Download pdf - ölüm mmmm

Transcript

ÖLÜM VE ÖZNE

DÜŞÜNCENİN BİR ÇOK DİSİPLİNİ ÖZ SORUNU ,TÖZ, VARLIK ...VS GİBİ KONULARI İŞLEYEREK EN TEMELDE OLANI BULMAYA ÇALIŞMIŞTIR.....EN TEMELDE OLAN NEDİR...?

İNSAN BUNU ANLAMAYA VE ONA HAKİM OLAMAYA ÇALIŞIR...

BUNUN NEDENİ İSE İNSANIN NEDENİNİN KENDİ DIŞINDA OLMASINDANDIR....

İNSAN NEDENİ KENDİ OLMADAN "DOĞAR " BÜYÜR...VE ÖLÜR.....ASLINDA DİKKAT EDERSEK HİÇ BİR ŞEY BİZİM KONTROLÜMÜZDE DEĞİLDİR...HEM BEDEN HEM DE DÜŞÜNCE OLARAK SON DERECE "DETERMİNE "BİR YAPININ İÇİNE HAPSOLMUŞ DURUMDAYIZ...

BU DETERMİNE YAPININ EN SONUDA "ÖLÜM ,DÜR ....

İNSAN NE BU YAPININ BÜTÜNÜNÜ NEDE BU YAPININ SONU GİBİ GÖRDÜĞÜ ÖLÜMÜ ANLAYAMAMAKTADIR...

NEDEN ANLAYAMIYORUZ.....? ÇÜNKÜ BÜTÜNÜ GÖREMİYORUZ....

BÜTÜN İÇİNDE YAŞAYAMADIĞIMIZ İÇİN ASLA BÜTÜNÜ ANLAYAMIYORUZ...

KENDİMİZİ KORUMAK ADINA....BÜTÜNÜN DIŞINA KENDİMİZİ KONUMLANDIRIYORUZ...

KENDİMİZİ ŞÖYLE TASARIMLIYORUZ.....

1.......BİZ BİR PARÇAYIZ...VE KARŞIMIZDA KOCA BİR BÜTÜN VAR ,O BÜTÜNDEN NE KADAR YARARLANABİLİRSEK ,DAHA İYİ ANLATIMLA O BÜTÜNÜ KENDİ ÇIKARIMIZ İÇİN NE KADAR KURNAZCA KULLANIRSAK...SANIYORUZKİ VARLIĞIMIZ DEVAM EDECEK....

2..VE İŞTE BU YÜZDEN KENDİ VARLIĞIMIZIN DEVAM ETMESİNİ "BİR PARÇA " OLMAKLIĞIMIZ İLE ÖZDEŞ SANIYORUZ.......BİR BEDEN ,BİR AKIL TİPİ ,ALIŞKANLIKLAR, ARZULAR ,KORKULARDAN OLUŞMUŞ BİR TASARIMSAL YAPI

VE SONUÇ OLARAK KENDİMİZİ BÜTÜNDEN KOPARTTIĞIMIZ İÇİN ZATEN VAR DEĞİLİZKİ.....NEDEN ARZULUYORUZ, NEDEN KORKUYORUZ, NE YAPIYORUZ......VS HEPSİ TAM BİR SAÇMALIK HALİNE DÖNÜŞMÜŞ DURUMDA

KENDİNİ, KENDİ İÇİN EN SON OLANAĞI AÇISINDAN AÇIĞA SERMESİ

BİR İNSANIN EN SON OLANAĞI İSE " ÖLÜMDÜR "... KENDİ ÖLÜME GİDİŞİNİ GÖZLEMEK VE EN SON OLANAK OLARAK BİLMEDİĞİ BİR ŞEY OLAN ÖLÜM....

BİR TOHUMUN AÇILIMI GİBİ ..İNSAN EN SON OLARAK ÖLÜME AÇILAN BİR VARLIKTIR.. YANİ İNSANIN EN MÜKEMMEL HAKİKATİ ASLINDA ÖLÜMDÜR.....

SORUN İSE ŞUDUR ..İNSAN ÖLÜM HAKKINDA HİÇ BİR ŞEY BİLMEZ...İNSAN SADECE BAŞKALARININ ÖLÜMÜNÜ GÖZLEMİŞTİR O KADAR

ŞEKİLLERİN ,FORMLARIN ,YANİ MEVCUTLARIN ORTAYA ÇIKMASI YANİ BİZİM " VAR " DİYE GÖRDÜĞÜMÜZ HERŞEY ....TÜM KİŞİLER, İNSANLAR ,NESNELER ,OLAYLAR ,DÜŞÜNCELER ,FİKİRLER.....HERŞEY YUKARDAKİ ŞEKİLDEKİ GÖSTERİLDİĞİ GİBİ SİYAHLIK İÇİNDEKİ BEYAZ ŞEKİLLER GİBİDİR.....HER BEYAZ ŞEKİL ARKADAKİ HEP SABİT OLAN SİYAH FON ÜZERİNDEN ORTAYA ÇIKAR...ASIL OLAN İŞTE O SİYAH ZEMİNDİR..YANİ VARLIĞIN ASLI O,DUR....BEYAZ GİBİ GÖSTERDİĞİM ŞEKİLLER İSE BİZİM ŞU ANDA GÖRDÜĞÜMÜZ HERŞEYDİR....ŞİMDİ DİKKAT EDELİM.....İŞTE BU BEYAZ GİBİ GÖRDÜĞÜMÜZ ŞEKİLLER ..YANİ TÜM MEVCUT OLANLAR....ASLINDA SİYAHIN BİR TECELLİSİDİR.....YANİ

...BEYAZLARIN HEPSİ "EKSİK " TİR İÇİ BOŞTUR

VE BU YÜZDEN SİYAH ZEMİN ÜZERİNDEN BİR BEYAZ FORM OLARAK ÖNE ÇIKARLAR.....YANİ TÜM MEVCUTLAR "EKSİKTİR VE İÇİ BOŞTUR "DEMEK İSTİYORUM...

YANİ HERKES ,HERŞEY ,HER KİŞİ ,HER DÜŞÜNCE.....VS İŞTE YUKARDAKİ ŞEKİLDEKİ GİBİ İÇİ BOŞ VE EKSİKTİR....VE EKSİK OLDUĞU İÇİN VAR,A GELMİŞTİR....YANİ MEVCUDA GELMİŞTİR ..BİR ŞEYE DİKKAT EDELİM ..ÖNDEKİ BEYAZ ŞEKİLLER...ÇOK FARKLI FARKLI OLABİLİR....AMA ARKADAKİ SİYAH ZEMİN HEP AYNIDIR...O HİÇ DEĞİŞMEZ....

İŞTE O ASIL VARLIĞIMIZDIR....İÇİ ÇOK DOLU OLDUĞU İÇİN BİZ ONU KAPKARA GİBİ GÖRÜRÜRÜZ....ONA "ITLAK "DENİR........HİÇ BİR AYRIMI YOKTUR ....DOPDULUDUR....

BİZ İŞTE BÖYLE BİR YAPIYI GÖRDÜĞÜMÜZ ZAMAN ONA "ÖLÜM "DERİZ.....

OYSA İŞ TAM TERSİDİR ....ASIL ÖLÜM O ŞEKİLDEKİ BEYAZLIKLARDIR.....YANİ HER MEVCUT OLAN ASLINDA "ÖLÜ,DÜR " İÇİ BOŞTUR ,EKSİKTİR

-------------------------------------------

Evrenin merkezinin dünya olmaktan ziyade güneş olduğunu iddia eden Kopernik Devrimi’nin ve aklın sınırları olduğunu, yani bilebileceklerimizin sonsuz olmadığını öne süren Kant’ın öncülüğünde gerçekleşen Aydınlanma hareketinin gözleri kör etmesi kuvvetle muhtemel bir aydınlığa kavuşmakla ne denli derin bir bağlantı içerisinde olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Akılcılığın ışıkla ilgisi Kopernik ve Kant’tan beridir sürmekte… Hatta kimilerinin, rasyonalizmin ve bilimin ışığıyla kör olduğu belirtmeye bile gerek bırakmayacak derecede bariz gelinen noktada. Söylemeye gerek var mı bilmiyoruz, ama ışık ve aydınlanma arasındaki ilişki körlükle hakikat arasındaki ilişkiye paralel

bir seyir izlemektedir. Her bilgi hakikat değildir, ama bazı hakikatler birerbilgi olarak da nitelendirilebilir. Her insanın beyninden düşünce fışkırması kuvvetle muhtemeldir. Lâkin beyinden fışkıran düşüncelerin hakikatler rejimine mi, yoksa kanaatler rejimine mi hizmet ettiği ancak ilerleyen zaman içerisinde açıklığa kavuşabilir.

HAKİKATMİ......? KANAATMİ......?

“Zaman her şeyin ilacıdır,” diye bir lâf var; inanmayın, zira zaman her şeyin zehiri de olabilir. “Her şeyi zaman gösterecek,” diye bir lâf daha var; ona da inanmayın, zira bazen zaman bir hiçlikten başka hiçbir şey göstermez, gösteremez.

Güneşsiz bir dünyada insan da olamayacağından dünyanın insandan bağımsız kendinde-şey olarak nasıl bir yer olabileceğini tahayyül edebilmek için güneşin söneceği yönünde bilimsel verilere dayanan bir spekülasyonlar serisi oluşturmak gerekiyor. Dünyayı değiştirebilmek içinöncelikle onu anlamak gerektiğini ise söylemeye bile gerek yoktur herhalde. İnsansız bir dünya tahayyül edebilirsek, insan merkezli düşünceden kurtulur ve dünyayı güneş sistemine hapsolmuşluktan kurtarıp ait olduğu yere, yani evrenin sonsuzluğuna kavuşturabiliriz.

İnsansız bir dünyayı tahayyül edebilmek için bir ölümsüz gibi düşünebilmek gerektiğini ise bilmiyoruz sözlerimize eklemeye gerek var mı. Ama bu noktada belirtmeliyiz ki ölümlülere, yani dirilere has bir özellik olan düşünme kapasitesi, yarattığı sınırsız düzey sayesinde, ki bunu sonlu bir varlık olan insanın sonsuzluğu düşünüp matematiksel olarak açıklayabilmesinden anlıyoruz, düşüncenin sonsuzluğu hâlihazırda kendi içinde barındırıyor olduğunu gösterir.

Düşüncenin öznesi olmaktan ziyade ta kendisi olan insan ise bu anlamda ölümsüzlüğü bünyesinde barındırıyor demektir. Buradaki

önemli nokta söz konusu ölümsüzlüğün fiziksel ölümsüzlük olmaktan ziyade metafiziksel ölümsüzlük olduğudur. Yani epistemolojik bağlamından tamamen koparılmış salt ontolojik bir düzlemde zuhur eden düşünce olayı. Bir olay olarak düşüncenin zuhru için gereken yüzey elbette ki maddi olacaktır. Lâkin akılda tutulmalıdır ki bu maddi yüzey Aristoteles’in çizdiği sınırlar içine hapsolmuş fizik anlayışını aşan bir maddi düzeydir.

Metafiziksel düzlemin maddenin uzantısı olduğunu ortaya koyan aşkınsal materyalizm işte bu tarz bir düşüncenin ürünüdür. Özellikle Schelling tarafından geliştirilen bu felsefi yaklaşım, Fichte’nin Kant’ı radikalleştirmek suretiyle idealizmin doruğuna çıkmasına bir tepki olarakmaddenin yeniden ön plana çıkarılmasını içerir.

Maksadı yeni bir doğa felsefesi geliştirmek olan Schelling’e göre maddenin madde-ötesi etkileri vardır ve yaratılan söz konusu madde-ötesi etkiler maddeyi aştığı gibi, madde de onları aşar.

Birbirine aynı anda hem içkin hem de aşkın olan iki farklı varlık boyutundan, daha doğrusu varlığın iki farklı düzleminden söz ediyoruz demek ki burada.

1.. Bunlardan biri beş duyumuzun duyumu dahilinde olan görünen(fenomenal) düzey,

2.. diğeri ise beş duyumuzla ulaşamayacağımız ama zihnimizle algılayabileceğimiz(numenal) düzeydir.

Önceleri Spekülatif Realizm, sonraları Spekülatif Materyalizm, en son olarak da Transendental Materyalizm adlarıyla anageldiğimiz bu teorininamacı, özne ve nesnenin diğer adları olan fenomenal ve numenal düzeyler arasındaki ilişkiyi bağlılaşımcılıktan kopararak, söz konusu ikiliğin üstesinden gelmek yerine onu bir gerçek olarak kabul edip bu iki düzey arasında nasıl daha sağlıklı ve üretken bir ilişki kurulabileceğini kuramsallaştırmaktır.

Hepimizin takdir edeceği üzere doğadaki değişimler kaçınılmaz olarak siyasi arenada da köklü değişimlere sebep olabilmektedir. Belli ki aşkınsal materyalizm veya naturalizm(transcendental materialism or naturalism) son derece yerinde bir felsefi yaklaşımdır.

Her ne kadar idealist olmasa da Alman İdealizmi’nin ileri gelenlerinden kabul edilen Schelling’in öncülük ettiği bu yaklaşıma göre fikirlere veya idealara rahimlik eden doğanın kendisidir.

Bazı okuyucularımız bunun son derece bariz olduğunu, zira düşüncelerin beyin denen organ tarafından üretildiğini, insanı bir bitki olarak düşünecek olursak beynin de bu bitkinin çiçeği veya meyvesi olduğunu dile getirebilirler. Söz konusu okuyucularımızın bu düşüncesi elbette ki son derece yerinde bir tespittir. Ancak iş bununla kalmıyor ne yazık ki.

