54

ê Dâru l- · 8 MAYIS 2016 Sayı 11 . b 9 " 2 2 4 - ( ı ı yunca kirlenir, paslanır, gözleri görmez, kulakları işitmez hale gelir. İşte tam bu sırada bir ses yükselir semadan

  • Upload
    others

  • View
    3

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Müslümanın Yıllık Kampı:

Ramazân-ı KerîmBİR HANEFİ-OSMANLI ÂLİMİ OLARAK İBN MELEK

DENGE DİNİ İSLAM

SİYERİN ANLAŞILMASI İÇİN CÂHİLİYE ARAPLARININ YAŞANTILARINA GENEL BİR BAKIŞ

Müteselsil Makâlât & Muhtelif Yazılar

ASR-I SAADETTE RAMAZAN

NEFSİN TEZKİYESİ : İTİKÂF

SELEF-İ SALİHİN İLE RAMAZAN’A

Dosya Yazıları

Dâru’l-İlimİslami İlimler Merkezihoca ve talebeleri tarafından aylık hazırlanmaktadır

Haziran 2016 12. Sayı

HAZİRAN 2016 12. SayıDâru’l-ilim İslami İlimler Merkezi Tarafından Hazırlanır

Dâru’l-ilim İslami İlimler Eğitim Merkezi

[email protected]

İmtiyaz Sahibi:

Yayın Kurulu:

Dosya yazılarıEDİTÖRDEN 4

AYET VE HADİSLERLE RAMAZAN / EMRE GÜNDOĞDU 6

ASR-I SAADETTE RAMAZAN - İBRAHİM TÜRKAN 8

ORUÇ VE ZEKÂT İLE İLGİLİ SIKÇA SORULAN SORULAR FETHULLAH YAZICI & İBRAHIM KARGİ 10

MÜSLÜMANIN RAMAZAN PROGRAMI / İLYAS KARATAŞ 16

NEFSİN TEZKİYESİ : İTİKÂF / ABDULMEVLA GÜZEL 18

OSMANLI’DA RAMAZAN MANZARALARI / NURULLAH KIŞLA 20

GİZLİ BİR HAZİNEYE YOLCULUK / HÜSEYİN GÜNEŞ 22

BEŞ SORUDA RAMAZAN VE ORUÇ / MUHAMMED YAZICI 24

SELEF-İ SALİHİN İLE RAMAZAN’A DAİR / MEHMET ESAD SEVİM 28

Müteselsi l Makâlât & Muhtelif YazılarBİR HANEFİ-OSMANLI ÂLİMİ OLARAK İBN MELEK / ABDULLAH KÜSKÜ 29

DENGE DİNİ İSLAM / MUSTAFA ALP 32

MUTEZİLE’DE HADİS - 1 / BİLAL KAYI 35

SİYERIN ANLAŞILMASI İÇİN CÂHİLİYE ARAPLARININ YAŞANTILARINA GENEL BİR BAKIŞ YRD. DOÇ. DR. SEVİM ÖZDEMİR 40

HER İŞİN BAŞI İHLAS VE SAMİMİYET / SALİH AKSU 46

OKU, PEKİ AMA NASIL? / MUSTAFA ALP 49

İLİMDE “BİLMİYORUM” DEMENİN ÖNEMİ / ADEM ÖZÇELİK 50

DÂRU’L-İLİM’DEN HABERLER 52

10 24

Beş Soruda Ramazan ve OruçMuhammed YAZICI

Sorularla Oruç ve ZekâtFETHULLAH YAZICI İBRAHIM KARGİ

6 HAZİRAN 2016 Sayı 12

12. Sayıdan Merhaba...Kur’ân, oruç, kıyam, infak ve itikâf vakti olan şehr-i ramazana girmiş bulunuyoruz. Rabbimiz kişisel ihtiraslarımızdan ailevî münasebetlerimize her yönümüzle i lahî virüs taramasından geçmeyi nasip buyursun! Bir aylık manevi kamptan ruhumuz müferrah ve mesud olarak çıkıp bayramı hakedenlerden eylesin!

İmam Gazzali İhyâ rehberinde orucun üç türünden bahseder: İnsanların genelinin orucu, özel kişi lerin orucu ve özellerin de özellerinin orucu… Genelin orucu, mideyi ve ferci şehvetten ve yiyip içmekten alıkoymaktır. Özel kişi lerin orucu, kulağı, gözü, dil i, el i, ayağı ve diğer tüm organları günahlardan uzak tutmaktır. Özellerin de özellerinin orucu ise, dünyevî düşüncelerden ve düşük isteklerden, yani Allah Teâlâ dışındaki her şeyden bütünüyle yüz çevirmek anlamında kalbin orucudur.

Sevgil i dostlar, gelin beraberce

العدد 12رمضان 71437 مجلة العلم

düşünelim orucun bize neler kazandırdığını, neleri hatırlattığını… Her şeyden önce üzerine titrediğimiz canımızın kişisel mülkiyetimizde olmadığını hatırlatır oruç. Rabbimiz Zülcelâl istemezse, vücudumuza giden yollar kapanır, hayat reflekslerimiz yavaşlar. Oruçla girdiğimiz mide perhiziyle, eğer isterse canımızdan vazgeçeceğimizi söyleriz Sahiplerin Sahibine… Namazla nasıl tüm vaktimizi O’na, zekâtla nasıl tüm malımızı O’na, hacla nasıl tüm etnik ve ulusal değerlerimizi O’na feda edebileceğimizi gösteriyorsak, oruç da damarlarımızdaki son damla kana kadar bedenimizin Rabbe ait olduğunun bir i lanıdır.

Mide nefsin tarlası. İnsan oraya yatırım yaptıkça arzu, hırs ve kin tohumları fil izlenir. Mide yoluyla nefsimizi besledikçe buradan, yani bu dünyadan, süflî i l işki lerden ibaret kalırız. Ötelerin, yani göklerin, yani ulvîl iklerin arınmışlığından uzaklaşırız. Ne garip dengedir ruhla beden arasındaki! Oruçla bedenimiz bitkin düştükçe ruhumuz dinçleşir. Karnımız acıktıkça kalbimiz doyar. Açlıktan tansiyonumuz düştükçe duygularımız yükselir, manevî hislerimiz güçlenir.

Bu nedenle değerli okurlar, orucun özü kabuğundan daha önemlidir. Bu nedenle Efendimiz Aleyhisselam “Oruçlu kişi, yalan konuşmayı ve yalan dolanla iş yapmayı terketmezse, Allah’ın onun yemek içmekten uzak durmasına ihtiyacı yoktur.” Bu nedenle “Nice oruçlu vardır ki orucu açlıktan öte bir şey ifade etmez. Nice gece ibadetine kalkan vardır ki yaptığı uykusuz kalmaktan başka bir şey değildir” buyurur Biricik Liderimiz.

Sonra harika bir tasarruf uyarısıdır oruç. Bize ne kadar az gıdanın, ne az dünyalığın yetebileceğini hatırlatır bir ay boyunca. Açalım gardıroplarımızı, ne fazla giysi var gerçekte ihtiyacımız olmayan... Gümüşlükten perde süslerine, masadan gösterişl i avizelere ne çok eşyamız var aslında kullanıma dönük olmayan… Öyle ya, tüketim toplumunun abdestl i kapitalistleriyiz birçoğumuz. Doğal ve biyolojik düzenimizin yerini bir toplumsal değerler ve sınıflandırmalar düzeni almış. Gerçek ihtiyaçlar i le sahte ihtiyaçlar arasındaki

ayırım ortadan kalkmış. Artık tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanan bireyleriz. Tam da bu noktada öz kimliğimizi anımsatır bize ramazan ve oruç. Aslında ne kadar az şeyle doyacağımızı, hayatımızı idame ettirebileceğimizi ve en önemlisi daha fazla değil, daha az tüketerek, alarak değil kurtularak, mideye ve kalbe sokarak değil, bunlardan atarak huzur bulacağımızı…

Öyleyse hadi bu ramazan fırsatını değerlendirelim. Hayat tempomuzun yavaşladığı, cep telefonlarımızın daha az çaldığı bir aylık sürece sokalım kendimizi. Camiyle, Kur’ânla, infakla, gece kıyamla, itikâfla barışalım. Geri kalan bir yılın kalitesi, ramazandaki ibadet performansımıza bağlı. Çok güzel şeyler olur oruç başımıza vurduğunda… Miskten de güzel kokar ağzımız, dil imiz damağımız kuruduğunda… Koca koca insanlar ne güzel çocuklaşır, mahmurlaşır orucun bitkinl iğiyle…

Ve Kur’ân, ah Kur’ân… Niye indi bu ayda? Belki kalp ameliyatı öncesi her tür gıda ve sıvı alımını önlemek için. Hani hastanedeki operasyonlar öncesi perhizler gibi. Demek Kur’ân’la muhataplık kurmak için acıkmalıyız. Bedenî zevkler ve nefsanî hırslar perde olmamalı vahiy şırıngasının damar yolumuzu bulmasına. Hakikat neşteri nereye vuracaksa batıl dokular öylesine acıyacak, acıkacak, sabredelim. Bu bir yılın kulluk operasyonu.

Ya Rab! İnsanların oburca tükettiği bir çağda bize ramazan perhizini gösterdiğin için sana şükürler olsun! Açlıkla bize bir güzel anlattığın için aslında hiçbir şekilde doymayacağımızı sana şükürler olsun! Bu yıl da bizi aç bırakarak göklerde bizim için hala ümit kesilmediğini bildirdiğin için sana şükürler olsun!

Ya Rab! İnsanların bell i yaşam tarzına ulaşmak için sürekli satın aldığı, tükettiği ve doyup doyup acıktığı bir dönemde; insanların biri lerinin gözüne girmek için daha fazla zengin ve güçlü olmak zorunda kaldığı bir vasatta, kendi rızana erişmek için aksine yoksunluğu ve zayıflığı, açlığı ve bitkinl iği bize gösterdiğin için sana şükürler olsun! Ne çok şey unutmuşuz ya Rab! Yavaşlığı, kazanmamayı, başı öne eğmeyi, paylaşmayı… Bu ramazan hatırlat bize!

Âyet ve Hadislerle RamazanEmre Gündoğdu

Ayet-i kerimeler:

لعلكم قبلكم من الذين على كتب كما يام الص عليكم كتب آمنوا الذين أيها يا قون Ey iman edenler! Oruç sizden önce ümmetlere“ تتfarz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki takvaya ulaşırsınız”1

Görüldüğü üzere ayet-i kerime yeterince açıktır. Di-rekt olarak bize orucun farz kılındığını söylüyor. Ancak bu ayette dikkat etmemiz gereken nokta, hemen aye-tin sonundaki تتقون ”umulur ki takvaya ulaşırsınız“ لعلكم ifadesi. İşte Allah (c.c.) bize orucu neden tuttuğumuzu

açıklıyor. Takvaya ermemiz için. Peki, takva nedir? Tak-va tam anlamıyla ‘sorumluluk bilinci’ demek. Yani insanın kendisine karşı sorumluluk bilinci içinde hareket etmesi. Bu manada Allah’ın (c.c.) emrettiği oruç, insanın kendisine karşı olan sorumluluğunu yerine getirmesidir. “Oruç sizlere farz kılındı. Umulur ki takvaya erersiniz.” Ayetin bu şekilde anlaşılması gerekir.

İnsan sadece et ve kemikten oluşmuş bir yapı değildir. Bir de manevi tarafı vardır. Manevi taraf on bir ay bo-

MAYIS 2016 Sayı 11 8

مجلة العلم9

dosya yazıları

العدد 12رمضان 1437

yunca kirlenir, paslanır, gözleri görmez, kulakları işitmez hale gelir. İşte tam bu sırada bir ses yükselir semadan “Haydi kullarım! Gelin oruç tutun ki pasınız dökülsün, ye-nilenin. Daha rahat ibadet edin.” Böylelikle oruç tutarak ibadetlerimiz canlanıyor ve yeniden hayat buluyor.

والفرقان الهدى ن م وبينات للناس هدى القرآن فيه أنزل الذي رمضان شهر “Ramazan ayı, insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolun ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği ayıdır.” 2

Az önce de dediğim gibi Ramazan maddi ve manevi, hayatımızın büyük bir bölümündeki kirlerden arınma ayıdır. Recep ve Şaban ayları da bizi adım adım Ramazan’a hazırlar. Onların mübarek ay oluşu Ramazan’dan kaynak-lanır. Ramazan’ın geldiğini onlar bize haber verir. Ramazan yaklaştıkça ibadetlerin değeri de artar. Peki, Ramazan niçin değerli, onu değerli kılan bir şey mi var? Tabi ki var! Kur’an. “Biz onu (Kur’an’ı) Kadir gecesinde in-dirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh (Cebrail) o gece Rablerinin izni-yle, her iş için inerler. O gece, tanyeri ağarıncaya kadar süren bir selâmettir”.3

Ramazan’ı değerli kılan şey Kur’an’dır. O hal-de Ramazan ayı Kur’an ayıdır ve tüm kutsiyetini vahiyden almıştır. Ramazan Kur’an ile birleşme ayı olmalıdır. Kur’an, on bir ay boyunca olduğu gibi sadece elimizde ve dilimizde değil yüreğimizde olmalıdır. Artık bu ayda bizim Kur’an’ı değil, Kur’an’ın bizi en yüksek yerlere çıkarması gerekir. Ramazan ayı âdeta ahiret için bire bin kârlı bir alışveriştir. Nasıl ki bir insan yılbaşında aldığı bir biletle -elbette gayr-i meşru yoldan- bir gecede trilyoner olabilirse, Ramazan ayı da insanı bir gecede arşa yük-seltebilir. Ramazan-ı şerîf bu fâni ve zamanın kısıtlı olduğu dünyada bâkî bir ömrü içinde barındırır. Sadece bir tek Kadir gecesi, insana seksen yılı aşkın zaman kazandıra-bilir. Ömrüne ömür katar. Kısacası Ramazan başından sonuna kadar her şeyi ile berekettir.

Hadis-i şerifler:

يام جنة Oruç Kalkandır.”4“ الص

Ramazan midenin aç kalmasından ibaret değildir. Oruç sa-dece mideye tutturulmaz. Dilini yalandan, gıybetten, kötü sözlerden koruyup; Kur’an okumak, ağza oruç tutturmaktır.

Harama gitmeyip helale gitmek ayağa oruç tutturmaktır. Bu sebeple oruç, bizim ibadetlerimizi arttırdığı gibi bir de tam teşekküllü bir zırh gibi bizi korur. Peki, oruç kişiyi neden korur?

Kötülüklerden: İbadetlere bakıldığında genel olarak gay-esi insanı kötülüklerden korumaktır. Bu kötülüklerin menşei tabi ki nefistir. Nefis kendisinin hür ve özgür olmasını ister. Rabbi tanımak istemez. Kendisinin rububiyyetliğini ilan eder. Nefsine ne kadar işkence çektirsen de bu değişmez, fakat oruç onun firavunluk şahdamarını keser ve onun acziyyet ve zelilliğini daha birçok noksanlığını gösterir. Bir kul olduğunu ona benimsetir.

Cehennemden: Nefsin belini kıran oruç, kişiyi ibadetlerle baş başa bırakır. Böylece oruç kişiyi cehennemden korur. Efendimiz (s.a.v) bunu şu şekilde ifade eder: “Kim Allah

yolunda devam ederken bir gün oruç tutarsa, bundan dolayı Allah onu yetmiş yılda kat edemeyecek kadar cehennemden uzaklaştırır.”5

Bazı hislerden: Bu hisleri kısaca sayacak olursak;

Şehvet: İnsanın sabretmekte zorlandığı en zor histir. Çünkü şehvet hissi şeytanla ortak çalışıp in-sanın direncini kırar. Resulullah (s.a.v) bu konuya

ilişkin şöyle demiştir: “Şeytan kanın damarda do-laştığı gibi âdemoğlunun içinde dolaşır. Oruç ile onun

yollarını daraltın.”6

Sinir: Oruç insanın sinirlenmesini görülür derecede engeller, insanı uysallaştırır. Resulullah (s.a.v) bir had-isinde şöyle der: “Sizden biriniz oruçlu iken cahillik yapıp kötü söz söylemesin. Şayet biri kendisine vurmaya çalışır veya söverse ‘ben oruçluyum’ desin.”7

Sabırsızlık: Genel olarak bakıldığında insanoğlunda ciddi bir sabır problemi olduğu açıktır. İşte oruç insanın sabrını son katreye kadar zorlar ve insanı terbiye eder. Resulullah (s.a.v) şöyle der: “Oruç sabrın yarısıdır.”8

KAYNAKÇA1-Bakara, 183

2-Bakara, 185

3-Kadir, 1-5

4-Buharî, Savm 9; Müslim, Sıyam 163

5-Buhari, 2840

6-Buhari, itikâf, 11; Müslim, Selam, 23

7-Müslim, Sıyam 160

8-Tirmîzî, Dua, 86; İbn Mace, Savm, 44

10 HAZİRAN 2016 Sayı 12

dosya yazıları

ASR-I SAADETTE RAMAZANİbrahim TÜRKAN

Ramazan, esen rüzgârında dahi rahmet ve bereketin bulunduğu mübarek ay. Günlerce, aylarca belki de yıllar-ca görmediğimiz dost, akraba ve yakınlarımızı tek bir sofrada toplayan o “özel ay”. Özeldir, on bir ayda bir gelir. Nazlı nazlı, yavaş yavaş… Özlemlilerini, hasretlilerini heyecanlandırarak… Bu yüzden olsa gerek ki on bir ayın sultanı olarak adlandırılmıştır.

Muhakkak ki özel anların kendisine has anıları vardır. Anılarını havsalamızda canlandırdığımız Ramazan ayının içerisinde Efendimiz ve ashabının olmaması ise ilginçtir. Bugün Ramazan denildiğinde zihinlerde canlanan baklavalar, börekler, çeşitli yemekler aslında bizim Ramazan ayını bağlamından ne kadar uzaklaştırdığımızı göstermektedir. Hâlbuki Ramazan açlık ayıdır. İbadet ayıdır. Fakat bizim, tepsilerin birinin kalktığı diğerinin indiği sofralarda Ramazan’ın hakkını takdir etmemiz imkânsızdır. İşte bu bağlamı yakalamak namına asr-ı saadetten birkaç karenin anlattığı çok şey vardır.

مجلة العلم11

dosya yazıları

العدد 12رمضان 1437

Enes bin Malik anlatıyor:

“Bir gün Efendimiz sahurluk bir şeyler istedi. Ben de birkaç hurma ve bir kap içinde biraz su getirdim. Bera-ber sahur ettik.”

Sadece birkaç hurma ve biraz su mu? Hem de o kavurucu çöl sıcağında! Birkaç hurma ile oruca dayanmak mümkün mü? Bir Efendimizin sahur sofrasına bir de kendi soframıza bakalım. Ramazan’ın Ramazan olabilmesi için -bir başka ifade ile- Ramazan’da Ramazan tadını yakalayabilmemiz için Efendimizi örnek almamız şart.

Ramazan ayı insanlar için bir dönüm noktasıdır. Geçmişteki kusurlardan arınma, gelecektekilerden sakın-ma fırsatıdır. Tam anlamıyla bir tezkiye ayıdır Ramazan. Kalplerin yumuşadığı, gönüllerin feyizlendiği bir aydır. Fakat bizim Ramazanlarımızda bir eksiklik var sanırım. Açlığın getirdiği bir durum olsa gerek, bir agresiflik sarar benliğimizi, çekemez, etrafımızı göremez oluruz. Çabucak sinirlenir hemencecik öfkeleniveririz.

Hemen hemen her dinde ruh ve beden terbiyesi olarak görülen orucun bizde böyle bir tepki meydana ge-tirmesi her halde normal bir durum değil. Normal olmasa gerek ki: Efendimiz böyle bir durum ile karşılaşan kimseye üç kere “ben oruçluyum” demesini tavsiye ediyor. Yani “ben oruçluyum, oruç ile huzurluyum, bu sükûnet halimi küçük bir tartışma ile mahvedemem” demektir. Başka bir hadis-i şeriflerinde de Efendimiz orucun sabrın yarısı olduğunu söylüyor. Aslında bu hadis-i şeriften anladığımız üzere sabrın yolu oruçtan geçiyor. Bu durumda oruçlu olmaya-na nazaran oruçlunun sabır ve tahammülünün daha fazla olması gerekiyor. İncir kabuğunu doldurmayan sebepler-le hem tuttuğumuz orucun kaçırdığımız feyzini hem de kırdığımız kalbin hesabını kendimize sormamız gerekiyor.

Ramazan “ibadet ayıdır” demiştik. Onu güzel ya-pan zaten ibadete, Allah’a kurbiyete ayrılmış bir zaman dilimi olmasıdır. Ruh ve beden terbiyesi olan oruç ile kişi durulur. Huzur ve sükûnet bulur. Dünyanın kargaşasından, hayvani hazlarından, hasletlerinden kurtulur ve duru bir zi-hin ile yönelir Rabbine. İşte bu şekilde bir ibadet ile pişer, olgunlaşır. Kemal yolunda mesafe kat eder. İşte Ramazan ayını “ibadet ayı” yapan budur. Yoksa ruhu ve maneviyatı

yakalanmamış, mideyi ağlatmaktan başka bir işe yarama-yan “açlığın” dini bağlamda bir faydası yoktur.

Peki, hepimiz Ramazan’ı acaba bu ayarda mı eda ediyoruz? Bana kalırsa, hayır! Ramazan ayında bir günün diğer günlerden manevi anlamda herhangi bir farkı yok. Ramazan ayında oruç ve ibadetin beraber götürülmesinin en güzel örneğini en güzel insanda görürüz. Efendimiz özellikle Ramazan ayında ibadeti arttırır, Kur’an okur. İn-sanlarla daha çok ilgilenir ve infakta bulunurdu. Hadisin deyimiyle; cömertlikte rüzgârı geçerdi. Yani rüzgâr nasıl ki estiği zaman küçük büyük, kadın erkek ayırmaz; Efendimiz de infak edeceği vakit kimseyi kimseden ayrı tutmazdı. Uykuyu ve istirahati biraz daha azaltır, Rabbine yönelirdi. Bu ibadetleri Ramazan’ın son on gününde daha da arttıran Efendimiz normal günlere nazaran eşlerine daha nadir yaklaşırdı.

Şimdi, iftar sonrası sohbetlerin tadını kaçırmam-ak için kaçırdığımız teravihleri ve tam vaktinde kalkmamıza rağmen sahurumuzdan biraz vakit ayırıp da kılamadığımız teheccüd namazlarımızı düşünelim. İndiği ayda unut-tuğumuz Kur’an’ı ve uykuya tutturduğumuz oruçlarımızı düşünelim. Bir kendi Ramazan’ımıza bir de Efendimizink-ine bakalım. Aradaki fark ortada!

Rabbim, Ramazan ayında Ramazan’ı yaşay-abilmeyi, Asr-ı Saadet rüzgârları estiren bir Ramazan geçirebilmeyi nasip etsin.

12 HAZİRAN 2016 Sayı 12

dosya yazıları

ORUÇ VE ZEKÂT İLE İLGİLİ SIKÇA SORULAN SORULARFethullah YAZICI & İbrahim KARGİ

مجلة العلم13

dosya yazıları

العدد 12رمضان 1437

ZEKÂT SORULARI

Zekât ne demektir?

