bölücülük” oldu. Günümüzde i- se çok zorlanmadığı takdirde siyasal ortamı geren böyle bir hareket yoktur. Kürt hareketi, ancak Şemdinli benzeri provokasyonlarla gündemin üst sıralarına çıkmaktadır. Önceki krizlerde düzene yönelen tehditlerle genellikle sivil hükümetler baş edemeyince havlu atarlar ve yerlerini üniformalı hükümete bırakırlardı. Bugün tablo tam böyle değildir. Güçlü provokasyonlarla böyle bir tablo yaratılabilir, ancak bunun da yolu Şemdinli olayı ile tamamen kapanmasa bile, en azından gölgelenmiştir. Bugün düzene karşı güçlerin yarattığı bir kriz değil, doğrudan sivil ve üniformalı hükümetlerin aralarındaki sürtünme krizin kaynağıdır.
Bu tablodan çıkabilecek olası sonuçları ortaya koyabilmek için Ba- tı’nın iki merkezinin süreci nasıl etkilediğini açıklamaya çalışalım. AB, 3 Ekim’le resmi olarak Türkiye olaylarına müdahil olma hakkım kazanmıştır. ABD ile 1 Mart tezkeresiyle kırı
Bu yılın birkaç önemli olayım sıralamaya çalışırsak: Yılın başında A- merika’mn “etkili basuf’mda AKP ve hükümetine karşı salvo ateşinin başlaması, tarih sırasına göre ilk önemli o- lay olarak anılabilir. Gerilen ilişkileri düzeltmek için Başbakan Haziran a- ymda Washington’a acele bir gezi yapmak zorunda kalmıştı. Diğeri 3 E- kim’le AB sürecinin resmen başlamasıdır. Kırk yılın rüyası için “tarihi bir adım” böylece atılmış oluyordu. U- zun, sancılı ve en önemlisi “ucu açık” bir yolculuk başlamış oldu. Bir diğer önemli olay, yılın başmdakinin tam tersine son üç dört aydır ABD’den ge
len sıcak mesajlardır. Ne olduysa A- merika sık sık “ 1 Mart tezkere olayını unuttuk” açıklaması yapmaktadır. Diplomatlar ve generallerden sonra şimdi de FBI ve CIA’nm şefleri gösterişli bir şekilde Ankara’yı ziyaret ettiler. Son olarak, Şemdinli’de derin devletin suçüstü yakalanması yılın belki de en önemli olayıdır. Bu olayların da gösterdiği gibi yılın başı ile sonu arasında oldukça farklı bir durum vardır. ABD ile ilişkileri krizli bir noktaya gelen hükümet, bu sorunu aşmış görünürken bu kez iç politikada gerilim tırmanma eğilimi gösteriyor. Bir yanda Şemdinli olayı, öte yanda
YENİ YILA AKTARILAN
SORUNLAR
2
OCAK'ŞUBAT 2006 C |o!
lan ilişkiler ise yeniden farklı bir seviyeye taşınmaya çalışılıyor. Dolayısıyla iki güç de son derece aktif olarak Türkiye olaylarının içindedirler.
AB’den başlayalım. Hükümet, Ermeni Konferansı ve Orhan Pamuk davası gibi konularla sıkıştırılırken esas konu henüz geri planda duruyor. Bu da Kıbrıs’tır. Hükümet bu konuda son oyalamalarını yapıyor, ancak artık gidilecek yer kalmamış, duvara dayanıl- mıştır. Rum malları ve ulaşım araçlarına limanlar açılacaktır. Siyasal olarak Kıbrıs sorunu iktidarın elinde patlayacak bir bombaya dönüşebilir. Onu yıpratacak güçlü bir siyasal koz haline gelebilir. Elbette bu Kıbrıs sorununun özünü değiştirmeyecektir. Hangi hükümet gelirse gelsin bu sorunu kucağında bulacaktır.
Öte yandan, AB ile ilişkilerde Kürt sorunu da bir dönüşüme uğrayarak gündeme tırmanmaktadır. Şemdinli provokasyonu ortaya çıkmadan önce PKK’nin düşük seviyeli eylemleri, medya destekli propaganda ve provokasyonlarla Kürt hareketi aleyhine kullanılabiliyordu. Ancak son süreçte gidiş değişmiştir. AB yetkilileri “Türk ordusu PKK ile savaşmayı seviyor” diyerek daha açık tavır almayı tercih etmişlerdir. Başbakan’m açıklamaları da olumlu bulunmuş, Kürt sorununda AB, üniformalı hükümete en azından sarı kart göstermiştir. AB tarafından gelen basınç ordunun siyasetteki etkinlik alanının daraltılması yolundadır. Ancak AB orduya yüklenmenin bir sınırı olduğunu da iyi bilmektedir. Bugünlerde AKP belediyelerinin koyduğu içki yasakları hemen Batı basınında konu olmuş, uzun uzun yorumlar yapılmıştır.
AB görüşmelerinde dosyalar açıldıkça gerilimler daha da artacaktır. Çünkü bu dosyalardaki konuların bir bölümü doğrudan AKP tabanını vuracaktır. AB müdahalelerinin nasıl tepkiler yaratacağını adım adım göreceğiz. AB kılıcının tek yönlü sırf orduya dönük işlemediği, kır ve kentte orta işletmeleri de zorlayacağı biliniyor. Aslında AB sürecinin AKP hükümeti üzerindeki etkisi tek yönlü değildir. Bir yandan, AB süreci derinleştikçe
tarımda ve Anadolu sanayinde büyük tasfiyeler kaçınılmazdır. Bu gelişim doğrudan AKP tabanını vuracaktır. Yine günümüzün modası özelleştirmeler devam ettikçe işsizlik daha da artacaktır. AKP, ağzıyla kuş tutsa Türkiye finans kapital elitinin içine giremeyeceğini biliyor. İslami sermayenin ipi göğüsleyen bazıları biraz daha irileşebilir, ama daha öteye, egemen elitin içine giremez. Bu nedenle, AB sürecinin sağladığı itibarı arkasına a- larak AKP, Arap sermayesinin gelmesi için uğraşıyor. Bu hem finans kapital hem de ordu için rahatsız edici bir durumdur. Petro-dolarlar dünyanın hiçbir yerinde üretime yönelik bir işe yönelmemiştir, borsa, gayrimenkul ve turizme akmıştır. Türkiye’de de farklı davranmayacaktır. Bu devasa sermaye yığmağının küçük bir bölümü Türkiye’ye aksa, ekonominin “rekabet gücünün artması” açısından hiçbir rol oynamaz, ancak İslami sermaye için büyük bir gelişme olur. AB’nin normal süreci İslami sermaye için bir risk iken, bu sürecin imkanlarından yararlanarak Arap sermayesinin desteğiyle İslami sermaye güçlenebilir. AKP hükümeti bu ipte cambazlık yapmaya niyetlidir. Ancak “bir ipte iki cambaz oynamaz.”
Ordu açısından ise, AB sürecini AKP hükümeti gibi hükümetlerle ya
şamak istemeyeceği yeterince açıktır. Bu iki yönden böyledir. AB’den ordunun‘"etki alanının daraltılması yönünde gelecek baskılara AKP hükümeti bilinçlice yeterince direnç göstermeyecektir. Bugüne kadar ordu ve AKP hükümeti arasında büyük bir sorun yaşanmasa da, olaylar gittikçe birikiyor. AKP kendisi için istediği özgürlüklerin bir kısmına ancak AB’nin gücüyle ulaşabileceğini bildiği için, bu gücü bu yönde değerlendirecektir. Bu yönde her önemli adım ordu, siyasal İslam ve AB arasında bir gerilim demektir. Ordu için mevzi kaybı olasılığı taşımaktadır. Öte yandan, bu süreçte AKP’nin başarıları cumhuriyetin i- deolojik temellerini daraltabilir, yani Kemalizm’in gücü iyice zayıflar. Şu anda zaten Kemalizm, Batı Türkiye’nin sadece bir bölümüne daralmıştır. AB sürecindeki gelişmelerin böyle bir rol oynama olasılığı fazla olduğu için ordu bu uzun maratona hazırlanma sorunuyla karşı karşıyadır. Bu maratonda, örneğin Çiller’in DYP’si gibi partileri tercih edecekleri açıktır. Aslında bugün böyle partilerde vardır, ancak güç olma şansları zayıf görünüyor.
ABD ile ilişkilerin yeni çerçevesi
Son altı aydır ABD ile Türkiye ilişkilerine yeniden çeki düzen verme çalışmaları yoğun bir şekilde sürmektedir. Bu düzenlemelere son olarak biraz da abartılı bir şekilde FBI ve CIA baş- kanları da katıldı. Özellikle bu güvenlik servislerinin devreye girmesi önemlidir. Ancak bunlar genellikle görünmez bir şekilde işlerini yaparken bu kez tam tersine özel olarak basının gözünün içine girmeyi tercih ettiler. Eski MİT Müsteşarı Sönmez Koksal, Milli- yet’te yaptığı söyleşide bu durumu garipsiyor. Hatta “PKK operasyonu gerçekleşmeyebilir” diyerek bu göze fazla batmanın özel bir tercih olduğunu vurguluyor. Belli ki, Bush yönetimi CIA ve FBI şefleriyle aynı zamanda Türkiye’nin tribünlerine de oynamayı amaçlamaktadır. Artan anti-Amerikancılığı kırma, bu yönden AKP üzerine gelen siyasal basıncı azaltmak için böyle gösterilerin belli bir önemi vardır.
5
C |O İ OCAK'ŞUBAT 2006 ı
Beyaz Saray’da Türkiye’ye yeni nasıl bir rol biçilmiştir? Bunun bugünden sadece bazı ipuçlarını bulabiliyoruz. Ancak Irak’tâki durum ve A- merika’nm Ortadoğu planları bütünüyle düşünüldüğünde bazı sonuçlara varmak mümkündür.
Irak seçimleri Irak’m parçalanması yönünde son güçlü adım olmuştur. Şiiler büyük bir güç olduklarını kanıtladılar. Bağdat’ta bile yüzde altmış çoğunluk Şiilerin. İkinci güç Kürtler veya Sünniler olacaktır. ABD, Irak’ta- ki seçimlerle, hırpalamak istediği İ- ran’m elini güçlendirmiştir. Bir yandan asker çekme planlarını yapmak zorunda kalırken; öte yandan, böyle bir Irak’tan daha elli yıl çekilemez. Sorunun bu kilitlenme noktasında Türkiye’ye ve elbette bazı başka Arap ülkelerine görevler düşebilir. ABD, son dönemde Sünnileri seçime -Türkiye aracılığıyla- razı ederek Irak iç dengelerinde kendine daha fazla bir manevra âlânı yaratma çabasında. Sünniler seçimlerden beklediklerini bulamazlarsa, büyük olasılıkla böyle olacaktır, direniş yeniden hız alır. Türkiye’nin bir rolü Sünnilerle ilişkide o- labilir. ABD, Irak’m bundan sonraki gidişinde Şiilere karşı çeşitli dengeler kurmak zorundadır. Yoksa bmseçtirdi- ği parlamentonun kararıyla Irak’ı terk etmek gibi garip bir durumla karşı
karşıya kalabilir. Dengelere bakıldığında seçim sonrası Irak, öncesini a- ratmayacağı için ABD bu duruma karşı hazırlık yapmak zorundadır.
Türk devletine rol düşebilecek diğer alan Kürt Federasyonu’dur. Genelkurmayın yaptığı açıklamaya göre Kürt Federasyonu’yla ilişkiler geliştirilecektir. Türk devletinin bir kırmızı çizgisi ölmüş olsa da, yeni duruma u- yum yapmaktan başka bir seçeneği yoktur. ABD açısından Türk devletini Kürt Federasyonu karşısında önce nötralize etmek önem taşıyordu. Gelişmelere bakıldığında bu konunun büyük ölçüde çözümlenmiş olduğu anlaşılıyor. Bundan sonra, kritik süreçlerde “Kürtlere hamiliğe” Türk devletini ikna etmek gelebilir. Bu konunun medyada sık tekrarlanan senaryolar kadar kolay olmadığı açıktır. ABD’nin tümüyle çekildiği bir Irak’ta Kürt Federasyonu’nun geleceğinin çok sorunlu olacağı tahmin edilebilir. Ancak böyle büyümüş bir sorunun i- çine Türk devleti ne ölçüde girmeyi göze alabilir; ayrıca bölge güçleri buna ne ölçüde razı olur, bu soruların bugünden cevabı yoktur. Bu spekülasyonlardan öteye, mevcut dengelerde Kürt Federasyonu’yla ilişkilerde Türk devletine Washington nasıl bir rol biçmeye niyetlidir? Bunun çok aktif bir rol olma şansı bugünkü dengelerde
yoktur. Kürt bölgesinin hem petrol hem de Şiilere karşı bir ağırlık oluşturabilmesi için “sakin” olması gereklidir. Bu konuda Türk devletinin oynayacağı roller vardır.
Son olarak, ABD’nin Ortadoğu stratejisinin diğer derinlikleri düşünülürse, Türkiye’nin gerekli bir momentte İran ve Suriye’nin tecridinde rol üstlenmesi de istenebilir. Bu konuda bir Alman haber ajansının bildirdiğine göre, Amerika seneye İran’a yapacağı saldırı için Türkiye’den destek istemiştir. Karşılığında bu saldırı sürecinde İran’daki PKK kamplarına o- perasyon düzenlemesine izin vermiştir. 2006’da bölgedeki sıcaklık daha da artacağa benziyor. Bu Türkiye’de de gerilimin yükseleceği anlamına gelir.
Bütün bu görevlerin şimdilik oldukça soyut ve belirsiz olduğunu söylemek gerekiyor. İran saldırısı gibi somutlaşmalar zaman geçtikçe ortaya çıkacaktır. Görevlerin somutlanması için bu ara Washington ve Ankara harıl harıl çalışıyor. ABD ne kadar “1 Mart tezkeresini unuttuk” dese de ortada hala iki büyük sorun durmaktadır.
Türk devleti Ortadoğu’da işlerin içine hangi derinliğe kadar girmeyi göze alabilir? Bugün sadece Amerikan “İmparatorluğu”na bağlı strateji yürütmek hem tehlikeli hem de yanlıştır. Bu imparatorluğun inişte olduğunu artık herkes biliyor. Üstelik Ortadoğu gibi bir cehennemde dünyanın şu durumunda, Amerika’nın fedailiğine soyunmak tehlikeli olmaktan öteye intihara yakın bir anlama sahiptir. Bu sorunların birincisidir. Buradan, Türkiye’nin sürece dahil olmasının çok sınırlı kalması olasılığı sonucu çıkar- tılabilir. Bilindiği gibi saldırılarıyla “cehennemin kapılarını açan” Sharon, şimdi telaşla bu kapıları kapatmak i- çin uğraşıyor. Irak, Ortadoğu’da şu anda yangının en yoğun olduğu yerdir. Bu yangına girmekte Türk devletinin çok hevesli olmayacağı açıktır.
İkinci büyük sorun, Arap dünyası Türkiye’nin bölgede önemli bir rol almasına kesinlikle karşıdır. Bu II. Dünya Savaşı sonrası süreçte birkaç kez
4
OCAK'ŞUBAT 2006 C|O İ
kanıtlandı; en son olarak da Irak’ta bir kez daha kanıtlandı. Bu konuda ABD’nin Arap ülkelerini yumuşatma şansı hemen hemen yoktur. Bu iki sorun da Türk devletinin bölgedeki rolünü daraltıyor. Bakalım Washington- Ankara mesailerinden ne çıkacak?
Sonuçlandırırsak, AB ve ABD ü- zerinden gelen etkilerin yönleri oldukça farklıdır. AB, hem Siyasal İslam’ı hem de orduyu denetleme ve kendine göre standardize etme çaba- smdayken; ABD, siyasal ilişkiler için yararı olduğunu düşündüğü Siyasal İslam’ı bölge için “örnek” hale getirmeye çalışıyor, öte yandan bölgenin mayınlı alanında göreve çağırdığı ordunun konumunu kaçınılmaz bir şekilde güçlendiriyor.
* * *
Türk devletinin içinde bulunduğu genel politik ortamı ve dengeleri ortaya koyduktan sonra kısa vadede-se- çimlere kadar gerilimin yığılacağı konuları belirlemeye çalışalım. AKT, seçimlere kadar olan zamanda AB sürecinden kötü bir darbe yememeye çalışacaktır. Bu konuda en riskli konu şimdilik Kıbrıs’tır. Öte yandan, cumhurbaşkanlığı için atak yapmaya hazırlanıyor. Bu konuda dengeleri iyi tartmak zorunda olduğunu biliyor. E- ğer bir efelik yapmaya kalkarsa 28 Şubat gibi post-modem darbelerin yeni versiyonları olasıdır. Bu riske rağmen seçimlere kadar kendi “öz” tabanına yönelik İslami yaşam tarzı ve örgütlenmesini güçlendirmek için adımlar atmak zorunda olduğunu hissediyor. Yoksa seçim yaklaşırken bunun rakiplerince sömürüleceği aşikardır.
Derin devlet ise, Siyasal İslam'ın bütün bu adımlarının yolunu kesmek ve seçimlere laik-Kemalist bir siyasal alternatif hazırlanması gerektiğini düşünüyor. Bunun oldukça zor olduğu, ortalıkta böyle bir adayın olmadığı, hala Siyasal İslam’ın güçlü olduğu da görülüyor. Kısa sürede böyle güçlü politik kaymalar ortaya çıkabilmesi i- çin çok etkili olayların yaşanması gerekir. Cumhuriyet tarihinde böyle çok örnek vardır. Ancak mevcut dünya- bölge dengelerinde ve iç siyasal orta-
mm çok yıprandığı bir dönemde alternatif yaratmanın sıkıntıları büyüktür. Bu gerçeklerden hareketle yakın gele- ceğe-seçimlere kadar olan süreye bakılınca bu günlerin oldukça fazla gerilim yüklü olduğu görülebilir. Buradan otomatik sonuçlar üretmek kesinlikle hatalı olur. Yakın dönemde bunun iki önemli örneği vardır. İlki, 12 EylüTün başlarında apoletlerinin bütün gücüne rağmen cuntanın horozlu partisi karşısında Özal’m ANAP T seçimleri kazanmıştır. Yenilgiden sonra horoz çözülüp dağılmıştır. Son seçimlerde ise, Erdoğan’ın bütün , ayak oyunlarına rağmen çıkıp iktidara gelmesi, her zaman senaryoların yazıldığı gibi oyna- namadığım gösteriyor.
Siyasal alternatif yaratmanın da handikapları çoğalmıştır. Bir zamanlar komünizm, terör ve bölücülüğe karşı kim daha yüksek sesle bağırırsa alternatif olma şansı artıyordu. Bu yollar artık eski etki gücünü yitirmiştir. “Bölücülük” ve “terör” hala bir etkiye sahip olsa da, bunların dışında artık herkesin dillendirdiği bir “Kürt sorunu”nun olduğu, konunun sadece “terör” olmadığı yeterince yaygınlaştı. “Bölücülüğe” karşı yüksek sesle bağırmak politikada artık eski etkiyi yaratmıyor. Öte yandan, laiklik ve Kemalizm de cumhuriyetin birleştirici çimentosu olmaktan çıkmıştır. Bunları “kızıl elma” koalisyonu tarzında gürültüyle yinelemek bir siyasal alternatif yaratma şansına sahip değildir.
Bugün politikanın bileşenleri büyük ölçüde güç merkezleri tarafından dikte ediliyor. Neo-liberal politikalara ve uluslararası terörle mücadeleye bağlılık temel ayraçtır. Bunlara karşı çıkmak “uluslararası camiadan” aforoz edilmeyle sonuçlanabilir. Derin devlet politik alternatif yaratma yoluna çıktığında diğer detaylar bir yana, esas ekonomi politikayla - neo-libera- lizmle kendi çıkarlarından dolayı belli noktalarda çatışmaktadır. Buna karşı reflekslerini geliştirerek OYAK ve bankasının piyasaya müdahalesini hızlandırmıştır. Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birisinin OYAK olduğu biliniyor. Öyle görünüyor ki, neo- liberalizmin zorlamaları Türkiye’de bir de asker burjuvazi yaratacaktır.
Derin devlet “terörle mücadeleyi” çok severken, neo-liberal ekonomi politikalarla arası çok iyi değildir. AKP ise, terörle mücadelenin bir noktadan sonra sivil hükümetler için nasıl bir tuzak olduğu biliyor. Bu konuda ihtiyatı elden bırakmıyor. Neo-liberal politikaların ise tam bir savunucusu gibi görünmesine rağmen, bir momentten sonra bu gidişin kendi aleyhine döneceğini görüyor. Bu noktada oyalanmalar başlayacaktır. Güç merkezlerinin dayattığı temel politikalar gittikçe daha fazla sancı yaratacaktır. Eğer Latin Amerika deneylerini dikkate alırsak, bu sancılı dönemeçten sonra ülkeye özgü politikalar zorunlu olarak gündeme girmektedir. Bu ise politik güç dengelerinin yeniden yapılandırılması demektir. Sonuç olarak, seçime kadar geçecek döneme bütün bu alt üstlükler elbette sığmaz. Fakat bu gerçeklikler başlayan kaynamanın kaynağının geçici değil, derin olduğunu gösteriyor.
Yaklaşan sürece Devrimci Hareket bu ufuktan bakmak zorundadır. Seçimlere kadar süreç iç ve dış politik dengelerden dolayı oldukça gerilimli geçecektir. Bu süreçte Devrimci Hareket için Siyasal İslam ve laik derin devletin politikaları arasında taktiksiz kalmak olasıdır. Bu tuzak zaten vardı, önümüzdeki günlerde tuzağın etki gücü artabilir. Neo-liberal politikalara karşı cepheden bir mücadele; çok sözü edilen “demokrasinin” medya tarafından seçilmiş maskaralıklar için değil,, işçi hakları ve Kürt halkının en meşru talepleri için yaşama geçirilmesi; bu gerçek politik zemin ne ölçüde güçlendirilebilirse sivil ve üniformalı hükümetler arasında sıkışma almyazı- smdan kurtulmak mümkündür.
Bu gidişin almyazısı olmadığının kanıtı Amerikanın “arka bahçesi”dir. Latin Amerika halkları neo-liberal politikalara. aşağılanmaya, zenginliklerinin haraç mezat uluslararası tekellere satılmasına karşı isyan bayrağını açmıştır. Sıra neden Türk ve Kürt Halklarında olmasın!
25.12.05
5
ŞEMDİNLİ’DEN
KİMLİK TARTIŞMALARINAM. Sinon
"Türk ve Kürt halklarının ortak çözüm paketi"ni geliştirebilmek ve bunu toplumun geniş kesimlerinde tartıştırmayı hedefleyebilmek egemenlerin ideolojik-politik hegemonyasını kıracak bir olanak yaratabilir. Bunu beceremezsek Barzanlciliğln artan etkinliğini, Türki
ye'deki Kürtlerln daha çoğunun ABD'ye kurtarıcı gözüyle bakışını veya diğer tüm tartışmaları rafa kaldıracak bir halklar boğazlaşması senaryosunu İzlemek zorunda kalacağız.
Şemdinli’de yaşananlarla birlikte Kürt sorunu açısından yeni değerlendirme gerektiği ortadadır. Son döneme gelirken karşı karşıya bulunan güçlerin yeni mevzilenmeleri ve geliştirdikleri açılımlar Şemdinli’de ve sonrasındaki tartışmalarda bütün netliğiyle ortaya çıktı.
Şemdinli’ye gelirken...Kürt hareketi, son derece sarsın
tılı ve zorlu bir süreçten geçiyor. Ö- calan’m d A taıaîırıdaıı yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi sonrası, Kürt halkı açısından bütünüyle zorlu bir sınav oldu. Böylesi önderlik merkezli hareketlerin, bu gibi darbeler sonrasında ne hale gelebildiği Peru’daki Aydınlık Yol deneyimi ile emperya
lizmin bilinç hanesine yazılmıştı. Gerçekten de A. Guzman’m yakalanması sonrasında Aydınlık Yol çok ciddi bir güç kaybı yaşayarak, etkin bir güç olmaktan çıkmıştı. Dolayısıyla Kürt hareketinin büyük bedeller ödeyerek yarattığı birikimini yarınlara taşıyabilmesi çok önemliydi. Son dönemde ortaya çıkan gelişmeler bu birikimin büyük oranda korunarak bugünlere taşınabildiğim ortaya koymuştur. Halktaki bağlılık ve i- nanç açısından bakıldığında, hareketin büyük bir gücü temsil edebildiği ortadadır.
Silahlı mücadele yöntemleri ile ilgili değerlendirmeler tartışmaya a- çıktır. 3 Ekim öncesinde yükseltilen çatışma sürecinin bir savaşı yükselt
me çizgisi olmadığı, tersine AB ile müzakerelere başlayabilmeyi çok isteyen hükümetten, en azından bazı politik taleplere yanıt alabilme a- maçlı olduğu belliydi. Fakat AKP hükümeti, Diyarbakır konuşmasında “Kürt sorunu vardır” demekten öteye hiçbir adım atamadı. Gerçi bu yaklaşım bile Kürt halkının kimi kesimlerinde önemli bir beklentiye yol açtı. Fakat şu ana kadar bu beklentileri karşılayacak çok ciddi bir açılım gelişememiştir. Başbakan tarafından başlatılan “alt-kimlık üst-kimlik” tartışması ise önemlidir ve aşağıda bir biçimiyle değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Silahlı mücadelede bir süredir ciddi bir tıkanma yaşanmaktaydı. 99'a gelirken bo yeterince açıktı. 90‘larm ilk y a ra n d a , kentlerdeki halk hareketlerinin Susurlukçu çeteler bağlanımda yoğnn bir terörle e- ziltr.es: s ırr ıs ın ::, mücadelenin tüm yükü g e r i l i : r İ r im e bindi ve gerilla bu yükü kaldıracak adımları a- tamadı. Ocalan'm yakalanması sonrasında geliştirle r tezlerde ise zaten gerillaya merkezi bir rol tanınmadı. Gerillaya mücadelede ön açıcı bir rol taşıyıcısından ziyade "en kötü durumlarda sığınılacak son kale” gözüyle bakıldı. Bunun nedenini niçi- nini tartışacak durumda değiliz, fakat Kürt hareketinin genel değerlendirmeleri ve bölgenin konjonktürü a- çısmdan bakıldığında askeri zorun
6
OCAK-ŞUBAT 2006 CjOİ
Kürt hareketi açısından orta vadede bir siyasi anahtar olarak * kullan ılam ayacağ ı açıkmış gibi gözüküyor.
2005 Nevvrozu ve yükselen serhildanlar...
Bu noktada Kürt hareketi özellikle kentlerden yeni bir intifada tarzı çıkışı, serhildanları örgütlemeyi önüne koydu. Bu yaklaşımın belirgin bir biçimde ortaya çıktığı tarih olarak 2005 Newrozunu verebiliriz. Gerçekten 2005 son yılların ülke çapında en coşkulu ve en kitlesel New- roz’larına sahne oldu. Kürt halkı, kitlesel gücüyle Kürt sorununun çözümü noktasında ağırlığını koyacağının işaretlerini verdi. 2005’in tümüne bakıldığında çatışmaların yoğunlaştığı dönemlerde dahi özellikle bölgedeki merkezlerde ciddi bir kitlesel hareketlenmenin yaşandığı a- çıktır. Gerilla cenazelerine sahip çıkma yönündeki irade, çatışma alanlarına yürüyerek gitme girişimleri, siyasi kampanyalara yoğun katılım, canlı kalkan girişimleri zaman zaman çatışmaların gölgesinde kalsa ' da aslında bu döneme damgasını vuran tutumlar oldu. Büyük şehirlerde istendiği seviyeye ulaşamasa da bölgede ciddi bir hareketliliğin ortaya çıkmış olması serhildan taktiğinin bir karşılığının olduğunu ortaya koymuştur.
Devletin yanıtı gecikmedi...
Devlet 2005 Newrozu’nun verdiği mesajı büyük bir ciddiyetle almış ve ani bir refleksle yanıt üretmiştir. Büyükanıt’ın “Türkiye’yi Filistin yapmak istiyorlar” demesi devletin gelişmeleri nasıl okuduğunu ortaya koymaktadır. Bayrak provakasyonu çerçevesinde yaşanan politik- psikolojik harekat çerçevesinde devlet de kendi hegemonik durumunu güçlendirmeye çalışmıştır ve bunda da büyük oranda başarılı olmuştur. Şoven mesajlar kitlelerde ciddi bir karşılık bulmuş, sokaklarda linç rüzgarları estirilmiştir. Devlet böylece serhildan rüzgarlarının büyük şehirlere u-
laşmasmm önüne bir set çekebilmiştir. Fakat devletin kısa vadede kendisine politik bir güvence yaratan bu adımının orta vadede kendisi açısından ne gibi olumsuz sonuçlar yaratacağını hep birlikte göreceğiz. Bu şoven katılaşma devletin çok kıvrak taktik dönüşler gerçekleştirmesi gereken bu karmaşık politik atmosferde ayağına bağ olmaya devam edecektir. Bkz. Orhan Pamuk davası.
Bombalar halk hareketini
sindirmeye yöneliktirŞovenizm açılımının Kürt kitle
lerinde tetiklemeden başka bir etki yaratmayacağı açıktı. Öyle de oldu. Bölgedeki merkezlerde kitlesel bir hareketliliğin ortaya çıkmasında şovenizme tepkinin de olduğu açıktır. O zaman devletin buradaki kitlesel hareketi pasifize edecek, sindirecek, önderliklerini yok edecek yeni bir a- çılım yapması gerekiyordu. İşte bu açılım da JİTEM’in yeniden faaliyete geçirilmesi oldu. Özellikle Hakkari bölgesinde patlayan bombalar gelişecek bir halk hareketinin sınırlarını belirlemeyi amaçlamaktaydı. Ö- zellikle devlet tarafından yapıldığının halkın gözüne sokarcasma açık olması da amacın ne olduğunu ortaya koymaktaydı. Devlet bu bombalamalarla bir taşla iki kuş vurmayı hedefliyordu. Batı’da “terör hortladı,
kent merkezlerine indi” edebiyatıyla şovenizmi canlı tutmak. Doğu’da da “ayağınızı denk alın, ensenizdeyiz, AB süreci falan dinlemeyiz, ısrarcı olursanız topyekun savaş konseptini yeniden hakim kılarız”.
Fakat devreye belki de devletin hiç de hesap edemediği bir etken girdi: HALK İNİSİYATİFİ. Gerçekten de Şemdinli’de yaşanan suç üstünün tek bir sorumlusu var. Bir nebze özgürlük için canını ortaya koyabilmekten çekinmeyen halkın büyük kararlılığı. Yıllarca en ağır işkencelerin, katliamların gerçekleştiği bir coğrafyada halkın hala büyük bir ısrarla katillerin peşine düşebilmesi. “Gözaltına aldığı” aracı göğsünü o- tomatik silahlara siper etme pahasına koruması. Bütün bunlar aslında e- gemenlerin taktiklerini açık etmesi, halk güçlerinin yeniden güçlü bir çıkış yaratabilmesi olanağı yaratması ve ülkenin faşizmin cenderesinden çıkartılabilmesi için önemli bir fırsatın yaratılması sonucunu doğurdu.
Kürt hareketi bütün bir baskılanma sonrasında böylesi bir halk insi- yitafini ve umudu diri tutmayı başarabildiği için takdir edilmelidir.
Devletin Şemdinli’ye yanıtı ise Newroz’da ürettiği kadar planlı olamadı, çünkü hesaplarda olmayan bir gelişme yaşandı. (Bu açıdan bakıldığında Şemdinli aslında Susurluk’a
7
q O İ OCAK-ŞUBAT 2006
kıyasla çok daha açık bir olanak olmuştur ve nitelik açısından bizler i- çin değeri çok daha büyüktür). İpe un sermenin durumu daha da kötüleştireceği anlaşılınca ilk gün arka kapıdan bırakılan “iyi çocuk”lar tutuklanmak zorunda kalındı. Bombacılara sahip çıkan Büyükanıt sözlerini yumuşatmak zorunda kaldı. Başbakan ise bölgeye yaptığı ziyaret sonrasında bir kimlik tartışması başlattı. Böylece geçen yaz “Kürt sorunu vardır” demek zorunda kalan Başbakan halkın iradesinin kendisini çok net ve güçlü bir şekilde ortaya koyması sonrasında bu seferde sorunun kendince çözümüne dair bir değerlendirme yaptı.
Şemdinli’deki kararlı halk insiya- tifi oldukça büyük olanaklar yaratmıştır. Fakat bu olanakların ne ölçüde olumlu sonuçlar yaratıp yaratmayacağı etkin politik aktörlerin adımlarına ve güç birikimlerine bağlıdır.
Kimlik tartışmalarına müdahale edebilmek...
Bölgede ABD’nin çok önemli bir politik aktör olduğunu biliyoruz. Son dönemlerde ABD’nin üst düzey güvenlik politikası sorumluları arka arkaya Türkiye’ye akm ettiler. Masada Irak’m geleceğinin ve İran ile Suriye’nin ne yapılacağının olduğu açıktır. Özellikle İran ile ilgili bir süreç gelişiyor. ABD’nin iç kamuoyunda, ölen askerlerin sayısı arttıkça ciddi bir tepki var. ABD’nin savaşabilirle kapasitesi gün geçtikçe sınırlanıyor. Bush’un itibar kaybı da bir rota değişikliğini zorunlu kılıyor gibi gözüküyor. Fakat Büyük Ortadoğu Projesi gibi tüm Ortadoğu’yu yeniden tasarlamaya yönelik bir projenin hemen rafa kaldırılacağını ummak safdillik olur. Türkiye’nin rolünün artacağı ya da en azından ABD isteğinin bu yönde olacağı açıktır. Yeni atanan ABD büyükelçisi İran i- le ilgili hedeflerinin olduğunu gizlemiyor. Türkiye ise “İran yüzünden ABD ile ilişkilerimizi bozamayız” değerlendirmesi yapıyor. AKP, iktidarını koruyabilmek için ABD’nin ve IMF’nin desteğine muhtaç. Asker
ise inisiyatifini kaybetmek istemiyor. ABD ile Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik beraberliklerini daha açık bir şekilde' ortaya koydukları bir açılım yapabilmeleri ise Kürt sorununda bir takım uzlaşmalara bağlı.
Başbakan’m açtığı kimlik tartışması bu yönüyle önemlidir. Türkiye- ABD arasında Kürt meselesinin ortak algılanmasına dair bir alan yaratılmasına hizmet edebilir. MİT başkanı ile Barzani’nin görüşmesi ve Ö- calan ile yapılan görüşmeler mutfakta birşeylerin pişirilmeye çalışıldığını gösteriyor. Fakat neyin nasıl olacağına dair çok net öngörülerde bulunabilmek mümkün değil, ama Bar- zani ve Türkiye arasında seviyesinin ne olacağı öngörülemeyecek bir yakınlaşma tahmin edilebilir. Barzani “Türkiye’de Kürt sorununun demokratik çözümünde inisiyatif almaktan” şimdiden bahseder olmuştur. Ö- zal’ın ruhunu çağırma seansları başlar mı, göreceğiz.
Önemli alternatif seçeneklerden biri de Kandil’e yönelik ordu harekatının önünün açılmasıdır. Dış basma yansıyan kimi haberlerde ABD tarafından İran’a yönelik askeri operasyonda suç ortaklığı karşılığında böy- lesi bir tavizin verildiği bildirilmiştir. Böylesi bir saldırının Türkiye’yi gerçek anlamda Yugoslavyalaştıracak sonuçları ortaya çıkabilir. Şemdinli öncesine göre ihtimali düşmüş gibi
görünse de masada tartışılan konulardan biri olduğu muhakkaktır. Şemdinli bombacılarına “iyi çocuklar” diyen Büyükanıt’m ABD gezisinde liyakat madalyası almaktan başka işlerle de uğraştığı muhakkaktır.
Demokratik güçler gayretlerini artırmak
zorundadır...Peki büyük şehirlerde Şemdin
li’deki halk inisiyatifinin .yarattığı o- lanaklar üzerinden yeterli bir faaliyet yapılabildi mi? Şovenizmin surlarında bu olanağın büyüklüğü oranında bir tahribat yaratılabildi mi? Maalesef hayır. Biz olayı yine protesto edilmesi gereken bir hadise o- larak kavradık. Olayın aslında ne kadar önemli olduğunu ancak burjuva basma büyük puntolarla yansıyınca hissettik. Türk ve Kürt halklarının a- rasmdaki gerginliği, ki maalesef işler bu noktaya gelmiş görünmektedir, hafifletecek ve dolayısıyla Amerikancı yaklaşımların yerine gerçek bir ortak halk inisiyatifini olanaklı kılacak siyasi atmosferi oluşturama- dık. Burada biz derken sadece kendi siyasetimizi değil muhakkak ki Türkiye’deki tüm demokratik güçleri kastediyoruz. Sürece yön verebilecek öncü taktikler geliştirilemedi.
Aslında önümüzde bu zaafıyetin aşılabilmesi için yeni bir olanak da var. Halkın gerçek beklentilerini ve günlük güç dengelerini ortaya koyan, Türk emekçileri de ikna edebilecek bir ara çözüm paketinin ne olabileceği konusunda tartışmaya öncülük etme misyonunu AKP’nin elinden alabilmek çok önemli bir dönemsel görevdir. “Türk ve Kürt halklarının ortak çözüm paketi”ni geliştirebilmek ve bunu toplumun geniş kesimlerinde tartıştırmayı hedefleyebilmek egemenlerin ideolojik-politik hegemonyasını kıracak bir olanak yaratabilir. Bunu beceremezsek Barzaniciliğin artan etkinliğini, Türkiye’deki Kürt- lerin daha çoğunun ABD’ye kurtarıcı gözüyle bakışını veya diğer tüm tartışmaları rafa kaldıracak bir halklar boğazlaşması senaryosunu izlemek zorunda kalacağız.
8
Anti-sömürgeci mücadeleyi yeniden düşünmek
Kür t s o r u n u ü z e r İn e
H ATI RLATMALARFikret Kızıltcın
Bugün, Ortadoğulu devrimcilere düşen her türden şovenizm karşısında kararlı bir duruş sergilemek ve halklar arası dayanışmayı örmektir. Önümüzde iki seçenek
var: Ya halkların kapitalist emperyalizme karşı birleşik mücadelesi ve bunun sonunda ulaşılacak olan bir bölgesel devrim ya da etnik/dini kimliklere dayalı
bir politizasyonla halkların birbirine kırdırılması, "balkanlaştırılma".
“ve ateşin kendini bekleyen gölgelerinde
zifiri bir umuttur artık Kürdistan ”
M. Mıuıgan*
Geride bıraktığımız 2005 yılında Kürt sorunu yeniden tüm sıcaklığıyla kendini ortaya koydu. PKK’nin silahlı güçlerini Türkiye sınırlan dışma çektiği 6 yıl boyunca sorunun çözümüne yönelik tek bir demokratik adım atılmayınca, Kürt hareketinin silahlı kanadı “bekleme” durumuna son verdi. Newroz kutlamalarından itibaren genel olarak Kürt kitlesinde bir canlanma yaşandı, yer yer Filistin’i hatırlatan
büyük serhıldanlar gerçekleşti. Şemdinli olayları bu gelişmelerin tepe noktası oldu.
AKP hükümeti, Erdoğan’ın ağzından önce Diyarbakır’da ilk kez “Kürt sorumT’nu telaffuz etti, daha sonra Şemdinli olaylarının ardından “alt kimlik olarak Kürtlük” kavramını ortaya attı. Öcalan ve Kürt hareketi alt kimlik tanımına destek verdi. Öca- lan’m demeci Hürriyet gazetesinde manşet oldu. Bu tartışmalarda sorulması unutulan soru ise, Türklüğün de bir alt kimlik olup olmayacağıydı.1
Bu arada son günlerde Irak’taki Kürdistan özerk yönetimiyle ve ABD ile görüşme trafiğinde bir artış yaşandı. RTÜK, Kürtçe televizyon yayınma serbestlik getirdiğini açıkladı. Çeşitli seviyede süren pazarlıkların nasıl bir sonuç doğuracağını önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Biz bu yazıda güncel gelişmelerden biraz uzaklaşarak Kürt sorunu ü- zerine bazı hatırlatmalarda bulunup, Kürt hareketinin gelinen noktada taşıdığı riskler ve olanaklara tarihsel bir perspektiften bakmaya çalışacağız.
Kürt sorunu: Ekonomik indirgemecilik ile kültürel liberalizm
arasındaKürt sorunu Türk devleti ve sol
hareketin bir kısmı tarafından yıllarca ekonomik kalkınma ve toplumsal modernleşme sorunu olarak yansıtıldı. Bu anlayış bugün de bir ölçüde geçerli olsa da2 içinde bulunduğumuz dönemin asıl hakim yaklaşımı Kürt sorununu salt kültürel bir sorun (kimlik sorunu) olarak ele almaktır.
Türkiye’de Kürtlüğün anayasal o- larak tanınması kuşkusuz çok önemli bir demokratik kazanım olur. Ancak şu anda Türk devleti bunun çok uzağında. Aksine sorunu basit birkaç kültürel
U L A I V ^ U Ö A I ZU U O
PKK, Türk devletinin sömürgeci tahakkümüne karşı kendisini ulusal bir hareket olarak inşa ederken aynı zamanda sınıfsal bir hareket olduğunun da bilincindeydi. Nitekim PKK'nin ilk eylemlerinde sadece devletin yerel birimleri değil ağalar da hedef alınıyordu.
düzenlemeyle “çözme” yaklaşımı hakim. Kürt kültürünün yaşatılmasına yönelik bir kaç adım (Kürtçe yayın, ö- zel dil kursları vb.) sorunun çözümü i- çin yeterli görülmektedir. Bu durum bir yandan Cumhuriyet'in kuruluşundan daha eski olan Kürt sorununda a- similasyon politikasının3 iflas ettiğinin ilanı, diğer taraftansa kurulu düzeni kültürel esnemelerle yeniden düzenleyip devamlılığını sağlama kaygısının ifadesidir. Mevcut iktidar yapısını mümkün olduğunca sarsmadan, kısmi kültürel-folklorik düzenlemelerle - Kürt sorununu değil - Kürt direnişini sistem içinde “çözme” (eritme) politikası güdülüyor. Bir özgürlük açılımı gibi görülen kültürel liberalizm aslında Kürt sorununu depolitize etme çabası ve iktidarı yeni kültürel renkleriyle yeniden yapılandırma girişimidir.4 O anlamda demokratik reformlarla siyasal sistemin yeniden yapılanmasını birbirine karıştırmamak gerekiyor.
Kürt sorununu basitçe işsizlik ve yoksulluk sorunu olarak görme eğilimi artık önemli ölçüde inandırıcılığım yitirdi. Şimdi, sorunu kültür've dil meselesine indirgeme eğilimi hakim olan
yaklaşımdır. Bu anlamda yeni bir in- dirgemecilikle karşı karşıyayız. AKP hükümeti sorunu kültürel haklar (alt kimliklerin çoğulluğu) temelinde ele alarak aslında Kürt sorununu depolitize etmeye çalışıyor.5 Tıpkı ekonomik indirgemecilerin yaptığı gibi. Bu açıdan biri öbüründen daha özgürlükçü değil. Çünkü her iki yaklaşım da sorunun siyasi boyutunu görmezden geliyor. Nitekim siyasi meselelere geldiğimizde, mesela barajın indirilmesi gibi, AKP hükümeti kolayca CHP ile sarmaş dolaş olabiliyor. Koruculuğun kaldırılması ya da anayasanın değiştirilmesi gibi siyasi konularda tek bir a- çıklama bile yapılmıyor. Sorunun çözümü sözde politikanın dışında olduğu varsayılan kültür alanına havale ediliyor.6
Biz lafı dolandırmadan Kürt sorunundan ne anladığımızı açıkça söyleyelim: Sorunun kaynağı Türk devletinin Kürdistan’daki sömürgeci tahakkümüdür. Sorunun gerçek anlamda çözümü ise Kürt halkının kendi geleceğini kendi iradesiyle belirleyebileceği siyasi koşulların oluşmasında yatmaktadır.
Kürt direnişi19. yy’ın sonlarından itibaren ön
ce Osmanlı İmparatorluğu’nun, sonn Türkiye Cumhuriyeti’nin sömürgee politikaları Kürdistan coğrafyasında il rili ufaklı çok sayıda direniş ve isyann ortaya çıkmasına yol açtı. Sömürgeci talana ve tahakküme karşı gerçekleşen ilk Kürt isyanları büyük ölçüde Kün egemen sınıflarının (ağalar ve ruhani önderler) denetimindeydi. 1970’li yıllarda ise Kürt direnişi, “gecikmiş” biı ulusal kurtuluş mücadelesi olarak Marksist Leninist PKK (Kürdistan İşçi Partisi) önderliğinde kendini yeniden örgütledi. 1970’lerdeki hareketlenmenin daha öncekilerden önemli bir farkı isyanın ilk kez Kürdistan'rn en büyük ezilen kesimini oluşturan
yoksul köylülere dayanması, yoksul Kürt köylülerini Kürt egemenlerinden bağımsız olarak harekete geçirebilmesiydi.7
1970’lerde şekillenen PKK, Türk devletinin sö
mürgeci tahakkümüne karşı kendisini ulusal bir hareket olarak inşa ederken aynı zamanda sınıfsal bir hareket olduğunun da bilincindeydi. Nitekim PKK'nin ilk eylemlerinde sadece devletin yerel birimleri değil ağalar da hedef almıyordu. Zamanla, özellikle de 1990'lı yıllarda (Sosyalist Blok’un çöktüğü ve yeni liberal hegemonyanm kurulduğu koşullarda) hareketin sınıfsal karakteri gerilerken ulusal karakter daha fazla öne çıktı. Son altı yılda ise ulusal kurtuluş mücadelesinden kimlik politikasına doğru ideolojik bir geri çekilme yaşandı. Bu ideolojik geri çekiliş, askeri alanda TSK karşısındaki gerilemeler ve uluslararası konjonktürde güç dengelerinin hareketin aleyhine bozulmasıyla birlikte yaşandı.
Sözünü ettiğimiz bu 30 yıllık dönem boyunca Kürt hareketi farklı ideolojik renklere bürünse ve dönem dönem farklı mücadele yöntemlerini öne çıkarsa da her zaman önemli bir toplumsal tabanı temsil etti. Eğer Türkiye sof hareketinin 1977-80 yılları arasında önü darbeyle kesilen kısa süreli gelişimini saymazsak, Kürt hareketi Türkiye Cumhuriyeti tarihinde mevcut
10
OCAK'ŞUBAT 2006 t | O İ
düzene karşı tehdit oluşturabilecek güce ulaşabilen yegane muhalefet hareketi oldu. 1980 darbesinden sonra kurumsallaşan faşizme karşı tek ciddi direniş Kürdistan topraklarında PKK öncülüğünde gerçekleşti. PKK’nin Kürdistan kırlarında faşizme ve sömürgeciliğe karşı başlattığı etkin direnişin ülke çapında etkiler yaratması kaçınılmazdı. Bu sürece 1986 yılından itibaren öğrenci ve işçiler arasındaki hareketlenme eşlik etti. 1991 yılında sosyal demokratlar böylesi bir ortamda, Kürt hareketiyle ittifak yaparak iktidar ortağı olabildiler. Kürt hareketi Türkiye’de demokrasi mücadelesinin motor gücü haline geldi.
Devlet, hareketin gücünü parçalamak amacıyla (Alevi Kültleri başka bir kanala yönlendirme politikası) yeni filizlenen Alevi hareketinin önünü belli bir düzeyde açtı ve 1991 affıyla sosyalist solun bazı kesimlerine yeşil ışık yaktı. Bu anlamda Kürt direnişinin 1980 rejiminin faşist iktidar yapısında yarattığı sarsıntının Alevi hare- kinin gelişimine de katkı sunduğu söylenebilir. 1990’larm ilk yıllarındaki bu gelişmeler demokratik açılımlar olmaktan çok siyasi iktidarın yönetim tarzını yeniden yapılandırırken gösterdiği esnemelerdi. Nitekim hemen arkasından “topyekun savaş” geldi.
Kürt hareketi 1990’- larda kadın hareketinin gelişimine de önemli bir itilim verdi. Kadın gerillaların varlığı Kürt halkı için devrim niteliğinde bir toplumsal gelişime denk düşüyordu. Kimlik politikalarının öne çıktığı 1990’h yıllarda kadın örgütleri içinde toplumsal bir tabana oturan başlıca grup Kürt kadın örgütleri oldu. Bu yıllarda Kürt hareketi, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yaşamının biçimlenmesinde başat rol oynadı. Çoğunluğu Kürt olmak üzere 30 binin üzerinde insanın yaşamına mal olan savaş sonunda hukuki kazanımlar son derece sınırlı olmakla birlikte, toplumsal ve kültürel alanda büyük mevziler yaratıldı.
1999 yılından itibaren hareketin i- deolojik ve askeri olarak geri noktala
ra çekilmesi ve sorunun sistemin sınırları içinde liberal bir çözüme kavuşması için başlayan arayış Kürt üst, sınıflarının 1980Terde kaybettikleri inisiyatifi yeniden ele geçirmeye çalışması için uygun bir ortam yarattı. Ne de olsa liberalizm burjuvazinin ideolojisi değil miydi? PKK savaşmış ama hukuki kazanımlar elde edememişti, şimdi bir kenara çekilmeli daha doğrusu ortadan kalkmalı ve liberal çözümün önü açılmalıydı. Ancak mevcut durumda Türk siyasetinin ufkunda Kürt sorununun liberal demokrasi çerçevesinde çözümünden söz etmek mümkün görünmüyor. Sadece “çok kültürlülük” makyajı ile Kürtlerin ağzına bir parmak bal çalınmak isteniyor.8
Kürt sorununu kimlik politikası çerçevesinde tanımlamanın bir sonucu da çözüm merci olarak AB’nin öne çıkarılmasıdır. Kürt hareketi Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecine hak ettiğinden fazla anlam biçiyor. Ancak AB’nin yaklaşımları Kürt hareketinin beklentilerini karşılamaktan uzaktır. AB’nin alan açacağı tek Kürt siyaseti, burjuva liberal çizgide bir siyaset ola
caktır. Bu yüzden hala radikal, halkçı karakterini koruyan Kürt hareketinin yeniden yapılandırılması sadece Türk devletinin değil AB’nin de gündemindedir. Bu yeniden yapılandırmanın ilk adımları, silahsızlandırma, PKK’yi Ö- calan’dan ve aynı anda yasal Kürt hareketini PKK’den ayırma olarak özetlenebilir.
Kapitalist sömürgeciliğe karşı mücadele
1990’larm başından itibaren hem dünya üzerindeki güç dengeleri köklü bir biçimde değişti hem de ulusal kurtuluş savaşının yürütüldüğü toplumsal zeminde önemli değişimler yaşandı. Kuzey Kürdistan’daki Kürt nüfusunun önemli bir kesimi Türkiye’nin büyük kentlerine göç etmek zorunda bırakıldı. Artık en büyük Kürt şehrinin İstanbul olduğu söyleniyor. 90’lardaki göç dalgasıyla gelen Kürt nüfusu bugün başta İstanbul olmak üzere Mersin, İzmir, Adana, Ankara gibi şehirlerin en yoksul kesimini oluşturuyor. Çoğunlukla enformel sektörde çalışan son gelenler, işçi sınıfının en dinamik ke-
Kürdistan'da devletin açık baskısı ile mücadele diğer toplumsal sorunları belli ölçüde geriye iterken Batı'da toplumsal çelişkiler çok daha fazla öne çıkmaktadır. Bu koşullarda Kürt hareketinin Doğu'daki ve Batı'daki Kürt
nüfusuna ilişkin farklı politikalar geliştirmesi zorunluluktur.
