200

Akademi_Kitap

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Akademi_Kitap
Page 2: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

AK PARTİ Siyaset Akademisi Ar-Ge Başkanlığı

Aralık 2009

AK PARTİ GENEL MERKEZİ

Kapak ve İç Sayfa TasarımıSemih Ofset

Baskı Semih Ofset

www.semihofset.com.tr

Bu kitabın tüm hakları AK PARTİ Genel Merkezi’ne aittir.Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

AK PARTİ Genel Merkezi Söğütözü Caddesi No:6 Çankaya/Ankarawww.siyasetakademisi.org

Page 3: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

İÇİNDEKİLER

1. Politika / Cumhuriyetin Temelleri, Naci Bostancı ..............................................52. Siyaset ve Sosyoloji, Mustafa Aydın ............................................................293. Teoride ve Pratikte Demokrasi: Tarihsel ve Siyasal Gelişim, Hamit Emrah Beriş ..454. Tarih Boyunca Batı’da ve İslam Dünyasında Din-Devlet İlişkileri ve Modernleşme, Ömer Çaha ...............................................................................................765. 2010 Yılına Girerken Dış Politikamız, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ...................1036. Türkiye’de Ekonomi ve Toplum, Hamit Emrah Beriş ...................................... 185

Page 4: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

4

Page 5: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

5

POLİTİKA/CUMHURİYET’İN TEMELLERİ1

POLİTİKANIN NEDENLERİ

Prof.Dr. Naci BOSTANCI

Çocuk muhayyilesiyle seçimlere ilişkin ilk hatırladığım gösteri 1969’a aitti. Okula gitmek için her zaman ordan geçerken görürdüm; Türkiye’nin iki büyük partisinin ilçe binaları, kasabanın küçük meydanında birbirine bakar ve tahta balkonlarından unutulmuş bir çamaşır gibi tozlu bayrakları dalgalanırdı.

O gün meydanda bağrışıp çağrışan öfkeli bir kalabalık toplanmıştı.

Tuhaftılar, delirmiş gibiydiler.

İri iri açılmış gözler, gergin ağızlar, haykırmalar ve dinmek bilmeyen bir hareketlilik.

Nihayet aralarından bir kaçı ikinci kattaki parti binalarından birine tırmandı, alkışlar ara-sında parti bayrağını balkondan söküp aşağıya attı. Kalabalık çıldırmış gibi bir süre bay-rağın üzerinde tepindikten sonra rahatlamış, gevşemiş, yumuşamış, adeta özgül ağırlığı-nı kaybetmiş bir halde dağıldı. Geriye camları kırılmış, bayrağı parçalanmış, bir toplumsal öfkenin hedefi olmuş “bina” kaldı.

Küçük bir kasabanın, hele hele 1960’ların küçük bir kasabasının maddi zemininde bir-birlerinden farklı olmalarına imkân bulunmayan, aksine birbirinin kopyası bir gündelik hayatı yaşayan ve neredeyse akraba derecesinde tanışan bu insanlardaki “öteki”ne yö-neltilmiş öfke nasıl çözümlenebilirdi?

Bu öfke birikimi; zorunlu olarak alış-verişlerini yaptıkları yegâne bakkaldaki karşılaşmala-rından ya da meydana bakan yegâne salaş kahvehanede oturup, kırk yılın başı meydanı dolanan bir yabancıyı aynı kafa hareketiyle takip etmelerinden kaynaklanıyor olmazdı. Yine bu öfkeyi “fazla cereyan masarifi olmasın diye düşük voltlu ampullerle aydınlat-tıkları” evlerin kasaba tuhafiyecisinin getirdiği iri güllü perdelerden dışarıya yansıyan hüzünlü benzerliğinde mahremiyetini yitirmiş, şeffaflaşmış, ihtiraslara imkân vermeyen odalarından biriktirmiş olamazlardı.

Daha başka bir şey olmalıydı.

Sonradan anladım ki, o “başka bir şey” gündelik hayatın evreninin dışında, kendi başına ayrı bir evren oluşturan sembollerin dünyasıydı.

Gerçek hayatları aynı olsa bile zihinlerinde politik semboller üzerinden canlandırdıkları dünyaları ayrıydı. İki büyük parti, sembolleriyle tezyin ettikleri kolektif imgelerini en ücra yerlere kadar taşımışlar, oradaki insanların dünyayı algılama biçimlerinde ciddi bir yer işgal etmeye başlamışlardı.

Küçük meydanda, bir seyir nesnesi olarak aynı küçük havuzu paylaşan, ikisi de ikinci katta bulunan, kerpiç ve ağaç karışımı binaların aynı şekildeki balkonlarında kasabanın

1 İlk yayınlandığı yer: Siyasetin Arka Yüzü, Alternatif Yayınları, 2002

Page 6: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

6

tembel rüzgârının aynı şekilde savurduğu bayraklarıyla bu partiler, kapısından giren in-sanların farksızlığına rağmen sembollerle çizilen bir sınıra sahiptiler.

Muhayyel ekvator çizgisi gibi bu sınırı ne çizmişti? Belki benzerliğin öldürücülüğüne karşı bir hayat girişimi olarak bu sınıra sarılmışlardı. Belki yabancı olan her şeyi merak haline dönüştüren bu yeknesaklıktan kaçış arzusu, politikanın “biz” fantezisindeki farklılaşmayı bir can simidi olarak görmüştü. Yaşamı hissedebilmenin yolu “sınırsız benzerliğin haya-ta kanıt sunmayan ikliminden” çıkıp bir fail olarak kendiliği keşfetmekten geçiyordu ve bunun şartı aynı evrende bir sınıra sahip olmaktı.

Hayatın ele avuca sığmaz renkliliği

1969’dan bu yana on yıllar geçti.

Artık Türkiye’de nüfusu az olan yerler dahi küçük kasaba değil.

Köyler, köylülerin hayata bakışını belirleyen moral değerler kadar maddi görünümünde de farklılıklara, somut sınırlara sahip.

Sosyal tabakalaşma, toplumsal hiyerarşi, sınıflar düne nispetle daha belirgin. Dolayısıyla bugünün politikasında politikanın tarifine uygun niteliklerin daha fazla olması beklenir. Mesela, toplumsal ve iktisadi farklılaşmanın ürünü “çıkar kümeleri”nin örgütlenmesi ve iktidardan pay almak için mücadele etmeleri. Toplumsal eğilimlerin ortak meşruluk te-melinde iktidar oyununa katılabilmeleri ve böylelikle entegrasyonun sağlanması.

Bu sözler elbette bir hakikat payına sahip, fakat insanların politik motivasyonlarını açık-lamada kâfi değil. Hayat ele avuca sığmaz renkliliğiyle hiçbir disiplinin tek başına getir-diği açıklamalara teslim olmuyor, hep söylenenlerin daha ötesinde kalan bir muallâklıkta sırrını korumayı sürdürüyor. Bilim, bireyselliğin spekülatifliğine bir disiplin getiremeyece-ği haklı düşüncesiyle kendini toplumsal hikâyelerin üzerine kuruyor. Öte yanda kalan ise romanın, hikâyenin, denemenin konusu oluyor.

1969 seçimlerini partilerin kolektif imge ve etrafında oluşturdukları söylemleriyle bunla-rın üzerine yazıldığı toplumsal hikâyeler bağlamında ele alan yaklaşım, bize güvenli bir “soyutlaştırılmış sistematik” sunabilir. Tıpkı Sokrat’la birlikte aklı ve onun güvenli anali-tik sığınağını keşfetmemizde olduğu gibi. Artık iki kere ikinin insanın gerçek ve kararsız dünyasından bağımsız bir şekilde her zaman dört etmesinin garanti altına alınması gibi, bilim, politikayı ve onun toplumla olan irtibatını söylemiyle düzen altına alır. Fakat birey-den ve onun kararsız dünyasından, karmaşık motivasyonlarından kopartılmış bu analiz açıkladığı kadar saklar; söyleminde politik olayların “idealar dünyası”na nüfuz edebiliriz, fakat gerçek dünyayı yeteri ölçüde anlayamayız. Bilimin bize hep “mağara metaforu”nu hatırlatması, kimi zaman satır aralarında itiraf ettiği aslında kendisinin de bir metafor olduğu bilgisi üzerine düşünmemize mani olmaz.

Page 7: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

7

Buradayım çünkü...

Politikanın bir yanda toplumsal hikâyesi vardır, diğer yanda ise o hikâye üzerinde yer alan aktörlerin kendi hayat hikâyeleri, nedenleri, mahremiyetleri. Genellikle bu ikisinin örtüştüğü, hatta kişilerin, “orda bulunma nedenlerine” ve “üzerinde yer aldıkları hikâye-nin hakikiliğine” ilişkin kaygılarını böylelikle giderdikleri düşünülür. “Buradayım, çünkü milletimi seviyorum, dinimi seviyorum, halkımı seviyorum, insanlığı seviyorum, işçiyim, köylüyüm, memurum, entelektüelim, avangardım vs...”. Ancak gerçekte bir şablon, bir tasnifleme, maddi şartlara tekabül eden sınırlarla bir kategori olarak toplumsal hikâyele-rin evrenleri her zaman vardır. Fakat onların insanlara “seslenmeleri” ve insanların onları “duymaları, anlamlandırmaları” her zaman aynı şekilde olmaz.

Mesela milliyetçilik, içinde barındırdığı çeşitli renklerle her zaman bir politik değere sa-hiptir, fakat milliyetçilikle insanların buluşması milliyetçiliğe ve o insanlara ait maddi şartların karşılıklı determinist ilişkisine bağlı değildir. Sosyolojik analizin verileriyle milli-yetçi olmaları beklenen insanlar bakarsınız nötr bir yerde ya da karşı safta bulunabilirler.

“Bilimsel sosyalizm”le “proleterler”in gerekçelerdeki ortaklık dolayısıyla kendiliğinden buluşmalarını bekleyenler, bu gerçekleşmeyince “kendiliğinden sınıf, kendisi için sınıf” ayrımlarından ve sınıfsal orijinlerine “ihanet eden” aydınların demirden disiplini altında devrimci bir rol ihale edilen proletarya analizinden yardım beklediler.

Robert Owen bir fabrikatördü, Engels burjuvaydı, Henry Ford da öyle. Benzer şartlara sahip bu insanlar hayata ilişkin tasavvurları, fantezileri, beklentileri, mahrem dünyaları-nın derinliklerindeki sırlarla dolu nedenleri dolayısıyla farklı politik mevzilerde yer aldılar. Bunlar bilinen, herkesin tanıdığı isimler. Oysa tarihte ve bugünde, meşhur olmayan, lokal dünyalarında politika yapan bir çok insan, tıpkı yukarıdaki isimler gibi kendi maddi şartlarıyla çelişen politik tercihlerde bulunabiliyor, hayata dair fantezilerini şaşırtıcı poli-tik sembollerle birleştirip kanatlandırabiliyor...

Mesela seçim zamanlarında üzerinde en çok konuşulan konulardan biri, parti değiştiren adaylardır. “Filan kişi falan partiden aday gösterilmeyince diğer partiye gitti.” Yahut bir partinin sözcüsünün, kamuoyunda o partinin haklılığını anlatmakla ve rakip partilere ve-rip veriştirmekle maruf olan kişinin birden “devrimci” bir kararla karşı saflara katıldığını, her iki parti için de gerçekleştirdiği yeni keşiflerini, yani yeni partisinin hasletlerini, eski partisinin kötülüklerini, yine aynı üslupla dile getirdiğini görürüz.

Elbette değişen sadece o kişi olmuyor, eski partisi artık onu hasım biliyor, yeni partisi ise onu izzet ü ikram ile bağrına basıyor; geçmişe sünger çekilip yeni bir politik hayata başlanıyor. Bir toplumsal hikâyenin üzerine oturan partilerin, temsilcisi oldukları çevre-lere karşı sadakatleri üzerinden teşekkül eden hakikatin sözcüsü oldukları imanı, bu saf değiştirmelerle yara alıyor. Eğer bir kişi (kendi toplumsal hikâyesi değişmeden, sadece kazanma/kaybetme endişesi nedeniyle) partisini değiştirebiliyorsa, herkes potansiyel olarak toplumsal hikâyesine bağlı olmaksızın partisini değiştirebilme durumundadır. Bi-zatihi bu çıkarsamanın kendisi, toplumsal hikâyelerle onların aktörlerini birbiriyle ilintisiz hale getirebilir.

Page 8: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

8

Politikanın ontolojisi

Fakat sadece bu kadar değil.

Politika ve toplumsallık arasındaki kaçınılmaz ilişki Eflatun’dan beri bir gereklilik olarak bilinir. Çünkü toplum daha teşekkül ettiği andan itibaren siyasal bir örgütlenmedir; o kolektif yapı adına birileri karar alacak, uygulayacak, kaynakları toplayacak ve dağıta-caktır. Süreçleri ve karar vericileri belirleme işi siyasaldır.

Buraya kadar evet. Partiler, zümreler çıkarları doğrultusunda, maddi ve moral toplumsal kaynaklar içindeki paylarını artırmak için tüm imkânların seferber edildiği bir siyasal faa-liyette bulunurlar. Doğru. Peki, ama tek tek bireylere baktığımızda onlar niçin politika ya-parlar; niçin gündelik hayatlarının önemli bir bölümünü politika üzerine konuşmalar oluş-turur, heyecanlanır, öfkelenir, bazı fikirlere olaylara destek verir bazılarına karşı çıkarlar; niçin temsilci, sözcü, yapan-eden olmak isterler; sözlerin kendi yankısında kaybolduğu küçük kasabalarda sanki kendilerinin ve kendileriyle birlikte tüm insanlığın kaderini de-ğiştirecek bir araçmış ciddiyeti içinde politikayla uğraşırlar?

Burada, sınıflarından, kökenlerinden, aldıkları eğitim inşa ettikleri kişiliklerinden öte or-tak bir sebep olarak politikanın insanların hayatında oynadığı ontolojik rolden bahsedile-bilir. Hepimiz gündelik hayatımızı daha “anlamlı” kılmak için çabalarız. Sosyal yönümüz dolayısıyla “anlamlı” olanı toplumsal ilişkilerde ararız; çünkü anlama ilişkin sorun dahi başkalarının varlığını gerektirir. Kendimizi dahi ötekilerin hayatları üzerinden kavrarız.

Bu ilişki biçimleri içinde en kapsamlı, başkalarının hayatlarını en derinden etkileme iddia-sında olanı, toplumsal ilişkilere getirdiği hiyerarşi ile herkesi anlamlı bir bütünün işlevsel unsurları haline dönüştüreni politikadır.

Politika kişiyi heyecanlandırır, motive eder, hayatını canlı ve renkli kılar. Politika marife-tiyle “kışkırtıcı bir şekilde” tanımadığımız insanlardan dostlarımız ve hasımlarımız olur. Üstelik politikanın çok katlı dünyası içinde bu dostlukları ve hasımlıkları çeşitli şiddet derecelerinde yaşarız. İlişkili olduğumuz herkes bu iki uç arasında bir yerlerde bulunur. “Partimiz” güç birliği ettiğimiz insanlardan oluşur, fakat aynı zamanda partimiz içindeki iktidar mücadelesi de yeni ittifaklara açıktır. Birileriyle birilerine karşı saf tutarız, yenil-memeye, onları yenmeye, oyun dışı bırakmaya, parti içinde daha fazla gücü kontrol etmeye çalışırız.

Gündelik hayatın çeşitli mekânlarında politika skalasındaki yerleri itibariyle bize yakın ve uzak olan insanlar vardır. Bu isimsiz, kafa karıştırıcı kalabalığa karşı bir izafiyet çizgisi oluşturma, onları tasnifleme, yerlerini belirtme ve şüphesiz bütün bunların neticesinde kendi konumumuzu tayin etme bakımından politika hayati bir rol oynar. İlişkiye girdiği-miz diğer insanların “politikanın zımni hukuku çerçevesindeki” destekleri ve köstekleri hayatımızı yeknesaklıktan kurtarır, kimi işlerimizi “kolayca” halletmenin mutluluğunu, kimi işlerimizi köstekleri alt ederek, onlarla savaşarak çözmemizin sevincini yaşarız. Eğer başarılı olamazsak, politik tercihlerimiz için fedakarlıkta bulunmuş olmanın, “kutsallık

Page 9: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

9

için” kendimizi “kurban” etmenin hazzını düşünürüz. Bunlar birikecek ve adım adım ait olduğumuz politik dünyanın sosyalitesinde bize daha prestijli bir konum bahşedecektir.

Yine politikayla uğraşanlar, sosyal ve iktisadi şartlarının kendilerine sağladığı mevkiinin bir kademe daha üzerinde olduklarını düşünürler. Kişi bir politik hiyerarşinin neresinde olursa olsun her zaman birileri için “bilen, belirleyen, yorumlayan, daha yukardan gelen iktidarı aşağılara ileten” bir yere sahiptir. Bu “birileri” kendi sınıfının tabii coğrafyasında-kilerdir; maddi şartların aynılığı dolayısıyla ilişkilerdeki eşitlikçilik politik konum tarafın-dan kırılır ve “politikacı” nema dağıtma düzeneğinin bir parçası olarak ötekilerin üzerine çıkar. Mutlaka nema dağıtması gerekmez; politikanın beklentileri her zaman canlı tutan dili, bu konumu tahkim eden bir aura oluşturur.

Politika ve iktidar

Politika aynı zamanda iktidar arzumuzun tatmin alanıdır. Üstelik zenginlikle elde edilen iktidardan çok daha etkileyici, çok daha “erotik” bir özellik taşır.

Çünkü iktidarı elinde tutan, iliklerine kadar sarsıldığı bir heyecanı yaşar.

İktidarın iç dünyasına yansıyan ışığında, kimliğinin karanlık sularında bekleyen “efendi”yi keşfeder.

Zenginliğin sunduğu iktidar, kişinin doğrudan kendi beninin iktidarı değildir; en ahmak zengin dahi kimliğinin bir parçası olmayan, dışındaki “para” diye bir şeyin insanları et-kilediğini, davranışlarını belirlediğini, saygının, itibarin ve prestij sunumunun kökeninde onun yattığını bilir. Çevrelerindeki insanların törensel davranışlarla bu görme biçimini izole etme, hürmetin paradan bağımsız adeta o otantik bene karşı olduğu hissini yarat-ma çabalarına rağmen, onlar olup-biteni fark ederler.

