Upload
others
View
3
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
1
Özet: V. Kitap, 471e – son
Güzel şeylere inanan ama güzelliğin kendisine inanmayandan ne haber?
Sokrates koruyucuların böylesi acayip bir hayata nasıl ikna olabileceklerini açıklamak zorundadır. Buna cevabı
en köktenci olanıdır. Ona göre bu sistem ancak yöneticiler filozof ise olanaklıdır. Böylece filozof-kral kavramını öne
sürer ki Devlet’in bundan sonrasını bu kavram meşgul eder.
Sokrates “filozof” terimi ile ne kastettiğini açıklamalıdır, zira bununla mevcut filozoflara gönderme yapıyor
olamaz çünkü bunlar yönetmeye uygun görünmüyorlar. İlk olarak gerçek filozofu sözde-entelektüellerden ayırır ki
Sokrates bunları “görüntüleri ve sesleri sevenler” diye niteler. Bunlar, estetler, sanat meraklısı amatörler, güzellik
alanında uzmanlık iddia eden kişilerdir. Filozofları bunlardan ayırmada, İdealar Kuramı, Devlet’te ilk olarak gündeme
getirilir. Platon Sokrates’e ideaların ne olduklarını açıklatmaz ve dinleyenlerin bu kurama aşina olduklarını varsayar.
Başka diyaloglardan öğrendiğimize göre idealar ezeli-ebedi, değişmez, evrensel, mutlak fikirlerdir. İyi, Güzel ve Eşit
gibi. Bunlar görülemezler, sadece zihinle kavranırlar ve çevremizde duyumsadığımız şeyleri oldukları türden şeyler
kılan, asıl sebeplerdir. Kırmızı bir şey sırf Kırmızı İdeasından pay aldığı için kırmızıdır. İşte filozoflar bu ideaları anlayıp
idrak ettikleri için diğerlerinden ayrılırlar. Görüntüleri ve sesleri sevenler, bütün güzel şeyleri bildiklerini iddia ederler
ama Güzel İdeası hakkında bilgi iddiaları yoktur, hatta böyle bir şeyin var olduğunun bile farkında değildirler. Bu
sözde-enteller, idealarla değil de sırf duyulur bireysellerle meşgul oldukları için Sokrates’e göre, onların kanıları asla
bilgi sayılamaz. Sadece filozoflar bilgiye sahip olabilir ki bu bilginin nesnesi idealardır.
Bu radikal yargıyı, yani sadece filozofların bilgi sahibi olabileceklerini desteklemek için Sokrates, etkileyici bir
metafizik ve epistemolojik bir resim çizer. Bütün varoluşları üç sınıfa ayırır: tam olanlar, olmayanlar, hem olanlar hem
de olmayanlar. Tam olanlar tam olarak bilinirler, olmayanlar cehaletin konusudurlar, hem olanlar hem olmayanlar ise
kanının veya inancın nesnesidirler.
Tam olan yegane şeyler idealardır. Sadece Güzel İdeası tamamen güzeldir. Sadece Tatlı İdeası tamamen
tatlıdır vb. Duyulur bireyseller hem öyledir hem böyle. En tatlı bir elma bile bir miktar acılık içerir, ya da tatlı-
olmayanlık. En güzel kadın bile bazı ölçülere göre sıradandır, yani güzel-olmayandır. Yani sadece ideaları bilebiliriz,
duyulur bireyselleri değil. İşte bu yüzden sadece filozoflar bilgi sahibi olabilirler, çünkü idealara sadece onlar
ulaşabilir.
Analiz: V. Kitap, 471e – son
Eğer Devlet’i felsefe etkinliğinin bir savunusu gibi okursak, bu yargı – sadece filozoflar bilir yargısı – bu eserin
en önemli ve en merkezi yargısıdır. Felsefenin toplumu tehdit emesi bir yana kent için neden hayati önemde
olduğunu açıklıyor bize.
Kanıt kısaca şu: sadece tam olan tam olarak bilinebilir, sadece idealar tam olandır, sadece filozoflar idealara
ulaşabilir, sadece filozoflar bilebilir.
Sadece ideaların tam olanlar olarak nitelenmesi radikal ve tartışmalıdır. Güzel bir kadın tamamen güzel
olabilir mi? Oysa gerçekte o, sadece belli ölçütlere göre güzel değil midir? Ve başka ölçütlere göre de çirkin? Bir
tanrıçaya kıyasla mesela, sıradan görünebilir. Bu yüzden güzel kadın tam olarak güzel değildir. Hiçbir duyulur bireysel
tam olarak bir şey olamaz, kimi ölçütlere göre hüküm verildiğinde veya belli bir açıdan onlar bu niteliği yitirirler. Her
duyulur bireysel bu niteliğini zamanla kesinlikle yitirir. Hiçbir şey sonsuza dek tatlı kalamaz, meyveler bozulur,
çürürler. Hiçbir şey sonsuza dek güzel kalamaz, nesneler eskir, yaşlanır ve dağılır. Güzel İdeası sonsuza dek
değişmeden kalan saf güzelliktir. Bütün idealar kendi biricik niteliklerini tam olarak, ezeli-ebedi ve değişmeksizin
taşırlar.
2
Sadece tam olanların tam olarak bilinebilir oldukları iddiasını onaylamak zordur, ideaları kabul ettiğimizde
bile. Güzel kadını düşünelim, o hem güzeldir hem güzel-değildir ki güzelliği eninde sonunda solacaktır. Öyleyse o tam
olarak ve kalıcı olarak güzel değilken, onun güzel olduğunu bilebilir miyiz? Onun güzel olduğunu düşünmek bilgiden
geliyor olamaz, eğer bu bilgi kısmen yanlış ise. Ama onun hangi bakımdan güzel olduğunu ve hangi bakımlardan güzel
olmadığını ve resmin bütününü bildiğimizi neden söyleyemeyelim? Bunun, yani böyle söylememizin sebebi, güzel
kadının değişen bir öğe olmasıdır, bütün duyulur bireyseller gibi. Eğer o bir değişen öğe ise ve ona dair kavrayışımız
da eğer doğru ise, değişmek zorundadır. Platon bilginin değişmez olduğu konusunda çok katıdır. Platon için bilgi,
aynen Aristoteles için ve o zamandan bu yana gelen pek çok düşünür için de olduğu gibi, ezeli-ebedi, değişmez,
mutlak doğruluklardan oluşur, bilimsel denilen doğruluklar. Bilgi ezeli-ebedi, değişmez ve mutlak doğruluklara
sınırlandığı için duyulur dünyanın sürekli değişen ayrıntılarına tatbik edilemez. Sadece tam olanlara uygulanabilir,
durağan ve ezeli-ebedi olana.
Platon’un burada bir hata yaptığı öne sürülebilir, bilginin sırf durağan değişmez doğruluklar için söz konusu
olabileceği iddiasından, bilginin sadece idealar için mümkün olabileceği iddiasına sıçrarken. Öğrencisi Aristoteles de
bilginin ezeli-ebedi ve mutlak doğruluklara sınırlı olması gerektiğine inanıyordu ama bilgiyi sınıflara ya da türlere has
kılmak suretiyle, bilginin gözlemlediğimiz dünyaya da uygulanabilir olmasının bir çaresini bulmuştu. Aristoteles’e göre
insanlar hakkında bilgi sahibi olabiliriz, ama tek bir insan bireyi hakkında olamayız. Sınıflar, ona göre, durağan ve
ezeli-ebedidir, onları oluşturan bireysel öğeler böyle olmasalar bile.
Bu kısımda, önceki filozoflardan değişen yankılar buluruz. Bütün var oluşların üç sınıfa ayrılmasında ön-
Sokratiklerden, onların kuramlarından alınan unsurlar vardır ve bunların tutarlı bir dünya görüşü içinde
sentezlenmesi durumu söz konusudur. En fazla etkileyenlerden birisi Parmenides’tir: tam olanlar ve olmayanlar
konusunda. Parmenides neyin varolduğu ve neyin varolmadığı konusunda çok fazla şey söylemiştir. Ona göre var olan
her şey, yani varlık, tek, değişmez, ezeli-ebedi bir şeydir, öyle ki bu şey pek çok bakımdan idealara benzer. Tek fark
onun biricik olması, oysa ideaların birden fazla olmasıdır. Ona göre bunun dışında hiçbir şey yoktur. Parmenides
Platon’un bu iki ekstremine (tam olanlar ve olmayanlar) sempati ile bakmaktadır ama onun orta dünyasına şiddetle
karşı çıkmaktadır, yani hem olanlar hem olmayanların dünyasına. Bu dünya, mantığı ciddi biçimde
örselemekte/hırpalamaktadır. Ama yine bu orta dünya, bir başka ön-Sokratik düşünürle güçlü bağlara sahiptir:
Herakleitos ki onun ana öğretilerinden birisi, karşıtların birliğini ele alan bir kuram idi. Yani güzel olan aynı zamanda
çirkindir, üstün olan aynı zamanda alçaktır vb. Ona göre bütün dünya karşıtların bu birlikteliklerinden oluşmuştur ve
dünyayı anlamanın anahtarı bu karşıtların nasıl birbiri ile tutarlı hale geldiklerini, birbirlerine nasıl bağlandıklarını
anlamaktır. Platon’un bu düşünürlerden etkilenmesi şaşırtıcı değildir, zira Akademiyi kurmadan önce bu her ikisinin
de öğrencileri ile birlikte çalışmıştır.
VI. KİTAP
Özet: VI. Kitap, 484a-502c
Filozoflar bilgiye sahip olabilen yegâne kişiler olduklarına göre sadece onlar kent için neyin iyi olduğunu
kavrayabilirler ve dolayısıyla kenti yönetmek için en uygun kişilerdir. Eğer onların sadece erdemli olduklarını bilseydik
veya en azından erdem bakımından başkalarından aşağıda olmadıklarını, onların yönetmeye en uygun kişiler
olduğuna emin olabilirdik. Ve bereket versin ki bunu biliyoruz, onlar herkesten daha erdemlidir. Bir filozof doğruluğu
başka her şeyden daha çok sever (filozof, bilgeliği seven demektir) onun tüm ruhu doğruluğun peşinden koşar. Bu da
onun ruhunun akılsal kısmının yönetici olması gerektiği demektir, yani onun ruhu adildir.