ıı
C jO i OCAK'ŞUBAT 2006
Sömürgeciliğe karşı mücadele her zaman anti-kapitalist (sınıfsal) bir yön de taşıyordu. Bugün bu gerçek çok daha açık bir hale gelmiştir. Zaten son iki yüz yıldır sömürgecilik kapitalizmden
ayrı bir şey değildir.
simini oluşturan güvencesiz işçiler i- çinde önemli bir yer tutuyorlar.
1990’lı yıllarda büyük şehirlere gelen Kürtlerin önemli kısmı Kürdis- tan’daki siyasi mücadeleler içinde po- litize olmuş durumdaydı. Bu kesimin bölge ile bağları sürse de artık büyük kentlere yerleşmiş dürümdalar. Şimdi bir yandan da kentin gündelik hayatı i- çinde yeni çelişkilerle baş etmek zorundalar. Kürdistan’da devletin açık 'baskısı ile mücadele diğer toplumsal sorunları belli ölçüde geriye iterken Batı’da toplumsal çelişkiler çok daha fazla öne çıkmaktadır. Bu koşullarda Kürt hareketinin Doğu’daki ve Batı’daki Kürt nüfusuna ilişkin farklı politikalar geliştirmesi zorunluluktur. Büyük şehirlerde hareketin merkezi gündemlerinin ötesinde Kürt kitlesinin gündelik hayatındaki çelişkilere nüfuz edebilecek bir siyaset tarzının geliştirilmesi gerekmektedir. Aksi taktirde kentlerde toplumsal yaşamın ürettiği çelişkiler, düzen partilerinin Kürt kitlesiyle bağ kurma kanalları olma potansiyeline sahiptir. Özellikle de kültürel kimliğin sistem içine entegre girişimlerinde belli bir yol alındığı oran
da (Kürtçe yayının serbestleşmesi, büyük T.V. kanallarda Kürtçe müziklere daha fazla yer verilmesi vs.) toplumsal yaşamdaki çelişkiler daha fazla öne çıkacak ve Kürt hareketi bu sorunlara yanıt üretemediği daha doğrusu bu konular üzerinden bir mücadele hattı o- luşturamadığı ölçüde metropollerdeki Kürt kitlesi düzen partileriyle patronaj ilişkileri kurmak yoluyla konumunu güçlendirme eğilimine girecektir. Son yerel seçimlerde DEHAP’ın Batı’da aldığı oyların görece düşüklüğü, bu yönde bir gidişatın belli seviyede gerçekleştiğini gösteriyor.
Kürt hareketi metropollerde işsizlik sorunundan gecekondu yıkımlarına, güvencesiz çalışmadan sağlığın ve eğitimin paralılaşmasma, kültürel yozlaşmadan uyuşturucu çetelerine kadar günümüz kapitalizminin yarattığı çelişkilere karşı mücadele üzerinde daha fazla yoğunlaşmalıdır. Hareketin sıkça dile getirilen “Türkiyelileşmesi” de sanıldığı gibi “çok kültürlülük” siyasetiyle değil, toplumsal çelişkilere dair bir mücadele çizgisinin geliştirilmesiyle mümkün olabilir.9 Türkiye’de bugün geniş halk kesimlerini birleştirici
eksen yeni liberalizmin yarattığı toplumsal çelişkilerle mücadele zeminidir. Kürt hareketi özelikle Batı şehirlerinde, “yüksek politika” yaparken toplumsal yaşamdaki mücadeleyi es geçmek lüksüne sahip değildir.
Kürdistân’da ise durum daha faklıdır. Orada hareket 1980 Terden bu yana devlet karşısında “ikili iktidar” durumu yaşamaktadır. Yerel seçimlerde belediyelerin kazanılmasıyla birlikte yetkileri oldukça sınırlandırılmış olsa da yerel iktidar deneyimleri yaşanmaktadır. Belediyecilik deneyimlerinin başarısı Kürt hareketinin geleceği açısından son derece önemli olacaktır. Kürt kentlerinde toplumsal çelişkiler sömürgeci baskı rejimiyle iç içe geçmiş durumdadır. Bu koşullar altında bölgede neden yeni Fatsa deneyimleri
yaratılmasın? Hareket bunu yaratabilecek insan kaynaklarına, itibara ve halk desteğine sahiptir. Bugün sorun daha çok böylesi bir politik perspektifin oluşturulmasıyla
ilgili görünmektedir.
Sömürgeciliğe karşı mücadele her zaman anti-kapitalist (sınıfsal) bir yön de taşıyordu. Bugün bu gerçek çok daha açık bir hale gelmiştir. Zaten son i- ki yüz yıldır sömürgecilik kapitalizmden ayrı bir şey değildir. Kapitalist sömürgeciliğe karşı mücadelenin kapitalizme karşı olan kısmı Türk ve Kürt kitlesini birleştirecek olan eksendir, ancak bunu sömürgecilik gerçeğinin üzerinden atlayarak ifade etmek sosyal şovenizmi anti-kapitalizm lafzıyla yeniden üretmek olacaktır. Burada yapmaya çalıştığımız Kürtleri basitçe sömürgecilik karşıtı mücadeleye son verip “sa f’ anti-kapitalist mücadele vermeye çağırmak değildir. Sömürgecilik gerçeği ve buna karşı direniş geniş Kürt kitlelerini birleştiren çimento durumundadır. Sadece kapitalizme karşı mücadeleyle sömürgeciliğe karşı mücadelenin birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini hatırlatmak istiyoruz.
Ulusal kurtuluş mücadelelerinin neredeyse tamamı sömürgeciliğin alt edilmesinin ardından yerli elitlerin kendi sömürü ve tahakküm diizenle-
12
OCAK'ŞUBAT 2006 C jjO İ
rini kurmasıyla sonuçlandı. Sömürgecilik karşıtı mücadelenin eşit ve özgür bir dünyanın yaratılmasına katkı sunabilmesi onun sınıfsal niteliği ile ilişkilidir. Kürt hareketi mevcut güç dengeleri içinde Kürt burjuvazisinin denetimine girdiği ölçüde özgürleştirici potansiyelini yitirecektir. Bu yüzden Kürt hareketinin “özgürlük hareketi” olma vasfını sürdürmesi Kürt yoksullarının hareketin geleceğinde oynayacağı role bağlı olacaktır.
Ortadoğu’nun “zifiri umudu”
Kuzey Kürdistan’daki Kürt direnişi içinde büyük bir umudu barındırmaya devam ediyor. Bu umut 15 yıllık çetin bir silahlı mücadeleyle, büyük serhıldanlarla, ağır cezaevi direnişleriyle, uzun hazırlık süreçleriyle, kan, ter ve gözyaşıyla Kürdis- tan’ın yiğit insanları tarafından yaratıldı. Bu umut, aynı zamanda Ortadoğu’nundur. Şemdinli’de bir kez daha ışıldayan direniş ruhu işte bu “umudu” temsil ediyor. Bölgede başta ABD olmak üzere çeşitli güçlerin yürüttüğü emperyalist politikalar ise “zifiri” olanı.
K ürdistan’m kurtuluşu bugün belki de her zamankinden daha fazla
Ortadoğu’nun kurtuluşuna sıkı sıkıya kenetlenmiştir. Ortadoğu’da Kürtlerin ya da başka halkların özgürleşmesi artık her zamankinden daha çok bölgenin özgürleşmesinden geçmektedir. Ortadoğulu devrimcilere düşen her türden şovenizm karşısında kararlı bir duruş sergilemek ve halklar arası dayanışmayı örmektir. Önümüzde iki seçenek var: Ya halkların kapitalist emperyalizme karşı birleşik mücadelesi ve bunun sonunda ulaşılacak olan bir bölgesel devrim ya da etnik/dini kimliklere dayalı bir politizasyonla halkların birbirine kırdırılması, “balkanlaştı- rılma” . Bu seçeneklerden hangisinin gerçekleşeceğinde bir bütün olarak Kürtler ve özeLolarak Kuzey Kür- distan’daki Kürt hareketi kritik bir rol oynayacaktır.
D ipnotlar* Murathan Mungan, Dağlar ve Kapital1. Kuşkusuz bu soruya “evet” denildiği durumda alt-üst kavramları anlamını yitirecektir. Gerçi üst kimlik olarak Türklüğün değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının önerildiği söylenebilir. Ancak
“Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının bir “kimlik” değil, yasal bir statü olduğu düşünüldüğünde, önerilen üst kimliğin
aslında “Türklük” olduğu daha net bir şekilde görülür. “Kürt olmak” ve bilmem ne cumhuriyetinin vatandaşı olmak birbiriyle kıyaslanabilir şeyler değil. Birisi etnik kimlik, diğeri ise hukuksal statü.2. Tayyip Erdoğan Diyarbakır konuşmasında bol bol “makarna” edebiyatı yapmıştı. Her fırsatta Kürt işadamlarını bölgeye yatırım yapmamakla suçlaması da kaydedilmeli.3. Bkz. Hikmet Kıvılcımlı’nın İhtiyat Kuvvet: Şark adlı eseri. 1933 yılında yazılan
bu eser Marksist solda Kürdistan üzerine yapılmış en kapsamlı analiz durumunda. En son Mart 2005’de Türkiye’de U- lusal Sorun başlığıyla Diyalektik Yayınları tarafından basıldı.4. “Kültürel çoğulculuk” aslında “siyasal olanın” üzerinin örtülmesine hizmet ediyor. Bu yüzden solun bu kavramlara rağbet etmemesinde fayda var.5. Kürt hareketinin kendisi de 1999 sonrasında yaşanan ideolojik dönüşümün
ardından kimlik siyasetinin dilini kullan
maya başladı. Kuşkusuz biz Kürt hareketine yönelik soldan eleştirilerde sık sık yapıldığı gibi, Kürt hareketinin söylemiyle fiili var oluşu arasında basit bir denklik kurma niyetinde değiliz. Bu Marksist tutum almak adına idealizmin yöntemini kullanmak olur. AKP hükümeti, liberal aydınlar ya da Öcalan bazen aynı kelimelerle konuşuyor olsalar bile her birinin bu kavramları kendi siyasi projesi içine
nasıl yerleştirdiğidir önemli olan. Meseleyi “Öcalan ve Erdoğan aynı şeyi söylüyor” basitliğinin ötesinde değerlendirmek gerekiyor.6. Milli Güvenlik Kurulu’nun toplantılarının ardından sık sık “terörün” siyasallaşması tehlikesinden söz edilir. Sanki siyaset kötü bir şeymiş ya da kendileri siyasetin dışından konuşuyorlarmış gibi.7. Kürt aydınları I960’lı yıllardan itibaren Türkiye İşçi Partisi’nin de etkisiyle sola yönelmeye başladı. 1960’larda TİP bünyesinde siyaset yapan Kürtler 1970’lerde kendi bağımsız örgütlerini kurmaya başladılar.8. Bu durum Güney Kürdistan’daki gelişmelerle birlikte Öcalan’ın “konfederasyon" tezlerini geliştirmesine yol açtı. Ö - calan’ın anarşist düşünürlerden devşirdiği konfederalizm kavramı Kürt sorununun çözümündeki belirsizliğe denk düşen bir esnekliğe sahip. Siyasal süreç
sertleştiğinde kopma anlamında da yorumlanabilen bu kavram, çoğunlukla ulus
devlet hukuku içinde yerel siyasi oluşumların koordinasyonu anlamında kullanılmaktadır.9. Bazen “Türkiyelileşmek” adına orta
sınıf gündemlerine müdahil olmak tercih edilebilmektedir, örneğin küresel ısınma ya da nükleer santralleri gündeme almak gibi. Bu tarz “Türkiyelileşmenin” ilginç bir örneğine 4-5 yıl önce İstanbul’da düzenlenen bir 1 Mayıs gösterisinde
tanık olmuştuk. Tüm DEHAP kortejine üzerinde “Nükleer Santrale Hayır” yazan şapkalar dağıtılmıştı. Güneşten korunmak için bu şapkaları takan DE- HAP’lılar haklı olarak bu konuda tek bir slogan atmadıkları gibi, miting boyunca salt Öcalan sloganları atmışlardı. Böyle
iğreti “Türkiyelileşme” girişimlerinin yerine kentlerdeki Kürt kitlesinin gündelik yaşamına temas eden sorunlar üzerinden bir “Türkiyelileşme” çok daha anlamlı olacaktır.
ŞEMDİNLİ YOLCULUĞU VE
DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Melih flteşer
İstanbul'dan yola çıkan iki otobüsün taşıdığı yaklaşık yüz kişilik bir gruptuk. Nicelik olarak halkların mücadele birliğini ifade etmek için yeterli bir temsil gücüne sahip değilse de, nitelik olarak Şemdinli halkı ile kader birliğimizi ortaya koymakta kararlı bir bileşimimiz vardı. Yoksul-emekçi Kürt yurtseverleri, militan Kürt anaları ve Türkiye sosyalist hareketinden demokratik kurum ve siyasi örgüt temsil
cileri olarak, tek bir hedefimiz vardı: Şemdinli'de halkların kardeşliği bayrağını biraz daha yükseltmek.
Biliyorduk ki Şemdinli halkının başarısı, yalnızca kontrgerilla çetelerini “iş üstünde” yakalamaktan ibaret değildi. Daha önemlisi, halk dayanışmasının ve halkın iradesinin üstünde hiçbir gücün olamayacağını; ne kadar derin olurlarsa olsunlar halka zulmedenlerin bir gün hesap vermek zorunda kalacaklarım belgeleyen tarihsel değerde bir eylemdi. Biz de, Şemdinli’de somutlaşan mücadele deneyimlerini daha iyi kavrayabilmek, Kürt halk gerçeği ile yerinde tanışmak ve elbette halklarımızın devrimci demokratik iktidarına giden yolda kardeşlik bağlarımızı güçlendirmek için çıktık yola...
İstanbul’dan yola çıkan iki otobüsün taşıdığı yaklaşık yüz kişilik bir gruptuk. Nicelik olarak halkların mücadele birliğini ifade etmek için yeterli bir temsil gücüne sahip değilse de, nitelik olarak Şemdinli halkı ile kader birliğimizi ortaya koymakta kararlı bir bileşimimiz vardı. Yoksul-emekçi Kürt yurtseverleri, militan Kürt anaları ve Türkiye sosyalist hareketinden demokratik kurum ve siyasi örgüt temsilcileri olarak, tek bir hedefimiz vardı: Şemdinli’de halkların kardeşliği bayrağını biraz daha yükseltmek.
Gece yarısı başlayan yolculuğumuzun ilk saatleri doğal olarak tanışma faslı ve bire bir sohbetlerle geçti. Böylece kolektif moral değer ortamımızın yaratılması için atılacak adım
14
larda somutlaştırılmış oluyordu. Bir Kürt sosyalisti “heval biz neden otobüsün mikrofonunu kullanarak hep birlikte duygularımızı, düşüncelerimizi paylaşmıyoruz?” diye soruyor. Ben de “güzel öneri... öyleyse ilk adımı senden bekliyoruz” diyerek destekliyorum onu. Kısa ve etkileyici bir konuşma yaparak, Kürtçe ezgilerle aktarmaya devam ediyor Kürdistan gerçeğini. Ardından pek çok kişi yüreğinin ve bilincinin sesini özgürleştiriyor. Bitmeyen enerjileri ve inançlı yürekleriyle Kürt analarının, ezilenlerinin acılarını, öfkelerini, özlemlerini, mücadeleye bağlılıklarını dillendiren bu sesler, zamanla yarışımızda sanki daha önde ilerlememizi sağlıyor gibiydi. Bir ara açılışı yapan ‘heval’ beni de mikrofona davet etti. Ve o ana kadar Kürtçe bilmediğim halde -yüreğim ve bilincimle- anlayabildiğim Kürt halkına, kendimi nasıl ifade edeceğimi düşünmeye başladım: Gerçekten neden Kürtçe öğrenmemiştim bugüne kadar? Daha önemlisi benim durumum Türk sosyalistleri içinde bir istisna da sayılmazdı! Oysa ezilen Kürt halkı devrimimizin önemli bir stratejik ittifak gücüdür, diyoruz. Böylesine tarihsel ve yaşamsal bağlarla bağlı olduğumuz bir halkın dilini öğrenmeye çalışmamak, yalnızca onların bizi anlamasını beklemek çözümlenmesi gereken bir “durumumuz”. Kıvılcımlı’nm “anlamıyorlar demeyeceğiz, anlatamıyoruz diyece
ğiz” sözleri çınlıyor kulaklarımda ve devrimci enternasyonalizmin gerekleri üzerine derin bir düşünce sarıyor beynimi. Aslında konunun enternasyonalizmden de öte bir boyutu var. Siyaset yapma anlayışımızı yansıtıyor biraz da. İddiamızla (söylemimizle) denk düşecek mücadele yöntem ve a- raçlannı geliştirmekte, çoğu kez “işin ABC’si” denilecek şeylerin üzerinden atlayarak, mış gibi yaparak nasıl yetmezlik içinde kaldığımızı.../
Heval yeniden mikrofona çağırıyor. Sahne almak için naz yapan asso- list değiliz; mücadelenin diliyle sesimizi Kürt halkının sesine katacağız. Sıradakini bekletmeyelim. İşte mikrofon elimde ve yüzleşme zamanı geldi gerçeklerle. ‘Söylenmesi gereken’ ezbere şeyler gelmiyor içimden, gerçeklere ulaşmak için sesli düşünmeyi sürdürmek geliyor. Yolculuğun bana neler düşündürdüğünü, öğrettiğini paylaşarak söze başlıyorum ve Kürt halkıyla kader birliğimizden ne anladığımı ifade ederek noktalıyorum. Bir de türkü söyleyerek, düşünce yoğunluğuna bir soluk ara verilmesini sağlamak istiyorum. Daha sonra konuşma gereği duyan herkes, duygudaşlığımızın kolektif bilince dönüşmesi için çaba gösteriyor: Politik durum ve mücadelenin önümüze koyduğu görevler; eylemimizin hedefleri, programı değerlendiriliyor. Ardından canlı müzik yapımı devam ediyor.
OCAK'ŞUBAT 2006 C|O İ
Kürt halkı düşünce ve davranışta kendisiyle kurmaya çalıştığımız ilişki tarzına büyük bir içtenlikle yanıt verdi; SODAP’ı kendi örgütleri gibi sahiplenerek molalarda “heval bizim SODAP’tan” diyerek herkesle tanıştırma çabaları da bunun bir ifadesiydi. Ve böylece yolculuk boyunca her fırsatta “biz bize” Kürt özgürlük hareketinin yaşadığı iç gerilimler, TDH ile i- lişkiler ideolojik, siyasi, örgütsel yönleriyle tartışıldı, sürece ilişkin öngörülerle ortak duruş noktaları belirlenmeye çalışıldı. Herkese nasip olmayan bu sohbetler bizim için olanı olduğu gibi görme ve olduğumuz gibi görünme olanaklarını geliştirdi. Erzincan yakınlarında bir mola verinceye kadar, zamanın nasıl geçtiğini anlayamayacak kadar da meşguldük. Burada otobüslerden iner inmez başlayan halaylarla, marşlarla “bekle bizi Şemdinli” dercesine bir ağızdan yükselen sesler, “başka bir ülke”ye yaklaştığımızı anlatıyor gibiydi. Sabırsızlık zamanı başlamıştı artık...
Ve ikinci gece yolculuğumuza başlayalı henüz bir iki saat olmuştu ki Erzincan’a girmeden önce yolumuz askeri birlikler tarafından kesildi. GBT testi için kimliklerimiz toplandı. Bir arkadaş hakkında önceden gıyabi tutuklama kararı olduğu gerekçesi ile gözaltına alındı. Konuyla ilgilenmesi için Erzincan’daki avukatlara bilgi verildi ve yola devam edildi. Bu arada tamamen uydurma gerekçelerle o- tobüslerimize para cezası kesilerek, şoförler caydırılmaya çalışıldı. Yaklaşık bir saat sonra yeniden yolumuz kesildi, yine GBT... Bu kez “bilgisayarlar kilitlendiği için” işlem daha u- zun sürüyor. Sinirlerimiz gerilse de Şemdinli’ye varabilmek için sabrediyoruz. Yeniden harekete geçiyoruz ve kısa bir süre sonra yeniden durduruluyoruz. Daha görkemli bir karşılama töreni hazırlamışlar; panzerler, robotlar, jitem vd. işbaşmdalar. Bilgisayarlar yine kilitli, tehditler ve psikolojik savaş uygulamaları ise ‘başka bir ülkenin’ topraklarına ayak bastığımızı belgeliyor. Jandarma komutanı “ne i- şin var burada” diyerek bir Kürt e- mekçisini itiyor, o da “burası benim ülkem, ben burada doğdum. Peki, sen
nereden geldin, burada işin ne?” diyerek karşılık veriyor. Avukatlarımıza “siz kamu görevi mi yapıyorsunuz, örgüt temsilciliği mi” diye tepki gösteren komutan uygulamanın yasal dayanağını açıklamak zorunda kalıyor. İçişleri Bakanlığı’nm verdiği talimatla savcılık arama kararı hazırlamış... Burada uzun süre alıkonulacağımız anlaşılıyor, artık daha zorlayıcı tepkiler verkteliyiz. Yolu trafiğe kapatmak için oturma eylemi yapmak anlamlı olmayacak, çünkü asker yola barikat kurup trafiği tamamen durdurmuş zaten. Barikatı zorlamaksa şehirden u- zak bir yerde olmamız ve sayısal durumumuzun yetersiz olması nedeniyle sonuç alıcı olamayacak. Biraz otobüslerimize çekilip dinlenerek, ne yapacağımızı konuşuyoruz. Sabaha doğru robotlarla karşı karşıyayız. Halaylar ve türkülerle direncimizi yükseltiyoruz.
Türkülerde, marşlarda hep mücadeleye, şehitlere ve özellikle de “önderliğe” bağlılığını dile getiriyor Kürt halkı. İdeolojik, politik değerlendirmelerde kafa karışıklığını yansıtan Kürtler, konu tarihsel-moral değerlere gelince ne kadar net görünüyorlar. “Önderliksiz bir yaşam düşünemeyiz” diyorlar. Böylesine özdeşleşmenin yan etkileri de var tabii, ama ulusal birliği sağlamada etkisi tartışılmaz görünüyor. Peki, bunun sırrı ne? Kürt hareketinin önderlik gerçeğini daha i
yi anlamak gerekiyor, eleştirel bakmak adına bu gerçeği görmemek mücadeleye yarar sağlamıyor. Öcalan örgütünü kendisinden daha iyi tanıyor ve yoğun bir siyasi kişilik. Henüz mücadele onu aşacak bir önderliği yaratacak seviye kazanmadı.
Jandarma ‘tahrik olmuş’: “Karayolunu izinsiz eylem yaparak trafiğe kapatamazsınız” diye bir ses geliyor
-robotların arkasından. Megafondaki bu ses bir binbaşının sesiymiş meğer. Ardından panzer üzerimize sürülüyor, bir süre arbede yaşanıyor... geri çekiliyorlar. Az sonra binbaşı temsilcilerimizle görüşmek istediğini iletiyor. Görüşmede bir saat sonra yolu açacaklarına söz veriyor. Bir iki istisna dışında genel olarak öfkesini ne zaman patlatacağını, ne zaman kontrol edeceğini bilen halkın olgun yaklaşımı temsilcilerin görevini kolaylaştırıyor. Bir saat sonra yolu açan binbaşı “ileride birçok noktada daha durdurulacaksınız. Sizi Şemdinli’ye sokmayacaklar” diyerek özetliyor devletin tutumunu. Ve tabii otobüslere yine yüklü miktarda cezalar kesiliyor.
Son olarak Van’a bir saatlik yolumuz kalmışken durduruluyoruz. Hiç durmadan devam edebilsek dahi artık Şemdinli’ye akşamüstü varabiliri/. Oysa buradaki yüzbaşı bundan sonra 'fyan’a girmeden bir noktanın daha olduğunu ve daha sonra ise arama noktalarını Özel Harekat Timleri’nin dev-
V?
t|Ol OCAK'ŞUBAT 2006
ralacağmı söylüyor. Uygulamanın tümüyle siyasi olduğunu söyleyerek “ya yolu açm ya da bu fiili gözaltı durumumuzu resmileştirin. Biz de tavrımızı ona göre alacağız artık” diyoruz.
Bu arada diğer yerlerden Şemdinli’ye ulaşmaya çalışanlarla haberleşebiliyoruz ve onların da çeşitli arama noktalarında aynı uygulamaya tabi olduklarını biliyoruz. Biçimsel demokrasi uygulamaları mı desek, kadife eldivenli demir yumruk mu desek... Aslında uygulamanın niteliğinden çok sonucunun ne olduğu önemli tabii. Aldığımız haberlere göre kimse Şemdinli’ye ulaşamamış, hatta Yüksekova’ya dahi gidilememiş. Şemdinli halkı kendi başına eylem programını gerçekleştirmiş. Artık eylem sona erdiğinden geri dönülecek şeklinde bilgiler geliyor. Bunun üzerine sinirler iyice bozuluyor, halk “olmaz öyle şey, gerekirse eylem yarın yapılır, biz geri dönmek için gelmedik” diyor haklı olarak. Sadece ‘arama’ noktalarında geçen süre 15 saati doldurmuş olsa da kimse, yorgunluk, açlık gibi şeyleri düşünmüyor, inadına Şemdinli’ye gidebilmek her şeyden önemli görünüyor. Jandarma ile gerilimlerde yaşanı
yor tabii. Eylem komitesinin durumu değerlendirip bir haber vermesi gerekiyor. SODAP temsilcisi olarak süreçteki katkılarımız nedeni ile eylem komitesi tarafından karar alma sürecine katılmamız isteniyor: DTP merkezinin “her aracın bulunduğu noktada basın açıklaması yaparak geri dönmesini” kararlaştırdığı ve diğer araçların birçoğunun geri dönmeye başladığı söyleniyor. Biz halkın genel eğilimini de dikkate alarak “eğer Van’daki yerel güçlerle ilişki kurabiliyorsak, en azından oraya gitmek ve eylemimizi orada sonlandırmak” yönünde görüş bildiriyoruz, bu düşünce genel kabul görüyor. Fakat DTP merkezi ve Van’daki yerel güçler bu yöndeki “zorlama”la- rm uygun olmadığı görüşünde anlaşılan, zira bir süre sonra artık geri dönmek durumunda olduğumuz iletiliyor. Gelişmeler ve alman karar bir basın a- çıklaması tarzında halka anlatılıyor. Halk karara ve DTP yönetimine tepkili, ancak eylem disiplininden de şaşmıyor. Destekçi kurum temsilcileri de karara ve karar sürecine katılmamalarına tepkili, ancak onlar da ölçülü, yapıcı olma çabasında.
Şemdinli halkıyla aramızdaki bağ
bu kez duygu ve düşünce bağından ö- teye gidemiyor, eylem birliğinin sıcaklığı ile kucaklayamıyoruz birbirimizi. Eylem disiplinine uyarak geri dönüş yoluna giriyoruz. Van Gölü, çevreleyen dağlar ve üstünde kızıla çalan bulutlar eşliğinde eşsiz bir manzara oluşturuyor. Kürdistan coğrafyası ile halkıyla, yaşam koşullarıyla ayrı bir ülke gerçekten. Kürdistan’ı özgürleştirmek için şehit düşenlerin özgürlük tutkularım nereden aldıklarını anlamak bu dağları ve kızıla çalan gökyüzünü görünce daha kolay.
Dönüşte Kürt siyasi temsilcileri i- le ve halkla DTP ile başlayan yeni süreci tartışıyoruz. Yeni bir siyaset ve i demokrasi anlayışını yaşama geçirmeye çalıştıklarını ve bu geçiş sürecinde biçimsel demokrasinin kazalarından kaçmamadıklarmı, DTP yönetimine aşiret yapılarının aralarındaki güç dengelerinin yansıdığını, böylesi bir iç iktidar kavgasında yer yer tabanla yönetim arasında çatışmalar yaşandığını vb. tınlatıyorlar. Bense sorunu sonuçlarından hareketle tartışmak yerine, doğrudan bu “yeni siyaset ve demokrasi anlayışının” kendisini, nereden çıktığını, ideolojik-siyasi-örgüt- sel açıdan ne anlama geldiğini tartışmayı tercih ediyorum. Kürt Özgürlük Hareketime dayatılan “modernleştirilme” ve “düzeniçileştirilme” politikalarıyla paralel bir hat çizen Konfede- ralizm politikasının özünü tartışıyoruz. Bu süreçte böylesi bir politikanın Kürt yoksullarının, ezilenlerinin önünü açacak bir doğrudan demokrasi a- dımı olamayacağını, daha çok Kürt burjuvalarının ve aşiret ağalarının çıkarlarına hizmet edeceğini vurguluyorum. Buna karşılık aslında onlara bilmedikleri yeni bir şey söylemediğimi şu sözlerden anlıyorum: “Haklısın, fakat bize hayat bunu dayatıyor. Tabii bizim de bir sınırımız var. Önderliğe bakıyoruz, bir bildiği mutlaka olmalı. Ama bizim için asıl çözümün Türk halkı ile devrimci demokratik birlik olduğunu biliyoruz. Gözümüz sizde. ..” Böylece sözün hükmünün bittiği an geliyor. İki halkın devrimci sosyalistlerine bütün bölge halklarının geleceğini tayin edebilecek büyük tarihsel görevler çıkıyor.
Bense sorunu sonuçlarından hareketle tartışmak yerine, doğrudan bu "yeni siyaset ve demokrasi anlayışının" ken
disini, nereden çıktığmı, ideoiojik-siyasi-örgütsel açıdan ne anlama geldiğini tartışmayı tercih ediyorum.
16
KAPIMIZDAKİ CANAVAR:
KUŞ GRİBİ*Çeviren: Mehmet Vusufoğiu
Sonunda ölümlerin yaşanmasıyla Türkiye'de kuş gribi tehlikesinin hükümetin iddia ettiği gibi söylenti değil, gerçek olduğu ortaya çıktı. Sağlık Bakanı'nın bunu itiraf etmesi için ne yazık ki Doğubayazıt'da üç ve Van'da bir çocuğun ölmesi gerekti. Aşağıda Amerikalı Marksist araştırmacı Mike Davis'le Kuş Gribi adlı kitabı üzerine Joshuah Bearman'ın yaptığı görüşmeyi yayınlıyoruz. Davis, kuş gribi ve benzeri salgınları tarihsel ve sosyal bir çerçeve I- çinde ele alıyor ve kapitalist küreselleşme sürecinde devletlerin yeni salgın hastalıklar kar
şısında kafalarını nasıl kuma gömdüklerini anlatıyor, ilginizi çekeceğini düşünüyoruz.
Son kitabınız Kuş Gribi (Avian Flu) hakkındaydı. İsterseniz oradan başlayalım. Gerçi insanları oldukça korkutacağız. Siz birkaç yıl önce bu konu üzerinde çalışıyordunuz ve o zaman haber bültenlerine girmemişti daha. Nasıl oldu da salgın hastalıklar ile ilgilenmeye başladınız?
Evet, “Kapımızdaki Canavar” adlı bu küçük kitap aslında “Gecekondular Gezegeni” isimli kitabımın “Gecekondu Ekolojisi” adlı bölümü olarak hazırlandı. Çok büyük ve yoksul kentlerde, örneğin Hindistan’ın Bombay kenti ya da Kongo’nun Kinsaşa kenti gibi kentlerde nüfus yoğunluğu ile ilgili bir araştırma yapıyordum. Verileri topladım ve bu verileri 19. yüzyıl kentlerinin varoş bölgeleri ile, mesela New York’un Güney Doğu bölgesi veya Londra’nın Doğu ucu ile karşılaştırdım. Gördüm ki hem nüfus olarak hem de yoğunluk olarak bugünün ü- çüncü dünyasındaki kentlerin varoşları geçmiştekilerle karşılaştırılamayacak ölçüde büyükler. Ve kendi kendime sordum, bu durum bir has-
talığm yayılması için ne anlama gelmekte?
Viktorya Dönemi yeniden mi başlıyor? [Viktorya Dönemi İngiltere ’si kentlerdeki yoksulluk, sefalet ve salgınların yoğun yaşandığı, imparatorluğun geniş sınırlarına ulaştığı 19.yy Kraliçe Viktorya dönemi]
Birleşmiş Milletlerin resmi rakamlarına göre dünyada şu anda 1 m ilyar insan yoğun ve plansız büyümüş varoş bölgelerinde olağanüstü sağlıksız koşullarda yaşıyor. Ve 1980’den beri uygulanan IMF uygulamaları ve yapısal uyum politi- kalari ile Latin Am erik a ’daki ve A frika’daki binlerce sağlık çalışanı [zengin ülke ve bölgelere] göç etmek zorunda bırakıldılar. Bugün kentlerdeki pek çok insan en temel sağlık hizmetlerinden bile mahrum durumda. Başka bir deyişle bu yeni bir Viktorya dönemi gerçek
ten, büyük ölçekte.
Peki Kuş gribi?
Ben bunun üzerine yeni ortaya çıkmakta olan bir bulaşıcı hastalığı seçip düşünmeye karar verdim. A- caba böyle bir hastalık bugünkü me- ga-varoşlarda görülmeye başlarsa ne olacak, sorusuna yanıt aradım. Fakat gördüm ki varoşlar medyadaki bu tartışmalarda ele alınmamış.
Grönlandlılar kuzey yarım kürede AvrupalIlarla o zamana kadar karşılaşıp ilişkiye geçmemiş tek grup. Bu insanlar soğuk algınlığı dışında hiçbir
bulaşıcı hastalık geçirmeyen insanlar.
17
q O İ OCAK'ŞU BAT 2006
Bu hastalık, bu tip salgınlar (epidemi) ve evrensel salgınlar (pandemi) ile ilgili literatürün % 98’i zengin ülkelerin zengin kesimlerinin bencilce kendi sağlıklarını düşündükleri bir çerçeve içinde ele alınmış.
Yani batıklar olarak bizim sınırlarımıza gelip gelmeyeceği ile ilgiliyiz sadece öyle mi?
Kuş Gribi hakkında ani ilgi, zengin ve yoksullan ayıran sınırların da grip tarafından aşılabileceğinin ortaya çıkması nedeniyle. Bush yönetimi tarafından yapılan tahminlere göre 2 milyon Amerikalı bu hastalıktan ölebilir. Ve Amerikalılar tabii ki bu yönetimin “dahiyane” politikaları ile bu tip hastalıklara karşı hazırlıksız ve korunmasız. Yönetim seçilir seçilmez yaptığı uygulamalarda “diyet eğitimine” gripten daha çok önem verdi. Hem de grip türü hastalıklar normalde bile, mevsimsel salgınlarla 35-40 bin Am erikalıyı öldürmekte olmasına rağmen. Tabii ki bu ölümlerin önemli bölümü Afrika kökenli ve yaşlı Amerikalılar.
11 Eylül’den sonra savunma amacıyla biyolojik saldırılara karşı alman önlemler ulusaşırı salgınlara karşı alınanlardan çok daha fazla hale geldi. Bu tip saldırılar kuş gribine göre çok daha uzak bir ihtimal olsalar da.
Zaten ABD yönetimi Biyolojik savaş tehdidi ile karşı karşıya olduğunu düşünmeye başlayınca Şarbon, Ebola ve Çiçek hastalığına karşı milyarlar harcamaya başladı. Aslında bu, biraz da Irak’ı işgal etmek için hazırlanan senaryonun Sadedim 'm B iyolo jik Silahtarı olduğu şeklinde iddialar içermesindendi. Onlar insanları bu senaryolarla oyalarken, Kuş Gribi için iş işten geçmişti, zira 1997’den beri, yani virüsün Hong Kong’da ilk kez bir insana bulaşmasından beri Dünya Sağlık Örgütü bu virüsüp 1918 salgını kadar büyük bir salgın yaratacağını söyleyip duruyordu.
1918 salgını çok ölümcüldü değil mi?
40-100 milyon arası insanı öldüren tarihin en ölümcül olayı.
Kuş Gribi şimdi çok konuşuluyor ama derinlemesine değil. Sizin bakışınız hastalığın derinlikli ekolojik bağlamını araştırmak anlamında neredeyse tek yaklaşım. Büyük bir salgın için şartları o- luşturan sosyal ortama bakıyorsunuz. Ç iftlik hayvancılığının başlaması, agro-endüstriyel tavukçuluk üretimi gibi. Evrensel bir salgın için ortam nasıl oluştu?
18 90 Tarda Kutuplara yakın Doğu Grönland’a giden DanimarkalI a- raştırmacılar Grönlandlılar ile karşılaşıyorlar. Ki Grönlandlılar kuzey yarım kürede AvrupalIlarla o zamana kadar karşılaşıp ilişkiye geçme
miş tek grup. Bu insanlar soğuk algınlığı dışında hiçbir bulaşıcı hastalık geçirmeyen insanlar. Beslenmeleri %98-99 oranında fok etinden o- luşuyor. Onların sağlık durumları bizim insanlık tarihimizin % 90’lık kısmında olduğu gibi avcı ve besin toplayıcı olduğumuz dönemlerdeki sağlık durumumuza benziyor büyük olasılıkla. Biliyorsunuz bu büyük tarihi dönem boyunca, büyük insan kitleleri büyük hayvan grupları ile birlikte yaşamadılar. Yani insanlar bu ölçüde yoğunluklu yaşamadıkları gibi hayvan toplulukları ile de, hayvan virüs ve bakterilerinin insana geçip salgın yapıcı hale dönüşmelerini sağlayacak şekilde, bu ölçüde iç içe değillerdi.
DanimarkalI araştırmacılar insan yaşamının 10 bin yıl önceki halini gördüler orada, yani bulaşıcı
hastalıklar olmadan önceki halini, çünkü bulaşıcı hastalıkların büyük çoğunluğu memelilerin ve kuşların evcilleştirilmesi ile insanda görülmeye başlandı. Nüfus açısından yoğunluklu yaşam ve kentleşme ile büyük ölçekli tadım toplumu olmanın gerçekleri olarak salgın hastalıkları görüyoruz.
“H astalık G eçişlerini” yaratan buydu o zaman?
Öyle görünüyor ki hastalıklar oldukça hızlı bir biçimde ortaya çıktılar ve hastalık tarihçileri buna Hastalık Geçişi diyorlar. Moğollar kendi Avrupa-Asya imparatorluğunu yarattığında ve Sarı Deniz’den [Pasifik okyanusunun Doğu Asya u- cunda kalan kısmı] Atlantik’e kadar ticaret yaptıklarında Veba gibi hastalıkların Avrupa’ya ulaşm asının yolunu da açtılar. İnsan ırkının bi
yolojik olarak her birleşimi büyük nüfus kıyımları getirmiştir. AvrupalIların Amerika kıtasına çıkması, buradaki nüfusun % 90’ınm ölümüne neden olmuştur. Bunlar hastalık geçişi olarak adlandırılıyor hep. Hastalık tarihçilerine göre şu an
da da 4. hastalık geçişi döneminde yaşıyoruz.
Ekonomik ve Sosyal Küreselleşmenin sonucu olarak mı?
15 yıl önce bulaşıcı hastalıklar üzerine yapılan araştırmaların bir derlemesi, küreselleşm enin eski hastalıkları yeniden daha ölümcül bir biçimde ortaya çıkaracağını ve yeni hastalıkların oluşmasına yol a- çacağım söylüyordu. Tabii bunun çeşitli nedenleri var: İnsan ve vahşi hayvan popülasyonları arasındaki i- lişkiler, dünya çapında bütünleşen ticaret ve tüm bunlara rağmen global ölçekte halk sağlığı ile ilgili yatırımların olmaması bunun nedenleri olarak sayılabilir. Birkaç yıl sonra Laurie Garret aynı konuda Pulit- zer ödülü alan bir kitap yayınladı, ismi “Yeni Veba”.
Güneydoğu Asya'da çok büyük miktarda tavuk Tayland merkezli CP isimli şirket tarafından üretiliyor. Bu şirket çokuluslu ve devasa fab
rikasyon üretim işlemleri yapıyor. Bu büyük CP şirketinin, son olarak Tayland'da ortaya çıkan
kuş gribini sakladığı ve hatta hastalıklı tavukları satılmak için Avrupa'ya gönderdiği ortaya çıktı.
18
OCAK'ŞUBAT 2006 q o l
Çin neden bu hastalıkların çıkış merkezi sizce?
Geçmişte neredeyse tüm grip türlerinin Güney Çin’den çıktığına inanılırdı. Çünkü orada, yerel kuş türleri ile domuz, balık ve insanları biraraya getiren çok başarılı ve olağanüstü verimli bir tarım-hayvancı- lık var. Burası kuş hastalıklarının memelilere ve insanlara geçmesi i- çin ideal bir ortam, ideal bir tencere. Tabii şimdi bu tencere genişliyor, Çin tarımı genişleyip, kentleşip, sanayileştikçe...
Küçük bir dipnot bu arada: 1980’den beri 200 milyon insan Çin kırlarından kopup kentlere geldi. 10 yıldan az sürede Çin’de kentlere göç miktarı, 19. yüzyılın endüstri devrimi ve kentleşme çağı diye adlandırılan döneminde tüm Avrupa’da gerçekleşenden daha fazla. Kentlerdeki bu insanlar daha fazla proteine ihtiyaç duyuyor ve bu talep tavuk ile karşılanıyor. Tavuk, domuzdan sonra ikinci temel protein kaynağı olarak tüketiliyor ancak kısa sürede birinci duruma geçecek bu gidişle - tabii kuş gribi herkesi tavuktan soğutmaz ise.
Bu süreç, beklenmedik ölçüde büyük kümes hayvancılığı endüstrisine yol açtı. Güneydoğu A sya’da çok büyük miktarda tavuk Tayland merkezli CP isimli şirket tarafından üretiliyor. Bu şirket çokuluslu ve devasa fabrikasyon üretim işlemleri yapıyor. Bu büyük CP şirketinin, son olarak Tayland’da ortaya çıkan kuş gribini sakladığı ve hatta hastalıklı tavukları satılmak için Avrupa’ya gönderdiği ortaya çıktı. Aslında kümes tavukçuluğundan çok, petrol üretim sistemindeki sürekli akışa benzer bir entegre sistem ile karşı karşıyayız. Hayvansal protein için hızla artan talep, büyük şehirlerde gittikçe artan yoğunluklarda yaşayan nüfus ve bu nüfusun önemli kısmı yoksul. Güneydoğu A sya’da büyük kümes hayvanı üretim çiftlikleri, küçük çiftlikler, doğadaki çeşitli kuş türleri ve insanlar birarada.
Öyle görünüyor ki bunlar yeni
bir hastalık için oldukça elverişli ortamlar. Büyük endüstriyel kümes hayvancılığı, doğadaki göç eden kuşlarda az sıklıkta görülen bir hastalığın kronik ve sürekli ortaya çıkan gribe dönüşmesi için önemli bir ortam hazırlıyor. Hastalık kısa sürede mutasyona uğradığı için-, başka türlere de adapte oluyor. İnsandan insana bulaşmaya neden olacak türün birkaç mutasyonda [genlerde meydana gelen değişim] oluşmasının veya insandaki virüsle kuş gribi virüsünün bir kombinasyonunun o- luşmasının önündeki tek engel sadece zaman.
Ve kuş gribinin solunum enfeksiyonu olarak yayılması böyle bir durumda engellenmesi oldukça zor bir salgına dönüşür. Kuş gribi şu an
rak halk sağlığına dayalı koruyuculuğun üçüncü dünya ülkelerinde olmaması duvardaki önemli bir çatlak değil mi?
Washington’da kimse Doğu Af- rikadaki ülkelerin hastalığın durumunu takip edebilmesi ve değerlendirebilmesi için gerekli kaynaklara ulaşmalarının sağlanması konusunda bir öneri yapmadı. İşte tüm bunlar olurken, insanlığı bulaşıcı hastalıklara karşı koruyacak temel işler, yani yeni antibiyotiklerin, aşıların ve anti-viral ilaçların geliştirilmesi dev ilaç şirketleri tarafından hiç dikkate alınmıyor. Bu şirketlerin bulaşıcı hastalıklara karşı antibiyotikler, aşılar ve antiviral ilaçlar’geliştirmekte bir çıkarları yok, çünkü karlı değil bunları üretmek. Bulaşıcı
Bulaşıcı hastalıkların büyük çoğunluğu memelilerin ve kuşların evcilleştirilmesi ile insanda görülmeye başlandı.
Nüfus açısından yoğunluklu yaşam ve kentleşme ile büyük ölçekli tarım toplumu olmanın gerçekleri olarak salgın
hastalıkları görüyoruz.
da Rusya’da ve Avrupa kapılarına ulaşıyor. Şimdiden Doğu Afrika’nın büyük göllerine ulaşmış durumda. Buralarda hiçbir izleme sistemi yok. Etiyopya konuyu Dünya Ticaret Örgütü ile tartışmayacaktır bile, i l ganda ve Tanzanya ise hastalığı izlemek isteseler bile böyle kaynaklara sahip değiller. Küreselleşmenin A ID S’ten sonra ortaya çıkan i- kinci büyük vebası olma potansiyeli taşıyor bu hastalık, ancak şu anda suya batmış durumda, ortaya çıktığında ise çok geç olabilir.
Koruyucu ilaç olmamasına ek ola
19
q O l OCAK'ŞUBAT 2006
hastalıklar ömrün soffnna kadar süren şeker hastalığı ya da kalp hastalığı gibi pahalı ve uzun süren tedaviler ve ilaçlar gerektirmediği için şirketlerce tercih edilmiyor. Kültürel olarak önemsenen ereksiyon bozukluğu gibi hastalıklar da bu endüstrinin çok sevdiği hastalıklar. Şeker hastalığı için hazırlanan ilaç tüm aşılar ve antiviraller kadar kar getiriyor.
Hükümet devreye giriyor mu sizce? Bush son olarak bu tip araştırmalara para ayrılacağını belirten bir plan ilan etmişti, yetersiz ve geç de olsa. Bu doğru yöne atılmış bir adım mı?
küçük ve lokal bir salgında bile kamu sağlığı sistemi yetersiz kalıyor. Yapılacakların en başında çok büyük bir halk sağlığı yenileme politikası uygulanması gelmeli. Demokratlar seçim kampanyalarında ulusal güvenlikten bahsederken sağlık seferberliğinden hiç söz etmediler. I- rak’a harcanan 200 milyar dolar müthiş bir halk sağlığı programına harcanabilirdi.
Halk sağlığı politikaları beslenme ile başlamalıdır, burada Califor- nia’da bile bizi şok edecek kadar çok çocuk yatmaya aç gitmektedir. Yetersiz beslenen çocuk ve yetişkinlerim iz var. Los A ngeles’ta
San Diego’da Katrina kasırgasından sonra getirilen hastalar için Los Angeles vilayetinde yer bulunamadı çünkü 150 boş yatak bile yoktu bu hastalara sağlanacak...
Bir salgın sırasında en önemli şeylerden biri de dayanışmadır. Fakat toplum sal atom izasyon beni korkutuyor. Hiçbir vatandaşlık sorumluluğunuz olmadığı söylenirse, biraz Tamiflu ilacından bulup dağlık bir yerde aileniz için saklarsınız. Yerel toplulukların örgütlenmesi ve katılımı için kaynaklar ayrılmamışsa burada olduğu gibi “her koyun kendi bacağından” mantığı geçerli olur.
Bir salgın sırasında en önemli şeylerden biri de dayanışmadır. Fakat toplumsal atomizasyon beni korkutuyor. Hiçbir vatandaşlık sorumluluğunuz
olmadığı söylenirse, biraz Tamiflu ilacından bulup dağlık bir yerde aileniz için saklarsınız.
Yerel toplulukların örgütlenmesi ve katılımı için kaynaklar ayrılmamışsa burada olduğu gibi
"her koyun kendi bacağından" mantığı geçerli olur.
Tabii kimse milyar dolarları neden büyük şirketlere verdiğimizi sorgulamıyor. Tamiflu
Roche tarafından üretiliyor, İsviçre'de. Amerikan hükümeti 2 milyon kutu sipariş etmiş ve bunun
bu fabrika tarafından sağlanması 2 yıl alır deniyor. Peki neden ilaç devlet eliyle üretilmiyor? Kimse bunu sormuyor.
Yaşlı olanlarımız bilirler, grip aşısı II.Dünya Savaşı’nda A- merikan ordusu için Jonas Saik tarafından geliştirildi. Bu aşı federal hükümet tarafından üretilmekteydi, artık üretilmiyor. Bush yönetimi şimdi büyük şirketlere milyarlarca dolar para öneriyor bu tip araştırma ve çalışmalar için. Bu çok saçma geliyor bana. Demokrat veya Cumhuriyetçi herhangi bir ABD’li parlamenter i- çin sorumluluktan kurtulmanın yolu milyarları şirketlere aktarıp, şirketlere garanti karlar sağlayıp, sonra bu aşıları ve an- ti-viralleri geliştirmeleri için onlara yalvarmak. Ben de eski-kafa bir sosyalist olarak soruyorum; neden federal hükümet bu ilaçların ve aşıların üretilmesindeki temel çalışmaları zaten yapan kamu üniversiteleri ile birlikte bu aşıları üretmesin, hayat boyu kullanılacak ilaçları bir insan hakkı olarak bedava sunmasın...
Halk Sağlığı üzerine konuşalım biraz. ABD’de halk sağlığı altyapısı çok kötü durumda. HMO politikaları ile yatak sayısı iyice azaldı. Çok açık ki Toronto’daki SARS vakaları ortaya çıktıktan sonraki durum gibi
%15’lere ulaşıyor yetersiz beslenen çocukların oranı. İkinci düzey temel bağışıklık sorunu. Yani aşılanma. Bağışıklık hizmeti alma ve aşılanma temel hak olarak kabul edilmeli ve herkese ücretsiz olmalı. Üçüncüsü yerel sağlık hizmetleri. Amerika’da bile binlercesi kapalı tutuluyor. Dördüncüsü hastaneler ve hastane hizmetleri. Bir gribal pandemi (ülke boyutlarını aşan salgın) olduğunda belki binlerce insanı yoğun bakım ve belirli ölçüde karantina altında tutmak gerekecek. Ama Los Angeles’ta yatak sayısı 2000’den beri %17 azaldı. Niye? HMO politikaları ve daha çok kar etmek amacıyla.
Tabii kimse milyar dolarları neden büyük şirketlere verdiğimizi sorgulamıyor. Tamiflu Roche tarafından üretiliyor, İsviçre’de. Amerikan hükümeti 2 milyon kutu sipariş etmiş** ve bunun bu fabrika tarafından sağlanması 2 yıl alır deniyor. Peki neden ilaç devlet eliyle üretilmiyor? Kimse bunu sormuyor, ABD’deki Demokratlar da sormuyor. Bu olmayacak bugünkü sistemde tabii ki. Hem çabuk üretilir hem de maliyeti düşük olmaz mı? Bu riski kimin adına alıyorlar?