Oysa politikada edinilen prestijle kimlik arasında tam bir bütünleşme vardır. Hürmet, tüm dünyevilikler bir kenara itildikten sonra geride kalan “ben”e yöneltilir. Bir meslek olarak politikayı seçenlerin bir türlü bu dünyadan kopamamaları, emekli olamamaları, “kendi”lerini ancak politik dünyanın ilişkileri içinde hissedebilmeleri, yakalayabilmeleri nedeniyledir. Politikanın zengin hayat pratiğinden, sıradan insanların “hayat için gerçek sonuçlar doğurmayacak ilişkileri”ne dönmek yaşamamak, yok olmaktır. “Bir geyik mu-habbetine dönüşmüş” zaman, ölümü bekleme süresinin dolgu maddesidir sadece.

Politika tıpkı aşk gibi...

Bugünün Türkiye’si, yolları, iletişim araçları, insanları, fikirleri, binaları, şehirleri itibariyle otuz yıl öncesinden köklü bir biçimde farklıdır. Ancak bütün bu renkli cümbüşün altında, Parmenides’i haklı çıkartacak şekilde değişmeyen, politik dünya ile ilişkiler ve politikanın kişideki anlamıdır.

Dün, saat gece yarısına geldiğinde, mazotla çalışan jeneratörlerin kapatılıp derin uyku-suna terk edilen küçük kasabalardaki politik nabızla, bugün beş yıldızlı otellerin lobilerin-de kotarılan politikanın nabzı benzer nedenlerle atıyor. Kıyafeti, yediği-içtiği, mekânları

Page 10: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

10

ve politik araçları değişen insanın, babalarından ve dedelerinden farklı olarak yaptığı, sadece “iktidar”ı bu yeni imkânlar çerçevesinde düşünmektir.

Kendini keşfetme, hayatına anlam katma, başka insanlarla “dramatik” ilişkiler kurma, kaderin efendisi olma girişimlerinin odağındaki “iktidar arzusu” hep aynı yerde, bizim evrime uğramamış insan yüreğimizin ortasında duruyor.

Politika tıpkı aşk gibi, her türlü anlama çabasının bir yere kadar aydınlatabileceği sırlarıy-la, ahlaki tasniflemelerin ulaşamayacağı aforizma tarzı var oluşuyla hep gölgemiz olacak gibi gözüküyor.

Nihayetinde, kasketi, eski ceketi, uyumsuz kravatı ve yakasında partisinin amblemiyle “politika peşinde koşturan” bir bozkır çocuğunun iş üzerindeki gözlerinde, bütün bir po-litik tarihin özetini okumak mümkündür.

Dünyanın her yerindeki kardeşleriyle ortak bir şekilde paylaştığı bu ışıltının ne olduğunu soracak olursanız size sadece Borges’in Kum Kitabı’ndaki “Ayna ve Maske” hikâyesini tavsiye edebilirim. Şair yıllar sonra en kısa şiirini tek bir sözcük olarak kralın kulağına fısıldıyor ve o sözden sonra kral tacını tahtını terk ederek alıp başını gidiyordu. Tıpkı bunun gibi, politikacıları “deli eden” o en derindeki, o en özlü yegâne sözü siz de duy-mak istiyorsanız, politikanın mekânlarında dolaşıp yaşananlar ve söylenenler kadar teğet geçilen ve suskunluklara gömülenlere de kulağınızı kabartmanız gerekiyor. Belki ancak o zaman, bütün sözlerin ötesinde politikanın sırrına varabilir ve politikacıları anlayabilir-siniz.

Page 11: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

11

CUMHURİYETİN FELSEFİ TEMELLERİ 2*

Prof. Dr. Naci Bostancı

Tarihi hakikat

Yakın ya da uzak bir tarihe bakan kişinin zihninde bütün canlılığıyla var olan ve girişimi-ne ahlaki bir boyut katan husus “Hakikat nedir?” sorusudur. Esasen “hakikat avcılığı” denebilecek bu tutum sadece tarihe değil tüm bilimlere aittir. Alana ilişkin bilgileri disipli-ne etmeye ve ondan sonuçlar çıkartmaya çalışan bilimlerin kendi uğraşlarıyla aynı kodda görünmeyen böyle bir temel ontolojiden hareket etmeleri ilginç bir çelişkidir. Çünkü “hakikat”in adeta Rorty’nin dediği gibi “orda, dışarıda” (Rorty;1995;36) “kendinde ha-kikat” gibi bir tür pozitif (nesnel, objektif, mukayese edilebilir bilgi vs.) kesinlik duygu-suyla birlikte var olması beklenir; oysa, insanın tahayyül gücünden, fikir ve olayları belli bir düzenlilik içinde algılamasından bağımsız bu mistik beklenti, pozitif olanla normatif olanın karışımında şekillenen sosyal bilimlerin güzergahında değildir.

Buna rağmen, tarih söz konusu olduğunda, genellikle “belgelere ve bulgulara” hakika-tin anlatıcıları gözüyle bakılır. Elbette belgelerin yerine ikame edilecek daha iyi başka bir referans yoktur; ancak bu hal belgelerin “olgusallığı” üzerine düşünmemizden bizi alıkoyamaz. Çünkü onlar “nesnel” bir şahit olmaktan çok, belli bir hali, belli bir bakış açı-sıyla ortaya koyan tarihi ve kültürel işaretlerdir. Ayrıca onlara içkin anlamı çözümleyen, bugünün dünyasına aktaran tarihçinin kendisi de bir başka tarihi anın içinden konuşur. Carr’in dediği gibi, “Hiçbir belge bize o belgeyi yazanın kendisinin ne düşündüğünden, neyin olmuş olması gerektiği ya da olabileceğini düşündüğünden yahut belki yalnızca başkalarının onun neyi düşündüğünü sanmalarını istediğinden ya da hatta kendisinin ne düşündüğünü sandığından fazla bir şey söylemez. Bunların hiçbiri tarihçi onlar üzerinde çalışmaya ve onları çözmeye girişmedikçe bir anlam taşımaz (Carr;1980;23). Anlamın ilişkisel bir nitelik taşıması onun hakikatini de göreceli kılar. Dolayısıyla bilimlerin ve şüp-hesiz tarihin gizli ya da açık “hakikat” iddiası ancak bir “ideoloji” olarak yorumlanabilir.

Tarih üzerine konuşan Durant’lar, tarih çalışmaları için şunu söylerler: “Tarih, kendisi hakkında yapılan nazari kalıplara veya mantıki maceralara bakarak sadece gülümser... İnsan kozmik bir zamanın sadece bir anı, bir dünya misafiri, kendi sınıfının bir hücresi, ırkının bir filizi, bir beden-akıl-ruh karışımı, familyasının bir parçası, cemiyetinin bir ferdi, bir inanışın mensubu veya inkarcısı, iktisadi mekanizmasının ufak bir vidası, hatta bir devletin vatandaşı veya ordusunun bir neferidir” (Durant;1983;14-5). Hayatı böylesine karmaşık bağlar üzerinde yaşayan insanların, grupların, kitlelerin tarihini hakkiyle çö-zümlemek için çok çeşitli bakış açılarının gerektiği; ancak onların bile “hakikatin ifadesi” için yetmeyeceği malumdur. Buna rağmen, özellikle yakın tarih üzerine üretilen birçok anlatı, hayata daha uygun gelen ihtimalli bir dil yerine hakikat ifadesi formatı içinde ortaya konulur. Bu tutumun nedeni, hakikatin bulunduğu zannından daha çok, konuştu-rulan tarihin (konuşan değil) işlevsel sonuçlarını “hakikilik” cazibesiyle güçlendirmektir.

2 *İlk yayınlandığı yer: Cumhuriyeti Anlamak, Timaş Yay., İstanbul 2008

Page 12: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

12

Yakın tarihin rolü

Bu kısa hatırlatmanın ardından bize geldiğimizde, neredeyse tarihle yatıp kalktığımızı söylemek yanlış olmaz. Gündelik hayatımız bile bir bakıma tarihe ilişkin bir arka plan hatırlamaları üzerinden sürüp gider. Bu elbette tarihe yönelik güçlü bir entelektüel fa-aliyetten, bunun toplumsal yansımalarından kaynaklanmaz. Bir yanda kendilerini mi-rasyedi olarak görenler, bugünkü hayal kırıklıklarını geçmişin ihtişamında telafi etmeye çalışırken, diğer yanda bugünü yüceltmek isteyenler, “nereden nereye” mantığı içinde bir referans hattı olarak tarihi kullanırlar. Böylece geçmiş bir teselli sığınağı olmanın yanı sıra, bir tür güven tazeleme, kendine inanma ve inisiyatif sahibi olduğunu hissetmenin mekanı olarak da hatırlanır.

Tarihe ilginin bir başka nedeni elbette iki yüzyıldır yaşıyor olduğumuz ve kabaca “mo-dernleşme” diye adlandırdığımız süreçtir. Bu süreç ve çerçevesinde yaşanan sorunlara farklı cevaplar politik eğilimlere yansır, onları, güne ve geleceğe ait tahayyülleri bakımın-dan hayli derin çizgilerle birbirinden ayırır. Kolektif kimliğimizin içeriğinden temel yasal düzenlemelere, demokratik haklardan vesayetçi stratejilere kadar farklı yaklaşımları ve elbette hepsinin ötesinde maddi ve moral toplumsal kaynakların nasıl dağıtılacağını dile getiren bu politikaların elbette bazı ortak karakteristikleri de var. Bunların içinde en bas-kın olanlarından birisi herhalde “gelecek kaygısı”dır.

Bir siyasal toplumun geleceği hiçbir kesim tarafından, hatta iktidardan aslan payını alan ve böylelikle sınırsız bir sosyal mühendislik için kendinde kudret vehmedenler tarafın-dan dahi denetlenemez. Ancak kendisini sürekli bir kavşakta hisseden ve tercihlerinin artık döndürülemez şekilde radikal bir kopuşla yeni bir istikamet yaratacağını düşünen bir siyasal toplumda, sadece “sıradan” insanlar değil, “tarihin tam yetkili sahibi oldu-ğunu düşünenler” de kendilerini “ne olacak” tedirginliğinden kurtaramazlar. Her zaman zihinlerinin gerisinde girişimlerinin alternatif maliyeti, mukabil direnişler, itirazların gücü, gerekçeleri, meşrulukları rahatsız edici unsurlar olarak bulunur. Dolayısıyla heyecan ve-rici misyonlara, kışkırtıcı gelecek fantezilerine rağmen yarının ne getireceği güçlü bir belirsizlik taşır. Neticede toplumun yürüyüşü, bilindiği varsayılan bir tarihten, fikirler, imajlar, düşler, ümitler, beklentilerle sarmalanmış bir geleceğe, bir başka deyişle ay-dınlıktan karanlığa doğru olur. Karanlığa bir parça ışık düşürmenin bir yolu olarak sık sık “aydınlık geçmişe” yani tarihe bakmaya ve akıl yürütmeye müracaat edilir. Ancak geçmişe bakan kişinin gördüğü aydınlık, gerçekte sisler içinde olan tarihe kendi zihni dünyasının referanslarıyla düşürdüğü bulanık ışığın aydınlığıdır. Bu yüzden de “geçmi-şi bilme” hakkında konuşma ve tartışmalar tüketilemez, iktidar mücadelesinin dinamik dünyası içinde sürekli yeniden üretilir.

Yakın tarih hakkındaki değerlendirmeler bakımından önemli başka hususlar da vardır. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana halihazırda bir insan ömrüne tekabül edecek bir za-man geçti. Kişisel olarak hayatımız düşünüldüğünde hayli uzun, ancak toplumların haya-tıyla mukayese edildiğinde ise kısa bir zaman dilimi. Bugün hala, Cumhuriyetin kuruluş

Page 13: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

13

yılını bir çocuk gözüyle de olsa hatırlayan, o günden bu yana ülkenin yaşadığı olaylara, geçirdiği değişimlere birinci elden şahitlik eden insanlar var. 1930’ların Ankara’sının Kızılay’ındaki kerpiç evden 2000 yılının gökdelenlerine doğrusal bir hat çizen kişisel hafızanın canlı, hayat dolu Cumhuriyet kavrayışıyla, süreci bir toplumsal değişim tarihi olarak soyut kavramlar üzerinden okuyan bugünkü gencin Cumhuriyeti kavrayışı arasın-da derin farkların bulunuşu tuhaf değildir. Bundan seksen yıl önce, Tokat eşrafından Ziya Beyin çiftliğindeki ortakçıları olduğu anlaşılan eşkıyalarca soyulan İzmit mebusu Sırrı bey (TBMM..;1985;232), eğer bugünkü Türkiye’yi görebilmiş olsaydı, bu ülkenin terakkisi hakkında herhalde (daha dün kadar yakın olan) bu tarihi kitaplardan okuyanlara nispetle daha farklı fikirlere ve duygulara sahip olurdu.

İnsanın düşünmesini, her tür veriyi bir araya getirmesini, anlamlandırmasını sağlayan kavramsal referans çevresi birincisinde hayatın kendisi, ikincisinde ise yazı dilinin dola-yımıdır. Bu tıpkı, köyle bağını kaybetmiş şehir insanının “buğday, un, elma vs.” gibi kır hayatının doğal çevresindeki unsurlara bağlamından kopuk, ancak şehir içinde kazandığı yeni ilişkisellik üzerinden anlam yüklemesine benzer. Yaşananın kimi zaman tarihi belir-leyen; ancak dolayımlarda, alt katmanlarda bulunan ve dile çevrilemez olan duyarlılığı karşısında tarihin ancak dile çevrilebilmiş hikâyesi arasında, yani hayata ve kitaba ait olan arasındaki mahiyet farkı önemlidir. Nüfuz edilmesi güç olan fakat işaret edilebilen bu fark hala bugünün içindedir ve tarihin sözel yeniden inşasında kendisini göstermek-tedir.

Çok uzaklara gitmeden hemen yirmi yıl öncesinin 12 Eylül dönemi hakkında bile o gün-lerde yeni doğmuş şimdinin gençleri ile o günleri birinci elden yaşayan dönem gençleri-nin bir tarih olarak zamanı inşalarının farklı olduğunu görürüz. Bu, tarihe tanıklık etmek ile tarih hakkında sonradan bir fikir sahibi olmak arasındaki farktır. Dolayısıyla Cumhuri-yet hakkında konuşurken, böylesine yakın bir geçmiş için, bugün ulaştığı sonuçlara, ge-lecek için sahip olduğu kolektif tahayyüle bakarak değerlendirme yapmak daha baştan zorluklar taşır. Yaşananın sıcaklığı, alanda yazılı olduğu kadar şifahi olarak da zengin bir külliyatın bulunuşu, esasen geçmişe ait yorumlamalardaki neredeyse işin tabiatından kaynaklanıyor denilebilecek parçalanmayı, dağılmayı artıran unsurlardır. Yazılı kültür ile şifahi kültürün “konuşma”sı, “idraki,” hayat tasavvurunun derin farkları üzerine ortaya konulan çalışmalar bir de bu açıdan, Cumhuriyetin “bugünde” anlatımı bakımından dü-şünülmelidir.

Değerlendirmenin zorluğu sadece zamanın kısalığından kaynaklanmaz. Cumhuriyet dö-nemi, bu coğrafyanın neredeyse iki yüz yıldır devam eden modernleşme çabalarının önemli bir halkasını teşkil eder. Hayatları kendi tabii seyrinde akıp giden ülkeler ile, hayatlarını “modernleşme, batılılaşma vs.” gibi yeni bir evreye taşımak ve radikal dönü-şümler yapmak isteyen ülkelerin tarihe ve geleceğe gösterdikleri ilgi ciddi bir fark taşır. İkincisinde yürütülen siyasal iktidar mücadelesinin alanı birinciye nispetle alabildiğine geniştir ve mukayese kabul etmez bir şekilde “gelecek ve tarih” bu mücadele çerçeve-

Page 14: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

14

sinde üretilen siyasal dilde saf tutar. Her bir siyasal grup, asabiye, kendi meşruluğunun ve ikna ediciliğinin önemli bir unsuru olarak tarihi şahitliğe çağırır ve bu doğrultuda onu yeniden kurar (Güngör;11982;13-7). Hayatın soluğunun çekildiği tarihin metruk alanla-rında bu defa söylemlerin mevzilendiği, sloganlar, parolalar, popüler klişeler, hayal güç-lerini tahrik eden parlak imajlar ile siyasal açıdan işlevsel bir tarihçiliğin peşine düşüldüğü görülür. Mantık şudur: Geleceği biçimlendirmek için gereken nüfuz, güç ve kudretin yolu mevcut siyasal çizginin tarihsel haklılığının ikna edici bir biçimde dile getirilmesine, dolaşıma sokulmasına bağlıdır. O yüzden anakronik olmaya, tarihi kendi şartlarından ko-partmaya aldırılmaz; zihnen hazır bir senaryoya çeşitli somut olayların kolajıyla canlılık, etkileyicilik ve büyüleyicilik kazandırmaya dönük bir “gizli senaryo” ile hareket edilir.

Bizde, Cumhuriyet tarihi hakkında konuşmayı zorlaştıran bir diğer husus, resmi tarihçilik diyebileceğimiz ekolün hayli baskın karakteri ve alandaki nüfuzudur. Siyasal grupların kendilerini avantajlı kılacak bir tarih yorumunu alana egemen kılma girişimlerinin gerek-çesi çerçevesinde, bu işi resmi çevreler bihakkın yerine getirmişlerdir bile. Bir siyasal toplumda her yeni dönem kendine tekabül eden bir kolektif fantezi üretmek ve bunu bir temel ortak payda haline getirmek ister. Önemli eksenlerinden birisini tarihin oluşturdu-ğu bu girişim, kendi var oluşunu meşrulaştırmak kadar, hayal ettiği gelecek istikametin-de toplumu hareketlendirmek için de zikredilen yapılanmayı zorunlu görür. Dolayısıyla burada üzerinde durulması gereken resmi tarihçiliğin varlığı değildir, (çünkü her siyasal hareket kendi dünyasında bir resmi tarih fantezisi taşır) ondan öte farklı seslere, yorum-lara ne ölçüde izin verildiği, bu alandaki tartışmaların fikrin mi yoksa yargının mı alanı içine girdiğidir.