Schelling’in felsefesini yeniden yorumlayarak günümüze uyarlayan Iain Hamilton Grant’a göre Schelling’in önemi Kant’ın aşkınsal idealizminin öne sürdüğü “idealar gerçeği(maddeyi) belirler” anlayışına ters düşen birbiçimde “gerçek(madde) ideaları belirler” anlayışını benimsemiş olmasından kaynaklanır.

Konuya açıklık getirmek için Quentin Meillassoux’nun spekülatif materyalizm(spekülatif maddecilik) dediği, Adrian Johnston’un ise transendental materyalizm(aşkınsal maddecilik) dediği ve ruh ile beden arasındaki ilişkiyi mercekleri değiştirdikten sonra mercek altına alan bu felsefi düşünüş usûlünden bahsedeceğiz şimdi.

Hegel’in Tinin Fenomenolojisi adlı kitabında her şeyin zaman içerisinde kendisinden farklılaşıp ötekisine dönüştüğünü,

daha doğrusu her şeyin, ötekisini kendi içinde hâlihazırda barındırdığını ve oluş sürecinde içteki ötekinin dışsallaştırılarak öznenin kendisi haline gelmesinin kaçınılmaz olduğunu sık sık tekrarladığını akılda tutarsak,

kendi içinde kendinden daha kendi olan bir boşluk olarak öznenin kendini ifade edebilecek ve kendinden farkını dile getirebilecek bir spekülasyon biçimini hayata geçirebilmek için kaçınılmaz olarak Kant ile Hegel arasında, Gilles Deleuze’ün deyimiyle bir ayırıcı-sentez(disjunctive-synthesis) işlemi gerçekleştirmek zorunda olduğunu söyleyebiliriz.

Zira bir nesnenin kendini bir özne olarak tasvir edebilmesi ancak Kant’ındüşünümsel yargı ve Hegel’in spekülatif diyalektik stratejilerinin kendi içlerinde bölünüp idealist yanlarından arındırıldıktan sonra materyalist yanlarının aşkınsallığın içkin olduğu gerçekçi spekülasyonlar çatısı altında yeniden birleştirilmesiyle mümkün kılınabilir.

Nitekim ne aşkınsal idealizmi, ne de spekülatif idealizmi tasvip eden Zizek’in Schelling’i Lacan ve Hegel üzerinden okumasıyla ortaya çıkan transendental materyalizmi, Kant’ın ve Hegel’in idealizmlerinden radikal bir kopuş gerçekleştirerek kendinde-Şey’in aşkın olmayan bir dışarı ve içkin olmayan bir içeride konumlanmış olduğunu ortaya koymaktadır.

Diyalektik Materyalizm’in her şeyin sürekli ötekisine dönüşmesinden ibaret kısır-döngüsünü kırıp geride bırakılan konuma söz konusu konumu aşacak şekilde müdahale etmek gerektiğini ortaya koyan bir duruş olarak Transendental Materyalizm, aklın doğa tarafından oluşturulduğunu, fakat aynı aklın da doğayı oluşturduğunu dile getirir.

Klein’ın terimleriyle ifade edecek olursak Transendental Materyalizm bir nevi projeksiyon-introjeksiyon (dışa yansıtma – içe yansıtma) mekanizması içerisinde nasıl bir hayat yaşayacağımızı bizi aşan güçlerin belirlediğini kabul edip, söz konusu bilinçdışı güçlerin (doğa, evren) son derece olumsal (rastlantısal, contingent) hareket ettiğini akılda tutarak tüm varlığı mevcut insan yapısına indirgemeyip, önce gerçekten insan olmanın, sonra da eğer gerekli görülürse insanı bile aşmanın mümkün

olduğunu ve yürürlüğe konulabileceğini öne sürer.

Her ne kadar kendinde-şey olarak ölümsüzlük düşüncesini hayata geçirebilmek sinir ve damar sisteminin bozguna uğratılmasını gerektirir gibi gözükse de işin aslı hiç de öyle değildir.

Fâni bir bedende(fenomenal), fâni olmayan bir düşünceyi(numenal) barındırabilecek kudrete erişmek olarak da nitelendirebileceğimiz bu “oluş modu” özellikle 20. Yüzyıl sonu ve 21. Yüzyıl başında Deleuze ve Badiou gibi düşünürlerin de kafasını kurcalamıştır.

BEDEN ...FENOMENAL

DÜŞÜNCE...NUMENAL

OLUŞ.....İKİSİNİDE BARINDIRIR

Yüzyıl (The Century) adlı kitabında Badiou yirminci yüzyılın sadece bir kıyımlar ve felâketler yüzyılı olarak anılagelmesine karşı çıkarak, söz konusu yüzyılın aynı zamanda bir yaratılar ve yeni yaklaşımlar yüzyılı olarak da okunması, okunabilmesi gerektiğinin altını çizerek, Brecht, Breton, Beckett, Pessoa, Mallarmé gibi pek çok büyük sanatçı, yazar ve düşünürün, “Gerçek tutkusu” diye nitelendirdiği bir tutkuya sahip olduğunu öne sürer. Jacques Lacan’ın Hayâli-Sembolik-Gerçek üçlemindeki Gerçek kavramını, yani bilinçdışını kasteden Badiou’ya göre Gerçek tutkusu, Lacan’ın da altını çizdiği üzere, bir nevi ulaşılmazın peşinde koşma eğiliminin hem sebebi, hem de sonucudur. Ulaşılmaz olanın insana çekici gelmesi ve arzunun kaynağını elde edilemeyene yönelik bir isteğin oluşturması ise Deleuze için geride bırakılması gereken bir arzulama biçimidir. Zira Deleuze’e göre arzulamak, ulaşılmaz bir arzu nesnesinin peşinde koşmaktan ziyade, doğrudan nesneler üreten etkin bir eylemdir. Bu hesaba göre ortaya çıkan sonuç bilinçdışının ulaşılmaz bir şey olmayıp, bilâkis üretken arzuyu üreten bir

boşluk olduğudur.

Deleuze pek çok kitabında arzunun kendine karşı dönüşünün nasıl gerçekleştiğini deşifre etmekle kalmamış, aynı zamanda arzunun üretici bir eylem olduğunun da altını çizmiştir. Özdeşleşmeye karşı duruşuyla tanınan, özdeşleşme nesneleri ve arzu nesneleri arasındaki ilişkiyi sıradışı bir yaklaşımla ele alan Deleuze arzunun ve bilinçdışının üretkenliği konusuna ilginç bir biçimde, en olmadık yerden parmak basar.

Ona göre arzulamak nesnesini kendisi üreten yaratıcı bir eylem biçimidir.

Deleuze varlığı yaratıcılıkla eş tutar. Yaratıcılık olabilecek her şeyi var kılandır. Bu bağlamda sanat Deleuze için yaratıcılığın en radikal biçimininyaşama geçirildiği bir etkinlik, değişim sürecinin en uçta yaşandığı bir eylem, sanatçı ise statükoya düşünsel dinamizmiyle direnen, kendi varoluş alanını kendisi yaratmak zorunda olan radikal bir varlıktır.

Sanatçının görevi ise gerek geçmişi yeniden yazan, gerekse geçmişi ironikbir şekilde yücelten, geçmişte kullanılan dilin yapısını bozan, hem biçimsel, hem de içeriksel olarak yeni tarzlar deneyen, içerik-biçim ilişkisine yeni boyutlar katan, kısacası anlam aktarımında kullanılan araç gereci ve teknikleri değiştirmek suretiyle anlam kavramına da yeni anlamlar katan deneysel eserler üretmektir.

Bu tür eserler bizi içinde bulunduğumuz mevcut-duruma hapsolmuşluktan kurtarmakta işe yarayabilir.

Durum dışında düşünce üretip duruma dıştan müdahale etmek, ona içindekileri tersyüz ederek dışa dönmesini sağlayacak şekilde yaklaşmakla mümkün kılınabilir.

Gerçek’in bir boşluk olarak algılanması gerektiğinde Lacan’la hemfikir olan Deleuze’ün Lacan’dan ayrıldığı nokta boşluğun üretkenliği konusunailişkindir. Deleuze’e göre söz konusu boşluk sonsuz yaratcılığa açılan bir kapıdır.

BOŞLUK .SONSUZ YARATICILIĞA AÇILAN KAPIDIR

Bergson’un “her büyük filozof yaşamı boyunca tek bir fikir üzerinde düşünür ve sadece o fikri geliştirmeye çabalar,” sözüne sadık kalmayı seçmiş olan Deleuze, kariyerine Kant, Bergson, Leibniz, Nietzsche, Spinoza gibi filozofları tek tek ele aldığı kitaplarla başlamış ve Felix Guattari’yle beraber yazdığı Felsefe Nedir? kitabından bir süre sonra, trajik ölümündense çok kısa bir süre önce kaleme aldığı

KATIKSIZ İÇKİNLİK........... Bir Hayat kitabıyla noktalamıştır söz konusu kariyeri. Benim özellikle sevdiğim bu son kitapta Deleuze en başa dönerek Hume ve Nietzsche’yi yeniden, ama bu sefer farklı bir biçimde ele alır. Nietzsche ve Hume’un hayatlarıyla felsefeleri arasındaki derin vekarmaşık ilişkiyi gözler önüne sermek maksadıyla kaleme alındığı aşikâr söz konusu kitap, adeta Deleuze’ün kendi felsefesinin de bir özeti gibidir aslında. Yaşamı boyunca ele aldığı filozofları özetlemekten ziyade dönüştürmeye ve kendi felsefesine hizmet eder hale getirmeye cüret ve teşebbüs etmekten çekinmeyen Deleuze, bu kitabında da aynı yola başvurur ve Nietzsche ile Hume’un yaşamlarını ve felsefelerini kullanarak kendi felsefesinin bir özetini sunmaya yeltenir okuyucularına. Ölümüne çok yakın bir dönemde yazmış olduğu bu kitapla Deleuze son bir gayretle felsefesinin özünü oluşturan aşkınsal deneyimcilik (transcendental empiricism) teorisine açıklık getirmeye çalışır.

Aklın sınırlarını zorlamanın gerekliliğine inanmış bir filozof olan Deleuze’ün felsefesi, özetlenmesi namümkün bir düşüncenin çekirdeğinin çatlamasıyla açığa çıkacak düşünce parçalarından oluşmakla beraber, söz konusu çatlama neticesine ortaya çıkması

kuvvetle muhtemel yarılma hattı boyunca son derece tutarlı bir seyir izler.

Deleuze yaşamı boyunca sadece tek bir fikri geliştirmek için didinip durmuş ve bunu bir ölçüye kadar da olsa başarabilmiştir, ki

o fikir varlığın farklılıkla, farklılığın da yaratıcılıkla aynı şey olduğudur.

VARLIK = FARKLILIK .. .FARKLILIK = YARATICILIK

Bundan hareketle Deleuze’e göre varlığın fark yaratmak mânasını taşıdığını söyleyebiliriz. Konuya açıklık getirici olacağını düşündüğümüzden Zizek’in Gerçek kavramsallaştırmasına değinmenin son derece mânidar olacağını ise hiç şüphesiz dile getirebiliriz.

İdeolojinin Yüce Nesnesi adlı ilk kitabında Lacan’ın Gerçek kavramıyla Kant’ın kendinde-Şey kavramı arasındaki farkın altını şu sözlerle çizer Zizek:

Gerçek kaydedilemez, ama biz bu imkânsızlığın kendisini kaydedebiliriz, yerini tespit edebiliriz:

Bir dizi başarısızlığa neden olan travmatik bir yerdir bu. Lacan’ın bütün söylemek istediği, Gerçek’in, kaydedilmesine dair bu imkânsızlıktan başka bir şey olmdığıdır:

Gerçek, simgesel düzenin ötesinde, onun ulaşamadığı bir sert çekirdek, bir tür Kantçı “kendinde-Şey” olarak varolan aşkın, pozitif bir kendilik değildir – Gerçek kendi içinde hiçbir şey değildir, simgesel yapıdaki, merkezi bir imkânsızlığa işaret eden bir boşluktan ibarettir.

Özneyi “Gerçek’in bir cevabı” olarak tanımlayan esrarlı Lacancı cümle işte bu anlamda anlaşılmalıdır: Öznenin boş yerini, simgeselleştirmesininbaşarısızlığı sayesinde kaydedebilir, kuşatabiliriz, çünkü özne kendi

simgesel temsilinin başarısız olduğu noktadan başka bir şey değildir.

----------------------------------

ÖZNE GERÇEĞİN BİR CEVABIDIR ...

ÖZNENİN BOŞ YERİNİ ,SİMGELEŞTİRMESİNİN BAŞARISIZLIĞI SAYESİNDE KAYDEDEBİLİRİZ VE KUŞATABİLİRİZ....

ÇÜNKÜ....ÖZNE KENDİ SİMGESEL TEMSİLİNİN BAŞARISIZ OLDUĞU NOKTADAN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR.......

SEMBOLİK DÜZEY DEDİĞİMİZ ŞEY ,SEMBOL,UN ÇOKLU ANLAMLARA KENDİSİNİ AÇABİLEN YAPISINDAN GELİR ..BU NEDİR ..? SEMBOLÜ KISA ŞEKİLDE ANLAYALIM

--------------SEMBOL---------------

Sembol, antik Yunan kültüründe, asli ve özel anlamıyla, kilden yapılma olup, iki parça halinde kırılmış bir kabın antlaşmış iki kişi arasında pay edilen kırık parçalarını ifade etmekteydi. Antlaşmanın geçerli kılınması için, antlaşmış ya da hak sahibi iki kişiden her birinin iki kırık parçayı birbirine mükemmelen oturtması gerekiyordu. Mecazi anlamda sembole, aynı anlamın iki ayrı temsilini birbiriyle irtibatlandıran bütün de denebilir. Buradan yola çıkılarak, sembol kavramı, içerdiği gizli anlama bağlı olan işitsel ya da görsel öğeye indirgenmiş bulunmaktadır. Sembol, göstergebilimde (semiyoloji) anlam taşıyan bir temsildir, bir tasvirdir. Bu, yan anlamın, benzerliğin ifade edilmesini gösteren bir sistemdir. Ayrım, ilişki veya birleştirme işlemleri birey ya da bir topluluk için bir anlam oluştururlar. Sembol, böylece, beş duyu ile algılanan görünür realiteden yola çıkılarak, görünmez realitelerin keşfini sağlar.