N otlar* Röportaj, h ttp ://w w w . marxsi- te.com/DavisAvian.htm adresinden a- lınmıştır. Mike Davis’in “Gecekondular Gezegeni” isimli makalesi Türkçe’de N ew Left Review 2004 seçkisi i- çinde yayınlanmıştır.* * Bu röportaj çevrilirken Roche şirketi, Kuş Gribine karşı kesin bir çözüm olmayan ancak ilk iki gün içinde çok yüksek dozda kullanılınca faydalı olabilen Tamiflu ilacından, Türkiye’ye I milyon kutuluk bir satış yapabileceğini, bunun 100 bin kutusunun bağış olduğunu açıklamıştı.
20
Paris dersleri üzerine.,,
ATEŞİ BANLİYÖLER TUTUŞTURDU,
KIVILCIMLAR B Ü Y Ü Y O RHasçın Oğuz
Pari5 aslında sürekli olarak kendinden bahsettiren bir şehir oldu tarih boyunca. Paris'in tarihsel bir özelliği bu. Bugünler yine kendinden sık bahsettiriyor.
Ancak düne kadar Paris'in sınıf kimliği adeta görünmez kılınmış, zenginliğin ve modanın şehri olarak sunulmuştu emekçi kitlelere.
Oysa güzel kokuları ile ünlü Paris yanıyor.
Şiddetin çocuğu, şiddetten her an kendi insanlığını yaratıyor. Biz onun sırtında
insandık, o da bizim sırtımızdan kendini insanlaştırıyor. Yeni bir insana doğru-
hem de daha niteliklisinden.
J. P. Sartre
Paris denilince akla genellikle ilk gelen devrimler olur. Sayısız devrimler: 1789,1830,1848,1871 vb. Dünyanın kaderine hükmeden bu devrimler, Paris’ten başlamış ve bütün ülkeyi içine almış, oradan ise dünyayı etkileyerek yaygınlaşmıştır. Tarih bunun böyle olduğunu göstermişti bizlere. Bir noktaya kadar denilebilir ki, 18 ve 19. yüzyılın devrimlerinin beşiği adeta Paris olmuştur. Bunun için Paris önemlidir. Şimdi durum farklı; günümüzde doğudan tutuşan toplumsal a- yaklanmalar (klasik devrim modellerine benzemese de), özellikle Latin Amerika kıtasında baş gösteren devrimci atılımlar, zorlu bir süreç olarak batıyı da içine çekerek ilerliyor. Başka bir deyişle batı dev- rimleri, kaderini adeta doğu devrimlerine bağlamıştır. III. Dünya’mn emekçi halklarının başkaldırısının yarattığı rüzgar olmadan, neredeyse batı merkezlerinde yaprak kımıldamayacak. Böylece doğunun başkaldırısı Paris başta olmak üzere, batı merkezlerini de içine alarak gelişecek gibi görünüyor. Her ne kadar batı da devrimci güçlerin nesnel temeli olan işçi sınıfı, ağır bir kırılma yaşıyor olsa da, yeni bir atılımın tohumlanın bünyesinde taşımadan edemiyor. Ancak yeni atılım, a
nayurt işçilerinden çok göçmen işçilerde ağırlıkta ortaya çıkıyor. Aynen son Paris direnişinde olduğu gibi. Bunu, referansım doğu halklarının ayaklanmalanndan alan doğal bir etki olarak okumak mümkün. Çünkü ayaklanan anayurt işçisi değil, doğudan gelen göçmen işçilerdir. Bunun i- çin Paris banliyölerinde patlayan isyan,
-aslında önemli bir kıvılcım anlamına geliyor.
Şimdi Paris yanıyor. Belli ki yanmaya devam edecek daha. Bu yangım iyi dü- şünmek/algılamak gerekir. Çünkü bu, çok önemli bir gösterge aslında. Egemen sınıflara karşı yükselen ses; genellikle serseri denilen, yoksul ve ‘baldın çıplakla- nn’, en alttakilerin, yani yeni bir biçim almış olan Paris proletaryasının bir kesiminin isyanıydı. Şimdi bu isyanın içinde ba- rındndığı büyük enerjiyi iyi okumak gerekiyor.
Kuşkusuz 21.yüzyılın başında ortaya çıkan Paris proletaryasının isyanmda ö- nemli bir değişim oldu. Bu kez ayaklanan anayurdun işçi sınıfı değil, sömürgeciliğin sonucu yurtlarından sürülmüş, göç ettirilmiş Mağriplerin çocuklarının ve torunlarının isyanları ile karşı karşıya. Paris, şimdi bu isyanlarla sarsılıyor.
Haftalarca süren bu başkaldırı, birçok yönden irdelenmeye muhtaç gibi görünüyor.
Paris aslında sürekli olarak kendinden bahsettiren bir şehir oldu tarih boyunca. Paris’in tarihsel bir özelliği bu. Bu
günler yine kendinden sık bahsettiriyor. Ancak düne kadar Paris’in sınıf kimliği a- deta görünmez kılınmış, zenginliğin ve modanın şehri olarak sunulmuştu emekçi kitlelere. Oysa güzel kokulan ile ünlü Paris yanıyor. Belli ki ilk defa bu derece, Paris’in sınıf kimliği daha açık, somut ve anlaşılır hale geldi. Bugünlerde çok sık o- larak iki Paris’ten bahsediliyor; biri ruhsuz, narsist, kendini beğenen, burjuvazinin Paris’i. Cocteau’nun dediği gibi ‘sürekli kendisinden söz eden Paris’tir’ bu. Diğeri de ‘pislik’ denilerek insan yerine koyulmayan, yoksullann, ezilenlerin, ‘a- - yaktakımı’ olarak adlandırılan emekçilerin Paris’i. Biri Şanzelize’nin parıltılı gecelerinde eğlenen Paris’i, diğeri yoksul banliyölerinde “biz de insanız” diyerek a- yaklanan yoksulların Paris’i. Aynen dünyanın ikiye bölünmesi gibi, şimdi Paris’te' ikiye bölündü. Daha doğmsu Paris’in çok uzun süreden beri ikiye bölünmüş.olması, artık daha yakıcı bir şekilde anlaşılmış oldu.
Hem devrimlerin hem de karşı dev- rimlerin, geleneksel özelliklerine sahip o- lan bu tarihi şehir; dışlanmış, yok sayılmış, genç ve ‘yabancı’ emekçilerin isyanları ile çalkalanıyor. Günlerce isyanlar sönmeden devam etti.
Belki erken bir soru, ama sormadan geçmeyelim; şimdi bu eylemler, yeni bir devrimci başkaldırının ipuçları olarak görülebilir mi? Kuşkusuz bu som, hem çok erken ve aceleci bir sorudur, hem de sübjektif bir özellik taşır. Böyle bir tartışma
21
ÜCAK'ŞUBAI ZUOb
birçok bakımdan anlamsız ve gereksizdir. Bu nedenle eski ya da yeni devrimlerle bir benzerlik kurmak için yazmıyorum bunları. Bu bir kıyaslama ya da devrim reçetemize uyup uymadığı anlamında bir benzerlik ya da benzersizlik kurmak da değildir. Burada asıl derdimiz bu isyanı anlamak, gücünü iyi okumak, bu enerjinin kaynağını kavramaya çalışmak ve daha önemlisi buradan gelecek devrimci başkaldırılar için tarihsel dersler çıkarabilmektir. Ancak kesin olan bir şey var; isyanlar ve devrimler çağı olacak 21 .yüzyıl. Bundan kaçınmak olası değil. Zaten kesinlik olguların içinde saklı değil midir? O nedenle Türk burjuvazisinin İstanbul’dan korkusu, bu nedenle yersiz de değildir.
Elbette isyan, birçok bakımdan farklı özellikler taşıyor. Şartlar çok değişik. Ezilen sınıfların dövüşmek zorunda olduğu koşullar değişti. İşçi sınıfı parçalandı. Ve egemen smıf anlammda anayurt (Fransız) proletaryası ile göçmen işçiler arasında a- şılması zor duvarlar oluştu. Birisi şimdi penceresinden varoşlarm isyanım seyrediyor, diğeri ise arabalan, bankaları ateşe veriyor. Birisi hümanizm adına şiddeti mahkum etmeye çalışıyor. Diğeri, bu hümanizmin köklerinin Cezayir’de, Angola’da vb. yerlerdeki milyonlarca insanm katliamında ortaya çıkan ve sömürgeciliğin kirli tarihim saklayan aldatıcı ideolojilerin açığa çıkmasını sağlıyor. Ne yazık ki şimdi Paris’in anayurt proletaryasının suskun sessizliği onu da içine alan bîr suç ortaklığına yol açmışa benziyor. Aynen,
eskiden olduğu gibi. Genç isyancıların şiddetini anlayan yok, ama lanetleyen çok. Hem hümanizmden, demokrasiden ve özgür tartışmadan bahsedilecek hem de bunların tümünü kendileri için öngörüp, yabancı kökenli işçiler dışlanacak. Hem insanlıktan bahsedilecek hem de insanlığın bütünü için bu değerler reddedilecek. Büyük bir ikiyüzlülüktür bu. Avrupa burjuvazisinin ikiyüzlülüğü yani... Aynı zamanda, batı egemenlerinin suçlu tarihinin başka bir yüzüne de işaret eder. Bu hem yeni bir varoluş biçimidir hem de yeni bir çelişki biçimi... Şimdi bu çelişkinin bir tarafı Paris’in yoksul banliyölerinde kendini patlatıyor. Kuşkusuz bu şiddet, Fransız soysuzluğunun yüzüne patlıyor. Burjuvazinin kendi şiddetinden yeni bir şiddet doğuyor aslmda. Sartre bir zamanlar, Fransa’nın Cezayir ve Angola’da nasıl katliamlara yol açtığım yazmış ve şöyle demişti: “Dönem şimdi bumerang dönemi; şiddet geriye, bize dönüyor, bizi vuruyor ve biz hala eskiden olduğu gibi onun kendi şiddetimiz olduğunu kavrayamıyoruz bir türlü... Temiz ruhlarımızın ne kadar ırkçı olduğunu görüyor musunuz?”
Kuşkusuz yoksul banliyölerin-varoş- lann isyanlarını çok konuşacağız. Konuşmak da gerekiyor. Ama konuşmak yetmez, daha önemlisi onu anlamak gerekiyor. Anlamak demek, buradan bazı ortak görevler çıkarmak demektir. Şimdi bu isyandan nasıl bir görev çıkarılacak?
Parisli genç göçmen işçilerin isyanından çıkarılacak birçok ders olduğu yete
rince açıktır, ama ben yine de öne çıkan birisinden bahsedeceğim; öyle sanıyorum ki ayaklanmanın gelecek açısından en ö- nemli dersi, geriye bırakacağı-bıraktığı en önemli ders, harekete olan manevi etkisidir. Buna politik-kültürel bir etki demek de mümkün. Diğerlerim saymak olasıdır, ama sanıyorum bu en önemlisidir. Bu etki yeni bir ahlaki-kültürel varoluşu, belki daha önemlisi ideolojik-politik varoluşu tetikleyecek gibi görünüyor. Engels bir zamanlar şunu yazarken ne kadar haklıydı; “... klasik sokak çarpışmaları çağında bile, barikatların, maddi olmaktan çok manevi bir etkisi vardır.” İnsanlık yeniden düşünecektir buradan; kendini sorgulayacak, yenilginin sebeplerini tartışacak ve ‘yeni bir hareketin inşası, dolayısıyla zaferi nasıl başarılacaktır’ sorusuna cevaplar üretecektir. Kendisini yemden küllerinden yaratmak da denilebilir buna. Herhalde süreç böyle gelişecek.
Elbette genç ayaklanmacıların gelecek için bir belirlemeleri, somut bir talepleri ve bir program hedefleri henüz yoktu. İçgüdüsel ve kendiliğinden hareket olarak ortaya çıktı. Dışlanmışlığa bir tepki olarak doğdu. Henüz az gelişmiş, coşku ile umutsuzluk arasında bocalayan, dinmeyen bir kin ile ayağa kalkan, acı çeken yığınların hareketi olarak başladı. Hareket stratejik bir öngörüden uzak olsa da muazzam bir inanç, çetin bir savaş, bitmeyen bir kinle günlerce sürdü. İsyancılar ile komünist hareket arasmda hemen hemen hiçbir bağlantı da yaratılmış değildi. Ancak burada sorulması gereken acil soru şudur; bu kinin özünde yatan ve kararlılığı açığa çıkaran esas özne neydi? Hiçbir tartışmaya yer bırakmadan tespit edilmesi gereken; açların, yoksulların, dışlanmışların, Şanzelize’deki bmjuvazinin ‘şa- tosal yaşamına’ olan sınıf kiniydi bu. Bunu baştan tespit etmek gerekiyor. Genç işçi parçalanmış ayakkabısını gösteriyordu TV ekranından: ‘Bu yaşam biçimini Şan- zelize’de oturanlar anlayabilir mi’ diyordu. Gözlerinde kararlı bir inanç, yüreğinde dinmeyen bir kin vardı. İşte önemli o- lan da buydu. Kuşkusuz kendini bu şekilde açığa çıkarıyordu. Hiçte politik bir ideolojiyle donanmamış olsa bile, sınıfın yaşam çizgilerinde belirginleşmiş ve kendiliğinden ortaya çıkmış olduğu bir kindi bu. Bir smıf kiniydi. Yine de şu soru çok önemli; smıf kini dinmeyen bir dünyada devrimlerin olanaksız olduğu tartışılabilir
22
OCAK'ŞU BAT 2006 C |O İ
mi? Lenin’i Marx’a bağlayan ana nokta, devrimin bu güncelliği değil miydi zaten? Suyun yüz derecede kaynaması nasıl ki fiziksel bir gerçeklik ise, devrimlerin olasılığı da aynen fiziksel bir olgu gibi, toplumsal bir gerçekliğe işaret eder. Bitmeyen bir sınıf kini ile yeniden doğar devrimler. Onlar soyut tasanmlar değildir çünkü. Yaşamm toplumsal anafomndan çıkar; somut, reel ve kaçınılmazdır. Bundan dolayı, her devrimin dinamiği sınıf kini üzerine inşa edilmiştir aslında.
Engels’in, 2 Mart 1851 de L. Bona- parte’m darbesi için, “... iç savaşı durdurdu belki, ama bir ‘savaşlar çağını’ başlattı” dediğini hepimiz hatırlarız. Bilmeyenler için söylüyomm. Irak işgal edildi, ama işgal Arap halklarının direnişini başlattı. Latin ülkeleri ABD’nin arka bahçesi haline getirilerek ülkeler talan edildi, ama arkasından Latin devrimleri geldi. Şimdi bütün dünya yanıyor. Zaten bu, tarihin ortak yasası değil midir?
Fransa, Cezayir’de bir milyondan fazla insanı öldürdükten sonra olağanüstü hal yasasını çıkarmıştı. Ve bu yasa Cezayir savaşından sonra ilk defa yürürlüğe sokuldu Fransa’da. Yoksul banliyölerde OHAL yasası (ev baskınları, tutuklamalar, işkenceler, sokağa çıkma yasağı vb.) uygulanıyor. “Kara kafa” olan herkes tutuklanıyor. Egemenler ise konuşuyor; ‘Cumhuriyeti korumaya kararlıyız.’ Peki, ama gerek Fransa’da gerekse bütün dünyada “savaşlar çağını” durdurmaya yetecek mi bu? ‘Egemenler cumhuriyeti’ nasıl korunacak? Ama öyle görünüyor ki direnişler yeni başladı. O, bütün yüzyılı sarmal alevi gibi saracak. Uluslararası buıju- vazi bundan kaçınamayacak. Bu da doğa yasası .gibi toplumsal bir yasa.
Paris’in göçmen emekçilerinin isyanında ortaya çıkan sınıfsallık ve kendini bu sınıfsallık içinde eylemlere dönüştüren bu kin, neden anayurt işçisinde, onu örgütlemesi gereken anayurt solunun kendisinde ortaya çıkmadı da, yoksul yaban- cı-göçmen işçilerde ortaya çıktı? Bu soruyu sık, hem de çok sık sormalıyız. Şimdi bu direnişlere, sol şablona oturmadığı veya dinsel öğeler taşıdığı (vb.) için burun kıvıranlar var. Nesnellik karşısındaki bu varoluş biçimine de... Bu düşünce tarzının, az çok Marksizm’i bilen herkes bunun Marksizm’in özüne aykırı olduğunu bilir. Ülkemizin anlı şanlı ‘Marksistleri’
de bilir. Ama işlerine gelmez. Çünkü onlar başka bir yerde konumlanmışlardır artık. Bu pis bir oportünizmdir. Kimliklerinin özü, devrimden korkudur çünkü. Bunun başka bir tanımı olabilir mi?
O halde şunları bir kez daha düşünmeliyiz; bu yoksul göçmen emekçilerin isyanı, rahatlıkla dinsel inançlara bağlanabilir mi? Dinsel inançların, isyancılar i- çin önemi ne olursa olsun ya da hangi düzeyde etkili olursa olsun, önemli olan onların yaşadığı ve mücadele ettiği toplumsal koşullar değil midir? Tersine genç işçileri harekete geçiren, dinle olan gevşek bağlar olmadığı açık. Nitekim eylemciler, hiçbir dinsel emirleri ya da yasakları yerine getiren bir topluluk değildi. Fransa’yı bilen herkes, az çok bu gerçeği de bilir. Bu insanları eyleme geçiren bu dinsel veya etnik kimlikler değil, tersine emekçilerin dışlanmış olan toplumsal yaşam koşullandır. Aslında Fransız bmjuvazisine olan kin, dinselliğin gevşek koridorlann- da kendi varoluşunu tanımlayan bir gerekçeye dönüşmüştü. Öyle ki din, burjuvazinin vicdansızlığına karşı tepkinin bir sığmağı haline gelmişti. Sığmağın kendisi tepkiyi üretmemişti, tersine tepki sığınağı üretmişti.
Şimdi şu soruyu sorma zamanı; bu nesnel durum ayaklananlan, doğası gereği devrimci düşünce ile buluşturmaya doğru itebilir mi? İtmeyeceğini kim söyleyebilir? Aslmda bu önemli bir nokta. Elbette tartışılması gerekir. Bir başka ö- nemli nokta da şu; sorun devrimci yapı
larda mı, yoksa bu genç isyancılarda mı? Eğer bu sorunun cevabı ilki ise, o halde i- kinci, sora gelir arkasından; peki ama bu doğra bir öngörü ise, devrimci yapıların yapması gereken nedir? Eğer komünistler dinsel etkilerden hareketle tarafsız kalıyor, hatta bazı sol yapılar bundan dehşetle irkiliyorlarsa, bunun nedeni kendi sos- yal-şoven varoluşlarında saklı değil midir? Bunları ülkemiz açısından, özellikle Kürt sorunu karşısında solun bazı kesimlerinin, ne kadar evrenselliğe vurgu yapıyor olursa olsun, aslında kendi milliyetçiliğinde saklı olduğunu düşündüğüm için yeniden yazmak zorunda kalıyorum. Oysa evrensellik soyut bir söylem değildir; i- çinde yaşadığı toplumsal koşullara yanıt üretmektir. Şablon aramak değil, isyanın başına geçerek onu örgütlemektir. O zaman evrenselliğin gerçek anlamı yerine oturur. Cezayir’in sömürgeleştirilmesin- de Fransız solunun ‘ evrenselliği‘nin. kendi işgalci-sömürgeci güçleri ile aynı zemine düşmeye yol açtığını hepimiz biliyoruz. Sosyal şovenizmin, sol içine sokulmuş amansız bir kanser hastalığı olduğunu, bütün tarihsel süreç yeteri kadar kanıtlamış değil midir zaten.
Tarih, iyi bir okuyucu için bitmez tükenmez öğretici dersler sunar insana. Bunu az çok hepimiz biliriz. Mesela Fransa’nın 1789 Devrimi, birçoklan için ö- nemli bir deney anlamına geliyordu. Bu deney ‘kardeşlik, özgürlük ve eşitlik’ sloganında anlam bulmuştu. Bunu, bilindiği gibi Türkiye egemenleri de kopya etti. Yalnız egemenler değil, bunu sol da kop-
25
CJOİ OCAK'ŞUBAT 2006
ya etti. Ama çok geçmeden bu sloganın ö- zünün buıjuvazi açısmdan bir değer taşıdığı anlaşılmamış mıydı? Anlaşılan neydi peki? Buıjuvazi içindi ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik.’ Ama ezilen yoksullar için ise baskı, zulüm ve sömürü olduğunu kitleler yaşanmış deneylerle gördü. Tarih öğreticidir demiştim; bir zamanlar Paris proletaryası da bu parıltılı sloganların arkasına takılarak kan dökmedi mi? Hatta Marx’m dediği gibi ‘kardeşlik sarhoşluğuna’ bile kapılmadı mı Paris proletaryası? Oysa Marx bunu ‘karşıt sınıf çıkarlarının duygusal dengesi’ olarak açıklamıştı. Cumhuriyeti gizleyen perde yırtılıyordu.'İşçi sınıfının cumhuriyeti değildi Fransız Cumhuriyeti. Büyük burjuvazinin cumhuriyetiydi. Şanzelize’de yaşayanların cumhuriyetiydi yani. Ya da dönün aynı şeyi Türkiye’ye uygulayın.
Bir kez daha belirtelim: Paris varoşlarındaki genç göçmen işçilerin (işsiz ve yarı işsiz işçiler) isyanı, tümüyle sınıfsal bir temele dayandığını gösterdi. Bu bir sınıf isyanıydı demiştim. İsyancıların bir i- deolojiden ve programdan yoksun olmaları bu gerçeği değiştirmez. Bunu hiçbir gerekçe gölgeleyemez. Bazıları ise şöyle düşünüyor: Bu isyanlar lümpen proletaryanın isyanlarıdır! Böyle yorumluyorlar ve yok sayıyorlar. Oysa bu düşünce tarzı aktarıma ve dogmatik olduğu kadar, ta- rihsizlikle malul bir yorumdur. Marx dönemi için bile anlamsızlığı açık olan böyle bir kırılma noktasmın, bugün i- çin kolaycı bir tanımlamaya sokularak açıklamak yanlış ve yersizdir.Başka bir deyişle bugün milyonları bulan işsiz veya yan işsiz bu smıf öbekleri (alt- proletarya), kolayca lümpen proletarya tanımı içine sokulabilir mi? Sokulamayacağı açık. Bu bir indirgemeciliktir. Çünkü yapıların içeriği, üretim sürecindeki konumu ve toplumsal yapıdaki yeri ile tanımlanabilir. Her şeyden önce ayaklananlar, işsiz ya da değişik enformel sektörlerde güvencesiz iş kollannda çalışan işçilerdir. Bunlar sınıfın doğal bir parçası, üstelik önemli bir parçasıdır. Bu ancak sermayenin yeni birikim süreçlerinde ortaya çıkan ve yeni sınıfsal oluşumlarda kendini gösteren bir sorundur. Ama yine de bu
tanımdan hareket etsek bile, Marx’m şu öngörüsünün ne kadar önemli bir açıklama anlamına geldiğini göstermez mi? Marx ne demişti: ‘Lümpen proletaryanın buıjuva toplumunun doruklarında dirilişinden başka bir şey değildir.’ Ben buna şu katkıyı yapabilirim belki; dışlanmış, hor görülmüş ve insan yerine koyulama- yan göçmen emekçilerin, buıjuva toplumunun doruklarında yeni bir diriliş hareketidir bu. Evet, yoksul banliyölerin çocukları ayağa kalktı. Bastırılmış eneıjiyi ortaya çıkardı. Ayağa kalkarken yeni bir direnişin yol haritasını da çizdi.
Bundan sonra modem bir sınıf direnişinin tohumlannı da atarak ilerleyebilecek mi? Yaşayıp göreceğiz. Ama yine de bunda kuşku duymak yersizdir. Bu yeni tarzın belki şimdilik Paris’te olmasa da dünyanın başka köşelerinde ortaya çıkmayacağını kim garanti edebilir? Edemediği açık. Ama bütün mesele devrimci yapıların kendini yenileyebilme yeteneğinde saklıdır. Dahası anayurt işçileri ile ortak bir direniş hattını örebilmek meselesinde...
Günlerce Paris’in yoksul ve sahipsiz genç göçmenleri dinmeyen bir isyan içinde ayaklandılar. Buıjuva medyanın anlı şanlı bütün yazarları konu üzerinde kalem oynattılar. Ortak kanılan şuydu; soruna sistem içinde bir çözüm bulunamazsa,
yoksullann isyanı her yeri sarabilir ve hareket şatolan-katedralleri vurabilecek konuma gelebilir. Ama dahası Türkiye’ye sıçrama eğilimini hesaba katan bu yazarlar takımı, başta buıjuva smıf olmak üzere bütün devlet yetkililerini uyarmadan e- demediler. İstanbul’u örnek göstermeleri tesadüf değildir. Zamanmda bir işverenin ‘İstanbul’un varoşlanndan aşağıya inip, boğazımızı kesebilirler’ mealinde bir uya- n da bulunduğunu hatırlayalım. Demek ki bu, yersiz bir hatırlatma değildir. Korku dağlan aşmış görünüyor. Çünkü burjuvazi iyi bilir ki, batının herhangi bir yerinde, hele de Paris’te patlamışsa bu isyan,
bir benzeri neden İstanbul’da patlamasın? Göle atılan taşm kendi etrafında büyüyerek gelişen halkalan gibi. Gelebilir mi, bunu onlar cevaplasın. Belli ki bu uyarı a- deta çekmecelerden masaya indirilmiş gibi görünüyor. Ancak Paris’in genç göçmen işçilerinin isyanları, sadece siyasal sistemi elinde tutan sınıfların ve onların akıl hocalarının gündeminde kalmadı, aynı zamanda Fransız aydınlan ve solu olmak üzere, başta sosyalist hareket olarak sistem karşıtı bütün hareketlerin de gündemine girdi. Bizim aydınların da gündemine girdi. Peki, ama sosyalist solun gündeminde ne kadar yankılandı? Som ö- nemli; ne oluyor Fransa’da? Ne oluyor dünyada? Buradan nasıl bir sonuç çıkan- lacak, vs.
Parisli genç göçmen işçilerin isyanı, bir başka şeyi daha açığa çıkardı; Mark- sistlerin düşünsel öngörülerinin çıplak zeminde pratik tarafından bir kez daha doğrulanmasını... Ama doğrulanma yetmez. Esas mesele bu i syanlamı başına geçmektir. Yine de düşünsel öngörüler önemliydi. Biliniyor ki Marksistler, daha önce batıdaki göçmen akımını yorumlarken şöyle bir değerlendirme yapıyordu; batının II. Dünya Savaşı’ndan sonra, ucuz e- mek gücüne olan gereksinmesi (sömürgeciliğin sonuçlarını unutmadan) üçüncü dünya ülkelerinden karşılanmıştı. Batının
imarında belirleyici bir yeri olan göçmen emeği, küresel kapitalizmin yeni birikim stratejileri ile birlikte işe yaramaz, soran olan ve anayurtların işçilerini de işsizliğe sürükleyen neden ola
rak anlatılıyordu. Bu anlayış daha sonra batının emekçileri içinde de olumlandı. Artık bu ‘pislikler’ atılmalıydı. Sarko- zi’nin ağzından işsizliğe terk edilmiş göçmen işçiler ‘ayaktakımı’ olarak lanetleniyor, hatta oturumlarına bakılmaksızın yurtdışı edilmeliydi! Oysa Almanya başta olmak üzere, o genç işçilerin (işsiz işçiler) anne ve babalan, bu ülkenin en ağır iş kollannda ülkenin kalkınmasına ter dökmüş, çoğu sakat kalmış, iş kazalannda birçoğu ölmüş, geriye kalanlar ise bütünüyle sağlıklarını yitirmişti. Şimdi işleri bitti. Dışan atmak zamanıydı!
Bu politika aynı zamanda faşist ırkçı
Fransa gibi batı ülkelerinin temel çelişkisi, aşırı sömürü nedeniyle göçmen işçilerin anayurt işçisi ile rekabet etmeye
zorlanmış olmasıdır. En aşağı işlerde çalışmak zorunda bırakılması ve ücretlerin adeta sıfıra yakın düşme eğilimine yol açması gibi... Mesela Almanya'da günlük 1 Euro'ya çalış
maya zorlanması, bunun en karakteristik örneğidir.
24
OCAK'ŞU BAT 2006 C|O İ
lığın toplumsal temelini de oluşturmaya, başladı. Başka bir deyişle, hem sözel hem de pratik uygulamalarda alabildiğine ayrımcı bir ırkçılık politikasında egemen sınıflar, kendileri için çok büyük toplumsal desteği de kazanım şiardı adeta; anayurtların işçilerinin desteğiydi bu. İşçi sınıfı bu politikaya büyük oranda kazanıldı ve faşist ırkçılık özellikle toplumun en alt katmanlarında egemen hale geldi.
Fransa gibi batı ülkelerinin temel çelişkisi, aşın sömürü nedeniyle göçmen işçilerin anayurt işçisi ile rekabet etmeye zorlanmış olmasıdır. En aşağı işlerde çalışmak zomnda bırakılması ve ücretlerin adeta sıfıra yakın düşme eğilimine yol açması gibi... Mesela Almanya’da günlük 1 Euro’ya çalışmaya zorlanması, bunun en karakteristik örneğidir. Bu göçmen işçinin insan olarak değerinin yok sayılması demektir. Burada bir nokta önemlidir; bir yandan belirttiğimiz gibi, hem toplumsal ırkçılık ortaya çıktı hem de aşın sefalet ve işgücü fazlası nedeniyle yabancı işçiler ülkeden atıhnak istendi. Göçlerin durdurulması bir yana, Fransa’da olduğu gibi sömürgecilik sonucu bu ülkeye akmış o- lan Kuzey Afrikalı göçmenlerin uyumsuzluğu gerekçe gösterilerek ülkeden ko- vulmalan gündeme getirildi. Oysa bu insanlar hem Fransız vatandaşıdır hem de eğitimli ve çok iyi Fransızca konuşmaktadırlar. Asimilasyon, olmazsa ülkeden kovmak gibi ırkçı bir politika, AB ülkelerinin ortak politikasına dönüşmüştür. Ağır baskı, dışlanma, adam yerine koyulmama, entegrasyon adına asimilasyon politikaları bir yerde olası patlamalan zorluyordu zaten. Ve bu Paris’te patladı. Şimdi kara kara düşünüyorlar; isyan Brüksel’e, Berlin’e, Köln’e de taşınabilir mi? Taşınmayacağını kim söyleyebilir?
Ancak bir şey unutuldu; hemen hemen batının bütün ülkelerinde toplam nüfusun yüzde 10’una tekabül eden göçmen nüfusu, stratejik öneme haiz toplumsal gücü temsil ediyordu. Bu temel güçlerden birisini gösteriyordu. Bu durum devrimci smıf stratejileri açısından dikkate alınması gereken temel bir konuydu aslında. Daha önce bu konu ile ilgili yazdığım ‘Küreselleşme, Göçmen Emeği ve Demokrasi’ adlı yazının ilk paragrafı şöyle başlar: “Batı metropollerinde genel emeğin içinde yer alan göçmen emeği, sınıf pratiklerinin işlevsel konumu açısından stratejik bir önem kazanmıştır. Çünkü batıda işçi
smıfı hareketinden bahsedildiği zaman, mutlak surette göçmenlerin smıfsal konumunu işin içine sokmuş olmanız gerekir. Gerçekten göçmen emeği öyle bir noktaya geldi ki, sistemin buıjuva demokratik mantığında varolan çelişkili yapısını sorgular hale geldi. Böylece sistemin iç çelişkileri göçmen politikaları içinde çözülür hale geldi.” (Düşünce ve Davranışta Yol, Şubat 2005, sayı 6, s. 126)
Demek ki batının Marksist hareketleri, stratejik inşada bunu önemli bir sorun olarak ele almak zorundaydılar. Ancak batının solu ağır bir krizden geçiyor. Beyinler o kadar tahrip olmuş ki, onlar, adeta egemen sınıfın söyleminden kurtulmuş değiller. Yani solun içinde güçlü bir şoven damar var ve bu aşılmış değil henüz.
Bunları daha önce görmüş olmak fazla bir öngörü anlamına gelmez. Ama Marksistlerin doğru olan bu öngörüsü, düşünsel boyuttan çıkarak, hayat pratiğinde yeniden test edildi. Zaten düşüncenin doğruluğu veya yanlışlığının tek ölçütü, bu yaşam pratiğinde anlam kazanmaz mı?
Şimdi bunların doğrulanmış olması Marksistlere bir başka noktayı görmelerini, dolayısıyla yaşama geçirmelerini gerektiriyor: Eğer devrimci strateji, anayurtlarda işçi sınıfının toplumsal gücünü politik bir güç düzeyine çıkaracaksa, en azından bu öngörülüyorsa, mutlak surette a- nayurt işçi smıfı ile göçmen işçi sınıfının stratejik birliğinin kurulmasını başarmak gerekir. Ama bunun ilk yolu göçmen işçilere güven vermek, ırkçı ve şoven etkilerden tümüyle kurtulmaktan geçer. Herkes bilir ki; egemen sınıf olan işçi sınıfının desteği olmadan, göçmen yoksulların isyanı başarıya ulaşamaz. Ama bir başka şey daha başarılmak zorundadır; mutlaka yoksul göçmenlerin devrimci eneıjileri- nin boşa gitmemesi için belirli bir strateji içinde anayurt işçileri ile aynı politik örgütsel forumlarda birleşmek zorunluluğu. Yoksa hedefler belirsiz kalacak, eneıji yok edilecek, hatta ağır bir saldırı karşısında ezilecektir.
Şimdi bütün dünya yeni bir ayaklanma ile yüz yüze. Latin Amerika’dan başlayan rüzgar Ortadoğu’daki Arap direnişine, oradan da batının merkezlerine taşınmıştır. Belli ki, küresel kapitalizm insanlığın bu yerkürede yaşama hakkını ortadan kaldırmak istiyor. Her ne kadar Haşan Cemal, Mehmet Barlas ve Çetin Al-
tan gibi liberaller küreselleşmeyi olumlarsa olumlasın, ateş bacayı sarmış durumdadır. Yalan bir zaman içinde, özellikle varoşların İstanbul’daki isyanı merkezleri vuracak boyuta taşınırsa kimse şaşırmasın.
Çünkü bu yerkürede insanlık kendi insanlığım aramaya başlamıştır. Bu arayışın önü kimse tarafmdan durdumlamaya- caktır artık. Bu yalm gerçeği buıjuvazi, e- zilenlerden daha iyi biliyor. Ama bu gerçeklerden kaçınmanın olası olmadığını da...
Bütün mesele devrimci yapıların kendilerini, bu anaforun örgütleyicileri o- lup olamayacağında açığa çıkaracaktır. Bütün devrimci yapılan burada bir kez daha düşünmeye davet etmek gerekiyor; stratejik temele dayanmayan aralarındaki aynm noktalarını asgariye indirip, olası büyük toplumsal deprem faylarındaki kı- rılmalan iyi tanımlayarak kendilerini geleceğe hazırlamak zorundadırlar. Zamansız yakalanmak bir kez daha bizim de yıkımımıza neden olmasın artık.
Sanıyomm Parisli yoksulların isyanından çıkanlacak en önemli ders bu olsa gerek.
14.11.2005
D ü ze ltm e“Yol” dergisinin Kasım-Aralık 2005 tarihli 8. sayısında yayınlanan “İki isim, bir tefrika” adlı yazıma gelen uyarılardan sonra, Mehmet Asal ile ilgili bir noktayı yeniden açıklama zorunluluğu doğmuştur:Adı geçen yazıda, Asal hakkında polis olma iddiasını açıklığa kavuşturmak Çizere bir “soruşturma komisyonu” kurulduğundan bahsetmiştim. Komisyonun soruşturması 12 Eylül nedeniyle sonuçlanamadı. Yazıda bu olayı anlatmıştım. Bu nedenle önemli iki aydından uyarı aldım. Bu arkadaşlara göre, böyle bir anlatımdan Asal’ın polis olduğuna dair bir kanı çıkmaktadır. Aslında benim böyle bir düşüncem olmadı. Başka bir tartışma yazısında da bunu belirtmiştim. Ancak belli ki, böyle bir anlam kayması yaşandı. Ben Asal’ın
polis olduğuna dair bir kanıya sahip değilim ve yazımı da bu doğrultuda ve bu amaçla yazmadım. Şimdi bu anlam kaymasını düzeltmek istiyorum.
Hasarı Oğuz, 05.01.2006
25
Lümpenler, proleterler ve devrimci özne tartışmaları üzerine
PARİS BANLİYÖLERİNDEN
TÜRKİYE VAROŞLARINAHatice Solmaz
Varoşların damarlarında akan öfkeyi göz önüne almadan, onunla birlikte akmayı öğrenmeden yapılacak çalışma kolaylıkla öznelerini alana yabancılaştırır,
dışarlaklaştırır. Bu koru eline almaktan korkan, zamanı geldiğinde onu yönetemez de. Yalnızca tek tek Üçüncü Dünya ülkelerinde değil, tüm dünyada aynı kanaldan
akan bir süreçle bu kor büyümektedir.
27 Ekim 2005 günü Paris banliyölerinde Kuzey Afrikalı iki genç, polisin kimlik kontrolü yapmasından endişe edip saklandıkları trafoda a- kıma kapılarak öldü. Tam anlamıyla pisipisine yaşanan bu ölümlerin banliyölerde yarattığı ilk tepkilere İçişleri Bakanı Sarkozy’nin verdiği yanıt, yangım daha da körükledi. Ardından Fransa banliyölerinde patlak veren ve Avrupa’nın da kimi ülkelerine sıçrayan (Belçika ve Almanya) olaylar sonucunda, 300 bina ateşe verildi, 9 bine yakın araç tahrip edildi, 4 bin 700 kişi gözaltına alındı, 400’ü hapse atıldı, Fransa’da 2. Dünya Savaşı ardından ilk kez Olağanüstü Hal ilan edildi, 11 bin 500 polis, jandarma ve ordu takviyesinde seferber edildi, sigorta şirketlerinin ödemekle yükümlü olduğu toplam zarar 20 milyon Euro’yu geçti.
Olağanüstü Hal ilanı ardından bir süre daha devam ettikten sonra sönümlenen ancak Avrupa’nın bağrında gelecekte de kanamaya devam edecek görünen bir yara açan banliyö isyanı, solda özellikle varoşlar konusundaki tartışmalara yeni bir zemin sağladı. Bu konuda yapılan değerlendirmeler iki ayrı uçta şekillendi. Birincisi Paris olaylarını dayaklanma” olarak tanımlayan ve kanımızca hakkettiğinden büyük bir
misyon yükleyen uç, İkincisi söz konusu eğilimi sınıftan kaçmakla, dolayısıyla Marksizm’den uzaklaşmakla eleştiren, bunu yaparken de yüz yıl öncesinin sınıf yapısı ve mücadelesi ile günümüzü anlatmaya çalışan ancak hiç de başarılı olamayan diğer uç. Varoş çalışmasını önemseyen bir politik hareket olarak böylesi bir tartışmanın içerisinde konum belirleme ihtiyacı değil bu yazının konusu. Her iki eğilim de kendince pek çok doğruyu peş peşe sıralamasına rağmen Türkiye’deki mücadele için kayda değer bir anlam taşımamaktadır bu “doğrular”. Öyleyse nasıl bakmalıdır Paris’te yaşananlara?
Paris olayları, Avrupa’da yıllardır biriken ve dönem dönem adli vakalar şeklinde patlak veren, sistemin “üvey evladı” “iç barbar” hareketlerinin bir yenisi ve en karakteristiğidir. İçerisinde pek çok konu gergef olmuştur; işsizlik, yoksulluk, özelleştirmeler, sosyal devletin yıkımı, ayrımcılık, sömürgecilik, din, kimlik, yoksunluk vb. Hem klasik sınıfsal sorunlar, hem de yeni dönemin tanımlanması, çerçevelenmesi zor sorunları iç içedir. Ve bir tarafın varlığını yok saymayı getirecek öncelikli bir belirleyicilik de hâkim değildir. Bu nedenle karakteristiktir ve değerlendirmeye oldukça elverişli
bir zemin yaratmaktadır. Ancak Paris’i ele almadan önce, üvey evlat iç barbarlardan hain öz evlatlara kadar, Avrupa’da sosyal devletin çöküş sürecinin yarattığı birikimleri, Türkiye ile karşılaştırma yapmaya elverişli bir başka örnekle ele alalım.
İki farklı ülke, iki farklı “işgal”
Arkasında çoğu zaman en ufak bir sağlam ideolojik temel, örgütsel yapı, politik iddia bulunmasa da, u- zaktan güzellenme dışında her türlü ölçüyü inadına reddederek orda burda patlayıveren ve son olarak Paris’te tüm karakteristik özellikleriyle açığa çıkan olaylara, gözden kaçmamış bir örnek de geçen yılın Haziran ayında, Portekiz’in en ünlü plajlarından biri olan başkent Lizbon’daki Carcavelos Plajının basılması oldu. Portekiz turizminin göz bebeklerinden biri olan bu plaj, yoksul mahallelerden “inen” ve yaşları 12 ila 20 arasında değişen 500 kadar yoksul genç tarafından basıldı. Kent estetiğini ve asayişini bozan ve bu nedenle plajdan çitlerle ayrılan varoşların gençleri, yalnızca huzur kaçırmakla kalmadılar, “yukarı mahallenin” haracını da alarak geri çekildiler. Tabi ki çatışma, yaralanma ve gözaltılar da yaşandı. Hatırlanırsa hemen ardından Türkiye’de de benzer
26
OCAK'ŞUBAT 2006 C |O İ
bir vaka, Caddebostan plajının açılması ile Ümraniye varoşlarının aşağı, zengin mahalleye inmesi sonucunda yaşanmış, Sarkozy ile en azından varoşlar konusunda aynı görüşü paylaştığı (“ayak takımı”) son olaylardan sonra ortaya çıkan Mine Kırıkkanat, Fransız ekolünden gelmeliğiyle olaya Sarkozy’yi aratacak yorumlar getirmişti.
Stratejik analizlerde, karşılaştırma amacıyla olsa dahi aralarında paralellik kurulan bu iki farklı ülkedeyaşanmış benzer olaylar, arkalarındaki sosyal gerçekler ortak olmasına rağmen çok farklı biçimlerde yaşandılar. Portekiz’de varoştan merkeze, merkezin bir mabedine saldırı varken,Türkiye’de söz ko Varoşlar, belki de bilinçli olarak göz yumulan ve hatta desteklenen sis
tem dışı çeşitli ilişki ağlarıyla hem kendi içlerinde bir seviyede bir yaşam döngüsü yaratıyor, hem de bu yolla, sistem dışına itiliyor olsalar
da en azından sistem karşısına dikilmeleri engelleniyor.
pasif bir işgaldi.Hatta Portekiz’in tersine bu olayda a- sıl saldırı merkezden, Kemalizm’in bağrından geldi. Sırt sırta vermiş ö- zel güvenlikli sitelerle varoşları göz ardı etmezsek; Türkiye’de henüz çevresi varoşla çevrili bir plaj yok, halen şehir merkezinde “halk plajları” açılabiliyor. Türkiye varoşları, kitlesel baskınlarla zenginden hakkı gördüğü haracı kesecek kadar bıçkın da değil, halen ince sızma harekâtlarıyla burjuvaların mekânlarını, zevklerini tırtıklamakla yetiniyor. Geçtiğimiz bayram da bir nevi İstanbul varoşları için merkezlere inme vaktiydi. Büyük şehir burjuvalarının her tatil arası kentleri boşaltmasının bir nedeni de, bu “sinsi” ve hiçbir karşı tedbir geliştirilemeyen pasif işgal değil mi? Yani henüz burjuvalarımız da pasif çözümler peşinde. Daha doğrusu ekonomik zor onların elindeki birincil araç. Kentsel dönüşüm projesinin yürürlüğe koyulması, Ga- lataport, Dubai Kuleleri ve reklâm sektörünü bile canlandıran gayrimenkul yatırımlarının tümü, kent çehresinin üst sınıflar lehine yeniden inşası sürecinin hızlanarak sürdüğünü gösteriyor. Yoksul ve yoksun varoş denizi içinde korunmalı “cennet adacıkları” yaratacak, gecekondu yı
kımlarıyla sosyal gerilimleri tetikle- yecek bir süreç...
Türkiye varoşlarında, 96’ları ele alırsak, şiddetin sisteme dönük yüzüyle eskiye nazaran azaldığı, en a- zmdan şekil değiştirdiği söylenebilir. Bu noktadan hareketle bu karşılaştırmadan çıkarılabilecek başka bir sonuç, AB üyesi Portekiz’de yoksul için artık kanacak masal, gidilecek yol kalmamışken, Türkiye’de henüz bu doygunluğa ulaşılmamış olmasıdır. Hem siyasi olarak düzen içi bir projenin (AB üyeliği) kapsayıcılığı, hem de AB ile müzakerelerde sorun olmuş ve olacak olan her anlamdaki kayıt dişiliğin maddi olarak gidilecek yol sağlaması söz konusu. Yani varoşlar, belki de bilinçli olarak göz yumulan ve hatta desteklenen sistem dışı çeşitli ilişki ağlarıyla hem kendi içlerinde bir seviyede bir yaşam döngüsü yaratıyor, hem de bu yolla, sistem dışına itiliyor olsalar da en a- zmdan sistem karşısına dikilmeleri engelleniyor. Yalnız AB değil, tüm emperyalist kurum ve kuruluşlarla girilen ilişkilerde, Türkiye egemenlerinin pasif ve sessiz direniş noktalarından birinin, her türlü kayıt dışı-
lığa tahammülsüz düzenlemeler olmasının ardında, herkesten iyi tanıdığı kendi arka bahçesini bugüne kadar idare etmesini sağlayan kendi yöntemlerinden ayrılmak istememesi yok mu? Son olarak; Avrupa, aşılmış bir eşikten geleceğe ilerlerken, kalan son sosyal mirasım da tüketmektedir. Türkiye ise böylesi bir maddi mirastan bile yoksun, çok daha fazla gerilime gebe bir sürece i- lerlemektedir. Ve plaj baskınları arasındaki şiddet düzeyi farkının, Türkiye’nin pek çok patlamayla arayı kapatması sonucunda aşılması muhtemeldir.
Varoşlara nasıl bakmalı?
Tekrar Paris olaylarına ve ardından yapılan tartışmalara dönersek, yaşananları yüzlerce yıllık sınıf mücadelesi deneyimine sahip Avrupa burjuvazisini “titreten” bir ayaklanma olarak algılamanın, sağduyulu bilimsel bir yaklaşımdan uzak olduğu ve bu yönüyle doğru çıkarımlar yapmanın da önüne geçtiği bir gerçek. Kaldı ki pek çok noktada olayların patlak vermeleri ardından bi-
27
CJOİ OCAK-ŞUBAT 2006
linçli olarak provoke edildiğine, bu yolla İslam ve yabancı korkusunun derinleştirilerek sınıf mücadelesine ket vurulmasının amaçlandığına ve sınıf hareketi ile söz konusu gerilim hattı arasında hâlihazırda mevcut duvarların daha da kalınlaşmasına hizmet ettiğine ilişkin işaretler bulunmaktadır. Bu gibi kayıtlar bir tarafa, Paris yine de tartışılmayı ve dersler çıkarılmayı haketmektedir. Ve bu dersler de tek başına, “lümpen proletaryadan iş çıkmayacağının" Marx-Engels desteğinde ezberden bir kez daha tekrarlanması olamaz.
Mücadele açısından varoş çalışmasına olumlu bakışların taşıdığı yaklaşım farklılıklarında olduğu gibi, olumsuz bakışların da pek çok farklı kalkış noktası var. Bunların ilki ve en önemlisi, “işçi sınıfından kaçış” eleştirisi. Bu eleştiri, bir gerçekliği (devrimci hareketin işçi sınıfı çalışmasındaki geriliğini) ifade etmesine rağmen, esasen varoş çalışmasının kendisi ile değil, bugün de varoşlarda bir tarz olarak hayat bulan çeşitli yaklaşım yanlışları, bir takım karikatürize biçimler ile ilgili görünmektedir. Bugün gerçekten, gövdesi varoşta olan
pek çok siyasi özne, 80 öncesinin “kafası kırda gövdesi şehirde”1 olan stratejik yaklaşımlarında olduğu gibi, bu mevcudiyeti kafaca açıklayabilmiş değildir. Yani stratejik temellendir- meler yine ajitatif gerekçelendirmelerle geçiştirilmektedir. Bu gevşek dokunun da varoş pratiğinde şekilden şekle girmesi ve karikatürleşmesi doğal olmaktadır. Ancak dediğimiz gibi, olgunun kendisini değil, karikatürünü eleştirmek de tartışmayı bir yere götürmez.
Varoşlar esas anlamlarını, devrim stratejilerinin öz güç-yedek güç şablonunda öncülük makamına oturtularak buluyor değiller. Doğrusu böylesine heterojen bir yığının bayraktarlığını yaptığı bir devrim rüyası görmek için, en post-modern kafalardan daha “geniş” ve omurgasız olmak gerekir. Özcesi, ne olduğu belirsiz bir varoş kitlesi, işçi sınıfının yerine ikame edilmiyor, edilmemeli. Varoşların esas anlamı, yalnızca bununla sınırlı olmamak üzere, soğuk savaş dengeleri ardından özüne dönen kapitalizmin neo-liberal e- konomi politikalarıyla derinleşen, dünya ölçeğindeki sistem dışılaşma
eğilimi ile ilgilidir. Bu politikalar, soğuk savaş dengelerindeki sıkı kutuplaşmanın tutturduğu iktidar tçyelleri- nin gevşemesiyle de birleşince, Ü- çüncü Dünya’da ikili iktidar olgusunu gündeme getirmiştir. Metropollerdeki bölünmüşlük ve uçurumlar, dünya ölçeğindeki bir gerilim hattının izdüşümleridir. Kapitalizm günümüzdeki evresine varana kadar, önce ulusal sınırlar yaratmış, tüm yerküreyi içererek ya da işgal ederek kendileştirmiş ya da bağımlılaştır- mıŞj “sistem içileştirm iş”, bugün geldiği konakta ise yarattığı sınırları ve bağımlılıkları inkar ederek geniş kitleleri dışına kusmaya başlamıştır. Bu kitleler ne ulusal savaşlarda milyonlar halinde ölerek ortadan kalkmakta, ne de sistemin bir ucuna ek- lenebilmektedir. Diğer taraftan, muazzam büyüklükteki bu kuralsız denizler, söz konusu durumlarıyla kendiliğinden biçimde sistemi kuşatırken, mücadele için hem öz örgütlenme pratikleriyle kök salınacak ve beslenilecek somut zemin sağlamakta hem de stratejik açıdan mücadele için sıçrama tahtası görevi görme potansiyelini taşımaktadır. Varoşların kuralsızlığının da kapitalizm açı
sından bir mantığı vardır, ve deneyimlerin de açıkça ortaya koyduğu gibi, bu mantığın aşıldığı yerde zor gücü devreye girmeye devam edecektir. An
cak, sistemin ekonomisi, hukuku, sosyal ilişkileri anlamında maddi temelinin çok zayıf olduğu ve giderek daha da zayıfladığı varoşlarda salt zor gücü fazla çıplak kalacaktır. Hiçbir savaş salt zor gücüyle kazanılmamıştır. Sınıftan kaçılsın ya da kaçılmasın, bu eğilim bilinçlerimizden bağımsız objektif bir gerçek olarak derinleşmeye devam etmektedir. Ayrıca başta da söylediğimiz gibi, yüz yıl öncesinin sınıflar yapısı ve mücadele kurallarıyla günümüzü açıklamaya çalışmak, önümüzde duran yeni dönemi kavrama ve sosyalizmi yetkinleştirme görevlerini hiç de ko- laylaştırmamaktadır.