Her şeyden evvel, resmi tarihçilik, kendini var eden entelektüel iklim ve iktidar şartları nedeniyle derin zaaflar taşır. Birincisi, tarih her zaman bir seçme işidir; ancak resmi ta-rihçilik bu seçmeyi yaparken mücadelelere ve toplumsal dinamiklere bütünüyle işlevsel bir açıdan yaklaşır. Önemli olan “ne olduğu” değil, “bugün nasıl anlatılmasının amacı tahakkuk ettireceği”dir. Soğukkanlı ve olabildiğince nesnel bir dil yerine coşkuyu, yü-celtmeyi ve aynı ölçüde kötülemeyi esas alan bir dille alana yaklaşır.

İkincisi, iktidar mücadelesini daha baştan kazanmış olanlara has bir gevşeme bu alanda çalışanları akademik performans konusunda zorlamaz ve yine daha baştan resmi üslubu onaylamaya hazır bir çevrenin varlığı, eleştirel, mesafeli bir bakış açısının analitik akıl yürütmesini engeller. “Şeytanın avukatlığı”nı üstlenenlerin olmadığı bir referans çevresi yazılanların kendi üstüne kapanması ve zayıf bir kurgu ile tarihi inşa etmesi sonucunu doğurur.

Üçüncüsü, tarih bilincini geniş kitlelere intikal ettirme çabasının bir tür popüler tarih versiyonu doğurmuş olmasıdır. Popülerleşen her fikir ayrıntılarını kaybeder, stilize çizgi-lere dönüşür ve kaçınılmaz olarak sınırlı bir kavram dünyası içinden konuşur. Dolayısıyla ortaya çıkan tarih anlatısı, “geniş kitlelere iletilme”, “ortalama bir dil kullanma” ve ni-hayet “tarihi şematize etme” zorunlulukları dolayısıyla iddiasıyla barışık olma şartlarını

Page 15: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

15

yitirir. Popüler tarihçilik gücünü, basitliği, yalınlığı, masal kurgusu içindeki anlaşılırlığı kadar bürokrasinin desteğine borçludur. Tarihe hak ettiği ilgiyi göstermeye zamanları ve mesleklerinin hiyerarşisi mani olan bürokrasi, kamuya açık faaliyet ve konuşmalarında -kariyerlerine ilişkin düşüncelerle- meşruluğu test edilmiş popüler tarihi versiyonu des-tekleyecek şekilde atıflar yapmayı zorunlu görürler. Bu sicil parlatma girişimlerinin tarih bilgisi ve bilinci üzerinde oluşturduğu hegemonya ve tahrifkar etki hakkında en fazla düşünmesi gerekenler hiç şüphesiz öncelikle resmi tarihçiliğin savunucuları olmalıdır. Çünkü bu çözük ve savruk tarih versiyonunun kendisinden umulan işlevi, en azından uzun vadede yerine getirmesi beklenemez.

Kısaca yakın tarihe bakışı etkileyen ve çarpılmalar yaratan nedenlere değindikten sonra, bu konuları da hatırda tutarak Cumhuriyetin felsefi temelleri üzerine ne söylenebilir?

Bu tür tarihi dönemeçlerin niteliklerini tasnif etmek “hayatın mantığı”na uymasa da ne olup bittiğine nüfuz etmemizi kolaylaştırabilir.

Milli Devlet ve Millet

Cumhuriyetin en temel niteliklerinden birisi, hanedanlığa dayalı bir imparatorluğun tas-fiyesi ardından, zamanın genel trendleri istikametinde (hatta bir ölçüde gecikmiş bir şekilde) milli devletin kurulması ve siyasal toplumun millet olarak inşasıdır.

Milliyetçilik, millet ve mili devlet kavramları, çağrışımları itibariyle tarihin derinliklerine uzansalar da, gerçekte 18. ve 19. yüzyıllarda öncesiyle mukayese edilemeyecek ölçüde değişime uğramış ve başlı başına bir siyasal projeye dönüşmüşlerdi. Avrupa’da siyasal iktidarı ölçekli bir iç pazar oluşturma ve pazarın bütünlüğünü milli siyasi toplumla ga-ranti elinde tutan ve toplumsal gelişmeye öncülük eden burjuvazinin geniş altına alma girişiminden, sanayileşme ve şehirleşmenin ihtiyaç duyduğu merkezileşme ve standart-laştırmaya kadar birçok faktör milliyetçiliğin bu yeni ve özgün biçimini desteklemiş-tir. Keza modernleşme insanların dünya kavrayışını, Weber, Gouchet gibi düşünürlerin “kutsallığın kaybı” olarak tanımladıkları bir sonuç istikametinde daha fizik bir dünyaya taşımıştır. Bu akli ve nesnel dünyanın ihtiyaç duyduğu mistisizmi ise, bir bakıma önemli ölçüde dinlere benzeyen içeriğiyle milliyetçilik sağlamıştır. Çünkü tarihin her döneminde, eski Yunan sitelerinden Roma imparatorluğuna, ortaçağ kentlerinden İslam dünyasına ve nihayet uzak doğuya kadar çok farklı coğrafyalarda, siyasal toplumların bütünlüğünü ve işleyişini sağlayan sadece akli ortaklıklar değil, aynı zamanda onları geçmişe ve ge-leceğe bağlayan ruhani, kutsal, mistik sembollerin varlığı olmuştur (Bostancı;1999;89). Şüphesiz bütün milliyetçiliklerin mistik bir içeriği olmakla ve dini kodda taraftarlarına “seslenmeleri”ne rağmen, dinle rekabet, onun alanını ele geçirme ortak bir karakteristik değildir. Pekala bir çok ülkede -özellikle Hıristiyanlığın dünyevileşerek milliyetçi mistisiz-min önünü açtığı yerlerdeki milliyetçilik türleri de buna dahil olmak üzere- milliyetçilik dinle beraber, onunla ittifak halinde bulunabilmektedir.

Page 16: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

16

20. yüzyılda Romanoflar ve Habsburglarla birlikte Osmanoğulları hanedanlığı da yıkılır-ken, imparatorluk toprakları, öteden beri milliyetçilik cereyanlarına duyarlılık geliştirmiş etno-politik hareketlere milli devletlerini oluşturma ve millet olma yolunu da açmış oldu. Rusya’da Sovyet deneyimi “millet sorunu”nu sosyalist söylemin içine entegre ederek ona başka bir mahiyet kazandırmakla birlikte, diğer yerlerde yeni milli devletler ortaya çıktı. Osmanlı devletinin tebaası olan çeşitli milletler bu süreçte kendi devletlerini kurar-ken, Anadolu toprakları üzerinde de Cumhuriyetle birlikte Türk milli devletinin temelleri atılmış oldu.

Cumhuriyetin bir milli devlet olarak teşekkülünün kökleri Jön Türklere ve nihayet İttihat ve Terakkiye kadar gider. Kendiliğinden, bir sosyolojik adlandırma olarak Türklük varol-makla birlikte “kendisi için Türklük” olarak tanımlayabileceğimiz bir millet fikri on doku-zuncu yüzyılın ortalarında belirmiş (Lewıs;1984;2) ve buna muhteviyat kazandırılmaya başlanmıştır.

Milliyetçi çizgi başlangıçta kendini romantik sayılabilecek bir edebi akımla sınırlı görür. Mesela ilk milliyetçi örgütlenmelerden birisi olan Türk Derneği (kur.1908) dergisinde edebiyatın dışında iktisatla ilgili ilk yazı Mehmet Emin Yurdakul’a yani “milli şaire” aittir. Hayli naif bir üslupla kaleme alınan bu yazıda göçerlerin hayatı üzerinden sanayiye ve ti-carete bir çağrı mevcuttur (Arai;1994;31). Keza bu tarihlere kadar Türk milliyetçiliğinin birikimine ve onun duygusal kökenlerine işaret etmesi bakımından 1908 Temmuzunda Meşrutiyetin ilanının Selanik’te Fransız milli marşı Marsailles çalınarak kutlanması il-ginç bir örnektir (Tunaya;1989;310). Milli devlet olmadan bir milli marşın varlığı elbette beklenemez; ancak Fransız milli marşının “ödünç alınması” mevcut milliyetçi birikimin bir bakıma henüz çocukluk evresinde olduğunu bir bakıma ise entelektüel temellerini gösterir. Bu anekdot vesilesiyle Türk milliyetçiliğinin teşekkülünde Fransız aydınlanmacı geleneğinin etkili bir yeri olduğunu ve yine zamanla Alman romantizminin de belirgin bir ağırlık edindiğini ifade etmek gerekir (Karakaş; 2000;220).

Siyasi ve iktisadi yanı zayıf olmakla, romantik bir çizgide gelişmekle birlikte dönem şart-larının bu kolektif bilince destek veren nitelikleri, İttihat ve Terakki saflarındaki güçlü aktörleri ve nihayet Ziya Gökalp’in fikirleri milliyetçiliği saf bir duygu olmanın ötesine taşımıştır. Eserleriyle milliyetçiliğe siyasal ve toplumsal bir muhteva kazandırmaya ça-lışan Gökalp, Türkçülüğün Esasları isimli eserinin giriş kısmında “Türkçülüğün tarihi”ni kaleme alırken bu çizginin, Fransa’daki Türk hayranlığından (Turquerie) edebiyata ve siyasete intikal eden gelişimini anlatmakta ve nihayet en tekamül etmiş halini Musta-fa Kemal Atatürk’e bağlamaktadır. Çünkü “Evvelce, Türkiye’de, Türk milletinin hiçbir mevkii yoktu. Bugün, her hak Türk’ündür. Bu topraktaki hâkimiyet, Türk hâkimiyetidir. Siyasette, kültürde, iktisatta hep Türk halkı hâkimdir. Bu kadar kat’i ve büyük inkılabı yapan zat, Türkçülüğün en büyük adamıdır” (Gökalp;tarihsiz;5-15).

Milliyetçiliğin hayli zengin bir pratiği ve anlam dünyası vardır. Nitekim Türk milliyetçiliği de sosyal gerçeklerle telifi mümkün olmayan; ancak tarihe bıraktığı romantik izle gele-cek için belli bir işlevi yerine getiren Turancı çizgiden daha sınırlı bir milli devlet kurma

Page 17: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

17

hatta esnek bir milliyetçilikle anasır-ı İslamı da buna katma projesine kadar hayli geniş bir yelpazede varolmuştur. Cumhuriyeti kuran kadro, başta Atatürk olmak üzere Kuvay-ı Milliyenin önderleri milliyetçilik anlayışları itibariyle ikinci türden eğilimi temsil ediyorlar-dı.

Cumhuriyeti önceleyen dönemde, özellikle İstiklal Harbi sürecinde milliyetçilik çok fazla vurgulanmamış, örneğin Büyük Millet Meclisi’nin başına Türk ibaresi getirilmemiştir. Mücadele için geniş kitlelerin seferber edilmesinde kullanılan dil, sonradan hayli farklı yorumlara konu olsa da doğal olarak manevi değerler üzerine yoğunlaşmıştır.

“Kurtuluş harbinde din ve milliyet fikirlerinin birbirinden ayrılmadığını, merkezleri bir ve iç içe konmuş iki daire gibi birbirine yapıştığını söyleyenlerimiz ve yazanlarımız oldu. O devirde milli heyecana dini heyecanın da karıştığına şüphe edilemez. Fakat bu, İslamcılık ve şeriatçılık akidesinden doğma, klerikal bir zihniyetin mahsulü değildi; sadece fertleri birbirine bağlıyan bütün alakaların kuvvetlendirilmesi şart olan bir mücadele devrinde de milli duyguyu perçinleyen bir bağdı. Hatta o zamanın dini duyguları bile nasyonalistti,” (Safa;1938;79). Safa’nın bu son derece heyecanlı ve yazıldığı devrin ruhunu taşıyan ifadeleri “karışma” tespiti bakımından doğrudur, ancak “din ve milliyet”in zikredilen zamandaki yeri bakımından tersinden okunmaya muhtaçtır. 4 Eylül 1919’da Sivas’ta te-melleri atılan Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri’nin nizamnamesi okundu-ğunda “millet”in bugünkü anlamda milleti değil dini bir kategoriyi, Osmanlı ülkesindeki Müslümanları adlandırmakta kullanıldığı görülür (Tuncay;1999;22).

Neticede, Kuvay-ı Milliye’nin manevi değerler üzerine vurgu yapılarak örgütlenmesinin araçsal bir yaklaşımın ürünü olduğu söylenemez; savaş hali atmosferi içinde ortak kim-liğin en baskın nitelikleri, en heyecan verici unsurları kendiliğinden öne çıkmış, kitlelere “seslenme gücü” en yüksek bir dil dolaşıma girmiştir.

Savaş sonrasında milliyetçilik işlenirken, bunun meşruluk temeli olarak halkçılığa gön-derme yapıldığı görülmektedir. Bu tutum, Rusya’daki Narod hareketiyle benzerlik taşır. Milliyetçiliğe neredeyse etnik kimliğe dönülüyormuş hissini verecek tarzda anlam yük-lemelerin, Nazi ve Faşist hareketlerin Almanya ve İtalya’daki yükselişine paralel ola-rak ortaya çıktığı malumdur. Meşru ya da mazur görülemeyecek, ancak nedenlerinin anlaşılmasında dünya şartlarının hesaba katılması gereken dönemsel dalga bir kenara bırakıldığında, Cumhuriyet Türkiye’sinin milliyetçiliği, kabile asabiyesinden uzakta, mev-cut siyasal toplumun karakteristiklerini dikkate alan, modernlik misyonu çerçevesinde Türkler de dahil olmak üzere her kesimi yeni bir ortak kültür üzerinde birleştirmeye çalı-şan bir nitelikte varolmuştur. Mesela bu coğrafyada herhangi bir başka etnik grup Türk milliyetçiliğinin kimliğinin tanımlanmasında, ne açık ne de gizli “öteki milliyetçilik” olarak görülmemiştir. PKK’nın şiddet eylemlerine ve Kürt ulusallığını kurmak isteyenlerin bir tür öteki millet olarak Türkleri işleme çabalarına rağmen, Kürt etnik kökeninden gelenler arasında da bu yaklaşım kabul görmemiştir.

Cumhuriyet Türkiye’si milliyetçiliğinin fikir kaynakları olarak Namık Kemal, Şemseddin

Page 18: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

18

Sami, Necip Asım, İsmail Gasprinski, Hüseyinzade Ali, Ziya Gökalp, Akçuraoğlu Yusuf sayılabilir. Bu milliyetçiliğin dayanışmacı karakteri, ilk beş yıl içinde öne çıkan ve Milli-yetçiliğin yanı sıra sık sık zikredilen Halkçılık ve Cumhuriyetçilik kavramlarıyla birlikte düşünülmelidir. Yeni rejim kendi reel durumuyla (siyasal sınırların dışında Türklerin olma-sına karşı içerde “yabancı” unsurların bulunması hali) milliyetçi tahayyül arasındaki çe-lişkiyi bu tür kavramları daha fazla vurgulayarak çözmeye çalışmıştır (Üstel;1997;136). Otuzlu yılların başında bunlara Devletçilik, Laiklik ve İnkılapçılık da eklenecektir. Özü itibariyle dayanışmacı bir cemiyet kurmak isteyen bu milliyetçilik, ülkeyi çeşitli meslek kesimlerinin ortak çıkarlar etrafındaki entegrasyonu olarak görmek istemiştir. Nitekim Halk partisi kurulurken adının “halk” olarak benimsenmesi ve herkesi temsil ettiğinin varsayılması, en azından başlangıçta, “yanlış bilinç” yaratmanın değil samimi bir inancın gösterenidir (Bostancı;1996;46-7). Ancak, içindeki toplumsal tabakalar (ya da zamanla sınıflar) arasında çıkar farklılıklarının bulunduğu bir siyasal toplumda kendini var eden şartlar itibariyle herkese açık olmayan bir siyasi iktidarın, “samimi inancı” ne olursa olsun toplumsal kaynakları “herkes için” adilane bir şekilde dağıtması zordur. İnkılâpçı kadroların heyecanı bunu sağlamaya yetmez. Nitekim zaman içinde Halk Partisi’nin kar-şısına çeşitli muhalif partiler çıkmış, nihayet 1946’da çok partili hayata geçilmesinden dört yıl sonra DP iktidara gelmiştir.

Modernleşme/İnkılâplar

Cumhuriyetin felsefi temellerinden ikincisi, Tanzimat ve sonrasındaki modernleşme giri-şimlerinin bir uzantısı olmakla birlikte onlardan daha radikal dönüşümler amaçlayan bir modernleşme projesini dile getirmek, inkılâplar ile bunları yürürlüğe koymaktır. Modern-leşme ya da çağdaşlaşma ile ifade edilmeye çalışılan yönelim, sınırları belirgin olmamak-la birlikte hayli geniş bir kapsama sahiptir. Dıştan bir bakış, bu projenin mahiyetini “din-devlet” ayırımını gerçekleştirmek, dinden bağımsız bir dünyevilik oluşturmak şeklinde algılayacaktır. Oysa Berkes’in “Türkiye’de Çağdaşlaşma” isimli hacimli eserinin “özü” olarak da takdim ettiği bu ayrımdaki krtik unsur, modernleşmenin “kutsallaşmış gelenek boyunduruğundan kurtulma sorunu” olarak görüldüğü biçimindedir (Berkes;1978;17). Yani “çağdaşlaşma” girişiminin hasmı, ya da ötekisi, “tarihi bir kategori,” işlevini yitir-miş geleneklerin takdisle korunma ortamıdır.

