16
1 Özet: V. Kitap, 471e son Güzel şeylere inanan ama güzelliğin kendisine inanmayandan ne haber? Sokrates koruyucuların böylesi acayip bir hayata nasıl ikna olabileceklerini açıklamak zorundadır. Buna cevabı en köktenci olanıdır. Ona göre bu sistem ancak yöneticiler filozof ise olanaklıdır. Böylece filozof-kral kavramını öne sürer ki Devlet’in bundan sonrasını bu kavram meşgul eder. Sokrates “filozof” terimi ile ne kastettiğini açıklamalıdır, zira bununla mevcut filozoflara gönderme yapıyor olamaz çünkü bunlar yönetmeye uygun görünmüyorlar. İlk olarak gerçek filozofu sözde-entelektüellerden ayırır ki Sokrates bunları “görüntüleri ve sesleri sevenler” diye niteler. Bunlar, estetler, sanat meraklısı amatörler, güzellik alanında uzmanlık iddia eden kişilerdir. Filozofları bunlardan ayırmada, İdealar Kuramı, Devlet’te ilk olarak gündeme getirilir. Platon Sokrates’e ideaların ne olduklarını açıklatmaz ve dinleyenlerin bu kurama aşina olduklarını varsayar. Başka diyaloglardan öğrendiğimize göre idealar ezeli-ebedi, değişmez, evrensel, mutlak fikirlerdir. İyi, Güzel ve Eşit gibi. Bunlar görülemezler, sadece zihinle kavranırlar ve çevremizde duyumsadığımız şeyleri oldukları türden şeyler kılan, asıl sebeplerdir. Kırmızı bir şey sırf Kırmızı İdeasından pay aldığı için kırmızıdır. İşte filozoflar bu ideaları anlayıp idrak ettikleri için diğerlerinden ayrılırlar. Görüntüleri ve sesleri sevenler, bütün güzel şeyleri bildiklerini iddia ederler ama Güzel İdeası hakkında bilgi iddiaları yoktur, hatta böyle bir şeyin var olduğunun bile farkında değildirler. Bu sözde-enteller, idealarla değil de sırf duyulur bireysellerle meşgul oldukları için Sokrates’e göre, onların kanıları asla bilgi sayılamaz. Sadece filozoflar bilgiye sahip olabilir ki bu bilginin nesnesi idealardır. Bu radikal yargıyı, yani sadece filozofların bilgi sahibi olabileceklerini desteklemek için Sokrates, etkileyici bir metafizik ve epistemolojik bir resim çizer. Bütün varoluşları üç sınıfa ayırır: tam olanlar, olmayanlar, hem olanlar hem de olmayanlar. Tam olanlar tam olarak bilinirler, olmayanlar cehaletin konusudurlar, hem olanlar hem olmayanlar ise kanının veya inancın nesnesidirler. Tam olan yegane şeyler idealardır. Sadece Güzel İdeası tamamen güzeldir. Sadece Tatlı İdeası tamamen tatlıdır vb. Duyulur bireyseller hem öyledir hem böyle. En tatlı bir elma bile bir miktar acılık içerir, ya da tatlı- olmayanlık. En güzel kadın bile bazı ölçülere göre sıradandır, yani güzel-olmayandır. Yani sadece ideaları bilebiliriz, duyulur bireyselleri değil. İşte bu yüzden sadece filozoflar bilgi sahibi olabilirler, çünkü idealara sadece onlar ulaşabilir. Analiz: V. Kitap, 471e son Eğer Devlet’i felsefe etkinliğinin bir savunusu gibi okursak, bu yargı – sadece filozoflar bilir yargısı – bu eserin en önemli ve en merkezi yargısıdır. Felsefenin toplumu tehdit emesi bir yana kent için neden hayati önemde olduğunu açıklıyor bize. Kanıt kısaca şu: sadece tam olan tam olarak bilinebilir, sadece idealar tam olandır, sadece filozoflar idealara ulaşabilir, sadece filozoflar bilebilir. Sadece ideaların tam olanlar olarak nitelenmesi radikal ve tartışmalıdır. Güzel bir kadın tamamen güzel olabilir mi? Oysa gerçekte o, sadece belli ölçütlere göre güzel değil midir? Ve başka ölçütlere göre de çirkin? Bir tanrıçaya kıyasla mesela, sıradan görünebilir. Bu yüzden güzel kadın tam olarak güzel değildir. Hiçbir duyulur bireysel tam olarak bir şey olamaz, kimi ölçütlere göre hüküm verildiğinde veya belli bir açıdan onlar bu niteliği yitirirler. Her duyulur bireysel bu niteliğini zamanla kesinlikle yitirir. Hiçbir şey sonsuza dek tatlı kalamaz, meyveler bozulur, çürürler. Hiçbir şey sonsuza dek güzel kalamaz, nesneler eskir, yaşlanır ve dağılır. Güzel İdeası sonsuza dek değişmeden kalan saf güzelliktir. Bütün idealar kendi biricik niteliklerini tam olarak, ezeli-ebedi ve değişmeksizin taşırlar.

Özet: V. Kitap, 471e sondicle.edu.tr/Contents/a6e56413-d25b-4254-a533-e952ec65e2e7.pdf · Ona göre bu sistem ancak yöneticiler filozof ise olanaklıdır. Böylece filozof-kral

  • Upload
    others

  • View
    3

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Özet: V. Kitap, 471e sondicle.edu.tr/Contents/a6e56413-d25b-4254-a533-e952ec65e2e7.pdf · Ona göre bu sistem ancak yöneticiler filozof ise olanaklıdır. Böylece filozof-kral

1

Özet: V. Kitap, 471e – son

Güzel şeylere inanan ama güzelliğin kendisine inanmayandan ne haber?

Sokrates koruyucuların böylesi acayip bir hayata nasıl ikna olabileceklerini açıklamak zorundadır. Buna cevabı

en köktenci olanıdır. Ona göre bu sistem ancak yöneticiler filozof ise olanaklıdır. Böylece filozof-kral kavramını öne

sürer ki Devlet’in bundan sonrasını bu kavram meşgul eder.

Sokrates “filozof” terimi ile ne kastettiğini açıklamalıdır, zira bununla mevcut filozoflara gönderme yapıyor

olamaz çünkü bunlar yönetmeye uygun görünmüyorlar. İlk olarak gerçek filozofu sözde-entelektüellerden ayırır ki

Sokrates bunları “görüntüleri ve sesleri sevenler” diye niteler. Bunlar, estetler, sanat meraklısı amatörler, güzellik

alanında uzmanlık iddia eden kişilerdir. Filozofları bunlardan ayırmada, İdealar Kuramı, Devlet’te ilk olarak gündeme

getirilir. Platon Sokrates’e ideaların ne olduklarını açıklatmaz ve dinleyenlerin bu kurama aşina olduklarını varsayar.

Başka diyaloglardan öğrendiğimize göre idealar ezeli-ebedi, değişmez, evrensel, mutlak fikirlerdir. İyi, Güzel ve Eşit

gibi. Bunlar görülemezler, sadece zihinle kavranırlar ve çevremizde duyumsadığımız şeyleri oldukları türden şeyler

kılan, asıl sebeplerdir. Kırmızı bir şey sırf Kırmızı İdeasından pay aldığı için kırmızıdır. İşte filozoflar bu ideaları anlayıp

idrak ettikleri için diğerlerinden ayrılırlar. Görüntüleri ve sesleri sevenler, bütün güzel şeyleri bildiklerini iddia ederler

ama Güzel İdeası hakkında bilgi iddiaları yoktur, hatta böyle bir şeyin var olduğunun bile farkında değildirler. Bu

sözde-enteller, idealarla değil de sırf duyulur bireysellerle meşgul oldukları için Sokrates’e göre, onların kanıları asla

bilgi sayılamaz. Sadece filozoflar bilgiye sahip olabilir ki bu bilginin nesnesi idealardır.

Bu radikal yargıyı, yani sadece filozofların bilgi sahibi olabileceklerini desteklemek için Sokrates, etkileyici bir

metafizik ve epistemolojik bir resim çizer. Bütün varoluşları üç sınıfa ayırır: tam olanlar, olmayanlar, hem olanlar hem

de olmayanlar. Tam olanlar tam olarak bilinirler, olmayanlar cehaletin konusudurlar, hem olanlar hem olmayanlar ise

kanının veya inancın nesnesidirler.

Tam olan yegane şeyler idealardır. Sadece Güzel İdeası tamamen güzeldir. Sadece Tatlı İdeası tamamen

tatlıdır vb. Duyulur bireyseller hem öyledir hem böyle. En tatlı bir elma bile bir miktar acılık içerir, ya da tatlı-

olmayanlık. En güzel kadın bile bazı ölçülere göre sıradandır, yani güzel-olmayandır. Yani sadece ideaları bilebiliriz,

duyulur bireyselleri değil. İşte bu yüzden sadece filozoflar bilgi sahibi olabilirler, çünkü idealara sadece onlar

ulaşabilir.

Analiz: V. Kitap, 471e – son

Eğer Devlet’i felsefe etkinliğinin bir savunusu gibi okursak, bu yargı – sadece filozoflar bilir yargısı – bu eserin

en önemli ve en merkezi yargısıdır. Felsefenin toplumu tehdit emesi bir yana kent için neden hayati önemde

olduğunu açıklıyor bize.

Kanıt kısaca şu: sadece tam olan tam olarak bilinebilir, sadece idealar tam olandır, sadece filozoflar idealara

ulaşabilir, sadece filozoflar bilebilir.

Sadece ideaların tam olanlar olarak nitelenmesi radikal ve tartışmalıdır. Güzel bir kadın tamamen güzel

olabilir mi? Oysa gerçekte o, sadece belli ölçütlere göre güzel değil midir? Ve başka ölçütlere göre de çirkin? Bir

tanrıçaya kıyasla mesela, sıradan görünebilir. Bu yüzden güzel kadın tam olarak güzel değildir. Hiçbir duyulur bireysel

tam olarak bir şey olamaz, kimi ölçütlere göre hüküm verildiğinde veya belli bir açıdan onlar bu niteliği yitirirler. Her

duyulur bireysel bu niteliğini zamanla kesinlikle yitirir. Hiçbir şey sonsuza dek tatlı kalamaz, meyveler bozulur,

çürürler. Hiçbir şey sonsuza dek güzel kalamaz, nesneler eskir, yaşlanır ve dağılır. Güzel İdeası sonsuza dek

değişmeden kalan saf güzelliktir. Bütün idealar kendi biricik niteliklerini tam olarak, ezeli-ebedi ve değişmeksizin

taşırlar.