Sembolün simgelediklerinin (anlamlarının) birliği birbiri içinde erime veya karışım tarzında değil, üst üste eklenme (sumbolh) tarzındadır.

Görünür unsur ile görünmeyen unsur bir bütün oluştururlar ve biri olmadan diğeri anlaşılamaz. Georg Friedrich Creuzer sembolü “biçim ve

varlık arasında ya da ifade ile fikir araBir sembol iki öğe arasında bir bağ kurar. Sembol, sembolik sistemin ve simgelenenlerin benzeşim unsurlarına sahip olabildikleri zihinsel temsil yoluyla “işaret eden” rolünü oynar, Güneş-Ay ikilisinin erkek-kadın, ışık-karanlık, doğru-yalan, hakiki olan-sahte olan ikilisini temsil etmesi örneğinde olduğu gibi.

Sembol, günümüzde, iki öğenin arasındaki uygunluk bakımından, kimi zaman, alegori (istiare), mecazı mürsel, amblem, işaret, ikon ve fetiş ile hemen hemen eşanlamlı olarak da kullanılmaya başlanmıştır. Gözleri bir kumaş parçasıyla örtülmüş, terazi taşıyan kişinin “adalet” anlamına işaret etmesindeki istiare buna örnek olarak gösterilebilir.

Sembol terimi 1380’de ortaya çıkmıştır. Sonradan, giderek, lisan ve mimik dili gibi soyutlama biçimleri taahhüt, mukavele, antlaşma, vaat, kontrat, barış gibi bazıları mühürle yapılan temsil etme gibi işlevlerinde nesnelerin yerlerini aldılar (örneğin, el sıkışmanın anlaşma anlamına gelmesi).sında” aracı olarak görür.

Sembollerin çokanlamlılığı

Sözcükler bir sembolün anlamını ya da anlamlarını ifade etmek için gerekli olmakla birlikte, sembolün anlamını gerçek değeriyle ifade edemezler ve yapılan sözlü açıklamalar ve yorumlar sembolün tümüyle çözüldüğü anlamına gelmeyebilir. Zaten ezoterik ya da evrensel denilen "gerçek semboller" genellikle tek anlam içermezler. Bir sembolün çok anlamlılığı bir sözcüğün birbirine eş düzeydeki birçok anlama gelmesi gibi değildir; çok anlamlı bir sembolün içerdiği anlamlar aşağıdan yukarı doğru yükselen bir kademelenme, bir başka deyişle gitgide derinleşen bir derecelenme gösterirler. Semboller objektif olmakla birlikte, içerikleri bakımından büyük bir sübjektiviteye sahiptir. İnsanlar kavrayış,

anlayış, zihinsel yapı, idrak, şuur ve seziş bakımından farklı farklı olduklarından bir sembolün anlamını idrak etme dereceleri de doğal olarak farklı farklıdır. Sembol ortadadır; fakat onu herkes o anki gelişim düzeyi oranında anlar. Kuşkusuz varlık geliştikçe o sembolün yüksek anlamlarının da farkına varacaktır. Başlangıçta ilk anlamıyla ya da en kaba anlamıyla tanıdığı sembol, kendisi geliştikçe, kendisine daha yüksek, daha derin sırlarını açıklayacak ve hakikate biraz daha yükselerek bakmasını sağlayacaktır. Zaten öğretilerdeki, kutsal denilen metinlerdeki sembolizmin nedenlerinden biri de budur; yani kişiyi fazla yük altında bırakmadan, onun kaldıramayacağı derecede yüksek, kavraması güç karmaşık bilgilerle ezilmesine, yıkılmasına yol açmadan, derece derece, yavaş yavaş, anladığı oranda yükselmesini sağlamaktır. Bu konudaki ünlü bir söz şudur: “Alışık olmayan göze ışık, alıştıra alıştıra verilir.”

Sembolizmdeki benzeşim ilkesi

Sembolleri çözmede bilgi ve akıl, göz ardı edilemeyecek etkenlerse de, asıl etken “sezme”dir. “Sezme”de sezginin rolü varsa da “sezme” sezgi değildir. Her sembol bir bütünün, büyük bir işaretin bir parçasını içerir.Her ne kadar bir sembolde görünenden yola çıkılıyorsa da, her sembol, görüneni değil, görünmeyen bir hakikati içerir. Okültizmdeki terimlerle, “görünür âlem”in ilkelerinin keşfi “görünmez âlem”in ilkelerinin keşfine yardımcı olur. Evrensel denilen semboller büyük ölçüde görünür âlem ile görünmez âlem arasındaki benzerlik, paralellik, daha doğrusu uygunluk üzerine kurulmuştur. “Görünür-âlem”de “görünmez-âlem”i gösterebilmek için doğa-üstü (görünmez-âlem), kaçınılmaz olarak doğanın (görünür-âlem’in) araçları ve olanaklarıyla sembolleştirilmiştir. Görünür âlem ile görünmez âlem arasındaki benzeşme okültizmdeki ünlü “Yukarısı aşağıya, aşağıdaki Yukarıdaki’ne

benzer” sözüyle ifade edilmiştir. Görünür âlemi görünmez âlemin tezahürü olarak kabul eden ve görünmez âlem ile evrendeki birtakım ilkeve yasaları görünen âlemden yola çıkarak anlamaya çalışan okültizme göre, insanın çevresi ve doğa da sembollerle doludur. Görünür âlem görünmez âlemin bir tezahürü, bir yansıması olduğuna göre, insanın beş duyusu ile algıladıkları, görünmez âlemin sembolleri durumundadır. Ama bu benzeşme prensibinde bir realite, bir “plan”, bir âlem kendisinden bir alt realite, “plan”, âlem ile simgelenebilmekle birlikte, bunun tersi olamaz. “Alt”, “üst”ü simgeler,”üst” “alt”ı simgelemez. Bir başka deyişle dış, içi simgeler; iç, dışı değil. Okültizme göre bir sembol daima, en azından bir “üst”ü ifade etmek için vardır ve varlık nedeni de budur.

Sembollerin masal ve mitolojilere geçiş nedeni

Pamuk prenses ve yedi cüceler masalı kimi yazarlara göre ezoterik içerikli masallardan biridir.

Bir sembol “açıklayıcı” niteliğinin yanı sıra “gizleyici” niteliğe de sahiptir. Eski çağlarda inisiyeler ezoterik bilgileri inisiyasyon topluluğu dışında kalanlardan tümüyle gizlemezlerdi. Ezoterik topluluklar, avam-ı beşer denilen dışarıdakilere hakikatleri sembolik kılıklara sokarak, birtakım benzetmelerle vermeye çalışırlardı. Örneğin eski Yunanistan’daki inisiyasyonlarda, zaman zaman halka açık olan inisiyatik törenler yapılır ve bu törenler sırasında ezoterik bilgiler, yer yer müzik eşliğinde, bir tiyatro eserini canlandırır tarzda sunulurdu. Başvurulan yöntemlerden biri de sembolik hikâyeler anlatmaktı. Avama hakikatlerin gereken kadarı, onların anlayabileceği düzeye indirgenerek hikâyelerle anlatılırdı.İnisiye bu anlatım sırasında, kullandığı sözcük ve işaretlerde, hitap ettiği zümrenin anlayış düzeyine göre değişiklikler yapardı. Bu hikâyeler, bu sözlü aktarımlar kısmen değişikliklere uğramışsa da günümüze kadar

ulaşmıştır; halk masalları ve mitolojilerdeki efsanelerin hatırı sayılır bir kısmı, inisiyatik serüveni anlatır. Sembolizmin inisiyasyonlar, dinler ve rüya'lardaki nedenleri farklıdır.

BU YAZI VİKİPEDİA DAN ALINDI

--------------------------------------------------------

HER SEMBOL GÖRÜNEN DEĞİL ,GÖRÜNMEYEN BİR HAKİKATİ İÇERİR...

Bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere Gerçek, sembolik(simgesel) düzeni aşan pozitif bir şey olmaktan ziyade, sembolik düzene içkin bir hiçtir.

GERÇEK SİMGESEL DÜZEYE İÇKİN BİR "HİÇ ",TİR

------------------------------------------------------------------------------------------

ÖZNE SEMBOLİK DÜZEYDE TEMSİL EDİLEMEZ BİR ŞEYDİR VE BU YÜZDEN KAYDA GEÇİRİLEMEZ BİR "BOŞLUKTAN" İBARETTİR

ÇÜNKÜ ÖZNE , BİR SEMBOL GİBİ DEĞİLDİR ,SEMBOL GÖRÜNENİ DEĞİL,GÖRÜNMEYEN HAKİKATİ İÇERİR DEMİŞTİK....ÖZNE İSE SADECE KENDİSİNİ GÖSTERİR.....

BİR SEMBOLÜ DÜŞÜNELİM ...BİR TRAFİK İŞARETİNİ....DÜŞÜNÜN..MESELA SAĞA DÖNÜLMEZ İŞARETİNİ ....O İŞARET BİR SEMBOL OLARAK KENDİSİNİ YANİ ,O ANDA GÖRÜNENİ BİZEGÖSTERMEZ.....ÇÜNKÜ "SAĞA DÖNÜLEMEZ " BİR KAVRAMDIR VE KENDİSİNİ BİNLERCE YÖNDEN GÖSTEREBİLEN BİR ÇOKLU ANLAMLAR DİZİSİDİR....BİNLERCE FARKLI YERDE VE ZAMANDA İŞ YAPAN BİR ÇOKLUANLAMLAR DİZİSİDİR.....İŞTE BU YÜZDEN İ TRAFİK İŞARETİ BİR SEMBOL OLARAK KENDİSİNİ GÖSTERMEZ....BİZ O TRAFİK İŞARETİNE BAKARAK ..O İŞARETİ AŞAN ÇOKLU ANLAMLAR DÜZEYİNE KENDİMİZİ AÇARIZ......

İŞTE AYNI BUNA BENZER ŞEKİLDE DÜŞÜNÜRSEK "ÖZNE "DEDİĞİMİZ

ŞEYDE .BU İŞARET GİBİDİR.....VE ONUN HAKİKATİ ..ONUN SEMBOLİK DÜZEYDEKİ ÇOKLU ANLAMLARINDA İÇKİNDİR....

OYSA BİZ BİR " ŞEY,E " BAKTIĞIMIZ ANDA ..İŞTE BU ÇOKLU SEMBOLİK DÜZEYİ GÖREMEYİZ....BUNUN YERİNE BİR TRAFİK İŞARETİNİN ŞEKLİNİ GÖRÜP AMA ONUN NE ANLAMA GELDİĞİNİ BİLMEMEK GİBİ.....SADECE O ŞEKİLDE KALIRIZ.....

VE İŞİN EN KÖTÜ TARAFIDA BİZ KENDİ VARLIĞIMIZI DA BÖYLE DEĞERLENDİRİRİZ....

KENDİMİZİ ANLAMINI HİÇ BİLMEDİĞİMİZ BİR "İŞARET " ,E İNDİRGEMİŞDURUMDAYIZ.....

BİR BEDEN VE AKIL İLE "İŞARETLENMİŞ VE HİÇ BİR ZAMAN KENDİSİNİ SEMBOLİK DÜZEYİN ÇOKLU ANLAMLARINA AÇAMAYAN ,SADECE KENDİSİNİ GÖSTEREN BU YAPIYA BİZ ....."ÖZNE "DİYORUZ.....

İŞTE BU YÜZDEN "ÖZNE " .....SEMBOLİK DÜZEYDE TEMSİL EDİLEMEYEN VE KAYDA GEÇMEYEN BİR "BOŞLUKTUR " BİR "HİÇLİKTİR "

--------------------------------------------------------------------------

Sembolik düzende temsil edilmesi namümkün olduğu içinse kayda geçirilmesi imkânsız bir boşluktan ibarettir. Hatırlanacağı üzere Kant’ın kendinde-Şey’i ise fenomenal düzlemi aşan numenal boyutta konumlanmış, bilinemez fakat düşünülebilir olan pozitif bir olguydu.

KANT,IN KENDİNDE- ŞEY,İ FENOMENAL DÜZLEMİ AŞAN ,NUMENAL BOYUTTA KONUMLANMIŞ ,BİLİNEMEZ AMA DÜŞÜNÜLEBİLİNİR ,POZİTİF BİR ŞEYDİR

Son yıllarda öne çıkan Quentin Meillassoux’nun spekülatif materyalizminin temel iddiası olan kendinde-Şey’in insan düşüncesinden

bağımsız olarak bilinebileceği iddiasıyla Zizek’in aşkınsal materyalizmi arasındaki en temel fark öznenin konumuna ve işlevine ilişkindir.[2] Nitekim Zizek, The Speculative Turn: Continental Materialism and Realism adlı kitapta yayımlanmak üzere kendisiyle yapılan bir röportajdaspekülatif realizmin en büyük eksikliğinin bir özne teorisinden yoksun olması olduğunu açıkça ifade etmiştir.[3] Hegel üzerine yazdığı, Is it Still Possible to be a Hegelian Today? adlı makalesinde ise Zizek kendi aşkınsal materyalizmiyle Quentin Meillassoux’nun spekülatif materyalizmi arasındaki farka Meillassoux’nun aynı kitapta yer alan Potentiality and Virtuality adlı makalesine atıfta bulunarak vurgu yapar. Zizek’e göre Meillassoux özneyi Lacan’ın negatif Gerçek’iyle özdeşleştirmek yerine Kant’ın pozitif kendinde-Şey’iyle özdeşleştirdiği için, savunduğu aşkınsallık karşıtı içkin materyalizme ters düşer. Bu bağlamda denebilir ki Zizek’in durduğu yerden bakılınca Meillassoux’nuntutarsızlığı bağlılaşımcılıkla(correlationism) itham ettiği Kant’ın çizdiği çerçeve içerisinde kalmasından ve/yani insandan bağımsız nesnel gerçekliğe (kendinde-Şey) ulaşmak isterken kaçınılmaz olarak aşkınsal özneye gereksinim duymasından kaynaklanır. Oysa Zizek’e göre bize gereken ne aşkınsal bir özne teorisi, ne de özneyi nesnel gerçekliğe indirgeyen bir nesne teorisidir.[4] Bize gereken aşkınsallığın içkin olduğu materyalist bir felsefe anlayışı geliştirmek yolunda Hegel’i Schelling’le birlikte yeniden okumak ve şunu akılda tutmaktır:

GERÇEK , KARŞIT KUTUPLARIN DOLAYSIZ ÇAKIŞMA NOKTASI OLARAK TANIMLANIR......

