64
Şubat 2014 - Sayı 35 saresor kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! dayanışma dosyası kızılbaş XIZIRO KHAL * * * sait kırmızıtoprak üzerine düşünceler * * * öcalan’ın boğazımızdan çekip alamadığı kılçık * * * ‘Kürtlerin Süryanilere ait toprak ve mülkleri iade etmeleri gerekiyor’ * * * Türkiye’de Bir Devlet Geleneği ve Devlet Aklı Var mı? * * * Diyanet’in dini Diyanet’e, Kürdler’in dini Kürdlere * * * NİYAZ İLE PİR´İM

2014 02 kizilbas 35

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Kizilbash magazine, February 2014, number 35

Citation preview

Page 1: 2014 02 kizilbas 35

Ş u b a t 2 0 1 4 - S a y ı 3 5s a r e s o r

k ız ı lbaş a lev i le r i n sor u n la r ı n ın t a r t ı ş ı ld ığ ı demok rat i k k ü r sü!

dayanışma dosyası

kızılbaşXIZIRO KHAL

* * *sait kırmızıtoprak

üzerine düşünceler* * *

öcalan’ın boğazımızdan

çekip alamadığı kılçık* * *

‘Kürtlerin Süryanilere ait

toprak ve mülkleri iade etmeleri

gerekiyor’* * *

Türkiye’de Bir Devlet Geleneği ve Devlet Aklı Var mı?

* * *Diyanet’in dini

Diyanet’e, Kürdler’in dini Kürdlere

* * *NİYAZ

İLE PİR´İM

Page 2: 2014 02 kizilbas 35

kızı lbaşyayınlayan / veröffentlicht

generaldirektor freizugeben.sakine polat

genelyayın yönetmeni: ali ülger

tr. hukuk danışmanları:av. nadide metin erdoğan

av. erdal doğanav. hıdır özcan

av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan

ankara temsilcisi: hatice çeviktel: 0 506 818 66 55

[email protected]

kayseri temsilcisia. rıza ülger

[email protected]

berlin temsilcisi: ali koç[email protected]

tel: 0177 457 79 78

stuttgart temsilcisi: ali [email protected]

tel: 0176 78 56 12 71

adres: bergheimer str 51d - 47228 duisburg almanyatel: +49 (0) 177 502 88 53

http://[email protected]

kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine

aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynak-sız yazılar yayınlanmaz.

yayın tarihi: 15 şubat 2014 sayı: 35

gönüllü katkı formuadı soyadı :..................................................................................................adres :...........................................................................................................e-mail & tel :...............................................................................................ali ülger konto: Akbank hesap numarası: 5890 0441 8440 65366 sayı 75.00 tl - 12 sayı 150.00 tl.

dünya ve avrupa için:

adı soyadı :..................................................................................................adres :...........................................................................................................e-mail & tel :...............................................................................................ali ülger konto: sparkasse duisburg 0300 23 23 29 bankleitzahl 350 500 00IBAN: DE 05 350 500 00 0300 23 23 29

Page 3: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 3 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

i ç i n d e k i l e r :Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ................................................ Ali ÜlgerSayfa 06 - XIZIRO KHAL ............................. Munzur CÖMERTSayfa 08 - sait kırmızıtoprak üzerine düşünceler ................................... ..................................................................... Dr. İsmail BeşikçiSayfa 16 - hatip dicle’nin çöp sepeti .......................... Hejarê ŞamilSayfa 16 - Teklifi kabul etti! PKK ile anlaşma tamam..Sayfa 17 - Bağımsızlık dışı parçacı Kürdistan siyaseti ................... .................................................................... Ahmet ÖnalSayfa 20 - İktidar kavgasında birini desteklemek sömürgeciliği onaylamaktır ............................................ Dursun Ali KüçükSayfa 21 - öcalan’ın boğazımızdan çekip alamadığı kılçık ............. .............................................................. Hovsep HayreniSayfa 24 - Kürtlerin özgürlüğü, Ermeniler ve Süryaniler için adaletin garantisi değildir ................................. prof. dr. taner akçamSayfa 26 - Taner Akçam: PKK’nın yeni Ermeni söyleminin arkasında devlet varSayfa 27 - ‘Kürtlerin Süryanilere ait toprak ve mülkleri iade etmeleri gerekiyor’ ........................................... FERDA BALANCARSayfa 28 - Kiliselerini eri istediler .............. SÜMEYRA TANSELSayfa 29 - 27 Ocak 2005: Uluslararası Yahudi Soykırımı Anma Günü kabul edildiSayfa 30 - Beyoğlu’ndaki yüzleşme toplantısını ırkçılar bastıSayfa 31 - PONTOS’UN KAYIP KIZI MAÇKALI ELENİ, NASIL EMİNE SÜMER OLDU… ........................... Mete YILMAZSayfa 33 - pontus soykırımı tarihinde: bafra meryemana mağrasındaki: 517 kadın ve çocuk, 30 partizan ............................. Tamer Çilingir / Devrimci KaradenizSayfa 34 - sevgasını gözlerine mil çekilmiş bir ülkeydi roboski ........................................................................ ayşegül karadağSayfa 35 - Sevan Nişanyan ile dayanışma dosyasıSayfa 52 - Türkiye’de Bir Devlet Geleneği ve Devlet Aklı Var mı? ....................................................................... Garbis Altınoğlu Sayfa 56 - Bir Kavram Bin Kırım Yanilsamalar-11 ......................................................... Ali Haydar KANLISayfa 60 - Biz Kurdên gunê’ler .............................................. uğur adsızSayfa 61 - Hevpeyvînek li ser geryana di nav Êzdiyên Ermenistanê de .................. Kemal Tolan û Sedîqê BasîSayfa 63 - Diyanet’in dini Diyanet’e, Kürdler’in dini Kürdlere ............................................................. İBRAHİM SEDİYANİSayfa 64 - NİYAZ İLE PİR´İM... .............................. Remzi Aydin

Kanuni hakkında suç duyurusunda bulunduBursa'da 'Muhteşem Yüzyıl' dizisinden etkilenen 47 yaşındaki Hasan Köz, Ka-nuni Sultan Süleyman, Hürrem Sultan ve Rüstem Paşa hakkında 'Halkı kin ve nef-rete sürüklemek' ve 'Azmettirerek boğ-durma' suçlarından Bursa Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulundu. Köz, ayrıca Şehzade Mustafa'ya otopsi yapılmasını istedi.Muhteşem Yüzyıl dizisinde Şehzade Mustafa’nın babası Kanuni Sultan Süley-man tarafından boğdurulması ardından Bursa’da oturan Hasan Köz, Bursa Cum-huriyet Savcılığı’na giderek, Kanuni Sul-tan Süleyman, Hürrem Sultan, Rüstem Paşa ve isminin tespit edilmesini istediği diğer şüpheliler hakkında suç duyurusun-da bulundu. ‘Şüpheli’ olarak gösterdiği Kanuni Sultan Süleyman, Hürrem Sultan ve Rüstem Paşa hakkında ‘Halkı kin ve nefrete sürüklemek’ ve ‘Azmettirerek boğdurmak’ suçlarından yargılanmaları-nı isteyen eden Köz, dilekçesinde şüphe-lilerin adresini ‘Topkapı Sarayı/İstanbul’ olarak gösterdi.“OTOPSİ YAPILSIN”Şehzade Mustafa’nın katillerinin buluna-rak cezalandırılmasını ve şehzadeye iti-barının iadesine karar verilmesini iseyen Köz, dilekçesinden ise şu ifadelere yer verdi: “Osmanlı Saltanatı’nın 10’uncu Hüküm-darı olan Sultan Süleyman 1553 yılında Şehzade Mustafa Osmanoğlu’nu boğdur-muştur. Bu konuda devlet arşivlerinin açılması, Osmanlı ailesinin yaşayan ta-nıklarının dinlenmesi halinde suçun fail-leri tartışmaya yer bırakmayacak şekilde belirlenecektir. Gerek duyulduğu tak-dirde Şehzade Mustafa Osmanoğlu’nun Muradiye’de bulunan kabrinde otopsi yapılması mümkündür. Şüphelilerden Süleyman Osmanoğlu’nun bizzat kendi el yazısıyla boğdurtma fiilini işlediği aşikar-dır. Devlet müzesi arşivlerinde bulunan evraklardan da şüpheli Süleyman adam öldürtme suçunun azmettiricisi ikrar et-miştir. Süpheli Süleyman Osmanoğlu’nun cinayete azmettirmekten cezalandırılma-sı, yine Şehzade Mustafa Osmanoğlu’nun katillerinin bulunarak cezalandırılması, Azmettiren Süleyman Osmanoğlu’nun TCK’da yer alan ilgili ceza maddesiyle cezalandırılması, Mustafa’nın itibarının iadesine karar verilmesini arz ederim.” Uzun zamandır diziyi takip ettiğini ifa-de eden Köz, “Ben diziyi izliyorum ve bundan çok etkilendim. Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlunu boğdurarak öldür-mesi sebebiyle adliyeye geldim ve Cum-huriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundum. Şehzade Mustafa’nın itibarı-nın iade edilmesine ve padişah Kanuni Sultan Süleyman’ın padişahlığının geri alınmasını istiyorum. Dizi beni çok etki-ledi” dedi. İHA

Page 4: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 4 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

cangözü ile görmekali ülger

Ana Hızır Ayında bulunuyoruz. Sevginin, yoksulluğun, barışın, huzurun, özlemin yan yana olduğu bir dönem.

Bulunduğumuz coğrafyamızda kara kışın, fırtınanın, en zor zamanında dayanışmanın, umu-dun ve geleceğin özlemleriyle iyiliğe, murada, umuda bin kapı açıyoruz.

XALE XIZIR Ayının tüm Kızılbaşlara hayırlı, uğurlu ve barışık olması dileklerimiz ile el-ele, can-cana dayanışmaların içinde olma muradımız ile bir bahara daha adım atıyoruz...

Xale XIZIR biz Kızılbaşların özgürleşmesine öze dönüp kendi-sine sahip çıkmasına hayırlı, uğurlu adımlar atılmasına, yeni kapılar açılışına vesile olmasını canı gönülden isteriz.

* * *8 Mart Dünya Kadınlar Günü kendi gerçekliğimizde vücut bulması için demokratik muhtevalı kadın örgütlenmelerinin ve özgür bireylerin kendi özgüllüklerinde yenilenmelerini yeniden yapılanıp demokratikleşmesini kadın ve kadın örgütlemelerine öneriyoruz.Kadınların kendilerini özgürce ifade edip örgütlenmesinin ger-ekli olduğu kanısındayız. Siyasal alanda da kendilerini temsil edebilmeleri için demokrat nite-likli kadın partilerini örgütleyip geliştirmesi de toplumsal barış ve demokrasinin olgunlaşmasına

önemli katkıları gereklidir. Hâkim erkek kuram ve kurum-larından Kadınlara özgürlük gelmeyeceği var olan siyasal ve toplumsal hayat canlı örnek-tir. Hâkim erkek kuram ve kurumlarından kadına özgür-lük gelmesi mümkün değildir. Kadınların kendi siyasal ve to-plumsal sorunlarının çözümlerine aktif katılmalarını biz destekler ve dayanışırız...

8 Mart Dünya Kadınlar Gününün kendi özgüllüğünde örgütlenmes-ine demokratikleşip gelişmesine vesile olması dileğimiz ile kutlarız

* * *Hrant Dink ödülünü bu yıl Sevan Nişanyan’a verilmesini öneri-yoruz!

Devletin Sevan Nişanyan’a yönelik uyguladığı yaptırımı biliyoruz. Ve devletin yıldırma ezme an-tidemokratik siyasetini kınıyoruz!

Bundan dolayı biz de mazlum olanın haklı olanın yayında bir taraf olarak Sevan Nişanyan’a ile dayanışma içinde olmaya özen gösteriyoruz...

Bizi en çok sevindiren Sevgili Sevan Nişanyan’ın devlete boyun eğmeden başının dik ve moralinin yüksek olmasıdır...

Derlediğimiz Sevan Nişanyan dosyası da dayanışmayı geliştir-mesi ve Sevan Nişanyan’a destek sunulmasını sahip çıkılmasına

katkı sunmaktır...

* * *Bese Hozat eline tutuşturulan bir yazıyı basının önünde okuyarak gündemde epeyce tartışmalara, eleştirilerle yüz yüze geldi.Hayati önem arz eden bu konu-larda bir metni okuduktan sonra gelişen eleştiriler ile neye uğradığının şokuyla şaşkına döndüğü anlaşılır bir durumdur.

KCK’in görüşünü ve düşüncesinin özü Ermeni Süryani Pontus soy-kırımının 100. yıl dönümünde TC’in yanında olduğu mesajını vererek AKP hükumetini destekle-mek, devlete güvence vermesi, Se-rok Apo siyasetidir.“Zavallı” Bese Hozat ne duruma düşürüldüğünün farkında mı acaba?

* * *Desim’in Sarı Ğalini Sakine Cansız’ın katledilişini Alman Anayasayı Koruma Dairesi’nden MİT’e Paris Cinayeti senin işin “Der Spiegel” dergisinin verdiği bilgide eksik kalan bir yanın aydınlanması için şu soruyu da sormak gerekmiyor mu, peki cinayetin bilgi toplanmasında ve taşeronluğunda kimin/kimlerin sorumluluğu var diye?

* * * Kürt cephesi ikiye bölünüp netleşmesi gerekmektedir.

1 - Kürt tarihiyle yüzleşerek müstakil Kürdistan için çalışanlar

2 - Sömürgecileriyle uzlaşarak beyaz Kürt siyaseti oluşturanlar

Önümüzde duran bu yol ayrımın-da tercihler açık yapılmalı. Önümüzdeki tarihsel süreçte çok açık bizim gönlümüz ve işimiz müstakil Kürdistan’dan yanadır...

Kürt siyasal tercihleri kendi içinde bu netliği oluşturmadan ciddi bir güce dönüşmeleri müm-kün olamaz!

Page 5: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 5 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

Kürt siyaset alanında özellikle yapılması gereken eleştiri ile küfürü birbirinden ayırmaktır.Kürtlerin yeni bir kültür, yeni bir siyaset üreterek işbirlikçi beyaz Kürt siyaseti ile fikriyatta ve sosyal hayatta işlerini ve yollarını ayırmaktır.

Müstakil Kürdistan diyenin ağırbaşlı yeni bir yol açmanın fikriyatını ve araçlarını üret-mek ve geliştirmekle sorumlu olduklarını bilince çıkartıp işletmelidirler!

* * * Yerel seçimler için adaylar yarışıyorlar. Kızılbaş-Alevi oylarını almak için seçime katılan tüm partiler oy deposu olarak gördükleri Kızılbaş-Alevi yerleşim alanlarında cirit atıyorlar.

Seçimlerde Kızılbaş-Aleviler olarak gene kendi adayları ol-madan devletin ve beyaz solcular ile beyaz Kürtlerin partilerine oy vermelerini istiyorlar.

Bu antidemokratik durumdan kurtulmanın en sağlıklı yolu kendi adımıza kendimizi temsil ede-cek kendi öz partimizi kurarak seçimlere ve siyasete katılmak ile mümkündür.

Siyaset alanında var olan devlet partileri ile beyaz solcu beyaz Kürt partilerinin ortak görüşü şudur: “Kızılbaş-Alevilerin partisi olmaz!” Neden olmaz? Çünkü olunca kendimizi seçeriz de ondan olmaz.

Kızılbaş-Alevi aydınlarının na-muslu, demokratik, laik kesimi kendimizi siyasal alana taşıyıp temsil edecek öz-partimizin fikir ve araçlarını tartışıp oluşturması gerektiğini idrak etmeler-inin zamanı geldiği ve geçtiğini görmelidirler!

* * *Suriye’de Kızılbaş-Alevi yoktur.

Alevi Bektaşi taifesi devletin Ergenekoncu siyaseti işletiyorlar! Bu siyaset ile de memlekette İslam- Müslüman, Kızılbaş-Alevi düşmanlığını körüklüyorlar. Bu devletin Ergenekoncu siyasetini tehşir etmek gerekiyor.

Suriye’de Esat ailesinin de dâhil olduğu din-inancı Nusayrilik-tir. Nusayrilik Kızılbaş-Alevilik, Kızılbaş-Alevilikte Nusayrilik değildir. Burada bu farkı açık ve net olarak bilince çıkartmak gerekir. Nusayrilere Alevi diyerek devletin inkârcı ve asimilasyoncu siyasetine karşı çıkmak gerekir.

Suriye iç savaşında destek tercihleri dine imana göre yapılmamalı. Hukukun üstünlüğü ile demokratik değerlere göre yapılması adil olanıdır. Dolayısıyla Müslümandır haklıdır siyaseti ne kadar yanlış ise, Alevi-dir haklıdır siyaseti de bir o kadar yanlıştır.

* * *AKP hükümeti gelmiş geçmiş hükümetler gibi devletin asimi-lasyoncu Alevi-İslam İslam-Alevi siyaseti işletmektedir.

AKP hükümeti devletin Alevi Dede ve İmamlarını Hacca,

Kâbe’ye götürerek Sünnileştirme ve Müslümanlaştırma siyasetine hız vermektedir.

Biz; Din ve vicdan hürriyetini herkes için savunuruz. Bu demokratik ve de insani bir davranıştır.

Şimdi hükümet, devlet im-kân ve aracılığıyla devşirip mülayimleştirdiği Alevi-imam-larını, hocalarını umreye, hacca götürmesi yanlış ve sahtekârlığın ta kendisidir. Bu devlet siyasetinin son bulması gerekiyor.

Yeni Alevi dede ve imamları hacca, umreye gitmeleri kendi ter-cihleridir. İster din değiştirsinler ister eski dinlerinde kalsınlar kendi bilecekleri bir iştir. Bizim de diyecek tek sözümüz olamaz.

Yalnız bunu devlet siyasetiyle ve de devletin organı olan hükümeti aracılığıyla yapılmasına karşı çıkmak eleştirmek de bir haktır. Laik olacan, başka dinden olacan ve devlet dini olan Sünni İslam’a transfer edilecen ve de din vicdan hürriyetini kötüye kullanacan sonra da kalkıp siyaset işletecen aybe looooo...

Saygılarım ile can cana

Page 6: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 6 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

XIZIRO KHALYitiqatê Dêrsımi de Hazar Çêverê Serê Sodıri

Munzur CÖMERT Anadoliye ra bicê hatanu Asya Düri yitiqatê zafine de Xızır esto. Xızıri, her mılet xorê eve çımê vêneno. Kami çım de ”mordemê sata tengewo”, kami çım de ”sevekdarê dar u beri, kêwe u bostaniyo”, kami çım de ki çiyo de bino.

Ma wazenime ke naca de ero cı bıfe-telime ke ala no sarê Dêrsımi Xızıri nas keno nêkeno? Eke nas keno yine çım de Xızır kamo? Şiya Xızıri yitiqat u kulturê dinede çutır asena, no çutır sewlê xo dano ra weşiya dine ser? Qe yitiqatê sıma ro cı bêro qe meêro, sarê Dêrsımi ke qeseykerdene musnê domanunê xo, tewr verende domani na qesa ”Xızır”i musenê. Ni ke domanu cênê xo vırane vanê ”Xızır to mırê pil kero!”, nanê ro vanê ”Xızır to mırê khal kero!”, duwa u recay kenê vanê ”Xızır to wayırê emrê dergi kero!” Eve na qeyde domani namê Xızıri musenê. Domani ke hurdi hurdi feteliyayi ki nafa hêkmeta Xızıri vênenê. Hard de lulık ke bivênê pi vano ”Namê ni Astorê Heqiyo”, hes ke bivênê vano ”Xızıri no kerdo hes”, dare ke bivênê vano ”Dara Xızıriya”, gol ke bivênê vano ”Golê Xızıriyo”, ko ke bivênê vano ”Mekenê Xızıriyo”, nisange

ke bivênê vano ”Nisangê Xızıriyo”. Domanê sarê Dêrsımi iste nia benê pili. Eke heni ro sarê Dêrsımi çım de Xızır zobinao. Sarê Dêrsı-mi, Mıslımanê Tırki ’be Kurdu ra ke Xızıri kamci çım ra vênenê, yi na çım ra nêvênenê. Yitiqatê Dêrsımi de Xızır, têyna ”mordemê sata tenge” niyo. Xızır, Yitiqatê Dêrsımi de Heqo. Heq, hazar u jü namunê Xızıri ra jükeko. Namê diyê jü ”Xızıro Khal”o, jü ”Khalo Sıpe”wo, jü ”Asparê Astorê Qıri”yo, jü ”Wayır”o, jü ”Xızırê Bonê Taseniye”o, jü ”Xızırê Pırdê Suri”yo, jü ”Meymanê Hewsê Qızılbeli”yo, jü ”Meymanê Ana Yemise”wo... ma nêşikinme ke nine eve mardene bıqe-denime. Xızır, Yitiqatê Dêrsımi de Wayıro. Wayırı ki Yitiqatê Dêrsımi de jü niyo. Xızır, Yitiqatê Dêrsımi de Astarê Destê Sodıriyo. Yitiqatê sarê Dêrsımi de caê seri Xızıri dero. Xızır, Wayırê sarê Dêrsımiyo ama yitiqatê dine-de tek Wayırı ki Xızır niyo. Wena Yitiqatê Dêrsımi de Wayırê Çêi esto ke no sarê çêi sevekneno; Wayırê Mali esto ke no mali sevekneno; Wayırê Jiar u Diaru ’be Wayırê Khure-su ra esto ke ni ki qomê Dêrsımi seveknenê. Yitiqatê Dêrsımi de çımê rındeni, roşteni ’be xêreni de Xızır, Khu-res, Duzgın, Wayırê Jiar u Diaru ’be Wayırê Çêi ra estê. Çımê xıraviye, tariye ’be gıraniye deki Mordemê Nêweşiye, Mılaketê Gıraniye ’be Mılaketê Xıraviye estê. Sarrê nine Evdıl Musao. Ni, eskerê Evdıl Musayê. Ni, qe jü xıravi-ye bêyizna di nêkenê. Evdıl Musa Sereskerê xıraviyeo. Tavi heto binde ki raa Evdıl Musay de eke bi tari loqme danê, cêrenê Evdıl Musay vero ke wo eskerê xo yine ser meerzo, yinerê xıraviye mekero. Xızır ke va, mordem gereke Astorê Qıri ki biaro xo viri. Yitiqatê Dêrsımi de Astoro Qır jê şiya Xızıri dira nêvısino. Xızır mordemo de ciamerdo, kokımo, herdisa xuya sıpiya de derge esta, kıncê xo sıpeyê, çüye ki dest dera. Mordemê kokımi rê tavi ke astor lazımo. Astoro Qırı ki jê Xızıri sıpeo.

Coku sarê Dêrsımi namunê Xızıri ra jüki ”Sıpella” no pa. Jiar u Diarê Dêrsımi pêy de jede namê Xızıri esto. Taê Jiar u Diarê Dêrsımi estê ke nine pêy de têyna namê Astorê Qıri esto. Sarê Dêrsımi Astoro Qır gol de diyo gol kerdo Jiare, kemer de diyo kemer kerdo Jiare. Astoro Qır Xızırê Khali ra nêbırrno ra, qırvani kerdê êştê lıngunê Qıri ver. Coku, cem u cematunê sarê Dêrsımi de ke bavay venga Heqi danê, kılama heqiye eve namê Xızıri, Astorê Qıri, Khuresi, Duzgıni kenê ra cı vanê eve nine ki xelesnenê. Xızır, Wayırê çerx u pewraziyo, Wayırê hard u asmeniyo, Wayırê ram u comerdiyewo. Xızır, têyna mordemê sata tenge niyo, verende mordemê sata wesewo. Kami ke weşiye de Xızır ardo ra xo viri, tengiye de ki Xızıri wo xo viri ra nêveto. Xızır albazê _Ğeri-buno, piyê bêkêsuno, omedê feqiruno, xelasê xelasuno. Coku Xızır boina dılxê kokımu ’be feqiru dero. Xızıri de Cenet u Ceneme çino. Wo hesavê xo na dina de vêneno. Kuyno dılxê kokımê de feqiri yeno to keno yintam. Xora ke tı kokımu ’be feqiru rê wayır veciya, yine sero şiya, yine çık ke waşt to da cı, to yi seveknay Xızırı ki varneno toro, jüya to keno hazare. Nê eke to ke ri kokımu ’be feqiru nêda, yinerê wayır neveciya, yi neseveknay wo taw Xızırı ki adırê mordemê nianeni sayneno. Xızıri çım de ceni u ciamerd jüyo. Wo, Qızılbêl de ke Dewres Sılemani rê biyo meyman, Taseniye de ki Ana Yemise rê biyo meyman. Yitiqatê Dêrsımi de ceni u ciamerdi jüvini ra nêbırrnenê ra, domanu ki nêerzenê hetê pêy. Raa heqiye de kês nêzano ke Heq kami dero; ceniye dero, ciamerdi dero, domani dero? Mıslımani bê, Isewi bê ni qe Heqê xo nêvênenê. Ama sarê Dêrsımi heni niyo. Xızır, Dêrsım de Kêmerê Duzgıni dero, Jele dero, Golê Buyer Bavay dero, Bağıra Sıpiye dero, Koê Qosani dero, Yıxır Gol dero, Taseniya dewa Bamasuru dero, Qızılbêlê dewa Khuresu dero... koti vacê uca dero. To ke zerê Xızırê xo vıraşto, koti ke vacê uca Qırê xo rameno verê to.

Page 7: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 7 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Xızır, mordemo de zerehirao. Kami ke piştigê Xızırê xode mokêm pê gureto, yira nêxapiyo, mordemo nia-nen şikino ke Xızırê xode çiyê sero werêno ki. Dêrsımi ra Dewresê Xızıri ra vato ”Dêrsım ke qırr kerd tı koti biya?” Qızılbêl de Dewres Sıleman cıra vato ”Eskerê Evdıl Musay ke erzeno ma ser çıra marê wayır nevecina?” Kamci yitiqat de mordem Heqê xode nia jê dı bırau nano werê? Des u Dı asmu ra jü asme, sarê Dêrsımi Xızırê xorê bırrna ra. Naê ra ”Asma Xızıri” vanê. Asma Xızıri, asma Gağandi ra dıme, ama asma Gu-cige ra raveri yena, wortê ni dı asmu de manena. Hesavê qeleme(Miladi) ra ke 13’ê va (13,Ocak), hesavê Dêrsımi de(Rumi) 1’ê asma Xızıri vano. Na asme de çhar hêşti Rocê Xızıriyo. Rocê Xızıri hirê rociyo. Sêseme, çharseme, ’poncseme roce cênê, yene qırvanu kenê. Sarê Dêrsımi pêro zerê jü hêşti de Rocê Xızıri nêcênê. Ca ’be ca ,dewe ’be dewe, ucağe ’be ucağe, aşire ’be aşire herkês na çhar hêştu ra jü de cêno. Tavi, asma Xızıri de Xızır veci-no meymaniye. Xızır ke dinerê kamci hêşt de biyo meyman, yiki Rocê Xızıri wo hêşt de cênê. Fikrê Xızıri ’be kerdena Xızırê Dêrsımi, ma no nusto khılm de şikinme ke nia hundê qalê cı bime. Xızırê Dêrsımi ke nia yeno meydan, eke heni ro no sewlê xo çutır dano ra weşiya sarê Dêrsımi ser? Verende kokımunê Dêrsımi ra bicêrime. Kokımê Dêrsımi ke herdise verdanê meqes pa nênanê. Çıra? Xı-zıro Khal meqes herdisa xora nênano

coku. Yi ki wazenê ke jê Xızırê xo bıasê. Jü ke meqes na herdisa xora pê di kay kenê, vanê ”Herdiso kırrık!” Verende herkêsi waştêne ke jü astoro de qır bonco bınê xo. Xızır, Astorê Qıri serowo coku. Sarê Dêrsımi verende kıncê sıpi kerdenê pay. Coku, İhsan Sabri Çağlayangil sarê Dêrsımi ra ”Beyaz donlular” (tumanê sıpiyini) vano. (I.S.Çağlıyangil, Anılarım, Güneş Yayınları, s.45) Xızırê sarê Dêrsımi sıpe gureto xora, coku yine ki sıpe kerdo pay. Bêrime xort u çênekunê Dêrsımi. Xızır çutır ke tenganiye de reseno mordemi, gencê ma ki na qeydê Xızırê xo yemişê weşiya xo kenê. Xızır çutır ke koto dılxê kokımu ’be feqiru yi seveknê, gencê ma ki feqir u fıqaru seveknenê, dewucunê bê hardi seveknenê, ”proleterya” seveknenê. Kam ke hetê ninede niyo yide danê pêro. Tavi, Xızırê mordemi ke is-yankar bi, seveta kokımu ’be feqiru ra adırê mordemi sayna, qomê di ki vazeno ra seveta ”proleterya” ra adırê sari sayneno. Ma kami ra se vacime? Xızıro ke ceni u ciamerd jü çım ra di, qomê di ki vazeno ra seveta heqa ceniyu lez keno. Wazeno ke ceni endi şiya ciamerdu ra veciyê, heqê ceniyu ’be ciamerdu ra çırpa jüvini de bê. Mordemo ke Xızırê xode na werê, vazeno ra dewlete de ki nano werê, hukumati de ki nano werê vano ”Sıma naca de nêheqeni kenê!”, yaki ”Ma tam demoqırasi wazeme!”, ”Ma adalet wazeme!”, ”Ma zulım nêwazeme!” Xızırê mordemi ke xıraviye de, tariye de, nêheqiye de da pêro; qomê di ki vazeno ra xıraviya cemati de, fikirunê tariyu de, nêheqiya hukımdaru de dano pêro.Şiya yitiqatê sarê Dêrsımi her dewır de êşto weşiya dine ser.No vijeri ki heni bi, ewro ki heni ro. Tavi ke yitiqatê dine ewro têyna Xızır niyo, Yitiqatê Dêrsımi niyo. Sarê Dêrsımi Yitiqatê Dêrsımi ’be Elewiyeni ra girena jüvini. Yitiqatê dine, sentezê ni dı yitiqatuno. Yi, naca

de ki raa Xızırê xode şiyê. Qayt biyê ke Ehlibeyt rê nêheqeni biya, Hz. Eli rê nêheqeni biya, Des u Dı Yimamu rê nêheqeni biya coku hetê dine gureto. Ma Xızırı ki hetê kokımu ’be feqiru de nebi? Mordem gereke naê ki bızano ke Xızır zerê Elewiyeni ra nêveciyo. Koka ni çand hazar sere xori de sona. Kês nêzano ke Xızıri yitiqatê sarê Dêrsımi de çand hazar seriyo ke ca gureto. Xızıro ke sarê Dêrsımi cıra vano ”Heqo”, yi ”Wayır” vêneno yitiqatê jü–dı hazar seri niyo. Çutır ke ma nusna, sarê Dêrsımi Xızıri eve na çım vêneno, wo ki sewlê xo nia dano ra weşiya dine ser. Sarê Dêrsımi têyna eve zonê Zazaki ra nê, eve yitiqatê Xızıri ra ki ğezna kulturê Anadoliye rê kifato de hewl kerdo. Anadoliye pê nine xo bıgoyno. Sarê Dêrsımi Elewiyeni rê zaf xızmete kerda. Anadoliye de ke ”Dêrsım” va Elewiyeni, Qızılbaşeni yena ra morde-mi viri. Dêrsım ra des u dı ucağê Elewi, hem sarê Dêrsım rê hemı ki sarê dormê Dêrsımrê xızmete danê. Qe Tırkki , qe Kırdaski , qe Zazaki qesey bıkerê pirê Elewiyunê şarqi jêde Dêrsım raê. Sarê Dêrsımi Zazaki qesey keno ama; sarê Elewi kam beno bıbo, qe Tırkki , qe Kırdaski qesey kero ni xo sero mardê. Mavenê nine jüvini de zaf gêrm biyo. Çêney dê jüvini, jüvini ra çêney guretê. Kamci zon qesey kenê bıkerê Elewi gereke bıêrê jü ca, jüvini de bicêrê ra. Anadoliye hardo de hirawo, kam beno bıbo ma hatan nıka naca pia vınetime, naêra têpia ki gereke pia vınderime. Anadoliye welatê ma pêruno.

Page 8: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 8 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

Seyit Rıza’yı, Alişer’i, Zarife’yi, Der-simli Nuri’yi bu çerçevede hatırlıyoruz. General Abdullah Alpdoğan yine bu iliş-kiler ağında hatırlanıyor.

Dersim deyince ilk akla gelen figürler-den biri de Sait Kırmızıtoprak oluyor. Dersim, Nazımiye, Civarik, Sait Kırmı-zıtoprak bir bütünlük oluşturuyor. Bu ba-kımdan Dersim gezisinde, Nazımiye’yi, Civarik’i dolaşmak, Sait Kırmızıtoprak’ı anmak önüne geçilmez bir duygu oluyor. Gezinin bu aşamasında Kazım Arik bi-zimle beraberdi. Anlatımlarıyla bizlere çok yardımcı oldu. Kazım Arik, Sait Kırmızıtoprak’ın yakın akrabası, böl-gede orman mühendisi olarak çalışmış bir arkadaş. Şimdi emekli. Selahattin Arik’in ağabeyi…

26 Temmuz öğleden sonra, Nazımi-ye’ye, Civarik’e hareket ettik. Arabayı Selahattin Arik kullanıyordu. Arabada, İbrahim, Kazım Arik ve ben vardım. Hüseyin Şahin’in kullandığı öbür araba-da ise, Ahmet ve Necip vardı.

Akşama doğru Ali Bey’in evine ulaş-tık. Ali Bey’in evi yüksekte. Petros Dağı’nın eteğinde. Bütün Civarik gö-rünüyor. Bütün Civarik Ali Bey’in iki katlı taş binasının ayakları altında. Sait Kırmızıtoprak’ın, Şıvan’ın doğ-duğu, büyüdüğü ev de görünüyor. Ka-rakol bir tepenin üzerine oturtulmuş. Karakol, Sait’in evine yakın. Ali Bey, Almanya’da çalışıp emekli olmuş, em-eklilikten sonra, Civarik’e yerleşmiş, iki katlı taş evini kendisi yapmış bir kişi. Sait Kırmızıtoprak’ın yakın akrabası.

Evin genişçe bir bahçesi de var. Su, Sül-büs, Petros Dağlar’ından iniyor. Bahçe-nin her tarafı çiçek ve sebze tarhlarıyla dolu… Çiçekler rüzgarda hafif hafif sal-lanıyor.

Ali Bey’in evinden, Civarik’e bakarken, kafamdan çeşitli duygular, düşünceler geçiyor. Sait’in doğduğu, büyüdüğü ev, çok rahat bir şekilde görünüyor. Balkon, ikinci kata çıkan dışarıdan merdivenler iyice seçiliyor.

Osman Aydın, Dr. Şıvan tarafından yazılan, “Kürt Millet Hareketleri ve

Irak’ta Kürdistan İhtilali” adlı kitaba yazdığı önsözde, “Dr. Şıvan, diyebilirim ki, şimdiye kadar tanıdığım en zeki in-sandı. Son derece kıvrak bir zekaya ve güçlü bir belleğe sahipti. Azimli ve ka-rarlıydı” diyor. (s. 8) Bu kitap 1997’de, Stockholm’de, APEC Yayınları tarafın-dan basılmış. Kitabın “Kuzey Irak Kürt Halk Hareketi ve Baas Irkçılığı” başlıklı bölümü, 1975’de, Ankara’da, KOMAL Yayınevi tarafından basılmıştı.

Sait Kırmızıtoprak’ın, bu üstün zekası dışında, yaratıcı, hünerli, yetenekli, atıl-gan, üretken olduğu da bilinmektedir. Bu özellikler sayılırken, Sait Kırmızı-toprak için “aceleci” bir sıfat da eklen-mektedir. “Aceleci” sıfatına itirazımı bu yazının daha ileri bir bölümünde belirt-meye çalışacağım.

Bende, Hasan Tanrıverdi tarafından ha-zırlanmış, bir metin var. Bu metnin ana başlıkları şöyle:

Dr. Şıvan’ın dedesi Büyük Bertal Efendi (Bertal Yurtsever) 1882-1938 (s.1-5)Dr. Şıvan’ın annesi Zore (Zöhre) Yurt-sever, Kırmızıtoprak, Tanrıverdi 1913-1984 (s. 5-6)

Dr. Şıvan’ın babası Abbas Kırmızıtop-rak, Awase, İvise Qewe 1898-1941 (s.6)

Kardeşi Hasan Tanrıverdi’nin gözlem-leri ve tetkikleriyle Dr. Sait Kırmızı-toprak’ın yaşamından kesitler (1935-1971) (s.7-26)

Hasan Tanrıverdi tarafından hazırlanan 26 sahifelik bu metin çok değerli bil-gileri ve anıları içermektedir. Hasan, ben, Erzurum’da, 1960’ların sonların-da, Atatürk Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi’nde asistanken, İşletme Fakül tesi’nde öğrenciydi. Hasan’la zaman za-man görüşürdük. Hasan bu metinde, bu görüşmelerden de söz etmektedir.

1946 doğumlu Hasan Tanrıverdi, Sait Kırmızıtoprak’ın küçük kardeşidir. Ana bir baba ayrı kardeşi.

Dersim hakkındaki, 1937-1938 Kürd soykırımı hakkındaki, Nazımiye, Ci-varik, Sait Kırmızıtoprak hakkındaki duygularımı ve düşüncelerimi Kazım Arik’in, Nazımiye-Civarik yolu üzerin-deki anlatımlarından, Mazgirt’de, Silo Dağı eteklerinde, anıtmezarın yapıldığı yerde, Hüseyin Beyaztaş’ın anlatımla-rından, Hasan Tanrıverdi’nin bu metnin-den yararlanarak bir düzene sokmaya çalışacağım.

Halk arasında Cıvrak diye anılan Ci-varik’in bilinen en eski ağası Aliyê Gülavi’dir. Aliyê Gülavi, 19. yüzyılın üçüncü çeyreğinde yaşamını yitirince, yerine oğlu Memê Ali gelir.

Memê Ali’nin en küçük oğlu Bertal 1882 doğumludur. Memê Ali Bertal’ı okutur. Bertal rüştiyeyi bitirir. Bertal’e artık Bertal Efendi denmektedir.

Memê Ali bir ihtilafı çözümlemek için Civarikli, Hardifli kalabalık bir grupla Şövalyen bölgesine gider. Bu grubun ço-ğunluğu, dönüşte çığ altında kalır, boğu-lur. Memê Ali de boğulanlar arasındadır.

sait kırmızıtoprak üzerine düşüncelerDersim deyince insanın aklına ilk olarak Tunceli Kanunu, 1937-1938 Kürd soykırımı geliyor.

Dr. İsmail Beşikçi

Page 9: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 9 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53Memê Ali boğulduğunda 62 yaşındadır.

Memê Ali boğulunca, yerine en büyük oğlu Süleyman geçer. Halk arasında Sü-leyman Ağa olarak anılır. 44 yaşındadır. En küçül oğlu Bertal ise 8 yaşındadır.

Süleyman Ağa da oğlunu okutur. O da Elazığ’da rüştiyeyi bitirir. Süleymen ağanın oğlu Bertal 1891 doğumludur. Küçük Bertal diye anılır. Küçük Bertal Efendi.

Büyük Bertal Efendi, 1907 yılında 25 yaşında evlenir. 4 oğlu 6 kızı olmuştur. 1909’ da kızı Pelgizer, 1911’de oğlu Ali, 1922’de oğlu Aziz, 1933’de kızı Fatma dünyaya gelir. 1913 doğumlu Zore (Zöh-re), Sait Kırmızıtoprak’ın anasıdır.Büyük Bertal Efendi, 1937-1938 yılla-rında, Gerişli Yusuf Ağa ile birlikte, ka-tır sırtında yapılan taşımalarla, askerin iaşesini üstlenmişlerdir. Büyük Bertal Efendi’nin askerlerle, bürokratlarla ara-sı iyidir. O dönemde, Korgeneral Ab-dullah Alpdoğan, 1935’de kurulan 4. Müfettişlik bölgesi Tunceli’ye müfettiş olarak atanır. Çok geniş yetkileri var-dır. Bölgedeki en yüksek rütbeli asker-dir. Aynı zamanda validir. 4. Müfettişlik bölgesindeki en yetkili kişidir. İstediği kişileri, aileleri suçlayabilmekte, yargı-layabilmekte, infaz hükümleri de dahil, hükümleri infaz edebilmektedir. Kişile-ri, aileleri, sürgün edebilmektedir. Köy-lerin, beldelerin sınırlarını değiştirebil-mektedir.

General Alpdoğan, 1937-1938 yılla-rında birkaç defa Nazımiye’ye gelmiş, Cumhuriyet’in halk üzerindeki etkileri-ni anlamak istemiştir. Nazımiye’de, Bü-yük Bertal Efendi’nin de içinde olduğu halkla görüşme yaparken dikkate değer bir olay yaşanır. Bertal Efendi halkın isteklerini dile getirir. “Halk hastane beklemektedir, okul beklemektedir, ama durmadan karakol yapılmaktadır” der. Bu söz General Alpdoğan’ı çok rahat-sız eder. General bu sözü, Büyük Bertal Efendinin bu tutumunu not eder. Bertal Efendi’nin, aşireti üzerinde, halk üzerin-de etkili bir kişi olduğunu da gözlemler.

Bu ziyaretten kısa bir müddet sonra, Nazımiye Jandarma Komutanlığı’na bir emir gelir. Bu emir gereğince, Nazımiye Jandarma Komutanlığı Bertal Efendi’yi komutanlığa davet eder. Bertal Efen-di komutanlığa gelir. Komutan, Ber-tal Efendi’ye, ailesinin, akrabalarının

Batı’ya göçertileceğini haber verir. Emir kesindir, ailesi yakın akrabaları Batı’ya göçertilecektir. Bertal Efendi’nin ailesi-ne mektup yazmasını, göç için hazırlan-malarını, kendisinin de Elazığ’a giderek trende yer ayırtmasını ister.

Bu söz üzerine Bertal Efendi çok şaşırır. “Herhangi bir sorun yoktu, askerin iaşe-si normal olarak sürdürülüyordu…”der. Komutan, emrin kesin olduğunu, yapıla-bilecek bir şey olmadığını belirtir. Aile-sine mektup yazmasında ısrarlı olur.Bertal Efendi mektubu yazar. Ailesinin, akrabalarının, kadın-erkek, çoluk ço-cuk hazırlanmalarını ister, Batı’ya sür-gün edildiklerin vurgular. Kendisinin, Elazığ’a giderek trende yer ayırtacağını belirtir. Yanında, o esnada karakol yapı-mında çalışan Memedê İvisi de vardır. Memedê İvisi ağabeyi Süleyman’ın da-madıdır.

Komutan, bu arada, nakliye işi nede-niyle hak ettiği parayı Bertal Efendi’ye verir. Bertal Efendi’nin elleri titrediği için parayı cüzdanına yerleştiremez. Memedê İvisi, parayı cüzdana yerleştirir ve cüzdanı Bertal Efendi’ye verir.Büyük Bertal Efendi, ailesini karşılamak üzere, nahiye müdürüyle birlikte, atıyla yola koyulur. Nazımiye’den Civarik’e giderken, Nazımiye’den hemen çıkışta, sağ tarafta, Kewl denilen bir yerde ön-ceden düzenlenmiş bir pusuda Bertal Efendi vurularak öldürülür. Cesedinin üzerine bir miktar toprak atılır. Cese-dinin bir kısmı toprak altında bir kısmı dışarıda kalır. Büyük Bertal Efendi kat-ledildiğinde 56 yaşındadır. Kazım Arik, Nazımiye-Civrak yolunda, Büyük Ber-tal Efendi’nin katledildiği noktayı bize gösterdi.

Bertal Efendi’nin mektubu, askerler tarafından Civarik’e götürülür. Oğlu Ali’ye verilir. Ali, babasının yazısını, imzasını tanır. Tereddütsüz bir şekilde askere teslim olurlar. Ali, ailesinin göç için hazırlanmasını ister. Çocuklar, ka-dınlar, erkekler, 52 insan göç için hazır-lanır. Bertal Efendi’nin yürüme güçlüğü çeken yaşlı anası Zera Sixi (Dakoye) evde kalır. Göçde gerekli olan eşyalarla, 52 insan, , gece vakti Nazımiye’ye doğ-ru yola çıkar. Şafak vaktinde Derova’ya varırlar. Kafile, Ramadan Köyü’nün altındaki dere kıyısına varınca, orada bekletilir. 52 kişilik kafilenin elleri bağ-lanır. Dereyi geçtikten sonra bir tümse-ği aşarlar. Çukur bir yere varırlar. Hepsi

toplu haldedir. Çevrede ateş timleri bek-lemektedir. Timler, topluluğun etrafını çepeçevre sarmışlardır. Bu düzenleme bir plan gereğince önceden yapılmıştır. Şiddetli bir ateş başlar. Ateşten sonra ce-setler tek tek kontrol edilir, süngülenir. Daha sonra cesetlerin üzerine gaz dö-külerek yakılır. Cesetlerin kül olmaları beklenir. Kazım Arik bize, 52 kişinin kurşuna dizildiği çukuru gösterdi. O çu-kurda bir mum da, daha doğrusu mumlar da, yanıyor. Kazım Arik bize bir detay da aktardı. Şöyle: Ev işlerinde çalışan bir kadın var. Aileden biri değil, aileye hizmet ediyor. Kafileye o da katılıyor. Ama askerler, onun kafileden ayrılma-sını, bölgeyi terk etmesini istiyor. O da kafileden ayrılarak, olup biteni izlemek için çevredeki bir ormanda saklanıyor. Olup biteni oradan izliyor ve olanlar hakkında Civarik’e haberi ilk olarak o kadın götürüyor. Kazım Arik de Büyük Bertal Efendi’nin torunlarındandır.

Büyük Bertal Efendi ve ailesi 1938 Tem-muz’unda bu şekilde yok ediliyor. Ber-tal Efendi’nin, o günlerde, Maz-girt’de, nakliye işi için uğraşan oğlu Aziz de olduğu yerde yani Mazgirt’ de katledi-liyor.

Bu haberler Civarik’e ulaşınca, Bertal Efendi’nin yürüme güçlüğü çeken yaşlı anası, Zera Sixi (Dakoye) kendini asarak intihar ediyor.

Kanımca, Büyük Bertal Efendi ve ai-lesinin imha edilmesinin temel nedeni, general Alpdoğan’ın ailede, potansiyel bir direniş olasılığı algılamasıdır. Ber-tal Efendi ve ailesi o günlere kadar bir sorun çıkarmamış olabilir, ama devletin böyle bir algılaması olduğu anlaşılır bir şeydir.

Burada da bir toplu mezar var.Toplu me-zarda kimlerin bulunduğu isim isim bi-liniyor. Kazım Arik Bey, Dersim’de, bu şekilde 101 (yüzbir) toplu mezar oldu-ğunu söyledi. Toplu mezarlarda yatanlar isim isim biliniyor. Bu bakımlardan anıt mezar inşaatı anlamlıdır. Toplumsal ha-fızayı canlı tutmak için bu gereklidir.

Bu konuda 1990’larda, Bursa’da cere-yan eden bir olayı hatırlamak gerekir kanısındayım.1990’ların başlarında, Bursa’da, bir aileden bir genç gerillaya katılır. Aile bu işe çok şaşırır. Çünkü aile 50-60 yıl kadar önce, yani 1930’lar-da, 1940’larda, Bitlis’ten gelmiş, zaman

Page 10: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 10 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53içinde de Bitlis ile ilişkilerini sıfırla-mıştır. Kürtlük ile herhangi bir lişkisi kalmamıştır. Durum buyken, aileden bir gencin gerillaya katılması aileyi şaşırtır, kaygılandırır.

Gencin, gerillaya katılmasından, bir süre sonra devletin de haberi olur. Gü-venlik güçleri aileyi sıkıştırır, gencin dağdan geri getirilmesini buyurur. Aile, güvenlik birimlerinde kendini savunur-ken, 50-60 yıl kadar önce Bitlis’ten gel-diklerini, Kürtlükle hiçbir ilişkilerinin kalmadığını, hatta Kürt olduklarını bile unuttuklarını, gencin gerillaya katılma-sının kendilerini çok şaşırttığını söyler. Bu söyleme karşı devletin söylediği söz-ler çok dikkat çekicidir: Siz Kürt oldu-ğunuzu unutmuş olabilirsiniz, ama dev-let sizin Kürt olduğunuzu hiç unutmaz ve buna göre tedbirlerini alır.

Büyük Bertal Efendi, ailesi, o güne ka-dar devlete endişe verici bir tutum için-de olmamış olabilirler. Ama bu tutum her zaman böyle devam etmeyebilir. Ge-neral Alpdoğan, bu potansiyel gücü algı-lamış olabilir. Çok geniş olan yetkilerini imha yönünde kullanmış olabilir. Nasıl olsa, sorgu-sual ile karşılaşmayacaktır.

Bertal Efendi ve ailesinin neden imha edildiği konusunda “sürgün için gerekli olan tahsisat gelmedi veya tahsisat bitti, o bakımdan imha gerçekleşti” şeklinde bir açıklama da var. Bertal efendi ve ai-lesinin imhasının birlikte düzenlendiği dikkate alındığı zaman bunun gerçekçi olmadığı da anlaşılmaktadır.

Cesetler Neden Yakıldı?

Aile sürgün için hazırlanmaktadır. Sür-günlük için yola çıkan aileye ne gerekir? Elbette para gerekir. Gerek erkeklerde, gerek kadınlarda şüphesiz para vardır. Yolda, gerekli olacak en önemli şey pa-radır. Kadınların mücevherlerini, altın-larını, değerli eşyalarını, takılarını da beraberlerinde taşıdığı çok büyük bir olasılıktır. Ailenin Ramadan Köyü’nün alt tarafındaki çukurda kurşuna dizil-mesinden sonra, süngüleme sırasında, bunlara da el konulduğu, yağmalandığı söylenebilir. Burada sermaye transferi-nin gerçekleştiği de söylenebilir. Ermeni mallarına, Rum mallarına nasıl el konul-duğu bu malların nasıl yağmalandığı, sermeye dönüşümünün, Rum ve Ermeni sermayesinin nasıl Türkleştirildiği hatır-landığında, sürecin Kürdler için de böyle

gerçekleştiği ifade edilebilir.

Bertal Efendiye, nakliye işinden dolayı hak ettiği paranın ödendiği söylenmişti. O para, Bertal Efendi’nin pusu sonu-cu öldürülmesinden sonra elbette geri alınmıştır. Cesetlerin yakılmasıyla, her şeyin yakıldığı, geriye hiçbir şey kalma-dığı ima edilmeye çalışılıyor.

Bütün bunların soykırım olduğu açıktır. Birleşmiş Milletler, 1948 tarihli, Soykı-rım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandı-rılması Sözleşmesi’nde, soykırım, ulu-sal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubun, tümüyle ya da bir kısmıyla yok edilmek amacıyla,

“a)üyelerinin öldürülmesi,b) üyelerinin, bedensel yada zihinsel olarak ciddi zarara uğratılması c) Grubun tümüyle ya da bir bölümüyle bedensel yıkıma uğratılması amacıyla tasarlanmış yaşam koşullarına bilerek sokulması,d) Grup içinde doğumları önlemeyi he-def alan önlemlerin alınması, çocukların zorla başka bir gruba aktarılması” ola-rak verilmektedir.

Dersim’de, Soykırım Sözleşmesi’nde yer alan koşulların hepsi de gerçekleş-miştir. Soykırım, Kürdistan’da sadece Dersim’de değil,her yerde gerçekleşmiş-tir. Çeşitli tarihlerde, Bingöl’de, Geliyê Zilan’da, Wan’da her yerde soykırım ya-şanmıştır. Örneğin Yusuf Ziya Döger, Bilinmeyen Roboske Guew başlıklı yazı dizisinde, Bingöl yöresinde 1927 yılın-da gerçekleşen soykırımı anlatmaktadır. (www.rizgarionline 29.12.2012) Dersim’le ilgili, Kürdlerle, Kürdistan’la ilgili anılarını yazan hiç kimse, Büyük Bertal Efendi’nin, 54 aile üyesinin nasıl katledilmesi konusunda bir şey yazmış-lardır. Bu katliam bilmezlikten, duy-mazlıktan, görmezlikten gelinmektedir. Hasan Tanrıverdi de, yukarıda belirtme-ye çalıştığım yazısında bu duruma de-ğinmektedir. (s. 5)

Selahattin Ali Arik’in, Yakındoğu’da, Koçgiri ve Dersim, Kızılbaş Kürt Soy-kırımı (Peri Yayınları, Kasım 2012) ki-tabında da bu konulara değinilmemek-tedir.

Bertal Efendi’nin ve ailesinin hali vakti yerindedir. Hüseyin Akar, Dersim-Ci-varik İki Uçlu Yaşam (Peri Yayınları,

Temmuz 1998) kitabında, Elazığ Va-lisi Cemal Bardakçı’nın kızıyla birlik-te, Civarik’e gelerek, Bertal Efendi’ye ağalara 4 gün konuk olduğunu, Bertal Efendi’nin, öbür ağaların, valinin kızına beşibirlikler taktığını yazmaktadır. (s. 114)

Yurtsever, Tanrıverdi, Akbayır Kar-deşler1934’de, soyadı kanunu yürürlüğe girin-ce, Büyük Bertal Efendi ve kardeşleri Hüseyin ve İbrahim, Yurtsever soyadı-nı alır. Bertal Efendi’nin büyük ağabeyi Süleyman Ağa, Tanrıverdi soyadını alır. Kardeşlerin diğerleri Ahmet ve Veli ise Akbayır soyadını alır.

Hasan Tanrıverdi, Memed ve Avas (Ab-bas) kardeşlerin de farklı soyadları al-dığını belirtir. Büyük kardeş Memed, Beyazgül, küçük kardeş Avas (Abbas) Kırmızıtoprak soyadını alır. Avas Kır-mızıtoprak Sait Kırmızıtoprak’ın ba-basıdır. Memed Beyazgül de, Büyük Bertal Efendi’nin ağabeyi, Süleyman Ağa’nın damadıdır.

Kürd kardeşlerin farklı soyadları alma-ları Ermeni sorunuyla, tehcirle, Ermeni soykırımının sonuçlarıyla yakından ilgi-lidir. Ermeniler tehcir olunca ve geri dö-nüş söz konusu olmayınca, geriye kalan taşınmaz mallarına çevredeki Kürdlerin el koyması, yağmalaması çok önemli bir konudur. Devletin sözünü dinleyen, dev-let ve hükümet için sorun çıkarmayan her aileye bu taşınmaz mallardan veril-mesi söz konusudur. Bazı ailelere tarla, bazı ailelere ev, bazı ailelerle değirmen, bazı ailelere ambar vs. verilecektir. Ai-lelere tek soyadı olduğu zaman bir aile olarak kabul edilecek ve bir taşınmaz mal alacaktır. Kardeşlerin, farklı farklı soyadları olduğu zaman, her bir karde-şin bu düzenlemeden yararlanma ola-nağı ortaya çıkacaktır. Ailelerin devlete bağlılıkları oranında, bu yerlerin ilgili kişilere, yağmacılara tapulanması da söz konusudur. Bu, Kürd sorunuyla Ermeni sorununun bir yerde, bazı alanlarda yo-ğun bir içiçelik içinde olduğunu gösterir.

Büyük Bertal Efendi’nin veya kardeşle-rinin böyle bir olanaktan, düzenlemeden yararlanıp yararlanmadıklarını bilmiyo-rum. Aile içinde, kardeşlerin, farklı farklı soyadları almalarının ön-emli bir nedeni-nin bu olduğu kanısındayım. Dersim’de, Karakoçan’da, Kığı’da, Yayladere’de, Adaklı’da, Hardif’ de, Sülbüs Dağı çev-

Page 11: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 11 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53resinde, kısaca Peri Vadisi’nde bu süreci izlemek mümkündür.

Kürdler, Ermeniler, Dersim’de de birlik-te yaşıyorlardı. Örneğin Civarik Petros dağı eteğinde kurulu bir köydür. Petros Dağı, Ermenileri çağrıştırmaktadır.

Aziz Akgül, Dağlara Dayalı Şehirle-şen Köy Civrak, (Peri Yayınları, Şubat 2009) kitabında “Hormekliler, Civa-rik Köyü’ne gelip yerleşmeden önce, Civarik’te Ermeniler yaşarmış” (s.9) demektedir. Mithat Özcan’ın, Tanıkla-rın Dilinden Peri Vadisi, Sosyoloji-Tarih (Peri Yayınları, 2012) kitabında yer alan söyleşilerde de bu süreci izlemek müm-kündür.