Sözlük anlamı temizlik, arınma, bereket, güzel ad demek olan zekât, ortalama refah düzeyinin üzerindeki yüküm-lülerin belirli şartları taşıyan mal varlıklarının muayyen bir miktarını, muayyen bir zaman sonra hak sahibi bulunan alt gelir sahiplerine ulaştırılmak üzere Allah Teâlâ’nın rızası için vermeleridir.1

Zekâtın amacı nedir?

Toplum arasında birlik ve beraberliğin pekişmesi, kişinin elinin altındaki malı kontrol edebilmesi ve ihtiyaç sahipler-ini gözetip ihtiyaçlarını gözetmektir.

Zekât kimlere farzdır?

Zekât hür, Müslüman, buluğa ermiş, akıllı ve nisap miktarı mala tam mülkiyet ile sahip olan ve bu malın üzerinden tam bir sene geçmiş kişilere farzdır.2

Nisap miktarı ne demektir?

Zekât yükümlülüğün başladığına dair kabul edilen mik-tardır.

Zekâtla yükümlü olabilmek için gerekli görülen nisap miktarı ne kadardır?

85 gram altın, 595 gram gümüş, 5 deve, 30 sığır, 40 koyun, toprak ürünlerinde ise emek ve ücret sarf edilmeksizin yağ-mur, nehir, dere ve bunların kanalları ile sulanıyorsa zekât olarak mahsulün onda biri; kova, motor veya ücretli su ile sulanıyorsa mahsulün yirmide biri zekât olarak verilir.3

Zekât kimlere verilir?

Fakirlere (nisap miktarından daha az mala sahip olanlara), miskinlere(hiçbir şeyi olmayanlara), zekât memurlarına, kölelere, borçlulara, Allah yolundakilere, yolda kalmışlara zekât verilebilir.4

Zekât kimlere verilemez?

Zenginlere, çalışıp kazanabilecek durumda olanlara,

Müslüman olmayanlara, yakın akrabalara (anne ve ba-balarına, dedelerine, anneanne ve babaannelerine, çocukları ve torunlarına) ve karı koca birbirlerine zekât veremezler.5

Zekât vaktinden önce verilebilir mi?

Nisap miktarı malın üzerinden bir yıl geçmesi gerekmekte-dir. Bu daha faziletlidir. Ama vakti gelmeden önce de nisap miktarına ulaşan malının zekâtını verebilir.6

Zekât verdiğimiz kişiye aldığının zekât olduğu söylen-meli midir?

Söylenmesi şart değildir.

Zekâtın kazası olur mu?

Vakti gelmiş zekât verilmediğinde, bir kanserli hücre gibi, zimmeti kişinin üzerinde kalır. Ne zaman verse bu ibadeti eda etmiş, kendi malını kanserli hücreden temizlemiş olur.7

Taksitli olarak zekât verilebilir mi?

Tek bir celsede zekât ödenebildiği gibi, taksitlide ödenebilir.

Ziynet eşyaları zekâta tâbi midir?

Altın ve gümüş dışındaki ziynet eşyaları zekâta tâbi değildir.8

Evi olmayan fakat bir miktar parası olan kişinin duru-mu nedir?

Aslî ihtiyaçlarının dışında kalan para nisap miktarını geçer ise zekât vermesi gerekir.

Emlakçılar mülkiyetlerindeki dairelerin zekâtını ver-mekle yükümlü müdürler?

Emlakçıların mülkiyetinde bulunan dairelerin borçları çık-tıktan sonra piyasa değeri nisap miktarına ulaşmış ve üzerinden bir yıl geçmiş ise kırkta bir oranında zekât veril-mesi gerekir.9

Alacakların zekâtı nasıl hesaplanır?

Borçlusu tarafından inkâr edilen ve ödemeyeceği kanaa-tine varıldı ise zekât düşmez. Borçlusu borcu olduğunu kabul eder ise ve alacağı miktar nisap miktarından fazla

14 HAZİRAN 2016 Sayı 12

dosya yazıları

ise onun zekâtını verir. Ama alacaklının durumu iyi değil ise parayı alınca zekâtını verir. 10

Alınamayan borç zekât yerine sayılabilir mi?

Evet. Zekât niyeti ile o kişiye bağışlayabilir.

Şirket ortakları nasıl zekât verirler?

Fiilî olarak bir şirketin ortağı olan kişi, şirketin büro, alet vb. duran varlıkları dışındaki dönen varlığından kendi hisses-ine düşen miktarın, nisaba ulaşması ve üzerinden bir yıl geçmesi halinde zekâtını vermesi gerekir.

Sanayi sektöründe faaliyet gösteren şirketlerin, duran varlıklar (üretim aletleri, makine vb.) zekâttan muaf; borçlar, malzeme, işçilik, üretim, pazarlama, yönetim, finansman vb. giderlerin maliyet hesapları yapılıp çıkarıldıktan sonra dönen varlıkları (yarı mamul ve üretilmiş mallar, hammad-de, nakit para, çek vs.) ise net kâr ile birlikte %2,5 (kırkta bir) oranında zekâta tabidir.11

Hisse senetleri zekâta tabi midir?

Kişinin sahip olduğu hisse senetlerinin değeri nisap mik-tarına ulaşmış ise zekâta tabidir.12

Eski zekât borçları nasıl hesaplanıp verilebilir?

On yıllık zekât borcunuzu, bir dostunuza günlük alışver-işlerden doğan on yıllık borcunuz farz edelim. Bunu nasıl ödersiniz? Zekât vermemenin kefareti, vermediği günler-in zekâtını hesap edip vermektir. Bu hesaplamanın para üzerinden değil, mal üzerinden yapılması şüphesiz daha gerçekçi olacaktır. Paranın on yıllık değer kaybı gözetilerek bilhassa eski hesaplamalarda mümkün mertebe cömert olunursa daha makbule şayan olur. Hesaplama yapılırken güç yetiyorsa paranın değer kaybı oranları gözetilir, eğer buna güç yetiremiyorsa, gücümüz nispetinde takviyeli bir hesapla yetinilir.13

Zekât hayır kurumlarına verilebilir mi?

Zekâtı hak eden kimseler için bizzat temlik ifade etmey-en yerlere de zekât verilemez. Bu sebeple Cami, Kur’an Kursu, yol ve çeşme gibi bizzat hak eden kimsenin mül-kiyetine geçirilmeyip umuma yarar sağlayan yerlere zekât verilmez. Her bakımdan güvenilen kimseler eliyle yönetilen yardımlaşma fonlarına zekât verilmesinde de

sakınca yoktur.15

Kumar yüzünden borçlanan kişiye zekât verilir mi?

Tövbe etmiş ise verilebilir. Tövbe etmemiş ise verilemez. Durumları kötü ise ailenin temel ihtiyaçları zekât par-asından temin edilerek verilebilir.

Ücretlilere zekât verilebilir mi?

Aldığı miktar aslî ihtiyaçlarını karşılamıyor ise verilebilir.

Gayri meşru yolla sağlanan kazançtan zekât vermek gerekir mi?

Gayri meşru yolla kazanılan paranın sahibi belli ise sa-hibine verilir. Belli değil ise bir sevap gözetmeksizin fakir fukaraya dağıtılır. Bundan dolayı burada zekât söz konusu değildir.16

Babası ile birlikte oturan kimse zekât ile mükellef midir?

Eve gelen gelir toplu olarak harcandığı takdirde mükellef değildir. Sağlanan kazanç ortak olmadığı takdirde mükelleftir.

Vergi zekât yerine geçer mi?

Vergi vatandaşlık, zekât ise dini bir görev olduğundan dolayı zekât yerine geçmez.17

Zekât verilen kişinin zengin olduğu ortaya çıkarsa ne yapmalıyız?

Kişi zekâtını fakir zannettiği birine verdikten sonra bu kişinin zengin veya gayr-i Müslim olduğunu öğrense bu kişi zekâtı bir daha vermek zorunda değildir.18

FITIR SADAKASI İLE İLGİLİ SIK SORULAN SORULAR

Fıtır sadakası ne demektir?

Fıtır sadakası belli mali gücü bulunan bir Müslümanın, Ramazan bayramının birinci gününde muhtaç kimselere yaptığı bir tür bağıştır.19

Fıtır sadakasının hikmeti nedir?

Peygamber Efendimiz “Fıtır sadakası oruçluyu, sarf ettiği yersiz ve kötü sözlerden doğan kusurlarından arındırır.” buyurmuştur.20 Yoksulların ihtiyaçlarının giderilmesi, bay-

مجلة العلم15

dosya yazıları

العدد 12رمضان 1437

dosya yazıları

ram gününün neşesinden onların da istifade etmesi içindir.

Fıtır sadakasını kimler vermekle yükümlüdür?

Fıtır sadakası, hür, Müslüman ve oturduğu ev, giydiği el-bise, ev eşyaları, arabası, silahı haricinde nisap miktarı mala sahip olan(bir yıl geçmesi şart değildir) kişiye vacip-tir.21

Fıtır sadakası kimlere verilebilir?

Fıtır sadakası, zekât verilebilecek kimselere verilir. Zekât verilmesi caiz olmayan kişilere fıtır sadakası da verilmez.

Fıtır sadakası ne zaman verilmesi gerekir?

Fıtır sadakası bayram günü fecrin doğuşundan sonra vacip olur. Ramazan bayramından önce de verilebilir.22

Hangi mallarla fıtır sadakası verilir?

Buğday, arpa, hurma, kuru üzüm. Günümüzde ihtiyaçların çoğalarak arzettiği çeşitliliği ve bu maddelerin -özel-likle şehirlerde- ihtiyaç giderme noktasında eski önemini yetirdiğini göz önünde bulunduran Muasır İslam Âlimleri, bu maddelerin tutarlarını para yoluyla ödemenin daha yararlı olacağını belirtmişlerdir.23

Vaktinde ödenmeyen fıtır sadakası borcu nasıl öde-nir?

Vaktinde ödenemeyen fıtır sadakasının yükümlülüğü düşmediği için mümkün olan ilk fırsatta vermesi gerekme-ktedir.

ORUÇ SORULARI

Arap ülkelerin de bir gün veya iki gün önce oru-ca başlanıyor. Bu durumda Türkiye’de yaşayan Müslümanlar olarak neler yapmalıyız?

Hz. Peygamber (s.a.v) Ramazan orucu için “Hilali görme-kle oruca başlayın, yine hilali görmekle iftar/bayram edin” buyurmuştur.2

Kameri ayların başlangıç ve bitişi sadece hesapla tespit edilmez. Bunun dışında mutlaka çıplak gözle ve modern tarassut araçlarıyla hilalin bizzat görülmüş olması gerekir.

Fakihlerin görüşleri arasında tercih edilen görüşe göre, ru’yet-i hilal konusunda ihtilaf-i metalie itibar yoktur. Ye-ryüzünün herhangi bir bölgesinde hilalin görülmesi diğer bölgeler içinde hilalin görülmesi anlamına gelir. Dolayısıyla bütün dünya Müslümanları aynı anda mezkür hilale bağlı olan ibadetleri yerine getirmek zorundadır. Şu halde Arap ülkeleri de dâhil herhangi bir ülkede Ramazan hilali görülür, ru’yet ve ru’yet şehadetiyle ilgili şartlar yerine getirilirse bütün dünya Müslümanlarının oruca başlaması gerekir. Fakat günümüzde ru’yet-i hilal konusu karışıklığa ve istis-mara açık olduğundan, Müslümanlara, ru’yet-i hilalle ilgili haberleri önce yaşadığı bölgedeki fakihlerle değenlendirip onların göstereceği istikamet doğrultusunda hareket etme-sini tavsiye ederiz.

KAYNAKÇAProf. Dr. Mehmet ERDOĞAN, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, (Ensar Yayınları) Kudûrî, Tercüme: Orhan Ençakar-Abdulkadir Yılmaz, (Yasin Yayınevi)Talha Alp, Kılavuz Kitapları 1: Ze-kât, (Dâru’l-Hikme)Tevbe, 60. Dr. Ali Özek, İbadet ve Müessese Olarak Zekât, (İslami İlimler Araştır-ma Vakfı Yayınları)Talha Alp, Kılavuz kitapları 1: Ze-kât, (Dâru’l-Hikme)Süleyman Kösmene, 100 Soruda Zekât, (Yeni Asya Yayıncılık)Dr. Ali Özek, İbadet ve Müessese Olarak Zekât, (İslami İlimler Araştır-ma Vakfı Yayınları)DİB, Zekât, (DİB yayınları)Süleyman Kösmene, 100 Soruda Zekât, (Yeni Asya Yayıncılık)

DİB, Zekât, (DİB yayınları)DİB, Zekât, (DİB yayınları)Süleyman Kösmene, 100 Soruda Zekât, (Yeni Asya Yayıncılık)Talha Alp, Kılavuz Kitapları 1: Ze-kât, (Dâru’l-Hikme)DİB, Zekât, (DİB Yayınları)DİB, Zekât, (DİB Yayınları)DİB, Zekât, (DİB Yayınları)Kudûrî, Tercüme: Orhan Ençakar-Abdulkadir Yılmaz, (Yasin Yayınevi)Talha Alp, Kılavuz Kitapları 1: Ze-kât, (Dâru’l-Hikme)Ebu DavutKudûrî, Tercüme: Orhan Ençakar-Abdulkadir Yılmaz, (Yasin Yayınevi)Kudûrî, Tercüme: Orhan Ençakar-Abdulkadir Yılmaz, (Yasin yayınevi)Talha Alp, Kılavuz kitapları 1: Ze-kât, (Dâru’l-Hikme)

16 HAZİRAN 2016 Sayı 12

dosya yazıları

Oruçlu kimsenin ilaç veya iğne kullanması orucu bozar mı?

İlaç kullanımı konusuyla iğne kullanımı konusu birbirin-den ayırmak gerekir. Genelde ilaçlar hap, şurup, damla ve pastil misali ağız, burun gibi vücudun içerisine ulaşan nor-mal yollardan kullanılır.

Ağız, burun, ön ve arka yollar gibi doğal olarak kanallar vasıtasıyla beyine veya karın boşluğuna ulaşan yollardan biriyle yiyecek ve içecek maddeleri almak gibi ilaç almak da orucu bozar. Bir kimse hasta olur da zorunlu olarak oruç sırasında ilaç alması gerekirse ilacını alır ve o günkü oru-cunu kaza eder.

Bir zaruret olmadıkça ilaç kullanımı oruç dışındaki vakit-lere ertelemek gerekir. İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye göre, normal deliklerin dışında, mesela derin bir yara üzerine tatbik edilen bir ilaç beyne veya karın boşluğuna ulaşacak olursa yine oruç bozulur. Bu sebeple iğne ve aşı damarlar vasıtasıyla bütün vücuda sirayet ettiğinden İmam-ı Azam’a göre orucu bozar. İmam Yusuf ve İmam Muhammed’e göre, normal deliklerden içeri girmediği için yaralar üzer-ine kullanılan ilaç beyne veya karın boşluğuna varsa da oruç bozulmaz. Bu iki imamın görüşüne göre iğne yaptır-mak orucu bozmamaktadır. Vaktiyle Fetvâhâna-i Âli’de İmameyn’in görüşleri alınarak bedenin normal delikleri dışında kalan yerden içeri giren bir şeyin orucu bozmay-acağı bildirilmiştir. Buna göre oruçlu iken tedavi amacıyla iğne vurdurmak zorunda kalanlar bu fetvayı esas alarak iğne vurdurabilirler ve oruçları bozulmuş olmaz. Ancak oruçlu olduğu sırada iğne vurulmak zorunda kalmayan kimselerin iftardan sonra iğne vurdurarak İmam-ı Azam’ın görüşünü de dikkate alması ihtiyata daha yakındır.

Kan aldırmak orucu bozar mı?

Kan aldırmak orucu bozmaz. Kan aldırmak gibi hacamat yaptırmak da orucu bozmaz.

Oruçlu kimse hanımını öpebilir mi?

Oruçlu kimse hanımını öpmesi veya hanımıyla elleşmesi boşalma olmadığı sürece orucu bozmaz. Ancak hanımını öptüğü veya hanımıyla elleştiği takdirde kendini tutamayıp cinsel ilişkiye gireceğinden korkan kimselerin oruçlu iken öpüşmesi mekruhtur.3

Oruçlu kimsenin sakız çiğnemesinin hükmü nedir?

Oruçlu kimsenin sakız çiğnemesinin hükmü, çiğnediği sakızın özelliklerine göre değişir. Oruçlu kimsenin çiğn-ediğinden ağızda dağılıp parçaları boğaza kaçmayacak derecede sert ve tatsız sakızları çiğnemesi mekruhtur. Bunun dışında bulunan sakızları çiğnemesi haramdır. Çiğnendiğinde ağızda dağılıp da parçaları karnına kadar varacak olan sakız çiğnenir de parçaları karna ulaşırsa oruç bozulur.

Oruca sabah ezanıyla mı başlanmalıdır?

Orucun başlangıç vakti, sabah namazının giriş vakti olan fecr-i sadıktır. “Fecr-i sadık, sabaha karşı doğu ufkun-da tan yeri boyunca genişleyerek yayılan bir aydınlıktır.” Bugün takvim ve imsakiyelerde bu vakit imsak vakti olarak belirtilir. İmsak vaktinin girmesiyle oruca başlanılır. Eğer ezanlar imsak vaktinin hemen girmesiyle birlikte okunuy-orsa bu durumda ezan okunmaya başladığı anda oruca başlanmış olur.

Oruçlu kimse dişlerini fırçalayabilir mi?

Boğazına bir şey kaçmadığı sürece oruçlu kimsenin dişler-ini fırçalamasında bir mahzur yoktur. Ancak dişleri geceden fırçalayıp gündüz misvak kullanmak tavsiye edilir.

Oruçlu kimse diş çektirebilir mi?

Oruçlu kimse diş çektirmek gibi orucunu bozma riski taşıyan tedavi işlerini mümkünse akşam saatlerine bırak-malıdır. Ancak acı çektiği için acil tedavi olması gereken bir hasta oruçlu dahi olsa tedavi olabilir. Bu durumda orucu bozan şeyle karşılaşıp karşılaşmadığına bakılır. Mesela aşırı diş ağrısı çeken oruçlu bir kimse dişçiye gidip teda-vi olması durumunda ağızdan içeri bir şey kaçırmaması gerekir. Ağızdan içeri bir şer kaçırmadığı takdirde morfin vurulması da dâhil, dolgu yaptırması veya diş çektirmesi orucu bozmaz.

Kulak, burun ve göz damlaları orucu bozar mı?

Kulak ve burun damlası orucu bozar. Göz damlası ise orucu bozmaz. Zira kulak ve burundan beyne ve karın boşluğuna giden açık kanal olduğu halde gözde bu söz konusu değildir.

مجلة العلم17

dosya yazıları

العدد 12رمضان 1437

Cilt kremleri ve merhemler orucu bozar mı?

Vücudun gözeneklerinden içeri giren şeyler orucu boz-maz. Dolayısıyla cilt kremleri orucu bozmaz. Yara üzerine sürülen merhemler de tercih edilen görüşe göre her halük-arda orucu bozmazlar.

Oruçlu kimse serinlemek amacıyla banyo yapabilir mi?

Oruçlu kimse serinlemek amacıyla banyo yapabilir. Bunda herhangi bir beis yoktur.

Ağır işlerde çalışan kimselerin oruç tutması gerekir mi?

Normal şartlarda oruçlu kimsenin orucunu zora sokacak durumlardan uzak durması gerekir. Bunun gibi imkânı bulunan kimselerin oruçlarını tehlikeye sokması durumun-da ağır işlerden uzak durması gerekir. Ancak hayat ve iş şartları elverişli olmayan kimselerin durumu farklıdır. Bu kimseler hayatlarını sürdürmeleri için ağır işte çalışmak zorunda kaldıklarından işlerinin zor olması kendileri için kısmî ruhsat sebebi olabilmektedir. Şöyle ki, Ramazan’da bile ağır işte çalışmak zorunda kalan bir kimse her şeye rağmen güne oruçlu başlar. İşine devam eder. Ancak gün esnasında işin ağırlığından orucunu tamamlamayacak ka-dar meşakkate düşerse orucun bozar. Daha sonra mesela tatil günlerinde fırsat bulduğunda bozduğu orucunu kaza eder. Bu kimseye kefaret gerekmez.4

Düzenli ilaç kullanması gereken hasta kimse nasıl oruç tutar?

Düzenli ilaç kullanması gereken kimseler, kullanacak-ları ilaçlar oruçlarını bozacak olur ve bu ilaçları gündüz vakti kullanmak mecburiyetinde kalırlarsa dinen hasta hükmündedirler. Hastalara tanınan oruç tutmama kolay-lığından yararlanabilirler. Bu kimseler iyileştikten sonra ilaç kullandıkları süre içerisinde tutamadıkları oruçlarını güne gün kaza ederler. Ancak hastalığı sürekli olan kimseler ise bu durumda iyileşme umutları için Ramazan orucunun her günü için fidye verirler. Bir günlük Ramazan orucunun fidy-esi bir fitredir.

KAYNAKÇABu yazı Dâru’l-Hikme tarafından çıkarılan “oruç” risalesinden özetlenmiştir.Sahih-i Buhari, hadis no,1810; Sahih-i Müslim hadis no,1080El-Mevsuatü’l-fıkhıyye, c. 28, s.29El-Fıkhu’l hanefi fi sevbihi’l-cedid, s. 1, s. 440.

Hamile veya emzikli kadın oruç tutmalı mıdır?

Hamile veya emzikli kadın kendisinin veya çocuğunun sağlığında endişe etmediği sürece oruç tutmalıdır. Ancak oruç tuttuğu takdirde kendisine veya çocuğuna zarar ge-lecek olursa oruç tutmayıp daha sonra tutmadığı oruçları kaza eder.

Sahura kalkma niyet yerine geçer mi?

Aslen ibadetlerde niyet, kalbin yapılacak ibadete azmet-mesi, karar vermesi demektir. Oruçta da durum böyledir. Oruç tutmak isteyen kimsenin gece sahura kalkması onu oruç tutmaya karar verdiğini gösterir. Diliyle niyet etmese de bu kimse sırf sahura kalkmakla oruca niyet etmiş olur ve tutacağı oruç makbuldür.

Rüyada ihtilam olmak oruca mani midir?

Organlarını kurcalamadan; ama rüya görmek suretiyle ama kendiliğinden hamamcı olsa orucu bozulmaz. Bu şekilde gece veya gündüz hamamcı olmak arasında bir fark yoktur.

Çok yaşlı kimsenin oruç tutması gerekir mi?

Yaşı ilerlemiş ve güçten düşmüş ihtiyar kimseler oruç tutmaya tahammülleri olmazsa oruç tutmayabilirler. Bu kimseler Ramazan’ın her günü için bir fitre miktarında fi-dye verirler.

18 HAZİRAN 2016 Sayı 12

dosya yazıları

MÜSLÜMANIN RAMAZAN PROGRAMIİlyas Karataş

Allah-u Teâlâ Kuran-ı Kerim’in Ramazan ayında indiğini belirtmiştir. Ramazan ayının ne kadar mübarek bir ay olduğunu ve bu ayda ibadetlere sarılmamız gerektiğini anlarız. Ayrıca Efendimiz (s.a.v)’in “Kim Ramazan ayının orucunu Allah’tan sevap umarak tutarsa geçmiş günahları affolunur” hadisi bunu pekiştirmektedir. Bu sebebe binaen Müslümanın Ramazan ayını daha verimli geçirebilmesi için bu programı hazırladık.