Page 2: Özet: V. Kitap, 471e sondicle.edu.tr/Contents/a6e56413-d25b-4254-a533-e952ec65e2e7.pdf · Ona göre bu sistem ancak yöneticiler filozof ise olanaklıdır. Böylece filozof-kral

2

Sadece tam olanların tam olarak bilinebilir oldukları iddiasını onaylamak zordur, ideaları kabul ettiğimizde

bile. Güzel kadını düşünelim, o hem güzeldir hem güzel-değildir ki güzelliği eninde sonunda solacaktır. Öyleyse o tam

olarak ve kalıcı olarak güzel değilken, onun güzel olduğunu bilebilir miyiz? Onun güzel olduğunu düşünmek bilgiden

geliyor olamaz, eğer bu bilgi kısmen yanlış ise. Ama onun hangi bakımdan güzel olduğunu ve hangi bakımlardan güzel

olmadığını ve resmin bütününü bildiğimizi neden söyleyemeyelim? Bunun, yani böyle söylememizin sebebi, güzel

kadının değişen bir öğe olmasıdır, bütün duyulur bireyseller gibi. Eğer o bir değişen öğe ise ve ona dair kavrayışımız

da eğer doğru ise, değişmek zorundadır. Platon bilginin değişmez olduğu konusunda çok katıdır. Platon için bilgi,

aynen Aristoteles için ve o zamandan bu yana gelen pek çok düşünür için de olduğu gibi, ezeli-ebedi, değişmez,

mutlak doğruluklardan oluşur, bilimsel denilen doğruluklar. Bilgi ezeli-ebedi, değişmez ve mutlak doğruluklara

sınırlandığı için duyulur dünyanın sürekli değişen ayrıntılarına tatbik edilemez. Sadece tam olanlara uygulanabilir,

durağan ve ezeli-ebedi olana.

Platon’un burada bir hata yaptığı öne sürülebilir, bilginin sırf durağan değişmez doğruluklar için söz konusu

olabileceği iddiasından, bilginin sadece idealar için mümkün olabileceği iddiasına sıçrarken. Öğrencisi Aristoteles de

bilginin ezeli-ebedi ve mutlak doğruluklara sınırlı olması gerektiğine inanıyordu ama bilgiyi sınıflara ya da türlere has

kılmak suretiyle, bilginin gözlemlediğimiz dünyaya da uygulanabilir olmasının bir çaresini bulmuştu. Aristoteles’e göre

insanlar hakkında bilgi sahibi olabiliriz, ama tek bir insan bireyi hakkında olamayız. Sınıflar, ona göre, durağan ve

ezeli-ebedidir, onları oluşturan bireysel öğeler böyle olmasalar bile.

Bu kısımda, önceki filozoflardan değişen yankılar buluruz. Bütün var oluşların üç sınıfa ayrılmasında ön-

Sokratiklerden, onların kuramlarından alınan unsurlar vardır ve bunların tutarlı bir dünya görüşü içinde

sentezlenmesi durumu söz konusudur. En fazla etkileyenlerden birisi Parmenides’tir: tam olanlar ve olmayanlar

konusunda. Parmenides neyin varolduğu ve neyin varolmadığı konusunda çok fazla şey söylemiştir. Ona göre var olan

her şey, yani varlık, tek, değişmez, ezeli-ebedi bir şeydir, öyle ki bu şey pek çok bakımdan idealara benzer. Tek fark

onun biricik olması, oysa ideaların birden fazla olmasıdır. Ona göre bunun dışında hiçbir şey yoktur. Parmenides

Platon’un bu iki ekstremine (tam olanlar ve olmayanlar) sempati ile bakmaktadır ama onun orta dünyasına şiddetle

karşı çıkmaktadır, yani hem olanlar hem olmayanların dünyasına. Bu dünya, mantığı ciddi biçimde

örselemekte/hırpalamaktadır. Ama yine bu orta dünya, bir başka ön-Sokratik düşünürle güçlü bağlara sahiptir:

Herakleitos ki onun ana öğretilerinden birisi, karşıtların birliğini ele alan bir kuram idi. Yani güzel olan aynı zamanda

çirkindir, üstün olan aynı zamanda alçaktır vb. Ona göre bütün dünya karşıtların bu birlikteliklerinden oluşmuştur ve

dünyayı anlamanın anahtarı bu karşıtların nasıl birbiri ile tutarlı hale geldiklerini, birbirlerine nasıl bağlandıklarını

anlamaktır. Platon’un bu düşünürlerden etkilenmesi şaşırtıcı değildir, zira Akademiyi kurmadan önce bu her ikisinin

de öğrencileri ile birlikte çalışmıştır.

VI. KİTAP

Özet: VI. Kitap, 484a-502c

Filozoflar bilgiye sahip olabilen yegâne kişiler olduklarına göre sadece onlar kent için neyin iyi olduğunu

kavrayabilirler ve dolayısıyla kenti yönetmek için en uygun kişilerdir. Eğer onların sadece erdemli olduklarını bilseydik

veya en azından erdem bakımından başkalarından aşağıda olmadıklarını, onların yönetmeye en uygun kişiler

olduğuna emin olabilirdik. Ve bereket versin ki bunu biliyoruz, onlar herkesten daha erdemlidir. Bir filozof doğruluğu

başka her şeyden daha çok sever (filozof, bilgeliği seven demektir) onun tüm ruhu doğruluğun peşinden koşar. Bu da

onun ruhunun akılsal kısmının yönetici olması gerektiği demektir, yani onun ruhu adildir.

Adeimantus, hiçbir filozofun böyle olmadığını söyleyerek itiraz eder. Birçokları işe yaramazdır, böyle

olmayanlar da kötücüldürler. Sokrates de bunu kabul eder. Ama bunun sebebi mevcut filozof neslinin doğru şekilde

Page 3: Özet: V. Kitap, 471e sondicle.edu.tr/Contents/a6e56413-d25b-4254-a533-e952ec65e2e7.pdf · Ona göre bu sistem ancak yöneticiler filozof ise olanaklıdır. Böylece filozof-kral

3

yetişmemiş olmasıdır. Filozof doğasına sahip doğanlar – mert, cesur, işlek zihinli, çabuk öğrenen, hafızası kuvvetli vs.

– hemen ailesi ve dostları onun üstüne atlarlar ki bunlar onun doğal yeteneklerinden faydalanmak isterler. Onun

politikaya girmesini özendirirler ki onun üstünden para ve güç elde etmeyi umarlar. Böylece felsefi hayattan

uzaklaştırılırlar ve bunun yerine filozof doğasına sahip olmayanlar bu boşluğu doldurmaya başlarlar ki bu işe layık

değillerdir ve bunlar kötücüldür. Çok az olan iyi filozoflar da (ki bunlar da ya sürgüne gittikleri için, küçük bir kentte

yaşadıkları için, sağlıkları bozuk olduğu için ya da başka bir sebeple doğaları bozulmamış/korunmuştur) toplum doğru

fikirler için çok çelişkili hale geldiği için faydasız kalırlar. Bu durumu bir gemideki duruma benzetir ki sahibi ağır işitir,

gözleri zayıftır ve denizcilikten anlamaz. Gemideki tayfalar kimin kaptan olacağı konusunda çekişirler, oysa onlar da

gemiyi idare konusunda bir şey bilmez. Gemi sahibini ikna etmek için kaba kuvvete veya zekice hilelere başvururlar,

kim gemi sahibini ikna ederse o, denizci, kaptan ve gemilerden anlayan kişi oluverir. Diğerleri ise işe yaramaz

oluverirler. Bu tayfaların denizcilik diye bir meslek olduğundan haberleri yoktur ve gemileri idare etmeye dair hiçbir

bilgileri yoktur. İşte böyle bir senaryoda Sokrates’e göre gerçek kaptan – yani denizcilik mesleğini bilen kişi –

müneccim, bir işe yaramaz olarak görülecektir. Ve Atina’daki durum bunun benzeridir, sahip olunması gereken

gerçek bir bilgi yani bir yaşama sanatı bilgisi bulunduğundan kimsenin haberi yoktur, bunun yerine herkes zekice ve

adil olmayan hilelerle işini görmeye çalışır. Bakışını idealara çevirmiş ve şeyleri gerçekten bilen az sayıdaki gerçek

filozof ise işe yaramaz kabul edilir. Bu kentimizi mümkün kılmak için ihtiyacımız olan tek şey Sokrates’e göre bir

filozof-kraldır, yani doğru doğaya sahip, doğru şekilde eğitim görmüş ve ideaları kavrayan kişidir. Bu imkânsız değildir.

Analiz: VI. Kitap, 484a-502c

Platon’a göre filozofun idealara olan bağlılığı onu erdemli yapar. Düzenli ve kutsal olana (idealar) bağlılığı

sayesinde, ruhu da düzenli ve kutsal olur. O kendisine İyi İdeasını örnek/model alır.

Platon’a göre, filozof tümüyle doğrunun peşinden gittiği için onun öteki arzuları zayıflar, paraya, onura, zevke

ve diğerlerine eğilim duymaz, ahlaksız davranışa yol açacak eğilimler onda yoktur, asla çalmaz, yalan söylemez,

kölece davranmaz vb. Onun duyguları ve iştahları kötülüğe yönelik artık güçlü bir itilim sağlamaz. Bütün bu

sebeplerden o erdemlidir. Ama bu betimleme filozofun ruhunu bir uyum/harmoni hali içinde değil, bir tekelden idare

edilme hali içinde göstermektedir. İştah ve yüreklilik, akıl tarafından yönetilmek şöyle dursun, hiç yokturlar bile. Oysa

Platon başka yerde adil insanın bütün arzu türlerine en gürbüz biçimde sahip olduğunu belirtiyordu. O en çok

doğruluğu sevse de, zevk ve onuru da daha az derecede ister. Bunu yukarıdaki tablo ile nasıl telif edeceğiz? Belki de

Platon filozofun doğruluğa olan dışında başka hiçbir eğilimi-itkisi olmadığını söylerken abartıyordu. Ama eğer filozof

belli bir derecede onur, para ve zevk sevgisi taşıyorsa, o zaman onun asla kötücül davranmayacağının garantisi nedir?

Bunun en olası cevabı, her ne kadar filozof da onu kimi zaman kötü eylemlere götürecek arzulara sahip olsa da,

ruhunun öteki kısımlarının yöneticisi akıl olduğu için, ya hiç ya da çok nadiren bu arzulara uyar.

Diğer yandan, filozofun erdemli olması çok acayip bir yoldan gerçekleşiyor. Onun erdemi idealarla meşgul

olmasından kaynaklanıyor, yoksa normalde olması gerektiği gibi bir erdemli insandaki motivasyonlardan değil.

Mesela, cesurdur çünkü sürekli ezeli-ebedi idealarla ilgilenmiştir ve sonuç olarak hayata karşı ilgisizdir. Ama neyden

korkulacağını ve neyden korkulmayacağını belirten kent kurallarına uyduğu için cesur değildir. Yine o, ölçülüdür

çünkü doğruluğu ölçüsüzce sever, yoksa arzularını dizginlediği için değil. Para işlerinde adildir çünkü para onun

istediğini elde etmede çok az işe yarar, bu yüzden parayı umursamaz. Ama herkese alacağını verdiği için değil.

Yorumcular buradan hareketle erdemi ikiye ayırıyorlar: sivil-yurttaş erdemi ve entelektüel erdem.

Filozoflarda sadece ikincisi bulunur. Sivil erdemler kentin ihtiyaçlarından kaynaklanır, onların tipik özelliği kenti ve

içindekileri korumayı amaç edinmeleridir. Entelektüel erdemler ise felsefenin ihtiyaçlarından kaynaklanırlar, onların

tipik özelliği bilgi edinmeye dönük olmalarıdır. Platon, yorumculara göre, bunları ayırmayı başaramaz ve bu yüzden

filozofun birinci anlamda erdemli olduğunu savunur oysa sadece ikinci anlamda erdemlidir.