Antranik’in, Dersim Seyahatname (Çev. Payline Tomasyan, Aras Yayınla-rı, Kasım 2012) isimli kitabında da, bu konuyla ilgili bilgiler vardır. Seyahat-name, 1880’lerde, Kığı’dan Pülümür’e, Dersim’e yapılan bir seyahati anlatmak-tadır. Kitap 1900 yılında, Tiflis’de Er-menice olarak basılmıştır.

Hüseyin Akar, yukarıda sözü edilen Dersim-Civarik İki Uçlu Yaşam kitabın-da 18. yüzyıl ortalarından söz eder.

Van Gölü çevresine, Dersim’in de içinde bulunduğu Van, Bitlis, Diyarbakır, Siirt, Muş, Erzurum, Ağrı, Kars gibi yörelere Ermeniler Batı Ermenistan, Kürdler Ku-zey Kürdistan diyor. Kırsal bölgelerde daha çok Kürdlerin, şehirsel bölgeler-deyse, daha çok Ermenilerin yaşadığı söylenebilir.

Zore-Zöhre Ananın Çileli Yaşamı (1)

Büyük Bertal Efendi’nin, 1913 doğum-lu kızı Zore (Zöhre) 1931 yılında Ava-se (Abbas) İvisi ile evlenir. 1935 yılın-da Sait Kırmızıtoprak dünyaya gelir. 1937’de kızı Güllü, 1939’da kızı Fatma dünyaya gelir.

Zore kadın, 1938’de babası Bertal Efen-di, kardeşleri, çok yakın akrabaları kat-ledildiğinde, 54 canın katledildiğinde 25 yaşındadır. O dönemde, kocası Avase İvis’le Kığı’da yaşadıkları için ölüm-den kurtulmuştur. Babasının, anasının, çok yakın akrabalarının böylesine katli, Zore kadında çok ağır travmalar yarat-tığı açıktır. 1938’de üç yaşında olan Sait de, anasındaki, yakın akrabalarındaki bu travmadan şüphesiz etkilenir.

Zore kadın 1941 yılında, kocası Avase İvisi’yi kaybeder. Avase İvisi barsak dü-ğümlenmesinden ölmüştür. Zore kadın 28, Şait 6, Güllü 4, Fatma 2 yaşındadır. Amca Memedê İvisi yeğenleriyle çok yakından ilgilenmeye başlar. Yeğenleri-ni de kendi çocukları arasında yetiştir-meye gayret eder.

Zore kadın, 1942 yılında, amcasının oğlu Küçük Bertal Efendi ile evlenir. 1943 yılında 5-6 yaşlarındaki kızı Gül-lü, Ağa Yaylası’nda, başına bir taş düş-mesi sonucu ölür. 8 yaşındak Sait, kız kardeşinin ölümünden büyük üzüntü duyar. Bu ölümün ana Zore kadına yeni travmalar getirdiği açıktır.

Sait 1943 yılında kız kardeşi ile birlikte amcası Memedê İvisi’ yi de kaybeder. İyice öksüz kalmıştır.

1943 yılında, Küçük Bertal Efendi-Zore kadın evliliğinden bir kız çocuğu dün-yaya gelir. Bu kız çocuğuna, başına taş düşmesi sonucu ölen Güllü’nün adına izafeten Güllü adı verilir.

1944 yılında henüz bir yaşındaki Güllü, evde, damdan düşerek ölür. Zore kadın 31 Sait 9 yaşındadır.

Sait Kırmızıtoprak’ın Eğitim Hayatı

Civarik Köyü’nde 1944 yılında okul açılır. Okula kayıt yaptıran öğrenciler-den biri de Sait’dir. 1949 yılında mezun olur. Aynı yıl, Eylül ayında, Tunceli Ortaokuluna kaydolur. Ortaokul ikinci sınıfına geçince, parasız yatılı sınavını kazanır, bir arkadaşı ile birlikte eğiti-mini Balıkesir’de sürdürür. Ortaokul ve lise eğitimini parasız yatılı olarak Balıkesir’de tamamlar. 1955’ de Balı-kesir Lisesi Fen Bölümünden mezun olur. Mezuniyetler hep Pekiyi derecesi ile olur.1955-1956 yıllarında, İzmir Tıp Fakültesi’ndedir. İkinci sınıfa geçince kaydını, İstanbul Çapa Tıp Fakültesi’ne aldırır. Çapa Tıp Fakültesi’nden 1962 yılında mezun olur. Arada, ileride anla-tılacağı gibi, 17 Aralık 1959’da gözal-tına alınmakla, tutuklanmakla başlayan 49’lar davası vardır.

Sait Kırmızıtoprak’ın Düşün ve Duy-gu Dünyası

Sait Kırmızıtoprak deyince, insanın ak-lına ilk olarak Güney Kürdistan’a geçişi, oradaki faaliyetleri gelir. Sait Elçi’yle

ilişkileri, Saitler olayı, “Saitler Komp-losu”, üzerinde düşünmeye değer olay-lardır.

Sait Kırmızıtoprak, 1960’ların sonla-rından itibaren gerilla mücadelesinin gerekliliğini düşünen, bu düşüncesini yaşama geçirmeye çalışan bir kişidir. Bu düşüncenin Sait Kırmızıtoprak’ta nasıl oluştuğunu irdelemek önemlidir.

Balıkesir’de, İzmir’de, İstanbul’da öğ-renciliğinin, Sait’in düşüncesinin olu-şumunda büyük bir rolü vardır. Sait yaz tatillerini kendi köyünde, ailesinin yanında geçirmektedir. Harmanda çalış-makta, çobanlık yapmaktadır. 1951-1952 yıllarından itibaren bu böyle devam edip gelmiştir. Balıkesir, İzmir, İstanbul’da eğitim sırasında yaptığı gözlemler, Tun-celi, Nazımiye, Civrak ile bu kentler ara-sında yoğun bir dengesizlik olduğunu fark etmiştir. Yol, su, elektrik gibi temek alt yapı hizmetleri bakımından, sağlık, eğitim gibi temel hizmetler bakımından, çok büyük bir dengesizlik vardır. Yatılı eğitim sırasında Balıkesir’den, İzmir’de, İstanbul’da, Dersim’e, Nazımiye’ye, Civarik’e yaptığı yolculuklarda, bu den-gesizliğin farkına varma bilinci gittikçe gelişmektedir.

1943’te 5-6 yaşlarındaki kız kardeşi Güllü’nün, Ağa Yaylası’nda, başına taş düşerek ölmesi, Sait’i derinden etki-leyen bir olaydır. 1944’de, 2 yaşında-ki Güllü’nün, damdan düşerek ölmesi, çeşitli olanaksızlıklar, ölümlere engel olamamak Sait’deki bu bilinci gittikçe geliştirir.

Tıp Fakültesi’ndeki eğitimi sırasında Tunceli- Nazımiye-Civrak- Batı İlleri dengesizliğinin, bütün Doğu’yu (Kürd illerini) kapsadığının bilincine varır. Bütün bu ilişkilerin toplumsal düzen hakkında, Doğu-Batı hakkında duygu-lar, düşünceler oluşturmaması mümkün değildir.

Sait, çocukluğundan itibaren, dedesi Bü-yük Bertal Efendi’nin, ailesinin, yakın akrabalarının başına gelenler hakkında bazı şeyler bilmektedir. Bugün, katledi-len 54 kişi isim isim bilinmektedir. Üni-versite eğitimi sırasındaysa, sadece ken-di ailesinin, Civarik’in, Nazımiye’nin Dersim’in değil, bütün Kürdlerin, Kürd coğrafyasının farklılık ve olumsuzluk yaşadığının bilincine varmaya başla-mıştır.

Page 12: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 12 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53Sait, 17 Aralık 1959’da, 49’lar dava-sı çerçevesinde gözaltına alınanlar ve tutuklananlar arasındadır. 24 yaşında-dır. İstanbul’daki harbiye zindanların-da, Ankara’da Kazıkiçi, Soğukkuyu zindanlarında Kürdleri, Kürdistan’ı yakından tanıma olanağı bulur. Dava Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nde görülmektedir.

Sait Kırmızıtoprak, 1961 yılında İsmet Özevcek ile evlenir. 1962 yılında oğlu Dara, 1965 yılında kızı Ruken dünyaya gelir.

Sait Kırmızıtoprak 1962 yılında Tıp Fakültesi’nden mezun olur. Önce, An-kara, Güdül ilçesi hükümet tabipliğine tayin edilir. Kısa bir süre sonra, Sivas-Gemerek’e, hükümet tabibi olarak tayin edilir. 1963 yılında, haziran ayında, Konya’da Yunak Devlet Hastanesi’ne başhekim olarak gider. 1965 yılı İlkba-harında Yunak’daki görevi sona erer. Nisan 1965 itibariyle İzmir’de asker-lik görevi başlar. Askerlik, İzmir’deki eğitimden sonra, Isparta’da, Er Eğitim Tugayı’nda devam eder. Nisan 1967’de terhis olur. Ancak Isparta’dan ayrılmaz. Şehir merkezinde bir muayenehane açar. Orada, çeşitli zamanlarda o bölgeye sür-gün edilmiş Kürdlerle yakın ilişkiler kurar.

Sait Kırmızıtoprak 36 yıllık kısa ömrü-nün 17 yılını öğrencilikle geçirmiştir. Meslek hayatının 7 yılında Güdül, Ge-merek, Yunak ilçelerinde, daha sonra da Isparta ilinde geçirmiştir.

1960’larda Sait Kırmızıtoprak

Sait Kırmızıtoprak toplum sorunlarına çok ilgi duyan bir doktordur. Doğu batı dengesizliğini kavramaya çalışmakta-dır. 1950’lerin ortalarında, ilk yazısı, 1957’de Ceride-i Dersim gazetesinde yer alır. Sait bu sırada Tıp Fakültesi öğ-rencisidir. İstanbul’da Tunceli Kültür Derneği’nin her türlü etkinliğine katılır. Akis, Forum, Vatan gibi yayın organla-rında sağlık hizmetleri ile ilgili görüşle-rini açıklar.

27 Mayıs’tan sonra, 1960’larda Sait Kır-mızıtoprak, görüşlerini, düşüncelerini Yön dergisinde açıklar. Yön o günler-de Doğan Avcıoğlu’nun yönettiği solcu bir dergidir. 1962, 1963, 1964 yıllarında Sait Kırmızıtoprak’ın Yön dergisinde yazdığı yazılar, makaleler Sait’in o dö-

nemlerdeki duygu ve düşünceleri hak-kında fikir verir. Musa Anter’le girdiği tartışmalar önemlidir. O yıllarda Musa Anter de Barış Dünyası adlı liberal bir dergide yazmaktadır. Barış Dünyası’nı Ahmed Hamdi Başar yönetmektedir. O yıllarda Sait Kırmızıtoprak ile Musa Anter “Doğu Sorunu” ile ilgili görüşle-rini Yön ve Barış Dünyası isimli dergi-lerde açıklamışlardır. Sait Kırmızıtop-rak da Musa Anter de 49’lar Davası’nın iki sanığıdır. Birbirlerini o yıllardan tanımaktadırlar. Selahattin Ali Arik “Doktor Şıvan, Sait Elçi, Süleyman Mu-ini ve Kürd Trajedisi (1960-1975)” isimli kitabında (Peri Yayınları, Kasım 2011), Sait Kırmızıtoprak’ın yazılarını toplu olarak vermektedir. Musa Anter’in Ba-rış Dünyası dergisindeki yazılarına da değinmektedir (s. 43-180).

Sait Kırmızıtoprak 1960’ların ortala-rından itibaren Kürdistan’ı gezmeye çalışıyor. Çeşitli şehirlerdeki, ülkeler-deki arkadaşlarını ziyaret ediyor. On-larla uzun uzun sohbetler yapıyordu. Bu ilişkiler çerçevesinde Kürd toplumunu, Kürdistan’ı daha yakından tanımaya çalışıyordu. Güney Kürdistan’da Mele Mustafa Barzani liderliğindeki Kürdis-tan Demokrat Partisi’nin peşmergelerin Irak devletiyle yürüttüğü silahlı müca-deleyi de ilgiyle, heyecanla izliyordu. Temmuz 1965’te illegal olarak kurulan Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin faaliyetlerini de izlemeye çalışıyordu. KDP’nin başkanı avukat Faik Bucak Temmuz 1966’da bir suikast sonucu öl-dürüldü. Sait Kırmızıtoprak bunun da bilincindedir. Faik Bucak’tan sonra Tür-kiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin li-derliğini Sait Elçi yapmaktadır.

Sait Kırmızıtoprak 1969’da, bahar ay-larının sonlarında bir geziye daha çık-tı. Önce Civarik’e, kendi köyüne geldi. Yakınlarıyla, akrabalarıyla, çevrede ge-zintiler yaptı. Sülbüs Dağı, Pedro Dağı çevrelerinde uzun uzun ziyaretler yap-tı, eski arkadaşlarıyla sohbet etti. Daha sonra Dersim çevresinde dolaştı, arka-daşlarını ziyaret etti. Ağustos sonların-da, Eylül başlarında Erzurum’daydı. Bu ziyarette Avukat Mehmet Ali Aslan’ın evinde, Doktor Sait Kırmızıtoprak’ı, kardeşi Hasan Tanrıverdi ile birlikte ben de ziyaret etmiştim. O zaman Doğu Anadolu’nun Düzeni, Sosyo-ekonomik ve Etnik Temeller kitabı yeni yayım-lanmıştı. Bu kitap üzerinde, 1962-1964 yılları arasındaki Yön’de çıkan yazıları

ve Barış Dünyası dergisinde yazan Musa Anter’le yaptığı tartışmalar üzerinde ko-nuşmuştuk. Hasan Tanrıverdi, yukarıda sözünü ettiğim metinde bu ziyaretten de söz ediyor (s. 23-24).

Sait Kırmızıtoprak bu ziyaretlerini Erzurum’dan sonra Ağrı, Muş, Bitlis çevrelerinde de sürdürdü. 1969’un Ekim ayı başlarında görüştüğü arkadaşlarla birlikte Güney Kürdistan’a geçti. Kür-distan Demokrat Partisi ile peşmerge-lerle, Mele Mustafa Barzani ile tanıştı. Mele Mustafa Barzani, KDP, onlara ka-lacak yer gösterdi.

Sat Kırmızıtoprak gerilla düşünmekte-dir, düşüncelerini yaşama geçirme çaba-sı içindedir ama bu düşüncelerini, duy-gularını açığa vurmamaktadır.

Doktor olduğu için becerikli, hünerli, yaratıcı, atak, cesur olduğu için arka-daşlarıyla birlikte orada kalmasına izin verilir. Haftanin’de kendisine kamp aç-masına da olumlu bakılır.

Sait Kırmızıtoprak gerilla düşünmek-tedir ve Sait Elçi liderliğindeki Tür-kiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin bu konuda yetersiz olduğunu kavrar. Zaman zaman Güney Kürdistan’daki kamptan ayrılarak Kuzey Kürdistan’a, Mardin, Siirt, Van, Hakkari yörele-rine gider. Oralardaki arkadaşlarıyla görüşür. 1970 Haziranının sonlarında, Ankara’da, Türkiye’de Kürdistan De-mokrat Partisi’ni kurar.

Güney Kürdistan’da ve Kuzey Kürdis-tan’da bu çerçevede faaliyet yürütü-lür. Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi’nin faaliyetleri Kuzey Kürdis-tan’dan Mardin, Siirt, Hakkari, Van, Muş, Bitlis gibi yörelerde, orman yangını gibi gelişme gösterir. Bu gelişmelerden Türk istihbaratı kısa zamanda haberdar olur. Mele Mustafa Barzani ve Kürdistan Demokrat Partisi de rahatsız olur.

1971’de, 12 Mart rejiminde Diyarbakır Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde, Türkiye Kür-distan Demokrat Partisi ve Türkiye’de Demokrat Kürdistan Partisi, Devrimci Doğu Kültür Ocakları hakkında soruş-turmalar, davalar açılır. Bu çerçevede gözaltına almalar, tutuklamalar gerçek-leşir. Aranan Devrimci Doğu Kültür Ocaklarına ve Türkiye Demokrat Kür-distan Partisi ve Türkiye’de Demokrat

Page 13: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 13 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53Kürdistan Partisi üyelerinin bir kısmı-nın firar oldukları, onların da Güney Kürdistan’da Sait Kırmızıtoprak’ın kampında bulundukları anlaşılır. Bu sü-reç devleti de Mele Mustafa Barzani’yi de daha çok kaygılandırır.

Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi başkanı Sait Elçi, Mayıs 1971 başların-da, arkadaşlarına haber vermeden Suri-ye üzerinden Güney Kürdistan’a gider. Yanında arkadaşı Muhammedê Begê de vardır. Kuzey Kürdistan’dan, Suriye üzerinden Güney Kürdistan’a geçiş, ille-gal bir geçiştir.

Aynı günlerde Mele Abdüllatif Savaş da Güney Kürdistan’a geçer. Bu kimsenin Doktor Şivan’ın karargahında yer alan Faik Savaş’ın köylüsü olduğu anlaşılır. Bingöl taraflarındandır.

Haziran ayı başlarında Sait Elçi’nin önce kaybolduğu daha sonra da öldürül-düğü haberi yayılır. Sait Elçi ile birlik-te Muhammedê Begê’nin ve Abdüllatif Savaş’ın da öldürüldükleri söylenir.

Dpktor Şıvan (Sait Kırmızıtoprak) ve Çeko (Hikmet Buluttekin) Sait Elçi’yi öldürdükleri iddiasıyla 18 Temmuz 1971’de tutuklanırlar. Bu iddialar çer-çevesinde, Eylül ayının ilk haftasında Brusk (Hasan Yıkmış) da tutuklanır.

26 Kasım 1971’de Sait Elçi ve arkadaş-larını öldürdükleri iddiasıyla Doktor Şı-van, Çeko ve Brusk Güney Kürdistan’da KDP yönetimi tarafından idam edilir. Sait Elçi karşılığında Doktor Şıvan’ın, Muhammedê Begê karşılığında Çeko’ nun, Abdüllatif Savaş karşılığında da Brusk’un idam edildikleri vurgulanır.

1938’de, Sait Kırmızıtoprak’ın dedesi, Büyük Bertal Efendi ve 54 aile üyesi, direniş için potansiyel olarak algılan-dıkları için katledilmişlerdi. Sait Kır-mızıtoprak ise, bu muhalefeti 1960’la-rın sonunda daha sistematik bir şekilde örgütlemeye, yapılandırmaya çalışıyor. Rejim için çok büyük bir tehdit olarak algılandığı açıktır. İmhası, devlet için büyük bir gereklilik olarak düşünülmüş-tür. Büyük Bertal Efendi katledildiğinde 56 yaşındadır. Sait Kırmızıtoprak idam edildiğinde 36 yaşındadır. Dedenin akı-beti ile torunun akibeti arasında şaşırtıcı bir benzerlik vardır.

Olay şüphesiz burada anlatıldığı gibi ba-

sit değildir. Çok daha karmaşıktır. As-lında olay, süreç, entrikalarla doludur. Bu süreçte pek çok kişinin adı geçmek-tedir. Bu kişilerin bu süreç içinde bir-birleriyle ilişkilerinin değerlendirilmesi şüphesiz önemlidir ama bu yazıdaki amacım bu karmaşık ilişkileri açıklığa kavuşturmak değildir

Bu olguyu, bu süreci daha geniş bir soru-nun içine, Yakındoğu’da, Ortado-ğu’da Kürdistan sorununun içine yerleştirmek, ilişkileri bu şekilde anlamlandırmak ge-rektiğini düşünüyorum. Aşağıda bunu denemeye çalışacağım.

Kürd-Kürdistan Sorununun Özü, Te-meli

Kürdlerin, Kürdistan’ın Yakındoğu’da-ki, Ortadoğu’daki konumunun bilin-cine varılması önemlidir. Kürdlerin Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanma-sı, paylaşılması, Kürdleri dostsuz bı-rakan, hasımlarını çoğaltan bir etki yaratmıştır. Ta o yıllardan beri Kürd-lerin, Kürdistan’ın etrafı, Kürdlere-Kürdistan’a hasım olan güçlerce çev-rilmiştir. 1920’erde, 30’larda, 40’larda Kürdlerin, Kürdistan’ın etrafını çeviren hasım güçler Büyük Britanya, Fran-sa, Türkiye ve İran’dır. Büyük Britan-ya 1930’larda Irak’a bağımsızlık ver-miş ama Güney Kürdistan’ı sanki özel hukuktaki bir malı miras bırakır gibi Irak’a devretmiştir. Fransa da II. Dünya Savaşı’ndan sonra Güneybatı Kürdistan’ı aynı yolla Suriye’ye bırakmıştır.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Kürdle-re, Kürdistan’a hasım olan güçler Irak, İran, Türkiye, Suriye olarak görülmek-tedir. Sovyetler Birliği döneminde, Kaf-kasya’da da bir Kürdistan olduğunu unutmamak gerekir. 1923-28 arasında yaşam bulan Kızıl Kürdistan dikkatler-den uzak tutulamaz. Türkiye, İran, Irak, Suriye gibi devletlerin emperyalist dev-letler tarafından maddi manevi, politik diplomatik, askeri olarak desteklendik-leri de açıktır.

Etrafın böylesine hasım güçlerle çev-rili olduğu bir ortamda ulusal kurtuluş mücadelesi nasıl yürütülebilir? Bu du-rum, ulusal kurutuluş mücadelesi yü-rütenler için cehennem gibi bir ortam yaratmıştır. Ulusal kurtuluş mücadelesi yürütmeye çalışanlar adeta bir cehen-nemde mücadele etmektedirler. Filistin kurtuluş hareketi ile Kürdistan kurtuluş

hareketinin karşılaştırılması bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.

Filistin’in dost güçler arasında mücadele verdiği söylenebilir. Filistin’in tek has-mı vardır o da İsrail’dir. Ama Suriye, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan, Mısır Filistin’e dost olan güçlerdir. Ayrıca 22 üyeli Arap Birliği, 57 üyeli İslam Kon-feransı Filistin’e dost olan güçlerdir. Bu nedenlerden dolayı dünya devletleri içinde de Filistin’e dost olanlar çoktur. Bunlar FKÖ’yü ister beğensinler ister beğenmesinler ona maddi ve manevi olarak yardım etmek durumundadırlar. Politik, diplomatik askeri olarak da yar-dım etmek durumundadırlar.

Kürdler, Kürdistan için durum çok olumsuzdur. Kürdlerin, Kürdistan’ın etrafında dost bir güç yoktur. Kürdlere yardım eden devletler de yoktur. Emper-yalist devletler Kürdlerin ulusal kurtu-luş mücadelesine karşıdır. Bu emperyal güçler Kürdleri müşterek olarak ezen devletlere politik, diplomatik, ekono-mik, askeri yarım vermektedirler.

1920’lerde Milletler Cemiyeti dönemin-de Yakındoğu’da, Ortadoğu’da kurulan statükonun Kürdlere hiçbir statü verme-diği bilinmektedir. Bu yıllarda Kürdler, Kürdistan bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Fiili olarak devletlerarası sömürge durumu vardır. Aslında Kürd-ler Kürdistan sömürge bile değildir. Çünkü sömürgenin adı olur, sınırları olur. Örneğin Afrika 1885’te emperya-list ve sömürgeci devletler tarafından paylaşılmış, sömürgeler kurulmuş, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1960’larda, sömürgeler bu sınırlarla bağımsızlıkla-rını gerçekleştirmişleridir.

1920’lerde Milletler Cemiyeti dönemin-de Kürdlere hiçbir statü vermeyen bu statükonun II. Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler döneminde de aynen korunduğu çok yakından bilinmektedir.

Mele Mustafa Barzani’nin tutumu

Bu cehennemi ortamda ulusal kurtuluş mücadelesi nasıl yürütülür? Bu devlet-lerden birisiyle şu veya bu nedenlerle ilişkiye girmek bir zaruret olarak ken-dini dayatmaktadır. Bu ilişkinin tek koşulu ise öbür parçalardaki Kürdlere zarara vermemeye, verilecek zararları mümkün olduğu kadar aza indirmeye çalışmaktır. Öte yandan bu tür ilişkiler

Page 14: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 14 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53kurulması her zaman mümkün olmaz. Bölünme, parçalanma ve paylaşılma bu tür ilişkiler kurulmasına zaten engeldir. Ama ilişki kurulabilecek bir ortam do-ğuyorsa ondan da faydalanmak gerekir. Aslında böyle bir ilişkinin öbür parça-lardaki Kürdlere zarar vermemesi düşü-nülemez. Bu bakımdan öbür parçalara verilecek zararları mümkün olduğu ka-dar aza indirmeye çalışmak önemlidir. Bu zararların önüne de ancak Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması konusunda yüksek bir bilincin oluşmasıyla geçilebilir.

Mele Mustafa Barzani’nin 1960’ların or-talarında Türkiye ile bir ilişki kurduğu anlaşılıyor. Bu ilişkilerin kurulmasını sağlayan bir ortam oluşmuş. Bu ortam-dan yararlanılıyor.

Böyle bir ilişkinin kurulması sürecinde devlet, Mele Mustafa Barzani’den ne is-teyebilir? Kuzey’deki Kürdlerin, Kuzey Kürdistan’daki Kürdlerin Güney’deki Kürdler gibi örgütlenmelerine arka çık-mamasını, böyle bir sürece destek ver-memesini şart koşar. Bunun karşılığında da KDP, peşmergeler, Hakkari, Van, Si-irt, Mardin gibi yörelerden lojistik temin edecektir. Hatta devlet o bölgelerden Kürdlerin Güney’e geçip peşmergele-re katılmasına göz yumacaktır, bunları görmezlikten gelecektir. Bu ilişkiler ağında şunu izleyebiliyoruz. Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi 1965 yılında illegal olarak kurulmuştur. Güney’deki KDP’nin bu parti ile kanımca sıcak iliş-kileri olmamıştır. Kuzey’den Güney’e “size yardım etmeye geldik” diyenlere KDP “bu mücadeleyi siz kendi ülkeniz-de, kendi gücünüzle yürütün, bizden de yardım beklemeyin” denmiştir.

Bu çerçevede gerek Sait Elçi’nin gerek Sait Kırmızıtoprak’ın çabaları KDP yö-netimince ve Mele Mustafa Barzani ta-rafından hoş karşılandığı söylenemez. Çünkü her iki Sait de Kuzey’de bir şeyler yapabilmek, örgütlenebilmek için mü-cadele etmekte, Güney’de Mele Mustafa Barzani’den yardım beklemektedirler. Bu, Mele M. Barzani’yi Türkiye karşısın-da zor duruma düşüren bir süreçtir. Mele Mustafs Barzani’nin, KDP’nin her iki Sait’ten de rahatsız olduğu söylenebilir.

Bunun ötesinde Doktor Şıvan (Sait Kırmızıtoprak) gerilla mücadelesi dü-şünmektedir ve bu düşüncesini yaşa-ma geçirme gayreti içindedir. Buysa

hem Türkiye’yi hem de Mele Mustafa Barzani’yi çok rahatsız eder. Öyle bir sürecin başlaması Güney için gereken lojistiğin kesilmesi gibi bir durum ya-ratır ayrıca KDP için yeni bir cephe açılması süreci yaratabilir. 1971 yılın-da gerçekleşen Saitler olayının, “Saitler Komplosu”nun böyle bir temeli vardır.

Bu olayda, bu komploda suçlu aramak doğru bir muhakeme tarzı değildir. Her iki Sait ile ilgili senaryoyu hazırlayan da yürürlüğe koyan da şüphesiz Türk istih-baratıdır. Her iki olguda da tetiği çeken-lerin Kürd olması Türk istihbaratının temel rolünü dikkatlerden uzak tutamaz.

Şöyle düşünmek kanımca daha doğru-dur. Mele Mustafa Barzani, KDP böyle cehennemi bir ortamda Kürdlere çıkış yolu bulabilmek, bir kapı bulabilmek için Türkiye ile ilişki kurma gereği-ni hissediyor. Politik ortamı bu şekilde değerlendirmek yoluna gitmiş. Bu, em-peryalist devletlerin 1920’lerde kurduğu statükoya bir müdahaledir, bu statükoda bir gedik açma çabasıdır. Sait Elçi’nin ve Sait Kırmızıtoprak’ın çabalarını da böy-le bir mücadele çerçevesinde değerlen-dirmek mümkündür. Süreci daha uzun vadeli düşünmekte yarar vardır.

Suriye’de Ne oldu?

Mart 2011’den beri Suriye’de Beşşar Esed yönetimine karşı başkaldırı hare-ketleri yaşanmaktadır. Ordudan ayrılan subaylar el Kaide, el Nusra gibi örgütler muhalefeti temsil etmektedirler. Ordu-dan ayrılanlara ve bazı muhalefet unsur-larına Özgür Suriye Ordusu da denmek-tedir.

Suriye’de başkaldırı hareketleri başlar başlamaz Türkiye muhalefeti örgütleme-ye başlamıştır. Bu konuda An-talya’da, İstanbul’da birçok toplantı yapılmıştır. Türkiye, Suriye’deki muha lefetin ya-pılandırılması sürecinde Kürd lerin de temsil edilmesini hiçbir zaman isteme-miştir. Türkiye, Suudi Arabistan ve Ka-tar, muhalefeti maddi ve manevi olarak destekleyen, silahlandıran bir güç olarak ortaya çıkmaktadır.

Türkiye’nin Suriye politikasının esasını Beşşar Esed rejiminin yıkılması ama bu süreçte Kürdlerin hiçbir şey, hiçbir hak elde edememesi oluşturmaktadır. Baas Partisi’ne dayanan düzenin yıkılmasın-dan sonra İslami bir rejimin kurulması

da Türkiye’nin Suriye politikasının he-deflerindendir.Kürdlerse bu süre içinde kendi bölgele-rinde yani Güneybatı Kürdistan’da ken-di işlerini yapmakta, örgütlenme çaba-larını sürdürmektedir. Bugün Güneybatı Kürdistan’a daha çok Rojava denilmek-tedir. Batı Kürdistan denmesi kanımca daha doğrudur.

Haziran 2012’de Beşşar Esed Kürd böl-gelerinin bir kısmından askerlerini çek-miştir. Bu yerleri Demokratik Birlik Partisi PYD kontrol etmeye başlamıştır. Beşşar Esed’in askerlerini çektiği yerle-rin PYD tarafından kontrol edilmesine karşı çıkmak sağlıklı bir tutum değildir. “PYD eli kanlı rejimle işbirliği yapıyor” demek doğru değildir. Kürdistan’ı baskı altında tutan devletlerin hepsinin de eli kanlıdır.

Kürdistan Bölgesel Yönetimi başka-nı Mesut Barzani 16 Kasım 2013 günü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın daveti üzerine Diyarbakır’a gelirken yaptığı “Rojava’da devrim falan olma-mıştır. PYD Beşşar Esed’in askerlerini çektiği bölgede hükümranlık kurmaya çalışmaktadır” sözü sağlıklı bir değer-lendirme değildir. 1991’de, bahar ay-larında Güney Kürdistan’da da böyle olmadı mı? Saddam Hüseyin’in Güney Kürdistan’dan çekildiği alanlara Kürdler el koymaya başlamadılar mı? Arada şöy-le bir fark olduğu söylenebilir. Saddam Hüseyin çekilme zorunluluğunu hisset-ti. Beşşar Esed yönetimi ise Türkiye’yi de ciddi bir sorunla karşı karşıya bırak-mak için böyle bir yola başvurdu.

Bu ilişkilerde aranacak tek koşul öbür parçalardaki Kürdlerin çıkarlarına zarar vermemeye çalışmak, muhtemel zarar-ları en aza indirmeye gayret etmektir. Buysa ancak Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması paylaşılması konusunda yüksek bir bilincin oluşma-sıyla olur. Kürdlerde ise bu konuda de-ğil yüksek bir bilinç küçük bir bilincin bile oluşmadığı görülmektedir. PKK, BDP, PYD hala, “devlet, federasyon is-temiyoruz, sınırlarla sorunumuz yoktur. Biz asla bölücü değiliz” deyip durmak-tadırlar. Bu, bölünme, parçalanma ve paylaşılma gibi bir felaketin bilincine varamama demektir. Kendisinin ne du-rumda olduğunun bilincine varmamak demektir. Çünkü bölünen, parçalanan ve paylaşılan sensin. Bu, aynı zaman-da, “emperyalist devletler tarafından

Page 15: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 15 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53çizilmiş bu sınırlarla sorunumuz yok-tur” demektir. “Demokratik özerklik” gibi bir kavram ise içi boş bir kavram-dır, Kürdistan’da bir karşılığı yoktur. “Türkiyelileşme” ise, Kürdistani olmak-tan uzaklaşmaya, Türkleşmeye hizmet eden bir kavramdır. Türklere, Kürdleri, Kürdistan’ı, Kürd/Kürdistan sorununu anlatmaya değil, Türkleşmeye hizmet eder. Kürdler zatan, kanun zoruyla, dev-let terörü eşliğinde gereğinden çok çok Türkiyeleştiler, Türkleştiler… Halbuki, Kürdlerin Kürdistani olmaya özen gös-termeleri gerekir.

Bugün 10-15 yıl öncesine nazaran Kürd-leri, Kürdistan’ı Kürd/Kürdistan soru-nunu daha iyi biliyoruz. Bu konuyu artık daha çok konuşuyoruz, yazıyoruz. Doğ-ru kavramlara konuşuyoruz, yazıyoruz. Bu ortamın yaratılmasında, bu değişi-min yaşanmasında, PKK’nin, gerilla mücadelesinin şüphesiz çok büyük rolü vardır. Bu ortama bakarak, dilerim PKK de kendi zihniyetini değiştirir.

Mele Mustafa Barzani döneminde, 1960’ larda, parçacı siyaseti anlamak, kavra-mak mümkündür. Günümüzde ise hala böyle bir siyasetin yürütülüyor olması yanlıştır, sağlıklı değildir.

Kürdistan Bölgesel Yönetimi Güneybatı Kürdistan’da oluşan özerk yönetimi el-bette tanımalıdır. Türkiye’ye de Güney-batı Kürdistan’la ilgili politikasını göz-den geçirmesini telkin etmelidir.

Sait Kırmızıtoprak’ın Çevresine Et-kileri

1969 yaz ayları sonlarında Erzurum’da Sait Kırmıztıoprak’ı Mehmet Ali As-lan’ın evinde ben de ziyaret etmiştim. Günlük olaylar üzerinde sohbet etmiş-tik. O zaman Kürdler Kürdistan konu-sunda fazla bilgiye, bilince sahip değil-dim. Etraflı, derinlikli bir konuşmaya, tartışmaya hazır değildim. Bendeki zihinsel dönüşüm 12 Mart rejiminde Diyarbakır Siirt İlleri Sıkıyönetim Ko-mutanlığı Askeri Tutukevi’ndeki yaşam sürecinde ve askeri mahkemede gerçek-leşen duruşmalar sürecinde oldu. Daha sonra da Komal Yayınevi Rızgari Der-neği sürecinde, 12 Eylül’de askeri tutu-kevinde yaşam, askeri mahkemelerdeki yargılamalar ve 1984’te başlayan gerilla mücadelesi sürecinde güçlendi.

Sait Kırmıztoprak’ın aydınlık bir yüzü

vardı. Gözleri ışık saçıyordu. Sesi hala kulağımdadır. Hareketleri, vücut dili gözlerimdedir. Bu yönleriyle Sait çevre-dekileri, içine girdiği toplumu, insanları çok kolay etkilerdi. Sait içine girdiği top-luma bir değer katardı. Gruptan ayrıldığı zaman grup bir eksiklik hissederdi.

Sait Kırmızıtoprak için zeki, becerikli, yaratıcı, atak, cesur gibi nitelikler her zaman anlatılır. Bunlar arasında bazen “aceleci” gibi bir sıfat da eklenir. “Ace-leci” sıfatının yerinde kullanılmadığını düşünüyorum. Zira Kürdlerdeki ulusal kurtuluş mücadelesi çok gecikmiş bir mücadeledir. Bunun nedeni Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanma-sı ve paylaşılmasıyla ilgilidir. 1920’ler-de dönemin iki emperyal devleti ve Ortadoğu’nun iki köklü devleti birbir-leriyle organize bir şekilde Kürdlerin, Kürdistan’ın üzerine çullanmışlardır. Bu baskı, bu zulüm Kürdlerdeki ulusal kurtuluş mücadelesini çok geciktirmiş-tir. I. Dünya Savaşı sonunda, 1920’lerde çözülecek sorunu bir asır geriye itmiştir. Kürdlerin zaafları da bu süreçte elbette etkilidir.

Zore (Zöhre) Ananın Çileli yaşamı (2)Zore Ana 1971’de oğlunun kaybolma-sıyla başlayan günlerde ondan hiçbir ha-ber alamaz. Konuşmaya çalıştığı kişiler de ona sağlıklı bilgi veremezler. Hasan Tanrıverdi o günlerde ve sonrasında Sait’in dava arkadaşlarından hiçbirinin anasını, Zore Ana’yı aramadığını vur-gular. Hasan Tanrıverdi yukarıda belir-tilen yazısında “Doktor Hasan Celalettin Ezman’dan başka hiç kimse Zore Ana’yı aramadı” der, sitem eder. (s. 25). Zore Ana o günlerde 58 yaşındadır.

Zore Ana 1984’te İstanbul’da Cerrah-paşa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde büyük acılarla, ızdıraplarla hayata gözlerini yumar. 71 yaşındadır.

Zore Ana’yı yazarken, Dursun Ali Küçük ve Selim Ferat’ın anaları hakkında yaz-dığı yazılar aklıma geldi. Her iki arkadaş da analarının yaşamlarının son anların-da, analarının yanında olamamış. Her iki ana da, evlatlarının Kürdistan mücadele-sine katılmalarından dolayı, onlara hiç-bir olumsuz söz söylememiş, her zaman evlatlarının yanında yer almış, onlara destek vermiş. Bu direnç umudu yeşer-tiyor. Şüphesi Kürdistan’da, Dursun Ali Küçük’ün, Selim Ferat’ın anaları gibi, onbinlerce ana var.

Brusk, Çeko, Soro…

Doktor Şivan (Sait Kırmıztoprak) hak-kında yetersiz de olsa bilgi sahibiyiz. Sait Elçi hakkında da bilgilerimiz var. Soro (Nazmi Balkaş) hakkında da bazı bilgilerimiz var. Çeko (Hikmet Bulut-tekin), Brusk (Hasan Yıkmış) hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Doktor Şivan’ın bu yazının başında belirttiğimiz kitabı-nın sonunda (s.284-286) Brusk’un nü-fus kaydıyla ilgili birkaç fotokopi var. Aslında o dönem çok geniş olgusal bir zenginlik içinde araştırılmalıdır, aydın-lığa kavuşturulmalıdır. Kürd tarihinin bu trajik dönemi aydınlığa çıkarılmalı-dır. Bu trajik dönem üzerindeki perdeler kaldırılmalıdır.

Mele Mustafa Barzani’yi, Sait Elçi’yi, Sait Kırmızıtoprak’ı sevgiyle anıyorum.Hasan Yıkmış’ı, Hikmet Buluttekin’i, Nazmi Balkaş’ı, Muhammedê Begê’yi sevgiyle anıyorum.

Doktor Şivan’ın arkadaşları, bizim de dostlarımız, Abdülkerim Ceyhan’ı, Mah mut Okutucu’yu, Muhterem Biçimli’yi sevgiyle anıyorum.

“Saitler Komplosu”nda pek çok kişinin adı geçmektedir. Bu konuyla ilgili pek çok kişi konuşmaktadır, görüşünü açık-lamaktadır.

Necmettin Büyükkaya’yı ve Feqî Hüse-yin Musa Sağnıç Ağabeyi sevgiyle anı-yorum.

Kürd halkının bu fedakar ve vefakar ev-latları her zaman yaşatılmalıdır. Gele-cek Kürd kuşakları bu trajik dönemin de bilincinde olmalıdır.

Dr. Sait Kırmızıtoprak’ınbelgeselini ve arşivsitesinden izlemek

kopyalamak mümkündürhttp://www.drsivan.info/tr

Page 16: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 16 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

hatip dicle’nin çöp sepeti Hejarê Şamil

“Demokratik cumhuriyet, barış tera-neleri, kürd-türk kardeşliği tezleri, bağımsız devlet istemiyoruz, Güney’de bağımsızlık ilan edilirse karşı çıkarız, tek yol demokrasidir vs. vb.” Bu ifade-lerin hepsini bir tırnak işareti içerisine aldık; torba değimlerdir. Torba yasa olur da, torba deyimler olmaz mı? Asıl olanın ‘torba içinde’ yutturulduğu biliniyor. Cumhuriyet gazetesinden Utku Çakı-rözer, BDP milletvekili Hatip Dicle ile Diyarbakır D Tipi Cezaevi'nde görüşmüş ve bir söyleşi yapmıştır. Söyleşide Hatip Dicle’nin şu sözlerine yer verilmiştir: “Öcalan ve Kürtlerin Türkiye'nin birliğini bütünlüğünü zor-layacak talepleri yok. Bağımsız devlet fikrini çoktan çöp sepetine attık çünkü

2.5 milyon Kürt İstanbul'da. Demokratik özerkliği de sadece kendimiz için değil, İstanbul'daki Kürt, Malatya'daki Türk için istiyoruz”. Şimdiye kadar Hatip Dicle ve avukatları tarafından bir tekzip gelmediği için söyledikleri gerçek kabul edilmelidir. HATİP DİCLE: “BAĞIMSIZ DEVLET FİKRİNİ ÇOKTAN ÇÖP SEPETİNE ATTIK” Bu sözleri sabah akşam özgürlüğüne kavuşması için dua ettiğimiz Hatip Dicle söylüyor. PKK ve BDP’nin birçok (hepsi değil!) öncüllerinin BAĞIMSIZ DEVLET FİKRİNDEN uzaklaştıkları biliniyor.

Bunu Öcalan ve diğer birçok yönetici on yıldan fazladır durmadan tekrarlı-yorlar. Tamam, Bağımsızlık fikrinden vazgeçildi. İlkesizliktir ama siyasette olur böyle şeyler; kişi halidir, siya-set halidir. Ertelendi, rafa kaldırıldı, şartlar müsait değil deyin, tümden vazgeçildiyse vazgeçildi deyin, uygun görmedik deyin. Peki, “Çöp sepetine atmak” da ne demek? Çöp sepetin-den daha uygun bir yer bulunamadı mı? Bağımsızlık fikri deyince aklınıza ilk gelen çöp sepeti olmuş! Bu kadar saygısızlık olur mu? İlla da çöp sepeti diyorsanız, Kürdistan’ın Bağımsızlığı uğruna canını veren on binlerin ruhu da o çöp sepetinde…Bağımsızlık için gazi olan, işkence gören, evi yurdu kaf û kun olan yüz binlerin ahi da o çöp sepetinde. Yani bu kadar mı?.. Yazmak, yürek boşaltmaktır, düşünüp söylememek, yazmamak işkencedir. İşkenceyi tercih ettik… Hatip Dicle’nin Kurdistan halkına bir özür borcu var. Aldırmazlık etmesin… [email protected]

İmralı - Ankara - Erbil ve Avrupa hat-tında, önemli bir mektup trafiği yaşanı-yor. İmralı'da terör suçundan hükümlü Abdullah Öcalan'ın mektubu, MİT'in bilgisi ve Adalet Bakanlığı'nın kana-lıyla Diyarbakır Bağımsız milletvekili Leyla Zana'ya iletildi. Erbil'e gitmeyi planlayan Zana, Barzani'ye seyahatte olduğu için mektubu, Avru-pa'da ile-tecek. Mektup üzerine Kandil de, yeni tavır belirledi.

Suriye’nin Kürt bölgesi Rojava’da yö-netimi paylaşamayan PKK ve KDP arasında yaşanan gerginlik anlaşma ile sonuçlandı. Diyarbakır Bağımsız Milletvekili Leyla Zana’nın arabulucu rolü üstlendiği görüşmelerde Abdullah Öcalan, Irak Kürdistan Bölgesi Başka-nı Mesut Barzani’nin talebine mektup-la yanıt verdi. Öcalan’ın mektubunda talebi kabul etmesi üzerine, KDP ve PKK prensipte anlaşmaya vardı. Ada-let Bakanlığı kanalıyla mektubu alan Zana’nın yakın zamanda Avrupa’ya gi-dip mektubu burada Barzani’ye verece-ği bildirildi.

Erbil merkezli Basnews gazetesi, geç-tiğimiz Cumartesi günü HDP Eş baş-kanı Sırrı Süreyya Önder ile birlikte İmralı’da Abdullah Öcalan’la görüşen

Zana’nın kısa süre içinde Erbil’e gide-ceği, oradan Kandil’e geçip mektubun içeriğini KCK yönetimine ileteceği-ni bildirdi. Kandil görüşmesi sonrası Zana’nın mektubu halen Avrupa gezisi-ne devam eden Barzani’ye iletmek için önümüzdeki günlerde Avrupa’ya gidece-ği ileri sürüldü.

Öcalan’ın mektubu

Öcalan’ın mektubunun içeriğinde Er-bil’ de toplanması beklenen Kürt Ulu-sal Kongresi ve Rojava’nın geleceği konusunda iki tarafın uzlaşmaya vardı-ğına ilişkin bilgiler olduğu iddia edil-di. Tarafların iki konu üzerinde tam bir mutabakat sağladığı ve Kürt Ulusal Kongresi’nin yapılması için de çalışma-

ların hızlandırılacağı kaydedildi.

“Uzlaşmaya varıldığı doğru”

Konuya Basnews’e değerlendiren KCK Dış İlişkiler Sorumlusu Demhat Egid, anlaşmayı doğruladı. Egid, “Kürd Ulu-sal Kongresi ve Rojava konusunda PKK ile PDK arasında uzlaşıya varıldığı doğ-ru. İki tarafın da anlaşmaya bağlı ka-larak ne gerekiyorsa yapmalarını ümit ediyoruz. Ayrıca en önemli konular-dan biri olan Kürt Ulusal Kongresi’nin önündeki engellerin kaldırılmasını umuyoruz” dedi.

“Kürt yönetimi Özerk yönetimi tanıma-lı”

Rojava’daki fiili yönetimin desteklen-mesi konusunda da görüş birliğine va-rıldığını aktaran Egid, şöyle devam etti:

“Kürdistan Bölgesi tarafından Rojava yönetiminin resmen tanınması gereki-yor. İki tarafın da bu anlaşmaya bağlı kalması durumunda PKK ile PDK ara-sındaki ittifak güçlenecektir. Rojava ve Ulusal Kongre, Güney ve Kuzey Kürdistan’ın iki tarafını birbirine ya-kınlaştıracak ulusal meselelerdir.”(Milliyet)

Teklifi kabul etti! PKK ile anlaşma tamam..

Page 17: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 17 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

Bağımsızlık dışı parçacı Kürdistan siyasetiAhmet Önal

BAĞIMSIZLIK DIŞI PARÇACI KÜR-DİSTAN SİYASETİ İLE SÖMÜRGE-CİLERİN DAYANDIĞI AÇMAZ VE ÇIKMAZLAR! Son sözü ilk söyleyerek, kelama baş-layayım. AKP+Cemaat+CHP+MHP+ Ergenekon vs. aynı devlettir. Tamamı-nın ortak emeli halk ve Kürd düşmanlı-ğıdır! Türk resmi ideolojisini esas alan ve onu tatbik eden bu kurumlar, TC devleti’nin bekası için mücadele eder-ken, kendi gurupsal projeleri üzerinden de it dalaşı içerisindedirler. Bu durum ve çatışma Kürdleri yanıltıyorsa, Kürd-lerin siyasetteki hamlığındandır. AKP, Kemalist resmi ideolojinin sert söylemini, AB projesine evrilir gö-rüntüsü vererek siyasal liberalizm söylemini dillendirir göründü. Bu tutumuyla, devletteki katı İttihatçı geleneği sürdürmek isteyen kesimle-rin sert eleştiri ve tepkilerine mahzar oldu. Pek çok liberal, aydın hatta dev-rimci de “AKP değişimcidir”, inancı-nı yaydı. Bunu belli oranda kitlelere kadar indirgedi. Aynı dönemde, başta Köycü kültüründe “Kurtarıcı” olarak algılanan lider kültünün ağırlığı ve PKK lideri Abdullah Öcalan’ın esir olması nedeniyle, aslında yapılan, devletin “esnemezse kırılır” mantı-ğı çerçevesini aşmayan ve durumu kotarmayı esas alan, sistemin yeni koşullarda sürdürülebilirliğini sağla-mak üzere yapılan kısmı esnetmek-ten ibaret idi. Tüm “Reform” ve “De-mokratikleşme Paketleri”nin amacı, gelişen ulusal kurtuluş mücadelesini kontrolde tutmak, güçten düşürmek, yıllarca-uzun-sert ve ağır soykırım koşullarında sürdürülen, Kürd Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın doğal olarak kit-lelerde yarattığı ekonomik zorluklar, göç ve doğal yorgunluğu vs. kulla-narak kitlelerde “çözüm umudu” ya-ratmayı hedefledi. Tüm bu yapılanlar

Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi karşısında, sistemin kırılmasını önle-meyi amaç edinmek idi. Bu nedenle; “Kürd Sorunu vardır. Çö-zülmelidir!” dedi. Ancak çözümsüzlü-ğü ve yeni savaş tarzını da geliştirip dayatmayı ihmal etmedi. “Alevi Yurttaşlarımızın ciddi sorun-ları vardır. Yıllardır dıştalandı. Hatta Dersim’de katliama tabii tutuldu. İşte 13.800’ü aşkın insanın öldürüldüğüne dair, dönemin İçişleri bakanlığının ra-poru. Bu bir soykırımdır. Gerektiğinde özür dileriz! Ama CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Dersimli, olması-na rağmen bunu kabul etmiyor. Kürd olduğunu, Dersimli olduğunu da ka-bul etmiyor! Bu nasıl iş?” dedi. Kemal Kılıçdaroğlu da, “Bu gidişle Recep Tayip Erdoğan, Ermeni Soykırımını da kabul eder!”, diyerek Recep Tayyip Erdoğan’ı “resmi ideolojide sebat et-meye” çağırdı ve uyardı. Recep Tayyip Erdoğan ise “Kimse bana Türk mille-tinin soykırım yaptığını söyletemez!” diye cevap vererek, resmi ideolojide sebat ettiğini, bu hususta güvenilir ol-

duğunu beyan etti. Bu da gösterdi ki, Recep Tayyip Erdoğan’ın liberalizmi, resmi ideolojinin sınırlarına kadardır. Görüldü ki; özel olarak Dersimli Rêya Heq Kürtlerinin uğradığı ve şimdilik kabul edilen gerçek rakamın 13.800 değil, 60.000 Dersimli Rêya Heq Kürd’ünün soykırım projelerinin ge-reği olarak kırıma uğratıldığını kabul etme yerine, “Alevi Dedelerine maaş verme, Alevi Dedelerini Umreye gö-türme!” gibi, Alevileri Müslümanlaş-tırma faaliyetleri çerçevesinde, resmi ideolojinin icaplarını yerine getirme ve sistemin politikalarını tatbik etme politikasını izlemektedirler. Tüm bunlar gösterdi ki, Recep Tayyip Erdoğan; sorunların tartışılmasını is-temeye istemeye geride izledi, sorun-ların olduğunu kabul eder gibi oldu, hatta ‘Çözeceğini’ne dair ‘umut’ da verdi ve yaydı. Ancak sorunların içini boşaltarak zamana bıraktı ve gündem-den düşürmeyi planladığını ortaya koydu. “Türkiye’de konut sorununu çözece-ğim” dedi. “Kentsel Dönüşüm” adı altında, yeni bir zengin rantçı sınıf ortaya çıkarmaya çalıştı. Bu minval-de ekonomik güçlenmeyi ve tabanını kalıcılaştırarak güçlenmeyi hedefledi. Recep Tayyip Erdoğan; aslında, dev-letin, resmi ideolojisini çürütmeye başlayan söylem ve icraatlarına neş-ter atmaktan başka bir şey yapmı-yordu. Devletin teşhir olan yüzünü kabul ederek, eleştirir görünüp ken-disinin “değişimci” olduğunun umu-dunu yaymaya çalıştı. Aslında 20. yüzyılda, resmi ideoloji 250.000 in-sana soykırım siyaseti sonucu kırım-dan geçirilerek kurumsal kılınmıştı. Kürt ulusal ve diğer mücadeleleri ile teknolojinin gelişmesi, dünya dengele-rinin yerinden sarsılması ve şekillen-diği 21. yüzyılda, eskiyi olduğu gibi devam ettirmenin mümkün olmama-sına rağmen, Recep Tayyip Erdoğan, 20. Yüzyıl siyasetini var gücü ile sür-dürmenin ustalıklarını sergilemeye çalıştı! Ancak içine düştüğü güç ve kapitalizmin genel kâr hırsı, kriz ve gurupsal çatışmalar, Yakın Doğu’da Kürdistan’ı parçalayan sömürgeci ve soykırımcı güçlerin, geçmişte olduğu gibi ittifaklarının bozulmuş ve Kür-distan Sorununda “Türkiye Model”ini sürdüremez olmaları, Türkiye’nin res-

Page 18: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 18 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53mi ideolojide sebat etmesini zorlaştır-maktadır. Ama bütün bunlara rağmen, Recep Tayyip Erdoğan, resmi ideo-lojinin tatbikçisi olmasına rağmen, aydınlanmanın uzağında duran, köy-cülüğe dayanan politikalarla eleştirir görünerek, “değişimci” olduğunun ve “resmi ideolojinin muhalifi” görüne-rek, kendisi yeniden reorganize ettiği, aslında 1910’lardan beri kurumsallaş-tırılarak bugüne kadar sürdürülen ve esasta değişmeyen resmi devlet ideo-lojisini makyajlamış bir yüzle, piya-saya sürdü ve “esnettiği”nin inancını yaymaya çalıştı. Ancak 11 yıllık AKP hükümeti, resmi ideolojinin ötesine tek bir adım atmadı. “Tek bayrak, Tek millet, tek devlet ve tek remi dil” di-yerek esnemediğini de tescil etti. Yüz eski yüz idi, daha da kurnaz ve sert idi. Son dönemde Cemaatle olan çe-kişmesi, kendisinin Ergenekoncu dar-becilerle ittifakını aktüel kıldı. Bu bile Recep Tayyip Erdoğan’ın neme ne bir “demokrat” olduğunu ortaya koymak-tadır. Recep Tayyip Erdoğan da, “Yeni bir İstiklal savaşına!” dedi, böylece her başı sıkışan iktidarın başvurdu-ğu ve özünde faşizan ibreyi gösteren slogana, başvurmuş bulunmaktadır. Akıbetlerinin, Kürt ulusunun ve diğer halklarının yararına olacak şekilde çö-zülmesini temenni ediyoruz! Yine Recep Tayyip Erdoğan’ın sıkça kullandığı ve dillendirdiği “Çözüm süreci” tamamen Kürt hareketini si-lahsızlandırıp, statükosuz bu süreci kapatmayı amaçladığını, bırakalım akli selimleri, Bakırköy ya da Elazığ Ruh ve Sinir Hastanesi’ndeki hastalar bile çözmüştür. Çünkü bu tarz, bu po-litika ve bu konumlanma ile çözeceği siyasal hiçbir şeyi yok idi. “Çözüm süreci” söylemi havada uçuşuyordu, ancak kendisi yok idi. Zira BDP bile; bu yalancı süreci sürdüremez olduğu-nun inancıyla, Selahattin Demirtaş’ın “Erdoğansız da müzakere görüşmeleri devam edebilir!” söylemiyle umudunu boşluğa salıyordu. AKP; kendisinin her şeye muktedir olduğunun imajını yaratırken, başta sol ve Kürd sorununu, “Türkiye’de demokrasi mücadelesi” derekesine indirgeyen, Kürd siyasi kesimini de adeta parmağına dolamış, sistemin içine çekmeyi becererek girdi. Recep Tayyip Erdoğan’ın sunduğu “demok-ratikleşme paketi” Abdullah Öcalan’ın