Adeimantus, hiçbir filozofun böyle olmadığını söyleyerek itiraz eder. Birçokları işe yaramazdır, böyle
olmayanlar da kötücüldürler. Sokrates de bunu kabul eder. Ama bunun sebebi mevcut filozof neslinin doğru şekilde
3
yetişmemiş olmasıdır. Filozof doğasına sahip doğanlar – mert, cesur, işlek zihinli, çabuk öğrenen, hafızası kuvvetli vs.
– hemen ailesi ve dostları onun üstüne atlarlar ki bunlar onun doğal yeteneklerinden faydalanmak isterler. Onun
politikaya girmesini özendirirler ki onun üstünden para ve güç elde etmeyi umarlar. Böylece felsefi hayattan
uzaklaştırılırlar ve bunun yerine filozof doğasına sahip olmayanlar bu boşluğu doldurmaya başlarlar ki bu işe layık
değillerdir ve bunlar kötücüldür. Çok az olan iyi filozoflar da (ki bunlar da ya sürgüne gittikleri için, küçük bir kentte
yaşadıkları için, sağlıkları bozuk olduğu için ya da başka bir sebeple doğaları bozulmamış/korunmuştur) toplum doğru
fikirler için çok çelişkili hale geldiği için faydasız kalırlar. Bu durumu bir gemideki duruma benzetir ki sahibi ağır işitir,
gözleri zayıftır ve denizcilikten anlamaz. Gemideki tayfalar kimin kaptan olacağı konusunda çekişirler, oysa onlar da
gemiyi idare konusunda bir şey bilmez. Gemi sahibini ikna etmek için kaba kuvvete veya zekice hilelere başvururlar,
kim gemi sahibini ikna ederse o, denizci, kaptan ve gemilerden anlayan kişi oluverir. Diğerleri ise işe yaramaz
oluverirler. Bu tayfaların denizcilik diye bir meslek olduğundan haberleri yoktur ve gemileri idare etmeye dair hiçbir
bilgileri yoktur. İşte böyle bir senaryoda Sokrates’e göre gerçek kaptan – yani denizcilik mesleğini bilen kişi –
müneccim, bir işe yaramaz olarak görülecektir. Ve Atina’daki durum bunun benzeridir, sahip olunması gereken
gerçek bir bilgi yani bir yaşama sanatı bilgisi bulunduğundan kimsenin haberi yoktur, bunun yerine herkes zekice ve
adil olmayan hilelerle işini görmeye çalışır. Bakışını idealara çevirmiş ve şeyleri gerçekten bilen az sayıdaki gerçek
filozof ise işe yaramaz kabul edilir. Bu kentimizi mümkün kılmak için ihtiyacımız olan tek şey Sokrates’e göre bir
filozof-kraldır, yani doğru doğaya sahip, doğru şekilde eğitim görmüş ve ideaları kavrayan kişidir. Bu imkânsız değildir.
Analiz: VI. Kitap, 484a-502c
Platon’a göre filozofun idealara olan bağlılığı onu erdemli yapar. Düzenli ve kutsal olana (idealar) bağlılığı
sayesinde, ruhu da düzenli ve kutsal olur. O kendisine İyi İdeasını örnek/model alır.
Platon’a göre, filozof tümüyle doğrunun peşinden gittiği için onun öteki arzuları zayıflar, paraya, onura, zevke
ve diğerlerine eğilim duymaz, ahlaksız davranışa yol açacak eğilimler onda yoktur, asla çalmaz, yalan söylemez,
kölece davranmaz vb. Onun duyguları ve iştahları kötülüğe yönelik artık güçlü bir itilim sağlamaz. Bütün bu
sebeplerden o erdemlidir. Ama bu betimleme filozofun ruhunu bir uyum/harmoni hali içinde değil, bir tekelden idare
edilme hali içinde göstermektedir. İştah ve yüreklilik, akıl tarafından yönetilmek şöyle dursun, hiç yokturlar bile. Oysa
Platon başka yerde adil insanın bütün arzu türlerine en gürbüz biçimde sahip olduğunu belirtiyordu. O en çok
doğruluğu sevse de, zevk ve onuru da daha az derecede ister. Bunu yukarıdaki tablo ile nasıl telif edeceğiz? Belki de
Platon filozofun doğruluğa olan dışında başka hiçbir eğilimi-itkisi olmadığını söylerken abartıyordu. Ama eğer filozof
belli bir derecede onur, para ve zevk sevgisi taşıyorsa, o zaman onun asla kötücül davranmayacağının garantisi nedir?
Bunun en olası cevabı, her ne kadar filozof da onu kimi zaman kötü eylemlere götürecek arzulara sahip olsa da,
ruhunun öteki kısımlarının yöneticisi akıl olduğu için, ya hiç ya da çok nadiren bu arzulara uyar.
Diğer yandan, filozofun erdemli olması çok acayip bir yoldan gerçekleşiyor. Onun erdemi idealarla meşgul
olmasından kaynaklanıyor, yoksa normalde olması gerektiği gibi bir erdemli insandaki motivasyonlardan değil.
Mesela, cesurdur çünkü sürekli ezeli-ebedi idealarla ilgilenmiştir ve sonuç olarak hayata karşı ilgisizdir. Ama neyden
korkulacağını ve neyden korkulmayacağını belirten kent kurallarına uyduğu için cesur değildir. Yine o, ölçülüdür
çünkü doğruluğu ölçüsüzce sever, yoksa arzularını dizginlediği için değil. Para işlerinde adildir çünkü para onun
istediğini elde etmede çok az işe yarar, bu yüzden parayı umursamaz. Ama herkese alacağını verdiği için değil.
Yorumcular buradan hareketle erdemi ikiye ayırıyorlar: sivil-yurttaş erdemi ve entelektüel erdem.
Filozoflarda sadece ikincisi bulunur. Sivil erdemler kentin ihtiyaçlarından kaynaklanır, onların tipik özelliği kenti ve
içindekileri korumayı amaç edinmeleridir. Entelektüel erdemler ise felsefenin ihtiyaçlarından kaynaklanırlar, onların
tipik özelliği bilgi edinmeye dönük olmalarıdır. Platon, yorumculara göre, bunları ayırmayı başaramaz ve bu yüzden
filozofun birinci anlamda erdemli olduğunu savunur oysa sadece ikinci anlamda erdemlidir.
4
Eğer gerçekten böyle bir hata varsa, acaba bu ne kadar önemlidir? Eğer filozof sadece ikinci anlamda
erdemliyse ve birinci anlamda değilse, bu onu yöneticilik için uygunsuz yapar mı? Görünüşe göre evet. Her şeyden
önce, eğer onda sivil erdemler yoksa, o zaman, kentin iyiliği için eylemesini sağlayacak erdemlere sahip değil
demektir. Ama Platon bu itiraza karşı bağışıktır. Bir yönetici hangi erdemlere gerçekten ihtiyaç duyar? Erdemli
davrandığı sürece, onu motive eden şey bizi neden ilgilendirsin? Eğer o kent sevgisi yerine sadece bilgelik sevgisi
gereği hareket ediyorsa, bu, kente bir şekilde zarar verir mi? Filozofu ideal yönetici yapan şey, onun erdemleri değil
bilgisidir. Onun ahlaki karakteri, iyiliği için somut bir tehdit oluşturmadıkça, bizler onun erdemlerinin kaynağını
dikkate almayız.
Özet: VI. Kitap, 502d – son
Sokrates adil kentin oluşturulmasındaki son aşamayı anlatır: filozof-krallar nasıl eğitilir? Koruyucular pek çok
sınamaya tabi tutulurlar ve onlardan hangisinin kente en çok bağlı olduğu saptanır. Bir diğer önemli husus da
hangisinin en önemli konuya dayanabildiğini saptamaktır. En önemli konu ise, İyi İdeasının çalışılması/incelenmesidir.
İyi İdeasının anlaşılması yoluyladır ki kişi en üstün bilgiyi edinir ve bir filozof-kral olmaya layık hale gelir.
Sokrates İyi İdeasının genelde iyi olarak bilinen şey olmadığını belirtir. Kimisi en yüksek iyinin zevk, kimisi ise
bilgi olduğunu söyler. Oysa bunların ikisi de değildir, ama Sokrates onun ne olduğunu doğrudan söyleyemez. En fazla
yaptığı, onu bir benzetme ile açıklamaktır: iyinin soyundan olan ve ona en çok benzeyen. Bu benzetme çok meşhur ve
yoğun biçimde birbiri ile ilişkili üç tane metaforlar dizisinin birincisidir ki sonraki kitapta ele alınırlar. Güneş, çizgi ve
mağara metaforları. Sokrates bu metaforları geliştirirken, bir yandan da, filozofun nasıl birisi olduğunu ve metafiziğini
ve epistemolojisini de ortaya serer.
Sokrates’e göre, Güneş görülür alem için ne ise, İyi de bilinir alem için odur ve bu üç bakımdan böyledir.
Birincisi, Güneş ışık ve dolayısıyla görürlürlüğün kaynağıdır, İyi de bilinirliğin-anlaşılırlığın kaynağıdır. İkincisi, Güneş
bize görmeyi sağlar, çünkü ancak Güneş benzeri maddenin yardımı ile göz görebilir. Bunun gibi, İyi de bize bilgi için
gereken yetiyi/kapasiteyi verir. Son olarak, Güneş şeylerin varlığının sebebidir, mevsimleri doğurur, çiçekleri açtırır ve
hayvanları çoğaltır. İyi ise, ideaların varlığının sebebidir. Sokrates’e göre İyi İdeası varlığın ötesindedir ve tüm varlığın
sebebidir.
