Bazı kavramlar ve konular vardır ki, toplumunerkuterleblebici.com/FileUpload/bs438849/File... ·...

Preview:

Citation preview

Bazı kavramlar ve konular vardır ki, toplumun her kesimini ilgilendirir. O kavram ve konu hakkında herkesin görüşü ve kanaati vardır. Ama hepimizin görüşleri, kanaatleri olduğu halde bu kavram ve konular üzerinde anlaşmakta zorlanabiliriz. “Cumhuriyet” de bu kavramlar arasındadır.

Cumhuriyet ve Atatürk hakkındaki bildiklerimiz ve yorumlarımızın önemli ölçüde ülkemizdeki kutuplaşma ve ötekileştirme kültürü üzerinden değerlendirilmesi, bu konuyu yeterince sağlıklı ve sağduyulu bir şekilde ele almamızı zorlaştırıyor.

Üniversitemizde gelenek haline gelen “Cumhuriyet ve Atatürk Günleri” etkinliklerinde bu yıl Atatürk ve Cumhuriyet’in daha farklı bir şekilde ele alındığına tanık olduk. Çeşitli sergiler ve sanatsal etkinliklerin yanı sıra “90. Yılında Cumhuriyet Sempozyumu” gerçekleştirildi. Bu Sempozyumda, “Cumhuriyet” felsefeciler, sosyologlar ve siyaset bilimcilerin yanı sıra tarihçiler tarafından da farklı bakış açılarında ele alınıp tartışıldı. Üniversitemizin ve ülkemizin önde gelen akademisyenlerinin bir kısmının bildirilerinden belli bölümlerin yanında çeşitli

röportajları bir dosya şeklinde sunmaya çalıştık. İzmir’in en kapsamlı sanat etkinliklerinden

biri olan EgeArt’ın beşincisi de dergimizin sizlere ulaştığı günlerde gerçekleşmiş olacak. Ulusal ve uluslararası katılımla düzenlenen Sanat Günlerinde hem üniversitemiz hem de İzmirliler pek çok sanatçı ve sanat eseri ile buluşma fırsatını yakalama şansı buluyor. Etkinliğin küratörü Tüzüm Kızılcan ile yaptığımız röportajda “Kıyıda” temasını ve EgeArt’ın ruhunu okuyabilirsiniz. “Kıyısından” ele aldığımız bu önemli sanat etkinliğine bir sonraki sayımızda daha geniş yer vereceğiz.

Bir Egelinin Portresi bölümümüzde ise çok yönlü bir bilim insanının, Erkuter Leblebici’nin üniversitenin tarihine de ışık tutan öyküsünü bulacaksanız.

Kısacası, bu sayımızda yine üniversitemiz, şehrimiz, ülkemiz ve “insan” var.

Egeden ekibi olarak, Üniversitemizin “Hem geçmiş hem gelecek: Ege Üniversitesi” söyleminin paralelinde, hem geçmişimizi sahiplenip hatırlatmaya hem yeni olan ne varsa onu yakalamaya devam edeceğiz.

İlgi ve desteğinizin sürmesi umuduyla…

4 12

24

6044

Ege Üniversitesi Adınaİmtiyaz Sahibi

Prof. Dr. Candeğer YılmazYayın Kurulu Başkanı

Prof. Dr. Atilla SilküSorumlu Müdür

Prof. Dr. M. Bülent ÖzkanGenel Yayın Yönetmenleri

Yrd. Doç. Dr. Engin ÖnenYrd. Doç. Dr. A. Oğuzhan Kavaklı

Yayın Kurulu ÜyeleriProf. Dr. Şevket Toker, Özlem Arınık Topuz,

Ali İhsan Mimtaş, Demet Altuntaş,Gamze Karademir Erol

Muhabir ve FotoğrafçılarDemet Altuntaş,

Gamze Karademir Erol, Ümit Mutlu

Konuk YazarlarProf. Dr. Ali Yaşar Sarıbay, Prof. Dr. İlhan Tekeli, Prof. Dr. Nuri Azbar, Prof. Dr. Nuri Bilgin, Prof.

Dr. Salih Özbaran, Prof. Dr. Zeki Arıkan, Redaksiyon

Prof. Dr. Şevket TokerArş. Gör. Ebru Kabakçı,

Arş. Gör. Göksu Çiçekli KoçTasarım

Gamze Karademir Erol, Ümit MutluKapak GörseliEtem Çalışkan

Reklam SorumlusuEÜ Rektörlüğü

Basın ve Halkla İlişkiler MüdürlüğüReklam Rezervasyon

Ege Üniversitesi Rektörlüğü Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’ne

(0 232) 342 59 72 numaralı telefon numarasından veya

halkilis@mail.ege.edu.tr e-posta adresinden ulaşabilirsiniz.

Yönetim YeriEge Üniversitesi Rektörlüğü Bornova/İzmir

Tel: (0 232) 388 01 10 http://www.egeden.ege.edu.tr

Basım YeriUmur Basım San. ve Tic. A.Ş.

Esenkent Mah. Dudullu Org. San. Böl. 2. Cad. No:5 Ümraniye / İstanbul

Tel: 0216 645 62 00Basım Tarihi: 17 Aralık 2013

Yayın TürüYerel, Süreli, Üç Aylık

Egeden Dergisi, Ege Üniversitesi Rektörlüğü tarafından yayınlanır.

50

Bir Egeli'nin PortresiErkuter LeblebiciSöyleşi: Demet Altuntaş Gamze Karademir Erol

MakaleYeşil üniversite, yeşil kentNuri Azbar

SöyleşiÖdülleri çocuk gülümsemesiSöyleşi: Demet Altuntaş

Gündem EgeCumhuriyet ve Atatürk GünleriCumhuriyet ve modernleşme serüveniMakale: İlhan Tekeli

“Her şeyde güzellik arar insan”Etem ÇalışkanSöyleşi: Gamze Karademir Erol

Cumhuriyeti anlamakMakale: Nuri Bilgin

Kül olmuş kasabadan Cumhuriyet kentineMakale: Salih Özbaran

Cumhuriyetin doksan yılında halkevi dergileriMakale: Zeki Arıkan

Cumhuriyet fikriMakale: Ali Yaşar Sarıbay

Ataol Behramoğlu:“Edebiyat insan olmaktır”Söyleşi: Demet Altuntaş

Gündem Ege5. Uluslararası EgeArt Sanat GünleriEge’nin ‘kıyı’sında, sanatın merkezinde...

10 yıllık bir serüvenin fikir babası:Tüzüm KızılcanSöyleşi: Gamze Karademir Erol

Üniversiteden Kısa KısaEge Burada

Kulis SöyleşileriMehmet Erdem’in “şehirli akustik müziği”Söyleşi: Demet Altuntaş

SinemaGravity: Bilimkurgunun bilim destekli postmodern zaferiÜmit Mutlu

SöyleşiVampir dünyasına akademik ve edebi bir bakışSöyleşi: Gamze Karademir Erol

Üniversiteden Kısa KısaEge Ajans, Ege Burada

Ayın FotoğrafıÜmit Mutlu

4 44

10 49

5012 54

1618

24

30

60

58

36

62

3968

65

4276

4

BİR EGELİNİN PORTRESİ

e # Demet ALTUNTAŞGamze KARADEMİR EROL

Erkuter Leblebici Ege Üniversitesi-nin ilk yıllarında gördüğü bir laborant ilanıyla Egeli olmuş. 33 yıl boyunca botanik alanında gerek tek başına gerek meslektaşlarıyla literatüre pek çok türü kaydetmiş bir uzman. EÜ Herbaryum Merkezi’nin kurulmasın-da dönemin Rektörü Prof. Dr. Yusuf Vardar’ın görevlendirmesiyle önemli bir rol oynamış. Emekliliğin ardından seramik çalışmalarına başlayan Leb-lebici, kısa sürede botanikte olduğu gibi seramik alanında da adından söz ettiren biri haline gelmiş. Sanat-çı, yirmi yılı aşkın bir süredir şehir hayatından uzakta, Tire’nin Küçükkale köyünde kendi yaptığı 2 odalı kerpiç evde ilk göz ağrısı bitkilerle iç içe bir hayat geçiriyor.

Hocam, 2012 yılında botanik alanında yaptığınız çalışmalar dolayısıyla Ege Üniversitesi Se-natosu tarafından “Üstün Hizmet Madalyası”na layık görüldünüz. Bildiğimiz kadarıyla biyoloji mezunu

değilsiniz. Ancak bu alanda oldukça önemli çalışmalar yapmış, literatüre yeni türler kazandırmışsınız. Hatta literatüre sizin adınızla giren türler de var. Öykünüze en baştan başla-yalım; Ege Üniversitesine girişiniz nasıl oldu?

Akademik titrim uzmanlık, yüksek lisans doktora yapmadım. Esasında biyoloji eğitimi almış birisi de değilim. Makina tekniker okulu mezunuyum.

63 yılında üniversitede laborant aranıyordu, ben de başvurdum ve girdim. Beş çocuklu bir ailenin en büyük evladıyım. Baktım ki bu iş güzel, doğa, bitkiler falan... Botanik Enstitüsünde beraber çalıştığım hoca Regel adında birisiydi. O zaman Yusuf Vardar da bizim bölüm başkanı. Yusuf Hoca, “Prof. Regel ile araziye git” diyor, gidiyordum. Ama ben doğru dürüst İngilizce bilmiyorum, o da Türkçe bilmiyor. O bir bitki ismi söylüyor, ben hemen kafama yazıyordum. Baktım olmuyor İngilizce kursuna gittim,

Bilimden sanata uzananbaşarıların öyküsü

5GÜZ 2013

onunla çalıştığım için İngilizce öğren-dim. İşi de çok sevdim, araziye gidip bitkileri topluyor, istifliyorduk. Sene 65 oldu, işe başladıktan 2 yıl sonra, Yu-suf Vardar “Sen bu işi devamlı yapacak mısın” diye sordu; yapacağımı söyle-dim. Üniversiteye herbaryum mer-kezi ve botanik bahçesi kuracaklarını söyledi ve beni Alman hükümetinin bursu olan DAAD Bursu ile Hamburg Üniversitesine gönderdi. Hamburg Üniversitesi Herbaryumunda 1965-66 senesinde 12 ay süre ile herbaryum kurulma çalışmaları için araştırmalar yaptım. Orada kara yosunları üzerine çalışmalar yapan Prof.Dr.K. Walther ile beraber çalışmaya başladım. Bana kara yosunlarının nasıl tayin edileceği-ni öğretti. O yıllarda Türkiye’de henüz kara yosunları çalışan yoktu.

Türkiye’ye döndüğümde herbar-yum merkezi çalışmalarına başladım. Şu an halen var olan merkezin planını hatta dolap ve raf sistemini bile ben çizdim. Hatta ihale sırasında dönemin Üniversite Genel Sekreteri Nurettin Aşıkhan ile birlikte kampüs projesini yapan mimara gittim. Projenin ger-çekleşebilmesi için o mimarın imzası gerekiyordu. Ben projeyi anlatırken kendisi benim de mimar olduğumu zannetti. Bu arada Aşıkhan işaret ederek, “ses çıkarma” diye uyarmıştı. Benim çizdiğim projenin yapılmasını uygun buldu.

Bir taraftan herbaryum merkezi çalışmaları sürerken diğer yandan botanik alanındaki saha çalışmalarına da başladınız galiba...

Evet, Prof. Dr. Walther “Türkiye’de Karagöl kara yosun-larını” çalışabilirsin. Tayin edeme-diklerini bana gönder” demişti. Yamanlar-Karagöl’de tek başıma çalışmaya başladım. Uyku tulu-muyla yatıp kalkıp karayosunu topladım. O çalışmaların sonunda Türkiye’de Karayosunları üzerinde çalışan ilk araştırıcı olmanın ya-nında, Prof. Walther ile Türkiye’de ilk karayosunları hakkındaki kitabı yayınladık.

Ama çalışmalarınız kara yosun-larıyla sınırlı kalmadı...

O günlerde Necmettin Zeybek Avrupa’dan döndü ve üniversiteye geldi. Biz sistematik bölümüydük, Yusuf Vardar fizyoloji bölümünde idi. Necmettin Hoca ile deniz alg-leri çalışmaya başladık. Ben yüzme biliyorum, dalıyorum çıkıyorum falan... “Yapar mıyız? Yaparız” dedik ve Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu’ndan (TÜBİTAK) proje desteği alarak Bodrum’dan Finike’ye kadar dalmalı çıkmalı yosun topladık. Yosunları topluyoruz ben tayin ediyorum. Sonra Enez, Saros Körfezi, Şile İğneada projesi de yaptık.

Botanik Bahçesi, eski bina, Mayıs 1964

Erkuter Leblebici, botanik literatürüne 16 bitki kazandırmış. Bunlardan biri de kendisine botanik alanında ilerlenin yolunu açan hocası Yusuf Vardar’ın ismini verdiği “vardaranus”.

6

Bu arada “Türkiye Florası”nın yazımı gerçekleştiriliyordu. “Türkiye Florası”nı yazan yazar Edinburg Üniversitesin-den Peter Davis İzmir’e Ege Üniver-sitesine geldi. Yusuf Hoca benden Davis’e kılavuzluk yapmamı istedi. Bir ara Yusuf Hoca, “Sen Türkiye florasına çok meraklısın, iyi de çalışmalar yapı-yorsun, seni Edinburg’a Peter Davis’in yanına gönderelim, orada çalışır mısın” diye sordu. Yine İngilizce kurs aldım ve yeterliliği hakettim. İngiliz hükümeti 6 ay burs verdi Edinburg’a gittim Davis’in yanına.

Yeni bir hocayla çalışmak size yeni ufuklar açmış olsa gerek...

Evet, Peter Davis flora çalışmaları yapıyordu. Onunla birlikte çalışıp bu alanda çok şeyler öğrendim. Türkiye’ye dönerken bana adaların çalışılmadığını söyledi. Bu bana yeni bir yol çizdi. Sene 1977 idi. O za-man doçent olan Özcan Seçmen ile TÜBİTAK’a “Adalar Florası” projesi ver-dik. Gökçeada ve Bozcaada florasını araştırmaya başladık. Devamlı adalara gidiyoruz geliyoruz bitkiler topluyo-ruz, tayin ediyoruz.

Bu arada bir sürü iş yaptığımı fark ettim: kara yosunları, deniz algleri ve adalar florası çalışmalarının yanında laboratuvarlara giriyorum, yüksek li-sans öğrencilerine bitki tayin prensip-lerini anlatıyorum, tabii henüz uzman kadrosuna atanmadığım için ders

benim adıma bile değil. Uzmanlık kadrosu ne zaman

geldi?İşte tam bu dönemde Yusuf Hoca,

“Biz seni uzman kadrosuna atayalım” dedi. Müracat ettim, tabii özgeçmi-şimi, burslarımı, işlerimi, kitaplarımı, bildiğim dilleri hep yazdım. Fakat senato ilk başvurumu kabul etmedi. Yusuf Hoca, senatörlere gidip kendimi tanıtmamı, dikkatlerini çekmemi istedi. Bunun üzerine bir sonraki başvurum onaylanmış, 2547 uzman kadrosuna atanmıştım.

Oldukça yoğun bir tempoyla geçirmişsiniz o yılları... Peki adalar projesini ne takip etti?

Adalar projesinin ardından 1984 yılında bir kez daha bursla Edinburg’a gittim. Elimdeki bitkilerin tayini için gitmem şarttı çünkü. Yine çalışma-larımı yaptım, geldim. Bu kez de Toroslar’ın çalışılmamış olduğunu konuştuk Davis ile. Dönüşümde yine bir TÜBİTAK projesi olarak Yusuf Gemici ile Toroslar’da çalışmalar yaptık ve pek çok yeni bitki bulduk. Bu çalışmalar sürerken göllerle ilgili araştırmaların yapılmamış olduğunu gördük. Çünkü göl çalışması biraz zordur, özel kıyafet ister. Bataklıktıktır, suya girince hemen çıkamazsın bütün gününü alır. Yine Özcan Seçmen ile “Türkiye Gölleri” projesi yaptık. Artık sistem oturmuştu. Kim bitki topluyor-

1977 Temmuz, Mu-rat Dağı 2 bin metre-lerde bitki topluyoruz. Üstümüzdeki bulutlar süratle batıya doğru gi-

diyorlar, elimizi uzatsak takılıp beraber gideceğiz sanki. Biraz uzağımızda yörük çadırları, ellerimizde çapa, topladığımız bitkiler dolanıp duruyoruz. Bir ara bize ünleyip çay içmeye çağırdılar. Gittik. O güzelim insanlar, kıl çadırları içinde tertemiz yazgılar ve içten dav-ranışları. Çok hoş bir ortamda-yız. Hiç çekinme yok, ellerimizi sıkıp hatır soruyorlar kadınlı erkekli. Dereden tepeden konuşuyoruz, ne kadar zaman geçti bilemiyorum. Bir ara yaşlı olan, bulutlar çok hareketli bir an önce yola koyulmalısınız diye bizi uyardı. Toparlandık ve yola düştük. 15-20 dakika sonra bir yağmura yakalandık ki, ortalık toz-duman.

Doğa ile bu kadar iç içe olunca ve iyi gözlemleyince öğreneceğimiz çok şey vardır diyorum kendi kendime. Daha iyi gözlem yapabilmeli, yorum-lamalı, doğadaki her varlığın davranışını ve yapısını iyi bilmeli ve anlamaya çalışmalı-yız ki doğa ile iyi geçinebilelim ve ondan en yüksek verimi alabilelim. Bunu bilimde, sanatta, yaratıcılıkta, müzikte birçok alanda kullanabiliriz ve kullanıyoruz da. Benim yapmak istediğim de bu ve yapmaya gayret ediyorum. Ve sonunda neler çıkıyor ortaya ben de hayret ediyorum. Doğa tutkunları, gezginler, kaşifler, araştırıcılar, denizciler çok cesur oldukları için değil doğa hakkında ve konularında çok bilgili oldukları için bu etkin-liklerde bulunabiliyor.

Ege Üniversitesinin 2012-2013 eğitim öğretim yılı açılış töreninde “üstün hizmet madalyası” verilen 6 öğretim üyesi arasında Erkuter Leblebici (en sağda) de vardı.

7GÜZ 2013

sa, benim uzmanlık alanım olduğu için bana göndermeye başlamıştı. 36 aylık projelerle yaklaşık 16 yılda 3 proje yaptık. Türkiye’de 228 sulak alanda çalışmalar yaptık. Biten pro-jenin ardından hemen yeni projeyi veriyorduk TÜBİTAK’a.

Bilim dünyasına pek çok yeni tür tanıtmış oldunuz... Güzel bir his olsa gerek.

Tüm yapılan bu çalışmalar sonu-cunda bir kısmı tek başıma bir kısmı ortak çalışma sonucu 16 bitki adlan-dırılarak bilim dünyasına tanıtıldı, 3 tanesi yeniden sınıflandırıldı, 1 yeni bitki birliği saptandı ve 6 bitki Türkiye Florasına yeni olarak kaydedildi. Bu tabii çok hoş bir duygu.

Ancak literatüre tarafımızdan kaydedilen türler kadar benim ismimle giren türler de oldu. Meslek-taşlarım tarafından bu alana verdiğim hizmetlerden dolayı 3 bitkiye adım verildi. Bazıları diyor ki alana pek çok katkısı bulunmuş, biz de onun ismini verelim.

İnternete girdiğimde sistema-tikçilerin arasında ismimin geçtiğini görünce de memnun oluyorum tabii. Açıkçası hoşuna gidiyor insanın. Bu gerçekten onur verici bir şey benim için. Ben de alana bir şeyler kattıysam mutluyum. Hâlâ da devam ediyorum çalışmalara. Yeni yılın başında iki yıldır çalışmakta olduğumuz Tire Güme

Dağı bitkilerinin renkli kitabını Tire Belediyesi’nin katkılarıyla çıkarıyoruz. Fırsat olsa daha yapacak çok proje var aklımda.

Hocam, siz eğitimi botanik ol-madığı halde aşkla bu alana hizmet veren bir kişisiniz. Dünyada sizin gibi başka botanikçiler var mı?

Var tabii. Örneğin dünyanın en önemli orkidecisi bir makina mühen-disi. Böyle örnekler var. Bazı kişiler alanda başarılı olur. Ben onlardanım. Ben devamlı araziye çıkıyordum, bitki toplayıp tayin ediyordum. Şimdi çıktığım seyahatlare bakıyorum da kendi kendime “ben ne zaman evde oturdum acaba” diye soruyorum.

Bitkiler dünyasına olan ilgi ve sevginiz ile bitki sistematiği alanın-da kendinizi yetiştirmiş olmanız, 1963-96 yılları arasında çalıştığı-nız Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Sistematik Botanik Kursüsü’nde yaptığınız hizmetler, ‘Türkiye’de Botanik Tarihi Araştırmaları’ adlı eserde ülkemiz florası için tek temel kaynak olan ‘Flora of Turkey’ adlı eserin yazımında amatör bir bota-nikçi olarak yer almanız nedeniyle Ege Üniversitesi Senatosu tarafın-dan, “Ege Üniversitesi Üstün Hizmet Madalyası”na layık görüldünüz.

1963 yılında girdiğim Ege Üniver-sitesinden 1996 yılında emekli oldum, 33 yıl boyunca çalıştım. Üniversitede

yapmış olduğu hizmetlerden ötürü böyle bir madalya ile ödüllendirilmek, çalışmalarımın fark edilmiş olması beni çok gururlandırdı.

Yurt dışında eğitim ve yurt içinde saha çalışmalarının yoğunluklu olduğu yıllar içinde özel hayatınızı nasıl sürdürdünüz?

İşim aslında benim için hep hobi gibi oldu. Çok severek yaptım. Aksi takdirde böyle bir tempoyla çalışma-nın çok mümkün olacağını zannet-miyorum. Ama eşimin desteklerini de göz ardı edemem. Şu örnekle anla-tabilirim diye düşünüyorum: 1965 yılı-nın 22 Haziran’ında evlendik. Bense 1 hafta bile geçmeden 27 Haziran’da 1 yıl süreyle Hamburg’a gittim.

Hocam, biyoloji alanındaki üstün hizmetlerinizin yanı sıra önemli bir seramik sanatçısısınız. Seramik ça-lışmalarına ne zaman başladınız?

1996 yılında emekli oldum. Kadim bir dostumun önerisi ile 1997 yılında uluslararası seramik sanatçısı Bingül Başarır’ın yanında seramik çalışma-larına başladım. “Şunu yapın, bunu yapın” demiyor, elinize bir çamur veriyor, size tekniği anlatıyor ve sizi özgür bırakıyor. Bana da bir çamur verdi, üç ayaklı bir form yaptım, bir günde. “Devam et” dedi. Sonra bir form daha yaptım; 85 cm boyunda 10 cm çapında üç ayaklı ve katlı halka-lardan oluşan bir form. Baktı baktı,

Emekli olduktan sonra hobi olarak seramikle ilgilenmeye başlayan Leblebici kısa süre bu alan ustalığa erişmiş. Te-ması çaydanlık olan uluslara-rası bir seramik yarışmasında Türkiye’den kataloğa giren tek sanatçı olan Leblebici, başarı kazanan bu eserin “kara yosun-larında bulunan peristom denen kısımların yorumlanarak çay-danlık formuna dönüştürülme-si” yoluyla oluştuğunu söylüyor.

8

“Biz bunu devlet yarışmasına gönde-relim. Bu eser ses getirir” dedi. Sene 98. Türkiye’nin en prestijli yarışması. Bizim atölyede herkes yarışma için bir şeyler yapıyor. Ben de eserimi götürdüm yarışmaya. Sonra eserin Ankara’ya gönderildiğini öğrendim. Bu kataloğa girecek demekti. Çok mutlu oldum tabii. Ardından bir mektup geldi, yarışmada 5 kişiye başarı ödülü veriliyor, biri de benmi-şim. Ülkemizin en prestijli yarışması. “Çıtayı çok yüksekte tuttun, kolay gelsin” dedi Bingül Hoca. “Belleğinde çok zengin bir form çeşitliliği var, bir şey yaparken yeni yorumlar getirip yaratıyorsun formunu” diye ekledi.

Ödül, İstemihan Talay tarafından takdim edildi. Bu başarının ardından kendime bir seramik fırını aldım. Ve daha çok çalışmaya başladım çamurla...

Bir de çaydanlık çalışmanız var. “Dünyada 500 Çaydanlık” adlı bir katalogta sizin çaydanlığınız da yer alıyor.

Evet, 1999’da teması çaydanlık olan uluslararası bir seramik yarış-masına katıldım. Yarışma, İsviçre’de bir müze tarafından düzenleniyordu. Bingül Hanım’ın atölyesinde yapıl-mıştı duyurusu. Çaydanlık önemli bir formdur. Çünkü vazo dümdüz gider

ama çaydanlıkta çok varyasyon vardır. Fonksiyoneldir de aynı zamanda. Her seramikçi bir çaydanlık yapmıştır. Ben de yarışmayı duyunca, Bingül Hoca-mın da teşvikiyle hayatımda ilk kez bir çaydanlık yaptım. Kara yosunlarında bulunan peristom denilen kısımları yorumlayarak çaydanlık formuna dönüştürmüştüm, kısacası biyoloji ile seramiği bir araya getirmiştim. Çay-danlığım, 1109 yarışmacının katıldığı yarışmada ilk 45’e girerek kataloglan-dı ve 2 ay Cenevre, Carouge Seramik Müzesi’nde sergilendi. Aynı çaydanlık Lark Kitabevinin 2002 yılında yayın-ladığı “Dünyada 500 Çaydanlık” adlı eserde 1680 seramikçinin eserleri arasından seçildi. Her iki yarışmada da ülkemizden kataloğa giren tek sera-mikçi idim. Sonra çaydanlık sergileri açtım.

Her alanda başarılara imza attığınızı görüyoruz. Hırslı biri misi-nizdir?

Ben devamlı soru sorarım, devam-lı kurcalarım. Bir şeyin olmayacağını bilmek de insanı bir sonuca götürür. Dolayısıyla olmayacağını görmek beni yıldırmaz. Bir sonuca vardığınız zaman o sonucunu irdeleyip başka bir sonuca gidebilirsiniz. Bir düşünür şöyle diyor; Düşünce ve düşünme

birbirlerinden tamamen farklı şeyler-dir. Düşünce duruk (durağan, statik), düşünme ise devimsel (hareketli, dinamik) şeydir. Evimizin verandasın-da sallanan koltuğumuza oturmuş bir tekne yapayım, okyanusları dolaşayım güzel yerler göreyim diye düşünceye dalabiliriz. Eğer tekne yapımı ile bir bilgimiz, deniz ile en ufak bir ilişkimiz olmamış ise bu düşünce olarak kalır. Eğer yeterli bilgiye sahipseniz, tekne tipi ve alacağınız malzemeler hakkın-da düşünmeye başlarsınız. Hareket başlamıştır ve sonunda ürün ortaya çıkar, bu bir bilgi birikimi veya bir objede olabilir. Düşünür şöyle diyor; düşünerek bir şey bulamazsınız, eğer belleğinize o konu ile ilgili bir bilgi yüklenmemiş ise neyi düşüneceksiniz, neyi yaratacaksınız.

İşte üretim böyle bir şey, o konuda belirli bir algı birikmesi lazım. Devamlı sorgulamak lazım. Seramikten örnek verirsem, seramik kırılabilir ama onun ne zaman kırılacağını test etmek sonuca varmanızı sağlar. Örneğin seramik eserin içine çivi yerleştirir-seniz seramiğin çatlamasına neden olur. Fakat benim çivili eserlerim de var. Seramik pişme esnasında yüzde 7 küçülür. Ben de küçülürken çatlaması-nı önlemek için belirli aralıklarla çiviyi

9GÜZ 2013

hareket ettirerek yuvasını bollaştırı-yorum. Artık öyle bir yere geliyor ki kırılmadan kuruyabileceği bir boşluk yaratmış oluyorum. Tabii ki bunlar denemelerle mümkün oluyor.

Botanik ve seramik hayatınızda önemli bir yer kaplamış ama başka uğraşlarınız da oldu mu?

Okumak benim için hayatın vazgeçilmez bir parçası. Bazılarına, kitap okunmasa da olur gibi geliyor. Ben onu bir türlü kabullenemiyorum. Çoğu sahaflardan alınmış 3 binden fazla kitabım var. Seyahat, bilim, felse-fe... Yıllarca üniversiteye Karşıyaka’dan gittim geldim, serviste hep kitap okudum. Okumak çok ayrı bir şey. Her kitap ayrı bir pencere açıyor insana. Bizde maalesef okuma alışkanlığı yaygın değildir.

35 yıllık arazi çalışmalarımda bitki sistematikçisi bir bilim adamı olarak dağcılık ve dalgıçlık yaptım. Ülkemi-zin her köşesinde günlerce bilimsel geziler için uzun yürüyüşleri çok keyif alarak tutku ile gerçekleştirdim. Bu ça-lışmalarım sırasında bilim dünyası için yeni bitkiler buldum. Deniz Algleri çalışmasında sualtındaki güzelliklerin içinde ayakta olmadan, yürümeden dolaşmak yani yatay olarak onların içinde gezmek nasıl anlatılır bilemem. Bu güzelliklerin de başkaları tarafın-dan görülebilmesi amacıyla 1982 Ağustos ayında 12 gün süren Ala-dağlar Ekspedisyonu sonunda İzmir Dağcılık Ajanı Adnan Kayatepe’nin girişimleri ile birkaç doğasever birle-şerek İzmir Dağcılık ve Doğa Sporları İhtisas Kulübünü (İDADİK) kurduk. Kurucu üyelerinden olduğum İDADİK halen etkili bir kulüp olarak varlığını sürdürmekte ve birçok başarıya imza atmış durumdadır. Başarılarını gör-dükçe çok mutlu oluyorum. Emekler yabana gitmemiş demek.

Bunlara ek olarak koleksiyonerlik de yapıyorum. Tarihi eser mermer ve seramik koleksiyonum var. Etna-bo-tanik eserlerim var, fosillerim var. De-ğişik halı ve kilimler ile bakır objeler toplarım.

Hiç bir anını boşa geçirmediğiniz oldukça zengin bir hayatınız var.

Zenginlik demek para demek de-ğildir, biz de 2 emekli aylığıyla geçini-yoruz. Zaten bence mutlu olmak satın alınabilecek her şeye sahip olabilmek

değildir. Ne istediğini bilirsen mutlu olursun. Yat alamayacağın halde yat istiyorsan mutsuz olmaya mahkum-sundur. Mutlu olmak kendi elinde. Ben bardağın her zaman dolu tarafını görürüm. Tabii ki her şeyin eksik tarafı vardır, ama ben eksiğin üzerine gitmem.

Hayatı ıskalamamaya çalışırım. 70’imden sonra Likya Yolu’nun 2 eta-bını yürüdüm. İlk isim verdiğim ve be-nim ismimi taşıyan bitkilerin dövme-lerini yaptırdım kollarıma. Yüzyıllardır yaşamlarını isimsiz olarak sürdüren bir bitkiyi bulup ailesine, kardeşlerine ve bilim dünyasına tanıtıyorsunuz ve onlara kimlik veriyorsunuz. Ben de o bitkileri vücuduma dövme yaptırarak içselleştiriyorum, onlarla yaşamlarımız bir an tesadüfen karşılaştı hepsi bu.

Bir de profesyonel olarak ne iş ya-parsa yapsın herkese mutlaka sevdiği bir uğraşı, bir hobisi olmasını tavsiye ederim. Bizde çok lüzumsuz görülme-sine rağmen, hobi hayatımıza anlam katmak için çok büyük önem taşır. Hani “Ne yapıyorsun” diye sorunca, “Vakit öldürüyorum” derler ya aslında fark etmiyorlar vakit onları öldürüyor. Sabır gerekli her işte. Okumak, farklı pencereler açmanın en kolay biçimi. İlgi, sorgulama önemli. Biz sentez ya-

pamıyoruz. Sebep-sonuç ilişkisi bizde çok kurulmaz. Oysa her olayda, bilim-de de, gündelik hayatta da önemlidir sebep-sonuç ilişkisi.

Başarınızın sırrı olumlu bakmak mı yoksa araştırıcı, sorgulayıcı, meraklı biri olmak mı sizce?

Hepsi ama bir de sevmek. Ben tek-nikerim ama hiç tekniker gibi çalışma-dım. Ben fabrikarlarda tekniker olarak çalışmayı sevmedim. Yaz tatillerinde doğa içinde çadır kurardım. Doğayı hep sevdim. Bu sevgi de beni bu işe getirdi diye düşünüyorum. Buraya girmem büyük bir şans. Doğada dağlarda dolaşıyorum tam bana göre. Ama mutlaka sebatla sabırla çalışak lazım. Benim de zor günlerim oldu, başarı bir günde gelmiyor. Ama önü-mü açan başarı oldu. Tabii ki hayatıma yön veren kişileri de atlamamak lazım.

İki kişinin hayatımda çok etkisi var bir tanesi Yusuf Vardar, beni keşfedip önümü açtı, yurt dışına gönderdi. “Türkiye Florası” kitabında çalışan 8 Türk’ten biri oldum. Ege Üniversitesi Herbaryum Merkezi’nin kurulmasında önemli bir role sahip oldum. Diğeri de Bingül Başarır oldu, seramik çalışma-larım konusunda beni yüreklendirdi, ilk eserimle Devlet Yarışmasına katıla-mamı sağladı.

10

Yeşil üniversite yeşil kent

1952 yılında Londra’da meydana gelen ve “Great Smog” adı verilen büyük hava kirliliği felaketi belki de dünyanın gözlerini çevre olgusu üzerine çeken ilk felaketlerden bir tanesidir. Günümüzü tehdit eden ve geleceği tehdit altına alacağı öngörülen bu konu hakkında kafa yoran ülkeler ilk kez 1972 yılında Stokholm’da düzenlenen İnsan ve Çevre Konferansı ile bir araya gelmişlerdir. Kullanılan doğal kaynaklar, artan insan nüfusu ve ihtiyaçları her geçen gün çevre üzerine daha büyük baskılar oluşturmuştur. Bununla birlikte insanın, gelişen teknoloji ile birlikte elde ettiği konfordan vazgeçmesi olanaksız bir hale gelmektedir. Bu çelişkinin çözümü ise “sürdürülebilirlik” kavramında yatmaktadır. Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Komisyonu tarafından sürdürülebilirlik;“Gelecek kuşakların gereksinimlerine cevap verme yeteneğini tehlikeye atmadan, insanlığın günlük ihtiyaçlarının temin edilmesi, kalkınmayı sürdürülebilir kılma yeteneğine sahip olması” olarak tanımlanmıştır. Bu kavram, ekonomik, sosyal ve çevresel boyutlarda ele alınmalıdır. TÜBİTAK’ın 2003 yılında düzenlenen Çevre ve Sürdürülebilir Kalkınma Tematik Paneli Vizyon ve Öngörü Raporu’nda; Türkiye’nin ekonomik ve sosyal sürdürülebilirlik yarışı içinde yerini aldığını fakat sürdürülebilir kalkınmanın çevre boyutunda yeterli dikkati göstermediği belirtilmiştir. Yine aynı raporda; hedeflenen bu olgulara ulaşmada başarı esaslarından birisini eğitim olarak belirlemişlerdir.

Üniversitelerin sürdürülebilir gelişme konusunda eğitim, öğretim, araştırma ve bilgi transferi sağlamada innovasyon merkezleri olmaları ve itici güç rolünü üstlenmeleri beklenmektedir. İklim değişikliği ve diğer sürdürülebilir gelişme konularında giderek artan bir sorumluluk yükü altına girmektedir. Üniversitelerin eğitimdeki rolleri sadece lisans ve lisansüstü eğitim ile sınırlı olmayıp toplumun üniversitesi olmak ve rehberlik etmekle de sorumludurlar. Bu bağlamda, diğer birçok konuda olduğu gibi Ege Üniversitesi bir ilke daha imza atıp “Yeşil Üniversite” hareketine öncülük etmek istemektedir.