Newroz 2013 mektubunun bir izdü-şümüdür. Newroz 2013 mektubunun, manifesto olarak sunulması da ayrıca hizan dışındadır. Zira orada istenen-ler ile verilmemiş alınanlar birbiri-ne benziyor. İkisi de Kürd Özgürlük mücadelesinden ziyade devletin resmi ideolojisine uygun ve tamirine çalışan “paketler” olarak ortaya çıktı. Bunları “reform”, “devrim” ve “çözüm paket-leri” ya da “manifesto” olarak sunul-ması abes oldu. AKP ve Recep Tayyip Erdoğan, hep kendi başına iktidar olduğunu haykır-dı. Ancak olmadığını, koalisyon oldu-ğunu resmi ideolojiye uygun hareket ettiğini ortaya koydu. Ergenekoncu, modernist İttihatçı askerlere karşı ope-rasyon çekip, “darbecileri temizliyo-ruz” diyerek Gülen Cemaati’nin önü-nü açarak; yargı, polis ve bürokrasi’de etkin kılınmasını sağladı. Ekonomik olarak birlikte büyüdüler. Büyüyen pastayı paylaşamaz olunca, birbirleri-ne döndüler ve düştüler. Recep Tayyip Erdoğan, verdiği tavizler karşısında durdurulamayan Gülen Cemaati’ne serzenişte bulunarak; “Ne istedin de vermedik” deyip adeta ‘Yüzüne gözü-ne dursun. Artık bir yerde dur!’ deme-ye getiriyor ve vefaya çağırıyordu. An-cak artık cin şişeden çıkmış, kılıçlar çekilmiş, kadrolar bir bir harcanmaya başlanmış ve çelişki dinmiyor, derin-leşiyordu. Ancak, Gülen Cemaati’nin, başta İs-lam Ülkeleri olmak üzere dışarıya yayılma siyasetine oturtulan AKP si-yaseti, Tunus’tan başlayıp Kürdistan’a gelene kadar “fena gitmiyor”un da öte-sinde “iyi gidiyor”du. “Arap Bahar’ı” dedikleri, ancak esasında kapitalizm karşısında engel teşkil eden emirlik-lerin yeniden dizayn edilmek istenen ve geçmiş İslami Krallıkların artık halka, toplumsal gelişmeye ve de ka-pitalist dünyaya da bir “hayır”larının olmadığı anlaşılmış ve ‘tasfiye edil-melerinin zamanı geldi” dedirten Tunus’taki “Gül Eylemi” ile gelip Kürdistan’a dayanırken, AKP-Gülen Cemaati koalisyonu bundan yararlan-maya çalıştı. Recep Tayyip Erdoğan, işi kendisini “İslam toplumunda mo-del” olarak sunmaya kadar vardırdı. Fakat Kürd Baharı’nın 1991’den beri devam ettiğini hesaplamamıştı. Bu hesabı, iktidarını tarihe gömmek is-tedikleri Başar Esed hesaba kattı ve

Türkiye’nin İslam ülkelerine etkin olma siyasetinin önüne bir bariyer ola-rak Rojava Kürdistan’ından çekilerek, sahayı PYD’ ye vererek, Kürdistan’ı Türkiye ile arasına attı. Kürdistan ise kendine ve ülkesine sahip çıkmaya, bazı politik açmazların ayak bağı ol-masına rağmen, esasta hazırdı. Türki-ye, önüne atılan bu Kürdistan bariyeri-ni aşamadı, İŞİD, El-Kaide, El-Nusra gibi dünyada terörist olarak tescil olunan grupları, Kürdlere saldırtmak üzere destekleyerek bunu aşmaya ça-lıştı. Ancak bu dünyada Türkiye’yi daha da zora soktu. BAAS iktidarını yıkma projesi, Rusya ve İran ile çeliş-kilerini derinleştirdi. İŞİD, El-Kaide, El-Nusra gibi örgütleri destekleyerek ABD ve Batı ile ilişkileri yara aldı. Bu daralma Gülen Cemaati ile AKP ilişkilerini bozmaya ve çürütmeye yüz tutu. İçerideki ittifak politikalarını bozdu. AKP, Gülen Cemaat-i’nin yar-gı ve bürokrasideki nüfuzunu azaltma-yı, engellemeye koyuldu. AKP, daralan bu ilişkileri Kürd siyasal yapıları üzerinden gidermeye, sağla-maya çalıştı. Kürd siyaset gücü de esas olarak iki odakta bulunuyordu. Biri elinde esir olan Kürd lider Abdullah Öcalan idi. Biri de Güney Kürdistan yönetimi idi. Güney Kürdistan Yönetimi’nin merke-zi Irak yönetimi ile girdiği ekonomik çıkmaz aşılamıyordu. Irak ile tıkanan Kerkük-Xaneqin-Mendelli-Şêxan için 140. Madde çerçevesinde referandum Sorunu, Ekonomik anlaşmalara da uy-mayan Irak Şii iktidarı ile Güney Kür-distan arasındaki ilişkileri germiş ve savaş mealine sokmuştu. İran bu durum karşısında harekete geçmiş, bir tarafta Kürd gençlerini toplu halde vinçlerde idam ederken, diğer yandan Kürdistan Eyaleti’nde-ki bazı reformları gündeme getiriyor, Kürdistan’a Kürd kimlikli valileri ve bürokratları atayarak Kürdlerle olan çelişkilerini esnetme politikasını gös-terme ihtiyacını hissediyordu. Tüm bu gelişmeler olurken Kürdlerin yıllardır dinamik olan ulusal birlik özlemi yerli yerinde duruyordu. Bu, Kürd Ulusal Birlik özlemlerinin de Kürdistan Ulusal Kongresi tarzında ve giderek Kürdistan Ulusal ve ülke-sel birliğini programlayan, Kürdistan

Page 19: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 19 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53sathında kararlarını hayata geçiren; Kürdistan-i bir Ulusal Meclisin oluş-masından geçeceği düşüncesi idi. MİT, AKP ve Cemaat bu durumu de-ğerlendirmeye aldı. Öncelikle KCK operasyonları ile BDP, KCK ve PKK bağımsız hareket etmeyecek, edeme-yecek konumda zayıf kılınmalı, rehine konumuna sokulacak on binlerce esir, ayrıca pazarlık için de bir araç olarak tutulmalı ve “esas aktör” dedikleri “Abdullah Öcalan’ın dediklerine bağ-lı kalınmalı idi. Hiç kimsenin ‘rejon kesme’ye mecali olmamalı! Bunun için daha evvel başkaları tarafından kullanılmaya çalışılan ve önemli bir aktör olan Abdullah Öcalan’ı biz ikti-dar olarak neden siyasi bir araç olarak kullanmayalım ki?” gibi projeler zaten masada bekliyordu. Kürd siyasi tutsaklarının, Eylül-Ka-sım 2012 açlık grevi, Oslo görüşmeleri ve deşifre edilmesi, son olarak Paris Suikastı “Öcalan’ın esas aktör” oldu-ğunun perçinlenmesi için yapılan gi-rişimler idi. Haziran-Temmuz 2013 tarihinde, Kürd siyasal hareketinin PKK gerillaları-nın silahsızlandırılması,Kürdistan’daki parçalanmışlığı, bölünmüşlüğü ve paylaşılmışlığı gideren değil, işgalcili-ği gideren değil, Kürd siyasal hareke-tinin strateji ve hedeflerini statükosuz-luğa doğru “esneten” bir politika ile AKP-Cemaat koalisyon hükümetinin geliştirip, dayattığı politika aktif kılın-dı. Öcalan’ın çağrısı ile “ Diyarbakır, Avrupa ve Güney Kürdistan’ olmak üzere üç konferans yapılmalı!” den-di. Diyarbakır, Avrupa Konferansları yapıldı. Ardından Mesud Barzani’nin çağrısı ile Güney Kürdistan’da “Ab-dullah Öcalan, Celal Talabani ve kendi adına” Kürdistan Ulusal Kongresi’nin yapılması planlandı. Hazırlık top-lantısı gerçekleşti. Kongre hazırlık toplantıları yapıldı. Ancak kararlaştı-rılan tarihlerde KDP ve PKK arasın-da etkinlik kurmak için adeta bilek güreşi yaşandı ve kongre yapılamaz oldu. PKK Kürdistan’daki geniş örgüt-lülüğünü, KDP Güney Kürdistan’da edindiği gücü korumak ve yakaladık-ları dengeyi lehlerine çevirmenin he-sabına düştü. Türkiye ise bir an evvel planladığı Kürd ulusal kongresinin istediği doğrultuda silah bırakılması-nı ve Kürdistan’ın parçalanmışlığını

meşru gören açıklamaları “kongre ira-desi” olarak sunmasını, gerek Dış İş-leri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, ge-rek Kemal Kılıçdaroğlu’nun ağzından; “Umarım, Kürd ulusal kongresi bir an evvel planlandığı şekilde gerçekleşir” derken, PKK ve KDP’den “Kürd ulu-sal kongresi bölge devletlerine karşı olmayacak ve silah ile sorunların çö-zülemeyeceği anlaşılmış bir dönemde-yiz!” demeçleri ile “Sen merak etme, olacak” mesajlarını veriri gibi duru-yorlardı. Ancak bu gidişat Kürd ha-reketini tatmin etmeyeceği gibi, kont-rolden çıkmasına da yol açabilecekti. Böyle olacağına, Kongrenin olmaması yeğlenir oluyordu. Zira Kürdistani Rojava’da, Abdul-lah Öcalan’ın çağrısı olan “PYD, ÖSO’su ile aynı cepheye” çağrısına uymayı reddetmiş oldu. MİT (AKP) ve Öcalan’ın anlaşıp çizdiği ekse-ne, PKK, PYD ve Kurdistani Rojava kadro ve halkına ve genel olarak PKK kitlesine kabul ettirmek zorlaşıyordu. Daha da fazla dayatıcı davranmak, “Esas Aktör Öcalan”nı devre dışı bı-rakacak ve devletin Kürdler üzerinde etkin kılınan siyaseti, Kürtleri “çöz-me” taktikleri bir anda devre dışı bıra-kılma durumunda kalabilir, düşüncesi ile daha ayarlı davranma hassasiyetine girdiler. Görüldüğü üzere dış etkenler arasın-daki çatışmalar, bazen iç etkenleri yetkin kılabiliyor. Ancak iç güçler, kapılarına dayanan koşulları içselleş-tirip etkin olmayı beceremiyor, hatta reddediyor konumunda da kalabiliyor-lar. Sistemin geçmişten gelen ve süren parçalayıcı etkisinden kendisini kurta-rarak üstünlük kazanmanın koşulları ve gücü olmasına, diş etkenler de buna müsait olmasına rağmen statükosunu, kendi geleceğini belirleme stratejisini hayata geçiremiyor, dayatamıyor. Çünkü güç sahibi olan Kürt siyaset sınıfı, sistemin siyasetinde sonuç alıcı olmayan seçim angajmanlarına oldu-ğundan fazla ağırlık vererek, mini bir demokrasi ağına takılmış, kendi statü-kosuna yönelmek üzere sistem dışı ku-rumlaşmalarını esas alarak, özgürlü-ğünü engelleyen palangalarını söküp yürümeyi beceremiyor. Güney Kürdistan’daki siyaset sınıfı da, sadece parçada etkin ve rahat olmanın

yolunu, çevre devletlerle karşılıklı ekonomik çıkarlara paralel bir siyasete ve dengelere oturtmuş bulunmaktadır. 2005 iç referandum seçiminde, Güney Kürdistan’daki Kürtlerin % 92’sinin bağımsızlık tercihlerine rağmen bu iradeye uygun davranmayı akılları-na bile getirmemektedirler. Aslında Güney Kürdistan, BM’de Kosova’nın Bağımsızlığı’nın tanınmasını uluslar arası hukukta emsal göstererek, içten de 2005 referandumuna dayanarak bağımsızlık özleminin hukuksal da-yanaklarına kavuşmuştur. Eksik olan bu girişimden yetersiz kalmaları, bu haklarını almak için seferber olmama-larıdır. Güney Kürdistan’ı takiben Ro-java Kurdistanı ve diğerleri birbirle-rinin hukuksal dayanaklarına binaen, 20. Yüzyılda oluşan uluslararası anti-Kürt nizam-ı aşabileceklerini hesap-layabilmeleri ve becerebilmeleridir. Ancak görülen o ki; Güney Kürdistan siyaset sınıfı, gurupsal – partisel ve parçasal çıkarlarını demokrasi ve hu-kuksal nazikliği içinde aşabilmekte zorlanmaktadır. Diğer parçalar siyasi olgunluk, statüko düzeyi, mali ve psi-kolojik üstünlük bakımından Güney Kürdistan’dan geridedir. Ayrıca eski-den Kuzey Kürdistan siyaseti Güney Kürdistan’ın stratejik çitasını yukarı-da tutması, daha dirayetli durması için etkide bulunuyordu. Bugün ise Kuzey, Güney ve Rojava Kürdistan parça-larının stratejik hedeflerinin Güney Kürdistan’ın gerisinde seyreder olma-sı olumsuz bir durumdur. Ayrıca, Gü-ney Kürdistanlıların TC ile girdikleri ekonomik ve siyasi ilişkiler, Kuzey ve diğer parçalardaki Kürt siyasal hare-ketlerinin en geride kalan “demokrasi” taleplerinin ötesinde hangi bir istemi kendilerine sunmamaktadır. Zira Gü-ney Kürdistan hareketi geçmişten beri kendi parçalarının çıkarını her ilişki-nin üstünde tutar olmuşlardır. Bugün de zorlamadıkları görülmektedir. Sömürgeci-soykırımcı devlet ve grup-larda kriz, açmaz, çıkmaz ve dalaşma-lar var. Bağımsızlıkçı olmayan Kürt siyaset sınıfının, ayağına doladığı palangalar ve kendini bunlardan kurtaramama beceriksizliği var… Bir açılabilse, özgürlüğüne nasıl da hızlı akacak!!! 02.04.2014

Page 20: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 20 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

İktidar kavgasında birini desteklemek

sömürgeciliği onaylamaktır

Dursun Ali Küçük

CHP-AP kavgasında hiç kimseyi destek-lememedik. Hükümet için kavga ediyor-lardı. Kürdistan politikası aynıydı.

CHP-ANAP, MHP, DYP,CHP içi kav-galarda saf tutulmadı. AKP ortaya çıktığında sözleri başkaydı. Hiç birini uygulamadı. Lafta söyleyip değişik ke-simlerin desteğini aldı ama hiç birini yapamadı.

AKP-Gülen iktidar ortaklığı kurdular. Can ciğerdiler, şimdi mutlak iktidar için çekişiyorlar. İkisinin Kürdistan politika-sı benzerdir.

İkisinden birini tercih etmek ve Kürdis-tan açısından “demokratik” göstermek, “süreç yanlısı” olduklarını ilan etmek fevkalede yanlıştır. Gülen ve AKP çatışması devlet içi iliş-kileri deşifre ediyor. Kitlenin uyanışı ve gerçekleri görmesi için muaazam bir fırsattır. Kitlelerin gözleri bu çatışma ile gerçekleri daha çıplak görmeye başlıyor. Mücadele ve direniş açısından değerlen-dirilebilir.

****

Devleti aklayanlar ne devrimcidir ne de Kürdistanidir Kürdistanlıların, ötekilerin, Alevilerin, Ezidilerin, ezilen yığınların devleti dev-letle yıkama görevi yoktur. Bunu yap-mak TC devletini desteklemektir. “Karanlık devlet”, “paralel devlet”, “aydınlık devlet”, “demokratik devlet”, “demokratik çatı” devleti vb kavramları kullanmak TC devletini aklama işlevini

görür. Geçmişte derin devlet deniyordu. BU parlamentoda görülecek işleri ve ve-rilecek kararları MGK ve derin devlet güçlerinin verip uygulamasının adıydı. Devlet bazı işleri doğrudan kendi adına yapmıyordu, sözde gizli yapıyordu. Bazı kuruluşlarını bu temelde kullanıyordu.

Bu durumu açıklığa kavuşturmak için bu kavram kullanılıyordu.TC devletini çeteleşmiş biçimidir. Bu günde aynı çe-teleşmiş biçimi var. Bunu sadece Gülen Cemaati ile açıklamak devletin yaptıkla-rını görmemezlikten gelme olur. Kürdistan için devlet istemeyenler PKK’ nin ilk en temel çıkış gerekçesine bir kez daha baksınlar. Evet, Kürdistan için devlet istenmiyor, ama TC devletinin “demokratik çatı” ol-duğu, devletin demokratikleştirilmesi de bu hafta yeniden ilan edildi. TC devletini “demokratikleştirmek” Kürtlere ve ezilen yığınlara ve emekçi-lere mi düştü?

“Çatı partisi”nden sonra bu sefer Türk-ler-Kürtler ve öteki halklar için TC; “de-mokratik çatı” oluyor.

İşgalci devleti ve orduyu vb kurumla-rı aklayıp başımıza dönüştürerek “çatı” yapacağız. Demekki devletsizlik isteme de samimiyet yok. İstenmeyen Kürdistan bağımsızlığıdır. TC devleti bal gibi iste-niyor. İktidar kavgasında ise taraf tutmak, biri-lerinin mutlak iktidar olmasını destekle-mek; devleti devletle yıkamak demektir. İyi polis kötü polis gibisinden bir rol ter-cihi yapmaktır.

****

İktidar çatışmalarından yaralanmak ve ilişkilerini sonuna kadar deşifre etmek oldukça yaralı bir iş olur. AKP ve Gülen cemaati için Kürtler ve Kürdistan çantada keklik olmamalıdır.Onarı sonuna kadar zorlamalı ve müca-dele etmeliyiz. Birilerini birilerine karşı güçlendirdiğin zaman yine hançeri yiyen Kürtler olur.

Bedevadan verilen destek ile AKP “sü-reç” ve sözü edilen “çözüm” için hiç bir ciddi adım atmayacaktır. Eskiden olduğu

gibi davranmaya devam edecektir. Kismi bazı farklar dışında AKP ve Ce-maatin politkası aynıdır. Erdoğan ve Gülen’in “görüşüyoruz” tavrı aynıdır. Gülen son konuşmasında Öcalan ve dağ-dakilerle “müzakere yapılabilir” diyor.

Buraya yazdım:

Bedevadan birilerini destekleyenler za-rarlı çıkar. Pazarlık masaları kurulsun ve taraflar olsun.Üçüncü taraf bulunsun. Bunun dışındaki her deneme eskiyi tek-rar etmeden öteye geçmez.

****Hiç bir Kürdistanlı AKP’nin ürettiği düş-man algısına katılamaz. AKP düşman al-gısı geçmişte CHP’nin ve Ergenekon’un ve ordunun, GenelKurmay ve MGK’nın düşman algısına benziyor. Özeti şu: “Bü-yük Türkiye’yi kimse istemiyor. Çevre düşmanlarla kaplıdır. AKP ve iktidarına karşı olan herkes düşmandır.”Bir düşünün Erdoğan TÜSAD’ın başka-nını bile “ihanet etmek”le suçladı. Böyle bir iktidar anlayışında kovalana-cak avlar bitmez. Gülen Cemaat’ide bu konularda aynıdır. Erdoğan ve AKP icraatlarını Gülen ve Cemaatla aklıyor.

Erdoğan ve Gülen iktidarı ve devleti, do-layısıyla TC devleti bu kez de kendisini Gülen Cemaati ile yıkamaya ve temizl-meye kalkıyor.

Tencere tencereye “dibin kara” demiş. Öbürüde dönüp demiş: “senin ki benden kara!..” Herikisinden biri ordu ve CHP ve Erge-nekoncularla dirsek temaslarına başladı.

Kürdistanlılar unutmasın. AKP Kürdis-tan politikasında ve “süreç” dedikleri şeyden bir değişiklik yoktur. Kürdistan’a karşı sıkışırlarsa birbirine yanaşacak-lardır. Çünkü Kürtlerin mevcut durumu buna kolaylık sağlıyor. Hepsinin ortak anlaştıkları nokta KCK’ yi silahsızlandırmaktır. Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini tasfiye etmektir. Bunun için kullanılacak ve kullanacak-ları her taktiği mubah görecekleri açık-tır. Kaynak: Kürtistan [email protected]

Page 21: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 21 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

KCK liderlerinden Bese Hozat ile Rıza Altun'un ard arda yaptıkları “Er-meni ve Rum lobileri”ne dair ifrada vardırılmış suçlamalar birkaç hafta boyunca yoğun tepkiler aldı. Eleşti-rilerin birçoğunda dikkat çekildiği gibi, bu son beyanlar çok daha önce İmralı Zabıtları'nda okunmuş olan Abdullah Öcalan'ın sözlerini gözü kapalı tekrarlamaktaydı. Paris katlia-mının muhtemel sorumluları üzerine fikir yürütülürken, onunla bağlantılı olduğu ima edilerek, hem de “bizzat Türkiye'de devlet içerisinde yuvalan-mışlar” gibi akla aykırı vurgularla es-rarengiz “lobiler”e saldırılması, İslam eksenli o yeni paradigmanın getirdiği bir tür “şeytan taşlaması”ydı. Bu söy-lemle öne çıkan veya belki de tercihen kürsüye çıkarılanların hareket içinde Dersimli ve Alevi kimliğiyle tanınan isimler olması daha da acıklı oldu. Aynı günlerde Ömer Güney'in ses kaydı ve MİT'in ıslak imzalı belgesiy-le Paris cinayetlerinin hazırlık safhası ortaya dökülüyor, fakat “barış süre-cini bozmamak” adına bu durumun üzerine öyle sert gidilmezken hayalet gibi öne çıkarılmış “lobiler”e yönelik suçlamada ısrar ediliyordu. Öcalan'ın “Kürt sorununda çözümü istemeye-cek çevreler” diye onları işaret et-miş olması bütün bu akıl dışılıkların başkaca kanıt gerektirmeyecek güçte dayanağı olmuştu. En başında “para-lel devlet” tabirinin içine o “lobi”leri sokuşturan ve ezbercilerin hayal ale-minde “Cemaatçilerle kolkola Er-meniler” tasavvuruna yol açan da kendisiydi. Bu nedenle sorunun asıl muhatabı olarak Öcalan'dan açıklama beklemek bütün duyarlı çevrelerin or-tak talebi olacaktı.

Hiç kuşku yok ki, Öcalan'ın Ermeni halkına özel bir mektupla seslenmek istemesi bu tartışmalardan kaynaklan-dı. Fakat merakla beklenen mektubu yayınlanınca gördük ki, Öcalan tepki çekmiş beyanlarının ne özeleştirisini veriyor, ne de mantığını açıklıyor. İki sayfalık mektupta asıl görülmek iste-nen şeyin doğrudan bahsi yok. Satır arası muğlak ifadelerden dolaylı ola-

rak anlaşılan ise, hem kendisinin, hem de KCK sözcülerinin lobi taşlamala-rını yine savunduğudur. “Kapitalist modernite”, “uluslararası sermaye”, “para-kapital ve milliyetçilik” gibi sözcüklerle beraber sık sık anmadan edemediği “lobiler”i bu defa kimlik-siz ifade etmiş. Lakin bu örtülü ifade birşeyi değiştirmiyor. Ortalama akıl sahibi her okur, burada sözün yine özellikle “Ermeni lobileri”ne gittiğini anlayabilir. Çünkü bu soyut söylemle-ri tam da Ermeni soykırımıyla yüzleş-me gereğine değindiği yerde yapıyor. O cümlesinden sonra dönüp Ermeni halkını “ırkçı-milliyetçi tuzaklara” ve “halklarımızı daha yüzyıllar boyunca çatıştırmayı hedefleyen uluslararası sermaye güçlerinin ve lobilerinin sin-si amaçlarına” karşı uyarıyor. Mektu-bunun bazı cümleleri Ermeni halkının (ve diğer yok edilmiş halkların) adalet arayışına sıcak baktığını ima ederken, bazı cümleleri tersini düşündürüyor.

“Kürt çözüm süreci ve Ermeni He-yulası” başlıklı yazımda Öcalan'ın İmralı Zabıtları'na düşen sözlerini eleştirirken “lobiler” şifresine geniş-çe değinmiştim. Tartışılan bu konu Ermeni halkına ne hissettiriyor? Ba-zen küçük bir mizah binlerce sözden daha çarpıcı şekilde durumu özetler. Agos'ta Aret Gıcır'ın karikatür kah-ramanı bir defasında şöyle diyordu: “Hepimiz Ermeni lobisiyiz 1915'den beri!..” İşte bütün meselenin özeti. Her kim 1915'in soykırım olduğunu söylüyor ve bunun adaletini talep edi-yorsa bazılarının nazarında “Ermeni lobisi”dir. Bütün Ermeni diasporası-

na zaten lobi gözüyle bakılır. “Lobi” kelimesinin Ermenice bir anlamı da var ki, bütün bunları alaya alacak bir başka doğal hicivdir. Bizim Batı Er-menicesiyle “lupya” dediğimiz fasul-yeye Doğu Ermenicesinde “lobi” der-ler. Türk devleti ve medyasının somut olarak hangi grup, kuruluş, şahıs için konuştuğunun hiçbir önemi olmadan rastgele diline pelesenk ettiği Ermeni lobileri, tam da kelimenin o anlamıy-la ve argo tabirle “fasulyeden” (yani boş ve değersiz) hamaset sözleridir. Öcalan'ın ortaya attığı “Kürt sorunun-da çözümü istemeyecek olan lobiler” ise o bayatlamış fasulyenin boğaza di-zilen ipliği!.. Türkçede “kılçık atmak” diye bir deyim var. Sanki bunun için söylenmiş. Öcalan bu kılçığı bir defa Ermeni halkı ve dostlarının boğazına saldı, şimdi nasıl çekip alacak diye mektubun muhtevasını merak ediyor-duk ki, heyhat olmadı! Kılçık atıldığı yerde duruyor ve bu yaklaşımla ben-zer söylemlerin yinelenmesine açık kapı da bırakıldığı için daha çokça iritasyon yaşanabilir.

Okuyucunun dikkatini şu farka çek-mek istiyorum. Yıllar yılı Ermeni ve Rum düşmanlığını körüklemede Türk devleti ve basınının çiğnediği “lobi-ler” sakızı böyle hassas tepkilere yol açmaz, hatta aldırış bile edilmeden geçilirken, şimdi Kürt siyasetinin di-linden duyulması olay olmuştur. Ki-mileri bunu “PKK ve Kürt halkına karşı linç kampanyası” diye yorum-luyor. Böyle söyleyenler hiç düşün-müyor mu; aynı Ermeniler ve dostla-rı Türk resmi literatürüne öyle tepki göstermezken bize neden gösteriyor-lar diye? Bunun cevabı basittir, çünkü sizden beklemedikleri için o sözleri duyunca şok oluyorlar. Yapılan eleşti-rilerin de çok büyük bölümü bundan duyulan üzüntüyü hissettirme ve tela-fisini sağlamaya dönük olmuştur. Ona rağmen gösterilen karşılıklar, yalnız siyasi değil, kültürel olarak da ciddi bir sorun yaşandığını gösterir. Yani herşeyden önce eleştirilmeye kapalı-lık, en haklı tepkileri bile “düşmanca” sayma ve hiç özürsüz savuşturma eği-

öcalan’ın boğazımızdan çekip alamadığı kılçık...

Hovsep Hayreni

Page 22: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 22 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53limi. Bu sorunla başetmek siyasi yan-lışlarla uğraşmaktan daha zor olacak görünüyor.

Yine mektubun muhtevasına döner-sek, Öcalan bütün sonraki ezberlerin sorumluluğunu da üstlenerek ken-di referans sözleri için bir özeleştiri vermek yerine, o sözlerin bahsini et-meksizin Ermeni halkının kulağına hoş gelecek başka değinmelerle biraz gönül almayı denemiştir. Bu açıkyü-reklilikten yoksun tutum yine de çöl-de bir parça serinlik arayan Türkiye Ermenilerine vaha gibi gelmiş, Agos yazarlarının hoşnutluk duygusunu bi-raz abartılı şekilde öne çıkarmalarına yetmiştir. Şüphesiz her biri tatmin edici olmayan noktalara da temas et-tiler, ama bunlar takdir edici sözle-rinin gölgesinde kaldı ve mektubun politik kıvraklığını hakkıyla sorgu-lamak ayıp olacakmış gibi bir hisle söylemekten kaçınılan şeyler, sonuçta onun özeleştirisiz işin içinden çıkma-sını kolaylaştırmaya yaradı. Öncesin-de eleştirilere gösterilen haksız sert tepkilerin etkisiyle “Kürt ve Ermeni halkları arasında gerginlik yaratan” taraf olmamak adına böyle davranma-nın tercih edilmesi de anlaşılır, ama kendi payına hoyratlıktan sakınma-yanlar bu hassasiyetin değerini bile-cek mi, orası çok meçhul. Bunu söy-lemekteki kastım, benzer karşılıkları özendirmek asla değil. Saygılı, ölçülü, yapıcı ve dostane üslubu terketmeden işin özüne dair sözlerimizi hakkıyla söyleyebilmektir.

Sonuçta evet, mektubun pozitif bir yönü de var. Ermeni soykırımından ve tarihle yüzleşme gereğinden açık-ça sözetmesi, Türkiye Cumhuriyeti için bunun kaçınılmazlığını vurgu-laması, halklar arasında kardeşliğin “gerçek bir adalet temelinde inşa edilmiş tarihi bir barış”la mümkün olabileceğini söylemesi elbette olum-ludur. Bunun dile geldiği koşulları ve kendisine bağlı yığınlar üzerinde yapacağı etkiyi düşünürsek değeri-ni yadsıyamayız. Ama unutmayalım, 2013 Newroz mesajındaki tarih oku-ması, “bin yıllık İslam kardeşliği” ve “Misak-ı Milli ruhu” temelinde ittifak arayışı da geçerliliğini sürdüren bir olgudur. Ermeni halkına seslenirken bunları yinelememiş olması esas si-yasi yöneliminin bu olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ayrıca şunu belirtmek

gerekir; Öcalan 1915'te Ermeni halkı-na yapılanın soykırım olduğunu daha önceleri de söylemiş, fakat açılımını yaptığı ölçüde o tanımlamayı anlam-sızlaştıran, katili neredeyse meşru müdafaa pozisyonuna yerleştiren bir bakışa sahip olduğunu göstermişti. Ona göre esas sorun o zaman da “em-peryalist güçlerin oyunlarına gelen Ermeni milliyetçiliği”ydi, bugün de öyledir. Türk milliyetçiliğini o kadar suçladığı olmuyor. Sermaye çevrele-rine çatarken de ayrımcıdır; dünyada başka kapitalist yok sanki, varsa yok-sa Ermeni, Rum, Yahudi lobileriyle ilişkili sermaye! Peki Türk sermaye-si ve devletinin finanse ettiği lobiler neci oluyor? Bu seçiciliğin nedeni bi-rincilerin “yabancı” ikincinin “yerli ve de milli” görülmesi olmasın sakın?

Şüphesiz biz bu yorumları yaparken onun içinde bulunduğu çok özel tut-saklık (hatta bir bakıma politik rehi-nelik) koşullarını gözardı etmemeli-yiz. Bu mektup da Adalet Bakanlığı kanalıyla iletilmiştir, hükümetin ona-yından geçmeyecek içerikte şeyleri en azından bu yolla bekleyemeyiz. Ama bu koşullar herşeyi mazur görmenin gerekçesi de olamaz. Zira doğru me-sajlar vermenin engellendiği durum-da yanlış sözler söyleme zorunluluğu yoktur. Bu nedenle, daha önemli ola-rak onun seçtiği yada uzlaşarak kabul ettiği politik stratejinin rolünü görme-miz gerekir. O doğrultu olmadan yu-karda işaret ettiğimiz seçici yaklaşım, çelişki ve tuhaflıkları açıklayabilmek mümkün değil.

Daha ilginç bir tezat, Öcalan'ın yine İmralı Zabıtları'nda yansımış olan MİT'i kollama hassasiyetinde görü-lebilir. Bu topraklarda yaşama hakkı yok edilmiş halkların diaspora güç-lerini devletin “hain dış mihraklar” söylemine benzer şekilde hedef gös-terip, MİT'e gelince gözbebeği gibi korunması gereken “milli” bir ku-ruluştan söz etmek nasıl bir şeydir? Herhalde “milliyetçiliği tam olarak aşmak” böyle oluyor. Öcalan İmralı söyleşisinde bir de şunu diyordu; “Ha bizi vurmuş, ha Sakine’yi vurmuşlar. Çok karanlık bir olay. Ankara’ya gel-miş (Ömer Güney) Çankaya’da büro tutmuş. Sterk 'MİT kaynaklı' demiş. Mümkün değil ama düşüneceksin. Milyonda bir de olsa düşüneyim, MİT var mı? MİT de şaşırdı. Demek ki

darbe hala devam ediyor.” Bugün ar-tık somut deliller açıkça MİT'i göste-rirken, halen daha soyut “lobiler”den bahisle cin kovalayan hoca gibi dav-ranmak da bir tür “siyaset ustalığı” olsa gerek. Hastayı Kur'an okuyarak iyileştiremeyen hocalar bazen “bunu gâvur yeli çarpmış, bizim duamız kâr etmiyor” diye başından savardı. Ço-cukluğumda bir Türk anne saralı kızı-na şifa bulamayan hocanın bu teşhisi üzerine “bir gâvura okutmak” için araya sora bizim aileyi bulmuş, yaşlı ninem çocuğa sevabına İncil okumuş ve şansından iyileşen hastanın aile-si çok minnettar olmuştu. Ne yapsak acaba, “gâvur yeline tutulmuş” gibi “lobiler”den sakınılan şu hasta sürece de İncil mi okutsak?

“Zorlu koşullarıma rağmen sürdürme-ye çalıştığım barış arayışının hiçbir halkın zararına ve aleyhine olmayaca-ğı, olamayacağı 30 küsur yıllık müca-delemizin her anında saklıdır” diyen Öcalan, soykırım mağduru halkları bu konuda temin etmeye çalışırken, onların adalet arayışının kendilerince neden şüpheyle karşılandığını konu etmiyor. Kürt ve Ermeni halklarının haklı mücadeleleri arasında dayanış-maya aykırı olan kendi beyanlarıydı halbuki. “Çözüm sürecinin başarıya ulaşmasını kimler istemez?” sorusuna karşılık “Ermeni lobisi etkili. 2015’le gündem olmak istiyorlar... Anadolu İslamlaştıktan sonra, bin yıllık bir Hıristiyanlık öfkesi var. Rum, Er-meni, Yahudi, Anadolu’da hak iddia eder...” gibi karşılıklar vermişti. Çok açık ki Öcalan Ermeni halkının 1915'e dair adalet arayışına orada sempatiyle bakmıyor, bunu Kürt sorununda ken-di amaçladığı “çözüm”e engel olarak görüyor ve Kürt halkının 2015'e doğ-ru soykırım mağduru halklarla birlik olmasını istemez gibi konuşuyordu. Son mektubunda o sözlerini yine tek-zip etmemekle beraber iki haklı mü-cadelenin dayanışması lehine olumlu olan şu sözleri söylemiş: “Kürt hal-kının özgürlük mücadelesi ile Erme-ni halkının acılarının sağaltılması, eşit haklara sahip yurttaşlar olarak bu topraklarda yaşama mücadelesi iç içe geçmiştir. Demokrasiyle taçlandı-rılmış bir cumhuriyet hem geçmişiyle hesaplaşmış hem de farklı bütün kim-liklerin özgürce yaşadığı bir cumhuri-yet olacaktır.” Bunları duymak güzel, fakat yeterli değil. Çünkü bir doğru-

Page 23: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 23 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53nun önünde ve arkasında giden yan-lışlar onu güme götürür.

Tarihsel deneyimler de bizi uyarı-yor. Öcalan yalnızca dış güçlerin kullanmacı ve müdahaleci gelenek-lerine dikkat çekmekte. Kuşkusuz bu da vardır ve onlara bel bağlama-dan hareket etmeyi bilmek gerekir. Ayrı mesele. Bu konu dünyada 1915'i soykırım olarak tanıyan ülkelerin sa-yısını çoğaltma ve uluslararası plat-formlarda olayı daha güçlü mahkum etme çabasına karşı bir dalgakıran gibi kullanılamaz. Onun da altını çi-zelim. Emperyalist güçler bir çok şeyi kendi yararına kullanmak isteyebilir, Ermeni diasporası bundan dolayı hak-lı davasını tanıtmaktan rücu edecek değildir. O mantıkla bakılırsa Kürt hareketinin de sözgelimi Avrupa'da hiç bir kuruluşu kendi lehine tavır almaya zorlamaması gerekir. Türk devletine göre bu da “hainlik”tir. Bu kadarını söylemek yeter, gerisini Kürt hareketinin akıl ve izan sahibi fertleri rahatlıkla anlayabilir. Tarihte Ermeni ulusal hareketine arka çıkar gibi ya-pan bütün büyük devletler sonunda onu satmış ve trajedisiyle başbaşa or-tada bırakmıştır. Şimdi de esas olarak stratejik hesaplarında daha önemli yer tutan Türkiye'yi kolluyorlar. Bu duru-mu zorlamak ve onların samimiyetsiz tavırlarını da sorgulayarak Türk dev-letinin hesap vermesi için mücadele etmek neden yanlış olsun? Hele de Kürtlerin özgürlük mücadelesine bu-nun zararı nedir? Mazlum halkların dostluk ve dayanışmasını savunanlar bunu iyi düşünmeli, alakasız karşıtlık denklemleri kurmamalıdır.

Gelelim Öcalan'ın hiç sözünü etmedi-ği kızıştırıcı faktöre: Her iki davanın muhatabı olan Türk devleti ve onun bu halkları birbirine karşı getirme becerisi geçmişte daha az rol oyna-madığı gibi, bugün de daha az önemli değil. Yüz yıl önce Ermeni sorununda çözüm arayışları hep Kürtlere karşı gösterilerek onların devletten yana konumlanmaları sağlandı. Ermeni ha-reketinin hataları da buna bir ölçüde çanak tuttu. Yüz yıl sonra Türk devlet geleneği yine aynı çabayı gösteriyor. Ermeni halkının adalet mücadelesini Kürt sorununda çözüme karşı göster-mek, böylece Kürt halkının Ermeni ve Süryanilerle dayanışmasını önle-mek istiyor. Bu illüzyonu doğrudan

devlet adamları yapmaya çalışsa o kadar etkisi olmazdı. Süreci başla-tırken Öcalan'la diyalog içinde olan MİT yetkilileri, muhtemelen ona “bu işi bozmaya çalışacak güçlerin başın-da Ermeni lobileri geliyor, bu yönde aldığımız istihbari bilgiler var, sizin de buna karşı uyanık olmanız gere-kir” gibi şeyler empoze ettiler. Belki inandırmak için uyduruk “belirtiler” de gösterdiler. Nasıl olduğunu bile-meyiz, ama o mesajı Kürt hareketinin lideri ağzından iletmek için bir dolap çevirmiş oldukları şüphe götürmez. Yoksa kimsenin göremediği öyle bir “tehdit unsuru”nu daha sınırlı ba-sın-yayın imkanlarıyla Öcalan ner-den keşfedip de BDP heyetleriyle ilk kapsamlı görüşmesinde buna dikkat çekecekti? Sahi nasıl oldu da, onlarca yıldır Türk egemen jargonuna mah-sus bir şey olan “Ermeni lobileri” ona yabancı durumdaki Kürt hareketinin diline yerleşti? Hadi Öcalan mahkum-du, biraz da dolduruşa getirildi diye-lim, ya dışardaki özgür kadroların bu hamasi resmi söyleme çabucak adapte olmalarına ne demeli? Korkunç bir akıl tutulması değil mi?

Ortaya atıldığı bir yıldan beri ne dev-let kanalından, ne de Öcalan'ın o me-sajını ağır bir boyunduruk gibi taşıyan hareketin kanallarından Ermeni dias-pora kuruluşlarının Kürt çözüm süre-cini sabote etmeye çalıştıklarına dair en ufak bir somut veri gösterilemedi. Bu gerçeklik bütün soyut suçlamalar-dan güçlüdür. Öcalan'ın bunu dolaylı ve muğlak ifadelerle geçiştirmek ye-rine büyük bir handikap içine düşü-rüldüğünü itiraf etmesi iyi olurdu. Yine de geç değil, önümüzde 99. yılın 24 Nisan'ı var. Öcalan önceki negatif beyanlarının ve son zamanlarda yapı-lan daha kötü tekrarların yanlışlığını açıkça kabul ederek düzeltici davran-malı, son mektubunda bile çokça tek-rar ettiği “lobiler” hikayesine artık bir son vermeli, 2015'e hazırlanan Erme-nileri suçlamakla savunmak arasında tercihini net olarak yapmalıdır. 2015'e sadece bir yıl kalmışken Kürt halkı-nın dayanışma eğilimine güç vermek ile taş koymak arasında bir seçim ola-caktır bu. Mektuptaki güzel sözleri ancak böyle bir sarihlikle anlam ve pratik değer kazanabilir. Bu da bizim naçizane dileğimizdir.

Son bir sözü hareketin dışardaki kad-

rolarına söylemekte yarar var. Öca-lan zaman zaman söylüyor, “herşeyi benim üzerime yıkmayın” diye. İşte bütünüyle onun üzerine yıkılmaması gereken çok önemli konulardan biri de budur. Özgürlük, adalet ve de-mokrasi mücadelelerinin birliği, da-yanışması deniliyorsa gün bugündür. Kimse teorik olarak dost gördüğünü pratikte soyut faraziyelerle düşman yerine koymamalı ve egemen kül-türün ayrımcılığına maruz kalanlar birbirini ötekileştirmekten geri dur-malıdır. Son zaman bu yanlışı Kürt hareketinin sözcüleri gösterdi ve vic-dani olarak Türk resmi söyleminin yapamadığı kadar incitici oldular. Bunun muhasebesi yapılıp dostluk dili geliştirilmelidir. Politik doğrul-tusunun yanlışlarına dikkat çekme ve eleştirmekle birlikte Kürtlerin özgür-lük mücadelesine destek, dayanışma bizlerin doğal görevi. Ermeni, Sürya-ni, Rum, Alevi, Yezdi halkların adalet ve hak taleplerine güç vermek de Kürt ve Türk demokratları için öyle olmalı. Adaletsiz demokrasi olmaz. Soykırım mağduru halkların sorunu yalnız “ya-sını tutabilmek” değildir. Mesele öyle olsa yüz yıldır yas tutmaktan yoruldu-lar. Ermenilerin asırlık bir uyanış-di-riliş türküsü var: “Xeğc Mışetsin me-rav lalov” (Garip Muşlu ağlamaktan helak oldu) diye başlar. Bizler üçüncü nesiliz, hala geriye bakmaktan ileri bakamıyoruz. Bizim ihtiyacımız artık bu sorunun muhatabı olan devlet ve toplumların adam gibi yüzleştiklerini görmek ve telafi edici adımlarla sü-kuta ermektir. Öcalan'ın sözünü ettiği “acıların sağaltılması” da böyle olur. Ancak o zaman tarihle uğraşmaktan kurtulup bütün kapasitemizle gele-ceğe yönelebiliriz. Bu yüzleşme ve iyileştirici adımlarda Kürt toplumuna da görev düşüyor. Onun ikincil planda kendi hesabına yapacağı muhasebe, asli sorumlu olarak Türk devletinin yüzleşmesine de etki edecektir. Bü-tün bunlar için Kürt hareketinin önde gelenleri hiç değilse Öcalan'ın son mektubundaki pozitif noktaları baz alarak, kendi özgür koşulları içinde daha ileri söylem ve eylemleri geliş-tirmenin sorumluluğunu duymalıdır-lar. 2015'e doğru ve adalet sağlanınca-ya kadar Ermeni-Süryani halklarıyla sıcak bir dayanışma Kürt hareketinin namus borcudur.

4 Şubat 2014

Page 24: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 24 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

Tarihçi Taner Akçam ile KCK Eşbaş-kanı Bese Hozat’ın “Milliyetçi Erme-ni ve Rum lobileri” sözüyle başlayan tartışma çerçevesinde Kürt siyaseti ve Ermeni meselesi hakkında konuştuk. Akçam, siyasi geçmişi itibariyle Ab-dullah Öcalan’ı ve PKK’yı yakından tanıyan gözlemcilerden biri olarak 1970’lerden günümüze Kürt siyasetin-de yaşanan değişime de dikkat çekti.

FERDA [email protected]

Tarihçi Taner Akçam ile KCK Eşbaş-kanı Bese Hozat’ın “Milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri” sözüyle başlayan tar-tışma çerçevesinde Kürt siyaseti ve Er-meni meselesi hakkında konuştuk. Ak-çam, siyasi geçmişi itibariyle Abdullah Öcalan’ı ve PKK’yı yakından tanıyan gözlemcilerden biri olarak 1970’lerden günümüze Kürt siyasetinde yaşanan de-ğişime de dikkat çekti.

Bese Hozat’ın açıklaması PKK yöne-timi için istisnai bir açıklama mıdır? Yoksa PKK/KCK siyasi kültüründe bel-li bir gerçeğe mi işaret ediyor?

PKK türü Stalinist yapılarda, ‘siyasi kül-tür’ konusunda çok dikkatli olmalıyız. Bese Hozat’ın ve Rıza Altun’un sarf et-tikleri sözlerin ne anlama geldiğini bilip bilmediklerinden emin değilim. “Önder Apo böyle bir söz söyledi ise, bunda bir hikmet vardır” deyip, tekrar ediyorlar, galiba. Bu söylemin giderek bir ‘siyasi kültür’ halini alma potansiyelinden söz edebiliriz ancak. Ama Önder Apo, yarın “ben onu o anlamda değil, şu anlamda söyledim” diye bir başka açıklama da yapabilir. Ve Bese Hozat ile Altun da önderlerinin sözüne göre kendi tutumla-rını düzeltirler. Fakat ben bu söylemin, PKK için çok yeni olduğunu düşünüyo-rum. Sadece PKK’ya değil, genel olarak Kürt siyasi hareketlerine de oldukça ya-bancı bir söylem bu. Öcalan’ın bu tür bir açıklama yapmasının ve diğerlerinin de bunu tekrar etmesinin arkasında Türki-ye devleti var gibi gözüküyor. Kanaatim o ki, Öcalan’a devlet söylettirdi bunu.

Neden devlet, Öcalan’a bunu söyletmiş olsun? Son yıllarda, AKP ve PKK’nın bölgeye yönelik, ağırlıklı Sünni İslam temelin-

de stratejik bir ortaklık arayışı içinde oldukları biliniyor. Bu ortaklık arayışı çerçevesinde, Öcalan’dan böyle şeyleri söylemesi istenmiş, o da, bu tür sözle-ri sarf etmekte fazla mahzur görmemiş olabilir. Öcalan, AKP’ye ve Türk devle-tine, 2015 yaklaşırken, “soykırım işleri nedeniyle başını ağrıtmayacağım, hatta senin yanındayım” mesajı veriyor, ya-pılan budur. Bu söylemin büyük ölçü-de PKK-AKP stratejik yakınlaşmasının ürünü olduğu kanaatindeyim. Bugüne kadar PKK dahil tüm Kürt hareketleri-nin dokusuna oldukça yabancı bir söy-lemle karşı karşıyayız. Ortada bir de bir tuhaflık var; PKK özellikle 1980 sonra-sı Avrupa’da ve şimdi de BDP ABD’de bol miktarda ‘lobicilik’ yaptı ve hâlâ da yapıyor. Ayrıca, BDP’nin lobicilik faa-liyetinde, Ermeni örgütlerini örnek bir model olarak seçtiğini de biliyorum.

Öcalan'ın Ermeni meselesiyle ilgili yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsu-nuz? Bence, Öcalan için Ermeni meselesi faz-la önemli bir sorun değil, bir ayrıntıdır. Bu nedenle konu hakkında takınılacak tutumun, hareketin pratik ihtiyaçlarına göre değişiklik arz etmesinde mahzur da yoktur. Öcalan’nın tutumu Mustafa Kemal’inkine benzer. Mustafa Kemal, 1915 konusundaki tutumunu, Misak-ı Milli’ye yapacağı getiri ve götürülere göre hesaplıyordu. Öcalan da öyle yapı-yor. Kendisine göre tespit ettiği bir stra-teji var. Kürt bölgesinin, doğrudan kendi liderliği altında, PKK tarafından kontrol edildiği ve yönetildiği bir seçeneğin pe-şinde. Ermeni sorunu, bu uzun vadeli stratejinin alt ve önemsiz parçalarından bir tanesidir. İhtiyaca göre değişebilir. Yalnız bir konuda ek bir bilgi vermek is-terim. Öcalan Suriye'ye varmadan önce PKK Suriye'de ASALA ile bazı ilişkiler kurmuş ve ortaklık arayışına girmişti. Öcalan bundan hiç hoşnut olmadı ve bu ilişkiyi derhal koparttı. Ona göre, gerek-

siz ve lüzumsuz bir arayış idi bu. Bana, kendisinden öncekilerin ASALA ile gir-dikleri bu ilişkinin yanlışlığı ve biraz da ‘çocukluğu’ üzerine epey şikâyette bu-lunmuştu.

PKK ve Kürt siyasetinin barış süreci-nin hatırına AKP’nin yanında yer al-masının bu tür açıklamalara neden olduğuna dair görüşleri nasıl değer-lendiriyorsunuz? Barış süreci, “ötekini üzecek değil, ho-şuna gidecek söz söyleyeyim” denecek bir süreç değildir. Buna PKK’yı zorla-yan yok. Bu PKK’nın kendi tercihidir. Hareket, başka tercihlere, daha demok-ratik seçeneklere de yönelebilirdi ama bence PKK bünye olarak demokratik seçeneklere yatkın değil. Türklerin ağ-zından çıkartacağı lafa baktıkları önder-leri Tayyip Erdoğan’ın etrafında kenet-lenmeleri ile Kürtlerin Öcalan etrafında kenetlenmeleri arasında kültürel açıdan büyük bir benzerlik görüyorum. Her iki topluluk da siyaseti, liderlerinin iki du-dağı arasına kilitlemiş vaziyetteler. De-mokratik kültür açısından çok sorunlu bir durum bu.

Zaman zaman dile getirilen ‘Kürt Ke-malizmi’ tanımlamasını nasıl değer-lendiriyorsunuz?

PKK elbette Kürt İttihat ve Terakki Par-tisidir ve bu anlamda Kürt Kemalizmini temsil eder. Kıyaslamada hata olacağını zannetmem. Öcalan’ın, Mustafa Kemal’i kendisine örnek almasının boş retorik olmadığını düşünüyorum. Ama maale-sef demokrasi kültürü açısından PKK, İttihat ve Terakki ve Kemalizm gelene-ğinin biraz daha gerisindedir. İttihat ve Terakki aslında bir koalis-yondu. Onun için İttihat ve Terakki, ne Kemalizm ve ne de PKK hareketinde ol-duğu gibi, tek adam çıkartamadı. İttihat ve Terakki’nin fedaileri vardı ve bunlar kendilerine göre ‘hain’ olarak gördük-lerini öldürüyorlardı ama bu çok sınırlı sayıda gerçekleşmiştir. PKK’nın gerek Kürt ve Türk solundan gerek kendi saflarından gerekse Kürt insanları içinde imha ettiği insan sayısı son derece ciddi rakamlara ulaşmıştır ve burada ürkütücü bir siyasi kültürel ge-

Kürtlerin özgürlüğü, Ermeniler ve Süryaniler için adaletin garantisi değildir

p rof. dr. t a n e r a k ç a m

Page 25: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 25 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53lenekten söz etmek gerekir. Kendisine sol-demokrat diyen birçok insanın bile konuşmadığı, konuşmaktan korktuğu bir gerçekliktir bu. Bunun gibi Öcalan ile Mustafa Kemal’ in benzerlik ve farkları üzerine de çok şey söylenebilir. En göze çarpan bir farklı-lığa değinmek isterim burada. Mustafa Kemal iktidarını, eksik yanlış, bir mec-lis üzerinden meşrulaştırmaya başından beri büyük önem vermişti. Öcalan ise, kendisi dışında bir başka iktidar oda-ğının oluşmasına tahammülsüzdür. Bu bakımdan, 1990’lı yıllardaki sürgünde Kürt Parlamentosu deneyine bakmak ol-dukça öğretici olur. Bunda belki Kürdis-tan’daki baskıcı ve şiddet ortamı da bir rol oynamış olabilir. Ama bunun kadar, Marksist-Leninist (Stalinist) düşüncenin de bir etkisi olduğunu düşünüyorum.

Kürtlerin Ermeni Soykırımındaki rolü tartışmayı ne ölçüde etkiliyor?

Keşke, ‘soykırımda Kürtlerin rolü’ ko-nusu, ‘lobicilik’ saçmalığının dışında tartışılabilse... Bu sözler, sanki Kürtle-rin soykırımdaki rollerinin yeniden teyit edilmesi olarak görülüyor. Bu bağlantıyı çok sıhhatli ve doğru bulduğumu söy-leyemem. Bence, Soykırım konusunda, gerek bir siyasi hareket olarak PKK ve gerekse de genel olarak Kürt toplulukla-rı, Türk çoğunluğa göre çok daha ilerde duruyor. Bazı BDP belediyelerinin say-gıyla karşılamamız gereken, son derece güzel çalışmaları var. Ayrıca ‘Kürtlerin soykırımdaki rolü’ konusunda tek mu-hatap PKK değildir. AKP ve Hizbul-lah gibi büyük siyasi-dini gövdeler var. 1915’te Kürtlerin rolü, bu çevrelerin de dahil olduğu geniş bir çerçevede tartı-şılmalı.

KCK’nın önemli isimlerinden Mustafa Karasu, Bese Hozat’ın sözleriyle ilgili açıklama yaptı. Karasu’nun açıklama-sını nasıl değerlendiriyorsunuz? Karasu’nun açıklamasıyla ilgili üç hu-susun altını çizmek istiyorum. Birinci-si, gelinen noktada KCK’nın resmi bir açıklama yapması ihtiyacı doğmuştur. İkincisi, Karasu, Hozat’ı eleştirenleri “PKK ve Kürt düşmanı olmak”la suç-layarak, eleştiri yapanı ‘düşman’ olarak tanımlıyor. PKK veya KCK'nın, eleşti-rilmeyi öğrenmesi gerekir ama bundan umutlu değilim. Üçüncüsü, Hıristiyan toplulukların adalet arayışları, Kürtlerin özgürlük sorununun alt bir unsuru ola-rak ele alınıyor. Özetle söylenen; Kürtler

özgür olursa, Hıristiyanların sorunları da çözülecektir! Oysa özgürlük ve ada-lete ilişkin sorunlar birbirlerinden ayrı-dırlar. Kürtler özledikleri özgürlüğe ka-vuşsalar bile, Ermenilerin, Süryanilerin adalete ilişkin sorunları çözülmeyebilir. Kanada, Avustralya ve ABD gibi öz-gür ülkelerin, hâlâ bu toplumların yerli halklarına yönelik adalet sorunu ile bo-ğuştuklarını biliyoruz. Özgürlük, adale-tin garantisi değildir sadece iyi bir ‘giriş kartı’ olabilir belki. Özetle, Karasu’nun açıklaması, ortadaki bir problemi çöz-mekten çok, cevap verilmesi gereken bir çok yeni soruyu gündeme getirdi.

Kürtlerin büyük imtihanı Süryanilerle olacak

Kürtlerin özerk ya da bağımsız bir si-yasi yönetime kavuşmaları halinde Er-meni meselesi ve geçmişle yüzleşme ko-nusunda durum nasıl olur? Bu konuda öngörüleriniz var mı?

Ben Kürt sorununda iyiye doğru atıla-cak her adımın, bizi Ermeni sorununun çözümünde bir adım daha ileriye götü-receğine inanıyorum. Kürt sorunu, Er-meni sorunu ile aynı zihniyet köklerine sahiptir: Farklılıklarının ve başkalık-larının kabul edilmeyip, bu nedenden dolayı bir güvenlik tehdidi olarak görül-meleri. Osmanlı’da Ermeni, Türkiye’de Kürt sorunu bu zihniyet nedeniyle çıktı. Dolayısıyla Kürt sorununda bir düzelme bu zihniyette de bir değişim anlamına gelir ve bu da Ermeni sorununun çö-zümüne büyük katkıda bulunur. Ayrıca Kürtlerin, tüm bir Cumhuriyet boyunca, her türlü şiddet ve terörün muhatabı ol-muş bir topluluk olarak, Ermenilerin so-runlarını anlamaya çok daha açık olduk-larını söylemek mümkün. Zaten bunun yeteri kadar örnekleri var. Ben, Ermeni sorununun, Kürtler açısından fazla ‘pra-tik bir sorun’ olmadığı kanaatindeyim. Bugün Kürt bölgelerinde yaşayan bir Ermeni nüfusu yok. Türkiye’de, Kürt bölgeleri de dahil Ermeni sorunu, esas olarak merkezi Türk hükümetinin, ‘soy-kırımı tanınma’ ve ‘tazminat’ çerçeve-sinde ele alacağı ve çözeceği bir sorun-dur. Yani daha çok bir ‘Türk’ sorunudur. Bu nedenle, Ermenilerle Türkiye’nin Kürt bölgelerinde, Barzani bölgesinde, Asurilerle yaşanan sorunlara benzer so-runların yaşanması da zor. Yani, Kürt siyasi hareketleri ve toplulukları Ermeni sorunu konusunda daha rahat davranma koşullarına sahiptirler. Kürtlerin hem bugün hem de tarihle yüzleşme konu-sunda asıl büyük problemlerinin Sürya-

nilerle olacağını düşünüyorum. Çünkü hem tarihteki Süryani soykırımı oldukça fazla ‘Kürt yapımı’dır, hem de özellikle Mardin yöresinde Süryani arazileri, iç-lerinde BDP’lilerin de olduğu kişilerin işgali altındadır. Dolayısıyla, Kürtlerin büyük imtihanı bana göre daha çok Sür-yanilerle olacak gibi...