Yine de bir sonraki benzetme olmadan İyi İdeasının bilgi için ne kadar önemli olduğunu anlayamayız. Çizgi
analojisi dünyaya erişme biçimlerini, bilginin ve kanının dört düzeyini anlatır. Bir çizgiyi dört parçaya ayırdığımızı
düşünelim, alttaki iki parça bizim görülür dünyaya olan erişimimizi, üstteki iki parça ise bilinir dünyaya erişimimizi
temsil eder.
İMGELEM İNANÇ DÜŞÜNCE ANLAMA YETİSİ
[Bulanık [Algı] [Anlama [Akıl (Nous)]
Görüntüler] (Dianoia)]
Kanı (Sanı) Bilgi
Görülür Alem Bilinir Alem
(Visible Realm) (Intelligible Realm)
5
İdrak etmenin en düşük düzeyi imgelemdir. İmgeler ve yansılar en gerçek şeylerdir. Sanat bu sınıfa girer.
Platon’un imgelem ile neyi kastettiği tam açık değildir, ama birçok yorum verir.
Çizgiden sonraki aşama inançtır. İnanç da görülür aleme bakar ama gerçek şeylerle temas kurar. Duyulur
bireyseller en gerçek şeylerdir.
Bundan sonra bilginin iki derecesi-düzeyi gelir: düşünme ve anlama. Düşünme idealarla meşgul olursa da, akıl
yürütürken duyulur bireyselleri imgeler olarak kullanır ve bu imgelerden faydalanır, nasıl ki geometriciler üçgenlik
üzerine düşünürken üçgen resminden yararlanırsa. Düşünme ayrıca hipotezlere yani kanıtlanmamış varsayımlara
dayanır.
Anlama bu desteklerden hiçbirini kullanmaz. Anlama tümüyle ve saf anlamda soyut bir bilimdir. İçerdiği akıl
yürütme bilhassa İdealarla ilgilenir ve varsayımsal-olmayan bir ilk ilkeyle iş görür ki bu da İyi İdeasıdır. Anlamaya
erişmek için kişi düşünme için zorunlu olan destekleri kullanarak felsefi diyalektik yoluyla İyi İdeasına doğru yönelir.
İyi İdeasına bir kez erişildi mi, artık ilk ilkeyi yakalamış oluruz ki ispatlanmamış bütün varsayımları gereksiz kılan bir
evrensel önerme gibidir. İyi İdeasını anlayınca bütün diğer ideaları da anlarız. Flaş gibi bir aydınlanma ile bilginin en
üstün aşamasına varırız.
Analiz: VI. Kitap, 502d – son
Platon doğrudan bir açıklama sunmaz, ama birçok yorumcu İyinin, Bir ile aynı olduğunu savunmuştur. Bir,
birliği temsil eder ve birlik de, tespit ve tayin etme ve sınırlama ile yakın ilişkilidir. Bu yorumun avantajı, bilinebilirlik
ile gerçeklik arasındaki bağlantıyı açıklamaya yardım etmesidir. Hiç şüphesiz, bir şey sadece birlikli bir şey ve Bir
olması sayesinde gerçek ve belirli bir şeydir. Eğer bu karakteristik gerçekten İyinin kendisi ise o zaman İyinin bütün
gerçekliğin kaynağı olması anlaşılırdır. Hiçbir şey bu karakteristik olmadan gerçek olamaz, varolamaz. Bu yorumu
destekler biçimde, Platon birçok yerde, ruhta ve kentte birliğin önemini vurgular ve birliği olmayan bir kentin gerçek
bir kent olmadığını söyler.
İyi İdeası için çok daha olası bir seçenek ise uyumdur (harmony). Platon birliği övdüğü kadar, hatta daha çok,
uyumu, düzeni ve dengeyi de över. Toplumun üç sınıfı arasındaki uyum sağlıklı, adil kenti doğurur ve ruhtaki uyum da
sağlıklı, adil ruhu ortaya çıkarır. İdeaların üstünlüğünden bahsederken, sıklıkla onların en üstün düzeninden söz eder
ve onların bu düzeni filozofun ruhuna ilham etmesi yoluyla filozofu erdemli kıldığını açıklar. Her bir şeyin iyiliği,
basitçe, ona uygun gelen uyum, düzen, denge veya orantıdır. Peki, idealara uygulandığında kastedilen uyum
hangisidir? Zira ideaların birbiriyle uyumlu olacak ayrık parçaları bulunmaz. Platon ideaların en düzenli şeyler
oldukları konusunda daha açık olamadığı için, onları uyumlu kılmanın bir yolunun bulunduğunu düşünmek
zorundadır. Belki de, ideaların uyum ve düzene nasıl sahip olabildiklerini anlayamama durumu, bu belirsizlik,
Platon’un elinden İyi İdeasını tanımlama imkânını almaktadır.
Çizgi metaforunda en zor anlaşılan aşama imgelemdir. Dokuzuncu kitapta Platon sanatın bu kategoriye
girdiğini belirttiği için, pek çokları imgelemin, sanat eserlerinin en geçek şeyler kabul edildiği bir zihin durumuna
karşılık geldiğini düşünmüştür. Yine de bu çok imkânsız değil, kendisi ve dünyaya dair anlamı televizyon ve filmlerde
gördüğü imgelerden edinen bir insan düşünmek mümkündür. Platon’un zamanında bunun karşılığı epik şiir ve trajik
tiyatro olmalıdır.
Başka yorumcular ise sanatın bu kategoriye girdiği kanısında şüphelidirler. İmgelemin bir başka türlü
anlaşılması söz konusu ki sanata hiçbir biçimde işaret etmez. Buna göre, imgelem, bizim dünyaya ilişkin algılarımızın
hiç eleştirel olmadığı bir duruma işaret eder. Bu durumda iken bizler bir algıyı diğeri ile ilişkilendirmeye çalışmayız. Bir
yansıma gördüğümüzde, bu yansıyı, yansıyan nesnenin kendisinden ayırt etmeyiz. İnanç, bu durumda, algılarımızı
birbiriyle ilişkilendirdiğimiz, ama onları eleştirel analize tabi tutmadığımız bir aşama olabilir. Yine bununla bağlantılı
6
bir yorum, imgelem aşamasını, açıklamanın aranmadığı bir aşama ve inanç aşamasını ise, açıklamanın arandığı ama
evrensel terimler cinsinden değil sadece bireysel terimler cinsinden bir açıklamanın arandığı aşama olarak görür.
Düşünme ve anlamayı, detaylandırmak daha kolaydır çünkü Platon onlar hakkında daha açık ve nettir. Düşünme,
imgeleri ve ispatlanmamış varsayımları kullanan soyut akıl yürütmedir. Geometri bunun mükemmel örneğidir.
Anlama, bütün bilginin üzerinde temellendiği evrensel tek bir önermeyi kavrayıp edinme yoluyla, düşünmenin
aksiyomlarını ve varsayımlarını gereksiz kılar.
VII. KİTAP
Özet: VII. Kitap, 514a-521d
Yedinci kitapta Sokrates Batı Felsefesi tarihinin en güzel ve meşhur metaforunu sunar: mağara alegorisi. Bu
alegori eğitimin insan ruhundaki etkilerini resmeder. Bu eğitim filozofu bölünmüş çizginin aşamaları boyunca ilerletir
ve sonunda İyi İdeasına ulaştırır.
Mağara allegorisinde Platon şu senaryoyu hayal etmemizi ister: Bir grup insan doğumlarından itibaren derin
bir mağarada yaşamaktadırlar, gündüz ışığını asla görmemişlerdir. Bunlar bulundukları mağaraya o şekilde
bağlanmışlardır ki ne yanlarına ne de arkalarına bakabilirler (mahkûmlar), sadece önlerini görürler. Arkalarında bir
ateş vardır ve ateşin arkasında kısmi bir duvar vardır, duvarın üstünde çeşitli heykeller bulunur ki bunları yine
görülemeyen bir başka grup insan yönetip hareket ettirmektedir. Ateş yüzünden heykellerin gölgeleri mahkûmların
yüzünün dönük olduğu duvara yansımaktadır. Mahkûmlar bu gölgelerin oynadığı/sahnelediği hikâyeleri seyrederler
ve görüp görebildikleri tek şey bunlar olduğu için de bu gölgelerin dünyadaki en gerçek/hakiki şeyler olduklarına
inanırlar.
Birbirlerine ‘adam’, ‘kadın’, ‘ağaçlar’, ‘atlar’ vb. şeyler hakkında konuştuklarında hep bu gölgelere gönderme
yaparlar. Şimdi bunlardan birinin serbest bırakıldığını düşünelim ve artık ateşe ve heykellerin kendisine bakabilsin.
Başlangıçtaki acıdan ve şaşkınlıktan sonra bunların o gölgelerden daha gerçek olduklarını kavrayacaktır, ateşin ve
heykellerin o gölgeleri nasıl ürettiğini kavrayacaktır ki bu gölgeler aslında gerçek şeylerin kopyalarıdır. Şimdi artık
onun için ateş ve heykeller dünyadaki en hakiki şeyler olurlar.
Sonra bu mahkûm mağaranın dışına çıkartılır, dışarıdaki dünyayı görür. Başlangıçta o kadar çok gözü kamaşır
ki sadece gölgelere bakabilir, sonra yansımalara/yansılara bakmaya başlar ve sonunda gerçek nesnelere bakabilir
hale gelir. Bunların heykellerden bile daha gerçek ve hakiki olduklarını görür ve o heykellerin sadece bunların
kopyaları olduklarını anlar. Son olarak mahkûmun gözleri ışığa iyice alışınca göğe bakar ve güneşe göz atar. Güneşin
gördüğü her şeyin gerçek sebebi olduğunu anlar/idrak eder. Işığın, kendi görme gücünün, çiçeklerin, ağaçların ve
diğer bütün nesnelerin. Bu mahkûmun geçtiği aşamalar çizginin çeşitli düzeylerine karşılık gelmektedir. Çizgi, önce iki
eşit yarıya bölünür: görülür âlem (ki duyular yoluyla erişiriz) ve bilinir âlem (ki sadece zihin yoluyla erişiriz). Mahkûm
mağarada iken görülür âlemdedir. Gündüz ışığına çıktığında ise bilinir âleme girmiş olur.