Page 4: Özet: V. Kitap, 471e sondicle.edu.tr/Contents/a6e56413-d25b-4254-a533-e952ec65e2e7.pdf · Ona göre bu sistem ancak yöneticiler filozof ise olanaklıdır. Böylece filozof-kral

4

Eğer gerçekten böyle bir hata varsa, acaba bu ne kadar önemlidir? Eğer filozof sadece ikinci anlamda

erdemliyse ve birinci anlamda değilse, bu onu yöneticilik için uygunsuz yapar mı? Görünüşe göre evet. Her şeyden

önce, eğer onda sivil erdemler yoksa, o zaman, kentin iyiliği için eylemesini sağlayacak erdemlere sahip değil

demektir. Ama Platon bu itiraza karşı bağışıktır. Bir yönetici hangi erdemlere gerçekten ihtiyaç duyar? Erdemli

davrandığı sürece, onu motive eden şey bizi neden ilgilendirsin? Eğer o kent sevgisi yerine sadece bilgelik sevgisi

gereği hareket ediyorsa, bu, kente bir şekilde zarar verir mi? Filozofu ideal yönetici yapan şey, onun erdemleri değil

bilgisidir. Onun ahlaki karakteri, iyiliği için somut bir tehdit oluşturmadıkça, bizler onun erdemlerinin kaynağını

dikkate almayız.

Özet: VI. Kitap, 502d – son

Sokrates adil kentin oluşturulmasındaki son aşamayı anlatır: filozof-krallar nasıl eğitilir? Koruyucular pek çok

sınamaya tabi tutulurlar ve onlardan hangisinin kente en çok bağlı olduğu saptanır. Bir diğer önemli husus da

hangisinin en önemli konuya dayanabildiğini saptamaktır. En önemli konu ise, İyi İdeasının çalışılması/incelenmesidir.

İyi İdeasının anlaşılması yoluyladır ki kişi en üstün bilgiyi edinir ve bir filozof-kral olmaya layık hale gelir.

Sokrates İyi İdeasının genelde iyi olarak bilinen şey olmadığını belirtir. Kimisi en yüksek iyinin zevk, kimisi ise

bilgi olduğunu söyler. Oysa bunların ikisi de değildir, ama Sokrates onun ne olduğunu doğrudan söyleyemez. En fazla

yaptığı, onu bir benzetme ile açıklamaktır: iyinin soyundan olan ve ona en çok benzeyen. Bu benzetme çok meşhur ve

yoğun biçimde birbiri ile ilişkili üç tane metaforlar dizisinin birincisidir ki sonraki kitapta ele alınırlar. Güneş, çizgi ve

mağara metaforları. Sokrates bu metaforları geliştirirken, bir yandan da, filozofun nasıl birisi olduğunu ve metafiziğini

ve epistemolojisini de ortaya serer.

Sokrates’e göre, Güneş görülür alem için ne ise, İyi de bilinir alem için odur ve bu üç bakımdan böyledir.

Birincisi, Güneş ışık ve dolayısıyla görürlürlüğün kaynağıdır, İyi de bilinirliğin-anlaşılırlığın kaynağıdır. İkincisi, Güneş

bize görmeyi sağlar, çünkü ancak Güneş benzeri maddenin yardımı ile göz görebilir. Bunun gibi, İyi de bize bilgi için

gereken yetiyi/kapasiteyi verir. Son olarak, Güneş şeylerin varlığının sebebidir, mevsimleri doğurur, çiçekleri açtırır ve

hayvanları çoğaltır. İyi ise, ideaların varlığının sebebidir. Sokrates’e göre İyi İdeası varlığın ötesindedir ve tüm varlığın

sebebidir.

Yine de bir sonraki benzetme olmadan İyi İdeasının bilgi için ne kadar önemli olduğunu anlayamayız. Çizgi

analojisi dünyaya erişme biçimlerini, bilginin ve kanının dört düzeyini anlatır. Bir çizgiyi dört parçaya ayırdığımızı

düşünelim, alttaki iki parça bizim görülür dünyaya olan erişimimizi, üstteki iki parça ise bilinir dünyaya erişimimizi

temsil eder.

İMGELEM İNANÇ DÜŞÜNCE ANLAMA YETİSİ

[Bulanık [Algı] [Anlama [Akıl (Nous)]

Görüntüler] (Dianoia)]

Kanı (Sanı) Bilgi

Görülür Alem Bilinir Alem

(Visible Realm) (Intelligible Realm)

Page 5: Özet: V. Kitap, 471e sondicle.edu.tr/Contents/a6e56413-d25b-4254-a533-e952ec65e2e7.pdf · Ona göre bu sistem ancak yöneticiler filozof ise olanaklıdır. Böylece filozof-kral

5

İdrak etmenin en düşük düzeyi imgelemdir. İmgeler ve yansılar en gerçek şeylerdir. Sanat bu sınıfa girer.

Platon’un imgelem ile neyi kastettiği tam açık değildir, ama birçok yorum verir.

Çizgiden sonraki aşama inançtır. İnanç da görülür aleme bakar ama gerçek şeylerle temas kurar. Duyulur

bireyseller en gerçek şeylerdir.

Bundan sonra bilginin iki derecesi-düzeyi gelir: düşünme ve anlama. Düşünme idealarla meşgul olursa da, akıl

yürütürken duyulur bireyselleri imgeler olarak kullanır ve bu imgelerden faydalanır, nasıl ki geometriciler üçgenlik

üzerine düşünürken üçgen resminden yararlanırsa. Düşünme ayrıca hipotezlere yani kanıtlanmamış varsayımlara

dayanır.

Anlama bu desteklerden hiçbirini kullanmaz. Anlama tümüyle ve saf anlamda soyut bir bilimdir. İçerdiği akıl

yürütme bilhassa İdealarla ilgilenir ve varsayımsal-olmayan bir ilk ilkeyle iş görür ki bu da İyi İdeasıdır. Anlamaya

erişmek için kişi düşünme için zorunlu olan destekleri kullanarak felsefi diyalektik yoluyla İyi İdeasına doğru yönelir.

İyi İdeasına bir kez erişildi mi, artık ilk ilkeyi yakalamış oluruz ki ispatlanmamış bütün varsayımları gereksiz kılan bir

evrensel önerme gibidir. İyi İdeasını anlayınca bütün diğer ideaları da anlarız. Flaş gibi bir aydınlanma ile bilginin en

üstün aşamasına varırız.

Analiz: VI. Kitap, 502d – son

Platon doğrudan bir açıklama sunmaz, ama birçok yorumcu İyinin, Bir ile aynı olduğunu savunmuştur. Bir,

birliği temsil eder ve birlik de, tespit ve tayin etme ve sınırlama ile yakın ilişkilidir. Bu yorumun avantajı, bilinebilirlik

ile gerçeklik arasındaki bağlantıyı açıklamaya yardım etmesidir. Hiç şüphesiz, bir şey sadece birlikli bir şey ve Bir

olması sayesinde gerçek ve belirli bir şeydir. Eğer bu karakteristik gerçekten İyinin kendisi ise o zaman İyinin bütün

gerçekliğin kaynağı olması anlaşılırdır. Hiçbir şey bu karakteristik olmadan gerçek olamaz, varolamaz. Bu yorumu

destekler biçimde, Platon birçok yerde, ruhta ve kentte birliğin önemini vurgular ve birliği olmayan bir kentin gerçek

bir kent olmadığını söyler.

İyi İdeası için çok daha olası bir seçenek ise uyumdur (harmony). Platon birliği övdüğü kadar, hatta daha çok,

uyumu, düzeni ve dengeyi de över. Toplumun üç sınıfı arasındaki uyum sağlıklı, adil kenti doğurur ve ruhtaki uyum da

sağlıklı, adil ruhu ortaya çıkarır. İdeaların üstünlüğünden bahsederken, sıklıkla onların en üstün düzeninden söz eder

ve onların bu düzeni filozofun ruhuna ilham etmesi yoluyla filozofu erdemli kıldığını açıklar. Her bir şeyin iyiliği,

basitçe, ona uygun gelen uyum, düzen, denge veya orantıdır. Peki, idealara uygulandığında kastedilen uyum

hangisidir? Zira ideaların birbiriyle uyumlu olacak ayrık parçaları bulunmaz. Platon ideaların en düzenli şeyler

oldukları konusunda daha açık olamadığı için, onları uyumlu kılmanın bir yolunun bulunduğunu düşünmek

zorundadır. Belki de, ideaların uyum ve düzene nasıl sahip olabildiklerini anlayamama durumu, bu belirsizlik,

Platon’un elinden İyi İdeasını tanımlama imkânını almaktadır.

Çizgi metaforunda en zor anlaşılan aşama imgelemdir. Dokuzuncu kitapta Platon sanatın bu kategoriye

girdiğini belirttiği için, pek çokları imgelemin, sanat eserlerinin en geçek şeyler kabul edildiği bir zihin durumuna

karşılık geldiğini düşünmüştür. Yine de bu çok imkânsız değil, kendisi ve dünyaya dair anlamı televizyon ve filmlerde

gördüğü imgelerden edinen bir insan düşünmek mümkündür. Platon’un zamanında bunun karşılığı epik şiir ve trajik

tiyatro olmalıdır.

Başka yorumcular ise sanatın bu kategoriye girdiği kanısında şüphelidirler. İmgelemin bir başka türlü

anlaşılması söz konusu ki sanata hiçbir biçimde işaret etmez. Buna göre, imgelem, bizim dünyaya ilişkin algılarımızın

hiç eleştirel olmadığı bir duruma işaret eder. Bu durumda iken bizler bir algıyı diğeri ile ilişkilendirmeye çalışmayız. Bir

yansıma gördüğümüzde, bu yansıyı, yansıyan nesnenin kendisinden ayırt etmeyiz. İnanç, bu durumda, algılarımızı

birbiriyle ilişkilendirdiğimiz, ama onları eleştirel analize tabi tutmadığımız bir aşama olabilir. Yine bununla bağlantılı

Page 6: Özet: V. Kitap, 471e sondicle.edu.tr/Contents/a6e56413-d25b-4254-a533-e952ec65e2e7.pdf · Ona göre bu sistem ancak yöneticiler filozof ise olanaklıdır. Böylece filozof-kral

6

bir yorum, imgelem aşamasını, açıklamanın aranmadığı bir aşama ve inanç aşamasını ise, açıklamanın arandığı ama

evrensel terimler cinsinden değil sadece bireysel terimler cinsinden bir açıklamanın arandığı aşama olarak görür.

Düşünme ve anlamayı, detaylandırmak daha kolaydır çünkü Platon onlar hakkında daha açık ve nettir. Düşünme,

imgeleri ve ispatlanmamış varsayımları kullanan soyut akıl yürütmedir. Geometri bunun mükemmel örneğidir.

Anlama, bütün bilginin üzerinde temellendiği evrensel tek bir önermeyi kavrayıp edinme yoluyla, düşünmenin

aksiyomlarını ve varsayımlarını gereksiz kılar.