GECE NAMAZI VE SONRASINDAKİ PROGRAM

Gece namazı olan teheccüd namazı kılmak: Rabbimiz Teâlâ şöyle buyuruyor: “Vücutlarını yataklardan uzak tutup korkarak ve umarak Rablerine yalvaranlar ve verdiğimiz rızıklardan sarfedenler ancak ayetlerimize inanırlar.”(S-ecde 16)

Sahur yapmak: Müslüman kimsenin geceyi uykuyla geçirerek sahur vaktinin bereketinden mahrum kalması yakışık kalmaz. Hadis-i şerif şöyledir: “Sahur yemeği yiyin, zira sahur yemeğinde bereket vardır.”(Buhari)

مجلة العلم19

dosya yazıları

العدد 12رمضان 1437

SABAH NAMAZI VE SONRASINDAKİ PROGRAM

Sabah ezanını duyduğumuz sırada sünneti kılmak: Efen-dimiz (s.a.v) bu namaz hakkında şöyle buyurur: “Atlı kimseler sizi arkanızdan kovalasalar bile bu iki rekât sünneti terk etmeyin.”(Ebu Davud)

Sabah namazının farzını cemaatle kılmak: Efendimiz (s.a.v) buyurur ki: “İnsanlar yatsı ve sabah namazının sev-abını bilselerdi sürünerek dahi olsa cemaate gelirlerdi.”

Ezan ve kamet arasında dua, zikir ve Kuran okumayla meşgul olmak: Efendimiz (s.a.v) bu konuda “Ezanla kamet arasındaki dua geri çevrilmez.” buyurmuştur. (Buhari)

İki rekât işrak namazı kılmak: Bu namaz hususunda Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Kim sabah namazını cemaatle kılar, ardından güneş doğana kadar yerinden ay-rılmaz ve sonunda iki rekât kılarsa kendisine tam bir hac ve umre sevabı verilir.”(Tirmizi)

Helal kazanç için çalışmak ve sadaka vermek: Efendimiz (s.a.v)’in buyurduğu üzere kişinin kendi kazandığından daha hayırlı bir şeyin olmadığı, bunun yanında kişinin kazandığı nimetin şükrü olarak sadaka vermesi Müslümana huzur vesilesi olur.

ÖĞLE NAMAZI VE SONRASINDAKİ PROGRAM

Öğle ezanını işittiğinde cemaatle namaz kılmak: Bu nama-zların cemaatle kılınması, tek başına kılınan namazdan yirmi beş kat daha üstün olması hadis-i şeriflerce beyan edilmiştir.

Öğleden sonra kaylüle uykusuna yatmak: Bilhassa Ramazan ayında yapılması gereken bir sünnettir. Bu sün-net vücudu dinç tutup gece ibadet etmeye yardımcı olur.

İKİNDİ NAMAZI VE SONRASINDAKİ PROGRAM

İkindi namazını cemaatle kılmak: İkindi namazı hakkında Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur: “İki serinlik namazını, sa-bah ve ikindiyi kılan kimse cennete girer.” Daha sonraki vakitte duruma göre ister ibadet ile meşgul olur, ister davet-lere icabet eder. Çünkü Müslümanın Müslüman davetine icabeti, yerine getirilmesi gereken bir sorumluluktur.

ÖNCESİ VE SONRASIYLA İFTAR PROGRAMI

İftardan önce dua etmek: Efendimiz (s.a.v) bu konuda, if-tarını açana kadar oruçlunun duasının makbul olduğunu bildirmiştir.

İftarı hurmayla, yoksa suyla açmak: Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur: “Biriniz iftarını açacağı zaman hurmayla açsın, çünkü hurma berekettir. Eğer hurma bulamazsa suyla açsın, zira su temizleyicidir.” Daha sonra tam olarak mideyi doldurmadan dua yaparak sofradan kalkılır.

Akşam namazını cemaatle kılmak: Akşam namazının sünnetini eve bırakıp, yolda Efendimiz (s.a.v)’in zikirlerini yaparak eve dönmek, daha sonra aile fertleriyle muhabbet edip Allah’a şükür etmek gerekir.

Teravih Namazı: Bu namazı ilk olarak Efendimiz (s.a.v) başlatmıştır. Daha sonraları ümmet üzerine farz olur kork-

usuyla evde tek başına kılmaya başlamıştır. Teravihin cemaatle kılınması uygulamasını ilk olarak Hz. Ömer (r.a) başlatmıştır. Kaç rekât olduğu husu-sunda ihtilaf vardır. Günümüzde çoğunlukla yirmi rekât olarak kılınır.

Ayrıca Ramazan’ın son on gününde Kadir gecesine erişebilmek amacıyla itikâfa girmek Müslüman kimse için

çok ehemmiyetli bir ibadettir.

Maalesef Ramazan denince günümüz insanının aklına oyun, eğlence mefhumu empoze edilmiştir. İftar sonrası şenlik ve eğlenceler, oruç ruhunu öldürmektedir. Bilakis Ramazan Allah’a yakınlaşmak için büyük bir fırsattır. Ve unutmayalım ki Ramazan ibadet ayıdır.

20 HAZİRAN 2016 Sayı 12

dosya yazıları

NEFSİN TEZKİYESİ :

İTİKÂFAbdulmevla GÜZEL

terazisini dengeler. Üstelik bu durum birkaç gün değil, tam bir ay sürer. Esasında bütün bunlar birer aşama. Üç aylar, Ramazan ve Ramazan’ın sonunda on günlük yoğun bir program... Bu müstesna ibadetin adıdır itikâf.

Bir hediye paketi gibi içerisinde birçok şey vardır itikâfın. Namaz, oruç, zekât, dua, sadaka, zikir ve daha niceleri… Bunun neticesinde Allah Teâlâ’dan üflenmiş ruhun üze-rindeki tozlar kalkar artık. Ruh silkilir, letafetine kavuşur. Toplumdan soyutlanır, münzevi bir yaşam sürdürürsün mescitte. O’nun evine iltica edersin. Ve artık baş başasın Rabbinle. İşte sen, işte o… Dilediğin gibi konuş içinden gele gele. Gecenin karanlığını güneş ışığıyla yaran, kocaman bulut kütlesinden âdeta kevgirden geçirerek inci tanesi gibi yağmur damlaları yağdıran, aynı buluttan birbirinden farklı ve mükemmel şekilde kar kristallerini yontan, bir tarafta kutuplara kar yağdırırken diğer taraftan Afrika’daki çölleri sıcaktan kavuran Rabbine artık çok yakınsın.

O zaten sana şah damarından daha yakındı. Bundan böyle sen de ona. O’na yaklaşmak için bazı merhalelerden geçmen gerek. Ve ruhuna çöken kalburu söküp atman. Bunun yegâne yolu ise nafile ibadetlere dalman. Mes-cittesin… Senden hiç ayrılmayanlar şimdi yoklar yanında.

İnsan, sadece yemek içmek gibi behimî duyguları kabar-tan işlerle meşgul olmak için yaratılmamıştır. Bu tür bir hayat insan için bir felaket olabilir. Sadece nefsani ha-zlarının peşine düşerse insan, yaşamın gayesinin keyif ve rahatlık olduğu hissiyatına kapılır. Böylesi tavır insanı tam manasıyla hayvanlaştırır. Hatta aklı sayesinde âlemlere üstün kılınmış bu fevkalade varlık, rahatı uğruna kardeşini öldürmeyi reva görür, çelimsizleri sömürür. Ve sonunda hakir ve zelil bir hüviyete bürünür. Bu gibi fiillerle zaman zaman beşeri hudutların dışına çıkan insanı hizaya getiren ibadet oruçtur.

Tilkilerin tavuk kümesine saldırdığı gibi dünyaya saldıran-ların sahip olduğu şeylere karşı şükretmez ve içlerindeki doyumsuzluk hasleti gözlerine nüzul eder. Oruç ise en temel ihtiyaçlara dahi ipotek koyar. Bir tarafta zenginlikler dururken, açlık ve sefalet içerisinde yaşayan insanların hissiyatını paylaştırır sana. Pörsümüş vicdanında onlara bir pay ayırtır. Bu haliyle açlık rabıtasıdır oruç. İnsanın iç

مجلة العلم21

dosya yazıları

العدد 12رمضان 1437

Dünyevi konuşmalardan uzak, Rabbinin rızası altındasın. Gündüz altında namaz kıldığın kubben gece yorgan oluy-or sana. Her taraf zifiri karanlık... Karanlıklarda işleniyor insanın içindeki cevher ve karanlıklarda aydınlık saçıyor inci taneleri.

Teheccüde kalkıyorsun sonra gecenin bir yarısı. En derin yerinden bölüyorsun uykularını. Ama ağır gelmiyor sana, çünkü bu işin hazzını aldın bir defa. O’nun uğrunda çek-tiğin çileler tatlı geliyor sana. Buluşma vaktin geldi Rab ile. Her tarafı sükûnetin kapladığı bir zaman diliminde. Derin-liklerine kadar nüfuz etmeli ortamdaki deruni hava. Seni büsbütün etkisi altına almalı. Allah’ın adını anınca küçük bir titreme alacak bazı. Günahlarına istiğfar ederken in-ceden birkaç gözyaşı süzülecek yanaklarından. Nafilelerle süsleyeceksin gecelerini. Yalnızlığın ve ayrılığın Hira ha-vasına bürüyecek seni. Sen de buhranlı havalarını tasfiye edeceksin. Karanlıkları delecek ışıkları üreteceksin.

Etrafını aydınlatman için önce kendin yanman gerek. On dört asır önce Hira’ya çekilen Peygamberin içini burkan hadiseleri temaşa edecek ve onun gibi dertleneceksin. Ve bir aydınlık reçetesi olarak göreceksin Kadir gecesini. Son on gününe hasredilmiş o mübarek gece... Dünyanın

rotasını tersine çeviren, dünyaya yeni bir nizam katan, mazlumların sevinç çığlığı, zalimlerin gayz sebebi, Bilal-leri sofrasına alan, zulme karşı boy gösteren Ku’ran bu gecede indi. Özellikle son günlere yerleştirildi. Çünkü en güzel sürprizler daima en sona saklanır.

Ayrıca gününün belli olmayışı daha da teşvik edecek seni. Her gününü o gün bilip ilmik ilmik yaşayacaksın o geceyi. O gece bir hazine. Hazinelerse en gizemli yerlere saklanır. Bulması emek ister. Ama bulmak büyük bir mükâfattır. Mükâfatlar emeğin büyüklüğü nispetindedir.

Bu kadar uğraşın neticesinde Rabbinin sana küçük bir lüt-fu var. Bayram… Belini büken onca dert, sıkıntı kalkıyor üzerinden. Sen de Hira sürecinden geçtin. Senin de ufak bir aydınlığın olmalı bayram gibi. Artık insanlar arasına karışmalısın yüzünde bir pare tebessüm... Tebliğ vaktin geldi insanlara. Haydi, koyul yola.

22 HAZİRAN 2016 Sayı 12

dosya yazıları

OSMANLI’DA RAMAZAN MANZARALARINurullah KIŞLAOsmanlı, tarih sahnesine girişinden vedasına kadar İslam’ı hayata aktarmada çok büyük adımlar atmıştı. Medeni-yet-kültür tasavvurunu adeta İslam’ın yapı taşları üzerine bina etmişti. İslam medeniyetini toplumuna öylesine yer-leştirmişti ki Türk ve Müslüman kelimeleri adeta eş anlamlı kullanılmaya başlanmıştı. Osmanlı, kurduğu bu medeni-yetin zirvesine ise Ramazan ayını ve orucu yerleştirmişti. Ramazan ayı, kültürümüzde “on bir ayın sultanı” diye anıl-maya başlanmıştı.

Osmanlıların Ramazan ayına özlemi, bir önceki Ramazan

ayının son bulması ile başlardı. Ancak fiilen Ramazan hazırlıkları Şaban ayının on beşine rastlardı. Berat gecesinde kandiller, camilerin şerefelerini donatırdı. Çift minareli camilerde kandillere ek olarak Ramazan mahya-ları yerleştirilirdi.

Ramazan girmeden önce kimilerince on beş, kimilerince son hafta oruç tutulurdu. Şaban ayının yirmi dokuzuncu gecesinde ise Ramazan hilali gözetlenmeye başlanırdı. Eğer hilal gözükürse ertesi gün Ramazan’ın ilk günü sayılırdı. Şayet gözükmezse hadis-i şerif emrince otuza

مجلة العلم23

dosya yazıları

العدد 12رمضان 1437

tamamlanırdı. Ramazan ayına ilk giriş teravih namazı ile olurdu.

Teravih hakkında faydalı gördüğümüz şu bilgiyi de sizlere aktaralım. Hacı Zihni Efendi Kitabu’s-Salat adlı risalesinde teravihten şöyle bahseder: “Teravihin sekiz rekâtı sünnet, on iki rekâtı ise Bahr’da zikredildiği üzere müstehaptır. Tamamının sünnetliği ise ‘Benim ve Hulefa-i Raşidin’in sünnetine sarılın.’ mealindeki hadis-i şeriftir. Sahabenin ic-masıyla yirmi rekâttır. Hz Ömer Übeyy bin Ka’b’ı erkeklere; Ebu Heyseme’yi ise kadınlara teravih kıldırmaları üzere görevlendirmişti”.1

Teravih hakkındaki bu bilgilerden sonra ise Osmanlı’daki teravihten bahsedelim. Osmanlı’da teravih, başta sel-atin camiler olmak üzere mahalle camileri ile saray ve köşklerde kılınırdı. Camilerin bazısında teravih hatim-le kıldırılırken, bazı camilerde ise kısa sure ve ayetlerle kıldırılırdı. Osmanlı geleneğinde özellikle Topkapı sarayın-da özel imam ve müezzinler tarafından kıldırılan teravih vardı ki buna Enderun teravihi ve cumhur müezzinliği denilirdi.

Enderun teravihi ilk olarak çift ezanla başlardı. Bu aralıkta namaz için cemaat abdeste kalkardı. Sün-net ve farzın ardından teravih başlardı. Teravih dörder rekâtla kılınırdı. Teravihin ilk dört rekâtında saba veya dügâh, ikinci dört rekâtında hüzzam, üçüncü dört rekâtın-da ferahnâk, dördüncüde evc, beşincide ise mutlaka acem makamları icra edilirdi. İmam namazı bu makamlarla kıldırırdı.

Teravihler bittikten sonra halk soluğu Beyazıt, Vezneciler, Saraçhane ve Direkler Arası’nda alırdı. Buralarda bulu-nan mekânlarda çay ve kahveler eşliğinde muhabbetler edilirdi. Aynı zamanda bu semtlerde çocuklar için karagöz gölge oyunları ve meddah gösterileri bulunurdu. Sahurun yaklaşması ile evlerde yemek hazırlıkları başlardı.

İmsakın yaklaşmasına yakın minarelerde temcitler okunur ve imsak vakti top atışlarıyla haber verilirdi. Sabah namazlarının kılınmasıyla insanlar dinlemeye çekilirdi. Osmanlı’da Ramazan günleri sokaklar daha sessiz olur-du. İnsanların bazıları camilerde ibadetle meşgul olurken bazıları ise orucu uykuya tuttururlardı.

Sarayın Ramazan günleri ise bir başkaydı. Öğleden sonra

padişahın huzurunda başlayan tefsir dersleri bulunurdu. Bu derslerde padişah ortaya bir mesele atar, atılan bu me-sele âlimler tarafından bir sonuca bağlanmaya çalışılırdı. Bu usul gereği olacak ki sual soran ve sual sorulan âlimler “huzur dersleri”nde hazır bulunurlardı. Huzur derslerin-in usulü, resmi olmayan bir düzen çerçevesinde üçüncü Mustafa zamanına kadar devam etmişti. Üçüncü Mustafa bu derslere resmi bir statü kazandırmıştı. Sultan Abdülh-amid zamanında ise dersler sekiz oturumlu ve her ders için bir sual sorulan ve on beş sual soran âlim tarafından gerçekleştirilmeye başlanmıştı. Huzur dersleri bu akış içinde ikindiye kadar sürerdi.

Saray dışında ise iftar heyecanı başlardı. İftar vakti gelince ezan okunur, toplar atılır, kandiller ve mahyalar yakılmaya başlanırdı. Ramazan ayının on beşine kadar yukarıda an-lattığımız mutat program uygulanırdı. Ramazan ayının on beşinde ise padişah tarafından Peygamberimizin Topkapı

sarayındaki kutsal emanetleri ile hırka-i saadet ziyaret edilirdi. Ziyaretten sonra padişah her on nefere bir tepsi baklava düşecek şekilde ziyafet verirdi.

Ramazan ayının son on günü girildiğinde ise camiler itikâfa girenleri ağırlardı. Ancak halkın çoğunluğu yirmi yedinci geceyi beklerdi. Bu geceden sonra ramazan ruhen biter fiilen devam ederdi. Bugünden itibaren bay-

ram hazırlıkları başlardı. Fıtır sadakaları ihtiyaç sahiplerine dağıtılarak onların da bayrama hazırlanması sağlanırdı. Camilerin minarelerdeki mahyalar ve müezzinler ise elve-da nidalarıyla Ramazan’ı uğurlarlardı.

Artık böyle huzurlu Ramazanlar kalmadı. Her şey de ki yozlaşma Ramazan kültürümüze de yansıdı. Önceleri çocuklar için yapılan ramazan eğlenceleri yerini şarkıcıların konserlerine bıraktı. Ramazan ayı ibadet ayı olmasına rağmen eğlence ayı oldu. İnsanlar orucun mahiyetini ve mahrumiyetini kaybetti. Ramazan artık zayıflamak için fırsat günleri olarak görülmeye başlandı. Teravih iftarda yediklerimizi eritmek için yaptığımız sporlara dönüştü. Bi-zler için Ramazan yemek saatlerinin değişmesinden başka bir şey olmadı. Hâlbuki Ramazan açın halinden anlama ayı, Kur’an-ı Kerim’i düşünüp anlama ve yaşama ayıdır. Allah Ramazan ayını hakkıyla geçirebilmemizi, yazdıklarımızla, okuduklarımızla amel etmeyi nasip eylesin

KAYNAKÇADursun GÜRLEK, Dersaadet’te Ramazan Akşamları

24 HAZİRAN 2016 Sayı 12

dosya yazıları

GİZLİ BİR HAZİNEYE YOLCULUKHüseyin GÜNEŞ

مجلة العلم25

dosya yazıları

العدد 12رمضان 1437

Toplumda Ramazan’ın yirmi yedinci gecesi olarak bilinen Kadir gecesi, müminleri hep birlikte camilere toplamaya, kötü huylarını terk ederek Allah’a sığınmaya, gecesinden sabahına kadar dua, zikir ve istiğfarlarla meşgul olmaya sevk etmektedir. Bu gece, toplumda bilindiği gibi sadece yirmi yedinci gecesi değil, Ramazan’ın son on gecesine gizlenmiş büyük bir hazinedir. Bu gecenin önemine atfen indirilen Kadir suresi bize bu geceyi şu şekilde tanıtmak-tadır.

“Biz onu (Kuran’ı) Kadir gecesinde indirdik.

Sen Kadir gecesinin ne olduğunu bilir misin?

Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır.

Gece Rablerinin izniyle melekler ve Ruh (Cebrail) her iş için iner dururlar.

Gece esenlikle doludur; ta fecrin doğuşuna kadar.”

Bin gece tabiri hakiki manada kullanılmış olabileceği gibi kesretten kinaye de olabilir. Her iki manada da bir çokluk bulunduğundan, kapalı olan kinaye manasındansa, haki-ki manayı tercih etmek daha uygun olur. Bin ay, yaklaşık 80 küsur seneye tekabül etmektedir. Bu gecede yapılan her hayrın, kat kat ecir olarak karşımıza çıkacağını düşündüğümüzde bu geceyi gizli bir hazine olarak düşüne-biliriz. Bu hazine yolculuğumuzda melekler ve Cebrail’in, yapılan hayır, hasenat ve dualar için ineceklerine dair müjdesini alır almaz, bu geceyi bir kurtuluş bilip arayışa düşüyoruz. Arayışlarımız sonucunda aklımıza takılan en önemli soru şu oluyor.

Peki, Kadir Gecesi Hangi Gün?

Kadir gecesi ile ilgili birçok hadis bulunmaktadır. Mute-ber hadis kaynaklarını incelediğimizde Kadir gecesinin Ramazan ayının son 10 gününün tekli gecelerinde old-

uğu işaretini alırız. Tam olarak bilinmemesinin hikmeti ise Ramazan’ın her gecesini aynı feyizle ikame edilmesinin istenmesidir. Bir başka boyuttan bakılırsa Allah’ın isimleri arasında en faziletli olan ism-i a’zamın saklanması gibi de düşünülebiliriz.

Peki, Kadir Gecesi Nasıl İhya Edilmeli?

Kadir gecesini ihya etmeye hiç gerek yoktur. Asıl ihya edil-mesi gereken biz ve nefislerimizdir. Efendimiz bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Bu ayda öyle bir gece vardır ki bin aydan daha hayırlıdır. Kim o geceden mahrum bırakılır ise bütün hayırlardan (saadetlerden) mahrum bırakılmış demektir. O gecenin hayrından da ancak mahrum olan nasipsiz kalır.”[İbni Mace] Bu nasipsizlerden olmamak için bu geceye önem vermeliyiz. Kötülüğe ve fuhşiyata sevk eden nefislerimizi ıslah etmek ve bir daha kötü işlere bulaşmam-ak için tövbe kapısının kulpunu sımsıkı tutup Rabden, kalan ömrümüzü geçen ömrümüzden daha hayırlı kıl-masını istemeliyiz.

Abdullah bin Mübarek 1100 hocadan ders aldığı ama on-dan daha faziletlisini görmedim dediği zat olan Süfyan-ı Sevrî: “Kadir gecesi, dua ve istiğfar etmek namazdan se-vimlidir Kur’an okuyup sonra da dua etmek daha güzeldir.” demiştir.

Âlemlere rahmet ve güzel ahlakı tamamlamak için gönder-ilen yüce zat Hz. Aişe’ye “Allah›ım sen çok affedicisin, affı seversin, beni affet.” duasını Kadir gecesi yapmayı tavsi-ye etmiştir. Bu dua ve tavsiyelerin yanında kişinin Kadir gecesiyle ihya olunması için en güzel yol Efendimizin Ramazan’ın son 10 gününde hiç terk etmediği itikâftır. İtikâfta kalan mümin her anını ibadet ve tâatla geçirip özellikle tekli gecelerde daha çok tesbih, tehlil, zikir, kuran tilaveti, tefekkür ve nefis muhasebesi ile meşgul olmalıdır. Teravihleri ve tehhecüdleri aksatmamalı, (varsa) kaza namazlarını kılmalı, ölmüşlerine hayırla dua etmeli ve Efendimize bol bol salavat getirilmelidir.

Ramazan’da Kadir gecesini bulmaya ve onunla ihya olun-maya çalışan kimseye Beşir ve Mübeşşir olan Efendimiz şu müjdeyi vermektedir:

“Kim inanarak ve karşılığını Allah’tan umarak Kadir gecesini ikame ederse geçmiş günahları bağışlanır.”[Buhari, Müslim]

26 HAZİRAN 2016 Sayı 12

kapak konusu

Beş Soruda Ramazan ve OruçMuhammed YAZICI i le Kapak KonusuSoru ve Düzenleme: Adem ÖZÇELİK

العدد 12رمضان 1437مجلة العلم27

kapak konusu

Bir Müslüman Ramazan’a nasıl hazırlanmalıdır?