İdrak çizgisinin en düşük basamağı, imgelemdir. Mağarada bu düzey, ayakları ve kafası bağlanmış mahkûmun
durumu ile temsil edilir ki sadece gölgeleri ve bayağı şekilleri görebilmektedir. En gerçek kabul ettiği şeyler aslında hiç
de hakiki değillerdir, onlar sadece gölgelerdir. Burada bu gölgelerle aslında sanatın imgeleri/resimleri kastedilir.
İmgelem aşamasında saplanıp kalmış bir adam kendi hakikatlerini epik şiir ve tiyatro alanından veya diğer
kurgulardan seçip çıkarır. Kendisine ve dünyasına ilişkin kavrayışını gerçek dünyaya bakmak yerine bu sanat
formlarından türetir.
7
Mahkûm özgürleşip de heykellere bakabilir hale geldiğinde, çizgideki sonra gelen aşamaya geçmiş olur: inanç.
Heykeller ile duyularımızın gerçek nesneleri kastedilir/bunlara karşılık gelirler, gerçek insanlar, ağaçlar, çiçekler ve
diğerleri. İnanç aşamasındaki adam, yine hatalı bir biçimde, bu duyulur bireyselleri en hakiki şeyler olarak görür.
Bununla beraber, mağaranın dışına çıktığında, dışarıda daha gerçek bir şeylerin bulunduğunu görür: İdealar ki
duyulur bireyseller bunların kusurlu birer kopyasıdır. Şimdi idrakinin düşünce aşamasındadır. Artık idealar üzerine akıl
yürütebilir, ama yine de tam saf bir soyutlukla değil. İmgeleri/hayalleri/resimleri/şekilleri ve ispatlanmamış
hipotezleri dayanak olarak kullanır.
Nihayet bakışını güneşe çevirir ki bu nihai ideayı temsil eder, İyi İdeasını. İyi İdeası bütün diğer ideaların
sebebi/kaynağıdır ve dünyadaki bütün iyiliğin, hakikatin ve güzelliğin membaıdır. O bilginin nihai amacıdır (ereğidir).
Mahkûm bir defa İyi İdeasını edindi mi, artık idrakin en yüksek aşamasına erişmiş olur: anlama yetisi/kavrayış. Artık
bundan böyle akıl yürütmek ve düşünmek için hiçbir imgeye veya ispatlanmamış hipoteze ihtiyaç duymaz. İyi
İdeasına ulaşmakla, ona sahip olmakla felsefede hiçbir varsayıma veya imgeye gerek kalmadan her şeyi açıklayan
ilkeye ulaşmış/elde etmiş olur. O şimdi İyi İdeasını kavramaktan türeyen bu anlama gücünü, daha önceki bütün
düşüncesini anlayışa çevirmek/dönüştürmek için kullanır, artık bütün ideaları anlayıp/kavrayabilir. Sadece filozoflar
bu aşamaya erişebilir ve bu yüzden sadece onlar yönetmeye uygundurlar.
8
Eğitimin amacı her kişiyi mağaradan olabildiğince uzaklaştırmaktır; eğitim bilgiyi ruha yerleştirmeyi değil ruhu
doğru arzulara yöneltmeyi amaçlar. Zihin ve görme arasındaki benzetmeyi sürdüren Sokrates zeki, kötü bir adamın
görüşünün (görme gücünün/yeteneğinin) en az filozofunki kadar keskin olabileceğini belirtir. Sorun onun bu keskin
bakışını ne tarafa yönelttiğindedir.
Kentin bütünüyle hedefi doğru doğada olanları eğitmektir ki böylece onlar zihinlerini keskince İyi İdeasına
yöneltebilsinler. Bunu bir kere yaptıklarında, İyi İdeasını sonsuza dek temaşa halinde kalamazlar, periyodik olarak
mağaraya geri dönmeli ve orayı yönetmelidirler. Diğer mahkûmlara yardım etmek için arada bir idealardan gölgeler
âlemine dönmelidirler.
Analiz: VII. Kitap, 514a-521d
Mağara alegorisinin ve çizgi analojisinin sadece dört düşünme biçimini değil, aynı zamanda dört yaşama
biçimini de betimlediğini görmek önemlidir. Bir örnek olarak, bir kişiye bu aşamalardan her birinde cesaretin ne
olduğunun sorulduğunu düşünelim; cesaret anlayışı aşamadan aşamaya çok geniş biçimde değişecektir.
Birinci aşamada kişinin cesaret anlayışı kültürün imgelerinden türetilir, mesela böyle bir kişi “Luke Skywalker
gerçekten cesura benziyor, dolayısıyla cesaret budur” diyebilir. İnançlara sahip kişi ise belirli bir örneğe de müracaat
edecektir ama bu örnek gerçek hayattan olacaktır, mesela New York itfaiyecileri veya Amerikan deniz piyadeleri gibi.
Oysa düşünme aşamasındaki kişi cesaretin bir tanımını vermeye çalışacaktır. Belki de dördüncü kitapta
Sokrates’in yaptığı tanımı verecektir: neyden korkulması ve korkulmaması gerektiğinin bilgisi. Anlama aşamasındaki
kişiyi düşünme aşamasındakinden ayıran şey, ikincinin kendi görüşlerini İyi İdeasının bilgisi ile destekleyememesidir;
o, doğru ilk ilkeyle değil, ispatlanmamış varsayımlarla hareket eder. Tanım doğru olsa bile, saldırılara ve itirazlara
açıktır, çünkü ilgili kavramlara dair anlayışı belirli bir noktaya kadardır. Anlama aşamasındaki kişi ise bir tanım
sunduğunda tanımdaki bütün terimleri bilir-anlar ve her birini ilk ilkeye dayanarak savunabilir.
İyi İdeası bir kez kavrandı mı bütün anlayışı-kavrayışı aydınlattığı için bilgi, holistiktir (bütünseldir). Bir şeyi
anlamak için her şeyi anlamanız gereklidir ve tek bir şeyi anladığınızda her şeyi anlamaya kadar gidebilirsiniz. Tüm
idealar birbirine bağlantılıdır ve birlikte kavranırlar: İyi İdeasına yönelmek için yola çıkar ve düşünme ile yolunuzu
açarsınız-yol alırsınız, İyi İdeasını kavrayıncaya dek. Ve sonra her şey aydınlanır.
9
Mağaradaki aşamalar hayatın aşamaları olduğu için Platon, herkesin bu aşamalardan geçmesi gerektiğini
düşünür. Herkes idrak etmenin imgelem düzeyi ile başlar ve herkes mağaradan olabildiğince uzaklaşmaya çalışır,
herkes bütün yolu kat etmeye muktedir olamaz, zira bu yüzden kimileri üreten, kimileri savaşçı ve kimileri de filozof-
kral olurlar.
Filozof-kralları mağara dışına çıktıktan sonra tekrar geri dönmeye zorlamak haksız ve adaletsiz görünür.
Sokrates buna üç yoldan cevap verir. Birincisi, amacımız bir grup insanı mutlu etmek değil, bütün olarak kenti
olabildiğince mutlu etmektir. İkincisi, filozof-krallar eriştikleri bu özgürlüğe kentin onlara sunduğu eğitim ile
ulaşabilmişlerdir; onlar filozof-kral olmak için eğitildiler, öyleyse mağaraya geri dönüp orayı yönetmelidirler, kente
borçludurlar. Üçüncüsü, onlar yönetmeyi isteyecektir, çünkü kenti bırakırlarsa onu kaybedeceklerini bilirler. Onlar
ideaları sevdikleri için kentte düzen ve uyum meydana getirerek ideaları taklit ederler, kentte düzensizlik ve
uyumsuzluk kaynağı olan herhangi bir şeyden nefret ederler. Sokrates son olarak şunu ekler ki, bir yöneticinin
yönetmeye karşı olan ilgisizliği-direnci yöneticide aranması gereken en önemli en iyi kriterdir. Sadece en iyi yönetici
yönetmeyi, güç ve kişisel çıkar gereği değil, görev ve zorunluluk gereği kabul eder. Sadece filozof böyle bir konumda
bulunabilir, çünkü sadece o onur ve zenginliğe dönük zayıf arzulara sahiptir ve doğruluğu arzu eder.
Özet: VII. Kitap, 521e – son
Şimdi artık filozof-kralı diğerlerinden ayıran şeyi biliyoruz: İyi İdeasını bilir ve böylece her şeyi anlar. Peki ama
onlara verilecek eğitim nedir? Cevap basittir: onlar matematik ve felsefi diyalektik çalışacaklar. Bu iki konu onların
ruhunu görünür âlemden bilinir âleme yöneltir.
Bu iki konudan matematik hazırlıktır, diyalektik ise asıl çalışma konusudur. Diyalektik, duyusal algıları arkada
bırakıp, İyinin kendisine ulaşmak için sırf soyut akıl yürütmeyi kullanır. Diyalektik sonunda varsayımlardan uzaklaşır
ve giderek ilk ilkeye yaklaşır ki bu tüm bilgiyi aydınlatır. Sokrates diyalektiğe vurgun birisi olsa da, onda büyük bir
tehlike bulunduğunu da dile getirir. Asla yanlış kişilere öğretilmemelidir, hatta genç yaşta iken doğru kişilere bile.
Diyalektiğe hazır olmayan kişi onu bir çelişme oyununa çevirebilir. Sırf kanıtlama adına kanıt sunar hale gelir ve
doğruluğa ilişkin tüm duygusunu yitirir.
Bu eğitim için doğru doğaya sahip çocukları bulup çıkarmak gerekir- en cesur, dirençli, nazik, bu konulara ilgi
duyan ve kolayca öğrenen, hafızası kuvvetli, sıkı çalışmayı seven ve erdem için potansiyel bir genel görünüşe sahip
olanlar. Erken çocukluktan itibaren hesap, geometri ve diğer bütün matematik konuları öğretilir. Bu öğretim zorlama
ile olmamalı, gönüllü ve oyunlaştırarak yapılmalı. Böylece bu konuları en çok seven-hoşlananlar da ortaya çıkacaktır,
bunlar çalışma zorlama ile olmadığında bile kendilerini bu konulara adarlar. Sonra iki-üç yıl boyunca zorlama ile
fiziksel egzersiz talimine odaklanacaklar ve başka hiçbir şeyle ilgilenmeyecekler.