Ön planda çevre ve insan sağlığı

Yeşil Üniversite; yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımını destekleyen ve uygulayan, atık yönetim sistemlerinin kurulmuş olduğu, sıfır karbon emisyonunu hedefleyen, sürdürülebilirlik kavramını çevreyi temel alarak uygulayan ve çevre ve insan sağlığını ön planda tutan üniversite anlamına gelmektedir. Genel olarak sürdürülebilir gelişme yolunu seçmiş ve Yeşil Hareket başlatmış bir üniversite;

• Üniversitenin vizyon, misyon ve yönetim dökümanlarında açıkça sosyal, etik ve çevre sorumluluklarını bütünleşik halde yazılı hale getirir.

• Ders programlarında sosyal, ekonomik ve çevresel sürdürülebilirliği entegre eder, disiplinler arası düşünce ve iş birliğini benimser.

• Sürdürülebilirlik konularında araştırma ve geliştirmeye üniversite çapında kendini adar

• Okullar, yerel yönetim, sivil toplum örgütleri ve sanayi dahil olmak üzere daha geniş toplumsal kitlelere ulaşır.

• Kampüs planlarında, tasarım ve geliştirme projelerinde “Sıfır Deşarj, Sıfır Atık, Sıfır Karbon Emisyonu”nu ilke edinir.

• “Sıfır Deşarj” ilkesi doğrultusunda çevre hedefleri koyar ve bunları etkin olarak ölçer, raporlar ve sürekli geliştirir.

• Öğrencilerin yaşam kalitesi, çeşitliliği ve eşitliğe yönelik politika ve uygulamaları sağlar.

• Kampüsü canlı bir laboratuvar olarak görüp öğrencilerin çevresel öğrenimde yer almalarını sağlayarak çevresel öğrenimden çevreyi öğrenmeye geçişi sağlar.

• Kültürel çeşitliliğin kutsanmasını ve kültürel dahil edilebilirliğin hayata geçirilmesini sağlar.

• Ulusal ve uluslararası seviyede üniversitelerle iş birliği çerçevesinin oluşturulmasını sağlar.

Oslo Üniversitesinin 2010 yılında hazırladığı en iyi Yeşil Üniversite Uygulamaları Raporu’nda yeşil üniversite aktivitelerini iki grupta incelenmiştir. Bunlardan bir tanesi teknik konulardır. 15 başlık altında incelenen bu teknik konulardan bazıları; enerji, karbon emisyonları, atık geri dönüşümü, organik atıklardan biyogaz ve kompost elde edilmesi, çevreci ulaşım-egsozsuz üniversite, çevre dostu yeşil binalar, yeşil satın alma uygulamaları, su

Prof. Dr. Nuri AZBAREÜ Çevre Sorunları

Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü

MAKALE

11GÜZ 2013

kullanımında tasarruf, atık suların tekrar kullanımı, yazışmaların elektronik ortamda yapılıp kağıt israfına son verilmesi, çevre dostu kimyasal kullanımı gibi konulardır. Diğer başlık ise; sosyal ve kültürel konulardan oluşmaktadır. Bu konular altındaki başlıklar ise; Yeşil Üniversite ile ilgili olarak konferanslar, seminerler düzenlenmesi ve bir farkındalık oluşturulması, kongreler, öğrenci grupları faaliyetleri, toplum projeleri, çevre organizasyonları gibi başlıklardır.

Ege Üniversitesi ise 2011 yılında Entegre Atık Yönetimi Sistemini kurarak “Yeşil Üniversite” hedefine ulaşmak amacıyla önemli bir adım atmış bulunmaktadır. Üniversitemiz bünyesinde, tüm fakülte, meslek yüksekokulu ve merkezler bazında atık koordinatörleri belirlenmiştir. Yaprak-Dal-Gövde modeli temelinde yönetilen sistem sayesinde, atığın

üretildiği başlangıç noktasından itibaren atığın takibi yapılıp çevre ile dost bir şekilde uzaklaştırılmasına kadar olan süreçler yerine getirilmektedir. Bu amaçla tüm birimlerde atık toplama istasyonları önemli oranda tamamlanmış ve tehlikeli atıkların evsel çöplerle karıştırılmasının önüne geçilerek akredite firmalarla çevre ile dost bir şekilde bertarafı sağlanmaktadır. Tehlikeli atıklarla ilgili farkındalık ve eğitim çalışmaları düzenli olarak yapılmaktadır. Tehlikeli atıkların yanında üniversite bünyesinde meydan çıkan ambalaj atıklarının da çöpe atılmasını engellemek ve ekonomiye geriye kazandırılmasını sağlamak üzere farkındalık ve eğitim çalışmaları yapılmaktadır. Üniversite bünyesinde ambalaj atıklarının ayrı toplanmasına olanak tanıyacak kumbaraların sayısı hızla artırılmaktadır. Ambalaj atıkları için

hazırlanan broşürler, üniversitemizin tüm birimlerine dağıtılmıştır.

Üniversiteler, toplumun en yüksek bilgi üretiminin ve topluma bilgi akışının olduğu eğitim kurumlarıdır. Ayrıca sadece eğitim merkezleri değil aynı zamanda sosyal ve politik hareketleri katalizleyen kurumlardır. Bu kurumlar birçok büyük lideri, öğretmeni, karar vericileri yetiştirmekle kalmamış fakat aynı zamanda ulusal ve küresel ekonomik dinamiklerde de önemli roller almıştır. Bu bağlamda üniversitelere en iyi uygulamaları tanımlamak ve yerine getirmek konusunda büyük sorumluluklar düşmektedir. Üniversitemizin “Yeşil Adımlar” atabilmesi ancak yöneticilerin, öğrencilerin, akademisyenlerin ve tüm personelin bu konuya gönül vermesi ve harekete sahip çıkması ile mümkündür.

“Yeşil Üniversite” hedefinde bir adım:“Atık ve Sanat Geri Dönüşüm Yarışması”

Ege Üniversitesi Çevre So-runları Uygulama ve Araştırma Merkezi, “Yeşil Üniversite ve Yeşil Kent” hedefimizi gerçekleştire-bilme yolunda değerli bir katkı olduğunu düşünerek “Atık ve Sanat” başlıklı bir geri dönüşüm yarışması düzenlemiştir. Bu yarışma ile çağdaş atık yönetimi bilincini toplumumuzda yerleştir-mek, bu bilinci sanat vurgusu ile güçlendirmek, atık konusuna este-tik bir duyarlılıkla yaklaşılmasını sağlamak ve farkındalık yaratmak hedeflenmiştir. Yarışma, tasarım, fotoğraf ve kısa film kategorilerin-de gerçekleştirilmiştir.

12

Ödülleri çocuk gülümsemesiİzmir’de bir grup gönüllü her Salı

günü Ege Üniversitesi Çocuk Hastanesini, her Çarşamba günü de Behçet Uz Çocuk Hastanesi-ni ziyaret ediyor ve hastanede tedavi gören çocuklara yönelik eğlence faaliyetleri düzenliyor. “Mutlu Olalım” isimli projenin gönüllüleri, doktor ve hemşirelerin oyuna katılmasına izin verdiği çocuklara bir-iki saatliğine has-tanede olduğunu unutturuyor. Çocukları güldürme konusunda uzmanlaşmış Mutlu Olalım ekibi, hasta odasından oyun için ayrıl-ması sakıncalı olan çocuklara da ulaşıyor bir şekilde… İğneli, ilaçlı, serumlu dünya; şarkılı, balonlu, oyunlu, neşeli bir çocuk dünyasına dönüşüveriyor sayelerinde.

Kâr amacı gütmeyen “Mutlu Olalım” projesi, gönüllülerin ve yardımse-verlerin destekleriyle 13 yıldır ara-lıksız olarak sürdürülüyor. Projenin 40 aktif gönüllüsü bugüne kadar yaklaşık 40 bin çocuğun hasta-nede yatarken mutlu olması için çaba gösterdi. Etkinlikler sayesinde çocukların hem morali yükseliyor, hem de hastaneye bakışlarında olumlu bir değişim gözlemleniyor. Bu projenin kurucusu Özlem Ar-man, haftalık düzenli etkinliklerin yanında, 23 Nisan, 29 Ekim, yılba-şı, Şeker ve Kurban Bayramı gibi özel günlerde de çocukları yalnız bırakmadıklarını söylüyor. Bayramı hastaneye taşıyan Mutlu Olalım ekibini biraraya getiren Arman ile “mutluluk”u konuştuk.

SÖYLEŞİ

e # Demet ALTUNTAŞ

13GÜZ 2013

Hastanede tedavi gören çocuk-lara gitme fikri nasıl ortaya çıktı?

Üniversite öğrenciliği zamanla-rımda yazları çocuk animatörlüğü yapmıştım. Orada öğrendiklerimin daha sonra bir işe yaramasını istedim. Hastaneye gittiğimde zaten birilerinin çocuklara gidip, sürekli ziyaretlerde bulunduğunu düşünmüştüm. Sordu-ğumda “senden başka gelen yok ki abla” dediklerinde bir daha bıraka-madım. Acıklı bir hikayem yok, yani herkesin zaten yapıyor olduğunu dü-şündüğüm şeyi yaptım. İlk olarak Ege Üniversitesi Çocuk Cerrahisi Bölümü-ne gidip çocuklara oyun oynatmaya başladım, 2001’ de. Yanımda bir top, bir paket makarnayla gidiyordum. Tek başıma... Bir süre polikliniklere gitmeye çalıştım, tabii başta hemen tüm kapılar açılmıyor. Bu durumu anlattığım bir arkadaşım babasının hastanede yönetici olduğunu söyledi. “Sabah 6 buçukta evden çıkar evin önüne gel” dedi, gittim, hoca koşuyor hastaneye, ben de arkasından. Konu-yu anlattım “kaç para istiyorsun” diye sordu, ben de “bir şey istemiyorum” dedim, “e gel o zaman çok iyi” dedi. Öyle de başladım işte.

Hasta çocuklarla ilişki kurmak duygusal açıdan zor olmuyor muydu?

Cerrahiye giderken, her şey ye-niydi, her gördüğüm çocuk beynime kazınıyordu.

Bir gün 3-4 yaşlarında bir kız vardı, sıcak-soğuk oynarken “gel” dedim “senin pijamanın içine ko-yalım bulamasın”, açtığımda torba-sını gördüm, göz göze geldik. Hep pembe ruj sürerdi. Gülümsedi bana ben de gülümsedim, ama o bir anlık duraksamayı hiç unutamamam. Ar-tık hiç duraksamamaya çalışıyorum, hep yola devam… Bu işe devam etmeyi, güçlü durmayı çocuklardan öğrendim, o anlarda gülümsemeyi o kızdan öğrendim... Bir kızım vardı, 13-14 yaşında, sindirim sistemi gelişmemişti. Uzun süre hastanede kaldığı için her hafta görüşüyor-duk. Benim asistanım olmuştu, ben gitmeden çocuklarla konuşurdu. Ameliyat olacağı zaman bana söz verdirdi, “yoğun bakıma geleceksin” diye, söz verdim diye gittim. Ama sonra oradan çıkıp diğer çocuklara oyun faaliyeti yapmam gerekirken ters yöne dönüp hastaneden çıktım, aylarca gidemedim.

Sonra?Bir gün Behçet Uz’dan bir doktor-

la tanıştım, Türkay Sarıtaş. O ön ayak oldu ve arkadaşım Seçil Amrağ ile tekrar başladık. Yakın arkadaşlarım-dan başlayarak yeni gönüllüler geldi, sayımız arttıkça çocuklarımız için daha güzel işler yapmaya başladık.

Tek başına gönüllü olarak gidiyordun, sonra gönüllüler arttı. Bu “gönüllülük” meselesini anlatır

mısın? Hiçbir çıkar beklemeden va-kit ve enerji ayırmak bunun ötesin-de bunu başkalarından beklemek kolay bir şey değil...

Gönüllülerimiz, canı gönülden gönüllü... Bizim projemiz her hafta çocukların hastanedeki odalarının ka-pılarında sizleri dört gözle, tüm gün bekledikleri bir iş, o yüzden bizim gönüllülerimiz ayran gönüllü değil, olamaz. Süreklilik bu işin olmazsa olmaz bir sorumluluğu. Gönüllü ar-kadaşlarımız her hafta bir akşamlarını ayırmalarının yanında, çocuklarımızı mutlu edecek tüm faaliyetlerin içinde yer alıyorlar, ve bunu da çok isteyerek yapıyorlar çünkü biliyorlar ki o çocu-ğun yüzündeki gülümsenin sebebi kendileri. Çocuklarımız bizim onlara harcadığımız enerjinin kat kat fazlası-nı, mutluluklarıyla bizleri ödüllendire-rek veriyorlar ve bunu hastanedeki ilk oyununuzda anlıyorsunuz.

“Mutlu olalım” mottosu “biz”e vurgu yapan, hep birlikte mutlu olunabileceğini işaret eden bir yaklaşım sanki. Bunu bize anlatır mısınız?

Mutlu Olalım ismi; “mutlu etme-den, mutlu olamayız” düşüncesinden çıktı.

Bir arkadaşım en başlarda bu işin felsefesi üzerine düşünürken, bu cümleyi kurmuştu. Her zaman aklım-dadır... Tam tersi de doğru aslında, mutlu olmadan da mutlu edemeyiz..

14

Hastanede gerçekleştirdiğimiz her faaliyet bizim için de büyük mutluluk, derdimizi o çocukların gülümseyiş-leriyle unutuyoruz. Hastanelerde çocuklarımızı ziyaret ettiğim bu 13 yıl içerisinde mutlu insan olmayı öğrendim.

Hastanede neler yapıyorsunuz? Her Salı akşamı Ege Üniversitesi

Çocuk Hastanesi, her Çarşamba akşa-mı Behçet Uz Çocuk Hastanesindeki çocuklarımız için faaliyetler düzen-liyoruz. Amacımız çocukluklarını hastanede de olsa yaşatmak.

Gelen tepkiler nasıl?Ailelerin ve sağlık personelinin

yaklaşımları çok pozitif… Çocuklar mutlu olunca onlar da mutlu oluyor-lar. Tabi asıl meselemiz her zaman çocuklar… Onlar için yaptığımız faa-liyetlerin değerli ve faydalı olduğunu görüyoruz, yaşıyoruz. Çocuklarımız bizi kapıda karşılıyor, “nerede kaldınız bütün gün sizi bekledik” diyorlar. O gün “oyun günü” olunca; oyunlar, faaliyetler sadece etkinliği yapıldığı akşam saatleri için değil o günün tamamı için moral kaynağı oluyor. Ta-burcu olup evine giden çocuklarımız hastaneye hiçbir şekilde geri dön-mek istemeseler de, bazen oyunlara geliyorlar.

Çocukların neşesi, morali, iyileş-meleri açısından ne kadar önemli sizce?

Kemoterapi tedavisi devam eden bir çocuğun kan değerleri düşerse, tedavi durmak zorunda kalır ve mo-rali kötüyse değerleri de düşebiliyor. Faaliyetlerin ölçülebilir bir pozitif etkisi var. Ağır tedavi koşullarında, babasından kardeşlerinden oku-lundan ayrı kalmak zorunda olan çocuklarımız için tedavinin yanında moral de zaruri bir ihtiyaç...

Gelecek için planlarınız, projele-riniz var mı?

Hastalıkları nedeniyle çocukluk-larını hastane odalarında yaşamak durumunda olan çocuklar için tüm Türkiye’deki hastanelerde bu faali-yetlerin gerçekleşmesi esas amacı-mız. Bir gün gerçekleştireceğimize inanıyoruz.

Gönüllü olarak size katılmak için ne gibi şartlar gerekiyor?

İsteyen herkesin gönüllü olabile-ceği bir projemiz var. Sadece gönül-den istemek gerekiyor. Her hafta bir akşam hastaneye gelmek ve dış des-tek görevlerinde –mesela elişi faaliyeti yapılacaksa malzemelerini hazırlamak gibi işlerde- yer almak yeterli. Düzenli devam şartı arıyoruz ki çocuklarımızın gözleri yolda kalmasın...

“Fark yaratanlar” gibi bir ünva-na layık görüldünüz. Ne düşünüyor-sunuz?

Tabii ki ödüller motive edici, ve güzel sözler duymak da… Bizi bu ödüle layık gören vakfın yapmaya çalıştığı bizim gibi kısıtlı imkanlarla çalışıp, sürdürülebilir projeler yaratan STK’lara destek olmak. Uzun vadede eğitimler ve destekleriyle, ayrıca diğer fark yaratan kişilerle çok daha fazla çocuğumuzu mutlu edeceğimi-ze eminim.

Melis için İzmir’den başlayıp tüm Türkiye’ye yayılan bir kampanya gerçekleşti. İnsanlar Melis ile bir kez daha ilik donörü olmanın önemini hatırladı. Bu konuda duyarlılığın gelişmesi için neler yapılabilir? Türkiye’deki durum açısından sizin gözlemlerinizi öğrenmek isteriz.

Melis’imiz lösemisi ikinci defa nükseden bir çocuğumuz, o yüzden acilen nakil olması gerekiyor. Çünkü planlanan üç kemoterapi almasıydı, şimdi dördüncüyü aldı. Umarım Amerika’daki donörün son uyum testleri de uygun çıkar ve nakil ger-

Özlem Arman, tek başına başladığı “Mutlu Olalım” projesini şu anda 40 gönüllü ile birlikte yürütüyor.

15GÜZ 2013

çekleşir. Eğer olursa nakil Melis’in do-ğum gününde olacak, ona en güzel hediye... Donör olmak aslında basit bir süreçken, toplumdaki bilgi eksikli-ği nedeniyle donörlerin az olduğunu düşünüyorum. Almanya’da 81 milyon nüfusun 5 milyonu ilik donörü, Türkiye’de bu sayı 35 bin… Tamamen bilinçlendirmeyle ilgili bence.

Bu amaçla “iyİLİK Donörleri” ismin-de bir alt proje kurduk, üniversitelerde ve çeşitli topluluklarda ilik donörü olmaya ilişkin bilgiler verip, insanları teşvik ediyoruz. Ege Üniversitesinde de pek çok bölüme gittik. Melisle ilgili kampanya döneminde 7 bin kişi kan bankalarına gitti, şu anda Melis’e donör bulunduğu öğrenilince artık kan bankalarına başvuruların sayısın-da ciddi azalma oldu. Melisimiz gibi ilik bekleyen daha çok çocuğumuz ve hastamız var. Kan örneği vermekten kimse vazgeçmesin, kanların 10 yıl bekleme süresi var, verilen kanlar er ya da geç test edilerek ilik bankaları-nın veri tabanına kaydediliyor.

EÜ Çocuk Hastanesine dair göz-lemleriniz neler?

Sağlık personeli işini severek yapıyor ve her zaman bizlere destek oluyorlar. Hemşire ablalarımızın çocuk-larımıza ve bizlere yaklaşımı çok iyi.

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hastanesindeki “Mutlu

Olalım” etkinliklerinde çocuklarına refakat eden

aileler de çocuklarının gülümsemesini paylaşıyor.

Çocuklar da bir arada eğlenmenin, toplu halde

etkinlikler yapmanın keyfini sürüyor.

16

Bir modernleşmeserüveni olarak Cumhuriyet

Cumhuriyetin 90’ıncı yılı Ege Üniversitesinde beşinci kez gerçekleştirilen Cumhuriyet ve Atatürk Günleri ile kutlandı. Yaklaşık 20 gün süren etkinlikler çerçevesinde Cumhuriyeti anlamak için farklı bakış açılarına sahip birçok akademisyen ve sanatçı, kampüste Ege Üniversitelilerle buluştu...

GÜNDEM EGE

17GÜZ 2013

# Ahmet Gürel ve Ege Üniversitesi Rektörlüğü Grafik Tasarım Biriminin katkılarıyla.

18

Türkiye Cumhuriyeti, bir iddianın adıdır. Bu iddia çağdaşlaşma projesi olarak bir imparatorluktan ulus devlet çıkarmayı, tebaadan özgür yurttaş yaratmayı amaçlamaktadır. Bu niteliği ile geçmişten bir kopuştur. Ama bu projenin amaçları zengin bir kültürel birikimi olan bir toplumun katılım ve seçimleriyle gerçekleşeceği için aynı zamanda, bir sürekliliği de içermektedir. Bu 90 yıl içinde ortaya çıkan olumlu ya da olumsuz sonuçlar hepimizin çabalarının ve dünyadaki gelişmelerin karşılıklı etkileşmesi ile ortaya çıkan sonuçlardır. Aslında bu başarı yahut başarısızlıkta hepimiz ortağız. Yani bu başarının bir kısmını alıp diğer kısmını başkalarına havale ederek bir muhasebe yapmak 90 yıl sonrasında çok anlamlı değil. Ama ne yazık ki siyasetimizin içinde ötekileştirme gibi önemli bir kültürel öğe var. Siyaset ötekileştirme üstünden yapılıyor. Toplumda buna karşı olanlar ve yandaş olanlar mevcut. Tarihi bu kutuplaşma içinde anlamaya başladığımızda da, şöyle ciddi bir soru ile karşı karşıya kalıyoruz: “Biz uluslaştık mı?” Eğer biz 90 yılda uluslaştıksa böyle bir ötekileştirme üstünden siyaset yapmakta olmamamız gerekir. Ötekileştirme üstünden siyaseti sürdürüyor olmamız, bir anlamda uluslaşmanın tam gerçekleşmediğini ortaya koyuyor.

Denilebilir ki, modernleşme kavramı içinde yaklaştığımız zaman cumhuriyet çok yönlü bir olay. Sanayisi, eğitimi, kültürü gibi pek çok alanı kapsıyor. Bu alanların tümünde bir muhasebe yapmak zor ve dağıtıcı bir şey.

Bugün biliyoruz ki 90 yıl sonunda bizim demokrasi konusunda bir sorunumuz var. Ben, kişisel olarak, gözlemlediğim her toplumsal olayın altında bir demokrasi krizi görüyorum. Bu nedenle de muhasebemi, modernleşmenin kendisi ile çok yakından ilgili olan bu demokrasi problemi üstünden yapmaya çalışacağım.

Genel olarak baktığımızda dörtlü bir dönemlemenin böyle bir analiz için yeterli bir çerçeve vereceğini düşünüyorum. Birinci dönemi çeşitli tarihlerden başlatabiliriz, mesela Tanzimatla başlatabiliriz. Cumhuriyete kadar geçen bu dönemde ciddi modernleşme, çağdaşlaşma çalışmaları var. Ben bu döneme “utangaç modernite dönemi” diyorum, ikinci dönem, 1925 ile 1946 arası. Cumhuriyetin bu ilk dönemine ben “köktenci modernite” diyorum. 1946-80 arasına üçüncü dönemi, “popülist modernite”, 80 sonrasını da dünyadaki gelişimle de paralel olarak “modernitenin aşınması” olarak adlandırıyorum. Dikkat ederseniz 80 sonrası dönem için moderniteden postmoderniteye geçiş tanımını kullanmadım. Öyle bir geçiş ancak modernitenin kavramları içinde kurgulanabilir. Halbuki bu dönemde olan, modernitenin içinden modern sonrasının doğmasıdır ve bu aşama aşama gerçekleşmiştir.

Lozan Antlaşması’ndan, 14 Ekim’de Ankara’nın başkent ilan edilmesine ve 29 Ekim’de Cumhuriyetin ilan edilmesine kadar geçen sürecin öyküsünü biraz okursanız, tüm olanların çok küçük bir grubun emrivakisi

gibi göründüğünü fark edersiniz. Örneğin Ankara başkent olacak, Başbakanın haberi yok. Acaba bu olaya bakarak 6-7 kişilik grubun uyguladığı bir şey diye düşünebilir miyiz? Hayır, bu görünüş bizi yanıltmamalı. Bu aniden karar verilerek gerçekleştirilmiş bir şey değil. Bunun arkasında uzun bir hazırlık var. O uzun hazırlık sürecini tanımazsak bunu emrivaki gibi görebilir, yanlış bir değerlendirme yapmış olabiliriz.

Biliyorsunuz, Cumhuriyeti kuran bir kuşak var. Bunların çoğu 1880’lerde doğmuşlar. 1880’ler kuşağının askeri eğitim görmüş kısmı, yeni kuruluşta önemli bir rol oynamıştır. İlginç olan nokta, modernleşme projesinin, özellikle Cumhuriyetin ilanı ile uygulanan köktenci modernite projesinin, dıştan eğitilmiş bir proje olmamasıdır. Cumhuriyet kuşağı, yurt dışında değil, Türkiye’de okumuş ve Osmanlı’nın utangaç aydınlanması içinde bu köktenci

Prof. Dr. İlhan TEKELİ

MAKALE

Cumhuriyet ve modernleşme serüveni

19GÜZ 2013

modernite projesini geliştirmiştir. Bu içte olan bir projedir. Zaten Mustafa Kemal, Nutuk’un sonunda da bunu şu sözlerle dile getirmiştir: “Kurtuluş Savaşı’nın başında bu milli sırdı ve yavaş yavaş açıklandı”.

Cumhuriyet projesi, II. Meşrutiyet’ten itibaren Kurtuluş Savaşı önderlerinin hepsinin değil ama bir kısmının benimsediği bir proje olarak varlığını sürdürmüştür. Tabii Vahdettin’in ülkeyi terk etmesi ve Saltanatın ortadan kalkması böyle bir projenin oluşmasını kolaylaştıran etkenler olmuştur. Cumhuriyetin ilanından önceki son bir yılda kamuoyunda “Cumhuriyet” kelimesi oldukça sık kullanılmış, Saltanatın ve Hilafetin devamını isteyenlere rağmen Cumhuriyet hakkında daha çok konuşulmuş ve hazırlıklar yapılmıştır.

Şöyle bir fikir denemesi yapsak: Mustafa Kemal, Cumhuriyeti ilan etmeyip ne yapabilirdi? Gayet açık padişah olabilirdi. Düşünebiliyor musunuz, Mustafa Kemal’in tarihini Padişah Mustafa Kemal olarak yazabilir miydik? Yahut Mustafa Kemal’in tarihsel rolü o alternatifte nerede kalırdı? Aslında Mustafa Kemal cumhuriyeti kurma atılımıyla çok önemli ve kendisinden beklenen bir şeyi gerçekleştirmiştir.

Cumhuriyeti ilan eden ya da gerçekleştiren kadro Osmanlı Aydınlanması içinde yetişmiş, Fransız İhtilalini de okulda okumuştur. Benim anladığım kadarıyla Cumhuriyet içeriden yetişen ve gelişen bir proje. 1880’ler sonrası Abdülhamit döneminde daha önce yalnızca İstanbul’da olan eğitim modernleşmesi, bütün Anadolu’da

yaygınlaşmıştır. Burada ilginç olan nokta şu: Acaba Abdülhamit, bu eğitimin sonunda kendisini devireceğinin farkında mıdır? Zira onun programının sonunda yetişen kadrolar onu devirmiştir.

Son zamanlarda yazılmış doktora tezlerinde önemli bir ayrıntı gördüm. Abdülhamit özellikle bürokraside yer alacakların, diyelim ki Mülkiye’yi, mühendis mektebini, tıbbiyeyi okuyanların hem modern eğitim almasını hem de kendisine sadakat içinde kalmasını sağlayacak bir mekanizma kurmak istemiştir. Bir çoğu burslu okuyan öğrencilerden

her gün bir tanesinin okulda iki öğün pişen yemeklerin hepsini bir tepsi ile saraya götürmesi istenmiştir. Sarayda o yemekler tadılırken, getiren öğrenciye de Sarayda hazırlanan yemeklerden ikram edilmiş ve ayrıca bir altın verilmiştir. O zaman mülkiyede 50-55 kişi okuyor. Saraya giden öğrenci her gün değiştiğine göre demek ki her öğrenci yılda ortalama beş kez Saraya gitmiştir. Abdülhamit bu gibi yöntemlerle bir çeşit kişisel sadakat bağı kurmak istemiştir. Eğitimin içinde böyle usuller, adaplar oluşturulmuş, ancak bunlar Abdülhamit’in bu kuşak

Ege Üniversitesi tarafından düzenlenen Cumhuriyet ve Atatürk Günleri kapsamında gerçekleştirilen “90’ıncı Yılında Cumhuriyet” Sempozyumunun

açılış panelini Prof. Dr. İlhan Tekeli verdi. Bu metin paneldeki konuşmasından alınmıştır.

20

tarafından tahttan indirilmesinin önüne geçememiştir.

Cumhuriyet’in kurulması ile beraber modernitenin değişik konuları gündeme gelmiştir. Bir boyutu ekonomi, diğeri kültürel. Şu soruları sormamızda yarar var: Cumhuriyet’in başlangıçtan beri bir programı var mıydı? Bu program zaman içinde nasıl oluştu? Bu program içinde demokrasinin yeri neydi? Aslında buradaki dönüşümün kırılma noktası 1924-25’ler. Çünkü Mustafa Kemal, ideolojisini başkasına yaptırmak istemiyor, ideolojisini de kendisi yapıyor. Eski modele, İttihat ve Terakki ile I. Meşrutiyet modeline baktığımızda burada açıkça bir ideolog olduğunu görüyoruz: Ziya Gökalp. Göklap, İttihat ve Terakki’nin gerçekleştirdiği eylemlerin ideolojik çerçevesini ve tutarlılığını oluşturmaya çalışıyor. Mustafa Kemal ise, yeni kurduğu Cumhuriyet’in ideolojisinin başkaları tarafından yapılmasına müdahale etmiyor. Ziya Gökalp sentezci bir tavra sahip, İslamcılık, Türkçülük ve medenileşmeyi üçlü sentez halinde görüyor. Bu bakış açısının en uç eseri olarak “Türkçülüğün Esasları”nı yazıyor. Bir anlamda Mustafa Kemal’e ideologluk rolünü yüklemek istiyor. Ancak bu kabul görmüyor. Daha sonraki tarihlerde de, gerek Kadrocularla ilişkilerinde gerek Reşit Galip’in üniversite reformundan sonraki tutumunda gayet net olarak görüyoruz ki, bir başka grubun ideolojiyi kullanarak siyasal güç sahibi olmasını engelliyor.

1926’dan itibaren ideolojide çok önemli değişmeler olmaya başlıyor. Artık sentezci bir yaklaşım değil, muasır medeniyeti tüm olarak ele alan köktenci bir modernist proje doğuyor. Bu köktenci modernist projenin içinde demokrasi yok. Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan sonra

ortaya çıkmış olan bir tek parti rejimi var ve 1946’ya kadar da bu tek parti rejimi hakim oluyor. Burada karşımıza çıkan soru şu: “Niye demokrasi kavramı, bu ilk program içinde yer almıyor?”. Benim aklıma yatan yaklaşım şöyle: Cumhuriyet’in ilk kuşağı yani kurucularının geç aydınlanan bir ülkenin erken aydınlanan grubunda olma problematiği söz konusu. Osmanlı Aydınlanması içinde yetiştirilmiş bir grup erken aydınlanıyor ama toplumun genelinde aydınlanma oldukça sınırlı. Böyle bir toplum yapısı içinde demokrasi sorununa çözüm olarak “halka rağmen halk için” terimi kullanılmaya başlanıyor. Bu temel çerçeve, bir diktatörlük çerçevesi de olabilir, bir iyi niyet çerçevesi de. Çünkü toplumda yüzde 6 eğitim, okur-yazarlık düzeyi varken, doğruyu ve iyiyi öğrendiklerini sananlar kendilerinde iktidar olmak ve bunu hayata geçirmek misyonunu görüyor. Bunun için kullandıkları slogan da “halka rağmen halk için”. Peki, “halka rağmen halk için” tavrının bir diktatörlük tercihi mi yoksa iyi niyetli bir tercih mi olduğuna nasıl karar verilecek? Samimiyetin nihai testi demokrasiye geçip demokrasi içinde bir seçim kazanmak yahut seçimle iktidarı devretmektir. 2. Dünya Savaşı sırasında çok partili rejime geçiş, “halka rağmen halk için” programının mantıksal bir sonucu olarak görülebilir.

“Halka rağmen halk için” programı, büyük bir dünya krizi ve büyük bir dünya savaşının olduğu 1925-46 yılları arasında uygulanıyor. Arkasında büyük bir ekonomi başarısı ve sanayileşme var. Bu sanayileşmenin milli savunma ile ilgili önemli bir boyutu var. Ben bunların dışındaki bir boyuta, kültürel boyuta dikkatinizi çekmek istiyorum. Mustafa Kemal’in kültür

politikalarının en önemli yansıması, Hasan Âli Yücel döneminde – ki Atatürk öldükten sonra Milli Eğitim Bakanı olmuştur- yapılan bir uygulama ile hayat buluyor. Kültür politikaları en üst noktasına o dönemde ulaşıyor. 1937’da Hasan Ali Yücel’in “Pazartesi Konuşmaları” diye bir kitabı yayınlanır. “Türkleşmek nedir” tartışmalarına cevaben orada der ki: “Biz bir şeyleşmeyeceğiz, yaşayarak Türk olacağız”. Bu olmak fiili üzerinden bakış, Ziya Gökalp’e cevap niteliği taşımaktadır, “Türkleşmeyeceğiz, İslamlaşmayacağız, medenileşmeyeceğiz, biz akla uygun olarak yaşayarak Türk olacağız” diyor. Türk olmayı akla uygun olarak yaşama biçiminde ortaya koyuyor. Hasan Âli Yücel’in “İçten Dıştan” diye bir deneme kitabı var. Bu kitapta her olaya içten ve dıştan baktıktan sonra toplum için “dışı mimarlık, içi kültürdür” değerlendirmesinde bulunuyor.

Mustafa Kemal’in 30’lar sonrasında oluşturduğu yaklaşım içinde kültür çok önemli bir model olarak duruyor. Kültürde çağdaşlaşma... Türkiye’nin akıl üstüne dayanan bir gelişimi sağlaması... Malche’ın üniversite reformu için yazdığı raporu okuduktan sonra el yazısı ile aldığı notlar var. O notlarda şunu söylüyor: “Bizimkiler” diyor Reşit Galip’i filan kastederek “Malche’ ne istediğimizi anlatamamışlar. Bizim problemimiz İstanbul Darülfûnunu’nu üniversite yapmak değildir; bizim problemimiz yeni kültür oluşumunu bilimsel olarak sağlamaktır, bunu anlatamamışlar” diyor. Onun kafasındaki üniversite modeli 1935’te kurulmasını emrettiği “Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesidir. Mustafa Kemal’in programı, kafasındaki modernleşmenin kültür boyutuyla ilgili yönünü içermektedir.

21GÜZ 2013

Bence bizim demokrasi problematiğimizi anlamak için en önemli nokta çok partili rejime geçiş noktasıdır. 1946 yılında Türkiye tek parti rejiminden çok partili rejime geçiyor. Bu dönüşüm aslında demokrasinin gelişmesi ve sağlıklı gelişmesi için en önemli kırılma noktalarından biri. Bu dönüşümde bazı zafiyetler var ve kanımca bugünkü siyaset problematiğinde karşılaştığımız sorunların çoğunun altında bu sorunların çözümünü ele alınış biçimi yatıyor.

Türkiye neden 2. Dünya Savaşı sonrasında çok partili rejime geçti? Bu olaya baktığımızda tarihi ötekileştirme ve belirli siyasal akımların destekleyici malzemesi olarak yazmaya başladığınızda ortaya çıkan sorunu burada da görüyoruz. Deniliyor ki dış konjonktür, yani 2. Dünya Savaşı sonrasında yeni kurulan dünya düzeni Türkiye’yi böyle bir geçişe zorladı. Oysa Nihat Erim’in her gün olan biteni anlattığı günlüklerini okuduğumuzda görüyoruz ki İsmet İnönü’nün bu geçişte samimi bir isteği var. Eğer bu istek olmasaydı bu sürecin tamamlanması zor olurdu.

İsmet Paşa çok partili rejime geçme güdüsünü kendi hatıratında şu sözlerle ifade ediyor: “Ben tek partili bir rejimin başı olarak Türkiye’de bulunan Sefirlerle konuştuğumda başım hep öne eğikti”. İsmet Paşa, böylesine radikal bir modernleşme uygulayan bir ülkenin tek parti rejimi içinde olmasını bir ayıp gibi görüyor.