VII. KİTAP

Özet: VII. Kitap, 514a-521d

Yedinci kitapta Sokrates Batı Felsefesi tarihinin en güzel ve meşhur metaforunu sunar: mağara alegorisi. Bu

alegori eğitimin insan ruhundaki etkilerini resmeder. Bu eğitim filozofu bölünmüş çizginin aşamaları boyunca ilerletir

ve sonunda İyi İdeasına ulaştırır.

Mağara allegorisinde Platon şu senaryoyu hayal etmemizi ister: Bir grup insan doğumlarından itibaren derin

bir mağarada yaşamaktadırlar, gündüz ışığını asla görmemişlerdir. Bunlar bulundukları mağaraya o şekilde

bağlanmışlardır ki ne yanlarına ne de arkalarına bakabilirler (mahkûmlar), sadece önlerini görürler. Arkalarında bir

ateş vardır ve ateşin arkasında kısmi bir duvar vardır, duvarın üstünde çeşitli heykeller bulunur ki bunları yine

görülemeyen bir başka grup insan yönetip hareket ettirmektedir. Ateş yüzünden heykellerin gölgeleri mahkûmların

yüzünün dönük olduğu duvara yansımaktadır. Mahkûmlar bu gölgelerin oynadığı/sahnelediği hikâyeleri seyrederler

ve görüp görebildikleri tek şey bunlar olduğu için de bu gölgelerin dünyadaki en gerçek/hakiki şeyler olduklarına

inanırlar.

Birbirlerine ‘adam’, ‘kadın’, ‘ağaçlar’, ‘atlar’ vb. şeyler hakkında konuştuklarında hep bu gölgelere gönderme

yaparlar. Şimdi bunlardan birinin serbest bırakıldığını düşünelim ve artık ateşe ve heykellerin kendisine bakabilsin.

Başlangıçtaki acıdan ve şaşkınlıktan sonra bunların o gölgelerden daha gerçek olduklarını kavrayacaktır, ateşin ve

heykellerin o gölgeleri nasıl ürettiğini kavrayacaktır ki bu gölgeler aslında gerçek şeylerin kopyalarıdır. Şimdi artık

onun için ateş ve heykeller dünyadaki en hakiki şeyler olurlar.

Sonra bu mahkûm mağaranın dışına çıkartılır, dışarıdaki dünyayı görür. Başlangıçta o kadar çok gözü kamaşır

ki sadece gölgelere bakabilir, sonra yansımalara/yansılara bakmaya başlar ve sonunda gerçek nesnelere bakabilir

hale gelir. Bunların heykellerden bile daha gerçek ve hakiki olduklarını görür ve o heykellerin sadece bunların

kopyaları olduklarını anlar. Son olarak mahkûmun gözleri ışığa iyice alışınca göğe bakar ve güneşe göz atar. Güneşin

gördüğü her şeyin gerçek sebebi olduğunu anlar/idrak eder. Işığın, kendi görme gücünün, çiçeklerin, ağaçların ve

diğer bütün nesnelerin. Bu mahkûmun geçtiği aşamalar çizginin çeşitli düzeylerine karşılık gelmektedir. Çizgi, önce iki

eşit yarıya bölünür: görülür âlem (ki duyular yoluyla erişiriz) ve bilinir âlem (ki sadece zihin yoluyla erişiriz). Mahkûm

mağarada iken görülür âlemdedir. Gündüz ışığına çıktığında ise bilinir âleme girmiş olur.

İdrak çizgisinin en düşük basamağı, imgelemdir. Mağarada bu düzey, ayakları ve kafası bağlanmış mahkûmun

durumu ile temsil edilir ki sadece gölgeleri ve bayağı şekilleri görebilmektedir. En gerçek kabul ettiği şeyler aslında hiç

de hakiki değillerdir, onlar sadece gölgelerdir. Burada bu gölgelerle aslında sanatın imgeleri/resimleri kastedilir.

İmgelem aşamasında saplanıp kalmış bir adam kendi hakikatlerini epik şiir ve tiyatro alanından veya diğer

kurgulardan seçip çıkarır. Kendisine ve dünyasına ilişkin kavrayışını gerçek dünyaya bakmak yerine bu sanat

formlarından türetir.

Page 7: Özet: V. Kitap, 471e sondicle.edu.tr/Contents/a6e56413-d25b-4254-a533-e952ec65e2e7.pdf · Ona göre bu sistem ancak yöneticiler filozof ise olanaklıdır. Böylece filozof-kral

7

Mahkûm özgürleşip de heykellere bakabilir hale geldiğinde, çizgideki sonra gelen aşamaya geçmiş olur: inanç.

Heykeller ile duyularımızın gerçek nesneleri kastedilir/bunlara karşılık gelirler, gerçek insanlar, ağaçlar, çiçekler ve

diğerleri. İnanç aşamasındaki adam, yine hatalı bir biçimde, bu duyulur bireyselleri en hakiki şeyler olarak görür.

Bununla beraber, mağaranın dışına çıktığında, dışarıda daha gerçek bir şeylerin bulunduğunu görür: İdealar ki

duyulur bireyseller bunların kusurlu birer kopyasıdır. Şimdi idrakinin düşünce aşamasındadır. Artık idealar üzerine akıl

yürütebilir, ama yine de tam saf bir soyutlukla değil. İmgeleri/hayalleri/resimleri/şekilleri ve ispatlanmamış

hipotezleri dayanak olarak kullanır.

Nihayet bakışını güneşe çevirir ki bu nihai ideayı temsil eder, İyi İdeasını. İyi İdeası bütün diğer ideaların

sebebi/kaynağıdır ve dünyadaki bütün iyiliğin, hakikatin ve güzelliğin membaıdır. O bilginin nihai amacıdır (ereğidir).

Mahkûm bir defa İyi İdeasını edindi mi, artık idrakin en yüksek aşamasına erişmiş olur: anlama yetisi/kavrayış. Artık

bundan böyle akıl yürütmek ve düşünmek için hiçbir imgeye veya ispatlanmamış hipoteze ihtiyaç duymaz. İyi

İdeasına ulaşmakla, ona sahip olmakla felsefede hiçbir varsayıma veya imgeye gerek kalmadan her şeyi açıklayan

ilkeye ulaşmış/elde etmiş olur. O şimdi İyi İdeasını kavramaktan türeyen bu anlama gücünü, daha önceki bütün

düşüncesini anlayışa çevirmek/dönüştürmek için kullanır, artık bütün ideaları anlayıp/kavrayabilir. Sadece filozoflar

bu aşamaya erişebilir ve bu yüzden sadece onlar yönetmeye uygundurlar.

Page 8: Özet: V. Kitap, 471e sondicle.edu.tr/Contents/a6e56413-d25b-4254-a533-e952ec65e2e7.pdf · Ona göre bu sistem ancak yöneticiler filozof ise olanaklıdır. Böylece filozof-kral

8

Eğitimin amacı her kişiyi mağaradan olabildiğince uzaklaştırmaktır; eğitim bilgiyi ruha yerleştirmeyi değil ruhu

doğru arzulara yöneltmeyi amaçlar. Zihin ve görme arasındaki benzetmeyi sürdüren Sokrates zeki, kötü bir adamın

görüşünün (görme gücünün/yeteneğinin) en az filozofunki kadar keskin olabileceğini belirtir. Sorun onun bu keskin

bakışını ne tarafa yönelttiğindedir.

Kentin bütünüyle hedefi doğru doğada olanları eğitmektir ki böylece onlar zihinlerini keskince İyi İdeasına

yöneltebilsinler. Bunu bir kere yaptıklarında, İyi İdeasını sonsuza dek temaşa halinde kalamazlar, periyodik olarak

mağaraya geri dönmeli ve orayı yönetmelidirler. Diğer mahkûmlara yardım etmek için arada bir idealardan gölgeler

âlemine dönmelidirler.

Analiz: VII. Kitap, 514a-521d

Mağara alegorisinin ve çizgi analojisinin sadece dört düşünme biçimini değil, aynı zamanda dört yaşama

biçimini de betimlediğini görmek önemlidir. Bir örnek olarak, bir kişiye bu aşamalardan her birinde cesaretin ne

olduğunun sorulduğunu düşünelim; cesaret anlayışı aşamadan aşamaya çok geniş biçimde değişecektir.

Birinci aşamada kişinin cesaret anlayışı kültürün imgelerinden türetilir, mesela böyle bir kişi “Luke Skywalker

gerçekten cesura benziyor, dolayısıyla cesaret budur” diyebilir. İnançlara sahip kişi ise belirli bir örneğe de müracaat

edecektir ama bu örnek gerçek hayattan olacaktır, mesela New York itfaiyecileri veya Amerikan deniz piyadeleri gibi.

Oysa düşünme aşamasındaki kişi cesaretin bir tanımını vermeye çalışacaktır. Belki de dördüncü kitapta

Sokrates’in yaptığı tanımı verecektir: neyden korkulması ve korkulmaması gerektiğinin bilgisi. Anlama aşamasındaki

kişiyi düşünme aşamasındakinden ayıran şey, ikincinin kendi görüşlerini İyi İdeasının bilgisi ile destekleyememesidir;

o, doğru ilk ilkeyle değil, ispatlanmamış varsayımlarla hareket eder. Tanım doğru olsa bile, saldırılara ve itirazlara

açıktır, çünkü ilgili kavramlara dair anlayışı belirli bir noktaya kadardır. Anlama aşamasındaki kişi ise bir tanım

sunduğunda tanımdaki bütün terimleri bilir-anlar ve her birini ilk ilkeye dayanarak savunabilir.

İyi İdeası bir kez kavrandı mı bütün anlayışı-kavrayışı aydınlattığı için bilgi, holistiktir (bütünseldir). Bir şeyi

anlamak için her şeyi anlamanız gereklidir ve tek bir şeyi anladığınızda her şeyi anlamaya kadar gidebilirsiniz. Tüm

idealar birbirine bağlantılıdır ve birlikte kavranırlar: İyi İdeasına yönelmek için yola çıkar ve düşünme ile yolunuzu

açarsınız-yol alırsınız, İyi İdeasını kavrayıncaya dek. Ve sonra her şey aydınlanır.

Page 9: Özet: V. Kitap, 471e sondicle.edu.tr/Contents/a6e56413-d25b-4254-a533-e952ec65e2e7.pdf · Ona göre bu sistem ancak yöneticiler filozof ise olanaklıdır. Böylece filozof-kral

9

Mağaradaki aşamalar hayatın aşamaları olduğu için Platon, herkesin bu aşamalardan geçmesi gerektiğini

düşünür. Herkes idrak etmenin imgelem düzeyi ile başlar ve herkes mağaradan olabildiğince uzaklaşmaya çalışır,

herkes bütün yolu kat etmeye muktedir olamaz, zira bu yüzden kimileri üreten, kimileri savaşçı ve kimileri de filozof-

kral olurlar.

Filozof-kralları mağara dışına çıktıktan sonra tekrar geri dönmeye zorlamak haksız ve adaletsiz görünür.