En iyiler bir listeye yazılır ve bunlar eğitime devam eder, diğerleri yardımcılar olurlar. Çocuklar şimdi yirmi
yaşındadır ve bunlar içinden, daha önce bütün öğrendiklerini tutarlı bir bütün halinde tümleştirebilenler, iyi bir
diyalektik doğaya sahiptirler, diğerleri ise zayıf. Hem bu konuda hem de savaş sanatı ve diğer etkinliklerde en iyi
olanlar diğerleri arasından, otuz yaşına geldiklerinde seçilirler ve yine sınamadan geçirilirler, bu sefer, hangisinin
duyularına dayanmayı/güvenmeyi terk edip sırf düşünme ile doğruluğu arayabildiğine bakılır. Burada da iyi olanlar
beş yıl boyunca diyalektik çalışmak için seçilirler, diğerleri yardımcı olurlar.
Beş yıl diyalektikten sonra genç filozoflar mağaraya geri döner ve gençlere uygun savaş ve diğer resmi
görevlerde bulunurlar, siyasi yönetimde deneyim kazanırlar. Burada bile sınanırlar ve hangisinin bağlılığında ve
bilgeliğinde direndiğine bakılır. Böyle onbeş sene deneyimden sonra elli yaşında iken bütün bu uygulamalarda başarılı
olanlar ruhlarını kalkındırmış ve İyi İdeasına erişmiş olmalıdırlar. Artık birer filozof-kral olarak kendilerini, yurttaşlarını
ve kenti İyi İdeasına göre biçimlendirmelidirler. Zamanlarının çoğunu felsefe ile geçirseler de sıra onlara geldiğinde
siyasete girmek ve kentin iyiliği için yönetimde bulunmalıdırlar.
10
Üstlenmeleri gereken diğer görev de gelecek nesil yardımcı ve koruyucuları eğitmektir. Öldüklerinde onlara
en büyük onurlar verilir ve kentin yarı-tanrıları olarak onlara hürmet edilir.
Analiz: VII. Kitap, 521e – son
Platon’un filozof-kralın eğitimi için söyledikleri, Akademide verilen eğitimin bir göstergesi olabilir. Akademide
matematiğin ağırlıklı olduğunu biliyoruz ve o dönemde bu alana giren pek çok alt-dalda eğitim sadece burada
veriliyordu. Matematikçi Theaetetus ve yine matematikçi ve astronom Eudoxus Akademide öğretmendiler ve antik
dünyada bu konuları başkalarına öğretecek kadar yeterince iyi bilen yegâne düşünürlerdi. Ayrıca Platon’un otuz yaşın
altındaki hiç kimseye diyalektik öğretmediğine dair emareler vardır.
Platon neden matematiğe bu kadar önem veriyor? Çünkü uygulamalı matematikten saf-kuramsal
matematiğe doğru gittiğimizde ve sayılar üzerine ve sayılar arası ilişkiler üzerine derin düşünmeye başladığımızda,
duyulur dünyadan bilinir dünyaya doğru çekiliriz. Sayılar da idealar gibi gerçekten varolan, duyularla algılanamayan
öğelerdir ve onlara sadece soyut düşünme yoluyla erişiriz. Sayılar ve sayısal ilişkiler üzerine derin düşünme, demek ki
bize duyulurun üstünde bir hakikat bulunduğunu ve bu hakikat duyulur olanı açıklayabildiği için ondan üstün
olduğunu bize gösterir.
Bu anlamda matematik filozofun eğitiminde olasılıkla iki rol üstlenir. Birincisi, öğrencinin bakışını duyulur
dünyanın üstündeki doğruluklara yöneltir. İkincisi, öğrenci bu doğruluklar üzerine derin düşünme yoluyla soyut akıl
yürütme yeteneğini geliştirir ve dünya hakkında duyularına güvenmekten vazgeçmeyi öğretir. Ayrıca matematik,
öğrenciyi, son diyalektik çalışmasına hazırlar ki artık burada, matematiğin imgelerini ve ispatsız varsayımlarını
sonunda tamamen terk eder ve artık iyice bilenmiş olan sırf soyut düşünme yeteneği ile yoluna devam eder. Platon
insan duyularına az yer verir. Gerçek filozof hakikati arayışında duyularını görmezden gelme konusunda eğitilmelidir,
sadece düşünceye dayanmalıdır. Gerçek filozof olasılıkla, deneysel araştırma da yapmaz, yani doğrulukları
bulmak/keşfetmek için dünyayı gözlemlemez. Platon bilgiye dönük tipik bilimsel yaklaşıma ters düşer ki bunda
gözlem en önemli şeydir. Platon ayrıca bu konuda en ünlü öğrencisi Aristoteles ile de ters düşer ki Aristoteles bilimsel
araştırmada gözlemleme yönteminin öncüsüdür.
VIII. KİTAP
Özet
Sokrates şimdi, adil kenti tasvir etmeyi bitirdikten sonra, adil olmayan dört kent ile anayasayı ve insan tipini
ele alır. Altı kitap boyunca ele alınan aristokrasi ve buna karşılık gelen filozof-kralın karşısında şunlar vardır: timokrasi,
ve onura eğilimli adam ki bu yönetim biçiminin idarecisidir, oligarşi ve zorunlu iştahlarına eğilimli adam, demokrasi ve
gereksiz iştahlarına eğilimli adam ve son olarak tiranlık ve yasadışı iştahlarına eğilimli adam. Bunlardan sırayla biri
ötekinden daha kötüdür ve en kötüsü tiranlıktır. Bu adaletsiz durumlar kuramsal olasılıklar değildir, bunlar adil kentin
zaman içinde yüz yüze geleceği kaçınılmaz bozulma/yozlaşma aşamalarıdır.
Adil kentin yöneticileri, gelecek nesil yöneticileri seçerken yanılabilir olan duyu algısına dayandıkları için,
zamanla kaçınılmaz hatalar yaparlar. Kısa süre sonra yanlış kişiler gücü ele geçirir. Bunlar yürürlükte olan şeyleri
değiştirmek isterler, öyle ki yönetenler özel mülk sahibi olabilsin ve servete odaklanabilsin, iyi olanlarsa eski düzeni
sürdürmek isterler. Bu hizipler arası çekişmeler sonunda bir uzlaşma durumunu (anayasasını) doğurur: timokrasi.
Kötücül olan hizbi tatmin etmek için yöneticiler kentteki bütün toprakları ve evleri özel mülk olarak aralarında
paylaşırlar ve üretenleri köleleştirirler. Artık bütün enerjilerini, kendilerini kölelere karşı korumaya ve onlarla
mücadeleye harcarlar. Yöneticiler hala saygı duyulan kişilerdir ve savaşçılar çiftçilik, el işi yapmazlar veya para getiren
işlerde çalışmazlar. Savaşçılar yine ortaklaşa beslenir ve kendilerini fiziksel eğitime ve savaş hazırlığına veririler ama
11
artık bilge insanları yönetici olarak atamaktan çekinirler ve bunun yerine yürekli insanlarca yönetilmeyi tercih ederler
ki bunlar barıştan çok savaşa eğilimli basit insanlardır. Parayı sevseler de, zafer ve onur aşkı üstün gelecektir.
Bu yönetime karşılık gelen kişi yürekliliğin yönettiği kişidir. O bir aristokratın oğludur ki babası oğlunun
ruhunun akılsal kısmını teşvik eder ama oğul kötü bir anne ve hizmetçilerce etkilenir ki onu para sevgisine
yönlendirirler. Sonuçta ortada, iki tarafa da ait olmayan gururlu ve onur-sever bir kişi olur.
Timokrasi de oligarşiye yozlaşır. Para ve zenginlik aşkı yayıldıkça yönetim tamamen zenginliğe dayanan bir
hale gelir. Kim daha zengin ve varlıklıysa o yönetici olur ve daha az zengin olanlara yönetimde söz hakkı verilmez.
Böyle bir kentin beş kusuru vardır. Birincisi, ehliyetsiz insanlar yönetir, ikincisi, o bir tek değil artık iki ayrı kenttir:
zenginlerle yoksulların kentleri, bunlar hiçbir zaman birleşemezler ve aynı amaçları paylaşamazlar. Üçüncüsü, bu kent
savaşamaz çünkü yöneticiler halkı silahlandıramaz, çünkü düşmandan çok halktan korkarlar. Dördüncüsü
uzmanlaşma ilkesi burada yoktur. Yöneticiler para getiren yan işlerle uğraşırlar. Bu kent en kötü şeye izin veren ilk
kenttir: kentte yaşayanlar belli bir sınıfa ait değildirler ve belli bir rolleri yoktur, insanlar ne üreten ne savaşçı ne de
yöneticidir. Bunların içinde dilenciler ve suçlular vardır. Sokrates bunları asalaklar (bal yapmayan arı) olarak görür ve
onları iki sınıfa ayırır: zararsız olanlar ve zararlılar/tehlikeli olanlar yani can yakanlar (sokanlar).
Oligarşiye karşılık gelen kişi güçlü bir para-babasıdır. O bir timokratın oğludur ve başta onu taklit eder ama
sonra babasının başına, gözden düşüren ayıp rezil hile dolu aksilik ve talihsizlikler gelir, sarsıntı geçiren ve direncini
yitiren oğul hırslı bir şekilde para kazanma işine yönelir ve mal yığmaya başlar.
Akıl ve yüreği, iştahlarının kölesi olur ve biricik dürtüsü para yapma arzusu olur. Aklı sadece nasıl para
kazanacağı üzerine akıl yürütür, yüreği sadece zenginliğe kıymet verir ve tek hevesi daha çok zenginliktir. Bu adamın
kötü eğilimleri vardır ama onları kontrol eder çünkü zenginliği konusunda tedbirli olmak ister.