Varoşlar esas anlamlarım, devrim stratejilerinin öz güç-yedek güç şablonunda öncülük makamına oturtularak buluyor değiller. Doğrusu böylesine heterojen bir yığının bayraktarlığım yaptığı bir devrim rüyası görmek için, en post-mo- dem kafalardan daha "geniş" ve omurgasız olmak gerekir. Özcesi, ne olduğu
belirsiz bir varoş kitlesi, işçi sınıfının yerine ikame edilmiyor, edilmemeli.
28
OCAK-ŞUBAT 2006 C JO İ
“Lümpen” varoşlarBuradan varoş kitlelerinin “lüm
penliğine” geçebiliriz. Peki, bu derece sistem dışılaşmış alanlar, kitleler, kayıtları kütükten düşülür gibi, doğal o- larak “sosyal mücadele alanından da düşüyorlar... [ve] paradoksal bir biçimde, ‘sistemin aktörü ol(a)mayan aktör’ler”2 haline mi dönüşüyorlar? Devrim stratejisi için, mücadelenin belirli bir aşamasında öncelikli önem atfettiğimiz bu alanlarda, tam da ileri sıçrama aşamasındayken, bu “gerici” kitleler, karşı devrimin türlü oyunlarının baş aktörü olarak, bizi paçamızdan çekip yerimize mi oturtacaklar? Bununla da kalmayıp, yolu kazara varoşlara düşenlerin kafalarından geçirdikleri gibi, “bunlar bizi de mi keserler?
Bu öncelikle varoşlarla ne kadar hal hamur olunduğuna, nasıl bir güç biriktirildiğine ve kök salmdığma bağlıdır. İkincisi, sistemin çeşitli kısa devre noktalarında, gerilim hatlarında harekete geçen, onu istik- rarsızlaştıran, sistemin iktidarsızlaştı- ğı alanlardaki kitleler, çok “doğru ve düzgün” politik taleplere, programa sahip olmasalar dahi, tüm “eğriliklerine” rağmen devrime güç taşıyabilirler. Ayrıca varoşlarda işçi sınıfı programı altında politik taleplerin yükseltilmesi simyacılık değildir. Elbette ki sınıf hareketindeki bir yükseliş, tüm ülkenin olduğu gibi, en başta varoşların gündemini belirleyecek, buralardaki mücadeleye bir form kazandıracaktır. Ancak tek başına sınıf hareketinin belirleyiciliği gibi bir değişkene terk edilemeyecek önemdedir varoşlar. ‘“ Tehlikeli sınıf’ [lümpen proletarya], toplumsal tortu, eski toplumun en alt tabakaları tarafından fırlatılıp atılmış olduğu yerde çürüyen bu yığın, şurada burada, bir proleter devrimi ile, hareketin içine sürüklenebilir; ne var ki, kendi yaşam koşulları onu daha çok gerici entrikaların paralı aleti olmaya hazırlar.”3 Garbis Altmoğlu, Komünist
Manifesto’dan yaptığı bu alıntıyla “varoşlardaki geniş yarı-proleter gençliğin ve emekçilerin, hatta lümpen proleter öğelerin sınırlı ve koşullu devrimci potansiyelini”4 “asla” göz ardı etmeksizin “en devrimci sınıf siyaset sahnesine ağırlığını koymadan, söz konusu ‘kitle’nin eylem potansiyelinin gerçekten devrimci bir içerikle harekete geçirilemeyeceği”ni açıklarken de bir nevi yüz yıllık denklemi önümüze sürüyor; Oysa ne günümüz dünyası bu değerlendirmelerin kaynak aldığı maddi temeller bakımından aynıdır ne de sınıflar yapısı o döneminkine benzer. Zaten öyle olsaydı, sorun salt devrimin bir kuşağının toptan öznel hatalarından ibaret olmaz mıydı? Marx-Engels’i böylesi bir rahatlıkla şahit tutmak, açıkçası çok fazla hata a- rayan ve aradığını da muhakkak bulan bir yaklaşımın sonucu olabilir. Eğer bunun gibi reçetelerimiz olsaydı, ge
rekeni yapmamak için ancak okuma bilmemek lazım gelirdi! Şimdi ne proletarya eski proletaryadır, ne lümpen eski lümpen. Küçük bir ayrıcalıklı azınlık dışında, sınıfın çoğunluğu “lümpen” mertebesine inmiş durumdadır maalesef! Elimizde sanayi işçisi madalyası ile devrimi layık gördüğümüz sınıfı arayarak dolaşırsak, devrim yanı başımızdan geçerken ruhumuz bile duymaz. Yukarıda geçen “gerici entrikaların aleti olma” gerekçesi, başka değerlendirmelerde de imdada yetişmiş. Peki, Rus proletaryasını Kışlık Saray’a yürütenin, Çarlık ajanı Papaz Gapoıı olması, tüm kötü olasılıklar içinde bir başkasının da olabileceğinin ufacık da olsa bir göstergesi değil midir? Örneğin Fransız Devrimi, kanlılığıyla tarihte özel bir yere sahiptir. Ve bu devrim i- çin burjuvazinin bayrağı altında yürüyen kitleler, bugün varoşlar hak-
kmda yapılan yorumlardakine benzer haleti ruhiyeler yaratmıştır o günün aydınlarında. Hiçbir değer tanımamak, çürümüşlük, yıkıcılık vb. Ve devrimin ardından, iktidarı alanlar, bu kitleleri oluşturan sınıf ve katmanlar değil burjuvazi, dünyanın a- kışmı belirleyen de onun programı olmuştur.
Varoş çalışması sırat köprüsü gibidir. İncecik bir çizgide yürümek gerekir. Birincisi, çokça zannedildiği gibi şiddet pratikleri üzerine kurulu değildir, olmamalıdır. Bu kolaycılık, yani halihazırda var olan sistem dişiliği kısa yoldan sistem karşıtlığına dönüştürme tezcanlılığıyla sürekli sekter ve keskinleştirici bir tarz izlemek, ancak patolojik vakalara yol açabilir. Varoş çalışması konusundaki önyargılara da bu gibi hata ve kabalıklar zemin yaratmaktadır zaten. Diğer taraftan varoş
ların damarlarında akan öfkeyi göz önüne almadan, onunla birlikte akmayı öğrenmeden yapılacak çalışma da kolaylıkla öznelerini alana yabancılaştırır, dı- şarlaklaştırır. Bu
koru eline almaktan korkan, zamanı geldiğinde onu yönetemez de.
Yalnızca tek tek Üçüncü Dünya ülkelerinde değil, tüm dünyada aynı kanaldan akan bir süreçle bu kor büyümektedir. Ve ona biçim vermek için, önce ele almayı, sonra da elde tutmayı becerebilmek gerekir. Yoksa devrim, biz ona sıfat yakıştırmaya çalışırken, yanı başımızdan geçip gidecektir.
Dipnotlar1. Türkiye Devrimci Hareketi’nde Kriz ve Üçüncü Dönem, Mehmet Yılmazer, Yol Siyasi Dergi, Sayı 6, Nisan 19972. Paris Yanmıyor (II), Ferhat Kentel, www.gazetem.net, 17 Kasım 20053. Komünist Manifesto, Marx-Engels, Aktaran Garbis Altmoğlu, “Paris Ayaklanması” ve Ülkemiz Solundaki Yankıları, www.koxuz.biz, 28 Kasım 20054. “Paris Ayaklanması” ve Ülkemiz Solundaki Yankıları, Garbis Altmoğlu, www.koxuz.biz, 28 Kasım 2005
Şimdi ne proletarya eski proletaryadır, ne lümpen eski lümpen. Küçük bir ayrıcalıklı azınlık dışında, sınıfın çoğunluğu "lüm pen" mertebesine inmiş durumdadır maalesef! Elimizde sanayi işçisi madalyası ile devrimi layık gördüğümüz sınıfı arayarak dolaşırsak, devrim
yanı başımızdan geçerken ruhumuz bile duymaz.
29
Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası kanun tasarısı
VE KAYBETTİKLERİMİZ...Sevgi €vrim
AKP Hükümeti Genel Sağlık Sigortası (G55) ile halkı aldatmakta, G55 aracılığı İle satın alınacak olan sağlık hizmetleri nedeniyle sağlıkta özel sektörü fonlamak ve kamu sağlık hizmetlerini özelleştirmek istemektedir. IMF bütçede hatırı sayılır miktarda bir kaynağın sosyal güvenlik kurumlarının açıklarını kapatmak için harcanmasını kabul etmemekte
dir. Amaç uzun vadede bu tür yasalarla bu alanın adım adım tasfiyesidir.
SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandı- ğı’nm kaldırılarak, yerine Sosyal Güvenlik Kurumu oluşturulmasını öngören kanun tasarısı, TBMM Başkanlı- ğı’na sunuldu. Tasarı şu anda komisyonda.
Tasarının genel gerekçesinde, sosyal güvenlikte gelir azaltıcı faktörler sayılmış. Buna göre, erken emeklilik, prime esas kazancın düşük gösterilmesi, kayıt dışı istihdamın yüksekliği, prim tahsilat oranının düşüklüğü, af ve ödeme kolaylığı gibi uygulamalarla prim ödeme eğiliminin azalması, prime esas kazanç sınırlarının düşüklüğü ve fon gelirlerinin yetersizliği ana unsurlar olarak sayılmış. Gider artırıcı o- Jarak da erken yaşta emekli olunması gösterilmiştir. Genç emekli sayısının yüksek olması daha kısa çalışma süresi ve daha uzun emeklilik süresi demektir.
Hükümet genel gerekçede belirttiği sorunları aşmak için yasa tasarısında sadece emekçilerin fedakarlık yapacağı ve onlardan yapılacak kesintiler ve alınacak prim-katkı payları ile sorunu çözme arayışına giderek, gerçek niyetinin reform olmadığını, sosyal güvenlik sistemini özel sektörün hizmetine sunmak olduğunu göstermiştir. Zira IMF bütçede hatırı sayılır miktarda bir kaynağın sosyal güvenlik kurumlarının açıklarını kapatmak için harcanmasını kabul etmemektedir. Yasanın dolduracağı boşlukta burada gizlidir. Amaç u- zun vadede bu tür yasalarla bu alanın adım adım tasfiyesidir.
Genel gerekçede, genel sağlık sigortası övülmektedir. AKP Hükümeti Genel Sağlık Sigortası (GSS) ile halkı aldatmakta, GSS aracılığı ile satın alınacak olan sağlık hizmetleri nedeniyle sağlıkta özel sektörü fonlamak ve ka
mu sağlık hizmetlerini özelleştirmek istemektedir.
Mezarda emeklilik, gerekli mi?
Yasa tasarısının 38. maddesinde e- mekli yaşları oldukça yükseltilmekte, mezarda emeklilik getirilmektedir. Bu maddendin (a) ve (b) bentlerinde yer a- lan gün sayısı ve emeklilik yaşı düşürülmelidir Halen çalışanlar daha önceki yasadaki mevcut sürelerde belirtilen yaşlara tabi olarak çalışacaklardır. Bugün emeklilik için kadınlarda 58, erkeklerde 60 olan yaş sınırı kademli olarak 68’e yükselecektir. Ayrıca yaş artışı yetmiyormuş gibi emekli olabilmek i- çin 9000 gün prim ödenme zorunluluğunun getirilmesi ile esnek çalışma kural haline getirilirken emeklilik mezarda bile mümkün olmayacaktır. Çalışma
Sosyal güven lik te daha önceki düzenlem eler57. Hükümet ilk önce işçilerin “Mezarda Emekli
lik Yasası” olarak tanımladığı 4447 Sayılı Sosyal Güvenlik Yasası’m işçi sendikaları ve milyonlarca emekçinin tepkisine rağmen kanunlaştırmıştı. Böylece kendi tanımıyla “Sosyal Güvenlik Programının Birinci A- yağı”nı hayata geçirmişti.
• 5.7. Hükümet bu yas^ ve KHKTerle Emeklilik yaş sınırını kadınlar için 58’e, erkekler için 60’a yükseltmişti. Prim ödeme gün sayısını 5000’den 7300’e artırmıştı. SSK prim tavam 2000 yılı içinde 182.100.000 milyon TL’den 600.000.000 TL’ye çıkarılmış, yıllık
enflasyon %39 olarak gerçekleşirken SSK prim tavanına %100 zam yapılmıştı. SSK’nm emeklilik ve sağlık sigortaları idari ve mali olarak birbirinden ayrılmıştı. Yapılan bu düzenlemelerle .Türkiye işçi sınıfının sosyal güvenlik alanındaki elli yıllık kazanmalarında büyük kayıplara yol açılmıştı. Öyle ki, yasanın yürürlüğe girdiği tarihten sonra çalışma hayatına atılan bir işçinin emekli olarak geçireceği her bir yıl için Almanya ve İngiltere’deki bir işçinin 2 katı, Fransa’daki bir işçinin ise 3.5 katı kadar çalışması gerekiyordu. Şimdi yeni tasarı ile daha birçok hak kaybı bizi beklemektedir.
$0
OCAK-ŞUBAT 2006 £ |O İ
gün sayısı ve emeklilik yaşı dünya standartlarının çok üzerinde bulunmaktadır. İşsizliğin çok yoğun olarak yaşandığı ülkemizde bu düzenleme ile e- mekli olma olanağına sahip kişi sayısı yok denecek kadar az olacaktır. Yani daha önce emekli olabilmek için yaklaşık 19,5 yıl çalışmak zorunda olan sigortalılar, yeni tasarı yasalaşınca ancak 25 yıl prim ödedikten sonra emekli olabileceklerdir ve 2036’dan sonra da bir sigortalı 9000 günlük prim şartını dol- dursa bile aylık almaya ancak 68 yaşım doldurduktan sonra başlayabilecektir.
Emekli aylıkları düşüyor
Yasa tasarısının 39. maddesi ile e- mekli aylığının hesaplanması tamamen değiştirilerek yeni bir sistem getirilmektedir. Bu sistemin en önemli özelliği Tüketici Fiyat Endeksinin kullanılacak olmasıdır. Sosyal güvenlikte en temel unsurların DİE rakamlarına göre saptanması sakıncalıdır. Nitekim IMF ile işbirliği yapıldığından beri halkın enflasyonu ile DİE’nin enflasyonu birbirinden oldukça farklı çıkmaktadır. Bu yöntemle emekliler mağdur edilecektir. Aylık bağlama oranları aşağıya çekilmektedir. Yani bir sigortalı şu an bir birim çalışmasının karşılığında hak ettiği emeklilik priminin ancak bir kısmını hak etmiş olacak, kalan kısım i- çinse daha fazla çalışması gerekecektir. Ayrıca emekli aylığı almaya başladıktan sonra bir işte sigortalı olarak çalışmaya başlayanlardan kesilecek destek primlerinde de artış öngörülüyor.
Paran kadar sağlık(Paranın olması ya da olmaması,
işte bütün mesele bu)
Tasarının 87. madde gerekçesinde, “temel teminat paketi” tanımlanmış ve bunun dışındaki sağlık hizmetlerinin verilebilmesi için ayrıca ödeme yapılması veya özel sağlık sigortalarından bu hizmetlerin karşılanması gerektiği ifade edilmiştir. AKP Hükümeti bu düzenleme ile milyonlarca kişinin kronik hastalıklarının tedavisini cepten ödemelere bırakarak, “Paran kadar sağlık” anlayışına mahkûm etmektedir.
Yasalaşacak prim sistemi eşitsizliklerio
meşrulaştırmaktadırYasa tasarısının 110. maddesinde,
prime esas kazançlar düzenlenmiştir. Buna göre, şimdi uygulandığı gibi sadece maaştan değil, maaş dahil her türlü ek ödenekler ile ikramiyeler ve diğer ödemelerden de kesinti yapılacağı ifade edilmektedir. Bu durum özellikle ek ödenekleri maaşlarını geçen kamu çalışanları açısından oldukça fazla prim ö- demek anlamına gelmektedir. Prim tutarları oldukça artmaktadır. Tasarının 112. maddesinde, prim toplamada üst gelir grupları kollanmış, bunların gelirlerine göre yüksek prim ödemelerinin önüne geçilmiştir. Tasarının geçici 25. maddesinde emeklilik sigortası için devlet katkısının ( %5) ilgili sigorta dalı açık verdiği sürece azaltılarak süreceği ifade edilmektedir. Bu dunun halkı özel emeklilik sigortalarına yönlendirme amaçlıdır. Devlet katkısının azalacağı sigortadan güven duymayanlar özel emeklilik fonlarına kayacaktır.
Genel Sağlık Sigortası ile bizi bekleyenlerSosyal Sigortalar ve Genel Sağlık
Sigortası yasa tasarısının genel mantığı incelendiğinde, sağlığın hak olmaktan çıkarıldığı, devletin anayasada belirtilen sosyal devlet olma rolünü terk ede
rek bireylerin sağlık sorunlarından kendilerinin asli olarak sorumlu olduğu, sağlığı koruma, geliştirme ve esenlendirme görevinden devletin elini çekip, kişilere bıraktığı görülmektedir.
Sağlık hizmetlerinin tamamının piyasa koşullarında verilmesi ve pirime ve katkıya dayalı olarak paralı hale getirilmesi amaçlanmaktadır.
Tasarıya göre kesintisiz bir yıl Türkiye’de yaşayan herkes zorunlu olarak genel sağlık sigortası kapsamında olacak. Genel sağlık sigortası içinde olan herkeste prim ödemek zorunda olacak. Prim ödemeyen sigorta kapsamında sayılmasına rağmen sağlık hizmetlerinden yararlanamayacak. GSS, gelirin %12.5’u oranında prim ödeme esasına dayanmaktadır.
1-GSS’de; herkesin yararlanabileceği hizmetin yer aldığı “Temel Teminat Paketi” olacak, bu kapsamın dışındaki hizmetler için cepten daha fazla para ödenecek ya da özel sağlık sigortası yaptırılmak zorunda kalınacaktır. Bu düzenleme ile milyonlarca insan kronik hastalıklarının tedavisini cepten ödemelere bırakarak, “Paran kadar sağlık” anlayışına mahkum edilmektedir. Daha iyi hizmet alacağı söylenen SSKTılar en geç 1-2 yıl içerisinde bugün yararlandıkları sağlık hizmeti için bile ceplerinden daha fazla para ödemek zorunda kalacaklardır.
51
Q O İ -\-ŞUBAT 2006
2- Yine 87. maddesinin d bendine ¿öre: 15 yaşından sonraki ağız diş sağlığı hizmetleri bazı şartlara dayandırılarak ondan sonra sigorta kapsamına dahil e- dilmiştir. Bu madde Genel Sağlık Sigortasının uygulandığı bazı ülkelerde olduğu gibi ilerde ağız - diş sağlığı hizmetleri dahil bir çok sağlık hizmetinin “sağlık yardımı” kapsamı dışına çıkarılabileceğinin işaretidir. Türkiye gibi kayıt dışı ekonominin kayıt içindeki ekonomiden büyük olduğu ülkelerde GSS’yi yaşatma şansı bulunmamaktadır. Çünkü primler ödenmeyecektir-ödenemeyebi- lecektir. Sosyal güvenlik kuruluşları sağlık hizmetinin çoğunu kamuya bağlı olsa bile özerk hastaneler ile (bu hastaneler fiyatlarını kendileri belirleyebileceklerdir) özel sağlık kuramlarından a- lacaklarmdan çok ciddi bir kaynak transferi ile karşılaşacaklardır. Bu durum sosyal güvenlik kuruluşlarının açık vermesini sağlayacak, sonuçta bu açıklar genel bütçeden karşılanacaktır. Hükümetin bütçe açıklarını kapatmak için reform olarak sunduğu GSS sonuç itibarı ile bütçe açıklarım daha da büyütebilecek sonuçlar doğuracaktır.
3- Sigortalının bakmakla yükümlü olduğu kişiler arasında tariflenen, öğrenim görmeyen çocuklar için 18 yaşını doldurduğu günden itibaren sigortalılığın sona ermesi, işsizliğin yüksek olduğu ülke koşullarında bu kişilerin “sağlık yardımı”ndan yararlanamayacağı anla
mına gelmektedir. Özellikle kadınların istihdamının problemli olduğu ülkemizde 18 yaş sonrası bireyler sağlıksız yaşam koşullarına terk edilmektedir.
4- Tasarmın- 92. maddesine göre; Sağlık yardımlarından yararlanma şartı için 90 gün işveren tarafından prim ödeme şartı getirilmiş olup, şu anda mevcut 657’ye tabi olarak çalışanlar -memurlar- için bu açıkça hak gaspıdır. 65 7 Tilerin sağlık hizmetlerinden yararlanması için halen işe başladıkları gün yeterlidir.
5- Tasarmm 93. maddesinde katılım payı düzenlenmiş, ayaktan tedavideki muayenelerde 2 YTL, ayaktan tedavide verilen ilaçlar ile sağlanan or- tez, protez, iyileştirme araç ve gereç bedelleri dahil %10 ila %20, ayaktan diğer sağlık hizmetleri için %3 ila %6 katılım payı alınacağı öngörülmüştür. Sağlık hizmetlerinden yararlanmak i- çin prim ödemenin yeterli görülmeyip, her aşamada katılım payına tabi tutulması ile gereksiz kullanımı caydırma bir yana, gerekli kullanımı engelleyecek ve katılım payı ödeyemeyen sağlık hizmetinden yararlanamayacaktır.
Tasarı kamu hizmetlerini tasfiye etmeye yöneliktir
6- Tasarınm 99. maddesinde GSS
kuramunun yurt içinde ve yurt dışındaki özel veya kamu sağlık hizmeti sunucuları ile sözleşme yaparak hizmet satın alacağı düzenlenmiştir. Bu madde i- le sağlık hizmetlerinin tamamının özel sektörden karşılanmasına gidileceği a- çıkça amaçlanmaktadır. Tasarı özellikle eğitim sağlık gibi özel sektör tarafından da üretilen ve satılan hizmetlerin devlet eliyle gerçekleştirilmesinin önü tıkanmaktadır. Bu durum özelleştirme politikalarının başarılı bir örneği olacaktır. Ve devlet kamu hizmetlerinden teker teker elini çekecektir. Bu aynı zamanda kamu çalışanlarının işsizlikle ve güvencesiz çalışma koşullarıyla- performans testleri, sözleşmeli çalışma, part time çalışma vs- karşı karşıya getirilmesi anlamına gelmektedir. Sözleşmeli personel düzenlemesi ile memurluk kavramı çok sınırlı bir kesim i- çin bir anlam ifade edecek, geri kalan kısım sözleşmeli olarak birçok hak ve statüden yoksun bir biçimde devlet hizmetinde bulunacaktır. Bu açıkça çifte standart ve hak gaspıdır. Sosyal güvencesizlik yaygınlaştırmaktadır.
7-Tasarıda, yararlanılacak sağlık hizmetlerinin kapsamı başta olmak ü- zere birçok konunun yönetmeliklere bırakılmış olması, GSS kuramunun çok geniş yetkilerle donatılması anlamına gelmektedir. Bu durum önceden bilinemeyecek gelişmelere neden olabilir.
rBireysel em eklilik s istem i
Emeklilik sistemine 2001 de eklemlenen bir diğer durumda BİREYSEL EMEKLİLİK SİSTEMİ’dir. “Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanunu 28 Mart 2001’de yasalaştı. İlk kez 1997 yılında TÜSİAD tarafından getirilmiş olduğu hatırlardadır Bireysel Emeklilik Yasası iki amaca hizmet etmektedir. 1-Öncelikle belirli gelir gruplarının SSK zorunlu sigorta kapsamından çıkarılmasına zemin hazırlamak. 2-Borsaya yeni kaynak girişi sağlamak. Bireysel Emeklilik Yasasında emeklilerin sosyal güvenlik fonları sermaye piyasasına yönlendirilmektedir. Bireysel emeklilik primleri gelir vergisinden düşülmekte- dir. Devlet, ben vergi almıyorum, git paranı özel şirkete ver, demektedir. Bu bir piyasa yaratmaktır. Bireysel e- meklilik bu haliyle sermayeye uzun vadeli kaynak sağlamaktadır. Trilyonlarca dolar değerindeki emeklilik fonları kamunun-devletin kontrolündbdir. Bireysel emeklilik sistemi bu fonların özel şirketlerin kontrolüne geçmesinin
en dolaysız yoludur. İnsanlar 25 yıl boyunca bir şirkete borç verecek demektir. Bu küresel şirketleri de oldukça cezbeden müthiş bir kaynak oluşturmaktadır. Her gün reklâmlarda sayısız kere dönen bireysel emeklilik reklâmlarının - hemen her banka bir bireysel emeklilik paketi hazırlamış durumdadır- onca sevimli verilmesinin altında bu gerçek yatmaktadır. Oysa uygulamanın yapıldığı ülkelerde önemli karlar sağlayan özel emeklilik fonları bir süre sonra zarar etmeye başlamışlardır. Çalışanların önemli bir bölümü ise sigorta primlerini ödeyemez durama düşmüşler ve emeklilik haklarını kaybetmişlerdir. İktidarı elinde bulunduran askerler ve polislerin ise yeni sisteme girmemesi dikkat çekicidir. Bireysel emeklilik yasa tasarısı ile getirilen yeni modelden çıkar sağlayacak tek kesim özel emeklilik şirketleri olacaktır. Milyonlarca emekçi ise zaten çok sınırlı hale getirilen emeklilik haklarını tümüyle kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
52
Basındaki yardım kampanyaları ve STKIar üzerine,..
Yo k s u llu k la m ü c a d e l e m İ,
YOKSULLARI Y Ö N E T M E K MÎ ?M. Özgür
'Yoksullukla mücadele ediyoruz' diyerek Kardelenler, Haydi Kızlar Okula gibi kampanyalara ve yardım-reklam şovlarına sponsorluklar ve sembolik katkılar yapan sermayedarlara 5ervet Vergisl'nden bahsettiğinizde neredeyse kanları donuyor,
elleri titremeye başlıyor.
Burjuvalar yoksulları “oldukları gibi ” severler, çünkü “olabileceklerin
den ” korkarlar.
T. Adorno
Çağdaş Yaşamı Destekleme Der- neği’nin Turkcell’in desteği ile birlikte 5 yıldır sürdürdüğü “Kardelen” kampanyası gazete haberlerini süslemeye devam ediyor. Kampanya yoksul kız öğrencilere okumaları için burs verilmesini amaçlıyor. Şirketlerin “Sosyal Sorumluluk Kampanyası” dedikleri bu tip kampanyalardan Milliyet Gazetesi’nin “Haydi Kızlar Okula” kampanyası da oldukça ilgi çekmişti. Bingöl depreminden ve başka afetlerden sonra düzenlenen medyatik kampanyalar, belediyelerin verdikleri burslar ve yardımlar, iftar çadırları, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu yardımları, Türk Eğitim Vakfı, Türk E- ğitim Gönüllüleri Vakfının ve diğer STK’ların etkinlikleri, Deniz Feneri Derneği’nin ve bu tip pek çok derneğin uygulamaları, toplam 2.750 kişiye ulaştığı söylenen mikro-krediler, Toplu Konut İdaresi’nin (TOKİ) sayıları binlerle sınırlı ucuz konut ü- retmesi hep bu tip çalışmalar.
Tüm bu yardımlar ve kampanyalar toplumsal adaletsizliğin bitmesini mi amaçlıyor gerçekten ya da bit
mesini bir yana bırakalım hafifletil- mesine bile neden olabilir mi acaba? Sosyal harcamalar kısılırken, sosyal devlet uygulamaları bir bir rafa kaldırılırken, eğitim, sağlık, emeklilik hakları artık piyasanın vahşi ellerine bırakılırken, çalışma hakkından ve insanca yaşayacak ücret hakkından bahsedilmesini bırakın “verimlilik” ve “uluslararası rekabet” adına emeğin ücretleri düşürülmeye çalışılırken1 nereden çıkıyor bu “hayırseverlik” ve “yoksullukla mücadele” kampanyaları?
Yoksulluklamücadelenin
göstermedikleriDünya Bankası’nm ilk yoksulluk
la mücadele raporundan beri,- “yoksullukla mücadele” ve “yönetişim” söyleminde dikkat çekici birkaç nokta var. Yoksulluğun gerçek nedenleri ile ilgilenilmediği gibi, çözümler de genel olarak piyasa kuralları çerçevesinde şekilleniyor. Aslında, kapitalizmde her zaman belli derecelerde olmuş bulunan yoksulluğun ve gelir
55
tJ jO l OCAK-ŞUBAT 2006
adaletsizliğinin bugünkü artışını sermayenin 1980 sonrasındaki sermaye birikim tercihlerinin/politikalarmm “başarısı” olarak görmek gerekiyor.2
Yoksullara yardım, yoksullukla mücadele yaklaşımlarının temel sorunlarını şöyle sıralayabiliriz:
1. “Fırsat eşitliği” , “parasız eğitim ve sağlık” gibi kamusal hizmetlere've kolektif tüketime dair çözümler yoksullukla mücadele dedikleri yaklaşımda tümden ortadan kalkmış durumda. Aksine bu alanlar piyasalaştırılarak, yoksulluk sorununu çözecek üretken yatırımlarda kullanılabilecek kaynaklar sermayedarlara aktarılıyor. Örneğin SSK’lılara özel sağlık kuruluşlarında tedavi hakkı verilmesi özel sağlık kuruluşlarının karlarını ve devlet harcamalarım patlatırken, devlet eliyle bu piyasalar yaratılıp derinleştirilmiş oluyor. Özel Bireysel Emeklilik kuramlarına ö- denecek pirimler çalışanların gelir vergisinden düşülerek, özel bireysel emeklilik şirketlerine avantajlar sağlanıyor.
2. İkinci olarak bu söylem vergi sömürüsünü hiç gündeme getirmiyor. “Akışkanlığı” övülen sermayeden alınmayan vergiler görece “vergilendirilmesi kolay” denilen emekçi kesime
yükleniyor. Servet Vergisi’nden bahsettiğinizde “yoksullukla mücadele” a- dıııa Kardelenler, Haydi Kızlar Okula gibi kampanyalara sembolik katkılar yapan sermayedarların neredeyse kanı donuyor, elleri titremeye başlıyor. Devlet harcamalarının “borç” haline getirilerek sermayeye kaynak aktarılmasını eleştirdiğinizde ya da “iç ve dış borçların” ödenmemesi ya da ertelenmesinden bahsettiğinizde ve bütçeden faizlere giden devasa payı anlattığınızda aynı tepkiyle karşılaşıyorsunuz.
3. Yoksulluğun temel kaynaklarından biri olarak üretim sürecindeki paylaşımdan bu “mücadele”de hiç bahsedilmiyor. işsizlik, emek sömürüsü, e- mek ücretlerindeki gerileme, düzensiz ve sigortasız çalışma ve emekçi aleyhine işleyen emek piyasalarının düzenlenmesi nedense “yoksullukla mücadele ediyoruz” diyenlerin gündemlerine giımiyor. Girerse de ancak sermayenin üzerindeki vergilerin azaltılarak ekonominin büyüyeceği ve bunun emekçilere dolaylı bir katkı sağlayacağı varsayımı -ki bu varsayım büyümeye rağmen a- zalmayan işsizlik ve yoksulluk rakamları ile bile pek çok kez yanlışlandı- ö- ne çıkartılıyor: “İşsizliği azaltmak için istihdam üzerindeki vergilerin azalmasi
şart. Bu kadar istihdam vergisi veren işveren nasıl yatırım yapıp adam çalıştırsın.” Bu konuda Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’m açıklamaları hükümet politikalarının bu yönde derinleşeceği, yani emekçilerin değil sermayenin yükünün hafifleyeceği yönünde.3
4. Yoksullukla Mücadele adına yapılanlarda “emek piyasalarının esnekliğini” etkileyecek uygulamalardan ka- çımlırken, yoksulları birey olarak ele alan, “hak” kavramım dışlayan, yoksulları piyasadan koparmamayı amaçlayan “sosyal yardım” boyutu öne çıkarılıyor. Fak Fuk Fon olarak bilinen Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu aracılığı ile yılda 400 milyon dolara ulaşan devlet yardımları düzensiz, kuralları belli olmayan ve şeffaf olmayan bir biçimde dağıtılıyor. Bunun temel amaçlarından biri emekçilerin artı-değeri ve almterinden geri ödenen bu yardımların “hak” haline gelmesinin engellenmesi diyebiliriz.
Soranlar, kapitalizmi ve insanların emeklerini satma zorunluluklarını kesinlikle sorgulamayan bir piyasa dolayımı üzerinden çözülmeye çalışılıyor. “Devlet bürokrasisi kalksın, ucuz arsa sağlansın, yatırım gelir işsizlik azalır”, “devlet inşaat sektörünün önünü açsın
o zaman ev fiyatları düşer” gibi yaklaşımlar bunlardan bazıları. Sermayedarlar sermaye birikimlerinin kaynağının biri-
lerinin yoksulluğu (ya da ödenmemiş emeği) olduğunu tabii ki dile getirmiyorlar.
Sermayedarlar, sermaye birikimlerinîn kaynağının birilerinin yoksulluğu (ya da ödenmemiş emeği) olduğunu tabii ki dile getirmiyorlar.
Mikro Kredi ve hakların mikro
düzeyde tanımlanması“Kredi bir insan hakkıdır” diyor
AKP Diyarbakır Milletvekili Prof. Dr. Aziz Akgül ve Diyarbakır’da 2.750 kişiye verilen mikro krediler i- le yoksullara “onurlu bir yaşam imkanı” sağladıklarını anlatıyor. “Mahallede en yoksul olarak bilinen kişiyi buluyoruz. Sonra ona 4 kişi daha bulmasını söylüyoruz. 100 YTL ile 3000 YTL arası krediler veriyoruz. Şimdi-
OCAK-ŞU BAT 2006 t| O İ
ye kadar kredi geri dönüş oranı % 100. Yani kredi verdiklerimiz iş kurdukları gibi aldıkları krediyi geri ödediler. Bankacılara söylüyorum, bu iş karlı bir iş. Yoksullara kredi verin. Bangladeş’te 15 milyon kişi mikro- kredi kullandı.”4 Tek tek kredi alanların durumu bir yana, Doç.Dr. Fuat Ercan’a göre BM Kalkınma Ajansı’nm Bangladeş ile ilgili verileri AKP’li AkgüTün söylediklerinin aksine şöyle. Bangladeş’te enflasyon yarıya düşüp, GSMH artmasına rağmen yoksulluk ciddi bir artış göstermiş durumda.5 Ayrıca Aziz Akgül, toplumsal haklar değil, bireysel haklardan bahsederken “siyasetin bittiği” noktayı, teknikleştiği ve sermayenin hizmetine girdiği noktayı tanımlamış oluyor. Dünya Bankası’nın “yönetimden yönetişime geçiş” dediği şey tam da bu noktada anlamlı hale geliyor. Hakların “mikro” düzeyde, kişiler düzeyinde tanımlanması gerçekte “hakların yok olması”, bir çeşit sadakaya dönüşmesi anlamına geliyor. Yoksullukla mücadele yoksulluğun nedeni olarak yoksulların kendisini işaret etmiş oluyor bu tip yardımlarla. Memurlar zam istediğinde “yoksulluk var, size zam veremeyiz” diyebilen hükümet çevreleri bu tip uygulamalar ile hem halka yakın görünmüş, yoksullukla mücadele ediyor görünmüş hem de yoksulluğu kişisel acizlik düzeyinde tanımlayarak kendi istedikleri biçimde kullanmış oluyorlar. Gerçekte IMF’nin ve sermaye çevrelerinin emekçiye yapılacak her harcamayı engellemek için kullandıkları “%6.5’lik faiz dışı fazlayı aşmamak” hedefi emekçilere mikro-kredi tipinde “bankalar için karlı” ve yoksulları çoluk çocuk çalışarak sigortasız çalışarak piyasaya bağlayan ulufeler dağıtılması dışındaki tüm gerçekçi alternatifleri en baştan dışlıyor. Günümüzde yoksulluk da kar konusu olmuş durumda.
“Kardelenler” projesi ve bu tip yardım kampanyalarına, şirketlerin
“sosyal sorumluluk projelerine” iyi niyetle katılanlarm çabaları da işte m aalesef bu çerçeveye oturuyor. Sermaye çevreleri, neo-liberal hegemonyanın bir parçası olarak dünya çapında dile getirilen “yoksullukla mücadele”, “sürdürülebilir kalkınma”, “yoksulların güçlendirilmesi” kavramları ile ve özel mülkiyet ve piyasa ilişkileri alanını toplumsal i- lişkilerin kılcal damarlarına yayan “yönetişim” söylemi ile sosyal adaleti sağlamayı değil, yoksulları yönetmeyi ve yoksulluğu sürdürülebilir kılmayı hedefliyorlar. “Ulusal Kalkınma” kavramını 1950’lerden 70’lere kadar benzer bir amaçla kullanmış olan IMF ve Dünya Banka- sı’nm bugünkü “yoksullukla müca
dele” söylemi kendi eski kalkınma projelerinin iflasını ifade ediyor. Bu yeni yaklaşım; aynı zamanda,, bir yönetim tarzı olarak görülebilecek ve Türkiye’de de kendine özgü biçimler alan geçmişin “Refah Devleti/Reji- mi” biçimlerinden daha başka bir yönetim tarzına geçişi ifade ediyor.6
Zaten inandırıcılığı olmayan ve yoksulların hayatında ciddi hiçbir dönüşüm yaratmayan bu yeni aldatmacanın iflası ise, emekçilerin ve yoksulların güncel dayanışmalardan başlayan ve bu döngüyü kırmayı hedefleyen örgütlülükleri ile olacak. Sermayedarlar karşılarında “gönlünden ne koparsa” diyen mahcup insanlar değil, haklarını arayan örgütlü insanlar görmekten korkuyorlar. Yoksullar sadaka değil, sermaye değil, insanca yaşama haklarını istiyor.
N otlarI. Sermayedarların dile getirdiği Bölgesel Asgari Ücret Tartışmaları bu an
lamda oldukça önemli.2. Dışsatım yapmak isteyen sermayedarların, 1980’lerle birlikte sermaye yoğun üretime geçebilmek için gereksindiği döviz ihtiyacı, ihracatta avantaj kazanabilmek için emek üzerinde ciddi bir baskı ve denetimi getirir. Emek örgütlerinin parçalanması, güçsüzleş- mesi ve güçsüzleştirilmesi bu süreci besler. Daha çok artı değer elde etme arayışının sonucu olarak; emek kullanım tarzlarında farklılaşma (formel, enform el, kadın, çocuk, taşeron, part-tim e) ve artan işsizlik ortaya çıkmıştır. Süreç sermaye çevrelerinin istediği gibi gitmektedir, çalışan işçi sayısı ve ücretler düşerken yani yoksulluk artarken, ekonomik büyüme ve verim lilik artm aktadır. Bu konuda
sermaye b irikimi ve emek- değer kuramı çerçevesinden önemli bir yaklaşım için Fuat Ercan’ın ça lışm aların a bakılabilir.3. Maliye Bakanı Unakı- tan’ın şu açık
laması istihdam üzerindeki vergilerin
tam da işverenlerin istediği gibi yakında azaltılacağı anlamına geliyor: “Kurumlar vergisindeki indirimden sonra
sıranın istihdam vergilerinde olduğunu
belirten Bakan Unakıtan, ‘Bu çalışmaların semereleri 2006’da görülecek’ dedi”. Yeni Şafak Gazetesi, 9 Aralık
2005.
4, 5. İktisatçılar Haftası çerçevesinde
iktisat Fakültesi Mezunlar Cemiyeti (IFMC) tarafından düzenlenen konferansta Aziz Akgül ve Fuat Ercan’ın
yaptıkları sunumlardan alınmıştır.
6. Refah Devleti’ni bir yönetim tarzı olarak ele alan yaklaşımlar yanında
(N .Ö zb e k ’in çalışmaları), 60 ’lar ve
70’lerdeki refah harcamalarındaki ar
tışın dahi ancak şirketlerin elde ettik leri artı değer miktarındaki artış dö
nemlerinde yani “emekçilerin ödenmemiş emeklerindeki” artış dönemlerinde gerçekleştiği üzerine çalışmalar
da var. (A .Tonak’ın çalışmaları)
"SSK'Iıiara özel sağlık kuruluşlarında tedavi hakkı verilmesi, özel sağlık kuruluşlarının karlarını ve devlet harcamalarını patlatırken, devlet eliyle bu yolla aktarılan trilyonlarla yeni piyasalar yaratılıp derinleştirilmiş oluyor. Özel Bireysel Emeklilik kurumlanna ödenecek pirimier çalışanların Gelir Vergisinden düşülerek, özel bireysel
emeklilik şirketlerine büyük avantajlar sağlanıyor."
55
Ekonomide patlayıcı gaz birikiyor
C A R İ A Ç IK ARTIŞI NE DEMEK?M. Sinan
Bugün ekonomih planlamaya ve yıllardır yaşanan kısır döngüyü kırmaya yönelik politikalara her zamankinden fazla ihtiyaç olduğu açıktır. Stratejik sektörler
belirlenmeli, ülkenin göreceli avantajları tespit edilerek yatırımlar bu avantajları üretime sokabilen alanlara yöneltilmelidir. Bu işi GİMA'yı almak İçin birbirine giren
Türkiye'nin finans kapitali başaramaz.
Bu sene Türkiye ekonomisi açısından gerçekten ilginç bir yıl oldu. IMF’yle yeniden yapılan anlaşma ve alman ekstra fonlar, uluslararası kre- dilendirme kuruluşlarının kredi notunu yükseltmesi, yıllardır ağır aksak işleyen kimi özelleştirmelerin büyük bir hızla ve “beklenen”den daha yüksek fiyatlarla gerçekleşmesi, enflasyonun tek haneli rakamlarda kalması ve hedeflenen rakamı yakalaması, büyümenin geçen seneki kadar olmasa da yine yüksek çıkacağının anlaşılması hükümet çevrelerinin ekonomi alanında kazandığı “başarılardan dolayı bol bol övünmesine sebep oldu. Sermaye kesimi de yakalanan “istikrar”dan ne kadar memnun olduğuna dair düşüncelerini kamuoyuyla sık sık paylaştı.
Kara bulutlar yakında...
Fakat bu yaşanan olumluluğun gerçekte sanal olduğu, aslında işlerin pek de iyiye gitmediği, kara bulutların birikmeye başladığı da bu sene daha çok konuşuldu. Geçen sene “kötü niyetli, sol görüşlü, çatlak sesli” kişilerden kaynaklandığı düşünülen bu tarz değerlendirmeler bu sene “sağduyulu ve öngörülii uyarılar” olarak görülmeye başlandı ve zaman zaman IMF ve TÜSİAD yetkilileri tarafından bile paylaşıldı. Sıcak para girişlerine dayalı, istihdam yaratmayan büyümeye ve ekonomid'e yapısal bir dönüşüm "sağlama hedefi olmayan bir politikasızlığın
hakimiyetine yapılan vurgular bu sene geniş çevrelerce paylaşıldı.
İyimserliği bozan ilk etken: Cari açık ve
işsizlikEkonomiyi dengesizleştirebilecek
ve krizleri çağnştırabilecek etkenlerin biriktiğine dair hissiyatı güçlendiren en önemli iki faktör cari açık ve işsizlikteki artış
olarak tes
pit edilebilir. 2005, cari açık adını
verdiğimiz döviz gelirleri ile döviz giderleri arasındaki farkın çok önemli boyutlara ulaştığı bir yıl oldu. Cari açığın belli bir oranın üzerine yükselmesi bizimki gibi yoğun sermaye sıkıntısı içindeki ülkeler için her zaman alarm verdiren bir gelişme olmuştur. 1994 ve 2000-2001 krizleri içinde en ö- nemli işaret, cari açığın artması olmuştu. Türkiye için 15 milyar dolarlık bir cari açık şimdiye kadar kriz sebebi olmuştu. Oysa 2005 yılı için Kasım sonunda revize edilen rakamlarla cari açık 21.6 milyar dolara ulaştı. Rakamın bu seviyelere ulaşmış olması tüm çevrelerde bir tedirginlik yaratıyor.
İhracat rekor kırdı, ya ithalat?
İlginç olan gelişmelerden biri de
Türkiye’nin bu rekor cari açığı ihracat rekoru kırdığı bir yıl içinde vermiş olması. Ekonomi bürokratları ve hükümet çevreleri 2005 yılında ekonominin yüksek performansını vurgulamak için gerçekleşen yüksek ihracat rakamlarını kullanıyorlar. Fakat ülkemiz için bir kural olan “yüksek ihracat ancak yüksek ithalatla mümkündür” gerçeği nedense bu tespitlerde hiç gündeme taşınmıyor. Gerçekten de Ekim ayında %72.5 o- lan ihracatın ithalatı karşılama oranı Kasım ayında daha da düşerek %64.5’e kadar gerilemiş durumda. Yıl geneline bakıldığında ise aynı o- ran %62.5. Dolayısıyla cari açığın böyle devasa boyutlara ulaşmasının altında yatan en önemli sebep dış ticaret dengesinde ortaya çıkan gelişmeler olarak değerlendirilebilir.
Türkiye ekonomisi kriz yıllarında cari fazla verir. Ekonomi büyümeye başladığında ise üretim arttıkça cari açık artmaya başlar. Çünkü üretim i- çin gereken girdilerin büyük bir kısmı ülke dışından karşılanmaktadır. İşler öyle bir noktaya gelir ki dünya ile yürütülen ekonomik ilişkilerde verilen açık bir süre sonra krize ve durgunluğa yol açar. Ekonominin şimdiye ka- darki bütün krizleri “50 sente muhtaç olunan günler” dahil bu sarmalın bir türlü aşılamamasından kaynaklanmaktadır. 1980 öncesinde sanayi ü- rünleri ticaretinde verilen açık tarımsal ürünlerle ve işçi dövizleriyle kapatılırdı. Şimdi tarımsal ticaret de eksi vermeye başladı. Günümüzde bu
56
OCAK-ŞUBAT 2006 CJOÎ
işlevi turizm yüklenmeye çalışıyor, fakat böylesi devasa bir açığın turizmle sürekli olarak karşılanabilmesi mümkün değil. Örneğin önümüzdeki yıl İran’ın nükleer silah geliştirmesi programının engellenmesi amacıyla ABD veya İsrail tarafından vurulması ve Türkiye’nin bu işte suç ortaklığını kabullenmesi turizm gelirlerinde astronomik düşüşlere yol açabilir. Dolayısıyla turizm gelirleri bu açığı düzenli olarak kapatabilecek dinamiklere sahip değil.
Dertlerin temeli ‘montaj sanayi’
1960-70’lerde devrimcilerin en çok kullandıkları sloganlardan biri de “montaj sanayisine hayır!” idi. Burada vurgulanmak istenen teknoloji geliştirmeyen, imalat süreçlerine hakim olamayan sadece ucuz işgücü avantajından istifade edip gelişmeyi hedefleyerek yapılanan bir ekonominin başının beladan kurtulmayacağı, halkımıza refah ve gelecek getirmeyeceği idi. O gün söylenenlerin ne kadar doğru olduğu şimdi çok net ortaya çıkıyor. Türkiye’de imalat yapıları bütünüyle yurtdışmdaki örneklerden ve orada üretilen ara mallar kullanılarak geliştiriliyor. Sermaye kendi üretim kalıplarını geliştiremiyor. Dolayısıyla üretim arttıkça dış girdilere ihtiyaç da artıyor. Bu durumu değiştirmek gibi bir perspektif
burjuva politikacılarda olamayacağı için de “tarih tekerrürden ibarettir” sözüne inancımızı tazeleyecek deneyimleri sürekli yaşamak zorunda kalıyoruz. Ekonominin büyümesi ancak ve ancak dışarıdan girecek büyük oranda sermayeye bağlı olarak mümkün olabiliyor.
Yeni efsane “Doğrudan Yabancı
Sermaye”• Dışarından ülke içine girecek
sermayenin bir türü doğrudan yabancı yatırım adı verilenler. Bu yıl Türkiye bu tür sermaye girişleri açısından bir rekor yaşadı. Bu yıl 7.4 milyar dolar doğrudan sermaye girişi yaşadık. Burjuva ekonomistleri bunu cari açığın sağlıklı finansmanının bir yolu olarak göstermeye çalışıyorlar. Oysa ülkemize giren bu tür sermaye yeni üretim alanları yaratmıyor, istihdamı ve teknolojik altyapıyı geliştirmiyor Tam tersine şu ana kadar geliştirilebilmiş olan en değerli üretim odakları ve bankalar, yabancı sermayeye satılıyor. Bu sene doğrudan sermaye girişlerinde yaşanan devasa artışın sebebi bu. Tabii böylece Türkiye’nin en çok kar eden kuruluşları artık karlarının önemli bir kısmını yurtdışma transfer etmek isteyebilecek yabancı sermayenin eline geçmiş oluyor. Orta vadede bu
durum cari açığı, yurtdışma çıkan döviz miktarını artırarak, büyütecek etkiler yaratacaktır.
Sıcak para hareketleriyle nereye kadar?
Zaten hali hazırda bu açığın kapatılmasında yoğun olan kısa vadeli sıcak para hareketleri değerlendiriliyor. Rivayet odur ki petrolün olağanüstü pahalanması ve varil fiyatının 60 doları aşması sonrasında Ortadoğu petrol krallarının biriktirdiği fonların büyük bir kısmı yabancı bankalar aracılığı ile Türkiye’de değerlendiriliyor. Bush hükümeti ve IMF, büyütüp iktidar ettikleri ve daha işlerinin olduğunu düşündükleri AKP’yi desteklenmenin bir yolu olarak bu yöntemi kullanıyorlar. Büyük oranda döviz girişi dolayısıyla dolar fiyatları 2 sene önceki seviyesinin bile altında. Bu durumda borsada büyük bir yükseliş gözleniyor. AB ile müzakere sürecinin başlatılma kararı sonrasında borsa rekor üstüne rekor kırıyor. Doların sürekli ucuzlaması, borsanın sürekli artması ve iç borç faizlerinin reel olarak hala %10 seviyelerinde bulunması sıcak para için çok cazip bir atmosfer yaratıyor. Türkiye’ye 1000 dolar getiren yabancı, bunu Türk parasına çevirip 1300 YTL. ile borsada oynuyor. Ayda %10 kazanç sağlayıp bir süre sonra tekrar dolara dönerek ülkeden rahatlıkla çıkabiliyor. Böylece Batı ülkelerinde ancak onyıllar ile ifade edilen zamanlarda elde edilebilecek bir fmansal getiri Türkiye’de hala çok kısa sürede ka- zanılab iliyor.