Müslümanın Ramazan hazırlığı, üç ayların girmesiyle başlar. Recep ve Şaban aylarını ne kadar verimli geçire-bilirsek Ramazan’ın yoğun atmosferine o kadar kolay uyum sağlarız. Fazileti hakkında doğrudan ‘sahih bir hadis’ olmasa da Recep ayının önemini Allah Rasülü’nün “Şaban ayı, insanların Recep ve Ramazan arasında öne-mini farkedemedikleri bir aydır” sözünden (Nesai, Ahmed bin Hanbel, sahih) dolaylı şekilde anlıyoruz. Şaban ayının fazileti ise daha belirgin biçimde rivayetlerde yer alır. Müminlerin annesi Hazreti Aişe şunu aktarır: “Rasü-lullah sallallahü aleyhi vesellem, Şaban ayı kadar başka hiçbir ayda çok oruç tutmazdı.” (Buhari ve Müslim) Allah Rasülü’nün bizi irşad ettiği üzere, üç aylarda sergileye-ceğimiz kulluk performansı Ramazan’ın verimini doğrudan etkiler. Hadisten anladığımız üzere, özellikle Ramazan öncesi oruçla midenin vesair şehevi arzuların açlık ve yokluğa ısınması sözkonusudur. Her önemli şeye hazırlık, nasıl öncesinde alınan tedbirlere bağlıy-sa, Ramazan gibi sayısız bereket kaynağı bir aya da hazırlık, öncesindeki üç aylarda girdiğimiz dünyevilik perhizine bağlıdır. Bu arada Ku-ran-ı Kerim’in hakkını yemeyelim. Müslümanın Ramazan’a hazırlığının diğer boyutu, Kuran-ı Ker-im’le olan bağını güçlendirmesidir. Yine Kuran-ı Kerim’in ifadesiyle “Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’an’ın indirildiği aydır” (Baka-ra, 185) buyurulduğuna göre Ramazan’ı “Kuran sezonu”, “Kuran bayramı” saymamız gerekir. Bu bakımdan oruç ve Kuran bir bütündür. Biri gündüzleri sahibini yeme içmeden alıkoyuyorsa, diğeri geceleri sahibini uykudan meneder. Allah Rasülü Efendimiz ikisinin bütünlüğüne şöyle dikka-timizi çekmiştir: “Oruç ve Kuran kıyamet günü kula şefaatçi olurlar. Oruç der ki, ‘ey Rabbim, ben onu yemeden, şehvet-ten alıkoydum. Beni kendisine şefaatçi kıl.’ Kuran da der ki, ‘ey Rabbim, gece uykusundan onu ben uzaklaştırdım. Şimdi beni ona şefaatçi kıl.’ Böylelikle ikisi de sahiplerine şefaat ederler.”(Ahmed bin Hanbel, Taberani, Hâkim)

Şu soru sanıyorum orucun temel hikmetini anlamak için anahtar sorudur: Rabbimiz bizi neden aç bırakıyor?

Bu şekilde midenin doygunluğunu merkeze alarak yak-laşırsak kısır döngüye düşeriz. Meseleye Allah Celle Celalühû’nün rahmet ve lütfu olarak baktığımızda doğru cevaba yaklaşmış oluruz. Eğer O Zülcelal’in oruç tutanlar için hazırladığı ecri görme şansımız olsaydı, “neden bizi aç bırakıyor” gibi şikayetvâri bir soru yerine “keşke Rabbimiz bizden sürekli oruç tutmamızı isteseydi!” gibi özlemdolu bir dilekte bulunurduk. Allah Rasülü’ne isnad edilen şu söz sanıyorum bu noktayı daha iyi anlamaya yeterlidir: “İçin-den gelerek bir gün oruç tutan bir insana, şayet yeryüzü dolusu altın verilse bile, yine de hesap gününden başka hiçbir şey onun mükafaatını ödemeye yetmez.” (Ebu Ya’la, Taberani) Cevabın ikinci kısmına gelince, hepimiz biliriz ki, bağımlılık ne kadar tehlikeliyse, tedavi için o bağımlılığa uygulanacak perhiz de o kadar sıkıdır. Burada hastanın

duyacağı acı, perhizden, yani tedaviden değil, aslın-da hastalık mikrobuna olan bağımlılığındandır. Bir eroinmanın kriz anındaki tedavisiyle ayaküstü pan-suman yapılan birinin farkını düşündüğümüzde bu gerçeği daha iyi anlarız. Mide ve dünyevi arzular için de aynı şey geçerli. Hemen bütün dünyevi ve nefsani arzu ve ihtirasların yolu mid-eden başlar. Dolayısıyla o geçidin tutulması

ihtiras, isyan, kibir, gaflet ve hased gibi düşman taarruzlarına karşı koymak için hayati önem taşır.

Dolayısıyla midenin dikkate alınması ve doymanın alışkanlık haline getirilmesi Müslümanın düşmanla işbirliği yaptığı, ahiretini satışa çıkardığı anlamına gelir. Bu bir bakıma kulluk mükellefiyetinden istifa etmek demektir. Bunları abartılı bulanlar şu nebevi hadisleri bir daha oku-malıdırlar: “İnsanoğlu midesinden daha şerli ve kötü bir kap doldurmamıştır.” (Tirmizi, İbn Mace, İbn Hıbbban) Yine yanında geğiren bir sahabiye Allah Rasülü “yanımızda geğirme! Zira bu dünyada kim ne kadar doyduysa ahirette o kadar acıkacaktır” buyurur. (Tirmizi, İbn Mace, Beyha-ki) Hazreti Aişe doygun midenin nelere yol açacağını ne güzel özetler: “Peygamberlerinden sonra bu ümmette baş gösteren ilk bela, doymaktır. İnsanların midesi doyup be-denleri şişmanladıkça artık kalpleri zayıflamaya ve arzuları azmaya başladı.” (Buhari, Kitabü’d Duafâa’, İbn Ebi’d Dün-ya, Kitabu’l Cû’)

28 HAZİRAN 2016 Sayı 12

mütesesil makâlât & muhtelif yazılarkapak konusu

Peygamber Efendimiz yalan konuşmayı ve yalan dolanla iş yapmayı bırakmayanın oruç tutarak aç ve susuz kalmasına Allah’ın ihtiyacı olmadığını söylüyor. Buradan ideal bir orucun yeme içme dışında başka ahl-aki gerekleri de olduğunu anlıyoruz. Peki nedir yeme içme dışında uzak durmamız gereken bu davranışlar?

Aslında oruçla amaçlanan nefis terbiyesine aykırı her şey, oruçluyken uzak durmamız gereken tehlikelerdir. Allah Rasülü sallallahü aleyhi vesellem “kişi yalan konuşmayı ve yalan dolanla iş yapmayı bırakmazsa, Allah’ın onun yeme içmeden uzak durmasına ihtiyacı yoktur” (Buhari, Ebu Davud) buyururken orucun makdasıyla örtüşmeyen bu iki maddeyi misal olarak verir. Diğer ilgili rivayetlerde bunlara boş ve kötü sözün ve gıybetin eklendiğini gördüğümüzde tehlikeliler listesini uzatmanın mümkün olduğunu an-lıyoruz. Burada Allah Rasülü bize fotoğrafın bütününe bakmamızı, orucu tüm derinliğiyle anlamamızı söylüyor. Bu derinliği ıskaladığımızda Allah korusun orucumuzun açlık ve susuzluktan öteye geçmeye-ceğini yine kendi söylüyor. (İbni Mace, Nesai, İbni Huzeyme) Muhtevası fesada uğradığında şeklen muhafaza edilse de bütün iyilik ve ibadetler aynı çık-maz sokağa çıkarlar. Kuran-ı Kerim “bir tatlı dil, bir bağışlama, arkasından incitmenin geldiği sadakadan daha hayırlıdır” (Bakara, 263) derken zekat ve sadakal-arda aynı hassas noktayı işaret buyurur. Namazla alakalı da ilgili ayete dayanarak İbni Mesud, İbni Abbas, Haseni Basri ve İmam Katâde gibi sahabe ve selef büyükleri kıldığı namazla kötülük ve çirkinliklerden vazgeçmeyenler-in namazlarının kendilerini Allah’tan uzaklaştırmaktan öte bir işe yaramayacağını söylemişlerdir. Dolayısıyla had-islerde Ramazan’a ve onda oruç tutanın geçmiş seneki günahlarının affolacağına, ecrinin yediyüz kattan daha fazla verileceğine, hakkında yetmiş bin meleğin dua ve istiğfarda bulunacağına dair müjdelere muhatap olmamız için sözlü ve fiili her tür kötülükten uzak durmamız gerekir.

Son yıllarda iftar programlarının ve Ramazan etkin-liklerinin dini derinliğinden kültürel aktivitelere doğru kaydığı şeklinde eleştiriler yapılıyor. Siz tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu soru bidatları yeniden gündeme alıp enine boyuna tartışmamız gerektiğini gösteriyor. Dinin sağlıklı bünye-sinde katkı maddeleri anlamında bidat, yeni gelişmelere paralel şekilde güncellenen ibadet biçimlerinden (bidat-ı hasene), sapıklığa ve akabinde cehenneme sürükley-en uygulamalara (bidat-ı seyyie) kadar uzanan içerik ve çeşitliğe sahip. Buna bir de halkımızın maalesef din konu-sundaki cehaletini ve kalpleri İslam’a yeni ısınanların ülfet maslahatını eklediğimizde pratik manada çözüm hayli

zorlaşıyor. İbadetler ve gelenekler çoğu zaman birbirl-erden ayrılması zor bir yakınlıkta toplumlarda yaşar ve

gelişirler. Bu usûli izah elbette bahsettiğiniz Ramazan şenliklerini meşru göstermez. Ama neden ve nasıl böyle olduğunun açıklaması için bunları söylemek gerekiyor. Özellikle bu tür konularda hukuksuz ahl-akın ve dahası kanuni müeyyidesiz hukukun ne kadar eksik kaldığını görüyoruz. Dinin üst yöne-tim bazında vicdanlara hapsedilmesi politikalarının kötü neticesi bu. Bozuk ritüeller de saf icraatlar da

aynı gelenek deliğinden bize tevarüs ediyor ve vahyin ereğinden geçirmeden hepsini kanıksıyoruz. Bura-

da elbette hocalara, vaizlere ve ilahiyatçılara büyük iş düşüyor. Pratik zorluklarına rağmen akıntıya karşı kürek çekmek mecburiyetindeyiz. Evet, Ramazan şenlikleri çığırından çıkmış ve manevi derinliği kaybolmuştur. Özel-likle belediyelerin imaj yarışı ve rant ihaleleri halkımızın Ramazan iklimine gölge düşürüyor. Adetlerin ibadetleşm-esi ve ibadetlerin adetleşmesinin özellikle Osmanlı’nın son dönemlerindeki Levantenler tarafından gercekleştiğini görüyoruz. Ramazan şenlikleri de bu umumi fotoğraftaki en belirgin kare.

العدد 12رمضان 1437مجلة العلم29

kapak konusu

Son olarak Peygamber Efendimizin Ramazan programından kısaca bahseder misiniz? Sahuru, iftarı ve ibadet düzeni nasıldı onun bu ayda?

Bizdeki gibi Ramazan’a keskin ve ani geçiş yoktu Allah Rasülü’nün yaşantısında. Bir önceki Şaban ayının belki yarısını oruçla geçirmiş, gece ibadetini ve ayakları şişene dek namaz kılmayı adet edinmiş, her koşulda iyilik ve yardım duygusunu canlı tutmuş bir örnek şahsiyet olarak Allah Rasülü’nün Ramazan programı bizimki gibi ibadet ve oruçla tanışma değil, kulluğunu zirveye taşıma heye-canıydı. İlk sorudaki hazırlık devresi mükemmel geçtiği için sonraki bizzat yaşama dönemi de ideal şekilde geçiyor-du. Gece uyanır, saatlerce teheccüd kılar, oruca mutlaka sahurla başlar, sabah namazından güneş doğuncaya ka-dar yerinde dua ve zikirle meşgul olur, ardından sahabe arkadaşlarını dinler, devlet meselelerini görüşür, günlük ih-tiyaçlarına yönelir, öğle sonrası kaylüle uykusuyla mübarek bedenini gece ibadeti için bakıma alırdı. Nereye davet edil-irse reddetmez, iftarı hurmayla, olmadı suyla açar, yatsıdan sonra -bugün yaptığımız gibi geç saatlere kadar Ramazan meclislerine iştirak etmez- hemen istirahatine çekilir, gece ibadetine zinde bir şekilde uyanırdı. Ramazan’ın son on gününde mescidde itikafı hiç aksatmaz, Hazreti Cebrail’le karşılıklı veya tek başına yoğun şekilde Kuran-ı Kerim okur, ayetler üzerinde uzun uzun düşünür, içli içli ağlardı. Rabbimiz Azze ve Celle onun sünnetini hayat tarzı edinen-lerden eylesin cümlemizi.

30 HAZİRAN 2016 Sayı 12

dosya yazıları

Yahya b. Ebi Kesir Ramazan ayını karşılama babında şöyle dua ederdi: “Allah’ım Ramazan ayı için beni sağlıklı kıl! Ramazan’ı da bana selamet ayı kıl! Ramazan ayını, amellerimi kabul etmiş bir şekilde benden al!”

Ebu Hureyre ve arkadaşları oruçlu oldukları zaman mes-citte oturur ve orucumuzu temizliyoruz derlerdi.

Şefey b. Mati el-Asbahi der ki: “İki kişi yan yana omuz omuza namaz kılıyor olabilir ama ikisinin namazı arasında yer ile gök kadar fark vardır. Aynı evden iki kişi oruç tutuyor olabilir ama ikisinin orucu arasında yer ile gök kadar fark vardır.”

Said b. Cübeyr der ki: “Ramazan ayının son on gününün gecelerinde lambanızın ışığı hiç sönmesin.”

Hz. Ali der ki: “Oruç sadece yemek ve içmekten uzak-laşmak değildir. Oruç batıldan, yalandan ve boş işlerden uzaklaşmaktır.”

Ömer b. Abdülaziz Ramazan bayramı günü hutbeye çıkıp şöyle demiştir: “Ey insanlar! Otuz gün boyunca Allah için sahura kalkıp oruç tuttunuz. Bugün ise çıkıp amellerinizin kabul edilmesini diliyorsunuz. Seleften birisini Ramazan bayramı gününde hüzün kaplardı da etrafındakiler ona ‘Bugün neşe ve ferahlık günüdür. Bu hüznünün sebebi ne-dir?’ diye sorduklarında o şöyle karşılık vermiştir: ‘Doğru söylüyorsunuz. Fakat ben efendimin bir kölesiyim o benim amellerimi kabul etti mi etmedi mi haberdar değilim.”

Seleften bazıları senenin altı ayında Ramazan’a ulaşmak için altı ayında da amellerinin kabul edilmesi için dua ed-erlerdi.

Ebu Hureyre (ra) şöyle buyurmuştur: “Gıybet oruç kalkanını deler geçer. İstiğfar bu kalkanı onarır. Öyleyse siz elinizden geldiğince kalkanlarınızı onarın.”

İmam Gazali oruç hakkında şunları söylemiştir: “Malum-dur ki oruçtan maksat; takvaya ulaşmak için biraz acıkmak ve şehveti kırmaktır. Mideyi akşama kadar bekletip acık-tırdıktan ve akşamüzeri bol ve nefis yemeklerle karşısına çıktıktan sonra kuvvetinin artıp, şehvetinin çoğalacağı ve eski hâli ile bırakılsaydı harekete geçmeyen şehvetlerinin bu suretle harekete geçmiş olacağı da meydandadır.”

Abdulkadir Geylani Ramazan ayı hakkında şunları söylemiştir: “Ramazan ayı, safa ve vefa ayıdır. Ramazan ayı zikredenlerin ve sabredenlerin ayıdır. Bu ay, senin kal-binin ıslahına, Rabbine karşı ma’siyet işlerinden sökülüp çıkmana, kötülük ehli kimselerden ve günahkârlar ar-asından sıyrılıp çıkmana bir tesir etmez ise senin kalbine ne tesir edebilir? Ve senden ne gibi bir hayır beklenebilir? Sende ne gibi bir hayır bakiyesi kalır? Felahına dair nasıl bir ümit beslenir?”

İmam Rabbani “Bütün sene boyunca gelen cümle hayır-lar ve bereketler bu ayın bereket denizinden bir damladır.” buyurmuştur.

SELEF-İ SALİHİN İLE RAMAZAN’A DAİRMehmet Esad SEVİM

KAYNAKÇA*Hilyetü’l-evliya *Letaifu’l-Mearif *İhya-u ulumuddin

مجلة العلم31

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

العدد 12رمضان 1437

ABDULLAH KÜSKÜ

BİR HANEFİ-OSMANLI ÂLİMİ OLARAK İBN MELEK 821/1418’den sonra

32 HAZİRAN 2016 Sayı 12

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

İbn Melek olarak meşhur olan zatın adı Abdulllatif bin Abdilaziz bin Eminiddin bin Firişte el- Kirmani’dir.1 Sicilli Osmânî’de isminin ‘İzzuddin’ ile başladığı görülmek-tedir.2 İbn Batuta’nın verdiği bilgiye göre, Aydınoğulları döneminde Birgi kadılığı yaptığını öğrenmekteyiz. İbn Batuta, Firişte’nin melek anlamına geldiğini ve dindarlığı, güzel ahlakı ve fazileti sebebi-yle bu ünvânın kendisine verildiğini söylediği halde DİA’da İbn Melek lakabını niçin aldığı bilinmemektedir, denir.3 Ken-disi Hanefi fakihi olan İbn Melek hem usulcü hem de muhaddis bir sûfîdir.4 Tireli olduğu,5 Manisa Saruhan medresesinde ilim tahsil ettiği,6 Aydınoğlu Mehmet Bey (v.733/1333) tarafından Tire’de yaptırılan Aydınoğlu Süleyman Şah medresesinde müderrislik yaptığı7 ve bu çevrenin Yıldırım Bayezid zamanında Osmanlılara geçmesi döneminde de medresesinde müderrisliğe devam ettiği kaynaklarda yer alır.8 Doğum tarihine dair hiçbir kayıt bulunmamakla birlikte vefat yılıyla ilgili olarak da kay-naklarımız muhtelif tarihleri kaydetmiştir. İzzuddin Abdullatif’in vefat yılını Uzu-nçarşılı 793/1394 olarak, Mehmed Sureyya 820/1417 olarak zikrederken Bağdatlı İsmail Paşa 801/1399 olarak9 kaydetmek-tedir. Fakat bir karine olması bakımından DİA, Tire Necip paşa kütüphanesinde bulunan Şerhu Menâri’l Envâr’ın müellif hattı olduğunu ve 821/1418’de yazıldığını göstererek İbn Melek’in bu tarihten son-ra vefat etmiş olabileceğini zikreder.10 Evliya Çelebi İbn Melek’in kabrinin Tire’de olduğunu kaydeder.11 Taşköprüzâde, İbn Melek’in sapık Hurûfîlik fırkasında bir kardeşinin olduğundan bahseder.12 DİA, İbn Melek’in kardeşinin adını tespit ederken birkaç ihtimalden bahseder ve biyograf-isinin kaleme alındığı madde başlığını FERİŞTEOĞLU, Abdulmecid olarak tayin eder.13

Hanefi Usûl ve Fıkhına Dâir Telifâtı:

Usûlcü bir fakih olması bakımından yazdığı pek kıymetli eserlerden ilki: Şerhü Menâri’l-envâr’dır. İbn Melek bu çalışmasını, Ebû’l- Berekât en- Nesefî’nin (v.710/1310) Hanefi mezhebinin fıkıh usulüne dair yazdığı, kendisine birçok şerhin14 yapıldığı el-Menâr adlı eser üzerine yapmıştır. Es-erde Hanefi mezhebinin yanı sıra Şâfiî ve Mâlikî fakihlerinin görüşleri de kritize edil-ir ve mukâren usûlu fıkıh görünümü arz eden bu usûl eseri uzun yüzyıllar Anadolu medreselerinde ders kitabı olarak okutul-muştur. Birçok kere Osmanlı ve Arap baskısı yapılmış olan eser günümüz Arap okulları ve Türkiye medreselerinde halen tedris edilmektedir. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın “Usûlu Fıkıhtan Menâzilü’l-envâr’ı da şerh etmiştir” şeklinde verdiği bilgi Allah-ü a’lem sebkı kalemdir. Zira İbn Melek’in bu isimde bir usûl eseri olmayıp var olan tek usûl eseri Şerhü Menâri’l-envâr’dır.15

İbn Melek’in Hanefi mezhebine dair diğer bir eseri: Şerhü Mecma’i’l-bahreyn’dir. Hanefi mezhebinin Mütûnü erba’a/dört fıkıh metninden biri olarak sayılan İbn Sââtî’nin (v.964/) Mecmâ’u’l Bahreyn ve Mülteka’n Nehrayn adlı eseri üzerine yapılmış bir şerh çalışmasıdır. Taşköprîzâde bu eseri “Bizim ülkemizde makbul bir çalışma” olarak niteler.16 İbn Melek’in bu eseri üzerine İbn Kutluboğa’nın bir haşiyesi de mevcuttur.17

Hanefi mezhebi furû’ kitapları arasında üze-rine şerh ve haşiye çalışmaları yapılmış eserlerden biri olarak Burhânüşşerîa’nın Vikâyetü’r-rivâye fi mesâili’l-hidâye’sine İbn Melek de Şerhü Vikâye adında bir şerh kaleme almıştır. Bu eseri Cafer adındaki oğluna Hidâyeyi okuttuğu zaman yazmaya başlamış hastalığı sebebiyle bitirememiştir. Takdiri ilahi diğer oğlu Muhammed tarafından tamamlanıp temize çekilmiştir.18 Bu sebepten ötürü Şekâik sahibi bu eseri

İbn Batuta’nın verdiği bilgiye

göre, Aydınoğulları döneminde Birgi kadılığı yaptığını öğrenmekteyiz.

Kendisi Hanefi fakihi olan İbn

Melek hem usulcü hem de muhaddis bir

sûfîdir.

مجلة العلم33

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

العدد 12رمضان 1437

İbn Melek’in oğlu Muhammed bin Abdullatif bin Melek’in eserleri arasında zikretmiştir.19

Şerhü Tuhfeti’l-mulûk, İbn Melek’in Hanefi fakihi Zeynüddin Ebu Bekir er-Râzi’nin iba-det fıkhına dair olan muhtasar Tuhfe’sine yazdığı şerhtir.20

Hadis, Lügat, Tasavvuf ve Diğer İlimlere Dair Telifâtı:

Menâfiu’l-kur’an, el-Eşbah ve’n-nezâir, Kitâbü’l-mezâhir21 isimlerinde başka es-erleri de bulunan İbn Melek’in özellikle hadis ve lügat alanında yazdığı iki eser pek şöhret kazanmıştır. Bunlardan Me-bâriku’l-ezhâr fi şerhi Meşâriki’l-envâr adlı kitabı Radiyyü’d-din es-Sâğânî’nin hadis metnine şerhtir. Hadis izahlarının özlü bir şekilde yapıldığı özellikle fıkhi hükümler-in açıklanmasına yer verilen bu şerhi dahi Uzunçarşılı’nın “İbn Melek’in bütün eserleri müdekkıkânedir” ifadesiyle tavsif etmeli.