Kürt aydınları tarafından sık sık dile getirilen “1915'te Kürtlerin iradesi yoktu” argümanını nasıl değerlendiri-yorsunuz? Bu konular sıkça tartışıldıkça, Kürt ay-dınlarının, bu tezlerinden vazgeçecek-lerini ümit ediyorum. ‘Kullanıldık’ ar-gümanı birçok bakımdan tutarsız. Biraz tarih bilen, başta 1894-96 katliamları ol-mak üzere, Kürtlerin Ermeni soykırımı-na ‘kullanılarak’ sokulmadıklarını bilir. Hatta başta Abdülhamit dönemi olmak üzere, birçok bölgede, merkezi hükümeti bu yönde politikalar geliştirmeye itenin yerel egemen Kürt yapıları olduğunu biliyoruz. 1878 Berlin Antlaşması’nda bile, Ermeni sorunu Osmanlı Hükümeti ile Ermeniler arasında değil, Kürtlerle ve Çerkeslerle Ermeniler arasındaki bir sorun olarak tanımlanır. Ve büyük dev-letler, Osmanlı devletinden, Ermenileri Kürt saldırılarından korumalarını ister-ler. Ayrıca örneğin İttihat ve Terakki dö-neminde, Ermeni sorununun en önemli parçası olan toprak sorununun, İttihatçı merkez istemesine rağmen, Kürt feodal yapısı nedeniyle çözülemediğini herkes bilir. Bunun gibi, Süryani soykırımı da ağırlıklı Kürtlerce gündeme getirilmiştir. İttihat ve Terakki’nin bu yönde merke-zi bir politikası olduğunu bile söylemek zordur. En azından ben bu konuda her-hangi bir bilgiye sahip değilim. Merkez, bu konuda severek Kürtlerin istekle-ri doğrultusunda davranmıştır. Yani Kürtler isteseydi, Süryanilerin büyük kısmının hayatta kalabilme ihtimalle-ri vardı. Bana sorarsanız, bırakalım bu “kim kimi kullandı” tartışmasını Kürt ve Türk milliyetçileri yapsınlar. Biz, dö-nemin Müslüman toplulukları arasında büyük bir ayırım yapmayan bir yakla-şımı tercih etmeliyiz. Türk’ü, Kürt’ü, Çerkes’i ve Arap’ı ile kitleler katliama, Müslüman kimlikleri ile katıldılar. Mer-kezde karar verenlerin son derece açık etnik köken tercihleri vardı ve politika-lar, İslam’la sınırlarını fazla ayırmamış bir Türk milliyetçiliğinin ihtiyaçları-na göre belirleniyordu. Ama toplumsal alanda sorun etnik kimlikler değil, din etrafında şekillendi. ‘Kullanılma’ tezi

Page 26: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 26 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53bir ikinci nedenden dolayı da çok saçma. “1915’te kullanıldık” diyen aydın çevre-ler, “Cumhuriyetin kurucu unsuruyuz” diyorlar. Kendilerine göre ‘kötü’ bir şey olunca ‘kullanıldık’; ama ‘iyi’ bir şey olunca da, “bu bizim de eserimizdir” demek kendi içinde son derece tutarsız bir bakış. Kürt unsuru, her iki süreçte de ‘yapıcı unsurdur’, mesele bu kadar basittir.

‘KCK resmi bir açıklama yapmazsa yeni bir kültür doğuyor demektir’

Bese Hozat’ın sözleri nedeniyle kendi-sine yönelik eleştirilere verdiği cevabı nasıl değerlendiriyorsunuz? Hozat’ın açıklamasını Agos’ta okudum. Ezberlediği bazı cümleleri peş peşe sıra-lamış ama cümleler çok bir anlam ifade etmiyorlar. Ona göre kötü bir kapitalist modernleşme var, bir de iyi ve güzel halklar var. Halkların arasında da hiç sorun yokmuş; sorun kapitalist modern-leşme imiş. Onun söylediklerini eleş-tirenler de PKK ve Kürt halkının düş-manları imiş. Benim anladığım, Ermeni ve Rum lobileri ile ilgili söylediklerinin arkasında duruyor. Bu lobiler ‘kötü faa-liyetler’ yapıyorlar ama bunların Ermeni milleti ile alakası yok. Dolayısıyla bu lobilerin Türkiye’de barış ve demokrasi-nin aleyhine çalıştıkları tezini de tekrar etmiş oluyor. Eğer KCK resmi başka bir açıklama yapmayacaksa, Öcalan, Hozat ve diğer yöneticilerin söylediklerinden sonra, PKK ve KCK açısından yeni bir kültürün doğmakta olduğunu söyleye-biliriz. Türk resmi makamları dışında, “Ermeni ve Rum lobilerine karşı savaşa-cak” yeni bir ekip daha var artık. Hepi-mize hayırlı olsun! http://www.agos.com.tr

Anadolu Ermenileriyle ilgili çalışmala-rıyla tanınan tarihçi Taner Akçam, KCK Eşbaşkanı Bese Hozat'ın "Ermeni ve Rum lobileri de paralel devlet" sözlerine ilişkin çarpıcı değerlendirmeler yaptı.

Radikal.com.tr

KCK Eşbaşkanı Bese Hozat’ın “Milli-yetçi Ermeni ve Rum lobileri de paralel birer” sözleriyle başlayan tartışma sü-rüyor. Hozat’ın sözlerine Ermeni top-lumundan, sosyalistlerden ve ardından HDP içindeki Ermeni ve Rumlardan gelen tepkilerin yanı sıra HDP Genel Merkezi de konuyla ilgili bir açıklama yayınlamıştı.

Agos gazetesi, özellikle sol siyasi çev-reler ve Kürt hareketi çevresinde tar-tışma ve değerlendirmeleri devam eden bu konuyla ilgili olarak, Anadolu Erme-nilerinin tarihine ilişkin çalışmalarıy-la tanınan Taner Akçam’la bir söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşiyi yapan Ferda Balancar, 70’li yıllarda sosyalist hareket içinde aktivist olarak da bulunan Taner Akçam’ın, “siyasi geçmişi itibariyle Ab-dullah Öcalan’ı ve PKK’yı yakından ta-nıyan gözlemcilerden biri” olduğuna da dikkat çekiyor.

Akçam, Bese Hozat’ın söyleminin, sade-ce PKK’ya değil, genel olarak Kürt siya-si hareketlerine de ‘oldukça yabancı’ bir söylem olduğunu söyleyerek şu değer-lendirmeyi yapıyor: “Öcalan’ın bu tür bir açıklama yapmasının ve diğerlerinin de bunu tekrar etmesinin arkasında Türkiye devleti var gibi gözüküyor. Kanaatim o ki, Öcalan’a devlet söylettirdi bunu”.

Akçam’ın çarpıcı bir başka değerlendir-mesi ise şöyle: “Hıristiyan toplulukların adalet arayışlarının, Kürtlerin özgürlük sorununun alt bir unsuru olarak ele alı-nıyor. Özetle söylenen; Kürtler özgür olursa, Hıristiyanların sorunları da çö-zülecektir! Oysa özgürlük ve adalete ilişkin sorunlar birbirlerinden ayrıdırlar. Kürtler özledikleri özgürlüğe kavuşsalar bile, Ermenilerin, Süryanilerin adalete ilişkin sorunları çözülmeyebilir.”

Ferda Balancar’ın Taner Akçam’la yaptı-ğı röportajın bir bölümü şöyle:

- Bese Hozat’ın açıklaması PKK yöneti-mi için istisnai bir açıklama mıdır? Yok-sa PKK/KCK siyasi kültüründe belli bir gerçeğe mi işaret ediyor?

PKK türü Stalinist yapılarda, ‘siyasi kül-tür’ konusunda çok dikkatli olmalıyız. Bese Hozat’ın ve Rıza Altun’un sarf et-tikleri sözlerin ne anlama geldiğini bilip bilmediklerinden emin değilim. “Önder

Apo böyle bir söz söyledi ise, bunda bir hikmet vardır” deyip, tekrar ediyorlar, galiba. Bu söylemin giderek bir ‘siyasi kültür’ halini alma potansiyelinden söz edebiliriz ancak. Ama Önder Apo, yarın “ben onu o anlamda değil, şu anlamda söyledim” diye bir başka açıklama da yapabilir. Ve Bese Hozat ile Altun da ön-derlerinin sözüne göre kendi tutumlarını düzeltirler. Fakat ben bu söylemin, PKK için çok yeni olduğunu düşünüyorum. Sadece PKK’ya değil, genel olarak Kürt siyasi hareketlerine de oldukça yabancı bir söylem bu. Öcalan’ın bu tür bir açık-lama yapmasının ve diğerlerinin de bunu tekrar etmesinin arkasında Türkiye dev-leti var gibi gözüküyor. Kanaatim o ki, Öcalan’a devlet söylettirdi bunu.

- Neden devlet, Öcalan’a bunu söyletmiş olsun?

Son yıllarda, AKP ve PKK’nın bölgeye yönelik, ağırlıklı Sünni İslam temelinde stratejik bir ortaklık arayışı içinde ol-dukları biliniyor. Bu ortaklık arayışı çer-çevesinde, Öcalan’dan böyle şeyleri söy-lemesi istenmiş, o da, bu tür sözleri sarf etmekte fazla mahzur görmemiş olabilir. Öcalan, AKP’ye ve Türk devletine, 2015 yaklaşırken, “soykırım işleri nedeniyle başını ağrıtmayacağım, hatta senin ya-nındayım” mesajı veriyor. Bu söylemin büyük ölçüde PKK-AKP stratejik yakın-laşmasının ürünü olduğu kanaatindeyim.

- Öcalan'ın Ermeni meselesiyle ilgili yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bence, Öcalan için Ermeni meselesi faz-la önemli bir sorun değil, bir ayrıntıdır. Bu nedenle konu hakkında takınılacak tutumun, hareketin pratik ihtiyaçlarına göre değişiklik arz etmesinde mahzur da yoktur. Öcalan’ın tutumu Mustafa Ke-mal’inkine benzer. Mustafa Kemal, 1915 konusundaki tutumunu, Misak-ı Milli’ye yapacağı getiri ve götürülere göre hesap-lıyordu. Öcalan da öyle yapıyor. Kendisi-ne göre tespit ettiği bir strateji var. Kürt bölgesinin, doğrudan kendi liderliği al-tında, PKK tarafından kontrol edildiği ve yönetildiği bir seçeneğin peşinde. Erme-ni sorunu, bu uzun vadeli stratejinin alt ve önemsiz parçalarından bir tanesidir.

- Zaman zaman dile getirilen ‘Kürt Ke-malizmi’ tanımlamasını nasıl değerlen-diriyorsunuz? PKK elbette Kürt İttihat ve Terakki Par-tisidir ve bu anlamda Kürt Kemalizmini temsil eder. Kıyaslamada hata olacağını zannetmem. Öcalan’ın, Mustafa Kemal’i kendisine örnek almasının boş retorik olmadığını düşünüyorum. Ama maalesef demokrasi kültürü açısından PKK, İtti-hat ve Terakki ve Kemalizm geleneğinin biraz daha gerisindedir.

Taner Akçam: PKK'nın yeni Ermeni söyleminin arkasında devlet var

Page 27: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 27 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

‘Kürtlerin Süryanilere ait toprak ve mülkleri iade etmeleri gerekiyor’David Vergili, 10 yıldır Süryanilerin sorunlarıyla yakından ilgilenen bir ak-tivist. Vergili’nin Avrupa'da yayımla-nan aylık Qenneshrin gazetesinde ya-zıları yayımlanıyor. Vergili ile Taner Akçam’ın geçen hafta Agos’ta yayımla-nan söyleşisinde “Kürtlerin büyük sına-vı Süryanilerle olacak” altbaşlığıyla yer alan Süryani-Kürt ilişkileri ve 1914-15 Süryani Soykırımı ‘Seyfo’da Kürtlerin rolü hakkında söyledikleri üzerine ko-nuştuk.

FERDA [email protected]

David Vergili, 10 yıldır Süryanilerin sorunlarıyla yakından ilgilenen bir ak-tivist. Merkezi Belçika’nın başkenti Brüksel'de bulunan Avrupa Süryaniler Birliği ESU’nun (European Syriac Uni-on) üyesi olan Vergili’nin Avrupa'da ya-yımlanan aylık Qenneshrin gazetesinde yazıları yayımlanıyor. Vergili ile Taner Akçam’ın geçen hafta Agos’ta yayımla-nan söyleşisinde “Kürtlerin büyük sına-vı Süryanilerle olacak” altbaşlığıyla yer alan Süryani-Kürt ilişkileri ve 1914-15 Süryani Soykırımı ‘Seyfo’da Kürtlerin rolü hakkında söyledikleri üzerine ko-nuştuk. Akçam, söyleşisinde konuyla ilgili olarak şunları söylemişti: “Kürtle-rin hem bugün hem de tarihle yüzleşme konusunda asıl büyük problemlerinin Süryanilerle olacağını düşünüyorum. Çünkü hem tarihteki Süryani soykırı-mı oldukça fazla ‘Kürt yapımı’dır, hem de özellikle Mardin yöresinde Süryani arazileri, içlerinde BDP’lilerin de oldu-ğu kişilerin işgali altındadır. Dolayısıy-la, Kürtlerin büyük imtihanı bana göre daha çok Süryanilerle olacak gibi...”

Kürtlerin 1914-15 Süryani soykırımın-daki rolleri nedir? Bu bağlamda TanerHalklar arası ilişkiler bütün zorluklara

rağmen devam etmelidir. Süryanilerin ve Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları Turabdin bölgesinde etkileşim içinde olmaları önemlidir. Akçam'ın "Süryani soykırımı oldukça fazla 'Kürt yapımı'dır" sözüne katılıyor musunuz?

1914-1915 yıllarında yaşanan Sürya-ni soykırımı ve diğer adıyla bilinen ‘Seyfo’da farklı güçlerin rolleri bulunu-yor. Bunun en tepesinde İttihat ve Te-rakki, devletin yüksek kademelerindeki yetkililer, Süryani nüfusunun yoğun olarak bulunduğu Turabdin bölgesinde-ki yöneticiler, büyük feodal aşiretler ve bu olaylardan çıkar sağlamak isteyenler vardır. Turabdin ve Hakkari bölgelerin-de Kürtlerle beraber yaşayan Süryani-ler, Seyfo yıllarında tarihlerinin en zor dönemlerinden birini yaşadılar. Ayrıca Seyfo öncesinde Hakkari bölgesinde Bedirhan Ağa’nın Süryani katliamı ve Patrik Mor Şemun’un Sımko Ağa tara-fından haince öldürülmesi de unutul-mamalıdır. Buna rağmen o dönemlerde,

Süryanilere yardım eden, onları koru-yan Kürt aileler ve şahsiyetler de oldu. Midyat’a yakın Aynvert köyüne sığınan Süryanileri devletten ve çetelerden ko-ruyan yine Aynkaf köyünün Şeyhi Fet-tullah oldu. Şeyh Fettullah Süryanilerin talebiyle devreye girerek devlet güçle-rinin geri çekilmesini sağladı. Öte yan-dan Taner Akçam’ın ifadeleri de doğru-dur. ‘Seyfo’yu bir şekilde farklılaştıran sözünü ettiğim yerel güçlerin oynadığı roldür. Devlet işi yerel güçlere havale ederek hedefine ulaşmaya çalıştı. Yani merkezi, sistematik ve yukarıdan aşağı-ya varan bir yapı mevcut değildir.

Günümüzde özellikle Turabdin bölge-sinde Süryanilerin yaşadığı sorunlarda devletin tutumundan bağımsız olarak Kürt aşiretlerinin tavrı ne ölçüde belir-leyicidir?

Turabdin bölgesinde devletin tutumun-dan ayrı olarak düşündüğümüzde Sür-yanilerin yaşadığı sorun ve sıkıntılarda Kürt aşiretlerinin büyük payı vardır. Ancak bölgedeki aşiretler devletle ya-kın ilişkilere sahipler; devletin gücü-nü kullanarak devletin uzantıları gibi hareket ediyorlar. Günümüzde iletişim imkânlarının artmasıyla bölgede yaşa-nan olaylarla ilgili haberler anında her yere ulaşıyor. Bölgenin içe kapanmış-lığı, merkezden uzak oluşu ve feodal yapının ağır basmasından dolayı, aşiret liderlerinin tutumu çoğu zaman belir-leyici oluyor. Devlet mekanizmalarının ağır işleyişi, aşiret liderlerinin lehine bir durum oluşturuyor. Bugün bu rolleri zayıflasa da aşiret liderleri gayrıresmi karar mercileri gibi hareket ediyorlar. Şahit olduğum bir olayda bir aşiret li-deri “Toprakları bir Müslümandan alıp bir Hıristiyana vermem” dedi. Aşiret liderleri sahip oldukları güç ve nüfuz sayesinde olayların seyrini değiştirebi-liyor. Bununla beraber son yıllarda böl-gede varlığını devam ettiren ‘koruculuk sistemi’ de benzer bir yapıya dönüştü. Devletin kontrolü altında olması gere-ken korucular zamanla kendi güçlerini ve varlıklarını ortaya koymaya başladı-lar. Bu yapı, 1990’larda Süryanilere çok zor zamanlar yaşattı.

Günümüzde Süryanilerin Türkiye Kürt-lerinden beklentileri nelerdir? Şahit olduğum bir olayda, bir aşiret lide-ri ‘Toprakları bir Müslümandan alıp bir Hıristiyana vermem’ dedi. Aşiret lider-

Page 28: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 28 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53leri olayların seyrini değiştirebiliyor.

Son yıllarda Türkiye halklarının birbir-leriyle olan iletişimi ve etkileşimi art-tı. Halklar ve farklı etnik-dini gruplar bugüne kadar tabu sayılanı artık dile getiriyorlar. Ortak tarihimizdeki acı sayfaları düşündüğümüzde halen yolun başında olduğumuz kolaylıkla görüle-bilir. Halklar arası ilişkiler bütün zor-luklara rağmen devam etmelidir. Bu te-melde, Süryanilerin ve Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Turabdin bölgesinde et-kileşim içinde olmaları önemlidir. Sür-yaniler, Kürtlerden ‘Seyfo’ döneminde, öncesinde ve sonrasında yaşananlarla ilgili gerçek, samimi ve detaylı bir tu-tum bekliyorlar. Kürt hareketi içinde değerli şahsiyetler bu yönde açıklama-lar yapmışlarsa da Kürt kamuoyunda bu konu çok az yer buluyor. Süryanilere ait toprak ve diğer mülklere el koyan Kürt-lerin bunları iade etmeleri ve Süryani-leri eşit bir halk olarak kabul etmeliler. Bu çerçevede Kürt aydınları ve siyasile-ri yapıcı bir tutum sergilemeli.

Suriye’nin kuzeyinde Rojava'da ilan edilen özerkliğin Süryaniler açısından anlamı nedir?

Suriye’de üç yıldır devam eden bir sa-vaş ortamı var. Süryaniler Şam ve Ha-lep gibi büyük şehirlerde ve aynı za-

manda Hasaki ve Kamışlı bölgesinde de önemli bir nüfusa sahipler. 2011 yılı ve sonrasında sakin bir dönem geçiren Rojava bölgesinde son zamanlarda El Kaide ve Selefi gruplara bağlı güçlerin bölgeye saldırmasıyla yeni parametreler ortaya çıktı. Suriye genelinde var olan otorite boşluğu Rojava’da da kendini gösteriyor. Bu boşluğun doldurulması ve bölge insanı ihtiyaçlarının gideril-mesi ve gündelik hayatın devamı için yeni bir oluşuma gidildi. Bu oluşum içinde Süryaniler de var. Irak haricin-de, Süryaniler ilk defa böyle bir oluşum içinde yer alıyor. Bu tarihsel bir adım-dır. Ortadoğu ve Suriye’de kırılan fay hatlar ve ortaya çıkan yeni yelpazede Süryaniler de kendi imkânları dahilin-de sürece katkılarını ortaya koymalı ve bu sürecin içinde olmalılar. Süryaniler yeni ve sancılı süreçte öz güçlerini se-ferber ederek, haklarını ve taleplerini dile getirmeli ve dünya kamuoyu nez-dinde bunları paylaşmalı, bölge halkları ile etkileşim içinde olmalıdırlar.

Kuzey Irak’ta özerklik kâğıt üstünde kaldı

Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi'nin Süryanilere yönelik politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi’nin

Süryanilere yönelik politikası genel ola-rak olumludur. 2003’ten sonra Irak’ın farklı bölgelerinde, özellikle Bağdat’ta bulunan Süryaniler, yaşadıkları sıkıntı-lar, saldırılar ve tacizler sonrasında Ku-zey Irak’a yerleştiler ve orada yeni köy-ler ve kiliseler inşa ettiler. Süryaniler, anadillerinde eğitim alıyor, seçimlere katılan siyasi partileri var ve Süryani-ce yayın yapan TV kanallarına sahipler. Süryanilerin parlementoda temsillerini sağlamak için kota sistemi var. Kısa süre Noel, iki gün resmi tatil ilan edildi. Bu olumlu tabloya rağmen bazı konu-larda halen sıkıntılar devam var. Sürya-ni köylerine az da olsa tacizler oluyor. Ayrıca Bölgesel Yönetimin el koyduğu Süryanilere ait araziler var ve üstelik bunlarla ilgili sahiplerine tazminat ve-rilmedi. Birkaç yıl önce Zaho’da Sür-yanilerin sahip olduğu işyerleri basıldı ve tahrip edildi. Bununla ilgili herhan-gi bir adli soruşturma olmadı ve failler yargının karşısına çıkartılmadı. Bölge-sel Yönetim’in Anayasasında tanınan özerklik hakkı kâğıt üstünde kaldı. Şu an itibariyle hem Irak’ta hem de Böl-gesel Yönetim sınırları içinde yaşayan Süryanilerin en önemli talebi Nino-va Ovası’nda hayata geçecek özerklik projesidir. Bu projenin hayata geçmesi, Süryanilerin Irak’ta ve diğer ülkelerde-ki gelecek tasarımlarını çok olumlu et-kileyecektir.

Kiliselerini geri istedilerSÜMEYRA TANSEL

Kiliselerini geri istediler Rum Cemaati, devlet tarafından Türk Ortodoks Patrik-hanesi’ne verilen üç kilise ile çok sayıda gayrimenkulün iadesi için mahkemeye gitti Rum cemaati, Türk Ortadoks Patrikhane-si’ne verilen üç kilise ve kiliselere ait mal varlıklarını geri istiyor. Türk Ortadoks Patrikhanesi, 1924 ve 1965 yıllarında akar-larıyla birlikte devlet tarafından kendi-lerine hibe edilen 3 kilise vakfı sayesinde gayrimenkul zengini oldu. Rumlar, cemaati olmayan ve hiçbir Ortadoks kilisesi tara-fından tanınmayan bu Patrikhane’ye hu-kuksuzca verilen kiliseleri geri almak için yasal mücadele başlattı.

GAYRİMENKUL ZENGİNİKamuoyu, Türk Ortadoks Patrikhanesi’nin adını ilk kez 301 davaları sırasında kilise sözcüsü Sevgi Erenerol’un yaptığı açıkla-malarla duymuştu. Erenerol, Ergenekon

davasında “hükümeti yıkmaya teşebbüs” suçundan müebbet hapis cezasına çarp-tırıldı. Rumların geri istediği kiliseler ve akarlarının yönetiminin ise Erenerol aile-sinde olduğu belirtiliyor.

AKARLARI ARAŞTIRACAĞIZÜç kilisenin Rum Patrikhanesi’ne iade-si için dava açan Avukat Hülya Benlisoy, Taraf’a yaptığı açıklamada kiliselerin ge-lirleri için ayrıca hukuki girişimde buluna-caklarını belirterek şunları söyledi: “Biz şu anda sadece kiliselerin mülkiyetiyle ilgili bir hukuki süreç başlattık, o devam ediyor. Daha sonra akarlarla ilgili de girişimde bulunacağız. Vakıfların akarlarıyla Erene-rol ailesi ilgileniyor. Gelirleri Erenerol ai-lesi alıyor. Akarların ekonomik büyüklüğü konusunu tam olarak bilemiyorum.Seneler içinde menfi ya da müsbet tasarruf-larda bulunmuş olabilirler. Onu daha son-ra araştıracağız”İddialara göre, faaliyetlerini “Bağımsız Türk Ortodoks Kiliseleri Başpapazlığı Vak-fı” ismiyle yürüten patrikhanenin Beyoğ-lu ve Karaköy’de yirmiden fazla dükkânı ve büyük bir iş hanı var. Bu han Sevgi Erenerol’un adını taşıyan Sevgi Han. Vak-fın sahibi olduğu yirmiden fazla dükkan ve

handa ise onlarca kiracı bulunuyor.Kerinçsiz ve ekibinin toplantı yeriTÜRK Ortadoks Patrikhnesi’ne ilk kilise (Panayia Kafaitani), Eftim isimli bir Rumun talebi üzerine Atatürk tarafından verildi. Eftim, adını değiştirerek Zeki Erenerol adı-nı aldı. Kiliseye cemaat devşirilmeye çalı-şılsa da kilisenin düzenli bir cemaati hiç ol-madı. 1965 yılında Aya Yani ve Aya Nikola kiliseleri de Rumlardan alınarak patrikha-neye verildi. Şimdiki patrik Paşa Ernerol ve kardeşi Sevgi Erenerol, Zeki Erenerol’un torunları. Sevgi Erenerol bugün Ergene-kon hükümlüsü olarak cezaevinde. Zeki Erenerol’a verilen Karaköy’deki bu kilise, Ergenekon’dan hüküm giyen Sevgi Erene-rol, Kemal Kerinçsiz ve ekibinin toplantı yaptığı mekan olarak biliniyordu.

Bu kilisenin cemaati yokRUM Ortadoks Patrikhanesi Basın Sözcüsü Dositheos Anağnostopulos, Taraf’a yaptığı açıklamada kiliselerin kendilerinden zorla alındığını belirterek şöyle konuştu: “Üç kiliseyi de istiyoruz. Türk Ortadoks Patrik-hanesi dünyada hiçbir Ortadoks kilisesi ta-rafından tanınmayan bir yapı. Cemaati de yok. Bu kiliseler bize geri verilirse Galata civarında oturan cemaatimiz oraya gider.”

Page 29: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 29 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

27 Ocak 2005: Uluslararası Yahudi Soykırımı Anma Günü kabul edildi

1930'lu yılların başlarında Nazilerin Almanya'da faşist bir diktatörlük kur-maları, dünya halkları için büyük bir felaket oldu. Nazilerin uyguladığı terör ve şiddet, milyonlarca ve milyonlarca insanın canını aldı. Naziler, nefretle-rinin odağına aldıkları Yahudileri ise dünya üzerinden silmek istiyorlardı. Milyonlarca Yahudi en ağır işkence ko-şullarında köle olarak çalıştırıldıktan sonra, ölüm kamplarına gönderilerek gaz odalarında, fırınlarda katledildi.

Kapitalizmin krizi ve faşizmin yükse-lişi

İkinci Dünya Savaşı insanlığın yaşa-dığı en büyük felaketlerden biri olma özelliğini korumaya devam ediyor. Kapitalizmin içine girdiği derin eko-nomik krizden bir türlü çıkamaması, krizin hızla yayılarak neredeyse dün-yanın tümünü etkisi altına alması, baş-ta Avrupa olmak üzere dünyanın pek çok yerlerinde devrimci durumların ortaya çıkmasına neden oldu. Kapita-lizm tümüyle çökmüştü; artık ne yöne-tenler eskiden olduğu gibi yönetebili-yor, ne de yönetilenler eskiden olduğu gibi yönetilebiliyordu.

Bu durum karşısında işçileşmekten korkan, her şeylerini yitirmek korku-suyla karşı karşıya kalan küçük bur-juvazi, diğer orta sınıflar ve sınıf dışı kalmış proletaryayla birlikte, kapita-lizmin krizinin sorumlusu olarak gör-düğü işçi sınıfına karşı savaş açtı. Bü-yük burjuvazinin de desteğini alarak, her türlü şiddet ve vahşet yöntemlerini kullanmak suretiyle başta Almanya ve İtalya olmak üzere, bir dizi ülkede ikti-dara geldi. Almanya'da Naziler iktida-ra gelir gelmez, krizi büyük burjuvazi lehine çözmek için işçi sınıfına savaş açtılar. Faşizme karşı savaşmak yerine birbirlerini baş düşman ilan eden sos-yal demokrat ve komünist işçileri ne-redeyse hiçbir direnişle karşılaşmadan ezdiler, işçi örgütlerini parçalayarak atomize ettiler, binlerce sendikacıyı, işçi liderini öldürdüler, her türlü işçi

örgütlenmesini yasakladılar.

Nazilerin ikinci hedefi ise üstün oldu-ğunu düşündüğü Ari ırktan olmayan insanlardı. Bu insanlar üzerinde en canavarca yöntemlerle deneyler yapıl-dı, "saf" Alman ırkını kirletmemeleri için on binlercesi kısırlaştırıldı, akla hayale gelmeyecek eziyetlere ve aşağı-lamalara uğratıldı. Bedensel ve zihin-sel engelli insanlar, Roma ve Sintiler, eşcinseller, muhalifler, savaş esirleri önce çalışma kamplarında köle olarak kullanıldı, çalışamayacak duruma gel-diklerinde ise ölüm kamplarında katle-diler.

Yahudi soykırımı

Nazilerin nefretinin odağında ise Ya-hudiler bulunuyordu. Almanya'da Na-ziler 1930'lu yılların başından itibaren Yahudiler üzerinde giderek artan siste-matik bir baskı uygulamaya başladılar. İlk olarak devlet dairelerinde memur olarak çalışan Yahudiler işten atıldı. Yahudilerin belirli meslek gruplarında çalışmaları yasaklandı. Daha sonra Ya-hudiler günlük hayattan giderek daha fazla tecrit edilmeye başlandılar. Gü-nün belirli saatlerinde sokağa çıkma-ları ve alış veriş etmeleri yasaklandı. Yahudi dükkânlarına boykot uygulan-maya başlandı. Bir süre sonra Yahudi-lerin göğüslerine sarı bir yıldız takarak kendilerini belli etmeleri zorunluluğu getirildi. Yahudilerin getto adı verilen,

etrafı duvarlarla çevrili mahallelerde yaşamaya zorlanmaları ise sonun baş-langıcıydı.

Nazi katiller, Avrupa'nın çok sayı-daki ülkesini işgal ettikten sonra, bu ülkelerde yaşayan Yahudileri toplama kamplarına göndermeye başladılar. Sanılanın aksine bu kampların hepsi ölüm kampı değildi. Naziler Yahudile-ri yaptıkları işlere ve becerilerine göre ayırıyor, kalifiye işçileri özellikle silah sanayinde faaliyet gösteren fabrikala-ra ve atölyelere gönderiyor, yol yapı-mında, maden ocaklarında köle ola-rak çalıştırıyordu. Çalışacak durumda olmayan engelli, hasta, ihtiyar, çocuk yaştaki Yahudiler ise ölüm kamplarına gönderiliyor, burada canavarca tıbbi deneylerde denek olarak kullanıldık-tan, çeşitli işkencelere uğratıldıktan sonra, gaz odalarında, fırınlarda veya birer kurşunla katlediliyorlardı.

Bütün bu yerlerde yaşam koşulları son derece korkunçtu. Toplama kampları-na gönderilen Yahudiler yük vagonla-rına dolduruluyordu. Bir kişi için bir metrekarelik bir yer vardı. Bütün yol boyunca burada ayakta duruyor, doğal ihtiyaçlarını oldukları yerde ayakta gideriyor, ölenler ayakta ölüyor, yere bile düşemiyordu. Yemek ve su yoktu. Yağan yağmurun ve karın altında ağız-larını açarak susuzluklarını gidermeye çalışıyorlardı.

Toplama kamplarında ise durum tam anlamıyla bir felaketti. Kalifiye iş-çilerin ve ustaların çalıştıkları savaş sanayinde asgari yaşam koşulları sağ-lanmıştı, ancak kampların çok bü-yük kısmında Yahudiler yere açılan çukurlarda biriken yağmur sularını içmek zorunda kalıyor, tifüs, kolera gibi salgın hastalıklar her gün yüzler-ce insanın canını alıyordu. İşkencede katledilen insanların sayısı ise her gün binlerle ifade ediliyordu. Barakalarda yüzlerce tutsak küçücük odalarda bir arada yaşamaya mecbur bırakılıyordu. Asgari temizlik koşulları bile söz ko-

Page 30: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 30 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53nusu değildi. Kötü koşullara herhangi bir şekilde karşı çıkmanın, en basit bir Nazi askerinin verdiği bir emre uyma-manın cezası hemen oracıkta öldürül-mekti.

Naziler yaklaşık 6 yıllık bir süre zar-fında tam 6 milyon Yahudi'yi en ca-navarca koşullar altında katlederek, insanlık tarihinin en korkunç felaket-lerinden birisinin altına imza attılar 27 Ocak 1945'te ölüm kamplarının en korkuncu Auschwitz, Sovyet askerleri tarafından ele geçirildi. Kamp daha önceden boşaltılmış ve tutsak Yahudi-ler bir "ölüm yürüyüşüyle" Almanya içlerine gitmeye zorlanmıştı. Geride sadece yürüyecek durumda olmayan-lar bırakılmıştı. Sovyet askerleri kam-pa girdiklerinde, 5.000 kadar ölmek üzere olan insanla karşılaştılar.

Soykırım: Bir daha asla!

İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesiy-le birlikte insanlık soykırım felaketiy-le yüzleşmek durumunda kaldı. 1948 yılında Birleşmiş Milletler, Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandı-rılması Sözleşmesi'ni kabul etti. Bu sözleşmenin 2. maddesinde soykırımın ayrıntılı bir tarifi yapıldı. *

Başta Almanya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinde Yahudi soykırı-mını inkâr etmeyi suç sayan yasal dü-zenlemeler yapıldı. Nazi sembollerinin kullanılması, Nazilerin yaptıklarının övülmesi, Nazizmi savunan siyasi par-tilerin, derneklerin, örgütlerin kurul-ması yasaklandı. Bütün bunlar hiçbir zaman azılı ırkçılar dışında kimse ta-rafından düşünce özgürlüğünün ihla-li olarak değerlendirilmedi. 27 Ocak 2005 tarihinde BM Genel Kurulu bu

günü "Uluslararası Holokost Kurban-larını Anma Günü" kabul etti.

Geçtiğimiz günlerde Fransa parlamen-tosunun diğer soykırımlarla birlikte Ermeni soykırımını da inkâr etme-yi suç sayan bir yasayı kabul etmesi, Türkiye'de yoğun bir düşünce özgür-lüğü tartışmasının başlamasına neden oldu. Yahudi soykırımını inkâr et-menin yasak olmasıyla hiçbir sorunu bulunmayan çevreler, aynı durumun Ermeni soykırımı için geçerli olma-sını kabul edemediler, bunu düşünce özgürlüğüne indirilen bir darbe olarak değerlendirdiler.

Bu durum, Ermeni soykırımı ile yüz-leşmenin sağlanmasının ne kadar acil bir görev olduğunu bir kez daha orta-ya koyuyor. Ermeni soykırımı ile ilgili gerçeklerin tüm çıplaklığıyla ortaya konulması yaşananların bir daha ya-şanmaması için önkoşul oluştururken, düşünce özgürlüğü ile insanlık suçu-nun yok sayılması arasındaki uzlaşmaz zıtlığın kavranması bakımından da bü-yük önem teşkil ediyor.

* Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi Md. 2: “Ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümü-nün yok edilmesi niyetiyle girişilen şu hareketlerden herhangi biridir: gru-bun üyelerinin öldürülmesi; grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi; grubun yaşam koşul-larının bunun grubun bütününe ya da bir kısmına getireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasti olarak bozulması; grup içinde doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması; [ve] çocuk-ların zorla bir gruptan alınıp bir diğe-rine verilmesi."

Beyoğlu’ndaki yüzleşme toplantısını ırkçılar bastıIrkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De aktivistleri tarafından başlatılan Yüz-yıllık Yüzleşme kampanyasının bugün soykırımın 100. yıl dönümüne hazırlık için Beyoğlu'nda düzenlediği "Devlet-ler niçin özür dilemelidir?" toplantısı, İşçi Partisi üyeleri tarafından basıldı. "Soykırım yalanı, ABD planı", "Doğu Perinçek çıkacak, Ufuk Uras, Roni Margulies, Oral Çalışlar girecek" sloganlarıyla toplantıyı engelleyen İP çetesine salondakilerin yanıtı "Hepimiz Hrantız hepimiz Ermeniyiz" sloganı oldu.

Beyoğlu'nda Bağlam Yayınları top-lantı salonunda 17.30'da başlayan toplantı öncesi salona gelen 20-25 kişilik grup, ayakta durmaya çaba-ladı. Moderatör, ilk sözü gazeteci Oral Çalışlar'a verince, kendilerinin Öncü Gençlik olduğunu söyleyen bir kişi, protestolarının Çalışlar, Uras ve Margulies'e karşı olduğunu söyledi ve ardından topluluk şu sloganları attı: "Soykırım yalanı ABD planı", "Dö-nekler Amerika'ya", "Doğu Perinçek çıkacak, Ufuk Uras, Oral Çalışlar, Roni Margulies girecek", "Öncü genç-lik geliyor", "Dönekler Amerika'ya", "Hrant'ın katili Fethullah çetesi".

20 dakika boyunca slogan atarak toplantıyı engelleyen ırkçı gruba karşı salondakiler önce "Dışarı", ardından "Hepimiz Hrant'ız hepimiz Ermeniyiz" sloganıyla yanıt verdi.

Salonu terk ederken "Protestomuz bu üç isme, salondaki güzel insanlara de-ğil" diyen İP'liler, yarım saat de bina önünde slogan atmaya devam etti.

Toplantı, ırkçıların tüm engellemeleri-ne rağmen gerçekleşti.Foto: Emre Algun, Mehmet Doğan

DSİP: Soykırımla yüzleşme toplantısı-na yapılan ırkçı saldırıyı kınıyoruz

Page 31: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 31 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

Bu toprağın kayıp kızları onlar… Mübadele’nin köklerinden ayı-rıp yıktığı aileden geride kalan iki küçük kız. Biri Trabzon’da diğeri İstanbul’da birbirlerinden habersiz büyüyüp çoluk çocuğa karıştı. Bir asırlık acının sırrı Trabzon’dan ge-len telefonla aralandı, kardeşler bir avuç toprakla buluştu Mete YILMAZ / AKŞAM Trabzon-İstanbul-Kavala arasında, filmlere taş çıkaracak mübadele öy-küsü… Tarih 1920’lerin başı. Kalay-cı Haralumbos Hrisostomidis, karısı Anastasiya ve küçük kızları Eleni Trabzon’un Maçka İlçesi’nde yaşıyor-du. “Lambo Usta” diyordu Maçkalı komşuları Haralumbos’a. Küçük ama mutlu bir hayatı vardı üç kişilik Rum ailenin. Taa ki 1923 gelip çatana kadar. On binlerce aileyi köklerinden koparıp tamamen yabancı oldukları topraklara savuran mübadele onları da vurdu. Ömürlerinin kalanını doğup büyüdü-ğü topraklara hasret geçirecekler lis-tesine girdi Hrisostomidis’ler de. ELENİ’Yİ KAÇIRIYORLAR

Ayrılık vakti gelip çattığında, Lambo usta eşi Anastasiya ve 13 yaşındaki kızları Eleni’yi alıp, koca bir hayatı geride bırakıyor. Gözlerinde yaş, baş-larında beş asker, diğer Rum ailelerle birlikte limanda bilinmeyen geleceğe götürecek gemiye gidiyorlar. Çok geç-meden, 300 kişilik kafilenin yolunu silahlı bir grup kesiyor. Aşık olduk-ları kızlardan ayrılmaya razı olmayan gençler, Eleni’yle birlikte kafiledeki bazı kızları kaçırıyor. Ne yapacağını şaşıran Lambo usta, eşini gemiye gön-derip kızını aramaya karar veriyor.

4 ay boyunca kızını arayan Hrisos-tomidis umudunu yitirmiyor. Kızı-nı bulup, eşini gemiyle gönderdiği Kavala’ya gitmek için dağ tepe dolaşıp her ağacın altına, her mağaraya bakı-yor. Ne kadar arasa da küçük kızının izini bir türlü bulamıyor. Köydeki dostlarının “Sizden kimse kalmadı. Artık buralar senin için tehlikeli oldu”

uyarılarına da kulak asmıyor. Bir süre sonra köylülerin getirdiği haberle sar-sılıyor. Dünya, “Eleni ölmüş. Cesedini Maçka Deresi’nde sürüklenirken gör-dük” sözlerini duyan Lambo Usta’nın başına yıkılıyor. Gözyaşlarını içine akıtıp yola koyuluyor. Deniz yoluyla gitme şansı kalmadığı için karadan giden kervanlara katılıyor. Yolda eşkı-yalar tarafından 4 kez soyularak, bin bir zorlukla 3 ayda İstanbul’a geliyor. Beş kuruş parasız Kadıköy’ e ulaşan Lambo Usta, açlıktan öte küçük kızı-nın acısıyla gün be gün eriyor. YOLU PAŞA’YLA KESİŞİYOR Eşini Yunanistan’a gönderen kızı-nı ise Trabzon’a ve kalbine gömen Lambo Usta ne yapacağını bilmeden Kadıköy’de dolaşırken, yolu dönemin ünlü devlet adamı Süreyya Paşa’yla kesişiyor. Konağında balo düzenleye-cek olan Paşa, kalaycı bulamayınca adamları tesadüfen Lambo Usta’ya ulaşıyor. İşçiliğini çok beğenen Sürey-ya Paşa, hayata küsmüş genç adamın elinden tutuyor. Karnını Süreyya Paşa’nın yanında do-yuran Lambo Usta, “Durumunu düzel-tene kadar İstanbul’da kal sonra seni ellerimle Yunanistan’a gönderirim” teklifini kabul ediyor. Paşa’nın yar-dımlarıyla Kadıköy’de kalaycı dük-kanı açıyor ve kısa sürede çok para kazanıyor. Maçka’da yaşadıklarını kalbine gömen Lambo Usta, bir süre sonra kendi köyünden Antusa’yla ta-nışıyor. Belki de acısını tazelememek için Yunanistan’a gitmekten vazge-

çiyor ve Antusa’yla evleniyor. İkinci evliliğinden de bir kızı oluyor, adını Sofiya koyuyor.

(Lambo ustasının İstanbul’da doğan kızı Sofiya ile yıllar önce Trabzon’da kaybettiği Eleni’sinin hikayeleri film olacak) BİLİNMEYEN GEÇMİŞ Hikayenin bundan sonraki kısmını Sofiya’nın 59 yaşındaki oğlu Avedis Kevork Hilkat anlatıyor; dedesi Lam-bo Usta’yı hayal meyal hatırladığını söyleyen Avedis’in hayatı zorluklarla geçmiş. Anne-babası ayrıldıktan sora Kapalıçarşı’da bir kuyumcunun yanın-da işe başlamış. Annesi Sofiya ise bir ailenin yanında bakıcı olarak çalışmış. Geçmişiyle ilgili sırları ve varlığından haberi olmadığı teyzesini ise annesi-nin 93 yaşında hayatını kaybetmesiyle öğrenmiş Hilkat. Miras işlemleri için avukatına vekalet veren Avedis, “Avu-kat elinde vukuatlı nüfus kağıdıyla gelince geçmişimizin hiç bilmediğim yönü ortaya çıktı. Annemin varlığın-dan bize hiç bahsetmediği bir ablası varmış. Nüfus dökümünde dedemin ilk evliliğinden olan Eleni hayatta gö-

PONTOS’UN KAYIP KIZI MAÇKALI ELENİ, NASIL EMİNE SÜMER OLDU…

Page 32: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 32 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53züküyordu. Hemen araştırmaya başla-dım” diyor. ELENİ’DEN EMİNE’YE Trabzon’a nüfus dökümlerini gönde-ren Avedis’e, aradan fazla zaman geç-meden sürpriz bir telefon geliyor. Ahi-zenin ucundaki ses “Annem Emine’yi araştırıyormuşsunuz” deyince Ave-dis’in şaşkınlığı bir kat daha artıyor. Trabzon’un tanınmış ailelerinden bi-rinin üyesi olan Abdükadir Sümer’in nüfus dökümündeki Eleni’nin baba-annesi Emine olduğunu söylemesi sır perdesini aralıyor. Avedis, hiç göre-mediği teyzesi Eleni’nin hikayesini, Sümer Ailesi’nden öğreniyor: Eleni, kendisini kaçıran Ali Kemal Sümer’le evleniyor. Bir süre sonra da Müslüman oluyor. Çok da dindar. 5 çocuğu olu-yor ancak eşi genç yaşta hayatını kay-bediyor. Ölmeden önce hep Pontusca sayıklıyor. “Zaten kızdığı zaman da Pontusca kızarmış” diyor Avedis. Hikayenin bundan sonrasını daha da karıştığını söyleyen Avedis Kevork Hilkat, dedesi Lambo Usta’nın ilk eşinin de Yunanistan’da evlendiğini ve iki çocuğunun olduğunu anlatıyor: Çocukları yıllar sonra Trabzon’a gelip Eleni teyzemin izini buluyor. Ancak o, Yunanistan’dan gelen hiç kimseyle gö-rüşmemiş. Kimseye gerekçesini söy-lememiş. Teyzemin bu yanı bir soru işareti olarak kalmış. Aslında annem de hayattayken Trabzon’a, babasının topraklarına gitti. Ama Eleni’yi ya da yeni ismiyle Emine’yi buldu mu bilmi-yoruz. Bulduysa bize niye söylemedi? Bunun cevabını hiçbir zaman öğrene-meyeceğiz… HİKAYELERİ FİLM OLACAK Avedis, birbirlerinden habersiz olarak yaşayan iki kız kardeşi mezarları ara-sında taşıdığı bir avuç toprakta buluş-

turdu. Bu hikaye yapımcıların dikkati-ni çekti. Sofiya ve Eleni’nin iç burkan hikayesi film olacak. Yaşarken kavuşamadılar ama… Eleni, yani sonraki adıyla Emine doğ-duğu topraklarda Maçka’da, varlığın-dan haberi olmadığı kız kardeşi Sofiya ise İstanbul’da toprağa verilmiş. Ya-şamları boyunca birbirlerine hiç ka-vuşamayan iki kız kardeş, Avedis’in mezarlar arasında taşıdığı bir avuç toprakta buluşuyor. Torunları ve ço-cuklar ise neredeyse bir asırdır süren ayrılığın acısını çıkartırcasına her sene Maçka’da biraya geliyor. 160 kişilik yeni ailem oldu Aileyle temas kurduktan sonra Ab-dülkadir Sümer’in İstanbul’a geldiği-ni söyleyen Avedis, ailece görüşmeye başladıklarını anlatıyor. “Birden bire 160 kişilik yeni bir ailem” oldu diyen Avedis, “Sümer ailesi bizi bağrına bas-tı. Trabzon’a davet ettiler. Köklerimi bulmanın heyecanıyla gittim. Yeni ai-leme kavuşmanın heyecanını yaşarken bir yandan da hayal kırıklığı yaşadım. Oralardan giden Pontuslar’dan geriye hemen hiçbir şeyin kalmamış olması içimi burktu” diyor. Meğer define avcısıymışım Trabzon’a ilk gittiğinde yaşadığı he-yecanı anlatıan Avedis, ilginç bir anısını da paylaşıyor. Gülerek başla-dığı hikayenin sonunda hüzünlenen Avedis, Trabzon’da gezmesi için Sü-mer ailesinin kendisine bir şoför ver-diğini söyleyip devam ediyor: Vaze-lon Manastırı’na gittik. Bir ara şoför kolumdan tuttu, “Abi seni rüyamda gördüm. Buraya gelip gömüyü çıkartı-yorsun. Ne olur yerini göster. Bana bo-ğaz hakkı ver yeter” dedi. Adamcağız beni define avcısı sandı. “Böyle bir şey yok” dedimse de dinletemedim. “Eğer define peşinde bu tahribatı sürdürür-sen yarın buraya kimse gelmez. Asıl define bu binaların kendisi” dedim. Ama soförü ikna etmem mümkün ol-madı. Kaynak: http://www.aksam.com.tr/guncel/mubadelenin-kayip-cocugu-mackali-eleni/haber-209368

h t t p : / / d e v r i m c i k a r a d e n i z . c o m

"Rumlara dostça uyarımızdır. Siz Rumların Türkiye'de yaşamaya devam etmelerinin mümkün olmadığını biraz aklı olan herkes anlar. Bu inkar edile-mez bir hakikattir.

"Niçin? Bunu bilmiyorsanız, dinleyin, açıklayacağım. Evet! Kabul ediyorum, siz güya Osmanlı tebaasısınız. Fakat size, 'Yunanistan'da, kendimizden daha sıcak duygulara sahip herhangi biri var mıdır?" diye sorsalara, 'Hayır' cevabını vereceğinizden kesinlikle eminiz.

Hayatta kalmak istiyorsanız, bekleme-yin! Gidin! Samimi tavsiyemizi dinle-yecek olursanız, dostluk namına, yakın gelecekte sizi tuz gibi eritecek olan o ordu karşısında baş eğmek dışında başka çareniz olmadığını söylemek istiyoruz.

"Dünyanın hiçbir yerinde, barış hüküm sürerken, bir ülkenin çocukları, vatan-daşları ve komşuları, birlik içinde ve aynı şehirde ve toprakta, aynı yasalar altında yaşarlarken ve aynı vergileri öderlerken; can, mal ve namusun yasa-larca korunmasını talep etmekte aynı yasal haklara sahiplerken asla böyle bir yaşanmamıştı. Bir ülkenin çocuk-larının kendi kardeşlerine karşı aniden isyan ettiklerine; vatandaşların diğer vatandaşlara karşı silahlandıklarına; hemşehrilerin, diğer hemşehrileri soy-mak ve öldürmek için acele ettiklerine; üst düzey memurların dürüst ve masum vatandaşlara karşı tutum aldıklarına; yasaları uygulamakla yükümlü kurum-ların silahsız vatandaşların cellatları kesildiklerine ilk kez tanık olunuyor."

Pavlonya Sokak Nuhoğlu İşhanı No:10/6 Kadıköy - İSTANBUL

Tel: (0216) 414 64 41 Telefax: (0212) 414 64 41

E-mail: [email protected]

Page 33: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 33 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

“Refet Paşa’yı Pazar ziyaretlerinde din-ler, dinler, bıkmadan dinlerdik. Kendisi çok zeki, hafızası çok kuvvetli, hadise-lere ve meselelere derin vukufu vardı ve bu hakimiyetle meseleleri hiç bilinme-yen taraflarıyla anlatıyor, yahut büsbü-tün başka ve şaşırtıcı bir zaviyeden izah ediyordu. Ben, sanki başkalarını mahrum etme bahasına, harikülade bir konseri tek başıma dinliyormuş gibi üzüntü içinde, kendisinden rica ederdim: - Paşam, ne olur, hatıratınızı yazsanı-za, niçin yazmıyorsunuz? Bilinmeyen birçok meselelerin iç yüzünü biliyor, karanlık kalmış hadiseleri aydınlatıyor-sunuz, bunların kapalı kalması ve bir gün şahitlerinin birer birer hayat sah-nesinden çekilmeleriyle meçhul olarak kalması yazık değil mi?

O zaman Refet Paşa susar, acı acı güler:

- Bu milletin her şeyi yıkılmış, bir İs-tiklal Harbi ayakta, hatıralarımı yaza-yım da, onu da ben mi yıkayım, derdi. Günahı boynuna, verdiği cevap buydu. Asıl sebep ne idi bilemiyoruz. Velhasıl, hatıratını yazmadan Refet Paşa da göç-tü gitti.” (1) Bu satırlar Münevver Ayaşlı’nın Refet Paşa ile ilgili anılarında yer alıyor. Re-fet Paşa burada aslında bir gerçeği ifade ediyor, o da, İstiklal Harbi denen şeyin kocaman bir yalandan ibaret olduğu… Yine Münevver Ayaşlı’nın “Günahı boynuna, verdiği cevap buydu. Asıl se-bep ne idi bilemiyoruz” demesine kar-şın, biz asıl sebebin ne olduğunu çok iyi biliyoruz. İstiklal Harbi ya da Kurtuluş Savaşı diye uydurulan bu masalın as-lında özellikle Karadeniz’de Pontoslu Rumlara yönelik soykırımının oldu-ğunu ve bu soykırım sürecinde Refet Paşa’nın da önemli rolu olduğudur. REFET PAŞA, PONTOS SOYKIRI-MININ ÖNEMLİ SUÇLULARINDAN BİRİDİR Samsun’a ayak basan beş Paşa’dan bi-ridir Refet Paşa… Yıllar sonra görüş

ayrılığına düşeceği komutanı Mustafa Kemal’in emriyle Samsun’daki Pontos Rumlarına yönelik operasyonlardan so-rumludur. Samsun‘a çıkıldığı 19 Mayıs 1919′da Mustafa Kemal’in yaptığı ilk iş, “yaşlı ve koyu bir Babiali memuru” ol-duğunu düşündüğü ve fikirlerini beğen-mediği 15. Tümen komutanını görevden alıp yerine Refet Paşa’yı atamaktır. (2) 3.Kolorduya bağlı 15.Tümen’in mer-kezi Canik’de (Samsun) idi. Kolordu mıntıkası olarak belirlenen vilayet ve sancaklar ise Sivas, Amasya, Tokat, Samsun idi. (3) Bu yanıyla Münevver Ayaşlı ile aralarında geçen konuşmada Refet Paşa’nın sebebini açıklayamadığı, işte bu vilayetlerde yaşanmış vahşet ve cinayetlerdir. O, Mustafa Kemal kadar, Pontos Soykırımının önemli sorumlula-rındandır. Samsun’a çıkıldığı 19 Mayıs 1919’da yaptıkları ikinci önemli iş ise çete re-islerini toplamak olur. Görüşmelerde Rumları “temizlemek” için her şeyin yapılması emredilir ve başta Katil To-pal Osman olmak üzere çete reislerin-den söz alınmış ve soykırımının 2. Jön-türk Dönemi başlar… KATİL TOPAL OSMAN AĞA Aslında Mustafa Kemal, Samsun’a pa-dişahın ve İngilizlerin onayıyla 9. Ordu Müfettişi olarak yollanmıştır. Sözde görevi de Karadeniz’de yaşanan ‘‘kar-gaşayı‘‘ ve çetelerin, özellikle de To-pal Osman’ın çetesinin faaliyetlerini soruşturmaktır. Kemalist yazarlardan Hasan İzzettin Dinamo, Mustafa Kemal ile Topal Osman arasındaki görüşmeyi ‚‘‘Kutsal İsyan‘‘ adlı kitabının ikinci cildinde ‘“Mangal Yürekli Adamın Hi-kayesi” başlığı ile şöyle anlatır: ‘‘Namını duyduğu Topal Osman‘la biz-zat görüşüp, ona, ‘Bundan sonra el ele çalışacağız’ diyerek şöyle devam eder:Madem ki Türk halkı tamamen seni destekliyor; hiç durma teşkilatını yap. Git, belediye reisliği makamına otur. Sen kaçıp dağa çekileceğine, Pontos-cular ve Rumlar kaçsın. Kanunsuz yola adım atar göründüler mi onları temiz-

leriz. Bunun üzerine Topal Osman, şu cevabı verir: Sen hiç merak etme Paşam! Bu Pontos Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğu-lup gidecek.” (4) BAFRA MERYEMANA MAĞARASI KATLİAMI İşte bu mağaralardan birisinde 30 Pon-toslu partizan ile kadın ve çocuklardan oluşan 600 Pontoslu Rum, Mustafa Kemal’in 2000 askerince kuşatılır. Bu arada vurgulanması gereken önem-li bir nokta da, çetelerin sadece kadın, çocuk ve ihtiyarlardan oluşan erkeksiz köylere saldırı düzenledikleri birebir partizanlarla çatışmadıklarıdır. (5) Partizanlar, kadın ve çocuklardan olu-şan 600 Pontoslu Rum’un kuşatıldığı bu mağaranın adı, Panagiya (Meryemana) Mağarası‘dır. Bafra Nebyan bölgesinde Otkaya Köyü‘nün batı tarafındadır. Binbaşı Mehmet Ali askere kesin tali-mat vermişti; kuşatmadan dolayı bu-nalan askerin geri dönmesi halinde vu-rularak öldürüleceğini söyler. İki hafta süren kuşatma ve direniş sonrasında, partizanların mermileri ve yiyecekle-ri tükenir. Geride yapabilecekleri tek şey, yanlarındaki 600 kadın ve çocu-ğun buradan çıkarılmasıdır. Partizanla-rın Kaptanı Hacı Yorgi Karavasiloğlu, partizanları toplar ve bir karar alırlar. Bütün partizanlar silahlarında sadece tek bir mermi kalana kadar çatışmaya devam edecekler, son mermilerini ise kendi yaşamlarına son vermek için sak-layacaklardır. Sadece bir partizan sağ kalacak, o da elinde beyaz bayrakla tes-lim olacak ve 600 kadın ve çocuğun sağ kalmasını sağlayacaktır. Partizanların mermileri tükendiğinde, 29 partizan silahlarındaki son mermi-lerle kendi yaşamlarına son veririler. Geride kalan son partizan elinde beyaz bayrakla dışarı çıkıp teslim olacağını,

pontus soykırımı tarihinde: bafra meryemana mağrasındaki: 517 kadın ve çocuk, 30 partizan

Tamer Çilingir / Devrimci Karadeniz

Page 34: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 34 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53tüm partizanların öldüğünü, geride sa-dece 600 kadın ve çocuğun kaldığını, silahsız ve cephanesiz olduklarını, ateş etmemeleri çağrısında bulunur. Ancak onun bilmediği karşısındakilerin Mustafa Kemal’in askerleri olduğudur. Mehmet Ali Binbaşı komutasındaki as-kerlerin arasında bulunan Talip Çavuş silahına davranarak elinde beyaz bay-rakla teslim olan son partizanı vurur. Kadın ve çocuklar Bafra ilçesine bağlı ÇAŞUR KÖYÜ’ne götürülürler. Kadın-lara tecavüz edildikten sonra süngü ve kurşunlarla katledilirler. Bu katliamdan sağ kurtulan 83 çocuk ise, daha sonra öksüzler evine verilir. Refet Paşa’ya haber ise iki sandıkla yol-lanır. Sandıkların içinde 30 partizanın kesilmiş kafası vardır. (6)

..................(1) İşittiklerim, Gördüklerim, Bil-diklerim, Münevver Ayaşlı, Boğaziçi Yayınları, Kasım 1990, Sayfa 9 (2) Refet Bele, Askeri ve Siyasi Hayatı 1881-1963i Halit Kaya, Bengi Yayınla-rı, Ocak 2010, Sayfa 50 (3) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İ. DUİT, nr.158/81 (16 Ş 1337/16.05.1919); MSB Arşivi, Refet Bele Dosyası; Zeki Saruhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü: Mondros’tan Erzurum Kongresi’ne (30 Ekim 1918 – 22 Temmuz 1919), Ankara 1993, Sayfa 249 (4) Hasan İzzetin Dinamo, ”Kutsal İsyan, Cilt 2”, İstanbul 1990, sayfa 132 (5) Devletin 15 ila 50 yaş arasındaki her erkek Rum hakkında çıkardığı tutuklama kararlarının ardından, bu insanlar dağlara çıkmak zorunda kalınca gerideki yakınları da çeteler tarafından saldırılara maruz kalmak-tadır. Topal Osman gibi çetecilerin ve çetelerinin ‘‘yiğitliği‘‘ eli silah tutama-yan kadın, çocuk ve ihtiyarları katlet-mektir. Hem bu işi çetelerin yapması devletin de işine gelmektedir. ‘‘gayri resmi‘‘ savaş olarak adlandırılan bu yöntem ile ‘‘resmi‘‘ devlet olan biten-den haberdar olmadığını, kendileriyle ilgilerinin olmadığını söyleyip kendini savunabilecektir. (6) Bafra, Kahramanların Memleketi, Nikos Kinigopulos, Maliyaris Yayınla-rı, 1991, Sayfa 128, 129, 130.

sevdasını gözlerine mil çekilmiş bir ülkeydi roboski

ayşegül karadağ

Bir kareye bakarsın ya o karenin içinde binlerce yorum çıkar ortaya. Veli Encü’yü ilk gördüğümde binlerce yorum oluştu kafatmda. Onu ilk defa üni-versitede 201 no’lu sınıfta “Roboski semineri”nde gördüm. Elinde 34 gencin fotoğrafını seminere gelenlere dağıtıyordu. Onun yüzündeki sıkıntıyı, çığlık-ları görebiliyordum. Hepimiz sıralara oturduk. Birkaç üniversite hocasıda ka-tıldı seminere. Veli başladı slayttaki resimleri tanıtmaya, anlatmaya. Heyecanı okunuyordu yüzünden. Sonra başladı “Hakikatleri Araştırma Komisyonu” ile ilgili soru ve cevaplar.