Fakat sıcak paranın kazancı, sonuçta bizim alınterimizden çalman artı değerden pay alması sayesinde oluşuyor. Bu sermaye türü, cari açığı gözlüyor. Eğer cari açık belli bir seviyeyi aşarsa, olumsuz bir sinyal ortaya çıkarsa, olabilecek en yüksek seviyeden yeniden dolara dönerek hızla başka bir ülkeye yöneliyor. Tabii bu durumu biz doların bir anda pahalanması, devalüasyon olarak yaşıyoruz. İşler yolunda giderken bir anda her şey tersine dönüyor. Sıcak paranın ekonomi içinde edindiği yer ne kadar derinleşmişse çıkışının yarattığı şok dalgaları da o kadar yıkıcı oluyor.
57
|V -^ I U ^ M IV ^ U D A I /U U Ü
Sıcak para ne zaman kaçacak?
Korkulan o ki cari açığın bu seviyelere ulaşmış olması yabancı sermayeyi ürkütecek ve sıcak para hareketleri yön değiştirecek. Böylesi bir kararın verilmesi için gereken seviye nedir? Böylesi bir soruyu cevaplayabilmek pek mümkün değil. Çünkü bu durumu saf iktisat ile değerlendiremiyoruz. 2001 krizinde de açık olarak yaşandığı gibi tamamen uluslararası politik koşullarla ilgili bir süreçten bahsediyoruz. “Türkiye’nin içinde bulunduğu spekülatif yönlü büyüme
sürecinin aslında bir iktisadi krizin tüm yapısal koşullarını içinde barındırmakta olduğunu yerli ve yabancı tüm piyasa oyuncuları görmektedir. Ancak bu yapısal koşulların hangi şartlar altında bir krizi tetikleyeceği ve bu tetikleme sonucunda krizin nasıl ve ne süreçlerde tezahür edeceği konuları ise akademik yöntemlerle öngöremeyeceğimiz bir süreçtir?” (E- rinç Yeldan, Cari Açığa IMF yaklaşı- mı-II) Bu politikalar krizi her an mümkün kılıyor fakat krizin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ya da hangi biçimlerde yaşanacağı tamamen politik dengelere ve küresel güçlerin iradesine bağlı. AKP ise şu anda ekonomik göstergelerden ziyade Ortadoğu politikasında kendi yelkenlerini dolduracak rüzgarlara güveniyor. ABD ve IMF, İran ve Suriye hesaplaşması öncesinde ve Irak’ta işlerin sarpa sardığı şu günlerde Türkiye’yi bir iç karışıklığa itebilecek gelişmelerin önüne set çekmek için cari açığın finanse edilebilmesini sağlıyor diyebiliriz. Türkiye şu anda IMF fonlarından en fazla yararlandırılan ülke durumunda. Korkut Boratav, IMF’nin Türkiye’nin kendisine olan 20 milyar dolarlık borcunun üstüne yeni stand-by’la bir 10 milyar dolar daha vermeyi kabul etmesinin sebeplerini sorguladığı yazısının sonunda, bu anlaşmaya temel o- luşturan Uzmanlar Raporu’nun şu bölümünü alıntılıyor: “Üç yıllık bir program... 2007 Kasım’mda yapılacak bir sonraki genel seçimler için bir çıpa sağlayacaktır” Ve bu alıntıyı - şöyle yorumluyor. “2007 seçimleri i
çin bir çıpa görevini üstlenen IMF’nin olağan dışı desteği... Bu u- luslararası kuruluşun patronunun ABD olduğunu da hatırlatarak adını koyalım: IMF muslukları AKP’nin bir sonraki seçimleri kazanması amacıyla açılmıştır.” Her şey gayet açık gözüküyor. Bu anlaşma ile ABD sermayesi Türkiye’ye sahip çıktığını ve cari açığının bir krizi tetiklemesine “şimdilik” müsaade etmeyeceğini i- lan etmiş oluyor. Böylece yeni bir “tezkere şoku” yaşamamanın yolları örülmüş oluyor. Ilımlı İslamcı AKP’de böylece Ortadoğu halklarının dökülen Müslüman kanları saye-
Mfiutr utıii'ami ■ purrâmn suruürmeye devam edebiliyor. ABD’nin parasının . ve verdiği garantinin karşılığını alma konusunda tfe seviyede ısrarcı olacağını önümüzdeki günlerde hep beraber göreceğiz.
Gerçek bir yapısal dönüşüm için...
Yapılması gereken nedir peki? Kendimizi emperyalistlere pazarlamaktan daha aklı başında, daha onurlu ekonomi politikaları geliştirilemez mi? İhtiyaç öncelikle bir ekonomi politikasıdır. “Mali istikrar” bir ekonomi politikası olamaz. Bu hükümetin, devlet harcamalarını kısmak dışında hiçbir ekonomi politikası bulunmamaktadır. Bir avuç zengini mutlu etmek ve mümkün olduğu kadar da
kendi zenginlerini yaratmak. Bu politikasızlık) ülkenin sırtındaki en büyük kamburdur. Ülkenin ekonomi politikası tercihleri, perakendecilik yapmayı ekonomik mucize yaratmak zanneden büyük sermayenin iradesine bırakılmış durumdadır. İmalat sanayi içinde yaratılan katma değerin %65.7’si düşük teknoloji, %23.7si orta gelişkinlikte teknoloji ve ancak % 10.6 sı yüksek teknoloji temelinde yaratılmaktadır. (Milli Prodüktivite Merkezi 2005 raporu) Bu tabloyu değiştirecek ve verimlilik artışını çalışanları köleleştirmekten, günde 16 saat çalıştırmaktan başka yöntemlerle
sağlayacak bir ekonomi politikasından bahsediyoruz.
Bugün ekonomik planlamaya ve yıllardır yaşanan kısır döngüyü kırmaya yönelik politikalara her zamankinden fazla ihtiyaç olduğu a- çıktır. Stratejik sektörler belirlenmeli, ülkenin göreceli avantajları tespit edilerek yatırımlar bu avantajları ü- retime sokabilen alanlara yöneltilmelidir. Bu işi GİMA’yı almak için birbirine giren Türkiye’nin finans kapitali başaramaz.
Bu politikaları hayata geçirebilme yeteneği şu andaki sistemin rantını yiyenlerin karşısındaki güçlerde olabilir ancak. Kim ne derse desin bu role işçi sınıfı iktidarı dışında bir başka aday gözükmemektedir.
58
İSTANBUL’DA KENTLEŞME,
EMEK VE SGSYAL DIŞLANMAMehmet Vusufoğlu
Kentte sosyal eşitsizlik gittikçe artarken, tarım alanındaki neo-liberal uygulamalarla yeni bir göç dalgası beklenirken, yeni-yoksulluk dediğimiz bir yoksulluk türü ile karşı karşıya olan emekçilerin yaşam çevreleri ve evler olarak sağlıklı barınma hakları ile birlikte, güvenceli
iş, parasız eğitim ve sağlık gibi haklarını savunmaları için hem iş hem de yaşam alanlarında dayanışma temelli mücadeleleri ve hak alma temelli mücadeleleri geliştirmeleri önemli.
Önceki sayıda İstanbul’da kentsel dönüşüm konusunu incelerken kentin metalaşması konusuna değin- miştikl. Eski kent merkezlerinin ne- zihleştirilerek buralardaki rantın gerçekleştirilmesinin amaçlanması yanında borç ödeme telaşındaki AKP’nin ve üretim dışı alanlarda kar arayışındaki sermaye çevrelerinin, kenti tüm değerleri ve kültürü ile allayıp pullayıp satışa çıkarılması sürecinin önünü açtığına değinmiştik. Gecekondu bölgelerinin ana yollara, sahillere ve şehrin merkezine yakın konumda olanlarının yıkımlar ile rant kurbanı haline getirilmesi bu sürecin bir parçasıydı. Aynı zamanda Haydarpaşa, Galataport, Haliç, AKM, Radyo binası projeleri ormanlık araziye turizm bölgesi ilan edilerek yapılabilen Formulal pistinin inşası, kentin kuzey ormanlarına doğru genişlemesine neden olacak 3. köprü, Maslak gökdelenleri ve Duba- i Kuleleri kararları da hep benzer bir sürecin parçaları. Yoksulların kamusal mekanlardan ve şehrin merkezinden dışlanması anlamına gelen bu uygulamalar ara sıra anayasal engellere takılmakla birlikte ciddi bir şekilde devam ediyor. AKP’li belediyeyi, Hazine’yi bu yola iten neo-li- beralizmin üretim dışı alanları da kar alanı haline getirme isteği ve borç ö- deme zorunluluğu olmakla birlikte bu genel süreç Türkiye’de emlak fiyatlarındaki ve bununla bağlantılı o-
larak inşaat sektöründeki canlanma ile iyice hızlanmış durumda.
İnşaat sektöründeki büyüme ve emlak fiyatlarındaki yükselişin dönemsel nedenleri
Faizlerdeki düşüş sermayedarları ve yatırımcıları devlete borç vererek faiz getirisinden yararlanmak ya da repo faizi türünde faizlerden yararlanmak yerine başka alanlara kaymaya zorladı. Doların “esnek kur” politikaları çerçevesinde Türk Lirası karşısında değer kaybetmesi, yatırımcıları emlak sektörüne itti. Dolar değer kaybedince ihracata dayalı sektörlerin yurt dışına sattıkları mallar otomatik olarak değerlendi ve ihracatçı sektörlerin ihracatı azaldı, bu sektördeki sermaye başka alanlara yatırıma zorlandı. Bu alanlardan biri de ucuz işgücü kullanan bir sektör o- larak inşaat sektörü. AKP’nin de inşaat sektörünü hem ucuz hammadde kullanan hem de işsizliğin bir süre gizlenmesine neden olacak bir sektör olarak önemsemesi de tüm bunları birleştirdi. Kısaca emlak fiyatlarındaki “patlama”nm dönemsel nedenleri de bunlar. Sermayenin genel olarak üretim dışı alanları ve dolayısıyla kentsel mekanları metalaştırma, turizm ve ticaret akışlarına açma e- ğilimi bu süreçte iyice canlandı. Çok büyük sermaye gruplan inşaat işlerine girdiler. Uluslararası ölçekte rekabetçi bir üretim yapamayan ser
mayedarlar kentsel rantın cazibesine kapılıp, üretim dışı alanlara, iç piyasada metalaşmamış alanlara yöneliyorlar. Taksi plakalarının 400 bin YTL (400 milyar TL) olduğu bir kent İstanbul. Galataport, Haliç, Florya ve Zeytinburnu Sahilleri, Kü- çükçekmece’yi uluslararası spor merkezine dönüştürme projeleri artan emlak fiyatları ve kiraların yanı sıra yoksul emekçileri yerinden etmeye, kamusal alanları emekçilerin kullanımından ve toplumsal kullanımdan uzaklaştırıp zenginlere sunmaya aday “küresel” rant projeleri.
Emekçilerin durumu ve sosyal dışlanma
Geçmişte İstanbul’a göç eden e- mekçileri buradaki ilişki ağlarına bağlayan süreçler iki türlüydü. Dönemin ithal ikameci sanayileşme süreci olması ve İstanbul’da çok sayıda fabrika bulunması emekçilerin iş bulmalarının ve fabrikalar etrafında yerleşmelerinin gerekçesini sağlıyordu.
İkinci olarak gecekondulaşma ticarileşmemiş olduğu için ve arsa o- lanakları çok daha fazla olduğu için emekçiler arsa bulup evlerini kendi yapabiliyordu.2 Ev hem ileride yasallaşır umudu ile hem de ileride ö- nemli bir gelir kaynağı olabilir umudu ile emekçiyi sistemle birkaç yönlü bir ilişkiye sokuyordu, ancak bu
59
IV -H U O A lV -ŞU tSA l Z U U b
I
süreç emekçilerin kamusal mallara (su, elektrik, yol) ulaşmak için elbirliği ile çalışıp önemli bedeller ödedikleri ve bu sürecin yerel politik şekillenmeleri, ilişki ağlarını belirlediği bir süreçti. Emekçiler bu süreçte ciddi bir “sosyal sermaye” (ilişki a- ğı, dayanışma ve ortak davranma a- lışkanlığı , komşuluklar vs.) de kazandılar. Korkut Boratav’a göre 1980’lerden itibaren neo-liberal politikalar ile emekçi gelirleri düştüğünde evlerin artan değeri ve kira gelirleri emekçilerin düzene karşı i- taatkar olmalarını sağlayan en önemli etkendi.
Zamanla gecekondulaşmanın sağladığı avantajlar ise arazilerin a- zalması ve büyük şirketlerin ve güçlerin bu alana girmeye başlamasıyla iyice yok oldu. Yeni gelemer ve yeni nesiller gecekondu yapamaz oldular. “Gecekondu arazisinin giderek ranta açılmasıyla, kent çeperindeki arazi üzerinde artan bir rekabet ortaya çıkmış, bu durum da güçsüz kesimleri gecekondu, yapma sürecinden dışlamıştı. ”3 Bu gecekondu semtlerinin kiracılık oranını yükseltti ve emekçiler apartman kondularda kira vererek, kalabalık aileler halinde otur
mak zorunda kalıyorlar.
Emek örüntülerinin dönüşümü ve
yeni işler1980 sonrası dönüşüm, ulusal
kalkınmacı politikaların sona ermesi ile “formal” sektörün güçsüzleşme- sini getirdi. Gümrük duvarları ile korunan endüstriler işçi sayılarını azaltıp, işçi ücretlerini azalttılar. Kamu sektörü eskisi kadar çok iş sağlamazken, kentteki üretim atölyeleri ve fabrikalar yerlerini turizm ve ticaret yatırımlarına bırakmaya başladılar. Atölyeler çevre semtlere hatta kent dışına, rantın az olduğu alanlara kaymaya başladı. Örneğin Mer- ter’de atölyeler arkalarda kalırken, Bağcılar gibi semtlere giderken semtin ön mahalleleri tamamen tekstil ticareti, büro ve mağazalarla doldu.
Eskiden üretim merkezlerine yakın olarak kurulmuş olan semtlerde çalışanlar artık daha çok hizmet sektöründe iş bulabiliyorlar ya da işsizler. İşsizlik çok önemli bir sorun. İnşaat sektörü niteliksiz emek için geçici işler sağlasa da bu yeterli ve düzenli olmuyor. Hizmet sektöründe i-
se kadın emeği kullanımı daha yoğun, düzensiz çalışma yaygın. Çoğu sonradan gelişen çevre semtlerde a- çık arayla tekstil ve giyim atölyeleri yaygın. Fakat bu sektör döviz kurundaki dalgalanmalara, krizlerin etkilerine ve dünya piyasasındaki duruma çok açık. Tekstil sektörü de kadın emeğinin çok kullanıldığı, düşük ücretlerin, esnek ve düzensiz çalışmanın hakim olduğu bir alan. Ayrıca bu atölyeler de yavaş yavaş sonradan kurulan ve uzak semtlere (Zümrü- tevler, Sultanbeyli, Kıraç, Esenyurt) hatta Anadolu kasabaları ve nüfus yoğunluğunun görece çok olduğu kırsal alanlara kayıyor. Kente uzaklık emekçilerin işini ve alternatiflerini daha da azaltıyor. Bursa, Denizli, G.Antep, hatta Tokat gibi şehirlere ve bunların kasabalarına doğru kaymadan söz edilebilir. Anadolu yakasına doğru da bir kayma var, ancak Anadolu yakası ve E5’in üzeri Gebze’ye kadar halen formel ve sigortalı işçi olarak üretim sektöründe çalışanların da çok olduğu bir kısım. Fabrikalar, Organize Sanayi Bölgeleri, tersaneler çok sayıda taşeron kullanmalarına rağmen Avrupa yakasına kıyasla daha çok sigortalı, kayıtlı işçi çalıştırıp daha geleneksel sınai üretim sektörlerini temsil eden üretim biçimlerine sahipler.
Emekçiler için zanaatlar ve usta- çırak ilişkilerine dayalı geleneksel iş kolları da eskisine göre bir alternatif sunmuyor. Oto tamir, terzilik, bakkallık, mobilya, ev içi tamir işleriyle geçinenler bu sektörlere büyük markaların, şirketlerin girişiyle ve süper marketlerin etkisiyle eskisi kadar çok değil. İstanbul’da üretim merkezleri dışarıya çıkarken; oteller, restoranlar, süper marketler, alışveriş merkezleri gibi yeni hizmet işçilerini çalıştıran yerler ortaokul veya lise mezunu gençleri ve özellikleri bayanları tercih ediyorlar. Bu tercihte kültürel olarak ‘kente uyum sağlamış’ olmak önem taşıyor. Bu anlamda İstanbul’un emekçi ve yoksul semtleri olarak bilinen bazı semtlerinde emek örüntüleri ciddi oranda değişiyor.
Kısaca söylersek hem barınma
Eskiden üretim merkezlerine yakın olarak kurulmuş olan semtlerde çalışanlar artık daha çok hizmet sektöründe iş bulabiliyorlar ya da işsizler. İşsizlik çok önemli bir sorun.
Süyüdüklerirfde de farklı bir iş ycıpcicok değiller
40
OCAK-ŞU BAT 2006 C jjO İ
imkanları ve bunun getirdiği yerel dayanışma ilişkileri hem de iş imkanları ve düzenli çalışma oranları azalıyor. Kamu hizmetlerine ücretsiz ulaşım ise ortadan kalkıyor. İstanbul’da gelir dağılımı gittikçe bozulurken araştırmacılar homojenliğin kayboluşundan, orta sınıfın yok oluşundan bahsediyorlar. Çağlar Key- der’e göre kentte gelir dağılımı bozukluğunu gösteren Gini Endeksi 1984’te 0.43 iken 1994’de 0.58. Şimdi ise bundan daha yüksek.4 Gelir dağılımı bozuldukça bu yeniden hizmet sektörünü besliyor, daha çok insan daha kötü koşullarda zenginlere hizmet için çalışmaya razı oluyor.
Bu semtlerin yerel politikacıları da değişen nüfus yapısına ve rant i- lişkilerine göre tavır alıyor. Yeni göç edenlerin tercihlerine göre değil, piyasa yönelimli ticari projelere göre kentsel yenileme ve gelişim projeleri uygulanıyor. Ticaret merkezleri, düğün ve konferans salonları, varoş semtlerinde trafiğe kapalı tüketim caddeleri açan, lüks konut siteleri yaptırıp satan belediyeler, para getirmeyen sosyal projelerden ve toplumsal dayanışma projelerinden (aşevleri, ücretsiz kreşler, gençlik ve spor merkezleri, sağlık ocakları, kültür merkezleri) uzaklaşıp bu hizmetleri ancak asgari ölçülerde veriyorlar. Yeni kurulan 80 sonrasının son varoşlarında ise altyapı yatırımları ve dağıtılan yardımlar AKPTi belediyelerin önemsedikleri en ciddi politikalar.
Sağlıklı barınma ve güvenceli çalışma
hakkıKentsel rant ve yıkım projeleri
yoksulları kentsel mekandan veya mekanın kullanımından dışlarken kent içi ve kentler arası ciddi göçler ve yoğunlaşmalar yaratacaktır. E- mekçilerin yıllarca uğraşarak, vergiler ödeyerek elbirliği ile ve çeşitli politik yöntemlerle, patronaj ödünleri ile geliştirdikleri semtler eğer rant alanı ise istimlak ve yıkım tehdidi altındadır. Yıkımlar bir yana emekçiler için barınacak ucuz konut ve
yaşama bölgeleri bulmak, hatta iş merkezlerine yakın konut bulmak gittikçe zorlaşacaktır. Kentsel rant, hizmet sektörünü geliştirerek emek örüntülerini de değiştirmektedir, sözleşmeli ve düzensiz çalışmayı beslemektedir. Hizmet sektöründe kadın emeği, genç işçilik öne çıkmaktadır.
Kentsel dönüşüm ve yenileme tehdidi yanında emeğin semtlere göre değişen yapısı emek örgütlerini de farklı semtlerde farklı sorunlarla karşı karşıya bırakırken, sol güçler geleneksel olarak güçlü oldukları semtlerde değişen ve çoğu zaman çeşitlenen emek yapısı ve kentsel gelişmeler nedeniyle -ya da bunlara karşı önlem alamadıkları için- ciddi güç kayıplarına uğruyorlar. İşçilerin, işsizliğin yoğunlaştığı ve düzensiz çalışmanın, sömürünün, hak gasplarının yoğun olduğu semtlerin önemli kısmı artık solun mücadele geleneğinin çok olduğu, sokakların afişlerle dolu olduğu semtler değil. Semtlerdeki, bu yazıda çok genel olarak de- ğinilebilen, emek yapı ve örüntüle- rindeki dönüşümleri tartışmak, incelemek ve iyi değerlendirmek gerekiyor.
Kentte sosyal eşitsizlik gittikçe artarken, tarım alanındaki neo-libe- ral uygulamalarla yeni bir göç dalgası kentlere doğru beklenirken, yeni -
yoksulluk dediğimiz bir yoksulluk türü ile karşı karşıya olan ve toplumsal çürüme, etnik ayrılık gerilimleri içinde yaşayan emekçilerin yaşam çevreleri ve evler olarak sağlıklı barınma hakları ile birlikte, güvenceli iş, parasız eğitim ve sağlık gibi haklarını savunmaları için hem iş hem de yaşam alanlarında dayanışma temelli mücadeleleri ve hak alma temelli mücadeleleri geliştirmeleri ö- nemli. Çalışma ve barınma sorunlarını birleştirmek, yereldeki mücadelelerin ufkunu açacak, alternatif bir kent ve iktidar mücadelesini besleyecektir.
Dipnotlar1 Metalaşan Kent, Ticarileşen Belediye, Dışlanan Yoksullar: Rantsal Dönüşüm başlıklı yazı.2 Bu süreç sermayedarların iki açıdan işine geldi. Hem emek maliyeti düşüyordu hem de devlet emekçilerin barınması için ayırmadığı kaynakları sermayedarlara teşvik ve destek olarak veriyordu, sanayileşme politikaları adına.3 Tahire Erman, Gecekondu Çalışmalarında Öteki Olarak Gecekondu Kurguları, European Journal of Turkish Studies, 2004.4 Çağlar Keyder, Küreselleşme ve İstanbul’da Sosyal Dışlanma, Int.Journal O f Urban and Reg. Research, Mart 2004.
41
D İS K NE YAPIYOR?Nihal Kayacan
Bu arayış merkez solda AKP'nin alternatifini yaratma çabasıdır. Milliyetçi, MGK'ci, şovenist çizgide iyice muhafazakârlaşmış, Kemallst-Laikçi orta sınıf dışındaki kitle desteklerini kaybetmiş CHP çizgisinin karşısında serbest piyasacı, AB'ci, çok kül
tü rlükçü bir sosyal demokrat çizgi arayışıyla ile sınırlıdır.
DİSK’in adı bir süredir yeniden manşetlere çıkmaya başladı. Am^ bu kez grevler ve işçi eylemleriyle sarsılan 1970Ti yıllardan çok farklı görüntülerle. Özellikle doğan medya grubunda DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’den övgü dolu sözlerle bahseden yazılara sıkça rastlanır oldu.
24 Aralık 2005 tarihli Milliyet gazetesinde “Büyük patronla devrimci işçinin ‘özgürlükler’ ittifakı” başlığıyla geçen haber son örnektir. Bu haberde gündemleşen olaylar dizgesinin gelişimine dair kısa bir hatırlatma yapalım: TÜSİAD yetkilileri, Ankara’daki toplantılarında, ekonomideki gidişatın iyi olduğunu dile getirmiş, ancak yeni Ceza Kanunu’nun 301. maddesinden açılan davaları ve Van 100. Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın’a açılan davayı eleştirmiş ve seçim yasasındaki baraj sisteminin değiştirilmesi gerektiğini söylemişlerdi. Bunun üzerine T. Erdo
ğan, “TÜSİAD bir sanayici ve işadamları demeğidir. Sanayici ve işadamları demeği kendi ilgi alanı içinde değerlendirmelerini yaparsa ülke için çok daha faydalı olur” demiş ve “yargıya müdahale ediliyor” sözleriyle bir tür suç duyurusunda bulunmuş, bunun üzerine de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı inceleme başlatmıştı. Bu gelişmeler üzerine Süleyman Çelebi, TÜSİAD yetkilileri Ömer Sabancı ve Mustafa Koç’u telefonla arayarak desteğini iletmiş, M. Koç için gerekirse yürüyeceklerini deklare etmişti. Gazetenin manşete taşıdığı haber Çelebi’nin bu “desteğine” dairdi. Doğan Medya gmbunun benzer desteklerine Milliyet yazan Güneri Civaoğ- lu’nun 24.12.2005 tarihli köşesinde “nehir roman” başlıklı yazısında ve27.12.2005 tarihli Hürriyet gazetesinde Yalçın Doğan’ın “Ezberi bozan sendikacı: Çelebi” başlıklı yazısında da rastlamak mümkündü.
17 Aralık’ta KESK, TMMOB ve TTB ile birlikte düzenledikleri “Demokratik Türkiye, Halk İçin Bütçe” mitinginde DİSK korteji bin kişiyi bulmuyordu. Çelebi, Koç için kaç kişi yü- rü(t)meyi planlıyordu acaba?
Son birkaç aydır DİSK’i manşetlere taşıyan olaylardan ilki 12 Eylül darbesinin 25. yıldönümünde yapılacak o- lan mitingin hazırlıkları esnasında yaşanmıştı. 78’liler Demeği’nin çağrıcısı olduğu mitingde, darbenin yarattığı tahribatı kınamak, sorumlularından hesap sormak ve demokrasi mücadelesine sahip çıkıldığını göstermek amacıyla siyasi örgütler, sendikalar ve kitle örgütleri yan yana gelmişti. Hazırlık toplantıları sürerken DİSK yönetimi, bu mitingde DEHAP’hların kendi taleplerini dile getirme “olasılığı” nedeniyle çekildiğini duyurmuş, bununla da kalmayarak, Türk ve Kürt milliyetçiliğine eşit mesafede durduklarını, 70 Ti yıllarda nasıl Türk milliyetçiliğiyle yan yana gelmedilerse bugün de Kürt milliyetçiliği ile mesafe koymakta tereddüt etmeyeceklerini söyleyerek, tertip komitesine mitingi iptal etmeleri çağrısında bulunmuştu. Bunu fırsat bilen valilik de güvenlik gerekçesiyle mitingi erteleme yoluyla yapılmasını engellemişti. Süleyman Çelebi’nin bu tavrı yine Milliyet gazetesinde Taha Akyol’un köşesinde gündemleştirilmişti. Taha Akyol, kısa bir süre sonra yeni bir “sol” parti girişimine önayak olacağı duyumunu aldığı Çelebi’nin bu sağduyusunu kutluyor, bu tavrın parti girişimi açısından da önemli olduğunu vurguluyordu. Anlaşılan o ki, kimi sermaye çevreleri “yeni bir ‘sol’ partinin siyasi çerçeve-
42
OCAK'ŞUBAT 2006 C ]O İ
si”ni çizmişler ve Çelebi’nin bunun sınırları içinde kalacağına ilişkin mesajlarını hoşnutlukla karşılıyorlar...
DİSK neyi ‘kolaylaştırmak’
istiyor?Nitekim DİSK’in 14-15 Ekim’de
Bolu Koru Oteli’nde ve 10 Aralık’ta İstanbul Dedeman Oteli’nde yaptığı toplantılar, bu sürecin daha iyi kavranmasını sağlayacak verileri oluşturmaktadır. 10 Aralık’taki toplantıya katılan 400’e yakın davetli, sosyal demokrat partilerin eski-yeni siyasetçileri, sivil toplum örgütleri üyeleri, akademisyenler ve sanatçıların bir seçkisinden oluşmakta... “DİSK yeni bir parti girişiminin mi içindedir?” sorularına sıkça muhatap olan toplantılara dair Çelebi, “Bu girişim, ne hemen bugün bir parti kurmayı ne de sonu belirsiz bir tartışmayı hedefliyor. Arayışımız ve yapmak istediğimiz, solda sağlıklı, sistematik ve objektif bir tartışma süreci başlatmak, buradan hareketle solda yenilenme, bütünleşme ve kitleselleşme yolunda kolaylaştırıcı bir rol oynamaktır” açıklamasında bulundu. AKP’nin artık yıpranmaya ve oy kaybetmeye başladığını ileri sürerek, “Bu koşullarda muhalefet partilerinin yükselişe geçerek demokratik bir alternatif yaratması beklenir. Olması gereken de sağın karşısında sol bir partinin alternatif çıkmasıdır... Türkiye siyasetinin sol kanadında ciddi bir tıkanıklık yaşanıyor. Soldaki hiçbir parti iktidar seçeneği olamadığı gibi güçlü bir siyasal muhalefet de üretemiyor, demokrasi terazisinin sol kefesi boş. Sağın alternatifinin yeniden sağ olma tehlikesi Türkiye’nin geleceğini karartıyor.” diye konuştu.
Açık ki ‘sol’ bir parti girişimi ile karşı karşıyayız ve bu parti önümüzdeki seçimlere hazırlanmak isteniyor. E- ğer başarabilirse bu yeni parti siyasette AKP tıkanıklığını dengelemek isteyen
güçlerin işlerini “kolaylaştırabilir”. Ö- zellikle Türkiye’nin AB sürecini hızlandırma, bu sürecin gerektirdiği dönüşümleri yapma konusunda isteklilik bu oluşumun en öne çıkan özelliği. Bu noktada şunun gözden kaçırılmaması gerekir: AB’ye girmekten çıkarı olacak güçlerin gerçek siyasi temsilcisi AKP değildir, ama bir merkez sol parti de değildir. Onların istediği asıl alternatif merkez bir sağ partidir. Bu girişim gerçek anlamda kitlelerden ciddi bir destek alıp en azından AKP’den daha iyi bir alternatif olduğunu ispatlayana kadar da bu kesimlerden kimi göz kırpmalar dışında ciddi bir destek alması beklenemez
‘Liberal-Sosyal Demokrat’ çizgi
Bu girişimin ilk çabasının, ‘sol’ sözünün geçtiği her oluşumun olmazsa olmazı olan yoksul kesimlerin taleplerine sahip çıkarak onların desteğini almak değil, AB ve/veya AB’ci güçlerin desteğini almak olduğu görülüyor. Çelebi’nin 12 Eylül mitinginin altını oymak pahasına Kürt hareketi ile mesafe koyma çabasını da, M. Koç’a sahip çıkarak demokrasiden ne anladığını gösterme çabasını da bu şekilde okumak gerekir. Toplantıların çağırdığı kesim
ler ve gündemleştirdiği konulara bakıldığında da bu açıkça görülecektir.
DİSK’in “yeni bir sol” arayışının i- çinde emek ve sınıf kavramları üzerine oturtulmuş hiçbir çaba görülmüyor. Bu ‘sol’ siyasetin kitlesi ‘girişimciler’ dahil her sınıftan ‘sofu barındırıyor. “E- konomik konumu ne olursa olsun Cumhuriyete ve onun değerlerine sahip çı
kanlarda bu siyaset yapılacaktır.
Bu siyasetin ekonomi politikasının ne olacağını anlamak için verilecek en iyi örnek: Gencay Gürsoy’un toplantıda sorduğu “Solun sol kanadı dışlanıyor mu?” sorusuna, panelist Prof. Dr. Burhan Şenatalar’m “Sol kanattan anladığımızın ne olduğu önemlidir. Anladığımız kolektivizme inanan ve piyasa ekonomisini reddeden sol ise onlarla yolumuz ayrılıyor. Ancak sol kanattan kastedilen Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) gibi seçeneklerse bu girişimde yerleri vardır ve çok şey de katarlar” yanıtıdır. Bu yanıt hem söz konusu girişimin en sol çizgisinin ÖDP o- labileceğini belirtiyor hem de daha ö- nemlisi piyasa düzenci, yeni liberal çizginin esas alınacağını vurguluyor. Bu a- rayış dünyada kendi siyasi çizgisini o- luşturmuş ve yıllardır uygulana gelen bir politikaya işaret ediyor. Öncülüğünü İngiltere Başbakanı Tony Blair ve Almanya eski Başbakanı Gerhard Schroeder’in yaptığı “Üçüncü Yol” tezlerini içeren bu politikalar ne Almanya’da ne de İngiltere’de işsizliğe, yoksulluğa, demokrasiye, sosyal güvenlik taleplerine dönük çözümler üretebilmiş değildir. Türkiye’de bu tezlerle yeni tanışmıyor. Burjuva siyasetin bir önceki tıkanma noktasında, Dünya Banka- sı’ndan ithal edilen Kemal Derviş’in
uygulam alarıyla ilk örneklerini yaşamıştır.
Bu arayış merkez solda AKP’nin alternatifini yaratma çabasıdır. Milliyetçi, MGK’ci, şovenist çizgide i- yice muhafa- zakârlaşmış, Ke- malist-Laikçi orta
sınıf dışındaki kitle desteklerim kaybetmiş CHP çizgisinin karşısında serbest piyasacı, AB’ci, çok kültürlükçü bir sosyal demokrat çizgi arayışıyla sınırlıdır, CHP’nin merkez, sol olma misyonunu her gün daha fazla kaybettiği bir ortamda bu arayışın belli bir karşılığı da olabilir. Ama kitlelerle buluşma zemini yaratılabildiği oranda. Şu ana dek yapılanlar ve söylenenlerden bunun i- puçları çıkmamakta. Tam bu noktada
Bu girişimin ilk çabasının, 'sol7 sözünün geçtiği her oluşumun olmazsa olmazı olan yoksul kesimlerin
taleplerine sahip çıkarak onların desteğini almak değil AB ve/veya ÂB'ci güçlerin desteğini almak olduğu
görülüyor. Çelebinin 12 Eylül mitinginin altını oymak pahasına Kürt hareketi ile mesafe koyma çabasını da, M. Koç'a sahip çıkarak demokrasiden ne anladığını
gösterme çabasını da bu şekilde okumak gerekir.
45
C|O I OCAK'ŞUBAT 2006
Süleyman Çelebi üzerinden DİSK’in bu tartışmalardaki yeri nedir diye sorarsak, yine Çelebi’nin deyişiyle “kitleselleşme” noktasında kolaylaştırıcı rol oynaması beklentisi diye cevaplanabilir kanımızca.
DİSK’in çizgisine dair12 Eylül yasaklarının kalkıp da
DİSK’in yeniden örgütlenme olanağı bulabildiği 90’larm başından itibaren üye sayısında artış değil sürekli bir erime görülmektedir. Gerçek üye sayısının (diğer işçi sendikalarında da olduğu gibi) kaç olduğu konusunda bilgiye u- laşmak mümkün olmasa da yarı yarıya düştüğü konuşulmakta. Bırakınız diğer talep eylemlerini, 1 Mayıslarda bile DİSK kortejindeki işçi sayısı birkaç bini aşmamakta.
Bu salt bize özgü bir olgu değil. Latin Amerika benzeri özgün örnekleri saymazsak yeni liberal saldırılar dünyanın pek çok noktasında fordist dönemin sendikalarını ciddi bir krize sokmuş durumda. Bunlar hak kazanma sürecinin gerisine düşmeye başlamış, ellerindeki mevzileri bile koruyamaz hale gelmişlerdir. Ancak yeni dönemin niteliğine göre örgütlenme, işçi/emekçi- lerin talepleriyle buluşma ve bunun
mücadelesini kararlıca verme yollarını bir seviyede olsun keşfetmiş örgütlenmeler umut vaat edebilir noktadadır. Gelinen noktada DİSK (içindeki kimi sendikaların arayışlarını bu eleştirinin kısmen dışında tutsak da), bu konuda i- yi bir sınav vermediğini gözler önüne sermektedir.
DİSK içinde uzun yıllar örgütlenmede çalışmış bir sendikacı olan Kemal Sarı DİSK’teki üye işçi sayısında artış olmamasının nedenini sendikacıların yanlışlarına bağlıyor. “Her işyerinde iyi teşkilatçı işçiler vardır. Bunlara sahip çıkıp, birtakım vasıflarla donatıp, çok daha az paraya sendikanın örgütlenme dairesine almak yerine, danışman adı altında bir sürü ıvır zıvır a- damlarla dolduruyorlar. Sendikalarda örgütlenme daire başkanı var, ama aşağıda örgütlenme ekibi yok.” (Kemal Sarı ile röp., Bu Düzende İş Yok, 2005, Alaz yay.) Örgütlenmeyi ilk gündem maddesi olarak almayan ve örgütlenme ekipleri oluşturup bunları aktifleştiremeyen bir sendikal anlayışın tüm diğer koşullar olumlu olsa bile başarılı olması çok güçken “sendikal harekette kriz” olarak adlandırılan bir dönemin AB fonları ile geçiştirilemeyeceği açık olsa gerek.
Hem solun hem de sendikal hareketin yaşadığı krizin salt örgütlenme sorunu olmadığı, aynı zamanda politik ve ideolojik bir sorun olduğu da artık tartışma götürmez boyutlarda. Bu örgütlenmelerde değişim ve dönüşümün önünü tıkayan yapısal sorunlar, önemli ön tıkayıcılar. Örgüt içi demokrasiden taban inisiyatifinin nasıl sağlanacağına, ücret sendikacılığını aşmaktan işyerlerinde ve yaşam alanlarında işçi/emekçi- lerin karar alma mekanizmalarına nasıl katılacağına, üretim alanlarının parçalanıp yeniden biçimlendirilmesine karşı nasıl mücadele edileceğinden parçalanmış sınıfsal yapının yeni dönemde hangi taleplerle bütünleştirilebileceğine kadar burada sayamadığımız pek çok sorun var, ele alınıp çözüme kavuşturulmayı bekleyen... Eğer DİSK bir yeniden yapılanmaya, bir dönüşüme hizmet etmek istiyorsa yeni liberal saldırıların karşısında barikat örmeye ve ardından karşı saldırı başlatmaya hizmet edebilecek bu noktalardan başlamalıdır kanımızca.
Ancak bu üç olgu (12 eylül mitinginde alman tavır, M. Koç’a destek ve yeni bir solun kolaylaştırıcısı olmaya soyunma) her biri tek tek ve/veya birlikte ele alındığında DİSK’in -en azın
dan içindeki hakim e- ğilimin- gerçekte sermaye karşıtı ve yoksul emekçilerden yana bir örgütlenmenin geliştirilmesi değil, sistemin neo-liberal
politikalar ve AB’ye uyum süreci çerçevesinde yeniden yapılandırılması sürecinde “kurucu rol” üstlenme çabası i- çinde olduğunu göstermektedir. Diğer yandan özellikle son bir yıllık pratik süreç bu eğilim konusunda güçlü ipuçları verse de DİSK’in yekpare ve çelişkisiz olarak davrandığını düşünmemek gerekir. Gerek 12 Eylül mitinginde gösterilen tavra içeriden eleştirilerin yapılması gerekse son yaşanan olay ü- zerine Birleşik Metal İş’ten DİSK’in ‘D ’sini savunmaya devam edeceklerini deklare eden ve DİSK’in kuruluş ilkelerini hatırlatan bir açıklamanın yapılması bunu gösteriyor. Elbette sürecin akışına yön vermek, niyetlerin çok ötesinde çabalar istiyor.
DİSK'in gerçekte sermaye karşıtı ve yoksul emekçilerden yana bir örgütlenmenin geliştirilmesi değil, sistemin neo-İiberal politikalar ve AB'ye uyum süreci çerçevesinde yeniden yapılandırılması sürecinde
"kurucu rol" üstlenme çabası içinde olduğu görülmektedir.
24-26 Kas i m ’ dan
4-5 Mart’a selamMert Büyükkcırabcıcak
ğitlm emekçileri direnebilme yeteneklerini 26 Kasım'da bir kez daha ortaya koydular. AKP'yi "ayarlama mevsimiyle de çakışınca eylem bir anda tüm Türkiyeli emekçilerin gündemine o- turdu. Şimdi bu enerjimizi, gündeme gelmiş olan Yeni Emeklilik ve Genel Sağlık Sigortaları Yasaları başta olmak üzere eğitim emekçilerinin gerçek sorunlarıyla bütünleştirerek sınıfın tümü
nü ateşleyebilecek bir mücadelenin inşasına girişmek için kolları sıvama vaktidir.
Eğitim-Sen, kapatma davasının tamamlanması sonrasında bir hareketlenme sürecini yaşıyor.
Büyük Eğitimciler Yürüyüşü bir Eğitim-Sen klasiği olarak yukarıdan aşağıya doğru gelişen bir faaliyet oldu. Eylemin gerçekleşeceği çok öncelerden duyurulmuş olmasına rağmen talepler ile ilgili tabanda bir tartışma başlatılamadı. Eyleme 3 hafta kala şubelere çok detaylı bir plan gönderildi. İller ilk kez bu kadar devre dışı bırakıldı. Genel Merkez işlerin çoğu kez istendiği biçimiyle gitmemesinin topunu illerdeki yöneticilere atıyor olmalı ki böylesi bir tavrı belirledi. Fakat bu tavır biraz abartılarak gerçekten de son yılların en merkezi düzeyde yürütülmeye çalışılan eylemi yaşandı.
Eylem öncesinde Genel Merkez yöneticilerinin ö- zellikle İstanbul ve İzmit’te toplantılar gerçekleştirmeleri, yazılı materyallerin zenginliği, taleplerin bu sefer çok geniş kesimleri kapsayacak bir biçimde hazırlanmış olması sürecin olumlu yanlarıydı. Fakat şurasını da belirtmek gerekiyor ki eylemin talepleri ile ilgili şubelere ulaşan ilk taslaktaki çerçeve son derece sınırlıydı. Bütün yük 10 milyonluk ücret talebine verilmişti. Özellikle saldırı yasalarının neredeyse hiç gündeme alınmaması, özellikle de Kariyer Sınavları ile ilgili tek bir kelime edilmemesi tabanda bir rahatsızlığa yol açtı. Gerçi sonradan eylemin çerçevesinin daha geniş olduğu ortaya çıktı, ama bu ilk baştaki yanlış bir aktarımdan mı kaynaklandı yoksa bölge toplantılarındaki eleştirilerin etkisi mi oldu, bunu bilemiyoruz.
Eylemin en çok göze batan özelliği uzunca bir süredir atalet içerisinde olan DSD grubunun bu eylemi tamamen kendi eylemi gibi algılamasıydı. Zaten eylem anında inisiyatif çoğu zaman sendika örgütlerini by pass edecek bir biçimde DSD teşkilatı üzerinden yürütüldü. Bu durum önemli bir yabancılaştırıcı etki yarattı. Özellikle EMEP çevresi tarafından ise bu eyle-
45
<_|OI OCAK-ŞUBAT 2006
min Alaaddin Dinçer’in kişisel girişimi olduğu yönünde bir algılama biçimi etrafa yayılmaya çalışıldı. Yine EMEP’in Türkiye Kongresinin eylemle aynı günlere denk gelmesi dolayısıyla birçok EMEP’li yöneticinin eyleme katılamayışı çeşitli değerlendirmelere sebep oldu. Bu iki grup a- rasmdaki sürtüşmelerin anlamsız boyutlara vardırılması ve rekabetin siyasi yönünün zaman zaman bütünüyle ortadan kalkarak tartışmaların kişiselleşmesi grupçuluğun olumsuz etkileri açısından yeni deneyimler e- dinmemize yol açtı.
Bakan’ın açıklamaları eylemi körükledi...Eylem atmosferinin oluşumunda
Milli Eğitim Bakanı’nm dengesiz a- çıklamalarmm çok önemli rolü oldu. Okullara gönderilen ve tehdit içeren bir emirin deşifre olması sonrasında ciddi bir tepki oluştu. Yine ücretlerin 10 milyon olması talebinin önce ö- neri olarak Maliye Bakanlığı’na sunulması, sonrasında ise hızla geri çekilmesi ve bunun sadece samimiyetsiz bir politik manevra olduğunun ortaya çıkması katılımı olumlu yönde etkilemese bile eyleme katılanları motive etti.
İstanbul ve İzmit’teki yürüyüşlerde herhangi bir olağanüstülük yaşanmadı. 24 Kasım günü yapılan
Taksim yürüyüşüne il dışından 750 kişilik bir katılım- olması gerekiyordu. Fakat gelişler bu rakamın yarısına ancak ulaştı. Dolayısıyla genel merkez büyük şehirlerin katılımını yoğunlaştırması için girişimlerde bulundu. Fakat tabandan eyleme çok yoğun bir katılım olmadı. Ankara’ya giden kitle açısından da bakıldığında sayısal erimenin devam ettiği görülmekteydi. Eyleme katılanlarm sayısı neredeyse kapatma davası sürecinde Milli Eğitim Bakanlığı önünde yapılan basın açıklamasına katılanlarm sayısı kadardı (5-6 bin kişi).
Eylemin içeriğini gerçekten dolduran ve ülke çapında etki yaratmasını sağlayan ise Ankara kapısında ve Güven Park’ta yapılan direnişler oldu. Genel Merkez, Ankara Valili- ğ i’nin tehditlerini her zamanki göz- dağlarmdan ayırtedemedi, Oysa Şemdinli sonrasında yapılan Güvenlik Zirvesi’nde alman kararlar ve Milli Eğitim Bakam’nm kendisiyle restleşilmesinden duyduğu rahatsızlık eğitim emekçilerinin karşısına ciddi bir barikat kurulmasına yol açtı.
İstanbul-Ankara karayolunda toplanan eğitim emekçileri 26 Kasım günü yetersiz bir hazırlığa rağmen ö- nemli bir direnişe imza attılar. Kitle hareketinin geriye çekilme ruh halinin egemen olduğu bir dönemde her
kese moral verecek, özellikle Eği- tim-Sen’den ümit kesmiş üyelere yeniden bir sıcaklık kazandırabilecek bir kararlılık ortaya kondu. Sabah saatlerinde gerçekleştirilen fiiili yol kesmeler Genel Merkez’in müdahalesi ile engellendi. Özellikle DSD’li gruptan kaynaklanan, yol keserek direnişi tetiklemeye çalışan emekçilere yönelik kraldan çok kralcı saldırganlık alandaki havayı dağıtacak bir etki yarattı. Sürekli “provakasyon avcılığı” ruh hali ile davrananlar yüzünden ciddi tartışmalar yaşandı. K olektif davranabilme yeteneğini zayıflatan bir durum ortaya çıktı.
Kararlı direniş ülkeyi ayağa kaldırdı...
Son yol kesme ise biraz da zorlama ile yaşandı. Fakat gaz bombalarının ve tazyikli suyun yarattığı ciddi yaralanmalara rağmen emekçiler kararlılıklarını sonuna kadar devam ettirdiler. Eylem Genel M erkez’den gelen talimat üzerine sona erdirildi. Sürekli disiplin vurgusu yapanlar, yolun trafiğe açılması sonrasında saatlerce eyleme katılanları bilgilen- dirmeksizin beklettiler. En temel ihtiyaçların karşılanması noktasında bazı sıkıntılar ortaya çıktı.
Belki de sonuç alınabilecek, karşıdaki güçlere geri adım attırabilecek bir kırılma anında Genel Merkez direnişi mantıki sonuçlarına vardırma noktasında yetersiz kaldı. İşin bu noktaya gelebileceğine dair bir hazırlık olmadığı için eylemcilerin kararlılığına, yaralılara, bedel ödenmesine rağmen yollar açılamadı. 2003 Ağustos’undaki eylemdeki kararlılık burada ortaya konamadı. İstanbul bölgesinden gelenler bir gece daha çok zor koşullarda sabahladıktan sonra “farklı yollardan” Ankara’ya giriş yapabildiler, ama diğer yollardan gelenler için böylesi bir olanak oluşmadı. Bunlar bir sonraki gün de Ankara girişinde bekletildikten ve ancak çok sınırlı sayıda eylemci “sızabildikten” sonra geri dönüş yoluna koyuldular. Eylemin Pazar günkü bölümü ise bir önceki günkü kadar yüksek tansiyonlu değildi.
46
OCAK'ŞUBAT 2006 C|O İ
Eğitim emekçileri mücadele kararlılığını
ortaya koydu...Fakat saldırıya karşı gösterilen
direniş ve eylemin son derece meşru talepleri eylemin yarattığı sonuçlar açısından çok olumlu bir atmosferin ortaya çıkmasına yol açtı. Aynı gün Türkiye’nin dört bir yanında Ankara’da direnen eğitimcilerle dayanışma eylemleri gerçekleşti, alanlar Ankara’ya gelmeyen, fakat sendikasına sahip çıkmaktan da geri durmayan e- mekçilerin toplanmasıyla hareketlendi. Eğitim Sen, kendisini eğitim emekçilerinin meşru taleplerinin gerçek temsilcisi olarak bir kez daha ortaya koymuş oldu. Çalışma koşullarının yapısal bir değişikliğe uğra- tılmaya çalışıldığı şu günlerde direniş mevzilerini güçlendirebilecek bir dalganın oluşma koşulları yaratıldı.
Direnişten aldığımız güçle zaaflarımızı
aşalım...Fakat bu eylemde ortaya çıkan
direniş ruhu şu ana kadar varolan kimi yapısal problemlerin üzerini örtebilecek seviyede değil muhakkak ki. Tabanın süreçlere katılımının önündeki engellerin kaldırılamaması, sendikanın gündelik hayatta karşılaşılan sorunlarda bir çözüm gücü o- luşturamaması, sendikal mücadelenin kazanıma yol açabileceğine dair güvenin bir hayli sarsılmış olması gibi çok köklü sorunlarla karşı karşıya kaldığımız muhakkak. AKP hükümetinin kadrolaşma konusundaki üstün yetenek ve azminin yaratmış olduğu tedirginlikle de birleşince yukarıdaki etkenlerin olumsuz etkileri daha da ağırlaşıyor. Sendikanın daha politik kadroları arasındaki ilişkiler ise daralma dönemlerine özgü bir biçimde, karşılıklı suçlamalarla, ruh hallerindeki ciddi bir parçalanmayı gösterircesine bozuluyor. Son tüzük kongresi sonrasında ortamda adı konulmamış bir gerilim sözkonusu. E- ğer kitleleri yönlendirenler dönemin hassasiyetine uygun adımlar atmazlarsa çok daha moral bozucu karşı
karşıya gelişler yaşanabilir.
Sendikanın tespit edilmesi gereken en büyük sıkıntılarından biri de yaşanan neredeyse hiçbir olumlu gelişmenin moral yaratamaması ve yaratılan neredeyse tüm değerlerin grupsal çekişmeler içerisinde heder edilmesi. Burada en önemli pay muhakkak ki sendika içindeki iktidar i- lişkilerini yeniden üretmeyi sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarının önüne geçirmekten hiçbir şekilde çekinmeyen hakim anlayışlardadır. Kitlesine güvenmeyen, hiçbir zaman açık olmayan, karar alma mekanizmalarını bir türlü kollektifleştiremeyen, kendisine karşı olanı neredeyse düşman olarak kodlayan bu hakim anlayış en belirgin biçimde DSD grubunda gözlense de özellikle EMEP’in de politika yapma anlayışı açısından onlardan hiç de geriye kalmadığını belirtmek durumundayız. Bu durum bütünüyle yabancılaştırıcı bir atmosferin sendikaya hakim olmasına yol açmaktadır. Böylesi bir durumda da dışarıya çok olumlu, direnişçi ve kararlı mesajlar verebilen bir eylem maalesef sendikanın yürüyüşünü devam ettiren kadrolara aynı biçimde gözükmemektedir. Dolayısıyla da dışarıdaki oluşan olumluluğu örgütleyecek bir irade oluşamadan hava yitirilmektedir.