Yüz elli yılı aşkın bir tarihi geçmişe sahip, toplumun, ülkenin, nihayetinde fertlerin “kur-tuluş ümidi”ni temsil eden bir kavram olarak çağdaşlaşma sözünün, klişelerin anahtar kelimesi haline gelmesi, her derde deva bir tür büyülü kutsallığı yankılayan bir içerik ka-zanması şaşırtıcı değildir. Nitekim sadece bizim tarihimiz için değil, kavramın yaklaşık on beş yüz yıllık kendi tarihinde de benzeri bir çizgiyi izlemek mümkündür. Bu ölçüdeki bir bulanıklık, tıpkı diplomasi dili için söylendiği gibi, bu kavramı da, söyleyen ama bir şey anlatmayan durumuna düşürmektedir. Oysa çağdaşlık “Tarih boyunca gelişmiş kurum-ların insanın bilgisindeki görülmemiş artışı yansıtan ve hızla değişen işlevlere uyarlanma-sı süreci olarak tanımlanabilir ve bilimsel devrime eşlik eden bu süreç insanın çevresini

Page 19: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

19

denetlemesine olanak sağlar” (Black;1986;6). Kullanıldığı bağlama ait özel nitelikler ve karmaşıklıklar saklı kalmak kaydıyla, “sanayileşmeye eşlik eden siyasal ve toplumsal değişiklikler için” de kullanılır (Black;1986;6).

Cumhuriyetin yöneticileri, “inkılapçılık” adı altında, sonradan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ilkelerinden birisi de olacak kavramı modernleşmenin kaldıracı olarak görürlerken, aynı zamanda ona “Toplumsal yenilenmenin yaratıcı coşkunluğu”nu kurma rolünü yüklemiş-lerdir (Burke;1994;55-6). Şüphesiz bu, geçmişle bağlarını radikal bir şekilde kesmek ve yeni bir yapı oluşturmak isteyen siyasal girişimlerin ortak yöntemlerinden birisidir. Geniş kitleleri yeni toplumsal ve siyasal hedefler doğrultusunda organize etmede önemli işlevleri olan bu “coşkunluk”un, iktidar rantına dönüşme tehlikesi her zaman mevcuttur. Nitekim, amaçları bu yeni iktidar ilişkileri içinde pozisyon bulmak olan kimi çevrelerin, inkılap heyecanını araçlaştırmaları, kof bir söyleme dönüştürmeleri ve onun “mistik” yanını abartılı bir ruhaniyetle donatarak kendi konumlarının zırhı haline getirmeleri şaşır-tıcı olmamıştır. Bu kesim inkılâpçı çevrenin eleştirileriyle karşılaştığı gibi, daha çok da inkılâba yönelik eleştirilerin önemli konularından birisini teşkil etmiştir.

İlk bir kaç yılda gerçekleştirilen inkılapların amacı, işlevini yitirmiş geleneksel kurumların tasfiyesi ile birlikte, batılı kodlara dayalı bir gündelik hayat düzeni oluşturmaktır. Hemen belirtilmelidir ki yeni rejim, “dönüşüm” üzerine iyi işlenmiş bir teorik çerçeveye sahip olmadığı gibi, bunu uygun tarzda topluma aktaracak yetişmiş bir ara kadroya da sahip değildir. Dolayısıyla Cumhuriyetin başlangıç yıllarında inkılâpların anlamı, uygulanması, iktidarda saf tutanların bunlara yüklediği değerler, bizatihi iktidarın teşekkül biçimi hayli tartışmalı bir alan yaratır. Konu ile ilgili bilimsel eserlerden edebi ürünlere kadar geniş bir yelpazede bu tartışmaların işlendiğini görürüz (Karaosmanoğlu;1987).

Alana ilişkin değerlendirme farklılıkları saklı kalmak kaydıyla, birbiriyle ilintili iki sürecin inşa edilmeye çalışıldığı söylenebilir: Eğitim-öğretim üzerinden ülkeyi modernliğe taşıya-cak kadroları yetiştirmek ve gündelik hayata ilişkin düzenlemeler vasıtasıyla bu dönü-şüm için uygun toplumsal ortamı oluşturmak.

Eğitim-öğretimi düzenleyen, toplumsal hayata müdahil olan geleneksel kurumlar, esasen iddia ettikleri sorumlulukları yerine getiremedikleri gibi, alandaki egemenlikleriyle de yeni kurumların oluşmasına mani olmaktadırlar. Dıştan bakıldığında “dini esaslara dayalı” gibi görülen, ancak sosyolojinin diliyle okunduğunda çözülme devrinin kendi içine kapalı dünyasında organize olmuş bu kurumlar, işleve ilişkin yetersizliklerini bu yüzden gitgide daha fazla sarıldıkları kutsallık zırhıyla telafi etmeye çalışmaktadırlar. Örneğin medre-seler, sistematikleri kadar müfredatlarıyla da “modernleşmeyi” gerçekleştirecek yahut bırakın modernleşmeyi, içinde yer aldıkları toplumu modern dünya karşısında (kendi geldikleri köklerle de bağlantılı olarak) mukabil bir medeniyet bakımından temsil edecek, hatta böyle bir iddiada bulunacak birikime, entelektüel güce sahip değildirler. Mesela 19. yüzyılın en önemli karakteristiklerinden birisi “ekonomi” iken ve bu alan başlı başına bir bilim dalı olarak gelişirken Osmanlı medreselerinde ekonomiye ilişkin en basit eğitim dahi verilmemektedir (Fındıkoğlu;1946).

Page 20: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

20

Etkili tarihsel köklere ve halk nezdinde bir tür ruhani nüfuza sahip bu kurumların rehabi-lite edilmesi kendi içindeki iktidar ilişkileri dolayısıyla mümkün gözükmemiştir. Yapılması gereken daha radikal bir yöntemle bu kurumların ilgası ve yeni bir organizasyon, mo-dernleşme misyonuna uygun bir şekilde eğitim-öğretimi üstlenecek mentaliteye sahip kurumların oluşturulmasıdır. Öyle de yapılmış, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile yeni eğitim düzenine geçilmiştir.

Diğer yandan Cumhuriyetin öncü kadrolarında din ile kutsallaştırılmış gelenek arasındaki ayırımın ihtimamla yapıldığı söylenemez. Hatta “İslam’ın yüzeyde görülmesi mümkün olmayan önemli fonksiyonlar gördüğünü idrak edememişler,” “Türkiye’de bir tek din olduğu noktasından hareket etmişler,” “halk inançlarının kendi içinde anlamlı bir tür olduğunu kabul etmemişlerdir... Bunun için yalnızca hurafeden bahsetmişlerdir” (Mar-din;1983;108). Ancak dine karşı, devrim Fransa’sındaki ya da Sovyetlerde olduğu gibi bir propaganda da yoktur. Zamanla daha fazla yapılan laiklik vurgulamasının arkasında dahi “dine karşı olmaktan çok, misyoncu öncü kadroların kendisini halktan ayırmanın bir yolu olarak bunu görmesi” vardır (Tunçay;1999;217).

Bu şekildeki büyük çaplı değişimlerin, dönemin imkânları da düşünüldüğünde eleştiri-lerden vareste ideal bir yapı oluşturması, maddi imkânlardan insan unsuruna kadar her şeyi tam da amaca uygun bir şekilde bir araya getirmesi kolay değildir. Hele eğitimin, iktidar mücadelesinin can damarını teşkil eden, dolayısıyla, yapılıp edilenlerden bağım-sız bir şekilde tartışmaların kaçınılmaz şekilde üzerinde yürüdüğü bir alan olması hali düşünüldüğünde, bu konuya yönelik yoğun ilgi ve eleştiriler daha iyi anlaşılacaktır. Yeni yetişecek nesillere Cumhuriyetin hedefleri olarak benimsetilmek istenen modernliğe ait değerler bu kurumlar marifetiyle aktarılmaya çalışılmıştır. Bu değerlerin, kendine güven, teşebbüs sahibi olmak, dünyaya yönelik ilgi, bilimsel gelişmeleri takip, ülkenin kalkınma ve gelişmesi için heyecan duymak, millet bilinci içinde dayanışmayı temin etmek olduğu söylenebilir (Bostancı;1996;22).

Kılık kıyafete, ölçü-tartı aletlerine vs yönelik inkılâpların amacı, göze görünür maddi alanda batılı tarzı egemen kılmaktır. Böylelikle dıştan bakıldığında belli bir benzerlik ze-mini yakalanmış olacaktır. Buna yönelik itirazlar, batıya muhalefet ile batıyı modern kılan referansların “fotoğraf makinesinin tespit ettiği” alanda değil, aksine görünmeyen kısımda, moral değerlerde ve zihniyet dünyasında olduğu tezi çerçevesinde işlenmiştir. Keza buna, inkılâpların istenilen amaçları tahakkuk ettirmede yeterince etkili olamaya-cağı kaydı da eklenebilir.

Bu coğrafyadaki batıya muhalefet çizgisi, uzun tarihi geleneğine rağmen muhalefetini haklılaştıracak ölçüde ne kendini batıdan yalıtabilmiştir, ne de iddialı fikirler geliştirebil-miştir. Kaldı ki, “yeni bir medeniyet” kurmak gibi kışkırtıcı, etkileyici bir düşüncenin dahi ancak batı dünyasından haberdarlıkla, onunla kurulacak politik ve entelektüel ilişkiler üzerine bina edileceği hesap edilmelidir. Nitekim günümüzde, aynı siyasi çizginin takip-çileri, batı ile (en azından ondaki eleştirel çizgi ile) daha yakın düşünsel bağlar kurma

Page 21: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

21

yoluna gitmektedirler. Diyanet Vakfı’nın “İslam ve Modernleşme” başlığı altında düzen-lediği sempozyumda konuşmaların bu doğrultuda yoğunlaşması –batı karşıtlığı klişesinin aksine- geniş bir çevrenin bu soruna son derece duyarlı olduğunu gösterir (İSAM;1997).

Modernliğin uzun bir sürecin ürünü olduğu, maddi altyapı kadar buna tekabül eden değerlerle birlikte var olduğu hususu malumdur. Ancak bunu belirtmek, Cumhuriyetin kurulduğu Anadolu toprakları üzerinde yürütülmesi gereken siyaset için ne tür bir anlam taşıyabilir? Önce moral değerleri dönüştürelim, zihniyet üzerinde duralım eleştirisi işlev-sel politik araçlara sahip değildir; buna karşılık, görünür dünyada batılı biçimler istikame-tindeki değişme, -kimi uygulamalar bugünkü bakış açısından naif görünse bile-, zamanla kendine tekabül edecek moral değerleri üretecektir, yaklaşımı –o günün her bakımdan yetersiz şartları da düşünüldüğünde- nihayetinde daha yürütülebilir bir politikadır.

Kaldı ki, modernleşme girişimlerinde sembollerin sanıldığından daha fazla anlamı ve yeri vardır. Çoğunlukla da Ogburn’un isabetle belirttiği gibi, toplumsal değişimler önce maddi alanda olur ve moral değişimler onu belli bir kültürel gecikme ile takip ederler (cultural lag). İnkılâpların istenilen sonuçları sağlamak bakımından yeterli miktar ve ni-telikte olmadığı ise ayrı bir bahis konusudur. Mevcut olanların dahi yarattığı toplumsal direniş ve buna karşı harcanan enerji düşünüldüğünde, bu istikametteki yeni inkılâpların Cumhuriyeti kuranların siyasal ve ekonomik hayattaki daha somut projeleri için ciddi engeller oluşturabilecekleri hususu, öyle anlaşılıyor ki iddiacıların coşkulu hesapsızlığı içinde kaybolmaktadır.

Bu konu ile ilgili haklılık payı taşıyan eleştiriler, bütünüyle inkılâplara karşı olmaktan çok onların mahiyeti ve neticeleri ile ilgili olup, bir anlamda verimliliği artırmaya yönelik olarak düşünülebilirler. Mesela, “Batılı görünme”nin bir iktidar rantı yaratması karşı-sında, içi boş bir gösteriye dönüşmesi, iktidara eklemlenmek isteyen tufeyli takımının bu yöntemi kullanarak “modernlik sembollerini” araçlaştırması; toplumsal enerjinin bu alandaki gerilimler dolayısıyla verimsizleşmesi; inkılapların, vesayetçi iktidar stratejileri için bir meşruluk gerekçesi olarak kullanılması, bu vadideki eleştirilerden bir kaçıdır (Ber-kes;1997;89-92).

Yine önemli bir husus, gündelik hayata yönelik inkılâplar üzerine yürütülen tartışmaların ancak pek azının kamusal alana yansıyabilmesidir. Bu doğrultuda üretilen eleştirilerin önemlice bir kısmı siyasetin mahrem dünyasında yer almıştır. Kötü baskılı, kaynağı belirsiz yayınlar bir kenara bırakılırsa, eleştiriler daha çok dedikodu, söylenti, fısıltılar marifetiyle dile getirilmiştir. “İnkılapları korumak ve yerleştirmek” adına steril bir fikir zemini oluşturmak için bu yöndeki eleştiriler kamusal alana sokulmamış, bu engelleme dolayısıyla, mahrem dünyanın kendi şartlarında, mukayeseden, akıl yürütmeden, nes-nellikten yoksun muhalif fikir kolajları oluşmuş, “baskı”nın varlığı mukabil dünyada haklı ve meşru oldukları yolunda bir yanılsama yaratmıştır.

Burada birbiriyle çelişik iki husus vardır: Bir yanda öncü elit kadronun sosyal mühendis-liği kaçınılmaz bir yöntem olarak görmesi ve “müstakbel halk” için bugünkü halk rıza-

Page 22: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

22

sını denetim altında tutmayı başarının bir şartı olarak değerlendirmesi. Diğer yanda ise, “inkılâplara direnen kesimlerin bastırılması” gerekçesinin tekelci ve baskıcı bir iktidar için kullanılarak sorgusuz sualsiz bir ortamın garanti altına alınmak istenmesi. Birbirini tamamlar gözüken bu iki önerme, gerçekte her iktidarın daha fazla muktedir olma arzusu dikkate alındığında, “iddiaları, araçları ve imkânları” bakımından bir hayli eleştiriye açık-tır. 1930’da Serbest Fırka kurulduğunda, ülkeyi halkın çıkarlarını düşünerek yönetecek yegâne partinin CHF olduğu, muhalefetin ise sadece kendi çıkarlarını düşünerek iktidara gelmek istediklerini belirten yazılar, düşünceler, en temeldeki sorunun “misyoncu araç-sallık” değil doğrudan iktidar olduğunu ortaya koyar (Shayegan;1991;161). Nitekim 1950 ile birlikte Türkiye’de yeni bir dönem açılmış; ancak ülkenin temel tercihleri de-ğişmemiştir. 27 yıllık CHF iktidarının, “Artık Cumhuriyet için hiçbir tehlikenin olmadığı yepyeni bir ülke ve ulus kurduğu, iktidara kim gelirse gelsin bu durumu değiştireme-yeceği” iddiası da durumu açıklayamaz. Çünkü 27 yıllık bir süre, tam yetkili tek parti iktidarının dahi ülkeyi “inkılâplar istikametinde bir gül bahçesi”ne çevirmesine yetmez. İşin doğrusu, toplumsal muhalefet, mevcut iktidarda bu ölçüde bir egemenlik sendromu oluşmasını haklı çıkartacak kudret boyutlarına hiçbir zaman ulaşmamıştır.

Neticede, inkılâplara yönelik olarak bu çerçevede toplanan eleştirilerde haklılık payı var-dır. Ancak takdir edilmelidir ki, o dönemin Türkiye’sini hayal ederken, ideal yönetimin nasıl olması gerektiğini değil, mevcut toplumsal ve politik şartlarda mümkün iktidar biçimlerini düşünmek daha doğrudur. Ayrıca, alternatif iktidarlardan hangisi iş başına gelseydi, atacağı her adımda burada zikredilen eleştirilerin benzerleriyle karşılaşmak-tan kendini koruyamazdı. Ve yine sadece Cumhuriyetin başlangıç yıllarında değil her halükarda eleştiriden vareste steril bir iktidar kurulamayacağı da malum. Tarihe ilişkin analizlerde makul ve kabul edilebilir yorumlar için ideal tipler üzerinden gitmek yerine si-yasetin mümkünlük şartları üzerinden konuşmak gerekir. Ayrıca dönemin politik kadro-larının toplumsal değişme/modernleşme, yönetim konularına ilişkin birikimlerini bugünkü bilgilerimizi (ve elbette onlardan bize ulaşan deneyimleri) dikkate alarak “sınava tabi tutmak” da haksızlıktır. Unutmayalım ki, ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal bu göreve geldiğinde, bugün Cumhurbaşkanı seçilebilmek için belirtilen alt sınırın sadece iki yaş üzerindeydi.

Bir başka mesele, devlete, topluma, modernleşmeye ilişkin tartışmaların yoğunlaştığı son yüz elli yıllık tarihi süreç içinde, toplumsal zeminlerinin yokluğu nedeniyle bir “en-telektüel” sınıfının ortaya çıkmayışı, buna karşılık onların rolünü iktidar çevrelerinin ya da alternatif iktidar iddiasına sahip olanların yerine getirmeleri ve ifa edicilerin/ideolog-ların ciddi herhangi bir entelektüel direnişle karşılaşmaksızın icraatta bulunabilmeleridir. “Sözleri tarih yapmaya, tarih değiştirmeye” (Bourdieu;1997;61) muktedir entelektüeller bu özellikleriyle politik aktörlere benzerler. Ancak önemli bir fark, en azından “ifa” önce-si bir zihni sürece tabi olan entelektüel faaliyetin farklı bakış açıları ve değerlendirmeleri ile rasyonelleşmesidir. Kudretli politikacılar ise bizzat bu akliliğin kaynağı olduklarını dü-şünme eğilimleri dolayısıyla böyle bir sürecin eksikliğini hissetmezler.