Roboski katliamı olduğunda Veli okuldaydı. Evet katliam diyorum Çünkü 34 gencin üzerine bomba yağdırmak katliamdan başka bir şey değildir. Aradan iki yıl geçti ve hala failleri bulunmadı. Veli’yi o günden sonra bir daha hiç gör-medim. Tesadüfen sosyal paylaşım sitesinde rast geldim, hemen konuşmaya başladım. Okuldaki seminere katıldığımı söyleyince; ”Bana yabancı gelmedi-ğini, hatırladığını söyledi.” Çok sevindim.

Ve şimdi Roboski’nin başka bir direnişle karşı karşıya kaldığını söyledi. Veli: ”Roboskililer, bir anıt mezar, ziyaret noktası olacak katliam yerine yol yapıla-rak tüm izlerin silinmesine kararlılıkla, sonuna kadar karşı çıkacaktır.” dedi.

Peki izleri silmek bu kadar kolay mıydı? Hadi beşeri izler silindi (yol yapım çalışmaları), 34 gencin izlerini, anılarını, toprağa düşen bedenlerini de silecek miydi? DEVLET!. Kaçağa giden gençlerin ailelerini, telsizlerdeki eşgalini si-lecek miydi? Harami katırları silecek miydi? Bir görünüp bir yiten ölü çocuk-ların bakışlarını silecek miydi?

Acı çarpıp geri dönüyordu yüreklere. Acı çarpıp geri dönüyordu Veli’nin yüre-ğine. Belkide o anda karşılıklı ağlıyorduk Veli’yle. Bana annesinin fotoğrafla-rını yolladı, ve şunu dedi: ”Biliyor musun Ayşegül annemin elleri, kolları hiç havadan inmiyor, hep hasta. ”Benim 34 kere daha yüreğim parçalandı. Sonra gözlerim, ve beynim. Yavrun kaçağa gitmiş hüznünü bize ver ana; demek iste-dim o anda. Zulüm hem yerde hem gökteydi. Atılacak hiçbir adımın kaybettik-lerimizi geri getirmeyeceğini biliyoruz. Çoğu çocuk 34 Kürdün Türk ordusuna ait f-16 uçaklarıyla yapılan bombardıman sonucu katledilmesinin izleri asla unutulmayacak. Ve haksızlığa göğüs geren insanlar var oldukça, yapılan tüm katliamlar mutlaka ortaya çıkacaktır. İnsanın kaderini ve inançlarını hiçbir güç, hiçbir devlet ipotek altına alamaz.

Bilmek var olmaktır. Bildiğimiz özlem duyduğumuz şeyler için yaşamalıyız. Gelecek nice güzel günler için yaşayalım. (Veli’ye).

Page 35: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 35 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

https://www.facebook.com/turkeycondemned

Hrant Dink ödülünü bu yıl Sevan Nişanyan’a verilmesini öneriyoruz

SEVAN NİŞANYAN'LA DAYANIŞMA SAHİFESİ

Page 36: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 36 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

ACİL EYLEM!!!SEVAN NİŞANYAN’A ÖZGÜRLÜK!

Sevan Nişanyan’a kurulan kumpastan vazgeçilsin!

Bir kaçak inşaat cenneti olan Türkiye’de kimseye ceza verilmezken yazar Sevan Nişanyan, Şirince Köyünde kendi mülkü üzerinde kaçak inşaat yaptığı gerekçe-siyle cezalandırılarak 2 ocak tarihinden beri İzmir –Torbalı cezaevine tutulmak-tadır. Ayrıca Şirince’de yarattığı eserler-den dolayı mimarlık nobeli ile taçlan-dırılması gerekirken, hakkında açılan 17 davadan dolayı yaklaşık 50 yıllık bir ceza tehdidi ile de karşı karşıyadır.

Aslında herkesin bildiği gibi Sevan Nişanyan’ın davalarının kaçak inşaat ile

bir ilgisi yoktur. Bu cezalar resmi ideo-lojiye karşıt tarih ve dil çalışmalarından dolayı verilmektedir. Bu kapsamda olan İslam mitolojisini İslamcılar gibi yorum-lamıyor diye verilen 13, 5 ay ceza tehdidi Yargıtay’da onanmak için bekliyor. Se-van Nişanyan’ın düşüncelerinden dolayı cezaevine yollanması birçok tepkiye ne-den olacağından kaçak inşaat suçu icad edilerek cezaevine konulmuştur.Mesele kaçak inşaat meselesi değildir. O fikirlerinden dolayı cezaevine konul-muştur. Sözünü esirgemeyen Sevan Ni-şanyan halkının sesi ve kalemidir. Ona

kurulan kumpastan vazgeçilsin ve uğra-dığı haksızlığa son verilerek özgür bıra-kılsın.Lütfen, Sevan Nişanyan'a özgürlük' tale-binizi, e-posta ya da tweetlerinizle aşa-ğıdaki adreslerden Türkiye yetkililerine iletin:

@cbabdullahgul [email protected]@RT_Erdogan [email protected]@tbmm.gov.tr [email protected]

ULUSLARARASI HRANT DİNK ÖDÜLÜ ADAY BİLDİRİM FORMU

Uluslararası Hrant Dink Ödülü, 15 Eylül 2014’te altıncı kez sahiplerini bula-cak. Hrant Dink Vakfı, 2009 yılından itibaren her yıl, Hrant Dink’in doğum günü olan 15 Eylül’de vereceği Uluslararası Hrant Dink Ödülü ile, daha özgür bir gelecek için emek verenleri selamlamak, onlara yalnız olmadıkları mesa-jını iletmek istiyor.

Ödül, ayrımcılıktan, ırkçılıktan, şiddetten arınmış, daha özgür ve adil bir dünya için çalışan, bu idealler uğruna bireysel risk alan, ezber bozan, barışın dilini kullanan; bunları yaparken, insanlara mücadeleye devam etme yolunda ilham ve umut veren kişi, kurum veya kuruluşlara verilecek.

Bu yılın ödülleri için aday önerileri, 15 Ekim 2013 - 15 Nisan 2014 tarihleri arasında kabul edilecek.

Yukarıda belirtilen özelliklere uygun olduğunu düşündüğünüz kişi, kurum veya kuruluşları aday göstermek için lütfen aşağıdaki formu doldurun.

Bildirimler öncelikle aday tespit komitesi tarafından değerlendirilecek, ar-dından Uluslararası Jüri’ye iletilecektir. Bu nedenle, aday ile ilgili mümkün olduğu kadar ayrıntılı bilgi ve varsa belge (gazete kupürü, makale, rapor vb.) gönderilmesi, değerlendirme sürecinde yardımcı olacaktır.

Adaylar arasından ödülün kime verileceğini Uluslararası Jüri belirleyecektir.(Kişi, kurum ya da gruplar, kendilerini aday gösteremezler.)

ADAYLA İLGİLİ BİLGİLERİsim: Kurum/kuruluş (bağlı olduğu bir kurum varsa doldurunuz): Adres: Telefon: Faks: E-posta: Adayı önermenizin nedenleri nelerdir? (en fazla 250 kelime): yönlendirici sorular:a) Hangi alanda çalışıyor? b) Bu alandaki kayda değer çalışmaları nelerdir? Bu çalışmalar ne tür etki ve/veya değişimlere yol açtı?c) Aday hangi koşullar altında çalışıyor? d) Daha önce herhangi bir ödüle aday oldu mu veya herhangi bir ödül aldı mı?

Adayla ilgili belgeleri veya internet sitelerini bu alanda belirtebilirsiniz.

Uluslararası Hrant Dink Ödülü aday

önerilerinizi bekliyor

Uluslararası Hrant Dink Ödülü, 15 Eylül 2014 günü altıncı kez sahiple-rini bulacak.

Ödül her yıl ayrımcılıktan, ırkçılık-tan, şiddetten arınmış, daha özgür ve adil bir dünya için çalışan, bu ideal-ler uğruna bireysel risk alan, ezber bozan, barışın dilini kullanan, bun-ları yaparken, insanlara mücadeleye devam etme yolunda ilham ve umut veren kişi, kurum veya gruplara ve-rilecek. Hrant Dink Vakfı, ödülle, bu yönde çaba gösterenlere, seslerinin duyulduğunu, yaptıklarının görül-düğünü ve yalnız olmadıklarını ha-tırlatmayı, onlara manen destek ol-mayı, tüm insanları idealleri uğruna mücadeleye teşvik etmeyi amaçlıyor.

Bu yılın ödülleri için aday önerileri, 15 Ekim 2013 - 15 Nisan 2014 tarih-leri arasında kabul edilecek.

Page 37: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 37 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

Sevan Nişanyan

"BAŞINA GELENLER, BU BOK-TAN CUMHURİYET'İN BOK-

TANLIĞININ EN NET KANITI OLDU. 'YANLIŞ' DİYEREK, EPEY KİBARLIK ETMİŞSİN." cümlesini kesmişler. Üstünü kara mürekkeple çizmişler. Cezaevine gelen mektup-

ların sansürden geçmesi lazım. Disiplin kurulu toplanmış, karar sureti, teslim tesellüm tutanağı

yazılmış, imza mukabilinde verdiler.

Daha komiği Sarkis Hatspanyan’ın mektubu. Hatspanyan Ermenistan muhalefetinin... önde gelen isimle-rindendir. Mektubunda bana sevgi

ve desteğini iletirken, kendi ülkesinin rejimine

çakmayı da ihmal etmemiş. "BİLDİĞİN GİBİ HAYASTAN [Ermenistan] OLİGARŞİK BİR

DİKTATÖRLÜKLE YÖNETİLMESİ NEDENİYLE, TÜM ZENGİNLİK BİRKAÇ

KUYRUKSUZ İKİ AYAKLININ ELİNDE BULUNAN FAKİR BİR ÜLKE VE NE YAZIK Kİ KİTAP

OKUYAN İNSAN SAYISI DA SOV-YET ERMENİSTAN'I

DÖNEMİYLE KARŞILAŞTIRILMAYACAK

KADAR DÜŞÜK" Bu bölümü de sansürlemişler.

Ermenistan'a laf sokan, T.C'ye haydi haydi sokar diye mi düşünmüşler? "Bu gavur ne diyor, tam anlamadık

ama sakıncalı herhalde" diye mi akıl yürütmüşler? "Kuyruksuz iki

ayaklı" lafını üstlerine mi lınmışlar? Anlaşılamadı.

Tabii açık cezaevinde telefon serbest, haftada bir açık görüş de var.

Oğlanların getirdiği printout heyete tabii, ama telefondan okumalarına

engel yok.

Saçma bir ülke burası. Aziz Nesin'den bu yana değişen bir şey

yok. 15 Ocak 2014

Uluslararası Hrant Dink Ödülü aday önerilerinizi bekliyorHRANT DİNK VAKFI, HER YIL, HRANT

DİNK’İN DOĞUM GÜNÜ OLAN 15 EYLÜL’DE, ULUSLARARASI HRANT DİNK ÖDÜLÜ

VERECEK.

ÖDÜL, AYRIMCILIKTAN, IRKÇILIKTAN, ŞİDDETTEN ARINMIŞ, DAHA ÖZGÜR VE

ADİL BİR DÜNYA İÇİN ÇALIŞAN, BU İDEAL-LER UĞRUNA BİREYSEL RİSK ALAN, EZBER

BOZAN, BARIŞIN DİLİNİ KULLANAN, BUNLA-RI YAPARKEN, İNSANLARA MÜCADELEYE DEVAM ETME YOLUNDA İLHAM VE UMUT

VEREN KİŞİLERE VERİLECEK.

HRANT DİNK VAKFI, ÖDÜLLE, BU YÖNDE ÇABA GÖSTERENLERE, SESLERİNİN

DUYULDUĞUNU, YAPTIKLARININ GÖRÜL-DÜĞÜNÜ VE YALNIZ OLMADIKLARINI HA-TIRLATMAK, ONLARA MANEN DESTEK OL-MAK, TÜM İNSANLARI İDEALLERİ UĞRUNA

MÜCADELEYE TEŞVİK ETMEK İSTİYOR.

Bu yılın ödülleri için aday önerileri, 15 Ekim 2013 - 15 Nisan 2014 tarihleri arasında kabul edilecek.

Hrant Dink VakfıAdres:Halaskargazi Cd. Sebat Apt. No:74 Kat 1

Daire 1 Osmanbey 34371 Şişli İstanbulTelefon: +90 212 2403361

+90 212 2403362+90 212 2403365

Faks: +90 212 2403394E-Posta: [email protected]

Page 38: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 38 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

Ali Nesin'in kaleminden Sevan NişanyanSevgili Dostlar,

Sevan Nişanyan’ın tüm malvarlığını Nesin Vakfı’na bağışladığını herhalde duymuşsunuzdur.Bu teşekkür mektubu vesilesiyle size biraz Sevan’ı anlatmak istiyorum. Gazetelere yansıyanlarla anlaşılması mümkün değildir çünkü.

Robert Kolejli Sevan’ın adını ilk genç-liğimde duymuştum. Belli bir öğrenci çevresinde zekasından ve engin kültü-ründen efsane gibi bahsedilirdi. Çok daha sonra, bundan nerdeyse 35 yıl önce, Paris’te tanıştık ilk kez. O zaman-lar başımı kitaptan pek kaldırmadığım-dan üstümde bir etki bırakmamıştı, ama 10 yıl sonra, aynı bölüğe düştüğümüz-de, eşi benzeri olmayan biriyle karşı karşıya olduğumu hemen anlamıştım. Birlikte “orduyu isyana teşvik”ten yar-gılandık. Gözünü kan bürümüş bir sav-cı 20 yıl hapsimizi istedi. İnsafsız bir hakim istenen cezayı güle oynaya ver-meye hazırdı. Gençtik. Göz göre göre ve durduk yerde hayatımız kararacaktı. Zor günlerdi doğrusu. Ama birbirimizi hiç yalnız bırakmadık. O gün bugün dostuz. En çetin sınavlardan geçmiş bir dostluktur bizimkisi.Cezaevinden kaçma planlarını anlatır-dı bana... Makinalı tüfekli askerlerle çepeçevre çevrilmişiz... 20 yıl kodeste çürüyemezdik, belli ki ceza alacaktık, duruşmaların seyri belliydi, kaçmalıy-dık, anca beraber kanca beraber, nöbet-çilerin bir anlık dalgınlığını fırsat bilip pirrr... İçimden “deli mi ne”, dışımdan da “olur” derdim; hatta mükemmel kaç-ma planına katkıda bile bulunurdum kuşkulanmasın diye... Olmaz desem o akşam kaçmaya kalkışabilirdi...

Form kazanmak için 2,5 metre uzunlu-ğundaki hücrede her gün saatlerce döne döne koştu. Ben ranzama uzanmış, hay-retle kan ter içindeki bu kararlı adamı izlerdim. Para biriktirmek ve nefesini açmak için günde üç paket içtiği siga-rayı cezaevinde bıraktı. Ciddiydi yani. Neyse ki aklandık, kolay olmadı ama aklandık. Yoksa bugün delik deşik ol-muş cesedimiz kimbilir hangi servinin

altında yatıyor olacaktı, çünkü, adım gibi biliyorum, bir geceyarısı beni dür-terek uyandırıp “hadi” diyecek ve kaç-maya ikna edecekti.

Bu, Sevan’ın beni ilk öldürme çabasıdır. Son olmadı, daha sonra sık sık denedi!

Hakkari’nin mayın döşenmiş yollarına sürükledi peşinden. Uçurumlarla sona eren ıssız yollara girdik. Girilmesi teh-likeli ve yasak bölgelerde kim vurduya gideceğiz, son sözlerim “ah yandım!” olacak diye kaç kez yüreğim ağzıma geldi. Ama yiğitliğe krem sürdürme-dim. Ne o? Sevan taş üstünde taş bıra-kılmamış bir kilise görecek...Bir başka gün iki çocuğumu birden alıp Ege dağlarında küçük bir kır gezintisi-ne çıktı. Şafağın sökmesine az kalmıştı çocuklarımı yeniden bağrıma bastığım-da... Devasa kayayı aşamayan külüstür Kartal’ı kayanın tepesinde bırakıp da-ğın öbür tarafına yürüyerek inmişler... Hangi güzergâhı seçmişlerse...

En kötü mevsimde Kaçkar dağlarını ayağımızda makosenlerle aşmaya kalk-tık. Keçilerin bile “anneee” diye bağı-rıp kaçacakları daracık patikalardan geçtik, derinlikten gökyüzü mavisine çalan yarları tırnak gücüyle aştık. Tam bir çılgınlık! İlk kez orada onu yalnız bıraktım. İkna etmesine fırsat tanıma-dan, görünürde yokken sıvıştım. Hâlâ daha utanırım, ama el insaf, bir günde bir insan kaç kez ölüm tehlikesi atlat-maya tahammül edebilir ki? O ise anla-şılan Azrail’le benden daha samimiydi.

Gürcistan iç savaşının tam göbeğinde bulmuştur kendini. Bu maceradan bir-kaç yıl önce Sri Lanka hapishanelerin-de yatmışlığı vardır. Peru dağlarındaki akıllara durgunluk veren maceraları başlı başına bir hikayedir. Daha neler neler... Allah’ın sevgili kulu olmalı ki hâlâ hayatta.

Ancak çizgi roman kahramanlarının böyle bir yaşamı olabilir; o da ancak üçü beşi bir araya gelirse!

Acaba bu satırlar nasıl bir vakayla karşı karşıya olduğumuzu yeterince anlata-bildi mi? Sevan değerlendirilirken ya da yargılanırken harcıalem kriterler bir yana bırakılmalı.

Dostluğumuzun kavgasız gürültüsüz geçtiği sanılmasın. Birbirimizin gözü-nü oymamıza ramak kaldığı anlar oldu!Bu arada, kavgada acımasızdır, söyle-yeyim. Haklı olduğuna inanmayagör-sün, karşılaştığı her türlü direnç onu daha da azdırır. Bu gibi durumlarda hiç ses çıkarmayın, ortalıkta görünmeyin, tepki göstermeyin. Bir zaman sonra yelkenleri suya indirecek ve cüssesine tezat bir zerafetle yanıbaşınızda beliri-verecektir. Yaramaz bakışlarına daya-namayp kucaklaşırsınız.

Tanıştığımızda siyasi düşüncelerimiz birbirine zıttı. Beni etkilemediğini söy-lemek yalanların en büyüğü olur. Ama bugüne dek ne o benim düşüncelerimi temelden değiştirebildi ne de ben onun. Tam tersine her ikimiz de daha uç nok-talara vardık. Düşünce ayrılığından düşmanlık değil, zenginlikler doğdu. Şu ironiye bakın ki varımızı yoğumuzu Nesin Vakfı’na verdiğimizden şu an iti-barıyla ikimiz de züğürtüz!

Tüyler ürpertici düşüncelerini duydu-ğumda hiç karşı çıkmam, en iyi yaptı-ğım işi yaparım: Dinlemek. Bakalım nasıl savunacak, işin içinden nasıl sıy-rılacak diye merakla beklerim. Neyi savunduğundan çok, neyi nasıl savun-duğu önemlidir.

Şunu da ekleyeyim, gün gelir gerekir: Sevan’a karşı haklı çıkmanın tek bir yolu vardır, baktığı bakış açısını red-detmek. Çünkü Sevan, yakaladığı bakış açısının sonuçlarına acımasızca katla-nır ve tek bir mantık hatası yapmadan, eşsiz bir belagatla sizi peşinden sürük-ler. Çocukluğunuzdan beri inandığınız değerlerin gözünüzün önünde lime lime edildiğine tanık olursunuz. Sessiz seda-sız yol alırken kayalarda parçalanan bir dalgaya benzersiniz, daha Türkçesiyle eşek tepmişe dönersiniz.

Olumsuz her türlü durumu lehine çe-virme konusunda üstüne yoktur. Örnek: Jandarmalar eşliğinde hapse giderken yolda beni aradı. Durumu anlattı. Çok üzüldüm tabii. “Merak etme, dedi, ha-pisten çıktığımda iyi ki hapse girmişim diyeceğim”. Aynen dediği gibi oldu. Türkçenin etimolojisi üzerine muhte-

Page 39: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 39 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53şem bir eser ortaya çıktı.

Sevan’ın şu anda Nesin Vakfı’na ait olan Şirince’deki eserleri üzerine bir iki satır illa ki gerekiyor.

Şirince günün birinde sit alanı ilan edil-di ve akabindeki 27 yıl boyunca koyun imar planı yapılamadı. Çivi çakılmıyor-du. Mecazi anlamda eğil, gerçek anlam-da çivi çakılmıyordu. Kimileri yasala-rın yaşama değil, tam tersine yaşamın yasalara uyacağını sanıyor! Akılsızlı-ğın dik alası, halkı yok saymanın had safhası. Herkes gizli saklı ve korka çe-kine tadilat ve kaçak inşaat yaparken, Sevan bunu alenen, göstere göstere yaptı. Vatandaşa zulmeden bir yönetimi tanımıyorum ve bunu da cümle aleme ilan ediyorum dedi. Üstüne üstlük bir de “Hodri Meydan Kulesi” dikti!

Ta ilk gençliklerinden beri bozuk dü-zeni yıkmaya çalışanların istisnasız hepsinin Sevan’ı kutlayacağını ve hatta kahraman mertebesine yükselteceğini zannedersiniz değil mi? Hayır, öyle ol-madı. Meğer bozuk düzeni yıkmak ba-zıları için soyut bir kavrammiş; bir tür meze diyelim! Bozuk düzen bugüne dek yıkılmadığından tahmin etmeliydik!

Sevan’ın yarattığı yerler, “Öldüm de cennete mi geldim?” dedirtecek güzel-liktedir. Meleklerle huriler nerede kaldı diye sağınıza solunuza baktırır. Oysa yaptığı şey son derece basittir: Doğanın eksiklerini tamamlar! Aklınız başını-za geldiğinde, ben niye bunu düşüne-medim, benim neyim eksik diye kendi kendinizi yersiniz.

Şu an itibarıyla Nesin Vakfı dünya ça-pında eşsiz bir güzelliğin sahibidir. Bu yükün altından nasıl kalkacağız bilmi-yorum. Sevan’ın özgürlüğü anlaşılan bizim esaretimiz!

Keşke bu güzelliğe bu kadar kolay kon-masaydık, keşke bizim de bir katkımız olsaydı...

Borcumuz olsun. Nesin Vakfı çocukları bu güzelliği idrak edecek ve yaratacak kapasitede yetiştirilecektir.

Sadece Nesin Vakfı’nın şimdiki ve gele-cek nesilleri adına değil, (bu hakkı kim-seye sormadan alarak) insanlık adına da Sevan’a teşekkür ederim.

Ali Nesin

sevan nişanyan

Birtakım insanlar sana inanmış, güvenmiş. Bu sana bir sorumluluk yükler. Onları hayal kırıklığına uğratmak, kötülük etmektir. Etme-

melisin.

Bir mücadeleye girmişsin, sonuçlarını göze alıyorum demişsin. Rüzgâr bir an için döndüğünde "ay korktum" deyip gitmek rezillik-

tir. Rezil olmamalısın.

Köyünde bir hayali inşa etmeye girişmişsin, hayatını buna bağla-mışsın. Şimdi üç tane memur, fare gibi kemirip hayatında bir oyuk

açtı diye o hayatı terketmek olmaz. Daha yapacak çok işin var.

Millete "korkma" demişsin, "bu memlekette eksik olan şey cesaret." Hodri Meydan kulesi dikmişsin. Şimdi ufukta düşman belirdiğinde

"kişisel rahatım her şeyden kutsal" deyip kaçmak kendinle çeliş-mektir. Çelişmemelisin.

Kaçıp gidenlerin pek çoğuyla tanışmışsın. Çoğunu sevmiş, dost olmuşsun. Ama alınlarına silinmez mürekkeple basılmış "yenilgi"

damgasını da gözünle görmüşsün. O damgayı yememelisin.

Arabayı İzmir Havaalanının otoparkına bırakmışsın. Günde 27 lira yazar. O masrafı daha büyütmemelisin.

*Bugün 14.40 Sunexpress uçağıyla dönüyorum. 2 Ocak Perşembe

günü de Torbalı Cezaevine gidip "ben geldim" diyorum.

Görüşürüz. Hapis kararı çıktıktan sonra üç günlüğüne geldiği Berlin’den yazdığı yazı, 29 Aralık 2013.

https://www.facebook.com/turkeycondemned-------------------------------------------------------------

Sevan Nişanyanİki yıl önce bütün taşınmaz mal varlığımı Nesin Vakfı'na

bağışlamıştım. Bugün Nişanyan Otel'deki hissemi bedelsiz olarak eski karım Müjde'ye devrettim. Dünya malından tamamen arınmış oldum. An itibariyle evim

yok, arsam yok, tarlam yok, şirketim ve menkul varlığım yok, motorlu vasıtam yok, işim yok, maaşım yok. İnanmayacaksınız ama SSK Bağkur ya da sağlık

sigortası gibi şeylerim de yok. Özgürüm.Ha evim yok derken var tabi başımın üstünde bir damım.

Nesin Vakfına ait arazi üzerinde, eski karımın işlettiği tesis dahilinde, iki odalı kutu gibi bir evim var.

Beklerim. 16 Aralık 2013

Page 40: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 40 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

Sevan Nişanyan

diye bir adam

etyen mahçupyan

Her toplumda ve her zaman ‘delilik' diye adlandıracağımız ama gıpta ile bakacağımız işlere kalkışanlar çıkar. Zaten eğer böyle insanlar çıkmıyorsa o toplum ruhen ölmüş demektir.

Öte yandan toplumlar vasatlığı be-nimser ve beslerler. Böylece kendi-lerini aykırı olanın cazibesinden ve tehdidinden korumuş olurlar. Sıra dı-şına çıkanları, aynen bir kaza anında seyrettikleri yaralılar gibi seyrederler. Kazalar kişilikleri önemsizleştirir ve olayın kendisini, magazinel bilgiyi öne çıkarır. Benzer şekilde sıra dışı olan da toplum için ancak ‘kaza anında' görü-nür olur ve seyirciler salt yaşananlara bakıp, sonra da hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ederler.

Sevan Nişanyan, nerede yaşarsa ya-şasın hemen her toplum için sıra dışı özellikler taşıyan, ancak Türkiye'deki hayatın onu bizatihi sıra dışılığa taşı-dığı biri. Aykırı özelliklerin giderek karakterin parçası haline geldiği ve karakterin dışavurumunun ‘diline' dö-nüştüğü bir ‘vakadan' söz ediyoruz. İnsanlar Sevan Nişanyan'ı söz konu-su aykırı özelliklerin sergilenmesiy-le, tepki çekmesiyle ve Sevan'ın da bunlara birçoğumuz için hayal ötesi karşılıklar vermesiyle tanıdılar. Muh-temelen ‘eksantrik' olmaya çalışan, ol-gunlaşmamış biri muamelesi yaparak kendilerini rahatlattılar. Ama Sevan Nişanyan o davranışlarıyla aslında kendisini vasatlıktan, onu çevreleyen toplumun sıradan ‘zekâsızlığından' korudu. Sevan'ın aşırı eforizminin ve üretme/değiştirme hırsının, belki de ona boğucu gelen bu dünyada başını suyun yüzeyinde tutma gayretinden başka bir şey olmadığını teslim etmek durumundayız.

Bu sıra dışı insanın kamuoyunda bili-nen macerası Ege'nin Şirince köyüne yerleşmesiyle başladı. Dönem 1990'la-rın başıydı… Bütün sahillerin koope-ratiflerle, pıtrak gibi çoğalan çirkin inşaatlarla ‘bezendiği' bir dönemde, Sevan ve eşi Müjde, Şirince'yi güzel-leştirmek üzere yola çıktılar ve arazi alarak içine harika bağ evleri kondu-rurken, kooperatifleşme ve çirkinleş-meye de alenen karşı çıktılar. Ama mü-cadeleleri bununla kalmadı. Şirince'ye birçok estetik zerafeti olan çeşmeler yaptılar, yolları onardılar… Ve birkaç gün içinde Sevan Nişanyan aleyhine on dava birden açıldı. Yaptığı her şey tek tek dava konusu oldu. Böyle bir süreçte ‘normal' insanlar biraz geri adım atar, işini hal yoluna sokmayı bekler, fazla görünür olmamaya dikkat eder. Ama burada öyle birinden bahsetmiyoruz. Aynı zamanda entelektüel birikimi ve keskinliği çok fazla olan, zekâsı ve ira-desi ile toplumsal bayağılıkların deşif-re edilmesinden kendini alamayan bir heyecan ve enerjiden bahsediyoruz. Bu hengame arasında Sevan sonradan yaygın dağıtım imkânına kavuşacak olan ‘Yanlış Cumhuriyet'i yazmaktay-dı... Süreç 2002 yılında on küsur aylık bir hapis dönemi ile sonuçlandı ve en-telektüel ürünü de Türkçenin Etimolo-jik Sözlüğü oldu.

Bugün Sevan Nişanyan yine hapiste. İki yıl kalacak. Suçu kabaca 20 metre-karelik bir bağ evi inşa etmek ve inşaa-tı durduran mührü iki kez kırmak. Hu-kuk bunun kabul edilemez bir davranış olduğunu söylüyor. Ama bu hukuk ne adil ne de meşru. Çünkü Şirince'nin sit alanı olmasıyla birlikte çıkan ka-nun, bu alanda istenildiği gibi inşaat yapılamayacağını söylemekle birlikte,

imar planı çıkana kadar idarenin en geç bir yıl içinde geçiş dönemi yapı-laşma koşullarına ilişkin bir düzenle-me getirmesini şart koşuyor. Ne var ki idare böyle bir düzenleme yapmıyor… Bu bahsettiğimiz kanun yirmi küsur yıl öncesine ait! O günden bu yana Şirince'de inşaatların neye göre yapı-lacağının standardı konmuyor, ama inşaatlar devam ediyor ve ‘hukuk' da önüne getirilen dosyaları ‘adalet' adına karara bağlıyor. Eğer gerçekten de hu-kuk diye bir şey olsaydı, mahkemeler idarenin aymazca ya da bilinçli olarak sürdürdüğü bu tutumu da dikkate ala-rak karar verirlerdi. Çünkü açıktır ki bir yerde kurallarını koymaktan imtina eden bir idare varsa, asıl niyet vatanda-şın kaçınılmaz olarak usulsüzlük yap-maya teşvik edilmesidir. Sonrasında kimi ‘vurmak' isterseniz onun üzerine yürürsünüz…

Neyse ki Sevan Nişanyan ne yaparsa-nız yapın sıraya sokacağınız biri değil. Ve ilk kez galiba toplum da artık sıra-ya sokulabilir olmanın ötesine geçiyor. Çünkü bütün aykırılıklarına karşın şa-şırtıcı biçimde, özellikle muhafazakâr toplum içinde birilerinin Sevan'ı sa-hiplendiğine tanık oluyoruz. Anlaşılan Sevan'ın bunca uğraşı boşa gitmemiş, karşılığını bulmuş ve vasatlığa isyan eden bir muhafazakâr kimliğe katkıda bulunmuş. Bundan daha devrimsel ne olabilir?

Not: Mümtaz'er Türköne'nin cuma günkü yazısı ‘kendine jilet atan adam' kıvamındaydı. Kendisini kamyon ol-maktan çıkarabilirse belki ileride tar-tışabiliriz de…

kaynak: zaman gazetesi

Page 41: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 41 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

Vurmak serbestötekiler hain, hem de iğrenç Ferhat KENTEL serbestiyet.com

Öyle bir haldeyiz ki, -toplum kaç par-çaya bölünmüştür, bilmek kolay değil ama-, an itibariyle her bir toplumsal bölünmüşlüğümüzün içinden başka bölünmüşlüklere karşı taban tabana zıt yorumlar dinlemek mümkün. Her bir taraf diğer tarafı en net haliyle“ihanet batağına” saplanmış görüyor. Herkes olağanüstü bir söylem inşasına sahip. Her argümana karşı başka bir argüman var. Her konuda 180 derece farklı yo-rumlar arz-ı endam edebiliyor. Böyle bir şey mümkün mü? Arada bir yerde başka yorumlar, başka gerçeklik anlatımları falan olamaz mı? Tabii ki olabilir; ama şu anki Türkiye öyle “ara durumları” falan duyabilecek bir yerde değil; herkes kendine bir si-per bulmak zorunda… Gezi’yi düşünün mesela. Gezi neden kimilerinde bu kadar çok öfke ya-rattı? “Darbeciler”, “karşı-devrimci-ler” retoriklerini falan bırakın; onlar sonradan“kuruldu” ve Gezi’nin üze-rine giydirildi. Gezi’den insanların nefret etmesi için hangi argümanların kullanıldığını düşünün. Mesela şun-lar değil mi: “Gezi’de her yer sidik kokuyor”; “içki içiyorlar”, “ortalıkta prezervatif ler dolaşıyor”, “camide içki içtiler”, “taciz ettiler”… Bu tür argü-manlarla Gezi “pisleştirildi”, “iğrenç-leştirildi”… Bu arada benim kulak misafiri oldu-ğum bir söylem inşasına dair küçük bir notu aktarayım. Daha olayların ayyuka çıkmadığı, sadece polis gazının ortalı-ğı kuşattığı, Gezi’nin ilk günlerinde, anlaşılan Taksim civarında dükkanı olan gençten bir adam belediye oto-büsünde, telefonda Taksim’de neler olduğunu soran arkadaşına anlatıyor: “Hayatımızı zor kurtardık, çok şükür malımıza mülkümüze bir zarar gelme-di. Ne bileyim valla, eşcinsellik falan istiyorlarmış.”

Türkiye toplumu başkasından duyulan korkularla, başkasından nefret eden, başkasının yaşam tarzını iğrenç gören bir ruh haline bürünürken, yurttaşlık bilgisinin devletinin başka türlü dav-ranmasını bekliyor insan… Ne yazık ki, başbakan ve partisi, karşılarında-ki rakipleriyle aynı oyunu oynamayı tercih ediyor… “Atılan her yumruk meşrudur ve puan getirir” mantığı bir kampta mevcutken, diğer kampta “iha-net” olarak kayda geçiyor. Öyle görünüyor ki, son derece güven-siz ve güvenilmez bir ruh hali, mevcut savaş haliyle katmerleşiyor. Hukuka ve adalete güven sıfıra doğru pike iniş yapıyor. Pınar Selek, Hrant Dink, Yakup Köse, Salih Mirzabeyoğlu, Sevan Nişanyan’ ın yargısı hangi devletin? Bu adamları ve kadınları resmen yargı yoluyla linç ettiler. Bu milletin büyük çoğunluğu–bugün yargıdan muzdarip olan AKP hükümeti de dahil- bana dokunmayan yılan bin yaşasıncı Türk gibi seyretti! Bir yanda, “AKP’ye saldıran cemaatin elindeki yargı”nın “bağımsızlığının” çöktüğü ilan edilip, bu yargıya bodos-lamadan her türlü saldırı mubahken… Diğer yanda, Pınar Selek’i –bütün be-raatlerine rağmen- inatla müebbete mahkûm eden yargıya ses çıkmıyor; Pı-nar Selek’in Fransa’dan iadesinin talep edildiği yeniden basına servis ediliyor.

Allah’tan iki BDP’li vekil bırakıldı ama anlaşılan Hrant Dink cinayetini aydınlatmak konusunda adeta dalga geçen yargının “bağımsız” olmadığını söylemek “devletin sosyolojisi”ndeki güç ilişkileri bakımından henüz “cesa-ret” istiyor.Sincan Cezaevi’nde çocuk mahpuslara yapılanlara ne demeli? Yurttaşlık bil-gisindeki devletin delikanlılığına sığı-yor mu? Hangi devlet içindeki devlet Sincan’daki çocukların üzerine kimya-sal silahlarla saldırmayı becerebiliyor? Hangi yargı Yakup Köse’yi inatla tek-rar içeri alıyor? Salih Mirzabeyoğlu’nu içeride tutuyor? 15 yaşında suçsuz yere içeri aldığı genç bir insanın tepesinde tepinmek isteyen bir yargı devletin için-deki hangi koridorlara tekabül ediyor? Tarihi evleri restore eden ve bunu en rafine ve mütevazı bir şekilde yapan Sevan Nişanyan’ı içeri almak nasıl bir yargı marifetidir? Kaçak yapı cenneti olan İstanbul’da, görmemişliğin nişa-neleri olan, kibir abidesi gökdelenleri yapanların bu şehrin hafızasına yaptığı katliamın hesabını sormamak nasıl bir devlet olmaktır? Çünkü sadece biz haklıyız! Sadece bizim gibi düşünenler haklı! Ötekiler ancak iğrenç ve aptal yaratıklar ola-bilirler… Gezi’ye “eski rejimin darbe girişimi” diyenlerin, her şeyden önce taşıdıkları 28 Şubat zihniyetiyle ve düşman yaratma söylemleriyle yüz-leşmeleri bu memleket için hayırlı olacak… Çünkü, birileri plastik Noel Baba’yı sünnet edip, bıçaklayıp bu düşmanca atmosferden nemalanmaya başladılar bile… 28 Şubat’ın Aczmen-dileri ve şürekâları gibi… Orta alan, kesiştiğimiz alan, az da olsa diğerinde hak verdiğimiz alan diye bir şey kalmıyor giderek… Topu topu tek ortak korkumuz “ekonomik kriz” kaldı! Ne kadar çok “ekonomik akıl”lı olmu-şuz! Artık şu lafları çok sık duyar olduk: “Bu son operasyonlardan ötürü 120 mil-yar dolar zararımız var… Peki yolsuz-luk ne kadar? 90 milyar dolar! Demek ki zarardayız! Eyvah!” O kadar çok kapi-talistleştik, o kadar çok “modernleştik” ki, birbirimize düşmanlığımızdan bile daha önemli hale geldi bu durum… Yani aferin bize! Demokrasiyi kurama-dık ama “kapitalist” olduk… Birileri de başka bir şey istemiyordu ki zaten…

Page 42: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 42 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

Medeni bir ülkede yatsaydı?Baskın Oran

Medeni bir ülke derken, bütün temel sis-temimizi aldığımız ülke: Fransa. Yatsay-dı derken, Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü gibi bir abide başta olmak üzere 19 adet basılmış kitabın ve şu anda tem-yizde bekleyen ve toplamı 26 yıl eden 19 adet dosyanın sahibi Sevan Nişanyan.

Torbalı Açık Cezaevi’nde en az 2 yıllı-ğına misafir. Baştan yarattığı Şirince’de mühür kırmaktan/kaçak inşaattan de-niyor ama, eğin kulağınızı söyleyeyim, orada “Hodri Meydan” isimli, üzerinde de flama dalgalanan bir kule inşa etmek-ten: Dövletimiz bu kadarına da taham-mül edemezdi artık...

Bir okur-yazar Fransa’da yatsaydı şartla-rı ne olurdu diye merak ettim. Yıllardır Paris’te yaşayan bir dostum vasıtasıyla Paris’teki bir “kapalı cezaevi” yetki-lisiyle konuştum. Ama önce, Sevan’ın durumunu kendisinin satırlarıyla özet-leyeyim. Aşağıdakiler kendi sözleridir, ayrıca tırnağa almıyorum.

Sevan dö Torbalı

4 Ocak - Torbalı Açık Cezaevi'nin kü-tüphanesini adam etmek için Dersim Ovacık'lı Mehmet ile kolları sıvadık. Bol kitaba ihtiyacımız var. Roman, siyaset, tarih, okul kitabı, çocuk kitabı her şey olur. Özellikle yayıncı dostlarımızın yar-dımları makbule geçecek. 9 Ocak - Kitap yağmaya başladı. 3 gün-de 400'e yakın kitap geldi. Nesin Yayı-nevi Aziz Nesin külliyatını göndermiş. Afyon'dan adını hatırlayamadığım bir arkadaş eski Taraf yazarlarının tüm ki-taplarını derlemiş. İngiliz büyükelçili-ğinden bir hanım o an masasında olan kitapları toplayıp yollamış. İzmir'de bir üniversitede öğrenciler kitap kampanya-sı açmışlar. Nasıl tasnif edeceğiz, nereye sığdıracağız diye tartıştık. Telefonlar et-tik, yer karosu gelsin, kitap rafı gelsin, masa sandalye gelsin.10 Ocak - Bugün müdüriyetten çağırdı-lar. Meğer yasakmış. Müdür beyler tedir-

gin olmuşlar. "Gerekirse devletimiz gön-derir, senin üzerine vazife değil" dediler. Gelenleri de iade edeceklermiş. Heyhat, güzel kitaplar vardı halbuki.

12 Ocak - Gözümüz aydın, kitap bağışı-na izin çıktı! Dünkü gazetelerde çıkan haberler burada paçaları tutuşturdu. Üs-tüne bakanlıktan telefon gelmiş, "Hop, ne oluyor" diye. Havalar birden değişi-verdi. Yalnız, aman sakın, alıcı Sevan Nişanyan diye yazmayın. Doğrudan “Torbalı Açık Cezaevi- İzmir” diye gön-derin. Öbür türlü sakıncalıymış. Hani devletimizin yapamadığını bu adam ya-pıyor diye bir görünüm doğar, elin gavu-ru, yanlış anlaşılır, o yüzden.

15 Ocak – “Başına gelenler, bu boktan cumhuriyetin boktanlığının en net ka-nıtı oldu. ‘Yanlış’ diyerek epey kibarlık etmişsin” cümlesinin üstünü kara mü-rekkeple çizmişler [Yanlış Cumhuriyet kitabına atıf – B.O.]. Cezaevine gelen mektupların sansürden geçmesi lazım. Disiplin kurulu toplanmış, karar sureti, teslim tesellüm tutanağı yazılmış, imza mukabilinde verdiler.

Ermenistan’a sokan bize de…

Daha komiği, Sarkis Hatspanian [İs-kenderunludur – B.O.] Ermenistan mu-halefetinin önde gelen isimlerindendir, mektubunda bana sevgi ve desteğini iletirken, kendi ülkesinin rejimine çak-mayı da ihmal etmemiş. “Bildiğin gibi, Hayastan [Ermenistan] oligarşik bir dik-tatörlükle yönetilmesi nedeniyle, tüm zenginlik birkaç kuyruksuz iki ayaklı-nın elinde bulunan fakir bir ülke ve ne yazık ki kitap okuyan insan sayısı da Sovyet Ermenistanı dönemiyle karşılaş-tırılmayacak kadar düşük” cümlesini de sansürlemişler.

Ermenistan’a laf sokan, T.C.’ye haydi haydi sokar diye mi düşünmüşler? Bu ga-vur ne diyor, tam anlamadık ama sakın-calı herhalde, diye mi akıl yürütmüşler? “Kuyruksuz iki ayaklı” lafını üstlerine mi alınmışlar? Anlaşılamadı.Cezaevi mektubu-4: Bilgisayar kesinlik-le yasakmış. Internet? Allah muhafaza! Adam ‘yazarmış’, yazı mazı yazar, gene amirlerimizden fırça yeriz. Yasakla git-sin.Kütüphane işine de çok bozuldular. 700 küsur kitap gelmiş. Onları günler boyu tek parmak daktiloyla demirbaş kaydı-na geçireceğiz diye harcadığı mesaiye

mi yansın, bakanlıktan yediği fırçaya mı yansın? [Sonunda Sevan’ı çağırmış-lar, otur kendin geçir bunları demirbaşa, demişler – B.O.] Mesai saatleri dışında kütüphaneyi kullanmamızı yasakladılar. Ne yapalım, biz de koğuşta pinekliyoruz. Mardinli Selman'ın esprilerine gülüyo-ruz. Cafer Usta'nın Kazablanka mace-ralarını dinliyoruz. 4. Koğuştaki iktidar savaşını (180. kez) analiz ediyoruz. Gün-den güne küçüldüğümü hissediyorum.Fransa’da yatsaydı ne olurdu

http://pr isons.free.f r/adressesdespri-sons.htm adresini tıklayın, en başında “Coordonnées” yazıyor. Fransa’daki ceza kurumlarına ilişkin bilgiler. Paris’e en yakın gözüken bir kapalının telefonu-nu aradım, aşağıda özetlediğim diyalog gelişti. Yerden tasarruf etmek için soru-ları paranteze alıyor, cevapları da hemen ardından yazıyorum: (Bir araştırmacı bugünlerde Türkiye’de hapse girdi. Kitap ve araştırma konu-sunda şöyle şöyle sıkıntıları var. Sizde yatsaydı, kitap ve bilgisayarlara ilişkin durumu ne olurdu?) – Bizde, mesai saat-lerinde cezaevi kütüphanesinde çalışabi-lir, kitapları hücresine ödünç de alabilir.

(Aradığı kitaplar kütüphanede yoksa?) – O kitapların listesini bize verir, sakıncalı bulmadıklarımızı getirtmesine izin veri-riz. Kendi malı olur, hücresinde tutabilir. (sorum üzerine:) Mesela, “Bomba nasıl imal edilir?” diye kitap getirtmeyiz. Di-ğer yandan, araştırma konusuna ilişkin dergilere abone olabilir, bunları da hüc-resinde tutabilir. Mesela, Science et Vie dergisi.

(Telefon edebilir mi?) – Yönetimin ya-saklamadığı numaralarla konuşabilir. (Bilgisayar ve internet kullanma duru-mu?) – Hücresinde bilgisayar bulundura-bilir ama onunla internete bağlanamaz. İnternete, ancak cezaevimizin kütüpha-nesinde, oradaki sorumluların deneti-minde girebilir. (İnterneti serbestçe kullanabilir mi?) – Araştırma konusu neyse, onunla ilgili sitelere girmesine izin veririz. Mesela İkinci Dünya Savaşı’nı araştırıyor, onun-la ilgili sitelere. Bizde kütüphanedeki bilgisayarları en çok kullananlar, üniver-site öğrencisi genç tutuklulardır. Bu ara-da söyleyeyim, bazı mahkumlar hücrele-rinde bilgisayar değil, daktilo makinesi istiyorlar.Hani, okuma-yazma bilenlerin kulağın-da bulunsun diye yazdım.

Page 43: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 43 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

Hem mimar değil, hem de Ermeni TALÂT ULUSOY [email protected]

İttihatçı Cumhu-riyet’e “Yanlış Cumhu-riyet” demişti. İttihatçı Cumhuriyet’in “neresi doğru” diye soran olmuş muydu size Sayın Nişanyan? Yer adlarının yedi sülalesi, kavramların dibi bucağı, kelime-lerin kökü kökeni üstüne “kelimebaz”lık yapmak size mi kalmıştı?

Sevan Nişanyan, “kaçak inşaat” yaptığı için hapse girdi. Girer tabii, bu memle-kette “hukuk” var, “demokrasi” var, hep-sinden önemlisi eşitler arasında “eşitlik” var.

Ermeni mallarının üstüne konup “yo-lunu bulmuş” Tal’ât Paşacıların, “yol-suzluk”la suçlanan şehzadeyi kadı hu-zurundan kaçırmış Enver Paşacıların “milleti hâkime” geleneği, haklı olarak böyle haddini bilmezlere tahammül ede-mezdi.

SANA NE?

Sevan Nişanyan’ın ilk suçu değil bu, dos-yası hayli kalabalık.

Birincisi, İttihatçı Cumhuriyet’e “Yanlış Cumhuriyet” demişti. İttihatçı Cumhu-riyet’in “neresi doğru” diye soran olmuş muydu size Sayın Nişanyan?

İkincisi; yer adlarının yedi sülalesi, kavramların dibi bucağı, kelimelerin kökü kökeni üstüne “kelimebaz”lık yap-mak size mi kalmıştı? Türkçeyi “Öz Türkçe”cilerden, “Öz Türk”lerden ve “İslam-Türk”lerden iyi bilmeye hakkınız yok! Daha sayayım mı?

Korkarım hapse girmenize neden olan hatanın hâlâ farkında değilsiniz! Kâgir yapılar yaptınız? Keşke kerpiçten yap-saydınız! Hafifletici sebepten sayılırdı belki, bunlar da başınıza gelmezdi.

İşlediğiniz onca “kaçak inşaat” suçları; suç ortaklarınızla beraber kurduğunuz Matematik Köyü, Tiyatro Medresesi, Felsefe Okulu yetmedi, ah ki ah, üstelik bir de taş kule!..Böyle sağlam yapılar yapmanın, hisar gibi bir kule dikmenin “devleti yıkma-

ya teşebbüs” sayılacağını düşünmediniz mi? Altı yüz yıllık Osmanlı saltanatının beş yüz elli yılında Müslüman olmayan-ların “taş yapı” sahibi olmaları zinhar yasaktı, bunu bilmiyor olamazsınız. Kod numaranızın “3” (yazıyla üç) olduğunu unuttunuz sanırım.

Tam da Türkiye “imar” ve akçeli yol-suzluklarla birlikte yaşama konusun-da önemli bir “eşik” aşarken “hâkim millet”i zora soktunuz. Tarihî ve doğal sit alanlarına “gökdelen” konduran ağa-lar bile yolsuzluktan “dışarı”da gezer-ken, siz köylük yerde “60 metrekare” için “içeri”ye düştünüz. Kusura bak-mayın ama siz “yolsuzluk” yapmayı da bilmiyorsunuz. Yok muydu allahaşkına işinizi kolaylaştıracak bir adamınız par-tiden, bakanlıktan, belediyeden?

KALEM VAR, KALEM VAR

Anlaşıldı, bir yapıyı tasarlamak ve yap-mak sizde “irsi” bir hastalık. Üç kuruşu-nuz da mı yoktu işi kitabına uyduracak? Bulamadınız mı bir “imzacı” diplomalı?

“İrsi hastalık” dediğim için bağışlayın. Allah herkese böyle dert versin, derman vermesin. Çok insan vardır ki, hâlâ vaz-geçmek istemez bu “illet”ten, bilirim. Naturası dürter onu. Kırk kere yapma deseler de, kırk birinci garantidir. Eli “kalem” tutar yazar; eli “kalem” tutar ahşabı oyar; eli “kalem” tutar, hem çizer, hem taş oyar, hem de taş taş üstüne ko-yar. Onlara “diploma” gerekmez.

Sevan Nişanyan gibi, yıllardır taşa, ağa-ca can veren Ermeni milletten çoğu in-san “doğal” olarak bu “mimarlık suçu”na meyyal gelir dünyaya: İlla taşa can ve-recekler, illa ağacı dillendirecekler. Koskoca Osmanlı tarihindeki övünülesi eserlerin çoğunun Sinan gibi, Balyan sülalesi gibi “çekirdek mimar” Ermeni ustaların adıyla anılması buna delildir.

TEMEL İÇGÜDÜ

İnsanın temel içgüdüleri sıralanırken beslenme güdüsü ilk sıraya oturtulur da, barınma güdüsü her geçen gün daha arkalara itilir. Aklı, eli, ağzı ve cümle organlarıyla beslenme eyleminin bü-tünüyle hâlâ içindedir insan. Neyi ekip biçeceğini, neyi yetiştireceğini düşünür, yetiştirir, toplar, pişirir ve yer. Buna engel yoktur. Ama iş barınmaya, bir mekân tasarlamaya ve kurmaya gelince

insana “dur” derler; “diploma” var mı, “izin belgesi” nerede diye bakarlar. Niye önce bunlara bakarlar da, tasarlanan ya da yapılanın nasıl olduğuna bakmazlar? Yabancılaşmanın mekâna yansıyan yüzü mü bu?

Bu ülkede orduevi bahçelerine, bakanlık arazilerine yaptırılacak yapılar için “izin belgesi” aranmaz, projesi denetlenmez. Diplomalı mimar mühendislerin yarı resmî meslek kuruluşları bunlara ses çı-karmaz, sadece “sivil”leri denetlemekle yetinir. Sevan Nişanyan’ın “kanuni” ve fakat “haksız” mahkûmiyeti bu konula-rın demokratikleşme açısından tartışıl-masına umarım bir zemin oluşturur.

Sevan Nişanyan sayesinde “diploma te-kelciliği” ve bir ifade özgürlüğü olarak “mimarlık doğal hak”tır tartışması yapı-labilir toplumda. Merkezî sistemli giriş sınavlarının azizliğine uğrayıp “zorla mimar” yapılan “zoraki mimar”lara ta-nınan sınırsız “tasarlama” yetkisi ile ya-ratılan “çirkinlik” tartışılır belki!

“Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsin-ler” değil burada muradım. Çünkü bu “serbestiyet” şehir dediğimiz “keşmekeş mekân”ı daha da yaşanmaz kılar. En az “kentsel dönüşüm vandallığı”na tanınan “özgürlük” kadar; diploma ve ruhsat zin-cirinden, imar planı komedisi ve tekdüze çirkinlikler kaynağı “imar yönetmeliği diktatörlüğü”nden kurtulmuş bir “ifade özgürlüğü”, bir “deneysel mimarlık” ala-nı ve koşulları tanımlansın istiyorum.. İster avangart, ister muhafazakâr bir mi-mari anlayışta olsun, Allah vergisi “mi-mar” olan insanın duygu ve düşüncesini bir nebze ifade özgürlüğü olsun istiyo-rum. Sevan Nişanyan gibi “dîl-i mimar” olanların “ödül”ü hapishane olmasın di-yorum.Ödül demişken, izni olursa eğer Sevan Nişanyan’ı “Ağa Han Mimarlık Ödülle-ri” jürisine önermek istiyorum. Çünkü bu ödüllendirmede “mimar” mı diye diploma sorulmuyor, ruhsat aranmıyor, sadece esere bakıyorlar.

Muğla Akyaka’da yaptığı ahşap evlerden ötürü 1983’te rahmetli komünist Nail Çakırhan’a verildiğinde bu ödül, “mi-mar” değil diye ayağa kalkmıştı resmî ve yarı resmî kuruluşlar. İnşallah adaylığı-nız gerçekleşir ve ödül size verilir.

O zaman da, “Hem mimar değil, hem de Ermeni” diye ayaklanırlar mı dersiniz?

Page 44: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 44 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

Sait Çetinoğlu

Yaşadığı coğrafyanın kültürüne, diline, tarihine coğrafyasına ve özgürlük mü-cadelesine Hodri Meydan Kulesi gibi dik durarak önemli katkılarda bulunan düşün insanı, yazar ve aktivist Sevan Nişanyan, devletin tepesindekilerin “birinci dereceden yakınlarının” baş aktör olduğu yolsuzluk skandallarının hengâmesi arasında sessiz sedasız de-mir parmaklıklar arkasına yollanıyor.

Sevan Nişanyan vakasına birkaç açıdan bakmak mümkün.

1. İlk olarak DÜŞÜNCE ÖZGÜR-LÜĞÜ açısından bakmak gerekiyor. Özgür sesin düşüncelerinden dolayı cezalandırılması risklidir. Bir suç uydurup cezalandırmak en iyisidir. Vaka, bir düşün insanının ceza hukuku alet edilerek susturulması ve itibar-sızlaştırılmaya çalışılmasıdır. Mesele MÜHÜR, mesele KAÇAK İNŞAAT meselesi değildir. Son günlerde artan oranda yazarlar, gazeteler, dergiler ve yayınevleri bu yöntemle cezalandırıl-maktadır. Yüklü tazminat davaları da aynı eğilimin göstergesidirler. Sevan Nişanyan olayı, hukukun siyasi amaca alet edilmesinin aşikâr bir örneğidir.

2. Vakaya Ermeni mallarının yağması açısından bakalım. İttihatçı çetenin Ermenilerin mallarına sistemli olarak el koyma harekâtının son noktaların-dan biri, Anayasa Mahkemesinin 1963 yılında Ermenilerin mülkünü devle-tin malı sayan kararıdır. Bu zihniyet yüzünden Sevan’ın mülküne Emval-i Metruke muamelesi yapıldı, Sevan’ın kendi mülkü üzerine yaptığı güzellik-lere düşman olundu, Sevan’ı korkutup yıldırarak bunlar ele geçirilmeye çalı-şıldı. Sevan bu mülkleri Nesin Vakfına bağışladığında ancak kısa bir süre için kendini tartışmanın dışına çekebildi. Bağışlarken “Mademki Ermeni’yim istenmeden vermeliyim!” sözleriy-le muktedirleri dalgaya alması, anıt mezarın açılışında ortaparmağıyla dik durması unutulmayarak, ortam kotarıl-dığında artık kendi mülkü olmayan tek göz oda köy evi nedeniyle 4 yıl hapis cezası onandı.

3. Vakaya yolsuzluk açısında baka-lım. Yolsuzluk suçlarının cezası son 4. Yargı paketi ile neredeyse kabahat düzeyine indirilmiş, dünyanın gözü önünde imparatorluğun başkenti İstan-bul rant çevrelerine peşkeş çekilmiş, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ortaklı-

ğıyla betona boğulmuş, ve bunu yapan insanlara dokunulmamıştır. Öte yanda Şirince’de, çok kısıtlı imkânlarla ve alın teriyle yaratılmış bir dünya cenneti söz konusudur. Hangi köyde tek göz oda köy evi yüzünden insanlara dört yıl hapis cezası verildiği görülmüştür?

4. Vakaya Ermenilik açısından baka-lım: Bir Ermeni’nin dik durmasına tahammül edilmemiştir. Devletin muktedirlerinin gözünde, Sevan İslami mitolojiye aykırı söz etti diye bakkala ekmek almaya gitmekten utanan Erme-niler makbuldür. Gazetelerde her gün Hıristiyanlık aleyhine sütunlar doldu-rulurken, Malatya’da “misyonerlik” faaliyeti yapıyorlar diyerek gerçek-leştirilen katliamın üzerine gidilmez iken, İslam mitolojisine söylediği iki satırlık söz üzerine Ermeni olduğundan Sevan Nişanyan’a 13,5 ay hapis cezası kesilmiştir.

5. Vakaya Soykırımın 100. yılını idrak ettiğimiz 2015 perspektifinden baka-lım: Sevan Nişanyan bu coğrafyada sözünü esirgemeyen çok az sayıdaki Ermeni kardeşimizden biridir. Devletin her koldan 2015’e hazırlandığı günü-müzde, en önemli ve en etkin kişiler-den birinin susturulması gerekiyordu. Bu yöntemle mensubu olduğu halkına gözdağı verildiği gibi, Soykırımın yü-züncü yılında Ermeni halkının adalet arayışında yanında duranlara da bir gözdağı verilmiştir.

İçinde yaşadığımız coğrafyadan geçen yüzyılda bir buçuk milyon Ermeninin kökü kazındı. Hala katilinin rütbesini söylemekten aciz olduğumuz, karde-şimiz Hrant’ın katli nasıl 1.500.000+1 ise, er Sevag Balıkçı’nın askerlik görevini yaptığı kışlada bir 24 Nisan günü “şaka ile” öldürülmesi nasıl 1.500.000+2 ise, Sevan Nişanyan’ın uy-duruk bir gerekçeyle dört yıla mahkûm edilmesi 1.500.000+3’tür. İlk ikisindeki adalet arayışındaki gibi sınıfta kalma-dan üçüncüsüne dikkat etmemiz, bu adaletsizliğe karşı – Hrant’ın cenaze-sinin arkasındaki kalabalığın arasında kaybolarak vicdanımızı temizlediğimi-zi sanmadan – sesimizi yükseltmemiz gerekir.

Mesele 1.500.000+3’tür. Mesele MÜHÜR, mesele KAÇAK İNŞAAT meselesi değildir. Suskun kalmamak, dik durmak ve Soykırımın 100. Yılında adalet arayan Ermeni halkının yanında durmak gerekir ki, 1.500.000+3’e artık yeni ilaveler olmasın!

Hukukun zulme alet edilmesine hayır! diyoruz. Adaletsizliğin baş müsebbi-bine, Sevan’ın sözü ile Her başbakan istifayı tadacaktır! diyerek cevap veriyoruz.

“Her ölümlü cezaevini tadacaktır!” de-miş muktedirler. Hukuku ve insanlığı hiçe sayan bu çirkin istihzaya “ARTIK YETER” diyoruz.

“Her ölümlü cezaevini tadacaktır!” Denmiş üst perdeden

Coğrafyamızda eleştirel düşüncenin son durağı ve din eleştirisinin de son örneği de Sevan Nişanyan Davasıdır: Yazar Sevan Nişanyan İslam mitolo-

jisini İslamcılar gibi yorumlamıyor diye 13, 5 ay cezaya çarptırıldı!

Sevan Nişanyan, 29 Eylül 2012’de kaleme aldığı “Nefret Suçlarıyla Mücadele Et-meli” başlıklı yazısında, çoğunluk içinde azınlığın değerlerini aşağılamanın nefret suçu olduğunu belirterek, “Bundan yüzlerce yıl önce Allah’la kontak kurduğunu iddia edip bundan siyasi, mali ve cinsel menfaat temin etmiş bir Arap lideriyle dalga geçmek nefret suçu değildir. ‘İfade özgürlüğü’ denilen şeyin, adeta anaoku-lu seviyesindeki bir test örneğidir” diye yazmıştı. Nişanyan’ın bu ifadeleri üstüne 15 kişi şikayetçi olmuş ve Nişanyan hakkında “Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama” suçlamasıyla bir buçuk yıla kadar hapis cezası istemiyle İstanbul 14. Sulh Ceza Mahkemesinde dava açılmıştı. Mahkeme “yargıla-ma” sonunda Nişanyan’ı Muhammed peygambere hakaret ettiği iddiasıyla 13,5 ay hapis cezasına çarptırıldı.Üstelik Nişanyan’ın önceden de cezası olması nedeniyle 13,5 ay hapis cezası paraya da çevrilmiyor. Davanın açılmasına ve ceza almasına neden olan şikayetçi kişilerin Nişanyan hakkında bayrıca birde tazminat davası da açacaklar.Nişanyan tepkisini, “Tazminat davası da açacakmış hacılar. Allahın sırtından para kazanmak oluyor, iyi iş :)” sözleriyle ifade eder.Bu dava dinsel fanatizmin yükseldiği doruklardan biridir! (Sait Çetinoğlu, İnanma-ma Özgürlüğü, Din Teorisi/Pratiği Dünü, Bugünü Türkiye ve Ortadoğu Forrumu Vakfı, Ed. Sibel Özbudun-Mahmut Konuk, sh 107 Ütopya y. 2013)

Page 45: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 45 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

Sevan bu sefer yalnızdeğil

LORA SARI [email protected]

İki yıllık hapis cezasını çekmek üzere 2 Ocak’ta teslim olan Sevan Nişanyan’ı en yakından tanıyan iki insan anlattı. Eski eşi Müjde Tönbekici ve oğlu Arsen Nişanyan, Sevan’ın, uğruna mücadele edilecek güzellikler yaratmak ve bu uğurda gerekirse kavgayı göze almaktan do-layı içeriye atıldığını söylüyor.

Sevan Nişanyan’ın zekâsına, bilgisine ve hayat görüşüne hayran, onu me-rak eden biri olarak benim de yolum Şirince’den geçti. Geçen yıl Şirince’ye yaptığım birkaç aylık yolculuğun ya-şamımda önemli bir yere sahip olaca-ğını biliyordum, öyle de oldu… Ancak iz bırakan yalnızca Sevan Nişanyan’ın kendisi değildi. Sevan ile Müjde Tön-bekici, kamuoyunun onlar hakkında düşündüğünün aksine ve hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim ki şahane bir aile kurmuşlar. Onların neredeyse yoktan var ettiği Şirince’deki zamanımın çoğunu bir-likte geçirdiğim, en küçük çocukları, 14 yaşındaki Tavit’in zekâsını tasvir edebilecek cümleleri bulmak hiç kolay değil. Müjde ile Sevan’ın ortanca ço-cukları İris liseyi Kanada’da okuyor. Onunla olan kısacık tanışıklığımız-da, İris’in o tertemiz yüreğini Müjde Hanım’dan aldığını gördüm. Evin en

büyük çocuğu Arsen ise İskoçya’daki St. Andrews Üniversitesi’nde ‘Clas-sics’ okuyor. Anlattığı öyküleri dinle-mekten asla sıkılmadığım Arsen, basit şeylere dair sohbetleri bile son derece güzelleştiren, zenginliklerle dolu bir kişi.

Ve son olarak, Müjde’ye gelirsek… Bir kadını anlatırken onun eşi bulunmaz nitelikleri arasında asla saymayacağım şey, o kadının ne kadar iyi bir anne ol-duğudur. Ancak Müjde Tönbekici’den bahsederken bundan söz etmemek elde değil. Hatta onun beni anne ol-makla barıştırdığını söyleyebilirim. Zihnimde Müjde Hanım’a dair en ufak bir kusur yok. Müjde, kahkahaları ve varlığıyla mutluluk veren, çok güzel bir kadın. Müjde Tönbekici ve Arsen Nişanyan’la yaptığım bu söyleşi, onla-ra ve onların Şirince’deki hayatlarına ilişkin küçük bir fikir veriyor. Anne oğulu tüm yönleriyle tanıyabilmek için, sanıyorum ki her birinin birer ‘Aslanlı Yol’ yazması gerekir. Bugün son derece haksız ve insanların yarattığı güzelliklere karşı kullanılan kanunlar nedeniyle cezaevinde olan Sevan Nişanyan’ı, kendisini en yakın-dan tanıyan iki insandan dinlemek, belki de onu anlamak adına atılabile-cek en iyi adımlardan biri olacaktır. Hem Müjde Tönbekici hem de Arsen Nişanyan, Sevan Nişanyan’ın, mühür-lenmiş bir yapının mührünü bozmak-tan değil, uğruna mücadele edilecek güzellikler yaratmak ve bu uğurda ge-rekirse kavgayı göze almaktan dolayı içeriye atıldığını biliyorlar.

Onunla arkadaş olabildiğimiz için gu-rurluyum •Sevan Nişanyan’ın Şirince macerası-na sizin yol açtığınızı biliyoruz. Sizin-ki nasıl başladı? 30 yıl önce ben bu köye geldim. Dido Sotiriyu’nun ‘Benden Selam Söyle Anadolu’ya’ kitabını okuduktan sonra ya da o meyanda, bir arkadaşım beni buraya getirdi ve hakikaten âşık oldum buraya. Büyülenmek vardır ya, ben de Şirince’den büyülendim ve “Burada kalacağım, hayatımı burada geçirece-ğim” dedim. Başta annem olmak üze-re herkes delirdiğimi düşündü. İçinde iki-üç keçinin, bir eşeğin barındığı, artık iyice çökmüş bir ev buldum. Şan-

sıma, çok güzel, gündoğumunu gören bir evdi. Orayı aldım. Yol falan yoktu. Eşek sırtında çimentoları getirerek, yerel ustalarla inşaata başladık. Açık, yüksek bir tavanı olsun istedim evin. Öyle bir tavan yaptılar ki bana, aralar-dan gökyüzünü görüyordum, bir yan-dan da içeri yağmur giriyordu. ‘Açık tavan’ deyince onu anladılar... Şirince maceram böyle başladı.•O zamanki Şirince ile bugünkü Şirin-ce arasında nasıl bir fark var? Şirince büyüdü, muazzam bir dönüşüm yaşadı. Hep kentsel dönüşümden söz ederler; burada köysel dönüşüm oldu. Şirince çok güzeldi. Bizim bu gizli bahçemiz, gizli cennetimiz, haliyle başka insanların da ilgi alanına girdi. Şehirli insanlar burada ticari yatırım yapmak üzere yola çıktılar. Eskiden sadece köylüler meydanda dantelini, zeytinyağını satarak tarımın yanı sıra küçük bir gelir sağlamaya alışırken, burası bir rant dönüşümü yaşadı. Yılda Efes iki buçuk milyon turist alıyorsa, bugün Şirince muhtemelen 600-800 bin yerli ve yabancı turist ağırlıyor.•Sevan Nişanyan’ın senaryoya dahil oluşuyla Şirince’deki hikâyeniz nasıl değişti? Sevan hayatıma girince onun girişken-liği beni de altüst etti. Çünkü burası hakikaten benim gizli cennetimdi. Se-van, “Evimizi düzeltelim, burayı daha konforlu bir hale getirelim” dedi. Sanı-rım Sinan’dan, Balyan’lardan bu yana Ermenilerin genlerinde inşaatçılık var. Derken, elimize üç-beş kuruş para geçti, çok da gelen gidenimiz, misafi-rimiz oluyor, evimizde ağırlayabilecek durumda değiliz, bir ev alalım dedik. O evi bir pansiyon haline dönüştürme fikri gelişti. Derken iş büyüdü. Şu an bahçesinde bulunduğumuz, ‘köşk’ diye tabir ettiğimiz bina, arkada muhteşem lavanta tarlalarının içinde, kocaman, 20 dönümlük bir arazide bağ evleri adım adım inşa edildi.•Nasıl bir süreçti bu? Çok zor ve sancılı bir süreçti. O dö-nemde imar mevzuatının çok problem-li olduğuna tanık olduk. Şirince sit ala-nı, kentsel sit alanı ilan ediliyor. Bütün çevre dokusuyla, geniş ölçekli, doğal bir sit alanı olarak yeni bir statüye ka-

Page 46: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 46 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53vuştu. Bu nedenle, istediğiniz gibi in-şaat yapamıyorsunuz. Bu tamam. La-kin kanunda imar planı çıkana kadar, hükümetin hemen bir yıl içinde çıkar-ması gereken, geçiş dönemi yapılaşma koşulları diye bir paragraf var. O çer-çevede inşaat yapabilmeniz lazım. Ba-kın, otuz yıl geçti diyoruz, ne bu geçiş dönemi yapılaşma konuları Şirince’de tam olarak netleşti, ne de imar planı çıktı. Bu süreç içinde çok zorlandık, inşaatlarımızı yapamadık. Elli kere Anıtlar Kurulu’nu ziyaret ettik, izin-leri alamadık. Sevan durmak bilmeyen bir adam olduğu için onlarca kez kapı-larını aşındırdı; sonra da “Yeter gari” dedi ve başladı inşaata.•Onu durdurmaya çalışmadınız mı? Ben bu ilişkide hep dengeleyici unsur olmaya çalıştım. Bir yandan Sevan’a “Yapmayalım, etmeyelim, bekleyelim, kanuna göre gidelim” derken, ben de farkındaydım ki aslında kanuna göre gitsek bugüne kadar hiçbir şey yapa-mayacaktık. Biz de adım adım inşaa-ta devam ettik. Bu tabii ki hem yerel erkânın, hem devlet büyüklerimizin dikkatini çekti. Aynı süreçte, 80’lerin sonu, 90’ların başı gibi, farklı birtakım oluşumlar da vardı. Ege’nin neresine gitsen, Seferihisar’a, Aliağa’ya, Tire dağlarına, her yerde öbek öbek dok-torlar sitesi, avukatlar sitesi ve birbiri-nin aynısı, askeri nizamda, betondan, çirkin siteler oluşmaya başladı. Aynı dönemde Şirince’de de bunun için ilk adımlar atılmaya başladı. Böyle bir oluşum Şirince’de başladığında bunu engelledik. Basından eşimizi dostu-muzu, gazeteleri bilgilendirdik. Haya-tımızın ilk röportajını verdik. Bu nok-tada sisteme, bundan rant edecek kişi ve kuruluşlara bazı çomaklar sokmuş olduk. Bu nedenle de Sevan düşman kardeş ilan edildi.•Neden ikiniz birden değil, yalnızca Sevan düşman ilan edildi? Çünkü Sevan karizması, yapısı itiba-riyle hep ön cephede, vitrinde olan kişi olarak bütün dikkatleri üzerine çekti. Ve o gün aniden, Sevan’a yönelik 9-10 tane dava açıldı. Bu davaların en gü-lünç olanlarından ikisini söyleyeyim. Biri, köye çeşme yapmaktı. Sevan’ın şairane bir yönü vardı, maniler ya-zardı: “Şirindir köyümüz, serin akar sularımız” diye, tatlı tatlı maniler yaz-

dığı üç-beş tane köy çeşmesi yaptık. Köylü de hayvanını suya götürmek için bu çeşmelerden faydalandı. Ge-leneksel dokuya uygun, dünya güzeli köy çeşmeleri birer dava konusu oldu. Bir diğer davada da, köye yaptığımız yollar yüzünden köy mücavir alanında taşkınlık ve tecavüz suçundan açıldı. Yine geleneksel usulde, kışın çamur içinde olan toprak yolların bazı bölüm-lerini imkânlarımız ölçüsünde kayrak taşıyla kaplamaya başladık. Bunu rahat yürüyelim diye yaptık, gelen misafir için yaptık. Oradan geçen köylü vatan-daş da rahatladı bu yollar sayesinde. Bu davalar iki gün içinde art arda açıldı ve sanıyorum Sevan o noktada kafasında bir dönüşüm yaşadı, “İplemeyeceğim bunları” dedi. Lakin devam etti inşaat-çılığına ve ben acı bir ders aldım: Hu-kuk, güzel ya da çirkin diye bir şey ta-nımıyor. Burada dünyanın en güzel, en hoş köy evlerini inşa etsek de, hukuken yanlışsa, bu evler kaçak statüsü alıyor. ‘Kaçak’ lafı, adı üzerinde, çirkin bir şey ve siz çirkinlikle damgalanıyorsu-nuz. Kaçak mevzuatında insanlar bu-güne değin gecekondu, korkunç siteler, üst üste bindirilmiş Laz apartmanla-rıyla bir özdeşleşme yaşıyor. Bizim dünya güzeli köy evlerimiz birden o statüye girince ben de şok oldum. Bu, genç yaşlarımızda aldığımız ağır bir dersti. Devletin bu çok sert yüzüyle ta-nıştık. Şu an kişilere, kurumlara göre, gecenin birinde yeni bir kanun çıkıyor ve mevzuata geçiriliyor. Biz çok küçük olduğumuz için, hükümet bizim için yeni kanun çıkarmadı. Çok yıprandık.•Bu güzellikleri yaratırken, bu işin ce-zaevine kadar uzayacağını öngörebil-miş miydiniz? Sevan’ın bu kaçak inşaatlar mevzua-tından ilk hapse girişi 2002 yılındaydı. Altı üstü bir yerdeki bir metrekarelik bir çıkıntı, kendi evcağızımıza yaptığı-mız küçük bir müştemilat gibi sebep-lerden on buçuk ay yattı. Ben üç ço-cukla kalakaldım. İlk hapse girdiğinde bunun olabileceğini düşünmemiştim. O anlamda böyle bir plana hazırlıklı değildik. Şu anki hapis sürecinin ise çok kısa geçmesini diliyorum. Sevan’a yönelik 19 civarında dava vardı. Bunla-rın bir kısmı affa uğradı, bir kısmı Yar-gıtay’daydı. Şu an hapse girmesine ne-den olan, 15-20 metrekarelik minnacık bir bağ evi ve aynı inşaatın mührünü iki kez bozmak. Bu davalar beş yıldır

Yargıtay’daydı. Bu süreç içinde Sevan çok fazla da yazı yayımladı. Bazı yazı-ların bazı sistemleri rahatsız ettiğinden yana hiç şüphem yok. Şu an Türkiye’de ‘fikir özgürlüğü’ne dava açılamadığını biliyoruz. Şunu düşünmeden edemi-yorum: Acaba basit bir mühür bozma olayı başka bir şeyin bahanesi mi? “Ey arkadaş, biz seni fikirlerinden ötürü hapse atamıyoruz. Buna başka bir kılıf bulalım ve seni bu şekilde cezalandıra-lım” mı diyorlar? Onu cezalandırarak hizalamaya çalıştıklarını görüyorum.•Siz Sevan Nişanyan’la ilk tanıştığı-nızda da lafını esirgemeyen, korkusuz biri miydi? Evet, öyle olduğunu hissettim. Sevan’ın her şeye yönelik, insanı kışkırtan bir merakı, iştahı var. Çok iyi yemek pi-şirir mesela. Zaten beni de öyle tav-lamıştı. Bir erkek bu kadar mı güzel yemek yapar! Bilimsel alanda dersen, olağanüstü bilgilerle karşınızdadır ve sizi mutlu eder. Ama bunların içinde çok iyi bir Batı eğitimi almış olmasın-dan ötürü, eleştirisel bir bakışa da sa-hiptir. Bunun yanında, insanın aklının alamayacağı bir korkmazlık durumu var. Devlete karşı, kolluk güçlerine karşı bir sınır tanımazlığı, durmak bil-mezliği. Bu bazen insanı ürkütüyor...•Böyle biriyle hayat paylaşmanın sizin üzerinizde nasıl bir etkisi oldu? İlk anda bir sevgililik ilişkisi içinde olduğum için heyecan verdi. “A, böy-le adamlar da varmış!” dedim. Onunla biz dağları deleriz, neler neler yaparız diye düşündüm. Ama daha sonra, özel-likle Şirince’de yaşadığımız için, de-min anlattığım sorunlar üstümüze bir çığ gibi çullandı ve ben yıllar yılı onu durdurma rolünü üstlendim. Bunu çok severek yaptığımı söyleyemem. Onu dengelemeye, durdurmaya çalışmam, ilişkimizde çok büyük gerilimlere ne-den oldu.•Sizce sizin Sevan Nişanyan üzerinde nasıl bir etkiniz olmuştur? Hiç zannetmiyorum böyle bir etkim olduğunu ama bu soruyu ona sormak lazım. Dengeleyici yönüme ya da çaba-larıma çoğu zaman öfkeyle tepki verdi. Bu da beni zorladı, incitti. Bu yüzden işin sonunu bıraktım. Malum, altı yıl önce boşandık. Artık devam ettireme-

Page 47: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 47 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53yecektim. Bu yüzden o noktada bul-dum kendimi, Sevan’la olan ilişkimde.•Yaşadıklarınızdan sonra, aranızdaki arkadaşlık ilişkisini sürdürebilmeniz, çok az insanın başarabileceği bir şey olsa gerek... Evet. Ben de bununla gurur duyuyo-rum. Birincisi, Sevan üç çocuğumun babasıdır ve dünyalar güzeli evlatlarım için ona müteşekkirim. Sevan’la kav-ga etmeden nasıl yaşarım diye epey düşündüm ve kavga etmemeye karar verdim. İçsel bir karardı bu. O kararı içimde verdikten sonra, ona daha fazla anlayışla bakabildim. Hele ki boşan-dıktan sonra fiziksel bir mesafe de ka-zandığında daha sakin bakabiliyorum ona, olaylara. Artık Sevan’ı daha fazla anlayışla kucaklayabiliyorum. Onun için, boşanmış olmamıza rağmen hâlâ bir aileyiz biz. Çok gururluyum bu noktaya gelebildiğimiz için.

•Burada Sevan’la birlikte inşa ettiği-niz cennete baktığınızda ne hissedi-yorsunuz? Bir insanın adam olabilmesi için kendi evini kendi yapması gerektiğine ina-nanlardanım. Taş üstüne taş koyacak, kendi ihtiyaçları ne ise o şekilde pence-resini, kapısını yerleştirecek. Çok hızlı bir inşaat da olmayacak. Yavaş yavaş büyümeli. Benim için binalar kadar

kıymetli, belki daha da kıymetli, yüz-lerce, binlerce ağaç diktik. Her birini bir parmak, bir fide olarak diktiğim çı-narların, çamların, selvilerin, narların kocaman olduklarına tanıklık etmek beni çok şaşırtıyor. Onlara baktıkça “Bu kadar yıl geçmiş mi?” diyorum. Sevan Nişanyan hapse girdi ama bu se-fer içiniz biraz daha rahat sanırım. Evet, çünkü bu sefer Sevan yalnız de-ğil. Yıllar yılı, kişisel çalışmaları ne-deniyle onu sevenler, hayranlar böyle bir kitle oluştu. Bunlar biraz sistemin doğrultusunun dışında düşünen ve ya-şamak isteyen, nefes almak isteyen in-sanlar. Böyle bir olay olduğunda görü-yorsun ki hepsi bir birlik oluşturuyor. Daha önce bir-iki yıkım kararımız da vardı, o yıkım olaylarında bir günde buraya yüzlerce insanın toplanması, medyanın muazzam imkânları saye sinde oldu.

•Berlin’e gittiğinde ona orada kalma-sını, dönmemesini söyleyen çok fazla kişi oldu. Sizce orada kalmalı mıydı? Sevan bunu yapmaz, yapamaz. Ona ya-kışır bir davranış olmazdı bu. Çünkü istenen de buydu. Bu memleket bilgin-lerini, aydınlarını hep kaçırmıştır. Na-zım Hikmet’ten Orhan Pamuk’a kadar bir sürü aydınımız kaçmakta bulmuş-tur çözümü. Kaçmasını istemiş bile

olabilirler, “Gitse de bizi burada rahat-sız etmese” diye düşünmüş olabilirler. Hep beraber izleyeceğiz süreci. Ben de heyecanlıyım. ----------------------------

Kimin babası Ortaçağ kuleleri, kaya mezarları yapıyor ki! •Sevan Nişanyan’ın oğlu olarak Şirin-ce’de büyümek nasıldı? Şirince köy okulunda, ilkokula gider-ken maruz kaldığım iki tip insan ka-rakteri vardı: Beraber günümü geçirdi-ğim çoban ve çiftçi çocukları; bir de, akşam eve geldiğimde masasına otur-duğum Sevan Nişanyan ve onun arka-daşları, Türkiye'nin kendi alanlarında kanaat önderleri – Asaf Savaş Akat’lar, Ali Nesin’ler… Şirince köyünün dışı-na çıkmamış, dünyası bununla sınırlı bir insan olarak, sekiz-dokuz yaşıma kadar hep sanırdım ki dünyada iki tip insan dışında herhangi bir şey olmak mümkün değil; ya günümü geçirdiğim çoban çocuklar gibi bir geleceğe sahi-bim, ya da Sevan Nişanyan, Ali Nesin gibi bir insan olmalıyım.•Şehirde büyüyen bir çocuk olsaydın bu iki farklı hayatla karşılaşmaya-caktın belki de... İstanbul’da veya İzmir’de doğmuş biri olsaydım, karşıma bu iki ekstremin ortasında hayatlar da çıkacaktı. Dola-yısıyla gidişatım da çok farklı şekille-nebilirdi. Benim için iyi, yaşanmaya değer bir hayat sürmek demek, Sevan Nişanyan olmakla eşdeğerdi. Köyde elektriği, arabası, interneti olan tek ev bizim evimizdi. Benim için Sevan Nişanyan olmak demek, kaloriferli bir evde yaşamak demekti. Bu yüzden babam benim için vazgeçilmez bir rol modeliydi. Şirince’de parlayan tek ışık kaynağı oydu benim için. Bu kolay bir şey mi? Değil. Onun gibi olmak iste-mek kolay, ancak onun gibi olmaya ça-balamak, bir de onun oğluysan, zor bir şey. Beklentileri karşılaman, çetrefilli bir yoldan geçmeyi göze almak demek.•Köylüler baban gibi birini nasıl karşı-ladılar Şirince’de?Eskiden pragmatik bir ilişki söz ko-nusuydu köylü ile babam arasında. Babam köylüye doğal olarak garip gel-mişti. Onun buradaki varlığı ve verdiği

Page 48: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 48 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53mücadele... Ancak o ilişki yumuşadı. Saygı, sevgi, hatta bir ‘hoca’ ilişkisinin oluştuğundan söz edebiliriz.•Liseyi İzmir Amerikan Koleji’nde, ‘Beyaz Türkler’le birlikte okumuşsun. O dönemde baban, ‘aykırı’ düşün-celeri, özellikle ‘Yanlış Cumhuriyet’ vesilesiyle, adından sıkça söz ettirir olmuştu. Nasıl geçirdin bu yılları?

Uzunca bir dönem babamın karşısında bir kompleks yaşadım. Onun yönelttiği sorulara, yanıtını bildiğim halde cevap veremezdim. Özellikle lisenin ilk yıl-larında böyleydi durum. İzmir’de yatılı okuyordum. Farklı bir yola girdim, ba-bamla olan ilişkimi reddettim ve pek bir sorun yaşamadım.•Şu anda nasıl bir ilişkiniz var? Ben özgüven kazandıkça, sağlıklı bir ilişkimiz olmaya başladı. Eskiden ba-bamın yanında boğuluyormuş gibi hissediyordum. Şimdi, egosantrik duy-gularımı bir yana bıraktığımda görü-yorum ki onunla vakit geçirmekten inanılmaz zevk alıyorum. Babam bana, doğru olduğunu düşündüğü yolda yön verdi. Ama söylediklerinden hiçbirini yapmak zorunda olduğumu söylemedi. Dünyayı tanıdıkça, kendimi geliştir-dikçe, türlü türlü maceralar geçirdikçe ve bu sayede anlatacak hikâyelerim ol-dukça, onu daha iyi anlıyor ve takdir edebiliyorum.•Babanın cesaretinin izlerini yoğun bir şekilde taşıyorsun... Ne kadar cesur bir insanım bilmiyorum. Onun kadar büyük mücadelelerin içine girmiş biri değilim bugüne kadar. Belki karakterim onunki kadar güçlü değil, belki o kadar zeki de değilim, ancak şunu biliyorum ki, beni doğru yola sevk etti. Ona bu konuda minnettarım. Şu anda kendime ve akademiye karşı en-telektüel bir mücadele veriyorum. Aka-demik olarak olmam gereken yerdeyim. Onun gibi dünyevi meselelere bu kadar burnumu sokar mıyım bilmiyorum, sanmıyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan 70 milyona bir şey öğretmek gibi bir derdim yok, bu ülkede hüküm süren köhnemiş heyulalarla ve canavar-larla savaşmıyorum.•“Köhnemiş canavarlarla savaşmıyo-rum” derken, bu savaşın gereksiz ol-

duğunu mu düşünüyorsun?

Tabii ki hayır. Bu verilmesi gereken bir mücadele. Ancak bu savaşın bu dönemde yapılmaması gerekiyordu. Sevan Nişanyan bir Martin Luther ol-manın ötesinde bir potansiyele sahip. Zaten var olan ve herkesin gördüğü ancak söylemekten korktuğu şeyleri gösterme cesaretinin ötesinde de, bir-çok niteliğe sahip. Keşke onun verdiği savaş daha önceden verilmiş olsaydı da, Sevan Nişanyan onun üzerine bir şeyler ekleseydi. Ürettiklerinin arka-sında daha birçok şey var, sunmadığı. Yaptıklarının birçoğu toplumun aşma-sı, aşmış olması gereken şeyler. İfade suçuymuş, oymuş buymuş, bunları bi-zim yüz yıl önce aşmış olmamız gere-kiyordu ki, Sevan Nişanyan’lar gerçek potansiyellerini ortaya koyabilsin.•Babanı çok seven, sayan insanların yanında, onun yaptığı bazı şeylerden çok rahatsız olanlar da var... Büyük ve sıra dışı bir adam olabilmek için bir karakter paketine sahip olman gerekir. Şunu demek olmaz: “Achilles çok güzel bir savaşçıydı, ancak kız arkadaşı Briseis ondan çalındığı için keşke çadırına gidip ağlamasaydı.” Achilles, Briseis’e duyduğu o tutkulu aşkı savaşa da duymuyor olsaydı, bu-gün onu hatırlamayacaktık. O nedenle, bir insanın bir konuda tutkulu, başka bir konuda daha az tutkulu olması-nı bekleyemeyiz. Sıra dışı bir yapın varsa, bu karakter paketinde seni öne çıkaran şeylerle, toplumun yadsıyaca-ğı şeyler birlikte gelir. Babam bir Ac-hilles olmayabilir belki ama o da sıra dışı bir karakter. Sonuçta kimin babası Ortaçağ kuleleri, kaya mezarları, ti-yatro medresesi veya matematik köyü inşa ediyor ki? Bir insanın sıra dışılı-ğı yalnız artılarıyla gelmiyor. Eksiler de o denklemin içinde olmadığında, o denklem eşitlenmiyor. Bir insan iki tane manastır göreceğim diye, oğlunu da peşine takıp mayın tarlalarından geçiyorsa gözünü kırpmadan, başka şeyleri de yapabilecek biridir. İnsanın hayata karşı bir tutumu olur; sıra dışı karakterlerin tutumu da sıra dışıdır. Bu her şeyine yansır; sana bana nasıl bak-tığından tut, şu ağacın nasıl kesilmesi, şuraya nasıl bir bina yapılması gerek-tiğine, hangi ülkede nasıl maceralara atılacağına, kadınlarla nasıl ilişki ku-racağına kadar...

• Babanla ilgili söylenen şeylerden biri de, kaya mezarından tut, diktiği ku-leye kadar, ‘ölümsüzlük’le ilgili bir derdi olduğu.

Ben mesela, bilmediğin ancak ilgini çekeceğini düşündüğüm bir şeyi bili-yorsam seninle paylaşırım. Seni arka-daşım olarak sevdiğim, sana değer ver-diğim için, bunu seninle paylaşmaktan haz duyarım. Babam da bu toprakları, bu toplumu ve bu ülkeyi gerçekten çok seviyor. Amerika’da sağlam bir kariye-re sahip olabilecek, üst düzey noktala-ra gelebilecek bir insanken, bu ülkeye dönüp kendi çıkarına olmayan müca-delelere girdi. Bu mücadeleyi cesaretle sürdürebilmek, ölümsüzlüğe özenme-sinden değil, bu ülkeye duyduğu sevgi-den kaynaklanıyor.•İnsanlar babanın Ermenilikle güçlü bir bağı olduğunu düşünebilir. Oysa, ‘Ermeni olmak’ babanın çocuklarına öğrettiği bir şey bile değil... Bir gruba ait olursan o gruba angaje ol-muş bir bagajı da taşıman gerekir. Bir oyunun içine giriyorsun, ait olduğun toplumun senden beklentileri oluyor. Babam o toplumun bir parçası olmak isteseydi Şirince’ye, Allah’ın dağına gelip kendi ütopyasını yaratmaya ça-lışmazdı. Babamda bir gruba ait olma hissi yok. Zaten kendi başına ayakta durmayı başarabiliyor. Hayattaki var-lığını meşru kılacak bir fanatizme veya bağlılığa ihtiyacı olan biri değil. Erme-nilik üzerinden prim yapmak, özellik-le günümüzde çok kolay. Bence babam Ermeni olma olayını çok dengeli oynu-yor. Ermeni olduğunu saklamıyor ve mazlum edebiyatı yapmadan, Ermeni Soykırımı’nı açık ve net bir şekilde, cesaretle dile getiriyor.•Sence, babanın hapse girmesinin se-bebi gerçekten mühür bozması mı? Türkiye’de yıllardır risklerini ve so-nuçlarını tarttığı bir mücadelenin için-de. Bu mücadele son yıllarda yavaş ya-vaş meyve vermeye başladı. Tehlikeli bir oyun oynuyordu, ve başına ne ge-lebileceğini önceden tartmıştı. Mühür bozmak mı, yoksa Allah’a Peygamber’e küfür etmenin gizli kapaklı cezalandı-rılması mı bu, bilmiyorum, önemsemi-yorum da. Bence Sevan Nişanyan iki yıl mühür bozma cezasından yatacak

Page 49: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 49 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53adam değildi. Çünkü o daha büyük oyunlar oynayabilme potansiyeline sa-hip biri. Daha büyük oyunların içeri-sinde oynayıp, kaybetmesi veya kazan-ması gerekiyordu. Bu kadar küçük bir bahisle kaybetmemeliydi. Daha büyük bir potansiyeli var bu adamın.•Zor olacağını bildiğin yol nasıl gidi-yor peki? Beklediğin kadar zor mu? Ben babamın yazdıklarından öğüt ala-bilirim, onun yapmış olduğu kuleye bakarak nasıl bir mücadele verilme-si gerektiğini görebilirim. Ama asıl önemli olan, onun oğlu olarak güne uyandığında yaşanacak ne kadar gü-zellik olduğunu bilmenin eşsiz duygu-su olur. Akademik disiplin ve ahlakın ötesinde, ondan aldığım en önemli şey budur. Kendi dar dünyamın, bey-nimin ve kitapların dışında çok güzel bir hayatın ve keşfedilecek şeylerin ol-duğunu göstermesi… Bu yüzden, yok olmakta olan üç manastırı görmek için onunla girdiğiniz mayın tarlasına tek-rar girmek durumunda kalsam, bundan yine kaçınmam.

dayanışmada bizde varız

biz de bir tarafız!

sevan nişanyan belgeselihttp://www.youtube.com/watch?v=c-VRrjuQTwE&feature=share

Sevan Nişanyan, 1915 Soykırım zincirine

günümüzde eklenen halkaların sonuncusudur!

Alin Ozinian: 1. Sevan hapse nasıl gitti? Morali nasıldı?

Sait Çetinoğlu: Bilindiği gibi Sevan Nişanyan klasik Ermeni tanımına uy-maz. Nişanyan, halkının vicdanı, sus-mayan dili ve kalem tutan güçlü elidir. O basit bir kaçak inşaat suçu ile ceza-evine konulmuş değildir. Yani mesele kaçak inşaat meselesi değildir. Nişan-yan resmi ideolojiye büyük gedik aç-mıştır. O Yanlış Cumhuriyet, Hocam, Allaha peygambere laf Etmek Caiz Midir?, Adını Unutan Ülke … gibi ça-lışmaları başta olmak üzere yaptığı ça-lışmalarından dolayı hedef seçilmiştir.

Hrant Dink nasıl ki soykırım ile ölüme yollanan Ermeni evladına 2007 yılın-da 1500000+1 olarak eklenen zinciri, askerde 24 Nisan 2011 günü “şaka”dan katledilen er Sevak Balıkçı 1500000+2 ise, halkının kalemi, halkının susma-yan sesi Sevan Nişanyan 1500000+3 olarak cezaevine konarak susturulma-ya çalışılmaktadır. Sevan ile cezası onandığı gün bir araya geldik konuştuk. Niçin cezaevine ko-nulacağını biliyordu onun için hapis-haneye moralsiz gitmedi. Almanya’dan geldi ve cezaevine girdi. Almanya’da kalma olanağı vardı ancak onu tercih etmedi. Onun yenilgi olacağını dü-şündü ve haklıydı da. Sevan yenilgiyi sevmez, daha doğrusu Sevan yenilgi-ye alışık değildir. Çocuklarını görmek için gittiği Berlin’den cezaevine gir-mek için dönerken bizlere ilettiği notta söyledikleri önemlidir:

Birtakım insanlar sana inanmış, gü-venmiş. Bu sana bir sorumluluk yük-ler. Onları hayal kırıklığına uğratmak, kötülük etmektir. Etmemelisin.Bir mücadeleye girmişsin, sonuçlarını göze alıyorum demişsin. Rüzgâr bir an için döndüğünde "ay korktum" deyip gitmek rezilliktir. Rezil olmamalısın.Köyünde bir hayali inşa etmeye gi-rişmişsin, hayatını buna bağlamışsın. Şimdi üç tane memur, fare gibi kemirip

hayatında bir oyuk açtı diye o hayatı terketmek olmaz. Daha yapacak çok işin var.Millete "korkma" demişsin, "bu mem-lekette eksik olan şey cesaret." Hodri Meydan kulesi dikmişsin. Şimdi ufuk-ta düşman belirdiğinde "kişisel raha-tım her şeyden kutsal" deyip kaçmak kendinle çelişmektir. Çelişmemelisin.Kaçıp gidenlerin pek çoğuyla tanış-mışsın. Çoğunu sevmiş, dost olmuş-sun. Ama alınlarına silinmez mürek-keple basılmış "yenilgi" damgasını da gözünle görmüşsün. O damgayı yeme-melisin… Sözleriyle aramızdan ayrıla-rak cezaevine gitti.

Sevan Nişanyan cezaevinde yalnız değildir. Dostları, bir dayanışma plat-formda toplanarak Sevan’a özgürlük çağrıları yapan uluslararası destek kampanyası başlattılar. Dostları ona dünyanın dört bir yanından destekleri-ni ifade ederek Sevan’a Özgürlük ta-lebinin bir hakkaniyet ve adalet talebi olduğunun altını çiziyorlar.Dostları onu hiçbir zaman unutmaya-caktır.

ASLINDA SEVAN NİŞANYAN DA-VASI NEDİR?

Coğrafyamızda eleştirel düşüncenin son durağı ve din eleştirisinin de son örneği Sevan Nişanyan Davasıdır: Ya-zar Sevan Nişanyan İslam mitolojisini İslamcılar gibi yorumlamıyor diye 13, 5 ay cezaya çarptırıldı!

Sevan Nişanyan, 29 Eylül 2012’de kale-me aldığı “Nefret Suçlarıyla Mücadele Etmeli” başlıklı yazısında, çoğunluk içinde azınlığın değerlerini aşağılama-nın nefret suçu olduğunu belirterek, “Bundan yüzlerce yıl önce Allah’la kontak kurduğunu iddia edip bundan siyasi, mali ve cinsel menfaat temin etmiş bir Arap lideriyle dalga geçmek nefret suçu değildir. ‘İfade özgürlüğü’ denilen şeyin, adeta anaokulu seviye-sindeki bir test örneğidir” diye yazmış-

Page 50: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 50 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53tı. Nişanyan’ın bu ifadeleri üstüne 15 kişi şikayetçi olmuş ve Nişanyan hak-kında “Halkın bir kesiminin benimse-diği dini değerleri alenen aşağılama” suçlamasıyla bir buçuk yıla kadar hapis cezası istemiyle İstanbul 14. Sulh Ceza Mahkemesinde dava açılmıştı. Mah-keme “yargılama” sonunda Nişanyan’ı Muhammed peygambere hakaret ettiği iddiasıyla 13,5 ay hapis cezasına çarp-tırıldı. Üstelik Nişanyan’ın önceden de cezası olması nedeniyle 13,5 ay hapis cezası paraya da çevrilmiyor. Dava-nın açılmasına ve ceza almasına neden olan şikayetçi kişilerin Nişanyan hak-kında bayrıca birde tazminat davası da açacaklar. Nişanyan tepkisini, “Tazmi-nat davası da açacakmış hacılar. Alla-hın sırtından para kazanmak oluyor, iyi iş :)” sözleriyle ifade eder. Bu dava dinsel fanatizmin yükseldiği doruklar-dan biridir! (Sait Çetinoğlu, İnanmama Özgürlüğü, Din Teorisi/Pratiği Dünü, Bugünü Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı, Ed. Sibel Özbudun-Mahmut Konuk, sh 107 Ütopya y. 2013)Böyle bir davadan Sevan Nişanyan’ı cezaevine yollamak çok tepki alaca-ğından kaçak inşaat suçu icad edilerek cezaevine konulmuştur.

2. Hapishanede neler yapıyor, yöne-timden yada beraber kaldığı mah-kumlardan baskı görüyor mu?

Sevan Nişanyan su gibidir. Su bilindiği gibi doğada sıkıştırılamayan tek mad-dedir. Sevan’ı hiçbir şekilde sıkıştıra-mazsınız su örneğinde olduğu gibi bir şekle sokmanız mümkün değildir. O kendi yolunu bir şekilde kendi bulur.

Kendi isteği doğrultusunda şekillendi-rir. Bir kalıba sokamazsınız.

Şu anda cezaevi kütüphanesini “adam etmeye” uğraşıyor. Cezaevine kitap yağıyor dostlarından. Cezaevi yöneti-mi başta kısıtlamaya yasaklamaya ça-lıştı lakin başaramadı. Sonuçta güzel bir durum ile karşılaşacağımız kesin. Çünkü Sevan’ın olması gereken ile olan arasındaki mesafeyi ortadan kal-dırma misyonunu yüklendiğini biliyo-ruz.

Baskıya gelince amiyane deyimle; sı-kar! Geçmişte de Selçuk Cezaevinde yanına kendi deyimi ile meslekleri katillik olan Susurluk Mahkûmlarını komşu olarak vermişlerdi. Sevan en olumsuz koşullara uyum sağlayarak onu kendine çevirebilme cesaretine ve zekâsına sahip ender insanlardan biri-dir. Onu devirdiğinizi sandığınız anda zaferle doğrulduğunda şaşırırsınız.

3. Türkiye’de her alanda Ermenilerin farklı muameleye mazur kaldıklarını biliyoruz, ya hapishanede?

Ermenilere her alanda baskı uygulan-dığı ayrımcılığa uğradığı, bunlara kar-şılık genellikle de sesini çıkarmadığı doğrudur ama Sevan klasik Ermeni tipine uymaz onda güvercin tedirgin-liği arayanlar boşuna yorulacaklardır. Onda deve kuşu inadı vardır. Sevan’a baskı yapacaksan eğer peşinen sonu-cuna da katlanacaksın ki, bu da yenilgi demektir. Sonuçta dünyanın en zeki in-sanıyla karşı karşıyasındır. Bu bakım-dan Sevan’dan yana bir endişem yok.

Baskı denilince bir noktayı daha işaret etmek gerekir: 12 Eylül 1980 Diyar-bakır askeri cezaevinde siyasi tutuklu Ermenilerin dayak ve işkencenin di-ğerlerine göre katmerlisi uygulanması-nın yanında zorla sünnet edilmişlerdir. Bunun bir örnek de sivil cezaevinden de verebiliriz; bir cinayet dolayısıyla sivil cezaevinde bulunan ünlü işada-mı İshak Benlioğlu adlı bir Ermeni mahkûmun cezaevinde sünnet edilme örneği vardır. Bilindiği gibi cezaevle-rinde cinayet hükümlülerine saygı gös-terilirken, bir Ermeni’nin bu uygula-maya maruz kalması baskının dışında ne ile açıklanabilir.

4. Son kez hapishanede kitaplar yaz-mıştı, çıktığında neler anlatıyordu? (kitapta önsözünde hatta teşekkürle-rini iletmişti?

Sevan üretken bir insandır. Zor koşul-lardan zaferle çıkmasını bilir. Bu kez de öyle olacağından kuşkum yok. O elinde müthiş bir çalışma ile karşımıza çıkarak bizi bir kere daha şaşırtacaktır.

Sözlük çalışması 1986 yılındaki Ali Nesin ile birlikte olduğu askeri cezae-vinde can sıkıntısını geçirmek ve vakit öldürmek ile başlamıştı. Aslanlı Yol adlı otobiyografi çalışmasında Adale-tin Faydaları adlı bir bölüm vardır. Bu bölümde cezaevi yaşamının üretkenli-ğine katkısını ayrıntılarıyla anlatır.