İnönü, yaşlandığı dönemde katarakt ameliyatı için Fransa’ya gidiyor. Orada Türk Sefiri Hasan Esat Işık. Kendisi de Sefarette kalıyor Şimdi anlatacağım anektodu Işık’tan öğreniyoruz: “De Gaulle’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde İnönü Fransa’ya geliyor. İnönü geldiğinde muhalefetten de parti başkanlığından da uzaklaşmış olduğu halde müthiş bir karşılama yapılıyor ve bu karşılama törenleri içinde devletin televizyonundan birisi gelip İnönü ile söyleşi yapıyor. Muhabir İnönü’ye kibar kibar sormaya çalışıyor. ‘Siz tek parti döneminde Milli Şeftiniz. Ama siz bir iyi niyetli diktatördünüz’ gibi sözler söylüyor. İnönü genç muhabire, ‘Evladım diktatörün iyisi olmaz. Sen hiç diktatörlükte yaşadın mı’ diye soruyor.”

Biliyorsunuz 1937 yılında Başbakanlıktan uzaklaşıp yerine Celal Bayar göreve gelince, İnönü İngilizce dersi almaya ve İngilizce öğrenirken de İngiliz Parlamenter sistemini incelemeye başlıyor. Kafasında İngiliz Parlamenter sistemine benzer bir sistemin kurulması fikri oluşuyor. Bir partinin gidip diğerinin geleceği ikili parti sistemine geçmek istiyor.

Bu iki partili sistem için Cumhuriyetin iki önemli yasağının uygulanmasını düşünüyor: Birincisi sistem komünizme kapalı olacak, ikincisi de Atatürk aleyhtarlığı ve irticaya kapalı olacak. Partilerin kurulması serbest bırakıldığı zaman karşıda oluşacak gruplardan güvenilir olanı seçmesi gerektiği için İnönü Demokrat Parti’yi seçer. Çünkü başında Celal Bayar bulunmaktadır. Atatürk Dönemi’nin adamı olduğu için ona karşı gelmeyeceği gibi komünizm karşıtlığı da ortadadır.

Çok partili yaşama geçiş sürecinde pek çok kriz yaşanıyor. Bir 12 Temmuz Beyannamesi vardır. İnönü’nün Cumhurbaşkanı olarak iki tarafa karşı eşit davranacağına söz verdiği ve 14 Mayıs 1950 seçimlerinin yolunu açan bir beyannamedir. Bu

22

beyanname yayınlandığı sırada Demokrat Parti’nin bir talebi var. İnönü’ye “Siz parti başkanlığından ayrılın Cumhurbaşkanlığı’nı tarafsız olarak yapın, önümüzdeki seçim sonrasında iki partinin adayı olarak Cumhurbaşkanlığı yürütün” diyorlar. İnönü bunu kabul etmiyor. “Ben başkanlıktan ayrılırsam, biz seçimi kaybettiğimizde –bakın iktidardayken seçimi kaybetmeyi göze almış durumda- bizim parti dağılır” diyor. “Seçimi kazanan partinin karşısında ikinci partinin olabilmesi için benim başkan kalmam gerekli.” Çok ilginç bir tespit, kurmay subay değerlendirmesi gibi bir değerlendirme. Bu sırada çok partili rejime geçme sürecini değerlendirirseniz ve o zaman yapılan demokrasi ile ilgili konuşmaları değerlendirirseniz bunların çok sığ olduğunu görürsünüz. Bugün bizim demokrasi olarak konuştuğumuz hemen hemen hiç bir şey konuşulmuyor. İdarenin tarafsız kalması konusunda konuşuluyor. Tabii demokrat partinin getirdiği çok önemli bir şey var, halkla siyasetçiler arasındaki mesafeyi daraltıyorlar, yakın ilişki kuruyorlar. CHP’nin burada önemli bir açığı var, bu mesafeyi kısaltamıyor. Ama fikir özgürlüğü diye bir şey konuşulmuyor o dönemde. Onun için ben kendi yazılarımda 1950’den sonra demokrasiye geçildi demekten çok; çok partili rejime geçildi ifadesini kullanıyorum.

Ve nihayet 1950 de kansız beyaz devrim yapılıyor. Şunu saptamamız gerekiyor: Sistemin içinde demokrasinin kalitesini geliştirecek yaratıcı bir talep yok. Yeni seçimlerde hile yapılmadan nasıl seçim yapılır meseleleri konuşuluyor. Ama fikir özgürlüğüne ilişkin bir talep tok. Demokrat Parti

aslında iktidara geldiği zaman çok önemli bir fırsatı kaçırıyor. Türkiye’ye bir yeni demokrasi programı getirmiyor. Türkiye’de ilk defa ciddi demokrasi programının tartışılması 1958 yılında CHP’nin ilk hedefler beyannamesi ile oluyor. Bir anlamda DP iktidara geliyor ama demokrasi üstünde bir şey yapmıyor. O zamanki bütün konuşmalar dikkat ederseniz “hızlı kalkınıyoruz”, “nurlu ufuklar” söylemleri üstünden demokrasi tartışmasını yapmayarak gerçekleştiriliyor. Şu sorulabilir: “Niye DP bu fırsatı kaçırdı? Kadrosu mu yoktu? DP tek partili rejimden gelen kadrolarla kurulduğu için böyle bir imkanı yok muydu? Bu doğru değil, çünkü DP’nin içinde demokrasi programı inşa edebilecek kadroların olduğunu biliyoruz. 1954’te kurulan Hürriyet Partisi böyle bir potansiyelin olduğunu gösteriyor. O kadro yeni bir demokrasi programı geliştirebilirdi.

Bizde tarih yazarken genellikle bir kırılma noktası geçilince gelişmelerin o noktadan sonra gerçekleşmeye başladığı varsayılıyor. Örneğin 1951 kırılma noktası, tabii bu çok önemli, mevcut iktidar, iktidarı seçimle bir başkasına devrediyor. Olayların bundan sonra değiştiği düşünülüyor. Türkçe ezandan Arapça ezana geçildiği, İmam Hatip Okulları gibi pek çok şey bu duruma örnek olarak sayılabilir. Oysa, CHP’nin 1947’de yaptığı bir Kurultay var. O kurultayın içeriğini incelerseniz, DP’nin yaptığı herşeyin 47 Kurultayında CHP tarafından kabul edilmiş ve uygulanmaya konmuş olduğunu göreceksiniz. Bir anlamda 1925-46 döneminin radikal modernite projesinin halkın tercihlerine göre yeniden şekillenmesi yani bir popülist moderniteye geçiş 1948’de CHP içinde de gerçekleşmiş oluyor. Bu iki geçişin çok ilginç detayları var. Anadolucular grubunun CHP

içinde örgütlenmesi ve demokrasiye geçişin öncülüğünü yapması, Anadolucu grubun öbür parçasını da DP içinde hemen hemen aynı noktaya getiriyor. Yani Türkiye radikal modernite projesinin fikri dayanaklarını 1946 sonrasında iki parti içinde de üretemiyor. Hasan Ali Yücel’in elenmesi ve Dil-Tarih’te yapılan temizlikler gibi Türkiye’nin genel entellektüel yapısının radikal moderniteyi artık taşıyamadığını gösteriyor.

Öyküyü sürdürecek olursak karşımıza 1961 Anayasası geliyor. Bir askeri müdahale sonrasında, yeni bir anayasa ve bu süreçte Türkiye’nin fikir hayatında da sola açılma ortaya çıkıyor. Bu sola açılma genellikle yazılan, kullanılan bir şey. Ben onu ‘sola açılmadan’ çok, ‘solun sızmasına müsade etme’ olarak yorumlama eğilimindeyim. Çünkü 141 ve 142 sayılı ceza yasasının maddeleri sürerken, sola açılmadan çok, ancak bu tür bir sızmaya olanak veriyor.

Özetle, bir Osmanlı utangaç aydınlanması var. Yeni bazı kadrolar yetiştiriyor, onlar belirli bir noktada iktidara geliyor ve köktenci bir modernite uyguluyorlar. Ama köktenci modernite demokrasiyi içermediği zaman kendisini yeniden üretemiyor, demokrasiyi içererek ürettiği de popülist bir modernite oluyor. Onun ortaya çıkarttığı siyasal kültür içinde demokrasi derinleşemiyor. Derinleşememesi dediğim zaman şu 4 özellikten söz ediyorum.

1. Demokrasi bir ahlak meselesidir önce. Demokrat olmayan adamlar demokrat bir rejim kuramazlar. Bu gayet basit. Ama demokrat olmak ne demek? Bu belirli değer yargılarına sahip olmak ve özellikle karşısındaki insanın onurlu yaşamına saygı duymak ve gerekirse kendi doğru

23GÜZ 2013

bildiklerini başkalarının doğru bildikleri karşısında geriye çekip uygulamaktan vazgeçebilmektir. Böyle bir kültür oluşmuyor.

2. Demokrasi karar verme sürecine ilişkin bir niteliktir. Halbuki bizde iktidar el değiştirmesine dayanan demokrasi şöyle çalışıyor: Ben kimin diktatör gibi karar vereceğini seçiyorum. Benim kararlarım demokratikleşmiyor. Araçsal demokrasi olayı bu hale getiriyor. Birisi diyor ki ben çoğunluğun oyunu aldım artık benim her verdiğim karar demokratiktir. Hayır. Sen diktatör gibi karar verirsin. Demek ki benim demokrasinin varlığı üstünde test yapacağım şey şudur: Karar süreçleri demokratik mi? Karar süreçlerinin demokratikleşmesi nedir? Siz çoğunluk olabilirsiniz. Çoğunluk olmanız sizin karar vermenizi değil, o çoğunluğun katıldığı karar süreçlerinin işleyişiyle ilgili bir olaydır.

3. Kamusal özne olma yolunu insanlara açıyor mu? İzin verici bir rejim haline gelebiliyor mu? Bir sistem içinde bir adam çok başarılı olup zengin olabilir bugün. Peki bu adam kendi doyumunu sağlamak için ne yapacak? Tüketim yapacak. Yat alacak, kat alacak, uçak alacak. Ama kamusal özne olma yolu yalnız siyasetçilere açık. Böyle bir şey olur mu? İnsanların da bir kamusal özne olma talebi var. Son günlerde biz bir kamusal özne olma talebini yaşadık hep beraber. Bir adam çıktı, merdivenleri boyadı. Bu bir kamusal özne olma talebidir ve pıtrak gibi yayıldı etrafa. Demek ki demokrasinin böyle bir boyutu var.

4. Temsili demokrasi kaçınılmaz olarak demokrasi açığı yaratır ve demokrasi sürekli olarak yeni keşfedilecek pratiklere açık kalmalıdır ki bu demokrasi açığını

kapatsın. Demokrasiyi bilinen bir rejim değil, sürekli olarak ilerisi için keşfedilen bir rejim halinde düşünmek gerekir.

İşte böyle bir çerçeve içinde bir noktaya geldik: Gezi diye bir olay çıktı. Gezi nedir? Bizim demokrasi öykümüzün geliştiği noktada yeni bir taleptir. Ve dikkat ederseniz genellikle eski siyaset kalıpları içinde yer almamış genç kuşakların, eski siyasi kültür tarafından kirletilmemiş düşüncelerini ortaya koyduğu bir taleptir. Ve bu demokrasiyi, demin söz ettiğim 4 noktada derinleştirme talebidir. Çok ilginç bir özelliği var Gezinin: Gezi araçsallaştırılmış eski demokrasi pratiğinin iflasını çok iyi gösterdi.

Gezide ne oldu? Genellikle yapılan analizlerde deniliyor ki, “Elektronik medya kanalıyla çok iyi etkileştiler ve bu kitleler mobilize oldu”. Bu doğru ama yalnız bu yetmez. Eğer yeni bir kamusal siyaset yapma alanı olarak park olmasaydı gezi olmazdı. Parkta ne oldu? Bizim eski siyasetimizin kamu alanı miting meydanlarıdır. Miting meydanlarında bir kürsü var, bir senaryo var, kim, ne zaman, nereden, gelecek, hangi bayrağı kaldıracak belirlenmiş, hangi sloganı söyleyecek belli, katılanların bir kısmı yasaklı bir kısmı değil... Kontrol altında bir senaryonun oynanmasıdır, eski siyasetin aynen üretilmesinin senaryosunun oynanmasıdır bu. Ötekileştirmeye dayanan araçsal demokrasinin yeniden üretildiği bir alandır miting alanı. Oysa Gezide ne oldu? Kürsü yok, insanlar bir araya geldiler ve gece geçirdiler. Ve ötekileştirmeye dayanan siyasetin toplum hakkında verdiği gerçekliğin yanlış olduğunu gördüler. Onların her birinin bir öteki değil, bir araya gelen, yeni bir şey üretebilen bir potansiyel olduğunu gördüler.

Dikkat ederseniz gezi olayı mevcut siyasi kadrolar tarafından bir türlü içlerinden çıkartılamıyor. Dönüp dönüp cevap veriyorlar Geziye. Çünkü Gezi başka bir şey. Gezi eski siyasetin çöküşünün ipuçlarını veriyor. Bu bir yeni kamusal alan talebi. Bir yaratıcılık alanı ve yeni bir demokrasi talebi olarak çıktı. 1946 nasıl bir dönüm noktasıysa Gezinin de o önemde bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum.

Gezi nasıl yankı yapabilir? Şimdi Geziyi ben hemen siyasi partiye dönüşecek bir olay olarak görmüyorum, çünkü Gezinin kendisini hemen bir siyasi harekete dönüştürecek mekanizmalar yok ve o mekanizmaları dışarıdan birilerinin kurarak kendisiyle entegreye etmeye çalışması boş çabadır.

Gezinin getirdiği en önemli şey, bizim mevcut demokrasimizin artık doyurmadığı, hiç olmazsa yeni nesilleri doyurmadığıdır. Başbakanın ilk günkü konuşmalarını hatırlarsanız, “Benim muhatabım kim” diyordu. Eski siyasetin sorularını soruyor. Gezi çıktı, yeni bir talep var, bir şaşkınlık var; ve o sırada bu olayı eski siyasetçiler kapıp kaçırmak istediler. Bir kısmı eski militan siyasi kadrolar ki bunlar Geziye eklemlenerek gezinin ilk çıkışının algılanmasını bulanıklaştırdılar ve bu da eski siyasi söyleme dönmek isteyen mevcut iktidara çok iyi bir destek verdi. İki taraf da eski siyaseti yeniden üretmeye çalıştı ve kısmen ürettiler de. Ama orada bir soru soruldu, o soruyu kimse çıkartamadı. O soru taş gibi duruyor orada, dönüp dönüp o soruya cevap vermeye çalışıyorlar ama cevap veremiyorlar, çünkü araçsal demokrasi içinde o soruya yanıt verilemez. Gezi kendisinin dönüşmesinden çok Türk toplumuna getirdiği derin hayal kırıklığını göstermesi bakımından önemli.

24

25GÜZ 2013

Aslında hepimizin bildiği bir isim. Mustafa Kemal Atatürk’ün imzasını yeni-den yorumlayarak bugün bardaklardan, dövmelere her yerde görmeye alıştığımız biçimini veren, kaligraf, hattat günümüz Türkçesiyle ve kendi deyişiyle söylemek gerekirse güzel yazı sanatçısı... Bu kadarla sınırlı değil tabii eserleri... Hat sanatını konuşturduğu, ilk ve orta öğretimde tüm sınıflarda görmeye alışık olduğımız “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi” ile “İstiklâl Marşı” ve pek çok yerde görmeye alıştığımız Mustafa Kemal Atatürk portreleri de çalışmaları arasında yer alıyor.

Çalışkan, güzel yazıya sevdasının nasıl başladığını şu sözlerle anlatıyor: “İlkokula başladığımda öğretmenimin kara tahtaya çizdiği harflerin seslene-bildiğini gördüm. Ses veren harfler beni çok etkiledi. Öğretmenimiz ilk a harfini kara tahtaya çizip bu çizgiyi okuyun dediği an hâlâ beni aydınlatır.”

Tarsus’ta tamamladığı ilk ve orta öğreniminin ardından Güzel Sanatlar Akademisi’ni kazanarak İstanbul’a gi-den sanatçı, öğrenciliği sürerken hocası Emin Barın ile Anıtkabir’in duvarların-daki yazıları yazar. Akademi yıllarında gazeteciliğe başlayan Etem Çalışkan, Yeni Sabah, Dünya, Akşam, Milliyet ve Hürriyet gibi gazetelerde çalışmış ve 1982 yılına kadar aktif gazetecilik yapmıştır. Güzel yazı sanatına gönül vermiş Çalışkan, üretmekten vazgeç-miyor ve öğrenci yetiştirmeyi sürdürü-yor. Ege Üniversitesi tarafından bu yıl beşincisi gerçekleştirilen Cumhuriyet ve Atatürk Günleri etkinlikleri kapsa-mında Prof.Dr. Yusuf Vardar –MÖTBE- Kültür Merkezi’nde Atatürk portreleri ve yazılarından oluşan karma bir sergi açan Çalışkan ile sohbet etme imkanı bulduk.

Güzel yazı neden sizin için bu kadar

önemli?Her şeyde güzellik

arar insan. Doğada güzellik aranmıyor mu? Bahçede bile

güzellik aranıyor. Efendim, “bizim bahçede o kadar güzel

güller açtı ki...” derken başına bir güzellik kelimesi getiriliyor. Demek

ki güzele ulaşma bir duygu, bir amaç. Amaç da demeyelim ama doğrudan doğruya yaradılışta var güzele ulaşma çabası. Güzele ulaşmak istemeyen biraz yoksundur, isterse kasasında milyarları bulunsun, isterse ellişer katlı gökdelenleri, yalıları olsun. Zenginlik için neleri olursa olsun ama güzellik duygusundan, güzelliği anlama, yaşa-ma duygusundan yoksunsa, çok nok-sandır o kişi. Bir sözümüzü söylerken, birisine bir sözü yazı ile ulaştırırken onu herhangi bir şekilde, okunacak bir biçimde yazmak var; bir de onu güzel yazmak var. Güzel yazdığımız zaman ne oluyor? Yolumuz sanata açılıyor. Sanat ne ise güzel yazı da o sanatın yolundadır. Ben güzel yazı yazarak ve herkese de yazısının güzel olmasını söyleyerek, onları yönlendirerek, hem yazarak hem de öğreterek hizmet veriyorum. Sözümüz ne kadar güzel olursa olsun eğer yazı ile ulaş-tırıyorsak güzel yazı ile, sözlü olarak ulaştırıyorsak onu da güzel sözler ile güzel söyleyerek ulaştırmalıyız.

Güzel sanatlar içinde resim sanatı önemli biryer tutyor biliyor-sunuz. Resim sanatı ile yazı birbirinden ayrı değildir

‘Her şeyde güzellik arar insan’KAMPÜSTE SÖYLEŞİ

e Gamze KARADEMİR EROL

26

aslında. Ben hem resim yapıyorum hem de harflerin resmini yapıyor yani güzel yazı yazıyorum. Yani güzel yazı, güzel sanatların bir dalıdır. Öğreten için bir hizmettir, insanlık hizmetidir. Yazan içinse ayrı bir şey, bir kutsallıktır. Bence her güzel işle uğraşan, kutsal bir iş yapmıştır. İsterse bu kişi son baharda dökülen yaprakları, elinde çalı süpür-gesiyle, kaldırımlardan süpüren bir işçi olsun. Onun süpürgesiyle ahenkle yaprakları toplayışını izlediğiniz zaman, zannedersiniz ki yapraklar incinmesin için öyle toplanıyor. Sözün özü güzellik her şeyde aranmalı.

Peki hocam, hat sanatı, Türkçe karşılığı ile güzel yazı yazma sana-tından söz edilince neden akla önce Arap alfabesi geliyor?

Bilgi eksikliğinden diyelim. Çünkü aşağı yukarı Türkler İslamiyet’i ka-bul ettiğinden beri Arap harfleri ile yazmaya başlamışlardır. Sonra Osmanlı döneminde Osmanlıca adı altında Arap harflerinden oluşan bir Osmanlı alfabesi çıkmıştır. Osmanlı dili, Türkçe konuşulan ama Arap yazısı ile yazılan bir alfabedir. Bunda bir terslik yok mu? Var tabii. Dinimiz İslamiyet. Yazılan yazı İslam dili. Dolayısıyla hat sanatı deyince yalnız İslami sözler yazılabilir, Kur’an yazılabilir, ayet yazılabilir, dua yazılabilir gibi şeyler akla geliyor. Zaten hattatla-rımız konularını genellikle inanç dün-yasından seçmişlerdir. Öyle olunca da hattatlar, Arapça harfleri ile yazdıkları için hat sanatı denince Arapça yazılan güzel yazılar akla gelir olmuş. Ben biraz araştırdım, hat Arapça da değilmiş aslında, belki de Farsçadan geliyor: Hat çizgi demek. Hudut da çizgi değil mi, “bir ülkenin hududu” deriz hani. “Haddini bil” azarlamasında “çizgini bil, sen buraya kadarsın” deniyor. Bu örneklerden de anlaşıldığı gibi hat çizgi demek, Hüsn-i Hat olunca, güzel çizgi anlaşılıyor yani güzel yazı.

600 yıllık bir Osmanlı İmparatorlu-ğu dönemi ve ondan öncesinde Türkler Arap harflerini kullandıkları için, güzel yazıya da onunla ulaştıkları için, hat deyince eski yazı yani Arap harfleri ile yazılan yazıyı akla getiriyor. Ben diyorum ki “hattatım”. “Olmaz” diyorlar bana, “sen hattat değilsin”. Neyim ben peki? “Kaligrafsın” diyorlar. “Kaligrafi” biliyorsunuz latince, “kali” güzel, “graf” çizgi, yazı, grafik sanatları manasına

geliyor. Böyle olunca “kaligrafi”yi ya da “hüsn-i hat”ı, Türkçeye tercüme eder-sek, güzel yazı çıkıyor. Bu nedenle de ben diyorum ki güzel yazı. Ben güzel yazıyı yeni harflerle yani Latin harfleriy-le Türk alfabesiyle, bu ayrımı mutlaka yapmak lazım, yazıyorum. Sen “Latin yazısı kullanıyorsun” diyorlar. Hayır, “ben Türk alfabesi kullanıyorum, ama Latin harfleri ile”. Zaten Osmanlı döne-mi hattatları da Arap harfi kullanıyor ama Osmanlı alfabesi ile. Sonuçta her iki durumda da alfabeler farklı.

Arap Alafbesi ile güzel yazı yaz-mayı denediniz mi?

Güzel Sanatlar Akademisi’nde Arap harfleri ile ders veren hocalar da vardı. Ama ben afiş atölyesindeydim. Biz biliyorsunuz 1928’den beri yeni yazıyı kullanıyoruz, Latin harfleriyle, Türk

alfabesiyle. Dolayısıyla afişlerimizdeki yazı yeni alfabe ile. Benim atölyemde kullanılmayan bir yazı olduğu için eski yazıyı denemedim. Aslında okuldaki diğer hocalardan da ders alabilirdim hatta akademi dışındaki hocalardan da. Öyle yapanlar da oldu. Kısacası eski yazıyı da öğrenebilirdim.

Benim hocam Emin Barın, bana sordu: “Etem, sen belli ki yazıya devam edeceksin, eski yazı mı yazacaksın, yeni yazı mı?” “Hocam dedim gördüğünüz gibi atölyemiz afiş atölyesi ve ben yeni yazı ile yazıyorum. Hem eskiyi hem yeniyi yazabilir miyim” diye sordum. “Olabilir. Ama birisi soldan sağa yazılıyor, birisi sağdan sola. Bilek için ters hareketler. Eğer ikisini de yazmak istersen ikisini de güzel yazabilirsin ama sanatçısı olamayabilirsin” dedi,

27GÜZ 2013

“Ona göre birine karar ver”. Siz de Latin Alfabesi ile yeni

Türk harflerinin kabul edildiği yılda doğduğunuz için bunu bir işaret kabul ettiniz ve Türk harflerini kullanmayı tercih ettiniz sanıyorum.

Ben doğduğumda elbetteki yazının da doğduğunu bilmiyordum. Devrim olduğunu bilmiyordum. Ancak sonra-dan övünme payı olarak kullanıyorum ben bunu kendime.

Atatürk’ün resimlerini çizmek, imzasını stilize etmek çok önemli işler. Ama Anıtkabir’in duvarlarındaki yazıtların yazılmasında görev alışınız belki de erken yaşınızda böyle bir şansa eriştiğiniz için hayatınızın en önemli anlarından biri olmuş olsa gerek.

Tabii ki. Ben 1951 yılında İstanbul’a geldim, Güzel Sanatlar Akademisi’ne. 1951-52 öğrenimimim birinci yılı. 52-53 ise ikinci yılı. Birinci yıl Sabri Berkel Hocamın desen çalışmalarıyla geçer. Ona “galeri” denir. Desen atölyesinde başarılı olanlar ikinci yıl atölyesini seçme hakkı kazanır. Afiş atölyesi var, kumaş desenleri var, resim var, heykel var, iç mimari var… Ben afiş istiyordum, onda yazı olduğu için. Kaydımı oraya yaptırdım. Emin Barın Hocam afiş atöl-yesinde yazı hocasıydı. Bizim dönemi-mizde Güzel Sanatlar Akademisi’nde ayrıca yazı dersi yoktu. Yazı dersini biz afiş atölyesinde görüyorduk, yazıyı orada öğreniyorduk, o da haftada bir-iki saat. Ne kadar öğrenilirse. Ama yeteneğinde yazı var ise, içinde sevgisi var ise yani bendeniz gibi, yöneliyorsun yazıya tabii. Hoca ile benim tanışmam ayrı bir tesadüftür, bir rastlantıdır, güzel bir rastlantıdır. Burada onun hikayesine girmeyelim. Öğrenimimim ikinci yılına başladım, 1952’nin ayları bitti. 53 geldi, Haziran’da okul tatile girdi. Hocam, “Etem yazın memlekete ya da başka bir yere gitme burada kal. Seninle beraber çalışacağız” dedi. “Hocam benim de gittiğim yok zaten” dedim. “Anıtkabir kitabeleri yarışmasını ben kazandım” dedi, “Sen de yardım edeceksin, bera-ber yazacağız”. O andaki duygumu hiç sormayın ben de hatırlayamıyorum ne olduğunu.

Ama 25 yaşında sanata yeni başlamış biri olarak gerçekten çok önemli ve tarifsiz bir his olmalı.

O bir. İkincisi, İstanbul Anadolu’dan

gelenler için başka bir dünya. İstanbul’a, hâlâ şaşkınlığım geçme-miş ki benim... Birden bire ders veren hocanın asistanı gibi oldum. “Yardım edeceksin” kelimesi ne demek, yanında duracaksın. Çok güzel bir şey. Heye-canlandırdı beni. Heyecanımın da ne olduğunu anlamadım… Şaşkınlık… Ve öylece her biri bulunacakları kulelere göre nutuktan seçme cümleler olan Anıtkabir kitabelerini yazma işine baş-ladık. Hocam eskizlerini yaptı. Oturduk beraber harflerini yaptık. 60 yıl geçti aradan, hâlâ bende durur Anıtkabir harfleri. Kokluyorum, 60 yıl öncesi kokuyor.

Ve bütün yaz ben o yazıları, Güzel Sanatlar Akademisi’nin uzun, geniş koridorlarında yazdım. İlk hocam Sabri Berkel de oradaydı. Onun gravür atöl-yesi vardı, orada gravür çalışırdı yazları, bir yere gitmezdi. Onunla beraber, o gravür atölyesinde salonda bazen çay içerek bazen sohbet ederek geçirdik yazı. Bunlar güzel şeylerdi. Anıtkabir gibi devletin temeli olan bir yapının içinde emeği olabilmek, sanata ulaşa-bilmek güzel şey. Benim ilk kez sanatla, duvarla karşı karşıya gelmem de orası. Ama hâlâ Anıtkabir’e her ziyaretimde daha öğrenciyken hocamın söyledikle-rini çok iyi kavradığımı fark ediyorum. Tarihi bir olay bununla da övünüyo-rum. Hocamın bile “benim için onur” diye tarif ettiği ve çalışmaları içinde en öne koyduğu böylesi önemli bir pro-jede daha öğrencilik yıllarımda görev alabilmiş olmak benim için tarifsiz bir onur ve gurur kaynağı.

Mutlaka... Sergi açılışınız öncesin-de Atatürk’ün harflerinden yeni bir yazı örneği çıkarmaya çalıştığınızı, ancak hâlâ üzerinde çalıştığınızı söylediniz. Tam olarak nedir yapmaya çalıştığınız, Atatürk’ün harfleriyle bir “font” (belirli bir tip ve boydaki harf takımı) yaratmak mı?

Hayır, Atatürk’ün el yazısına benzer yeni bir stil yaratmaya çalışıyo-rum. Ama hâlâ başaramadım. Onun yazısının aynısını yazabiliyorum da ona benzer yeni bir yazı yaratmak işini henüz başaramadım. Onun yazısında hissedebilene bambaşka izler var, örne-ğin müthiş bir kararlılık var. Sözlerinde-ki kararlılığı ve keskinliği yazısında da bulabiliyorsunuz. O izleri taşıyabilecek başka bir alfabe henüz yaratamadım.

Bugün pek çok yerde karşımıza çıkan Atatürk’ün imzasını Çalışkan stilize etti. Çalışkan’ın kaleminden çıkan K. Atatürk imzası ilk olarak yine kendisi tara-fından çizilen bir Atatürk portresi ile birlikte 1969 yılında Hürriyet Gazetesi’nde yayınlandı.

Çalışkan: “...Güzellik duygusundan, güzelliği anla-ma, yaşama duygusundan yoksunsa, çok noksandır o kişi. Bir sözümüzü söylerken, birisine bir sözü yazı ile ulaştırırken onu herhangi, okunacak bir şekilde yazmak var, bir de onu güzel yazmak var”

28

29GÜZ 2013

İmzasını stilize ederken imzaya taşıya-bildim o kararlılığı. O bugün her yerde gördüğünüz Atatürk imzası, 1969’da Hürriyet Gazetesi’nde birlikte çizdiğim Atatürk portresi ile birlikte yayınlandı. O günden beri, özellikle son yıllarda beni en çok sevindiren şeydir, her yerde görüyorum, seyahatlerimde… kollarda görüyorum.

Evet dövme yaptırıyorlar. Atatürk’ün imzası daha önce de

vardı. Eğer onu güzel bir biçimde aslını yitirmeden ama biraz daha kaligrafik diyelim hadi, ya da güzel yazı ile yazar-sanız, biraz daha özenli hale getirirse-niz, özentili değil özenli hale getirir-seniz, daha etkili oluyor. Etkileyicilik kendiliğinden geliyor. Evet hiç kimse bilmez o imzanın, benim 1969 yılında Atatürk’ün portresi ile birlikte stilize ettiğim Atatürk’ün imzası olduğunu.

Son bir soru. Bilgisayar kullanımı biliyorsunuz artık çok yaygınlaştı. Yazılarımızı daha çok bilgisayarda yazmaya başladık.

İlerlemenin karşısında olan bir kişiliğim yok benim. İlerlemede karşı durduklarım var. Nerede karşı duru-rum. Eğer sanatı oraya bağlarlarsa, ben teknolojiye karşı dururum. Bir çok yerlerde geleneksel el sanatlarımız diye kuruluşlar var. O zaman onun karşısına futbolu koymak lazım, ayak sanatı olarak. El sanatı diye bir şey olmaz. Geleneksel diye bir şey olmaz. Sanat sanattır. Onun için bilgisayarın karşısına sanatı koyamayız. Bilgisayar rüya görür mü? Tabii ki görmez. Demek ki bilgisayar düşünmez de. Düşünme-yen bir aletin yazdığına nasıl sanat diye bakarız. Bir alfabeyi aktarıyorlar. Bakı-yorsun alfabe güzel. Onu kelime haline getirdiğinde o uzantılar, gereksiz yerde, birleşmemesi gereken yerde birleşiyor, ne oluyor o zaman? Efendim güzel yazı mı? Hayır olmadı. Ben ve hattatlar ve güzel yazı sanatçıları ve kaligraflar bir noktayı bile sonucunda okutucu bir işarettir, ı’yı i’ye çeviren işarettir, ama o noktanın yerini güzellik arayarak değiştirebilir, ölçüsünü değiştirebiliriz. Bir nokta için bile arayış içinde bulu-narak yazı yazanla bilgisayar bir olur mu? Yeter mi bilgisayara bu kadar karşı durmak? Ama bilgisayardan çok şey öğreniyoruz, bu gerçeği unutmamak lazım. Bazen de yanlış öğreniyoruz, bilgileri doğrulamak lazım.

Güzel Sanatlar öğreniminin ikinci yılı bittiğinde, hocası Emin Barın “Anıtkabir Kitabeleri yarışmasını ben kazandım. Sen de yardım edeceksin beraber yazacağız” der Çalışkan’a. O yaz memlekete gitmeyip o yazıları yazan Çalışkan, daha öğrencilik yıllarında böyle dev bir projede yer almış olmanın tarifsiz bir onur ve gurur kaynağı olduğunu söylüyor.

30

Toplumumuzun temel siyasal sorunlarını, “düşünce piyasasına egemen olan düşüncelerin dışında” yeniden düşünebilmek çok zor. Kon-formite olgusu nedeniyle, fikirlerin sosyal olarak nasıl göründüğü büyük önem taşıyor. Bu yüzden doğru gibi görünen yanlış fikirlerle birlikte yaşamaya alışkınız. Zor değil bunlara kapılmak. Çünkü psiko- sosyal risk ve pahaları karşılaştırıldığında “tek başına haklı olmaktansa, birlikte ya-nılmak” çok daha rahat. Belki de bu nedenle “yanlış gibi görünen doğru fikirler” olabileceğini hiç aklımıza getirmiyoruz. Cumhuriyet, hayatı-mızın hemen hemen her alanında ve sıklıkla karşılaştığımız, iyi tanım-lanmamış, muğlak kavramlardan, sosyal bilimler literatüründeki teknik terimiyle “belirsiz kavramlar’dan (fuzzy concept) biri. Siyasal tartış-malarımızın anahtar kavramlarından olmakla birlikte, çeşitli kullanımları dikkate alındığında büyük bir belir-sizlik taşımaktadır. Felsefi, sosyolojik, siyasal, antropolojik, sosyal psikolojik yanları var.