Sokrates buna üç yoldan cevap verir. Birincisi, amacımız bir grup insanı mutlu etmek değil, bütün olarak kenti

olabildiğince mutlu etmektir. İkincisi, filozof-krallar eriştikleri bu özgürlüğe kentin onlara sunduğu eğitim ile

ulaşabilmişlerdir; onlar filozof-kral olmak için eğitildiler, öyleyse mağaraya geri dönüp orayı yönetmelidirler, kente

borçludurlar. Üçüncüsü, onlar yönetmeyi isteyecektir, çünkü kenti bırakırlarsa onu kaybedeceklerini bilirler. Onlar

ideaları sevdikleri için kentte düzen ve uyum meydana getirerek ideaları taklit ederler, kentte düzensizlik ve

uyumsuzluk kaynağı olan herhangi bir şeyden nefret ederler. Sokrates son olarak şunu ekler ki, bir yöneticinin

yönetmeye karşı olan ilgisizliği-direnci yöneticide aranması gereken en önemli en iyi kriterdir. Sadece en iyi yönetici

yönetmeyi, güç ve kişisel çıkar gereği değil, görev ve zorunluluk gereği kabul eder. Sadece filozof böyle bir konumda

bulunabilir, çünkü sadece o onur ve zenginliğe dönük zayıf arzulara sahiptir ve doğruluğu arzu eder.

Özet: VII. Kitap, 521e – son

Şimdi artık filozof-kralı diğerlerinden ayıran şeyi biliyoruz: İyi İdeasını bilir ve böylece her şeyi anlar. Peki ama

onlara verilecek eğitim nedir? Cevap basittir: onlar matematik ve felsefi diyalektik çalışacaklar. Bu iki konu onların

ruhunu görünür âlemden bilinir âleme yöneltir.

Bu iki konudan matematik hazırlıktır, diyalektik ise asıl çalışma konusudur. Diyalektik, duyusal algıları arkada

bırakıp, İyinin kendisine ulaşmak için sırf soyut akıl yürütmeyi kullanır. Diyalektik sonunda varsayımlardan uzaklaşır

ve giderek ilk ilkeye yaklaşır ki bu tüm bilgiyi aydınlatır. Sokrates diyalektiğe vurgun birisi olsa da, onda büyük bir

tehlike bulunduğunu da dile getirir. Asla yanlış kişilere öğretilmemelidir, hatta genç yaşta iken doğru kişilere bile.

Diyalektiğe hazır olmayan kişi onu bir çelişme oyununa çevirebilir. Sırf kanıtlama adına kanıt sunar hale gelir ve

doğruluğa ilişkin tüm duygusunu yitirir.

Bu eğitim için doğru doğaya sahip çocukları bulup çıkarmak gerekir- en cesur, dirençli, nazik, bu konulara ilgi

duyan ve kolayca öğrenen, hafızası kuvvetli, sıkı çalışmayı seven ve erdem için potansiyel bir genel görünüşe sahip

olanlar. Erken çocukluktan itibaren hesap, geometri ve diğer bütün matematik konuları öğretilir. Bu öğretim zorlama

ile olmamalı, gönüllü ve oyunlaştırarak yapılmalı. Böylece bu konuları en çok seven-hoşlananlar da ortaya çıkacaktır,

bunlar çalışma zorlama ile olmadığında bile kendilerini bu konulara adarlar. Sonra iki-üç yıl boyunca zorlama ile

fiziksel egzersiz talimine odaklanacaklar ve başka hiçbir şeyle ilgilenmeyecekler.

En iyiler bir listeye yazılır ve bunlar eğitime devam eder, diğerleri yardımcılar olurlar. Çocuklar şimdi yirmi

yaşındadır ve bunlar içinden, daha önce bütün öğrendiklerini tutarlı bir bütün halinde tümleştirebilenler, iyi bir

diyalektik doğaya sahiptirler, diğerleri ise zayıf. Hem bu konuda hem de savaş sanatı ve diğer etkinliklerde en iyi

olanlar diğerleri arasından, otuz yaşına geldiklerinde seçilirler ve yine sınamadan geçirilirler, bu sefer, hangisinin

duyularına dayanmayı/güvenmeyi terk edip sırf düşünme ile doğruluğu arayabildiğine bakılır. Burada da iyi olanlar

beş yıl boyunca diyalektik çalışmak için seçilirler, diğerleri yardımcı olurlar.

Beş yıl diyalektikten sonra genç filozoflar mağaraya geri döner ve gençlere uygun savaş ve diğer resmi

görevlerde bulunurlar, siyasi yönetimde deneyim kazanırlar. Burada bile sınanırlar ve hangisinin bağlılığında ve

bilgeliğinde direndiğine bakılır. Böyle onbeş sene deneyimden sonra elli yaşında iken bütün bu uygulamalarda başarılı

olanlar ruhlarını kalkındırmış ve İyi İdeasına erişmiş olmalıdırlar. Artık birer filozof-kral olarak kendilerini, yurttaşlarını

ve kenti İyi İdeasına göre biçimlendirmelidirler. Zamanlarının çoğunu felsefe ile geçirseler de sıra onlara geldiğinde

siyasete girmek ve kentin iyiliği için yönetimde bulunmalıdırlar.

Page 10: Özet: V. Kitap, 471e sondicle.edu.tr/Contents/a6e56413-d25b-4254-a533-e952ec65e2e7.pdf · Ona göre bu sistem ancak yöneticiler filozof ise olanaklıdır. Böylece filozof-kral

10

Üstlenmeleri gereken diğer görev de gelecek nesil yardımcı ve koruyucuları eğitmektir. Öldüklerinde onlara

en büyük onurlar verilir ve kentin yarı-tanrıları olarak onlara hürmet edilir.

Analiz: VII. Kitap, 521e – son

Platon’un filozof-kralın eğitimi için söyledikleri, Akademide verilen eğitimin bir göstergesi olabilir. Akademide

matematiğin ağırlıklı olduğunu biliyoruz ve o dönemde bu alana giren pek çok alt-dalda eğitim sadece burada

veriliyordu. Matematikçi Theaetetus ve yine matematikçi ve astronom Eudoxus Akademide öğretmendiler ve antik

dünyada bu konuları başkalarına öğretecek kadar yeterince iyi bilen yegâne düşünürlerdi. Ayrıca Platon’un otuz yaşın

altındaki hiç kimseye diyalektik öğretmediğine dair emareler vardır.

Platon neden matematiğe bu kadar önem veriyor? Çünkü uygulamalı matematikten saf-kuramsal

matematiğe doğru gittiğimizde ve sayılar üzerine ve sayılar arası ilişkiler üzerine derin düşünmeye başladığımızda,

duyulur dünyadan bilinir dünyaya doğru çekiliriz. Sayılar da idealar gibi gerçekten varolan, duyularla algılanamayan

öğelerdir ve onlara sadece soyut düşünme yoluyla erişiriz. Sayılar ve sayısal ilişkiler üzerine derin düşünme, demek ki

bize duyulurun üstünde bir hakikat bulunduğunu ve bu hakikat duyulur olanı açıklayabildiği için ondan üstün

olduğunu bize gösterir.

Bu anlamda matematik filozofun eğitiminde olasılıkla iki rol üstlenir. Birincisi, öğrencinin bakışını duyulur

dünyanın üstündeki doğruluklara yöneltir. İkincisi, öğrenci bu doğruluklar üzerine derin düşünme yoluyla soyut akıl

yürütme yeteneğini geliştirir ve dünya hakkında duyularına güvenmekten vazgeçmeyi öğretir. Ayrıca matematik,

öğrenciyi, son diyalektik çalışmasına hazırlar ki artık burada, matematiğin imgelerini ve ispatsız varsayımlarını

sonunda tamamen terk eder ve artık iyice bilenmiş olan sırf soyut düşünme yeteneği ile yoluna devam eder. Platon

insan duyularına az yer verir. Gerçek filozof hakikati arayışında duyularını görmezden gelme konusunda eğitilmelidir,

sadece düşünceye dayanmalıdır. Gerçek filozof olasılıkla, deneysel araştırma da yapmaz, yani doğrulukları

bulmak/keşfetmek için dünyayı gözlemlemez. Platon bilgiye dönük tipik bilimsel yaklaşıma ters düşer ki bunda

gözlem en önemli şeydir. Platon ayrıca bu konuda en ünlü öğrencisi Aristoteles ile de ters düşer ki Aristoteles bilimsel

araştırmada gözlemleme yönteminin öncüsüdür.

VIII. KİTAP

Özet

Sokrates şimdi, adil kenti tasvir etmeyi bitirdikten sonra, adil olmayan dört kent ile anayasayı ve insan tipini

ele alır. Altı kitap boyunca ele alınan aristokrasi ve buna karşılık gelen filozof-kralın karşısında şunlar vardır: timokrasi,

ve onura eğilimli adam ki bu yönetim biçiminin idarecisidir, oligarşi ve zorunlu iştahlarına eğilimli adam, demokrasi ve

gereksiz iştahlarına eğilimli adam ve son olarak tiranlık ve yasadışı iştahlarına eğilimli adam. Bunlardan sırayla biri

ötekinden daha kötüdür ve en kötüsü tiranlıktır. Bu adaletsiz durumlar kuramsal olasılıklar değildir, bunlar adil kentin

zaman içinde yüz yüze geleceği kaçınılmaz bozulma/yozlaşma aşamalarıdır.

Adil kentin yöneticileri, gelecek nesil yöneticileri seçerken yanılabilir olan duyu algısına dayandıkları için,

zamanla kaçınılmaz hatalar yaparlar. Kısa süre sonra yanlış kişiler gücü ele geçirir. Bunlar yürürlükte olan şeyleri

değiştirmek isterler, öyle ki yönetenler özel mülk sahibi olabilsin ve servete odaklanabilsin, iyi olanlarsa eski düzeni

sürdürmek isterler. Bu hizipler arası çekişmeler sonunda bir uzlaşma durumunu (anayasasını) doğurur: timokrasi.

Kötücül olan hizbi tatmin etmek için yöneticiler kentteki bütün toprakları ve evleri özel mülk olarak aralarında

paylaşırlar ve üretenleri köleleştirirler. Artık bütün enerjilerini, kendilerini kölelere karşı korumaya ve onlarla

mücadeleye harcarlar. Yöneticiler hala saygı duyulan kişilerdir ve savaşçılar çiftçilik, el işi yapmazlar veya para getiren

işlerde çalışmazlar. Savaşçılar yine ortaklaşa beslenir ve kendilerini fiziksel eğitime ve savaş hazırlığına veririler ama

Page 11: Özet: V. Kitap, 471e sondicle.edu.tr/Contents/a6e56413-d25b-4254-a533-e952ec65e2e7.pdf · Ona göre bu sistem ancak yöneticiler filozof ise olanaklıdır. Böylece filozof-kral

11

artık bilge insanları yönetici olarak atamaktan çekinirler ve bunun yerine yürekli insanlarca yönetilmeyi tercih ederler

ki bunlar barıştan çok savaşa eğilimli basit insanlardır. Parayı sevseler de, zafer ve onur aşkı üstün gelecektir.

Bu yönetime karşılık gelen kişi yürekliliğin yönettiği kişidir. O bir aristokratın oğludur ki babası oğlunun

ruhunun akılsal kısmını teşvik eder ama oğul kötü bir anne ve hizmetçilerce etkilenir ki onu para sevgisine

yönlendirirler. Sonuçta ortada, iki tarafa da ait olmayan gururlu ve onur-sever bir kişi olur.