HER KUTUP DOLAYSIZCA KARŞITINA GEÇER ,HER BİRİ KENDİ İÇİNDE ZATEN KENDİ KARŞITIDIR

Bunun tek felsefi muadili Hegelci diyalektiktir:

VARLIK VE HİÇLİK BİRBİRİNİ TAMAMLAMAZ ..BU DAHA ÇOK PARMENİDES TARZI BİR KURGUDUR....HEGELİN SÖYLEMEK İSTEDİĞİ ,BUNLARIN HER BİRİNİN KİMLİĞİNİ ÖTEKİSİ SAYESİNDE KAZANDIĞIDA

DEĞİLDİR

Söylemek istediği şudur: Varlık kendi başına, onu “olduğu gibi”, saf soyutlanmışlığı ve belirlenmemişliği içinde, başka bir özgülleştirmeye gerek duymadan kavramaya çalıştığımızda, kendisinin Hiçlik olduğunu gösterir.[5]

VARLIK HİÇLİĞE ,HİÇLİK İSE VARLIĞA İÇKİNDİR....

AŞKINSAL BİR OLGU OLAN KENDİNDE -ŞEY .,İN BİLİNMESİ İÇİN " DÜŞÜNCENİN SAF İÇKİNLİĞİ İLE DOĞRUDAN DOĞRUYA ÖRTÜŞMESİ GEREKİR...

Düşünce dolayımıyla kendinde-Şey’in bilgisine ulaşmaksa ancak bir çıkarma işlemiyle mümkün kılınabilir.

YANİ BİR SOYUTLAMA YAPARAK ,NESNELLİĞİN BİZİM ÖZNELLİĞİMİZE BAĞLI OLDUKLARI VARSAYILAN TÜM TİKEL SOMUT BELİRİMLERİ ÇIKARTARAK ......BÜTÜN TİKEL...BELİRLİ İÇERİKLERİN BU ŞEKİLDE SOYUTLANMASINDAN SONRA GERİYE KALAN ŞEY TAM SAF, BOŞ BİR DÜŞÜNCE BİÇİMİDİR

OYSA ÖZNE DEDİĞİMİZ ŞEY İSE SALT "OLUMLAMA " ÜZERİNDEN KENDİSİNİ KURGULAYAN ...YANİ SADECE KENDİSİNİ GÖSTEREN ..SEMBOLİK DÜZEYİN ÇOKLU ANLAMINA KENDİSİNİ AÇAMAYAN BİR YAPIDIR.....KENDİSİNİ " OLUMLAMA " ÜSTÜNE KURGULADIĞI İÇİN ..ÇOKLU ANLAMLARA KAPALIDIR...

Az önce sözünü ettiğimiz ve Kant’ın felsefesinde vücut bulan, insanı dünyadan, dünyayı ise insandan bağımsız düşünememe durumuna Meillassoux’nun verdiği ad bağlılaşımcılıkdır(correlationism).

Bağlılaşımcılık Kant’ta en zayıf halindeyken, Fichte’de güçlenir ve idealizmin doruklarına kadar çıkar.

Kant kendinde-şeyler’den oluşan numenal düzeyi düşünülebilir ama bilinemez bir şey olarak tanımlarken,

Fichte numenal düzey diye bir şeyin olamayacağını, zira numenal düzeyi konumlayan öznenenin kendisinin fenomenal bir varlık olarak sadece fenomenler(görüngüler dünyası) düzeyinde düşünebileceğini ileri sürer.

Dolayısıyla Kant’tan farklı olarak Fichte açıkça ortaya koyar ki kendinde-şeyler’in dünyası olarak numenal düzey bilinemez olmakla kalmaz, düşünülemez de.

Çünkü Fichte’ye göre kendinde-şey’in onu düşünen öznenin fikrinden bağımsız olarak düşünülmesi imkânsızdır.

Bağlılaşımcılığın doruk noktasının Alman İdealizmi’nin de doruk noktası olması ise hiç de şaşırtıcı değildir. Bilindiği gibi Fichte’den sonra Schelling’le birlikte Alman İdealizmi kısa süreli bir doğaya ve maddeye dönüş yaşamış, fakat ne var ki Hegel’le birlikte tekrar kavramlar ve idealar dünyasına yönelerek diyalektik materyalizmin determinizmi gereği Mutlak İdealizm ve Mutlak Materyalizm arasında gidip gelmeye hapsolmuştu

Nietzsche Zerdüşt’ü(Zarathustra) yaratıncaya kadar. Nietzsche’yle birliktesarsılan Hegelci diyalektik materyalizm içine düştüğü ve kendisiyle birlikte materyalizmi de sürüklediği girdaptan ancak Lacan, Deleuze, Badiou ve Zizek sayesinde çıkabilecekti.

Bu dört düşünürün ortak noktası ise düşüncenin kaynağında maddeyi görüyor olmalarıydı.

Yani hakikat düşüncelerin, fikirlerin ve ideaların dünyaya hükmetmesi olmaktan ziyade, maddenin, doğanın, adlandırılamayanın, hiçliğin ta kendisinin düşünceleri doğuran etkenler olduğuydu.

"

Fakat özellikle Zizek’in Hegel ve Lacan destekli aşkınsal materyalizmine baktığımız zaman görürüz ki asıl mesele maddenin düşünceyi

doğurduğunu kavramak meselesi değil, maddeden doğan düşüncenin demaddeyi değiştirebilecek güce ve kudrete sahip olduğunu kavramak meslesidir."

Zira ancak böylelikle diyalektik materyalizmin ölüm ve yaşam, aşkın ve içkin, sonlu ve sonsuz arasındaki rolleri değiştirmekten ibaret kısır döngüsü kırılarak aşkınsal materyalizme(transcendental materialsim) yönelmek suretiyle ruh ve beden, insan ve dünya, numenal ve fenomenal, düşünce ve varlık, madde ve düşünce, insanlık ve insanlıkdışı, ölüm ve yaşam, ölümlülük ve ölümsüzlük arasındaki ilişkiye yeni bir boyut kazandırılabilir.

Dünyayı değiştirmek için öncelikle onun ne olduğunu ve nasıl çalıştığını anlamamız, sonra da bu anlayış çerçevesinde dünyayı insana hapsetmeksizin değiştirmeye yönelik eylemlere girişmemiz hem mümkündür, hem de gerekli.

Kısaca özne ve nesne olarak da anabileceğimiz tüm bu ikili zıtlaşmalar doğanın yapısı gereği vardır. Pek çok düşünür bu ikili zıtlaşmaların üstesinden gelip, özne ve nesnenin birlik ve bütünülüğünü vurgulamaya çalışmış, ve/fakat bu girişimlerinde başarısız olup sükûtu hayâle uğramışlardır. Varlığın bu iki boyutunun asla ayrılmaz bir bütün olarak görülmemesi gerektiğini, bilâkis bu ikiliğin muhafaza edilmesi gereken bir ikilik olduğunu söyleyen Ray Brassier işte tam da bu noktada transendental materyalizmin nihilist yüzü olarak çıkıyor karşımıza.

Zizek’in Badiou’dan feyz alarak yaşamın merkezine sonsuzluğu bir boş küme olarak yerleştiren Lacan ve Hegel destekli transendental materyalizminden farklı olarak Brassier, Deleuze ve Guattari’den feyz alarak, özellikle non-philosophy kavramını yaratan Laruelle’in de etkisi altında, yaşamın merkezinde yaşamı aşan bir şey olarak bulunan kendinde-şey’in ölümsüzlük değil, ölümün ta kendisi olduğunu söyler.

YAŞAMIN MERKEZİNDE YAŞAMI AŞAN BİR ŞEY OLARAK BULUNAN "KENDİNDE ŞEY"

BİR ÖLÜMSÜZLÜK DEĞİLDİR ...TAM TERSİNE ÖLÜMÜN TA KENDİSİDİR...

Bu iki farklı yaklaşımın ortak noktası ise ölümlülükle ölümsüzlüğün birbirini dışlayan durumlar olduğu varsayımından hareket etmeleridir.

Oysa biz biliyoruz ki insan denen mahlûk ölümlü olduğu için ölümsüz ve ölümsüz olduğu için de ölümlü olan bir varlıktır.

Ve işte budur insanı aynı anda hem trajik hem de komik kılan çelişkinin nedeni de, sonucu da… “Olmak, ya da olmamak, işte bütün mesele bu,” dedirtmişti Shakespeare Hamlet’e zamanında; bir bildiği vardı elbet. Ölüm söz konusu olduğunda insanın bildiği tek şey hiçbir şey bilmediği gerçeği olarak çıkıyordu karşımıza.

Aşılması gereken bir varlık olarak ölümlü insan kendisini neden ve nasıl aşması gerektiğini kavradığında hakiki özgürleşmeye doğru ilk adım da atılmıştır olur.

---------------------------------------------------------------------

belirli varlık olan bizler.. tüm yaşamımızı bir gözden geçirirsek ,onun tek yönlü bir yapı içinde olduğunu buluruz,

varlık dediğimizde -yoklukta demiş oluruz......

ama hiç bir şekilde yaşam dediğimizde ...ölüm dediğimizi düşünmeyiz....

her yaşam modeli ,her oluş ,her düşünce...vs otomatik olarak ...kendi karşıtı olan ölümüde içerir ....ölüm derken her zaman biolojik olan bedenin ölümünü anladığımız için aslında bu konuda çok dar bir bilinç yapımız vardır

herşey ..yani belirli olan (desein ) kendi karşıtı ile vardır..ve bu yüzdenherşey ,yani her görünüş aslında kendini ortadan kaldırış olarak olumsuzlamadır

her görünüş ..bir başkası ile olan bağıntıda ortaya çıktığı için ...her görünüş aslında HİÇ,tir

ve o kendisini bağıntısında ortaya çıkarırken aslında kendisini ORTADAN KALDIRIR

yani şunu demek istiyoruz ortadan kaldırmalar yoksa ..bir görünüşte yoktur ....

birde bunun tam tersini düşünelim ..eğer bir görünüş yani bir fenomen,bir yaşam ,varsa işte orada bir ortadan kaldırmada vardır...

yaşıyoruz ,yani var oluyoruz,işte bunu yaparken .bunları bağıntılar içinde yapıyoruz..yani bizler BAĞINTILARI İÇİNDE VAR OLAN ...BELİRLİ VARLIKLAR OLARAK...ortadayız

yani GÖRÜNÜŞÜN varlığı ..yalnızca varlığın ortadan kaldırılmışlığından ,yani HİÇLİĞİNDEN oluşur....bu hiç liği ÖZ,de taşır..ve işte bu hiçliğin dışında,özün dışında yoktur

YANİ OLUMSUZ OLARAK KOYULMUŞ OLUMSUZDUR....

yani yanlızca başkası ile olan bağıntısında...işte bu olumsuz olan belirli varlığında BELİRLİLİK taşır...yani her görünüş aslında bir hiçtir ama bir başkası ile bu hiçlik .bir belirliliğe kavuşur....

yani BEN bir görünüş veya bir BEDEN olarak aslında bir HİÇ,im ama ,iştebu hiçlik .benim bir başkası ile olan bağıntımda .bir belirliliğe dönüşüyor...bu ne demektir

aslında bir hiçsin ama başkasının aynasında bir belirlilik kazanıyorsun.....o ayna ile olan bağıntın sana bir suret kazandırıyor

demekki ben başkası üzerinde görünüşe çıkan olarak aslında

,başkalarıyla olan ilişkiler bütünü olan yani BAĞINTIDA olan kişi olarak "ben" ,im

yani ben sadece bir BAĞINTI OLARAK ..(vav ) buradayım (desein ) ve her bağıntı aslında beni ortadan kaldıran olarak beni GÖRÜNÜŞE getiriyor

ortadan kalkmak demekle Bağıntıyı kast ediyorum,insan bir bağıntılar bütünü olarak sürekli şekilde ortadan kalkmakta ..yani şimdi pratik dilegeçelim ..sürekli olarak ölmektedir....

insan sürekli ölmekte olduğu için şu an yaşamaktadır......şimdi gelelim sorunlara

1....bağıntıyı (vav ) bilmiyoruz ..ve işte bu yüzden .bizi görünüşe çıkartanın aslında ortadan kaldırma OLUMSUZLAMA olduğunu idrak etmedik ..yani yaşamı var edenin ölüm olduğunu bilmiyoruz.