“Hakîr, çocukluğumda Ferişteh lügatini okuyup, ekmek yemeği, âdem öpmeyi onun kitabından öğrendik” diyen Evliya Çelebi, İbn Melek için hayır dua ederiz, der.22 En eski Arapça-Türkçe sözlüklerden olan bu eserin adı “Manzum Kânûni Lugati İlâhi”dir. Kur’an lafızlarının Türkçe anlamlarını kaydettiği bu eseri torunun için kaleme almıştır.23 Ayrıca kaynaklarda oğlu Abdulmecid tarafından sultan II. Murad’a takdim edilen Lugati Kur’aniye adında bir esere daha rastlamak-tayız.24

Taşköprizâde, İbn Melek’in Tasavvuf ilmine dair yazdığı eseri gördüğünü söyler. Ayrıca bu eserin, müellifinin şeriatla kayıtlı kal-an mutasavvıfların irfanlarından büyük bir hazza eriştiğine delalet ettiğini de belirtir.25 Hadis, eser, hikâye ve şiirleri içeren Bedrü’l-vâizîn ve Zuhru’l-âbidîn isimli eserini ise Sultan Bayezid’a hediye etmiştir.26 Allah kendisinden razı olsun.

KAYNAKÇA

1-Hayruddin ez- Zirikli, el-A’lam, Daru’l-İlim li’l-Melâyîn, Beyrut-Lübnan, 2007, 8 cilt, c. 1, s. 59.

2-Mehmed Süreyya, Sicilli Osmânî, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1996, 6 cilt, c. 3, s. 843.

3-İbn Batuta, Büyük Dünya Seyehatnâmesi, Yeni Şafak, t.y. , y.y. , s. 216. Ayrıca Arapça asıl kaynak olarak bakınız: İbn Batuta, Tuhfetü’n Nüzzâr, Dâru İhyâi’l-Ulûm, Beyrut, 1996, s. 306. Dia, İbn Melek, c. XX. , s. 175.

4-Ömer Rıza Kehhale, Mu’cemü’l Müellifin, Müesse-setü’r-Risâle, Beyrut, 1993, 4 cilt, c. 2, s. 215.

5-Ahmet Özel, Hanefi Fıkıh Âlimleri, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara, Eylül 2013, s. 167.

6-Evliya Çelebi, Seyehatnâme, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1993, 10 cilt, c. 8, s. 525.

7-Ahmet Özel, Hanefi Fıkıh Âlimleri, a.g.e. , s. 167. Evliya Çelebi bu medreseyi bizzat İbn Melek’in adıy-la zikreder. Bknz. A.g.e. , cilt 8, s. 562.

8-İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlm-iye Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1988, s. 229.

9-İsmail Paşa el-Bağdâdî, Hediyyetü’l Ârifîn , Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut-Lübnan, 1951’in ofset baskısı, 4 cilt, c. 3, s. 617.

10-Dia, İbn Melek, c. XX. , s. 175.

11-A.g.e., c. 8, s. 564.

12-Taşköprîzâde, eş-Şekâiku’n Nu’maniyye, Dâ-ru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut-Lübnan, 1975, s. 30.

13-DİA, Firişteoğlu Abdulmecid, c. XIII, s. 134.

14-Bursalı Mehmed Tahir Efendi, Osmanlı Müellifleri, Meral Yayınevi, İstanbul, t.y. , 3 cilt, c. 1, s. 349-350.

15-Bknz, Uzunçarşılı, a.y.

16-Taşköprîzâde, a.y.

17-DİA, İbn Melek, c. XX. , s. 175.

18-Bursali Mehmed Tahir Efendi bu bilgileri Şakâikı Numâniye ve Keşfü’z- Zunûn’dan nakletmiştir; c. 1, s. 350.

19-Taşköprîzâde, a.g.e. , s. 31.

20-Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zunun, Dâru İhyâi’t-Türâ-si’l-Arabî, Beyrut-Lübnan, t.y. , 2 cilt, c. 1, s. 374-375.

21-Ahmet Özel, a.g.e. , s. 168.

22-Evliya Çelebi, Seyehatnâme, 8/562. Evliya Çel-ebi’nin İbn Melek hakkında “yedi yüz telifleri vardır” ifadesini hoşgörü ve övgü kabilinden söylenmiş olarak kabul ediyoruz.

23-Bursalı Mehmed Tahir Efendi ve DİA, a.y.

24-Sicilli Osmânî, Mehmed Süreyya, 3/844.

25-Taşköprüzâde, a.y.

26-Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zunun, 1/231. Kaynakların tasavvuf alanındaki eseri olarak bahsettikleri de belki bu eserdir!

Eserde Hanefi mezhebinin

yanı sıra Şâfiî ve Mâlikî fakihlerinin

görüşleri de kritize edil ir ve mukâren usûlu fıkıh görünümü arz eden bu

usûl eseri uzun yüzyıllar Anadolu medreselerinde ders kitabı olarak

okutulmuştur..

Uzunçarşılı “İbn Melek’in bütün

eserlerinin müdekkıkâne”

olduğunu söyler.

34 HAZİRAN 2016 Sayı 12

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

Denge Dini İslamMustafa Alp

مجلة العلم35

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

العدد 12رمضان 1437

İslam zıtların dostça buluşması, karşıtların mükem-mel uyumudur. İslam her şeyi birbiriyle dengede tutan ölçüdür. Hayatın ve ölümün, korkunun ve ümidin, gencin ve yaşlının, hanımın ve kocanın, evladın ve ana babanın, liderin ve halkın, fakirin ve zenginin kaynaşması ancak İslam’la mümkün olur. İslam her konuda akla gelebilecek bütün istismarların önünü almış, her çeşit zulmün yolunu kapamıştır.

İslam sadece bir kesimin yararına değil, herkesin yararına konuşur. Kanunları zamanlar ve konumlar üstü Rabbimiz tarafından belirlendiği için her dönemin şartlarında uy-gulanabilecek zengin içeriği ve her insanın hislerine etki edebilecek sonsuz derinliği vardır. İslam galaksilerden kalp hallerine, yeni doğan bebeğin saçları ağırlığınca sadaka verilmesinden ölüm anında yapılan telkine kadar tüm hal ve aşamaları çepeçevre saran ilahi ağdır; her zerreyi ay-akta tutan dengedir. İslam gökler üstünden yeryüzüne vahiy ipiyle sarkıtılmış terazidir. İnsanların doğru hizaya gelmeleri ancak onun göstergesiyle mümkündür.

İslam bir taraftan fakire “kim insanlardan bir şey istemey-eceğini bana garanti ederse, ben de ona cenneti garanti ederim” (Ebu Davud, sahih) diyerek tok gözlü olmayı öğütle-miş, diğer taraftan zengine “onlar ki gece gündüz, gizliden açıktan mallarından yardımda bulunurlar” (Bakara, 274) buyurarak yardım için adeta fırsat kollamasını istemiştir. Fakirin kimseden bir şey istememesi, buna karşın zenginin vermek için fırsat kollaması olası istismarı, servetler arası uçurumu ve kalpler arası kini önleyen ne kusursuz bir den-gedir!

İslam bir taraftan kadınlara “iffetlerini korusunlar. Süslerini kendiliğinden görünen kısımlar dışında açığa çıkarmasın-lar. Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar” (Nûr, 31) diyerek kadından kaynaklı muhtemel fitnenin önünü almış, diğer taraftan erkeklere “bakışı bakışa ekleme (yabancı kadına tekrar tekrar bakma!) Kasıtsız olan birinci bakış doğaldır, ama ikinci bakış hakkın değildir” (Ebu Davud,

Ahmed bin Hanbel) buyurarak bakmanın nelere davetiye çı-karacağının bilinmesini istemiştir. Kadın erkek arası, yani cinselliğin iki kaynağı arasında bu ne müthiş dengedir! Kadın erkeğin zaafına ufak da olsa hitapta bulunmayacak, buna karşılık erkek bakışlarıyla bile kadının iffetini kirlet-meyecektir.

İslam alışverişte satıcı ve müşteriden her birine “Allah önceki ümmetlerden biri adamı malını satarken ve mal satın alırken müsamahalı olduğu için bağışlamıştır” (Sünen-i

Tirmizi) diyerek birbirlerine yapabilecekleri haksızlıkların önünü keser. Yine bir taraftan alacaklıya “eğer borçlu darlık içindeyse, geniş zamana kadar mühlet verin. Sadaka olar-ak bağışlamanız ise sizin için daha hayırlıdır” (Bakara, 280) diyerek anlayışlı ve cömert olmasını istemiş, diğer taraftan borçluya “zenginin (ödeme gücü olanın) borcunu ertelem-esi zulümdür” (Buhari, Müslim); “sizin en hayırlınız, ödemesi en güzel olandır” (Sünen-i Tirmizi) buyurarak borcuna karşı tavrını doğrudan Allah katındaki değeriyle ilişkilendirmiştir.

İslam bir taraftan her türden makam ve idare sahipler hak-kında “idarecilere ve muhafızlara yazık! Kıyamet günü birçok grup ‘ülker yıldızına saçlarımızdan asılıp yerle gök arasında sarkıtılsaydık da bu sorumluluğu üzerimize almasaydık’ diye istekte bulunacaklar”ını haber verirk-en (İbni Hıbban, Hâkim), diğer taraftan yönetim altındakiler için “hoşuna gitsin gitmesin, Müslümana itaat etmek ve söz dinlemek düşer, ancak kendisine günah emredilirse itaat göstermez” (Buhari, Müslim) esasını getirerek meş-ru olan konularda idareciye itaatin, Allah Rasülü’ne itaat, ona isyanın Allah Rasülü’ne isyan demek olduğunu hatır-latmıştır. (Buhari, Müslim) Bu, yönetenle yönetilen arasında ne müthiş dengedir! Yöneten, bir makama getirilmeyi asla kendi teklif etmeyecek kadar sorumluluktan korkacak, buna karşılık yönetilen ona itaatin Allah Rasülü’ne itaat an-lamına geldiğinin bilincinde olacaktır.

36 HAZİRAN 2016 Sayı 12

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

İslam bir taraftan “erkek olsun kadın olsun, her kim mümin olarak iyi işler yaparsa, işte onlar cen-nete girerler. Orada kendilerine hesapsız rızık verilir” diyerek insanların kurtuluşunu iyi şeyler yapmalarına bağlamış, (Ğafir, 40) diğer taraftan Peygamberimizin diliyle “bilin ki kimseyi ahirette yaptığı işler kurtarmaz” demiştir. Yanındakiler bunun üzerine “seni de mi kurtarmaz ey Allah’ın Rasülü?” diye sorduklarında Peygamberim-iz şu cevabı verir: “Evet, beni de, ancak Allah bana merhamet edip lütufta bulunursa başka.” (Müslim) Bu sözle, insanların yaptığı iyi şeylere tamamen bel bağlamamalarını tembihlemiştir. Bu durum, kuldaki korku ve ümit halini dengele-mek içindir. Ne sadece azaptan korkup cennet için gayretten vazgeçmeli, ne de sadece cen-neti ümit edip azaptan sakınmak için gayret etmekten geri durmalıdır. İslam bu noktada bir taraftan “aranızda cehenneme uğramayacak kimse kalmayacaktır. Bu Rabbinin kesinleşmiş hükmüdür” (Meryem, 71) derken, diğer taraftan “Allah yalnız kendi rızası için lâilâheillallah di-yen kimseye cehennemi haram kılar” (Buhari) buyurarak ömür boyu sürecek hassas dengeyi koymuştur.

Görüldüğü üzere, İslam’ın bütün esasları konumlar ve karşıtlar arasındaki hassas dengeyi sağlar. İslam’ı insandan evrene kâinatı ayakta tutan mükemmel ahlak direği olarak algılayalım. Yapılması hoş olan şeylerden (mendup, müste-hap) mutlaka yapılması gereken şeylere (farz, vacip) kadar hepsi ayrılmaz bir bütün olarak bu direğe güç verirler. İçlerinden biri alınsa veya yerinden oynatılsa direğe dayanan kâinat tehdit altında demektir. Bu nedenle İslam’a kasteden tüm evreni tehdit eder. İslam’a yönelen kendiyle birlikte evreni sağlama almış demektir.

Rabbim, bize din olarak İslam’ı, peygamber olarak Hazreti Muhammed’i seçtiğin için sana şükürler olsun, şükürler olsun, şükürler olsun!

مجلة العلم37

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

العدد 12رمضان 1437

MUTEZİLE’DE HADİS - 1 Bilal KAYI

“Mutezile’nin hadisleri inkâr ettiği” günümüzde çok yaygın bir kanaattir. Hemen herkes, Mutezile’ye mensup âlimlerin olur-olmaz sebeplerle hadisleri reddettiğini savunur.1 Söz gelimi Mutezile’nin bilimsel teoriler uğruna vahiy menşe’li nasları kurban ettiği dillerde dolaştırılır. İşte bu makalenin amacı, bu iddiaların ne kadar sağlam bir zeminde vücut bulduğunu ortaya koyabilmektir. Bu makalede “Gerçekten Mutezile fırkası öyle olur-olmaz sebeplerden dolayı nasları bir hiçmişçesine reddediyor mu? Bu iddianın kaynağı ne-dir?” gibi sorulara cevap bulmaya çalışacağız.2

Bu iddiaların kaynağı mezhebe muhalif müellifler tarafından kaleme alınan menâkıb, muhtelifu’l-hadis, milel ve nihal türü kitaplardır. Yani bu bilgiler bizzat mezhebe ait kay-naklara değil de, mezhebe muhalif kaynaklara dayanıyor. İmam Eşa’rî [v.324] “Makâlâtü’l İslâmiyyîn”de muhaliflerin, muhalefet ettiği görüşleri çarpıtarak, yanlış yorumlayarak hatalı bir şekilde nakletmesinden sitemle söz eder.3 “Huku-kun kuralı iki tarafı dinlemeden karar vermemek, Hakkın kuralı iki görüşü dinlemeden karar vermemektir.” düsturun-ca, konuyu bizzat Mutezilî kaynaklardan tetkik etmeye karar verdik.

Makale iki ana bölüm etrafında şekillenecektir. Bir-inci bölümde Ebu’l-Hüseyin el-Basrî’ye [v.436] ait olan “el-Mu’temed”4 adlı usûl-ü fıkıh kitabı üzerinden Mutezile mezhebinin haberlere/hadislere bakışı tespit edilmeye çalışılacaktır. Fakat şu bilinmelidir ki Mutezile mezhe-bi fazlasıyla heterojen bir yapıya sahiptir. Mezhep kendi bünyesinde çok farklı görüşleri olan birçok kişiyi barındırmaktadır. Bu sebeple “el-Mu’temed” üzerinden vereceğimiz tablonun tüm mezhebi yansıtamayacağını be-lirtelim. Ancak söz konusu eser mezhepte çok önemli bir mevkiye sahiptir. Bundan dolayı az-çok mezhebin genel karakterini vereceğini umuyoruz. İkinci bölümde ise İbn

Kuteybe, İbn Fûrek gibi müelliflerce kaleme alınmış olan muhtelefu’l-hadis kitaplarından Mutezile ile ilgili bölümleri incelemeye çalışacağız. İlk bölümde mezhebin haberler/hadisler karşısındaki usulünü, ikinci bölümde ise bu usulün fürûa nasıl yansıdığını belirlemeye çalışacağız.

El-Mu’temed Üzerinden Mutezile Mezhebinde Haber/Hadis

Haberin Tanımı ve Kısımları

El-Basrî konuyu daha geniş işleyebilmek için Edille-i Er-baa’dan ikincisi olan sünneti işlediği bölüme “Haberler” başlığını koymuş, sünneti de haberlerden bir kısım olarak mülahaza etmiştir.

Haberin Tanımı

El-Basrî, dilcilerin haberi “Kendisine doğru veya yanlış denebilen kelam”5 olarak tanımladıklarını belirttikten sonra bu tarife karşı iki itiraza yer verip, bu itirazlara karşı ver-ilmiş cevapları inceler. Konumuz açısından çok önem arz etmediği için buraya almıyoruz. Ardından kendisinin tercih ettiği tanıma yer verir: “Haber, bir şeyin diğer bir şeye nefiy veya ispat suretiyle nispetini bizzat gerektiren kelamdır.”6

Haberin Kısımları

Haberi, doğru haber ve yanlış haber diye ikiye ayırır. Bu-rada Câhız’ın muhalif görüşünü aktarır, verilen cevapları inceler ve Câhız’ın görüşünü reddeder. Yine konumuzu ilg-ilendirmediği için detaylara girmiyoruz.

Haberin Taksimi

Bu bölümde el-Basrî haberi çok kapsamlı bir taksime tabi tutar. Metin üzerinden anlaşılması biraz zor olduğu için şema üzerinden göstermeye çalıştık.

38 HAZİRAN 2016 Sayı 12

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

*EL-BASRİ’YE GÖRE HABER

Doğru Olduğu Anlaşılamayan

Haberler

Doğru Olduğu Anlaşılamayan

Haberler

Doğru Olduğu

Anlaşılan Haberler

Haberin Dışındaki

Sebeplerden Kaynaklı

Haberin İçindeki

Sebeplerden Kaynaklı

Zarureten

Bilinenlere Muvafık Olan Haber

İstidlâlen

Bilinenlere Muvafık Olan Haber

Göğün yerden yüksek olması gibi...

Allah’ın Hakîm olması gibi...

Haber Verenin (Muhbir)

Durumundan Kaynaklı

Haberi Dinleyenin

Durumundan Kaynaklı

Haberi Dinleyenin Haberi

Reddetmemesinden Anlaşılır

Haberi Dinleyenin Hal ve

Hareketlerinden Anlaşılır

Habere muvafık veya muhalif

hareket etmesi gibi...

Haberi Dinleyenlerin Çok

Sayıda Olup Haberi İnkar Etmemeleri

Peygamberin, huzurunda

nakledilen haberi inkar etmemesi

(Bu topluluğun bir baskı altında

olmaması şartıyla)

Muhbirin, Mevkiinden Dolayı

Yalan Söylemesi Mümkün Olmayan

Yalan Söylemesi

Asla Mümkün Olmayan Muhbir

Allah

Allah ve Resûlü’nün Şahitliğiyle

Mucizenin Delaletiyle

Peygamberler

Ümmet gibi...

Yalan Olduğu Anlaşılan Haberler

Yalan Olduğu

Anlaşılamayan Haberler

Haberin Dışındaki

Sebeplerden Kaynaklı

Haberin İçindeki

Sebeplerden Kaynaklı

Zarureten

Bilinenlere Muhalif Olan Haber

Semi’ veya Akli Bir Delile Muhalif Olan

Haber Kur’an’a muhalif

olan haber gibi...

Beş sayısının on

sayısından büyük olduğu haberi gibi...

Bu kısım, haberin naklediliş keyfiyetiyle ilgili

olup, yaygın olarak nakledilmesi gereken bir

haberin çok az kişi tarafından nakledilmesi

sebebiyle haberin reddedilmesidir. Bir

haberin yaygın olarak nakledilmesini gerektiren

durumlar üçtür.

Din

Âdet

Hem Din Hem de Âdet

Gadîri hum’da Allah Resûlü’nün(SAV)

Hz.Ali’yi halife tayin ettiğini bildiren

haber gibi...

Cuma namazında büyük bir topluluğun birisini suçlamasını

bir-iki kişinin nakletmesi gibi...

Mucizeler gibi...

Bu kısım sıhhatine mani’ bir durum olmayan âhad

haberlerle ilgilidir.

Birisinin söylediği sözü nakleder

Birisinin yaptığı fiili nakleder

«Allah Resûlu(s.a.v) şöyle buyurdu»

gibi...

«Allah Resûlu(s.a.v) şöyle yaptı» gibi...

Haber Kendisinde Amel Şartlarını

Taşıdığı İçin Amel Edilmesi Gerekli

Olan

Haber Kendisinde Amel Şartlarını Taşımadığı İçin Amel Edilmesi

Gerekli Olmayan

Allah Resûlü’ne(s.a.v) hususi durumlar

gibi...

Akla Muhalif Olan

Akla Muvafık Olan Allah

Resûlü’nün(s.a.v) söylemesi caizdir

Zorlamaksızın Te’vili Mümkün Olmayan

Zorlamaksızın Te’vili Mümkün Olan

Te’vil edilerek Allah Resûlü’ne(s.a.v)

nisbet edilir

Allah Resûlü’nün(s.a.v)

söylemesi caiz değildir

*Tablo haline getirebilmek için metinde bazı tasarruflarda bulunulmuştur. Daha detaylı

görmek isteyenler asıl metne müracaat edebilirler.

مجلة العلم39

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

العدد 12رمضان 1437

*EL-BASRİ’YE GÖRE HABER

Doğru Olduğu Anlaşılamayan

Haberler

Doğru Olduğu Anlaşılamayan

Haberler

Doğru Olduğu

Anlaşılan Haberler

Haberin Dışındaki

Sebeplerden Kaynaklı

Haberin İçindeki

Sebeplerden Kaynaklı

Zarureten

Bilinenlere Muvafık Olan Haber

İstidlâlen

Bilinenlere Muvafık Olan Haber

Göğün yerden yüksek olması gibi...

Allah’ın Hakîm olması gibi...

Haber Verenin (Muhbir)

Durumundan Kaynaklı

Haberi Dinleyenin

Durumundan Kaynaklı

Haberi Dinleyenin Haberi

Reddetmemesinden Anlaşılır

Haberi Dinleyenin Hal ve

Hareketlerinden Anlaşılır

Habere muvafık veya muhalif

hareket etmesi gibi...

Haberi Dinleyenlerin Çok

Sayıda Olup Haberi İnkar Etmemeleri

Peygamberin, huzurunda

nakledilen haberi inkar etmemesi

(Bu topluluğun bir baskı altında

olmaması şartıyla)

Muhbirin, Mevkiinden Dolayı

Yalan Söylemesi Mümkün Olmayan

Yalan Söylemesi

Asla Mümkün Olmayan Muhbir

Allah

Allah ve Resûlü’nün Şahitliğiyle

Mucizenin Delaletiyle

Peygamberler

Ümmet gibi...

Yalan Olduğu Anlaşılan Haberler

Yalan Olduğu

Anlaşılamayan Haberler

Haberin Dışındaki

Sebeplerden Kaynaklı

Haberin İçindeki

Sebeplerden Kaynaklı

Zarureten

Bilinenlere Muhalif Olan Haber

Semi’ veya Akli Bir Delile Muhalif Olan

Haber Kur’an’a muhalif

olan haber gibi...

Beş sayısının on

sayısından büyük olduğu haberi gibi...

Bu kısım, haberin naklediliş keyfiyetiyle ilgili

olup, yaygın olarak nakledilmesi gereken bir

haberin çok az kişi tarafından nakledilmesi

sebebiyle haberin reddedilmesidir. Bir

haberin yaygın olarak nakledilmesini gerektiren

durumlar üçtür.

Din

Âdet

Hem Din Hem de Âdet

Gadîri hum’da Allah Resûlü’nün(SAV)

Hz.Ali’yi halife tayin ettiğini bildiren

haber gibi...

Cuma namazında büyük bir topluluğun birisini suçlamasını

bir-iki kişinin nakletmesi gibi...

Mucizeler gibi...

Bu kısım sıhhatine mani’ bir durum olmayan âhad

haberlerle ilgilidir.

Birisinin söylediği sözü nakleder

Birisinin yaptığı fiili nakleder

«Allah Resûlu(s.a.v) şöyle buyurdu»

gibi...

«Allah Resûlu(s.a.v) şöyle yaptı» gibi...

Haber Kendisinde Amel Şartlarını

Taşıdığı İçin Amel Edilmesi Gerekli

Olan

Haber Kendisinde Amel Şartlarını Taşımadığı İçin Amel Edilmesi

Gerekli Olmayan

Allah Resûlü’ne(s.a.v) hususi durumlar

gibi...