Cumhuriyet konusunda birbi-rinden az çok farklı analizler yapan çeşitli yazarlar, Cumhuriyet fikrinin birkaç temel boyutunu öne çıkar-maktadır:

1. Kamusal alanın hukuk kurallarıyla yapılandırılması

2. Politikanın önemi ve politik alanın özerkliği fikri

3. Yurttaşlığın tesisi ya da yurttaş olarak insan fikri

4. İnsanın gelişebilir bir varlık olduğu fikri

5. Politik topluluğun ya da ulusun kavramsallaştırılması

6. Entegrasyon ilkesi

7. Ortak iyi ve genel çıkara önem verme

8. Kamusal alana katılımın yüceltilmesi

1. Kamusal Alanın Hukuk Kuralla-rıyla Yapılandırılması

Hukuk temelli bir kamusal alan fikri, cumhuriyetçi anlayışın çeşitli düşünceler tarafından (Spinoza, Rousseau, vb) vurgulanan önemli bir niteliğidir. Cumhuriyet, özgürlük-lerin birlikte varoluşunu sağlayarak bireysel özgürlüğü garanti eden bir kurumsal alanın oluşturulmasını gerektirir. Bu, “her bireyin kendinin evrensel bilincine ulaştığı, kendi özel çıkarını herkesin çıkarından ayırmamayı öğrendiği bir yurttaşlık alanıdır.” (Moscovici, 1994; s.146) Bu kamusal alan, hem birlikte yaşamayı (ortak- yaşamsallık), hem de bireysel özgürlükleri mümkün kılar. Bu anla-yışta kurumsal alan, her bir insanın kendi özel dünyasında, herhangi bir sorgulayıcı gücün baskısını hisset-meden, kendi öz amaçlarını izleme-sinin koşuludur. Bu nokta demokrasi ile cumhuriyetin birbirine eklemlen-me eksenini oluşturur. Literatürde, Aristoteles’e dayandırılarak irdelenen bu ilişkiyi, Kriegel (1994) şu şekilde analiz etmektedir: Aristoteles, iki tip otorite ayırt etmektedir; birincisi, Efendi’nin köleler üzerinde olan otoritesi olan despotes, diğeri devlet adamının özgür insanlar üzerindeki otoritesi olan politikos. Ona göre, babanın çocuklar üstündeki otoritesi birincisine, kocanın karısı üzerindeki ikincisine örnektir. Bunlardan birinci-sini monarşik, diğerini cumhuriyetçi olarak adlandıran Aristoteles, bu doğrultuda, iki tip toplumdan söz

etmektedir: Kişisel çıkara göre ör-gütlenen despotik toplumlar ile ortak çıkara göre örgütlenen cumhuriyetçi toplumlar. Bu ortak çıkarı kimin yö-neteceği, kimin savunacağı sorusu, yönetimin tarzını gündeme getir-mektedir. Yönetim tarzı, ortak çıkarı yönetecek olan kişi ise otokrasi, bir grup ise aristokrasi, halk ya da en büyük sayı ise demokrasi olacaktır. Buna göre, ortak çıkarları savunan tüm yönetimler cumhuriyetçi olabi-lir. Kriegel’e göre demokrasi, iktidarı kimin icra edeceği, cumhuriyet ise iktidarın ya da politikanın objesini, yani neyin yönetileceği sorusuna göndermekte ve bunu kamusal alan (ortak çıkar) olarak belirlemektedir. Cumhuriyet, ortak çıkarı amaçlayan ve otoritenin özgür insanlar üzeri-ne yasalar yoluyla icra edildiği bir toplum tipini tanımlamaktadır. Nasıl ki demokrasi, egemenliğin ayrımsız olarak tüm yurttaşlara ait olduğu bir egemenlik tarzı olarak otokrasi ve aristokrasiden farklı bir egemenlik biçiminin ifadesiyse, cumhuriyet de despotizme karşı bir yönetim tar-zının ifadesidir. Bu açıdan despotik demokrasi olabileceği gibi, aristokra-tik veya otokratik cumhuriyetler de olabilir. İki boyutun birbiriyle çapraz-lanması, hiç değilse teorik planda, birbirinden farklı tipler doğurmakta-dır. Ancak genel olarak bir despotun kendi kendine saptadığı yasaları uy-guladığı, genel iradenin, hükümran olanın özel iradesi gibi icra edildiği despotik yönetim biçiminden farklı olarak cumhuriyet, yasama ve yürüt-me güçlerinin ayrıldığı, yasamanın ön planda olduğu bir yönetim tarzıdır. Özetle belirtmek gerekirse, modern anlamda Cumhuriyet büyük ölçüde

Prof. Dr. Nuri BİLGİNEge Üniversitesi

Edebiyat FakültesiPsikoloji Bölümü

MAKALE

Cumhuriyeti anlamak

31GÜZ 2013

hukuk devleti anlamına gelmek-tedir. Nitekim Rousseau, cumhu-riyeti, yasalarla yönetilen devlet olarak nitelendirirken; Spinoza da tüm modern cumhuriyetlerin hukuk devleti, tüm hukuk devletlerinin de cumhuriyet olduğunu belirtmektedir. (Kriegel- 1994). Cumhuriyetin bu boyutu, özgürlüklerin birlikte varolu-şunu sağlayarak bireysel özgürlüğü garanti etmektedir.

2. Politikanın Önemi ve Politik Alanın Özerkliği Fikri

Cumhuriyet politikaya özel bir önem verir. Politikanın özerkliği, esas olarak XVII. yüzyıl kökenli rasyonel düşünceye paraleldir. Politika bir başka alana (moral, ekonomi, bilim, din) indirgenemez. Cumhuriyetçi anlayışa göre ‘kendi imkanlarıyla ve olabildiğince akıl ve iradeyle kendi tarihlerini yapmak ve ortak varo-luşlarının tarzlarını bulmak, sadece insanın işidir; insanlara düşer; politik otorite veya sitenin organizasyonu, bir başka temele dayanmaz; yasayı yapan şey, ne doğa, ne doğa üstü, ne töredir. Yasa insanlar tarafından,

insanlar için yapılmalıdır; yani yasayı yasaya itaat edecek olanlar yapma-lıdır. Bu noktadan itibaren, madem ki herkes yasaya itaat edecektir, ırk, servet ve hatta yetenek ayrımı olmaksızın herkesin yapması gerekir yasayı (Moscovici, 1994). Politika Moscovici’nin de belirttiği gibi, ikti-darın sevilmeyi aramaksızın uygulan-masını ve itaat edilmesini öngörür. Bunun da temelinde politikanın niyetlere göre değil, edimlere göre yargılanması gerektiği ilkesi vardır. Cumhuriyet, iradi olanı uygulaması dolayısıyla, politikayı bir kader gibi, geçmişin ürünü gibi değil, bir icat gibi ya da proje ürünü olarak görür (Rouquette, 1988). İnsanlık tarihinde, bu her iki anlayışında geçerli olduğu örnekler vardır. Ama cumhuriyetçi fikir, tarihin cereyan edişini, daha önceden kazanılmış zorunlulukların sonucu olarak görmek yerine, top-lumların kendi kaderlerinin hakimi ve yenilik, devrim, reform yapma kapasitesine sahip oldukları sayıltı-sını taşır.

Cumhuriyetçi anlayışın politi-kaya yaklaşımında, hakikate sahip

olma iddiası yoktur. Politika genel olarak hakikatin değil, kanaatlerin alanıdır; burada ulaşılamaz mutlak hakikat değil, ‘insani doğru gibiler’ önem taşır. İnsanlar tarafından kabul edilebilir veya onlara doğru görü-nen önemli olunca, bunun yolu da bellidir; bunlara, Beauvois’nın (1994) deyişiyle, kamu önünde argüman-tasyonla ulaşılır. Hakikate değil, doğru gibiye ulaşma sanatı olan argümantasyon, yurttaşın birinci yet-kinliğidir (kompetans); herkes onu başarabilmelidir; zira hakikat kendini dayatır (silahla, vs) kabul edilebilir olan ise argümente edilir. Bu anlam-da cumhuriyet, çeşitli söz almaların ve farklılıkların varlığını sürdürmele-rinin sağlayan bir aygıt, bir çerçeve gibi düşünülebilir. Herkesin, kendini diğerleri önünde, herkesin çıkarı için makul varlık olarak ifade etmesi, bu sayede mümkün olabilir.

Nihayet bu boyut, cumhuriyet ile laiklik arasındaki sıkı ilişkinin teorik zeminine işaret eder. Cumhuriyet toplumu düzenlemeyi ve kamu otoritesini ele geçirmeyi hedefleyen din ya da mezheplerle bağdaşmaz.

32

Bu nedenledir ki cumhuriyetin okulu, ilkesel olarak otoriteyi, akıl ve deneyime dayandırır, özgür incele-meyi ve gelişmeyi hedefler. Böylece çocukları, aidiyetlerinin baskısından ve cemaatçi taleplerden korumaya çalışır. Moscovici’ye (1994) göre, ‘özü itibariyle bir otorite anlayışı olan ve bu anlamda, politik otoriteyi de kapsayan laiklik, toplumsal güçlerin birbirine göre ilişkisini ve organi-zasyonunu düzenler’; laiklik, aklın yasamasına sığmayan, onun dışında kalan bir alanın (inanç alanı) varlığını kabulü yasaklamaz, ama şu koşulla: Bu alandaki tercihlerimiz diğerlerinin başka tercihler yapmasını engelle-memeli ve tercihlerimiz aklın, kendi alanındaki yasamasına karşı olma-malı. Bu temel koşul, kamusal alanın akıl tarafından yönetilmesini talep eder: Burada akıl Dekart’ın “herkeste ortak olan şey” olarak nitelediği bir melekedir. Cumhuriyet, “politika, inanç özgürlüğünü korumak için herkeste ortak olan akıldan hareket etmeli” düşüncesini taşır. Politikanın özerkliği boyutunun, pratikteki hedefi ve/veya sonucu, laikliğin tesisidir.

3. Yurttaşlığın Tesisi ya da Yurttaş Olarak İnsan Fikri

Yurttaşlığa dayanmayan cumhu-riyet yoktur. Cumhuriyetin yurttaşı, aklın idealine, serbest araştırmaya, özerk yargıya bağlı bir insandır, sü-rekli olarak dünyayı anlamaya, bilgi edinmeye çalışır. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözü, bu anlayışın ifadesidir. Yurttaşlığın, salt anaya-sal anlayışı ile belirli bir yaşama ve düşünme biçimine katılma anlayışı gibi iki uç arasında yer alan pek çok versiyonu mevcuttur. Son yıllarda “yurttaşlığa dayalı cumhuriyetçilik” anlayışının yükseldiğini öne süren Mouffe’a (1998) göre, yurttaşlığı salt yasal bir statüyle, pasif bir durumla

ya da Devlete karşı bireysel hakların savunulmasıyla sınırlandıran anlayış gerilerken aktif yurttaş anlayışı güçlenmektedir. Pratikte yurttaşlık, sadece yasal veya anayasal bir sorun değildir; bireyin topluluk içinde yer alma tarzı ve politik iktidarla ilişki tarzını da içerir. Devlet ile toplum arasında karşıtlık gören, yani Devleti topluma dışsal ve ona dayatılan bir güç gibi gören anlayış bir yana bıra-kılırsa, yurttaşlık belirli bir yaşama, dü-şünme ve inanma biçimine katılmayı içerir. Yurttaşlık kavramı, hem bir kamu alanını ve bunun dışını, hem de bu alanın içerisinde, çizgisi sürekli değişen iç sınırları ayırt etmekle dü-zenlenir (Balibar, 1987). Buna paralel olarak Cumhuriyetin yurttaşlığı sade-ce haklarıyla tanımlanan bir insan değil, yükümlülükleri de bulunan bir insan tasarımına sahiptir. Pek çok ya-zar (Zolo, Habermas, vb), yurttaşlığın en makul anlamının, “cumhuriyetçi” bir anlam olduğu görüşündedir. Yurttaşlığın cumhuriyetçi boyu-tu, Habermas’ın terimleriyle ifade edilirse, siyasal- öncesi topluluk (ki

bu toplulukta bütünleşme, gelenek, kuşaktan kuşağa geçiş ve ortak dil ile başarılır) üyeliğinden ayrılır. “Yurttaş-lardan oluşmuş bir ulusun kimliği, etnik veya kültürel benzerliklerden değil, iletişim ve katılım hakları gibi haklarını uygulayan yurttaşların ken-di pratiğinden oluşur” (Zolo, 1993).

Moscovici’nin (1994) işaret ettiği üzere, cumhuriyetin yurttaşlığı, ulus- devletin yurttaşlığıyla örtüş-mez. Burada yurttaşlık, insanların, karar, değerlendirme, danışma ve icra mekanizmalarına daha fazla katılım iradesi göstermelerini, karşı- iktidarlar oluşturmalarını gerektirir. Bunlar, insanın azınlık konumundan çıkmasının koşullarıdır. Bu anlayış AB sürecinin de önemli bir boyutudur. Zira AB’de çocuklarda geliştirilmek istenen yurttaşlık duygusu, a) tüm hakları ve görevleri yanı sıra bunlar-dan kaynaklanan sorumluluklarıyla birlikte bir yurttaşlar topluluğuna ait olma bilincini taşımak; b) bu hak ve görevlere saygı gösterme istek ve iradesini taşımak, c) sorumluluk-larını üstlenmek, d) tolerans, adalet,

Her türden ayrımcılık ve dışlamaya karşı olan cumhuriyet,

bütünleşmeyi ilke edinir...

33GÜZ 2013

kamu yararına saygı, işbirliği yapma ve sorumluluk duygusu taşıma gibi nitelikleri varsaymaktadır (European Association of Teachers, 2003).

4. İnsanın Gelişebilir Bir Varlık Olduğu Fikri

İnsanın gelişimine inan, sivil toplumdaki dinamiklerin, insani değerlerin dışına doğru gitmesine karşı bir emniyet supabı oluşturur. Durkheim’ın “insanın özü ideali tasarlamak ve gerçeğe eklemektir” sözü, cumhuriyetçi yaklaşımın özünü yansıtan bir ifade olarak görül-mektedir. İnsan, en azından eğitim ve sosyalleşme sürecinin başında, dolayımsız çevresine bağlı bir varlık-tır. Coğrafî ve psiko- sosyal mesafe kurallarına bağlı olarak, yakın olana, burada ve şimdi olana daha çok önem verir. İnsan, günlük yaşamın-da, yakın düzene teslim olmaksızın uzak düzene de geçebilen, yakın düzende hapsolup kalmaksızın uzak düzene de açılabilen bir varlık gibi tasarlanmaktadır. Örneğin, kentsel ortamda cumhuriyetçi anlayış, yakın düzene teslim olmayıp uzak düzenle de ilgili olmak, yani salt sokağına, mahallesine hapsolmak yerine, diğer mahallelere de duyarlı olmak demektir. Kültürel planda da aynı şey söz konusudur. Konumuz açısından kültürün belli başlı üç tanımı (Gros-ser, 2003) esas alınabilir. Birincisi, kültürel ve sanatsal zenginliklerin ve ürünlerin bütünü olan kültürdür. İkincisi, etnolog ve antropologla-rın kültürü, üçüncüsü, 18. yüzyılda ortaya çıkan Aydınlanmanın kültürü, yani ikinci kültürle aramıza mesafe koymamızı, onu sorgulamamızı ve başka aidiyet kültürlerini de değer vermeyi sağlayan kültür anlayışıdır. Burada yakın düzenden uzak düzene geçebilmek, dünyayı, ikinci kültürün sınırları dışında da görmeyi içermek-

tedir. Cumhuriyetçi fikrin özü, şu tür sorularda yansımaktadır: Kopmadan kendimi nasıl özgürleştirebilir, nasıl aidiyetlerime zarar vermeden aidiyet-lerime mesafeli durabilirim? Kökensel kimliklerimden kazanılmış kimliklere nasıl geçebilirim? Cumhuriyetin cemaatlere karşı tavrı, bu ayrımda görülmektedir. Cemaatçiliğe kayma-dan da cemaatler korunabilir. İnsan, aynı anda bir geleneğin ve cumhu-riyetin üyesi olabilir. Bu, ‘modern demokratik özneyi ifade eden aynı anda hem kendisi, hem de bir baş-kası olma’ durumudur (Tenzer, 1995). Üstelik cumhuriyetçi anlayış, bir bakıma cemaatçilikten daha çoğulcu bir nitelik taşır, çünkü cemaatçilikn cemaatçilerin çoğunda görüldüğü gibi, insan, bir tek cemaatin üyesi olarak görürken, gerçekte insanlar, birbiriyle çelişkili de olabilen birden çok cemaatin üyesi durumunda bulunmakta, çoğul bir özne port-resi çizmektedir (Mouffe, 1994). Cumhuriyetin insanı, aynı zamanda insan haklarının da insanıdır. Çünkü Taguieff’in (1988) işaret ettiği gibi insan haklarında, bir yandan, insanın kendisine neyi hak görebileceğinin ifadesi, öte yandan kendi kendi-ni belirleme melekesi anlamında kişinin özgürlüğü fikri vardır. Ama bu ikisinden de derinde, insan hakla-rının talep edilmesinde, modern anlamda insanın mükemmelleştirile-bilirlik imtiyazına sahip olduğu fikri vardır. Bu yaklaşım insan koşulunun iyileştirilmesi talebini ve inancını içermektedir. Taguieff’e (1988, 1996) göre insan haklarının derin anlamı şudur: İnsanlar bir takım davranışları sonsuza dek tekrarlamayacaklardır. İnsanların kaderi ne onları belirleyen içgüdüsel programlarında, ne de onları ayıran kültürel kodlardadır. Bunlar aşılabilir ve aşılmalıdır. İnsanlı-ğın hayvanlığa hakim olması esastır.

Bu boyut, pratikte, cumhuriyet ve demokrasi terimleri altında zaman zaman yürütülen polemiklerin de esasını oluşturmaktadır. Demokra-sinin polemik anlayışlarına egemen olan, ‘sivil topluma karşı çıkmamak’ veya ‘halkın istediğini her zaman doğru saymak’ gibi kaba anlayışlar, cumhuriyetçi anlayışla bazen karşıt-lık göstermektedir. Örneğin, basında son zamanlarda geniş yer bulan haberlerden AİDS’li çocuğun –diğer çocukların ana babaları tarafından- okuldan dışlanması (bkz. S. 22; 28 Eylül 2003 tarihli gazeteler) veya bazı sorumluların, tecavüze uğrayan kadınların tecavüz edenle evlen-mesini salık vermesi cumhuriyetçi fikirlerle taban tabana zıt görün-mektedir. İnsanın gelişebilirliğine ve gelişmesi gerektiğine inanç, pratikte, tüm cumhuriyetçi toplumlarda, eğitimin önem kazanması ve okulun toplumun temel bir kurumu olması sonucunu doğurmaktadır.

5. Politik Topluluğun Kavramsal-laştırılması ya da Ulusun İnşası

Cumhuriyetçi anlayışta politik topluluk ya da halk, yasaların genel-liğine dayalı bir tarihsel ve politik bir topluluk olarak, bir başka deyişle özneler topluluğu veya sitesi şeklin-de kavramlaştırılır. Bunu Kintzler’in (1996) analiziyle şu şekilde açabiliriz: Çeşitli genel fikirler gibi halk kavramı da, ya benzerleri birleştirme yönte-miyle ya da soyutlama yöntemiyle oluşturulabilir: Birinci halde, etnik, ırksal veya kültürel bir anlayışla, bir takım gözlenebilir özelliklerden (davranışlar, ritler, alışkanlıklar, töre-ler, inançlar) hareketle bazı insanlar birleştirilir: Camiye gidenler veya camiye gitmeyenler, çok eşliler veya tek eşliler, falanca bölgede oturanlar veya oturmayanlar, bir tarikatın (ya da bir etnik grubun) üyesi olanlar

34

veya olmayanlar, vb. Bu tarz birleştir-meler daima bir dışlama varsayarlar. Bu tür kavram oluşturma, uzun bir dönem boyunca, ırkçı kategorilen-dirmelerin temeli olmuştur. Burada, kendi kendimize oluşturmadığımız bir dış ilkeye, tartışmasız kabul edilen ve inanılan bir şeye göre top-lanılır ve meşruiyet sorunu yoktur. İkincisi, politik birleşme tarzıdır. Bura-da halk kavramı, olgusal cevaplara göre veya inançlara dayandırılarak doğrulanmaz. İnsanların bir halk olarak toplanması, doğal bir veri gibi düşünülmez. Bu, köklerden kopmayı gerektirmez, hal, kendini, temellen-dirilmesi gerekli bir inşa olarak temsil eder. Bu temeller konusunda , bir geleneğe veya kutsal bir güce değil, kendine hesap vermek durumun-dadır. Politik, inşacı yaklaşımda, hiç kimse, bir aidiyet zorunluluğuna tabi değildir ve hiçbir cemaat, kendi dün-ya görüşü adına hüküm süremez. Cumhuriyetin inanca değil, yasaya ihtiyacı vardır. Yasa, herkesi herkes-ten ve herkesi kendi cemaatinden korur (Taguieff, 1996). Bu anlayış, pratikte, yurttaşlığı soydaşlığa üstün tutan, inşacı, sözleşmeci bir ulus anlayışına yol açmıştır (Bilgin, 1995). Farklı etnik kökenlerden insanların aynı ulus veya siyasal toplulukta bir-leşmesi, bu tür bir anlayışta mümkün olabilmektedir. Ancak Moscovici’nin de (1994) özenle vurguladığı gibi, burada zorunlu olarak, bir ulus- dev-let anlayışı söz konusu değildir.

6. Entegrasyon İlkesi

Cumhuriyetçi fikrin bir diğer özelliği, her türden dışlamanın karşısında olmasıdır. Bu ilke, yuka-rıdaki boyutun doğal bir uzantısı gibi düşünülebilir. İki halk anlayı-şından birincisi, Kintzler’in (1996) belirttiği üzere, kendi kendini sunan bir şeye gönderdiğinden her türlü entegrasyon fikrini dışlar; eğer bir başkası kendini sunarsa, başkası

olarak sunacaktır; burada iki şey mümkün; bu başkası ya dışlanır, ya benzer kılınarak yutulur. Irk, kan, dinsel veya etnik aidiyet terimleriyle düşünüldüğünde hedef, dışarıda genişleme, içeride tek biçimlileş-medir. Entegrasyon kavramı, ancak politik toplanma tarzında anlamlıdır. Çünkü bu tarz, ancak entegrasyonla meydana gelebilir. Burada insanın kendini kendi varlığından koparıp yurttaş olarak düşünmesi gerekir. Bu anlamda hiç kimse, politik bir topluluğun doğal üyesi değildir; ama herkes üye haline gelebilir. Kintzler’e göre cumhuriyetçi anlayış, herkesin kendisini, entegrasyon çerçevesinde düşünmesini öne çıkarır. İnsanların ortak yasalara razı oluşuna dayalı bir bütünde örgütlenmesini içeren entegrasyon, hem parçalanmaya hem de tek bir biçimde erimeye aykırıdır. Bu anlamda cumhuriyetçi fikir, cemaatlere değil, cemaatçiliğe karşıdır. Yurttaşlık basit bir hukuk ilişkisinin ötesinde bir anlam taşıdığı ölçüde, birleştirici ve bütünleştiricidir. Cumhuriyetin yurttaşlık anlayışı, topluluğa entegrasyonun belirli bir tarzını öne çıkarır. Yurttaşlar, toplu-luğa, onun geleneksel değerlerini ve tarihini benimseyerek entegre olur. Ancak Canivez’in (1995) belirttiği gibi, hiçbir politik topluluk, her toplulukta hakim gelenekler olsa da bir tek geleneğe dayanmaz. Öyleyse topluluğun kültürüne entegrasyon, bu geleneklerin birlikte var olma-sı veya bazılarının çok bilinçli bir kültür olarak birbirinde kaynaşması imkanını sağlayan ilke ve değerle-re katılımı varsayar. Entegrasyon ilkesi, bundan sonra ele alacağımız üzere (Cumhuriyetin kamu yararına verdiği önem), pratikte sosyal adalet ve sosyal dayanışma çabalarında somutlaşmaktadır. Debray’ın (1989) deyişiyle “gelirler arasında 1’e 50 oran bulunan yerde, cumhuriyet-ten bahsedilemez”. Cumhuriyetçi

entegrasyon marjinalleşme, sosyal dışlanma, gelir farkları, vb. dikkate alınmadan sağlanamaz. Cumhuriyet-çi fikrin kapsadığı entegrasyon ilkesi, sosyal adalet anlayışını da beslemek-tedir. Cumhuriyetçi entegrasyonun, tarihsel olarak üç temel kurumu, okul, askerlik hizmeti ve istihdamdır.

7. Ortak İyi ve Genel Çıkara Önem Verme

Etimolojik kökeninden de (Res- publica) anlaşılacağı üzerine Cumhu-riyet, ortak iyiyi ve genel çıkarı öne çıkarır. Bu ister istemez yurttaşlar arasında örtük bir ahlak kontratının varlığını, Moscovici’nin (1991) deyi-şiyle, dürüstlüğü ve sosyal morale uymayı içeren erdem fikrini gerek-tirir. Bir takım değerlerin kabulüne dayalı bu tür bir erdem anlayışı, farklı bakış açılarının birlikte bulunmasını ve diğerine saygıyı, günlük yaşama taşır. Kamusal saygı ve politik sürece katılım önem kazanır. Cumhuriyet kavramının en uygun eşdeğerinin, 16. yy. Almancasındaki ‘gemeinwolh’ (genel refah) sözcüğüyle aynı kökten gelen, İngilizce ‘commonwealth’, yani ‘common weal’ (kamu yararı) olduğu-nu vurgulayan Berman’a (1998) göre, “cumhuriyet fikri, belirli bir yöneten biçimiyle özdeşleştirilerek tüketile-mez. Bu boyut, liberaller ve komü-noteryenler arası tartışmalarda da gündeme gelmekte ve cumhuriyetçi anlayışın bu ikisi arasındaki konumu sorgulanmaktadır (bkz. Spitz, 1993; 1995; Petitt, 1998; Bilgin 1998).

Cumhuriyetçilik insanın doğasının sosyal olduğunu varsayar. Bireyler arasındaki ilişkileri düzenleyen hakkaniyetli bir kuralın bulunma-sının, iyi düzenlenmiş bir toplum oluşturmaya yeterli olmayacağı ve her toplumda insanların belirli bir iyi yaşam anlayışını (politik katılıma dayalı yaşam) izledikleri görüşünde-dir. Spitz’in (1995) ifadesiyle, insanın kimliğinde, içinde yaşadığı toplu-

35GÜZ 2013

luğun amaçlarına katılmak esastır; cumhuriyetçi ideal, bu anlamada toplulukçudur (komünoter). Cum-huriyetçilik, “belirli bir cemaatin hayat tarzına sıkıca bağlı kalacak bir siyasal yapı (devlet) arayan cemaat-çilikten (komünotarizm) farklı olarak, “herhangi bir tikel iyi kavrayışına bağlı değildir (liberalizme yakın), yani özsel bir iyi yaşam anlayışını savunmaktadır. Bireysel özgürlüğü temel alması dolayısıyla cumhuriyet, ilke olarak liberaldir ve bireycidir (Moscovici, 1994). Cumhuriyet bi-reyselciliğe bir karşıtlık içermemekle birlikte, birey anlayışı Dekartçıdır (tüm bireylerde ortak olan aklın varlığıyla tanımlanır). Ancak Cumhu-riyetçilik açısından mutlak bireycilik savunulamaz, “çünkü insan koşulu-nun sınırlılığıyla uyuşmamaktadır. İnsan, yetenekleri ve performansları ne olursa olsun, kuşaklar zincirinde sadece bir halkadır. Aşırı bireyleşme-nin karşılığı cemaatçi gerilemedir” (Kriegel, 1997, s.12)

Öte yandan cumhuriye, bireyin özgürlüğünün, diğer bireylerinkine bağlı olduğunu savunmakla (geniş anlamda) cemaatçi anlayışa kaymak-tadır, çünkü tarafsızlığın çoğulcu bir toplumda herkesçe istenen bir iyi olduğu, bir davranışın veya hak talebinin değerlendirilmesinde, bu-nun herkesin özgürlüğüyle uyuşup uyuşmamasının temel ölçüt olduğu fikrini içermektedir. Pettit’in deyişiyle “iyi, hem sosyal bir iyi (gerçekleşmesi, çok sayıda insanın varlığını varsa-yan iyi), hem de ortak bir iyi (aynı zamanda, grubun diğer üyeleri için artırılamadıkça grubun bir tek üyesi için de artırılamayan iyi) olduğu tak-tirde cemaatçi bir ideal” (Pettit, 1998; s. 165) sayılabilir. Pettit’e göre bu tür bir değer ya da iyi, esas itibariyle toplumundan soyutlanmamış yurt-taşın özgürlüğüdür. Bu bakımlardan, bazı yazarlar (Pettit, Walzer, Spitz, vb) Cumhuriyeti, liberalizm ile komüno-

tarizm arasında üçüncü bir yol gibi düşünme eğilimdedirler.

8. Kamusal Alana Katılımın Gerekliliği

Cumhuriyetçi anlayışı nitelendi-ren bir diğer özellik, kamusal alana katılımın yüceltilmesidir. Bu önem, son yıllarda yurttaşlığın tanımında, ‘insanın kamusal alana katıldığı ölçüde yurttaş sayıldığı’ anlayışına kadar varmaktadır. Kamusal alana katılı, daha derinde, insanın aktör ya da özne olarak konumlanmasıyla ilişkilidir. Katılım, eylemleriyle eylemlerinin sonuçları arasında bağ kuran, kendini bir aktör olarak konumlayan, kontrol duygusu veya illüzyonu taşıyan bireyler gerek-tirmektedir. Küreselleşme sürecinde, sorunların çapının genişlemesi ve buna bağlı olarak insanın sosyal nedenselliği kurduğu alanın daralması sonucunda politika yerelliğe mahkum olmaktadır. Bu yapılamadığında ise ka-musal yaşamdan geri çekilme ve kamu işlerine katılmama davranışı yaygınlaş-maktadır. Modern demokrasiler için de önemli bir sorun oluşturan bu durum, cumhuriyetçiliğin üzerinde önemle durduğu bir husustur. Cumhuriyetçi yazarların (Beauvois, Taguieff, Kriegel, Moscovici, vb) önemle üzerinde dur-dukları gibi, bireysel hak ve özgür-lüklerin korunması, insanların kendi işidir, başkalarına havale edilemez. İnsanların politikaya ilgi duymaması ve kamu işlerine katılmamaları, oligar-şilere zemin hazırlamaktadır. Politika herkesin ve her bir kişinin işidir. Bireysel kanaatlere kesinlikle saygı gösterilmesi, kamuoyunun yaratılma-sının bir gereğidir, bu ise demokrasiye geçişin. Bu sayede politikanın sadece dikey yanı (Devlet düzeyinde politika, kurumsal politika) değil, Sartori’nin önemle vurguladığı yatay yanı da (in-san ile site ilişkisi veya kişiler arası ilişki düzeyindeki politika) gelişir.

Cumhuriyet, bazılarının iddia ettiği gibi, sivil topluma karşı değildir; yatay

politika ve sivil toplum anlayışına sahiptir. Siyaset psikolojisi açısından önem taşıyan bu yatay politika anla-yışı, cumhuriyetçi anlayışın zirveden buyrulmuş veya tebliğ edilmiş peşin hakikatlere mesafeli durmasıyla da yakından ilişkilidir. Cumhuriyetçi anla-yışta hakikat vaazetme yerine, objektif düşünebilme ve argümantasyon önem taşır. Burada objektiflik, çeşitli sorun-lara yaklaşımda kendisininkinden başka ve mümkün tüm bakış açılarını dikkate alabilme, çocuk gibi kendini dünyanın merkezine koymadan baka-bilme anlamındadır. Argümantasyon ise diğerlerinin önünde söz alma ve kendini makul bir varlık olarak ifade etmeyi içerir. Dorna’nın (1994) ifade-siyle cumhuriyetin örtük postülası, çok çeşitli söz almaların varlığını yaşanabi-lir kılacak ve bir tek söylemin egemen olmasını engelleyecek bir tartışma ya da müzakere aygıtının gerekliliğidir. Çünkü “mümkün dünya üretimi, çok zorlu bir kolektif imajinasyon işidir; bu iş kognitif niteliktedir. Cumhuriyet bu ideolojik etkinliğe herkesin katılımını sağlamak için devrededir. Öyleyse, cumhuriyetin meşruiyeti, çoğunluk oylamasına değil, bu aygıta dayanır. Sonuç olarak cumhuriyet, değerlere ve karşıt bakış açılarının kabulünü temel alır (Dorna, 1994). Cumhuriyetçi anlayı-şın bu boyutu, pratikte, katılımcılık ve sivil toplum hareketleri olarak kendini gösterir. Örgütlü toplumun gerçek-leşmesi, büyük ölçüde bu anlayışın gelişmesine bağlıdır. Toplumumuzda, yaygın bir şekilde gözlenen politika karşıtı hareketler, aslında öğrenilmiş çaresizliğin bir ifadesi olarak yorumla-nabilir. ‘Zavallı Türkiye, akbabaların elin-de kaldı, bize adam gibi bir adam lazım’ veya ‘Türkiye’ye Atatürk gibi biri gerek’ veya ‘Ben çok soğudum politikadan. Artık ben ve politika ak ve karayız’ gibi ifadeler, politika konusunda, başarısız olmuş, bir başka deyişle olumlu bir şekilde pekiştirilmemiş deneyimlerin sonucu gibi görünmektedir.

36

“Salihli’den iyi ihtisasla ayrıldık. Tren bizi iki saat sonra Kasaba’ya ulaştırdı. Mağaza ve dükkanlar hariç sekiz fabri-ka ve altı bin beş yüz haneyi ihtiva eden bu zengin ve şirin kaza, bugün bir yığın topraktır. Faciadan sonra öteye beriye dağılmış olan halkın nısfı [yarısı] avdet edememiş, bu yüzden bağlar bakılamamıştır. Saruhan livası içinde en bedbaht ve en muhtac-ı muavenet [yardım bek-leyen] kazalardan birini de burası teşkil ediyor”.

İzmir gazetelerinden 17 Tem-muz 1923 tarihli Türk Sesi’nde dile getirilmişti bu tümceler, A. Refik imzasıyla. Değerli dostum, meslektaşım Zeki Arıkan İzmir’e ilişkin çalışmalarından birinde yansıtmıştı.

Bu haberden bir süre önce 26 Ocak 1923 günü Mustafa Kemal Paşa’nın Turgutlu’ya (Kasaba’ya) gelişinde yaptığı konuşmada Tanin ve Hakimiyet-i Milliye gibi gazetelerde yansıtıldığı biçimde

Kasabalılara şöyle seslenmişti: “Evleriniz yıkıldı, hemşehrileriniz-

den birçoğu şehit edildi. Fakat bütün bu cenk sizin için, heyetimiz için bir ders-i intibah ve tayakkuz (uyanış) olmuştur... Kalbimize ümit veren şu karşımızdaki hanımlar ve binler-lerden fazla ahalimiz, ordularımızı bunlar temin edeceklerdir” (öğrenci-leri de işaret ederek).

Küllerinden doğan bir kasaba

İzmir’de Ahenk gazetesine 31 Aralık 1925 tarihli sayısında şu haberleri bildirirken bir bakıma Turgutlu’da kentleşmesine giden yolların da ipucunu vermişti:

Kasaba’da umran (bayındırlaşma)

Kasaba’dan bildiriliyor:Kasaba’da umran faaliyetine

kemâl-i ehemmiyetle [tam bir duyar-lılıkla] devam olunmakdadır. Kaim-makam bey ve Belediye heyeti son derece çalışmaktadırlar. Hükümet cıvarında yeniden pek güzel bir mek-teb inşa olunmuştur. [Bu 1926 yılında açılan Cumhuriyet İlkokulu’dur].

Kül olmuş kasabadan Cumhuriyet kentine

37GÜZ 2013

Çarşularda yeni ve vâsi’ [geniş] yollar açılmışdır. Pek yakın bir atide [gelecekte] Kasaba’nın pek şirin bir memleket olacağı hummalı faaliyet-ten istidlal edilmektedir [anlaşılmak-tadır].

Kasaba kalkı çok faziletli ve çalış-kan olduklarından ve Kasaba’da milli tesanüd [birlik] dahi çok kuvvetli bulundığından bir cihetten ziraata diğer cihetten ticarete ehemmiyet veriyorlar. Öyle zan ediyorum ki: bu Kasaba her halde her itibarla diğer kasabalarımıza numûne imtisal [örnek] olacakdır.

Gerçekten, 29 Ekim 1933 tari-hinde, Cumhutriyet’in ilanından 10 yıl sonra, kutlama hazırlıklarını saptamaya çalışan muhabir Hasan Şevki’nin betimlemelerinde “Cum-huriyet Memleketi”nin muştusu veriliyordu. Muhabirin gördüğü de-ğişimin şaşkınlığıyla yazdığı sayfalar-dan birkaç satırla, “yeniden doğuş”a götüren zorlu, yoksul, ama azimli bir yolculuğun özeti sayılabilecek şu cümleleri sıralıyordu:

Yakın bir zamanda dumanları üstünde tüten ve tamamiyle yanmış ve yıkılmış olan kasabanın bugünkü varlığını gören herkes Ege mıntıkası-nın bu sevimli parçasının bu kadar az zaman içerisinde nasıl yeniden ihya

edildiğine hayret etmekten kendini alamaz. Yeniden yapılan şehirlerde resm-i küşat [açılış] merasimi teamül halinde olmuş olsa idi kasabamızın da küşadı bu Cumhuriyet bayramın-da yapılmış olurdu. Çünkü ancak Cumhuriyet’in ilanından sonradır ki hâne ve dükkanlarımızın inşaatına başlanmış ve Cumhuriyet’in on yılı içinde mütemadi bir surette inşaat devam etmiş ve bugün tam ma-nasıyla bir Cumhuriyet memleketi olarak meydana gelmiştir.

Şaşkınlık yaratabilecek geliş-menin sembolü olan bir kasaba-nın yerlisi ve benim çok yakından tanıdığım, “Hulki Amca” dediğim ve çarşının Manifaturacı Hulki olarak bildiği Hulki Moralıgil’in anılarından sevinç dolu gözlemlerini betimleyen coşkulu ifadesi ise şöyleydi:

“Cumhuriyetin onuncu yılını 3 gün kutladık. Bütün dükkanlar kapa-tıldı. Her yere fenerler ve bayraklar asıldı. Bayram törenlerinde ‘Yaşasın Gazi Mustafa Kemal’ diye bağırdık”.