2...işte bu yüzden ..yaşam yerine bir KURGUSAL yapılanmayı,yani sosyalve kültürel ,birazda psişik yapılanmayı yaşam saıyoruz....

kısaca ortadan kaldırmayı bilmediğimiz için bağıntıyı ve bağıntılar bütünü olan insanı tanımıyoruz ,onun yerine bir sosyo- kültürel varlık olan kişiyi biliyoruz...

ortadan kaldırma ,hiçlik ,olumsuzlama ..bize en başından beri bedenin acılarıyla özdeş halde verildiği için biz ölümü bedenin kendini koruma araçları olan ..BEDENSEL -ACILARLA özdeş kıldığımız için ....ölüm ,yani olumsuzlama .insanın hep kaçtığı bir şey haline gelmiştir

ve bizler bedensel acıdan kaçma ile olumsuzlamayı aynı şey sanmışız...oysa tam tersine olumsuzlama yoksa zaten bir görünüş ve belirli bir varlık yokturki...,

biz bakşaları ile bağıntılarımız içnde belirlilik kazandığımız için ,aslında var-olabilmek için o bağıntılara muhtaç olduğumuzdan dolayı, her bağıntı bizi belirliliğe taşıyan bir şey,dir...

yani o bağıntıları bizim aktif olarak (faal akıl ) kurmamız lazımdır......bu bağıntılar ..başkası üzerinden kurulduğu için aslında ,başkası bu bağıntıyı kabul etsin diye ,işte bu bağıntılar ile kendini ORTADAN KALDIRAN OLARAK ...bir belirli varlık durumundayız.....

ancak bu bağıntıları kavrasak ,o zaman bu bağıntıların gaip öznesi olaninsanı da tanımış oluruz.....işte bunun için bağıntının bir KENDİNİ OLUMSUZLAMA ,kendini ortadan kaldırma olduğu iyice anlaşılmalıdır.....

kendini ortadan kaldırdığın anda ..bağıntı kuruyorsun ,ve bağıntı kurduğun anda ise var-oluyorsun.....demekki bağıntı yani VAV demek bu yönüylede ...olumsuzlama demektir....yani = LA..........

şöyle anlaşılmalıdır...sen ..şu anda asla var değilsin ....hatta yoksun ...içiboş bir sosyo -kültürel varlık olarak sadece bir kurgusun o kadar ...içinde yaşadığın toplum ,ailen ....tarafından kurgulanan bu yapı bir insan değildir......bir kişidir......ve bu kişinin bağıntılarıda ..kurgusaldır.....yani kişinin Bir başkası ile asla bağıntısı olamaz......

çünkü kişi ..içine kapalı bir yapıdır..ve bağıntısızdır....yani kişinin hiç bir şeyle ilişkisi yoktur.....nasıl olur biz bir kişiyiz ve bir çok şeyle ilişkimiz yokmu......hayır hiç bir ilişki yoktur.....kişi bir sanal yapıdır...o yok varlıktır.....yoktur..... onun bir bağıntısı ,ilişkisi olmadığı için yok varlıktır....neden

çünkü bağıntı sadece OLUMSUZLAMADIR.....olumsuzlama olmadan asla bir bağıntıdan söz edilemez....bağıntı olmadanda bir belirli varlıktan söz edilemez....demekki aslında şu anda bir yok varlığız......işte bizim aptallığımızda budur ...biz bu yok varlığı ,hiç bir bağıntısı olamdığı için aslında bir görünüşe bile tam anlamıyla çıkamamış olan bu sanal varlığı asıl varlığımız sanıyoruz.....

oysa asıl varlığımız ..başkası ile bağıntıda olan değilmiydi...? bağıntıda kendini ortadan kaldırma değilmiydi ...o zaman her

olumsuzlama ,yani her kendini ORTADAN KALDIRIŞ..bir bağıntı olarak seni yok varlıktan ..çıkartıp ..yeniden inşa eder....

kişi bunun tam tersi bir yapıdır ..kişi hiç bir zaman kendini olumsuzlamaz...çünkü biz kişi diye BEDEN İMGESİ ÜZERİNE KURGULANAN BİR ŞEYE diyoruz...karıştırmayalım ..biz bedene kişi diyoruz......

beden denince ..beden bağıntılarını ..OLUMSUZLAMA üstünden yapamazki , beden tam tersine ,varlığını sürdürebilmek için kendisini değil ,tam tersine başkasını olumsuzlayarak...ayakta kalmaya çalışır....beden kendini ortadan kaldırırsa bu sefer beden yok olur.....beden işte bu yüzden asla kendini ortadan kaldırmaz......

ama insan bir beden değilki ....insan bedeni bir araç olarak kullanan bir varlık ..işte bu yüzden ..beden kendini ortadan kaldıramaz ..ama insan ,daha doğrusu kişi kendini ortadan kaldırabilir.....kişi dediğimizde şunu anlayalım .kendini b ir beden imgesine indirgeyen sanal yapı ..iştebu kişidir ..yani kendi varlığını bir bedenden ibaret görene kişi diyoruz....kişi işte bu yüzden bedene endeksli bir yapıdır..bedene hapsolmuştur...

insan ise işte bu hapishaneden dışarıya çıkabilene denir..

bu hapishane şudur.....kendisini olumsuzlayamadığı için .başkası ile aslabağıntı kuramayan ,ama bunu yerine sanal bir bağıntılar bütününü ...asıl olan zanneden bir yapılanma ..şu anda hepimiz bu tip bir yapı içindeyiz....

kişi asla kendini olumsuzlayamaz....ve işte bu yüzden kendini ortadan kaldıramadığı için .hiç bir bağıntı kuramaz ve bağıntı kuramadığı içinde aslında yoktur.....çünkü kişi kendini ortadan kaldıramadığı için o başkasında var olamaz..yani bağıntı kuramaz,dönüşemez, bunun yerine zihinsel bir değişimi tercih eder.....

basit bir anlatımla konuyu açalım.....bir şey ile bağıntı kurmak

istiyorsunuz....mesela Meksika ile......bunu yapmanızın en iyi yolu ,yani meksikayı kavrayıp,içselleştirmeniz,ve bu yolla dönüşebilmenizin en iyi yolu ..nedir

üç yol gösterelim...

1 ....ilmel yakin......meksikaya gitmeden sadece zihin düzeyinde bilgi

2..Aynel yakin ....yani şahitlik ..meksikaya gitmek orayı görmek şahitlik ederek bilmek....

3.. hakkel yakin..işte en zoru bu ..meksikayı deneyimlemek .....yani meksika olmak......işte tam anlamıyla kendini ortadan kaldırmak ve meksikayı bu ortadan kaldırışın ardından deneyimlemek..işte asıl bağıntı budur....ve bu bağıntı sizi ..bir kişiden .....bir insana dönüştürür.....siz daha önce bir türkiyeli idiniz.....ve meksika size dışşaldı ...şimdi ise ,o sizin dışınızda bir şey değil ve işte siz artık türk-meksikalı oldunuz.....artık daha az kişisiniz....ve daha çok insansınız....

bunu şöyle uzatalım.....meksikalı-türk- mısırlı- alman-ingiliz- brezilyalı- çinli-japon-ganalı....s..olan bir kişi artık onn kişi olmasını sağlayan öğelerden biri olan şuralıburalı olmayı ..ortadan kaldırmış ve ..hiç bir ülkeye ,yere ait olmayan .yani hepsini olumsuzladığı için aslında hepsineait ama hiç birinede ait olmayan işte bu kimse ....kendini olumsuzlayarak..kişiden bir insana dönüşmüş olandır

sadece beden olmadığını anlayan kişi ,artık bir insan olmanın yolunu seçebilmek için ,olumsuzlama ,yani kendini ortadan kaldırabilmek zorundadır ...kişi ,kendini nasıl olumsuzlarki ,işte bu yöntem sayesinde başkası ile bir bağıntı içinde olarak kendini var etsin....

kendini ortadan kaldırma eğer salt bir Nirvana gibi olursa .bu pek işe yaramayacaktır.

bu da kendini ortadan kaldırmadır ,ama ardından bir BAĞINTI oluşamayacağından ,tekrar en başa dönmüş oluruz..bu yolla kişi dahada azgın bir hale gelir...

----------------------------------------------------------------------------------------------

Bu noktada akılda tutulması gereken husus mutlak özgürlşemenin ancak özgürlük kelimesi anlamını yitirdiğinde, yani özgürleşmeye gerek kalmadığında gerçekleşebileceğidir.

ÖZGÜRLÜK KELİMESİ BİLİNCİMİZE KONU OLDUĞU SÜRECE BİZDEN AYRI VE UZAKTIR ,NE ZAMANKİ ÖZGÜRLÜK VE ÖZGÜRLEŞMEYE GEREK KALMADIĞININ ANLAŞILMASI GERÇEKLEŞİRSE İŞTE ONUN ADI "ÖZGÜRLÜKTÜR...

ÖZGÜRLÜĞE GEREKSİNİM DUYULDU HER AN ...İŞTE O GEREKSİNİM DEN DOLAYI "BİR EKSİKLİK " VE NEDENİ KENDİ DIŞINDA HALE GELİRSİN...

ÖZGÜRLÜĞE GEREKSİNİM DUYULMASININ KENDİSİ EN BÜYÜK "ÖZGÜRLÜK YOK EDİCİSİDİR "

------------------------------------------------------

PEKİ NEDEN ÖZGÜR OLMADIĞIMIZI HİSSEDİYORUZ....VEYA BUNA KARAR VERİYORUZ..

EKSİK OLDUĞUMUZU NEREDEN BİLİYORUZ....

YOKSUN OLDUĞUMUZU NEREDEN BİLİYORUZ...?

EKSİK VE YOKSUN OLDUĞUMUZU BİLEBİLMEMİZ İÇİN ..BÜTÜN VE TAM OLMAYI ,EKSİKSİZ OLMAYI ,YANİ BİRLİK VE BÜTÜNLÜĞÜ BİLMEMİZ LAZIMDIR.....İŞTE İŞİN GARİP TARAFIDA BUDUR....

BİLME EDİMİ İÇİN İKİ ŞEY GEREKLİDİR....BİLEN VE BİLİNEN......

YANİ BİLENİN BİLİNENDEN "AYRI " OLMASI VE ONDAN KOPARTILMIŞOLMASI GEREKLİDİR...

BİLEN VE BİLİNEN EĞER BİR ÖZDEŞLİK İÇİNDE OLURLARSA BU DURUMDA ORTAYA BİLGİ ÇIKAMAZ.....DEMEKKİ

BİLGİNİN OLUŞABİLMESİ İÇİN ..BİRLİK VE BÜTÜNLÜĞÜN BOZULMASI

VE AYRIMIN OLMASI GEREKLİDİR

BU DEMEKTİRKİ BİLGİNİN OLDUĞU YERDE "EKSİKLİK VE YOKSUNLUK" OLMASI KAÇINILMAZ BİR ŞEYDİR...

YANİ BİLDİĞİMİZ VE BİLİNCİMİZE KONU OLAN HERŞEY ...EKSİK ,VE BÜTÜNDEN KOPARTILMIŞ BİR ŞEY OLMAK ZORUNDADIR....

BİLMENİN KENDİSİ "EKSİKLİKTİR ,BİRLİKTEN KOPARTILMIŞLIKTIR ,YOKSUNLUKTUR "

PEKİ BU DURUMDA "EKSİK OLMAYAN ,MÜKEMMEL ,BİR VE BÜTÜN OLAN ...NEDİR...?

BU SORUNUN CEVABI İSE ÇOK KOLAYDIR....BİLİNMEYEN ,BİLİNEMEYEN..

BİLİNMEYEN ,YANİ BİLİNCİMİZE KONU OLAMAYAN , ( ÇÜNKÜ BİLİNCİMİZE KONU OLMASI İÇİ BİRLİK VE BÜTÜNLÜKTEN KOPARTILMIŞ OLMASI GEREKEN ŞEY BİLİNENDİR )

DEMEKKİ BİLİNEN HERŞEY EKSİK VE BİRLİKTEN YOKSUN ŞEYDİR...

OYSA BİZ BİLMEDİĞİMİZ ŞEYLERDEN KORKARIZ......

İŞİN KOMEDİSİ BURADADIR

BİLDİĞİMİZ ŞEY ..EKSİK ,BOŞ ,BİRLİK VE BÜTÜNLÜKTEN KOPARTILMIŞTIR AMA BİZ ONDAN KORKMAYIZ...ONU BİR GÜVENLİK UNSURU SANIRIZ....BİLMEYİ KENDİ GÜVENLİĞİMİZ İLE ÖZDEŞ KILARIZ....OYSA HER BİLME BİZİM BİRLİK VE BÜTÜNLÜĞÜMÜZÜ BOZAN BİR ŞEYDİR....KISACA BİLDİĞİMİZ ,BİLİNCİMİZE KONU OLAN HERŞEY BİZ DEĞİLİZ

BUNUN TAM TERSİ İSE "BİLMEDİĞİMİZ VE BİLİNCİMİZE KONU YAPAMADIĞIMIZ HERŞEY İSE TAM OLARAK BİZİZ ...ÇÜNKÜ BİLİNCİMİZE KONU OLMAYAN ,YANİ BİLMEDİĞİMİZ HERŞEY BİZİM DIŞIMIZDA OLMAYAN DIR....AMA BURADA DA "BİLMEME " BİR

SORUN HALİNDE KARŞIMIZDA DURMAKTADIR

BİLMEME BİZİM ASIL VARLIĞIMIZ AMA ŞİMDİDE ONU BİLMEMİZ LAZIMKİ TEK KESİNLİK ARACIMIZ BİLİNÇ ÇÜNKÜ.....İŞTE TRAJEDİ BURASI....

BİLMEMEYİ BİLMEMİZ LAZIMDIR.....,

BİLMEME NASIL BİLİNİR....? BİLİNDİĞİ ANDA ,BİLME HALİNE GELDİĞİ İÇİN EN BAŞA DÖNMÜŞ OLMAZMIYIZ....?