Akla Muhalif Olan

Akla Muvafık Olan Allah

Resûlü’nün(s.a.v) söylemesi caizdir

Zorlamaksızın Te’vili Mümkün Olmayan

Zorlamaksızın Te’vili Mümkün Olan

Te’vil edilerek Allah Resûlü’ne(s.a.v)

nisbet edilir

Allah Resûlü’nün(s.a.v)

söylemesi caiz değildir

*Tablo haline getirebilmek için metinde bazı tasarruflarda bulunulmuştur. Daha detaylı

görmek isteyenler asıl metne müracaat edebilirler.

40 HAZİRAN 2016 Sayı 12

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

Bölümün sonunda el-Basrî, âhad haberler hakkında kendilerinin âhad haberlere bakışını yansıtan birtakım açıklamalarda bulunur. Önemine binaen kısaltarak ter-cüme ediyoruz:

“Bilmen gerekir ki Allah Resulü (s.a.v)’den nakledilen had-islerin hepsinin yalan olması mümkün değildir; çünkü bu kadar fazla haberi nakledenlerin, çokluklarına ve farklı kişiler olmalarına rağmen hepsinin yalan söylemesi âde-ten mümkün değildir. Allah Resulü (s.a.v)’den nakledilen “İleride bana söylemediğim şeyler nispet edilecek.” had-isi gereği, Allah Resulü (s.a.v)’den nakledilen her hadisin doğru olması da mümkün değildir. Eğer bu hadis doğru ise nakledilenler içinde uydurmalar var demektir. Yok, eğer yanlış ise zaten uydurma bir hadis nispet edilmiş olur.

Selef, rivayetlerin çoğunu reddederdi. Şu’be’den “Haber-lerin üçte biri uydurmadır.” dediği nakledilmiştir. Cebr ve teşbih görüşü içeren rivayetlerin çoğu ancak zorlayarak te’vil edilebilir. Bu durum ise, bu haberlerin Allah Resulü (s.a.v)’e aidiyetinde problem doğurur. Sonrakilerden ba-zıları bunları kasten uydurmuş olabilir. Bazı sahabîlerin yanılgıyla hadisi yanlış nakletmeleri de mümkündür. Mesela Allah Resulü (s.a.v) başka birinden (yanlış olduğunu beyan etmek için) bir söz naklediyordur; fakat sahabe Allah Resulü (s.a.v)’in kendisinin böyle söylediğini sanmıştır. Ya da sahabe, mak-sadı değiştirecek biçimde ve söyleniş gayesini bilmeden hadisi nakletmiş olabilir. Bundan dolayı Allah Resulü (s.a.v) konuşurken birisi içeri girince sözünü tekrar ederdi; çünkü bir sözün manası başına göre değişir. Bu saydığımız sebeplerden ötürü Hz. Âişe, Allah Resulü (s.a.v)’den na-kledilen “Veledi zina üç kişinin en şerlisidir.” ve “Tacir facirdir.” rivayetlerine karşı çıkmış ve “Allah Resulü (s.a.v) dolandırıcılık yapan faciri ve annesine söven veledi zinayı kastetmiştir.” demiştir. Aynı şekilde “Uğursuzluk kadında, evde ve attadır.” rivayeti hakkında “Allah Resulü (s.a.v) bu sözü (yanlış olduğunu beyan etmek için) başkasından nak-letmiştir.” demiştir. Yine Allah Resulü (s.a.v)’den nakledilen “Ölü ailesinin kendisine ağlaması sebebiyle azap görür.” sözüne karşı çıkmıştır.”7

Mütevatir Haber

El-Basrî önce duyuların dışında bilgi vasıtası kabul etmey-enleri ele alır. Onlara karşı delil olarak Horasan, Mısır gibi

beldeleri görmediğimiz halde, bize haber verenlerin bizde sağladığı bilgiyle bildiğimizi söyler.

Sonrasında Ebu Ali el-Cübbâî ve Ebu Haşim el-Cübbâî’nin mütevatir haberi zarurî bilgilerden ve Ebu’l Kasım el-Bel-hî’nin mükteseb bilgilerden kabul ettiğini belirtir. Konunun usûl-ü fıkıhta incelenmesini çok doğru bulmadığı için de-taylarını “Şerhu’l-‘Umed”e havale ederek meseleyi kısaca incelemeye başlar.

İlk olarak, iktisabî bilginin istidlâl ile oluşan bilgi olduğunu belirtir. Bundan dolayı olacak ki istidlâlin ne olduğunu açıklar: “İstidlâl, bazı bilgileri tertip ederek başka bir takım bilgilere ulaşmaktır.” Bu tanımdan sonra mütevatir haberin bu aşamalardan geçtiğini savunur. Bu bağlamda, müte-vatir haberin oluşabilmesi için birçok şartı barındırması gerektiğini, bu şartlardan kastın da bazı bilgilerin tertip edil-erek başka bir takım bilgilere ulaşılması anlamına geldiğini ve buna binaen mütevatir haberin istidlâlî olduğunu açıkça söyler.

“Mesela bir insan Çin’in varlığını bilir fakat onda oluşan bu bilginin tevatür şartlarını taşıdığını bilmez.” şek-

linde bir örnek vererek bu örneğin mütevatir haberi zarurî bilgilerden sayanların en güçlü de-lillerinden biri olduğunu söyler. Ancak bu delili de “İnsan Çin’i müşahede etmediği için, genel

olarak bu bilgiyi haber vasıtasıyla öğrendiğini bilir. Uzun bir zaman süresince Çin’in var olduğunu kendisine haber veren birçok kişinin bulunduğunu buna karşılık hiç kims-enin tersini iddia etmediğini bilir.” diyerek tenkit eder.

El-Basrî bu başlık altında takrirî sünneti detaylandırarak işler. Kısaltarak aşağıya alıyoruz:

“Allah Resulü (s.a.v)’in huzurunda birisi bir haber verirse; ya gördüğü bir şeyi ya da görmediği bir şeyi haber veriyordur. Gördüğü bir şeyi haber veriyorsa Allah Resulü (s.a.v)’in sükûtu o haberin doğruluğuna delildir. Gördüğü bir şeyi haber vermiyorsa; ya din işlerinden ya da dünya işlerinden haber veriyordur. Din işlerinden haber veriyorsa; ya şeriatta daha önce verilen bir hüküm, Allah Resulü (s.a.v)’in huzurun-da verilen habere muhaliftir ya da değildir. Muhalif değilse Allah Resulü (s.a.v)’in sukûtu o haberin doğru-luğuna delildir. Muhalif ise ya şeriatta değişmesi caiz

مجلة العلم41

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

العدد 12رمضان 1437

KAYNAKÇAHüseyin Hansu, Mutezile ve Hadis Literatüre baktığımızda konu hakkında pek bir şey yazılmadığını gördük. Daha detaylı ve derli toplu bilgiye sahip olmak isteyenler Hüseyin Hansu Bey’in “Mutezile ve Hadis” adlı doktora tezine müracaat edebilirler.Eş’arî, Makâlâtü’l-İslamiyyîn, s.7Makalede Ahmed Bekir ve

Hasan Hanefi’nin yardımlarıyla Muhammed Hamidullah’ın yaptığı neşirle birlikte onun kopyası gibi duran Halil el-Meys’in yaptığı neşri birlikte göz önünde bulundurduk. كالم يدخل الصدق والكذب“ كالم كالم“ يفيد بنفسه إضافة أمر من األمور إلىأمر من األمور إثباتا أو نفياEl-Mu’temed, s.551age, s.554-555

olan hususlara muhaliftir ya da şeriatta değişmesi caiz olmayan hususlara muhaliftir. Şayet şeriatta değişmesi caiz olan hususlara muhalif ise Allah Re-sulü (s.a.v)’in sükûtu o haberin doğruluğuna delildir. Şayet şeriatta değişmesi caiz olmayan hususlara muhalif ise Allah Resulü (s.a.v)’in sukûtu o haberin doğruluğuna delil olmaz. Bundan dolayı Allah Resulü (s.a.v)’in, Yahudi ve Hristiyanlarla karşılaştığında, onlardan duyduklarına itiraz etmesine gerek yoktur. Şayet dünya işlerinden bir şeyi haber veriyorsa Allah Resulü (s.a.v)’in sükûtu ya onaylamaması anlamına gelir ya da haberin doğruluğunu ya da yanlışlığını bilmediği anlamına gelir.”8

Takrirî sünnetten sonra el-Basrî, “Ümmet haber-i vahid üzerine icmâ ederse ne olur?” sorusunu gündemine alır. Burada temel olarak iki görüşü aktarır. Birincisi kendisinin tercih ettiği görüştür. Bu görüşü “Ümmet haber-i vahidin muktezası üzerine ve bu haberin sıhhati üzerine icmâ ed-erse o haber kat’î olur.” şeklinde ifade eder. İkinci görüş ise Ebu Haşim el-Cübbâî, Ebu’l Hasen ve Ebu Abdullah’ın tercih ettiği görüştür. Bu zatlar ümmetin, haber-i vahid üzerine başka bir delil yoksa icmâ etmeyeceğini söylerler. El-Basrî, sadece Abdurrahman b. Avf’tan gelen, Mecusiler hakkındaki rivayet üzerine sahabenin icmâ ettiğini örnek vererek bu görüşü tenkit eder.

Bu konudan sonra sahabenin çoğunun, muktezasınca amel ettiği ve amel etmeyenleri ayıpladığı haber-i vahi-di ele alır. Böyle bir haber-i vahidin kat’î olamayacağını savunur.

Yine bazı sahabîlerin muktezasınca amel ettiği, diğerlerinin ise te’vil ettiği haber-i vahidin de kat’î bir delil olamaya-cağını savunur.

Tevatürün Oluşum Şartları

El-Basrî, mütevatir haberi zarurî bilgilerden görenlerin -doğal olarak- tevatürün oluşması için her hangi bir şart koşmadıklarını söyler. Fakat kendisi gibi zarurî değil de mükteseb kabul edenlerin şu şartları koştuğunu söyler:

Bu haberi nakledenlerin ne anlaşarak ne de tesadüfi olarak yalan üzerine birleşmeleri âdeten mümkün olmamalıdır.

Verdikleri haber istidlâli değil, zarurî bir bilgi olmalıdır.

Şartları verdikten sonra neden bu iki maddeyi şart koştuk-larını şöyle izah eder:

“Eğer, her ne şekilde olursa olsun yalan üzerine birleşebilmelerini mümkün görürsek yalan söyle-mediklerinden emin olamayız. Eğer verdikleri haberin zarurî bilgilerden olmasını şart koşmazsak haber verdikleri istidlâli bilginin -onlar doğru sandığı halde- yanlış olmamasından emin olamayız.”

Son olarak tevatürün oluşabilmesi için bazılarının, haberi nakledenlerin sayılarının 20, 70 veya 300 kişi olması gibi şartlar öne sürdüklerini söyler. Haberi nakledenlerin en az 20 kişi olmasını şart koşanların “Eğer içinizde sabırlı 20 kişi olursa 200 kişiye galip gelirsiniz” [Enfâl, 65] ayetiyle is-tidlâl ettiklerini; en az 70 kişi olmasını şart koşanların Hz. Musa’nın (a.s) Allah’la görüşmeye giderken kavminden 70 kişi seçtiğiyle istidlâl ettiklerini; en az 300 kişi olmasını şart koşanların Bedir ashabının 300 kişi olmasıyla istidlâl et-tiklerini belirtir. Ancak bu konuda bu delillerle istidlâlin çok isabetli olmadığını söyleyerek en sonunda kendisinin bu sayıları şart koşmadığını belirtir.

42 HAZİRAN 2016 Sayı 12

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

Siyerin Anlaşılması İçin Câhiliye Araplarının Yaşantılarına Genel Bir BakışYrd. Doç. Dr. Sevim Özdemir

مجلة العلم43

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

العدد 12رمضان 1437

A. Câhiliye Kavramı Üzerine

Câhiliye Araplarının yaşantılarına geçmeden önce, Câhili-ye1 kelimesinin anlamları hakkında bilgi vermeye çalışalım:

Câhiliye kelimesi sözlükte, ilmin zıddı yani bilgisizlik2 anlamına geldiği gibi sukûnetin3 ve hoşgörünün4 zıddı anlamlarına da gelir. Bazı yazarlar o dönemi, yani İslâm öncesi dönemini, ruhî ve ahlâkî yaşamın az gelişmişliği nedeniyle barbarlık5 diye adlandırırken, bazıları da o dö-nem Araplarının din ve toplum hayatında görülen bazı sakat âdet ve geleneklerinden dolayı Câhiliye isminin ver-ildiğini söyler.6

Câhiliye kelimesinin, bilgisizlik anlamına geldiği, Mu‘allaka şairlerinden ‘Antere (ö.m. 614)’nin, Mu‘allakasında geçen 7

ت الخيل يا ابنة مالكلأ سا

هال

ميم تعل

ة بما ل

هل

إن كنت جا

“Atlılara sorsana bilmediklerini, ey Mâlik’in kızı, eğer bilm-iyorsan.”8

şeklindeki beytinde görülmektedir. Hoşgörünün zıddı olan barbarlık anlamında kullanılmasına bir örnek de yine Mu‘allaka şairlerinden ‘Amr b. Kulsûm (ö. m. 600)’un şu beytinde geçmektedir: 9

يناحد عل ن اأ

يجهل

ال ال اأ

فنجهل فوق جهل الجاهلينا

“Hele bize karşı birileri zorbalık10 göstermeye görsün, biz o zaman onlardan da zorba oluruz.”11

Ancak bu kelimenin bilgisizlik ve barbarlık anlamına kul-

lanılamayacağı, özellikle Yarımadanın güneyinde oturan Arapların, geliştirmiş olduğu kültür ve debiyatın, kelimenin bu şekilde anlaşılmasına imkân vermediği görüşü de baskın görüşlerden biridir. O görüşe göre bu devre “Yarımadada ilâhî kanunların, Allah’dan vahiy alan bir peygamberin ve vahye dayanan bir mukaddes kitabın bulunmadığı devre” manasına kullanılmaktadır.12 Bundan dolayı da daha önce belittiğimiz gibi Arapların din ve toplum hayatında bazı sakat âdet ve gelenekler ortaya çıkmıştır.

Bir başka tarifte ise “özel olarak Arapların İslâm’dan önceki dinî ve sosyal hayat telakkilerini, genel olarak da kişilerin ve toplumların günah ve isyanlarını ifade eden bir terim” olarak geçmektedir. İslâmî dönemde ortaya çıkmış olan Câhiliye kelimesi, gerek Kur’ân-ı Kerîm’de gerekse hadis-lerde, Arapların İslâm’dan önceki tutum ve davranışlarını, İslâmî devirden ayırt etmek için kullanılmıştır.13

Elimizde Arapların, İslâmiyetten önceki yaşantılarına dair, İslâm döneminde yaşamış olan râvilerin aktardıkları, Câhiliye şiirlerinde anlatılanlar, Tevrat, Kur’ân-ı Kerîm ve bazı Yunan ve Bizans kitaplarında geçen bilgilerin dışın-da pek fazla bir bilgi yoktur. Arap edebiyatı tarihçisi Hannâ el-Fâhûrî’ye göre Arapların ortaya çıkışından, Hz. Peyg-amberin hicret tarihi olan 622 senesine kadar uzanan zaman dilimi Câhiliye olarak isimlendirilir. Bu dönem de kendi arasında Birinci ve İkinci Câhiliye olmak üzere iki kıs-ma ayrılır. Birinci Câhiliye, tarihten önce M. V. asra kadar olan zamanı, İkinci Câhiliye ise, V. asırdan M. 622 sene-sine kadar olan zamanı kapsar.14 Bir başka görüşe göre ise Câhiliye dönemi Hz. Peygamber’e vahiy gelmesiyle birlikte sona emiştir. Ancak bu dönemin, Câhiliye zihni-yetini merkezi hâline gelen Mekke’nin fethiyle (8/630) son bulduğu da ileri sürülür.15

B. Câhiliye Dönemi Araplarında Sosyal Hayat

İsmini, sakinlerinin bizzat kendi verdiği16 ve Arapların vatanı olan Arap Yarımadası, batıda Kızıldeniz, güneyde Hint Okyanusu, doğuda Basra Körfezi, kuzeyde Irak ve Şam beldelerini içine alan bir bölgedir. Yaklaşık üç mily-on kilometrekarelik bir alanı kapsayan bu yarımada, kendi arasında Tihâme, Necd, Hicâz, Yemen ve el-‘Aruz olmak üzere beş bölgeye ayrılır.17

Sâmi ırkdan olan ‘Arapların, İbrânîler, Finikeliler, Arâmîler, Süryânîler, Bâbilliler ve Âsûrlularla bir bağı vardır. Hepsi

44 HAZİRAN 2016 Sayı 12

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

aynı köktendir ve dilleri arasında bir benzerliğin yanı sıra yaratılış olarak da birbirlerine yakındırlar.18

Câhiliye Arapları, yerleşik ve göçebe19 olmak üzere iki topluluktan oluşur. Yerleşik hayat sürenler, köylerde ve şehirlerde otururlar, saraylarını ve tapınaklarını, Acem ve Rumlardan mübadele yoluyla almış oldukları harikulâde taşlarla süslerler. Bedevî hayatı sürenlere gelince, bunlar kıyafet, mesken gibi zarurî ihtiyaçlardan ancak kendilerine yetecek ölçüde sınırlı bir varlığa sahiptirler. Kıldan yapılmış çadırlarda otururlar.20 Kısacası bedevî hayatı ile yerleşik hayat sürenler arasında tamamen bir zıtlık vardır.

İslâm öncesinde yaşayan Arapların bu şekilde yaşamasında tabiat şartlarının önemli bir rolü vardır. Zira tabiat şartları Arap beldelerini iki kısma ayırır ve ayrılan kısımlar yaşadıkları hayat tarzıyla birbirlerinden farklıdırlar. Hicaz ve Necd bölgelerinin yer aldığı kuzey bölgesindeki Araplar, şartlara göre bir yerden bir yere göçerek hayatlarını sürdürürler.21 Buna sebep memleketin büyük bir kısmının çöllerle kaplı olmasıdır.22 Bunlar ne başkalarından etkilenirler ne de yaşantılarında bir değişiklik yaparlar.23 Bedevî hayatı yaşayan bu Araplar, başka milletlerle karışmamış, halis Arap ırkı olarak kabul edilirler24 ve konuştuklar dil de bugünkü anlamıyla Kur’ân dili yani fasîh Ara-pçadır.25 İçinde bulundukları çöl hayatı tarımla ve sanatla uğraşmalarına imkân vermez.26 Bu nedenle başlı-ca geçim ve beslenme kaynakları, hayvan yetiştiriciliğidir.27 Hayvanlardan elde ettikleri ürünlerle geçinirler, hayvan-lardan elde edemedikleri ihtiyaçlarını da mübadele yolu ile yerleşik kabilelerden temin ederler. Yine baskın ve yağma-lar da, çölde yaşayan bedevî Arapların bir diğer geçim kaynağıdır. Bu nedenle aralarında düşmanlık hiç eksik olmaz. Baskın ve yağmalardan dolayı kabileler, kendil-erini koruyacak kuvvetli bir kabilenin himayesine girmek mecburiyetinde kalsa da bu durum çok fazla sürmez. Ka-bile üyeleri birbirlerine her zaman kefildiler. Örneğin biri suç işlese, kabile bu suçu üzerine alır, ganimet ele geçirilse, bütün kabilenin sayılır. Cömertlik ve konukseverlik, bedevî Arapların güzel hasletlerindendir. Ancak bunun yanında bazı kabilelerde kız çocuklarını diri diri toprağa gömme gibi tamamıyle insanlık dışı âdetler de vardır. Yine aynı şekilde kana, kan ile karşılık verilir, intikam alma, kutsal bir görev olarak addedilir.28 Örneğin saf ve ferdiyetçi bir ruha sahip olan bedevîler, “Allah bana ve Muhammed’e merhamet

etsin, bizden başka da hiç kimseye” şeklinde dua ederl-er.29 Bedevî Araplarda varolan intikam alma duygusu, yıllar süren savaşların başlamasına neden olmuştur. Örneğin Dâhis ve’l-Ğabrâ Savaşı, Besûs Harbi ve Yevmu’l-Bu‘âs vakaları bu savaşlardandır ve bunlar Arapların tarihinde Eyyâmu’l-‘Arab diye adlandırılır.30

Güneyde yaşayan Araplar ise kuzey bölgesindekilere naz-aran medenîdirler31 ve idarî işlerde daha tecrübelidirler.32 Bunlar Yemen, Hadramevt ve bunlara komşu sahillerde otururlar ve Afrika’daki Habeş dili ile çok yakın bir ilişiği bulunan Sebe’ ya da Himyer dili diye adlandırılabilecek kendilerine has eski bir Sâmi dili konuşurlar.33 Yerleşik bir hayat süren bu Araplar, herhangi bir zorunluluk olmadığı sürece yurtlarından ayrılmazlar.34 Geçim kaynakları ise ziraat ve ticarettir.35 Çölde yaşayan bedevî Araplara nazaran Asya ve Afrika ırklarıyla karışmışlardır.36 İklimi ziraat için elverişli olan Yarımadanın güneyinde gelişen ziraat ve ticaret kültürü sayesinde, akarsuları emniyet al-tına almak için yapılmış bendler, mabedler, kalıntılarıyla

günümüzde dahi dikkatleri çekmekte ve beğeni to-plamaktadır.37

Câhiliye döneminde Araplar sosyal yapı olarak hürler, esirler ve mevâlî olmak üzere üç sınıftan

oluşur.