Kaynak:

http://civilnet.am/sait-cetinoglu-inter-view-sevan-nisanyan-prison/

Page 51: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 51 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53Sevan Nişanyan

Tarih, dil, din ve (biraz) siyasete dair yazılar.Halkı "mensup olduğum millete" karşı kin ve düşmanlığa tahrik etmekten mahkûm olmuşum, üzerinize afiyet SORU: Türkiye nasıl bir ülkedir?CEVAP: Şöyle bir kararı yazabilen biri-nin yargıç olabildiği bir ülkedir."... halkın büyük bir kısmının mensup olduğu dinin peygamberine mensup olan kişilerin peygamberlerine olan duygularını alaycı, aşağılayıcı ve ren-cide edici şekilde ve onların öfkelerini artırıcı bir şekilde ve sanığın kendi savunmasında görüldüğü üzere, saygı sınırları içerisinde ve ifade hürriye-ti kapsamında kabul edilemeyecek şekilde ve kaba bir biçimde (...) açıkça insanların dini duygularını öfkelendi-recek şekilde kendisinin ve MENSUP OLDUĞU MİLLETİN insanlarını hedef göstererek, halkın büyük bir kısmının dini inanışlarını aşağılayarak ve tahrik ederek, onları kinlendirerek büyük bir kısım halkın diğer bir kısım üzerine kin ve düşmanlığa alenen tahrik ettiği, SANIĞIN AMACININ burada kendi fikirlerini ifade etmekten ziyade halkın büyük bir çoğunluğunu oluşturan insan-ların dini duygularını tahrik ederek kin ve düşmanlık çıkarmak istediği ve BİR TAKIM KELİME VE CÜMLE KURGU-LARI YAPARAK bunu ifade özgürlüğü kapsamında kendi düşünceleri olduğunu belirttiği ancak asıl amacının İslami-yet ve onun peygamberi hakkındaki eleştirilerden ziyade, toplumsal barışı zedeleyecek şekilde ve dini duygula-rı zorlayacak şekilde TOPLUMSAL ÇATIŞMALARA ZEMİN HAZIRLAMAK OLDUĞU kanaatine varılmıştır."İstanbul 14. Sulh Ceza hakimi Recep Uyanık imiş :) Gerekçeli kararı Cuma günü geldi.Madde 216-1'in şaheser bir yorumu gibi geldi bana. Halkın bir kesimini "mensup olduğum millet" aleyhine (Ermeniler kastediliyor) kin ve düşmanlığa tahrik etmişim. Bu durumda şikayetçi olma hakkı Ermenilere düşmez mi diye merak ediyor insan.Hakim beyin tahkir (hakaret etme) ve tahrik (harekete geçirme) arasında-ki farkı bilmediği belli oluyor. AİHM Handyside vb. kararlarından bihaber olduğu da şüphesiz.*AYNI davayı Konya, Bursa ve Ümrani-ye'de de açmışlar "vatandaşlar". Dur bakalım onlardan ne çıkacak.http://nisanyan1.blogspot.com.tr

SEVAN NİŞANYAN Özgeçmiş

Doğum İstanbul 1956

Eğitim Robert College 1974Yale University BA (felsefe) 1979Columbia University MA (siyaset bilimi) 1983

İstihdam

Teleteknik Elektronik Ltd. Şti. (Commodore bilgisayarları Türkiye geneldağıtıcısı), kurucu ve yönetici, 1984-1986Nişanyan Gezi Tanıtım Ltd. Şti. (Küçük Oteller Kitabı üretici vedağıtıcısı), kurucu ve yönetici, 1997-2008Şirince Otelcilik Ltd. Şti. (Nişanyan Evleri turizm işletmesi), kurucu veyöneticisi, 1998-bugünİstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim görevlisi (dilbilim), 2006-2008

Yayınlar

Karl Marx, Grundrisse (çeviri ve önsöz), 1980Insight Guide İstanbul (yardımcı editör ve yazar), 1988American Express Guide to Athens and the Classical Sites, 1991, 1993American Express Guide to Vienna and Budapest, 1992American Express Guide to Prague, 1993Küçük Oteller Kitabı (yıllık yayın), 1998-2008Mavi Kıyılarda Yeme İçme Rehberi (restoran rehberi, yıllık), 1998-2000Kimsenin Bilmediği Olağanüstü Yerler (gezi rehberi), 2000Meraklısı için Karadeniz (gezi rehberi), 2000Sözlerin Soyağacı: Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü, 1. basım 2002, 5.basım 2010Elifin Öküzü ya da Sürprizler Kitabı (etimoloji makaleleri), 1. basım2002, 4. basım 2008Ankara'nın Doğusundaki Türkiye (gezi rehberi), 2006Yanlış Cumhuriyet: Atatürk ve Kemalizm Hakkında 51 Soru, 2008Kelimebaz 1 (Taraf gazetesi makaleleri), 2009Kelimebaz 2 (Taraf gazetesi makaleleri), 2010Hocam Allaha Peygambere Laf Etmek Caiz Midir: Din ve İfade ÖzgürlüğüneDair Tartışma, 2010Adını Unutan Ülke: Türkiye Cumhuriyetinde Adı Değiştirilen Yerler,* 2011Şirince Meydan Muharebelerinin Mufassal Tarihçesi, 2011Aslanlı Yol: Otobiyografi (yayımlanacak), 2012

Medeni hali Bekâr, 5 çocuklu

Page 52: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 52 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

Türkiye'de Bir Devlet Geleneği ve Devlet Aklı Var mı?Türk gerici ve şovenistleri kendi tarihle-rinden söz ederken Türklerin devlet/ dev-let kurma geleneği ve devlet aklı üzerinde dururlar. Onlara göre, bu alanda başka ka-vimlerden çok daha ileri olan Türkler tarih boyunca pek çok devlet ve imparatorluk kurmuş ve başka halkları yönetmişlerdir. Bu inanış; aşırı, abartılı ve saldırgan bir Türk milliyetçiliğiyle, kof bir kahramanlık edebiyatıyla, bir kollektif aşağılık komplek-sini zar zor gizleyen içi boş övünmelerle ve -yer yer bir anti-emperyalizm görüntüsüy-le maskelenen- gerici bir Batı-karşıtlığıyla elele gider. Bu kişiler Türk devletinin bir “çadır devleti” olmadığını sık sık yineler ve devlet geleneği ve devlet aklı denen şeyle-rin, kurulan -ve doğal olarak yıkılan- devlet sayısıyla ölçülebileceğini varsayarlar. Ama Türkler’in devlet geleneğiyle, ne kadar çok ülkeyi işgal ettiğiyle, ne kadar çok kavmi ne denli “başarı ve hoşgörü”yle yönettik-leriyle bunca övünen bu baylar kendilerine şu soruyu sormazlar: Acaba çok sayıda bey, paşa, padişah, komutan, savaşçı vb. yetişti-ren Türkler neden bilim, teknoloji, felsefe, sanat vb. alanlarında başarılı olamamış, ne-den bu alanlarda hemen hemen hiçbir değer üretememişlerdir?Peki Türkler gerçekten de sahici bir dev-let/ devlet kurma geleneğine ve devlet aklına sahip midirler? Devlet geleneği ve devlet aklı dendiğinde anlamamız gereken herhalde, kökü yüzlerce ya da binlerce yıl geriye giden devlet kurma ve yönetme de-neyimi ve bu deneyimden ders çıkarma ve edinilmiş olan bu deneyimi daha sonraki dönemlerde ve bugün karşı karşıya geli-nen sorunların çözümünde kullanabilme yetisidir. Ne var ki, Osmanlı ve Türkiye devletlerinin yakın tarihi, kendi savlarının tersine Türk egemen sınıflarının bu anlam-da ciddi bir devlet geleneği ve aklına sahip olmadığını ya da belki de daha önce sahip oldukları devlet geleneği ve aklını unuttuk-larını/ yitirdiklerini gösteriyor. Türkiye’de bugün yaşanan siyasal keşmekeş bu sapta-mayı doğrular gibidir. Ancak bundan ha-reketle öteki kutba savrulmak gerektiği ve Türk burjuva devletini yönetenlerin hafife alınabileceği sonucu da çıkarılamaz; daha öncekileri saymazsak, ardında 600 küsur yıl boyunca Ortadoğu, Balkanlar, Kuzey

Afrika ve Anadolu halklarını boyunduruk altında tutan Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim deneyimi bulunan bir Türkiye Cumhuriyeti’nden sözediyoruz. Bu dev-letin; “böl ve egemen ol!” ilkesi uyarınca farklı etnik, dinsel/ mezhepsel toplulukları birbirine düşürme, varlığını ve egemenliği-ni sürdürmek için en yakınlarını öldürme, her türlü yasa ve ahlak normunu ayaklar altına alma ve en acımasız kıyımlara baş-vurabilme geleneği olduğunu uzak ve yakın tarihimizden biliyoruz. Geçtiğimiz günler-de, Başbakanlık Müşaviri Hamdi Kılıç’ın, Suriye’deki terörist gruplara silah taşıyan TIR’lar tartışılırken söylediği şu sözler, bu geleneğin capcanlı olduğunun bir gösterge-sidir:“Devlet geleneğimizin kendini korumak için tarih boyunca geliştirdiği reflekslerin bir kısmı epeyce ürpertici, benden hatır-latması.” (“Başbakanlık Müşaviri Kılıç Konuştu: Gelenekte Önce Devlet Gelir”, Radikal, 2 Ocak 2014)Resmi Türk tarihinin savlarına biraz daha yakından bakalım. 1930’larda yaratılan ve neredeyse dünyanın -Çin, Hint, Mezopo-tamya, Mısır, Hitit, Etrüsk, Roma uygar-lıkları da içinde olmak üzere- tüm uygar-lıklarının Türkler’in doğrudan girişimi, yolgöstericiliği ve müdahalesiyle oluştu-ğunu savunan Türk Tarih Tezi’nin tarih ki-taplarında yer alan yansımaları günümüze kadar uzanmaktadır. Örneğin, Mustafa Ke-mal bu konuda şunları söylemişti:“Türk milletinin tarihi, şimdiye kadar sa-yıldığı gibi, yalnız Osmanlı Tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir. Büyük devletler kuran ecdadımız, büyük ve şümullu medeniyetlere de sa-hip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğü tanımak ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecda-dını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” (Akta-ran Etienne Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt, 1998, s. 106)

Temmuz 1931’de toplanan Birinci Türk Ta-rih Kongresi’nde bir konuşma yapan Maarif Vekili (=eğitim bakanı- G. A.) Esat Sağay, Türkler tarafından kurulan devlet ve uygar-

lıklara ilişkin verilerin çarpıtıldığını söyle-dikten sonra sözlerini şöyle sürdürmüştü:“Bu suretle milattan 7,000 sene kadar evvel çiftçilik ve çobanlığı ilerletmiş ve altın, ba-kır, kalay ve demiri keşfetmiş olan Türkler Orta Asya’dan yayıldıktan sonra gittikleri yerlerde ilk medeniyeti neşretmiş (=yay-mış- G. A.) ve böylece Asya’da Çin, Hint ve mukaddes yurt edindikleri Anadolu’da Eti, Mezopotamya’da Sümer, Elam ve niha-yet Mısır, Akdeniz ve Roma medeniyetleri-nin esaslarını kurmuşlar ve bugün yüksek medeniyetlerini takdir ve takip ettiğimiz Avrupa’yı o zamanlar mağara hayatından kurtarmışlardır.” (Atatürk Devri Fikir Ha-yatı II, Ankara, Kültür Bakanlığı, 1981, s. 250-51)

Aynı çizgiyi izleyen tanınmış Türk milli-yetçi akademisyen Osman Turan, ilk basısı 1968 yılında yayımlanan bir kitabında şöy-le diyordu:“İslam’dan önce Türkistan. İslam devrinde de Yakın-şark ve Türkiye merkez olmak üzere Çin, Hindistan, Afganistan, Horasan, Şarki (=Doğu- G. A.) ve Orta Avrupa, Bal-kanlar, İran, Azerbaycan, Kafkasya, Ana-dolu, Rumeli, Irak, Suriye, Mısır ve Şimali (=Kuzey- G. A.) Afrika Türkler’in başlıca istila, göç ve hakimiyet sahaları olmuş-tu. Türkler bu ülkelerde bir çok devletler ve imparatorluklar kurmuşlar; muvakkat (=geçici- G. A.) yurtlara ve devamlı im-paratorluklara sahip olmuşlardır.” (Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, Cilt 1, İstanbul, Boğaziçi, 1999, s. 2)A.Deliorman’ın 1992’de yayımlanan Lise I Tarih kitabında ise şöyle deniyordu:“Milletimiz geçmişte Asya, Avrupa ve Afrika’da onaltı büyük imparatorluk, çok sayıda devlet kurmuşlardır.“Dünyada hiçbir millet Türk milleti kadar çok devlet kurmamıştır.“Tarih bilginleri 375 yılında başlayan Ka-vimler Göçü ile 1683’teki II. Viyana Ku-şatması arasındaki uzun süreyi ‘Türk Çağı’ olarak tanımlamışlardır.” (Türk Tarih Te-zinden Türk-İslam Sentezine, s. 103) Burada asıl konumuz, Türk toplumunda devlete tapmanın ve onu yüceltmenin ne-denleri değil. Gene de geçerken bu devlet fetişizminin bellibaşlı nedenlerinden ikisi-ni belirtmek isterim. Bunlardan birincisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin; bir dönemin en güçlü devleti olan, 600 küsur yıllık ömrü boyunca pek çok kavmi kendi boyundu-ruğu altında tutan ve bu süre içinde hem üretim araçlarını, hem de siyaset ve kültür alanlarını kendi denetimi altında bulun-duran Osmanlı devletinin ve hatta ondan önceki Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun ve Anadolu Selçuklu devletinin mirasçısı oluşudur. İkinci neden, Müslüman-Türk burjuvazisinin ana gövdesinin özellikle 20. yüzyılın başlarında İttihat ve Terakki kli-ğinin yönettiği devletin Ermeni, Süryani ve Rum halklarına karşı gerçekleştirdiği terör, kıyım, zorla göçertme ve mülksüz-leştirme yoluyla meydana gelmiş olmasıdır. Belki bunlara bir üçüncü neden ekleyebili-

Garbis Altınoğlu

Page 53: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 53 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53riz: O da, ömrünün son ikiyüz küsur yılı boyunca Batı Avrupa ülkelerinin ve Çarlık Rusyası’nın müdahale, toprak gaspı ve sal-dırıları karşısında sürekli bir gerileme ve zayıflama süreci yaşayan Osmanlı devleti-nin Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde bir yokolma tehlikesinden, gene devleti temsil eden İttihatçı-Kemalist çelik çekirdek tara-fından kurtarılmış ve Türkiye Cumhuriyeti biçimi altında restore edilmiş olmasıdır. Yani Türkiye burjuvazisi, başka hiçbir yer-de olmadığı ölçüde varlığını, oluşmasını ve gelişmesini, Anadolu’nun Müslüman halkı-nı -ve Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan gelen Müslüman göçmenleri- Türk ulusu kalıbına döken devlete borçludur.

En kodaman burjuvaların bile, eğer devlet iktidarını elinde bulunduruyorlarsa Adnan Menderes, Turgut Özal ya da Recep T. Er-doğan gibi daha dünün çocukları sayılması gereken ikinci ya da üçüncü sınıf politika-cılar karşısında elpençe divan durmaları-nın, eğilip bükülmelerinin altında işte bu maddi nedenler yatmaktadır. Aynı ölçüde önemli bir başka husus da, 90 yıl önce ku-rulan Cumhuriyet rejiminin oluşumundan bu yana ülkede kapitalizmin büyük ölçüde gelişmesine rağmen bu sakat ve zenofobik devletçi-milliyetçi anlayışın, egemen sını-fın bütün fraksiyonları tarafından içselleş-tirilmiş olması ve hatta toplumun muhalif ve devrimci öğelerinin zihin dünyasını da şu ya da bu ölçüde etkilemiş ve etkilemekte olmasıdır. Türkiye’de Allahın millete değil, ama devlete zeval (=yokoluş, tükenme- G. A.) vermemesi gerektiği anlayışı sanıldı-ğından da yaygındır.

Türkiye’nin bugün yaşamakta olduğu siya-sal keşmekeşin ve bu keşmekeş karşısında sergilenen tepkisizliğin işte bu sözünü et-tiğim gelenekle, devletin ve onu yöneten-lerin putlaştırılması ve sorgulanamazlığı geleneğiyle yakından ilintili olduğunu söyleyebiliriz. Bugün Başbakan R. T. Er-doğan ve yönettiği AKP hükümeti, Tür-kiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş ve hatta dünyada çok az rastlanır düzeyde hırsızlık, rüşvet ve yolsuzluk olaylarının basıncı altında sarsılmaktayken hiçbir şey olmamış gibi davranabilmekte, hatta ken-disini “uluslarası bir komplo”nun ve gerici Fethullah Gülen hareketinin saldırısının kurbanı olarak sunabilmektedir. Bu klik; varolan gerici burjuva hukukunu da ayak-lar altına alarak bu olayları örtbas etmeye, hatta karşı-saldırıya kalkışmakta, savcı-ların soruşturma açma yetkilerini ortadan kaldırmaya ve gerici yargı mekanizmasını tümüyle kendisine bağlamaya girişmekte, görsel ve yazılı basın üzerindeki tekelimsi konumunu pekiştirmekte ve sanal alandaki eleştirileri engellemeyi sağlayan bir san-sür yasasını TBMM’nden geçirmektedir. Başbakan Erdoğan bu siyasal istikrarsız-lığın ülke ekonomisi üzerindeki olumsuz etkilerine işaret eden ünlü işadamlarını ve -CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğ-lu da içinde olmak üzere- kendisini eleş-tirmeye kalkan herkesi “vatana ihanet”le

suçlamakta, önüne gelene hakaret etmekte ve ülkeyi 1930’lardan bu yana görülmemiş bir “tek adam diktatörlüğü”ne götürmekte-dir. Öte yandan, yıllardır çözüm bekleyen Türk-Kürt sorunu, şu sıralar ciddi bir silah-lı çatışma yaşanmamasına rağmen içten içe işlemeye devam etmekte, Erdoğan kliğinin anti-Alevi çizgisi ülke içinde mezhep ça-tışmasının zeminini güçlendirmekte, din-sel fanatizmin AKP hükümeti döneminde katlanarak büyümesi, insanların yaşam tarzına müdahale girişimleri, toplumun daha kentli, daha eğitimli katmanlarıyla taşra gericiliği arasında çatışma eğilimini körüklemekte, kamu kaynaklarının AKP döneminde tavan yapan eş-dost kapitalizmi eliyle yağması, eğreti ve güvencesiz çalış-manın yaygınlaştırılması ve doğal çevrenin ve tarihsel mirasın yıkımının fütursuzca sürdürülmesi, emekçi yığınların daha geniş katmanlarının öfkesini giderek daha fazla arttırmaktadır. Bu arada Türkiye’nin dış politikası belki de en kötü ve en başarısız dönemini yaşamakta, ülkenin enerji gü-venliği tehlikeye girmekte, daha da önem-lisi Osmanlı İmparatorluğu’nun güncel bir versiyonunu kurma hayalleri yıkılan Türk gericiliğinin Suriye’deki terörist grup-lara sistemli ve açık bir biçimde destek vermesine, ABD emperyalistlerinin bile denetleyemediği bu gruplarla çok sıcak bir ilişki içine girmesine ve 1 milyondan fazla Suriyeli’nin topraklarına yerleşmiş olmasına bağlı olarak Türkiye çok ciddi iç güvenlik sorunlarıyla karşılaşma riski al-tına girmektedir vb. Ama, daha da kötüsü var: Erdoğan kliği içine itildiği kapandan kurtulmak, iktidarının ömrünü uzatmak ve özellikle de yaklaşmakta olan ekono-mik bunalıma bağlı olarak kaçınılmaz bir biçimde yükselecek olan yoksullaşma ve işsizlik karşıtı kitle muhalefetini etkisiz-leştirmek için pek çok şeyi yapmaya hazır gözüküyor. Türkiye’nin, tersi yöndeki sav-lara rağmen bu terörist grupları perde arka-sından desteklemeye devam eden ABD ve İsrail’in üstü örtülü itelemesiyle Suriye’ye ve Kuzey Suriye’deki gerçekleşen Rojawa ulusal devrimine karşı bir askeri operasyo-na girmesi olasılığı bir kez daha gündeme gelmektedir. (1) Erdoğan kliğine, ülke ça-pında bir sıkıyönetim uygulamak ve seçim-leri ertelemek olanağı verecek olan böylesi bir askeri müdahalenin Türkiye’nin bütün iç çelişmelerini daha da keskinleştirmesi, ülkeyi bir iç savaş ortamına sürüklemesi ve bir devrimci duruma yol açması beklenebi-lir ve beklenmelidir. (2)

Ancak, neredeyse herbiri ayrı bir skandal niteliği taşıyan bu olgular karşısında ser-gilenen göreli sessizliği nasıl açıklamalı? Göstermelik değil de sahici bir devlet gele-neği ve devlet aklı olan bir egemen sınıfın ve onun devletinin değişik konumlardaki temsilcilerinin tam da bu koşullarda yap-ması beklenen nedir? Asıl yükünü emekçi yığınların çektiği, ama egemen sınıfın ve onların devletinin stratejik çıkarlarına da zarar veren ve hatta ülkeyi adeta felake-te sürükleyen bu gidişata karşı net ve ka-

rarlı bir tutum almak. Ama böylesi ve bu düzeyde bir tepkiyi, ne CHP ve MHP gibi gerici düzen partileri, ne de devlet aygıtı -ordu, MİT, polis, sivil bürokrasi, yargı- ve onun değişik bölümlerinde yer alan üst düzey bürokratların ve düzenin diğer öğe-lerinin göstermemesi ve hepsinin de ade-ta yele kapılmış yapraklar gibi olayların akışıyla birlikte sürüklenmeleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin hal-i pür melalini göster-meye yeter. Bu durumda, aslında Erdoğan kliğine yakın bir isim olan Sedat Laçiner’in geçenlerde şunları söylemesi hiç de şaşırtı-cı olmamıştır:

“En büyük şehir efsanemiz ‘Türklerin bin yıllık bir devlet geleneğine sahip olduğu’ yalanıdır. Bugün yaşadıklarımız bu koca efsanenin çöküşünün en güzel örneklerin-den biridir.” (“İlkeler ve Kurumlar”, Star, 27 Aralık 2013, italikler yazarın)

Benim de savunduğum bu saptamanın doğ-ru oluşunun en önemli kanıtlarından biri Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı macera-sıdır. Bundan yaklaşık 100 yıl önce, yani 28 Temmuz 1914’te Birinci Dünya Savaşı olarak bilinen emperyalist paylaşım sava-şı başlamış ve İttihat ve Terakki kliğinin yönettiği Osmanlı İmparatorluğu da 29 Ekim’de Alman komutanlarının yönettiği Osmanlı donanmasının Rusya limanları-na saldırması ve Rusya’nın da 30 Ekim’de Türkiye’ye savaş ilan etmesi sonucunda savaşa sürüklenmişti. Gerek egemen sınıf düzeyinde ve gerekse aydınlar ve -doğal olarak- halk düzeyinde hükmünü sürdüren toplumsal bellek yoksunluğunu dikkate alarak bu olayın öncesine ve ayrıntılarına çok kısa bir biçimde göz atalım.

II. Abdülhamit döneminde gelişmeye baş-layan Almanya-Türkiye ilişkileri, İttihat ve Terakki’nin iktidarı tam olarak ele geçir-diği 1913’ten itibaren daha da gelişmiş ve Prusya militaristleri İttihat ve Terakki ve özellikle de Enver Paşa üzerindeki nüfuzla-rı ve Osmanlı ordusu içinde kilit noktalar-da bulunmaları sayesinde Türkiye’yi kendi savaş arabalarına bağlayabilmişlerdi. Daha bir yıl önce Balkan savaşlarından yenilgiy-le çıkmış, ordusu dökülmekte ve hazinesi tamtakır olan ve böylesi çok daha büyük bir savaşın gerektirdiği altyapıdan ve manevi hazırlıktan hemen hemen tümüyle yoksun bulunan Osmanlı devletinin en az gereksi-nim duyduğu şey herhalde Birinci Dünya Savaşı mezbahasına sürüklenmekti. Buna rağmen Türkiye, sadece bir kaç üst düzey yöneticinin kararı ve inisiyatifiyle bu sava-şa balıklama atıldı. 2 Ağustos 1914’te, Al-man elçisi Hans von Wangehheim’ın dayat-ması ve sadece dört üst düzey yöneticinin -Sadrazam Sait Halim Paşa, İçişleri Bakanı Talat Paşa, Savaş Bakanı Enver Paşa ve Me-busan Meclisi Başkanı Halil Bey- kararıy-la Türkiye ile Almanya arasında bir askeri bağlaşma anlaşması imzalandı. Bundan sekiz gün sonra, yani 10 Ağustos 1914’te İngiliz savaş gemilerinden kaçan -ve Yavuz ve Midilli adlarını alacak olan- Goeben ve

Page 54: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 54 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53Breslau adlı iki Alman savaş gemisi, sadece Enver Paşa’nın aldığı bir kararla Çanakka-le Boğazı’ndan geçerek Türkiye’ye sığındı. Daha sonra, gene sadece Enver Paşa ile Ce-mal Paşa’nın aldığı bir kararla Karadeniz’e açılan bu iki Alman savaş gemisinin 29 Ekim 1914’te Rus limanlarına saldırması üzerine Türkiye kendisini Birinci Dünya Savaşı’nın içinde buldu. Bu ise; yüzbinlerce asker ve sivilin ölümüne, ülkenin daha da yoksullaşmasına ve Osmanlı devletinin yı-kımına yol açan ve bu arada Ermeni, Rum ve Süryani halklarına karşı girişilen terör, kıyım ve mülksüzleştirmeye uygun ortam yarattı. Bütün bu kararların alınmasında, görüşlerini bir sömürge valisi edasıyla Os-manlı yöneticilerine dayatan ve Osmanlı bakanlarını bile azarlamaktan çekinmeyen Alman elçisi Hans von Wangehheim ile hızla yükselen ya da yükseltilen ve daha 32 yaşında savaş bakanlığı koltuğuna oturan ve edimsel olarak Osmanlı ordularının baş-komutanı olan “Almanların sadık dostu” Enver Paşa son derece önemli, hatta belir-leyici bir rol oynayacaktı.

Türk burjuvazisi ve devletinin sahici bir devlet geleneği ve bir devlet aklı olmadığı-nın bir başka göstergesi, onların son yıllara kadar Türk-Kürt sorunu karşısında takın-dıkları histerik ve irrasyonel tutumdur. Bu-rada bu tutumu, ABD ve ortaklarının Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için Ocak 1991’de gi-riştikleri İkinci Körfez Savaşı örneği üze-rinden betimlemeye çalışacağım.

Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın çok istek-li olmasına, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in görevinden uzaklaştırılması için elden gelen herşeyin yapılmasını, hat-ta bu çatışmayı fırsat bilerek Misak-ı Milli sınırları içinde olan Musul ve Kerkük’ün Türkiye’ye katılmasını savunmasına rağ-men Türk gericileri, ‘‘Çöl Fırtınası’’ adı verilen İkinci Körfez Savaşı’nda doğrudan yer almadılar. Ama bu, İncirlik üssünden kalkan ABD savaş uçaklarının Irak’ı bom-balamasına izin veren bu bayların, emper-yalist efendilerinin yanında saf tutmadıkla-rı anlamına gelmiyordu. Irak’ın kısa sürede yenilgiye uğradığı bu savaştan sonra bu ülkeye karşı alınan ABD güdümlü BM ambargo kararlarını “ilk uygulayan” ülke, Habur sınır kapısını ve Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapatan Türkiye oldu. Ancak Irak’a uygulanan insanlık-dışı am-bargodan ve Irak ekonomisinin bu yolla çö-kertilmesinden Irak’ın yanı sıra Türkiye de zarar gördü. Hazine Müsteşarlığı’nın 2001’e ilişkin resmi rakamlarına göre Irak ambar-gosunun Türkiye ekonomisine doğrudan faturası o güne kadar 35-40 milyar doları bulmuştu. Ne var ki, yitirilen pazarlar, aza-lan ihracat, artan işsizlik, kapanan şirket-ler, onbinlerce kamyon ve TIR’ın atıl kal-ması ve müteahhitlik sektörünün zararları da hesaba katıldığında bu fatura on yılda 100 milyar dolara kadar çıkıyordu. Aslında dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal da bunu kabul etmiş ve ABD’ni, Türkiye’nin zararlarını karşılayacağı yolundaki sözle-

rini yerine getirmediği için eleştirdiği bir CNN mülakatında şöyle demişti:

‘‘Bize verilen sözler tutulmadı. Gürlüyorlar ama bir türlü yağmur olup yağmıyorlar.’’

Ama ambargonun, Türk gericileri açısın-dan yol açtığı daha önemli sorunlar vardı. Irak halkını aç, ilaçsız, elektriksiz vb. bı-rakarak milyonlarca kadın, çocuk ve yaş-lının ölümüne yol açan bu uygulamanın bir diğer sonucu, Irak Kürtleri’nin ve PKK’nın güç kazanması oldu. (Burada okurların, bu-günkü durumun aksine o sıralar Türk ge-ricilerinin, özerklik de içinde olmak üzere her türlü Kürt siyasal oluşumuna kesinlikle karşı olduklarını anımsamaları gerekiyor.) Neden? Çünkü ABD ve Britanya 1991 sava-şının ertesinde, sözümona Kürt halkını ko-rumak için Irak’ın 36. paralelin kuzeyinde ve gene sözümona Şii halkını korumak için de 33. paralelin güneyindeki bölümlerini “uçuşa yasak bölge” ilân etmiş, Irak savaş uçaklarının buralara girmesini yasaklamış, bu yasağı uygulamak ve denetlemek için Temmuz 1991’de, Irak hedeflerini yıllardır keyfi bir tarzda bombalayan ve Çekiç Güç adı verilen bir ortak hava gücü oluşturmuş-lardı. Ancak, ABD ile Britanya’nın Güney Kürdistan’ı “koruma” altına almak amacıy-la attıklarını ileri sürdükleri bu adım Türk gericilerinin “Kürt devleti” paranoyaları-nın -bu kez kısmen haklı olarak- canlanma-sına neden oldu. Bir dizi üst düzey askerî ve sivil yetkili, üstelik Türkiye’deki İncirlik ve Türkiye Kürdistanı’ndaki Pirinçlik hava üslerinde konuşlanan Çekiç Güç’ün hem Güney Kürdistan’da bir Kürt devletinin oluşumuna, hem de PKK’ya katkıda bu-lunduğunu ileri sürdüler. Asıl ilginç olanı da şu: Türk gericilerinin bu, hiç de gizlen-meyen kaygılarına rağmen TBMM Aralık 2002’ye, yani ABD’nin Mart 2003’de Irak’a karşı gerçekleştireceği son saldırının bir-kaç ay öncesine kadar her altı ayda bir Çe-kiç Güç’ün süresinin uzatılmasını onayla-dı. Yani gerek askerî klik ve gerek burjuva hükümetleri Çekiç Güç’ü ve Aralık 1996’da onun yerini alan Keşif Güç’ü desteklediler; onlar başından beri, bu güçlere bağlı ABD ve Britanya uçaklarının Türkiye’den kal-karak Irak topraklarındaki “uçuşa yasak bölgede”ki askerî ve sivil hedefleri bom-balamasına ve Güney Kürdistan’ın ABD, İsrail Britanya vb. istihbarat servislerinin cirit attığı bir alan hâline getirilmesine suç ortaklığı etmeye devam ettiler.

Milletvekilliği, anayasa komisyonu başkan-lığı, Avrupa Konseyi başkan vekilliği gibi görevlerde bulunan kıdemli burjuva politi-kacısı Cevdet Akçalı, 21 Temmuz 2003 ta-rihli köşe yazısında konumuz açısından çok önemli bir değerlendirme aktarmıştı. O bu köşe yazısında, 12 yıl önce, yani 1991’de, içinde yeraldığı TBMM Dışişleri Komisyo-nu üyeleriyle birlikte Britanya parlamento-sunu ziyaret ettiğini belirttikten sonra şun-ları yazmıştı:

“İngiliz Parlamentosu Dışişleri Komis-

yonu’nu ziyaretimiz sırasında, komisyon başkanı aynen şunları söylemişti:

“ ‘Siz Kuzey Irak’ta, Saddam’ın otorite-sinin olmadığı bir bölge kurmak istiyor-sunuz. Böyle bir bölgenin oluşturulması orada bir otorite boşluğu yaratacaktır ve bu boşluk, o mıntıkada bir ‘Kürt devletinin’ kurulmasına imkân verecektir. Böyle bir ihtimali hiç dikkate almıyor musunuz?’...

“Aradan on yıl geçti. İngiliz parlamente-rin söyledikleri aynen gerçekleşti. Orada bir otorite boşluğu yaratıldı. Bu boşluktan yararlanarak PKK oraya yerleşti. Mahalli Kürt grupları, kendi parlamentolarını oluş-turdular. Amerika ve İngiltere, Türkiye’yi bir kenara iterek, kendi planlarını uygula-dılar.

“Öyle ki, ne gücümüz Çekiç Güç’ü geri göndermeye yetti, ne de onların, ülkemiz aleyhine bütün sinsi faaliyetlerini, bilme-mize rağmen engelleyebildik.” (“Kuzey Irak’ta Olanların Geçmişi”, Yeni Şafak, 21 Temmuz 2003) Akçalı daha sonra, ABD işgal kuvvetlerinin 4 Temmuz 2003’de Irak’ın Süleymaniye kentindeki karargah-larına baskın yaparak gözaltına aldıkları 11 Türk ordusu mensubunun başına çuval geçirilmesi olayına göndermede bulunarak sözlerini şöyle sürdürüyordu:

“Bu geçmişi bilmeden, ‘Kuzey Irak’ta neler oluyor? Askerlerimize bu muamele neden yapılıyor?’ sualine cevap vermemiz müm-kün değildir. Kaba bir benzetmedir amma, Türkiye ava giderken avlanmıştır.

“Amerika ve Batı dünyasında Türkiye, elinden lokması kolay alınan, uysal bir ülke durumundadır. Bu imajın düzeltilme-si de çok zordur. Çünkü, Türkiye denince Amerika’nın aklına Türk ordusu ve onun generalleri gelmektedir...” (aynı yerde)

Evet; Cevdet Akçalı’nın, adıgeçen İngiliz politikacının ağzından aktardığı tanıklık-la Türk gericilerinin bir devlet geleneği ve devlet aklı olmadığını bir kez daha, hem de çarpıcı bir biçimde doğruladığını söyleye-biliriz.

Belki bütün bunlara Türk yöneticilerinin, Abdullah Öcalan’ın gerici bir Türk-Kürt bağlaşması kurulması önerisini, hem de yıllardır inat ve ısrarla kabul etmeye ya-naşmamasını ve görmezden/ duymazdan gelmesini ekleyebiliriz. Öcalan ve diğer PKK/ KCK liderleri böylesi bir bağlaş-manın, aslında Türk burjuvazisinin ülke içindeki konumunu pekiştireceğini ve güç ve nüfuzunu arttıracağı Türk burjuva devletini Ortadoğu bölgesinde lider ülke haline getireceğini söyleyip duruyorlar. Ne var ki, hemen hemen tüm Türk askeri ve sivil yöneticileri, akademisyenleri ve köşe yazarları görülmemiş bir aymazlıkla ve yakın zamana kadar, Öcalan’ı “bölücü” olarak nitelendirmeyi ve onun bağımsız bir Kürdistan’dan yana olduğunu dile getiren

Page 55: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 55 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53bir yaygara kampanyasını sürdürmüştü. Oysa PKK lideri Kürt ulusal hareketinin, 20 yıl öncesinden, yani en azından 1994’ten bu yana, bağımsız Kürdistan düşüncesin-den vazgeçtiğini, asıl istediklerinin Türki-ye sınırları içinde eşit haklar ve Kürt ulusal kimliğinin tanınması olduğunu pek çok kez açıklamıştı. Örneğin Öcalan, 6 Aralık 1994’de Budapeşte’de toplanan AGİK doru-ğunda biraraya gelen emperyalist ve gerici burjuva devlet yöneticilerine yönelik olarak ilettiği açıklamasında şunları söylemişti: “Bizim Türkiye’den istediğimiz bir siyasi diyaloga imkan hazırlamasıdır. Bizim, söy-ledikleri gibi Türkiye’yi bölüp parçalamak gibi bir niyetimiz yok. Şunu da çok açık-ça söyledik: Bu koşullarda alın götürün Kürdistan’ı deseler biz kabul edemeyiz. Çünkü bizim, Türkiye ile birlikteliğe ihti-yacımız vardır. Mevcut ekonomik, sosyal ve siyasal nedenler, uzun bir süre birlikte yol almamız gerektiğini halklar arası ilişki-lerin demokratik temelde düzenlenmesinin her iki halkın çıkarlarına çok uygun oldu-ğunu açıkça ortaya koyuyor.... Zannedi-yorlar ki salt bir ayrılıkçı hareket var. Tam tersine Türkiye’yi güçlendirme, demokra-siyi güçlendirme ve özellikle halkı güçlen-dirme hareketi sözkonusudur. Ortada eğer zarar görecek bir şey varsa bu Türkiye’nin birliği ya da bütünlüğü değildir... Bizim amacımız, zorla da dayatsalar ayrılığı ge-liştirmek değil, tam tersinedir. (Başbakan ve Cumhurbaşkanı Turgut- G. A.) Özal da söyledi. (Başbakan Yardımcısı Murat- G. A.) Karayalçın da söyledi. Federasyon di-yorlar. Bazı biçimler o kadar önemli de-ğildir. Türkiye’nin bütünlüğü içinde çok çeşitli çözüm yolları vardır. Bir çok federe devlet sistemleri var. Almanya, Amerika, İspanya birer örnek. İngiltere bile şimdi İrlanda sorununu diyalog ile çözüyor. Bu örnekleri gözönüne getirerek herhangi bir birleşme biçimi üzerine tartışılabilir.” (Ö. Ülke, 6 Aralık 1994)

Öcalan’ın bu sözlerinde anlatımını bulan bu çıplak ve basit olguyu bile kavrayamayan, ya da daha da kötüsü kavradığı halde çarpı-tan ve bu çarpıtmadan hareketle yıllardır bir Türk-Kürt çatışmasını kışkırtmaya çalışan Türk yöneticilerinin ve devletlu aydınları-nın, sözcüğün olumlu anlamında bir devlet aklına sahip olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da Türkler’in geçmiş yüzyıllarda kur-muş oldukları devletlerin deneyimlerinden ders çıkarma ve bu deneyimi bugün karşı karşıya gelinen sorunların çözümünde kul-lanabilme yetisine sahip olduğunu? Elbette hayır. Herhalde satırlarıma, ırkçı-faşist ya-zar ve ideolog Nihal Atsız’ın şu sözleriyle son vermem uygun düşecektir:

“Adama sorarlar: Elli devlet kurdun da neden hiçbirini yaşatamadın? Neden kala kala orta çapta bir Türkiye Cumhuriyeti’ne kaldın? Zoraki tarih bilginleri tabii bu so-runun cevabını veremeyeceklerdir. Çünkü tarihî gerçek hiç de öyle değildir. 16 veya 50 devlet kurulmuş değildir. Gerçekte ana-

yurtta bir, nihayet iki devlet kurulmuş, anayurt dışında da buna üç beş devlet daha eklenmiştir. O kadar.” (Aktaran Ayşe Hür, “Türkler Mu’dan mı Ergenekon’dan mı?”, Taraf, 11 Mayıs 2008)

DİPNOTLAR

(1) İsviçre’nin Montrö kentinde 22 Ocak’ta başlayan, ancak beklendiği gibi başarısız-lıkla sonuçlanan Cenevre görüşmelerinin ardından ABD ve ortakları Suriye’ye askeri saldırı olasılığını yeniden gündeme getirdiler. Montrö’de Suriye hükümetine, Suriye içinde hiçbir gücü ve etkisi olmayan ve Washington’un basit bir uzantısından başka bir şey olmayan Suriye muhalefetiy-le ortak bir geçiş hükümeti oluşturulması için baskı yapmaya kalkan ABD heyeti, görüşmelerin sonuna doğru provokatif bir açıklama yaptı. Buna göre Kongre bir süre önce “gizli” bir yasa onaylamış ve ABD Eylül ayından itibaren rejim-karşıtı güç-lere milyarlarca dolar silah yardımı yap-maya başlamıştı. Tabii bu, ABD’nin aylar önce yaptığı ve muhaliflere silah yardımını durdurduğu yolundaki açıklamasının kuy-ruklu bir yalan olduğunu ve ABD heyetinin Cenevre görüşmelerine katılmasının göz boyamaktan başka bir anlam taşımadığını bir kez daha kanıtlamış oldu. Bu arada Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin CIA’nın denetim ve yönlendirmesi altında terörist gruplara silah göndermeyi sürdür-düklerini de unutmayalım.Öte yandan ABD Dışişleri Bakanı John Kerry Montrö’de; kimyasal silahları

taşıma işlemlerinin yavaş yürüdüğü savını ileri sürdü. Ona göre Şam, BM “Güvenlik” Konseyi’nin bu işlemleri düzenleyen 2118 Sayılı Kararına uymamıştı. Kerry’e göre bu, ABD ve ortaklarına BM Sözleşmesi’nin 7. Maddesi uyarınca Suriye’ye karşı askeri operasyon yapma hakkını veriyordu. (Bu maddenin Libya’ya saldırmak, orada meş-ru hükümeti devirmek ve 50,000’e yakın insanın ölümüne yol açan emperyalist müdahalede kullanıldığını anımsatayım.) Oysa Suriye hükümeti, kimyasal silahları taşıma işlemlerinin tamamlanması için kendisine çok kısa bir süre tanındığını ve bu işlemlerin gerçekleştirilmesinin, ABD ve ortaklarının beslediği terörist grupla-rın saldırılarının damgasını vurduğu bir savaş ortamında hiç de kolay olmadığını belirtiyor.(2) Suriye ve Ortadoğu konusunda ABD ile Türkiye arasında var olan ve Washington ile Ankara’nın arasını bir ölçüde geren görüş ayrılıkları, her iki kamptaki savaş suçlularının Baas rejiminin yıkılması ve Suriye’deki terörist grupları destek-leme konusunda karşı karşıya geldik-leri anlamına gelmemektedir. Bu görüş ayrılığının özü; artık dikkatini, yükselen Çin’i kuşatmak için Asya-Pasifik bölgesi-ne çevirmiş olan ABD emperyalistlerinin Baas rejiminin doğrudan bir dış askeri müdahale olmaksızın yıkılamayacağını kavramış, ancak kitle tabanı daralmış ve Ortadoğu’da sahip olduğu nüfuzu hemen hemen tümüyle yitirmiş olan AKP hüküme-tinin ise artık onlara yük olmaya başlamış olmasıdır.

KÜRDSİAD için girişimDiyarbakır'da bir grup işadamı ve sanayici tarafından Kürdistan Sanayici ve İşadam-ları Derneği (KURDSİAD) kurulması için bir girişim kuruldu.

DİYARBAKIR - Diyarbakır'da bir grup işadamı ve sanayici 'Kürdistan Sanayici ve İşadamları Derneği' (KURDSİAD) kurmak için çalışmalara başlayarak girişim oluşturdu.

Girişim Diyarbakır'daki iş kurumları ziyaretleri kapsamında bugün Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Ahmet Sayar'ı ziyaret etti. Baki Karadeniz, Hüseyin Bardakçı ve Şükrü Adanır'dan oluşan girişim grubu sekretaryası ile girişim grubunda bulunan Mimarlar Odası Başkanı Merthan Anık ve TOBB Genç Girişimciler Başkan Yardım-cısı Mehmet Akyıl'ı kabul eden Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Sayar, çözüm süre-cinden bu yana artık ekonomi boyutunun ön plana çıktığını belirterek, şöyle dedi:

"Ekonomik kalkınma, temel hak ve özgürlükler kadar önemlidir. Dernekler de bu işin önünü açacak önemli kurumlardır. Sivil Toplum Kuruluşları bir çok konuda, hatta mevzuat belirleme noktasında dahi belirleyici olmaya başladı. Kalkınmanın önünü açacak bu çalışmalarda emeği geçen herkesi tebrik ediyoruz. KURDSİAD'ı resmiyete kavuşur kavuşmaz Diyarbakır iş konseyine davet ediyoruz."

KURULUŞUNU 21 MART'TA İLAN EDECEK Sekretarya adına konuşan KURDSİAD'ın kurucular kurulu üyesi Hüseyin Bardakçı, resmileştiklerinde 'Kürdistan' ismiyle kurulan ilk iş derneği olacaklarını söyledi. Baki Karadeniz ise, siyasal olmaktan çok iş hayatının temel sorunlarıyla ilgili bir duruş sahibi olacaklarını, derneğin kuruluş çalışması başlattıklarını bu kapsam-da kurumları ziyaret edip fikir alış verişinde bulunduklarını söyledi. Karadeniz, kuruluşlarını 21 Mart nevruzunda açıklayacaklarını ve resmi başvuruyu da o gün yapacaklarını belirterek, "Kürdistani değerlere önem veren arkadaşları dernekleri çatısı altında görmek istiyoruz" dedi. DHA - Ferit ASLAN

Page 56: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 56 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

KADIN (KADIN ve ŞİDDET)

Bakınız Türk Dil Kurumu Sözlüğünde ne-ler var kadına ilişkin

KADIN

1. Erişkin dişi insan, hatun, hatun kişi, zen2. Analık veya ev yönetimi bakımından ge-reken erdemleri, becerileri olan3. Hizmetçi bayan4. Bayan yukarıdaki dört sıfatın dördü de birbirin-den kışır ve hiç biri aslında kadını tanım-lama gücüne sahip degil. Ama özellikle ikinci madde sistemin kadına biçtiği rolü göstermesi bakımından altı kalınca çi-zilmesi gerekendir. Üçüncü madde zaten kilometreden sırıtıyor. Gelelim dördüncü maddeye; sanki "bay"dan bozma bir kav-rammış gibi bir çağrışım yapıyor. yada ba-yın yani (yedegi)mi demeli?Şu türkçenin ifade gücüne hayran olmak elde degil. Nutkum tutuldu ne diyeyim.

Atasözü, deyim ve birleşik fiillerkadının fendi, erkeği yendi.. erkeğe el kı-nası, kadına yüz karası.. erkeğe hak, kadı-na müstehak.. saçı uzun, aklı kısa..

Birleşik Sözlerkadınana kadın avcısı kadın başına kadın berberi kadınbudu kadındüğmesi kadınevikadıngöbeği kadın hareketi kadın hastalık-ları kadın kadına kadın kadıncık kadınninekadın terzisi kadın ticareti kadıntuzluğu

kadınlar hamamı ana kadın ayşekadın bohçacı kadın genel kadın kiralık kadın kötü kadın temizlikçi kadın

yazıcı kadınbilim kadını ev kadını hayat kadını

iş kadınıOsmanlı kadını salon kadını sokak kadını

Yukarıdaki alıntılar Türk-İslam erilege-men sisteminin kadına bakış açısını çok net bir şekilde göstermektedir. Kavram-ların birçoğu kadını aşağılarken, örneğin Genel Kadın, Kadın Ticareti, Kötü Kadın, Kadınbudu, Kadıngöbeği gibi bir çok sıfat erkek için kullanılmamaktadır.İsterseniz tersten alalım daha iyi anlaşıl-ması için. Erkek baba, erkekbudu, erkek hareketi (!), erkek dede, erkekler hamamı, genel erkek, yazıcı erkek, is erkeği, erkek avcısı, erkek düğmesi, erkek hastalıkları, erkek terzisi, baba erkek, kiralık erkek, bilim erkeği, Osmanlı erkeği, erkek bası-na, erkek evi, erkek erkeğe, erkek ticareti,

Ahmet erkek, kötü erkek, ev erkeği, salon erkeği, erkek berberi, erkekgöbeği, erkek erkekçik, erkek tuzluğu bohçacı erkek, te-mizlikçi erkek, hayat erkeği, sokak erkeği,Görüldüğü gibi bir çok sıfat erkeğe uyar-landığında göze ve kulağa yabancı, eğreti duruyor. Eril egemen sistemin kadına ya-kıştırdığı tüm bu sıfatlar hiç bir şekilde hoş görülemez, hoş gösterilemezler. Çünkü; en basta insani değiller.Bilim Adamı, Öğretmen gibi kavramlar da eril egemen sistemin insanlığın diline yerleştirdiği ve bir an önce tüm lugatlardan silinip atılması gereken kavramlardır.Örneğin; almanca´da Öğreten kadın (Leh-rerin) ve öğreten erkek (Lehrer) sıfatlarıyla eğitimcinin erkek mi yoksa kadın mı ol-duğunu daha ilk anda ayırt edebilirsiniz. Keza bilimin "b" sini bile red eden dinlerin Adem" inden türetilme "Adam" kelime-sinin bilim kelimesine eklemlenmesiyle bilim adamı gibi güdük bir kavram oluş-turulmuştur. Bu kavramın yerine yerleş-tirilmesi gereken "Bilim insani" kavramı olmalıdır. Bilimin erkeğe mahsus bir alan olmadığının, erkeğin tekelinde olamayaca-ğının açık izahı ancak bu şekilde sağlana-bilir.Peki ya buna ne dersiniz?Erkekler, kadınlar üzerinde hâkimdirler. Çünkü Allah kimini kiminden üstün kıl-mıştır. Hem de erkekler mallarından infak etmektedirler. İyi kadınlar; itaatli olan ve Allah’ın kendilerini korumalarına karşılık, kendileri de gizliyi koruyanlardır. Serkeş-lik etmelerinden endişelendiğiniz kadınla-ra öğüt verin, kendilerini yataklarında yal-nız bırakın, (yine uslanmazlarsa) dövün, (Nisa Suresi 34. Ayeti’n İbni Kesir tevsir i 4. Cilt / 1678–1682 )Sahi! bir milyon yıllık insanlık tarihinde dinlerin varlığı ne kadardır? Birkaç bin yılı geçmiyor. Peki ya insanlık milyon yıllık tarihinde tanrısız nasıl yaşa(r)dı? İnsanlık tarihini 24 saat olarak değerlendirecek ol-sak, dinlerin tarihi bu süre içinde on salise bile etmezken nasıl olup da yaratılış ma-salına inanabiliriz ki? Bu masal ki, kadını Adem´in kaburga kemiginden yaratır.Kadının yaratan, üreten, üreyen yapısını gören, tanıyan gözlerimiz, algılayan bey-

nimize rağmen erkeğin daha üstün olduğu-na nasıl inanabiliriz ki?Aşağıdaki inciler de Diyanet İşleri Baş-kanlığından (hani şu Mustafa Kemal denen toplum mimarinin (!) kurduğu kurum)Diyanet İşleri Başkanı M.Görmez ”Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesinde Din Görevlileri’nin Katkı-sının sağlanması işbirliği protokolü’nün imza töreninde, bu projeye maddi destek sunan BM’ye çıkıştığı ve Kadın ve Aile-den Sorumlu Bakan (!) Fatma Şahin´in kafasını emme basma tulumba gibi salla-yarak onayladığı konuşmasında: ”Kadına karşı şiddetle uğraşacağınıza önce insan-lığa karşı şiddeti önleyin. İnsanlığa karşı şiddeti önleyemeyen kurumlar, kuruluşlar, toplumların kadına karşı şiddeti, insan hakkını, aile içi şiddeti vb. nasıl önleyebi-lirler…”Breh breh breh!!!... Kuzuyu kurda emanet etmek bu olsa gerek. Kadını dine emanet edin ki küllerini bile bulamayasınız. İnsan hakları havarisi kesilen muhterem Diyanet İşleri Başkanı, sıra kadın haklarına geldi-ğinde nasıl da kusuyor panislamist kadın düşmanı zehrini.Tevekkeli değil, aynı suçu işleyen (Zina) kadın recm edilirken erkeğe yalnızca kamçı cezasıyla yetinilir/di İslamegemen Ümmet devlette. Ama zina eden M............................ olunca işler değişiyor, M...................’in eski kölesi ve Askeri komutanı Zayd yeni evlen-diği karısını elceğizleriyle M.....................́ e devrediyordu tanrının buyrugu ve rızası (!) adına.Kemal sağ olsaydı Zat-i muhteremin göz-lerinden mi öperdi yoksa dudaklarından mi bilemiyorum ama. Kurduğu günden bu yana Diyanet İşleri Başkanlığının kat ettiği mesafeye bir söylev vereceği kesindi diye düşünüyorum.Sırası ı gelmişken değinmeden geçeme-yeceğim bir konuda Mustafa Kemal´in eşi Latife Hanımın anılarına konan yasak-tır, Her 25 yılda bir 25 yıllığına uzatılan bu yasak, dördüncü kez uzatılarak Latife hanımın Kemal ile olan anılarının yayımı yasaklanmıştır.Sahi, ne var dersiniz anılarında Latife ha-nımın? Kemal´in karizmasını çizecek bir şeyler olduğu kesin. Yoksa azizin azizli-ğine halel getireceğinden mi korkuluyor dersiniz? Kimbilir belki de kadına tanıdığı söylenen özgürlükleri eşine tanımıyordu, Latife hanımın kendisini ifade etmesi-ne izin vermiyordu. Yani sanıldığı yada sunulduğu kadar eşitlikçi ve özgürlükçü değildi. Tutun ki şimdi Kemal´in cenaze törenindeyiz ve imam "Merhumu nasıl bi-lirdiniz?" diye soruyor ve arka sıralardan Latife hanımın "O sizin bildiğiniz gibi bir aziz değildi!" feryadı yükseliyor ve cemaat

Bir Kavram Bin Kırım Yanilsamalar-11

Ali Haydar K ANLI

Page 57: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 57 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53geri dönüp latife hanimi (kafiri) recm (taş-layarak öldürmek)ediyor.Arapların İslam öncesi süreçte kız çocuk-larını diri diri gömdüğü masalını anlatan zamanımın ders müfredatına ne demeli? Hala aynı masal devam ediyor mu bile-miyorum ama o zamanlarki aklımla bile gülüp geçiyor, bu masala inanmıyordum. Çünkü öyle olsa bir erkek nasıl olup da dört ve daha fazla kadınla evlenebilirdi ki? "Yoksa o zamanlar kadın değil de erkek mi doğuruyordu" diyesi geliyor/du insanin.Ayni şekilde Hıristiyanlıkta "Cadı Avı" süreci de keza kadınların yakılmasıyla başlatılmış olup, soran, sorgulayan herkesi kapsama noktasına değin sürdürülmüştü. Öyle ki; Trier bölgesindeki kimi köylerde tek kadın kalmayacak kadar ileri gitmişti Erilegemen Hıristiyan Engizisyonu.Dişil egemen (Anaerkil - Matriarkal) top-lumda kadın üreten ve yaratanken, erkek yalnızca avlanarak ek besin sağlayabili-yordu. Bu nedenle gelin damat evine değil, damat gelin evine gider (verilir) di. Avla-namadığı zamanlar erkeğe yüz verilmez, yiyecekten daha az pay düşerdi. Bu yiye-cek genellikle ya bir avuç buğdaydı yada birkaç adet meyve. Ailede erkek ikincil plandaydı. Öyle ki; Miras bile kız karde-şin çocuklarına kalırdı, Erkeğin mirastan pay alma şansı yoktu. Daha sonra giderek dönüşen süreçte haklı ve haksız miras kav-ramları oluşmaya başlamıştı. Haklı miras, atalardan kalan ve emek yoluyla elde edi-len miras olup gene kız kardeşin çocukları-na kalırken, haksız miras diye addedilen ve savaş yoluyla yada hırsızlık ve ticaret yo-luyla elde edilen mirastan erkek kardeş ve çocuklar da pay alırlardı. Evi yapan ve yö-neten kadındı. Arkeolojik kazılarda çıkan ilk yerleşim yerlerindeki bacadan girilen evler artık mağaradan farklıydı ve mağa-raya giren insanla, mağaradan çıkan insan arasındaki fark çıplak gözle görülebilecek kadar belge bırakmıştı. İnsanın tüm diğer canlı türlerinin en üst basamağına çıkma-sını sağlayan tüm bu tarihsel kesitin baş kahramanı gene kadındı.Bakınız o günlerden bize miras kalan kimi deyimler bin yıllarca nasıl yasa/tıl/mış.19. yy. a kadar Afrika´daki Asanti Devleti Hükümdarına, erkek olduğu halde "annne-lerin annesi" anlamına gelen "nine" derler-di.-tarihi Semerkant´ta hükümdarlara, eski zamanlarda "sahibe", hanımefendi" anla-mına gelen "afşin" derlerdi.Ananın evin sahibi ve efendisi olduğu mat-riarkal düzenin belleklerde kalan örnekle-ridir bunlar.Hayvanların evcilleştirilmesiyle başlayan Erilegemen süreç (erkek egemenliği -Ata-erkil) kız evine damat giden erkeğin kıy-mete binmesine neden olmuş, bu durum yeni bir sürecin başlangıcı olarak erkeğin yabansanması yerine kadının yabansan-

masına neden olmuştur.Hayvan sürülerini otlatıp çoğaltan ve bas-kın ve hırsızlıklarla kat kat artiran erkek artık evin gözdesi (efendisi) olmuştur. Bu durum klan baskınlarıyla diğer klanlardan kız kaçırmalara, klanlar arası kanlı çatış-malara yol açmış, zamanla yerini düğün geleneğine bırakmıştır. Damat evine gelen gelin kıskanılmış, yiyeceklerden daha az pay alması ve daha çok çalışması sağlan-maya çalışılmıştır. Giderek sanat ve ticare-tin de gelişmesiyle kadın daha da köleleşti-rilerek üretim sürecinin en alt halkasında, en emek yoğun işlerde ve çoğunlukla be-delsiz çalıştırılarak, mülksüzleştirilmiştir.Dünya üzerindeki tüm işlerin yüzde 66 sından fazlasını üstlenen kadın, ancak yüzde birlik bir mülkiyet payına sahip-ken, tüm işlerin yüzde ancak 34 ünü yapan erkek toplam mülkiyetlerin yüzde 99 una sahiptir.Avrupa Burjuva Demokrasilerinde (!) bile ayn iş biriminde üretime katılan kadın emeği, erkek emeğine oranla yüzde 15-25 daha ucuzken bu demokrasilerin ne menem demokrasi olduğu tartışılır.Çakma devrimci(!) aydınlar(!)ın birçoğu bugün hala "mutlak eşitlik yoktur" diyerek erilegemen sistemin dolaylı savunuculuğu-na soyunmaktadırlar. İnsani ve toplumları şekillendiren asıl öge-nin, ihtiyaçlarını karşılarken kullandığı üretim ilişki ve aracları olduğunun ayır-dında olmayan devrimci müsveddeleri, asıl devrimi kendilerinde yapmaları gerektigi-nin de farkında degillerdir. Çünkü böylele-ri; yaşamları boyunca üretime katılmamış, hiç bir ihtiyaçlarını kendi emekleriyle kar-şılamamış, yaşama hiç bir artı değer kat-mamışlardır. Bu nedenle böylelerinin ka-dın haklarına bakış açısı da tüm diger konu ve olaylara bakış açıları gibi dar, sığ ve kör olup, ignenin deliginden dünyayı görmeye çalışmaya benzer. Bunlara göre kadının kurtuluşu(!), sınıfın kurtuluşuna endeks-lidir ve sınıf kurtulmadan kadın kurtula-maz. Ki, bu tür devrimci müsveddelerinin çoğu kadına şiddet uygulamaktan kaçın-maz, hatta sistemli bir işkenceye dönüştü-rür sistem karşısındaki zayıflığının acısını kadından çıkarırcasınaVeriler 10 yıl öncesine ait olsa, gerçegi buz dağının yüzeydeki görüntüsü kadar verse de içinde yaşadığımız sürecin vehametini sanırım en iyi aşağıdaki özet raporlardan anlarız.

ÖZET

Aşağıdaki istatistikler kadına yönelik şid-detin dünya çapında ne denli ağır ve yaygın bir sorun oldugunu ortaya koymaktadır.Ancak, bu rakamlar bu insan hakları ihla-linin gerçek boyutunu göstermemektedir. Kapsamlı ve ayrıntılı olamadıkları için ihtiyatli bir biçimde ele alınmalıdır. Kadı-

na yönelik şiddet sistematik olarak araştı-rılmamakta ve gerçek istatistikler veriler bulunmamaktadır. Birçok kadın, uğradığı şiddeti rapor etmemektedir – utanmakta, kendilerine şüpheyle yaklaşılmasından, inanılmamasından veya daha fazla şiddete maruz kalmaktan korkmaktadırlar. Bazı ülkelerde bu sorunla ilgili hiçbir bilgi ol-maması ve bazı ülkelerde de kapsamlı bil-gi bulunmaması, bu sorunun ülkeye özel oldugu anlamına gelmemektedir. Aksine, incelenmesi ve baş edilmesi için daha fazla araştırma yapılması gerektiğinin altını çiz-mektedir.

KÜRESEL KÖY

Kadına yönelik şiddet küçültülmüş bir dünyada, 1000 kişilik bir küresel köyde nasıl görünürdü? (rakamlar BM, WHO ve hükümetler ve hükümet dışı örgütlerin is-tatistiklerine dayanarak verilmektedir)• Nüfusun beş yüzü kadın• Aslında 510 olacaktı ama 10 bebek cinsi-yet kökenli kürtaj nedeniyle hiç dogamadı veya ihmal sonucu bebekken öldü.• 300 kadın Asyalı• 167 kadın tüm hayatlarının bir noktasın-da dayak yemiş veya bir başka şiddet türü-ne maruz kalmıştır.• 100 kadın tecavüz veya tecavüze teşeb-büs magduru olacaktır.

KADINLAR VE NÜFUS

• Dünya nüfusunun yüzde 49.7’si (3,132, 342,000 kadın; 3,169,122,000 erkek) (BM Nüfus Dairesi)• Normalde yaşıyor olması gereken en az 60 milyon kiz çocuğu cinsiyet tercihli kür-taj veya erkek çocuklarından daha önemsiz olarak görüldükleri için yetersiz bakım ne-deniyle çesitli toplumlarda “kayıp”lar. (E, Joni Seager, 2003). AİLE İÇİ ŞİDDET

Aile içi şiddet farklı biçimlerde görül-mektedir–tokat, yumruk, tekme ve dayak gibi fiziksel saldırıdan sindirme, sürekli küçümseme ve aşağılama, ailesinden ve arkadaşlarından tecrit etme, hareketlerini izleme ve kısıtlama, bilgiye ve yardıma eri-şimini engelleme gibi kontrol amaçlı tavır-ları da içeren psikolojik tacize kadar geniş bir spektrumda görülmektedir.