Gözlerin yeni örgütlenme ve
mücadele araçlarına dikilmesi lazım...
Taban inisiyatiflerini temsil etmeye çalışan gruplar ve iradeler açısından bakıldığında ise başka bir zaafın yukarıdakine yakın sonuçlara yol açtığını gözlüyoruz. Sınıf hareketinin genel düzeyi ile ilgili bir perspektifin içine yerleştirilmeksizin sürekli bir Genel Merkez eleştirisi ve gözlerin sürekli yukarılara dikilmesi benzeri bir moralsizliğe ve kitlelerden uzaklaşmaya yol açmaktadır. Oysa yeni ilişkilerin oluşturulabilmesi, yeni örgütlenme ve mücadele araçlarının sendika gündemine sokulması, yeni moral rezervleri üreterek yabancılaşma-bürokratikleşme-
ümitsizleşme sarmalından çıkışın i- şaret fişeklerinin patlatılabilmesi görevi bütünüyle bu kesimlerin omuz- larmdadır. Flızla kökleşmekte olan olumsuzlukları engelleyebilmenin tek yolu kitlelerle buluşacak yeni yöntemler geliştirebilmek ve buradan alman güçle taban inisiyatifini güçlendirebilmektir. Flakim anlayışları eleştireceğiz, ama gözümüzün ö- nündeki yeni sıçrama olanaklarını kaçırmamıza yol açacak kadar büyük bir iştahla değil. İktidar ilişkileri e- leştirel tutumlarla değil, somut güçlerle değiştirilebiliyor ancak.
Sonuç yerine...Sonuç olarak eğitim emekçileri
direnebilme yeteneklerini 26 Kasım’da bir kez daha ortaya koydular. AKP’yi “ayarlama mevsimi”yle de çakışınca eylem bir anda tüm Türkiyeli emekçilerin gündemine oturdu. Şimdi bu enerjimizi, gündeme gelmiş olan Yeni Emeklilik ve Genel Sağlık Sigortaları Yasaları başta olmak üzere eğitim emekçilerinin gerçek sorunlarıyla bütünleştirerek sınıfın tümünü ateşleyebilecek bir mücadelenin inşasına girişmek için kolları sıvama vaktidir.
47
Evde taşerona çalışan kadınların örgütlenme olanakları
Ev d e ö r g ü t g la b İlm ek
€zgi Kara
Ev eksenli çalışmanın örgütlenebilmesi, kadın çalışması ile emek mücadelesini ortak paydada sen- tezleyen, birlikte mücadeleyi gerçekleştiren bir yapıyı zorunlu kılıyor. Bunu başarabilmek için bu alanda güç biriktirmek ve ilişki ağlarını geliştirebilmek, kendiliğinden ortaya çıkan ağların parçası olabilmek gerekir. Kimilerinin örgütlenmesi zor olarak gördüğü bu alan, uzun soluklu mücadele deneyimlerinin ortaklaştırılması ve sonuç alıcı doğrudan eylemlerle birlikte net bir şekilde görünür olacaktır.
Son yıllarda enformel sektör, özel olarak da ev eksenli çalışma üzerine yapılan değerlendirmeler literatürde kendilerine önemli bir alan açtı. Ancak bü çalışmaların büyük kısmının ortaklaştığı nokta, bu alanın yapısal özelliklerini sergilemek, sorunları tespit eünek ve bu alan özgülünde örgütlenmeye ihtiyaç olduğunu söylemekle sınırlı olmalarıdır. Bunların içinde ev eksenli çalışanları işçi sınıfına dahil etmeyenler olduğu gibi -dolayısıyla örgütlenme üzerine kafa
yormaya gerek yoktur!- bu alanda bir örgüt çıkartabilmenin ne kadar “zor” olduğunu vurgulayan, bu yüzden “utangaç” bir tavır sergileyen yaklaşımlarda söz konusu.
TaşeronaçalışmanınözellikleriTaşerona çalış
ma; eve iş vermenin istikrarsız ve işçinin hayatından bağım- sız/işçinin hayatının gereklerine cevap vermeyen yapısıyla son derece uyumludur. Daha doğrusu bunun doğrudan bir sonucu gibi görün
Her şeyden önce ev eksenli çalışmayı bir bütün olarak görmek gerekiyor. Yol’un son sayılarında bu tarz çalışmanın biçimlerini ele aldık. Yani kendi hesabına çalışanlar olduğu gibi taşerona çalışanlar ya da siparişle iş yapanlar da bu alanın bir parçası. Ancak bu biçimler
birbirinden kopuk olmadığı gibi aksine iç içe geçmiş durumda. Bu yazıda aslolarak deneyimlerimizden hareketle fırmaya/ta- şerona iş yapan kadınların örgütlenme olanaklarını gözdengeçireceğiz.
mektedir. Yani taşerona yapılan işler tek başlarına, hem zaman hem de iş miktarları bakımından çok süreksiz, belirsizdir.
Taşerona çalışmada, iş bulma, iş sürekliliğini ve istikrarını sağlama ihtiyacı öne çıkmaktadır. Kendi hesabına çalışmada ayrıca, fiyat oluşumu ve kontrolü, piyasa bilgisinin kavranışı ve geliştirilmesi de sosyal örgütlenmenin gerekleri arasındadır.
Ev eksenli çalışanlar maliyet hesaplarını çok doğal bir biçimde yapmaktadırlar. Örneğin İmeceli Kadınların bir dönem yaptıkları sakız paketleme işinde; oldukça uyanık ve yaptıklarından haberdar tavırları dikkat çekiciydi. Markette 50 Ykrş’a satılan sakız paketinin kolisi -bir kolide 240 sakız paketi var- evde çalışan kadmlar tarafından sadece 75 Ykrş’a paketleniyordu. Basit bir hesapla zaten emeğin ne derece sömüriil- düğü görülüyordu.
Bu noktadan hareketle genel durumu birkaç başlıkla özetleyebiliriz;
- Ekonomik mücadele alanında yaşanan sıkıntı, ödemelerin zamanında a- hnamaması ve ödeme zamanlarının belirsizliği şeklinde yaşanıyor. Üretim zinciri içerisinde kayıtlı olan ödeme taşerona yapılan ödeme oluyor. Ama taşeronun kayıtlı çalışan 40 işçisi varsa -ki bunlar yükleme, taşıma, nakliye gibi işleri yapıyorlar- işlerin geri kalan kısmı evlerde yapılıyor ve bunlar kayıt dışı. Kayıtlı hale getirebilmek temel bir talep olmalıdır. Hukuki mücadele bu yüzden
48
OCAK'ŞUBAT 2006 C|Oİ
önem taşıyor.
- Üretim zincirini değiştirebilecek güce erişilmeli. Taşeron ve oradan da evlere verilen iş uygulaması yerine evde çalışanların muhatap alındığı sendika veya kooperatifler öne çıkarılmalıdır. Bu araç üzerinden kayıt altına alınma, iş güvenliği ve işçi sağlığı gibi haklar için mücadele edilebilir. Bunun için de yerellerde çok güçlü sağlam örgütlülüğe ihtiyaç varken aynı zamanda örgütlülüğün merkezileşmeye ve yaygınlaşmaya da erişmesi gerekiyor. Çünkü işverenler bir yerde işçi ücretleri arttığında başka bir yere kolaylıkla geçebilmektedirler. Bunun önü kesilmeden, işverenin eli bu anlamda zayıflatılmadan etkili bir mücadele yürütmek mümkün görünmüyor.
- Çalışanların bu işleyiş zincirini iyi kavramaları, söz sahibi olarak kendilerini ortaya koyabilmeleri gerekiyor. İddia sahibi kurum çalışan öznenin yerine ikame edildiğinde talepler açığa çıkmıyor, muhatap olarak geriye kurum kalıyor. Kolektif bir işleyiş oturtulamadı- ğmda sorumlular ve çalışanlar olarak i- kili bir yapı ortaya çıkıyor. Kadınlar, kendilerini ötekileştiriyor. Dolayısıyla çalışanlar doğrudan karar mekanizmasının içinde yer almalı ve eyleyici özneler olmak zorundalar.
- Talepler geliştirilirken yereldeki sorunun bütün ülkede yaşanan somnla bağlantısını kurabilmek gerekiyor. Reform mücadelesinde reformu neyin içine yerleştirdiğin önemlidir. Yoksa devletin yapması gereken birçok sorun kurum tarafından sırtlanılmak zorunda kalınabilir.
- İşin paylaşımı ve örgütlenmesi noktasında karşılıklılık esas olmalıdır. İ- şin dağıtılışmda esaslı bir adalet mekanizması kurabilmek zorunluluktur.
İç içe geçmiş mekanlar
Ev eksenli çalışmayla ilgili olarak genel tespitlerden biri çalışanların birbirinden kopuk, tek tek evlerde çalışıyor olmasıdır. Ancak bunu mutlak bir özellik olarak ortaya koymak bir noktayı ıskalamayı da beraberinde getiriyor. Aslında taşerona çalışan, evde parça başı çalışan kadınların çoğunlukla yan yana
gelme ve birlikte çalışma istekleri net o- larak ortada duruyor. Bu istek ve gerekliliğin çok çeşitli sebepleri olmakla birlikte, bu ihtiyaç bir zorunluluktan kaynaklanmıyor.
Kadınlar yerellerde sıkıştırılmış bir hayata mahkumlar ve onların bu sıkıştırılmış durumları sosyal mekanlara ihtiyaç duymalarını da beraberinde getiriyor. En fazla gidebildikleri uzaklık mahalle pazarlan olunca kendilerini ifade edebilecekleri başka bir hayatın kapılarım da zorluyorlar. Bazen sorunlannı danışacakları bir mekan arıyorlar, bazen de günlük gelişmeleri paylaşacaklan bir dost. (Dört duvara kıstırılmış hayatlar)
Ev eksenli çalışmada beraber yapılan işler belli bir işbölümüne dayalı olarak da yapılabiliyor. Bir kadın alman i- şin kendince daha süratli yapabileceği bir yerinden başlarken diğeri başka bir yerini yapabiliyor. Bunun için de ortak mekanlar olarak daha çok birbirlerinin evlerini kullanıyor kadınlar. Ancak mahalle içindeki bir mekan da bu problemi çözebiliyor. İmeceli kadınların parçaba- şı iş deneyleri çoğu zaman şunu gösteriyor. Zamanında yetiştirilemeyen birçok iş kadınların dayanışması ve el birliği i- le tamamlanmak zorunda. Bunım için kadınlar arasında çalışma şartlarının zorladığı bir birlik ve dayanışma çalışma şartlarının kendiliğinden zorladığı bir durum. Bu hem kadınlar arası dayanışmalım güçlenmesine hem de ortak çalışma kültürünün gelişmesine hem de iş ile ilgili ortak değerlendirmelerin yapılmasını sağlıyor. Zaten bu işlerin yaz
aylarında tipik görüntüsü sokakta ve kapı önünde çalışan kadınlardır. Dolayısıyla ev eksenli çalışma kendiliğinden, herkesin birbirini gördüğü ve kimin hangi işten ne kadar yaptığını bildiği bir ortam oluşacak şekilde örgütleniyor. Bu aynı zamanda kadınlar arası haberleşme ağını da oluşturuyor. Bu iletişim ağı kadınlar arası “kendiliğinden” bir örgütlenmeye de işaret eder.
Bu iletişim ağını hafifsemek yanlış olacaktır. Bu ağ üzerinden kadmlar bir aracıyı saf dışı ederek, daha yüksek ücret veren bir aracıyla ilişki kurabiliyorlar. Bu anlamda alan üzerinde kendiliğinden bir denetimleri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Kadınlar arası dayanışma ve işlerin imece usulü yapıla gelmesi bu alanda örgütlenmek için de olanaklar barındırmaktadır. Kadınların sosyal ağ içinde varlıklarını sürdürme ihtiyaçlarına cevap verecek bir kurumun varlığı onların bir amaç etrafında bir araya gelmelerini de sağlayacaktır.
Dolayısıyla ev eksenli çalışanların sosyal ortamları ve örgütlenişleri alanm örgütlenme dinamikleri açısından ö- nemlidir. Net olarak söylemek gerekirse; mahalle içindeki bu ağm bir parçası olamayan, bu mekanizmanın organik yapısına sızamayan hiçbir çalışma kalıcı da olamayacaktır.
Birlikte özne olabilmekEv eksenli çalışan kadınların kendi
lerini işçi olarak görmedikleri, bu an
49
C | İ J I UCAK'ŞUBAI 2006
lamda sınıf bilincinden bir hayli uzak oldukları açıktır. Ancak sınıf olabilmek, bir araya gelme ve birlikte eyleme üzerinden gerçekleşir. Keza kendi örgütlerinde kendi kararlarını vermeleri bu süreci derinleştiren bir etkendir.
İmeceli kadınların deneyimi bu noktada yine yol gösterici olabilir.
İki yıla yakın bir süredir İmeceli Kadınlar ‘Kadın Meclisi’ biçiminde faaliyetlerini sürdürerek bizlere bir örgüt modeli de sunuyorlar. Kadın Meclisi o- luşumunun; yoksul, emekçi kadınların gündelik yaşamı sürdürebilmek, iş gücünü satabilmek ve yaşamsal mal ve hizmetlere ulaşabilmek için başvurdukları yol ve yöntemler doğrultusunda geliştiği görülüyor. İmece deneyi, bu süreçlerin doğal uzantısı şeklinde gelişen durumun bilinçli bir mücadeleye taşınmasından başka bir şey değildir.
2001 yılında sakız işine girilmesi de çıkılması da parçabaşı çalışan kadınların yoğun tartışmalar yapmasının ardından gerçekleşmiştir. Fiyattan, işin dağıtılma biçimine, işin nasıl yapılacağının eğitiminin verilmesinden, zamanlamanın tutturulmasma, en sonunda ise işverenle pazarlığın İmece kadın toplantılarında yapılmasına ve bir karara varılmasına kadar bütün süreçler işyeri ya da sendika yerine İmece’de yapılmıştır. Kadınlar hemen evlerinin yakınında bulunan kummla günün her saatinde ve kendilerine en uygun zamanda sürekli i- lişki içerisinde bulunmanm güven ve rahatlığıyla bu süreçlerin içinde yer almak konusunda tereddüt yaşamamışlardır.
Bu şekilde adeta doğal olarak başlayan birlikte tartışma, birlikte karar verme ve birlikte hareket etme eğilimi zamanla daha kurumsal bir yapıya kavuşmuştur ve yaklaşık 2 yıldır her hafta toplanan İmece Kadın Meclisi hem par- çabaşı iş konusunda hem de yaşama dair gündemleştirilen her konuda kadınların yaşamında önemli bir yer tutmaya başlamıştır.
Faaliyetin sürekliliği bunu göstermektedir. Son bir yıldır Kadın Mecli- si’nin yürüttüğü “Nutuk Değil; İş, Kreş İstiyoruz” kampanyası da faaliyetin geldiği aşama hakkında bizlere fikir deriyor. Bu tür örgütlenmelerin hem müm
50
kün olduğunu bize gösteriyor hem de hem sınıf mücadelesinde hem de kadın mücadelesinde önemli bir yer tutabileceğinin işaretlerini vermesi bakımından son derece değerli bir örgütlenme deneyidir.
Ayrıca meclis deneyimi kadınlar i- çin kendilerini görmelerini sağlayan bir araç olmaktadır. Bu mekanizma üzerinden kadınlara dayatılan yoksullukla mücadele stratejisinin aslmda yoksulluğu daha da derinleştirici bir mekanizma olduğunu, bu çemberden çıkmanın ancak yapılan işin görünür kılınarak aşılacağını, ev eksenli çalışanların örgütlenmesi ve dayanışmasının zorunluluğunu birlikte ifade ediyorlar. Meclis toplantıları ile kadınlar kendi yaptıkları işe dışarıdan bakmayı deniyorlar. Önemli olan öznelerin içinde bulundukları gerçekliği ve bu gerçeklik içinde kendilerini nasıl algıladıkları ve nasıl tavır aldıklarıdır. Bunu bir örgütlülükle birlikte yaptıklarında çözüm şansları olduğunu kendileri de görebilmekteler. Çok net olarak söylemek gerekirse; yaptığı işin ücretini bile alamayan kadın kendine güvenecek bir mekan aramaktadır.
Taşeron karşısında parça başı çalışmada işi örgütleyen, diğer kadınlardan farklı olarak hesap tutma, işi paylaştırma gibi sorumlulukları da üstlenen bazı kadınların aracılığa kalkışmamaları, tam tersine işbölümünün bir parçası olabilmeleri iyi bir örnek sunabilmektedir. Örgütlülüğü bu evreye getirmek örgütlenmenin başarısıyla mümkün ama çok da kolay değil. Çünkü bencilliğin ve kendi işime bakarım mantığının aşılmasını sağlayacak bir sürece evrilmek, bilinçli bir yönelim içerisinde olmak kaçınılmaz. Tabii her şey de kendiliğinden gelişmiyor. Önemli olan işin tabiatına sınıfın bilincini ve dayanışmasını katabilmekten geçiyor. Ortak çıkarlara yürüyebilmek için birlik ve dayanışmanm sahiplenilmesinin önünde geriye kadınlar üzerindeki geleneksel baskılar ya da fiziki engeller kalıyor. Örneğin; kadm ne kadar süre evin dışında kalacağına kendisi karar veremiyor. Çoğu zaman hesap vermek zorunda oldukları insanlar oluyor. Çocuklu ve evde çok fazla sorumluluğu olan kadınlar vakit yaratamıyor vb. Bu koşullann da zaman içinde mücadele geliştikçe dönüştürülmesi
söz konusudur. Ve sınıf mücadelesini a- çık bir şekilde etkileyen faktörlerdir. Bu nedenledir ki kadınların cins mücadelesiyle, smıf mücadelesi çoğu zaman iç i- çe geçmektedir.
Kadın olmanın farklılığıEv eksenli çalışmanın büyük bir
kütlesi kadınlardan oluşuyor ve bu alandaki kadınlar kendilerine yer açarken çok ciddi engellerle mücadele etmek zorunda. Bu çoğunlukla evdeki eşleri o- labiliyorken, bir başka kadının sınırlamalarıyla da karşılaşabiliyorlar. Kadınların herhangi bir hak talebi önce erkek egemenliğinin duvarlarına çarpıyor. Parça başı çalışmada evinden dışarı çıkmakta zorlanan kadının herhangi bir hak talebinde bulunması, diğer kadınlarla yan yana gelebilmesi, deneyim ve sözlerini paylaşabilmesi ya da doğal denetim mekanizmasının bir parçası olabilmesi imkansızdır. Kadını eve hapseden her zaman erkek değildir elbette. Bu zaman zaman anne, kız kardeş vb de olabilmektedir. Bu yazı kapsamında çok derinleştirmeyeceğiz, ancak eğer ev eksenli çalışanları örgütlemekten, seslerini ortak bir çığlığa dönüştürmekten söz e- diyorsak “kadın” olmaktan gelen sorun-
■ larını göz ardı edemeyiz. Ev eksenli çalışma aynı zamanda bir kadm çalışması olmalı ve bu anlamda da siyasallaşabil- melidir. Geleneksel ev kadınlığı rolünü reddedebilen kadm yaptığı işe de sahip çıkacaktır. Örgütlenmenin kendisi kadının özneleşmesine direkt hizmet eden bir mekanizma olmak zorundadır
Sonuç yerineEv eksenli çalışmanın örgütlene
bilmesi, kadm çalışması ile emek mücadelesini ortak paydada sentezleyen, birlikte mücadeleyi gerçekleştiren bir kurumu zorunlu kılıyor. Bunu başarabilmek için bu alanda güç biriktirmek ve ilişki ağlarını geliştirebilmek, kendiliğinden ortaya çıkan ağların parçası olabilmeyi gerektiriyor. Kimilerinin örgütlenmesi zor olarak gördüğü bu a- lan, uzun soluklu mücadele deneyimlerinin ortaklaştırılması ve sonuç alıcı doğrudan eylemlerle birlikte net bir şekilde görünür olacaktır.
ı rlro
SİYASETİN ÖZNESİ VE■ ■ ■ ■
ÖZNENİN SİYASETİ ÜZERİNE(Eleştirel bir deneme)
Melih flteşer
Tüm yönleriyle hesaplaşılamadığında devrimci hareketin durumuna ilişkin tespitler de körün fili tarifine benziyor ve çözüm olarak atılan adımlar tekrara dönüşüyor. Bu yazıda böylesi büyük bir hesaplaşmayı yapabileceğimiz beklenemez, an
cak hesaplaşma cüretimizi ortaya koyan bir adım olarak görülebilir.
“Siyaset bir dövüş yoludur ve dövüşen sosyal sınıf çıkarlarıdır” diyor Kıvılcımlı yoldaş. O halde siyasi bir özne olabilmek belirli bir sosyal sınıfın tarihsel ve güncel çıkarlarını dövüştürebilmek- ten ve böylece kazanılabilecek temsil yeteneğini geliştirmekten geçiyor. Tersinden söylersek: Öncü, öncüsü olduğu sınıfın çıkarlarından kopuşmuş veya onu dövüştürme yeteneğini yitirmişse, artık onun öncülük iddiası da kendinden menkul bir şeydir. Kavram karmaşasına düşmemek için bu yazıdan siyasi özne olmanın, söz konusu siyasi dövüşün (sınıflar mücadelesinin) gündemini, taleplerini, hedeflerini, yerini, zamanını, biçimini, yöntemini, araçlarım vb. belirleyen tarafı ve öncüsü olmak anlamında kullanılacağını söylemeliyim. Siyasetin nesnesi olmak bunun tersi bir anlamda kullanılacak elbette.
Dövüşte kazanmak için haklı olmak yetmez. Eşitsiz güçlerin savaşında zayıf olan tarafın kendisinin en güçlü olduğu zeminde düşmanının en zayıf halkasına yönelik saldırıyı örgütlemek genel kuraldır. Daha önemlisi bu saldırıyı stratejik, taktik bir öngörü ve bütünlük içersinde örgütleyebilmektir. Mücadelenin yöntemi, araçları, eylem hattı vb. de buna bağlı olarak gelişecektir. Taktik mücadelede bağımsız bir siyasi hat geliştirebildiğimiz ölçüde düşmanı kendi dövüş minderimize çekebilir ve ona en yıkıcı darbeleri vurabiliriz. Politik bir mücadelede be
lirleyen ya da belirlenen olmak, güçlerin maddi durumlarına bağlı olmaktan çok nitel durumlarına, yani politik öngörü ve iradeleşme, hareket yeteneklerine bağlıdır.
Kolektif aklı ve kolektif davranışı geliştirerek yeni önderlikte ve örgütte, yenide üretimi sürdürerek siyasi bir özne olmak ya da düşünce ve davranışta parçalanmış bir var oluşu sürdürerek sosyal bir kasta dönüşmek. Birincisi iktidar mücadelesine soyunanların İkincisi ise düzen içi bir muhalefet dinamiği olmayı tercih edenlerin yoludur. Bugün kendi gerçekliğinin bilincinde olan pek çok grup ve hareket sınıf savaşını yönetebilecek ve çekim gücü olan devrimci bir siyasi öznenin gerçekliğine işaret ediyor, bu yönde arayışları sürdürüyor. Fakat nasıl yaratılacağına ilişkin bütünlüklü bir önerme yapılamıyor. Çünkü tasfiye sürecinin kapsamı ve derinliği ile denk düşecek bir iç hesaplaşma yaşanmadan yeni bir paradigma oluşturulamıyor.
Kriz ve tasfiye sürecinden devrimci bir çıkış, öncelikle somut durumun somut bir tahlilini gerektiriyor. Tespit (teşhis), tedavinin (çözümün) yansıdır. Bu noktada devrimci hareketin durumuna i- lişkin tespitim şudur: Devrimci hareketimiz 90 Tı yıllarda strateji-taktik-prog- ram-örgüt bütünlüğünü tamamen kaybetmiştir. Dört cephede de bozguna uğramıştır. Savaşı yeniden örgütleyebilmek için dört boyutlu bir iç hesaplaşma yaşa
mak, bu temelde yeniden iradeleşmek gerekir. 100 yıllık halk savaşı veya toplu ayaklanma stratejilerine hiç dokunmadan, program sorunlarının etrafında dolanarak taktik mücadeleyi genel ajitas- yon kampanyalarına indirgeyerek ve üstüne bir de kaba kolektivizm (kolektif şeflikle) ve iç iktidar kavgalarıyla malul bir örgüt yapısının kabuklarını çatlatmadan gerçek bir iktidar örgütü, devrimci bir siyasi özne nasıl olunabilir ki? Ama bir şey düşünüp başka bir şey söyleyen ve söylediğinden de başka bir şey yapan, her gün biraz daha şizoffenik ve iktidar- sızlaşmış, nesneleşen bir sosyal kast, tarikat olunabilir. Tüm yönleriyle hesapla- şılamadığmda devrimci hareketin durumuna ilişkin tespitler de körün fili tarifine benziyor ve çözüm olarak atılan a- dımlar tekrara dönüşüyor. Bu yazıda böylesi büyük bir hesaplaşmayı yapabileceğimiz beklenemez, ancak hesaplaşma cüretimizi ortaya koyan bir adım olarak görülebilir.
Devrimci harekette kriz ve tasfiye sürecine karşı güçlü bir kopuş iradesi henüz gelişmedi, fakat uzun bir arayış sürecinin, gelinen aşamada belirli siyasi e- ğilimleri açığa çıkardığını görebiliyoruz. Bu eğilimleri ve karakteristik özelliklerini şöyle özetleyebiliriz:
Birinci eğilim, liberal sol eğilimdir. İktidar mücadelesini Ufkundan silmiş, orta sınıf eğilimlerini temsil eden düzen içi bir muhalefet durumundadır. Devrim
ci
ı wvrM\^u um ¿.\jkju'1 V
ci hareketle mesafeyi açtıkça, AB’den e- sen rüzgarların kendisine yeni yaşam a- lanları'açacağını sanan bu eğilim, artık yelkenlerini indirmek zorunda kalmaktadır. Refûrmizmin tescilli markasıdır, sosyalistlerin demokratlaşmasının en sağdaki örneğidir.
İkinci eğilim, kendi egemenlerinin karşısında güvercin, emperyalizme karşı ise şahin olmakla tanınan ulusal sol eğilimdir. Dönem özelliğinin bir sonucu o- larak faşist hareketten devrimci küçük buıjuvaziye kadar geniş bir ittifak cephesi vardır. Tasfiye sürecinin bu aşamasında en fazla güç toplayan eğilimdir. Devrimci sınıf mücadelesinden kaçma ve kaçamak eğilimlerin toplandığı bu adres bir süre daha yüzergezer kitlenin ziyaretlerine açık olacaktır.
Üçüncü eğilim, kendini tekrar eden, kabuklaşmış ve özü boşalan bir devrimci radikalizm eğilimidir. Bir kısmının bir ayağı da ulusal sol zemine basmaktadır. Bu eğilim post-modem siyaset tarzının kuşatması altında siyasi bir özne olma yeteneğini kaybettikçe sosyal bir kasta dönüşen belirgin örneklerdendir. Herkese rahatlıkla yakıştırdıkları oportünizm ve revizyonizm kapıdan kovsalar da bacadan içlerine giriyor, zira ideolojik zayıflıklarını görmemekte ısrar ediyorlar.
Dördüncü eğilim, devrimci radikalizm eğilimi ile liberal sol eğilimler arasında gidip gelen arafta kalmış, “ortanın solu” eğilimidir. Biraz kendilerine sevdalı, rekabetçi bir halleri vardır. Her yolun yolcusu olabilecek bu eğilimin için
den devrimci çıkışlar da başarılabilir. En büyük ayak bağı ideolojik zaafları, stratejik kabalığıdır. En önemli avantajı ise kurumsal gücü ve politikleşme çabalarıdır.
Beşinci bir eğilim olarak teorisizme varan düşünce dağınıklığı ve teorik politikadan pratik politikaya adım atamayan, enerjisi ile iddiası arasında uçurumlar o- lan sosyalist aydın eğilimlerinden söz e- debiliriz. Aslında başlı başına ayrı bir e- ğilim olarak fazla varlık gösteremese de tüm diğer eğilimlere sirayet edebilen ve küçük ideolojik gruplar olarak var olan eğilimdir. Varlık nedenleri devrimci teori yapmaksa da düşünce tarihindeki kırılmaların ürünleri olmaları ve devrimci pratikten kopuk olmaları nedeniyle bu rollerini de pek oynayamazlar.
Altıncı bir eğilim de “solda birlik e- ğilimidir”. Kendi içinde iki eğilimi barındırır. Tasfiye sürecinin tüm etkilerini üzerinde taşıyan köksüz ve marjinal grupların birlik anlayışları özünde bir güçsüzlüğün birliğidir. Ayakta durabilmek için birine tutunmaya çalışan bu tarz birlik eğilimleri gerçek bir irade birliğine yanaşmadıkları için, ikinci adımda “dağılalım” diyebilecek sığlıktadır. Diğer birlik eğilimi ise iktidar mücadelesini büyütmek için devrimci bir güç merkezi yaratma düşüncesiyle mücadelenin her alanında kendini aşma temelinde devrimci hareketlerin yeniden sentezleş- mesini savunan anlayıştır. Her devrimci yapının içinde potansiyel olarak vardır. Ancak henüz bu eğilime önderlik edebi
lecek, birliğin içeriğini ve biçimini belirleyebilecek bir irade ortaya çıkamamıştır. Bunun bir nedeni de böylesi bir sen- tezleşmenin ön koşulu olarak her devrimci yapının “kendinde devrimini” yapamamış olmasıdır.
Son olarak devrimci hareketin tarihinde bir döneminin daha (1960-90 arası, ikinci dönem) kapandığından hareketle üçüncü bir doğuş dönemine işaret eden ve bu dönemin öncü siyasetini yapılandırmayı hedefleyen üçüncü doğuş eğilimi üzerinde durmalıyız. Hareketimizi bu eğilimin başlıca temsilcisi olarak, değerlendirmenin odağına almalıyız. Yanıtlamamız gereken soru şu: İktidar mücadelemizde üçüncü dönemi kazanmak için, stratejik-programatik-tak- tik-örgütsel bütünlüğümüzü yaratma hedefimize ne kadar yakınız?
Strateji ve program sorunlarının çözümüne ilişkin önemli adımlar attığımızı söyleyebiliriz. Buna rağmen strateji planı konusunda paylaşım savaşları sürecinin ortaya çıkardığı yeni siyasal güç dengelerinin ve geçen on yıllık mücadele deneyimlerimizden çıkan sonuçların ışığında özellikle pratiğin teorisiyle yetkinleştirilmesi ihtiyacı ortadadır. Paylaşım savaşlarıyla şekillenen yeni koşullardan Kürt hareketinin ve devrimci küçük burjuvazinin nasıl etkilendiği, esas yığmağı yapmayı öngördüğümüz alanlardaki (varoşlar) ve kırlardaki somut durumu ve mücadele deneylerimizi bu bağlamda tartışmak mümkün. Program sorunlarına ilişkin olarak da demokrasi, ulusal sorun ve köylülük üzerine bazı açılımlara ve değişikliklere hala ihtiyaç var.
Taktik ve örgüt bütünlüğünün sağlanması konusunda fazla yol kat edemedik. Politik taktiklerle örgütsel taktikleri birbirini çelmeden eş zamanlı yürütebil- me yeteneğimizi yeterince geliştiremedik. Devrimci hareketin geneliyle kıyaslandığında politik taktik bilincimizin daha açık olduğu ve halkın gündemleriyle kendi gündemlerimiz arasındaki bağı daha çok kurabildiğimiz söylenebilir. Ancak politik taktikleri uygularken hedefe ulaşmamızı sağlayacak eylem hattını ve örgütlenme taktiklerini geliştirmede, taktik disiplin içinde sonuca gitmekte ö- nemli sorunlar yaşıyoruz.
Bu nedenle devrimci hareketin genelinin yaptığı gibi çoğu kez biz de taktik dövüşü kısa bir zaman dilimine hap-
OCAK-ŞUBAT 2006 C |O İ
sedilmiş ve birkaç merkezi ajitasyon- propaganda araçiannm kullanımına o- daklanılmış, “tik tak” kampanyalara indirgeyebiliyoruz. Siyaset yapış tarzımız odaklandığımız sorunu “talebi” en azından kendi iktidar alanlarımızda çözüm yoluna sokmayı başaramıyorsa, çalışmalarımız genel ajitasyon seviyesinde kalıyorsa, biz de “siyasetlerden biri” konumundan ileriye gidemeyiz. Kitle dinamiklerimizi yeniden yaratabilmek için, taktik dövüşlerde kazandırıcı bir tarzı e- gemen kılmamız gerekiyor. Mücadeleye çağrı düzeyini aşan, önüne çözebileceği sorunları koyan ve sorun çözen, pratik başarıları üzerinden yeni taktik yönelişler geliştiren bir tarz nasıl yaratılabilir?
Elbette ilk koşul süreci, somut durumu kavrayan halkın talepleri ile güçler dengesini doğru okuyan açık bir politik bilince sahip olmaktır. Bir doğruyu yanlış zamanda ve yanlış yerde dillendirmek onu batırmanın en kestirme yoludur. Öyleyse halkın taleplerini açığa çıkanrken güçler dengesini dikkate alarak, taktik halkayı doğru yakalamak durumundayız. Bu konuda fazla sorun yaşamadığımızı söyleyebiliriz. Ancak taktik dövüşü kazanmak için ikinci koşul bu sürecin eylem çizgisinin ne olacağının gerek kitle gerçeğine uygun bir eylem çizgisi olarak gerekse devrimci öncünün bağımsız eylem hattı anlamında kurgulayarak, sürece hazırlıklı girmektir. Ü- çüncü koşul ne kadar hazırlıklı girsek de sürecin düz bir çizgi şeklinde gelişmeyeceğinin bilinciyle taktik disiplinimizi kaybetmeden “taktik içinde taktikler” geliştirerek süreci yöne- tebilmektir. Dördüncüsü açığa çıkan e- nerjileri ve kitle bağlarımızı örgütlü maddi bir güce dönüştürmek üzere uygun örgütlenme taktiklerini yaratabilmektir. Bütün bunları başarabilmekse bu sürecin öznesinin kendi içinde yoğunlaşmış bir taktik önderliği yaratabilmesine bağlıdır.
Taktik mücadele anlayışımız ve siyaset yapış tarzımız gerçek bir “ikili iktidar” mücadelesine göre gelişmeye başladığında bu kaçınılmaz olarak örgütsel
yapılarımızı da dönüşüme uğratacaktır. Herkesin her işi yaptığı kaba bir iş bölümüne dayalı örgütlenme tarzının yerini, her işin bir örgütünün olduğu yeni bir örgütlenme tarzı alacaktır. Aslında süreç bir ölçüde irade olarak tersten de işletilebilir. Yani önce her işin örgütünü inşa e- derek ve programatik hedeflerini netleş- tirerek taktik dövüş planımızı ve siyaset yapış tarzımızı bu örgütsel alt yapıya dayalı olarak yenileme yöntemini de uygulayabiliriz. Örneğin kitle çalışmalarımızın artık ayrılmaz bir parçası olan ve daha çok olması da gereken sağlık, adalet, eğitim, tüketim, ulaşım, sanat vb. alanlar da her biri için başlı başına-bir örgüt (çekirdek örgütlerden kurumsal yapılara doğru) neden düşünmeyelim! Burada sözünü ettiğimiz ikili iktidar mücadelesinin demokratik mücadele ayağının yeniden yapılandırılmasıdır, devrimci savaş örgütünün yeniden yapılandırılması başka bir tartışma konusudur.
İktidar örgütü olmanın gereği, dönem özelliklerine göre ve mücadelenin önümüze koyduğu görevlerin üstesinden gelebilecek yöntem ve araçları hızla geliştirebilmektir. Taktik öngörü ve yenilenme iradesi en çok ihtiyaç duyduğumuz şeylerdir. Egemen sınıflar, halkı liberalizm ve milliyetçilik anaforlarıyla kuşatmaya çalışıyorlar. Bu iki anafora
karşı halkın devrimci demokratik taleplerini örgütleyen bir halk cephesi yaratı- lamadığı ölçüde süreçte devrimci hareketin siyasal olarak tasfiyesi de kaçınılmaz oluyor.
Demokratik mücadelenin ikili iktidar mücadelesinin etkin bir ayağı haline gelmesi için bu alanda politika üretme, karar alma ve yönetme yöntemlerini dönüşüme uğratmak, doğrudan demokrasiyi işler kılarak öznenin kendini yeniden üretme koşullarını geliştirmek gerekiyor.
Devrimci demokrasiyi kendinde kazanmak, açık politik dövüş zeminini güçlendirerek düşünceyi sürekli canlı tutmak, örgütlü bir bireyi siyasetin öznesi yapabilecek bir ilişki tarzını esas almak demektir bir yönüyle. Aksi halde görev a- damı sıfatıyla memurlaşmış bir kadro ve sanki hep yönetmek için varmış gibi duran, öğrenme yeteneğini yitirmiş bürok- ratlaşmış bir yönetici/önder gerçeği ikisi arasında süre giden karşılıklı bir günah i- lişkisi, vaziyeti idare etme durumu kaçınılmaz oluyor. Sonuç siyasi özne olmaktan çıkmış, “hep bir halli Turhallı” olmuş bir tarikatlaşma oluyor. Devrimci hareketin genelde yaşadığı süreç budur ve ü- çüncü dönem örgütünün radikal bir şekilde kopuşması gereken şey de budur. Üçüncü dönem örgütümüz siyasal ve yapısal bir dönüşümü gerçekleştirebildiği zaman döneme damgasını vuracaktır. Buna yazgılı bizden başka, başka bir siyasi özne de yoktur.
Meclis çalışmaları gerek ihtiyaç duyduğumuz siyasal dönüşümü sağlamak için gerekse yapısal dönüşümümüzü devrimci demokrasinin kuramsallaşması ile tamamlayabilmek için adeta bir “politika okulu” olarak sahip olduğumuz en önemli araçlardan biridir. Eğer bu değeri vermeden yalnızca bir biçim olarak siyasal yaşamımıza renk katmamızı bek
lersek, yanılmakla kalmaz post-mo- dem bir siyaset olmaya mahkum etmiş oluruz kendimizi. Bugüne kadar ki deneyimlerimizin kolektif aklı ve kolektif davranış yeteneğimizi ne ölçüde geliştirdiğini değerlendirerek adımlarımızı hızlandırmalıyız. Ye
rellerde daha özgün uygulama olanakları vardır ve bu yönde kurumsallaşmalar yaratılmalı ve yaygmlaştırılmalıdır.
Bugünkü parçalı sosyal yapının ö- zelliklerine uygun olarak her alana, her dinamiğe uygun örgütlenme taktiklerini üretmek; kitle dinamiklerinin yapısına uygun eylem tarzlarını geliştirmek ve politikalarda merkezileşme, eylemde ve örgütlenmede yerelleşme anlayışı ile siyaseti halklaştırmak yerel meclislerin ö- nündeki başlıca görevler olacaktır.
Demokratik mücadelenin ikili iktidar mücadelesinin etkin bir ayağı haline gelmesi için bu alanda politika üretme, karar alma ve yönetme yöntemlerini dönüşüme uğratmak, doğrudan demokrasiyi işler kılarak öznenin kendini yeniden üretme ko
şullarını geliştirmek gerekiyor. Devrimci demokrasiyi kendinde kazanmak, açık politik dövüş zeminini güçlendirerek düşünceyi sürekli canlı tutmak, örgütlü bir bireyi siyasetin öznesi yapabilecek bir ilişki tarzını esas almak demektir bir yönüyle.
55
La t ín A m e r ík a ’d a n e d e n ve
NASIL BİR SOL DALGA?Umut Aydın
Latin Amerika'da siyasette sirayet yaygın bir durum. Bir dönem, askeri darbe ve cunta hükümetlerinin birbirini izlemesi gibi şimdilerde "sol" hü
kümetler ardı ardına sandıkları fethediyor. 5imon Bolivar'ın hayaleti tüm kıtayı dolaşıyor. Şoru şu; sandık mutlak bir amaç mı, yoksa bir sonuç mu?
Giin ağardı mı, pamuk ağır gelir Ama sevmez gece günün ağarmasını
Bir Inka atasözü
Evo Morales, Bolivya’nın yeni başkanı olarak seçildi. 18 Aralık’ta yapılan seçimlerin ilk turunda %54 oy alarak, en yakın rakibine 25 puan fark attı ve ülkesinin ilk yerli kökenli başkanı oldu. Sosyalizme Doğru Hareket (MAS) partisinin lideri Morales, kendisini “ABD’nin kabusu” olarak nitelerken, koka üretimini ya- sallaştıracağı ve doğalgazı ulusallaştıracağı söylemleriyle 22 Ocak’ta o- turacağı başkanlık koltuğunu bekliyor şimdi.
Morales, eski bir koka üreticisi aynı zamanda. Ülkenin en aktif grubu Aymara yerlilerinden. Öte yandan Morales ve MAS, birçok kesim tarafından “fazla” ılımlı ve reformcu o- larak tanımlanıyor. Kızılderili Hareketi Partisi (M lP)’ın lideri Felipe Quispe, bunların başında geliyor. Quispe, seçimlere de katılmayı düşünüyordu. Kalesi olarak görülen La Paz’da bile ancak %2 destek bulabilen Quispe, BolivyalI İşçiler Federasyonu (COB) başta olmak üzere, diğer m uhalif kesimlerden gelen baskılar üzerine çekilmeyi tercih etti. Bilindiği gibi Ekim 2003 ayaklanmasında MAS atıl kalmış, öncülüğü Quispe’nin M IP’ı yapmıştı.
Önceki döriemde MAS’m, dev-
94
rik lider Mesa’yı uzun süre desteklemesi, doğalgazı ulusallaştırmak yerine vergileri artırmayı öne sürmesi, darbe istihbaratlarını fazlaca vurgulaması, kiliseyi göreve çağırması, ABD ile ilişkileri güçlendirmek istediğinden dem vurması vb. nedenlerle seçim politikalarının MAS’ı ve M orales’i evcilleştirdiğinden söz ediliyor. Morales, sözünü ettiği çok etnikli yapı, uzlaşma kültürü, herkesle dostça geçinme sözleriyle kendisine merkez solda bir yer tanımlıyor. Öte yandan aslında MAS ve Morales için sınır çok net bir şekilde çizilmiş durumda. Bu sınırı çizenler, MAS’m kitle tabanı olan cocalerolar. Özellikle koka meselesi M orales’i hep daha solda tutacaktır.
Aslında Morales’in ya da başka birinin nerede durabileceğini belirleyen kendisi veya dışarlak bir güç değil. Bolivya’da seçimlerden önce yaşanan isyan dalgasının merkezi konumundaki El Alto şehrinin Mahalle Meclisleri Federasyonu (FEJUVE) lideri Abel Mamani seçimlerden önce çok net konuşuyordu: “Her kim devlet başkanı olursa olsun El Alto halkının taleplerine kulak vermek zürunahaİr. Bizim konumumuz 6u- dur.” Son dönemde defalarca devlet başkanı değiştiren pratiklerine bakıldığında bu sözün karşısında durmak mümkün değil.
‘Kimin kazandığı fark etmez’
Yukarıdaki başlık sadece Bolivya’yı anlatmıyor aslında. Kıtanın bazı ülkelerinde son dönemde yaşananlar üzerinden, kimi farklılıkları tespit etmek kaydıyla, benzer bir cümle kurabiliriz. Öncelikle son döneme ilişkin bir özet yapmak gerekirse;
Sol dalgayı 1998’de Venezüella’da Hugo Chavez’in iktidara gelmesiyle başlatmak yanlış olmayacaktır. Bu yükseliş, Ekvador’da Kızılderili lider Lucio Gutierrez’le devam etti. 2002’de Brezilya’da Lula da Silva, geniş bir cephenin adayı olarak başkanlığı kazandı. Arjantin’de, yağma döneminin ardından gelen toplumsal isyanla birlikte sol Peronist Nestor Kirchner iktidara geldi. 2004’te ise Uruguay, tarihinin ilk solcu başkanı Tabare Vazquez’i seçti. Ve son olarak da Evo Morales. Bolivya’nın başına geçti.
Sırada Şili ve Meksika seçimleri var. Şili’de seçimlerin ilk turu geride kaldı. Pinochet faşizminin sona erdiği 1990’dan beri Şili Sosyalist Parti- si’nin başını çektiği Concertacion adlı merkez sol koalisyon ülkeyi yöneti
yor. Bugüne kadar ki adayların en radikali olarak gösterilen Michelle Bac- helet, ilk turu en yakın rakibine %20 fark atarak %46 ile birinci sırada geçti. 15 Ocak’taki ikinci turda, Bache-
OCAK'ŞUBAT 2006 CJO İ
let, seçildiğinde ülkenin ilk kadın başkanı olacak.
Meksika’da ise durum biraz karışık. Şu anki başkan Fox’a karşı, geniş bir ittifakın desteklediği Lopez Obra- dor anketlerde önde gidiyor. Ancak Zapatistaların lideri Subcomandante Marcos, Obrador’un partisi merkez sol Demokratik Devrim (PRD)’nin Chiapas’m özerk bölge yapılmasına dair yasa tasarısına olumsuz oy verdiğini hatırlatarak, “öteki kampanya” a- dıyla bir başka noktaya odaklanmak gerektiğini söyledi. Marcos’u solu bölmekle suçlayanlar var elbette. Ancak solun “niteliğini” tartışmaya açması kayda değer bir durum.
Öte yandan kıtada yaşananlar sadece sandık zaferleriyle sınırlı değil. Bir yandan Chavez, Küba ile dayanışma ilişkilerini güçlendirirken, ABD’li yoksullara ucuz petrol dağıtımına başladı ve “21. yüzyılın sosyaliz- mi”ni tartışmaya açtı. Diğer yandan yine Chavez’in başını çektiği, Arjantin, Brezilya gibi ülkelerin de katıldığı bir ittifakla ABD’nin yaklaşık 10 yıldır uğraştığı FTAA adlı kıtasal ticaret projesi çöpe gönderildi. Bush, eli boş bir halde Washington’a geri döndü. Keza Arjantin IMF’ye olan borçlarının tamamını vaktinden önce' ödeyerek bu ilişkiler sisteminden bütünüyle ayrılmak istediğini açıkladı. Morales, seçimden hemen sonra, Küba’ya uçtu ve Fidel’in emperyalizme karşı yürüyüşünde yanında olacağını söyledi. Morales, aynı zamanda kendisinin ve bakanlarının maaşlarını yarıya indirdiğini, diğer kısmın eğitim ve sağlık bütçelerine aktarılacağını a- çıkladı. Geçtiğimiz Kasım ayında Kolombiya’nın 32 ilinde birden yeni- liberal- politikalara karşı yürüyüşler düzenlendi. Benzeri birçok örnek vermek mümkün.
Özetle; Latin Amerika’da siyasette sirayet yaygın bir durum. Bir dönem, askeri darbe ve cunta hükümetlerinin birbirini izlemesi gibi şimdilerde “sol” hükümetler ardı ardına sandıkları fethediyor. Simon Bolivar’m hayaleti tüm kıtayı dolaşıyor. Soru şu; sandık mutlak bir amaç mı, yoksa bir sonuç mu?
meclisleri üzerinden kendi iradelerine güveniyorlar. Bu iradeyle içlerinden çıkardıkları temsilcileri yönlendirebileceklerini biliyorlar.
Bu noktada durup bakarsak, Latin Amerika’da yaşananlar bir tesadüf müdür? Değilse bugünkü sıçramayı yaratan nedir?
Yeni-liberal politikalar kıtanın tamamında inanılmaz bir yıkım yarattı. Özelleştirmeler, kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi vb. zaten yoksul o- lan yerli halkları çukurun en dibine itti. Somut olarak bir gelecek projesi olmaksızın yeni-liberal politikalara karşı çıkma zemininden hareket ettiler. Mağdurların yaşama müdahalesi, gücünü hayatın gerekliliklerinden a- larak şekillendi. Bu süreçte iki nokta önemliydi; birincisi, mütevazı bir yaklaşımla yaptıkları müdahalenin küçük ya da büyük olmasına aldırmadılar. İkincisi, toplumun çeşitli kesimleri arasında dayanışmayı öne çıkartarak güçlerini birleştirdiler.
Bu sosyal hareketlerin, geçmişten
Marx’i beklemiyorlarUNICEF’in 1997’de yaptığı he
saplamalara göre, Bolivya’nın El Alto şehrinde yaşayanların yalnızca %34’ü döşeli yol, çöp toplama ve telefon hizmetlerine erişebiliyor. %20’nin içme suyu ve elektriği yok, %80’i kirli sokaklarda yaşıyor. El Alto’nun çoğunluğunu Aymara yerlileri oluştururken, nüfus hızla artıyor. 1952’de sadece 11.000 kişinin yaşadığı kentte bugün 800.000’in üzerinde insan var ve yaş ortalaması 22, nüfusun %60’ı 30 yaşın altında. Bu nüfusun %45’i yoksulluk içinde yaşıyor. %20’si bunun da ötesinde mutlak yoksulluk çekiyor.
Ama El Alto’da bir başka gerçek daha var. Bir Aymara’nın tabiriyle “mikro hükümetler” olarak işleyen yaklaşık 600 mahalle meclisi var. Bu komiteler, hem halkı kamusal işleri yürütebilecek şekilde örgütlüyor hem de hükümeti, taleplerini dayatarak harekete geçirebiliyor. Ekim 2003’te FEJUVE ve işçi örgütleri, önce başkan Lozada’yı ABD’ye kadar kovaladı, ardından Mayıs-Haziran isyanında, yerine geçen Mesa’yı istifaya zorladı. Bu isyanlar sırasında taleplerini lokal sorunlardan ulusal sorunlara sıçrattılar. Doğalgazm u- lusallaştırılm ası, ulus ötesi şirketlerin def edilmesi ve zenginliğin kendilerine çevrilmesini istediler. El Alto halkı ve diğer yerli halklar, sokak gösterilerinde açığa çıkardıkları e- nerjiyi sandığa da taşıdılar. Onlar i- çin isimlerin önemi yok. Onlar yerelde kurarak ulusal olana müdahale ettikleri mahalle
5 5
UUAK'ŞUtSAl ZUU6
Yeni sosyal hareketlerin üçüncü özelliği, "temsil" siyasetinden kopuşmuş olmalarıdır. Önemli gördükleri ya da kendilerinden
gördükleri siyasetçilere, sorunlarım iletip çözüm beklemektense doğrudan eylem taktiğine yöneldiler.
önemli bir farkı herhangi bir siyasal yapının doğrudan önderliğini reddediyor olmalarıydı. Geçmiş yılların biriktirdiği politik yapılar tarafından kontrol edilme, hatta maniple edilme duygusu karşısında “bağımsız” davranma eğilimi öne çıktı. Bu eğilimi, siyaseti ve devleti devralmayı reddetme noktasına taşıyarak “sivil toplumcu” bir noktaya savrulanlar oldu. Mikro projeleri öne çıkartan bu anlayış, kamusal hizmetleri örgütlemeyi önüne koyarak bir anlamda burjuva devletin elini rahatlattı.