Oligarşi ise demokrasiye yozlaşır. Doymak bilmez para arzusu faizle borç vermeyi gündeme getirir. Kentteki
insanların çoğu iyice fakirleşir, zenginler iyice azalır. Direncini yitirenler işsiz gezerler, zenginlerden nefret eder ve
devrim isterler, bunun planını kurarlar. Zenginler ise hoşnutsuz kitleleri fark etmemiş numarası yaparlar. Sonunda
zararlı asalakların kışkırttığı yoksullar isyan ederler, zenginlerin bir kısmını öldürür kalanını sürgüne gönderirler. Yeni
bir anayasa yaparlar ve herkes kenti yönetmekte eşit hak sahibi olur. Güçlü konumları genellikle kura ve rastlantı ile
dağıtırlar, kimin daha ehil olduğunu göz önüne almazlar. Bu kentte birinci ve yönetici öncelik özgürlüktür. Herkes
istediğini söylemekte ve istediği gibi yaşamakta özgürdür. Tam bir serbestlik vardır. Bu yüzden en bol çeşitli
karakterleri bu kentte görürüz. Ama düzen ve uyumdan eser yoktur. Kimse kendine uyan bir rol üstlenmez.
Demokrasiye karşılık gelen kişiyi betimlemek için Sokrates gerekli ve gereksiz arzuları birbirinden ayırır.
Gerekli arzular eğitim ve terbiye ile üstesinden gelemediğimiz arzulardır, insanın gerçek ihtiyaçlarına karşılık gelirler,
hayatta kalmayı sağlayacak kadar beslenme gibi. Gereksiz/zorunsuz olanlarsa terbiye ile başa çıkılabilenlerdir, lüks
şeylere düşkünlük ve yoz hayat tarzı gibi. Oligarşik adam zorunlu arzularınca yönetilir ama oğlu bir demokrattır ve
kısa sürede gereksiz arzularına yenik düşer. Baba, sadece para istiflemek isteyen bir cimri iken oğul, paranın satın
alabileceği bütün zevkleri değerlendirir. Kötü arkadaşlarının yönlendirmesiyle saygı-hürmet ve ölçülülüğü terk eder
ve anarşiyi özgürlük, aşırılık-taşkınlığı ihtişam ve görkem, ve utanmazlığı da cesaret bilmeye/zannetmeye başlar. Yine
de yaşlılığında kimi erdemlerini hatırlar ve bazen ölçülülüğe yönelir. Ama onun için hala bütün zevkler aynıdır (hem
ölçülülükten gelenler hem de düşkünlükten gelenler) ve onu o anda hangisi çekerse onun peşinden gider. Hayatında
düzen veya zorunluluğa yer yoktur.
Demokrasi de yani en özgür kent de tiranlığa yozlaşır, en köle kente. Doymak bilmez özgürlük arzusu kentin
gereği gibi yönetilmesi durumunu göz ardı eder/ihmal eder. Asalaklar yine mesele çıkarırlar, tahrik ederler,
demokraside bu sınıf, oligarşiden çok daha şirret/vahşi, öfkeli olur, çünkü sonunda baskın siyasi kişilikler olup
çıkarlar. Asalaklardan ayrı iki sınıf daha vardır demokraside: doğaları gereği daha örgütlü olanlar ve bu sayede
12
zenginleşenler ile, kendi başlarına çalışan ve siyasete pek girmeyenler. Asalaklar bu iki sınıfı birbirine düşürür,
kışkırtırlar. Yoksulları, zenginlerin birer oligark oldukları konusunda kandırmaya çalışırlar, zenginleri de yoksulların
isyan çıkaracağı konusunda. Zenginler korkunca, yoksulların haklarını, özgürlüğünü kısmaya kalkarlar ve böyle
yapmakla tam oligarklara benzerler. Karşılığında yoksullar da isyan eder. Bu isyanın lideri, ki halkı galeyana getiren
asalak kişidir o, yoksullar zafer kazandığında bir tiran olur. Korktuğu için bütün iyileri öldürür, diğerlerinin hepsini
köleleştirir, müsrif ve şaşaalı hayat tarzını sürdürmek için onları sömürmeye başlar. Ayrıca sürekli savaş hali içinde
olmaya, savaş yapmaya mecburdur ki insanların dikkatini dağıtabilsin. Toplumun en kötülerini kendi yanına çeker,
onlara yaltaklanır ve onları kendi korumaları yapar. Buna karşılık gelen adam tipi sonraki kitapta anlatılır.
Analiz
Platon’un demokrasiye olan eleştirilerini ciddiye almalı mıyız? Gerçekten de özgürlük feda edilemez bir şey
midir? Yoksa özgürlükten vazgeçip karşılığında düzen ve uyumu elde etmek daha mı iyidir? Her iki halde de Platon’un
kutsal özgürlüklerimizden vazgeçtiğimizde ortaya çıkan teröre bakıp bize ne diyeceğini biliyoruz, sadece kişisel
özgürlüğümüze umutsuzca sarıldığımızı çünkü ruhumuzun düzensiz ve sağlıksız olduğunu, önceliklerimizin çarpılmış
olduğunu söyleyecektir bize. Platon’un devletinde yaşamaktan ürküyor-çekiniyoruz çünkü yanlış arzulara kapılmışız,
para arzusu, tensel zevk ve onur gibi. Eğer doğru/uygun arzular besleseydik, doğruluk, düzen ve uyum tutkusu gibi,
ve bir bütün olarak toplumun iyiliğini isteseydik, Platon’un yönetim sistemine uyum sağlamaya daha yatkın olurduk.
Adil kentin neden kaçınılmaz olarak yozlaştığını açıklamak için bir mit kullanır. “İnsan sayısı” dediği bir sayıyı
hesaplar ve bu sayının iyi ve kötü doğumların sayısını kontrol ettiğini/belirlediğini söyler. Yöneticiler bu sayıyı
hesaplamanın matematiğinden yeterince haberdar olmadıkları için, sonunda hata yaparlar ve yanlış zamanlarda
çiftleşirler. Bir sonraki nesil öncekinden daha kötü-geri olur ve içlerinden yönetici çıkmaz. İnsan sayısı herhalde insani
iyiliği temsil etmektedir, yani İyi İdeasının insanlara uygulanmış biçimini. İdealar ve evrenin yasaları matematikseldir.
Nasıl yıldız ve gezegenlerin hareketini betimleyen matematiksel formüller varsa, insanın bütün yönlerini
betimleyenler de vardır. Platon, insan ve evren söz konusu olduğunda bu formüllere mükemmelen uyan tek bir sayı
bulunmadığını kabul eder. Gerçekliğin bütün yönlerinin matematiksel olarak ifade edilebileceğine inanır ve insan,
uzay ve zamana ilişkin bu matematiksel ifadenin, İyi İdeasının mutlak, aşkın gerçekliğinin hiç değilse bir kısmını
oluşturduğunu düşünür.
IX. KİTAP
Özet: IX. Kitap, 571a-580a
Dokuzuncu kitap, tiranın yani zorba adamın uzun ve derinden kavrayan bir psikolojik betimlemesi ile açılır.
Zorba insan yasadışı arzuları tarafından yönetilen kişidir. Yasadışı arzuları kişiyi her türlü iğrenç, utanmazca ve
kabahatli şeylere doğru sürükler. Sokrates’in bu tür şeylere verdiği örnekler kişinin annesi ile yatması ve haince
işlenen cinayettir. Sokrates’e göre hepimizde böyle yasadışı arzular vardır. Bunun kanıtı bu arzuların fırsat
bulduğunda ortaya çıkmalarıdır, mesela geceleri rüyalarda ki bu durumda akılsal tarafımız koruma işini yerine
getirmez. Ama sadece zorba insan bu arzuların uyanıkken de ortaya çıkmalarına müsaade eder.
Tiran, demokratik adamın oğludur, babası yasadışı değildir ama gereksiz arzulara düşkünlüğü vardır. Babası
gibi oğlu da asalak tiplerle düşer kalkar, yasadışı arzulara sahip tiplerle. Ama baba kendi oligarşik babasının
iradeliliğine sahip olduğu ve orta yol demokrasiye kendisini çekmeyi becerebildiği halde, oğul, demokratik
ahlak/karakterle yetişmiştir ve yasadışılığa doğru daha çok kayar. Baba ve tüm ev halkı onu geri döndürmeye
çalışırlar ama yasadışılığın nihai zaferi kaçınılmazdır. Asalak tiplerin kazanmasını getiren hamle, oğulda güçlü bir
erotik aşk yerleştirmektir. Bu aşkın kendisi de bir asalak gibidir ve oğlu her türden yasadışılığa kışkırtır. Bu aşk onu
13
taşkın, çılgın ve deli eder ve her türden utanmayı ve ılımlılığı-ölçülülüğü defeder. Bu adam artık sırf bayramlar,
eğlenceler, lüks ve zevk veren şeyler ve kız arkadaşlar için yaşamaya başlar. O kadar çok para harcar ki kısa sürede
tüm sahip olduğunu yitirir ve borç almaya başlar. Ve artık kimse ona borç vermek istemediğinde yalana ve zora
başvurur. Doymak bilmez erotik şehvetlerini tatmin etmek için, onu, tipik olarak adaletsiz olan tüm eylemleri işlerken
görürüz. İlk olarak her türden fena yolları kullanarak anne babasından para edinmeye çalışır, başkalarının evlerine-
meskenlerine tecavüz eder, tapınakları soyar ve nihayet cinayetler işler. Sadece uykuda iken yaptıklarını uyanıkken
yapmaya başlamıştır, bir kâbusun içindedir. Bu kâbusu erotik aşk sürdürür-yönetir, onu tamamen anarşi-kargaşalık ve
yasadışılık içinde boğar. Erotik aşkın ürettiği arzularını beslemek için her şeyi yapmaya cüret eder. Kısa süre sonra
kimseye güvenmez olur ve dostu kalmaz. Ruhunun en aşağı kısımlarına, en kötü kısma köle olur ve bu yüzden tüm
ruhu düzensizlik-nizamsızlıkla ve pişmanlıkla doludur ve gerçekten istediğini yapmak konusunda en az özgür kişidir.