BİLMEME,NİN BİLİNMESİ .İKİNCİ OLUMSUZLAMADIR....VE BUNU "ANLAYIŞ " VEYA

HAKK EL -YAKİN GİBİ TERİMLERLE KARŞILAYABİLİRİZ ....BİLME YERİNE "DENEYİMLEME "TERİMİNİ KULLANMAKTA UYGUN OLABİLİR.....

PEKİ NEYİ DENEYİMLİYORUZ......BİLMEMEYİ .....YOK ,HİÇ .YOKLUK .BİRLİK -BÜTÜNLÜK.....

İŞTE BU DENEYİM İNSANI BİR "SOLİPTİK " MERKEZ HALİNDEN ÇIKARTIR...,

ARTIK İNSAN ,DAHA DOĞRUSU SOLİPTİK BİR İNSAN MODELİ ORTADAN KALDIRILIR...

BU BİR ÖLÜM DENEYİMİDİR ......SOLİPTİK BİLİNÇ BİR GÜNEŞ MERKEZLİ EVREN FİKRİ GİBİDİR

Demek ki yaratılması gereken koşullar aslında ezelden beridir tahakkümü altında yaşadığımız “Güneş merkezli evren” fikrinden kurtulmaktır.

Güneşi merkeze almayan bir evren doğal olarak insanı da merkeze almayan bir evren olacaktır.

İNSANI MERKEZE ALMAYAN BİR MODEL ....ÖLÜMDÜR .....ÖLÜM DEDİĞİMİZ ŞEY GELENEKSEL DİLDE "FAKR "DEDİĞİMİZ ŞEYDİR....

BİLMEME, HİÇLİK , YOKLUK ,VS DURUMU ....BUNUN ADI "FAKR ,DIR

FAKR ...DEDİĞİMİZ ŞEY İSE ...VARLIĞIN BİRLİK VE BÜTÜNLÜĞÜDÜR......

İŞTE BU YÜZDEN VARLIĞIMIZIN BİRLİK VE BÜTÜNLÜĞÜNE AÇILAN KAPININ EN ÖNEMLİ ÖĞESİ "FAKR " DIR ..YANİ HİÇLİK ,YOKLUK ,ACİZLİK ,BİLMEME ,YOKSUNLUK ....VE EN TEMEL OLARAK ÖLÜM.......

İNSAN ÖLÜRKEN BİLE MERKEZ NOKTASINI KAYBETMEKTEN KORKAN BİRAPTALDIR.....

Böylelikle kendisinin merkezde olmadığı güneşsiz bir dünyada insan kendinden bağımsız bir varoluş düşünebilecek, kendinden bağımsız bir dünya tahayyül edebilecektir.

Hayal gücü ve aklın yaratıcı senteziyle ortaya yeni anlam dünyalarının çıkması ise hem gerekli, hem de zaten kaçınılmazdır. Bu noktada kaçınılmaz sözcüğünü kullanırken sakın ola determinist bir yaklaşımı benimsediğimiz sanılmasın, böyle bir gaflete düşülmesin. Zira bilakis bizim maksadımız determinizme ve idealizme karşı materyalist ve aşkınsal bir varoluş tarzını düşünümsel olarak hayata geçirmektir.

Deleuze işte bu anlamda seçtiği ölüm biçimiyle kendi felsefesine son noktayı koymaktan ziyade, hem kendi felsefesi içinde, hem de genel olarak felsefede içe dönük bir infılâk meydana getirmek suretiyle muazzam bir açılım yaratmıştır. Deleuze’ün seçtiği filozofları okuma stratejisini hatırlayacak olursak bu düşüncenin hiç de saçma olmadığına hükmedebiliriz. Hatırlanacağı üzere Deleuze’ün okuma stratejisinin temelinde yatan eylem okunan filozofun düşüncesinin içten patlatılmasını içermekteydi. Maurice Blanchot’dan farklı olarak Deleuze intiharı bile yeni yaşam biçimlerine açılan bir kapı olarak algılamaktaydı zira. Oysa Blanchot, her ne kadar ölümün bir açılım olabileceği fikrinde deleuze’le hemfikir olsa da, son tahlilde intiharı, yani öznenin kendi

ölüm sürecini maksimal düzeyde hızlandırmak suretiyle sona erdirmesi eylemini bir zayıflık belirtisi, bir yenilgi olarak görmekteydi. Bu noktada sanırız konuya açıklık getirmesi bakımından Deleuze’ün intiharıyla felsefesi arasındaki ilişkiye dair düşünceleri üretmekte olan beyine nüfuzetmek suretiyle düşüncenin sonsuz labirentlerinde ufak bir gezintiye çıkmak pek yerinde olacaktır.

Deleuze’ün felsefesinin temelinde yatan gerçek kendisinin aşkınsal deneyimcilik(transcendental empiricism) öğretisini hayata geçirmeye cüret ve teşebbüs eden ilk filozof oluşudur. Bu gerçeğin idrakinden kuvvet alarak düşünmeye devam edecek olursak diyebiliriz ki Deleuze’ünintiharı felsefesiyle çok derin ve bir o kadar da yakın bir ilişki içerisindedir. İki farklı ölüm olduğunu dile getiren düşünür sayısı ise hiç de az değildir. Bunlardan başlıcaları olan Lacan, Blanchot ve Zizek arasından birini seçip iki ölüm, daha doğrusu ölümün iki farklı boyutu arasındaki farkı görebilmemiz içinse doğrudan Deleuze’ün yaşadığı ve öldüğü zamanda düşünmüş olan Blanchot’ya konsantre olmamız gerekir.Söz konusu konsantrasyonu hayata geçirdiğimiz takdirde zihnimizde zuhur edeceği üzere görürüz ki Deleuze’ün eyleminin ve söyleminin amacı doğrudan iki ölüm arasındaki farkı ortadan kaldırmak, yani pratik ve teori, özne ve nesne, beden ve zihin, eylem ve söylem arasında farka dayanmayan yeni bir ilişki kurmaktır. Farklılığın ve içkinliğin filozofu olarak bilinen Deleuze’ün birincil ölüm olan fiziksel ölüme karşı gerçeği zaman ve uzama hapsolmuş fiziksel düzlemi aşan içkin bir alana konumlandırdığı sanal ölümü tanımlarken Blanchot’yla aynı şeyi düşünmektedir. Ne var ki iş bu iki ölüm arasındaki boşluğu ortadan kaldırmaya gelince Blanchot’ya ters düşer. Zira Deleuze için hakikat tek bir ölümün çeşitli suretlerle kendini göstermesinden ibarettir. Sanal ölümün kendisi fiziksel ölüme sebebiyet verebilmekte ve iki ölüm arasındaki ayrımı anlamsız kılabilmektedir. Bir eylem biçimi olarak bilinçli bir şekilde kendi ölümüne sebep olmak öznenin kendisini

aşabileceği noktalardan sadece biridir. Hayat ancak özneye içkin sonsuz bir boşluğun sonlu yansımalarından ibaret olabilir. Bu bağlamda ölüm her zaman ve her yerdeddir. Ölümden arınmış bir yaşam namümkün olsabile, sonsuzluğu barındırabilecek sonlu varklıklar son derece mümkündür. Belki de Badiou’nun Deleuze’ü sonsuz çoğulluğu tekilliğe hapsetmekle itham etmesinin sebebi de budur, kim bilir…

Hatırlanacağı üzere Badiou felsefenin dört koşulunu aşk, bilim, sanat ve siyaset olarak belirlemişti Varlık ve Olay adlı kitabında. Badiou’ya göre hakikat ancak mevcut durumdan, düzenden, rutinden radikal bir kopuş neticesinde zuhur edebilirdi. Bireyin özne olabilmesi için işte bu radikal kopuşa sebep olan olaya sadakat göstermesi ve Lacan’ın sözleriyle ifade edecek olursak “arzusundan ödün vermemesi” gerekirdi. Sembolik gerçekliğin dayatmalarına karşın aşklarının hakikatine sadık kalmayı seçecek iki özneyi birbirinden farklı iki dışa yansıtma – içe yansıtma mekanizmasına benzetebiliriz. İçine doğdukları toplumun yapısal olarak küçük birer modeli olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmeye cüret ve teşebbüs etmekten kaçınmayacağımız bu iki mekanizmanın etkileşiminden, ortaya mevcut toplumsal yapıdan farklı yapısal özellikler sergileyen yeni bir dışa yansıtma – içe yansıtma mekanizması çıkmasının ise kuvvetle muhtemel olduğunu sözlerimize ekleyebiliriz. Ne var ki bu noktada akılda tutmakta fayda gördüğümüz önemli bir olguya da temas etmenin zaruri olduğunu düşündüğümüzden şunları da affınıza sığınarak kaleme almayı uygun bulduğumuzu ifade etmeden geçemeyeceğiz: İki kümenin ara kesiti olarak zuhur eden söz konusu yeni mekanizma kendi içinde dışa yansıtma ve içe yansıtma komponentleri olarak ikiye bölünmüş olacağından, adına aşk (love) demeyi alışkanlık haline getirdiğimiz duygu durumunun her iki özneyi de tekilliğe indirgeyip birleştiren aşkın (transendental) bir birlikten ziyade, her iki öznenin de birbirine içkin (immanent) olduğu bir ikilik durumu şeklinde zuhur ettiğini dile getirebiliriz. Lâkin işte tüm bunları öne sürebilmek için

öncelikle Romantik aşk kavramının “biz bir bütünüz” anlayışına ters düşen bir biçimde Badiou’nun aşk kavramının “ikimiz de kendi içinde bölünmüş birer hiçiz” anlayışını benimsediğini teslim etmeliyiz.

Aşk(Olay) anlayışı Badiou’nun aşk(olay) anlayışıyla işte bu noktada örtüşen Deleuze’ün “her aşk kendi sonuna doğru ilerler, her bilinç kendi ölümünü ister,” sözüne ters düşen bir biçimde Marcel Proust’un Swann in Love (Aşık Kuğu) adlı yapıtında kahramanımız Odette adlı bir kadına çılgınca aşıktır, fakat Odette artık onu sevmemektedir. Çaresizlik ve acılariçinde, acı çekmekten kurtulmanın tek yolunun artık Odette’i sevmemeyi başarmaktan geçtiğini düşünür önceleri. Ama kısa bir süre sonra idrak edecektir ki aslında istediği Odette’e olan aşkını sürdürmeye devam etmesine rağmen acı çekmiyor olmaktır, zira aşık olmaktan duyduğu(duyacağı) haz buna bağlıdır. Eğer aşkı biterse hayatı da anlamsızlaşacak ve ölmeyi arzulamasa bile pek yaşayası da olmayacaktır.Yani bir nevi psişik ölüme mahkum olup buhrana sürüklenecektir. Buradaki mesele aşk acısı yaşamakta olan reddedilmiş öznenin psişik ölümden sonra psişik yeniden-doğumu hayata geçirip, artık Odette’e aşıkolmamasına rağmen, kendini aşık olmak kapasitesini yitirmemiş bir özneolarak yeniden yaratıp yaratamayacağı meselesidir. Anlam dünyasının koordinatları alt-üst olmuş, gereçeklikle arasındaki bağ yara almış bir insanın yeniden anlamlı bir hayata kavuşması ve tekrar aşık olabilecek yetkinliğe erişmesi ancak eski benliğini geride bırakıp yeni bir benlikle yeniden doğmasıyla mümkün kılınabilir. Bizim ölümsüzlükten anladığımız işte budur. Her insan ölümlü olduğu gibi her aşk da sonludur.Lâkin tıpkı her insan gibi her aşk da yeniden doğmaya, fakat bu sefer farklı bir nesneye yönelmiş olarak, muktedirdir.

Neyse o, yani tam da bir kurbandan başka bir şey, bir ölüm-için-varlıktan başka bir şey ve dolayısıyla ölümlü bir varlıktan başka bir şey.

Bir ölümsüz: İnsanın başına gelebilecek en kötü durumlar, o kendini hayatın karmakarışık ve zorbaca akışı içinde ayrı bir yere koyabildiği sürece, onun böyle olduğunu, yani ölümsüz olduğunu gösterir. İnsanın herhangi bir veçhesini düşünmek için, bu ilkeden yola çıkmamız gerekir. İnsan hakları varsa da, bunlar kesinlikle hayatın ölüme karşı hakları ya dasefalete karşı hayatta kalmanın hakları değildir. Ölümsüz’ün kendi kendilerine dayanan haklarıdır ya da Sonsuz’un ıstırap ve ölüm denen olumsallığın üzerinde uygulanan haklarıdır. Sonuçta hepimizin ölecek olması, geride sadece tozun kalacak olması, İnsan’ın, koşulların onu maruz bırakabileceği hayvan-olma ayartısına karşı koyabilen biri olarak kendini olumladığı anda sahip olduğu ölümsüzlük kimliğini hiçbir surettedeğiştirmez.[8]

Bir ölümsüz olabilmek, daha doğrusu hâlihazırda olunubulunan ölümsüzlüğü idrak etmek suretiyle hayata geçirebilmek için ölümden kaçmak çözüm değildi. Bilâkis hayatta kalıp ölümlülüğü en ince ayrıntılarına ve en uç noktasına kadar tecrübe etmek suretiyle hâlihazırda ihtiva ettiği ölümsüzlüğü yazarak açığa çıkarmak gerekiyordu.Ölümsüz olabilmek için önce ölmek gerektiği gibi bir durum söz konusuydu. İlk bakışta çelişik gibi görünen bu paradoksal durum ise insanın içindeki ölümsüzlük potansiyelini gerçekleştirmesi için son derece gerekli bir koşuldu. Ölü bir insanın bir daha asla ölemeyeceği bariz olduğuna göre, bir ölü formunda sürdürülen yaşamların ölümsüzlere ait yaşamlar olduğu söylenebilirdi. Ölüm kaçınılmaz bir sondu elbet, fakat bu son sonluluğun sonu olabilirdi ancak. Sonluluğun sonunun da sonsuzluğun başlangıcı olduğunu ise bilmiyoruz bu aşamadan sonra söylemeye gerek var mı.[9]