Öte yandan aynı “bağımsız” davranma fikrinden hareket eden, ancak siyasetin kendisine değil, önceki dönemde yapılış tarzına eleştirel yaklaşan bir anlayış da ortaya çıktı. Küçük reformlar için mücadele ederken, bunu toplumu ve devleti değiştirme mücadelesinin içine yerleştirdiler. Geleneksel hareketlerle burada buluştular.
İki yaklaşımın da ortaklaştığı bir nokta var. Kapsadıkları insanları nes- neleştirmeyip, tam tersine ortak dilin parçası kıldılar. İnsanı, kolektif aksi-
yoner insanı karar alma ve eyleme sürecinin öznesi olarak gördüler.
Bu yelpazenin farklı noktalarına düşmekle birlikte Meksika’da Zapa- tistalar, Brezilya’da Topraksız Köylüler, Arjantin’de işsiz işçiler, Bolivya’da cocalerolar ya da Venezüella’da Chavismo hareketi, “bağımsız” davranmaya örnek gösterilebilir.
Bu hareketlerin ikinci özelliği, savunma konumundan saldırı pozisyonuna sıçramış olmalarıdır. Yeni-li- beral politikaların özelleştirme, ücretleri düşürme, sosyal güvenliği yok etme, işten atma taktiklerine karşı el- dekini korumayı tercih etmek yerine saldırdılar. Brezilya’da toprak işgalleri, Arjantin’de fabrika işgalleri, keza Venezüella’da lokavt ilanına karşı fabrikalara el konması ve petrolün işletilmesinin ulusallaştırılması talebi bu çerçevenin içindedir. Bu taktiği güdenler çürümüş burjuva devletini korumak adına yapmadılar bunu. Aksine fabrikaları işgal ederken, bir yandan da işçilerin konseyler şeklinde örgütlenip makro ölçekte müdahil
olmasını da gündemleştirdiler. Ya da son 20 yılda 1500’e yakın militanını devlet saldırısında kaybeden MST gibi her şeye rağmen kendi evlerinde yaşama, kendi okullarında eğitim görme hakkını kazandılar.
Yeni sosyal hareketlerin üçüncü özelliği, “temsil” siyasetinden kopuşmuş olmalarıdır. Önemli gördükleri ya da kendilerinden gördükleri siyasetçilere, sorunlarını iletip çözüm beklemektense doğrudan eylem taktiğine yöneldiler. Hareketin niteliğine göre bu taktik, kendine özgü biçimlere büründü. Örneğin Arjantin’de ana dinamik işsizlerdi. Dolayısıyla üretimi durdurma şansları yoktu. Bunun yerine ana yolları, otobanları işgal e- derek kapitalist döngüyü felce uğrattılar. Evet, üretim devam ediyordu, a- ma mallar yerine ulaşmıyor ve pazara
çıkamıyordu. Yine bu hareketler, dışarıdan gelenlere güvensizliği öne çıkartıp yerel kitle önderlerini yarattılar. Morales, koka üreticilerinin içinden yükseldi.
Mücadeleyi parlamento dışında tanımlamanın bir olumlu, bir de olumsuz yönü vardı aslında. Olumlu tarafı, seçime endeksli yapılar ve taktiklerden ko- puşma, hayatı sokakta kurma biçiminde olgunlaşmasıydı. Olumsuz tarafı ise parlamentoda cisimleşen devleti göz ardı etmekti. Hükümetler devrildi, ama devlet ele geçirilmedi. Bunun en bariz örneği, Ekim 2003 ayaklanmasında Bolivya’da polisi kovan, orduyu bölen, devlet başkanmm ABD’ye kaçmasına neden olan yerliler, parlamentonun ö- nüne geldikten sonra durdular. Bunun sebebi sorulduğunda bir yerlinin verdiği cevap anlamlıdır: “Devleti nasıl yöneteceğimizi bilip bilmediğimizden e- min değiliz!” Aynı şey Arjantin içinde geçerlidir. Son krizde tüm ülkeyi saran ve günlerce süren bir isyan dalgası söz konusu, ancak bunun içinden çıka çıka merkez sol bir hükümet çıktı. Sol da olsa Peronizmin ufku bellidir. Bu durumu öncü parti olmaması gibi klişe bir tespitle tanımlamak yerine, bu hareketlerin politik kadrolarını yaratmakta yetersiz kaldıklarını söylemek daha doğru olacaktır. Ve elbette; asıl sorunun ne
56
OCAK'ŞUBAT 2006 C|Oİ
için mücadele ettiğinizden daha çok, nasıl bir bütünün içinde anlamlandırdığınız olduğunu görmektir.
Latin Amerika’daki yeni hareketlenmenin dördüncü özelliği ise hazır bir reçetenin peşinde koşmuyor oluşudur. Deyim yerindeyse aksakallı Karl Marx’m gelip kendilerini kurtarmasını beklemiyorlar. Ya da baştan sınırlarını çizdikleri bir projeyi önlerine koyup mekanik bir şekilde onu gerçeklemeye çalışmıyorlar. Bunun yerine pek çok şeyi yürürken tartışıyor, mücadelenin zenginliğinden çözüm ve sonuçlar üretiyorlar. Salt entelektüel bir çabanın yerine, aynı zamanda politik de olan bir müdahaleyi koydular. Ve bu süreç aslolarak aşağıdan yukarıya doğru bir dinamiği harekete geçirdi. Bunun en iyi örneği şüphesiz ki Chavez ve başlattığı 21. yüzyıl sosyalizmi tartışmalarıdır: “İnsan, fikriyatı içinde evriliyor. Ben Venezüella’da yaşanmakta olanların teorisi, tartışmaları ve praksisinin toplamının ürettiği bu diyalektiğin meyvesi olan fikirlerden, tecrübe ve fikirler ediniyorum. Son altı yıl çok zenginleştirici oldu, fikirsel açıdan beni çok besledi... Siyasal çizgi açısından, 21. yüzyıl sosyalizminin belirleyici unsurlarından biri katılımcı ve ‘öncü’ demokrasi olmalıdır: Halk iktidarı. Bu, tek parti ya da bütün kararların bir partide merkezileşmesi fikriyle taban tabana zıt tanımlayıcı bir siyasal unsurdur. Her şeyin merkezine halkı koymak gerekiyor, parti halkın buyruğunda olmalı. Tersi değil.”
Bu kadar satırın özeti şu; Latin A- merika’da halk kendi kaderini eline aldı ve siyaset artık halkın eline geçti. Yani sorun Chavez’in, Lula’nm ya da Morales’in ne yapacağından daha ötede duruyor. Çünkü MAST ya da Morales’i, sosyalizme doğru hareket ettirecek olan Bolivya’nın yerli halkıdır, cocalerolardır. Başkası değil.
Küba ve Venezüella’nın varlığı
Yukarıdaki sıraladıklarımın arkasında duran, atlanmaması gereken olgular da var. Bunlardan birincisi; ö- zellikle bazı ülkelerde, mesela Arjan
tin, örgütlenme geleneği çok eskiye dayanır. İşsiz işçiler hareketinden söz ederken, işsizlerin çalıştıkları dönemde %90Tarın üzerinde sendikalı oldukları gerçeğini ifade etmek gerekir.
İkincisi; Küba’nın varlığıdır. 46 yıldır, ABD’nin arka bahçesinde her şeye rağmen ayakta kalan Küba, yaşadığı yoksulluğun üstesinden gelmesinin yanı sıra kıta halklarına yardım da ediyor. Gösterdiği dayanışma, Latin Amerika halklarının bilincine kazınmıştır. Bu anlamda Küba, “başka bir dünyanın mümkün” olabileceğinin canlı kanıtıdır.
Üçüncüsü ise; Venezüella ve Chavez’dir. ABD’nin tüm gayretlerine karşın ayakta kalabilen Chavez, kıta halklarına umut aşılamıştır. Ancak katkısı sadece bununla sınırlı değil elbette. Küba’ya çok ucuza petrol veren Venezüella, aynı dayanışmayı diğer ülkeler için de sergileyecektir. Benzeri anlaşmalar Arjantin, Brezilya ve Uruguay’la da yapıldı. FTAA’yı çöpe gönderen biraz da Venezüella’nın elindeki bu imkan olmuştur. Keza Venezüella, Latin Amerika’daki ticaret akışının da önemli bir parçasıdır. Bir bakıma Latin Amerika burjuvazisi için bile ABD’ye karşı bir al
ternatif oluşturmuştur. Latin Amerika’nın İsrail’i olarak nitelendirilebilecek Kolombiya bile Venezüella ile işbirliği anlaşması imzaladı ve ardından FARC ile masaya oturdu. Chavez güçler dengesini net olarak değiştirmiştir.
Chavez, aynı zamanda ideolojik olarak da kıta halklarına yön göstermektedir. Kıta’nm neredeyse tamamında aynı dilin konuşuluyor olabilmesi, bir ufuk çizmek açısından işi kolaylaştırmaktadır. Son dönemde yayma başlayan Telesur (Güneyin televizyonu), halkları burjuva medyanın tahakkümünden kurtarmış, sosyalist bir pencere sunmuştur. Castro ve Chavez’in varlığını atlarsak, Latin A- merika’daki bu yükselişi eksik anlatmış oluruz.
Sanırım böyle bir yazının son sözüne en uygun düşen ifade bir Sezen Aksu şarkısı olacaktır:
“Ben böyle yürek görmedim, böyle sevgi / Şimdi çocuk büyümekte giin be gün / Bütün hüzünleri okşadı birer birer / Gizli bir ümide sarılarak, biraz küskün...'’'’
02. 01.2006
57
IRAK’TA ABD SAF
DEĞİŞTİ RİVORAyşe Tansever
ABD her ne Kadar üçüncü sömürgecilik düzenini Kurmakta zorlanıyor olsa da açık kapıları her zaman buluyor. Onun petrolü sömürme hastalığı da enerjisi haline ge
liyor. Onda bu duygu ölmeyeceğine, yani sömürmeden ayakta duramayacağına göre Irak halkları da sömürüye karşı doğru silahla dövüşmedikleri için bu savaşın daha çeşitli kılıklara bürünerek daha uzun sereceğini düşünmek gerekmektedir.
Irak’ta 15 Aralık seçimleri yapıldı. Kesin sonuçlar yeni yılda açıklanacak. I- rak şimdi yeni bir döneme giriyor. 4 yıl başta kalacak hükümet iş başı yapacak. ABD’nin başta açıkladığı Irak’m demokrasi planı tamamlanmış oluyor. Yeni meclis ve hükümet işgal güçlerinden çekilmesini isteme hakkına da sahip. O nedenle ABD açısından da bu hükümetin yapısı önemlidir.
Katı sol basın Irak’taki milletvekili seçimlerini ABD sömürgeciliğinin bir o- yunu olarak görüyor ve bir şeyin değişmeyeceğini savunuyor. Bize göre bu biraz kaba ve kestirme bakış oluyor. ABD Irak’ta üçüncü dönem sömürgecilik yapısını oturtmaya çalışıyor. Bugün Irak, yarın başka bir ülke aynı saldın ile karşı karşıya kalabilir. ABD böyle bir mücadeleyi kan teri dökerek vermektedir. Bin bir kılığa giriyor. Armut pişip ağza düşmüyor. Bu derinlikleri kavramak görmek bizce önemlidir.
Daha liberal sol güçlere bakarsanız durum bunun tam tersi. ABD artık yavaştan tasını tarağını toplayıp gidecektir. Meclisten çıkacak yeni hükümet ABD’ye git derse oda “Eh beni istemiyorlar, akılsızlar, ben onlara demokrasi getirmeye çalıştım, yaranamadım, canları isterse” diyecek ve yavaş yavaş I- rak’tan ve sonra tüm Ortadoğu’dan bir daha buralann işine pek kanşmamak ü- zere çekip gidecektir.
Buna da katılmak mümkün değildir. ABD 200 milyarın üstünde para,
2200’ün üzerinde kan döktüğü bu topraklardan bu kadar kolay çekip gidecek filan değildir. Petrol ona deyim yerindeyse bu işe kellesini koydurmuştur. Vietnam yenilgisinden yeterince ders aldığını düşünmekte, yanılgılara düşmeden bir zafer kazanmak peşindedir. Bush yalnız Kasım ayında, sırf Irak konusunda 6 konuşma yaptı. Sonuncusunda halkım I- rak’tan çıkmanın doğru olmadığına ikna etmeye çalıştı ve daha sabırlı olmalarını istedi. Bush’un askerleri belki biraz a- zaltmanm dışında Irak’tan yakın zamanda çıkma gibi bir düşüncesi yoktur. Aksini düşünmek insanı rahatlatmakta ve pel- teleştirmektedir.
Büyük projeABD’nin Irak’a girerkenki planının
ne olduğu, neleri hayal ettiğini hatırlarsak şimdi olduğu noktayı kavramak daha kolay olacaktır. 20 Mart 2003 günü I- rak’a çıkartma yapmaya başladığında hedefi orada iktidar olmak üçüncü dönem sömürgeciliği kurmaktı.
İşgal Güçleri Geçici Otoritesi, Yönetim Konseyi, Geçici Meclis seçimleri sonra Anayasa hazırlanması gibi saikalardan sonra genel seçimlere gelindi. Bush’un iddialarına göre Irak şimdi demokratik bir ülke oldu.
Elbette hepsi bir göz boyama, bir o- yundu. Yönetim Konseyleri, geçici hükümetlerin hepsi ABD adamlarıydı. Olmasalar bile onu dinlemek zorundaydılar. Kendi doğrularını uygulayamazlardı.
Seçimler komikti. Sünniler boykot etti. Bombalar yağdırıldı. Partilerin kayıtlan demokratik değildi. Adayların isimleri öldürülürler korkusu ile açıklanmadı. Seçmen listeleri savaş içinde nasıl yapılabilirdi ki? Her şey göstermelik oldu. A- nayasa okunmadan ve hakkında hiçbir şey bilinmeden genelde oylandı. Halkın ne kadanmn evet dediği tartışmalıdır. Şimdiki seçimlerde adaylar meydanlarda konuşamadılar ve halk onları gerçekten tanıyarak seçmedi. Adaylar kaçırıldı, öldürüldü. Seçim günü ve bir gün öncesi sokaklar intihar eylemleri korkusundan trafiğe kapatıldı. Böyle demokratik seçim mi olurmuş. Palavra.
ABD’nin emeli kendisinin sözünden çıkmayacak kukla bir hükümet kurmaktır. Irak her biri 4-5 milyara yaptırılan tüm Irak’a yayılmış askeri üslerinin zoru ile yönetilecektir. Kararlar ABD Irak Konsolosluğu’nda verilecektir. Burası binlerce memurun çalıştığı dünyanın en büyük konsolosluğu olacaktır. Irak bakanları bu konsolos personelinin güdümünde çalışacaktır. Eğer dinlemeyecek olurlarsa ölümlerden ölüm beğeneceklerdir. ABD’nin çıkarları doğrultusunda bir demokrasi oyunu oynamayı öğreneceklerdir mutlaka.
Böylece ABD Irak petrolünü ve ülke gelirlerini denetleyecek, onu kendi çıkarları doğrultusunda kullanacaktır. Irak’ta konumunu sağlamlaştırınca sıra İran’a gelecektir. Oranın petrolü denetime alınacaktır. Sonra artık şu çok şımaran Su-
OCAK'ŞUBAT 2006 q O İ
udi Arabistan krallığı devrilecektir. Mısır’da beslenen Mübarek kargasının göz oyması engellenecek, yerine Nur getirilecektir. Bu arada Suriye’nin ibiği sıkılacaktır. İsrail teröründen gene korkulmaya başlanacaktır. Tüm Ortadoğu petrolü denetlenecektir. Irak işgali “Daha Büyük Ortadoğu Projesi”nin daha ilk adımıdır. Ortadoğu petrolünü eline alınca ABD’nin tüm dünyayı önünde diz çöktürmesi işten bile olmayacaktır.
Bu hayallere inanıldığı için ne BM ne başka bir uluslararası yasa dinlendi ne de AB’nin buna onayına pek önem verildi. Dünyaya meydan okundu. Peki, şimdi ABD bu planın ne kadarını gerçekleştirmeyi başarabilmiştir? Önündeki engelleri nelerdir? Son seçimlerin bu plan i- çindeki yeri nedir?
ABD yandaşlanBush yönetiminin Irak’taki öz gücü
eski Geçici Hükümet Başkanı îyad Alla- vi’dir. Eski BAAS Partisi’ndendir, Sad- dam’a karşı başarısız darbeden sonra yurtdışma kaçmış ve CIA ile işbirliği yapmış, ABD’nin Irak işgaline destek vermiştir. Allavi’nin bıyıksız Saddam o- larak adlandırılmasının nedeni çok otoriter ve zalim olmasından kaynaklanır. Gözaltındaki 5 tane İraklıyı silahmı çekerek vurur ve karakoldaki polislere “işte böyle yapacaksınız” der.
Necef’te Mukteda al Sadr güçlerine, Felluce’de Sünni direnişçilere emrine imza atan gene odur. Amerikancılığını açıklamaktan en ufak bir çekince duymamıştır. Tam bir ABD uşağıdır, bu nedenle I- rak halkı tarafından sevilmez. Allavi laikliği, İran’a karşı oluşu ve BAAS geçmişi, Saddamcı olmayan BAAS güçlerinin tekrar Irak yönetimine girmesi ABD’nin şimdiki Irak politikasına uymaktadır. Ancak elbette bunlar Şiilere terstir.
Allavi’nin seçim ittifakı Irak Ulusal Listesi 15 gruptan oluşuyordu. Irak Komünist Partisi bazı aşiret şeyhleri, eski dışişleri bakanlarından Adnan Al Paşa da bu liberal ittifak içindedir. Ön seçim tahminlerinde %14 kadar oy aldıkları haber
veriliyor. ABD para desteğiyle bastırılan boy boy afişlere ve TV reklamlarına karşın ancak belki 30 sandalye elde edebilecekleri tahmin ediliyor. ABD yeni Irak hükümeti içinde olmalarını istiyor.
ABD hiçbir yerde tek ata oynamaz. Mutlaka yedek güçler tutar. Pentagon ile bir zamanlar iyi ilişkiler içinde olan Ahmet Çelebi ABD’nin yedek gücüdür. Allavi ile kuzendirler. Çelebi’ye “kara at” denmektedir. Bununla söylenmek istenen sanırız onun tartışmalı kişiliği olsa gerektir. Bir zamanlar kukla başbakan yardımcılığı da yapan Çelebi’nin İran ziyareti sonrasında partisinin Bağdat büroları basıldı ve ABD’nin gözünden düştü. Bize göre Çelebi ABD yönetimi içindeki Pentagon ve CIA çatallığının kurbanıdır. Ya da çok fazla Amerikancı görünen bir adayın işe yaramayacağı düşünüldüğü i- çin el altından desteklenme karan alınmıştır. Çelebi seçimler öncesi ABD ziyareti yaparak Bush’a olan sadakatini dile getirdi ve Irak politik güçleri konusunda onu bilgilendirerek hizmetini sundu. Çelebi’nin en son tahlilde ABD çıkarlanna ters düşecek bir yanı yoktur.
Irak Ulusal Kongresi listesinde 10 tane grup bulunur. Çelebi’nin eskiye dayanan gizli ordusu vardır. Şimdi İran’la bağlantı içinde ve ABD işgaline karşı o- lan Onur Anlaşmasında bir isim olarak var. Seçimlerde başarı gösteremedi, meclise bire giremeyecek, ama ABD finans
güçleri onu Petrol Bakanlığı’na aday gösteriyor.
Seçim sonuçlan ABD güçlerinin ba- şanlı olmadığmı ortaya koyuyor. Sünni- lerle birlikte acaba bir şey yapabilirler mi, diye düşünülüyor. Seçim sonuçlanna itirazlan, hükümeti boykot edecekleri tehdidi daha büyük görünme çabası olarak yorumlanabilir.
Onur AnlaşmasıSeçimlerden şimdiki iktidar güçleri
Birleşik Irak İttifakı’nın (BIİ) başanlı çıkması bekleniyor. Bu yazıyı kaleme al
dığımız sıralarda güney Şii eyaletlerinin hepsinde % 90 çoğunluk kazandıklan bildiriliyor. Yine resmi olmayan açıklamalara göre Kürt bölgesinde Kürt partileri başanlı, merkez Bağdat civarında Şi- i ve Sünnilerin kanşık olduğu yerlerde gene BIİ % 56 oy aldığı görülüyor. Yani tahmin edildiği gibi seçimlerden BIİ galip çıkacak ve de ülkeyi 4 yıl yönetecekler gibi. Tek başlarına iktidar olup olmayacakları yeni yılda kesinlik kazanacak. Al Cafari ve SCIRI lideri Adil Abdül Mahdi önde gelen isimlerden.
BIİ 15 parti ve gruptan oluşmakta ancak SCIRI diye bilinen Irak İslam Devrimi Yüce Konseyi, şimdiki Başbakan Al Cafari’nin Dava Partisi ve ABD işgaline en kesin karşı duruşu sergileyen Mukteda al Sadr Şii güçleri bu ittifakın en büyükleri. Şiilerin Irak’taki en büyük dini otoritesi olan Sistani bazen açık bazen gizli olarak bu ittifakın arkasında duruyor.
Mukteda al Sadr seçim öncesi Sün- niler ve BIİ arasında mekik dokumuştur. ABD işgaline olan düşmanlığı onu Sünni direnişçilerle birlikte davranmaya, Şi- i oluşu Şii saflarına katılmaya yöneltmektedir. Sünnilerin Saddam döneminde Şiilere eziyeti ve laik oluşları, Dava ve SCIRI’nin de federalizm istekleri Mukteda güçlerini aslında iki tarafında karşısına almaktadır. Sonuçta Sadrcılar seçimlere çeyrek kala Onur Anlaşması di
ye bir ittifaka tüm I- rak siyasi güçlerini davet ettiler.
Onur İttifakına: SCIRI, Dava Partisi, (Al Cafari yurtdışm- da olduğundan elçisi
ile katıldığı için özür diledi) üç küçük Sünni grubun Kondord Cephesi, bazı ünlü aşiret liderleri, sendikalar ve kişi olarak Ahmet Çelebi imza attılar. Kurulacak hükümete girdikleri taktirde aşağıdaki maddeleri hayata geçirmesini denetleyecek bir komite de kurdular.
Bu ilkeleri seçimlerden çoğunlukla BIİ çıktığı ve iktidara damga atacaklarına neredeyse kesin gözle bakıldığı için ö- nümüzdeki hükümetin uygulamaya söz verdiği maddeler olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Altına imza atılan 14 maddeden bazılarını özetleyelim.
saidm ABD hiçbir yerde tek ata oynamaz. Mutlaka yedek güçler tutar. Pentagon ile bir zamanlar iyi ilişkiler içinde olan
Ahm et Çelebi ABD'nin yedek gücüdür. Ailavi ile kuzendirler. Çeiebi'ye "kara at" denmektedir.
59
CjOİ OCAK'ŞUBAT 2006
1. İşgal güçlerinin Irak’tan ayrılması ve çıkış için tarih vermeleri, giderken üslerini kapatmaları ve Irak güvenlik güçlerini kurmak için ciddi bir çalışma yürütmeleri;
2. İşgal güçlerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması;
3. İsrail ile işbirliğinin kategorik olarak reddedilmesi;
4. İşgale karşı direniş göstermek tüm halkların hakkıdır, onun için direnişçilerin teröristlerle aynı kategoriye konulmaması;
5. De-BAAS’laşma yasasının yaşama geçirilmesi, BAAS Partisi ’nin terörist bir örgüt olarak kabul edilmesi ve Saddam’ın bir an önce yargılanması;
6. Federalizm gibi tartışmalı ilkelerin uygulanmasının ertelenmesi.
Resmi olmayan seçim sonuçlanna göre BIİ başa geçecekse ABD çok kötü bir durumdadır. SCIRI, Dava ve Mukte- da al Sadr’m iktidar olmalarının ardından ABD’den üslerini kapatıp, pilisini pırtısını toplayıp gitmesini istemeleri gerekir. ABD’nin tam da isteğinin tersine I- rak ve İsrail ilişkileri sıfırlanırken İran i- le bağlantı artacaktır. İşgal güçlerinin ayrıcalıkları kalkacaktır. Her gün askeri o- larak yenilen ABD seçimlerle siyasi olarak yenilmiştir. Irak ve Ortadoğu projele
rine elveda demek durumu ile yüz yüzedir. İran, Irak seçimlerinde kazanmıştır.
Bu anlaşma içine katılmayan iki ö- nemli grup var. Biri Kültler, diğeri ise ö- nemli Sünni güç Müslüman Aydınlar Grubu (MAK). Kürtlerin ABD işgali ile bir dertleri yok. MAK ise anti BAAS maddesine katılmaz. Bu anlamıyla anlaşmaya genelde farklı Şii güçlerin anti A- merikancı bazda anlaşması gözüyle bakılabilir.
Güvenlik sorunuABD’nin Irak’tan çekilmeye karşı
pişirip pişirip ortaya koyduğu bir güvenlik sorunu var. Irak’tan çekildiği taktirde halkların birbirlerine gireceğini savunur. Bush son konuşmasında yine “Iraklı dostlarımızı zor durumda bırakamayız.” dedi. Yani kendi kuklalığını yapan kişileri desteksiz bırakmayacaklar. Yani destek güçleri kuklalık yapacak güçte değiller. Yani muhalefeti bastıracak kadar güvenliği ellerinde tutmuyorlar. ABD böylece olası hükümetin kendisine çıkış tarihi verişine karşı duracağını peşinen açıklamakta.
Oysa güvenlik sorunu ABD olduğu için vardır. Direniş güçleri ve bunca insanın ölmesinin nedeni ABD ve işgal güçlerinin İraktaki varlığıdır. O nedenle işgalin bittiği andan itibaren güvenlik sorununun baş nedeni çözülecektir. Ya da
ABD kaynaklı güvenlik sorunu ortadan kalkacaktır.
İşgal güçlerinin iş bölümüne göre ABD Irak ordusunu, İngilizler ise polis gibi iç güvenlik güçlerini kurup geliştirecekti. İngilizler bu konuda başarı gösteremedi. BAAS’m ve Stinnilerin sergilediği direniş bastınlamayınca Şii güçlerden yardım istendi. Ortada SCIRI’nm Bedir Tugayları vardı.
Bedir Tugayları, Şiiler Saddam cürümünden kaçıp İran’a sığınınca 1982 yılında Tahran’da İran İslam Devrimi Muhafızları yardımıyla kuruldu ve doğru- lanmasa da yine onlarca finanse edildiler. İran da gerilla değil, bir ordu eğitimi aldılar. Yani konvansiyonel savaşlarla dövüş sanatını öğrendiler. ABD işgali sonrası İran’a geri döndüler. ABD bunları ilk önce silahsızlandırdı, yani Bedir Örgütü oldular ama sonra liderleri Hakim öldürülünce tekrar silaha sarıldılar. O sıralarda da ABD Sünni direnişini bastıramı- yoıdu ve yardıma ihtiyacı vardı. Böylece Bedir örgütü ABD yanlısı hükümet içine ginneye başladı.
Ocak 2005 seçimlerinden sonra Nisan ayında Dava ve SCIRI iktidar olunca İçişleri Bakanlığı koltuğuna Bedir Tugay komutanı Bayan Jabr oturdu. Bedir güçleri hükümetin direniş güçlerine (Sünni- lere) karşı yürüttüğü planların ve eylemlerin baş yöneticisi oldular. Yeni karşı direniş güçleri kuruldu. Bunlara al Liva al Dheeb (Kurt Tugayları) denilir ve genellikle ülkenin kuzeyinde Tel Afar ve Musul bölgelerinde faaliyet gösterirler, ama son zamanlarda Bağdat güvenliğini de üstlenmeye başladılar.
İstihbarata yönelik olan Akrep Tugayları bunlara bağlı olarak çalışırlar ve direniş güçlerinin yerlerini, üslerini ve gizlendikleri evleri bulmada uzmanlaşırlar. İstihbarat örgütünün çeşitli yerlerde büroları vardır. Kısacası son hükümet iktidar döneminde Şii güçler yalnız güney Basra bölgesinde değil Kürt yerleşim a- lanlan dışında neredeyse tüm ülkede güvenliği sağlayacak güce geldiler. İçişleri Bakanlığı 100 binin üstünde kolluk kuvvetine sahip olduğunu söylüyor. Öte yandan ABD’nin yetiştirmeye çalıştığı 80 bin askerin çoğunluğu da Şii’dir.
ABD Sünni direnişine karşı Şiileri
60
OCAK'ŞUBAT 2006 C |O l
yardıma çağırdı, ama sürekli olarak onlardan da korktu. İyi denetlemeye çalıştı. Ancak hatırlardadır, Basra’da İngiliz kuvvetleri ile Basra kolluk güçleri arasında bir iktidar kavgası yaşandı. İngiliz- ler aynı bizim Şemdinli’deki gibi bir provokasyon sırasında suçüstü yakalandılar. Bu olay aslında işgal güçlerinin İçişleri Bakanlığı denetimini yitirdiğinin işaretiydi. Şiiler kendi başlarına Sünnilere karşı dövüşüyorlar ve iktidar olmaya çalışıyorlardı. ABD ve İngilizler ile pek bir bağlan yoktu. Güvenlik güçleri, yani polis örgütü genelde Bedir Tugaylarına bağlı gibidirler. Daha sonra Mehdi ordu güçleri ile birlikte çalışmaya başladılar. Bağdat kontrolü genellikle onların haki- miyetindedir.
ABD de zaten SCIRI ve Bedir örgütüne pek güvenmemişti. Onun Sahvani yönetiminde CIA’ye bağlı, içine Şiileri almadığı, bir istihbarat sistemi vardı. Pek büyük değildi ve çalışanlann çoğu eski BAAS gizli servis ajanlarıdır. Yani şu anda Irak’ta biri içinde BAAS’cılann olduğu ABD denetiminde, diğeri Bedir Tu- gaylannm olduğu SCIRI denetiminde iki tane gizli istihbarat servisi vardır.
ABD’nin iç güvenliğin denetimini e- linden kaçırmış olmasından hiç hoşnut olmadığı açıktır. Seçimler sırasında BI- Î’nin önde gideceği anlaşıldı. ABD karalama politikasına girdi. Bedir Tugaylarının, yani Şiilerin gizli tutukevleri ortaya çıkarıldı. Burada Sünnilere işkence ediyorlardı. İşkence gören Sünniler basma gösterildi. ABD ile Şiiler arasında karalama kampanyası başladı. Şiiler ABD askerlerinin kendi üslerinde nasıl işkence yaptıklarını belgelemeye çalıştılar. Şimdi bu konuda iki güç arasında birbirlerine çamur atmalar sürmektedir. İki tarafta birbirlerinin kirli işlerini ortaya döküyorlar.
Önemli bir olay daha yaşandı. Sad- dam’m bir zamanlar Pakistan’a yollayıp 3 devre halinde yetiştirdiği 36 pilot tek tek katledildiler. Sorumluların Şii güçler olduğu söyleniyor. Şiilerin son zamanlarda yüzlerini gizleyerek böyle karanlık işlere girdikleri biliniyor. Bu ölümlerin sorumlusu da olabilirler. Sorun pilotların kimliklerinin nereden bulunduğu. İşin i- çinde Pakistan ile iyi ilişkiler içinde olan CIA’nın parmağı olduğu, oradan kimlik
lerin alınıp Şiilere verildiği açıklandı. İki grubun arasını açmak için ABD’nin böyle karanlık işler yapma olasılığı vardır. Yoksa Şiilerin kendi başlarına bu pilotları tespit edemeyeceği söyleniyor. Bir de Şiilerin ellerinde öldürmek istedikleri Sünnilerin kocaman bir listesi olduğu, her birinin ünlü Sünni lideri olduğu söyleniyor. Şiiler de reddediyorlar. Doğru ya da yanlış olduğu ortaya çıkacak, ama a- macm iki grubun arasını açmaya hizmet edeceği şüphesiz.
Seçim öncesi ve sonrası gelişmelere baktığımızda Şii güvenlik güçleri ile Sünni direniş güçleri arasında kıyasıya bir çatışma gelişmektedir. Özellikle iki toplumun karışık yaşadığı Bağdat gibi yerlerde Şii olduğu kesin polisler öldürülüyor. İçişleri önünde bombalar patlıyor, personeli uçuruluyor. Tutukevleri içinde isyanlar çıkıyor. Gardiyanlar öldürülüyor. Yani iki toplum birbirleriyle olan çatışmayı yükselttiler. ABD’nin de taktikleri bu çatışmayı kışkırtır niteliktedir. Şi- i denetimindeki yerlerde yapılan işkenceler basma sızdırılıyor. İki toplum birbirine düşman haline geliyor.
Irak’ta savaşın karakteri değişmiş gibidir. Sünni ve BAAS güçleri ABD güçlerinden çok Şii güçleri ile savaşmaktadır. ABD’nin çekilmesi durumunda BAAS ’cıların ya da Sünnilerin gene iktidar olması ya da güvenlik sorununda öne geçmesine karşı Şiiler dövüşmektedirler. ABD’nin BAAS’cıları yok etme savaşını şimdi Şiiler üstlenmiş gibidir. O nedenle de hedef tahtasmdalar. Irak denildiği gibi Bosnalaşmakta. ABD’de arada işgalini sürdürmek için bahane bulmaktadır. Ancak bunun onu ne kadar rahatlatacağı şüphelidir.
Bush ve Rumsfeld’in son açıklamalarından kalkarsak ABD asker indirimine gidecektir. Bu nasıl olacaktır? Anlaşıldığı kadanyla kendisi üslerine daha çok çekilecek ve çatışmalara havadan katılacaktır. Ancak sorun bunu nasıl yapacağıdır. Kime güvenerek havadan bombalar yağdıracaktır. Sünni istihbaratı mı, yoksa Şiilerinki ile mi davranacaktır? Sanırız i- şine geldiği gibi iki tarafında gözünün yaşma bakmadan petrol üstündeki denetimini hedefleyici taktikler güdecektir. Bu durumda da iki grubun asıl düşmana saldırı bazında birleşmeleri gelecektir.
Bunca yaşananlardan sonra bunun nasıl gerçekleşeceği bir sorundur ve ABD’nin oynamaya hazırlandığı yeni kart bu olsa gerektir.
Ordu güçleriOrdu konusu biraz farklıdır. Saddam
ordusu dağıtıldı, yerine yenisi kurulacaktı. ABD asker yetiştirmek için AB ve NATO üyesi ülkelerden yardım istedi. Bu işi Irak sınırları içinde üslenen yok. Ürdün gibi bazı ülkelerde yetiştiriliyorlar. Şiiler ABD’nin bu konuyu yavaştan ele aldığından yakmıyorlar. Söz verdiği gibi Irak ordusunu kurmuyor. Şiiler ABD’nin çekildiği gün tekrar Saddam ordusunun başlarına dikilebileceğinden korkuyorlar. BAAS parti güçlerinin terörist grup ilan edilmesinde diretiyorlar ve devlet kadrolarının onlardan arındırılmasının devamını istiyorlar. Bu karar Bre- mer döneminde alındı, ama Şiiler güçlendikçe uygulanmamaya başlandı.
ABD’nin bu konuda yavaş davranmasının temel nedeni burjuva düzeninde ordunun işlevinden kaynaklanır. Ordular bilindiği gibi düşmanlara karşı- vatan korurlar. Irak durumunda düşman kimdir? Vatanlarını yabancı işgalden korumaya çalışan Sünniler mi, yoksa Mukteda al Sadr’cılar mı? Petrol ve u- lusal zenginliklerini ABD işgalinden korumaya çalışanlar mı? Yoksa düşman İran ile işbirliği içinde olan Şiiler midir? Yoksa ABD ile işbirliği yapan laik görünen Allavi ve Çelebi gibileri midir? Yoksa Kürdistan kurma derdinde olan Kürtler mi? ABD ister Şii ister Sünni olsun iki tarafa göre de düşman olduğu için kendisi ile dövüşecek ordu yetiştirme konusunda yavaştan almaktadır. Kendine düşman olma olasılığı olanlara öldürme, yenme yeteneği kazandırma-, yacak, intihar etmeyecektir.
Ordu konusunda hep temkinli davranıldı. En başta Irak askeri dediklerine silah vermedi. Onları direnişçiler karşısında savunmasız bıraktı, öldürülmelerine göz yumdu. Sonra kendi silahından geri modelleri vermeye başladı. Sonra onları denetiminde tutabilecek şekilde saldırı sırasında gözünün önünde tuttu. Denemeler yaptı. Ama hiçbir zaman korkusundan kurtulamadı. Adı gibi biliyor ki bu yetiştireceği askerler bir gün silahı
61
<_|OI OCAK'ŞUBAT 2006
kendisine çevirecekler. Burjuva ordu mantığı açısından da bunun böyle olması kaçınılmazdır.
Öyleyse buradan bir sonuç çıkarmak mümkündür. İşgal güçleri üçüncü sömürgecilik döneminde işgal edecekleri ülkede asker yetiştirme işini yapamazlar. Teorik olarak yapmamaları uygundur. İktidan avuçları içinde hissedene kadar yapmamalıdırlar. Bunun da garantisi elbette yoktur.
ABD eğer gerçekten Irak’ta demokrasi kurmak istese, gerçekten o ülkeyi işgal edip zenginliklerini sömürme emelinde olmasa ordu kurma, asker eğitip yetiştirme konusunda en ufak bir çekincesi olmaz. Ya da sadece eğitmen verir. Çeker gider. Ama ABD’nin emeli başka olunca da asker yetiştirmekten elbette korkacaktır ve bunu mümkün olduğu kadar geçiştirmeye, argo terimi ile sallamaya çalışacaktır. Ordu eğitmek bir denek taşıdır. İşgal gücünün asıl emelini belirleyen bir kriterdir.
ABD’nin Irak askeri yetiştirme projesi o büyük planın bir parçasıydı. Kendine kul köle bir Irak hükümeti kuracaktı ya. Ona asker yetiştirecekti. Bu askerleri de “Daha Büyük Ortadoğu” projesini gerçekleştirmede kullanacaktı. Irak askerlerini İran’a Suudi Arabistan’a, her yere saldırtacaktı. Sömürge askerler olacaklardı. Kendi askerinin kanı pahalıydı ya Irak evlatları ölse kimsenin umurunda olmazdı. Ama şimdi istediği üçüncü sömürgecilik düzenini oturtamaymca ordu yetiştirme işi de gerçekleştirilmiyor. ABD’nin bölgede kendini ne kadar yenik hissettiğini asker yetiştirmemesinden çıkarabiliriz.
Şu anda ABD denetiminde 151 tane tabur vardır. Bunların bir tanesinin, evet tam bir tanesinin dışında hepsi Şii, Sünni ve Kürt olarak ayrılmaktadırlar. Karışık bir tek tabur vardır. Saldıracağı bölgelere göre bu taburlardan birini kullanmaktadır. Böylece de Irak’m parçalanmasına, halkların birbirine düşmesine böylece neden olmaktadır. Ayrımcılığı böylece daha da kışkırtmakta iç savaşa körükle gitmektedir. Zaten derdi budur. Kendisine karşı çıkmak yerine taraflar birbirleriyle dövüşsünler. Bunun içinde elinde yeterince asker gücü vardır.
Başka ittifaklar arayışıABD kendine bu dulumdan çıkış a-
ramakta, Irak’tan değil. Irak içinde ve dışında kendilerine yeni ittifaklar bulmalılar, bu uğurda gerekirse “şeytanla” bile anlaşmalıdırlar.
Eğer Şiilere ve dolayısıyla İran’a karşı dövüşülecekse ve eğer Saddam güçleri ya da Sünniler İran’a karşı iseler, o zaman onlarla ittifak yapılabilir. Yad a ittifak yapmak için bazı ortak noktalar bulunabilir. İç istihbarata BAAS’cılar a- lınıyor. Ordu kurulmuyor. BAAS’cılara böylece umut veriliyor. BAAS köklü politikacılar destekleniyor. Zaten ABD’nin Saddam ile ne alıp veremediği vardı ki? BAAS kendine güvenerek Humeyni İ- ran’ma saldırmamış mıydı? Sorun BAAS, Sünniler değil, petroldür.
Nisan ayında Dava ve SCIRI güçleri iktidara oturanca Sünni direnişçilerle görüşmelere başlandı. Bahane hazırdı. Seçimlere katılmadıkları için Mecliste yoklardı ve Anayasa yazılmasında olmayacaklardı, gelecekte kurulacak Irak için Sünni çıkarlarının temsil edilmemesi sorun yaratırdı.
İlk seçim sonucu tahminleri Şiilerin zaferine işaret ediyordu. ABD’nin telaşı yükseldi. O güne kadar düşüncelerine hiç önem verilmeyen komşu ülkeler ancak o zaman yardıma çağırıldı. Kahire Konferansı toplandı. Irak’ta Şiilerin etkisinin ya da İran etkisinin artmasına Suudi Arabistan ve Mısır ne diyeceklerdir? Konferansta Sünnilere pek destek çıktığını söylemek yanlış olur. Aksine taraflar birbirlerine sert suçlamalar getirseler bile bir diyalog kuruldu. Ama bunun pek ABD’nin istediği türde gelişmediğini söylemek olasıdır. İşgal gücünün Irak’ı terk etmesi konferansta kabul edilen en önemli maddelerden bir tanesiydi. Böylece komşu ülkeler bölgeden ABD’nin çıkmasını İran’ın etkisinden daha önemli gördüklerini dile getirmiş oldular. O nedenle Talabani ve diğer önde gelenler konferans sonrası hemen Tahran’a uçtular.
Kahire toplantısı Sünni güçleri bir a- raya getirip güçlenmelerini sağlamak i- çindiyse hemen arkasından imzalanan Onur Anlaşması İran yanlısı Şiilerin güç gösterisi oldu. Onların hedefi ABD işga
li idi. Irak’ta bu bayrak altında bir ittifak kurmaya çalıştılar. ABD karşıtı güçleri Sünni, Şii, laik bir araya getirmeye çalıştılar. Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi en büyük Sünni grup Müslüman Aydınlar Kurumu (MAK) buraya imza atmadı. BAAS güçlerinin olmadığı bir Irak düşünülemezdi. Batı bundan o kadar korktu ki anlaşmayı dünya kamuoyuna yansıtmadı bile.
ABD ile görüşmeler sürüyordu. I- rak’ta güçler dengesi çok çabuk değişiyor. Blİ’nm iktidar olması belki ABD’nin çıkmasına ön ayak olabilecektir, ama ABD’nin çıkması bu durumda Sünnilerin işine gelecek midir? Ş filer ve İran BAAS ve Sünnileri ezmez mi? Bu durumda İran etkisine karşı ABD ile bir süre için ittifak yapmak Irak’m parçalanmasına karşı mücadele etmek acaba daha mı iyidir? Meclis içinde de siyasi mücadele vermek, gerektiğinde BAAS köklü Allavi ile işbirliği yapmak daha çıkar sağlayıcı değil midir? Bu sorular elbette çok tehlikeli can alıcı sorulardır.
Sünniler her ne kadar resmi ağızdan açıklanmasa bile seçimlere katılma kararı aldılar. Sünnilerin ağırlıklı olduğu bölgelerden Sünni milletvekilleri çıkarmayı hedeflediler. Gayri resmi sonuçlara göre dört eyalette seçimleri kazandılar. Bağdat kentinde ise 2. parti oldular. Bir olasılık mecliste Kültlerin önüne bile geçebilirlerdi.
Sonuçta Sünniler ve ABD arasında siyasi bir zeminde birleşme ağı örülmek- tedir.
Başka uzlaşma konulan
Irak burjuvaları gerek Şii gerekse Sünni can dışında mal derdindedirler. Mal canın yongasıdır. İran Şiilere maddi destek yapıyor. Al Cafari başbakan o- lur olmaz İran’a resmi bir ziyarette bulundu. İran 1.5 milyar dolarlık yardım sözü verdi ve limanlarını ve rafinerisini Irak petrolüne açtı. Irak Şii burjuvazisi İran ile ekonomik işbirliğini böylece sağlamlaştırdı.
Oysa ABD tam bir işgal mantığı ile davrandı ve davranıyor. Bilindiği gibi Bremer koltuğa oturur oturmaz yeni liberal politikaları bir çırpıda uyguladı. Sov-
62
OCAK-ŞUBAT 2006 C|Oİ
yetlerin yıkılmasından sonra uygulanan şok politikalarını bile aşar şekilde tüm ülkeyi dünya finans kapital güçlerine a- çıverdi. Metalara sınır, ithalata vergi kalktı. Yabancıların hakkı sonsuz. Hem aldıkları fabrikaların % 100’üne sahip o- labiliyorlar hem de karlarının %100’ünü dışarı götürebiliyorlar. Saddam döneminde 200 tane devlet işletmesi vardı. A- yakkabısmdan çamaşır makinesine her şey üretiliyordu. Bremer doğal kaynaklar dışmda bütün bunları özelleştirmeye açtı. Yani ülkeyi bir sömürge haline getirdi.
İşgalden yalnız sanayi nasibini almadı, tarımda çok zarar gördü. Fırat ve Dicle nehri arası dünyanın en verimli topraklarıdır. Atalarının yıllarca buralarda yaşamış olması boşuna değildir. Çeşit çeşit tahıl yetişir. Saddam bunları korumak için bir tahıl bankası kurmuştu. İşgal güçleri daha ikinci gününde bunları bombaladı. Şimdi Irak köylüsü tohum derdinde. Irak kırları gen mutasyonuna uğramış tohumların alanı yapılmak isteniyor. Köylü tohum vermeyen buğday ekmeye zorlanıyor. Bu tohumlar Tarım Bakanlığfnca sübvanse edilmeye zorlanıyor. Irak kırları ABD tarım tekellerinin gen mutasyonlu bitkiler laboratuarı yapılacak.
Yani sırf Irak petrolüne saldın yok. Irak sanayi ve tanmı dünya çok uluslu şirketlerinin malı haline getirilmek isteniyor. Şii ve Sünni burjuvazisi bundan zarar görüyor. Şii burjuvazisi Dava içinde örgütlü ve genelde petrol üstünde du
ruyor. O nedenle de İran ile anlaşmakta zorluk çekmiyorlar. Ancak Sünni burjuvazisinin durumu farklı. Onlar özelleştirilecek olan sanayi kurumlarm üst düzey yöneticileriydiler. İthalat bunların belini büktü. Yabancıların gelmesine karşı silahlı direniş göstermekten başka çareleri yok gibi. Tarım buıjuvazisi olarak düşünebileceğimiz aşiret reislerinin işgale karşı çıkış noktalarından biri de ortadan kalkabilecektir. Basma sızmamasına karşılık BAAS güçleriyle bu konularda pazarlık etmek mümkün olsa gerektir. ABD, Sünni burjuvazisine ekonomik anlamda bazı tavizler verebilir. Bremer zamanında konulan bazı yasalar geri alınabilir. Zaten yabancılar mal güvenliği olmayan bir yere gelmiyorlar. O nedenle bu konuda taviz vermek ABD çıkarlarına dokunmayacaktır. Sünnilerin Meclis i- çinde olmaları bu yasaların çıkmasında önemli bir adımdır. Sanırız bu konular tarafların aralarında yaptıkları pazarlıklar içindedir.
Üçüncü sömürgecilik döneminin nasıl olabileceği konusunda ABD’nin tüm bu gelişmelerden ders çıkardığı kesindir. Demek ki bir ülkeye girerken gücüne çok güvenmeyecek ve yerli buıjuva ile anlaşmasını sürdürecek, onun çıkarlarını kollamaya çalışacaktır. Irak’a çok aptalca, kendini çok Kaf Dağı’nda görerek girdi Amerika. Arma öğreniyor.
Minareye kılıfAncak ortada bir sorun var. ABD
şimdiye kadar Saddam’m BAAS’cı kalıntıları ile dövüştüğünü söylüyordu. Karşısına .onları almıştı. Peki, şimdi BAAS ve Sünnilerle işbirliğini Amerikan ve dünya halklarına nasıl açıklayacaktır? Minareyi kaçıran kılıfını hazırlar. Gerek Irak ABD işgal güçleri komutanı gerekse Bush söylevlerinde Sünnileri artık üç gruba ayırmaya başladılar. Birincisi Zar- kavi güçleri, İkincisi BAAS’cılar, üçün- cüsü milliyetçiler. İşte anlaştıklarını a- çıklayacakları bu “milliyetçi” Sünniler olacaktır. MAK bu kimlik altına girdi girecek. Mal mülkte zaten “milliyetçi” kavramı içine girer. ABD açısından milliyetçilerle anlaşmakta bir sorun olmaz. Vatanlarını korumak isteyen milliyetçiler hiçte zararlı olmayabilirler. Onlarla anlaşılabilir. Sonuçta ABD Sünni güçlerin bir kısmı ile anlaşmış olacaktır.
İkinci olarak “milliyetçi” oldukları i- çin Irak bölünmesine de karşı dururlar. Anayasa görüşmeleri sırasında en çok patırtı gürültüyü federe yasalar kopardı. Yani Kürtlerin kuzeyde, Şiilerin güneyde federe devletler kurması maddeleri ve sonunda Irak’tan ayrılma olasılıkları A- nayasa taslağının mecliste oylanmasını erteledi. Referanduma birkaç gün kala Anayasa taslağı mecliste ancak oylanabildi. ABD Irak elçisi Zalmay Halilzad “yeni seçilecek hükümetin federe yasaları tekrar gözden geçirmesi” maddesini koyarak durumu zor kurtarabildi. Yoksa yeniden anayasa hazırlayacak meclis seçimleri yapılacaktı. Bu madde Sünnilerle yapılan görüşmelerin bir sonucudur. Böylece ABD karşı saflarda “milliyetçilerle” birlikte davranmaya başladı.
Federe yasalar tartışmaları seçimler sonrası hükümet çalışmalarında tarafların en baş görüşme noktaları arasındadır. ABD’de bu konuda arada oynayacaktır.
Seçimlerin arkasından ilk açıklama Sünnilerin liderinden geldi. Bit ile yeni hükümet kurma çalışmalarında görüşmeler yapabileceklerini söyledi. Al Cafari hemen buna olumlu yanıt verdi. Sanki ABD’yi aradan çıkarıp kendi aralarında anlaşmak istiyorlardı. Bu araya birden Bush’tan sonra ikinci adam olan Dick Cheney girdi. Uçağı Bağdat semalarında havalanırken Saddam’m üst düzey a- damlanndan 24 tanesi serbest bırakılı- verdi. Bunların birer rastlantı olmayıp ta-
65
CjOI OCAK-ŞUBAT 2006
raflar arasındaki pazarlıkların sonucu olduğunu çocuklar bile anlayabilir.
Öte yandan Zalmay Halilzad, Che- ney’den komutunu almıştı ve ilk açıklamasını yaptı. Yeni kurulacak hükümette içişleri ve savunma bakanlıkları Şiflere bırakılmamalıdır. Bedir güçleri ya da Î- ran yanlısı güçler en azından bu bakanlıklardan uzak tutulmalıdır. Bu kurum ABD kuklası birilerinin elinde kalmalıydı. ABD en azından ya da hiç olmazsa yeni hükümette vuruş gücünü, istihbaratı eline almak istemektedir. Son günlerde gördüğümüz Şii ve Sünni çatışmalarının sonucu tepeye işte ABD’nin oturmasıdır. Seçim sonrası taraflar kadar kozlar birer birer ortaya dökülmektedir.