Page 23: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

23

Genel manada entelektüelin kimliği var olma şartları üzerine burada herhangi bir tartış-maya girmek yerinde olmayacaktır; ancak, fikrin iktisadi anlamda pazarının oluşmasın-dan (onu satın alacak bir toplumsal çevrenin varlığı) tutun, devletten bağımsız bir aydın zümrenin hayat bulmasına kadar hayli geniş bir yelpazede çeşitli kriterler bu zeminin unsurlarıdır. Ancak kendisine tekabül eden bir iktisadiyatın mevcudiyeti halinde “..ka-munun gündemine sıkıntı verici sorular getiren, ortodoksi ve dogma üretmektense bun-lara karşı çıkan, kolay kolay hükümetlerin veya büyük şirketlerin adamı yapılamayan, devamlı unutulan ya da sumen altı edilen insanları ve meseleleri temsil etmek için var olan,” (Said;1995;27) entelektüel hayat bulabilir. Shayegan’ın entelektüel/ideolog kar-şılaştırmasında saydığı niteliklere bir göz atalım: “..Zira hakiki entelektüel, karşıtlıkların ötesinde kökensel ortak bağları (mitos ve akıl) yeniden bulan bilge-mistiğin aksine, ya da aklın soysuzlaşmış serüvenlerini yeniden mitolojileştiren ideologun aksine, kahramanca, kimlik dışılığın açık yarasına perçinlemiş olarak kalır, herhangi bir düzenle bütünleşmeyi ve her tür kolektif bütünlüğe boyun eğmeyi ret eder...” (Shayegan;1991;161). He-men hemen buradaki niteliklerin tümünün tersinden bir okunuşu üzerinden gittiğimizde Türkiye’deki “entelektüel” sınıfı teşhiste daha işe yarar bir referans çerçevesi elde etmiş oluruz. Dolayısıyla entelektüelin yerini ideologun aldığı bir toplumsal/siyasal ortamda, alacakaranlıkta yolunu bulmaya çalışan iktidar gücünün pervasız cüretkârlığı üzerine dü-şünürken, karar vericilerin güç tutkularının ötesinde “atmosferin” kolaylaştırıcı etkisini de hesaba katmak gerekir.

Sanayileşme

Cumhuriyetin kuruluşundaki üçüncü felsefi temel, Osmanlı’da reayanın devletin belke-miğini teşkil ettiği fikrinin bir devamı olarak kırsal alana, tarıma yönelik politikalara önem atfedilmekle birlikte, asıl ağırlığı sanayileşmeye vermek, kalkınma ve gelişmenin taşıyıcı sektörü olarak sanayileşmeyi görmektir.

Sanayileşme, sadece Cumhuriyet sürecinde değil, Osmanlı’nın son döneminde de devlet için bir kurtarıcı proje olarak görülüyordu. İlk sanayileşme hamlelerinin, imparatorluğun askeri yapısı ile açıklanabilecek şekilde ordunun ihtiyaçları çerçevesinde gerçekleştirildi-ği biliniyor. Esasen sanayileşmeyi üstlenecek bir toplumsal sınıfın olmayışı, kara, kazan-ca ve piyasaya yönelik sanayileşme girişimlerine imkân vermemiş, iş, kimi tarihçilerce batıdaki burjuvazinin kısmen karşılığı gibi görülen bürokrasinin karar ve uygulamalarına kalmıştır. Bürokrasinin ise temel tercihleri, sanayileşmenin asıl itici gücünü oluşturacak pazar ekonomisi değil, devlet gücünün, çoğu zaman ekonomik akılcılığın kıstaslarıyla hesap edilmesi mümkün olmayan ihtiyaçları ve bir öncelik olarak onun kudretini destek-leme yönünde olmuştur.

Osmanlı’nın son yüzyılında savaşların kaybedilmesi, sınırların küçülmesinin yanı sıra içerde toplumsal ve ekonomik düzenin bozulması, aydınları ve bürokratları en başta “Devlet nasıl kurtulur”a cevap bulmaya sevk etmiştir. 19. yüzyılın sonuna doğru örgüt-lenen, fikirlerini gazeteler vasıtasıyla “umumi efkara” duyurmak isteyen farklı muhalif hareketlerin dahi kendi varoluşlarını bu sorun etrafında kurduklarını görürüz. Yeni Os-

Page 24: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

24

manlılar, Jön Türkler, İttihat ve Terakki ve irili ufaklı bir çok muhalif hareket gerçekte devletin temel düzenine yönelik yeni ve radikal öneriler getirmekten çok, geçmişi bir şekilde ihya etmenin arayışı içindedirler.

Diğer yandan entelektüel çevreler bu yüzyılda, dünyada kurulmakta olan yeni ekonomik düzen içinde Osmanlı’nın yerinin ne olması gerektiğine ilişkin tartışmaları da hayli renkli bir şekilde sürdürmüşlerdir. Parvus Efendi, Ohannes Paşa, Mehmet Ali Ayni, Mehmet Şerif Efendi, Mehmet Mithat Bey, Sadık Rifat Paşa, Tunuslu Hayreddin Paşa, Namık Ke-mal bu tartışmanın taraflarıdır. Bir yanda Osmanlı ülkesinin, batı ile rekabet edemeyece-ği sanayiye değil tarıma ağırlık vermesi ve dünya piyasalarına bu yönde egemen olması, diğer yanda ise mutlaka sanayileşmesi gerektiği tezleri vardır. Keza bu tartışmaların bir boyutunu da serbestçilik ve devletçilik etrafında şekillenen fikirler oluşturmaktadır. Bazı aydınlar sanayileşmenin devlet denetiminde olması gerektiğini düşünürken, kimileri bu alandaki devlet inisiyatifinin verimsizlik dolayısıyla istenilen neticeyi sağlayamayacağı kanaatindedir (Sayar;1986).

Bir ülkenin kalkınma ve gelişmesinde sanayinin, fennin ağırlıklı yeri bulunduğu tezi, ba-zen abartı sayılacak fikirler ileri sürülmesine de zemin hazırlamıştır. Mesela hemen her konuda görüş açıklamaktan geri durmayan Abdullah Cevdet, maddi alandaki varoluşa neredeyse kutsal bir anlam atfetmiş, hatta –geleneksel kültürün dünyayı mistikleştirme girişimine bir tepki nedeniyle olsa gerek- insanın zekâsı ile kafasının büyüklüğü arasında bile maddiliğin işaret ettiği bir bağlantı bulunduğunu iddia edebilmiştir. Modernleşmeyi fen ve sanayileşme üzerinden okuyan ve topluma o yönde bir istikamet öneren kişi ve projelerin, verimliliği artırmak amacıyla bir motivasyon unsuru olarak amacı kutsamaları şaşırtıcı değildir.

Tanzimat ve sonrasında, özellikle Abdülhamid döneminde sanayii yaygınlaştırılmaya çalışılmış, ancak imparatorluğun derin yapısal problemleri, radikal bir dönüşümü en-gellemiştir. “Milli burjuvazinin yokluğu” –imparatorluk bünyesindeki özellikle ticaretle uğraşan kimi “unsurlar” bu yönde hayli mesafe almıştı; bu kesimler daha sonra milli devletlerini kurma aşamasında “milletleri için” öncü rolünü yerine getirecekti- birbiriy-le çekişen ve enerji kaybı yaratan çok milletli siyasal yapı, tarımda kapitalistleşmenin gerçekleştirilemeyişi, istikrarsız coğrafya nedeniyle sürekli harp hali yaşanması bu doğ-rultuda sayılabilir. Bir bakıma imparatorluğun gerileme süreci ile umutsuz ihya çabaları bir arada yaşanmıştır. Özellikle İttihat ve Terakki, 1909’dan itibaren kısmen 1913’le ise tam anlamıyla ele aldığı iktidar marifetiyle sanayileşme çabalarını sürdürmüş, o zor şart-larda, bir “milli burjuvazi kurmak” için uğraşmıştır. İktidarı elinde tutan “millici bürok-rasi” Türk kökenli esnaf ve tüccar taifesini devlet eliyle desteklemek, böylelikle onlara kaynak transferi yaparak palazlandırmak politikasını takip etmiştir. Buna rağmen Kur-tuluş Savaşı’nın ardından ticareti yürüten kesim arasında Türk unsurunun yüzde beşte kalan oranına bakarak bu girişimlerin hayli sınırlı kaldığını teslim etmek gerekir.

Page 25: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

25

Cumhuriyeti kuran kadro, modernleşmenin en önemli ayaklarından birisi olarak “sanayileşme”yi görerek, bir bakıma Osmanlı’nın son dönemindeki bu çizginin takipçisi olmuştur. Ancak bu yeni iktidarda aynı zamanda güçlü bir eğilim ekonominin millileşti-rilmesidir (Mardin;1992;224). Kendini bir milli devlet olarak kurmaya çalışan Cumhuri-yetin bu yönelimi şaşırtıcı değildir. Henüz Cumhuriyetin sınırları dahi belli değilken İzmir İktisat Kongresinin toplanması, ülke kaynaklarının tespitine çalışılması, yabancı sermaye konusunda olumlu beyanlarda bulunulması ve nihayet özel sektör (milli burjuvazi) ön-derliğinde sanayileşmek için her türlü imkanın seferber edileceğinin ifadesi bu doğrul-tudaki adımlardır. Daha ilk yıllardan itibaren, ülkenin kıt kaynakları dikkate alındığında, sanayileşme girişimlerine karşı hayli duyarlı ve cömert davranıldığı, sanayiyi teşvik et-mek için tedbir alındığı görülür. Ancak 1929 Dünya iktisadi krizine kadar adeta bir tür özel sektörün teşekkülünün beklendiği, bunun alt yapısının kurulmaya çalışıldığı, fakat yeterli sermaye birikimi olmadığı için bu yöntemin işleyeceği konusunda şüphelerin doğ-duğu görülür. Nihayet krizin ve sonrasında dünyada yaygınlaşan kamu öncülüğünün de etkisiyle devletçilik programları uygulanmaya ve belli bir program dahilinde fabrikalar kurulmaya başlanır.

İkinci Dünya Savaşı’nın olağanüstü şartlarında bu girişim belli ölçüde sekteye uğrasa bile, çok partili hayat ve ardından DP iktidarı ile birlikte ciddi bir ivme kazanarak devam eder. Cumhuriyet tarihi boyunca farklı politik hareketler Cumhuriyetin kurucu temelle-rine yönelik bir çok tartışma yürütmüş olmakla birlikte sanayileşme konusunda nere-deyse ittifak içinde hareket etmişlerdir. Ülkenin geleceğinin ve kaderinin sanayileşmede olduğu konusunda kimsenin kuşkusu yoktur. Sanayileşme politikaları gerçekleştirilirken ihtiyaç duyulan kaynaklar, uzun yıllar ülke ekonomisinin ağırlıklı sektörünü teşkil eden tarımdan aktarılmış, bu yüzden, köylü kesim ile özellikle bürokrasi ve siyasal kadrolar arasında ilginç bir ilişkiler tarihi oluşmuştur (Keyder;1983;191-220). Bu tarih düz bir şekilde okunamaz; köylük nüfusun siyasal tercihlerini etkilemenin bir yolu olarak tarımı desteklemekten dünya fiyatlarıyla uyumlu bir tarım politikasını hâkim kılmaya kadar hayli geniş bir yelpazede ortaya çıkan karar ve uygulamalar, kimi zaman istikrarsız ve çelişkili görünse de, uzun dönemde bir mantığa tekabül etmektedir. Nihai hedef, köylük nüfusu azaltmak, ileri teknoloji ile daha verimli bir üretim sağlamak, her halükarda tarımı “sanayileşme misyonu”nun çerçevesinde –hatta gölgesinde- değerlendirmektir.

Cumhuriyet yönetiminin bu vecd içindeki sanayileşme heyecanının bir ölçüde kayba uğradığı dönem son yirmi yıldır. 1980’li yıllarla birlikte hizmet sektörü öne çıkmış, sana-yileşmenin çevre kirliliği etkileri dolayısıyla çevreci hareketlerin eleştirileri canlılık kazan-mıştır. Ayrıca küreselleşen dünya ekonomisi içinde ticari sektörün daha cazip olması, müteşebbislerin bu alana ilgi göstermesine neden olmuştur. Bütün bunlara rağmen, halen Cumhuriyeti kuran iradenin ortaya koyduğu sanayileşme fikri, bu ana damar, tüm canlılığıyla varlığını sürdürmektedir.

Page 26: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

26

Patrimonyal otorite

Patrimonyal otorite köken olarak Avrupa ortaçağındaki senyörlerin ve kralların egemen-liklerine kadar uzanır. Burada toplumun tamamı otoriteyi temsil eden figürün etrafın-da toplanmıştır ve “kan bağı” olmasa dahi tebaa kendisini otoriteye ait sayar (Sen-nett;1992;59-64). Elbette günümüze ait devlet/toplum ilişkilerini çözümlerken “patri-monyal” adlandırmasının kullanılışı, tam anlamıyla bir örtüşmeden çok “günün şartları içinde teşekkül etmiş” bir benzerliğe dikkat çekmek içindir. Bu benzerliğin nitelikleri, tebaanın otoriteye kayıtsız şartsız aidiyeti (ve buna bağlı olarak itaati), siyasal iktidar alanının nesnel, standart, karşılıklı hak ve görevlere bağlı değil, “aile ilişkileri” gibi “bi-rincil ilişkiler” üzerinden oluşturulması, otoritenin meşruluğunu, performansından ya da çeşitli kriterle ölçülebilen icraatlarından değil, adeta verili bir statü gibi işgal ettiği yerden aldığı iddiasıdır.

Cumhuriyetin başlangıç yıllarında da, patrimonyal otoritenin kimi nitelikleri, en azından geçici bir süre için iktidar etmenin kaçınılmaz yöntemi olarak görülmüştür. Her ne kadar kavramın tarihi çizgisi Avrupa’ya aitse de, “babacıl otorite” formundaki anlamı dolayı-sıyla geleneksel dünyanın farklı coğrafyalarındaki bir çok iktidar biçimini adlandırmakta da kullanılabilir ve bu arada Türkiye’nin üzerinde yer aldığı toprakların siyasal değerleri içinde de karşılığı vardır. Mesela, yaygın bir şekilde kullanılan ve en azından yakın za-manlara kadar çoğunluğun kabulüne mazhar olan “Devlet Baba” ifadesi siyasi ilişkiler-deki “ailevi değerlerin egemenliğine” atıf yapar. Devlet, halkını koruyan, gözeten, ada-letle davranan, bu tür işlevlerine ilişkin referansları kutsallıktan devşiren ve bu yüzden dünyevi iktidar ilişkilerinin dönüştürücülüğünden masuniyet kazanmış bir yapı şeklinde görülür. Buradaki mantık şudur: Nasıl baba oğlunun iyiliğini ister, onun geleceğini ve çıkarlarını düşünürse iktidar da öyledir /ya da en iyisinden öyle olmalıdır temennisi/; an-cak bir türlü reşit olamayan oğul bunu takdir edemediğinde gerekirse onun çıkarları için zorlayıcı yöntemlere başvurmak bu otorite biçiminin meşruluğundan kaynaklanan bir hak olarak doğar. Burada dikkate değer kriter, tek parti dönemi iktidarının kendisini bir misyon içinde görmesi ve amacının meşruluğuna duyduğu derin inanç nedeniyle iktidarı kullanım biçimini bir tür “özel ilişki” olarak telakki etmesidir. “Özel ilişki” hukuki düzen-lemeden kendini tamamen kurtarmış, herhangi bir hukuki çerçeveye ihtiyaç duymayan ilişkidir (Habermas;1997;237). Tek parti dönemi iktidar çevresi, basınla, Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırka ile, Takrir-i Sükun dönemindeki uygulamaları ve Serbest Fırka ile olan ilişkilerinde, yani kritik dönemlerde hukuku önceleyen bir “özel ilişki” mantığına yaslanmıştır.

Devletin bu şekilde kavranmasını yöneticilerden yönetilenlere intikal ettirilen bir doktrin olarak yorumlamak elbette yanıltıcıdır; sadece iktidar çevrelerinin değil itaat edenlerin de devlete bu şekilde bir anlam atfetmeleri bazı tarihi ve toplumsal temellere sahiptir. Mesela geleneksel dünyada her şeyden evvel “iktidarın” tüm siyasal toplum tarafından paylaşılması, bunu sağlayacak zeminin yokluğu dolayısıyla maddeten mümkün değildir.

Page 27: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

27

Keza devlet iktidarı, bugünle mukayese kabul etmeyecek ölçüde daha dar bir alanla ilgilidir; gündelik hayat çoğunlukla sivil inisayitiflerce belirlenir. Ekonomik yapısı tarıma dayalı, siyasal örgütlenmesi fetih ve gaza esası üstüne kurulu bir ülkenin devlet iktidarı, kritik şartların zorlayıcılığında “tekel olmak ve takdis edilmek” konularında ciddi bir sivil direnişle karşılaşmadığı gibi aksine “işlevsel” bulunularak geniş bir kesim tarafından da desteklenir. O yüzden Türkiye’nin siyasal geleneğinde iktidar “bölünme kabul etmez kutsal bir bütün” olarak görülmüş ve genel bir onay kazanmıştır.

Avrupa’da patrimonyal otoritenin kırılmaya uğradığı dönem burjuva sınıfının yükseli-şiyle birlikte başlar. Nasıl modernlik, ev içi düzeni ile çalışma hayatını ayırmışsa, yine aynı şekilde iktidarı da aile ilişkilerinden ayırmış, otoritenin meşruluğunun sorgulandığı, “kerameti kendinden menkul kutsallığının reddedildiği” yeni bir döneme girilmiştir. J. Locke’un bu yöndeki yazıları, Hobbes’un Leviathan’ı toplumsal sözleşmeye bağlaması bu doğrultudaki ilk işaretlerdir.

Türkiye’nin siyasal kültüründe eleştiriler olmakla birlikte yakın zamanlara kadar böyle-sine bir radikal kırılma çizgisi meydana gelmemiştir. Ancak Cumhuriyet dönemindeki maddi gelişmeler, kendisine tekabül eden bir siyasal karşılık yaratmakta gecikmemiş-tir. Esasen Cumhuriyeti kuran irade, elbette girişimlerinin neticesinde iktidarın artık bu geleneksel çizgide süremeyeceğini, sanayileşme, şehirleşme ve kaçınılmaz bir biçimde demokratikleşmenin iktidarı parçalayacağı ve daha seküler bir forma dönüştüreceğini bilmektedirler. Ancak, en azından toplumsal dönüşümlerin başlangıç aşamasında, nihai hedefleri için, iktidarın bu güçlü geleneksel çizgisini sürdürmeyi ve paylaşımı reddet-meyi kendilerinde hak olarak görmüşlerdir. Modernleşme en üst değerdir ve bunun dışında kalan her şey bir bakıma araçsaldır. Zaman kaybetmemek, uygarlık hedefine en kısa zamanda ulaşmak, bunun için top yekun seferberliği gerçekleştirmek, imkanları merkezi bir iktidarın gücü ile en verimli şekilde kullanmak gibi düşünceler iktidar biçi-minin haklılaştırılmasında ileri sürülen gerekçelerdir. Diğer yandan ise, rejimin radikal bir şekilde değişmesi o ülkedeki siyasal kültürün, ondaki hakim eğilimlerin de benzer bir değişimi yaşayacağı anlamına gelmez. Nitekim Cumhuriyetin ilanından sonra “ik-tidarın biçimi, kullanımı” bu coğrafyadaki uzun tarihi geleneğin şekillendirdiği siyasal kültürün kodları üzerinden yürümeye devam etmiştir. Tek partinin iktidarı, Cumhuri-yetçi Terakkiperver Fırkanın üzerindeki baskılar ve nihayet kapatılması, Serbest Fırka deneyiminde takınılan tutumlar, bu iktidar anlayışının somut tezahürleri olarak tarihteki yerlerini almışlardır.