Kasaba Cumhuriyet Yolunda

Kasaba, Cumhuriyet yolunda yapılmış ve yapılabilecek devrimlerin arkasından gitmeye kararlıydı. Dış ülkelerden gelen ve özellikle dini kullanma gayretleri içinde olanların

kışkırtmalarına karşı “İstiklal” meyda-nında (Koza Pazarı’nda) toplanmış on binleri bulan insan kalabalığıy-la genç Cumhuriyeti’ni koruma amacındaydı. Urla, Çeşme, Kuşadası, Karaburun, Seferhisar’dan fışkıran tepkilere paralel olarak Kasaba’dan Ankara’ya çekilen bir telgraf yaşanan duyarlılığın tam bir ifadesiydi. Kaza müftüsü Hasan Basri, Türk Ocağı Reisi namına Ziya, Cumhuriyet Halk Fırkası mutemedi Mustafa, Belediye Reisi Cemal Sururi, İskân ve Teavün [Yardımlaşma] Cemiyeti [reisi] Hasan Basri, Harikzede [yangına uğramışla-rın] Cemiyeti reis vekili Refet, İdman Yurdu Reisi Cevdet, Çiftçiler Birliği Reisi Süleyman’ın imzalarını taşıyan 1925 tarihli metin şöyleydi:

İslamiyetin esas rey-i umdesine [ilkesine] istinaden Türk milletinin yegâne gayesi olan ve insanlığın asri ihtiyaclarını teminden ibaret bulunan teceddüd [yenilik] ve inkılâbımıza kar-şı ecnebi düşman paralarına tamaen bazı müfsidlerin [karışıklık çıkaranla-rın] şark vilayetlerimizde saf ahalimizi din perdesi altında ihtilâl ve isyanlarını bütün mevcudiyetimizle tel’in ve nef-retle yâd ederiz. Bu melânetin imhâsı uğrunda muhterem vekillerimizin emir ve iradelerine kemal-i tazimle inkıyad [derin saygıyla bağlı] ve her

38

bir fedakârlığa amâde bulunduğu-muzu şimdi hâl-i ictimada [toplanmış] bulunan on binlere bali Kasaba ahalisi namına arz eyleriz efendim.

Zamanın Kasaba müftüsü Hasan Basri Efendi’nin onayı ve yüreklen-dirmesiyle teşvik edilen ve halkın olağanüstü bir ilgisiyle karşılanan bu devrim, Kasaba’da çağdaşlaşmanın benimsenmesi yolunda beliren ilk kitlesel ve büyük gösterilerden biri olarak algılanabilir.

Türkiye’nin modern bir kenti doğmaktadır artık: onu ayakta tutan aydınlanma, temiz su, ve sağlık sorun-ları; imar faaliyetlerindeki düzenleme-ler; gelir kaynaklarını yaratan tarımsal çabalar ne ticaret (özellikle bağcılık) günden güne geliştirilmiştir. Tabii ki, Cumhuriyet’in anlamını içselleştirecek kültürel atılımlar (okulların açılması, yolların yapılması, park ve ağaçlan-dırma, halkevi, dernekler, spordaki gelişmeler vb) art arda sıralanmıştır.

Bu yazıda ele alınan dönemdeki basında sıklıkla dile getirilen mâli yetersizlik çoğu zaman yaratılan dü-şünce potansiyelinin, gösterilen coş-kunun önünde engel gibi durmuştur. Yine de Cumhuriyet ruhunun ilkeleri, özverileri ve disiplini Kasaba’nın küllerinden yeniden doğmasını,

modern yapılanmaya ve çağdaşlığa kucak açmasını sağlayabilmiştir. Özellikle öğretmenlerin bitmeyen çabaları, çağdaşlığı yakalamada baş rolü oynayan etmenlerin başlarında gelmektedir.

Benim içine 1940 yılında doğdu-ğum bu kentin 1939 yılında modern hükümet binasının temelleri atılırken yukarıda dile getirdiğim süreci adeta taçlandırmıştır. Bir yanda Cumhuriyet İlkokulu (1926), karşı yanda Halkevi (1937), orta yerde de Atatürk büstü Turgutlu’nun kalbini oluşturmuş-

tur. 28 Nisan 1939 tarihli Anadolu gazetesinde yer alan bir yazı ulaşılan düzeyin ve gösterilen kararlılığın tam bir ifadesidir:

Turgutlu, (Hususî) – 24 Nisan [1939] pazartesi günü Turgutlu’ya ge-len vali vekilimiz B[ay] Refik Noyan, kazanın muhtelif işleri ve ihtiyaçları etrafında tetkikatta bulunmuş ve Cumhuriyet meydanında yaptırıl-makta olan Atatürk heykeline aid kaide ile inşaatı bir müteahhide ihale edilmiş olan yeni hükümet konağının temel atma törenine riyaset etmiştir.

39GÜZ 2013

Halkevleri, Cumhuriyet’in halkla bütünleşmesinin en iyi örneklerini veren özgün kurumlardır. 1931 yılında Türk Ocaklarının kapatılması üzerine onların yerini aldı. Bu kurumlaşma, CHP’nin de kimlik arayışının bir uzantısıdır. Halkevleri 1932 yılında kuruldu ve çabucak örgütlendi. İsmet İnönü’nün belirttiği gibi, halkevleri “vatandaşların külfetsiz toplanabilecekleri, memleket ve millet işlerini bilhassa ulusun yüksek kültür meselelerini düşündükleri gibi, zahmetsiz konuşabildikleri bir yer” idi. Cumhuriyet’in getirdiği değerlerin halka anlatılması ve benimsenmesi temel amaçtı. Laik ve çağdaş bir toplumun kurulmasında ve örgütlenmesinde halkevlerine büyük görev düşüyordu. Buralara girmek, çalışmak, halkevlerinden

yararlanmak için partiye kayıtlı olmak koşulu yoktu. Kapıları herkese açıktı.

1934 yılında halkevlerinin sayları 80’e varmıştı. Buralarda konferans, konser, temsil gibi etkinlikler sürüyordu. Halkevlerinin kitaplıklarında 97 bin kitap toplanmış ve okuyucu sayısı 428 bini bulmuştu. Atatürk’ün kurduğu Halkevleri, “ Cumhuriyet’in dünya görüşünü aydınlar aracılığıyla halka indirme girişimi ve denemesi” büyük başarıyla devam ediyordu. Halkevi binaları, yeni bir dünya görüşünü yansıtan önemli mekậnlar olarak görülmektedir. Atatürk, halkevlerinin verimli çalışmalarından mecliste söz ediyor ve bu evlere uğruyordu. İnönü’nün cumhurbaşkanlığı döneminde nüfusu az olan yerlerde halkodası kuruldu.

Prof. Dr. Zeki ARIKANTarihçi

MAKALE

Cumhuriyetin doksan yılındahalkevi dergileri

40

Halkevleri 9 kolda örgütlenmişti. Dil, edebiyat ve tarih kolları oldukça verimi çalışmalar yapıyordu. Tiyatromuzun gelişmesi için Tiyatro Kolu büyük çabalar gösterdi. Cumhuriyet ilke olarak çok sesli müziğe yönelmişti.Ancak halk müziğinin işlenmesi ve derlenmesi konusunda da halkevleri döneminde büyük adımlar atıldı. Bütün bu etkinlik ve çabaları dile getirmek halkın aydınlanması yolunda atılan adımları belirtmek anlamına gelmektedir. ABC devrimi sırasında bütün ülke bir okul haline gelmişti. Şimdi de bütün ülke bir konser salonuna , bir tiyatro sahnesine, bir spor salonuna bir araştırma merkezine dönüşmüştü.

Gazete ve dergiler azdı

1930’lu yıllarda pek çok kentimizde gazete çıkmıyordu. Kimi büyük kentlerimizde çıkan gazete ve dergiler diğer yerlere güçlükle ulaşıyordu. Radyo da pek yaygın değildi. Ülke çapında yollar yeterli değildi. Büyük bir demiryolu yapımına başlanmıştı ama henüz bütün ülke demirağlarla örülmemişti. Her yerde matbaa yoktu. Bütün bu boşlukları halkevlerinin yayınları ve çıkardığı dergiler doldurdu. Halkevleri daha başlangıçta yayın alanında önemli adımlar attı. 1939’da 237, 1941’de ise 143 eser yayınlanmıştı. Bu sayı, 1944 yılına kadar 492 kitap ve broşüre ulaşmıştı. O tarihte bütün ülkede halkevi sayısı 405’i buluyordu. Bunun dağılımı şöyleydi: Vilayet merkezlerinde 75, kaza merkezlerinde 236, 94’ü de nahiye ve köylerimizde idi (Hasan Taner, Halkevleri Bibliografyası, Ankara, 1944).

Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere il merkezlerinde çıkarılan dergiler bir bakıma yol gösterici oldu. İl merkezlerinde çıkarılan dergiler “kültür faaliyetlerinin güzel bir ifadesi olarak” takdir edilmiştir. Dergi “daha ziyade muhitin bir mecmuası olmalı, kültür incelemeleri bu açıdan yapılmalı, sosyal, ekonomik ve edebi yazılar halkı ve köylüyü ilgilendirecek” düzeyi yakalamalıydı. Yine dergi, “bütün yazılarında büyük kültür

inkılabımızın halk ve köylü arasında kolaylık ve süratle yayılmasını gaye saymalıydı”.

Halkevleri dergileri daha ilk sayılarından başlayarak yerel değerlerin açığa çıkmasına öncelik verdiler. Bunun yanında hemen hemen her sayıda devrimin getirdiği coşkuyu, ruhu yakalamaya çalıştılar. Yazarların çoğu öğretmen, doktor, mühendis gibi bulundukları yerlerde görev yapan memurlardı. Bu yazılar, Anadolu’nun yolsuz, tozlu topraklı köşelerinde nice değerlerin yaşadığı gerçeğini ortaya koydu. Ne yazık ki halkevi dergileri güçlükle çıkıyordu. Kimi dergiler bir iki sayıdan sonra kapanıyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yokluklar, kậğıt sıkıntısı bunların düzenli çıkışını engelliyordu. Halkevleri dergileri, Cumhuriyet’in sosyal ve kültürel tarihini, hatta siyasal tarihini incelemek isteyenlerin başvurmaları gereken temel kaynaklar arasında seçkin bir yer tutar.

Halkevleri’nin genel merkezi kabul edilen Ankara’da Ülkü dergisi çıkıyordu. Mehmet Fuat Köprülü’nün yönetimine geçtikten sonra dergi, bilimsel bir kimlik kazandı. Kültür ve tarih çalışmalarında seçkin bir yer tuttu. Ülkü, diğer halkevi dergilerinin

Harf devrimi döneminde bütük ülke bir okul haline gelmişken, Halkevleri döneminde

bütün ülke bir konser salonuna, bir tiyatro sahnesine, bir spor salonuna, bir araştırma

merkezine dönüşmüştü.

41GÜZ 2013

eleştirisini yapıyor ve onlara yol gösteriyordu. 102 sayı çıkan bu dergi aranan bir süreli yayın olmuştur.

İstanbul’da çıkan Eminönü Halkevi Dergisi, İstanbul için büyük önem taşıyordu. Burada daha önce yayına giren Halk Bilgisi Haberleri eşsiz bir kültür hazinesiydi. Bu dergi de yayımını 124. sayıya kadar sürdürdü. Eminönü Halkevi dergisi de önemli bir varlık gösterdi. Pek çok etkinliğe imza attı.

Ün dergisi Isparta Halkevi’nin yayın organıydı. Başta Hikmet Turhan Dağlıoğlu olduğu halde aslında öğretmen olan pek çok bilginin emeğiyle çıkıyordu. Çevrenin tarih ve kültürüne en ince ayrıntılarına kadar yer veriyordu. Oldukça nitelikli olan bu dergi, 172 ay varlığını sürdürmüştür. Günümüzde bile böyle bir derginin çıkması düşünülemez. Yerel tarih kalıntıları yanında kültür ve geleneklerimizin zenginliklerini belirli bir düzeyde yansıtan bu derginin saygınlığı sürekli kalacaktır (Mahmut Şakiroğlu, “Memleketimizde Toplu Tarih Çalışmaları”, Tarih ve Toplum, Sayı 38 Yıl 1987, s.73 – 77).

Fransız Coğrafyacı Xavier de Planhol, Antalya ovası ile göller bölgesindeki yerleşik yaşam ile göçebeliği inceleyen anıtsal bir tez yaptı. Bu tezin her aşamasında Ün dergisindeki makalelerden geniş ölçüde yararlandı. Planhol’un bu çalışmada izlediği yöntem derginin bilimsel kimliği konusunda bir fikir vermektedir (Xavier de Planhol, De la plaine pamhylienne aux lacs Psidiens, Nomadisme et Vie pasanne, Paris,1958).

Bursa Halkevi Uludağ’ı çıkarıyordu. Adı bir kez değişti, sonra yine Uludağ’a dönüştü. Bursa Halkevi, yörenin tarihi ve anıtlarıyla ilgili çok değerli eserler de yayınladı. Bu derginin yayına girdiği sırada Prof. Albert Gabriel, Bursa üzerine hazırladığı anıtsal eserin malzemesini topluyordu. Uludağ’ın yayınlarından ve yazarlarından geniş ölçüde yararlandı. Dergi, Bursa tarihinin kaynaklarından olan Şer’iyye sicillerinden her sayısında

örnekler yayınlıyordu. Çıkan yazılar zengin Bursa tarihini aydınlatacak yığınla malzeme veriyordu.

Manisa’da çıkan Gediz, o sırada burada görev yapan Manisa Ortaokulu Tarih Öğretmeni Çağatay Uluçay, İbrahim Gökçen gibi genç araştırıcıların emeklerinin ürünüydü. Manisa sicillerini en sağlıklı biçimde bunlar değerlendirdiler. Bu kaynaklara dayanarak Manisa’nın sosyal ve ekonomik tarihine çok önemli eserler kazandırdılar. Gediz dergisini de ayakta tutan bunlar ve Manisa’nın öteki genç öğretmenleriydi.

İzmir’de Fikirler dergisi daha önce yayına girmişti. Halkevi dergisine dönüştü. Fikirler edebi yanı ağır basan bir dergiydi. Daha sonra ülke çapında üne kavuşacak nice yazarımız ve şairlerimiz için Fikirler önemli bir sıçrama tahtası oldu.

Yörenin tarih, dil, edebiyat ve folkloruna önemli katkılar

Afyonkarahisar’ın Taşpınar, Çorum’un Çorumlu, Denizli’nin İnanç, Konya’nın Konya, Kayseri’nin Erciyes ve daha başka halkevi dergileri içerdikleri zengin malzeme, yazı ve araştırmalarla o yıllara damgasını vurmuştur. Bu dergiler arşiv kaynaklarından, mahkeme sicillerinden, yerel malzeme ve yabancı eserlerden geniş ölçüde yararlanarak bulundukları yörenin tarih, dil, edebiyat, folklor araştırmalarına büyük katkıda bulunmuşlardır. Bulundukları yörenin tarihsel eser ve kalıntıları yanında mezar taşları, çeşme, han, hamam, köprü kitabelerini kayıt altına almışlardır. Hikmet Turhan Dağlıoğlu, Kemal Turan, Naci Kum, Abdülkadir İnan, Ziya Somar, Eşref Ertekin, Mesut Koman, Rahmi Balaban, Haydar Tolun ve daha nice imzaların bu dergilerde yer aldığını görüyoruz.

1939 yılında bütün ülkede 34 halkevi dergisi çıkıyordu. 1944 yılında ise bunların sayıları 22’ye düştü. Bunların çoğu Halkevleri kapatılıncaya kadar varlıklarını korudu.

XX. yüzyıl Türk tarihçiliğinin önde gelen seçkin adlarından biri

olan İsmail Hakkı Uzunçarşılı, bu araştırmaların ne kadar büyük bir boşluğu doldurduğunu dile getirmiştir. Uzunçarşılı diyor ki:

“Bazı vilayetlerde çıkan mecmualarda evvelce verilmiş direktif dairesinde yürünerek kıymetli bilhassa mebani (bina, yapı) kitabeleri, sicil hulasaları, mahalli vakfiyeler, mezartaşları kitabeleri neşredilmeye başlamıştır. Şimdiye kadar gördüğüm Konya, Ün, Uludağ, Kaynak, Yeni Türk, Çorum(lu), Taşpınar mecmuaları orta ve son zaman Türk tarihini alâkadar eden kıymetli ve orijinal vesikalar istifademizi mucip olmaktadır; bu tarzdaki tarih araştırmaları aynı hızla devam ettiği takdirde sekiz on sene sonra milli tarihin malzemesi olarak bilhassa Anadolu’da pek kıymetli eserler elde etmiş olacağız”. (“Yeni Türk Tarihinde Vesikacılı”, Belleten, sayı 7/8 (1938), s.367-371).

Bu yazı, Atatürk döneminde Türk ve Türkiye tarihinin bir bütün olarak araştırılması ve işlenmesi yolunda ne kadar büyük bir emek ve çaba gösterildiğini ortaya koymaktadır. Elbette buna Osmanlı dönemi de dahildir. Durum bu kadar açık olmakla birlikte Cumhuriyetin Osmanlı tarihini bir kenara ittiği, ihmal ettiği iddiaları inkarcılıktan başka bir şey değildir.

Halkevleri’nin kuruluşunda büyük emeği geçen Maarif Bakanı Dr. Reşit Galip, Dil, Edebiyat ve Tarih şubelerinin işlevini vurgularken bunların çalışmalarından beklenen verimi şöyle açıklıyordu:

“Dil, Edebiyat ve Tarih şubesi memleketin uzak ve yakın bütün köşelerinde bu sahada çalışanları birleştirmek maksadını güdecektir. Bilhassa her işin yeni başlanmış sayılabileceği bugünkü şarlar içinde dilcilerin, edebiyatçıların ve tarihçilerin en sıkı bir çalışma birliği gütmeleri elzemdir. Milli dilin, milli edebiyatın, milli tarihin sağlam temeller üzerine yükselmesi için bu çalışma birliği ve onu temin edecek teşkilatlanma şarttır” ( Halkevleri, 1932- 1935, s. 14).

Cumhuriyetin aydınlık yüzü Halkevi dergilerinde en güzel ifadesini bulmuştur.

42

90. yılını idrak ettiğimiz Cumhuriyetin, bu yeni yaş dönümünde, toplumsal tahayyülde bir fikir olarak edindiği yeri değerlendirmek; hem geleceğinin vaad ettiği eğilimleri saptamak, hem bugüne taşıdığı sorunları görmek açısından önem arz etmektedir. Her şeyden önce, cumhuriyet mefhumunun, demokrasi ve liberalizm gibi temel bazı politik değerlerler ve rejimlerle yer değiştirerek kullanılması hususu; toplumsal tahayyülde bulanıklık yaratılmasına sebep olmakta ve bu da cumhuriyetin politik dil ve söylemdeki kullanışını aşındırmış bulunmaktadır. Bu itibarla, cumhuriyet mefhumunun anlamı üzerinde yeniden durmakta ve o anlam çerçevesinde hangi meselelerin önem arz ettiğini yeniden düşünmekte fayda vardır.

Klasik tanımında cumhuriyet, monarşinin karşıtı olan bir hükümet şekli anlamına gelir. Bir hükümet şeklinin monarşi karşıtı olması, o hükümetin unsuru olduğu devletin, herhangi bir kişinin, gurubun mülkü addedilmemesidir. Romalı siyaset düşünürü Cicero, bu bağlamda, “cumhuriyet halka ait olandır”(“res publica res populi”) şeklinde literatüre hediye ettiği tanımla; hem cumhuriyet mefhumunun (res publica) kökenindeki “herkes” anlamının içerdiği eşitliğe işaret etmiş, hem rejimin herkesi kapsadığı ölçüde meşru görülebileceğine dair bir telakkiyi zihinlere yerleştirmiştir. Dolayısıyla, Roma siyaset düşüncesinde “herkes”i tanımlamadaki ayırıcı unsur, Natio (doğum yeri ve bu yeri etnisiteye

ve dile bağlayan bir kimlik) değil, Patria (politik yasal/anayasal bağ) idi. Bir başka deyişle, Roma cumhuriyet mefhumu, herkesi ayırt eden ve herkesi “herkes” yapan unsur olarak yasayı esas almaktaydı. Yasa, insanları hem eşitleyen, ama aynı zamanda, farklılıklarının birbiri üzerinde tahakküm kurmalarını önleyen bir işlevselliğe sahipti. Bir Romalı yurttaşı özgür kılan da zaten o işlevsellikti: Yasalara tâbi olduğu ölçüde kendini özgür hissetmek, yasasızlığın olduğu durumlarda özgürlüğünün elinden alınacağını düşünmek. Çünkü, Romalı için yasa, düşünmeye ve eylemeye engel oluşturmak için değil, onların önündeki engelleri kaldırmak, ortak çıkarı ve adaleti güvence altına almak için düşünülmüş mekanizmalar sayılırdı.

Fakat, çok daha sonraları, özellikle 1789 Fransız Devriminin yarattığı politik etki ve fikriyat, Roma cumhuriyet mefhumunu bastırdı. Jean-Jacques Rousseau, halkın kararının her zaman doğru olamayacağına dair bir politik endişenin peşinden gidip, kendince rasyonel bir sınırlamaya başvurarak, halk egemenliğini “genel irade” gibi muğlak bir kavrama tahvil etti. Çünkü, Rousseau, genel iradeyi bireysel iradelerin toplamından başka bir şey olarak görmekteydi. Gerçekte Rousseau, temsil fikrine karşı olmasına rağmen; bu muğlaklıktan toplumun kendisi için uygun olan “ortak iyi”ye doğru karar veremeyebileceği halinin, son tahlilde, o kararın, toplumun iradesini temsil eden “aydınlanmış” kişilerce alınmasını zorunlu ve meşru

gören bir anlayışın geliştirilmesi zor olmadı. Dolayısıyla, bu doğrultuda, “genel irade” (volonte generale), sanıldığı gibi çoğunluğun iradesi anlamında kullanılmamış; tersine, çoğunluğun yetersizliği ihtimali gözetilerek, söz konusu yetersizliği telafi edici seçkinci-otoriter bir meta-temsil şeklinde formüle edilmiştir.

Böyle bir yoldan ilerlendiğinde, ister istemez, şu anlayışa da varılmıştır: Cumhuriyet, monarşi karşıtı bir hükümet şekli ise; monarşi/saltanat yoksa, kim? sorusunun cevabı, “halkı temsil eden” bir kişi, gurup, parti olmuştur. Böyle bir anlayışın bazen örtük, bazen açık, dile getirilen varsayımı ise “yetersiz”, “yanlış yapmakla malûl”, neticede “olgunlaşmamış” bir halk mefhumu olmuştur. Halkı olgunlaştırma (onu “yeterli hale getirme”, ona “doğruları gösterme”, onu “aydınlatma”) elit tabaka tarafından bir “tarihsel görev” olarak üstlenilince; bu görevi hakkıyla yerine getirmenin en önemli aracı olarak yasaya başvurulmuştur; ama Roma cumhuriyetçiliğinin yaptığı gibi özgürleştirici saikle değil, bir meta-temsil altında halkı nizama sokmak amacıyla. Bu ise kanun devletinin veya yasanın intizam sağlayıcı işleve indirgenmesinde gözetmen olarak yargı erkinin ve onu kullananların meta-temsil öznesi olarak ortaya çıkmasını, son tahlilde yargının siyasetin yerini almasını sağlamıştır.

Bu çerçeve dahilinde cumhuriyetçiliğin kalbi olan yurttaşlık, nominal olarak zuhur etmiş, fakat ontolojik olarak gerçekleşmemiştir. Çünkü, “yurttaş” tanımının sınırı, sadece sorumlu

Prof. Dr. Ali Yaşar SARIBAYUludağ Üniversitesi

İltisadi ve İdari Bilimler FakültesiKamu Yönetimi Bölümü

MAKALE

Cumhuriyet fikri ve güncel yansımaları

43GÜZ 2013

tutulmakla başlamış ve onunla bitmiş; yurttaşlar arasındaki ilişkiyi belirleyen, sadakat, ödev, itaat, dayanışma, fedakârlık… gibi siyaset öncesi ilk(s)el (primordial) bağlar belirleyici gücünü sürdürmüştür. Bu doğrultuda da yasa(lar) aracılığıyla topluma nizam vermek üzere yapılan müdahaleler keyfi nitelik kazanabilmiştir. Oysa, cumhuriyetçilik, genel olarak, yasa aracılığıyla yapılan müdahaleye yurttaşların birbirleri üzerinde tahakküm kurmalarını önleyici amaçla başvurur; fakat, esas itibariyle, o müdahalenin keyfi olmamasına azami dikkati gösterir. Bu sebepledir ki, çağdaş cumhuriyetçi düşüncede cumhuriyetin tanımı, Philip Pettit’in yaptığı gibi, “tahakkümsüzlük olarak özgürlük”tür.

Cumhuriyetçiliğin kalbi olarak yurttaşlığın sağlıklı çalışmasının şartının “tahakkümsüz” bir özgürlük anlayışı olduğu hususu son derece önemlidir. Bununla beraber, yurttaşlığın, toplum bireyleri

arasındaki farklılığı düzleştirdiği, onların üstünü örttüğü gibi bir itiraz söz konusudur. Fakat, bu itirazda gözden kaçan husus, farklılıklardan doğabilecek bir imtiyaz arzusunu, dolayısıyla toplum kesimlerinin, bireylerin birbirleri üzerinde kurabilecekleri tahakküm olasılığını izale etmede en etkili çarenin, gene de yurttaşlık mefhumu olduğudur: Yurttaş, siyaset öncesi ilk(s)el bağların, politik ilişkiler içinde ve vasıtasıyla imtiyaza dönüşebilecek, dolayısıyla tahakküme sebep olabilecek durumların, özgürlüğün en gerekli temelini teşkil eden yasa(lar) vasıtasıyla “tehdit” olmaktan men edilmesini sağlar. Şüphesiz, bunun için, farklılığın kısıtlanması değil, tahakkümün bertaraf edilmesi gerekir. Bu ise ancak hem farklılıkların yaşanmasının önündeki engellerin temizlenmesiyle, hem farklılıklar içindeki bireysel çeşitlenmelerin boğulmamasıyla mümkündür. Bir başka deyişle, cumhuriyetçilik, bazı değerler ve ilkeler açısından yakınlık

gösterdiği hem demokrasinin, hem liberalizmin, “tahakkümsüzlük olarak özgürlük” tesisinde destek olabilecek unsurlarını içselleştirmelidir. Bu bakımdan, özgürlük söz konusu olduğunda; müdahalesizliği esas alan liberalizm; başkasının empozesini reddederek, kendi kaderini kendisinin tayin ettiği bir birey tiplemesine dayanan demokrasi ile bir kişinin/gurubun keyfi iradesine tâbi olmamanın vücut verdiği cumhuriyetçiliğin kesişmesi zorunludur.

90 sene bir toplumun hayatında nispeten çok uzun bir süre sayılmaz; ama çok kısa bir süre de değildir. Bu süre zarfında yaşadığımız olaylar, sadece toplum kesimlerinin ekonomik, sosyal, politik yer değiştirmelerine yol açmadı; fikirleri, değerleri, tutumları da yeniden değerlendirip düşünmemize imkân tanıdı. Bu itibarla, bel bağladığımız temel fikirler ve mefhumlar üzerinde bir yaş dönümü vesilesi ile düşünmek, esasında geleceğimize dair de düşünmektir.

44

Edebiyatla hem bir okur hem de bir şair olarak ilişkinizi öğrenmek isteriz.

Çok güzel bir soru. Şöyle de sorulabilir: Acaba edebiyatı sevmeyen yazar, şiiri sevmeyen şair var mıdır? Vardır. Burada Aziz Nesin’i rahmetle ve sevgiyle anıyorum. O demişti ki “Türkiye’de her üç kişiden biri şairdir”. Eğer yalnızca bu şairler şiir kitabı alsa, kitapların yüz binlerce tirajı olabilir. Halbuki Türkiye’de en seçkin şairlerin bile kitapları yılda artık bin, iki bin adet ancak basılıyor. Demek ki okumuyorlar. Bana gelince, evet bir edebiyat düşkünüyüm. Bugün bana deseler ki “Kendini tarif et; okur musun, yazar mısın”, ben daha çok okurum. Ben kendimi daha çok okur sayarım. Edebiyat, kültür, bilim, şiir elbette. Her konuda okumayı severim. Okumaya delilik derecesinde tutkun bir adamım. Öyle bir tutkum var. Güne okumakla başlarım.

Edebiyat hayatın neresindedir, yaşama ne katar?

Yaşam bir süreçtir ve bu süreç bü-tün süreçler gibi gelişir, değişir, geriye gider, ileriye gider. Dolayısıyla hare-ketli bir şeydir, bitmiş bir şey değildir. Süreç devam ettiği sürece, insan her zaman bir şeyler öğrenmeli, bir şeyler okumalı, bir şeyler yaşamalıdır. Bu de-

rinleşmek demektir. İnsanın kendinde ve hayatta derinleşmesi demektir. Sonsuz bir akıştır bu. O açıdan edebi-yatın anlamı çok büyüktür. Çünkü sizi daha çok insan olmaya yönlendirir. Duygular, insan düşünceleri, sorunlar, dil tatları bunlar çok önemlidir. Bun-larsız insan olunmaz.

Edebiyatsız olunmaz diyorsunuz, peki sizin yaşamınıza ne kattı ya da yaşamınızdan ne götürdü? Edebiyatla uğraşmanın bir bedeli oldu mu?

Edebiyat benim için her zaman bir artı oldu. Bedeli benim daha çok insan olmam oldu. Başınız derde girmiş zaman zaman... Bunların bir önemi yok. Edebiyat insan olmaktır.

Gençler eskiden aşık olduklarında daha çok şiir yazarlardı sanki. Sizin gözlemleriniz neler bu konuda?

Aşık olunca şiir yazan da var, yazmayan da. Ancak şiir kitaplarının baskı sayıları çok olmasa da internette şiirin büyük bir trafiği var. Gençlerin, herkesin şiire her zaman ihtiyacı vardır. O ihtiyaç hiç eksilmez. Bizimki gibi duygunun, sözün önem taşıdığı toplumlarda ve bu alanda büyük geleneği olan toplumlarda şiirin her zaman bir yeri vardır. Türk halk şiirini düşünün. Dünyada bizdeki kadar isimlerini bir çırpıda sayabileceğimiz

büyük halk şairleri yetişmiyor. Yunus’u düşünün, Pir Sultan’ı düşünün, Karacaoğlan’ı düşünün, günümüzde Veysel’i düşünün. Kısacası bu toplum-da halk şiir yazıyor, bu çok önemli bir olaydır.

Cumhuriyet sonrasında Türk edebiyatının en iyi dönemi sizce hangi süreçti?

Bu sorulara cevap vermek çok kolay değil ama 20. yüzyıl Türk ede-biyatı önemli bir edebiyattı. Mesela hikâyede Ömer Seyfettin, romanda Halit Ziya Uşaklıgil, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Halit Karay, Reşat Nuri Gültekin, Halide Edip Adı-var, bunlar çok değerli yazarlar. 40’lı yıllarda Sabahattin Ali, daha sonra Orhan Kemal, Yaşar Kemal, bunlar da çok önemli ve büyük yazarlardır. Şiirde ise Yahya Kemal ile başlayan bir çizgi var ki, onun öncesinde de çok büyük şairimiz Tevfik Fikret vardır. Nazım Hikmet’ten geçer, Hece Şairleri, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi dev bir şair... 1950’li ve 60’lı yılların şairleri... Edebi-yattaki bu gelenek günümüze kadar devam etmiş.

Dünya edebiyatında neler olup bitiyor?

Tabii çağdaş yaşamda fazlaca bir yorgunluk var hem dünyada, hem de

Ataol Behramoğlu:

“Edebiyat insan olmaktır”Ataol Behramoğlu, Ege Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Topluluğunun düzenlediği şiir ve müzik dinletisi için İzmir’deydi. EÜ Prof. Dr. Yusuf Vardar -MÖTBE- Kültür Merkezinde o şiirlerini okudu, Haluk Çetin gitarıyla eşlik etti. Biz de Egeden ekibi olarak, şairin “yaşadıklarından öğrendikleri”nin çok küçük bir kısmını okurlarımızla paylaşabilmek için kampüsümüze gelmiş bu büyük şairle kısa bir söyleşi gerçekleştirdik.

44

KAMPÜSTE SÖYLEŞİ

e Demet ALTUNTAŞ# Gamze KARADEMİR EROL

45GÜZ 2013

Türkiye’de... Teknolojinin ilerlemesi, kapitalizmin kâr hırsı, emperyalizmin baskıları, bütün bunlar edebiyatı kimi yerde geri planlara itti, kimi yerde de bir pazar metası haline getirdi. Türkiye de bu süreçten etkilenmiştir.

1970’li yıllarda “Militan” dergisini çıkarmışsınız. O günlerde derginin tirajının 5 binleri bulduğu bir dönem yaşanmış. Dergi okurluğu bugün sizce ne durumda?

Dergisine bağlı tabii ama günü-müzde de çok fazla dergi yayınlanıyor. Örneğin Yasak Meyve, Sözcükler, Varlık Dergisi, küçük küçük ‘fanzin’ adını verdikleri yayınlar ile internet üzerinden yayınlanan dergiler var. Ben o hareketliliğin yine de devam ettiğini düşünüyorum.

Bir de İsmet Özel ile ortak bir çalış-manız var. “Halkın Dostları” dergisi... Hayat değişiyor dediniz ya, insanlar da ve tabii ki şairler de değişiyor...

İsmet Özel yaşça benim küçüğüm-dür, iki yaş kadar. Lisede kardeşimin sınıf arkadaşıydı. Biz bu ortamda görüştük, tanıştık. Lise yıllarında

kendinden iki yaş küçük arkadaşı olmaz insanın, arkadaştık diyemem o dönem için. Sonra İsmet gerçekten büyük bir çıkış yaptı şiirde. Şair arkadaş olarak hakikaten çok yakın olduk. Ancak yine kişisel dostluk anlamında birbirimi-ze çok da yakın de-ğildik, fakat tabii ki birbirimize saygımız ve sevgimiz vardı. Hâlâ da var. İsmet Özel büyük değişik-likler yaşadı. Ben bu konuda “İsmet Özel Hakkında” diye bir yazı hazırladım ve Militan’da yayınla-dım, 35-40 sayfalık bir yazıdır ve benim “Şiirin Dili – Anadil” adlı kitabımda da vardır. İsmet Özel’i ucuzuna harcamak doğru olmaz. Belki de büyük ruhsal

bunalımlar yaşadı. Öyle bakmak lazım. Her şeyden önemlisi çok değerli bir şairdir. Karşılaştığımız zaman hâlâ selamlaşır, kucaklaşırız tabii ama artık mesafeler çok açıldı aramızda.

Siz yolunuza toplumcu şiir şiarıyla başladınız ve aynı çizgide devam ettiniz. Hiç bitmeyen “sanat sanat için midir, toplum için midir” tartışması çerçevesin-den baktığınızda ne düşünüyorsunuz?

Şu andaki görüşüm şudur: Sanat hem sanat içindir hem de toplum içindir. Sanatın topluma bir şey söy-leyebilmesi için sanat olması lazım, kuru kuru lafla toplumu anlatıyorsan ondan bir şey çıkmaz. Gerçekten sa-nat eseri ise ve topluma da bir şeyler söylüyorsa o önemlidir. Ama tabii toplumun sorunlarını kavrayan, özü-nü kendi bireyinden, kendi ben’inden çıkaran, onun da ötesine geçen, başka insanları, başka hayatları anlatabilen sanat önemli bir sanattır. Yani eleştirel gerçekçi denilen sanat, yani 19. yy edebiyatı çok önemlidir.

Öyleyse toplumdan kopuk bir sanat düşünülemez...

Toplumdan kopuk olan sanat zaten etkili de olmaz. Zaman içinde de kaybolup gider.

Siz ilk şiir kitabınızı çok genç bir yaşta, 23 yaşında yayınlamışsınız.

Evet, 1965.Sonrasında 20’nin üzerinde şiir

kitabı çıkardınız. Tarihsel bir perspektif-ten bakarsanız şiir okunurluğunu nasıl değerlendirirsiniz?