1. Hürler; aile topluluğunun veya kabilenin ortak adını taşıyan ve aynı haklara sahip olan kimselerdir. Bunlar birlikte göç eder ve birlikte savaşırlar. Aralarından çıkan şairler, kâhinler ve savaşlarda cesaretleriyle ün kazanan-lar, diğerlerine nazaran üstün kabul edilseler de hak ve yaşayış bakımından bir farkları yoktur.38

2. Esirler; bu sınıf köle ve cariyelerden oluşur ve hürlerin sahip olduğu şeref ve haklardan mahrumdurlar. Bunlar ya savaşta yakalanırlar ya da esir pazarlarından satın alınır-lar. Câhiliye döneminde köle ve cariyelere acımasızca muamele edilir hatta efendisi tarafından öldürülebilirdi.39

3. Mevâlîler; azad edilmiş köle ve cariyelerden oluşan bu sınıf, azad edenin kabilesine mensup sayılır ve mevki olarak hürlerin altında, esirlerin üstündedir. Bunlar hür bir kadın veya kızla evlenemezler ve kısaslarda, hürlerin ce-zasının yarısı ile cezalandırılırlar.40

مجلة العلم45

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

العدد 12رمضان 1437

C. Câhiliye Dönemi Araplarında Dinî Hayat

Câhiliye döneminde Araplarda Yahudilik, Hristiyanlık ve Putperestlik olmak üzere üç din yaygındır. İçlerinden en yaygın olanı putperestliktir.41 Yahudilik, Arap Yarımadasın-da İslâmiyetten asırlar önce yayılmıştır. Yahudilerin yoğun olarak bulunduğu yer, bugün Medine diye anılan Yesrib’di. Ancak Yarımadada yerleşen Yahudilerin, aslen Yahudi mi yoksa Yahudileşmiş Araplar mı olduğu konusunda ihtilaflar vardır. Bu durum, konumuz dışında olduğu için detaylı bir şekilde anlatmıyoruz. Yahudiler, Yarımadada dinlerini yaymaya çalışmışlar ve Yemen kabilelerinden42 pek çoğu Yahudiliği kabul etmişlerdir. Yahudiler, Tevrat’ın öğretilerini ve bazı hurafeleri halk arasında yayarken, Arap dilini de et-kilemişler ve daha önce Arapların bilmedikleri Cehennem, Şeytan ve İblis gibi bazı kelimeleri Arap diline katmışlardır. Yahudilerin, Araplara olan bir diğer etkisi Yunan kültürünün yaygınlaşmasıydı. Zira Yahudiler, Yunan-Roma hâkimiyeti altında çok uzun süre yaşamışlar ve Yunan terbiye ve edebiyatı ile yetişmişlerdir.43

Arap Yarımadasında varlığını sürdüren bir diğer din Hristiyanlıktır. O çağlarda birkaç fırkaya bölün-müş olan Hristiyanlıktan, Nastûrîler ve Ya‘kûbîler fırkası Arap Yarımadasına sokulmuştur. Hristiyanlığın, Araplar arasında yayılması sonucu, bazıları manastır inşâ edip rahipliğe meyletmişlerdir. Papaz ve rahipler, Arapların pazarlarına gelerek va’z etmişler, ölümden sonra dirilmekten, hesap gününden ve cennet ve cehennemden bahsetmişlerdir. Ancak daha sonra gelen Kur’ân-ı Kerîm, Hristiyanların bu sözlerini ve inaçlarını tekzip ve reddetmiştir.44

Puta tapan Araplarda ise her kabilenin ayrı bir putu vardır ve put hangi kabileye aitse o kabile mensuplarının hamisi kabul edilir. Bu nedenle Mekke’nin fethinde Kâbe içerisinde çok fazla put bulunmuştur.45 Her kabilenin kendi putu olmasına rağmen, kabileler, diğer kabilenin putlarının üstünlüğünü de kabul ederlerdi. Ancak putlardan üç tane-si diğerlerine nazaran daha üstün kabul edilmiştir. Bunlar el-Menât, el-Lât ve el-Uzzâ’dır. Putlardan başka Araplarda dünyanın yaratıcısı olan bir Allah inancı da vardı ve ilk iba-det Allah’tan daha yakın ve müşahhas kabul edilen putlara yapılıyordu. Ancak zamanla puta tapma inancı, Yarıma-dada yayılan ve tek Allah’a inanan başka dinlerin tesiriyle zayıflamıştır.46

D. Câhiliye Dönemi Araplarınıda Kültürel Hayat

Câhiliye dönemi Arapları, Keldânîler ve Sâbiîlerle var olan bağları sayesinde astronomi ve doğa ilminde başarılıdır-lar. Yedi gezegenden haberdardırlar. Bir yılı 12 kamerî aya bölmüşlerdi. Artık aylar sayesinde üç yılda bir ay ka-zanıldığını biliyorlardı. Bunların dışında aylara bugün dahi kullanılan isimlerini vermişlerdi. Tıp alanında da bilgileri vardı. Bu alanda tedavi yöntemlerinde kenevirden fay-dalanıyorlar ve onun inceliklerini biliyorlardı. Dağlama ve damardan kan alma da, kullandıkları diğer tıbbî yöntemler-di. Bu alandaki bilgilerinin kaynağı, tecrübelerinin yanı sıra Farslılar, Yahudiler ve Süryanilerden nakledilen bilgilerdir. Kehanette bulunma ve bilinmeyen olaylar hakkında haber verme kabiliyeti, Câhiliye Araplarının ilgilendiği bir diğer konudur. Eğer bir kişi gayb hakkında bilgi edinmek ya da gelecekte ne olacağını bilmek isterse bir kâhine giderdi. O dönemde her kâhinin, ona bilgiler getiren bir cini olduğuna inanılıyordu ve kâhinlerin, kâhinliğe özgü kullandığı özel bir dili vardı. Neseb ilmi de o dönemde çok yaygındı. 47

Öte yandan Araplar, fesahat ve belâgata düşkün idiler ve edebiyata çok önem veriyorlardı. Seçkin şairlerin eserlerini hafızalarında tutarak nesil-den nesile aktarırlardı. Belâgat ve fesahatlarıyla

şöhret kazanan şairler, halk arasında özel bir yer edinir ve mensubu oldukları kabilenin övünç kaynağı

olurlardı. Senenin belirli mevsimlerinde kurulan Pazar ve panayırlarda okunan ve beğenilen şiirler, Câhiliye döne-minde de önemini koruyan Kâbe’nin duvarına asılırdı. Mu‘allakât-ı Seb‘a adıyla bilinen ve günümüzde dahi meşhur olan kasideler, Câhiliye döneminin ürünleri idi.48

Yine aynı şekilde Arapların, Câhiliye döneminde kullan-mış oldukları dil, sahip oldukları medeniyetin en büyük göstergesiydi. Arapça, Orta Çağ boyunca, medeniyet dün-yasının öğrenim, kültür ve tefekkür dili olmuş, dokuzuncu ve onikinci asırlar arasında felsefe, tıp, tarih, astronomi ve coğrafya alanlarında yazılan kitaplar bu dili kullan-mışlardı.49

Arapların söylemiş olduğu Atasözleri ve hikmetli sözler de tarihlerinde önemli bir yer işgal ediyordu. Hatta kullanılan bu sözler için Abbasî döneminde hacimli kitaplar te’lif edilmiştir.50

46 HAZİRAN 2016 Sayı 12

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

E. Câhiliye Dönemi Araplarında Siyasî Durum

Câhiliye Araplarında özellikle Hicaz bölgesinde kuvvetli bir merkezî hükümet yoktu. Diğerlerine göre üstün kabul edilen bir kabileden olmak övünç kaynağı idi. Yine Yemen, Basra Körfezi ve Suriye’nin güney bölgelerinde kurulan emirliklerde, hâkim sülaleye ya da hükümdarın soyuna mensup olmak, kişiyi imtiyazlı kılıyordu. Bu nedenle daha önce de belirttiğimiz gibi Câhiliye Araplarında soy kütüğü ilmi, önem taşıyordu.51

Çölde yaşayan bedevîlerde ne bir kitap ne de yazılı bir kanun vardı. Sadece kabile düzeni esastı. Kabileyi kan ve topluluk bağı bir araya getiriyordu. Ancak bunun yanı sıra herhangi bir nedenden dolayı kabileye sığınan köle ve zayıf kimseler de kan bağı olmasa bile kabile fertlerinden sayılırdı. Örf ve âdetlerle belirlenen kabile düzeninde sorumluluk hissi kuvvetliydi. Bir kişi suç işlediği zaman bütün kabile o suçu sahiplenirdi. Kabileyi, cömertlik, cesaret ve ağırbaşlılık vasıflarının toplandığı bir reis yönetirdi. Seçimle iş başına gelen reiste, kabile fertlerini itaate zorlayacak tek şey örf ve âdetlerdi. Özgürlüklerine son derece düşkün olan bedevîler, kabile reisinin aldığı bir karara isyan edebilirdi. Araplarda aşırı derecede var olan bu ferdiyetçilik ruhu, çölde bir devlet kurmayı imkânsız hale getiriyordu.52 Kabile reisi, hukukî, askerî ve toplumla ilgili konularda tek başına karar veremez ve kabile meclisi ile istişare ederdi.53

F. Câhiliye Dönemi Araplarında İktisadî Durum

Câhiliye dönemi Arapları –bedevî hayat tarzı sürenlerin dışında- zannedilenin aksine medeniyetten uzak değillerdi. Özellikle milâttan önce doğuda yaşayanlar, eski medeni-yetin beşiği olarak kabul edilirlerdi. Bunlar ticaret yoluyla diğer dünya medeniyetleriyle tanışmışlar ve bir bağ kur-muşlardı. Yine kervan yolları, yarımadayı dört tarafından sarmış, güneyliler, ticaret sayesinde Hindistan, Mısır ve Rum devletleri arasında imtiyazlı hâle gelmişlerdi. Yine Arap ülkeleri, ticârî konumu itibariyle başka ülkelerin he-defi haline gelmişti. Örneğin güneyden Habeş ve Hintliler, kuzeyden Mısır, Rum, Ârâmî ve Farslılar ve doğuda hüküm-ranlığını tamamlamış pek çok devlet, Arap yarımadasını egemenliği altına almaya çalışmıştı. O dönemde yarıma-da, kervan yolları sebebiyle doğu ile deniz arasındaki tek ulaşım yoluydu ve bu nedenle, medenî ülkelerle Arap ülke-leri arasında daima yakın bir temas vardı. 54

Arap Yarımadasının büyük bir ticaret yolu üzerinde olması, Araplara büyük faydalar sağlamış ve onlara ka-zanç kapılarını açmıştı. Deniz yolunun güvenli olmayışı sebebiyle tüccarlar, başka memleketlerde üretilen madde-leri nakletmek için karayolunu seçmiş ve bu durum Arap Yarımadasının önemini arttırmıştı. Araplardan bazıları kervanların geçtiği yollar üzerinde yaşayarak kendi ad-larına alış-veriş yaparken, bazıları da sürücü, koruyucu ve rehber olarak görev almışlardı.55 Mekke şehri, Câhiliye döneminde önemli bir ticaret merkeziydi. Bunda o dönem-lerde de önemi koruya Kâbe’nin rolü büyüktü. Mekkeli tüccarlar, komşu medeniyetlerle bağlantı içerisinde idiler. Mısır, Şam ve Fars ülkelerine gidip-geliyorlardı. Yılın belirli dönemlerinde kurulan pazarlar, ticaret hayatını canlandıran bir diğer etkendi. Yarımadanın doğu ve güneyinde ikamet edenler ise ziraatle uğraşıyorlardı.56 Örneğin Yemen’de çiftçiliğe önem veriliyordu. Yemenliler, yalnız düz arazide değil, meyve ve bahçeçiliğe elverişli meyilli yerlerde de çiftçilik yapıyorlardı. Tarım yapılması zor olan bu arazileril-eri, tarıma elverişli hale getirmek, onlara ayrı bir medeniyet kazandırmıştı. Bu nedenle günümüze kadar kalıntıları ul-aşabilen sedler inşâ etmişlerdi.57

Daha önce bahsettiğimiz panayırlar, Arapların kültürel hayatının yanı sıra ticarî hayatını da olumlu yönde et-kilemiştir. Haram aylar diye kabul edilen senenin dört ayında (Zilkâde, Zilhicce, Muharrem, Receb) yapılan savaşlara ara verilip Yarımadanın çeşitli bölgelerinden ge-len kafileler, belirli yerlerde toplanıp alış-verişler yapıyor ve mal mübadelesinde bulunuyordu. Bu panayırların en meşhurları ‘Ukâz panayırı idi ve her yıl Zilkâde ayında açılıyordu.58

مجلة العلم47

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

العدد 12رمضان 1437

(Sonnotlar)

1 Izutsu, Toshihiko, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar (çev. Selâhattin Ayaz), 2. baskı, İstanbul 1991, s. 51-62; Izutsu, Toshihiko, Kur’ân’da Allah ve İnsan (çev. Süleyman Ateş), İstanbul t.s., s. 254-279; “Câhiliye” kelimesinin anlamı ve kökü hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Tülücü, Süleyman, “ ‘Câhiliye’ Kelimesinin Mânâ ve Menşe’i”, Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi, sy. 4 (1980) s. 279-285; Yalar, Mehmet, “Câhiliyenin Kavramsal ve Tarihsel Mahiyeti Işığında Şiirin Sosyal Arka Planı”, Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, yıl. 6, sy. 23, (Yaz 2006), s. 132-133; Yahyâ el-Cubûrî, eş-Şi‘ru’l-Câhilî, Hasâ’isuhû ve Funûnuhu, 5. baskı, Beyrut 1986, s. 25-30.

2 İbn Manzûr, Cemâluddîn Muhammed. b. Mukerrem, Lisânu’l-‘Arab, Beyrut 1990, XI, 129; İbn Sîde, el-Muhkem ve’l-Muhîtu’l-A‘zam fi’l-Luğa (nşr. ‘Abdussettâr Ahmed Ferrâc), Beyrut 1968, IV, 119; el-Ezherî, Muhammed b. Ahmed, Tehzîbu’l-Luğa (nşr. Komisyon), Kahire, ts., VI, 56.

3 İbn Fâris, Mu‘cemu Makâyîsı’l-Luğa (nşr. ‘Abdusselâm Muhammed Hârûn), Beyrut, ts., I, 489.

4 İbn Dureyd, Cemheretu’l-Luğa, Beyrut, ts., I, 114; Komisyon, Dictionnaire Arabe-Français-Anglais, Paris 1967, I, 1845.

5 Goldziher, Ignaz, Muslim Studies (çev. C. R. Barber, S. M. Stern), 2. baskı, New York 1977, I, 202; Goldziher, Ignace, Klasik Arap Literatürü (çev. Azmi Yüksel, Rahmi Er), Ankara 1993, s. 16; Şevkî Dayf, Târîhu’l-Edebi’l-‘Arabî I, el-‘Asru’l-Câhilî, 4. baskı, Kahire ts.,39.

6 Çağatay, Neş’et, İslâmdan Önce Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Ankara 1957, s. 87.

7 Dîvânu ‘Antere, Beyrut, ts., s. 25.

8 Beyitin çevirisi için bkz. Yedi Askı, Arap Edebiyatının Harikaları (çev. Nurettin Ceviz, Kenan Demirayak, Nevzat H. Yanık), Ankara 2004, s. 97.

9 Dîvânu ‘Amr b. Kulsûm (nşr. İmîl Bedî‘ Ya‘kûb), Beyrut 1991, s. 78.

10 Bu şiirde “zorbalık” şeklinde anlaşılan ججج fiili “yanlışlık” şeklinde de tercüme edilmiştir. Bkz. Yalar, Mehmet, “Câhiliyenin Kavramsal ve Tarihsel Mahiyeti Işığında Şiirin Sosyal Arka Planı”, Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, s. 133.

11 Beyitin çevirisi için bkz. Yedi Askı, Arap Edebiyatının Harikaları, s. 85.

12 Hitti, Philip K., Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1995, I, 46; Hannâ el-Fâhûrî, el-Mûcez fi’l-Edebi’l-‘Arabî ve Târîhih, 2. baskı, Beyrut 1991, I, 131-132.

13 Fayda, Mustafa, “Câhiliye”, DİA, İstanbul 1993, VII, 17.

14 Hannâ el-Fâhûrî, el-Mûcez, I, 39-40.

15 Fayda, Mustafa, , “Câhiliye”, DİA, VII, 18-19.

16 Şevkî Dayf, el-‘Asru’l-Câhilî, s. 17; Brockelmann, C., İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi I (çev. Çağatay, Neş’et), 2. baskı, Ankara 1964, s. 1.

17 Şevkî Dayf, el-‘Asru’l-Câhilî, s. 17-18; Şevkî Dayf, Târîhu’l-Edebi’l-‘Arabî V, ‘Asru’d-Duvel ve’l-İmârât, y.y., ts., s. 11; Hannâ el-Fâhûrî, el-Mûcez, I, 33-34.

18 el-Fâhûrî, el-Mûcez, I, 38.

19 Göçebe ve yerleşik hayatı birbirinden ayıran net bir çizgi yoktu. Yarı göçebe merhaleler olduğu gibi şehir hayatına benzeyen durumlar da vardı. Bkz. Hitti, Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, I, 45.

20 el-Fâhûrî, el-Mûcez, I, 41-42.

21 Şevkî Dayf, el-‘Asru’l-Câhilî, s. 26.

22 Brockelmann, İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi, I, s. 3.

23 Hitti, Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, I, 46; el-Fâhûrî, el-Mûcez, I, 38.

24 Şevkî Dayf, ‘Asru’d-Duvel ve’l-İmârât, s. 34.

25 Hitti, Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, I, 55.

26 Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1989, I, 106.

27 Çağatay, İslâmdan Önce Arap Tarihi, s. 116.

28 Ahmed Emîn, Fecru’l-İslâm (çev. Ahmed Serdaroğlu), Ankara 1976, s. 36-39; Günaltay, Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar ve Dinleri (çev. M. Mahfuz Söylemez, Mustafa Hizmetli), Ankara 1997, s. 10-14.

29 Brockelmann, İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi, I, s. 4.

30 Hitti, Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, I, 134-135.

31 Şevkî Dayf, el-‘Asru’l-Câhilî, s. 27.

32 Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, I, 108.

33 Hitti, Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, I, 55-56.

34 Hannâ el-Fâhûrî, el-Mûcez, I, 38.

35 Çağatay, İslâmdan Önce Arap Tarihi, s. 116.

36 Şevkî Dayf, ‘Asru’d-Duvel ve’l-İmârât, s. 34.

37 Brockelmann, İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi I, s. 3.

38 Çağatay, İslâmdan Önce Arap Tarihi, s. 117; Şevkî Dayf, el-‘Asru’l-Câhilî, s. 67.

39 Çağatay, İslâmdan Önce Arap Tarihi, s. 119-120; Şevkî Dayf, el-‘Asru’l-Câhilî, s. 67.

40 Çağatay, İslâmdan Önce Arap Tarihi, s. 120; Şevkî Dayf, el-‘Asru’l-Câhilî, s. 67.

41 Günaltay, İslâm Öncesi Araplar ve Dinleri, s. 19; el-Fâhûrî, el-Mûcez, I, 45.

42 Bir diğer kaynakta, Yemenlilerden, Yahudiliği yalnız bazı hükümdarların ve etrafındakilerin kabul ettiği ve Arap kabilelerinin bu dini uygun görmedikleri söylenir. Bkz. Günaltay, İslâm Öncesi Araplar ve Dinleri, s. 89.

43 Ahmed Emîn, Fecru’l-İslâm, s. 55-57.

44 Ahmed Emîn, Fecru’l-İslâm, s. 57-60.

45 Günaltay, İslâm Öncesi Araplar ve Dinleri, s. 71.

46 Brockelmann, İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi I, s. 4-5.

47 el-Fâhûrî, el-Mûcez, I, 47-49.

48 Günaltay, İslâm Öncesi Araplar ve Dinleri, s. 14-15.

49 Hitti, Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, I, 19.

50 Şevkî Dayf, el-‘Asru’l-Câhilî, s. 86.

51 Çağatay, İslâmdan Önce Arap Tarihi, s. 116.

52 Günaltay, İslâm Öncesi Araplar ve Dinleri, s. 12; Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, I, 111-113.

53 Hitti, Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, I, 52.

54 el-Fâhûrî, el-Mûcez, I, 40-41.

55 Ahmed Emîn, Fecru’l-İslâm, s. 40-41.

56 Şevkî Dayf, el-‘Asru’l-Câhilî, s. 76-77, 81.

57 Çağatay, İslâmdan Önce Arap Tarihi, s. 28-29.

58 el-Fâhûrî, el-Mûcez, I, 59-60.

48 HAZİRAN 2016 Sayı 12

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

Her işin başı ihlas ve samimiyet Salih Aksu

مجلة العلم49

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

العدد 12رمضان 1437

Müminlerin emiri Ömer bin Hattap radıyâllahu anh şöyle der: Bir gün Allah Rasülü aleyhisselamın şunları söyle-diğini işittim: “Ameller ancak niyetlere göre değer kazanır. Kim neye niyetlenmişse onun karşılığını görecektir. Hi-creti Allah ve Rasülü için olan bir insan, gerçekte Allah ve Rasülüne hicret etmiş demektir. Kimin de hicreti erişmek istediği bir dünyalık veya evlenmeyi arzuladığı bir kadınsa gerçekte onlara hicret etmiş sayılır.” (Buhari ve Müslim)

Bu değerli hadis, hususi olarak küfür topluluğundan İs-lam topraklarına göç etmeyi ifade eden hicret konusunda ve Ümmü Kays isimli kadınla evlenmek isteyen bir köylü hakkında varit olmuşsa da, genel olarak insan eliyle gerçekleşmiş her şeyin kıymet ölçüsünü ortaya koyar. Al-lah Teâlâ’nın rızası amaçlanmayan işler ne kadar büyük ve önemli görünürse görünsün, gerçekte Allah katında hiçbir şey ifade etmezler.

Hadis imamlarının önderi İmam Buhari kitabına bu hadisle başlamış, sonraki kitaplar için bu güzel bir adet olagelmiştir. Mezhep imamlarımızdan İmam Şafii’den “bu hadis ilmin üçte birini kapsar, fıkhın yetmiş konusunda işlenir” sözü nakledilir. Ebu Davud rahmetüllâhi aleyh Rasülüllah Efen-dimiz’den beş yüz bin hadis yazdığını, bunlar içerisinden dört tanesinin din konusunda insana yeteceğini söyler ve ilk sırada bu hadise yer verir. Bu doğrultuda derginin ilk yazısı olarak bu hadisi takdim etmeyi münasip gördük. Al-lahım, bizi selef büyüklerimizin yolundan ayırma.

Niyet Müslüman kardeşlerim, Rabbimiz Azze ve Celle’nin rızasını kazanmanın tek yoludur. Mala mülke ihtiyacı olan yaratılmışları samimiyetsiz iyiliklerle ayartabiliriz. Yüklü bir miktar para verdiğimiz bir insan gerçekte sadece ona olan sevgimizden bu işi yapıp yapmadığımıza bakmadan mem-nun olur. Yardımların büyüklüğü ve yardım alanların ihtiyacı samimiyetin derecesini önemsiz kılar yaratılmışlar dünyas-ında. Ama Rabbimizin hiçbir şeye ihtiyacı yok ki, iyiliğin büyüklüğüyle onu hâşâ tavlamış olalım. Ne buyuruyordu Rasülü’nün dilinden bize, “kullarım, şayet ilk yaratılmıştan sonuncuya, insandan cinne hepiniz bir araya toplanıp benden bir şey isteseniz ve hepinize istediğini versem, bu benim mülkümden bir şey eksiltmez, iğnenin denizden eksilttiğinden başka…” (Müslim) Ne büyüksün Rabbimiz, azametine ve kudretine yaraşır şekilde hamd sanadır!

Yaptığımız işin büyüklüğü kâr etmeyince elimizde yalnız-ca taşıdığımız niyetin saflığı kalıyor. Niyetimiz, irademiz ve beklentimiz sadece Allah Teâlâ’nın rızası olsun kardeşler-im. Okuyalım şu ilahi beyanı; “geçici dünya malını istiyorsunuz, hâlbuki Allah (sizin için) ahireti istiyor.” (Enfal, 67)

Bir başka hatırlatma; “kim ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz.” (Şûra, 20)

Bir başka ikaz; “her kim bu çarçabuk geçen dünyayı isterse; bunlar arasından dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız. Kim de ahireti ister ve bir mümin olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bun-ların çalışmaları makbuldür.” (İsra 18-19)

Bir başka ikaz; “dünya hayatını ve güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını tümüyle veririz; onlar orada bir eksikliğe uğratılmazlar. İşte ahirette onlara ateşten baş-ka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Zaten yapmakta oldukları da batıldır.” (Hud, 15-16)

Bu emir hepimize kardeşlerim; “sabah akşam Rablerinin rı-zasını dileyerek O’na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimsel-erden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma.” (Kehf, 28)

Yüce Yaratıcımız bizden farklı muameleye tabi tutar; “in-sanların malları içinde artsın diye verdiğiniz her hangi bir faiz, Allah katında artmaz; fakat Allah’ın rızasını dileyerek verdiğiniz herhangi bir sadaka (zekat) böyle değildir. İşte onlar sevaplarını kat kat artıranlardır.” (Rum, 39)

“Ancak sadaka vermeyi yahut iyilik yapmayı ve insanların arasını düzeltmeyi gözeten kimseler müstesna, onların gizli toplantılarının çoğunda hayır yoktur. Bunları Allah’ın rızasını kazanmak için yapana büyük ecir vereceğiz.” (Nisa, 114)

Kuran-ı Kerim’in açıklayıcısı konumundaki hadisi şeri-flerde Hazreti Peygamberimiz müminin her halükarda Allah rızasını amaçlaması gerektiğini çarpıcı ifadelerle açıklar: “Ümmetimden şehitlerin çoğu döşeklerinde can

50 HAZİRAN 2016 Sayı 12

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

verenlerdir. İki cephe arasında nice öldürülen insan vardır ki, niyetini en iyi Allah bilir” (İmam Ahmed, İbni Mesut radıyallâhü anh’tan) nebevi beyanı durumun hassasiyetini anlamaya yeter.