Bir gün hepimiz öleceğiz, bunu hepimiz biliyoruz. Bilmediğimiz şey bu ölümün hangi koşullar altında ve ne zaman gerçekleşeceğidir. Sadece

ölecek oluşumuzu bilmek bile hayatlarımızı hâlihazırda yaşamakta olduğumuzdan farklı yaşamak için geçerli ve yeterli bir sebeptir. Ama ne yazık ki pek çoğumuz yaşamlarımızı bir gün mutlaka öleceğimiz gerçeğiniinkâr üzerine kurmuştur. Eğer insanlar bir gün mutlaka öleceklerinin idrakiyle yaşıyor olsaydı, hâlihazırda bir ölümsüzmüş gibi sürdürürlerdi bence varlıklarını. Şunu demek istiyorum: Şu anda yaşıyor olduğumuza göre, hâlihazırda ölümden arınmış, yani ölümsüz varlıklarız hepimiz de. Zira zaten ölümsüzlüğün ilk şartı yaşıyor olmak, yani ölü olmamaktır. Diğer yandan bakıldığında görülen ise şudur: Henüz ölmediğimiz, yani ölümden arınmış olmadığımız için hepimiz ölümlü varlıklarız. Yaşam bir ölüm sürecidir ve ölümsüzlük ancak ölümlülük ortadan kalkınca, yani artık ölmek namümkün bir hâl alınca mümkün olup olasılıklar alanına dahil edilebilir. Dünyayı değiştirebilmek içinse hayatı ve ölümü, ikisinin de ötesindeki sonsuzluktan önce ve/fakat ikisini de aşan sonsuzluktan düşünebilmek gerekir. Sonluluktan sonra hiçbir şey yoktur, bir hiç vardır zira. Her yeni şey işte bu hiçlikten mevcut anlam dünyasının koordinatlarını bozguna uğratacak şekilde, yani bir anlamsızlık, biçimsizlik, yokluk formunda zuhur eder. Bu kendinde-şey Lacan’ın Gerçek, Kant’ın ise Numenal dediği, zaman ve mekânı aşan transendental düzlemin ta kendisiymiş gibi görünebilir. Oysa The Indivisible Remainder (Bölünmez Artık) adını taşıyan ve Schelling’in felsefesini Lacan’cı bakış açısıyla okuyup yeniden yazan kitabında Zizek, Lacan’ın Gerçek’iyle Kant’ın Numenal’inin aynı şeyler olmadığını söyler. Peki o zaman nedir bu kendinde-şey?

Bilindiği gibi Kant’ın aşkınsal idealizmini Hegel’in spekülatif idealizminden ayıran en önemli fark, Kant’ın kendinde-şey’i düşünebileceğimizi fakat bilemeyeceğimizi, Hegel’inse kendinde-şey’denancak Mutlak Bilgi’ye dair neticeler çıkarabileceğimizi dile getirmesindenkaynaklanan bir farktır.

Kendi anlam dünyamız bağlamında yeniden yazacak olursak diyebiliriz kiKant bizim birer ölümlü olarak kendinde-şey’i (ölümsüzlüğü, sonsuzluğu)düşünebileceğimizi ama bilemeyeceğimizi (tarif edemeyeceğimizi) söylerken, Hegel kendinde-şey (ölümsüzlük, sonsuzluk) düşüncesinden ancak bizim-için-hayat’ın (ölümlülüğümüzün, sonluluğun, fenomenler dünyasının) anlamı hakkında çıkarımlar yapabiliriz demektedir. Her iki durumda da kendinde-şey olarak sonsuzluk veya ölümsüzlük soyut bir fikir olmanın ötesine gidememekte ve kendinde-şey olarak ölümsüzlük Tanrı’yla bir tutulmak suretiyle dinin etkisinden kurtulamamış metafiziksel bir düzleme yerleştirilmektedir. Kant’a göre ölümsüzlük ölümlülüğü çevreleyen bir durumken, Hegel için ölümsüzlük ölümlülüğün içindeki bir boşluktur. Bir başka deyişle Kant için sonsuzluk özneyi aşkınken, Hegel için sonsuzluk özneye içkindir. Her iki durumun da aynı anda doğru olduğu bir gerçek. Lâkin bu her iki durumda da ölümsüzlük veya sonsuzluğun soyut bir fikir olmanın ötesine gidemediği gerçeğini değiştirmiyor. Sekülarize edilmiş(lâikleştirilmiş) bir sonsuzluk tezahürü eşitliği ve adaleti obür dünyaya hâvale etmek yerine bu dünyada sağlamaya çalışır. Gerek Zizek’te, gerek Deleuze ve Guattari’de,gerekse de Badiou’da gözlemlendiği üzere kendini ortaya koyduğu çeşitli biçimlerle Transendental Materyalizm hem maddenin, hem de ruhun anlamlarını genişleten yaklaşımıyla, insanı aşan asıl kuvvetin, insanın kendisinin de bir parçası olduğu doğa olduğunu ve düşüncenin doğanın derinliklerindeki kaotik, rastlantısal ve bilinmez kuvvetlerin tahakkümü altında zuhur ettiğini öne sürer.

Ne aşkınsal idealizmi, ne de spekülatif idealizmi tasvip eden biz de Kant’ın ve Hegel’in idealizmlerinden radikal bir kopuş gerçekleştirerek kendinde-şey’in düşünceden ve bilgiden bağımsız olarak var olabileceğini kuramsallaştırmaya yönelecek ve Schelling’in izinden gideceğiz. Aşkınsal olmayan bir dışarı ve içkin olmayan bir içeri, şeklinde özetleyebileceğimiz kendinde-şey’in konumunun zamanın ve uzamın

birleştiği yer olduğunu söyleyen Schelling, söz konusu kendinde-şey’in yokluğunun temsili olarak gördüğü Gerçek veya Numenal’i doğanın sonsuzluğuyla bir tutmuş ve yarattığı doğa felsefesiyle aşkınsal düzlemin doğanın ta kendisi olduğunu ortaya koymuştur. Transendental Materyalizm’in kuramsallaştırmaya çalıştığı sonsuzluğun içkin olduğu sonlu bir varlık tezahürü de işte Schelling’in en azından teoride gerçekleştirdiği bu içkin aşkınsallık modelinden feyz alınarak hayata geçirilmelidir, ki sanırız öyle de yapılmıştır

[2] Quentin Meillassoux bahse konu spekülasyon biçimine Spekülatif Maddecilik demeyi seçerken, Ray Brassier benzer bir spekülasyon türüneSpekülatif Gerçekçilik demeyi seçmiştir. İkisinde de aynı kalan sözcüğün Spekülatif sözcüğü olduğu gözden kaçacak gibi değil. Belki de işte bu yüzden biz de az önce spekülasyon terimini kendimizden emin bir biçimde zikretmiş olmamıza rağmen bunun ne tür bir spekülasyon olacağını dillendirmemeyi seçmişizdir, kim bilir.

2007 yılında Londra’daki Goldsmiths Üniversitesi’nde Ray Brassier, Quentin Meillassoux, Graham Harman, ve Iain Hamilton Grant’ın konuşmacı olarak katılımıyla düzenlenen bir konferansta Brassier tarafından ortaya atılan spekülatif gerçekçilik kavramı insan aklından, düşüncesinden, bilincinden bağımsız gerçeklikler ve insandan bağımsız kendinde-şeyler olduğunu ortaya koyan felsefi bir akımdır. Gerek Kıta Felsefesi’nden, gerekse de Analitik Felsefe’den radikal bir kopuş gerçekleştirerek Kant ve Hegel’in uzantısı olan tüm felsefi yaklaşımların, Meillassoux’un Sonluluktan Sonra(After Finitude) adlı kitabında ortaya koyduğu deyimle bağlılaşımcılığın(correlationism) dünyadan bağımsız birinsan veya insandan bağımsız bir dünya tasavvur etmekten aciz olduğunu iddia eden spekülatif gerçekçilik hem yeni bir düşünce alanı, hem de yeni bir düşünme biçimi yaratması bağlamında önem arz

etmektedir. İnsan bilincinden bağımsız kendinde-şeyler’in var olduğu noktasında birleşen Brassier, Meillassoux, Grant ve Harman’ın felsefeleriarasında pek çok fark da mevcuttur aslında. Ama biz şimdilik birleştikleribu ortak nokta üzerinden tartışacağız spekülatif gerçekçileri, özellikle de Meillassoux ve Brassier’i.

Meillassoux’nun Sonluluğun Sonu’ndan bir yıl sonra yayımladığı Hiçliğin Çözülüşü(Nihil Unbound) adlı kitabında Brassier, Heidegger ve Deleuze’ün zaman ve ölüm okumalarının eleştirisi ve Lyotard’ın Güneş Felaketi(Solar Catastrophe) makalesinin bir yeniden okuması üzerinden güneşin 4.5 milyar yıl içerisinde sönerek dünyadaki yaşamı sona erdireceği gerçeğinin insan bilincinden ve düşüncesinden bağımsız bir gerçeklik olarak görülmesi gerektiğini ve bunun da hepimizin hâlihazırda yaşayan birer ölü olduğumuz anlamına geldiğini öne sürmektedir. Her ikiyazarda da karşımıza çıkan ortak özellik kendinde-şey olarak mutlağın(Meillassoux) ve hakikatin(Brassier) var olabileceği iddiasını taşıyor oluşlarıdır. Benim için önemli olansa kendinde-şey olarak ölümsüzlüğün veya sonsuzluğun, ölümlü ve sonlu bir varlık olan insandan bağımsızlaşan kimliksiz ve kişiliksiz bir bilincin a-nihilistik spekülasyonları dolayımıyla politik bir amaç için kullanıma sokulabileceği, sokulması gerektiği gerçeğidir. Badiou’nun hakikat ve olay teorisinden hareketle, bir ölümsüzün gözüyle ve bilinciyle tasvir edilen ölümlülerin dünyası mevcut-yapı içerisinde gedikler açmak suretiyle yeni hakikatlerin zuhur etmesini sağlayacaktır kanaatindeyim.

[7] Olmayan şeyleri varmış gibi gösterme eğilimi içinde oluşumun sebebi, söz konusu olmayan şeylerin var olduğunu düşünmemdir. Dikkat ederseniz cümlemi “olmayan şeylerin var olduğunu bilmemdir,” yerine “olmayan şeylerin var olduğunu düşünmemdir,” diyerek noktaladım. Zira

ben bilmek ve düşünmek mastarları arasında dipsiz bir uçurum olduğu kanaatindeyim. Dipsiz bir uçurumun varlığından söz etmiş olmamın maksadı, siz de takdir edersiniz ki, olmayan bir şeyin var olmasının ne anlama geldiğini bir metafor aracılığıyla göstermek arzusunu taşıyor oluşumdur. Elbette ki benim sözünü ettiğim her şey salt benim tarafımdan söz konusu edildikleri için kanıtları kendilerinden menkûl hakikatler değildir. Bir metafor olarak “dipsiz uçurum” olgusu boşlukla dolu bir varlığı ifade eder. Fakat şu da bir gerçek ki dünyada dipsiz uçurumlar namevcuttur. Dünyada olmayan olguların varlığından söz edebilmemiz bile fiziksel dünya koşullarında var olması imkânsız olan pek çok olgunun düşünsel düzlemde mümkün olabileceğinin göstergesidir. Zira düşünce doğası gereği metafiziksel bir olaydır ve vazifesi maddi bir olgu olan dil vasıtasıyla fiziksel dünyada boşluklar oluşturmaktır. Tabii burada dil vasıtasıyla derken sakın dili ve aklı araçsallaştırdığımızı sanmayın. Aklıda tutun ki burada bahse konu düşüncenin fiziksel dünyada dil vasıtasıyla yarattığı şey boşluktan başka bir şey değildir. Boşluk yaratmaksa bizim projemiz bağlamında bir amaç olmaktan ziyade bir araçtır. Yani buradaki amaç dilin araçsallaştırılmasına karşı dili boşluk yaratmakta kullanılan bir araca dönüştürmek suretiyle amaçla aracın rollerini değiştirerek kendilerinin ötekisine, yani birbirlerine dönüşmelerini sağlamaktır. Birbirlerine dönüşen amaç ile aracın birbirlerini yok etmesinin kaçınılmaz olduğunu söylemeye ise bilmiyoruz gerek var mı. Varılmak istenen nokta şudur: Sonsuzluk özne ile nesne, amaç ile araç, neden ile sonuç arasındaki ilişkinin anlamsızlaşarak ortadan kalktığı, böylece de işte varlıkları birbirleriyle ilişkilerine bağımlı olan bu kavramların bizzat kendilerinin yok olduğu, zaman ile uzam içindeki bir boşluk formunda zuhur eden o malûm içkin dışsallıktır. Özneye içkin aşkınsal bir kavram olan sonsuzluk mevcut-egemen varoluş biçiminde kısa-devre yaratarak mevcut-egemen düzenden bir kopma yaratır. İşte Alain Badiou’nun Varlık ve Olay(Being and Event) adlı kitabında boş-küme olarak nitelendirdiği söz konusu sonsuzluk ölümsüz bir öznedir.

[8]Alain Badiou, Etik: Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme, çev. Tuncay Birkan (İstanbul: Metis, 2004), 27-8.