Sonuç

Cumhuriyetin felsefi temelleri üzerine yapılacak konuşmaların odak noktasını modern-leşme oluşturmaktadır. Cumhuriyet bir modern projedir. Değerlendirmelerde, müellif-lerin amaçları kadar tarihi mümkünlük şartlarını da dikkate almak gerekir. Alana ilişkin tartışmaların serbestçe yapılabilmesi, geçmişin anlaşılmasına olduğu kadar günümüz siyasetine ve entelektüel dünyasına da katkı sağlayacaktır. Tarih üzerine bunca tartış-

Page 28: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

28

ma yapılan bir toplumda eklektik, derinliği olmayan tarih repliklerinin yine bunca ege-men olması şaşırtıcıdır. Yakın geçmişin tarih kadar diğer sosyal bilimlerin de desteğiyle ve disiplinlerarası bir yaklaşımla değerlendirilmesi, yorumları birbirine yaklaştırmasa bile ortak bir bağlamın teşekkülüne zemin hazırlayacaktır.

Page 29: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

29

SİYASET VE SOSYOLOJİ VEYA SİYASETE SOSYOLOJİK AÇIDAN BİR YAKLAŞIM

(Bu bölüm Doç. Dr. Mustafa Aydın’ın Siyasetin Sosyolojisi1∗ İsimli kitabından derlenerek hazırlanmıştır. Çalışmasının bu şekilde elinizdeki kitapta yer almasına

izin verdiği için Sayın Aydın’a teşekkür ediyoruz)

1. SİYASET KAVRAMI VE BİR KURUM OLARAK SİYASET

Siyaset kamu düzenini sağlama ve genel yönetimi gerçekleştirme görevini yerine getiren bir temel kurumdur (Fichter, 1990: 116). Bu haliyle de insanlığın varlığıyla paralel bir olgudur. Diğer kurumlar gibi bu temel kurumun altında düzinelerle alt kurum sıralanır. Mesela otoriteler, önderler, seçim sistemi, oylama, baskı grupları, bürokrasi, partiler vb. bunlardan sadece bir kaçıdır.

Siyasetin temel işlevi (tanımda da belirtildiği gibi) yönetim işlerinin yürütülmesi ve kamu düzeninin sağlanmasıdır. Klan/ kabileden günümüz ulus/ devletlerine kadar bu işlevi tüm toplumlarda görürüz. Konunun özünü oluşturan “kamu düzeni ve yönetim”, evrensel, önemli ve zorunludur. Toplumsal bir farklılaşma ile daha belirgin bir hale gelmiştir. Söz konusu düzen ve yönetim, toplumlarda birleştirme, aracı yapılar oluşturma ve yönlendi-rip eğitme gibi işlemleri ihtiva etmiştir. Esasen tüm toplumlar fonksiyonel olarak sert ya da yumuşak bir yöneten-yönetilen ayrımına sahip olmuş, yönetim, nihayet devlet gibi siyasal (alt) kurumlarla sonuçlanmıştır.

Temel bir kurum olarak siyaset, insanlığın başından beri potansiyel olarak; klan ve kabile hayatından itibaren de fiili olarak var olmuş olmalıdır. Yani aileden farklı ve aileler arası bir düzenin ortaya çıkmasıyla başlamış bulunmalıdır. Çünkü nüfus yönünden yoğunlaş-maya paralel olarak klanlarda aile başkanlarından birisi (aile başkanlığının yanında) kamu düzenini sağlayıcı bir rol üstlenmiştir. İşte bu rol bizim burada söz konusu ettiğimiz salt siyasal bir roldür.

Kurumun adı olarak kullanılan “siyaset”, Arapça kökenli bir kelimedir ve sözlük karşılı-ğı eğitmek, yetiştirmek, düzenlemek anlamlarına gelir. Eski dilde terim olarak buradan geliştirilmiş şekliyle “yönetme bilgisi ve tekniği” anlamında kullanıla gelmiştir (Kaplan, 1994: 11-16). Sözcüğün Batı dillerindeki karşılığı politika (politique) dır ve Grekçe şehir yönetimi, kamu düzeni anlamlarına gelen “police”den türediği kabul edilir. Bazı sosyal bilimciler ve günlük dilde halk, siyaset ve politikayı farlı anlamlarda kullanmak isterlerse de bunlar aynı olguyu anlatırlar. Yani farklılık etimolojilerinde değil, kullanımlarındadır.

Siyaset kelimesi az çok farklı anlamları çağrıştırmaktadır. Bir anlayışa göre siyaset in-sanlar arasında bir “çatışma”, bir mücadele ve kavgadır; bunun için güç elde etmek, iktidarı ele geçirmek ve onun sağladığı çıkarları paylaştırmaktır. İkinci bir eğilime göre

1 ∗ Açılım Yayınları, [İstanbul 2004].

Page 30: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

30

ise toplumda bütünlüğü dengeyi sağlamak; nimetleri kişisel olmaktan çıkarıp genelleş-tirmektir (Kapani, 1989: 17). Belki daha doğrusu siyaset ikisidir de. Yani belli çıkar ve çatışmaları, bütünlükleri ve bunun meşruiyet temellerini içeren bir kurum-kavramdır.

Siyaset kavramı bir bilgiyi içerdiği kadar, bir pratik ye tekniği de ifade etmektedir. Esa-sen klasik tanımlarda o bir sanat veya bir teknik olarak da nitelenmektedir. Mesela Fransız Akademisi sözlüğü siyaseti “devleti yönetme ve diğer devletlerle olan ilişkilerine yön verme sanatına ait her şeyin bilgisi” olarak tanımlar. (Duverger, tarihsiz: 19). Onun bu üstün bir sanat-teknik yönüne rağmen entelektüalizm ifade eden tüm kavramlarda gördüğümüz bir olumsuz yön siyasette de vardır ve bir zekiliği/ kurnazlığı içerdiği kadar bazen bir çıkarcılığı ve dolayısıyla aşağılanmayı da dile getirmektedir (Bilgin-bilgiç, ente-lektüel- entel sözcüklerinde olduğu gibi).

Siyaset kavramının daha iyi anlaşılabilmesi için, ilgili bir kaç kavramın daha üzerinde du-rulması gerekmektedir. Bunlardan birisi devlettir. Klasik teorilerde devlet, siyasal olanın karşılığında kullanılmakta, diğer alt kurumlar ya da olgular onun ekseninde sıralanmak-tadır. Mesela bu anlayışa göre ülke, halk, organizasyon, vb. devleti meydana getiren öğelerdir. Ancak günümüz siyaset sosyolojisinde, devlet de dahil, bunların hepsi siyasal olanın öğeleridir ve hiçbir zaman bu kurumsal olgu devlete indirgenemez. Bununla birlik-te şüphesiz devlet bir kamu alanıdır ve toplumsalın önemli siyasal bir boyutudur.

Siyasetin ilgilendiği alan, özel kamu ayırımında, ikincisine (yani kamuya) tekabül etmek-tedir. Ancak ayırımın ölçekleri üzerine çok şey söylenmiştir. Bu ölçeklerden birine göre kamusal “publisite” yi (geneli, aleniyeti) gerektirir ve “hepimiz için ortak olma” anla-mında “ortak”tır. Bu durum kendini rollerin kapsamında da yansıtır. Mesela “babalık’’ özel bir rol iken “yurttaşlık, seçmenlik” kamusal rolleridir. Ne var ki, bu çözüm yine de mutlak değildir. Aynı adı veya görüntüyü taşıyan bir rol, farklı açılardan özel ya da ka-musal olarak nitelendirilebilir. Mesela tarihsel binaları korumak için kurulmuş bir dernek, bu eski eserin yeniden inşası için para verdiğinde özel bir kapasiteyle hareket etmekte; amaçlarını destekleyecek bir yasa için parlamentoda lobi yaptığında ise kamusal olarak faaliyet göstermiş olmaktadır (Runciman, 1986: 132).

Modern siyaset sosyolojisinin kurucusu sayılan Weber siyaseti, araç olarak nitelediği iktidar ekseninde tanımlar. Ona göre siyaset (ya da devlet) amacıyla, bir başka deyişle ne yaptığıyla tanımlanamaz. Çünkü o her şeyle ilgili bulunması bakımından bir amaç/ alan sınırına sahip değildir. O zaman devlet/ siyaset, kullandığı araçla yani iktidar (bir güç vurgusu) ile tanımlanabilir (Weber, 1986).

Buradaki iktidar, gerektiğinde kullanılabilecek fiziki bir güçtür. Ama sırf fiziksel değil-dir, her şeyden önce sosyaldir. Toplumun merkezi yapılanmasının, dolayısıyla da bir eşitsizlik temeli üstüne oturmuş toplumsal bir güçtür ve bireylerin ellerindeki kudretin birleştirilmesiyle elde edilmiştir (Lukes, 1993: 647). Onun içindir ki iktidar, bir bireyin veya toplumsal kümenin, gerekirse bazılarının çıkarlarına ve hatta muhalefetine karşı bir eylem sürecini izleme yetisidir.

Page 31: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

31

Söz konusu iktidarın (veya gücün) en önemli özelliği meşruiyetidir. Yani topluluğun onu saygıya değer, itaate lâyık bulmasıdır. Esasen sosyal eksenli olması salt zora başvurul-maması onun meşruluğunun ilk şartıdır. Ne var ki bu onun için her zaman yeterli değildir ve siyaset sosyolojisinde bu meşruluğun kaynağı çok tartışılmış, modern ve klasik te-orilerde buna farklı açıklamalar getirilmiştir. Klasik teorilerde meşruiyetin kaynağı daha çok dinidir ve aşkın niteliklidir; modern eğilimlerde ise toplumsal içkindir, kutsallık alanı bir bakıma “egemenlik” gibi salt toplumsal bir konuma indirilmiştir (Kapani, 1989: 69).

İktidarın tanımında çok önemli bir rolü bulunmakla birlikte “meşruluk” pek çok proble-me sahiptir. Felsefi bir deyimle “kendi başına” değildir, değişen bir yapısı vardır. Bugün meşru sayılan yarın meşruiyetini yitirebilir ya da meşruiyet kazanabilir. Seçim gibi bir yolla meşruluk kazanmış bir iktidarı alaşağı eden askeri darbelerin kısa bir süre sonra yeni anayasal düzenlemelerle meşruluk kazanmaları bunun en açık örneğidir. Ama her şeye rağmen meşruiyet siyasal iktidar için vazgeçilmez bir niteliktir.

Burada cevaplandırılması gerekli bir soru da bu “meşru güç”ün hangi toplum düzeyi ile sınırlı olduğudur. Mesela bir ailenin, kabilenin, derneğin ya da ulusun hangisinin meşru gücü “siyasal” sayılacak? Weber’e göre bunun sınırı/ düzeyi globalliktir. Yani kendi içe-risinde tüm etkileşim süreçlerine sahip, bütünleşmiş, bir üst birimin emrinde olmayan sosyal birliktir. Buna göre bir aile, bir sendika, bir global topluluk değildir; ama bir kabile, bir imparatorluk, bir ulus, birer global toplumdurlar ve meşru merkezi güçleri siyasaldır (Duverger: 21-22).

Bütün bu açıklamalardan sonra (Weber’e göre) iktidar “global toplumun meşru gücü” olarak tanımlanabilir. Bir güç ile nitelenmiş olmasına rağmen sosyal kökenlidir, gerekti-ğinde kullanılabilecek bir merkezi kuvvete sahiptir, ama meşruiyet ilkesine bağlı olarak rıza ve itaatin geçerli olduğu bir alandır. Siyaset, bir sosyal yapılanmanın sonucu olarak bir eşitsizliği de içerir. Esasen “fiili eşitlik” mümkün değildir. Çünkü bu fiziki denklikleri gerektirir ki bu pek kolay sağlanamaz; gerçekleşebilecek eşitlik türel yani sosyal/ hukuki eşitliktir.

Son zamanlarda siyaset sosyolojisinde iktidarı oluşturan kaynaklar üzerinde çok tartışıl-mıştır. Burada ayrıntısına girmeden şu söylenebilir: Çağımızda bu güç kaynaklarının en önemlileri bilim ve tekniktir. Esasen bilginin doğasında Antikçağdan beri hep bir siyasal-lık vardır (Weber, 1986:137). Modern dönemlerde ise onun özel bir türü olan bilimsel bilgi, teknolojinin alt yapısını oluşturduğu siyasal erkin hem önemli bir kaynağı, hem de ciddi bir meşrulaştırma aracıdır.

Siyasal iktidarı kullananlara, (kişi, grup, örgütlere) siyasal otoriteler, ya da dar anlamda siyasal iktidar adı verilir. Buradaki iktidar ve otoritenin anlamları şüphesiz birbirlerinden az çok farklıdır. İktidar, salt siyasaldır ve öncelikle gücü çağrıştırır; halbuki otorite her alanla ilgilidir, toplumsaldır, saygı ve karizmatik nedenlere dayanır (Lukes, 1990: 656). Ne var ki başlarına, “siyasal” getirilmiş bu iki kavram aynı anlamda kullanılmış olurlar.

Page 32: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

32

2. SİYASET KURUMUNUN TARİHSEL GELİŞİMİ

Siyaset, potansiyel olarak insan ile birlikte var olmuş olmalıdır. Ancak belirgin bağımsız bir olgu olarak ortaya çıkması da belli toplumsal düzey ve düzen gerektirecek bir sosyal yoğunluğa denk düşmelidir. Bu yoğunluk genel kanaate göre tarım devrimiyle başlar; onunla insanlar, sayıları 25’i geçmeyen gezginci birer aile olmaktan çıkıp yerleşik hale gelirler; kentler oluşur, işbölümü artar: Rasat yapmak, sulama kanalları açmak, ürün faz-lasını saklamak ve dağıtmak gibi insanın tek başına üstesinden gelemeyeceği işler için organizasyonlar oluşturulur. Artık ürünün bir kısmının buraya aktarılmasıyla da siyasal yapının en önemli görünümlerinden biri olan devletler ortaya çıkar (Güvenç, 1984: 193).

Genel sosyolojik bir kanaate göre tüm kurumsal olgularda olduğu gibi siyasal olgu da sosyal bir farklılaşmaya dayanır. Mesela Parsons’a göre ilkel toplumların yegâne işlevi örnek sürdürümü idi, Burada ilk farklılaşma, özel bir din adamı (rahipler) grubunun, bir uzmanlık alanı olarak ortaya çıkmasıyla gerçekleşti, sonra bunu izleyen ve salt siyasalı temsil eden bir yöneticiler gurubu belirdi (Appelbaum, Tarihsiz: 48). Modern dönemlere kadar bunlar birbirinden ayrılmadı ama ilkece bir farklılık hep varoldu.

Siyaset sosyologlarına göre siyasal olgunun görüldüğü ilk sosyal birim aşiret ya da ka-bilelerdir. Çünkü burada artık ailede olmayan bir görev (genel yönetici) vardır. Evrimci yaklaşıma göre siyasal gelişme, (diğer tüm kurumlarda olduğu gibi) varsayılan toplumsal gelişme basamaklarına uygun bir süreç izledi.

Klan ve kabile boyutunda ortaya çıkan siyasal iktidar, bir başka deyişle düzen sağlayıcı güç, başlangıçta kolektif bir işlevdi ve toplumun bütününe aitti, sonra kişisel hale gelme-ye başladı. Bunda avcılıkta cesurluk ve savunmada kahramanlık önemli bir etken olmalı, çünkü bunlar yönetenlere bir ayrıcalık getirmişti. Ne var ki yönetilenler de zamanla bu otoritenin ayrıcalıklarını iktidarın bir gereği olarak gördüler ve meşrulaştırdılar. Çıkar, süs ve eğlenceler, daha fazla eşe sahip olma hakkı, meşru sayıldığı kadar, dışarıya karşı bir güç gösterisiydi (Bougle, 1964: 165).Sade bir örnek ile anlatmak gerekirse yöneticinin evi sıradan insanın evinden daha görkemli, giyim eşyaları daha dikkat çekici olmalıydı.

Kabilelerin birleşip siteleri meydana getirmesinde ortak bir din edinmenin, siyasal oto-riteden önemli olduğu söylenebilir. Zamanla şehir bir birlik haline geldikçe iki yönetim kademesi belirginleşti: Aristokrasi, demokrasi; yani yöneten soylu bir grup ve halk ço-ğunluğu. Soyluların yönetim organizasyonuna karşılık, halkın örgütlenişine rağmen bir eşitsizlik ve dengesizlik hep sürüp gitti.

İmparatorluk zamanlarında kademeli bir hakimiyet tarzı oluşur. Genel bir birlik amacı güdülür ama bu birliğe katılış nedeni ve pay alış düzeyleri farklı olur. Siyasal bir olgu olarak derebeylikler ise genelde, merkezi otoritenin zayıflaması üzerine doğar. Merkezi otorite kendi kendine kuruluşu tamamlayamaz veya kurulduktan sonra zayıflarsa, yeri-ne çoğunlukla, otorite ile mülk sahiplerini birbirine sıkı sıkıya bağlayan ve sosyal düzeni uyrukların, hükümdarlarına fedakârlığı üzerine kuran feodalite yönetimi geçer (Bougle, 1964: 204).