Benim bütün şiir kitaplarım her yıl yeniden basılıyor. Hepsi. İstisnasız bütün şiir kitaplarım, üç ciltte top-landı Toplu Şiirler, “Bir Gün Mutlaka”, “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir şey Var”, “Kızıma Mektuplar”. Onların ve onlardan sonra çıkmış olan bütün kitaplarımın her yıl bir yeni basımı yapılır. Benim açımdan bunu söyle-yebilirim. Ama tabii genel olarak bir düşüş olduğunu söylemek lazım.

İnternet teknolojilerinden biraz söz etmiştik. Bir yandan şiirin dolaşımda olması umut veriyor. Ancak tabii bir de kötü yanı var ki; örneğin sizin olmayan şiirler sizinmiş gibi ortalıkta dolaşabili-yor. Sizce internet teknolojileri edebiyat okurluğunu nasıl etkiliyor?

Olumlu yanları da var, olumsuz yanları da var. Olumlu yanı daha çok insana ulaşıyor olması tabii. Olumsuz yanları ise çok fazla dizgi yanlışı ba-rındırması, size ait olmayan eserlerin sizinmiş gibi dolaşıma girmesi ya da sizinkilerin başkasının eseri gibi do-laşıma girmesi olabiliyor. Sözün özü yine de kitaplara bakmak lazım.

Doksanlı yıllarda iki dönem Yazar-lar Sendikası Genel Başkanlığı yapmış-sınız. Yazarların sendikası ne yapar?

Yazar sendikası demek yazarların hem derneği demektir hem de onların özlük haklarını savunan, mesleki hak-larını savunan bir kuruluş demektir.

Türkiye’de ne durumda yazar hakları?

Ne yazık ki Türkiye’de yazarların hakları hâlâ biraz rastlantısaldır ve ne yazık ki hâlâ çok sağlam kurallara bağlanmış değildir. Ama yine de daha önceki yıllara oranla, bugün artık daha önemli mesafeler alınmıştır.

Sendika aktif mi şu anda? Sendika aktif ama özlük hakla-

rını savunmaktan çok kültür örgütü gibi, anma günleri, şiir günleri, öykü okuma günleri gibi etkinliklerde etkin gibi görünüyor bana.

46

47GÜZ 2013

Siz bir kısmı şiir olan önemli çeviriler yaptınız Rusça’dan. Şiir çevirisi hakkın-da ne düşünüyorsunuz, bir şiir yazıl-dığı dilden başka bir dile tam olarak çevrilebilir mi?

Genelde Türkiye’de şiir çevirisi düzeyi çok düşük. Şiir de çevrilir elbet ama çok ustalıkla bunu yapmak lazım. Çünkü şiir çevirisi, anlamın çevrilmesi değil yapının çevrilmesi demektir. Çünkü şiirin anlamı, yapısı ile alâkalıdır. Şiirde bir sözü çevirirsiniz o söz olarak kalır. Oysa o yapı ile beraber aktarabi-lirseniz... Ancak o zaman şiir olur.

Aslında anlamı çevirmek de yetmez çünkü ne anladığınız da görecelidir...

Anlamı çevirmek yetmediği gibi, şiirdeki anlam bir hikaye değildir. Şiirdeki anlam, sözcüklerin bir araya gelişinin oluşturduğu bir müzik, bir yapıdır. Aynı konuda yazılmış bin tane şiir vardır. Hatta yaklaşık olarak aynı laflar da söylenebilir. Ama aslolan yapısal meseledir. Şairin ses tonu, melodisi çok önemlidir. Bunu kavraya-mayan kişi, çeviriyi de yapamaz.

Bu şiir çevirisi yapan kişinin şair olması gerektiği anlamına mı geliyor?

Büyük bir şiir duyarlılığına sahip olması gereklidir ve de bilgisine.

Siz Türkiye’de yaşamayı tercih ettiniz. Bu bir inattı aslında, birtakım şeylere rağmen yaptınız bu seçimi değil mi? Oysa diliniz var, Fransa’da yaşama deneyiminiz var...

Çok doğru, pekâlâ pek çok ülkede yaşayabilirdim. Bugün bile istediğim ülkede gider yaşarım kuşkusuz. Ama şu güzelliği hiçbir ülkede yaşayamam. Sizlerle bu sohbeti, bugünkü dinle-tideki güzelliği, bu iletişimi, bu tadı başka hiçbir ülkede yaşayamazsın. Köksüz bir ağaç gibi olursun, kurur gidersin. Çünkü özellikle bir yazar için, bir şair için dil, anadil çok önemlidir. O dilin yaşadığı topraklarda olmak; anıların, geçmişin, ait olduğun kül-tür... bunlar bana göre zaten insan olmanın da temel koşuludur. Ama gezip tozmayı severim, farklı kültürleri öğrenmeyi... Sonuç olarak Türkiye’de yaşamak benim için bir tercihtir, ama böyle de olması gerekir.

Gençler size şiirlerini gösteriyor mu ya da gönderiyor mu?

Getiriyorlar, gönderiyorlar da.Son dönem şairlerinden en sevdiği-

niz hangisidir?

Çok iyi şairler var. Mesela Turgay Fişekçi’nin son kitabı çok hoşuma gitti. Barış Pirhasan’ın son kitabına bayıldım. Gonca Özmen iyi bir şairdir. Kadın şairlerde hakikaten ileriye doğru bir gidiş var. Çok sayıda kadın şair ortaya çıktı. Enver Ercan, Nev-zat Çelik sevdiğim şairlerdir. Birçok arkadaşım var. Tuğrul Keskin vardır, Namık Kuyumcu, bunlar İzmirli şairler. Güzel şairler bunlar. Ama en sevdiğim şair diye bir şey yok. Çok sevdiğim şairler var, mesela Attila İlhan, mesela Orhan Veli, Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Yahya Kemal... Hiçbiri olmaksızın olamam ben. Me-sela Turgut Uyar, Cemal Süreyya... Pek çok şair var. Bunlar Türk şairler tabii. Dünya şairlerinden Pablo Neruda en başta gelir. Puşkin, benim Türkçe’ye çevirdiğim şairlerden.

Bazıları şiire başlarlar ve katman katman çalışırlar üzerinde şiirin. Siz nasıl çalışıyorsunuz?

Bazı şiirler bir oturuşta yazılıyor, bazılarının yazımı senelerce sürüyor. Lirik şiirler genellikle daha kısa süre-lerde oluşuyor; epik şiirler, düşünceye dönük şiirler, üzerinde çalışmak daha uzun süreleri alabiliyor. Mesela Mus-tafa Suphi Destanı’na yıllarca çalıştım. Son baskısında yine bazı değiştir-meler yaptım. Ama genel olarak lirik şiirlerde bir değişiklik olmuyor.

Kızınız da 80 kuşağı diyebiliriz. Nasıl görüyorsunuz bu kuşağı?

Aslında kızım 79 doğumlu, bana göre 90 kuşağı demek daha doğru. Bugün bir din-letimiz vardı. Çok güzel biz izleyici topluluğumuz vardı. Özellikle kızlarımız bana göre olağanüstü. O minicik minicik çocuklar, ufarak teferek kızlar ama hepsi bir volkan gibi, enerji dolu. Yani, hayat devam ediyor. Gençlik enerjisi de kuşaktan kuşağa aktarılarak devam ediyor, bunu görüyorum. Bir dönem bir durgun-luk vardı ama aşıldı. Biz Haluk Çetin ile Türkiye’nin hemen her yerinde bu dinletiyi yapıyoruz. Hakkari’den Edirne-ye, gitmediğimiz yer neredeyse kal-

madı, kasabalar dahil. Her yerde pırıl pırıl gençler var. Bunu görmek lazım.

O ünlü şiirinizde “yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var” diyerek sıralı-yorsunuz öğrendiklerinizi. Peki şimdi sorsak, yaşadıklarınızdan öğrendiğiniz nedir?

Yaşadıklarımdan öğrendiğim zaten o şiirdir. O şiirde söylenenler demiyorum bakın, o şiirin kendisidir. ‘77 yılında yazdım. O şiirdeki kavram-ları ve vurguları, o şiirdeki heyecan tonlamalarını kavrarsa insan, ki hissediliyor, yaşadıklarımdan öğren-diğimi görür. Ama bunu nesir halinde söyle dersen bana, derim ki: Hayatı yaşamak lazım, ciddiye almak lazım, hayatın bir mucize olduğunu bilmek lazım, cesur olmak lazım, özgür bir ruha sahip olmak lazım ve insan yaşamının bütün bir tarihi sürecin bir parçası olduğunu, bir süreklilik içinde olduğunu bilmek lazım. Körü körüne bireyim demekle olmuyor. Bir toplumun içinde başka insanlarla be-raber yaşıyoruz. Bunu da hep hesaba katarak yaşamak lazım.

Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyiSevgilin bitkin kalmalı öpülmektenSen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüneDenize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğaYaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktırKopmaz kökler salmaktır oraya

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşınıKavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksinVe uzandın mı bir kez sımsıcak kumlaraBir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğineHem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına

İnsan balıklama dalmalı içine hayatınBir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlarBütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısınDeğişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunuFakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinleÇünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanıKanın karışmalı hayatın büyük dolaşımınaDolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:Yaşadın mı büyük yaşayacaksın,

ırmaklara,göğe,bütün evrene karışırcasına Çünkü ömür dediğimiz şey,

hayata sunulmuş bir armağandırVe hayat, sunulmuş bir armağandır insana

48

49GÜZ 2013

GÜNDEM EGE

Ege Üniversitesinin görkemli sanat etkinliği “5. Uluslararası EgeArt Sanat Günleri’nde, “KIYIDA” sloganı ile 6-15 Aralık 2013 tarihleri arasında İzmir’in 22 farklı merkezinde gerçekleştiriliyor...

50

Ege Üniversitesinin sanata damgasını vuran etkinliği EgeArt bu yıl dünyanın 40 ülkesinden, Türkiye’nin 22 şehrinden, 38 üniversiteden, 500’ü aşkın yerli ve yabancı sanatçının 2 bin 500’den fazla eseri ile İzmir’de bir sanat şöleni yaşatıyor. Bu etkinlik kapsamında eserlerin 22 farklı merkezde sunulduğu sergilerle eş zamanlı olarak birçok çalıştay, çeşitli konserler, sahne performansları, film gösterimleri, paneller, yarışmalar ve tüm bu etkinliklerin takip edileceği foto-maraton bulunuyor.

6-15 Aralık 2013 tarihleri arasında gerçekleşen EgeArt; yakın gelecekte değişen ve dönüşen İzmir’i, Akdeniz’in önemli kültür-sanat ve cazibe merkezlerinden biri haline getiriyor. EgeArt; Ege Üniversitesinin, varlığını sürdürdüğü kente vefa borcunu, İzmir’in insanlarına, 5. kez, eskisinden daha da büyük bir şekilde ödüyor ve kente büyük bir değer kazandırıyor.

Ege Üniversitesi, her biri kendi özgürlüğünde ve özgünlüğündeki çok sayıda sanatçıyı, akademik sorumluluklarını unutmaksızın, ortak bir sanat ortamında İzmirlilerle buluşturuyor. Bu yılın etkinliklerinde bölge ve ülkemiz için ayrıcalıklı önemi olan EXPO 2020 noktasından hareket eden 5. Uluslararası EgeArt, “Kıyıda” teması ile gerçekleşiyor.

Gençleri sanat ustaları ile buluşturmayı misyon edinerek, onların geleceklerini doğru yönlendirmelerine önderlik etme amacını güden EgeArt kapsamında bir yandan İzmir’in tarihi mekânları

sanatın büyüsü ile süslenirken, bir yandan da İzmir’in tüm kültür merkezleri dünyanın usta sanatçıları ile dolup taşıyor. Ayrıca bu etkinliklerin tamamının ücretsiz olması da EgeArt’ın sanatı halkla buluşturma gayesinin önemli bir sonucu olarak göze çarpıyor.

Etkinliklerin merkez üssü olarak belirlenen Ege Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi (AKM), bu yıl EgeArt’ın Onur Sanatçısı olan merhum Altan Gürman’ın paha biçilmez eserlerinin yanı sıra, “Ustaya Saygı” bölümünde konuk edilen Candeğer Furtun, Gencay Kasapçı, Kuzgun Acar ve Semiha Berksoy’un birbirinden değerli çalışmaları sanatseverlerle buluşuyor. Sanatçı, müzeci, akademisyen, ve yazar Tomur Atagök’ün eserlerine de ev sahipliği yapan AKM’de yer alan diğer sergilerden bazıları da şunlar: Halil Akdeniz’in “Eski Çağların Gizemi”, “ İşaretler ve Gizemlerin Gizli Etkisi” sergisi; Mustafa Aslıer’in “Türkülerin Gravür Dili” Sergisi; Kayahan Keskinok’un “Sislerin, Işıkların ve Gizemli Ortamların Dünyası” Sergisi; Süleyman Saim Tekcan’ın “Modern Bir Rönesans Adamı” Sergisi; Adem Genç’in “Soyut Sanatın Algılanabilir Gerçekliği” Sergisi.

Kampüs’te EgeArt

Dünya sanat camiasında Türkiye’yi gururla temsil eden ve ‘sıradanı sanat eserine dönüştüren’ sanatçı Komet’in video-art çalışması da EgeArt vesilesi ile İzmirli izleyicileriyle ilk kez buluşuyor.

Hakan Pehlivan’ın “Mavi+Dalga”

ve “Mavi Su” Kağıt Çalıştayı Sergisi ile kağıdın binbir şekle büründürüldüğü “Origami Atölyesi” Ege Üniversitesi kampüsü içinde yer alan Prof. Dr. Yusuf Vardar -MÖTBE- Kültür Merkezinin ev sahipliği yaptığı etkinlikler. Ayrıca EÜ Sağlık, Kültür ve Spor Daire Başkanlığı Sergi Salonundaki öğretim görevlisi Şükran Tümer’in öğrencileri ile birlikte hazırladığı “Lif Dokular” Kağıt Çalıştay Sergisi de kampüs içindeki bir diğer etkinlik olarak göze çarpıyor.

Kampüste süren “Heykel Çalıştayı” da Amerika’dan Edward Flemig, Norveç’ten Herald Ordam, Türkiye’den Mustafa Yılmaz ve Rahmi Atalay gibi önemli heykeltıraşları konuk ediyor. Meraklılarına heykel yapım sürecini izleme ve ustaların teknik bilgilerini paylaşabilme olanağı yaratan bu çalıştay, Sağlık, Kültür ve Spor Daire Başkanlığı Otopark Alanında görülebiliyor.

EÜ Müzelerinde etkinlikler

Sanat şöleni süresince öğretim görevlisi Gülşin Oral’ın hazırladığı 13 farklı ihtişamlı giysinin sergilendiği “Miş-li Zamanlara Yolculuk” isimli kronolojik defile çalışması EÜ Etnografya Müzesinde sanatseverlerin beğenisine sunuluyor.

Ege Üniversitesinin dünyanın en değerli kağıt müzelerinden biri olarak sanatseverlere kazandırdığı “Kağıt ve Kitap Sanatları Müzesi”nde etkinlikler kapsamında, Hakan Pehlivan, Emel Samioğlu, Esma Paçalturam, İnci Kansu, İsmet Tatar, Nedim Sönmez, Nur Gökbulut, Nurtaç Özler, Simge Uygur, Varol

Ege’nin ‘kıyı’sında, sanatın merkezinde5. Uluslararası EgeArt Sanat Günleri kapsamında 503 ulusal sanatçının eserlerinin yanı sıra 40 değişik ülkeden sanatçının da eserleri İzmirliler ile buluşacak. 38 üniversiteden katılımın gerçekleşeceği sanat şöleni bu yıl, İzmir’in 22 seçkin sanat merkezinde izleyicilerinin karşısına çıkacak

51GÜZ 2013

Topaç, Yurdagül Pakalın gibi sanatçıların eserleri yer alıyor.

Uluslararası 90 seramik sanatçısının en özel eserleri Swissotel’de; Ege Üniversitesi tarafından kazılan arkeoloji alanlarının fotoğrafları Karşıyaka Belediyesi Hamza Rüstem Fotoğraf Evi’nde; Uluslararası Tekstil sanatçılarının eserleri İBB Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde; Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Öğretim Elemanları Merih Tekin Bender, Melek Şahan, Dizar Ercivan Zencirci, Ekin Boztaş ve Kamuran Köseoğlu’nun “Başka Kıyılar” konseptli eserleri karma bir sergi ile EÜ 50. Yıl Köşkü Sanat Galerisinde; Aydın Doğan Vakfı Uluslararası Karikatür Sergisi’nin 30 yıllık seçme eserleri İTK Uşakizade Köşkünde; usta fotoğraf sanatçılarından unutulmaz kareler İKSEV ve Konak Güzelyalı Kültür Merkezinde; Türkiye’de yetişen en ünlü cam ustalarınının eserleri ise İş Sanat Galerisinde görülebiliyor. Cuma Ocaklı ve Umur Türker’in resimleri ile Cem Sağbil’in heykelleri Urla’ya kazandırılan Eski Tamirhane binasında meraklılarıyla buluşurken; Ömer Uluç’un eserleri

de “Tanzimattan Günümüze” Özel Koleksiyon Sergisi adı ile İzmir Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde ziyarete açılıyor.

Dokuz yıldır hasta yatağında çalışarak Saray Bosna’daki insanlık suçunu belgeleyen sanatçı Ali Arif Ersen’in bu eserleri, İzmirli sanatseverlerin beğenisine sunuluyor. Türk resminin yaşayan modern ve yenilikçi büyük ustası Habip Aydoğdu’nun eserleri de AKM’de kendine yer buluyor. Semiha Berksoy’un birbirinden enteresan pozlarını fotoğraflayan, Bennu Gerede’nin eserleri de yine AKM’de segilenen eserler arasında.

Hollanda’da kavramsal sanat alanının büyük yeteneği olarak gösterilen sanatçı Sarah van der Pols, ipek iplikler ve farklı kalemler kullanarak ustalığını konuşturduğu büyük boyutlu figüratif çalışmaları ile 5. Uluslararası EgeArt kapsamında AKM’ye konuk olan sanatçılardan bir diğeri. Hollanda’da yaşayan ve burada pek çok önemli projeye imza atarak ülkemizin adını sanat platformlarına gururla taşıyan sanatçımız Yasemin Sözer de EgeArt’a büyük beğeni toplayan farklı teknikli soyut eserleri ile katılıyor.

İzmir’in 22 farklı kültür ve sanat merkezinde seyircisi ile buluşan

EgeArt’ın her yıl olduğu gibi bu yıl da merkezi Ege Üniversitesi Atatürk Kültür

Merkezi. AKM, çok sayıda eserin bir arada görülmesinin yanında paneller,

sunumlar, film gösterimleri gibi pek çok etkinliğe ev sahipliği yaparak

izleyicilerin peşpeşe farklı etkinlikleri takip etmesine olanak yaratıyor.

52

İzmir’in çağdaş sanat ortamına genç bakış açısı getirmek, görsel sanatlar alanında üretimde bulunan gençleri özendirmek ve genç sanatçıların güncel yapıtlarını sergilemelerine fırsat yaratmak amacı ile gerçekleştirilen EgeArt Genç Sanat Yarışmasının, “Yine, Yeni, Kıyıda…” temalı eserleri ile İzmir Enternasyonal Fuarı içinde yer alan Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde izleyicilerle buluşuyor.

Genç sanatçılar

Daha önce olduğu gibi 5. EgeArt’ta da, Türk resminin dehası Bedri Baykam’ın önemli eserleri göz dolduruyor. Cumhuriyet dönemi Türk plastik sanatlarının duayen sanatçıları ile ümit vadeden genç sanatçıların özenle seçilmiş eserleri de AKM’de görülebilecek eserler arasında bulunuyor.

Konserler

Müziğin evrenselliğini kucaklayan “EgeArt Konseri”nde; değerli solistler Ahmet Utku ve Seher Dilmaç Meriç’in yorumları ile Türk Sanat Müziği, aryalar ve napoliten eserler var. İzmir Büyükşehir Belediyesi Aya Voukla Kilisesi’nin mistik ortamı, İzmirliler’e üst düzey bir dinleti zevki yaşatıyor. “Egeden Akdeniz”e adlı dinletide; flütte Hürkan Ayvazoğlu, arpta Sibel Efendiev, kemanda Fuat Efendiev

sahne alıyor. Öte yandan Karşıyaka Belediyesi Opera ve Tiyatro Sahnesi ise “Üçlü Oda Müziği” konserine ev sahipliği yapıyor.

Sahne performansları

İzmir’e hak ettiği sanatsal canlılığı getirmeye çabalayan ve bu amaçla yenilikleri İzmirliler ile buluışturmaya devam eden EgeArt kapsamında, dünya çapında ödül almış Kolombiyalı sanatçı Ernesto Vargas Reyes özgün sahne performansları ile Türkiye’de ilk kez görücüye çıkıyor. Norveçli sanatçı Elfi Sverdrup ise ses

performanslarıyla sanatseverlerle buluşuyor.

Söyleşiler, paneller...

Bir taş mucizesi olan İlyas Bey Külliyesi’nin tarihi ve onarımı ile ilgili bir söyleşi sanat günleri çerçevesinde gerçekleştirilecek etkinlikler arasında bulunuyor. Türkiye’de sanata damga vurmuş sanatçıların tartışacağı “Sanatçı Olmak” adlı panel; Hüsamettin Koçan moderatörlüğünde gerçekleştiriliyor. “Sanatta Bilim-Anı-Bellek-Ben” Paneli ile toplumsal cinsiyetin önem taşıdığı çağımızda “Toplumsal Cinsiyet: Kadın/Erkek/Çocuk” adlı sinema oturumu, Doç. Dr. Lâle Kabadayı moderatörlüğünde gerçekleşiyor.

Sinema alanındaki etkinlikler arasında gösterimi yapılacak 8 Türk filminin yanı sıra ünlü yönetmen Zeki Demirkubuz ile “Sinema Sanatı” söyleşisi de EgeArt’ın görsel sanat dalları arasındaki etkinliklerinden bazıları.

Toplumun en değerli varlıkları olan çocukların da yaratıcılıklarını artırmak amacıyla “Çorap Kukla Çalıştayı” düzenleniyor. Türkiye çapında ödül almış olan Yaratıcı Çocuklar Derneği’nin İstanbul’dan gelen güçlü eğitim kadrosu tarafından gerçekleştirilen çalıştay, İBB Tarihi Havagazı Fabrikası’nda yer buluyor.

53GÜZ 2013

5. Uluslararası EgeArt Sanat Günlerinin en önemli etkinlikle-rinden biri olan “Heykel Çalıştayı” kapsamında dört sanatçı eser-lerini Ege Üniversitesi kampüsü içerisinde mermerden biçimlen-diriyor. Küratörlüğü Yard.Doç.Dr. Melek Şahan’ın yaptığı çalıştay kapsamında ABD’den Edward Fleming, Norveç’ten Harald Ore-dam, Ankara’dan Mustafa Yılmaz ve Eskişehir’den Rahmi Atalay EÜ Kampüsünde kendilerine sağla-nan açık alanda 3 hafta boyunca heykelleri üzerinde çalışırken dileyen Egeliler bu süreci izleye-biliyor. Çalışmalarını sürdürürken konuştuğumuz heykeltıraşlardan Fleming, mermere savaş ve şiddet temalarını işlediğini söylerken “Ba-rış mümkün” mesajı veriyor. New Mexico’dan Türkiye’ye gelen sa-natçı, pek çok benzeri çalıştay ve sempozyuma katıldığını, EgeArt’ın

gördükleri içinde en mükemmeli olduğunu dile getirirken; Norveçli sanatçı Oredam da bu fikri pay-laşıyor. Oredam “passing” ismini verdiği eserinde karşılıklı geçen iki insanı ve onların karşılaşma anın-daki olasılıkları işliyor. Çalıştaya

katılan iki Türk sanatçıdan biri ve aynı zamanda Çağdaş Heykeltıraş-lar Derneği başkanı olan Mustafa Yılmaz, daha önce uzaktan izlediği EgeArt Sanat Günlerini yakın-dan görünce ne kadar kapsamlı olduğunu anladığını belirtiyor. Yılmaz özellikle gençler ve gelecek kuşaklar için bu traz etkinliklerin devamlılığının öneminin altını çiziyor. Yılmaz eserinde “güç ve liderlik” üzerine çalışıyor. Çalışta-yın bir diğer katılımcısı Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakül-tesi Heykel Bölümü öğretim üyesi Rahmi Atalay da balık figürünün öne çıktığı çalışmasında ekolojik duyarlılığa vurgu yapıyor. Atalay bir üniversitenin EgeArt gibi bü-yük bir sanat etkinliğine kalkışma-sını takdir ettiğini söylerken, bu çaba devam ederse İzmir’in sanat yaşamının canlanacağına inandı-ğını belirtiyor.

Mermere ruh veriyorlar

Heykeltıraş, yonttuğu dev gibi mermerin yanında, tozların içinde, belki hayal dünyasının ardında kalmış, belki saklanıyor, belki yeniden ortaya çıkmak için küllerini eşeliyor...

# Ü

mit M

UTLU

54

Ege kıyısı İzmir’de sanatı kıyısından yakalayıp merkeze taşıyan bir büyük organizasyon EgeArt. Bu yıl beşincisi düzenlenen ve ulusalararası olma özelliği taşıyan sanat şöleni, 10 gün süresince başta Ege Üniversiteliler olmak üzere tüm İzmirliler’e hatta Ege Bölgesine sanatın değişik alanlarından seçilmiş örnekleri getiriyor. Her geçen sene daha geniş bir alana yayılıp daha çok sanatçıyı ağırlayan ve daha çok sanat alanını çatısı altına toplayan EgeArt Uluslararası Sanat Günleri’ni Kutatör M. Tüzüm Kızılcan ile konuştuk.

İzmir ve sanat söz konusu olduğunda, hemen her toplulukta İzmir’in sanat alanında merkezi bir konumda olmadığından söz edilir. Aslına bakarsanız İzmir, sanatın değişik dallarından birçok sanatçının doğduğu, büyüdüğü

ve dolayısıyla belki de beslendiği şehir. Fakat pek çok alan gibi sanatın kalbinin de İstanbul’da attığı yönünde görüşler var. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Aslında sanatın bir merkezi olması gerekmiyor. Çünkü sanat bir yaşam kültürü. Yaşamı zenginleştiren hayatla olan ilişkimizde pozitifleri çoğaltan bir yön. Yaşamımıza anlam katan bir olgu. Ancak İzmir pek çok şansına rağmen sanatla olan ilişkisini çok sağlıklı yürütemiyor. Bunu sorguladığımız zaman bir sürü cevap buluyoruz, bir tane de değil. Bir şey yaşadığı sürece varlığını ispat edebiliyor. Bir şey pay edildikçe büyüyebiliyor. Bir şey fark edildikçe sorgulanabiliyor. EgeArt’ı düzenlerken normal yaşantımız içinde bazı sorulara dikkati çekmek duygusuyla yola çıktık. Bu hem

10 yıllık bir serüvenin

fikir babası: Tüzüm Kızılcan

SÖYLEŞİ

e Gamze KARADEMİR EROL

55GÜZ 2013

yaşam kalitemizi yükselten hem de kent kültürüne, kent belleğine dair birtakım sorgulamaları yenilemek veya derinleştirmek adına yapılan bir çalışma. Hedefimiz hiç bir sanat kolunu diğerinin önüne geçirmek değil, hele insanları yönlendirmek hiç değil. Ama sanatın getirdiği zenginliği birlikte yaşayarak tanışıklıkları artırmak ve bellek tazelemek çok önemli. Bizi bugüne getiren ustalarımız olmadan biz buraya gelemezdik. Onları hatırlatmak istiyoruz. Kültürün boyutlanabilmesi için bir şeyleri yeniden keşfediyormuş gibi yapmamızın bir anlamı yok. Var olan şeyleri hatırlamalı, hatırlatmalı ve ustaların yaptıklarını başımızın üstüne koyup onların bize kattığı değerleri daha zenginleştirmeli. Ben değil biz olmayı, birlikte bir şeyi bölüşmeyi, bir arada olma ritürelini canlandırmayı istiyoruz. Örneğin bir sergi izleme kültürünü yeniden canlandırmaya çalışalım. Ustalarımızı unutmadığımızı genç sanatçılara hatırlatalım. Böylece genç sanatçılar da bilsinler ki onların yaptığı her artı değer bir sonraki nesil için önemli... İşte tüm bu amaçlarla yola düştük.

EgeArt’ın hedefinin hiç bir sanat kolunu bir diğerinin önüne çıkarmak olmadığına değindiniz.

Ancak bu yıl olduğu gibi önceki yıllarda da resim, heykel, seramik gibi izlenirliği daha az olan sanat dallarının programda daha geniş yer tuttuğunu biliyoruz.

Güncel hayatta her gün yeni bir değer katılıyor her gün yeni bir deneme... Sadece teknolojide değil sanat alanında da yeni denemeler, yeni arayışlar var. Biz bir farkındalık yaratmak, yeniliğin yaşamın her boyutunda olduğunu göstermek istiyoruz. Örneğin güncel ‘lif sanatı’ diye bir olgu var mesela, ‘happening’ diye bir olay var, ‘video art’ var hepimiz duyuyoruz, ama iyi örneklerini göremiyoruz. Bu yeni türlerin iyi örneklerini izleyicilerimizle buluşturmayı hedefliyoruz. EgeArt olarak Ege Üniversitesinin desteği ile sanatın daha akademik olgular içinde gelişmesini sağlamaya çalışıyoruz. Ben yaptım oldu anlayışıyla değil, gerçek analizlerle sentezlerle, gerçek değeri olan kavramlarla üretilenleri sunmaya çalışıyoruz.

Biliyorsunuz, basında bir İzmirli’nin, “Ben İzmirli’yim, İzmir’de doğdum, yurt dışında eğitim aldım. İstanbul ve değişik ülkelerle iş yapıyorum. Ama İzmir’de bir şeyler yapabilmeyi istiyorum” türünden açıklamalarına sıkça rastlıyoruz. Maalesef İzmir’de bir sanatçı olarak

Kızılcan: “Bir güzel sanatlar öğrencisi EgeArt’ı gezdiği zaman geçmişle günümüz arasında ilişki kurabileceği bir sürü iş görecek. Daha da önemlisi bunları kitaptan baskı olarak değil, canlı görecek. Heykellerin etrafında dolaşacak.”

56

doymak pek çok anlamda çok zor. Ama mümkün. Ancak ne yazık ki, “Bir İstanbul’a gideyim geleyim de, bir bakayım” anlayışı hâkim. İstanbul’da pek çok olanak var tabii ki, o olanaklar İzmir’e gelemiyor. Çünkü bir usta sanatçının eserlerinin İzmir’e gelmesi mümkün değil, çünkü eserlerin sigortası bile başlı başına bir maliyet. Bu koşullarla eserleri İzmir’e getirecek ve güvenlikli bir alanda sergileyecek sponsor bulma olanağına sahip değiliz. Kimsenin bundan haberi yok, sadece İzmir’e büyük sanatçı gelmiyor eleştirisi yapılıyor.

Kıyıda teması nasıl oluştu?Dedik ya sadece eleştiride varız,

hep dışındayız, kendimizi dışında görüyoruz olan bitenin. İşte tam da bu nedenle bu seneki konumuz “kıyıda”. Kendini meselenin içinde hissedenler, içine koymak isteyenler, dışına koyanlar, birlikte bir şey yapanlarla artsın istiyoruz.

Tabii ki bir konu, bir tema, sanatçının içselleştirmesiyle farklılaşır, zenginleşir. Biz genel olarak çok komplike laflarla değil de daha kolay içselleştirilebilecek kavramlarla ortaya çıkmaya çalıştık. Örneğin “İzmir, kıyıda”... Deniz kenarında... Ama deniz kenarında

olmamız değil konu, konu olayın dışında olmamız veya içinde olmamız ya da içinde olmaya çalışmamız...

İzmir’deki etkinliklere baktığımızda, genel olarak bu kadar çok boyutlu, bu kadar şehir geneline yayılmış bir etkinlik göremiyoruz. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Bu tip etkinlikler, genelde küratörlerin öngördükleri olgular içinde gelişiyor. Ama biz EgeArt’ı etkinliği planlarken şehrin değişik kademelerinde değişik yaşlardaki insanları bir araya getirip hep birlikte bir şeyleri izleyebilecekleri sanat aktivitesi olarak kurgulamaya çalıştık. İçinde sinema var, edebiyat adamlarıyla söyleşilerimiz var, fotoğraf var, resim var, baskı var, heykel var. En önemlisi uluslararası platformda EgeArt’ı var etmeye, tanıtmaya çalışıyoruz. Seramik alanında 45 Türk, 45 yabancı sanatçı var. Çok zengin bir yabancı iştirakımız var. Bunların her biri, bize 3 kişi daha katsa, bir süre sonra gerçekten uluslararası standartlarda olabiliriz. Uluslararası olmak için ciddi bir maddi kaynağa ihtiyacımız var. Tabii tüm bunların daha kolay yürümesi için bizi destekleyecek

bir kuruluşa ihtiyacımız var. Ama ne yazık ki böylesi bir destek yok İzmir’de, “kıyıdayız” yine.

Bir kuruluş derken kastım tabii ki sponsorluk anlamında, zira bu işin yürütücüsü Ege Üniversitesi bir Güzel Sanatlar Fakültesi olmamasına rağmen bize inandı, güvendi ve bizi her konuda destekledi, her zaman arkamızda durdu. EgeArt, kolay bir iş değil, büyük ölçüde gönüllülerle yürüyen bir organizasyon. EgeArt’ın önemli bir özelliği ciddi bir özveriyle gerçekleşmesi. Gözümüz hep yükseklerde, sıçrayarak yakalamaya çalışıyoruz boyumuzun yetmediklerini de. Örneğin Semiha Berksoy, Kuzgun Acar gibi isimlerin eserleri İzmir’de pek de kolay karşılaşılamayacak olanlar. Temennim, bütün İzmirlilerin bunun farkına varması.

500’den farzla sanatçı katılıyor

İki yılda bir düzenlenen EgeArt bu yıl belşinci kez gerçekleştiriyor. Geride kalan yaklaşık 10 yılda EgeArt’ın İzmir sanat yaşamına katkısı sizce nasıldır?

Başladığımız günle bugün arasında çok fark var. Daha önce eserlerini sergilemek istediğimiz sanatçıların ilgisini çekmekte

57GÜZ 2013

hayli zorlanırken, bugün bir çoğu işlerini yolluyorlar. Bu sadece Ege Üniversitesine ve EgeArt’a olan sempatiden, güvenden dolayı. Bu güvenilirliğin oluşması aynı zamanda bir sürekliliğin de olduğunun ve olacağının göstergesi. Bu yıl 500 küsür sanatçı, değişik anlarda bu çatının altında olacaklar. Bir güzel sanatlar sempatizanı ya da öğrencisi EgeArtı gezdiği zaman geçmişle günümüz arasında ilişki kurabileceği bir sürü iş görecek. Daha da önemlisi bunları kitaptan baskı olarak değil, canlı görecek. Heykellerin etrafında dolaşacak...

Biz aynı zamanda şehrin değerlerine de dikkat çekmek istiyoruz. Heykel sergilerinden biri arkeoloji müzesinde. Aya Voukla Kilisesinde bir konser var. Şehrin mümkün olduğu kadar değişik noktasında tüm ziyaretçilerin özellikle de İzmirliler’in “Ben henüz oraya gidemedim” demesine fırsat vermeyecek 22 değişik nokta belirledik. Böylece o noktalardan merkeze gelemeyecek insanların da EgeArt’tan haberdar olmasını, en azından bir kısmını izleyebilmesine olanak yaratmayı istedik. Sonuçta bu Ege Üniversitesinin halkın üniversitesi olma misyonuyla tüm şehir için düzenlediği bir organizasyon. Bu dağılım bir yandan EgeArt’ın tanınabilirliğini ve izlenirliğini artırmayı bir yandan da şehir belleğine bazı göndermeler yapmayı hedefliyor.

EgeArt 22 farklı merkezde

Bir önceki EgeArt’ta hatırladığım kadarıyla etkinlikler 18 değişik merkezde gerçekleştirilmişti.