Devamlı fakir-zavallı ve tatmin olmamış haldedir ve korku içinde yaşar.
Zorbaca hayatın bu dehşet veren tablosundan sonra herkes bundan daha perişan-sefil bir hayat olamayacağı
konusunda hemfikirdir. Bununla beraber Sokrates böyle düşünmez, bundan da kötü bir hayat vardır: kendi özel
hayatında tiran olmakla beraber, aynı zamanda fiili bir politik tiran olan kişi. Bu hayatın daha kötü olduğunu
görebilmek için bizden şunu hayal etmemizi ister, bu özel-hayat-tiranı bütün ailesi ve köleleri ile birlikte terkedilmiş
bir adaya yerleşiyor. İncittiği-kötü davrandığı kölelerinden, onu koruyacak bir yasa olmadığında kendi yaşamı ve
ailesinin yaşamı için dehşetli bir korkuya kapılmayacak mıdır? Peki, ya kölelerine kötü davrananlara iyi gözle
bakmayanlarla etrafı sarıldığında ne yapacaktır? Daha da fazla tehlikede olmayacak mıdır? Ama işte bu, tam da fiili
bir tiran olmak demektir. Bir tiran, onları birer köleye çevirdiği idaresi altındakilere karşı işlediği tüm suçlar için
intikam almak isteyenlerce sürekli öldürüleceği tehlikesi içindedir. Düşmanlarından korktuğu için evini yurdunu terk
edemez. Bir esir-tutuklu haline gelir ve terör içinde yaşamaya başlar. Gerçek tiran ise, kendi tüm saçma arzu ve
kaprislerine düşkün/müptela olmak için ve yozlaşmanın içine iyice batmak için daha iyi bir konuma sahiptir.
Tiran, en adaletsiz insan, aynı zamanda en mutsuz insandır. Aristokrat, en adil insan ise, en mutlu insandır. Bu
yüzden ikinci kitapta bunun tersine hükmederken hatalı idik. Bu, adil olmanın değerli ve olmaya değen bir şey
olduğunu gösteren ilk kanıtımızdır.
Analiz: IX. Kitap, 571a-580a
Platon kendi ömrü boyunca, şehvet ve açgözlülüğün peşinden giden tiranlara şahit olmuştur, sadece. Eğer
yirminci yüzyılın totaliter rejimlerini görmüş olsaydı acaba tiranca ruha ilişkin bu teşhisi aynı olur muydu? Buradaki
sunduğu tiranın portresi, Yunan despotunun parlak ve dirayetli bir analizidir, ama bir Hitler’in, bir Stalin’in, bir
Polpot’un ruhunu bu portrenin içine sokmak zordur. Bu adamlar gerçekten iştahları ile mi hareket ettiler yoksa
korkunç şekilde yanlış yöne giden bir akılla mı? Platon, aklın kendi başına, kötüye sebep olabileceğini asla düşünmez
ve yakın tarihe tanıklık etse bile herhalde bu görüşünü yine sürdürürdü. Herhalde derdi ki, bu tiranların durumunda
bile, asıl güdücü etken paraya ve güce duyulan aç gözlülüktür ve akıl her ne kadar onların işlerinde büyük bir rol
oynuyorsa ve büyük bir yer tutuyorsa da, bu akıl sadece araçsal akıldır, kâbus gibi ve yasadışı bir iştahın emellerine
hizmet eden bir akıl. Hatta bu iddiası için kanıt olarak bu adamların eriştikleri yüksek onur ve şaşaalı zenginliği örnek
gösterebilirdi. Yine de böyle rejimlerin arkasında gerçek güdücü kuvvet olarak yoldan çıkmış/sapık bir fikir bulunduğu
ve doymak bilmez bir iştah bulunmadığına ilişkin şüpheyi/vehimi göz ardı etmek zordur.
Özet: IX. Kitap, 580d – son
Sokrates bize ikna edici bir sebep göstermişti, adaletin istenmeye değer olduğuna inanmak için. Bize adil
insanın adaletsiz insandan ne kadar çok mutlu olduğunu göstermişti. Şimdi ikinci bir kanıt getiriyor ve adil bir yaşamın
en hoşnut yaşam olduğu sonucuna varıyor. Kanıta göre dünyada üç çeşit insan vardır: doğruluk-sever, onur-sever ve
para-sever. Bunlardan her biri en büyük hazzın en fazla değer verdikleri şeyde bulunduğunu kabul eder ve en iyi
14
yaşamın da bu söz konuş hazdan en fazla içeren yaşam olduğunu düşünürler. Yine de onların içinde tek birinin haklı
olduğu gösterilebilir, hepsi birden haklı olamazlar. Sadece filozof bu yargıda bulunabilecek bir konumdadır, çünkü
sadece o bu üç hazzı da fiilen tecrübe etmiştir. Bu yüzden doğruluğun aranmasının verdiği hazzın en büyük haz
olduğunu söyleyen filozofa inanmamız gerekir. Eğer filozof haklı ise, o zaman adil bir ruh sahibi olmaktan ötürü
kişinin duyduğu haz en iyi türden hazdır. Dolayısıyla yine adil olmanın değerli bir şey olduğunu bir kez daha görmüş
oluyoruz.
Bir sonraki kanıt da hazları içerir. Sokrates filozofun duyduğu hazzın biricik haz olduğunu savunur. Diğer tüm
hazlar aslında acının kesintiye uğramasıdır, olumlu bir haz değillerdir. Başka hazlar gerçek haz değildir çünkü başka
arzular asla tamamen tatmin edilemezler. Tüm yaptığımız, bu arzuları geçici olarak tatmin etmektir, gidermektir,
istemenin acısını yatıştırmak/hafifletmektir. Oysa felsefi arzu, İyi İdeasını edinmekle tamamen tatmin bulur.
Bundan sonra Sokrates bir kralın bir tirandan 729 kat daha mutlu yaşadığını hesap eder. Bu hesap ciddiye
alınması gereken bir hesap değil, ama adil insanın adaletsiz olandan çok daha fazla mutlu olduğunu vurgulamak
içindir.
Son olarak Sokrates bize adil insan ve adalesiz insanın yeniden çizilmiş portrelerini önümüze koyar ve ikinci
kitaptaki yanlış portreleri bunlarla değiştirir. Her insanın içinde üç hayvanın bulunduğunu hayal etmemizi ister
bizden: çok-başlı bir canavar, bir aslan ve bir insan. Eğer kişi adaletsiz davranırsa, Sokrates bize onun canavarı ve
aslanı beslediğini/beslemekte olduğunu, onları güçlü kıldığını söyler ve insanı da aç bıraktığını ve zayıf düşürdüğünü
söyler, öyle ki bu kişi diğerlerinin gittiği yöne doğru sürüklenir. Ayrıca bu kişi bu üç kısmı birbirine alıştırmayı da
başaramaz, onları birbirine düşman eder. Adil kişide insan tarafı en fazla denetime sahip olandır. Bu kişi canavara bir
çiftlik hayvanı gibi muamele eder, onun evcilleşmiş-uysal başlarını besler/bakar ve vahşi olanların büyümesini
engeller. Aslanı kendi müttefiki yapar. Her üç taraf birbiri ile arkadaş olur. Sokrates ahlaksızlık ve korkaklık gibi türlü
kötülüklerden bahsederek, bu üç kısmın nasıl da cinnet geçirmiş bir şekilde birbiri ile mücadele ederek bu kötülüklere
sebep olduklarını gösterir.
Sokrates herkes için kutsal akıl tarafından idare edilmenin en iyisi olduğunu ilan eder ve ideal olanın bu aklı
kişinin kendi içinde taşıması olsa da, en iyi ikinci senaryo dışarıdan dayatılan bir akıl durumudur. Yasaların amacı da
budur. Yasaların işlevi insanlara zarar vermek değildir, Thrasymachus’un iddia ettiği gibi, ama insanlara yardımcı
olmaktır. Yasalar, akılsal tarafı ruhunu yönetmeye yetecek derecede güçlü olmayanlara aklı dayatırlar.
Analiz: IX. Kitap, 580d – son
Platon’un ortaya koyduğu hedef, adaletin istenir bir şey olduğunu göstermekti, bu adaletin elde etmeye
muktedir olduğumuz ödüller-kazanımların yokluğunda bile. Dokuzuncu kitapta adaletin sırf bu avantajlar için değer
olduğunu savunur. Adalet en haz verici yaşamı getirecektir. Eğer kanıtı bu ise, o zaman verdiği sözleri tutmamış-
doğrulamamış oluyor. Aslında Platon, adaletin istenir bir şey olduğuna dair kanıtı bundan çok önce ortaya koymuştur,
yedinci kitapta. Adaletin gerçek değeri, bu yoruma göre, adaletin evrendeki tüm değerlerin kaynağı ile yani İdealarla
olan bağlantısından kaynaklanır. İdealar nihai iyi oldukları için ve adalet de bunları aramayı, edinmeyi ve taklit etmeyi
içerdiği için, adalet de iyidir ve adil yaşam istenir bir şeydir. Bu Aristoteles’in de takdir ettiği/beğendiği bir yorumdur
ve çağdaş yorumcular da bu okumayı yeniden canlandırmaya çalışmıştır. Buna göre adaletin değeri şu şekilde
açıklanır. Platon için bir insan hayatını iyi kılan şey ve bir insani değeri istenir kılan şey, onun dışsal mutlak bir iyi ile
olan bağlantısıdır, ki bu dışsal iyi varlık İdealardır. Bu Platon’un bakış açısı, Tanrının en yüce iyi olduğunu ve Tanrıyı
kişinin hayatı içine sokmanın bir hayatı istenir ve değerli kılan şey olduğunu savunan Hıristiyan dünya görüşü ile
karşılaştırılır. Ayrıca bu bakış açısı ondokuzuncu yüzyılın Romantik anlayışları ile kıyaslanır, ki bunlara göre bir hayat
sadece doğadan ve doğal düzenden kopartılmadığı/ayrı düşmediği zaman istenir ve değerli olur. Bütün bu hallerde,
insani iyi, bizim dışımızdaki yüce üstün bir iyi ile kurulan bağlantıda yatar.