Timokrasi de oligarşiye yozlaşır. Para ve zenginlik aşkı yayıldıkça yönetim tamamen zenginliğe dayanan bir

hale gelir. Kim daha zengin ve varlıklıysa o yönetici olur ve daha az zengin olanlara yönetimde söz hakkı verilmez.

Böyle bir kentin beş kusuru vardır. Birincisi, ehliyetsiz insanlar yönetir, ikincisi, o bir tek değil artık iki ayrı kenttir:

zenginlerle yoksulların kentleri, bunlar hiçbir zaman birleşemezler ve aynı amaçları paylaşamazlar. Üçüncüsü, bu kent

savaşamaz çünkü yöneticiler halkı silahlandıramaz, çünkü düşmandan çok halktan korkarlar. Dördüncüsü

uzmanlaşma ilkesi burada yoktur. Yöneticiler para getiren yan işlerle uğraşırlar. Bu kent en kötü şeye izin veren ilk

kenttir: kentte yaşayanlar belli bir sınıfa ait değildirler ve belli bir rolleri yoktur, insanlar ne üreten ne savaşçı ne de

yöneticidir. Bunların içinde dilenciler ve suçlular vardır. Sokrates bunları asalaklar (bal yapmayan arı) olarak görür ve

onları iki sınıfa ayırır: zararsız olanlar ve zararlılar/tehlikeli olanlar yani can yakanlar (sokanlar).

Oligarşiye karşılık gelen kişi güçlü bir para-babasıdır. O bir timokratın oğludur ve başta onu taklit eder ama

sonra babasının başına, gözden düşüren ayıp rezil hile dolu aksilik ve talihsizlikler gelir, sarsıntı geçiren ve direncini

yitiren oğul hırslı bir şekilde para kazanma işine yönelir ve mal yığmaya başlar.

Akıl ve yüreği, iştahlarının kölesi olur ve biricik dürtüsü para yapma arzusu olur. Aklı sadece nasıl para

kazanacağı üzerine akıl yürütür, yüreği sadece zenginliğe kıymet verir ve tek hevesi daha çok zenginliktir. Bu adamın

kötü eğilimleri vardır ama onları kontrol eder çünkü zenginliği konusunda tedbirli olmak ister.

Oligarşi ise demokrasiye yozlaşır. Doymak bilmez para arzusu faizle borç vermeyi gündeme getirir. Kentteki

insanların çoğu iyice fakirleşir, zenginler iyice azalır. Direncini yitirenler işsiz gezerler, zenginlerden nefret eder ve

devrim isterler, bunun planını kurarlar. Zenginler ise hoşnutsuz kitleleri fark etmemiş numarası yaparlar. Sonunda

zararlı asalakların kışkırttığı yoksullar isyan ederler, zenginlerin bir kısmını öldürür kalanını sürgüne gönderirler. Yeni

bir anayasa yaparlar ve herkes kenti yönetmekte eşit hak sahibi olur. Güçlü konumları genellikle kura ve rastlantı ile

dağıtırlar, kimin daha ehil olduğunu göz önüne almazlar. Bu kentte birinci ve yönetici öncelik özgürlüktür. Herkes

istediğini söylemekte ve istediği gibi yaşamakta özgürdür. Tam bir serbestlik vardır. Bu yüzden en bol çeşitli

karakterleri bu kentte görürüz. Ama düzen ve uyumdan eser yoktur. Kimse kendine uyan bir rol üstlenmez.

Demokrasiye karşılık gelen kişiyi betimlemek için Sokrates gerekli ve gereksiz arzuları birbirinden ayırır.

Gerekli arzular eğitim ve terbiye ile üstesinden gelemediğimiz arzulardır, insanın gerçek ihtiyaçlarına karşılık gelirler,

hayatta kalmayı sağlayacak kadar beslenme gibi. Gereksiz/zorunsuz olanlarsa terbiye ile başa çıkılabilenlerdir, lüks

şeylere düşkünlük ve yoz hayat tarzı gibi. Oligarşik adam zorunlu arzularınca yönetilir ama oğlu bir demokrattır ve

kısa sürede gereksiz arzularına yenik düşer. Baba, sadece para istiflemek isteyen bir cimri iken oğul, paranın satın

alabileceği bütün zevkleri değerlendirir. Kötü arkadaşlarının yönlendirmesiyle saygı-hürmet ve ölçülülüğü terk eder

ve anarşiyi özgürlük, aşırılık-taşkınlığı ihtişam ve görkem, ve utanmazlığı da cesaret bilmeye/zannetmeye başlar. Yine

de yaşlılığında kimi erdemlerini hatırlar ve bazen ölçülülüğe yönelir. Ama onun için hala bütün zevkler aynıdır (hem

ölçülülükten gelenler hem de düşkünlükten gelenler) ve onu o anda hangisi çekerse onun peşinden gider. Hayatında

düzen veya zorunluluğa yer yoktur.

Demokrasi de yani en özgür kent de tiranlığa yozlaşır, en köle kente. Doymak bilmez özgürlük arzusu kentin

gereği gibi yönetilmesi durumunu göz ardı eder/ihmal eder. Asalaklar yine mesele çıkarırlar, tahrik ederler,

demokraside bu sınıf, oligarşiden çok daha şirret/vahşi, öfkeli olur, çünkü sonunda baskın siyasi kişilikler olup

çıkarlar. Asalaklardan ayrı iki sınıf daha vardır demokraside: doğaları gereği daha örgütlü olanlar ve bu sayede

Page 12: Özet: V. Kitap, 471e sondicle.edu.tr/Contents/a6e56413-d25b-4254-a533-e952ec65e2e7.pdf · Ona göre bu sistem ancak yöneticiler filozof ise olanaklıdır. Böylece filozof-kral

12

zenginleşenler ile, kendi başlarına çalışan ve siyasete pek girmeyenler. Asalaklar bu iki sınıfı birbirine düşürür,

kışkırtırlar. Yoksulları, zenginlerin birer oligark oldukları konusunda kandırmaya çalışırlar, zenginleri de yoksulların

isyan çıkaracağı konusunda. Zenginler korkunca, yoksulların haklarını, özgürlüğünü kısmaya kalkarlar ve böyle

yapmakla tam oligarklara benzerler. Karşılığında yoksullar da isyan eder. Bu isyanın lideri, ki halkı galeyana getiren

asalak kişidir o, yoksullar zafer kazandığında bir tiran olur. Korktuğu için bütün iyileri öldürür, diğerlerinin hepsini

köleleştirir, müsrif ve şaşaalı hayat tarzını sürdürmek için onları sömürmeye başlar. Ayrıca sürekli savaş hali içinde

olmaya, savaş yapmaya mecburdur ki insanların dikkatini dağıtabilsin. Toplumun en kötülerini kendi yanına çeker,

onlara yaltaklanır ve onları kendi korumaları yapar. Buna karşılık gelen adam tipi sonraki kitapta anlatılır.

Analiz

Platon’un demokrasiye olan eleştirilerini ciddiye almalı mıyız? Gerçekten de özgürlük feda edilemez bir şey

midir? Yoksa özgürlükten vazgeçip karşılığında düzen ve uyumu elde etmek daha mı iyidir? Her iki halde de Platon’un

kutsal özgürlüklerimizden vazgeçtiğimizde ortaya çıkan teröre bakıp bize ne diyeceğini biliyoruz, sadece kişisel

özgürlüğümüze umutsuzca sarıldığımızı çünkü ruhumuzun düzensiz ve sağlıksız olduğunu, önceliklerimizin çarpılmış

olduğunu söyleyecektir bize. Platon’un devletinde yaşamaktan ürküyor-çekiniyoruz çünkü yanlış arzulara kapılmışız,

para arzusu, tensel zevk ve onur gibi. Eğer doğru/uygun arzular besleseydik, doğruluk, düzen ve uyum tutkusu gibi,

ve bir bütün olarak toplumun iyiliğini isteseydik, Platon’un yönetim sistemine uyum sağlamaya daha yatkın olurduk.

Adil kentin neden kaçınılmaz olarak yozlaştığını açıklamak için bir mit kullanır. “İnsan sayısı” dediği bir sayıyı

hesaplar ve bu sayının iyi ve kötü doğumların sayısını kontrol ettiğini/belirlediğini söyler. Yöneticiler bu sayıyı

hesaplamanın matematiğinden yeterince haberdar olmadıkları için, sonunda hata yaparlar ve yanlış zamanlarda

çiftleşirler. Bir sonraki nesil öncekinden daha kötü-geri olur ve içlerinden yönetici çıkmaz. İnsan sayısı herhalde insani

iyiliği temsil etmektedir, yani İyi İdeasının insanlara uygulanmış biçimini. İdealar ve evrenin yasaları matematikseldir.

Nasıl yıldız ve gezegenlerin hareketini betimleyen matematiksel formüller varsa, insanın bütün yönlerini

betimleyenler de vardır. Platon, insan ve evren söz konusu olduğunda bu formüllere mükemmelen uyan tek bir sayı

bulunmadığını kabul eder. Gerçekliğin bütün yönlerinin matematiksel olarak ifade edilebileceğine inanır ve insan,

uzay ve zamana ilişkin bu matematiksel ifadenin, İyi İdeasının mutlak, aşkın gerçekliğinin hiç değilse bir kısmını

oluşturduğunu düşünür.

IX. KİTAP

Özet: IX. Kitap, 571a-580a

Dokuzuncu kitap, tiranın yani zorba adamın uzun ve derinden kavrayan bir psikolojik betimlemesi ile açılır.

Zorba insan yasadışı arzuları tarafından yönetilen kişidir. Yasadışı arzuları kişiyi her türlü iğrenç, utanmazca ve

kabahatli şeylere doğru sürükler. Sokrates’in bu tür şeylere verdiği örnekler kişinin annesi ile yatması ve haince

işlenen cinayettir. Sokrates’e göre hepimizde böyle yasadışı arzular vardır. Bunun kanıtı bu arzuların fırsat

bulduğunda ortaya çıkmalarıdır, mesela geceleri rüyalarda ki bu durumda akılsal tarafımız koruma işini yerine

getirmez. Ama sadece zorba insan bu arzuların uyanıkken de ortaya çıkmalarına müsaade eder.