Bu sene biraz daha arttı, 22 merkezde. Şehrin daha çok alanına yayılmak hedefimiz. Bu yıl daha çok alana yayılırken, daha çok sanat dalını da ağırlıyoruz. Mesela uluslararası sanatçılarımızdan ikisi performans sanatçısı, ilginç performanslar sergileyecekler. Bu tip etkinlikler, sanatçıların da birbirlerini izlemesi ve farklı bakış açıları oluşturması için büyük bir fırsat.

İzmir’deki sanat izleyicisi açısından EgeArt’ın seyrini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gönül daha çoğunu istiyor tabii; ama şımarıklık yapmayalım. Bu kervana 10 kişi katılsa, bizim için kârdır. Bir sanatçı açısından da kendisinin fark edildiğini ve bir etkinliğe davet edildiğini hissetmesi önemli ve gurur verici. Şahsen, ustalarla yan yana eserlerimin sergilenmesi beni onore eder.

Bu yıl öncekilerden farklı olarak neler göreceğiz EgeArt’ta?

Performans sanatçılarımızdan söz etmiştim. Onların yanı sıra lif sanatı örneklerini sergileyeceğiz. Bu yıl ilk kez çocuklara yaratıcılık aşılayan etkinlikler düzenledik.

Çocuklar bizim için çok önemli. Onların bir arada bir üretim içinde bulunmalarını sağlamak, hem

sosyalleşmelerine olanak yaratmak hem de onları sanatla tanıştırmak açısından önemli.

Biz çocuklara olanak sunmak zorundayız, çocuklarla birlikte bir şey yapmak zorundayız. Paylaşmak zorundayız. Çocukların sadece bizle değil kendi aralarında ve bi rlikte üretmelerine de katkıda bulunmalıyız. Çünkü ne yazık ki yeni nesil, benmerkezci olmaya başladı.

Tabii ki herkesin sanatçı olması gerekmiyor ama sanatın getirdiği birtakım estetik kurallar hayatınızı zenginleştirir, bazı şeylere karşı daha özenli olursunuz, bazı şeyleri daha çok anlarsınız. Düşünürsünüz, sorgularsınız.

EgeArt Uluslararası Sanat Günleri organizasyonunun arkasında Tüzüm Kızılcan’ın yanı sıra Ege Üniversitesi çalışanları ile sanatsever gönüllülerin de büyük emeği var.

58

İzmir basınından EgeArt’a tam destek

Ege Üniversitesi tarafından 6-15 Aralık 2013 tarihlerinde gerçekleştirilecek “5. Uluslararası Ege Art Günleri”nin kamuoyuna tanıtılması amacıyla medya yöneticileriyle bir toplantı yapıldı. Rektör Prof. Dr. Candeğer Yılmaz ve EÜ Yönetiminin basın kuruluşu temsilcileriyle fikir alışverişinde bulunduğu toplantıda İzmir basını temsilcileri bu büyük sanat faaliyetini gerçekleştiren Ege Üniversitesine tam destek mesajları verdi.

Konuşmasına Ekim ayında kaybettiğimiz duayen gazeteci Şevket Özçelik’i anarak başlayan Rektör Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, “Başta bölgemiz olmak üzere tüm Türkiye’ye İzmir’in sanat boyutunu, sanatsal coşkusunu, akademik sorumluluklarımızı unutmadan EXPO 2020 adına sunmak istediğimizi paylaşmak isterim” dedi. 5. Uluslararası Ege Art Günleri için basının desteğini istediklerini belirten Prof. Dr. Yılmaz “Biz akademik sorumluluğumuzla, toplumsal sorumluluğumuzla Ege Üniversitesi olarak şehrimize şükran borcumuzu ödemeye ve katkımızı koymaya devam ediyoruz. Yaptığımız her işi uluslararası nitelikli belgelerle, ölçülerle yapmaya

çalışıyoruz. Eğitimin kültür, sanat ve sporla bezenmesinin vazgeçilmez olduğundan sürekli söz ederek bunu yaşatarak hareket ediyoruz” diye konuştu.

Sanatı eğitimin bir parçası olarak gördüklerini dile getiren Prof. Dr. Yılmaz basına “Birlikte İzmir’i harekete geçirebiliriz. Bu sanat günleri aslında Ege Üniversitesi’nin sanata verdiği değeri göstermektedir. EgeArt, gençlerimizi ustalarla buluşturarak onların geleceği planlamasına önderlik etmeyi düşündüğümüz bir proje ve bu anlayışı hep birlikte bölgeye ve

Türkiye’ye yayabiliriz” diye seslendi.EgeArt’ın geniş ulusal katılımın

yanı sıra uluslararası katılımcılarla ayrı bir güç kazandığına değinen Rektör Prof Dr. Yılmaz, “Sanatın özgün yaratıcı gücü güncellenmemizi sağlıyor. Sanatın özgürlüğünü ve özgünlüğünü unutmadan, tanınmış sanatçıları bu tema altında buluşturmak için yaklaşık 40 ülkeden davetlimiz oldu” dedi.

Prof. Dr. Yılmaz Ege Üniversitesi’nin sanat anlayışını anlatırken şunları söyledi: “Sanat, insanoğlunun doğayla ilişkisini, doğayla birlikte ürettiklerini, yaşamının örneklerini bir ahenk içinde dışa vurmasıdır. Dolayısıyla biz, sanatçıların bu ahenkten, bu dengeden, bu iletişimden aldıkları anlam ve ahenk arayışını değişik anlatım yollarıyla bizimle paylaştıklarına inanıyoruz. Bu anlatım yolları aslında bir yandan o sanatçı dolgunluğunu ahengi, estetiği bizimle paylaşırken, öte yandan aslında kolektif toplum bilincine ve uygarlık tarihine yeni düşünceler ekliyor.”

Basın toplantısında davetlilere sürpriz olarak EÜ öğrenci topluluklarının sergilediği flashmob dans gösterisi, EgeArt’ı duyurmak için farklı tarihlerde şehrin farklı köşelerinde İzmir halkının karşısına çıkacak. n EgeBurada

59GÜZ 2013

5. EgeArt’a konsoloslardan destek5. Uluslararası EgeArt Sanat

Günleri’ne sayılı günler kala hazır-lıklar hızla devam ediyor. EgeArt’a destek için önce medya temsilcileri ile bir araya gelen Ege Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Candeğer Yılmaz, daha sonra İzmir konsolosları ile öğle yemeğinde buluştu.

Ege Üniversitesi olarak bu yıl, 5. kez EgeArt sanat şölenine ev sa-hipliği yaptıklarını söyleyen Rektör Prof.Dr. Yılmaz, konsoloslardan 5. EgeArt’ın tanıtımına destek verme-lerini istedi.

Prof. Dr. Yılmaz, “ Biz EgeArt kapsamında gerçekleştireceğimiz etkinliklerle İzmir’in kültürünü, sana-tını, sağlık konusundaki becerilerini, iklimini, coğrafyasını anlatmaya çalışacağız. EgeArt ile 22 ayrı yerde 500’ün üzerinde sanatçı ve 2500’ün üstünde eser sanatseverlerle buluşa-cak. Sizlerin desteği ile bu çabamızı daha anlamlı hale getirebiliriz” diye konuştu.

Ege Üniversitesi’nin Erasmus başarısı konusunda da konsoloslara bilgi veren Prof.Dr. Yılmaz, “Üni-versitemizin 1794 yabancı uyruklu öğrencisi var. Bu öğrencilerden 1107 tanesi burslu eğitim görüyor. Burslu öğrencilerden 156 tanesi yüksek lisans ve doktora için bizi seçtiler. Bu öğrencilerden kendi imkânlarıyla gelen öğrencilerin sayısı 687 olup

bunlardan 228 tanesi yüksek lisans ve doktora öğrencisidir. Ege Üniver-sitesi olarak lisansüstünde de çok tercih edilen bir üniversiteyiz. Ayrıca İran, Azerbaycan, Afganistan, Fransa, Hollanda, Bosna Hersek, Türkmenis-tan, Kosova gibi ülkelerden gelen çok sayıda Erasmus öğrencilerimiz mevcut” diye konuştu.

EÜ Lokali’nde düzenlenen ye-meğe; İngiltere Konsolosu Antony Willy Buttigieg, KKTC Konsolosu Uğur Umar, Hindistan Fahri Konso-losu Turgut Koyuncuoğlu, Malezya Fahri Konsolosu Hüsamettin Şınlak, Meksika Fahri Konsolosu Kemal

Çolakoğlu, Fas Fahri Konsolosu Fatih Çakmakoğlu, Bosna Hersek Fahri Konsolosu A. Kemal Baysak, ABD Fahri Konsolosu Güliz Balsarı, Polonya Fahri Konsolosu Ceyla Bo-rovalı, Slovenya Fahri Konsolosu Dr. M. Mazhar İzmiroğlu, Fransız Kültür Merkezi Müdüresi Emmanvelle Ho-ules ile EÜ üst yönetimi ve EgeArt Yürütme kurulu üyeleri katıldı.

Ege Üniversitesi Türk Halk Dans-ları, Latin Dansları, Modern Dans ve Dans Tiyatrosu, Karikatür ve Mizah Topluluğu üyelerinin hazırladığı flash mob gösterisi ise yemeğe renk kattı. n EgeBurada

Mehmet Erdem’in “şehirli akustik”

müziğiSon yıllarda Türk müziğinde ortaya

çıkmış en ilgi çekici seslerden biri olan Mehmet Erdem, Ege Üniversitesi Sanat Tarihi Topluluğu tarafın-dan düzenlenen 'Kadına Şiddete Hayır' temalı sosyal so-rumluluk projesinin finalinde Prof. Dr. Yusuf Vardar-MÖTBE- Kültür Merkezinde bir konser verdi. Liseyi İzmir’de okumuş olan sanatçı, bu anlamlı ve başarılı projeyi gerçekleştiren Egeli gençleri yalnız bırakmadığı gibi, konser esnasındaki konuşmasında da şiddetin her türlüsünü kınadığını söyledi. Makine Mühendisliği mezunu olan Erdem hep müzikle il-gilenmek istemiş ve bu isteğini de gerçekleştirmiş bir genç müzisyen olarak sorularımızı yanıtladı.

“Kardeş Türküler” olarak bilinen Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nu bir okul olarak tanımlıyorsunuz. Nasıl bir okuldu?

Ben Boğaziçi’nde okudum ve Boğaziçi’ne girdiğim zaman müzikle ilgileniyordum. Orada da çok yetkin bir grup vardı ve benim üniversiteye girdiğim 1997 yılında ilk albümleri çıkmıştı. Gruba 1999 yılında dahil oldum. O iki sene boyunca da arkadaşlarla epey çalışma fırsatım oldu. O grupla yurt içinde ve yurt dışında bir çok konsere gittik. Hemen hemen bütün Türkiye’yi dolaştık.

BGST’de vokal olarak değil enstrümanist olarak yer alıyordunuz değil mi?

Evet orada enstrüman çalıyordum. Ud, cümbüş, buzuki, bağlama… Bazen geri vokal de yapıyordum ama daha çok enstrüman çalmayı tercih ediyordum.

Makine Mühendisliği gibi önemli ve zor bir bölümde okuyordunuz, bir yandan da müzikle ilgileniyordunuz. Zamanında mı bitirdiniz okulu?

Yok, tabii ki uzadı. Ama normalde makina mühendisliği zaten zordur. Bir de mesela tam vize-final dönemi turneye denk geliyordu. Sınavlara girememek gibi bir sıkıntımız vardı. Bir gün Paris’te güzel bir opera salonunda konser ver-dikten sonraki gün makina dizaynı sınavına girince insan allak bullak oluyor tabii. Bitirdim okulu, fakat hiç yapmadım makina mühendisliği.

Matematiği özel olarak seviyormuşsunuz. Matematik ve fiziği küçüklüğümden beri severim. Sade-

ce mühendislik açısından değil, genel olarak hayata bakışı kolaylaştırdığını düşünüyorum. Hangi işi yaparsanız yapın, yardımcı oluyor bence. Problem çözme üzerine kurulu so-nuçta mühendislik dediğimiz. Sonuçta kendi kayıtlarımızı kendimiz yapıyoruz ve müzisyenlerle çok haşır neşiriz. İşin mutfağını biliyoruz yani. Ben başka insanların albümlerine de çaldım, başka insanlara düzenlemeler de yaptık. O işte

KULİS SÖYLEŞİLERİ

e Demet ALTUNTAŞ

60

61GÜZ 2013

de epey matematik var, fizik var, elektro-nik var aslında…

Peki sizinki “Okulunu okumadım ama, ben sevdiğim işten para kazan-maya karar verdim” hikayesi mi?

Ben sevdiğim iş gibi bakmadım buna, “ben müzik yapacağım” dedim. Küçüklüğümden beri bunu istiyordum zaten. Okulları okudum ama hiç bir za-man makina mühendisliği yapacağımı düşünmedim zaten.

Sonra “sesinizi enstrüman gibi kullandınız” şeklinde yorumlar alan kendi albümünüzü yaptınız ve iyi bir çıkış yaptınız. Bu süreç nasıl gelişti? Nasıl karar verdiniz?

2006 yılında Onur Ünlü’nün Polis filminde "Olur Ya" şarkısının düzenleme-sini yapıp kaydetmiştik. Ben idareten kendim söylemiş, birine söyletiriz diye düşünmüştüm. Onur dedi ki “sen çok güzel söylemişsin”... Ondan sonra teklifler gelmeye başladı bana şarkı söylemem üzerine. Sonra "Herkes Aynı Hayatta"yı yaptık bir dizi için o da sevildi. Sonra teklif geldi büyük bir müzik firmasından “albüm yapmak ister misin” diye. Biz de düşündük, olur dedik, yaptık, oldu, şu anda bu durumdayız. Aslında kafamda yoktu, müzik yapıyor-duk sadece, hâlâ da devam ediyoruz sonuçta.

Cover yapıyorsunuz. Özellikle Hâkim Bey çok etkileyici bir cover. Onun gücü nereden geliyor?

Biliyorsunuz şarkı 20 sene öncesinin şarkısı. Orjinal de bir hikayesi vardır. Sonuçta Sezen Aksu… Türkiye’de hemen herkesin hayat hikayesinde yeri olan bir kadın, sözleriyle ve müzikleriyle hepimizin hayatının fon müziği olan bir sanatçı. Çok farklı kitlelerden beğenen oldu. Genel olarak otoriteye isyan ya da haksızlığın karşısında durma gibi bir algı yaratan bir şarkı. Haksızlığa uğradığını

düşünen herkes sahiplendi, ki haksızlığa uğradığını düşünmeyen çok insan da yok yani. Herhangi bir konuda illaki bir haksızlığa uğruyor insan.

Yaptığınız müziği nasıl tanımlıyor-sunuz?

Bunun üzerinde de epey düşün-dük. Ben şehirli akustik müzik diyorum yaptığımız müziğe. Sonuçta şehirlerde yaşıyoruz. Türkü de söyleriz, caz da seviyoruz, rock da, alaturka da... Ben ud da çalıyorum, elektronik gitar da. Albüm de böyle zaten. Her tarzdan şarkı var. Enstrümanları çok seviyoruz, ben kendim de enstrümancı olduğum için. Hep akustik kaydediyoruz.

Müziğinizde melankolik bir havanın yaygın olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ben aslında neşeli bir insanım, hareketliyim de. Herkes beni çok sakin zannediyor şarkılarımdan dolayı. Şarkı söylerken biraz daha sakinimdir, çünkü sözler öyle icap ediyor. Şarkıların ruhuna girmeye çalışıyorum.

İlk dinlediğimizde uzun zamandır gelmeyen bir ses bu dedik. Hatta Leo-nard Cohen’e benzetenler var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Biraz abartı tabii bunlar. Cohen ne-rede, biz nerede? Türkiye’de çok muadili olan bir ses tarzı olmadığı için belki ona benzetiliyorum. O Zen Rahibi, şair, yazar, çizer, entellektüel bir kişi. Onunki ayrı bir klasman. Keşke onun gibi olabilsek. Isterim tabii ki ben de Cohen gibi bütün dünyaya seslenebilmeyi. Muhtemelen bu aralıkta ses piyasada çok olmadığı için böyle düşünülüyor. Tiz ses örnekleri daha fazla. Ben şarkıları bağırmadan da söylediğim için, insanlar evde söylerken eşlik edebiliyor belki. Benim sesimin üstüne de çıkıyor olabilir kendi kendine söylerken. O da bir katılım artısı sağlıyor galiba. Beraber söylemeyi seviyoruz. Bu hissi yaratıyor diye düşünüyorum.

Ekşi Sözlükte sizin için “aşk uzma-nı” denmiş. Neyi kastediyorlar?

Aşkın uzmanı olmaz bir kere. Herkes ayrı bir şey yaşıyor. Senin aşkın başka, benim aşkım başka. Şarkı sözlerinden muhtemelen öyle çıkarımlarda bulu-nuyorlar. Herkesin hayatında aşk var sonuçta. Herkesinki farklı ama aslında herkes aynı hayatta. Biz de öyle diyoruz ya, aslında farklıyız ama bakarsan aynı şeyleri yaşıyoruz hemen hemen. Kimse çok acayip farklı aşklar yaşamıyor.

Dinleyici sizi farklı gördü ve sanırız bu farklılığın değerini bildi. Siz nasıl görüyorsunuz, değerin teslim edilme-sinde bir eksiklik var mı? Türk piyasa-sında yeni özgün bir şey var mı?

Aslında çok var. Müzik dediğimiz zaman o kadar çok mecra var ki. Ens-trümantal müzik ayrı bir derya. Benim İstanbul’dan veya başka şehirlerden tanıdığım çok iyi müzisyenler var. Ama hayat, şans. Bu işler çok farklı dengelere bağlanıyor. Örneğin bizim albümde Hâkim Bey olmasaydı, albümün geri kalanını bu kadar fark eder miydiniz bilmiyorum. Bunlar hep soru işareti. Böyle lokomotiflere ihtiyaç oluyor. Tabii ki bir sürü özgün, çok iyi çalışmalar var. Türkiye’nin dünya çapında çok müzisye-ni var. Saymakla bitmez. Kimilerini unu-turum. Ayıp olur. Ama ben her zaman söylerim Erkan Oğur diye bir adam var bu ülkede. Dünya ona hürmet ediyor. Bu topraklar bu anlamda çok geniş. Yüz-yıllar boyunca geçişler olduğu için her tarz müziği algılayabiliyoruz neredeyse. Batı müziğini de doğu müziğini de… Öyle bir avantajımız var.

Yeni proje var mı? Var yakında albümümüz çıkıyor. Adı

“Hiç Konuşmadan”. Yeni besteler mi var, cover’lar mı?Cover da var, beste de var, ortaya

karışık.

62

Isaac Newton’ın o uğurlu kafasına düşmeseydi o sevgili elma, belki bugün bunları hiç konuşmuyor, düşünmüyor olacaktık. Ama ismine “yerçekimi” dediği gizli ve tamamıyla Dünya gezegenine ait kuvvet yine de varlığını sürdürüyor olacaktı. Ne biz yer çekiminden kurtulabilecektik, ne de yer çekimi biz olmadan bir anlam kazanabilecekti.

İşte tam da bu yüzden, özellikle de “Dünyalı” olmanın nasıl bir

şey olduğunu anlamada güçlük çektiğimiz bu darlanmış günlerde, Gravity isimli filmi izlemiş olmak, başta biz sinemaseverler olmak üzere herkesi memnun etmiş olsa gerek. Zira bilimsel bilgiye ve gerçeklere dayalı, ütopik ya da distopik olmayan, salt elimizdekilerin gücünü ön plana çıkarmaya çabalayan bir bilim kurguyu izlemeyeli, bir hayli zaman olmuştu.

Alfonso Cuarón, bilim

kurguseverlerin pek de yabancı olmadığı bir yönetmen. 2006 yılında çektiği “Children of Men (Son Umut)”, isimli ütopik sonuçlanan distopya, gerek izleyiciden, gerekse eleştirmenlerden tam not almış, türe getirdiği yenilikler, yıktığı klişeler, özellikle de fark yaratan çekim açıları ve teknik başarılarıyla hafızalarda kendisine afili bir yer edinmeyi başarmıştı. Gravity, Cuarón’un ikinci bilim kurgu denemesi, buna rağmen değme kurgu bilimcilere taş çıkartan bir başarıya imza attığını söylemek yanlış olmaz.

“Dönüşümler” başrolde

Filmi kısaca konulamak gerekirse; sıradan bir uzay yürüyüşü sırasında, birbirinden bahtsız kazalara kurban giden astronotların (ki bu kişiler Sandra Bullock ve George Clooney tarafından başarıyla canlandırılmakta), yer çekimsiz ortamda ve uzunca bir süre hayatta kalma çabalarından bahsetmek mümkün. Elbette bu süreç içerisinde sinemasal bir mecburiyet olan karakter değişimi, filmin temel noktalarından da birisi, özellikle de Sandra Bullock’un hayat verdiği karakteri göz önüne alırsak.

Dünya yüzeyinde kızını kaybettiği için, yaşamdan neredeyse tamamen ümidini

Gravity: Bilim kurgunun bilim destekli

postmodern zaferi

Ümit MUTLUEÜ İletişim Fakültesi

Radyo, Televizyon ve SinemaYüksek Lisans Öğrencisi

SİNEMA

kesmiş olan erkek isimli ‘Ryan’ Stone (Bullock), başarılı da bir mühendistir ve her başarılı mühendisi postaladığı gibi onu da uzaya postalayan NASA, ondan Hubble Uzay Teleskopu’nu tamir etmesini ister. Ancak bir anda olaylar gelişir ve yine Dünya mertebesinde yapılan bir hata sonucu, yörüngedeki tüm uydular yok olur, parçaları ise o anda boşlukta gezinen astronotlar için şarapnel kadar tehlikeli hale gelir. Artık ne telsiz bağlantısı vardır, ne ayak basılabilecek yer. Sadece derin siyah bir boşluk. Yer çekimsiz sonsuz bir boşluk.

Cuarón’un yönetimsel başarısı

Tam da bu noktada, belki de araya girmek gayet uygun olacak: Cuarón’un yönetimsel başarısı

ve hatta dehası, bu boşluk ve yitme, gitme hissini yansıtmak konusunda gerçekten çığır açıyor. Uzun ve kesintisiz çekimler, durmak bilmeyen kameralar, ışık ve ses oyunları, müziksiz sahneler ve derin nefes alış verişleriyle, izleyiciyi nefessiz bırakan bir sekans tutturmayı başarıyor. Üstelik Cuarón, filmin genişletilmiş fragmanında bu sahneye yer vererek de, aslında ne kadar cüretkar olduğunu bir bakıma kanıtlıyor. Zira filmin en can alıcı sahnesi, aslında en önemli sahnesi değil, bu sahne çevresinde gelişen, dönen ve yörüngeye oturan bilumum destekleyici ve anlam yaratıcı metin dolu minik sahneler.

Tekrar karakterlerimize dönebiliriz. Kowalski (Clooney) ve Stone’un ilişkileri, film içindeki

değişimle doğru orantılı şekilde ilerliyor. Hayat dolu ve yaşama -yani Dünya’ya- sıkı sıkıya bağlı olan Kowalski, doğru yer ve zamanda hayatını feda ederek, hayata dair umudu kalmamış olan Stone’a adeta yedek oksijen sağlıyor. Stone ise kızıyla olan psikolojik bağını belki yeniden kurarak ya da daha doğrusu, Dünya’nın, doğaananın yeni bir çocuğu olarak yeniden doğuşunu sağlıyor, Dünya’daki yeni ilk adımlarını temizlenmiş ve arınmış biçimde atıyor. Evrimsel süreci A’dan Z’ye olumlayarak Darwin’e karşı, saygı duruşların en güzeline imza atan Cuarón, denizde -tamamen rastlantısal patlamalarla başlayan- rastlantısal yaşama karşı büyük ilgi ve sevgisini de Stone aracılığıyla izleyiciye yansıtıyor.

Ryan Stone (Sandra Bullock) ve Mike Kowalski (George Clooney), sıradan bir uzay yürüyüşü sırasında ölümcül bir kazaya kurban giden iki astronot, Dünya’yı bir kez daha göreceklerinden şüpheliler.

63GÜZ 2013

Kendisine Dünya’yı dekor edinmemesine rağmen ya da belki tam da bu sayede, filmin oldukça olgun ve gülgün bir bakış açısına sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Stone, bir şekilde Dünya’ya olan yolunu açabilmek için, her şeyi denemeye göze almışken, öncelikle, bir Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı olarak, yani modern dünyanın örnek bir temsilcisi olarak, bir Rus uzay giysisi giymek zorunda kalıyor; belki de kendisine göre, günümüze ayak uyduramamış, ekonomik ve sosyolojik açıdan hayli geri kalmış bir milletin giysisi. Dahası, o giysi içinde dönüşe geçmek için kullandığı araç, çok uzak bir doğuya, 3. dünyalaşmış bir coğrafyaya ait Çin aracı. Üstelik tanrıtanımaz birisi olarak, Rus aracında İsa’nın, Çin aracında ise Buda’nın tasvir ve resimleriyle

karşılaşıp tebessüm bile ediyor. Bu noktada ise karşımıza acımasızca şu güzel düşünce çıkıyor: Eğer gerçekten Dünya gezegenini düşünüyor ve onda sükunet içinde yaşamak istiyorsak, bunun tek bir yolu var, milletler ve dinlerüstü düşünerek, hümanizme sonsuza dek inanmak. Çünkü tıpkı en başta dediğimiz gibi, yerçekimi bile sadece insanlar -ya da hadi abartmayalım, canlılar- için var. İnsanların insanları yok saydığı, hor gördüğü, ötekileştirdiği bir dünyada, insana yer yok, zira “insan” kavramının ne olduğuna dair tam bir algı yok.

Dünyaya dönüş yolculuğu, bireysel açıdan ele alındığında da, Stone’un bir sperme benzemesi kimseyi şaşırtmamalı, hatta bu durum bazı sahnelerde fazlasıyla göze bile sokuluyor Cuarón tarafından. Stone’un Rus aracına

ilk girdiği anda aldığı cenin pozisyonu, yangın söndürücüyle rastgele yolunu bularak penisten çıkışı (ki bu yangın söndürücü sahnesiyle WALL-E’yi anımsamamak ne mümkündür), sonunda da Çin aracı ile rahim içinde ilerleyerek, yani atmosfere girerek yumurtalıklara, yani denize inişi, bireysel bir yeniden doğuşu destekleyen bariz imgeler olarak karşımızda beliriyor. Stone’un toprağa bastıktan sonraki aylak adımları ise doğumun tamamen tamamlandığı, ufak bebeğin ıslak bir biçimde ortaya çıktığı o çok değerli anı fazlasıyla hatırlatıyor. Hem bireysel bir yeniden doğuşu, hem de belki de, ümitlenmiş ve geleceğe dair ciddi değişimler geçirmeye hazır “yeni insanoğlu”nun, ortaya çıkışına ilişkin bir algıyı sunuyor.

Üç boyut teknolojisini sinematografiye yedirmek...

Teknik açıdan zaten son derece kusursuz olan Gravity, son dönemin popüler satış malzemelerinden birisi olan ‘üç boyutlu’ olma özelliğini de taşıyor, ancak piyasadaki birçok filmin aksine bunu gayet iyi bir biçimde kullanıyor, hareketli sahnelerde heyecanı körükleyerek, halihazırda gerilmiş olan izleyiciyi daha da germeyi başarıyor. Müzik kullanımı sınırlı olsa da gayet yerinde, özellikle finale doğru epik biçimde artarak izleyiciyi büyük sona doğru hazırlamayı başarıyor.

Alfonso Cuarón, Gravity ile gerek kendi sineması, gerekse bilim kurgu türü içinde apayrı bir yer edinebilecek bir işe imza atmış durumda. O kadar ki, bundan sonraki bilim kurgular için bir deniz feneri görevi bile görebilir, zira daha önce de belirttiğimiz gibi, herhangi bir fanteziye pabuç bırakmayarak, üstelik de altı ve mesajı dolu bir biçimde izleyici karşısına tam tekmil çıkmak sanılandan daha zor. Ayrıca Newton o anda tam olarak ne düşündü bilemeyiz ancak bu filmi izleme şansı olsa ağzı kocaman açık kalırdı. (Zira sinemanın ne olduğunu bilmiyor olurdu.)

Stone’nun (Sandra Bullock) Dünya’ya dönme yolculuğu, onun karakterinin de baştan ayağa değişip dönüşmesine sebep oluyor. Stone yeniden hayata bağlanırken, “yeni insan” mertebesine ulaşıyor.

64

65GÜZ 2013

Roman yazma fikri nasıl oluştu?Bir deyim var ya, kulağı tersten

tutmak, benimki de öyle oldu. Alışıla-gelen romandan uyarlanan filmlerdir, benimki tersi oldu. 2004 yılında yüksek lisans yaparken çektiğim bir kısa filmi, pek çok unsur ekleyerek roman haline getirdim. Aslında kitap proje olarak kafamda hep vardı, çünkü o kısa film, içinde kendinden daha uzun bir anlatı-yı barındırıyordu. Ben de o muhtevayı işleyip derinleştirerek romanı yazdım. Ama filmden 8 sene sonra, 2012’de birdenbire, durup dururken yazmaya başladım. Sonrasında da şans eseri, yeni bir yayımevi ile bağlantıya geçtim çabucak çıktı kitap piyasaya.

Kitabın mitolojiye dayanan bir yanı var. Vampirlerin hikayesi Osmanlı döneminde başlayıp günü-müzle pararlellik içerisinde sürüyor. Vampirler özellikle sinemada ve tabii edebiyatta da zaman içerisinde değişen evrilen unsurlar olarak göze

çarpıyor. Sizin vampirlerinizi özellikle sinemadan takip ettiğimiz çağdaş vampirlerle kıyasladığınızda nasıl konumlandırıyorsunuz?

Vampirler edebiyattan, sinemadan da önce var olan figürlerdir. Yazıdan önce de mağara resimlerinde yer almıştır. Hatta dünyanın bütün böl-gelerinde folklorik söylencelerde de yer tutmaktadır. Bu eski dönemlere ait folklorik söylecelerde karşımıza çıkan vampirler, bugün anladığımız anlamda aristokrat ve soylu değiller. Görüldüğü anda insandan ayrılacak ve tabii ki çok korkulacak bir canavar biçiminde tasvir edilmiş.

Vampirler zaman içinde giderek insana yaklaşmış. Bu dönüşümün ne-deni edebiyat ve sinemadır. Vampirler Transilvanya ile özdeşleştirilir ama o Drakula romanının başarısından ve vampirlerin sinema uyarlamalarının ağırlıklı olarak orada geçmesinden kaynaklanıyor.

Vampir dünyasına akademik ve edebi bir bakış

Halen Ege Üniversitesi İletişim Fakültesinde

sinema alanında doktorasını sürdüren

Ulaş Işıklar, sinemada vampirlerin dönüşümü

üzerine incelemeler yaptığı yüksek lisans

tezinin ardından “Gece Gelen” adlı vampir

temalı romanını yayınladı. Romanın

önemli en önemli özelliği kendisine mekan olarak

İzmir’i seçmiş olması...

SÖYLEŞİ

e Gamze KARADEMİR EROL

66

Edebiyatta vampir figürü, Avrupa’da aristokrasinin yıkılması ve burjuvazinin yükselmesi ile aristok-ratların korkularını dışa vurduğu bir figür. Drakula romanının da özü budur aslında. Romandaki emlakçı Jonat-han Harker küçük burjuvayı temsil eder. Drakula ise kesinlikle bu ticari eşitliği kabul etmez. O her zaman aristokrat, hükmeden, kan yoluyla soylu olan, başka bir deyişle soylu doğan bir figürdür. Özellikle 1800’ler-deki başka vampirlerde de, örneğin Sheridan Lefanu‘nun 1872’de yazdığı “Carmilla”da ya da Drakula’dan 60 sene önce Jonh Polidori tarafından yazı-lan “The Vampyre”da hep aristokrat olarak karşımıza çıkarlar. Aristokratlık o temellere dayanıyor. Ancak giderek insana yaklaşan bir figür halini alıyor. Zaman içinde vampirler pusuya yatmış canavar görünümünden kurtulup şık, baştan çıkartıcı, güzel yaratıklar haline geliyor. İnsanların arasında dolaşır-larken vampir oldukları anlaşılma-maya başlanıyor. Bu önemli bir evrim aslında. Sinema tarihinin ilk vampir filmi olan, 1922 yılında Alman dışavu-rumcu yönetmen Friedrich W. Murnau tarafından çekilen “Nosferatu” filminde vampir, kont olmasına rağmen çok çirkin, pis kokuludur. O anlatıda folk-lorik anlatılardaki gibi ilk anda korku yaratan canavar gibi bir figürdür. Tabii sinemanın geçirdiği dönüşüm ile bir-likte aristokrat vampir figürü 1980’lere kadar epey sömürülmüştür. 80’ler-den sonra ortaya çıkan pek çok figür gibi vampirler de tüketim kültürüne

adapte edilmiştir. Geldiğimiz noktada artık bilgisayar oyunu biçiminde, hatta sarımsak kapsülleri ile kolayca yok edilebilen vampirler ortaya çıkmıştır. Vampir figürü güçlü karakterinden sıyırılmış, tüketim kültürüne uyum sağalmıştır böylece. 80’lerden sonra western vampir filmleri, gençlik vam-pir filmleri çekildi. En son geldiğimiz noktada örneğin Türkçe’ye “Alacaka-ranlık” olarak çevrilen “Twilight”, genç-lik filmi kodraları ile vampiri birleştiren filmdir.

Romanın günümüzde geçen kısımlarındaki diyaloglarda, İngiliz-ce-Türkçe karışık bir dil kullanılmış. Bunu neden tercih ettiniz?

Roman okunduktan sonra bana dönen yorumlar arasında en göze çarpanı da bu konudaki eleştiriler oldu. Okuyucudan gelen geri bildi-rimler bana çok iyi doneler veriyor. Birbirinden farklı yaş, cinsiyet, eğitim düzeyindeki bir çok insanın fikirlerini öğrenmiş oluyorsunuz. O İngilizce Türkçe karışık konuşma biçimi en çok eleştirilen konulardan birisi oldu. Ama aslında böyle bir dil kullanan pek çok insan var artık. Ayrıca dil yaşayan, değişen, evrilen de bir şey. Globalleş-me süreci içerisinde İngilizce’nin de anadilimiz içine karışması gibi durum ortaya çıktı. Romanda bu dili kullanan karakterler üniversite mezunu, gaze-tecilik yapıyorlar, dünya ile ilişkileri var. Bu dili kullanmaları da yabancılaşma göstergelerinden biri. Dili bozarak da İngilizce’yle biraz karıştıran, biraz argoyla karışık konuşan pek çok genç

var. Onlara da dokunmak istedim, eleş-tirmek değil, ne hale geldiğini ortaya koymak anlamında.

Romandan aldığınız genel geri dönüşler nasıl peki?

Eski hikâyenin çok iyi olduğunu, iyi aktığını söylüyorlar. Genelde eleştiriler bugünkü hikâyeye geliyor. Ben bunu biraz da herkesin şimdiyi farklı yaşa-masına ve algılamasına bağlıyorum. Geçmiş, insanların kafasında daha yek-pare bir imaja sahip. Şatolar, pelerinler, atlar... Ciddi bir kraliçe vampir, onun sadık hizmetçisi... Böylece iyi akıyor hikaye. Ama bugüne dair herkesin ayrı bir fikri var, dolayısıyla da ayrı bir beklentisi.

Peki vampir karakterinin eskiye oranla çok daha fazla gündemde ve tabiri caizse “moda” olmasını neye bağlıyorsunuz?