15
Eğer İyi İdeasına ilişkin bilgi adil yaşamı istenir kılan şeyse, o halde filozoftan başka değerli bir yaşam süren
birisi var mıdır? Eğer idealar tüm değerlerin kaynağı ise ve eğer sadece filozoflar idealarla yoldaşlık edebiliyorsa,
bütün başkaları için ne diyeceğiz? Onların iyi bir yaşam sürme şansları hiç yok mudur? Platon bu soruya şöyle cevap
verebilirdi ki, insan kendi ruhunun düzenli ve uyumlu olduğundan emin olmak suretiyle bir dereceye kadar ruhunu
idealara yakın kılabilir. Bir başka deyimle, adil olmakla, yani aklın yüreğe ve iştahlara hükmettiğinden emin olmakla
kişi değerli-istenir bir yaşam sürer, bilme-kavrama gücü ile ideaları asla edinmemiş-kavramamış olsa bile.
X. KİTAP
Özet
Sokrates şimdi Devlet’in ana kanıtını, akıl yürütmesini tamamlamıştır. Adaleti tanımlamış ve onun istenir-
değerli olduğunu göstermiştir. Şimdi insan varlıkları hakkındaki şairlikle ilgili daha önce ortaya konan soruya geri
döner. Şaşırtıcı bir biçimde, şairleri kentten sürer-kovar. Şairleri sakat/zararlı ve tehlikeli bulmasının üç sebebi vardır.
Birincisi, şairler hiçbir işten meslekten anlamazlar, ama her şeyi bildiklerini iddia ederler. Hakkında yazdıkları şeylerin
hepsi üzerine bilgi sahibi oldukları yaygın olarak kabul edilir, ama aslında böyle değildir. Onların ilgilendiği şeyler
bilinebilir şeyler değildir: bunlar imgelerdir ki asıl gerçek olandan çok uzaktırlar. Doğruluktan bu kadar uzak kalan-
düşen sahneleri sunmakla, şairler, ruhları saptırır-ayartırlar, onları en gerçek olandan en sahte olana döndürürler.
Bundan da kötüsü, şairlerin resmettiği imgeler, ruhun iyi tarafını taklit etmez. Ruhun akılsal tarafı suskundur,
hareketsizdir ve onu taklit etmek kolay değildir veya anlaşılmazdır. Şairler ruhun en kötü taraflarını taklit
ederler/benzetirler/örnek alırlar; karakterleri, kolay kışkırtılır/yoldan çıkartılır kılan ve renkli kılan eğilimleri, hevesleri
taklit ederler. Şairlik doğal olarak ruhun en kötü taraflarına başvurur, onlardan faydalanır ve bu alt-temel unsurları
uyandırır, canlandırır, besleyip güçlendirir, enerjiyi akılsal taraftan başka yöne doğru döndürür.
Şairlik en iyi ruhları bile bozar. Aşırı kederlenenlere, uygunsuz şekilde şehvet besleyenlere, kurallara-esaslara
gülenlere sempati duymamızı sağlayarak bizi aldatır. Bu en temel-aşağı duyguları başkasının adına/vekâleten
hissetmemiz konusunda bizi dürter/teşvik eder. Bu duygulara kendimizi kaptırmaktan utanmayız, utanmanın gerekli
olduğunu düşünmeyiz, çünkü biz kurgusal bir karakter adına bu duyguları yaşarız, yaşadığımızı düşünürüz, kendimiz
adına kendi yaşantımızda değil. Ama başkalarının hayatlarına ait olan bu duygulara kendimizi kaptırmakla
hissettiğimiz hoşnutluk-zevk, bizim hayatımıza geçmiş olur. Bir kez bizim bu taraflarımız bu şekilde beslenip
güçlendirildiğinde, bu taraflarımız kendi hayatımız içinde de uyanıp canlanırlar.
Birdenbire, sahnede gördüğümüz veya epik şiirden işittiğimiz o kaba ve soytarı kişilerden biri olup çıkarız.
Şairliğin bu tehlikelerine karşın Sokrates şairleri sürgün etmeye karşı çıkar. Estetik olanın kurban edildiğini hisseder ve
eğer birisi onları savunan bir kanıt sunarsa şairlerin kente geri dönmesini memnuniyetle kabul edeceğini belirtir.
Bundan sonra Sokrates ruhun ölümsüz olduğunu gösteren kısa bir kanıt ortaya koyar. Temelde kanıt şudur: X
ancak X için kötü olan şey tarafından imha edilebilir. Ruh için kötü olan şey adaletsizliktir ve diğer
kötülüklerdir/günahlardır. Oysa adaletsizlik ve diğer kötülükler açıkça ruhu imha etmemektedirler. Zira öbür türlü
tiranlar ve benzeri insanlar fazla yaşayamazlardı. O halde ruhu hiçbir şey imha edemez ve ruh ölümsüzdür.
Sokrates bir kez bu kanıtı ortaya koyduktan sonra, adaletin lehinde olan nihai kanıtını artık sergileyebilecek
durumdadır. Bu kanıt, Er Efsanesine dayanır, adil olanların ölümden sonraki hayatta elde edecekleri ödüllere
müracaat eder. Bu efsaneye göre, Er adında bir savaşçı bir savaşta öldürülür, ama gerçekte ölmez. Cennete gönderilir
ve orada olup bitenleri görmesi sağlanır ki geri döndüğünde bunları anlatabilsin. Öbür hayatta bir eskatolojik sisteme
tanıklık eder ki bu sistem erdemi ve bilhassa bilgeliği ödüllendirmektedir. Bin yıl boyunca insanlar hayatlarında
işledikleri iyilikler veya kötülükler için ödüllendirilmekte veya cezalandırılmaktadır. Sonra hepsi bir meydana
toplanmakta ve kendilerinden bir sonraki hayatlarını seçmeleri istenmektedir, ister insan ister hayvan hayatı olsun.
16
Seçtikleri hayat onların bir sonraki devrede ödüllendirileceklerini mi yoksa cezalandırılacaklarını mı belirlemektedir.
Hayatta iken felsefe ile ilgilenenler sadece, adil bir hayatın nasıl seçileceğini bilirler. (Örneğin Odysseus’un bir kuğu
olarak yeniden doğmayı seçmesi gibi). Bunların dışındakiler her devrede mutluluk ile sefalet arasındaki hayatlarda
gidip gelirler.
Analiz
Onuncu kitapta Platon sonunda, felsefeye dayanan eğitimi, şiire dayanan geleneksel eğitimin karşısına dikmiş
oluyor. Platon felsefeyi ve filozofu haklı kılmıştır ve şimdi onları rakipleri ile karşı karşıya getirir, mevcut durumda en
bilge ve en fazla bilgi sahibi olduğu düşünülen kişilerle, yani şairlerle.
Belirtilen efsane ödül ve cezaya başvurmakla, güdülerle temellenen bir kanıt sunmuş oluyor ki Platon bunu
daha önce göz ardı etmişti. Glaucon ve Adeimantus ondan bilhassa bu tür gerekçelere başvurmadan adaletin değerli
olduğunu göstermesini istemişlerdi. Peki şimdi neden böyle bir şey yapıyor?
Yorumculara göre bu efsane aslında, felsefi erdem ile sivil (civic) erdem arasındaki ayırımla ilgilidir. Felsefi
erdem filozofun sahip olduğu türden erdemdir ve normal yurttaşın erdeminden ayrılır. Buraya kadar Platon hep
felsefi erdemin kendinde iyi ve kendisi için istenir olduğunu göstermeye çalıştı. Ama Glaucon, Adeimantus ve sayısız
diğer insanlar felsefi erdemi edinmeye yetili değildirler, bu yüzden onlara kendi erdemlerinin peşinden gitmek için bir
sebep göstermek zorundadır. Felsefi ve sivil erdemler ayrımını kafasında tutan Platon, bin yıllık ödül ve ceza
devrelerini betimler ki bunlar adilce veya adaletsizce yaşanan hayatları takip eder.
Yine de bir erdemi değerli ve istenir kılan şey, bizim anladığımıza göre, onun idealarla olan bağlantısıdır, ama
Platon her iki erdem türünün de değerini yeterince göstermiş oluyor. Felsefi erdem daha değerli olabilir, zira sadece
idealara benzemekle, onları taklit etmekle kalmaz, aynı zamanda onları hedef edinir ve onlara yoldaşlık-eşlik eder.
Ama sivil erdem de değerlidir çünkü ruhunuzda düzen ve uyum oluşturmak/tesis etmek suretiyle ideaların hayatınıza
sokulmasını-dâhil edilmesini içerir. Bir başka yorum, Er Efsanesinin neden esere dâhil edildiğini açıklar ve bizim
adaletin değerine ilişkin anlayışımızla da iyi örtüşür. Bu yoruma göre, Er Efsanesi felsefenin gerekliliğini bir kez daha
ispatlamaktadır. Sivil erdemler tek başına yeterli değillerdir. Sadece filozoflar doğru hayatın nasıl seçileceğini bilirler
çünkü sadece onlar ruhu anlayabilir ve neyin bir hayatı iyi veya kötü yaptığını anlayabilirler. Bu anlayışa sahip
olmayan diğerleri ise bazen doğru hayatı bazen de yanlış hayatı seçerler. İyi ve sefil hayatlar arasında gidip gelirler.
Her ruh kendi seçtiği hayat hakkında sorumlu olduğu için, herkes adil veya adaletsiz olmanın tüm sorumluluğunu
üstlenmiş olur. Bizler bir ruhu adil veya adaletsiz yapan şeye dair cehaletimizden ötürü adaletsiz olmayı, isteyerek
seçeriz. Demek ki cehalet, asıl ve biricik kötülüktür ve felsefe de biricik tedavidir.
KAYNAK
SparkNotes Editors. “SparkNote on The Republic.” SparkNotes LLC. 2002.
http://www.sparknotes.com/philosophy/republic/ (accessed March 22, 2012).