Tiran, demokratik adamın oğludur, babası yasadışı değildir ama gereksiz arzulara düşkünlüğü vardır. Babası

gibi oğlu da asalak tiplerle düşer kalkar, yasadışı arzulara sahip tiplerle. Ama baba kendi oligarşik babasının

iradeliliğine sahip olduğu ve orta yol demokrasiye kendisini çekmeyi becerebildiği halde, oğul, demokratik

ahlak/karakterle yetişmiştir ve yasadışılığa doğru daha çok kayar. Baba ve tüm ev halkı onu geri döndürmeye

çalışırlar ama yasadışılığın nihai zaferi kaçınılmazdır. Asalak tiplerin kazanmasını getiren hamle, oğulda güçlü bir

erotik aşk yerleştirmektir. Bu aşkın kendisi de bir asalak gibidir ve oğlu her türden yasadışılığa kışkırtır. Bu aşk onu

Page 13: Özet: V. Kitap, 471e sondicle.edu.tr/Contents/a6e56413-d25b-4254-a533-e952ec65e2e7.pdf · Ona göre bu sistem ancak yöneticiler filozof ise olanaklıdır. Böylece filozof-kral

13

taşkın, çılgın ve deli eder ve her türden utanmayı ve ılımlılığı-ölçülülüğü defeder. Bu adam artık sırf bayramlar,

eğlenceler, lüks ve zevk veren şeyler ve kız arkadaşlar için yaşamaya başlar. O kadar çok para harcar ki kısa sürede

tüm sahip olduğunu yitirir ve borç almaya başlar. Ve artık kimse ona borç vermek istemediğinde yalana ve zora

başvurur. Doymak bilmez erotik şehvetlerini tatmin etmek için, onu, tipik olarak adaletsiz olan tüm eylemleri işlerken

görürüz. İlk olarak her türden fena yolları kullanarak anne babasından para edinmeye çalışır, başkalarının evlerine-

meskenlerine tecavüz eder, tapınakları soyar ve nihayet cinayetler işler. Sadece uykuda iken yaptıklarını uyanıkken

yapmaya başlamıştır, bir kâbusun içindedir. Bu kâbusu erotik aşk sürdürür-yönetir, onu tamamen anarşi-kargaşalık ve

yasadışılık içinde boğar. Erotik aşkın ürettiği arzularını beslemek için her şeyi yapmaya cüret eder. Kısa süre sonra

kimseye güvenmez olur ve dostu kalmaz. Ruhunun en aşağı kısımlarına, en kötü kısma köle olur ve bu yüzden tüm

ruhu düzensizlik-nizamsızlıkla ve pişmanlıkla doludur ve gerçekten istediğini yapmak konusunda en az özgür kişidir.

Devamlı fakir-zavallı ve tatmin olmamış haldedir ve korku içinde yaşar.

Zorbaca hayatın bu dehşet veren tablosundan sonra herkes bundan daha perişan-sefil bir hayat olamayacağı

konusunda hemfikirdir. Bununla beraber Sokrates böyle düşünmez, bundan da kötü bir hayat vardır: kendi özel

hayatında tiran olmakla beraber, aynı zamanda fiili bir politik tiran olan kişi. Bu hayatın daha kötü olduğunu

görebilmek için bizden şunu hayal etmemizi ister, bu özel-hayat-tiranı bütün ailesi ve köleleri ile birlikte terkedilmiş

bir adaya yerleşiyor. İncittiği-kötü davrandığı kölelerinden, onu koruyacak bir yasa olmadığında kendi yaşamı ve

ailesinin yaşamı için dehşetli bir korkuya kapılmayacak mıdır? Peki, ya kölelerine kötü davrananlara iyi gözle

bakmayanlarla etrafı sarıldığında ne yapacaktır? Daha da fazla tehlikede olmayacak mıdır? Ama işte bu, tam da fiili

bir tiran olmak demektir. Bir tiran, onları birer köleye çevirdiği idaresi altındakilere karşı işlediği tüm suçlar için

intikam almak isteyenlerce sürekli öldürüleceği tehlikesi içindedir. Düşmanlarından korktuğu için evini yurdunu terk

edemez. Bir esir-tutuklu haline gelir ve terör içinde yaşamaya başlar. Gerçek tiran ise, kendi tüm saçma arzu ve

kaprislerine düşkün/müptela olmak için ve yozlaşmanın içine iyice batmak için daha iyi bir konuma sahiptir.

Tiran, en adaletsiz insan, aynı zamanda en mutsuz insandır. Aristokrat, en adil insan ise, en mutlu insandır. Bu

yüzden ikinci kitapta bunun tersine hükmederken hatalı idik. Bu, adil olmanın değerli ve olmaya değen bir şey

olduğunu gösteren ilk kanıtımızdır.

Analiz: IX. Kitap, 571a-580a

Platon kendi ömrü boyunca, şehvet ve açgözlülüğün peşinden giden tiranlara şahit olmuştur, sadece. Eğer

yirminci yüzyılın totaliter rejimlerini görmüş olsaydı acaba tiranca ruha ilişkin bu teşhisi aynı olur muydu? Buradaki

sunduğu tiranın portresi, Yunan despotunun parlak ve dirayetli bir analizidir, ama bir Hitler’in, bir Stalin’in, bir

Polpot’un ruhunu bu portrenin içine sokmak zordur. Bu adamlar gerçekten iştahları ile mi hareket ettiler yoksa

korkunç şekilde yanlış yöne giden bir akılla mı? Platon, aklın kendi başına, kötüye sebep olabileceğini asla düşünmez

ve yakın tarihe tanıklık etse bile herhalde bu görüşünü yine sürdürürdü. Herhalde derdi ki, bu tiranların durumunda

bile, asıl güdücü etken paraya ve güce duyulan aç gözlülüktür ve akıl her ne kadar onların işlerinde büyük bir rol

oynuyorsa ve büyük bir yer tutuyorsa da, bu akıl sadece araçsal akıldır, kâbus gibi ve yasadışı bir iştahın emellerine

hizmet eden bir akıl. Hatta bu iddiası için kanıt olarak bu adamların eriştikleri yüksek onur ve şaşaalı zenginliği örnek

gösterebilirdi. Yine de böyle rejimlerin arkasında gerçek güdücü kuvvet olarak yoldan çıkmış/sapık bir fikir bulunduğu

ve doymak bilmez bir iştah bulunmadığına ilişkin şüpheyi/vehimi göz ardı etmek zordur.

Özet: IX. Kitap, 580d – son

Sokrates bize ikna edici bir sebep göstermişti, adaletin istenmeye değer olduğuna inanmak için. Bize adil

insanın adaletsiz insandan ne kadar çok mutlu olduğunu göstermişti. Şimdi ikinci bir kanıt getiriyor ve adil bir yaşamın

en hoşnut yaşam olduğu sonucuna varıyor. Kanıta göre dünyada üç çeşit insan vardır: doğruluk-sever, onur-sever ve

para-sever. Bunlardan her biri en büyük hazzın en fazla değer verdikleri şeyde bulunduğunu kabul eder ve en iyi

Page 14: Özet: V. Kitap, 471e sondicle.edu.tr/Contents/a6e56413-d25b-4254-a533-e952ec65e2e7.pdf · Ona göre bu sistem ancak yöneticiler filozof ise olanaklıdır. Böylece filozof-kral

14

yaşamın da bu söz konuş hazdan en fazla içeren yaşam olduğunu düşünürler. Yine de onların içinde tek birinin haklı

olduğu gösterilebilir, hepsi birden haklı olamazlar. Sadece filozof bu yargıda bulunabilecek bir konumdadır, çünkü

sadece o bu üç hazzı da fiilen tecrübe etmiştir. Bu yüzden doğruluğun aranmasının verdiği hazzın en büyük haz

olduğunu söyleyen filozofa inanmamız gerekir. Eğer filozof haklı ise, o zaman adil bir ruh sahibi olmaktan ötürü

kişinin duyduğu haz en iyi türden hazdır. Dolayısıyla yine adil olmanın değerli bir şey olduğunu bir kez daha görmüş

oluyoruz.

Bir sonraki kanıt da hazları içerir. Sokrates filozofun duyduğu hazzın biricik haz olduğunu savunur. Diğer tüm

hazlar aslında acının kesintiye uğramasıdır, olumlu bir haz değillerdir. Başka hazlar gerçek haz değildir çünkü başka

arzular asla tamamen tatmin edilemezler. Tüm yaptığımız, bu arzuları geçici olarak tatmin etmektir, gidermektir,

istemenin acısını yatıştırmak/hafifletmektir. Oysa felsefi arzu, İyi İdeasını edinmekle tamamen tatmin bulur.

Bundan sonra Sokrates bir kralın bir tirandan 729 kat daha mutlu yaşadığını hesap eder. Bu hesap ciddiye

alınması gereken bir hesap değil, ama adil insanın adaletsiz olandan çok daha fazla mutlu olduğunu vurgulamak

içindir.

Son olarak Sokrates bize adil insan ve adalesiz insanın yeniden çizilmiş portrelerini önümüze koyar ve ikinci

kitaptaki yanlış portreleri bunlarla değiştirir. Her insanın içinde üç hayvanın bulunduğunu hayal etmemizi ister

bizden: çok-başlı bir canavar, bir aslan ve bir insan. Eğer kişi adaletsiz davranırsa, Sokrates bize onun canavarı ve

aslanı beslediğini/beslemekte olduğunu, onları güçlü kıldığını söyler ve insanı da aç bıraktığını ve zayıf düşürdüğünü

söyler, öyle ki bu kişi diğerlerinin gittiği yöne doğru sürüklenir. Ayrıca bu kişi bu üç kısmı birbirine alıştırmayı da

başaramaz, onları birbirine düşman eder. Adil kişide insan tarafı en fazla denetime sahip olandır. Bu kişi canavara bir

çiftlik hayvanı gibi muamele eder, onun evcilleşmiş-uysal başlarını besler/bakar ve vahşi olanların büyümesini

engeller. Aslanı kendi müttefiki yapar. Her üç taraf birbiri ile arkadaş olur. Sokrates ahlaksızlık ve korkaklık gibi türlü

kötülüklerden bahsederek, bu üç kısmın nasıl da cinnet geçirmiş bir şekilde birbiri ile mücadele ederek bu kötülüklere

sebep olduklarını gösterir.

Sokrates herkes için kutsal akıl tarafından idare edilmenin en iyisi olduğunu ilan eder ve ideal olanın bu aklı

kişinin kendi içinde taşıması olsa da, en iyi ikinci senaryo dışarıdan dayatılan bir akıl durumudur. Yasaların amacı da

budur. Yasaların işlevi insanlara zarar vermek değildir, Thrasymachus’un iddia ettiği gibi, ama insanlara yardımcı

olmaktır. Yasalar, akılsal tarafı ruhunu yönetmeye yetecek derecede güçlü olmayanlara aklı dayatırlar.

Analiz: IX. Kitap, 580d – son

Platon’un ortaya koyduğu hedef, adaletin istenir bir şey olduğunu göstermekti, bu adaletin elde etmeye

muktedir olduğumuz ödüller-kazanımların yokluğunda bile. Dokuzuncu kitapta adaletin sırf bu avantajlar için değer

olduğunu savunur. Adalet en haz verici yaşamı getirecektir. Eğer kanıtı bu ise, o zaman verdiği sözleri tutmamış-

doğrulamamış oluyor. Aslında Platon, adaletin istenir bir şey olduğuna dair kanıtı bundan çok önce ortaya koymuştur,

yedinci kitapta. Adaletin gerçek değeri, bu yoruma göre, adaletin evrendeki tüm değerlerin kaynağı ile yani İdealarla

olan bağlantısından kaynaklanır. İdealar nihai iyi oldukları için ve adalet de bunları aramayı, edinmeyi ve taklit etmeyi

içerdiği için, adalet de iyidir ve adil yaşam istenir bir şeydir. Bu Aristoteles’in de takdir ettiği/beğendiği bir yorumdur

ve çağdaş yorumcular da bu okumayı yeniden canlandırmaya çalışmıştır. Buna göre adaletin değeri şu şekilde

açıklanır. Platon için bir insan hayatını iyi kılan şey ve bir insani değeri istenir kılan şey, onun dışsal mutlak bir iyi ile

olan bağlantısıdır, ki bu dışsal iyi varlık İdealardır. Bu Platon’un bakış açısı, Tanrının en yüce iyi olduğunu ve Tanrıyı

kişinin hayatı içine sokmanın bir hayatı istenir ve değerli kılan şey olduğunu savunan Hıristiyan dünya görüşü ile

karşılaştırılır. Ayrıca bu bakış açısı ondokuzuncu yüzyılın Romantik anlayışları ile kıyaslanır, ki bunlara göre bir hayat

sadece doğadan ve doğal düzenden kopartılmadığı/ayrı düşmediği zaman istenir ve değerli olur. Bütün bu hallerde,

insani iyi, bizim dışımızdaki yüce üstün bir iyi ile kurulan bağlantıda yatar.