Allah’ın hangi ameli kabul edeceği sorusunun cevabını Nesai’nin Ebu Ümame yoluyla Hazreti Peygamberden aktardığı bir hadisten öğreniyoruz: “Allah ancak sırf kendi rızası için yapılan amelleri kabul eder.”

İnsanlar yaptıklarıyla yaşayıp ölseler de niyetlerine göre ahirette diriltileceklerdir. İbni Mace, Cabir bin Abdullah’tan Hazreti Peygamberimizin şu hadisini rivayet eder: “İnsanlar niyetlerine göre kıyamet günü haşrolunacaklardır.” Benzer bir hadisi İbni Ebi’d-Dünya, Hazreti Ömer yoluyla aktarır bize: “Öldürülenler ahirette niyetlerine göre diriltilecekler-dir.” Dünyadaki hesapların ters yüz edileceği ve nice düş kırıklıklarının yaşanacağı o günde bizi koru Allahım!

Niyet ve himmetimiz dünya olursa bu hayatta zaten Al-lah Teâlâ’nın takdir ettiğinden başkasını, öteki hayatta ise hiçbir şeyi alamayız kardeşlerim, Allah korusun. İmam Ahmed ve İbni Mace’nin Zeyd bin Sabit’ten rivayet ettikleri hadis şöyle: “Kimin arzusu dünya olursa Allah onun hisse-sini dağıtır, fakirliği peşine takar ve kendisine ancak takdir ettiği kadar dünyalık verir. Kimin de arzu ve gayesi ahiret olursa kendisine Allah tarafından birlik-bütünlük ve kalbine zenginlik verilir. Bu durumda o istemeden dünya peşinden gelir.”

Ne garip denge koymuş Rabbimiz fani dünyaya! Biz koştukça kaçıyor, biz kaçtıkça kovalıyor. Demek ki, mad-deyi önüne alan değil, arkasına yollayan kazanıyor. Sen metelik beklemeyeceksin; ancak o zaman hazineler önüne serilecek. Hiçbir ödül için değil, sadece Allah Teâlâ’mızın rızası için olursa ufak görünen şeyler bile büyüğe dönüşür. Buhari ve Müslim Sad bin Ebi Vakkas radıyallahü anh’tan aktarıyorlar hadisi: “Allah rızası için harcadığın her şeyin ecrini alırsın. Hatta hanımının ağzına koyduğun lokmadan bile…”

Allahü akber, Allahü ekber! Hiçbir banka, hiçbir kurum, hiçbir insan cömertliği, hiçbir şey bu kadarını hesap edip bahşedemez.

Niyeti öğrenin” diyor Yahya bin Ebi Kesir; “çünkü o amelden daha önemlidir.”

Sehl bin Abdullah Tüsterî, “nefse ihlastan daha zor gel-en şey yoktur. Çünkü onda kendisine hiç pay bulunmaz” sözüyle samimi niyetin amelden daha zor olduğunu vur-gular.

Aynı zorluğu Yusuf er-Razi şöyle dile getirir: “Dünyanın en değerli şeyidir ihlas. Riya ve gösterişi kalbimden atmak için ne kadar çalışsam da farklı bir şekilde yeniden üredi.”

Mutarrif bin Abdullah kalp ıslahı için önemli bir reçete sunuyor: “Kalbin düzelmesi amelin düzelmesiyle, amelin düzelmesi niyetin düzelmesiyle mümkün olur.”

Fudeyl bin Iyaz’ın dediği gibi, Allah Azze ve Celle bizden niyet ve irademizi istiyor. Gerisi onun takdirine kalmıştır. İşe başlarken taşıdığımız samimi niyet işin sonun-da -görünürde başarısız olsak da- her halükarda bizi başarılı kılacaktır. Bu, olumsuz sonuçlarda mümini hayal kırıklığından ve boyunu aşan ya da imkânın elvermediği koşullarda kendini boşa hırpalamaktan koruyacaktır. Al-lahım, mümin her durumda kârda.

Son olarak, Mutarrif bin Abdullah’ın duası duamız olsun: “Allahım, tövbe edip de ardından tekrar işlediğim hata-lardan sebep beni affeyle. Senin için kendime yüklediğim ve yerine getiremediğim sorumluklardan sebep beni affey-le. Sade senin rızan için yaptığımı zannettiğim; oysa sana malum olduğu üzere kalbimin karışıklığa düştüğü şey-lerden sebep beni affeyle.”

Kaynak: Câmiu’l-ulûmi vel’hikem, İbn Receb el-Hanbeli

مجلة العلم51

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

العدد 12رمضان 1437

Dil varlığın meskeni ise okumak o meskene giden yoldur. Kelime ve anlamla döşenen bu yolda dile, dille varlığa, varlığın sonundaysa varoluşun özleri olan hakikatlere çıkarız. Dilin ya da kozmetik iletişimin önemi ne ise oku-manın da bu dilsel ağa muhatap kişi için önemi odur. Başka ifadeyle, nesnel dile ancak öznel okumayla muhat-aplık sağlarız. Bir bakıma okumamak hem sessel evrene sağırlık, hem simgesel evrene dilsizliktir.

Yine bir keşif çalışmasıdır okumak. Sözcüklerin gösterge-leriyle duyguları, onlar aracılığıyla insanları, onlar aracılığıyla baş aktör oldukları kâinatı keşfetmektir. Kâinatın keşfi beraberinde insanın kendi iç çözümlemelerini de get-irir. Diğerini algıladıkça kendini, kendini algıladıkça diğerini anlamlandırır insan. Okudukça bu dünyanın/ bize sunu-lanın dışına çıkarız. Okumayan kendine sunulana mahkûm olduğu gibi, o sunulanın da ne olduğunu farkedemez.

Okumak geçmişten geleceğe insanlığın ortak tecrübe mirasıdır ve ancak okuyan kişi bu mirastan hissedar olabil-ir. Bu yönüyle okumak hem insanın insanlararası duygu ve düşünce paylaşımına açık olması hem dil ve gerçek/ suret ve batın/ mana ve mazmun ilintisine nüfuz sağlamasıdır. Okuyan bugünü dünden görür, dünü bugünden değer-lendirir ve yarına bunların ışığıyla yaklaşır.

Okumanın bu kişisel ve sonuçta toplumsal kazanımları dışında eğitsel faydası da vardır şüphesiz. Okumak insanı amiyane tabirle yontar. Ona doğru bildiklerinin yenid-en sağlamasını yapma ve yanlış saydıklarını tekrardan tarafsız düşünme olanağı verir. Okumayan birey dün-yayı içinde bulunduğu kavanozdan ibaret sayar. Bir şeyi savunurken çığırtkan, reddederken kördür. Peki, neyi oku-malı? Buraya kadar okumanın nedeni üzerinde duruldu.

Şimdi neyi okumak gerektiğini düşünelim. Baştan be-lirtmek gerek ki, bir kitabı anlamak o kitabın ait olduğu konunun temel kavramlarına aşina olmakla mümkün olur. Bu aynı zamanda her kitabın bir diğeri için basamak teşkil

etmesi demektir. Dolayısıyla her kitap ya da her konu ken-disinin anlaşılmasına zemin oluşturacak alt bir kitabın ya da konunun anlaşılmasını gerekli kılar.

Burada okurun bilmesi gereken birinci nokta, kitapların yola belli işaret taşları koyduğu, onların arasını doldur-manın kendisine, okura düştüğüdür. Yani bir eserin faydalı oluşu yazarın donanımıyla alakalı olduğu kadar, okurun alt yapısıyla da ilintilidir. İkinci nokta ise, anlamanın ve yorum-lamanın ya da sindirmenin farklı olduğudur. Bir paragrafı veya görüşü anlamak eğer sindirimsiz ise bütünlüksüz kalır ve kısa zamanda hatırdan silinir. Ancak sindirilmiş bil-gi yorumlanır ve diğer aynı özellikteki bilgilerle bütünlüğe ulaşabilir. Bu bütünlük, başka ifadeyle sentez hali sahibini zıt gözüken görüşler arasında uzlaşı sağlayabilmeye ve tıkanık noktalarda orijinal çıkışlar yapabilmeye yetkin kılar.

Bir bilginin sindirilebilmesinin nasıl olacağı ise “nasıl okumalı?” sorusunun cevabında yatar. Etkin okumada konuşan sadece yazar değildir. Okur yazarın dediğini ken-di cümleleriyle ifade ederek ve not alarak etkinliğe katılır. Bu her şeyden önce inatçı bir okur türüdür. Satırlar arasına gizlenmiş ana fikrin ve temelde yazarın ne demek iste-diğinin izini sürer. Bilemeyeceği kelimeler için sözlük ve aklına gelecek çağrışımlar için not defteri mutlaka yanında bulundurur. Ve sindirmenin uzun soluklu bir çaba olduğunu bildiği için bir konuyu tek yazardan, tek kitaptan değil, bir kaç farklı bakış açısından okumaya tabi tutar.

Bir bilgiyi ne kadar sindirmiş olduğumuz onunla daha ne kadar bilgi elde ettiğimize bağlı. Dendiği gibi, ilim tabiatın-da tek nokta çünkü. Bir yorumdan ibaret olan tüm bilgiler birbirleriyle bağlantı içindedirler. Ne denli çeşitli alanda okuma yapılırsa o denli farklı yerden o tek noktaya bakma şansı oluşur ve başkasına sır olan gerçek doğal olarak bu tür okuma yapana aşikâr olur.

Aslında okumak bir yoksunluğun giderilmesi ya da hast-alığın deva umudu olduğuna göre, insan okuma karşısında açlığını bastırmaya çalışan biri gibidir. Yani neyi, neden ve nasıl okuması gerektiğini ancak ve yine okumanın ve okumalar çerçevesinde bağ oluşturduğu şahsiyetler-in kılavuzluğunda anlayabilecektir. Bu nedenle öğütleri, öngörüleri bir kenara bırakıp yola çıkmak gerek; okumak gerek.

Oku, peki ama nasıl?Mustafa Alp

52 HAZİRAN 2016 Sayı 12

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

Ayet ve hadislerde ilimde haddini bilmenin gerekliliği ve ilimsiz konuşmanın çirkinliği

Önce Rabbimizin dediklerine kulak verelim: “Bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu kulak, göz ve kalp; bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.” (İsra, 36)

“Şeytan size her zaman kötü ve çirkin şeyler yapmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyi uydurmanızı emreder.” (Bakara, 169)

“De ki Rabbim sadece açık ve gizli fenalıkları, günahı, haksız yere taşkınlığı, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak koşmanızı, Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” (Araf, 33)

Bunlar gibi pek çok ayet, özellikle dini konularda bilgisiz konuşmanın çirkinliğini anlatır. Oysa insan boyunu aşan konuda konuşup sorumluluk almak yerine, “bu konuda bilgim yok” veya “falan kimse, filan hoca bunu benden daha iyi bilir, ona sorun” gibi mukabelede bulunsa, se-lef büyüklerinin yoluna uyduğu ve ilmî emanete sadakat gösterdiği için Rabbimiz katında ecir alacaktır.

İlmi olmayan susarken ilmi olan hakkı söylemekten çekinmemelidir

Ayeti kerime açıkça şu ihtarı yapar: “İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayet yolunu -kitapta insanlara apaçık göster-memizden sonra- gizleyeneler yok mu; işte onlara hem Allah hem de bütün lanet ediciler lanet eder. (Bakara, 159)

İmam Taberî bu ayetin tefsirinde şunları kaydeder: Ayet her ne kadar belli bir topluluk dolayısıyla inmişse de, Al-lah Teâlâ’nın insanlara açıklanmasını emrettiği herhangi bir ilmî malumatı gizleyen herkesi kapsamaktadır. Aynı meyanda İbni Ömer radiyallahü anh, Hazreti Peygam-berimiz sallallahü aleyhi vesellemin şöyle buyurduğunu aktarır: “Allah kullarından ilmi bir anda söküp almaz; fakat âlimleri azaltarak alır. Böylelikle bir âlim kalmayınca in-sanlar cahil önderler edinirler. Onlara soru sorulduğunda ilimsiz fetva verir; hem kendileri sapıtır, hem insanları saptırırlar.” (Buharî ve Müslim)

Hazreti Peygamberimiz sallallahü aleyhi vesellem böylece bir taraftan dinin hadsiz cahillerin eline geçmesini engel-lemiş, diğer taraftan ilmi olduğu halde bunu insanlara gizlemenin tehlikesine işaret etmiştir.

İlimde “bilmiyorum” demenin önemiAdem Özçelik

مجلة العلم53

mütesesil makâlât & muhtelif yazılar

العدد 12رمضان 1437

Ebu Hureyre radiyallahü anh, Peygamber aleyhisselam-dan şu hadisi nakleder: “Kime ilmi olan bir konudan sorulur da bunu gizlerse ateşten bir gemle gemlenir.” (Ebu Davud, Tirmizi)

“Kime ilme dayanmayan bir fetva verilirse, bunun günahı ona fetva verene aittir. Kim kardeşine daha doğru olanın başka şey olduğunu bildiği halde bir yol gösterirse ona ihanet etmiş demektir.” (Ebu Davud, Hâkim)

Dünyevî gücün veya ortam baskısının etkisinde kalarak doğruları gizlemek, her şeyden önce tevhit esasımızla bağdaşmaz. Müminler “hiçbir kınayanın kınamasından ko-rkmazlar.” (Maide, 54)

Sahabe-i kirâm her koşulda doğruyu söylemek üzere Efendimiz aleyhisselama biat etmişlerdir. İmam Ebu Hanife, İmam Malik, Süfyan Sevrî, Ahmed bin Hanbel, Bu-harî, Nevevî, İzz bin Abdusselam, İbni Teymiye gibi nice büyüklerimiz haksız gücün karşısında hakkın sesini yük-selttikleri için eza ve cefaya maruz kalmışlardır.

Hakim gücün bidatçı söylemini dillendirmediğinden sebep yirmi altı ay kaldığı zindanda binden fazla kırbaç cezasıyla ölümün eşiğine gelen İmam Ahmed bin Hanbel’in amcası İshak bin Hanbel’e söylediği söz manidardır: “Amca, alim takiyye yaparak cevap verir de cahilin cehaleti sürerse hak daha ne zaman ortaya çıkar?!”

Hazreti Peygamberimizin vahiy gelmeyen konuda konuşmaması

Bizler gibi asla heva ve hevesinden konuşmayan Allah Rasülü aleyhisselam, kendisine vahiy gelmeyen bazı hususlarda susmayı tercih etmiş ve doğrusunu Allah azze ve celleye havale etmiştir. İmam Buharî’nin Sahîh’inde müstakil başlık altında işlediği konunun birkaç örneğini görelim:

Yahudiler ruh hakkında soru sorduklarında Allah Rasülü yanıt vermemiş, bir müddet sonra gelen şu vahyi bildirmiştir: “Sana ruhtan soruyorlar. De ki ruh Rabbimin emrindedir. Size ilimden çok az şey verildi.” (İsra, 85)

Yine sahih bir hadiste Cibril aleyhisselam “kıyamet ne zaman kopacak?” diye sorduğunda Efendimiz “sorulan sorandan daha bilgili değildir” diyerek kendisine izin ver-ilmeyen gayb sınırının ötesine geçmemiştir. (Buhari ve Müslim)

İmam Nevevî’nin Sahih-i Müslim şerhinde belirttiği üzere, burada âlim ve müftünün bilgisi olmayan konuda soruy-la karşılaştığında “bilmiyorum” demesi gerektiğine işaret vardır.

Biricik önderimizin vahiy gelmeyen konuda gerçeği Al-lah Teâlâ’ya havale ettiğinin bir diğer örneği, müşriklerin çocuklarıyla ilgili İbni Abbas radiyallahü anhtan rivayet edilen hadistir. Bu çocukların ahiretteki durumunu soran-lara Peygamber Efendimiz “ne olacaklarını en iyi Allah bilir” buyurmuştur. (Buharî) Ebu Hureyre’den gelen başka rivay-etin sonunda küçük yaşta ölenlerin durumuna dair aynı cevap vardır.

Selef-i salihînden örnekler

İmam Mesruk, Abdullah bin Mesud’un yanına girdiklerinde büyük sahabinin kendilerine şöyle dediğini aktarır: “Ey in-sanlar, kim bir şeyi biliyorsa söylesin. Kim de bilmiyorsa “doğrusunu Allah bilir” desin; çünkü bilinmeyen konuda böyle söylemek ilmin bir gereğidir. Allah teâlâ, Peygam-berine şöyle buyurmuştur: De ki ben ona (Kuran’a) karşı sizden bir ücret istemiyorum. Ben kendimden bir şey de teklif etmiyorum.” (S’ad, 86)

Tabiin dönemi büyüklerinden Şa’bî, Hasan ve Ebu Hasîn’in şöyle dedikleri nakledilir: “Sizin fetva verdiğiniz herhangi bir mesele Ömer’e sorulsaydı cevap için Bedir ehlini top-lardı.” (Nevevî, el-Mecmû)

İbni Salâh’ın Edebü’l-fetvâ’sında kaydettiğine göre İbni Ebi Leyla şunu söylemiştir: “Ensardan yüz yirmi kişiye yetiştim. Kendilerine bir mesele sorulduğunda herkes bir diğerine havale eder, böylece soru ilk kişiye dönerdi.”

Aynı kitaptan birkaç örnekle noktalayalım: İmam Şafii bir soru karşısında suskun kalınca kendisine “Allah sana rah-met etsin! Niye cevap vermiyorsun?” denilir. Şöyle cevap verir mezhep imamı: “Susmanın mı yoksa cevap vermenin mi daha hayırlı olduğunu düşünüyorum.”

İmam Heysem, Cemil rahmetüllahı aleyhin şu sözünü nakleder: “Malik bin Enes’e kırk sekiz meseleden soru sorulduğuna şahit oldum. Otuz iki tanesine bilmiyorum yanıtını verdi.”

Yazı fikrinde ve rivayetlerin toplanmasında Ebu Sehl Halid Ramazan’ın Nısfu’l-ılmi lâ edrî kitabından istifade edilmiştir. Allah kendisinden razı olsun!

54 HAZİRAN 2016 Sayı 12

DARU’L-İLİM EDİRNEKAPI MEDRESEMİZDE “DÜŞÜNCEYİ YAZIYA AKTARMAK” SEMİNERLERİ YAPILDI. Daru’l-İlim Edirnekapı medresemizde Yrd. Doç. Dr. Hamit Akçay tarafından “Düşünceyi Yazıya Aktarmak” adıyla 4 seans şek-linde verilen seri seminerler bitti. Uygulamalı olarak yapılan derslerde sık yapılan hata-lardan korunmanın yöntemleri, düşünceyi yazıya aktarma noktasında dikkat edilmesi gereken hususlar vurgulandı. Hocamıza emeklerinden ötürü teşekkür ederiz.

İZHAR’A BİSMİLLAH DEDİKDarul İlim Şirinevler şubemizde birinci sınıf talebelerimiz, Aziz Ençakar hocamızın sunumuyla İmam Birgivî’nin meşhur eseri “İzhar”a ‘Bismillah’ dediler. Medrese usulünde büyük öneme sa-hip ayrıca nahvin temelini ihtiva etmesi açısından da önemini daha da artıran kitap, yüzyıllar boyu Os-manlı Medreselerinde okutulmaya devam edil-di. Talebelerimize Allahü Teala’dan muvaffakiyetler temenni ediyoruz.

TEFSİRLİ MUKABELE BAŞLADIBu yıl 5. kez düzenlediğimiz Tefsirli Kurân Mukabelesi’nde ay-etlerin kelime ve cümle tahlillerinin yanı sıra sebeb-i nüzûl ve fıkhî boyutları ele alınacaktır. Hafta içi hergün 08:00- 14:00 arası bir cüz okunarak Kur’ân-ı Kerîm’in tamamının bayrama kadar bitirilmesi planlanmıştır. Dersler katılıma açıktır

DARU’L-İLIM EDİRNEKAPI MEDRESEMİZDE USULU’T-TAHRİC SEMİNERLERİ YAPILDI Mücir el-Hatib hocanın ön-derliğinde yapılan derslerde uygulamalı olarak hadis senetleri incelendi. Toplam 6 seminer olarak gerçekleştir-ilen dersler Arapça olarak yapıldı. Dersleri Youtube kanalımızdan takip edebilir-siniz.

MİRACIMIZ KUTLU OLSUNArnavutköy Daru’lİlim 3. sınıf talebelerimizden Yasin Keskin, bu hafta bizlere takvadan bahsetti. Ramazan’a giden bu kutlu yolda vaktimizi ziyan etme-den, kısa zamana çok ecir sığdıracak şeyi, işin özünü aktardı. İşin başının niyet, ortasını samimiyet sonunun ise bereketle devam edebil-mesi için, varlığına ihtiyaç duyduğumuz sorumluluk bil-incine dikkat çekti. Bir eyleme olan bağımlılık, sahibiyet, hassasiyettir; takva. Üzerine titreyip bir halel gelmesinden sakındığın, koruyup, kaybet-mekten korktuğun, göster-diğin çaba ve gayrettir.

GÜNÜMÜZ GENÇLERİNİN İHTİYACIDaru’l İlim Kurucu Başkanı Muhammed Yazıcı Güneşli Biri-kim Kolejinde gençlere yönelik bir konuşma yaptı. Günümüz gençlerinin ihtiyacı olan du-ygu ve düşünceleri anlatan hocamız. Gençlere nasihatlerde bulundu. Ümmetin ihtiyacı olan gençlik profili hakkında örnekler vererek, programa katılanlara ‘ideal genç’ hakkında bilgiler verdi. Program Daru’l İlim me-zun öğrencilerinden Abdülkadir Bölücek’in konuşmasının ar-dından sona erdi.

KİTAP OKUMA DERSLERİDarul İlim Şirinevler şubemizde birinci sınıf talebelerimize yöne-lik kitap okuma dersleri devam ediyor. Talebelerimizin kelime dağarcığını genişleten hem de ufuklarını açan kitaplardan uzak kalmamız mümkün değil. Şirinevler şubemizin nisan ayı kitap okuma birincisi, Mu-hammed Yazıcı oldu. Şube müdürümüz Aziz Ençakar ho-camız tarafından “İzhar Dersleri” kitabı hediye edildi. Talebeler-imizin başarılarının devamını diliyoruz.

DARU’L-İLİM 14. KAPANIŞ PROGRAMIDâru’l-ilim ve İlimevleri’nin geleneksel olarak düzenlemiş olduğu piknik programı bu yıl da siz gönül dostlarımızın katılımıyla gerçekleştirildi. Bu yıl üçüncüsü düzenlenen programda güreşten futbol maçlarına birçok etkinlik düzenlendi. Her yaştan insanın katıldığı piknikte şüphesiz en çok çocuklar eğlendi. Tabiatla iç içe geçen koca bir günde tefekkür etme fırsatı bulduk.