Page 33: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

33

16. yüzyıldan itibaren, bir toplumsal yapı tipi olduğu kadar, bir siyasal yapı şekli olarak ulus-devletler oluşmaya başlar ve yüzyılımızda tamamlanma noktasına ulaşırlar. Uluslar bir bakıma derebeylik sisteminin (ve imparatorluk yıkıntılarının) üzerinde yükseldiler, birleştirici siyasal bir devlet olarak ortaya çıktılar. Ayrıntısı aşağıda ayrı bir bölümde ve-rileceği üzere geçmiş yüzyıllarda olduğu gibi, bu devletler nesnel bir siyasal yapı öğesi olarak toplumu yönetmekle yetinmediler, geri dönüşlü olarak onu yeniden inşa ettiler, tüm sosyal kurumları, belirledikleri bir plan dahilinde yeniden düzenlediler.

Siyasal gelişmenin ekseni (veya yönü) için kesin bir şey söylemek güçtür. Ancak bu konuda ileri sürülen ilkeler şöyle özetlenebilir:

1) Siyasal hayat, iktidarın belli kişilerin elinde toplanmasından halka yayılmasına doğru bir gelişme göstermiştir.

2) Siyasal hayat, dayanakları itibariyle büyüselden diniye ve oradan da profanlığa doğru bir değişim geçirmektedir.

3) Başlangıçlarda siyaset sadece bir (iç veya dış) güvenlik kurumu iken gittikçe sosyal hayatın bütününü kapsar hale gelmiştir (Baltacıoğlu, 1939, 346-350).

Şüphesiz bu ilkelere mutlak gözüyle bakılamaz. Bunlar pekâlâ içinde bulunduğumuz şartların birer aklileştirmesi olabilirler. Kaldı ki meselâ totalitarizme (monarşizme) karşı demokratik eğilimlerin arttığı, doğal bir sekülerlik yolunun izlendiği, vb. gibi ilk bakışta doğru gözüken yargılar tartışmaya açıktır. Katı bir merkeziyetçiliğin yaşandığı ve kitle-lerin rahatlıkla şekillendirilebildiği bir dünyada mutlak bir demokrasi, devletlerin yoğun tedbirlerle dışta tutmaya çalıştığı dinin “doğal” sekülerliği tartışmalı olacaktır. O zaman tarihsel gelişme ekseni konusunda ileri sürülebilecek daha doğru bir yargı, bunun çağla-ra, toplumsal farklılıklara göre değiştiğidir.

Bir kere genel bir kategorileştirme olarak gözükse bile (modern dışı) geleneksel ve mo-dern toplumlarda siyaset kurumu önemli farklılıklar göstermektedir. Habermas’a göre geleneksel toplumlarda siyaset, temel ihtiyaçların giderilmesinden arta kalan bir mal fazlalığına dayanıyordu; modern toplumlarda ise önemli bir yapısal değişime uğradı: Üre-tilen, geri dönüşlü olarak siyasal hayatı yeniden belirledi. Bu yeni üretim süreci kendini teknik ve bilim gibi uzmanlık alanlarında gösterdiği için eskisi gibi salt siyasal olmayan bu alana halk katılamaz oldu (Habermas, 1993: 45 vb). Siyasal hayat Weber’in deyimiy-le “meslekleri sırf bu olan birer girişimcinin işi” haline geldi (Weber, 1986: 89).

Öyle görünüyor ki. siyaset olgusu geçmiş yüzyıllardan, hem doğası hem de algılanışı bakımından farklılıklar gösteriyor. Modern öncesi dönemlerde siyasal iktidar ya bir Tanrı vergisiydi ya da bedeni, mali, vb, ayrıcalıklarla elde edilmiş bir görevdi: Yapılacak iş (ay-rıcalıklarından yararlanarak) hiç kimseye bir borcu olmaksızın, sırf insani vicdani, ilahi bir sorumlulukla bu görevi yerine getirmekti. Burada sonuç olarak güç, toplumu meydana getiren fertlerin her birinin katkısıyla meydana gelmiş bir güç değildi.

Page 34: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

34

Modern dönemlerde ise (siyasal) iktidar (yukarıda da belirtildiği gibi) toplumu meydana getiren her bireyin katkısıyla oluşmuş bir güçtür ve dolayısıyla temsilen onu kullanan kişi grup ve örgütler, onlara karşı sorumludur. Esasen onların bir görevlendirmesidir; onun için her hangi bir zamanda ilkece bu temsile fiilen katılabilir, kendine özgü yollarla temsilcileri değiştirebilir, denetleyebilir.

Ne var ki geçmiş yüzyılların, bir yönü sübjektif kriterlere dayalı siyaset anlayışının so-runları olduğu gibi, modern anlayış sorunsuz değildir. Bir kere iktidarı oluşturan güç, günümüzde Habermas’ın da belirttiği gibi, toplumsal naif bir güç olmanın ötesinde bilim ve teknik gibi belli çevrelerde elde tutulan bir güçtür. O zaman siyasal oluşum da, kul-lanımı da her zaman sanıldığı gibi salt toplum çıkışlı olmayacaktır. Esasen çağın favori sistemi olan demokrasi bile işlevseldir ve her şeyden önce sanayi olgusuna denk düşen bir siyasal sistemdir.

3. BİR BİLİM OLARAK SİYASET VE SİYASET SOSYOLOJİSİ

Siyaseti bir sosyal kurum olarak ve bilimsel bir yöntem ile ele alan Siyaset Sosyolojisi, kısaca toplum ve siyaset bileşkesindeki sorunlar ile ilgilenmektedir. Bir başka deyişle siyasal olanı tanımlayıp, kurumların işlevlerini belirterek toplumsal hayatın siyasal olan üzerinde, siyasal kurumların da toplum üzerindeki etkilerini göstermektedir. (Baltacıoğ-lu, 1939: 336). Bottomore’un deyimiyle siyaset sosyolojisinin konusu en genel biçimiy-le “toplumsal bağlam içinde iktidar” dır. (Bottomore, 1987: 1).

Bilindiği gibi hem toplumun hem de salt siyasal alanın kendine has bilimleri vardır; Genel sosyoloji toplumu, siyaset bilimi de siyaseti kendine konu edinmişlerdir. Siyaset sosyo-lojisi, bu iki genel disiplinin kesişme noktasında ortaya çıkmaktadır. Bu bakımdan göreli de olsa salt siyasal ile sosyal arasındaki yüzyıllar süren bir ayırım süreci siyaset sosyo-lojisinin ortaya çıkması bakımından önemli görülmektedir.

İç içe geçmiş bir olgu olarak toplum ve siyaset üstüne düşüncenin tarihi bir hayli eskidir. İlk sistematik ve yazılı araştırmalara Antikçağda Aristo’da karşılaşırız. Bu konuda müsta-kil bir eser veren Aristo’ya göre insan bir “Zoon politikon” (yani sosyal/ politik hayvan) dır. Buradaki “politikon” iki anlamda kullanılmıştır: sosyal ve siyasal. (Runciman, 1986: 19). Bu sosyal ve siyasal özdeşliği 19. yüzyıl ortalarına kadar sürecek, sadece genel anlamda siyasal olan topluma eş tutulmayacak, siyaset ile aynı kapsamda kabul edilen devlet de toplumla özdeş sayılacaktır.

Toplum ve devlet (dolayısıyla siyaset)in aynılığı düşüncesi, antik çağdan tüm ortaçağlar boyunca sürerek 19. yüzyıl ortalarına kadar tartışmasız geldi. Üstelik bu döneme kadar sürüp gelen yaklaşım tarzı felsefi bir nitelik taşıyor, tek tek olguları ele alma yerine kav-ramsal bir çerçevede, bütüncü bir eğilimle açıklanıyordu. (Abadan-Unat, 1986: 61-63). Genelde de ortaya konanlar “olanlar” değil, “olması gerekenler” dir.

Bu yüzyılda tüm bilimler açısından olduğu kadar siyaset sosyolojisi açısından da bazı önemli gelişmeler oldu. Bilimler gittikçe özerk disiplinler haline gelirler. Fen ve sosyal

Page 35: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

35

bilimler ilkece bağımsız bir hal alırlar. Hatta bunlar kendi içlerinde alt branşlara bölünür-ler. Mesela siyaset bilimi yüzyıllar süren bir “siyaset felsefesi” durumundan çıkar, hem yöntemi belirginleşir hem çeşitlenir (Kapani, 1989: 24). Sosyoloji de bir taraftan pozitif bilim haline gelirken diğer taraftan alt birimleri oluşmaya başlar. Siyaset sosyolojisi de bu ana eğilimlerin içinde filizlenir. Ama siyaset sosyolojisini geliştiren daha önemli ve özel türden bir neden 19. yüzyılda devlet-toplum farkı üstüne yapılan bir tartışmadır.

Pain gibi devlet karşıtı radikalistler ve özellikle de Godvin gibi anarşist düşünürler bu iki kavramı birbirinden ayırdılar. Bunlara göre toplum, ihtiyaçlarımızın ürünü idi ve gerek-liydi ama devlet (siyasal iktidar) aptallığımızın eseri idi ve mutlaka aşılmalıydı. Bu ayırım Fourier ve Owen’dan geçerek Marksizm’de sistematik açıklamasını buldu (Runciman, 1986: 21).

Bir tarafta da devlete kutsallık veren ve mutlak önemini vurgulayan Hegelcilik vardı. Hatta devleti toplumsal şartların bir ürünü sayan Marksist görüş, büyük çapta bu Hegel-ci devlet anlayışının eleştirisine dayanıyordu. Bununla birlikte Marx’ın siyaset sosyoloji-sine katkısı büyük oldu. O en azından toplumsal yapıların siyaset üzerine etkisini çarpıcı örneklerle vermeye çalıştı. Devletin/ siyasalın önceliği ise bir bakıma Mosca, Pareto gibi düşünürlerin seçkinci teorilerinde sürdürüldü.

Toplum ve devlet arasındaki farkı ortaya koyan bu sürecin siyaset sosyolojisinin alanının belirlenmesinde önemli bir katkısının bulunduğunda şüphe yoktur. Çünkü bu yaklaşım, birbirleriyle ilintiye getirilen değişkenleri de göstermiş oluyordu. Şüphesiz siyasal olan toplumsal olanın dışında bir şey değildi, onun bir yönü bir parçasıydı. Ama bu alt olgular açıklamada ilkece farklı birer değişken görevi yapmaktadırlar. Bu sürecin ortaya çıkardığı sonuç şu idi: devlet /siyaset ve toplum diye iki ayrı alan ve bunları konu edinen bilimler vardır: Siyaset bilimi ve sosyoloji. Siyaset sosyolojisi de bu iki temel bilimin birbirlerine değen yüzeylerinde ortaya çıkmış bir disiplindir. Bir başka deyişle siyaset sosyolojisine iki ayrı alandan ulaşılabilir: Birincisi genel sosyoloji yolunu izleyerek, (aile, ekonomi, din gibi) bir kurumlar sosyolojisi olarak varılan siyaset sosyolojisi. İkincisi siyaset bilimini iz-leyerek onun toplumla bağlantılarını gösterme amacında olan siyaset sosyolojisi. Burada asıl sorun, aynı adı taşıyan bu iki disiplinin farkının olup olmadığıdır.

Pek çok sosyal bilimci sorunu “siyaset sosyolojisi ve siyaset bilim arasındaki fark” ola-rak ortaya koymuşlar ve kriterleri uzun uzun tartışmışlardır. Kanaatimizce sorun ortaya yanlış konulmaktadır: Üzerinde tartışılan konunun adı ya genelleştirilmiş biçimiyle ele alı-nan olgulara “sosyolojinin ve siyaset biliminin bakış farkı”dır. ya da yukarıda söz konusu ettiğimiz şekliyle “iki alandaki siyaset sosyolojilerinin farkı” olmalıdır.

Burada önce belirtmeliyiz ki elbette toplumun dışında bir siyaset yoktur. Ama ilkece bir ayırım yapılabilir. Görünüşteki ikilemi Bottomore, ayırımın devlet-toplum değil, sivil toplum- devlet (veya siyasal toplum) şeklinde yapılarak aşılabileceğini ileri sürer (Botto-more, 1987: 2). Şimdi konusu siyasal toplum olan siyaset sosyolojisinin ilgi alanını daha yakından göstermeye çalışalım.

Page 36: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

36

S. M. Lipset, R. Bendix ile ortaklaşa ele aldığı bir incelemesinde; “Siyaset Sosyolojisinin toplumu hareket noktası olarak ele aldığını ve toplumun devleti nasıl etkilediğini araş-tırmasına karşılık, ‘siyasal bilimin’ (bize göre siyasal bilimin alanındaki siyaset sosyolo-jisinin) devletten hareketle onun toplumu nasıl etkilediğini gösterdiğini belirtir (Abadan-Unat, 1986: 69). Aynı görüşü L. Coser, Siyaset Sosyolojisinin toplum çıkışlı oluşuna karşılık siyasal bilimin devleti eksen aldığı şeklinde dile getirir.

C. Sartori ve A. Effart gibi düşünürlere göre ise sınır, toplum ya da, siyasalın nesnel ön-celiğine göre değil, incelenen olgunun “bağımlı” veya “bağımsız” değişken kabul edilip edilmemesine göre çekilir. Buna göre siyasal yapı, sosyolog için bir bağımsız (toplumun kendisinden etkilendiği) değişken iken, siyasal bilimci için bir bağımlı değişkendir (Aba-dan-Unat, 1986: 70).

Demek ki iki siyaset sosyolojisi arasında toplum ve siyaset ilişkisinde ortaya çıkan bir sorun alanıyla ilgilenme bakımından bir ortaklık vardır. İkisi de toplum- siyaset bağlan-tısını göstermeyi amaçlamaktadır. Ancak belli bir yaklaşım farklılığı da söz konusudur: Sosyolojik bir kurum olan Siyaset Sosyolojisi için önemli olan öncelikle toplumsal yapı-ların açıklanmasıdır ve siyasetin bağımsız bir değişken olarak ele alınmasıyla, toplumsal yapının bir kesitinin daha iyi açıklanabilmesi beklenmektedir. Hâlbuki aynı mekanizma-ların analizinden siyasal bilimcinin beklediği, toplumla irtibatlandırarak siyasal olguların daha iyi anlaşılmasını sağlamaktır.

Göründüğü kadarıyla burada sorun bu disiplinlerin ayrı adlarının olmayışından kaynak-lanmaktadır. İşin gerçeği, siyaset sosyolojisi, sosyolojik bir disiplini ifade eder, belki ikincisinin adı “Siyasal Sosyoloji” olmalıdır. Esasen siyasal bilimciler (ki siyaset sosyo-lojisinin gelişmesinde büyük katkıları olmuştur), konuları ele alış tarzı itibariyle siyasal sosyolojiyi vurgulamışlar, bazen ad konusunda da tereddüt etmişlerdir. Mesela Aba-dan-Unat referans olarak aldığımız makalesinde bu farka dikkat çekmiş ve hem söz konusu ikilemden kurtulabilmek ve hem de (bir siyasal bilimci olarak onu sosyolojiden ayırabilmek için) adının siyasal sosyoloji olmasını önermiştir (Abadan-Unat, 1986: 72). Ama her şeye rağmen bizim üzerinde durduğumuz bilimin adı Siyaset Sosyolojisidir ve sosyolojinin bir alt birimidir, hedefi de öncelikle siyasal olgulardan yararlanarak sosyal yapıları analiz etmektir.

Yerini belirledikten sonra artık siyaset sosyolojisinin ilgi alanı üzerinde durabiliriz. Klasik anlayışta genellikle bu, devletti. Kuruluşu, işlevi, amaçları, fertle ilişkileri vb. Weber’in siyasal olanı “iktidar” ile tanımlamasından sonra, eksen devlet olmaktan çıktı.

Esasen iktidar devletten daha kapsamlı bir kavramdır; ilkelinden gelişmişine kadar si-yasal iktidar her toplumda var olmasına rağmen, belli örgütleniş biçimiyle devletler her topluma mal edilmeyebilir (Kapani, 1989: 27). Demek ki, genel olarak ifade etmek gere-kirse siyaset sosyolojisinin konusu (devlet değil) iktidar- toplum ilişkisidir. Bottomore’un deyimiyle “toplumsal bağlamı içinde iktidar”dır (Bottomore, 1987: 1).

Page 37: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

37

Her şeyin toplum tarafından tek yönlü olarak belirlendiği görüşünde olan klasik sosyo-lojizmden farklı olarak günümüz sosyolojisinde ilişkilerin karşılıklı ve plüralist olduğu düşünülürse, toplum- iktidar düzleminde doğal olarak (önce) iki konu karşımıza çıkar. (Formüllerde S siyaseti, T toplumu ifade eder.)

a) Toplumun siyasal alana etkisi ( T->S)

b) Siyasal olanın topluma etkisi ( S->T).

R. G. Braungard’ın gayet yerinde belirttiği gibi bu formül üzerinde dikkat çekmeyen ama gerçekte var olan bir üçüncü ilişki alanı daha vardır:

c) Siyasal olanın siyasal olana etkisi (S->S).

1- Braungard’ın “Siyasetin toplumsal kökleri” olarak adlandırdığı ve (T->S) formülü ile gösterdiği alan basit bir etkileşim alanıdır. Genel sosyolojinin sıkça izlediği bir yol oldu-ğu kadar siyaset sosyolojisinde hala en popüler yaklaşımdır ki toplumsal yapının iktidar organizasyonunu ve dağılımını nasıl etkilemekte olduğunu araştırır. Başlıca inceleme alanları “topluluk iktidârı”, “toplumsal yapının siyasete etkisi”, “toplumsal ve siyasal değişmenin kaynakları” gibi konulardır (Abadan-Unat, 1986: 71). Toplum yapı tipinin demokratik ya da otoriter bir parti yapısına neden olması bu ilişki türüne örnek verilebilir.