Federasyon ve petrolBaşta Bush hükümeti federe yasaları
kendisi için bir çıkar olarak gördü. Kürt- leri desteklemek bunların en başındaydı. Bu yasalar ile kendine Irak içinde önemli bir “dost” kazandırmaya hizmet etti. Ancak bir noktadan sonra ABD çıkarlarına ters düşmeye başladı. Üstünde biraz durmalıdır.
Anayasa bugünkü hali ile löse federal bir Irak tablosuna çanak tutmaktadır. Temel üç madde öne çıkmakta. Birincisi federe yasalar ulusal yasalardan daha üstündür. İkincisi yeni petrol ve yer üstü zenginlikleri bulunduğunda bu merkezi hükümete verilmeyecek, federe hükümetin olacaktır. Üçüncüsü her federe devlet
kendi askeri ve polisini örgütleyecektir. Yani merkezi hükümet hem petrol üzerindeki denetimini hem de yönetimde karar alma yetkisini yitirmektedir ve buna karşı askeri bir gücü bile kullanamayacaktır. Bölgeler güçlenecektir.
En başta bu maddeler Irak’ı Green Zone ve binlerce personelli elçiliğine bağlı kukla Irak hükümeti ile yönetmek emelindeki ABD emeline terstir. Karşısına tek tek dövüşmek zomnda olduğu yerel hükümetler çıkarmaktadır. Yasalar bu güçlerin petrollerini istedikleri gibi kullanmalarında haklar tanımaktadır. Kuzey petrolleri üzerinde duran Kürtler güney petrolleri üstünde Şifler ve İran’ın denetimi artmaktadır. Çıkarlar parçalanacak denetim zorlaşacaktır.
ABD başta merkezi iktidarı denetlemek için yerelden hareket etti. Ancak şimdi boynuz kulağı geçti ve bu konuda kötü deneyler yaşandı. Şifler, İran ile petrol konusunda anlaşma yaptılar. Kürtler de bu konuda epey yol kat ettiler. Bölgelerinde petrol çıkarımım hiç merkeze danışmadan bir Norveç şirketine verdiler ve petrol taşımacılığı için Türkiye şirketi ile anlaştılar. Merkeze hiç danışmadılar. Haber bile vermediler. Bu konuda Bağdat’taki Green Zone bir işe yaramadı. Merkezi hükümet yetkisinin azalması ABD denetiminin daha da azalması anlamına gelmektedir.
Sünniler açısından da iş karışıktır. Bilindiği gibi Irak ortasında yerleşik olan
Sünniler Irak’m parçalanması durumunda petrolden pay alamaz hale gelecek yoksullaşacaklardır. Açma bu amaçla ABD ile işbirliği yapmak da petrolü bu kez onların denetimine vermek demektir. Bu olsa olsa yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktır. Tarih tekerrürden ibarettir denilir. Saddam da İran Humeyni’sine karşı ABD ile ittifak yapmamış mıydı? O nedenle şimdi federe yasalara karşı olmak ABD’nin işine gelmektedir. Elinde başka kozlarda vardır.
Irak yönetimi birçok kararla yüz yüzedir. Saddam döneminden kalan çeşitli ülkelerle yapılmış petrol anlaşmaları vardır. Irak’m dış borçlar sorunu vardır. Bunlarla ilgili kararlar yeni hükümete bırakılmıştır. İşgalden sonra gelişen süreçte büyük petrol şirketleri yatırımlarını güvencede hissetmedikleri için Irak’a yatırım yapmadılar. Arncak bazı küçük petrol şirketleri Irak’a girmek için bunu fırsat bildiler. Ruslar sürekli nabız yokluyorlar. Saddam döneminden kalma anlaşmalar ne olacak diye somyorlar. Borçlar konusu ise tam halledilmiş değil. AJ3D bu konulan yeni kurulacak hükümete karşı koz olarak kullanabilir. Dış ülkeler kanalıyla baskı yapabilir. Son zamanlarda İran’a karşı BM eliyle yapılan saldmlarda bir durgunluk yaşanmasını buna bağlayabiliriz. Irak’taki toz dumanın dirilmesi beklenmektedir.
İki önemli faktörABD’nin bunun dışında iki tane da
ha kozu vardır. Bir tanesi El Kaide uzantısı olduğu söylenen Zarkavi güçleri, diğeri ise Kürtlerdir.
Zarkavi konusunda çok şey yazmaya gerek yok. Bush hükümetinin Irak’ta uluslararası terör vardır deyip işgalini haklı göstermek için arkasına gizlendiği bir örgütlenmedir. Zarkavi Şiflere karşı savaş başlattı. Seçimleri boykot etti. Seçim sandıklarına sabotaj düzenleyeceğini açıladı. Ama Irak halkı Zarkavi güçlerinin ABD ve İsrail ajanı olduğunu bilir. ABD uyguladığı politikalar doğrultusunda Zarkavi kozunu sonuna kadar işine geldiği şekillerde kullanmayı sürdürecektir. ABD kalış gerekçesine Zarkavi’yi gösterdikçe Sünniler “sen Irak’tan çekil biz sana onu teslim edelim” dediler. Ama ABI) kendi yarattığı öcüyü öyle ucuza
64
OCAK-ŞUBAT 2006 C|Oİ
kaptırmayacaktır.
ikinci koz Kürtlerdir. Kürtlerle şimdilik bir sorun yok gibidir, ama yakında sorunların çıkacağı yukarıda yazdıklarımızdan ortaya çıkar. Kürtler ABD yardımı ile tarihteki ilk Kürt devletine kavuşacakları umudu ile pembe rüyalar görüyorlar. Barzani rüyaların gerçekleşmesi için dövüşe hazır görünüyor. Talabani.ise bu kadar iyimser değil, Kürdistan’m kurulmasının önünde yığınla aşılması güç engel görüyor.
Seçimlere 8 parti ve örgütün içinde öldüğü Kürt İttifakı olarak girdiler. Geçen seçimlerde ve referandumda Sünni- lerin oylamaya katılmamasından yararlanarak Mecliste varlıklarının ötesinde temsil edilmişlerdi. Şimdi oylarının düşmesi bekleniyor. Bu kez hükümete girip giremeyecekleri kesin sonuçlar açıklanınca belli olacak BIİ yetkilileri yeni hükümet kurma görüşmeleri için Kürdis- tan’a gittiklerine bakılırsa onları muhalefette, ABD ile bırakmak yerine yanlanna alabilirler. Bakalım göreceğiz.
Kürtler her ne kadar ulus olmaya hazırlanıyor olsalar bile ABD’nin bölge politikaları içinde bu hedeflerine doğra ilerlemede daha birçok engelle karşılaşacaklarına şüphe yoktur. ABD’nin derdi Kürt devletinin kurulup kurulmaması değildir. Bölge ve petrolün denetiminde Kürtler bir araçtır. Yukarıda anlattığımız gibi Şii federe devletine karşı Sünnilerle birleşirler ve federe yasalara karşı olurlarsa o zaman ulus olma planları sorunlarla doludur. Ulus olmak ister ve Şiflerle ittifak yaparlarsa ABD ile zıtlaşma tehlikesi vardır. Kültlerin durumu bu iki grubun pazarlıkları ve ABD çıkarları içinde belirlenecek ve önümüzdeki dönemde çeşitli git geller yaşanacaktır. Sünnilerin ABD ile işbirliği Kültlerin işine gelebilecek bir şey olmayabilir. Ama belki Barzani dövüşkenliği ile bu kavga ve pazarlıklar arasından bir doğum da yaşanabilir. Böyle bir doğumun ne kadar Kültlerin istediği gibi olacağı da belirsizdir. ABD Kürtleri bir koz olarak elinden kaçırmamaya onları sonuna kadar kendi sorunlarına bağlı tutmaya çabalayacağı açıktır.
SonuçKaba sosyalistlerin düşündüğü gibi
seçimler sömürgecilerin oynadığı bir o- yun değildir. Hiçbir şey değişmeyecek diye de bir şey yoktur. ABD Irak’ta kan ter dökmekte. Dünyanın en güçlü ordusu, yüzlerce yılın siyasi deneyi ile istediği sömürü düzenini Irak’a girdiğinin ü- çüncü yılı biterken hala oturtabilmiş değildir. Hatta baştaki saflarından geriye doğra itilmektedir.
Diğer liberal solun düşündüğü gibi de öyle “tamam, başaramadım, gideyim” diyecek de değildir. Kalıcıdır. Bush “I- rak’tan zaferle çıkacağız” diyor. Sünniler de onu yenik çıkartmak için uğraşıyorlar. ABD bir süre önce karşısında dövüştüğü “şeytan’fla şimdi ittifak yapmaya hazırla-
• nıyor.
Bush Saddam direnişçilerine karşı dövüşte geri düşünce Şiflerle işbirliğine gidildi. Ancak buna rağmen bir başarı sağlanamadı ve Şifler giderek kendi aralarında birleştiler ve Sistani otoritesi ile Şii halklarım etraflarında topladılar. İran ile ilişkileri sıkılaştırdılar ve ABD’ye karşı söylevlerini .yükselttiler. Bedir Tugayları ve Mehdi ordu güçleriyle kendilerine bir sınır çizmeye çalışıyorlar.
Bölgede artan İran etkisine karşı ABD Sünnilerle dirsek temasına girdi. BAAS’cılan, federe yasalara karşı olmayı bu emellerle kullanmaya gidiyor. Irak
politikasında önemli değişiklikler yaşanıyor. Kürtler ve Zarkavi güçleri elinde tuttuğu diğer kozları.
Seçimler sonrası büyük bir olasılıkla ABD, kendi öz gücü Allavi, Çelebi, laik güçler ve Sünnilerle birlikte muhalefet oynayacaklardır. ABD Savunma, İçişleri ve Petrol bakanlan ile Irak ekonomisini elinde tutmaya çalışacak ve gerektiğinde dış ülkeleri yardıma çağıracaktır.
Bütün bunlar ABD’nin demokrasi o- yunu oynayarak Irak’ta kalabilme mücadelesini hala kazanmak için kan teri dök
tüğünü göstermektedir. Baştaki tüm Ortadoğu’ya hakim olma emellerinin çok çok daha gerisinde dövüşüyor, ama henüz umudunu yitirmiş değil. Ya da içinde olduğu durum ona başka şans tanımıyor. Daha uzun süre de dövüşmeyi sürdürme karannda olduğunu görüyoruz. Ortadoğu gerçekliği de buna uygun.
Irak’ta gördüğümüz gibi halklar giderek Amerika’ya umut olarak bakmaktan uzaklaşıyorlar, ama kurtuluşlarım da daha etnik, dini ve ulus çerçevesinde görüyorlar. İslam dini ya da emik bazda ayrılmalar halkların kurtuluşuna giden yollar değildir. Yarın zengin Şii, yoksul Şii, zengin Sünni, yoksul Sünni, zengin Kürt, yoksul Kürt olarak gene ayrışacaklardır. Şimdi bu ayrımın üstü örtülüyor, ama yarın bu örtü kalkacaktır. Günümüz küreselleşme gerçeği içinde ulusal bir ayrılış nihai bir kurtuluş olamaz. Modem toplum ancak çalışanlar, işçiler ve patronlar ya da bir avuç finans kapital zemininde ayrışmaktadır. Ancak bu gerçekliği kavrayıp ona karşı dövüş Ortadoğu halklarının çıkarma olacaktır.
İlk koşul ABD işgali ve onun uzantılarına karşı dövüş olmalı, Şii, Sünni, Kürt zemindeki ayrılıkların birer zenginlik parçası olarak kabul edilmesi gerekir. Ancak Ortadoğu gerçekliği sanki daha bu aşamanm çok çok gerisinde görülmektedir. İran’da Ahmedinecad ya da o- nun Irak uzantısı olabilecek Mukteda al
Sadr akımı yoksulları örgütleyerek böyle bir zemine yol açıyorlar, ama bu işi dini çerçeve içince ele alınca da olası bir kurtuluşu yanlış
zeminlere sürüklüyorlar. ABD’nin bölgeden nihai olarak atılmasını zorlaştırıyor. O nedenle ABD her ne kadar üçüncü sömürgecilik düzenini kurmakta zorlanıyor olsa da açık kapıları her zaman buluyor. Onun petrolü sömürme hastalığı da eneıjisi haline geliyor. Onda bu duygu ölmeyeceğine, yani sömürmeden ayakta duramayacağına göre Irak halkları da sömürüye karşı doğra silahla dövüşmedikleri için bu savaşın daha çeşitli kılıklara bürünerek daha uzun süreceğini düşümnek gerekmektedir.
2 9 . 1 2 . 2 0 0 5
Modern toplum ancak çalışanlar, işçiler ve patronlar ya da bir avuç finans kapital zemininde ayrışmaktadır.
Ancak bu gerçekliği kavrayıp ona karşı dövüş Ortadoğu halklarının çıkarına olacaktır.
r
Attila Ilhan’ın ardından
N e ŞAİRLER SEVDİM,
ZATEN YOKTULAR...Umut Rydın
Attila İlhan; hazım Hikmet ve Yahya Kemal'le birlikte bu yüzyıl içinde şiirimizdeki bir kaç büyük yenilenmeden biridir. Sanatın, yeniden kurmak anlamına geldiğini,
bunun için de yaşamak değil, yaratmak gerektiğini iyi biliyordu. Ama deyim yerindeyse şiirden yana, sanattan yana dersini başarıyla vermiştir.
Ama devlet dersinden kalmıştır...
Ece Ayhan, pek çoğumuzun malumu olan şiirinde basit, ama vurucu bir yolla kapıyı aralar:
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı Tabiattan tahtaya kalkacak bir
çocuk gömülüdür D evlet dersinde öldürülmüştür
Ayhan bu şiirin altına 1970 tarihini atar. 70’lerin ortalarına geldiğimizde, devlet dersinde öldürülen çocukların sayısı artarken, İkinci Yeni’den kopup gelen Kemal Özer, kapıyı ardına kadar açar:
Durur sarkacın gitgeli Kavganın yüreği durmaz
Çok beylik bir söz olacak, ama şiir, yaşamın ta kendisidir. Umudun, kahrın, ikircikli halin, zıtlığın form değiştirmiş halidir. Ve çoğu zaman etkisi anlattığı hikayeyi aşıp geçer. Bir anlamda şairini öksüz bırakır. Bazen de şairler, şiirlerini terk eder.
Evet, Attila İlhan, 80 yıl sonra şiirlerini ardında bırakarak gitti. Sadece şiirlerini de değil, romanlarını, öykülerini, senaryolarını ve bilcümle düşüncelerini. Bazı ölümlerin ardından hüzünlenirsiniz, bazılarının yası tutulmaz, bazılarının ise ardından bakakalmak ve konuşmamak daha hayırlıdır. Her anlamda...
Attila Ilhan’ın ölümünün üzerinden üç aya yakın bir zaman geçti. Bu kadar zaman sessiz kalmış olmanın sebebi bakakalmak değildi. Yas tutmak hiç değil... Yazılanları, çizilen- leri okumak, dilimize yapışmış dizelerle oyalanmak, belki de yalnızlığımızı “kesik bir kol gibi” taşımamak için bekledik. Tabiri caizse kırkı çıkmalıydı, çıktı.
Gece bekçilerine saati sormak
Her şeyden önce söylemek gerekir ki; bu satırların yazarı, Ilhan’ın neredeyse torunu olacak yaştadır. Haddini aşmayı (!) ondan gördüğü gibi aslında bu 80 yıllık serüveni de hep geriden takip edegelmiştir. Pi- a ’yı, fen'a halde Leman’ı, Aysel’i, Ö- mer Haybo’nun maceralarını, Tat- yos’un kahrını, kirli yüzlü melekleri, Silezya dağlarını, cinayeti gören kör balıkçıyı hep bir adım geriden gelerek keşfetmiştir. Ama ihtiyaç duyduğu anda gecenin içinde yakalamıştır onu.
Terk edilmişken “ne kadınlar sevdim / zaten yoktular”\a hüzne karışırken, sisli bulvarlar hep yalnızlığı *ve artık kalbini susturmanın mümkün olmadığını hatırlatmıştır. Belki sınıfına ihanet etmeyi beceremeyen bir küçük burjuva olduğundan, belki
sırf öyle istediği için Attila İl- han’dan zorla melankoli çıkartmıştır. Ama Attila İlhan, büyük bir merak ve açlıkla okunmuştur tarafımdan her daim.
Kimse kusura bakmasın; İlhan’m romanlarına, öykülerine bir diyeceğim yok. Her romanında yaşamının başka başka kesitlerinden deneyimler aktarıyor olsa da, siyasal düşüncesi üzerinden politik vuruşlar yapıyor olsa da, hatta müthiş bir tabu olduğu dönemde eşcinselliği dahi işlemiş olsa da Attila İlhan benim için önce ve illa ki şairdir.
Şiir ve Attila İlhanAltıncı şiir kitabı “Yasak Seviş-
mek”le beraber şiir oluşumunu tamamladığını söyleyen İlhan, bir yazısında şöyle tanımlıyor yarattığı sentezi: “Batı’dan, halk şiirinden, toplumcu şiir geleneğinden ve divan şiirinden bütün alınmış unsurların bir araya getirilip bundan özgün bir sentezin çıkarılması.” Bir başka yazıda da şöyle diyor: “Amacım, diyalektik bir bakış açısıyla geçmiş edebiyat kaynaklarını eleştirel bir gözle ele almak, içeriklerini irdelemek, sanat tekniğine ilişkin özelliklerinden yararlanmak, böylelikle çağdaş içeriğin daha yaygın etkili olmasını sağlamaktır.” Attila İlhan, Metin Ce-
66
OCAK'ŞUBAT 2006 C|OÎ
lal’e göre ulusal bileşim kavramı i- çerisinde Divan Edebiyatı ayağını biçimsel tercih olarak ele alırken, kendi imge yapısıyla aruzun içine a- ruza rağmen yerleştirdiği görkemli sesi yakalamaya çalışır ve kendi şiirini kurmayı dener. Her zaman imgeyi ön planda tutmuştur. İmgeyi, nesnel gerçekliğin şairin öznel süzgecinden damıtılmış biçimi olarak görür. İlhan’a göre imge, dizelerle somutlanan şiirin özüdür.
Onun şiirinin vuruculuğu hem tek tek dizelerde bir anlamın olması, hem de şiirin bütününde başka bir ö- ze ulaşılmasıdır. Sürekli yenilik peşinde koşmasının yanı sıra Attila İlhan, şiirin söylenebilen bir şey olduğuna inanır. Şiirin özellikle yüksek sesle okunduğunda olup olmadığının anlaşılabileceğini söyler. Ses uyumunu pek çok şeyin önünde tutar. Çite yandan hep bir “yüksek estetik” vurgusu vardır. “Folklorla sanat olmaz, ancak yüceltilmiş bir estetiğin malzemesi folklordan alınabilir” der bir yazısında. Aynı mantık ve mesafeyle yaklaşır Divan Edebiyatına da.
Kimilerine göre Türk şiirini Garip “saçmalığı”ndan kurtarmıştır, kimilerine göre imgenin kurulmasında İkinci Yeni’den daha üstündür, kimilerine göre ise usta bildiği Nazım Hikmet’i aşmayı ve yenilemeyi başarmıştır. H. Bülent Kahraman’ın i- fadeleriyle; “ ... Attila îlhan’m, şiirde gerçekleştirdiği büyük ve etkileyici atılım; aynı zamanda, dilin, kendi içinde sakladığı bir gizilgücün (potansiyelin) ortaya salınmasıdır; onun boşalmasına olanak verecek zeminin hazırlanmasıdır; yani Türkçe’nin ‘orada’ olan, fakat fark edilmemiş bir niteliğinin, bir özelliğinin ele geçirilmesi, onun bir özgünlükle bütünleştirilm esidir... Bu şiirin, yüzyıl içindeki en büyük birkaç yenilenmeden (ötekiler Yahya Kemal ve Nazım Hikmet) birisi olduğunu, rahatlıkla söylemek mümkündür.”
Attila İlhan büyük bir şairdir...
Ama...Burada; biçimle öz, diyalektik
bir bütündür ya da insanın fikri ne i
se zikri de odur, tarzında bir tartışmaya girmeyeceğim. Attila İlhan, dünyayı açıklamayı kendine iş edinmiş insanlardan biriydi. Sanatın, yeniden kurmak anlamına geldiğini, bunun için de yaşamak değil, yaratmak gerektiğini iyi biliyordu. Seksenlerin başında ortalık yılgın dizelerden geçilmezken “o sözler ki kalbimizin üstünde / dolu bir tabanca gibi / ölüp ölesiye taşırız / o sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan / uğrunda asılırız” diyerek yarattığı dizeleriyle, o rüzgarla birçok gencin sol düşünceyle tanışmasında aracı oldu.
Ancak onun kafasındaki sol düşünce, belki de sadece kendisinin tam' olarak kavrayabildiği başka bir paradigmaya işaret ediyordu. Fransız Komünist Partisi üyeliğinden Cumhuriyet gazetesiyle ittifaka, belki de daha da sağma taşıdığı düşünce bütünlüğünde, yarattığı her eserinde kendi deyişiyle “yükseklerde gezen o mağrur baş”, o “sarışın kurt”, o “gazi” Demokles’in kılıcı gibi salındı hep. Merve Erol’un ifadesiyle “ ‘Hangi Batı’ diye soran bir Parizyen, devletçi -niyet o olmasa da son tahlilde tepeden inmeci-, statükoya bağlı bir Doğulu, her iki durumda da sosyalist... Toplumsal çal
kantılar için nihai çözümü cumhuriyet oligarşisinin iktidarının sağlamlığında -sosyalist devrimin, değerlerinin değil, burjuva devriminin, değerlerinin ihtiyaç ve çıkarlarmda- bulmayı da kabullendi.” “Parolası vatan, işareti namus” diyen kitleyi kendisi yarattı. Şiirden elde ettiği rüzgarı, siyasi “em erlerine tahvil etmekten imtina etmedi. Bu anlamda diyalekti de...
İşin ironik tarafı, onun şiirlerini en güzel besteleyen ve en güzel yorumlayan kişinin Ahmet Kaya olmasıdır herhalde. Tıpkı onun gibi çelişkiler bütünü, ama son vardığı noktada karşı kıyıya demir atan Ahmet Kaya... Ne denebilir ki; hayal kırıklığı mı yoksa “hayat zamanda iz bırakmaz / bir boşluğa düşersin bir boşluktan / birikip yeniden sıçramak için / elde var hüzün” mü denir...
Yazının en başına dönersek; Attila İlhan tabiat dersinde de, şiirde de tahtaya kalktı ve sınıfı geçti. Kavganın yüreğinin durmayacağını da biliyordu elbet.
Ama...
Devlet dersinden kaldı...
28. 12. 2005
b l
Kitaplara sığmayan bir yaşam öyküsü:
Vedat T ür kal İ - IZeynep Horu
Üniversiteyi Kazandım. 12 Eylül sonrası 80'li yılların sonlarına doğru yeniden canlanan öğrenci hareketi beni de içine Kattı. Yurtta Kalan bir arkadaşın odasında
gümbür gümbür çalan "İstanbul" şarkısını İlk dinlediğim gün hala aklımda. Grup Baran'ın şarkisiydi. Vedat Türkali'nin şiiri olduğunu çok sonraları öğrenecektim.
“Bu ülkenin yurttaşı olarak, acı çeken insanlar için ne yapabilirim,
ülkemizi daha güzel, daha iyi günlere nasıl götürebiliriz? Temel soru
num bu oldu benim. ”
V. Türkali
( “Dostları Vedat Türkali’nin Seksen Beşinci Yaşını Selam lıyor”
gecesindeki konuşmasından)
Vedat Türkali, biz onu daha tanımadan hayatımıza etki etmişti. Ortaokul yıllarında, televizyonda yayınlanan “Üç Tekerlekli Bisiklet” filmini izlediğimde şaşırmıştım. Senaryosunun Vedat Türkali’ye ait olduğunu çok sonra öğrendiğim siyah-beyaz,
1960Tarda çevrilen bir Türk filmiydi. Farklıydı, diğer filmlere benzemiyordu konusu. Evine sığman kanun kaçağına aşık olan evli bir kadın. Üstelik kocası filmin sonunda e- vine dönmüş, kötü birisine de benzemiyordu. Ama kadın aşkım tercih etmişti. Ö dönem izlenilen Yeşilçam filmlerindeki kadınlar gibi değildi. Meğer o dönem çevrilen, sosyal içerikli diyebileceğimiz başka filmlerin de senaryosunu yazmış.
Üniversiteyi kazandım. 12 Eylül sonrası 80’li yılların sonlarına doğru yeniden canlanan öğrenci hareketi beni de içine kattı. Yurtta kalan bir arkadaşın odasında gümbür gümbür
çalan “İstanbul” şarkısını ilk dinlediğim gün hala aklımda. Grup Baran’m şarkisiydi. Vedat Türkali’nin şiiri olduğunu çok sonraları öğrenmiştim.
Ve nihayet üniversite yıllarının ortalarında, “Bir Gün Tek Başına” romanı sayesinde Vedat Türkali’yle tanıştık. Teori ve politikasında Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı rehber alan öğrenciler olarak, o romandaki “baba” karakterinin Dr. Hikmet Kıvılcımlı olduğunun söylenmesi, ayrı bir sempati ve merak uyandırmıştı romana karşı.
Ama asıl daha bilinçli olarak Vedat Türkali’yle tanışıklık, “Güven” romanıyla başladı. Bir grup arkadaşın elinde sabırsızlıkla dolaştı iki cildi romanın. Altını çize çize, üzerinde konuşa konuşa büyük bir heyecanla okumuştuk romanı. Sadece bir yazar, şair ve sinemacı olmadığını anlamıştık. “Komünist” adlı kitabıyla pekişti bu düşüncemiz. Sanatçılığını, üretkenliğini besleyen, ona hayat veren ideolojisi, politik duruşu ve mücade- lesiydi.
Anadolu’da, Samsun’un yoksul bir mahallesinde başlar yaşama tam 87 yıl önce. Asıl adı Abdülkadir De- m irkan’dır. Sonradan kendisi, Pir Haşan’m soyundan geldikleri için Pirhasan soyadını alır mahkeme kararıyla. Vedat Türkali ismini ise güvenlik nedeniyle yazılarında takma isim olarak kullanır ilk baştan, daha sonra gerçek ismini kullanmak istese de bu böyle devam eder. Üç kız ço
68
OCAK-ŞU BAT 2006 C|Oİ
cuğunun ardından dördüncü çocuk olarak dünyaya gelir. Tutucu bir çevresi vardır. Ablaları okutulmaz örneğin. Kendisi de Kuran’ı beş kere hatmetmiş çocukluğunda. Bir yanıyla baskıcı din eğitiminin hafızasında o- lumsuz iz bıraktığını belirtirken, buyanıyla da yaşadığı toplumu gerçek boyutlarıyla kavramasında onu kuşatan bu ortamın etkisini belirtir Komünist adlı kitabında. İçinde yetiştiği ilkel komünal geleneklerin izini taşıyan, dayanışmaya ve paylaşıma dayanan İslami kültürle beslenen mahalle ilişkilerinin hakkını verir. Ortaokul son sınıfta ilk siyasi fikirleri oluşmaya başlar. Kemalizm’i savunur. Lise yıllarında, kitap okumaya olan merakı sayesinde “Komünist Memet’Te yakınlaşır. Marx’la, En- gels’le, sınıf kavramıyla tanışır. Le- nin’in bazı kitaplarını okur. TKP’nin Samsun il örgütünden Sefer Ayte- kin’le ilişki kurar.
Sonradan evlenecekleri Merih Hanım’lada yine lisede tanışırlar. Klasik bir arkadaşlık değildir aralarındaki. Çok uzun yürüyecekleri beraber yolculuğa adım atmışlardır Samsun’da. Hem duygu hem de düşünce birliği doğar aralarında. Merih Hanım da komünisttir, sonraki hayatlarında hem eş, hem de yoldaş olmuşlardır.
Üniversite okuma isteği onları İstanbul’a getirir. Türkoloji’de okuyabilmek için zorunlu olarak askeri öğrenci olur. (Kısa sürede kurtulabileceğini sansa da bu durumdan, Vedat Türkali ancak 1951 ’de tutuklanmasıyla askerlikten atılır.)
Üniversitede komünist fikirli, mücadele etmek için harekete geçmek isteyen bir grup genç olurlar. O zaman TKP’nin varlığından haberdarlardır, ama TKP’yle bağları yoktur. Bu bağı kurmak sanıldığı kadar kolay olmaz. 1999 yılında yazdığı “Güven” adlı romanında, TKP’nin faaliyetinin durduğundan habersiz, mücadeleye katılmak için partiyi a- rayan gençleri anlatır. T935Tİ yıllar, dünyada faşizm tehdidinin artığı bir dönem. TKP’nin bağlı olduğu Ko- müntern şu kararı alır: “Faşizme kar
şı TKP’ye düşen görev, barış çizgisindeki Kemalistleri, demokrasi yoluna çekmek, faşist Almanya ile ilişki geliştirmesini engelleyip faşist cepheye kaymasını önlemeye çalışmak, Sovyet dostu, emekçi yanlısı bir politika izlemesini sağlamak”. Ancak TKP bunun gereğini yerine getiremeyince hakkında desantrali- zasyon kararı çıkar. Romanda konu ettiği, TKP’nin faaliyetlerini durdurduğu bu dönemde, TKP’yi bulmak i- çin çırpman gençlerdir onlar ve aslında kendileridir.
O dönemde Dr. Hikmet Kıvıl- cım lı’nm Marksizm Bibliyote- ği’nden çıkan kitaplarını takip ederler. “O gün öğrendiklerimizi Hikmet K ıvılcım lı’ya borçlu olduğumuzu sonra öğrendik” der, Vedat Türkali Komünist adlı kitabında.
Grup olarak daha da genişlerler ve TKP’ye ulaşamamanın sıkıntısını,
kendileri bir örgüt gibi hareket ederek bir nebze çözmeye çalışırlar. Fi- nans sorununu aralarındaki dayanışmayla hallederler. Örgütlenme çalışması yaparlar, yayın çıkarırlar bir yandan da TKP’yi aramaya devam e- derler.
Eğitimi bittikten sonra Akşeh ir’de askeri lisede öğretmenliğe başlar. Parti ile ilişkisini her tatilde geldiği İstanbul’da geliştirir.
TKP gizli çalışma kararı aldığı zaman, kesintili olarak Reşat Fuat Baraner, Mihri Belli ve Şefik Hüsnü ile görüşerek bağı kurar Vedat Türkali. Sık sık gözaltı ve tutuklamalar yaşanır partide. (Vedat Türkali’nin Güven romanında bahsettiği Haşan Basri Alp, Sansaryan Han’dan, Birinci Şubenin en üst katından aşağı atılarak öldürülür. Bu şekilde öldürülen ikinci TKP Tidir. Daha önce partili tütün işçisi Abbas, pencere-
69
C JO İ OCAK'ŞU BAT 2006
den atılıp öldürülmüştür.)
1944-1945-1946 tutuklamalarında yakalanmayan Vedat Türkaİi, 1951 yılında izlendikleri parti görüşmesi sonrası tutuklanır ve 7 yıl cezaevinde kalır.
Vedat Türkaİi 1940 Tarda mücadele içindeyken Dr. Hikmet Kıvılcımlı hapishanededir. Tanışmazlar yüz yüze. “ 1957 seçimleri sırasıydı. Dr. Hikmet Kıvılcımlı başkanlığında kurulan “Vatan Partisi’nin kimi üyeleri, bizim de bulunduğumuz Sultanahmet Cezaevi’ne getirilmişti... Parti’de adını yıllarca bir efsane gibi duyduğum, yıllar yılı sürmüş cezaevi serüvenini yürekten saygıyla izlediğim Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile ilk kez yüz yüze geliyordum ben de. Tüm eleştirileri akıl almaz sabırlı bir hoşgörü içinde dinleyen, bıkmadan, usanmadan, ayrıntılara kadar inerek her tür soruyu inandırıcı bir biçimde yanıtlamaya çalışan, doğru bulduklarını kimden gelirse gelsin, hiç sallanmadan benimseyen, açık, dürüst, kasıntısız demokrat kişiliğine hayranlık duymaya başlamıştım.” (V.T.)
Birebir mücadele arkadaşı değillerdir. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın her öne sürdüğü düşünceyi de savunmaz. Aynı zamanda eleştirir akima yatmayan düşüncelerini. Bu durum her iki taraf için de olgunlukla karşılanılan, karşılıklı saygı ve sevgiyi daha da büyüten doğal bir olgu olur.
1958’de cezaevinden çıktıktan sonra, yapacak bir işi olmayan Vedat Türkaİi’ye kimse iş vermez. Kısa süre yayıncılık işi yapar Rıfat İlgaz’la. Sevemez bu işi. Sinema ise Vedat Türkaİi’nin en büyük tutkusudur. Ü- niversite yıllarında başlayan, o zamanlar bir hayal olan sinema tutkusu, cezaevinden sonra gerçeğe dönüşür. Rastlantılar sonucu Yılmaz Gü- ney’in de (tanıştıklarında Yılmaz Güney henüz 19 yaşındadır) içinde olduğu sinemayla uğraşan tanıdıkları aracılığıyla sinemaya adım atar ve senaryo çalışmalarına başlar, “ ...en büyük isteğim, tutkum, Türk halkına, ona yararlı olabilecek ve halkçı birikime katkıda bulunabilecek sinema çalışması yapmaktı.” (V.T.) İn
giltere’ye gidişine kadar, neredeyse 30 yılını sinemaya vermiştir. “Otobüs Yolcuları”, “Üç Tekerlekli Bisiklet”, “Karanlıkta Uyananlar” gibi ö- nemli filmlerin senaryolarını yazar. 1965’te senaryosunu yazdığı “Sokakta Kan Vardı” filmi ile yönetmenliği de dener.
Cezaevinde teorik olarak sinema hakkında bilgi edinmiştir, ama işin içine girince, “sinemayı asıl sinemacılardan ve Yeşilçam’dan” öğrendim der. Politik kişiliği ve mücadelesi, senaryo yazarlığına etkide bulunur. “Türk Sineması, Yeşilçam halkla alışveriş halinde olduğu için, halkın eğilimlerini, dayanışma sıcaklığını, insan sevgisini daima temel edinmiştir... Ama bunlar, hiçbir zaman halk yararına belli bir süzgeçten geçmiş sağlam teoriye dayanan çalışmalar değildi.” (V.T.) Vedat Türkaİi ideolojisi ve politik duruşuyla Yeşilçam’a ayrıksı bir yan katar. Türk Sinemasında gerçekten komünist olan tek kişidir. Sınıf çelişkisini filmlerinde işler. Senaryolarında halka bir şeyler vermek ve yeni düşünce ufukları açmak kaygısı ön planda olur. “Otobüs Yolcuları”, “Şehirdeki Yabancı”, “Kızgın Delikanlı” ve “Dolandırıcılar Şahı” filmlerindeki senaryoları, bu kaygı-
Vedcıt Türkaİi
larmı hayata geçirebilme çabasıydı. Ama Vedat Türkaİi, sınıf çelişkisini işleme çabasıyla yazdığı film senaryolarının, dönemin gerçekliği içinde tam hedeflediği gibi olmadığını da ifade eder. Sinemaya bir bütün o- larak bakmak gerekirdi. Yapımcısı, yönetmeni, dönemin koşulları, sinemanın geldiği nokta hepsi belirleyiciydi. O dönem Yeşilçam’da kendisiyle yüzde yüz aynı düşünceye sahip ne bir yönetmen, ne bir yapımcı vardı. Kısmen halkçı, ilerici sayılabilecek yönetmen ve yapımcılarla gerçekleştirmek istediklerini tam o- larak başaramıyordu. “Karanlıkta Uyananlar’Tn senaryosunda, ilk defa Türk sinemasında değinilmemiş bir konuyu, sınıf çatışmasını işler, fakat filmin yönetmeninin (Ertem Göreç) sınıfsal bakış açısına sahip olmamasından doğan bir çatışmayla Vedat Türkaİi filmde sınıf çelişkisini, sınıf gerçeklerini istediği gibi işleyemez.
Olaylar birbiri sıra gitsin, halk sıkılmadan olayları hemen algılasın ve kendini kaptırıp huzura ersin, klasik Yeşilçam kalıbıydı. Bu mekanik ritmin tersine sınıf çelişkisini, sınıf gerçekleri içinde vererek, çatışmayı seyircinin sezgilerinden doğan bilince bırakacak bir biçim önerisi şiddetle reddedildi. “Karanlıkta Uyananlar” epik tarzda tasarlanmış, ama tam düşündüğü gibi olmamıştı.
Yine de Vedat Türkali’nin bütün senaryolarında, Türkiye’nin yapısına sağlam bir eleştiri gizlidir. Senaryo yazarken işlediği konu üstüne enine boyuna inceleme yapar. “Otobüs Yolcuları”nda 27 Mayıs sonrasının ünlü Güven Evler vurgunu davasını, emlak ve inşaat meselelerini araştırır. “Karanlıkta Uyananlar”da boya endüstrisinin sorunlarını didik didik eder.
Vedat Türkaİi, 1999 yılında İstanbul Film Festivali’nde, Türk Sineması’na politik sinemayı getirdiği gerekçesiyle ödüllendirilir. “ Karanlıkta Uyananlar” , ilk sendika filmi olarak kayıtlara geçer.
(Devam edecek)
70
Metin Kurt
Sporu, sporcu spor olsun diye yapmıyor; sporu yaptıranlar da bugün devasa bir ehonomiK sektöre dönüştürülen sporda, spor olsun diye boy göstermiyorlar. Çıplak gerçek şudur; spor şike demektir, spor doping demektir, spor kumar demek
tir, spor şiddet demektir, spor siyaset demektir. Mafya sporun baba evidir. Spor oyun değildir. 5porcular arenada oyuncu olarak kalmıyorlar.
Sınıflı toplumun tarihi aynı zamanda sporunda tarihidir. Spor yapıldığı tarihsel kesimin sosyo-ekonomik yapısını ayna sadakatiyle aynen yansıtır. Tarihsel süreç içerisinde spor yapanlar ve yaptıranlar değişmiştir, ama spor genelde her zaman egemenlerin iktidarlarını sürdürebilmek için kullandığı araçlardan biri olagelmiştir. Spor din gibi, fahişelik gibi sınıflı toplumla yaşıt bir üst yapı kurumudur. İlkel top- lumlarda spor yoktur, daha doğrusu avcılık ve toplayıcılıkla doğada var olma savaşı veren insanoğlunun spora ayıracak vakti yoktu. Sanat ve kültür gibi sporunda tarih sahnesinde yer alabilmesi için boş zaman olanağının ortaya çıkması gerekliydi. Boş zaman faktöründen yola çıkarsak sporun sınıflı toplumla tarih sahnesine çıktığını ve ilk sporcuların efendiler olduğunu ortaya koyabiliriz. Yani spor köleci toplumla birlikte başlamış ve ilk sporcular köleci toplumun efendileri olmuşlardır. Köleci toplumun spor anlayışı efendilerin güç gösterisinden ibarettir. Köleci toplumda herhalde kölelerin doğrudan üretici olmayan spora yönelmeleri söz konusu olamazdı. Kölelerin gladyatör olarak spor arenalarında yer almaları feodal toplumda gerçekleşti. Feodal toplumun soyluları kölelerini ölesiye vuruşturarak toplumu avutmak için spordan yararlanmışlardır. Spor arenalardaki kan, vahşet ve dehşet feodal toplumun soylularının ezdiği sınıfı a- vutarak kontrol altında tutmalarına yarıyordu. Kilisenin egemenliği altındaki dönemde sanat, kültür gibi etkinliklerle birlikte sporda kilise tarafından yasaklandı. Sporun tekrar tarih sahnesine
çıkması sanayi devrimiyle birlikte gerçekleşti. Sanayi devrimiyle egemenliği eline geçiren burjuvalar sporu sömürdükleri kesimleri kontrol altında tutmak için yeniden piyasaya sürdüler. Piyasaya sürülen spor burjuva ideolojisiyle yoğrulmuştu. Modem spor yani burjuva etiketli spor sanayi dünyasının bir kopyası, adeta bir yansımasıdır. Modem spor bir oyun değildir, modem sporcular da oyuncu değillerdir. Günümüzde spor bütünüyle şova dönüştürülmüş, sporcular da şovmen yapılmışlardır. Sporcular devasa şov sektöründe öne çıkarılmışlardır. Günümüzde şov dünyasının tartışmasız baş aktörleri sporculardır.
Futbolun gelişimiİngilizlerin Fransızları yenmele
riyle başlayan süreç aynı zamanda futbolun da İngiltere’nin dışına ihraç edilmesinin yollarını açmıştır. Öylesine bir imaj yaratılmıştır ki bir ara güneş batmayan ülke olarak tanımlanan İngilizlerin gücü spora bağlanmıştır. Futbol İngiliz misyonerleri tarafından İngiliz sömürgelerine ihraç edilmiştir. Futbol İngiltere’de önce fabrika aşamasından daha sonra mahalle aşamasından geçerek kent aşamasına varmış, böylece İngiltere üzerinde kurumsallaşmıştır. Daha sonra İngiliz misyonerleri futbolu sömürgelere taşımışlardır. Güneşi batmayan İngiltere’nin ideolojik propaganda araçlarından biri olarak sömürgelerde de yaygınlaştırılmıştır .Bu ideolojik propaganda öylesine tutmuştur ki asılacaksan İngiliz sicimiyle asıl, oynayacaksan İngilizler gibi oyna bugünkü deyimiyle o günün modası ol
muştur. Bunalım dönemlerinde etkisini giderek artıran futbol ulus devletlerin oluşmasıyla ve ulaşım olanaklarının değişmesiyle medyanın devreye sokulmasıyla uluslararası aşamaya taşınmıştır. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımın hemen ertesinde, 1930’da ilk dünya futbol kupası Uruguay’da düzenlenmiştir. Böylece uluslararası aşamasını tamamlayan futbol 50’li yıllarda Avrupa özelinde ayrı bir örgütlenmeye daha gitmiştir. Özetle spor ve sporun gözdesi futbol bugün dev bir sanayi kolu olarak faaliyetini sürdürmektedir. Artık futbol, endüstriyel futbol, küresel imparatorluk futbolu deyimleriyle gündemdeki yerini korumaktadır. Futbol her geçen gün daha büyük ölçekli ticari sektör olarak, geliştirilmektedir. Fİ- FA ve UEFA futbolun ticari sektör olarak konumunu koruması için liderlik yapmaktadırlar. Bugün futbolun Avrupa ölçeğinde yıllık cirosu 10 Milyar A- merikan Dolan, Avrupa Şampiyonlar liginin yıllık cirosu ise 1 Milyar Amerikan Doları civarındadır. Dünya genelinde büyük sıfatıyla anılan kulüplerin yıllık cirosu ise 100 milyon doların ü- zerindedir. Bu arada Türkiye Futbol Federasyonu bütçesi son 10 yılda 6 milyon dolardan 50 milyon dolara yükselmiştir. Modem bir stat yapımının maliyeti 100 ile 500 milyon dolar arasındadır. Ülkeler Avrupa ve Dünya Kupalarını kendilerine çekebilmek için 4- 5 milyar doları gözden çıkarabilmektedirler. Özetle sanayi devriminin hemen ertesinde İngiltere’de devreye sokulan spor ve onun gözdesi futbol etkisini artırarak dünya genelinde zafer yürüyüşünü sürdürmektedir.
71
C |O İ OCAK'ŞUBAT 2006
Spor (futbol) egemenlerin
iktidar aracıdırSanayi toplumunun ideolojisini kit
lelere taşıyan bir virüs müdür, çağımızın yeni bir dini midir, halkların ninniye yatırıldığı kocaman uyku tulumu mudur, tam teşekküllü bir tımarhane, bir hastane midir, örgütlü spor nedir? Ansiklopedi de spor oyun oynamak için işten uzaklaşmak olarak tanımlanıyor. Yarım asırdır sporla yaşayan ve ekmeğini meşin yuvarlak aracılığıyla kazanmış eski profesyonel futbolcu olarak hangi aşamada meşin yuvarlakla buluştaysam bu tanıma uygun bir ortamla karşılaşmadım. Sporu, sporcu spor olsun diye yapmıyordu; sporu yaptıranlar da bugün devasa bir ekonomik sektöre dönüştürülen sporda, spor olsun diye boy göstermiyorlardı. Çıplak gerçek şuydu; spor şike demekti, spor doping demekti, spor kumar demekti, spor şiddet demekti, spor siyaset demekti. Mafya sporun baba evi idi. Spor oyun değildi. Sporcular arenada oyuncu olarak kalmıyorlardı. Zaten masa altından ya da masa üstünden ekonomik destek olmadan sporcu olma olanağı pratiğin
dünyasında yoktu. Sporcuları kuşatan vahşi kapitalizmin rekabet ideolojisi sporcuları tam gün çalışmaya zorluyordu. Spor ortamı sporcuları metalaştırıl- mış, seyircileştirilmiş bir topluluk yapıyordu. Hatta kitlelerin izleyicilik konumunda kalmaları bile engelleniyor, onlara sanal oyuncu olmaları öğütleniyor- du.Taraftar artık on ikinci oyuncuy- du.Yani taraftar izlemiyor, tribünde oynuyordu. Sonuçta spor serüveninde kapitalistler her zaman kazanan taraftı .A- tılan her gol emekçi kalesine giriyor ve sporda kaybeden sosyalistler oluyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasında sporun da rolü olduğunu düşünüyorum. Sosyalist ülkelerde sporcular sporu spor olsun diye yapmıyorlardı. Sosyalist ülkelerin sporcuları da sporcu olmanın a- vantajlarında yararlanıyor, hatta maddi, manevi kazançlar sağlıyorlardı. Kanımca sosyalistler kapitalist rekabet ideolojisini taşıyan sporu aynen benimseyip örgütlemekle kendi kalelerine gol atmışlardı. Sonuçta kapitalist ideolojiyi kendi elleriyle ülkelerine taşımışlardı. Sosyalist sistemin çöküşünden sonra ortaya çıkan kobay gibi kullanılan sporcular gerçeği, sosyalistler için bir utanç kaynağı olmuştur. Sosyalistler sporda
sosyalist seçenekler ararken Sovyetler Birliği’nin spor politikalarının sosyalizme kazanç sağlamadığının bilincine varmalıdırlar.
Sporda sosyalist
strateji ve taktikSosyalist pratiğin
dünyasında mücadele söylemleriyle var olmuşlar, mücadele söylemine oturtamadıkları toplumsal alanları kendi tabanlarının sömürüsüne açık bırakmışlardır. Sosyalist teori ve pratiğin kapsamadığı alanlardan biridir spor. Sosyalistler din gibi, fahişelik gibi sporda da sosyalist dönüşümler sağlayamamışlar, sporda mücadele strateji ve taktiğini
geliştirememişlerdir. Sosyalistler ilk a- şamada spora karşı, bir tavır almışlar, e- mekçileri spordan uzak tutmaya çalışmışlardır. Spordan uzak olmak doğru tavrı maya tutmamış, kitlelerin sporla ilgilenmesi engellenememiştir. Sosyalistler atılan her golün emekçi kalesine girdiğinin bilincine vararak bu kez sporda ayrı örgütlenmeye gitmiş, sınıf kulüpleri kurarak vahşi kapitalizmin bir ürünü olan spora karşı savunmaya geçmişlerdir. Sporda ayrı örgütlenmeye gitmek özellikle Almanya’da sosyalist sporcu kıyımıyla sonuçlanmıştır. Alman faşistleri spor kulüplerinde bulunan sporcuları çok kolayca bularak katletmişlerdir. Son olarak sosyalistler kapitalistlerle sporda sidik yarışma girmişler, yurttaşlarını sosyalist kültür yerine tam anlamıyla Truva atıyla vahşi kapitalizmim ideolojisiyle haşır-neşir etmişlerdir. Sözünü ettiğim pratiklerin ışığında bugün sosyalistler spor denilen Pandora kutusunun şifresini nasıl çözebilir? Nasıl spor arenalarında sözü çözümü olabilir.
Yarım asırdır sporun içinde olduğumu söyledim. Çocukluğum hariç sporda gördüklerimi özetledim. Spor asla masum bir toplumsal olay değildir. Spor sağlık kazandırmaz, aksine spor sağlıklı insanların bedensel ve ruhsal olarak tükenmelerine yol açar. Sporda her şey metadır. Sosyalistler sporda taraftar değil, taraf olmalıdırlar. Sosyalistler sporcudan değil, spordan yana taraf olmalıdırlar. Bugün birçok sporcu, taraftar örgütü vardır. Bu örgütler gerçek sporcu örgütlerinin önünü kesmek için kurulmuşlardır. Sosyalistlerin öncelikli görevi sporda ter dökenlerin karartılmış dünyasını aydınlatmak olmalıdır. Sosyalistler sporu değil, sporda ter dökenleri savunmalıdır. Seksen öncesi dönemde sosyalistler bu görevi yerine getirdikleri için (ASD gibi) sosyalist sporcuları yetiştiren gerçek bir taban örgütü kurulabilmiştir. Sosyalistler sporda artık net tavırlarını ortaya koymalıdırlar. Sosyalistler artık sporu sorgulamalı, sporcuları korumalıdır. Ve de insanoğlunun en temel etkinlik biçimlerinden biri o- lan oyun oynamak hakkını ısrarla savunmalı, oyun hakkını her platformda dile getirmelidirler.
72
NUSRETÜN
YILMAZ
BİZİMLEÖlümünün 11. yılında Nusrettin Yılmaz’ı
saygıyla anıyoruz. 1970’li yıllarda Hikmet Kıvılcımlı’nm takipçileri arasında yer alan Nusrettin Yılmaz önce Vatan Partisi’nde daha sonra Sosyalist Vatan Partisi’nde yöneticilik yaptı. 1980 darbesinin ardından başlayan karanlık günlerde Bursa, Adana ve İstanbul’da çok sayıda işçi örgütlenmesine öncülük eden Yılmaz, en son DİSK Deri İş’de genel başkanlık yapıyordu.
Nusrettin Yılmaz’m mirası işçi sınıfının devrim mücadelesinde bir meşale olmaya devam edecek. İşçilerin Ali Hoca’smı geleceğe duyduğumuz umutla selamlıyoruz.
Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP)
ŞiliKüba, Venezüella, Bolivya, Simon Bolivar'ın hayaleti Latin Amerika'yı dolaşıyor...BUĞDAYIN TÜRKÜSÜ
Halkım ben, parmakla sayılmayan Sesimde pırıl pırıl bir güç var Karanlıkta boy atmaya Sessizliği aşmaya yarayan
Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa Tohuma dururlar yeniden Ve halk, toprağa gömülü Tohuma durur bir yerde Buğday nasıl filizini sürer de Çıkarsa toprağın üstüne Güzelim kırmızı elleriyle Sessizliği burgu gibi deler de
Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde.Pablo Neruda