[9]Bu arada yeri gelmişken belirtelim, biz ve ben biriz, çünkü ben zaten içimdeki karakterlerin rollerini hayata geçirdiği bir tiyatro sahnesinden başka bir şey değilim. Yani ben bizim tiyatrodur denebilir, hatta ben yokum aslında, çünkü biz bilmekteyizdir ki bir ölür, geriye çokluk kalır diye de eklenebilir. Ölen bir’in yerine asla sıfır geçmez, çünkü sıfır, olmayan bir’den başka bir şey değildir. Bir’in yerine bir başka şeyden ziyade hiçliğin kendisi geçtiği zaman ortaya çıkan niceliksellik ve niteliksellik dışı duruma verilen addır sıfır. Bir ise asla saf haliyle var olamayacağına göre her şey iki’den başlar. Peki ama bir’in asla var olamayacağını da nereden çıkardık? Bir’in asla var olamayacağını bir yerden çıkarmış değiliz sevgili okur. Bir zaten hiç yoktu, asla olmadı. Sayılar sıfırdan başlar ve iki ile devam ederdi ama biz iki’ye geçebilmek için bir’in bölünebilir varlığına o kadar çok ihtiyaç duyduk ki asla olmayan bir şeyden varmış gibi söz ettik. Olmayan bir şeyden olması muhtemel bir başka şeye geçiş aşamasında bir basamağa ihtiyaç duyduk çünkü biz. Bir işte böyle doğdu, yani olmayarak olan, olmayandan olana geçebilmek için oldurulan ve halihazırda bölünmüş olduğu halde bölünebilir bir bütünlük maskesi takmış olarak doğdu bir. Demek ki sıfırdan sonra bir değil, iki gelir, çünkü her bir kendi içinde olan ve olmayan diye ikiye bölünmüştür, bölünmüş olarak doğar ve bölünmüş olarak ölür. Bir, hep ve sadece doğumdan önce ve ölümden sonra var ol(may)an bölünmüş bir bütünlüktür.

---------------------------------------

Sonsuzluk özne ile nesne, amaç ile araç, neden ile sonuç arasındaki

ilişkinin anlamsızlaşarak ortadan kalktığı, böylece de işte varlıkları birbirleriyle ilişkilerine bağımlı olan bu kavramların bizzat kendilerinin yok olduğu, zaman ile uzam içindeki bir boşluk formunda zuhur eden o malûm içkin dışsallıktır. Özneye içkin aşkınsal bir kavram olan sonsuzluk mevcut-egemen varoluş biçiminde kısa-devre yaratarak mevcut-egemen düzenden radikal bir kopuşa zemin hazırlar. İşte Alain Badiou’nun Varlık ve Olay adlı kitabında boş-küme olarak nitelendirdiği söz konusu sonsuzluk bizim O adını verdiğimiz ölümsüz öznedir. O, Gilles Deleuze’ündeyimiyle bu kitabın yazarının kavramsal personası, Fernando Pessoa’nın anlam dünyası bağlamında ise söz konusu yazarın heteronomik kişiliği, yani dış-kimliğidir. Olmayan bir şey olarak var olan O bu kitabın yazarına içkin bir dışarıda konumlanmıştır. Bu kitabın yazarının içindeki bir dışarı, veya işte bir şey olduğunu zanneden bir hiçiniçindeki hiçbir şey olan O, kitabın aynı zamanda hem nesnesi, hem de öznesidir denebilir, ki nitekim işte denmiştir de zaten.

Bu yazılar şu anda okunmakta olduğuna göre demek ki bu yazıları yazan,belirli bir zamanda ve belirli bir uzamda konumlanmış bir özne söz konusu olmuştur. Söz konusu öznenin kendini anlatmaktan ziyade O diyeadlandırdığı bir hiçliği anlatıyor oluşu ise ancak yazının öznesinin kendininesneleştirerek olmayan bir özneye dönüştürmek çabası içerisinde olduğunu gösterir. Peki ama söz konusu özneyi içinde bulunduğu çabadan ayıran nedir? Öznenin kendisi olmadan içinde olunabilecek bir çaba da olamayacağına göre, neden bu özne kendisinden bağımsız bir çaba olabilirmiş gibi kendisini çabanın nesnesi olarak göstermek ihtiyacı içerisindedir? Belli ki bu kitabın yazarının, yani O’nun derdi, Kant, Hegel, Nietzsche, Deleuze, Derrida, Badiou ve Zizek gibi düşünürlere de dert olmuş olan aşkınlık(transcendence) ve içkinlik(immanence) arasındaki ilişkidir. Bir nesne olarak yazarın kendisi üzerine ahkâm kesebilmek için kendisini aşan bir özneye dönüşmesi gerektiğini dile getiren Kant ve bir nesne olarak yazarın kendisi üzerine ahkâm kesebilmek için kendisini

aşan bir özneye dönüşmesi gerekmediğini, zira kendisini bir nesne olarakdile getiren söz konusu yazarın kendisini aşan o özneyi zaten hâlihazırda içinde barındırdığını kaleme alan Hegel’in felsefeleri üzerine bir takım spekülatif(kurgul) düşünceler üretmeye niyetlenen ve bu yolda Kant ile Hegel’in karşılaştırmalı bir okumasına girişmesi gerektiği aşikâr olan O’nun dünyasına giriyoruz şimdi hep birlikte: Ben, Sen, O, Biz, Siz, Onlar…

Kant’ın aşkınsal(transcendental) idealizmini Hegel’in spekülatif idealizminden ayıran fark, Kant’ın kendinde-şey’i tarif edebileceğimizi, Hegel’inse kendinde-şey’den ancak neticeler çıkarabileceğimizi dile getirmesinden kaynaklanan bir farktır. Kendi anlam dünyamız bağlamında yeniden yazacak olursak diyebiliriz ki Kant bizim birer ölümlü olarak ölümsüzlüğü tarif edebileceğimizi söylerken, Hegel ölümsüzlük düşüncesinden ancak ölümlülüğümüzün anlamı hakkında çıkarımlar yapabiliriz demektedir. Zira Kant’a göre ölümsüzlük ölümlülüğü çevreleyen bir durumken, Hegel için ölümsüzlük ölümlülüğün içindeki bir boşluktur. Bir başka deyişle Kant için ölümsüzlük özneyi aşkınken, Hegel için ölümsüzlük özneye içkindir. Ne aşkınsal idealizmi, ne de spekülatif idealizmi tasvip eden O henüz adlandıramadığı, fakat tanımlayabildiği yeni bir spekülasyon biçiminin şemasını çizmeye yeltenmekten başka çaresi olmadığını çok geçmeden idrak edecektir. O’nun tasavvur edebildiği kadarıyla söz konusu spekülasyon biçimi Kant’ın ve Hegel’in idealizmlerinden radikal bir kopuşgerçekleştirerek kendinde-şey’in düşünceden ve bilgiden bağımsız olarakvar olabileceğini kuramsallaştırmaya yönelik olacaktır. Aşkınsal olmayan bir dışarı ve içkin olmayan bir içeri, şeklinde özetleyebileceğimiz kendinde-şey’in konumunun zamanın ve uzamın birleştiği yer olduğunu söylemeye ise bilmiyoruz gerek var mı, ama gene de söylüyoruz işte, belki vardır diye.

Kendinde-şey olarak O kendini ifade edebilecek ve kendinden farkını dilegetirebilecek bir spekülasyon biçimini hayata geçirebilmek için kaçınılmaz olarak Kant ile Hegel arasında, Deleuze’ün deyimiyle bir ayırıcı-sentez(disjunctive-synthesis) işlemi gerçekleştirmek zorundadır. Zira bir ölümlünün kendini bir ölümsüz olarak tasvir edebilmesi ancak Kant’ın düşünümsel yargı(reflective judgement) ve Hegel’in spekülatif diyalektik stratejilerinin materyalist bir felsefe anlayışı içerisinde bölünüp aşkınsal ve idealist yanlarından arındırıldıktan sonra spekülatif ve materyalist yanlarının yeniden birleştirilmesiyle mümkün kılınabilir. Zamanın ve uzamın birbirine dönüşerek tarih-dışı bir var oluşun, yani bir ölümsüzün, zuhur etmesini mümkün kılacak alanı yaratması elbette ki yalnızca teoride mümkündür. Lâkin zaten biz de burada ölümsüzlüğü kuramsallaştırmaktan başka bir şey yapmakta olduğumuzu iddia etmiyoruz. Söz konusu ölümsüzlük teorisinin pratikte ne işe yarayacağına ve/yani böyle bir kuramsallaştırma girişiminin politik arenada ne anlama geleceğine ise spekülasyonlarımızın ilerleyen aşamalarında değineceğimizi şimdiden belirtelim; belirtelim ki sabırsız okuyucularımız sabretmeyi öğrenmek yolunda adımlar atmaya şimdidenbaşlasın. Hatta değinmekle de kalmayacak, liberal-demokratik-militarist-kapitalizm içerisinde yaşayan bir ölümlünün, içinde yaşadığı sistemi değiştirebilmek için kendini neden ölümlü bir nesne olarak görmekten ve göstermekten vazgeçerek, ölümsüz bir özne olarak görmeye ve göstermeye başlaması gerektiğini Alain Badiou’nun hakikat teorisi dolayımıyla açıklamaya çalışacağımızı da sözlerimize ekleyelim; ekleyelim ki hayata geçirmeye cüret ve teşebbüs ettiğimiz olayın boyutları bir nebze olsun açıklığa kavuşsun. Ama tüm bunlardan önce yapmamız gereken daha başka şeyler var; meselâ az önce net bir şekilde adlandırmaktan kaçındığımız spekülasyon türünün adlandırılması gibi… Öncelikle bu adlandırma işlemini bizden önce gerçekleştirmiş olanlar olduğunu teslim etmeliyiz. Quentin Meillassoux bahse konu spekülasyonbiçimine Spekülatif Maddecilik demeyi seçerken, Ray Brassier benzer bir spekülasyon türüne Spekülatif Gerçekçilik demeyi seçmiştir. İkisinde de

aynı kalan sözcüğün Spekülatif sözcüğü olduğu gözden kaçacak gibi değil.Belki de işte bu yüzden biz de az önce spekülasyon terimini kendimizden emin bir biçimde zikretmiş olmamıza rağmen bunun ne tür bir spekülasyon olacağını dillendirmemeyi seçmişizdir, kim bilir.

2007 yılında Londra’daki Goldsmiths Üniversitesi’nde Ray Brassier, Quentin Meillassoux, Graham Harman, ve Iain Hamilton Grant’ın konuşmacı olarak katılımıyla düzenlenen bir konferansta Brassier tarafından ortaya atılan spekülatif gerçekçilik kavramı insan aklından, düşüncesinden, bilincinden bağımsız gerçeklikler ve insandan bağımsız kendinde-şeyler olduğunu ortaya koyan felsefi bir akımdır. Gerek Kıta Felsfesi’nden, gerekse de Analitik Felsefe’den radikal bir kopuş gerçekleştirerek Kant ve Hegel’in uzantısı olan tüm felsefi yaklaşımların, Meillassoux’un Sonluluktan Sonra(After Finitude) adlı kitabında ortaya koyduğu deyimle bağlılaşımcılık(correlationism) dünyadan bağımsız bir insan veya insandan bağımsız bir dünya tasavvur etmekten aciz olduğunu iddia eden spekülatif gerçekçilik hem yeni bir düşünce alanı, hem de yeni biri düşünme biçimi yaratması bağlamında önem arz etmektedir. İnsan bilincinden bağımsız kendinde-şeyler’in var olduğu noktasında birleşen Brassier, Meillassoux, Grant ve Harman’ın felsefeleriarasında pek çok fark da mevcuttur aslında. Ama biz şimdilik birleştikleribu ortak nokta üzerinden tartışacağız spekülatif gerçekçileri, özellikle de Meillassoux ve Brassier’i. Meillassoux’nun Sonluluğun Sonu’ndan bir yıl sonra yayımladığı Hiçliğin Çözülüşü(Nihil Unbound) adlı kitabında Brassier, Heidegger ve Deleuze’ün zaman ve ölüm okumalarının eleştirisive Lyotard’ın Güneş Felaketi(Solar Catastrophe) makalesinin bir yeniden okuması üzerinden güneşin 4.5 milyar yıl içerisinde patlayarak dünyadaki yaşamı sona erdireceği gerçeğinin insan bilincinden ve düşüncesinden bağımsız bir gerçeklik olarak görülmesi gerektiğini ve bunun da hepimizin hâlihazırda yaşayan birer ölü olduğumuz anlamına geldiğini öne sürmektedir. Her iki yazarda da karşımıza çıkan ortak

özellik kendinde-şey olarak mutlağın(Meillassoux) ve hakikatin(Brassier) var olabileceği iddiasını taşıyor oluşlarıdır. Benim için önemli olansa kendinde-şey olarak ölümsüzlüğün veya sonsuzluğun, ölümlü ve sonlu bir varlık olan insandan bağımsızlaşan kimliksiz ve kişiliksiz bir bilincin a-nihilistik spekülasyonları dolayımıyla politik bir amaç için kullanıma sokulabileceği, sokulması gerektiği gerçeğidir. Badiou’nun hakikat ve olay teorisinden hareketle, bir ölümsüzün gözüyle ve bilinciyle tasvir edilen ölümlülerin dünyası, mevcut-yapı içerisinde gedikler açmak suretiyle yeni hakikatlerin zuhur etmesini sağlayacaktır kanaatindeyim. Ölümlülüğü sömürmek suretiyle gücüne güç katan liberal-demokratik-militarist-kapitalizmin ölümün ortadan kalkmasıyla kendi içine dönük birpatlamaya(contraction), içe doğru çökmeye maruz kalacağından hareketle diyebiliriz ki yaşamı olumsuzlamaktan ziyade olduğu gibi olumlayan materyalist bir gerçekçiliğe, yani aşkınsallığa öykünen, ölüm dürtüsü ve yaşam dürtüsünün tahakkümü altındaki kapitalist-gerçekçilikten, kendinde-şey olarak Öteki’nin, yani ölümsüzlüğün veya sonsuzluğun içkin olduğu komünist-gerçekçiliğe doğru bir yönelim hem mümkündür, hem de gerekli.