Şöyle diyelim; aslında ben 2005’te yüksek lisans tezimi bitirdiğim zaman “Twilightmania” ve arkasından gelen vampir furyası ortada yoktu. Bu ilk soruya da bir ekleme olsun. Bu romanı aslında biraz da bu yüzden yazdım sanırım. Vampir figürünün o kadar içi boşaltıldı ve balon hale getirildi ki... Bir sinema yazarının çok güzel bir eleştirisi vardı Twilight ile ilgili, “vampirler kılçığı alınmış hale getirildi” diye. Gerçekten de vampirler çok fazla evcilleştirildi, Alacakaranlık’taki Edward karakteri pop ikonu haline getirildi. Eski vam-pirler gün ışığında yanar, o yüzden gündüzleri gezemezler, ama o parlıyor. Michael Jackson gibi bir yıldız albenisi var. Roman biraz da buna tepki aslın-da. Kendimce vampire ciddi imajını geri kazandırmak için yazdım. Çünkü bence Twilight aslında vampir figürü-nü “ayağa düşüren” bir roman, bir film. Ama onların ana amacı satmak. Genç-liğin ne hoşuna gider diye üretilen bir kurmaca. Bu anlamda türü yaygınlaş-tırması açısından bana faydası oldu tabii. Çünkü artık herkesin vampirle ilgili bir fikri var, çoğununki Twilight’la sınırlı kalsa da... Ama bana göre vampir ciddi bir figür. Tabii ki benim kitabım Twilight ölçeğinde bir kitap değil, dün-ya dağıtımını bırakın, ülke içi dağıtımı bile onunla boy ölçüşemez. Ama yine de okuyanlar beğeniyorlar, okurlarımın bir kısmının “vampir böyle olmalı” de-diğini biliyorum. Tabii tüketim kültürü ile başetmek mümkün değil, çünkü

67GÜZ 2013

satmak için üretiyorlar. Ama benim ana amacım o değil, amacım okuyan-larla duygusal bir bağ kurmak.

Tam da bu tüketim kültürü ve pazar konusuna girmişken... Bu sizin ikinci kitabınız. İlk olarak yüksek lisans tezinizi kitaplaştırdığınız. Ama roman olarak ilk kitabınız olması dolayısıyla yeni bir yazar olarak daha çok okurla buluşabilmenin ana kuralı bir pazar ağına dahil olmak. Bu süreç nasıl gelişti?

Bu kitabı büyük yayınevlerine falan göndermeyi hiç denemedim. Yüksek li-sans tezimi kitaplaştırdığımda nerede, nasıl bastıracağımı bilememiş, pek çok yayınevine göndermiştim ve oradan hiç tanımadığım biri dönmüştü bana. Ama bu kitapta daha önce anlattığım gibi şans eseri yeni kurulan bir yayınevi ile bağlantı kuruldu, yarısını yazıp gön-derince ve onlar da çok beğenince ge-risi geldi. Böylece bir kanal oluştu. Çok satmayı temel amaç olarak gütmesem de, insanlara ulaşmasını isterim tabii ki kitabımın. Bu anlamda da yazmak işin sadece yarısı aslında.

Ama şöyle bir artısı oldu kitabın bana, inceden de olsa kendimi bir yazara gibi hissetmeye başladım. Kısa filmlerde de buna benzer bir his yaşamıştım. Çeşitli ödüllerim de var. Ama yazar olmak daha farklı, sonuçta edebiyat ve sinema kardeş gibi olsa da bu başka bir mecra. Özellikle fantastik edebiyat Türkiye’de yeni gelişen bir tür. Biliyorsunuz Tükiye dünyanın hep 5-10 yıl gerisindedir bu konularda. Şimdiler-

de bir gelişme, bir hareketlenme var. Okurlardan gelen güzel geri dönüşler bana yazabiliğimi hissettirdi. Ama tabii ki yazar oldum demek için daha erken.

Peki Türkiye’de fantastik edebiya-tı takip ediyor musunuz?

Aslına bakarsanız ben çok iyi bir fantastik edebiyat okuru değilim. Drakula, Carmilla, Frankenstein, Vam-pirle Görüşme, Vampir Vittorio, Ben Strahd gibi romanları tezden dolayı okumuştum. Ama gerçek bir fantas-tik okuru olduğumu söyleyemem. Daha çok Kafka, Nietzsche, Camus, Dostoyevski gibi “büyük”, fantastiğin dışında ama aynı zamanda kesişen de şeyler okuyorum. Türkiye’den Hasan Ali Toptaş okuyorum örneğin, “Gölge-sizler” kitabını Ümit Ünal film yapmıştı, ki o çoğu fantastik esere göre daha korkutucudur. Ya da Yusuf Atılgan oku-rum, “Anayurt Oteli”, “Aylak Adam” gibi. Bir yandan Doğu Yücel de okurum, “Varolmayanlar”ı çıktığı zaman hemen okudum. Ferhat Uludere okurum, çok bilinmeyen ama benim hemşehrim olan bir yazardır. “Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba” diye bir romanı var, içinde cinler, periler gibi Türk folkloruna ait pek çok fantastik öğeler bulunuyor. Ama açık söylemek gerekirse kitabımla beraber son dönemlerde yavaş yavaş giriyorum fantastik edebiyat türü içine. Merak da ediyorum başkalarının yazdıklarını tabii.

Bu noktada eleştirel birşeyler söylemek isterim. Sinemada, müzikte olduğu gibi edebiyatta da İstanbul hegemonyası hakim. Diğer şehirlere, taşra muamelesi yapılıyor. Meteoro-lojide de hep söylenir ya, “İstanbul’a kar yağmışsa, kış gelmiştir” diye. İşte tam da bu nedenle İstanbul’da değilsen yaptığın şeyler kıyıda kalıyor. Türkiye’de hatta Ben daha önce İzmir’de geçen bir vampir romanı gör-memiştim. İzmir’den film yapmak da zor, yaptığın zaman İstanbul’daki kadar kanallara girmen mümkün de değil. İlla İstanbul’dan bir takım bağlantılar kurman gerekiyor. Edebiyatta da böyle maalesef. İzmir’in ciddi bir kıyıda kal-mışlığı var ve kitap sayesinde daha da çok hissettim bunu.

Kitabınızın başında “İzmir güzel ama hayat standart. Hangi şehir standart değil ki” diye soruyorsunuz. Önceki değerlendirmelerinize paralel

olarak İstanbul’un standart olmadı-ğını düşünüyor musunuz?

Hayır, hiç düşünmüyorum. Hatta İstanbul’un da standartın doruklarında olduğunu düşünüyorum. İzmir’i şehir olarak çok severim. Ama bir de çalışma boyutu var, üniversite mezunu in-sanların iş sıkıntısı çektiği gerçeği var. Pek çok sektörde böyle ama özellikle medya sektöründe maalesef –maale-sef diyorum çünkü İstanbul’un insan ilişkilerini öğüten de bir yanı var– İs-tanbul tek alternatif oluyor. İstanbul’da da bir süre yaşadım. Ama orada da pek çok arkadaşımın gündelik hayatını görüyorum, sürekli aynı saatte kalkıp aynı işe gidiyorlar... Metropolün stresi ve yoğunluğu insanları zombileştiriyor. Bütün arkadaşlarım İstanbul’dan kaç-mak istiyor, ama başka yerde de iş yok. İzmir’e gelmek isteyen o kadar çok arkadaşım var ki. Ama İzmir’de de bir hafta sonra hareketsizlikten sıkılmaya başlıyorlar. Bu modernleşme ve yaban-cılaşma konusu oldukça derinlikli tabii ama sonuç olarak İstanbul bence stan-dartın en yüksek olduğu yer bence. Bundan en ciddi yarayı insan ilişkileri alıyor. İzmir bu açıdan şanslı. Burada hâlâ “maddiyata yenilmemiş bir insan ilişkisi” mevcut.

Planladığınız yeni çalışmalar var mı?

Gece Gelen’i bir üçleme olarak tasarladım. Bir sonraki kitapta hika-yeyi geçmiş gelecek olarak değil, aynı zaman diliminde birbirine paralel hikâyeler olarak anlatacağım. Alev’in hikâyesi devam edecek. Ama vampir-lerin kendi arasında geçen büyük bir öykü de var. Alev’in öyküsü üzerinden Türkiye’nin bugünü ile ilgili öyküler eklemeyi düşünüyorum. Üçüncü kitabın sonunda bu öyküyü bırakmayı planlıyorum. Bundan sonra başka türde yazmak istiyorum. Bu roman-daki karakterde ucundan kıyısından incelemeye çalıştığım modern insanın yabancılaşmasını daha derinlemesine ele almak istiyorum. Sadace fantastik değil, daha serbest, günümüze kafa yoran, postmodern insanla ilgilenen romanlar yazmak istiyorum. Tabii bugünden yarına olacak işler değil bunlar, zaman ister. İzmir’den de bu işin yapılabileceğini göstermek isti-yorum. Çalışmak, üretmek, yılmamak lazım, biliyorum.

68

Ege Üniversitesi’nin 2014-2018 Stratejik Planında hedef “lider olmak”

Ege Üniversitesi’nin 2014-2018 Stratejik Planı hazırlandı. Sunumuna Henry Ford’un “Bir araya gelmek baş-langıçtır. Bir arada durmak ilerlemektir.Birlikte çalışmak başarıdır” sözüyle baş-layan Rektör Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, 2 yıllık yoğun bir çalışmanın ürünü olan 2014-2018 Stratejik Planı’nın 60 perso-nel tarafından 106 toplantı gerçekleşti-rerek, 60 bin iç ve dış paydaşa ulaşıldı-ğını ve binlerce saat mesai harcandığını belirtti. Prof.Dr.Yılmaz, bu çalışmalarla 40 rapor üretildiğini ifade etti. Ege Üniversitesi’nin 2014-2018 Stretejik Pla-nında 4 amaç, 20 hedef, 58 strateji, 107 performans göstergesi yer alıyor.

Prof. Dr. Yılmaz Stratejik Planın sunumunda ilk hedeflerinin “Ulusal ve Uluslararası alanda eğitim lideri ol-mak” olduğunu belirtti. Prof.Dr. Yılmaz

diğer hedefleri ise şöyle sıraladı: • Yürütülmekte olan eğitim prog-

ramlarının ulusal ve uluslararası normlar ve beklentiler çerçeve-sinde güncellenerek niteliğinin geliştirilmesi ve sürdürülmesi

• Toplumsal beklentiler, sektörel eğilimler ve ülke hedefleri çerçeve-sinde yeni programlar (lisansüstü, lisans, ön lisans, sertifika) ve ders oluşturulması

• Uluslararası öğrenci ve öğretim elemanı değişim programlarının ve katılan kişi sayısının artırılması

• Öğrencilerinin girişimcilik bilinci-nin geliştirilmesi

• Öğrencilerin eğitim-öğretim süreçlerini destekleyici hizmetlerin yürütülmesi ve geliştirilmesi

• Öğrencilere yönelik barınma, bes-lenme, sağlık, sosyal, kültürel, sa-natsal ve sportif hizmetlerin etkin ve verimli bir şekilde sunulması ve bu alandaki olanakların artırılması

Araştırmaya ağırlık verilecek

Prof. Dr. Yılmaz 2014-2018 Stratejik Planı’nda; ulusal ve uluslararası araş-tırma olanaklarını artırmayı ve AR-GE çalışmalarını teşvik etmeyi düşündükle-rini; bunun için insan kaynağının gelişti-rilmesine ihtiyaç duyacaklarını, fiziki alt yapı ve maddi kaynak yaratarak, basın yayın olanaklarının geliştirilmesi için harcayacaklarını söyledi. Ulusal ve ulus-lararası proje ve yayın sayısı açısından

gurur verici bir seviyede olunmasına rağmen bunu yeterli görmeyen Prof. Dr. Yımaz, çıtanın daha da yükseltil-mesinden yana. Prof. Dr. Yılmaz ayrıca “Yeni ürün, hizmet ve fikirlerin ticarileş-mesinin teşvik edilerek, patent, faydalı model ve çıktıların artırılması talebini belirtti. Türkiye’nin ilk 4-5 üniversitesi arasında yer alan Ege Üniversitesi’nin kurumsal yapısının sürdürülebilirliğini ve gelişimini sağlamak, paydaşlarla etkileşim kalitesini arttırmak istedikle-rini belirten Prof.Dr. Candeğer Yılmaz, hedefleri ise şöyle sıraladı:• Eğitim verdiğimiz toplam öğ-

renci sayısı önümüzdeki beş yıl içerisinde yılda ortalama yüzde 4 oranında artacaktır.

• Yılda ortalama 10 bin öğrenciyi mezun edeceğiz.

• Yılda yaklaşık 40 yeni eğitim prog-ramı açacağız.

• Yılda en az 1 laboratuvarımızı akredite edeceğiz.

• Araştırma projelerimize yılda en az 25 yeni proje ilave edeceğiz.

• Yılda ortalama 2 bin uluslararası makale yayınlayacağız.

• Her yıl en az 15 yeni buluş için patent başvurusunda bulunacağız.

• Sivil toplum kuruluşları ile her yıl ortalama 270 iş birliği çalışması yürüteceğiz.

• Paydaşlarımıza verdiğimiz hizmet sayısını yılda ortalama yüzde 4 oranında arttıracağız. n EgeAjans

69GÜZ 2013

Ege’nin ilk profesörlük belgesi takdim töreni

Ege Üniversitesi Yönetim Kurulu’nun kararı ile profesörlük kadrosuna atanan akademisyenlere belgeleri düzenlenen törenle verildi.

Ege Üniversitesi’nde ilk kez dü-zenlenen törene çok sayıda akade-misyen aileleri ile birlikte katıldı.

Törenin açılış konuşmasını yapan Rektör Prof.Dr. Candeğer Yılmaz; “Akademik yolculuk oldukça zor bir süreç. Hepimiz büyük zorluklar aşarak bugünlere geldik. Bu süreçte aileleri-miz de bizlerle birlikte sıkıntılara eşlik etti. Öncelikle anne ve babalarımıza, kardeşlerimize, bizi yalnız bırak-mayan eşlerimize ve çocuklarımıza hepimiz adına sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Profesörlük belgesini görmeyi en çok onlar hak etti.” şeklin-de konuştu.

“Ege Üniversitesi’nin başarıları Yükseköğretim Kurumu’nun da başarılarının bir göstergesi”

Ege Üniversitesi’nin 2015 yılında 60. yılını kutlayacağını hatırlatan Prof.Dr. Yılmaz, “2014 yılının başından itibaren çalışmalara başlayacağız ve 60. yılımızı Ege Üniversitesi’ne yakışır bir biçimde kutlayacağız. Türkiye yükseköğretim tarihine baktığımızda;

Ege Üniversitesi 3. sırada kurulmuş bir üniversite. Ege Üniversitesi’nin başarıları aslında Yüksek Öğretim Kurumu’nun da başarılarının bir gös-tergesi. Biz yıllarca bu tarihin bilincine odaklanarak çalıştık. Hocalarımızdan aldığımız mirası daha iyi bir noktaya getirmek için uğraştık ve akademik yolculuğumuzun son aşamasına geldik. Düzenlediğimiz bu tören, kurumsal kimliği olan bir üniversite olarak ne kadar doğru bir karar verdi-ğimizi bizlere gösterdi” dedi.

Ege Üniversitesi Prof. Dr. Yusuf

Vardar-MÖTBE- Kültür Merkezi’nde düzenlenen tören ile 2000 yılından iti-baren “profesör” kadrosuna atanan ve hâlâ çalışmakta olan öğretim üyelerine, belgeleri EÜ Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz tarafından takdim edildi.

Tören Ege Üniversitesi Devlet Türk Musikisi Konservatuvarı Öğretim Elemanı Öğr. Gör. Dilek Şafak Çakar’ın konseri ile devam etti. Konser sıra-sında Çakar’a Devlet Türk Musikisi Konservatuvarı öğretim elemanları ve öğrencilerinden oluşan orkestra eşlik etti. n EgeBurada

2000 yılından itibaren profesör kadrosuna atanan ve hâlâ çalışmakta olan öğretim üyelerine belgeleri Rektör Prof. Dr. Candeğer Yılmaz tarafında verildi.

70

Türkiye’nin tek deri mühendisliği bölümü yeni binasında

Deri Mühendisliği alanında araştırma, geliştirme çalışmaları yapan ülkemizin ilk ve tek, dünyanın ise birkaç önemli kuruluşlarından biri olan Ege Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Deri Mühendisliği Bölümü’nün yeni binası coşkulu bir törenle açıldı.

Açılış törenine; Ege Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Candeğer Yılmaz ve EÜ Senato Üyeleri ile deri sanayiinin önemli kuruluşlarının temsilcileri katıldı. Açılış törenin ardından Ege Üniversitesi ile İstanbul Deri ve Deri Mamülleri İhracatçıları Birliği (İDMİB), Ege Deri ve Deri Mamulleri İhracatçıları Birliği (EDMİB) ve Türkiye Deri Sanayicileri Derneği (TDSD) arasında üç ayrı protokol imzalandı.

Deri Mühendisliği Bölümüne modern tesis

Ülkemizde Deri Mühendisliği alanında lisans ve lisansüstü düzeyde eğitim veren ilk ve

tek akademik kurum olan EÜ Mühendislik Fakültesi Deri Mühendisliği Bölümünün yapımı tamamlanan yeni binası; toplam 4 bin 910 metrekareden oluşuyor. Deri sanayicileri ve sektörel kuruluşların katkıları ile tefrişatı gerçekleştirilen yeni binada 6 derslik, 26 öğretim üye ve yardımcısı

odası ve bir adet 112 kişi kapasiteli konferans salonu, toplantı salonu, kütüphane ve dinlenme alanı yer alıyor. Fiziksel, kimyasal ve enstrümental analiz laboratuvarları ile bölüm, eğitim ve araştırma çalışmalarına en üst düzeyde sürdürmeye devam edecek. n EgeBurada

71GÜZ 2013

Ege Üniversitesi, İASOB iş birliği ile inovasyon yarışması

Ege Üniversitesi ile İzmir Atatürk Organize Sanayi Bölgesi arasında imzalanan iyi niyet anlaşması neticesinde düzenlenen Ar-Ge ve İnovasyon Yarışması sonuçlandı. Türkiye’deki Organize Sanayi Bölgeleri arasında ilk kez düzenlenen yarışma üniversite-sanayi işbirliğinin yanı sıra Ar-Ge ve İnovasyonun önemine dikkat çekmek amacıyla gerçekleştirildi.

Yarışmanın ödül töreninde konuşan Ege Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Candeğer Yılmaz, Ar-Ge ve inovasyon konusunda farkındalık yaratmayı amaçladıklarını ifade ederek “Ege Bölgesi’ni katma değeri yüksek ürünler ihraç eden bir bölge haline getirmeyi hedefliyoruz. İAOSB ile gerçekleştirdiğimiz çalışmalar, sanayiciler ile akademisyenlerin iş birliklerini kışkırtmayı amaçlıyor. Bu yarışmaya da bu amaçla yola çıktık” diye konuştu.

Ön elemenin ardından finale kalan 6 firmanın toplam 10 projesini değerlendiren T.C. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı Müsteşarı, İzmir üniversitelerinin Rektör ve akademisyenleri, T.C. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, TÜBİTAK ve KOSGEB Yöneticileri, İzmir iş dünyasının önemli isimleri ve İzmir basın temsilcilerinden oluşan 18 kişilik dev jüri, yarışmanın ilk 3 derecesi ile mansiyon ödülü almaya hak kazanan diğer 3 projeyi belirledi.

İzmir Atatürk Organize Sanayi Bölgesi (İAOSB) ve Ege Üniversitesi (EÜ) Rektörlüğü iş birliğinde

düzenlenecek olan ‘İAOSB Ar-Ge ve İnovasyon Yarışması’nın ilk adımı ‘İyi Niyet Protokolü’nün imzalanması ile atıldı.

Start, iyi niyet protokolü ile verildi

Ege Üniversitesi Rektörlüğü ve İzmir Atatürk Organize Sanayi Bölgesi (İAOSB) iş birliğinde düzen-lenen ‘İAOSB Ar-Ge ve İnovasyon Yarışması’nın ilk adımı ‘İyi Niyet Protokolü’nün imzalanması ile atıldı. 18 Ocak 2013 tarihinde EÜ Yeni Se-

nato Salonu’nda düzenlenen basın toplantısında protokole imza atan EÜ Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz ve İAOSB Yönetim Kurulu Başkanı Hilmi Uğurtaş Türkiye’de ilk defa hayata geçirilecek olan bu projenin sanayide yenilik çalışmalarını teşvik ederken Ar-Ge ve inovasyon konu-sunda farkındalık yaratılmasını sağ-layacağını bildirdiler. İmza töreninin ardından İAOSB ve EBİLTEM ekipleri bir araya gelerek hızla çalışmalara başladılar. n EgeBurada

72

“Tahribatsız muayene istasyonu ülkemiz için önemli bir kazanç”

Ege Üniversitesi Ege Meslek Yük-sekokulu Uçak Teknolojisi Programı Ahmet Eroğlu Eğitim Tesisi’nde yapımı tamamlanan Türk Havacılık ve Uzay Sanayi A.Ş ( TUSAŞ) Tahribatsız Muaye-ne Laboratuarı (NDT) törenle hizmete açıldı. Prof.Dr. Güneş; “ Laboratuarın asıl amacı ulusal bir savunma programı oluşturmaktır” dedi. Törene Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım kutlama mesajı göndererek tebriklerini iletti.

Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz; “Ege Modeli olarak tanımladığımız bu projeyi yerel yö-netim, hayırseverler ve sanayi işbirliği ile gerçekleştirdik. ‘Havacılıkta neden yokuz’ sorusu üzerinden yola çıkarak ortak aklın ürünü olan bu projeyi sizlere takdim ediyoruz. Tahribatsız muayene istasyonu ülkemiz için önemli bir kazanç. Bina ve hangarın temin edilmesinde emeği geçen TAI, ESBAŞ, Savunma Sanayi Müsteşarlığı, Eroğlu Ailesi ile Rahmetli Kaya Tuncer’e şükran borçluyum. Bıkmadan yılma-dan yorulmadan Ege Üniversitesi’nin birikimini harekete geçireceğiz” dedi.

Gaziemir Kaymakamı Şerafettin Tuğ, “Buradaki her açılışta sevimcim bir kat daha artıyor. Gaziemir ilçemiz yatı-rımlarla hızla büyüyor. Her geçen gün

daha güzel haberler alıyoruz. İlçemiz havacılık sektöründe de marka oluyor” diye konuştu.

Gaziemir Belediye Başkanı Halil İbrahim Şenol; “Okulumuzun ilk mezuniyet törenine gittim. Az sayıda öğrenci vardı. Nerede bu arkadaşla-rımız dedim. Birçoğu iş başı yapmış çalışıyordu. İnşallah bu projeyle birçok öğrenci yetişecek ve iş sahibi olacak. Bu ülkeye çok faydası olacak. Emeği geçen herkese teşekkür ederim” dedi.

Savunma Sanayi Müsteşarı Sanayileş-me Daire Başkanı Bilal Aktaş;“ Motivas-yonumuz arttıran rektör hocamıza teşek-kür ediyorum. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyaçlarını yurt içinden tedarik etme çabasındayız. Üniversitelerimiz ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ara-sındaki iletişim artıyor” diye ifade etti.

Ege Üniversitesi Ege Meslek Yükseko-kulu Müdürü Prof. Dr. H.Semih Güneş, “ Üni-versitelerin yaşam boyu öğrenme kapsamında yapmış oldukları eğitim öğretim faaliyetlerinin yanı sıra toplumsal bir görevi de bulunmak-tadır. Bu görevlerinden

bir tanesi ülkenin ihtiyacı olan iş gücüne eğitimli eleman yetiştirmek için yeni programlar açmak ve mevcut programları ihtiyaçlar doğrultusunda bilimsel veriler ile güncellemektir. Gü-nümüzde uluslararası pazarda rekabet edebilir hale gelmenin şartlarından birisi, ileri teknolojiye yönelmek ve kat-ma değeri yüksek ürünler üretmekten geçmektedir. Havacılık sektörü, ileri teknolojinin en yoğun kullanıldığı, kat-ma değeri yüksek sektörler arasındadır, özellikle son yıllarda özel havayolları-nın büyümeye başlaması, beraberinde havaalanlarının da büyümesini hız-landırmıştır. Dolayısı ile bu alanda da nitelikli eleman ihtiyacı gün geçtikçe artmaktadır” dedi. n EgeBurada

Açılışa Savunma Sanayi Müsteşarlığı Sanayileşme Daire Başkanı Bilal Aktaş, Gaziemir Kaymakamı Şerafettin Tuğ, Gaziemir Belediye Başkanı Halil İbrahim Şenol, Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, Türk Havacılık ve Uzay Sanayii A.Ş. Yönetim Kurulu Üyesi Özden Argüz ve EMYO Müdürü Prof. Dr. Semih Güneş katıldı.

Ege Üniversitesi ile TÜRK Ha-vacılık ve Uzay Sanayii AŞ (TUSAŞ) arasında, eğitim, öğretim ve araştır-maya ilişkin işbirliğinin geliştirilmesi ve yerleştirilmesi amacıyla 4 yıl süreli bir işbirliği protokolü imzalandı. Protokol, Ege Üniversitesi ile TUSAŞ arasında lisansüstü eğitime yöne-lik ortak tez ve proje çalışmaları gerçekleştirilmesine ve öğrencilerin TUSAŞ’ın laboratuvar ve teçhizat alt yapısı ile tesislerini kullanarak aka-demik çalışmalar yapabilmelerine olanak yaratıyor.

Protokol ayrıca ortak konferans, seminer, sempozyum, panel gibi bilimsel aktiviteler organize edile-bilmesi yanında sertifikalı eğitim

programları düzenlenebilmesine imkan sağlıyor.

Ankara’da TUSAŞ’ın yerleşik olduğu Kazan’daki tesislerde yapılan Ege Üniversitesi – TUSAŞ işbirliği protokolü imza törenine Ege Üni-versitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer

Yılmaz, Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Semih Ötleş, Mühendislik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Süheyda Atalay, Ege Meslek Yüksek Okulu Müdürü Prof. Dr. Semih Güneş ve Mühendislik Fa-kültesi Makine Mühendisliği Bölümü Başkanı Prof. Dr. Hasan Yıldız katıldı.

73GÜZ 2013

Ege Üniversitesi ve TUSAŞ arasında işbirliği protokolü

Ege Üniversitesihavacılık alanındakiyeni girişimlerinebirini daha ekledi

Her yıl ortalama 2 bin 600 leylek yavrusu ölüyorEge Üniversitesi ile Doğa Koru-

ma ve Milli Parklar Genel Müdürlü-ğü imzaladıkları protokolle leylek-leri kurtarmak için işbirliği yapıyor. İmzalanan protokol kapsamında ilk defa bilimsel olarak Türkiye’deki leyleklerin mevcut durumu ortaya çıkarılarak Türkiye’de 78 vilayette 8 bin 683 aktif leylek yuvası tespit edildi. İki kurum arasında imzalanan protokol dolayısıyla ilk defa İzmir ili Selçuk ilçesinde 2 gün süren Leylekleri Koruma Çalıştayı yapıldı. Çalıştay’da; Ege Üniversitesi Ornito-loji ekibinden Prof. Dr. Mehmet Sıkı, Dr.Ortaç Onmuş, Biyolog Orhan Gül ve Biyolog Ömer Döndüren tarafın-dan leyleklerin üreme ve beslenme biyolojisi, leylekleri tehdit eden etmenler ve leylekleri korumak için alınması gerekli tedbirler üzerinde duruldu. Selçuk Belediyesi Veteriner

Hekimi Osman Yelken de yaralı ve bakıma muhtaç leyleklerin tedavisi konusunda bilgi verdi.

Prof. Dr. Mehmet Sıkı; elektrik tellerine çarpma ve yavruların ayaklarına ip dolanması nedeniyle Türkiye’de dünyaya gelen 26 bin yavrudan her yıl en az 2 bin 600 leylek yavrusunun öldüğünü belirtti. Her yıl yaklaşık 3 bin yavru leyleğin göz göre göre ölmemesi için Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdüğrlüğü-nün Ege Üniversitesi ile yaptığı gibi Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ile Milli Eğitim Bakanlığı arasında Leylekleri

Koruma protokolü yapması gerekti-ğini belirtti.

Çalıştay Selçuk ilçesi Belevi Bel-desinde elektrik telleri üzerindeki 10 leylek yuvasının platform leylek yuvası haline getirilmesi kursiyerle-re gösterilmesiyle sona erdi.

n EgeAjans

74

EGESAT’tan Atatürk için dalış

Ege Üniversitesi Su Altı Top-luluğunca (EGESAT), 5.’si düzen-lenen Cumhuriyet ve Atatürk Günleri etkinlikleri kapsamında su altında Atatürk köşesi ve fotoğraf sergisi açıldı.

Polyester malzemeden hazır-

lanan fotoğraflardan oluşan sergi, dalgıçlar tarafından Çeşme’nin Kara Ada mevkisinde 12 metre derinlikte ziyarete açıldı.

Projenin 45 günlük çalışmanın eseri olduğunu söyleyen Proje Koordinatörü Ajlan Ömer Soyyer, “Atatürk’e ait özel fotoğrafların bulunduğu sergiyi 35 dalgıç arka-daşımızın suya girişiyle açtık. Bölge deniz dibindeki anaforalar nedeniy-le dalgıçların uğrak yerlerinden biri. 12 metre derinlikteki sergiyi her seviyeden dalıcı ziyaret edebilecek. Fotoğraf ve diğer malzemeleri en az 3 yıl bozulmayacak malzemelerden seçtik. Bu proje ayrıca deniz şehit-lerimizin anısına bütün yıl içerisin-de gezilebilecek bir dalış noktası haline gelecek.” n EgeBurada

Prof. Dr. Fatih Şendağ’a dünyadan büyük alkışİki yıldır Ege Üniversitesinde

uygulanan robotik cerrahi yoluyla, Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabi-lim Dalı’nda Prof. Dr. Fatih Şendağ bir kadın hastanın göbek çukurundan girerek tek delikten rahmini aldı. Bu başarılı operasyon EÜ’de Türk hekimler tarafından naklen yayınla izlenirken Dünyanın 85 ülkesinden 5 bin jinekolog da Washington’da Kongre Merkezin-de anında izledi. Ameliyat, EÜ Bilgi İletişim Teknolojileri Merkezi tarafından gerçekleştirilen başarılı canlı yayınla takdir topladı. Ameliyatı başından sonuna kadar izleyen EÜ Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, Prof. Dr. Şendağ’ı kutlayarak , “2009 Mart ayından itibaren Türkiye’de ilk defa tek delik laparosko-pik ameliyatları da biz yapmıştık. 2013 Ocak’ında yine Türkiye’de ilk defa tek delik robotik ameliyatlar Prof. Dr. Fatih Şendağ tarafından gerçekleştirilmişti. Bu başarılar dünya tıp literatürüne girdi. Şimdi “İlklerin Üniversitesi” Ege’nin bir ilki daha oldu. Buna sadece Türk hekim-leri değil, dünyanın tıp âlemi tanık oldu. Çok mutluyuz” diye konuştu.

EÜ Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Niyazi Aşkar ise “Robotik cerrahide geldiğimiz nokta gurur verici. Dünya-dan geri kalmadığımız gibi , teknolo-jiyi çok yakından takip ediyor, hatta önderlik de ediyoruz. Fatih hocamızı kutluyoruz” dedi. Uzay teknolojisini en iyi kullanan ekiplerin Ege Üniversitesin-de olduğunu belirten EÜ Tıp Fakültesi Dekanı Prof Dr. Kamil Kumanlıoğlu, “Robotik Cerrahiyi kullanan özellikle de bunu kamu hastaneleri içinde büyük bir başarıyla kullanan ekiplerimiz var. Fatih hocamız da dünyada bir ilke imza atarak bu başarıları perçinledi” diyerek mutluluğunu ifade etti. EÜ Tıp Fakültesi Hastanesi Başhekimi Prof. Dr. Mehmet Özkahya ise robotik cerrahinin yediden yetmişe şifa dağıtan bir teknoloji olduğunu söyledi ve “Daha çok zaman geçmedi 1-2 ay önce Üroloji Anabilim dalımızca 13 yaşında bir çocuğumuz çok başarılı bir operasyonla sağlığına kavuşturuldu. Sadece teknolojiyi kul-lanan değil , aynı zamanda teknolojiyi öğreten bir hastane olduk’’ dedi.

75GÜZ 2013

EBİLTEM TTO, Avrupa’nın en başarılı Teknolojik Transfer Danışmanı

“Güneşten faydalanabilmek için nano-teknoloji kullanıyoruz”

Ölüm yıl dönümünde bilime ışık oldu Ege Üniversitesi Bilim Teknoloji

ve Uygulama ve Araştırma Merkezi Teknoloji Transfer Ofisi (EÜ EBİLTEM TTO) Avrupa İşletmeler Ağı kapsa-mında “En Başarılı Teknoloji Transfer Danışmanı” unvanına layık görüldü. EÜ EBİLTEM TTO ile Helenic National Documentation Centre’ın danışman-lık uygulaması Avrupa Komisyonu tarafından en iyi üç uygulama arası-na girdi. Avrupa İşletmeler Ağı Yıllık Konferansında Network üyelerinin oyları ile en başarılı “iyi uygulama” seçildi. EÜ EBİLTEM TTO 2008 yılında aldığı “Avrupa’nın en başarılı Tekno-loji Transfer Ofisi” unvanından sonra Avrupa İşletmeler Ağı kapsamında verdiği teknoloji transfer danışman-lık hizmeti ile de “En Başarılı Tekno-loji Transfer Danışmanı” unvanını aldı. n EgeAjans

Ege Üniversitesi Güneş Enerjisi Enstitüsü tarafından düzenlenen “Şeffaf Elektrotların İş Fonksiyonlarında Nanomühendislik’’ konulu seminer Güneş Enerjisi Enstitüsü Konferans Salonu’nda gerçekleştirildi. Semineri; Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cleva Ow-Yang verdi. “Malzeme mühendisliği ile ışığın manipülasyonu ve yönetimi” alanında bilimsel çalışmaları bulunan Doç. Dr. Ow-Yang; “Güneş hücrelerinden daha iyi faydalanabilmek için nano-teknolojiyi kullanıyoruz. Nano parçacıklarını dizerek elektrotların fiziksel özelliklerini değiştiriyoruz” dedi. n EgeAjans

Aliye Üster Vakfı tarafından, Üster’in ölüm yıl dönümünde Ege Üniversitesinde bir projeye 25 bin, bir projeye 16 bin, 10 projeye 8 biner lira destek, lisans ve lisansüstü 36 öğrenciye de burs verildi. Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, “Ölümünden sonra da bilimin ışığına ışık katan Aliye Üster’i rahmetle anıyoruz. Gençler aldıkları burslarla eğitimlerini tamamlayıp ülkeye hizmet verdikçe; destek verdiği bilimsel projeler insanlığa hizmet ettikçe, Aliye hanım hayırla yad edilecektir” dedi.

Desteklenmeye değer görü-len projeler ve öğrenci bursları hakkında bilgi veren Aliye Üster Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Serhat Bor da vakıfla ilgili bilgi vererek, “Yükseköğrenim kurumlarında ve bunların her safhasında öğretim ve eğitimde, toplum ve kişilerin ekonomik, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını kar-şılayacak maddi ve manevi katkıyı

sağlamak amacıyla kuruldu” diye konuştu.

Vakıf; EÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Madde Bağımlılığı Toksikoloji ve İlaç Bilimleri Enstitüsü’den Prof. Dr. Hakan Çoşkunol ve ekibine 25 bin, EÜ Kimya Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr. Nalan Ka-bay ve ekibine 16 bin TL destek verdi. Ayrıca 10 projeye de 8 biner lira destek sağladı. Bu 10 projenin sahipleri şöyle: Prof. Dr. S. İsmet Delioğlu Gürhan, Prof. Dr. Suna Timur, Prof. Dr. Pervin Kınay Teksör, Zir. Yük. Müh. M. Ömer Öztürk, Prof. Dr. Aynur Gü-rel, Prof. Dr. Levent Ballice, Doç. Dr. Gülperi Öktem, Doç. Dr. Sema Kalkan Uçar, Prof. Dr. Lütfiye Ka-nıt ve Doç. Dr. Kirami Ölgen.

Lisans öğrencilerine verilen burslar devam ediyor. Lisansüstü öğrenciler de Ocak 2014’ten itiba-ren burslarını almaya başlayacak. Öğrenci bursları Ege Üniversitesi Mezunları Derneği aracılığıyla veriliyor. n EgeAjans

Ege Üniversitesi’ne bir destek de Aliye Üster Vakfı’ndan

76

Ümit MUTLU

Anıtkabir’de mozolenin hemen dışında; Etem Çalışkan’ın, hocası Emin Barın ile birlikte kazıdığı kitabeleri okuyor Ankaralı bir vatandaş;

ya da belki de, hiç kıpırdamadan nöbet bekleyen askeri izliyor.

77GÜZ 2013

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K

20x28 copy.pdf 1 12.01.2012 17:07

Recommended