Page 15: Özet: V. Kitap, 471e sondicle.edu.tr/Contents/a6e56413-d25b-4254-a533-e952ec65e2e7.pdf · Ona göre bu sistem ancak yöneticiler filozof ise olanaklıdır. Böylece filozof-kral

15

Eğer İyi İdeasına ilişkin bilgi adil yaşamı istenir kılan şeyse, o halde filozoftan başka değerli bir yaşam süren

birisi var mıdır? Eğer idealar tüm değerlerin kaynağı ise ve eğer sadece filozoflar idealarla yoldaşlık edebiliyorsa,

bütün başkaları için ne diyeceğiz? Onların iyi bir yaşam sürme şansları hiç yok mudur? Platon bu soruya şöyle cevap

verebilirdi ki, insan kendi ruhunun düzenli ve uyumlu olduğundan emin olmak suretiyle bir dereceye kadar ruhunu

idealara yakın kılabilir. Bir başka deyimle, adil olmakla, yani aklın yüreğe ve iştahlara hükmettiğinden emin olmakla

kişi değerli-istenir bir yaşam sürer, bilme-kavrama gücü ile ideaları asla edinmemiş-kavramamış olsa bile.

X. KİTAP

Özet

Sokrates şimdi Devlet’in ana kanıtını, akıl yürütmesini tamamlamıştır. Adaleti tanımlamış ve onun istenir-

değerli olduğunu göstermiştir. Şimdi insan varlıkları hakkındaki şairlikle ilgili daha önce ortaya konan soruya geri

döner. Şaşırtıcı bir biçimde, şairleri kentten sürer-kovar. Şairleri sakat/zararlı ve tehlikeli bulmasının üç sebebi vardır.

Birincisi, şairler hiçbir işten meslekten anlamazlar, ama her şeyi bildiklerini iddia ederler. Hakkında yazdıkları şeylerin

hepsi üzerine bilgi sahibi oldukları yaygın olarak kabul edilir, ama aslında böyle değildir. Onların ilgilendiği şeyler

bilinebilir şeyler değildir: bunlar imgelerdir ki asıl gerçek olandan çok uzaktırlar. Doğruluktan bu kadar uzak kalan-

düşen sahneleri sunmakla, şairler, ruhları saptırır-ayartırlar, onları en gerçek olandan en sahte olana döndürürler.

Bundan da kötüsü, şairlerin resmettiği imgeler, ruhun iyi tarafını taklit etmez. Ruhun akılsal tarafı suskundur,

hareketsizdir ve onu taklit etmek kolay değildir veya anlaşılmazdır. Şairler ruhun en kötü taraflarını taklit

ederler/benzetirler/örnek alırlar; karakterleri, kolay kışkırtılır/yoldan çıkartılır kılan ve renkli kılan eğilimleri, hevesleri

taklit ederler. Şairlik doğal olarak ruhun en kötü taraflarına başvurur, onlardan faydalanır ve bu alt-temel unsurları

uyandırır, canlandırır, besleyip güçlendirir, enerjiyi akılsal taraftan başka yöne doğru döndürür.

Şairlik en iyi ruhları bile bozar. Aşırı kederlenenlere, uygunsuz şekilde şehvet besleyenlere, kurallara-esaslara

gülenlere sempati duymamızı sağlayarak bizi aldatır. Bu en temel-aşağı duyguları başkasının adına/vekâleten

hissetmemiz konusunda bizi dürter/teşvik eder. Bu duygulara kendimizi kaptırmaktan utanmayız, utanmanın gerekli

olduğunu düşünmeyiz, çünkü biz kurgusal bir karakter adına bu duyguları yaşarız, yaşadığımızı düşünürüz, kendimiz

adına kendi yaşantımızda değil. Ama başkalarının hayatlarına ait olan bu duygulara kendimizi kaptırmakla

hissettiğimiz hoşnutluk-zevk, bizim hayatımıza geçmiş olur. Bir kez bizim bu taraflarımız bu şekilde beslenip

güçlendirildiğinde, bu taraflarımız kendi hayatımız içinde de uyanıp canlanırlar.

Birdenbire, sahnede gördüğümüz veya epik şiirden işittiğimiz o kaba ve soytarı kişilerden biri olup çıkarız.

Şairliğin bu tehlikelerine karşın Sokrates şairleri sürgün etmeye karşı çıkar. Estetik olanın kurban edildiğini hisseder ve

eğer birisi onları savunan bir kanıt sunarsa şairlerin kente geri dönmesini memnuniyetle kabul edeceğini belirtir.

Bundan sonra Sokrates ruhun ölümsüz olduğunu gösteren kısa bir kanıt ortaya koyar. Temelde kanıt şudur: X

ancak X için kötü olan şey tarafından imha edilebilir. Ruh için kötü olan şey adaletsizliktir ve diğer

kötülüklerdir/günahlardır. Oysa adaletsizlik ve diğer kötülükler açıkça ruhu imha etmemektedirler. Zira öbür türlü

tiranlar ve benzeri insanlar fazla yaşayamazlardı. O halde ruhu hiçbir şey imha edemez ve ruh ölümsüzdür.

Sokrates bir kez bu kanıtı ortaya koyduktan sonra, adaletin lehinde olan nihai kanıtını artık sergileyebilecek

durumdadır. Bu kanıt, Er Efsanesine dayanır, adil olanların ölümden sonraki hayatta elde edecekleri ödüllere

müracaat eder. Bu efsaneye göre, Er adında bir savaşçı bir savaşta öldürülür, ama gerçekte ölmez. Cennete gönderilir

ve orada olup bitenleri görmesi sağlanır ki geri döndüğünde bunları anlatabilsin. Öbür hayatta bir eskatolojik sisteme

tanıklık eder ki bu sistem erdemi ve bilhassa bilgeliği ödüllendirmektedir. Bin yıl boyunca insanlar hayatlarında

işledikleri iyilikler veya kötülükler için ödüllendirilmekte veya cezalandırılmaktadır. Sonra hepsi bir meydana

toplanmakta ve kendilerinden bir sonraki hayatlarını seçmeleri istenmektedir, ister insan ister hayvan hayatı olsun.

Page 16: Özet: V. Kitap, 471e sondicle.edu.tr/Contents/a6e56413-d25b-4254-a533-e952ec65e2e7.pdf · Ona göre bu sistem ancak yöneticiler filozof ise olanaklıdır. Böylece filozof-kral

16

Seçtikleri hayat onların bir sonraki devrede ödüllendirileceklerini mi yoksa cezalandırılacaklarını mı belirlemektedir.

Hayatta iken felsefe ile ilgilenenler sadece, adil bir hayatın nasıl seçileceğini bilirler. (Örneğin Odysseus’un bir kuğu

olarak yeniden doğmayı seçmesi gibi). Bunların dışındakiler her devrede mutluluk ile sefalet arasındaki hayatlarda

gidip gelirler.

Analiz

Onuncu kitapta Platon sonunda, felsefeye dayanan eğitimi, şiire dayanan geleneksel eğitimin karşısına dikmiş

oluyor. Platon felsefeyi ve filozofu haklı kılmıştır ve şimdi onları rakipleri ile karşı karşıya getirir, mevcut durumda en

bilge ve en fazla bilgi sahibi olduğu düşünülen kişilerle, yani şairlerle.

Belirtilen efsane ödül ve cezaya başvurmakla, güdülerle temellenen bir kanıt sunmuş oluyor ki Platon bunu

daha önce göz ardı etmişti. Glaucon ve Adeimantus ondan bilhassa bu tür gerekçelere başvurmadan adaletin değerli

olduğunu göstermesini istemişlerdi. Peki şimdi neden böyle bir şey yapıyor?

Yorumculara göre bu efsane aslında, felsefi erdem ile sivil (civic) erdem arasındaki ayırımla ilgilidir. Felsefi

erdem filozofun sahip olduğu türden erdemdir ve normal yurttaşın erdeminden ayrılır. Buraya kadar Platon hep

felsefi erdemin kendinde iyi ve kendisi için istenir olduğunu göstermeye çalıştı. Ama Glaucon, Adeimantus ve sayısız

diğer insanlar felsefi erdemi edinmeye yetili değildirler, bu yüzden onlara kendi erdemlerinin peşinden gitmek için bir

sebep göstermek zorundadır. Felsefi ve sivil erdemler ayrımını kafasında tutan Platon, bin yıllık ödül ve ceza

devrelerini betimler ki bunlar adilce veya adaletsizce yaşanan hayatları takip eder.

Yine de bir erdemi değerli ve istenir kılan şey, bizim anladığımıza göre, onun idealarla olan bağlantısıdır, ama

Platon her iki erdem türünün de değerini yeterince göstermiş oluyor. Felsefi erdem daha değerli olabilir, zira sadece

idealara benzemekle, onları taklit etmekle kalmaz, aynı zamanda onları hedef edinir ve onlara yoldaşlık-eşlik eder.

Ama sivil erdem de değerlidir çünkü ruhunuzda düzen ve uyum oluşturmak/tesis etmek suretiyle ideaların hayatınıza

sokulmasını-dâhil edilmesini içerir. Bir başka yorum, Er Efsanesinin neden esere dâhil edildiğini açıklar ve bizim

adaletin değerine ilişkin anlayışımızla da iyi örtüşür. Bu yoruma göre, Er Efsanesi felsefenin gerekliliğini bir kez daha

ispatlamaktadır. Sivil erdemler tek başına yeterli değillerdir. Sadece filozoflar doğru hayatın nasıl seçileceğini bilirler

çünkü sadece onlar ruhu anlayabilir ve neyin bir hayatı iyi veya kötü yaptığını anlayabilirler. Bu anlayışa sahip

olmayan diğerleri ise bazen doğru hayatı bazen de yanlış hayatı seçerler. İyi ve sefil hayatlar arasında gidip gelirler.

Her ruh kendi seçtiği hayat hakkında sorumlu olduğu için, herkes adil veya adaletsiz olmanın tüm sorumluluğunu

üstlenmiş olur. Bizler bir ruhu adil veya adaletsiz yapan şeye dair cehaletimizden ötürü adaletsiz olmayı, isteyerek

seçeriz. Demek ki cehalet, asıl ve biricik kötülüktür ve felsefe de biricik tedavidir.

KAYNAK

SparkNotes Editors. “SparkNote on The Republic.” SparkNotes LLC. 2002.

http://www.sparknotes.com/philosophy/republic/ (accessed March 22, 2012).