Dünya çapında

• Her üç kadından en az biri, veya yakla-şık bir milyar kadın hayatlarının bir nok-tasında dayak yemiş, zorla seks yapmaya zorlanmış ya da farklı bir biçimde tacize ugramaktadır. Bunu yapan genellikle ken-di ailesinden veya tanıdgı biri. (E, L Heise, M Ellsberg, M Gottemoeller, 1999).*

Page 58: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 58 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53• Kadınların yaklaşık yüzde 47’si ilk cinsel ilişkilerinin zorla olduğunu bildirmekte-dir. (A, WHO 2002)• Kadın cinayet magdurlarınının yaklaşık yüzde 70’i erkek partnerleri tarafindan öl-dürülmüştür. (A, WHO 2002).• Kenya’da haftada birden fazla kadının er-kek partneri tarafindan öldürüldügü bildi-rilmektedir. (E, Joni Seager, 2003).• Zambia’da haftada beş kadın erkek part-neri veya aile bireyi tarafindan öldürül-mektedir (E, Joni Seager 2003).• Mısır’da kadınların yüzde 35’i evlilikle-rinin bir noktasinda kocalarından dayak yemiştir. (A, UNICEF 2000).• Bolivya’da 20 yaş ve üzerindeki tüm ka-dınlar son 12 ay içinde fiziksel şiddete ma-ruz kalmaktadır. (A, WHO 2002).• Kanada’da aileye yönelik şiddetin mali-yeti, tibbi bakım ve verim kaybı dahil yılda 1.6 milyar dolardır. (A, UNICEF 2000).• ABD’de her 15 saniyede bir kadın, ge-nellikle kocası/partneri tarafindan, dövül-mekte. (Dünya Kadınları hakkında BM Çalışması, 2000).• Banglades’te tüm cinayetlerin yüzde 50’sini partnerleri tarafindan öldürülen ka-dınlar oluşturuyor (E, Joni Seager, 2003).• Yeni Zelanda’da kadınların yüzde 20’si erkek partnerleri tarafindan dövüldügü ve-ya fiziksel tacize ugradığını belirtmekte (A, UNICEF 2000).• Pakistan’da kadınların yüzde 42’si şidde-ti kader olarak görüyor; yüzde 33’ü karşı koymak için çok çaresiz olduklarına ina-nıyor; yüzde 19’u karşı koymuş ve yüzde dördü buna karşı harekete geçmiş. (Hükü-metin 2001 yılında Pencap’ta yaptığı çalış-ma).• Rus hükümet dışı örgütlere göre, Rusya Federasyonu’nda 36,000 kadın her gün ko-caları veya partnerleri tarafindan dövülü-yor. (D, OMCT 2003).• İpanya’da 2000 yılında her beş günde bir kadın erkek partneri tarafindan öldürüldü (D, Joni Seager, The Atlas of Women).• Britanya’da haftada yaklaşık iki kadın partnerleri tarafindan öldürülüyor (E, Joni Seager, 2003).

CİNSEL ŞİDDET

Tecavüz cinsel şiddetin en şiddetli biçi-midir. Ayrıca istenmeyen gebelik ve HIV/AIDS gibi cinsel yolla bulaşan hastalıklara da yol açmaktadır. Ancak, tecavüz, içinde damğalanmayı barındıracağı için, büyük oranda gerçegin altında belgelenmekte ve nadiren cezalandırılmaktadır.

Dünya çapında

• Her beş kadından biri hayatlarında teca-vüz veya tecavüz girişimi magduru olmak-tadır (WHO 1997).• Güney Afrika’da her gün 147 kadın te-

cavüze ugramaktadır. (Güney Afrika Irk Aile İlişkileri Enstitüsü 2003).• ABD’de her 90 saniyede bir kadın tecavü-ze ugruyor (ABD Adalet Bakanlığı, 2000).• Fransa’da her yıl 25,000 kadın tecavüze ugruyor (Avrupa Kadınlar Lobisi, 2001).• Türkiye’de kadınların yüzde 35.6’si ba-zen, yüzde 16.3’ü sık sık aile içi tecavüze ugruyor (2000 yılında yayınlanan tarama-lar, Müslüman toplumlarda kadın ve cin-sellik, WWHR Yayınları: İstanbul, 2000).

KADIN VE SAVAŞ

Çatışmalar sırasında kadınlara yönelik şiddet salgın boyutlarına ulaştı. Kitlesel tecavüzler sistematik biçimde bir savaş silahı olarak kullanılmaya başladı. Üstelik çatışmalar sırasında kadınlar, bazen aile-leri için temel ihtiyaçları karşılayabilmek için, fiziksel ve ekonomik zorlamalarla fa-hişelik yapmak zorunda kalıyorlar. Savaş kadınları başka yönlerden de etkilemekte-dir–mülteci ve yerinden edilmiş kişilerin çogunlugunu kadınlar ve çocuklar oluştur-maktadır.

Dünya çapinda

• Mültecilerin yüzde 80’in kadınlar ve ço-cuklar oluşturmaktadır (BMMYK, 2001).• Milyonlarca kadın ve çocuk tüm dünyada yaşanmakta olan 34 toplumsal, etnik, siya-si ve/veya uluslararası silahlı çatışmalarda katılmışlardır (1 Ocak 2003 itibariyle aktif toplumsal silahlı çatışmalar, CSP – Siste-mik Barış Merkezi).• Kadın ve kiz çocuklarının ticareti çatış-ma bölgelerinin yüzde 85’inde görülmek-tedir (Save the Children 2003).• Kadın dernekleri Ekim 2002’den bu yana Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin Uvi-ra bölgesinde 5,000 tecavüz vakası tespit etmiştir; bu da günde 40 vaka anlamına gelmektedir (a, BM 2003).• Ruanda’da 1994 soykırımı sırasında 250, 000–500,000 arası kadın, yanı kadınların yaklaşık yüzde 20’si tecavüze ugramıştır (Uluslararası Kızıl Haç raporu, 2002).• Sierra Leone’de yerlerinden edilmiş kişi-lerin yüzde 94’ü tecavüz, iskence ve cin-sel kölelik gibi cinsel saldırılara maruz kalmıştır (C, İnsan Haklari için Doktorlar, 2002).• Irak’ta Nisan 2003’ten bu yana savaş sı-rasında ve sonrasında, aralarında sekiz ya-şında kız çocuklarının bile bulundugu en az 400 kadının tecavüze ugradığı bildiril-miştir (İnsan Haklari İzleme Örgütü Araş-tırması, 2003).• Kadınlar ve Silahlı Çatışmalar Çalış-ma Masasının 2001 raporuna göre, Kolom-biya’da her 14 günde bir kadın zorla “ka-yıp” ediliyor (A, UNIFEM 2001)• 1975 – 1979 yılları arasında Kamboçya’da yaklaşık 250,000 kadın zorla evlendiril-

mişti. Kızıl Kmerler rejimi sırasında or-talama olarak her Kamboçya köyünde iki grup arası evlilik gerçekleşmiş olabilir (UNIFEM).• Bosna – Hersek’te, 1992 yılındaki 5 ay süren çatışmalar sırasında 20,000 – 50,000 arası kadın tecavüze ugradı. (IWTC. Küre-sel Kadın Ağı #212. 23 Ekim 2002).• Kosova’daki bazı köylerde ergenlige ulaşmış kadınların yüzde 30 - yüzde 50’si Sırp kuvvetlerinin tecavüzüne ugramıştır. (Uluslararas Af Örgütü, 27 Mayıs 1999).

ZARAR VEREN UYGULAMALAR

Dünyanın gerçek anlamda her kültüründe, “normal” veya “geleneksel” sayıldığı için görünmeyen kadına yönelik şiddet biçim-leri bulunmaktadır.

Dünya çapında

• 135 milyondan fazla kadiı ve kiz çocuğu kadın sünneti olmuştur ve her yıl 2 milyon kız çocugu ve kadın bu riskle karşı karşı-yadır (her gün 6,000 kişi). (A, BM, 2002).• Şuan 10 - 17 yaş grubunda olan 82 milyon kız çocugu 18 yaşına başmadan evlenecek (UNFP)• Afrika’nın 28 üzerinde ülkesinde kadın sünneti uygulanmaktadır (D. Ulsulararas Af Örgütü, 1997).• Nijer’de en yoksul genç kadınların yüzde 76’sı 18 yaşından önce evlenecek (A. UNF-PA 2003).• Mısır’da 15 - 49 yaş arası evli kadınların yüzde 97’si kadın sünneti olmuştur (WHO taraması, 1996).• İran’da, çogunlugu etnik Arap olan Ku-zistan bölgesinde, 2003 yılında iki aylık bir süre içinde 20 yaşından küçük 45 ka-dın, yakın akrabaları tarafindan “namus” cinayeti magduru olmuştur (Middle East Times, 31 Ekim 2003).• Kadın sünnetinin Hindistan, Endonezya, Malezya ve Sri Lanka gibi Asya ülkeleriyle Avustralya’daki göçmen topluluklarda gö-rüldügü bildirilmiştir (A. BM 2002).

• (Hindistan’da yılda yaklaşık 15,000 çe-yiz cinayeti yaşanmaktadır. Bunlarin çogu kaza süsü verilen mutfak yangınları sonu-cu olmaktadır (Injustices Studies. Vol. 1, Kasım 1997).• Kadın sünneti Danimarka, Fransa, İtalya, Hollanda, İsveç, İsviçre ve Britanya’daki göçmen topluluklar arasında uygulanmak-tadır (A. BM 2002).

KADINA YÖNELİK ŞİDDETTE DEVLETİN BAŞARISIZLIĞI

Kadına yönelik şiddet çogunlukla bildi-rilmiyor. Kadınların şiddet olaylarını bil-dirmekten alıkoyan çeşitli unsurlar var: misilleme yapılacağı korkusu, ekonomik

Page 59: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 59 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53olanaklarının olmaması, duygusal bagım-lılık, çocuklar için kaygı duyma ve giderim olanaklarına erişememe. Çok az ülkede polis, yargı ve tibbi personele tecavüz va-kalarıyla nasıl ilgileneceklerine dair özel egitim verilmektedir.

Dünya çapında

• Şiddete ugrayan kadınların yüzde 20-70’i WHO çalışması için kendileriyle görüşüle-ne kadar hiç kimseye bundan bahsetmemiş (WHO, Cenevre, 2002).• Güney Afrika’da tecavüz nedeniyle mah-kumiyet oranı ortalama yüzde yedi. Bu, 2003 yılında rapor edilen tecavüz sayısının üçte biri (Mart 2003, Polis Yıllık Raporu)• Mısır’da fiziksel şiddete ugrayan kadın-ların yüzde 47’si bunu hiç kimseye söyle-memiş (Nüfus temelli çalışma, 1999). (A. WHO 2002).• Şili’de tecavüze ugramış kadınların sa-dece yüzde üçü olayı polise bildirmektedir (A. WHO 2002).• ABD’de kadınların yüzde 16’si tecavü-zü polise rapor etmektedir; bildirmeyen-lerin yaklaşık yüzde 50’si, isimlerinin ve özel ayrıntıların açıklanmayacağı garanti edilirse bunu yapacaklar (Ulusal Magdur Merkezi/Suç Magdurları Araştırma ve Te-davi Merkezi, 1992).• Avustralya’da 12 ay içinde fiziksel saldı-rıya ugramış kadınların yüzde 18’i bunu hiç kimseye söylememis (Nüfus temelli araştırma, 1999).• Bangladeş’te kadınların yüzde 68’i dayak yedigini hiç kimseye hiçbir zaman söyle-memış (A. WHO 2002).• Avusturya’da 90 lı yıllardaki tecavüz davalarının yüzde 20’si mahkumiyetle so-nuçlandı (E. Londra Metropolitan Üniver-sitesi, 2003).• İrlanda’da fiziksel tacize ugramış kadın-larin yüzde 20’si polise başvurmuş (Nüfus araştırması, 1999). (A. WHO 2002).• Rusya Federasyonu’nda aile içi şiddet magduru kadınların yüzde 40’ı kolluk kuv-vetlerinden yardım talep etmiyor (Ulusla-rarası İnsan Hakları Federasyonu, Kadın 2000: Rusya).• Britanya’da tecavüze ugramış kadınların yüzde 13’ü saldırıyı polise bildiriyor (E. Joni Seager, 2003).

CEZASIZ KALAN ŞİDDET

Kadına yönelik şiddet sıklıkla kontrolsüz ve cezasız kalıyor. Bazı ülkelerde bununla ilgili hiçbir yasa yok, başka ülkelerde ise yasalar bazı şiddet biçimlerini cezalandı-rabilirken bazılarını yasa dışı bırakıyor. Gerekli yasaların bulundugu durumlarda bile birçok ülkede yasalar tam olarak uy-gulanmıyor.

Dünya çapında

• 2003 yılında en az 54 ülkede kadınlara yönelik ayrımcı yasalar bulunuyordu (BM Kadına Yönelik Şiddet Özel Raportörü ra-poruna göre)• BM Kadına Yönelik Şiddet Özel Rapor-törünün 1994-2003 incelemesinde, incele-nen ülkelerin neredeyse tamamında kolluk kuvvetleriyle ilgili sorunlar oldugu görü-lüyor.• 79 ülkede aile içi şiddete karşı hiç yasa yok (ya da bilinmiyor) (UNIFEM, Not a Minute More, 2003).• Eldeki bilgilere göre aile içi tecavüz sade-ce 51 ülkede cezai bir suç olarak tanımlanı-yor (UNIFEM, 2003).• Sadece 16 ülkede cinsel saldırıyla ilgili özel yasa bulunuyor;• Sadece 3 ülkede kendi başına kadına yö-nelik şiddeti suç fiili kategorisi olarak ta-nımloyor (Banglades, İsveç ve ABD) (A, UNIFEM 2003).• Bolivya, Kamerun, Kosta Rika, Etiyopya, Lübnan, Peru, Romanya, Türkiye, Urugu-ay ve Venezuela’da, ceza yasası uyarınca tecavüzcü magdurlar evlenmeyi teklif eder ve magdur da kabul ederse serbest bırakıl-makta. (D, Joni Seager, The Atlas of Wo-men, 2003).• Sözde “Namus” savunması (tamamen ya da kısmi olarak) Peru, Banglades, Arjan-tin, Ekvator, Mısır, Guatemala, İran, İsrail, Ürdün, Suriye, Lübnan, Türkiye, Batı Seria ve Venezuela’nin ceza yasalarında yer al-maktadır (A. BM 2002).

HIV/AIDS

Kadına yönelik şiddet giderek daha çok önemli bir kamu saglığı sorunu olarak ka-bul edilmekte. Şiddet kadının dogurganlık sagliginığıyani sıra fiziksel ve zihinsel saglığını da çesitli biçimlerde etkileyebilir. Kadına yönelik cinsel şiddet, HIV/AIDS bulasma oranının aynı yaş grubundaki er-keklerden daha çok kadınlarda görülme-siyle sonuçlanmaktadır.

Dünya çapında

• Dünya HIV/AIDS hasta nüfusunun yüzde 51’i (20 milyondan fazla) kadın (A. UNI-FEM 2003).• Dünya çapında HIV enfeksiyonlarından yarıdan fazlası 15-24 yaş grubundaki genç-lerde görülmekte ve HIV pozitif 15-24 yaş arası gençlerin yüzde 60’i kadın (UNA-IDS, 2003).• Hergün meydana gelen 15,000 yeni en-feksiyonun yüzde 55’i kadın (UNAIDS, 2003).• Avrupa, alt-Sahra Afrika ve Kuzey Ame-rika’nın birçok şehrinde artık AIDS 20 – 40 yaş arası kadın ölümlerinde önde gelen nedenlerden biri (UNAIDS, 2003).

• 2003 yılında üç milyon kişi AIDS baglan-

tılı hastalıklar nedeniyle öldü (UNAIDS, 2003).

Sonuc yerine:

Gelinen aşamada kadına yönelik şiddet azalmak bir yana artmaktayken, insan ol-manın kaçınılmaz geregi olarak her erkek de en az her kadın kadar kadın hakları sa-vunucusu olmak zorundadır. Yoksa tari-hin ağır şamarını ensesine yediginde onu yeniden ayaga kaldırıp onurlandıracak bir şeycigi kalmaz.Kadın hakları savunulmadan ne bir ulu-sun, ne bir sınıfın mücadelesi başarıya ula-şabilir. Çünkü toplumların dogal mimarla-rı asil olarak kadınlardır.İnsanlık ancak ve yalnızca kadın ve erkek eşit hak ve ödevlere sahip oldugunda ger-çek anlamda aydınlık yarınlara gidebilir. Aksi durumda birbirini izleyen kadın hak-ları ihlaleri kadının belkide erkegi tümden yadsımasına yolaçabilir, ki; kimi bilim insanları bugünden öngörüyorlar. Kimi bi-limsel varsayımlara göre insan türü erkek olmadan da kadının omuriliginde bulunan sperm yoluyla kendi kendine döllenerek üremeye devam edebilirmiş. Bu varsayıma göre yaklaşık 125 bin yıl sonra eril cins yo-kolabilirmiş.İnsan dışında hiç bir canlı türünün eril cin-si, dişil cinse şiddet uygulamaz. Dogadaki denge dişil cinsin kutsallığını kendiligin-den korurken, insan türünün beynini igdiş etmiş olan "ERK" Tanrıdan devlete, oradan da babaya, agabeye, eşe, erkek kardeşe ve giderek ogula, erkek toruna degin uzanır. Sistem karşısındaki ezikliginin faturasını kadına kesen tiplemelerden biri "İtilmiş ile Kakilmiş " misali asker emir komuta altında bir üstünü tanrı sayar ve itiraz ede-mezken, bir altina kusar tüm ezilmisliginin zehirini.Varsayımları bir yana birakırsak, asıl soru-numuz insan türünün gelecegi olmalı.Şiddetten arınmış daha uygar bir insan türü aynı zamanda şidetten arınmış bir "BARIŞ DÜNYASI" demektir. Bu nedenle insan türünün sigortası "KADIN"ının ya-şamını ve haklarını korumak, gelecegimizi korumak demektir.Türkiye tipi ülkelerde hergün en az beş kadın cinayeti işleniyorsa, İvedilikle ders müfredatlarına kadın ve insan hakları dersleri alınmalı, daha anaokulu aşamasın-dan itibaren çocuklar egitilmeli, en küçük yerleşim birimlerini de kapsayan bir egi-tim seferberligi bir gün dahi gecikilmeden uygulamaya konmalıdır.Ben bir insanım ve ancak kadınla varlığımı sürdürebilirim !...

Şiddetten arınmış bir gelecek dilegimle 8 Mart Dünya Emekci Kadinlar Günü Tüm İnsanlığa Kutlu Olsun !.Şubat 2014 / Almanya

Page 60: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 60 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

Biz Kurdên gunê’ler Binboğa silsilesinin çeşitli yükseklik-lerinde bol otlu yeni yerler keşfederken 12 Nisan 1961 tarihinde Gagarin uzaya çıkan ilk insan oldu. Kendim elektri-ğin köyümüze nasıl geldiği konusunda yaşantısal bir deneyime sahip değilim, babamın dediğine göre 1988 yılında köy halkı ampulle tanışmış tabi kastim bu iktidar ampulü değil o zaman yete-rince saf bir aydınlık saçan sarı ampul-ler varmış.

Köye elektrik geldiğinde gaz lambası söndürme mantığıyla üfleyerek birkaç kez söndürülmeye çalışılsa da köyü-müzün akil adamları lamba düğmesi-nin söndürebilme işlevini pratikleştire-rek- zira biz Kürtler pratikte görmeden zor anlarız- halka anlatabilmişlerdir. Biz lamba düğmesinin yaşama sağla-dığı kolaylıkların cezbine katılmadan yaklaşık 100 yıl önce bu deneyimi ya-şayanları köy halkı olarak her sene ba-şında düzenli olarak yad eder xerimize Kulora Xizirê dağıtırız.

Köy halkı olarak uzaya çıkılmasını, elektriğin bulunmasını, internetin ge-liştirilmesini takdir eder bunları ya-panların bav bapirlerine rehmet okur sure bilmediğimizden cennetle tanış-madığımızdan, cehennemden de kork-madığımızdan ne halleri varsa görsün deriz.

Köyde kimse yeni bir şey bulma peşin-de değil dersek yanılırız, mesela biz her zaman yeni Çaya Çiyelerin nerede topluca bulunabileceklerini, kereng-lerin hangi tepeliklerde yetiştiklerini, Kuvereklerin yağmurdan kaç gün son-ra gerekli olgunluğa erişebileceklerini derin izlenim ve araştırmalar sonucu grup çalışmalarıyla rekabet halinde bulmuşuzdur.

Yine Ape Hesen’in Hirmelerinin nasıl çalınabileceği konusunda doktora tezi verebilecek kadar bilgi birikim sahibi-yizdir.

Yenilikler her zaman hoş sonuçlar da vermemiştir mesela Mığtar Nado’nun köye karpuz ekimi getirme girişimini karpuzlar yetişmeden onları xirab ede-rek bertaraf etmişizdir. Tarlalara ay-çiçeği ekimini desteklemiş kimsenin gönlü kalmasın diye her tarladan aynı ölçüden çalmış, kendi nohut tarlamız varken Apê Çavderin yeşil, karşı koyu-nulamaz tarlasının nohutlarına kardeş işbirliği içerisinde gerilla taaruzları gerçekleştirmişizdir.

Ağê Çalıkürt’ün bitmez tükenmez eş-kıyalık maceralarını dinlemiş hakim karşısındaki tavırlarını bir tiyatro eşli-ğinde izlemişizdir, eskerlerin kurşun-ları ciiiiv-ciiiv ederken kendi silahının şı-trak-şı-trak sesiyle uyanmış kendi-mizi başka bir kovalamacanın içerisin-de bulmuşuzdur. Xalê Şahin mığtar-lık yaparken gecenin geç saatlerinde ormanın kuytularında balta sesleriyle dışarıda çay içmiş ormandakinin kim olduğunu bilmiş feqet Xalê Şahine is-piyonlamamışızdır.

Biz böyle gariban yaşarken dışarıda darbeler, Kürt-Türk, Sağcı-Solcu, Ale-vi-Sunni birbirine düşman olmuş sırf bizim kuyruğumuz var diye avantaj sa-yılıp Avrupa’ya gidenlere kolaylıklar sağlanmış böylece Kürtlerin güzelim köyleri boşaltılmış zaten 50-60 yıl ön-cesinden hökümet baba 20-25 Alevi-

Kürt köyünü 3 il, 3 ilçe arasında bölüş-türmüş kan davalarına ses çıkarmamış kimseyi barıştırmayı düşünmemiştir.

Dünyalılar uzaya giderken, biz doğu-racak ineği gözlemiş, eğer soğuk gün-de koyun kuzulamışsa onu yatağımıza almış, Avrupa kitap okurken biz silah-larımızı yağlamış, insanlar sanayileşip refaha ulaşırken biz tarlanın yanındaki taşın ötesinin-berisinin kimin olması gerektiğini kararlaştıramamış bunun üzerine birbirimizi vurmuşuz.

Milletin duvarlarında kitaplıklar var-ken bizlerin duvarlarında dededen kalma İtalyan tekli barettalar duvar-ların birleşim noktasında görkemini korumuş. İnsanlar onlarca katlı binalar dikerken, fabrikalar açarken, üretimin peşinde koşarken yeni dergi-kitap pe-şindeyken kız kaçırmalar bizde son sü-rat devam etmiş.

Bugün dünya entellektüelizm kavra-mında bir ailenin entelektüel birikime ulaşabilmesi için en az 3 nesilde sü-rekli bir üniversite bitirmişlik olması gerekiyor bu entel olmanın şartı daha doğrusu dünyayı anlama-yorumlama becerisinin oluşumun şartı, devir geç insanlar ve insanlık çok hızlı bu mo-dernizme ulaşabilmenin yolu maddi-yattan vazgeçip tamamen bilime yö-nelmedir.

Öğretmen olmak, doktor olmak, mü-hendis olmak, memur olmak dükkan sahibi olmak amaç olmamalı maaş tek dış görünümsel içselleştirilmiş duy-gu olmamalı. Birlikte düşünüp, üretip paylaşmalıyız. Daha çok okumalı yeni çayırlar peşinden koşacağımıza halka, insanlığa ve yeni nesillere ilmi anlam-da nasıl bir şeyler bırakırız bunu dü-şünmeliyiz.

uğur adsız

Page 61: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 61 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

Birayê Sedîq, te kengî û ji ber kîjan se-deman xwast biçî vê geryana di nava Êzdiyên Ermenistanê de bikî?

- Bi rastî di wî wextê zarokatiya min da, li gundê me Şimzê yê ku di nav herêma bajarê Batmanê de ye, tu elektrîk, televîziyon û telefon tûnebûn. Me hinge dikarîbû, di nav çend malên me de tenê dengê radiyo ya Êrîvanê guhdarîbikin. Têbîra min, gava ku wextê weşana ra-diyo ya dengê Êrîvanê dihat, rahmetiyê bavê min Xalitê Seyrê û tevaya gundiyan dev ji karê û barên xwe berdidan û li ra-diyo guhdarî dikirin. Rojekê hinga ku bêjer (spîker)a radiyo ya dengê Êrîvanê got, me hinek Qewl-Beytên Êzdiyan çapkirine, rahmetiyê bavê min pê gelekî dilxweşbû û ewî dengî di mejuyê min de jî ciyekî xwe yê taybet çêkirbû.

Dema ez di sala 1984 de çume bajarê Qersê xizmeta leşkeriyê bikim, êdî ez hîn zêdetir nêzîkî radiyo ya dengê Êrîvanê bûm. Lê şensê xirab, ji ber ku hingê bajarê Êrîvanê di nav hevkari-ya „Peymana Varşova (14.05.1955 – 01.07.1991)“ û Qers jî di nav hevkariya „Peymana NATO(04.04.1949-)“ yê de bû, min dîsa nikarîbû biçûma Êrîvanê. Gava min ew gundên Êzdiyan yên ku li derdora çiyayê Axrî, Sarikamiş ,Îxdîr û hwd. xweş xwanê dikirin, didîtin, dilê min gelekî dişewitî. Min ji xwe ra digot, gelo rojekê bê ku ez bikaribim herim wan gundên Êzdiyan û radiyo ya dengê Êrîvanê bivînim?

Şikir ji Xwedê ra, îsal ew xewna min bû rast û ez ji 15.07 heta 30.07.13 çûme nav avayiya ku radiyo ya Êrîvanê tê de bû û min gelek ji wan gundên Êzdiyan jî bi çavên xwev dîtin.

Birayê Sedîq, te di nav vê serdana xwe de, rewşa jiyana kîjan Êlên Êzdiyan ya rojane, li nav kîjan bajêr, gund û zozan de û çewa dît anjî te çi hûner, berhemên mêrxas û rewşenbîrên Kurdên Êzdî, yên ku berî û piştî dema Yekitiya Sovyeta berê li Ermenistanê de jiyane dîtin?

- Ez li gundê Mamereşanê mêvanê Tosinê apê Qereman, yê ku nebiyê Cangîr axa bûm. Ez bi xêra Tosinê bira û gelek pismamên wî, çuma nava wan gundên Êzdiyan, yên ku min di sala 1984 de ji

dûr ve didîtin, geriyam û min gelek gund û zozanên Êzdiyan din jî dîtin. Lê mixa-bin, wê gava ku ez li nava van cîh-warên Êzdiyan digeriyam û min dît ku ji %70 rûniştvan (gundiyên) gundên Êzdiyan dev ji cîh, mal-mulk û keda xwe ya bi dehên salan berdane û çûne nav dewletên Soviyeta berê anjî hatine Ewrupa yê. Min ji xwe ra digot, qey ew salên 1820 heta 1914 yên ku bav-kalên wan di bin zilma Osmaniyan de gelek fermandîtin û xwîn rijandine cardinê paşûpêr ve tên. Ez bi vê rewşa wan kolan û gundên valebûbûn gelekî êşiyam. Min wekî din li tu deveran şop/nîşanên eşîrên Êzdiyan nedîtin. Lê, wexta ez li Ermenistanê çûme wî ciyê şerê ku di navbêna Ermenî û leşkerên Alayên Hemidiyên de çêbûbû. Min dît ku Ermeniyan li himberî çiyayê Sarikamiş̀ ê de Mûzexaneyeke gelekî balkêş çêkirine. Min di nav û derveyî vê Mûzexaneyê de peyker, nav û dengê mêrxasên Êzdiyan, yê mîna Usiv Beg û Zor Cîhangîr Axa dîtin. Ez li paytexta Ermenistanê çûme nava akademiyeke ku serleşkerên Ermenî lê perwerde dibin û min di nav vî avayiyê de jî peykerekî Cîhangîr Axa yê Êzdiyan dît û bûme şade ku Ermeniyan di wir de jî gelek rûmeteke bilind didane Cîhangîr Axa yê serwerê Êzdiyan. Gelek kesan bahsa hûnera rewşenbîrên mîna Qanatê Kurdo, Erebê Şemo, Heciyê Cindî û Şakirê Xudo yê ku min ew gelek caran wî bi saxîtî dîtibû, dikirin.

Birayê Sedîq, te li Ermenistanê rastî kîjan dûrûtiya dewlatê, ya ku hinek Êzdî mîna Kurd, hinek jî tenê weke Êzdî û bi resmî ji hevûdinê cûdekirine hatî û îro li Ermenistanê kîjan rage-handinên çapemeniyê hene anjî têne weşandin?

- Ez li Êrîvanê çûme nava avayiyekî û min dît ku, hemû ragehandinên çapeme-niya Kurdî, yên weke radiyo yê Êrîvanê ya beşa Kurdî, radiyo yê Dengê Êzdîkî

rojnama RYA TEZE û rojnama Dengê Zelal tev li virê û li hemberî hevûdinê weşanên xwe dikin. Min fahmkir ku dewleta Ermenî, birastî jî dixwaze bivî hawayî bêtifaqiyê bixe nava Êzdiyan.

Li goriya dîtina min, bisilmanên Kurd jî di vê bêtifaqiya Êzdiyan de ne bê guhne ne. Ne şixwe ewan jî bi hemda xwe gelek Êzdî xapandine û Êzdî çavreşî Kurdîtiyê kirine. Bisilmanan olperestiya xwe wisa mezinkirine ku merivê Êzdî bi hemda xwe bibêje, ez ne Kurdim.Min pêşîn apê Kerem û birayê Tîtal, yên ku berpirsyarê radiyo yê Êrîvanê yê beşa Kurdî bûn dîtin û bi kekê Tîtalê Kerem ra li ser rewşa RYA TEZE hevpeyvînek çêkir (Spas ji bo te birayê Kemal Tolan, ku te ev gotûbêja me nivîsand û ev di ge-lek malperên Kurdî de hete weşandin).

Ez dûre çûme nav beşa radiyo ya Dengê Êzdiyan, min û şêx Hesenê Şêx Mahmut li wirê hevûdinê naskir. Di pey ra min hevpeyvînek bi şêx Hesenê Şêx Mah-mud ra çêkir(27.07.13, ev hîna ne hati-ye weşandin!) û ewî jî ez vexwandime nav stûdiyoya radiyo ya Dengê Êzdiyan û bi min ra gotebêjek ji bona radiyo guhdarên xwe amdekir(gava ev gotebêja ji min re bê, ezê hewilbidim ku wê jî bi weşînim). Bi rastî hinga ku şêx Hesenê Şêx Mahmud , 9 pirtûkên nasîna bawe-riya Êzdîtiyê, yên ku ewî û hevalên xwe ji bona perwerdeya zarokên Êzdiyan , yên ku diçine dibistana seretayî û heta pola 9 ji min ra kirine diyarî, ez gelekî dilxweşbûm. Dema min li naveroka van pirtûkên nasîna ola Êzdîtiyê rihent û dît, ewan jî kedeke mezin dane amadekirina van pirtûkan, her weha bê cûdatî û gelek rûmet jî dane wan kesên ku ji bo Êzdîtiyê xizmetkirine.

Mînak: Di nav pirtûkên wan de wêne û nivîsên hêja Pir Xidir, Kemal Tolan, Eskerê Boyîk û hwd. hene.

Ez di 25.07.2013 de çûme Gurcisatanê û ez li bajarê Tiblîsê di nav avaya ştûdiyoya Radiyo ya Kurdî ya Gurcîstanê de bûme mêvanê xûşka xwe Bela. Xanim Bela, nebiyeke wan kesên ku ji ber zilma Bisilmanên kevneperest û desthilatdari-ya Osmaniyan, di zivistaneke gelekî dij-war de dev ji warên bavkalên xwe, yên bi hezarên salan berdabûn û ji bo ku ew ola

Hevpeyvînek li ser geryana di nav Êzdiyên Ermenistanê de

Kemal Tolan û Sedîqê Basî

Page 62: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 62 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53xwe biparêzin, di zivistanekê de li ava çemê Aras´ê ya cimîdî dabûn û çûbûn xwe avîtibûne ber bextê Xaçparêstan û bêjera „Radiyo ya kurdî ya Gurcîstanê “ye. Xuşka Bela weke ku pêşiyên me go-tine „şêr şêr e, çi jin e û çi mêre“, ew jî li ber dilê mîna şêrekê ye! Lewma jî min ji xuşka Bela xwast ku, ew bixwe ji me ra bibêje, ka xuşka Bêla kiye û ew çi karî dike?

Xuşka Bela got: - “Ez jî di destpêkê de dêjim, gelek spas ji bo van peyvên te yên pir girîng û tû li ser çavên min ra hatî!

Belê, her çiqas heval û hogirên min dêjine min Bela jî, lê navê min yê esil, Bihara Stûrkî ye û Stûrkî jî navê bereka min e. Ez li bajarê Tiblîsê û ji dêbavê xwe yên Êzdî ra çêbûme.

Piştî ku min dibistanên xwe bi zimanê rûsî xilazkir pê ve, êdî min bi saya emekê rêzdar Keremê Anqosî dest bi xebata werger, rojnamevanî û radoya ya kurdî kir. Dûre bûme berpirsyar û bêjera ra-diyo ya kurdî ya li Gurcistanê. Wekî ku gelek kes jî dizanin, radiyo ya kurdî ya li Gurcistanê di 29.Îlonê ya sala 1978 an de hatiye vekirin û ew ji ber tûnebûna fînansan dû sê caran jî hatiye girtin. Me radiyo ya kurdî ya li Gurcistanê, cara dawiyê di 30 kanûna sala 2007 de bi navê wekîlekî me yê bi navê Ronkayî, radiyo ya Ronkayî li Gurcistanê dest bi weşanêkir û emê di 29. Îlona vê sala 2013 de, 35 saliya vekirina radiyoya xwe pîrozbikin….”

Min dîsa ji Xuşaka Bihara Stûrkî ra got, min li Rewanê bi xemgînî dît ku, endamên civaka me li wirê bûne dû per-çe. Aliyek ji miletê me buye Êzdî-Êzdîkî û aliyek jî dibêje em Kurd û Êzdîne. Gelo ev dûbendîtî di nav civaka Êzdiyên me yên li Gurcistanê de dijîn de jî pey-dabuye an na ?

Xuşaka Bihara Stûrkî jî got, “belê kek Sedîq mixabin, di van dû-sê salên dawî de, hinek kes li ser vê mêjara ku te bahs-kir, dengdikin û gotinên wisa li virê jî destpêkirine. Lê bawerbikin, ev çend kesin ku dixwazin vê cûdebûnê bixine nava me endamên civaka Êzdiyên li Gurcistanê nezanin , bi dîroka xwe niza-nin û tenê ji bo berjiwendiyên kesayetiya xwe vê pirsgirêkê pêşde dixînin. Şikir niha ev dûbendîtî di nav me Êzdiyên li Gurcistanê de dijîn tûne.Bi dîtina min, raste dînê me Êzdîtiye û ez biqurbana dînê xwe bim, lê em dîsa jî nikarên xwe ji 40 miliyon hemwelatî û

welatê xwe Kurdistanê veqetînin. Ev dû tîrîtî şaşiyeke gelekî mezine. Ez hercar dêjim, ez yekemîn Kurd im û paşê jî Êzdî me. Divê em di nav destên dûjminên xwe de nebine lîstik û bi zanibên ku dûjmên me bi hemda xwe vê dûbendîtiyê dixine nava miletê me…… “ Ev sohbeta min , ya bi xuşka Bihar ra gelekî dirêj domdi-ke…..Min dûre jî li bajarê Tîblîsê rêzdar Îsko-yê Dasinî naskir…

Birayê Sedîq li gorî dîtina te, sede-mên ku rewşenbîr, nivîskar, sazî û rêxistinên Kurdên li nav Ermenistan û Gurcistanê hene û nikarin ji aboriya radio-rojnamên xwe ra alîkarîbikin çine?

- Ev pirsa gelekî girînge û min jî pirse-ke weha ji birayê Tîtalê Kerem kiribû, ewî weha bersiv da “wextê Mîr Tahsîn di sala 2012 de hate vir, min ji yekî diduyan dewlemendên ji Moskovayê, Rusya yê ra got, ewan jî gotin, erê emê li ser vê pirsê bisekinin, lê tiştek jî nekirin. Êdî ez jî ketime dereceyeke wisa na, wextê ku ez sava rojnamê alîkariyê ji yekî dixwazim, ji wî kesî werî ku ez ji bo aboriya xwe alîkariyê jê dixawzim. Ez jî êdî şermdi-kim….”

Kek Kemal, bi rastî her çiqas tê gotin ku “ Êzdiyên li Ermenistanê ji bo pêşveçûna çand, ziman û edebiyata Kurdî kar û xebatên hêja kirine.” jî, min li wirê tu hevgirtina rewşenbîr, nivîskarên Kurd û bi taybetî jî piştgiriya ku bi radyo ya Dengê Kurdî a li Êrîvanê û rojname ya RYA TEZE ra tê kirin ne dît. Ez bi xwe gelekî xemgînim û bawernakim êdî hev-girtina rewşenbîr, nivîskarên Kurd û bi taybetî jî piştgiriya bi radyo ya Dengê Kurdî a li Êrîvanê û rojname ya RYA TEZE careke din xurtbive.

Birayê Sedîq, tû dizanî çima piraniya endamên civak Êzdiyan di van salên dawî de, neçarbûne warên xwe yên li Ermenistanê jî bihêlin û ew bi ber welatên Ewropî û Rusya yê ve hatine ?

- Ez bawerim sedemên koçberiya Êzdiyên li Ermenistanê ya herî mezin, rewşa aboriya wan e. Ji xwe min berî niha got, wexta ez li cîh-warên Êzdiyan digeriyam, min dît ku ji %70 rûniştvan (gundiyên) gundên Êzdiyan dev ji cîh, mal-mulk û keda xwe ya bi dehên salan berdane û çûne nav dewletên Soviyeta berê anjî hatine Ewrupa yê.

Birayê Sedîq tû bawerdikî, ew Êzdi-yên ku piraniya bav-kalên wan di destpêka

sala 1830 de, ji Bakurê Kurdistanê (Serhedê,) û ji ber zilma dewleta Os-maniyan û kevneperestên Kurdên Bi-silman reviyane nav desthilatdariya Ermenistanê, bikaribin cardinê vegeri-ne ser axa bav-kalên xwe?

- Ezê bersiva vê pirsa te bi gotinên Tosinê apê Qereman, yê ku nebiyê Zor Cîhangîr Axa ye û gundê wan Mamereşanê li hiberî çiyayê Girîdaxê (Axrî) yê bû bi-dim. Tosinê apê Qereman weha digot: ”Wexta ez bi bapîrê xwe re diçûme çolê, min gelek caran didît ku bapîrê min li wiyalî çiyayê Axriyê dinêhrnt, digiriya û di ber giriyê xwe de jî digot, ax welat, ax welat. Min carekê gotê, bavo ha ev deve-ra ku em niha lê dijîn viyalî çiyayê Axrî yê û wiyalê dinê jî eynî çiyayê Axrî yê ye. Wekî ku te hewqasî hiz ji wiyalî di-kir, tû çima hatî viyalî?

Bapîrê min got, lawo wekî em ne hatina viyalî, wê Osmaniyan û siwariyên Alayi-ya Hemîdiyan me jî bikuştina, jin û malê me ji xwe ra bibirina.

Mixabin gava bapîrê min kirasguhast (mir) jî, me nikaribû bedena wî bivin di wî ciyê evîn û hesreta wî de binaxbikin. ….“

Vêca di van gotinan de jî xwanê dibe ku, ew Êzdiyên ku piraniya bav-kalên wan di destpêka sala 1830 de, ji Bakurê Kurdistanê (Serhedê,) û ji ber zilma dew-leta Osmaniyan û kevneperestên Kurdên Bisilman reviyane hew dikarin careke dinê vegerine ser axa bav-kalên xwe. Û ez ditirsim ev qisûmeta wê were serê ge-lek ji van me Êzdiyên li Ewropayê dijîn jî! Hêvîdarim ku Xwedê gelek sebrê bide wan Êzdiyên li Ermenistan û Gurcistanê mane!

Sedîq birayê hêja, ez dîsa dêjim gelek spas ku, te gelek wextê xwe ji bo ber-sivkirina van pirsan veqetand û te dilê xwe ji min ra vekir. Vêca di dawiyê de daxwaziyeke te, ya ku min ne anî ser zi-man heye?

- Belê, ez dixwazim di dawiyê de cardinê birayê Tosin û tevaya kesên malbata wî, rêzdar Îskoyê Dasinî, xuşka Bihara Stûrkî, kekê Tîtalê Kerem û Şêx Hesenê kurê şêx Mahmûdê ji bo mêvanperweriya wan gelekî spasbikim. Her weha ji Xwedê û Tawisî Melek lavan dikim ku, tû birayê Kemal jî di saxî û armancên xwe de her serkeftî bî!Kemal Tolan / Berhevkar û Xemxwarê Kevneşopên Êzdiyatiyê

Page 63: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 63 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

Diyanet’in dini Diyanet’e, Kürdler’in dini KürdlereİBRAHİM SEDİYANİ

Diyanet İşleri Başkanlığı’na göre, yer-yüzünde ne “Kürd” diye bir kavim yaşı-yor, ne “Kürdçe” diye bir dil konuşulu-yor, ne de “Kürdistan” diye bir coğrafya var... Kürdler’in varlığını inkâr eden, kimliğini bile tanımayan bir kurum, bize İslam’ı öğretemez. İnkâr ettiğiniz bir halkın arasında faaliyet yürütmeniz, “din hizmeti” değildir

Kendisine laik- kemalist Türkiye Cum-huriyeti modelini ve Atatürk devrim-lerini örnek alan ve bunu açıkça ifade etmekten de çekinmeyen İran Şahı Rıza Pehlevî (1878-1944), 2 Temmuz 1934 ta-rihinde, o zamanlar CHP’nin “tek parti” dönemini yaşayan Türkiye’ye bir ziyaret yapıp M. Kamâl Atatürk ile görüşür.

Rıza Şah ve Atatürk, Ankara’da bir bu-çuk saatlik bir görüşme yaparlar. Görüş-me esnasında Rıza Şah, okullarda din derslerini kaldırdığını, camileri kendi hâllerine terkettiğini ve Cuma namazı-nı da yasakladığını gururla anlatınca, Atatürk’ten “Yanlış yapmışsın; iktida-rını tehlikeye atmışsın” cevabını alır. Atatürk Rıza Şah’a şunları söyler: “Biz daha akıllıca davrandık. Camileri kendi kontrolümüz altına aldık, imamlarını bile biz atıyoruz. Cuma’yı yasaklamak yerine kendimiz kıldırıyoruz. Okullar-da din derslerini kaldırmak yerine bu dersleri kendimiz veriyoruz. Böylece herşey yolunda sanılıp halktan tepki al-mıyoruz, hem de dini istediğimiz kalıba sokup topluma öyle sunuyoruz. Nasıl bir din istiyorsak öyle bir din öğretiyoruz.”

İran’a geri döndüğünde Rıza Şah, hemen “Türkiye modeli”ni uygulamaya koyulur. Qum Yüksek Dînî İlmîyye Medresesi’ni dağıtarak medreseleri “devlet kontrolündeki okullar” hâline getirmek amacıyla, ulemânın “devletçe düzenlenen resmî imtihanlara” girmesi gerektiği yolunda emir verir.

İslamî tüm değerlere savaş açan, ül-kedeki binlerce medreseyi kapattıran, onbinlerce âlimi darağacında sallan-dıran, ırkçı- şovenist temeller üzerine bina ettiği sistemin gereği olarak,

bu topraklar üzerinde yaşayan başta Kürtler olmak üzere “Türk olmayan” tüm kavmî unsurların kimliğini ve hatta varlığını inkâr eden bir rejimin mirası olan Diyanet İşleri Başkanlığı, kuruldu-ğu 3 Mart 1924 tarihinden beri bu ırkçı, tek tipçi ve gayr-i İslamî politikalara “dînî destek” sunmuş, sunmaya devam etmektedir.

Son marifetini de, geçtiğimiz günlerde hazırladığı bir ansiklopedi ile gösterdi.

Tağutî rejimin emri altındaki bel’âm teşkilâtı olan Diyanet İşleri Başkanlığı, bir ansiklopedi hazırlamış. Oldukça geniş hacimli bir çalışma; büyük emek sarfedilmiş. (Birinci cümlede geçen “tağut” ve “bel’âm” kavramları, yüce kitabımız Kûr’ân-ı Kerîm’de geçen kavramlardır ve ne anlama geldiklerini Diyanet’in başındakiler çok iyi bilirler. Yerimiz dar olduğu için, bunların tar-tışmasına girmeyeceğim. Fakat Diyanet arzu ederse, kendilerinin İslam dairesin-deki yerlerinin neresi olduğunu, bizzat kendileriyle Kûr’ân ve Hâdis ışığında tartışmaya hazırım; istedikleri zamanda ve istedikleri platformda.)

Gelgelelim; harcanan her emek, saygıyı hak etmiyor ne yazık ki. Özellikle de, bu emekler ırkçı ve şovenist davranış-larla zayi edilirse.

Türkiye Diyanet Vakfı (TDV) bünye-sindeki İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) tarafından, 1983 yılından başlayarak ve 100’den fazla araştırma-cının ortak çabasıyla, tam 30 yıl emek verilerek 44 ciltlik bir “İslam Ansiklo-pedisi” hazırlandı. Çalışmanın tamam-landığı ve hazırlanan ansiklopedinin internette de hizmete sunulduğu bilgisi, geçtiğimiz günlerde İstanbul Haliç Kongre Merkezi’nde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da hazır bulunduğu bir törenle duyuruldu.

Gel gör ki, tam 44 ciltlik “İslam An-siklopedisi” adlı bu dev çalışmada, “Kürdler”, “Kürrçe” ve “Kürdistan” ile ilgili tek cümlelik bir bilgi bile yok!.. “Türk” var, “Fars” var, “Arap” var ama “Kürd” yok!.. “Türkçe” var, “Farsça” var, “Arapça” var ama “Kürdçe” yok!... “Türkiye” var, “Doğu Türkistan” bile var ama “Kürdistan” yok!..

44 ciltlik dev ansiklopedinin hiçbir ye-rinde “Kürdler”, “Kürdçe” ve “Kürdis-tan” kelimeleri geçmiyor.

Demek ki Diyanet İşleri Başkanlığı’na göre, yeryüzünde ne “Kürd” diye bir

kavim yaşıyor, ne “Kürdçe” diye bir dil konuşuluyor, ne de “Kürdistan” diye bir coğrafya var...

Diyanet’in 44 ciltlik bir “İslam Ansik-lopedisi”nde Kürtler’e, Kürtçe’ye ve Kürdistan’a dair bir cümlelik bir bahisten bile kaçınması, 1500 yıllık İslam tarihinde Kürtler’e, Kürtçe’ye ve Kürdistan’a dair hiçbir şey bulamaması, cehalet değilse eğer (ki değildir), olsa olsa ırkçılık ve şovenizmdir.

Irkçılık ve şovenizm olduğu gibi, aynı zamanda komedidir.

İlimle, tarihle, insan aklıyla alay etmek-tir.

O Kürtler ki, İslam dinini Araplar’dan sonra ilk kabul eden kavimdir, ilk Müs-lüman olan millettir. O Kürdistan ki, Arap Yarımadası’ndan sonra İslam ile şereflenen ilk coğrafyadır. O Kürtçe ki, Diyanet bel’âmlarının maaşlarını öde-yen tağutî rejimin kapattırdığı binlerce medrese, bu dilde eğitim veriyorlardı.

Bu hakikate rağmen, Diyanet’in hazırla-dığı 44 ciltlik “İslam Ansiklopedisi”nin bir tek yerinde dahi “Kürtler”, “Kürtçe” ve “Kürdistan” kelimeleri geçmiyor...

Bu durumda bizlerin, “İslam Ansiklope-disi”nin tanımadığı “Kürtler” olarak Diyanet’e söyleyecek tek bir sözümüz var:

“Lekum dînukum weliye dîn.” (Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize.)

Diyanet, Kürdistan’daki bütün imamla-rını geri çekmeli, kendi bünyesinde çalı-şan bütün Kürt imamların ve Kürt “din görevlileri”nin işine son vermeli, hatta Diyanet’e bağlı camilerde bütün cemaat namazlarını “Kürtsüz” kıldırmalıdır, Kürt olanları cemaate almamalıdır.

Mademki sen Kürtler’in varlığını tanı-mıyorsun, yapman gereken budur. Biraz olsun şeref ve haysiyetin varsa tabii.

“İslam Ansiklopedisi”nin hiçbir yerinde Kürtler’e dair tek maddelik bir değinide bile bulunmayan Diyanet, Kürdistan’da-ki bütün imamlarını geri çekmeli ve bir daha da Kürtler arasında faaliyet yürütmemelidir.

Varlığımızı inkâr eden, kimliğimizi bile tanımayan bir kurum, bize İslam’ı öğretemez.Varlığını bile inkâr ettiğiniz bir halkın arasında faaliyet yürütmeniz, “din hiz-meti” değildir.

Page 64: 2014 02 kizilbas 35

kızılbaş - sayfa 64 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53Sevgili Pirler´im, Dedeler´im, Analar´ım, Mürşitler´im...

Hepinizden özür diliyorum ve önünüzde saygıyla eğilerek size niyaz ediyorum...

Yıllarca size haksızlık yaptık, görmeniz gereken saygıyı gösteremedik... Hiç dikkat ettiniz mi bilmem, bu ülkede din adamı sadece biz Dersimliler´de eleştirilir, aşa-ğılanır. Onlarca katliam oldu bu ülkede ve hepsi de hemen hemen cuma namazından sonra camiden çıkan guruplar tarafından gerçekleştirildi. Birini ben anımsıyorum, Sivas'da idim o gün. Şimdi de Suriye'de katliamlar oluyor, ufacık çocuklar ailesi-nin gözü önünde tevacüz edildikten sonra, organları parçalanarak katlediliyor. Kimse din adamlarına ses çıkarmıyor, küf-retmiyor. Diyanet trilyonlarca para yiyor, kimse eleştiremiyor.

Her yıl bu milletin parasıyla on binlerce imam Hacca, Umre´ye gidiyor, kimseden tıs yok. İnsanlar arasına nifak sokuluyor, yalanlar ve iftiralar diziliyor, bir çok imam üç-dört kadınla evleniyor, pedofili serbest, küçük kızlar tecavüze uğruyor sonra namus ve din uğruna kör kuyulara atılıyor, genç kızlar kilo ile yetmişindeki adamlara satılıyor, ses yok...

Dede´m, Rayber´im, Bava´m, Ana´m niyaz ile ellerinizden öperim... Kusurumuza bakmayın....

Biz seksenlerden önce sizlere hakaretler ettik ve sizi gericilikle suçladık. Sakalla-rınızdan tutup sizi çekiştiren devrimciler, ilericiler oldu. Hızır ile alay ettik, analığı-babalığı-rayberliği-talipliği-mürşitliği ge-ricilikle suçladık. Ağaçlara-toprağa-suya-havaya ve gökyüzündeki cümle varlıklara el açmanızı, gericilik olarak yorumladık; güya biz devrimciydik, ilericiydik, siz ise zır cahil gericilerdiniz.

Hiçbir cemde bir Dede´nin barış-rızalık-aşk-sevgi-ahenk-sosyal dayanışma dışın-da bir şey anlattığına şahit olmadım. Değil bir insanı diri diri gırtlaklamayı, hayvana vurduğu için Cem´den atılan insanlar biliyorum ben. Bırakın üçüncü eşi, kendi karısına vurduğu için lokması kucağına verilerek, Cem´den atılan koca-lar tanıyorum ben. Karı-koca arasındaki küskünlükleri barıştıran dedeler tanıyo-rum ben...

Dede´m, Rayber´im, Pir´im, niyaz ile elle-rinden öperim...

Lütfen affedin bizi...

Haram lokmanın Cem´e alınmadığını gördüm. Dede´nin rızalık almadan, posta oturmadığını gördüm ben. Yine de sizi gericilikle suçladık. Oysa nice mollalar-şıhlar-şeyhler-imamlar ellerinde kuran-larla gezerken, aynı zamanda kin ve nefret tohumu ekti bu topraklara. Oysa siz bize Cemler´de hep şunu söylediniz: “Yetmiş iki millete aynı nazarla bakmayan bizden değildir!” Şeyhülislamlar, farklı inançtaki insanların katliamını cennetle ödüllen-dirirken, malları ve ırzları size helaldir diyerek fetvalar verdi. Kimse bu adamları kötülemez, toz kondurmaz....

Nesimi Çimen Dede´m Madımak’dakatledilirken, gençler şöyle demişti: “Bize atılan taşları, kiremitleri camdanaşağıya onlara geri atalım.” Nesimi Dede şöyle cevap verdi: “Sakın ha! Onlarla bizim aramızda fark kalmaz. Kaldı ki belki de suçsuz birinin başına isabet eder.” Oysa Dede´m, sen yakılırken bile, seni yakanlara kötülüğü düşünememiştin. Yine de gerici olan sensin, öyle mi?

Gül yüzlü Ana´m, Dede´m, Rayberim, tarikatlar, cemaatler, dinci güruhlar çogaldıkça çoğaldı. Kadınlara yapılan saldırılar, katliamlar, çocuk tecavüzleri arttıkça arttı. Toplum kamplara ayrıldı, nefret, aşağılama, küçümseme, iftira, ya-lan, hırsızlık aldı başını gidiyor. Kimseden ses yok. Bir tek biz Dersimliler küfrediyo-ruz, hem de bunda en ufak suçu olmayan sizlere.

Bırakın kendimizi, başkalarının küfretme-sine de yardımcı oluyoruz.

Biliyor musun Dede´m, çok çok devrimci olup bizi gericilikle suçlayanlar şimdi soytarıların kitaplarını başucu kitabı yaptılar.

Pir´im, bizi topraga, ateşe, suya, havaya gösterdiğimiz saygıdan dolayı gericilikle suçlayanlar, aşağılayanlar şimdi ne diyor

biliyor musunuz: “Biz aslında gizlice namaz kılar-oruç tutar ehli müslüm insanlardık.” Oysa biz hep gerici olduk, doğayı kardeş olarak görmek sizin bize öğretinizdi.

Tüm bu kirlilikler içinde, kendi inanç önderini karalayan, aşağılayan tek toplum biziz, ne garip değil mi? Bu kadar kendi-mizden nefret etmeyi nasıl başardık?

Bin yıllardır bu ülkenin din adamları, gayrimüslümlerden ve inanmayanlar-dan toplanan vergilerle maaş aldı, elektrikleri, suları, lojmanları ödendi, üstelik bir de katliam çağrıları yaptılar. Ama kimseden ses çıkmıyor, çünkü onların din adamları kutsal, dokunulmaz, önder...

Size ne büyük haksızlıklar yapmışız... Bu aralar Umre meseleniz var. Nasıl da küfrediyoruz size anlatamam. Biz yapıyoruz, sizin talıplarınız... Oysa kimler Hacca-Umre´ye gitmedi... Tek kelime yok, edemezler çünkü onların önderleri kıymet-li, önemli, saygın... Nasıl da kendimizden nefret etmişiz değil mi...

Gül yüzlü Pir´im, Ana’m, Baba’m, Rayber´im, hürmetle ellerinizden öptüm, niyaz ettim size aşk ile. Ellerinde dini kitaplarla poz verenlere, ben şeriat iste-rim diyenlere, pedofili olaylarına sırtını dönüp görmezden gelenlere, başörtüsünü kadın kazanımı, hakkı, devrimi diyenlere tapanlar şimdi sizi yine gericilikle suçlar. Eşitlikçi, devrimci, sosyalist yapımla, ne diyesim geliyor biliyor musun Dede´m? Bin yıl da siz yiyin bu devletin malını; anca o zaman eşitlik sağlanmış olur… Gülüyorsunuz değil mi?

Duyar gibiyim Piri´m, diyorsun ki: “Bizim köpeklerimiz bile harama ağzını sürmez.” Benimki çaresizlikten bePiri´m, yoksa ben de bilirim bizim fel-sefemizde, yetimin, mazlumun, fakirin, komşunun ve başka da milletin, hatta toprağın, suyun, ateşin, havanın ve de cümle mahlukatın hakkına göz dikilmez. Yol düşkünü olur insan… Günümüzde hırsızları koruyanlar, onlara sırt verenler en hakiki ilericiler!

Neyse Dede´m, bu konuyu burada kapa-tayım, yoksa bizimkiler hem bana hem de size bir kez daha küfredecek…

Aşk ile, Işık ile, Niyaz ile ellerinizden öptüm… Siz yine de bizim kusurumuza bakmayacak kadar yücesiniz bilirim…

NİYAZ

İLE PİR´İM...Remzi Ayd ın