2- “Siyasetin topluma etkileri” olarak ifade edilen ve (S->T) formülü ile gösterilen ikinci alan, ardışık, çok değişkenli bir ilişki üzerine kurulmuştur. Siyaset sosyolojisi diye ayrı bir kurumlar sosyolojisinin var olmasını gerektiren nedenlerden en önemlisi budur. Gide-rek hem sosyologlar hem de siyasal bilimciler arasında popüler hale gelen bu alan (ve yaklaşım), siyasetin toplumun hangi yönlerden etkilendiği üzerinde yoğunlaşır. Bu yak-laşımın en çok uygulandığı alanlar “siyasal ekonomi”, “kamu- siyasa değerlendirmesi” ve “siyasa analizi” dir. Uzunca uygulanan bir çoğunluk seçim sisteminin, iki kutuplu bir toplumsal yapılanmaya neden olması bu ilişki türüne örnek verilebilir.

3- “Siyasetin siyasal yapısı” olarak da adlandırılan ve (S->S) formülü ile gösterilebilecek üçüncü alan, iki değişkenli nedensel ilişkileri esas alır ve iktidarın siyasal kaynakları ile ilgilenir. Siyasal alanda yürütme, yasama ve yargı erklerinin, iktidarın yapısını oluşumu-nu ve dağılımını ne şekilde etkilediğini ele alır. “Siyasal seçkinler”, “siyasal sistemler”, “siyasal seçimler”, “siyasal gelişme”; vb başlıca konularıdır (Abadan -Unat, 1986, 71). Çoğunluk seçim sisteminin, iki-partili sisteme neden olması, bu ilişki tipine verilebilecek bir örnektir.

Braungard’ın bu yaklaşımı karşılıklı toplum- siyaset ilişkilerini ve siyasalın siyasal ile ilişkisi gibi iç oluşumları kapsadığı için günümüz sosyolojik yaklaşımına daha uygun düşmekte ve siyaset sosyolojisinin ilgi alanlarını daha iyi göstermektedir. Bizim bu araş-tırmamız söz konusu üç alandan seçilmiş bir konular listesini ele almaktadır. .

Kısaca siyaset sosyolojisi, sorunları eksiksiz bir biçimde tanımlamayı, onların doğdukları ortamları olabildiğince doğru olarak tasvir etmeyi, bunların önemini daha genel yapısal

Page 38: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

38

ve tarihsel şartlar bağlamında anlamayı ve gerektiğinde alternatif eylem yollarını göster-meyi amaçlamaktadır (Bottomore, 1987: 80).

Son olarak bir noktaya işaret etmemiz gerekiyor. Burada söz konusu ettiğimiz siya-set sosyoloji”si batı formundaki bir bilimin konumudur. Aslında Doğuda, özel olarak da İslam dünyasında siyasi düşünce üzerine önemli bir birikim vardır. Tarihle iç içeliği yanında, Farabi, İbn Sina, Maverdi, İbn Haldun ve benzeri düşünürler farklı yönlerinin yanında önemli toplumsal/ siyasal bilimcilerdir. Ancak bu dönemlerde disiplin, felsefi bir yaklaşımı izler ve nesnel olgulardan çok kavramsal bütünlükler kurmaya yönelir, mevcut otoritenin meşruiyetini, çıkış noktası yapan tasarımlar olarak kalır.

Türkiye’de, Osmanlıdan geriye tarihsel bir birikim kalmıştır. Ancak bu birikim yukarıda da belirttiğimiz gibi olgusal değil, felsefidir. Batı formunda sosyal/ siyasal bilim çalışma-ları, Batı etkisinde ve yine oradakine benzer bir biçimde toplumsal felsefecilik şeklindedir ve hatta inşai bir görev üstlenmiştir. Bunun en açık örneğini Ziya Gökalp vermiştir. Onda sosyal/ siyasal bilim, sırf deruni bir bilim değil, sistem kurucu bir disiplindir. Son olarak ülkemizde siyaset sosyolojisi çalışmalarına sosyologların yanında siyaset bilimcilerin de önemli katkılarının olduğunu belirtmeliyiz.

SİYASETTE SEÇKİNLER SORUNU

1-Seçkinler Kuramı

Siyasetin alt yapısını toplum oluşturur. Daha önce de belirttiğimiz gibi siyasal sistem toplumsal yapının bir parçasıdır. Savunma, ihtiyaçların temini gibi zorunluluklar insanları birlikte yaşamaya zorlar, bu birliktelik bir düzen getirir ki buna toplumsal yapı denir. Bu-nun kamu alanı olarak nitelenen kısmında düzenleyici olarak bir kurumsallaşma devreye girer ki buna siyasal iktidar denir.

Sosyal hayatın en önemli yasalarından birisi şüphesiz bireyler arasında bir eşitsizlik ilkesinin hâkim olması ve buna dayalı olarak da bir merkezileşmenin, bir tabakalı ya-pının oluşmasıdır. Sosyolojide buna statüleşme adı verilmektedir. Gerçekten de insan-lar, biyolojik, psişik ve kültürel farklı konumlarda değişik güç düzeylerinde bulunmakta, karşılıklı etkileşimle herkes içinde bulunduğu güce göre farklı dereceler almaktadırlar. Toplumu meydana getiren aktörler en küçüğünden en büyüğüne kadar sosyal kişi grup ve örgütler, ana gövdenin yatay ve dikey bölmelerinde altlı-üstlü bir duruş meydana getirmektedirler. İşte statü, bu dikey ilişkiler düzeninin adıdır ve yapılanmanın en önemli öğelerinden birisidir. Esasen sosyal yapı, eşitliğin bozulup kademeli bir konumun ortaya çıktığı, birilerinin merkezi hale geldiği sosyal olgular için kullanılan bir terimdir (Armağan, 1985: 7-30).

Sosyolojide bir sosyal yapı içindeki bu ortak statüleri birleştiren bu sosyal basamaklara tabaka, oluşuma da tabakalaşma adı verilir. Toplumda bu basamaklar, pek çok insanı içine alan ortak özellikleri taşıyan kategori ve gruplar oluşturur. Siyasetin en temel es-

Page 39: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

39

prisinin “yukarıda yöneten bir azınlık, aşağıda bir yönetilen çoğunluk” denklemi üzerine oturduğu göz önüne alınırsa seçkinler denen yönetici azınlığa giden bu yolda söz konusu edilen tabakalaşmanın önemi anlaşılmış olur. Bu bakımdan tabakalaşma üzerinde biraz durmakta yarar vardır.

Gerçekten de toplu halde yaşayan insanlar sadece bir arada yanana bulunmazlar, aynı zamanda altlı üstlü hiyerarşik bir yapı da oluştururlar, Yukarıya doğru daralan bir pirami-din değişik basamaklarında yer alırlar.

Toplumlarda sosyolojik olarak dünden bu güne fertlerin yerlerini belirleyen değişik öl-çekler var olmuştur ki bunların en önemlileri: Soy, servet, meslek, eğitim/ bilgi, din ve (yaş, cinsiyet, güçlülük, güzellik, vb. gibi) biyolojik etkenlerdir. İyi dikkat edilince görülür ki bunlardan meslek, bilgi/ eğitim, dini inanç gibi bir kısmı insanların iradi çabalarıyla sonradan kazandıkları statülerdir, ama buna karşılık soy ve biyolojik etkenler, “verilmiş” statülerdir, elde edilmeleri insanların çabalarına bağlı değildir. Meselâ buna göre zenci olmak verilmiş, ama bir aydın olmak kazanılmış bir statüdür.

Söz konusu statünün meydana getirdiği en önemli olgu sosyal tabakalaşmadır. Tabaka-laşma aynı statüyü birleştiren ortak katların bir ifadesidir. Meselâ bilgililik bir statüdür, ama bilgililerin oluşturduğu ortak yapıya aydınlar denir ki bu bir sosyal tabakadır. Sosyal tabakalaşmanın en önemli görünümleri ise zümreler, sınıflar ve kastlardır.

Genel olarak zümre, belli inanış, düşünüş, yaşayış gibi daha çok kültürel eğilimleri ifade eden, sırf ekonomiye dayalı olmayan, belirgin ortak bir bilinç taşımayan, yavaş da olsa değişime açık sosyal tabakalardır. Meselâ buna göre esnaf, aydınlar birer zümredirler.

Kast ise ekonomik, dini farklı nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan ama değişkenliği ol-mayan sosyal tabakalardır, Hindistan örneğinde olduğu gibi. Burada toplum, yukarıdan aşağıya doğru Brahman, Ksatria, Vaişya, Şudra, katlarından oluşmaktadır. Hatta bunun yanında en alt kattaki Şudra’ya bile giremeyen dolayısıyla insan sayılmayan bir parya da vardır. Ölüm ve sonrasında yeniden dünyaya gelmenin (reenkarnasyonun) dışında hiç kimse bir kasttan diğerine geçemez.

Sınıf ise daha çok ekonomik nedenlere göre oluşmuş sosyal politik ve ekonomik yapılar-dır. Olgu olarak çok eskiyse de onu sosyal bilim literatüründe eksen bir kavram haline getiren Marx olmuştur. Tam bir tanım veremese de Marx’a göre sınıf, mülkiyet eksenin-de doğan ve birbirleriyle çatışma halinde bulunan, üretilene sahip olma veya olamama esasına dayalı, sonuç olarak da bir sınıf bilirci taşıyan ikili sosyal yapılardır. Sınıfın züm-reden farkı açık politik bir bilinç taşıması, kasttan farkı ise her şeye rağmen fertlerin bir sınıftan bir başka sınıfa geçebilmesidir.

Marx’a göre bütün toplumlarda iki sınıf vardır ve bunlar gittikçe derinleşen bir kutup-laşmayla çatışmaya doğru giderler. Kapitalist toplumlarda bu sınıflar proletarya (işçi sınıfı) ve burjuva (zengin, komprador) sınıflarıdır. Bu çatışmada hâkim sınıf olan burjuva hukuk, din, aile, gibi üst yapı adını verdiği bütün kurumları kullandığı gibi devleti de bu

Page 40: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

40

etkinliği için kullanır. Şüphesiz bu analiz ekonomik güç ile siyaset arasında bir ilişki kur-ma bakımından anlamlıdır. Ancak siyasal güç her haliyle ekonomik güce indirgenemez, dolayısıyla bu ilişkinin tersi de düşünülebilir.

Marksizm’in tüm sosyal statüyü sınıf olgusuna indirgeme eğilimine karşılık Weber bun-ların farklı şeyler olduğunu belirtir ve basit bir ölçek de verir: Sınıf, paramızın nereden geldiğine; statü, ise bu gelen paranın nereye gittiğine bağlıdır (Weber, 1986: 101). Bir de statü örgüt gerektirmezken sınıf siyasal bir örgütlenmeyi gerektirir. .Bizim burada sınıfla ilgilenmemizin nedeni de siyasetle olan bağlantısıdır. Ne var ki sınıf kavramı onun üzerinde duran Marksist teori de dâhil ciddi belirsizliklere sahiptir. Mesela köy-lülerin; beyaz yakalıların, memurların vb. nerede bulundukları hep tartışıla gelmiştir. Ancak Marksizm’in açıkça gösterebildiği şey, onun siyasal ile olan ilişkisidir: Genelde sınıf bilinci ve üst yapının bir ifadesi olan ideoloji, siyasal muhtevalıdır ve hâkim sınıfın iktidarını işaretler. Ama partiler, hükümet, bürokrasi, vb., bazı durumlarda sınıfla bağ-lantılı olsalar bile, doğrudan sınıfsal değildirler. Kaldı ki kapital ve emek arasında doğan hizmet sektörü, teknokratik yapılar klasik sınıf yapısını büyük çapta değişikliğe uğrattı-ğı gibi siyasetle olan bağlantılarında da yeni konumlar ortaya çıkarmıştır.

Siyaset sosyolojisi açısından statüleşmenin en genel ifadesi, yukarıda bir “yönetenlerin” aşağıda ise çoğunlukta olan bir ‘yönetilenlerin” bulunmuş olmasıdır. Kendi aralarında da derecelere sahip bulunan, yani “yönetim” ile ilişkileri farklı olan “yönetilenler” aşağıda ayrı bir alt başlığın konusu olacak, burada ise “seçkinler” nitelemesiyle yönetenler üze-rinde durulacaktır. Yöneten azınlık-yönetilen çoğunluk denklemi de “seçkinci” kuramla-rın en önemli tartışma noktasını oluşturacaktır. Aslında “seçkinler” farklı anlamlarda kul-lanılmaktadır: Yönetici seçkinler, düşünsel seçkinler, statü seçkinleri, vb. gibi. Önünde tanımlayıcı bir deyim kullanılmadığı zaman “iktidar seçkini” (ya da siyasal seçkin) olarak anlaşılmalıdır (Runciman, 1986, 135).

Gerçekten de, “seçkinler kuramı” modern siyaset sosyolojisinin önemli sorunlarından birisidir ve konu üzerinde pek çok düşünür görüş ileri sürmüştür. Bunların en tanınmış-ları Gaetano Mosca, Vilfredo Pareto, C. W. Mills, Roberto Michels ve George Sorel’dir. Şüphesiz bu düşünürlerin söylediklerinde ortak noktalar vardır; seçkinlerin mahiyeti, işlevi ve işlerliği ve hatta adlandırılmasında benzerlikler söz konusudur. Mesela aynı olguya Mosca “yönetici sınıf” derken, Pareto “yönetici elitler”, Michels “Oligarşi” adını vermektedir. Yine tüm siyasal sistemlerin sonuç itibariyle bir grup yönetimi (oligarşi) niteliği taşıdığını savunmakla demokrasinin de en özgün eleştiricileri olarak gözükmek-tedirler (Runciman, 1986: 49-50). Her şeye rağmen değişken bir seçkinler anlayışıyla da, Marksizm’in istikrarlı sınıf olgusuna açık olmasa bile bir polemik oluşturmaktadırlar.

Seçkinci kuramcılar ortak yönlerine rağmen farklı çizgilere de değinmektedirler. Bu ba-kımdan ayrı ayrı alıp görüşlerine kısaca değinmekte yarar görüyoruz.

Seçkinler kuramcılarının ilklerinden sayılan Mosca’ya göre, tüm toplumlarda, çok az-gelişmiş ve uygarlığın şafaklarına pek ulaşamamış toplumlardan en ileri ve güçlü top-

Page 41: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

41

lumlara kadar hepsinde iki sınıf insan görülür: Yöneten ve yönetilen sınıflar. Sayısı her zaman daha az olan ilk sınıf, tüm siyasal işlevleri yerine getirir; erki tekelinde tutar ve onun getireceği üstünlüklerden yararlanır. Buna karşılık daha kalabalık olan ikinci sınıf, ilki tarafından artık bir miktar yasallaşmış, bir miktar da şiddete dayalı bir şekilde doğ-rudan denetlenir ve ilk sınıfa hiç değilse görünüşte maddi geçim olanaklarını ve siyasal organizmanın canlılığı için çok gerekli olan araçları temin eder (Runciman; 1986, 52).

Yine Mosca’ya göre yukarıda bir azınlık olan seçkinlerin (onun ifadesiyle yönetici sını-fın), aşağıdaki çoğunluk üzerinde etkin olmasının nedeni “bilgili- yetenekli” ve özellikle de “ örgütlü” olmalarıdır. Çünkü örgütlü azınlıklar örgütsüz çoğunluklara hep hakim ola-gelmiştir. Seçkinler halk üzerindeki hâkimiyetlerini sürdürebilmek için de (Runciman’ın da altını çizdiği gibi) inandırmadan şiddet ve tehdide kadar duruma göre pek çok yöntem kullanmaktadırlar. Ancak seçkinler belli şartlar gereği oluştukları gibi yine belli şartlar çerçevesinde çözülüp bu konumlarında değişiklikler olur.

Mosca’nın yeterince açıklığa kavuşturmadığı seçkinlerin bu oluşum ve çözülüş süreci, seçkinler kuramının önemli tartışma konularından birisi olmuştur. Pareto gibi düşünürler bunun değişkenliğini, Michels ve Mills gibi düşünürler ise sanıldığı kadar değişip dönüş-mediğini savunmuşlardır.

Şüphesiz seçkinlerin doğası ve işlevine ilişkin daha kesin bir açıklamayı Pareto’da bulu-ruz. Pareto’nun deyimiyle elitler “kendi faaliyet alanlarında en yüksek indekslere sahip olanlardır”. Bu haliyle de Pareto elit kelimesini sırf siyasal üstünlüğü olanlar için değil, her alanın en yetenekli kişileri için kullanır. Bu durumda topyekün toplum, önce, “elitler” ve “elit olmayanlar” diye ayrılır. Elit olmayanlar, sıradan halk, derecelenmede geride kalanlardır; elitler ise her alanın ilk sıralarındaki başarılı kişilerdir.

Elitler de kendi arasında “yönetici elitler” ve “yönetici olmayan elitler” olarak ayrılır. Me-sela mesleğinde başarılı bir kişi bir elittir ama yönetici değildir. Pareto’ya göre yönetici elitler de “hükümet elitleri” ve “hükümet dışı elitler” olarak ikiye ayrılır. Asıl siyasal olan elitler hükümet elitleridir, toplumun yönetiminde doğrudan veya dolaylı bir rol oynayan, siyasal iktidar üzerinde etkili olanlar da bu elitlerdir (Duverger: 161-163).

Pareto’ya göre bir toplum, ne kadar siyasal katılımlı olursa olsun, yönetimi bir grup seç-kinin elindedir. Ancak yine ona göre bu seçkinler bir değişkenlik içindedir: Yukarıdaki siyaset seçkinleri; güç kaybederek aşağı inerken, aşağıdan gelen yeni seçkinler onların yerlerini alırlar ki düşünür bu duruma “seçkinlerin dolaşımı” adını vermektedir (Kapani, 1989: 113-114).

Pareto açısından bu dolaşımın dinamiği, seçkinlerin doğasında yatmaktadır. Buna göre “Aşağıdaki en fakir ama zeki ve çalışkan insanlar zamanla hiyerarşi basamaklarını tırma-nırlar, buna karşılık tembelleşmiş ve zihni yeteneklerini büyük çapta kaybetmiş yüksek düzey mensupları (seçkinler) sürekli güç kaybederler ve alttan gelen yeni seçkinlerin küçük hareketleriyle alaşağı edilirler ve bu böylece sürüp gider.”

Page 42: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

42

Pareto’nun bu kuramı bize, İbn Haldun’dan günümüze “Yükseliş-Çöküş” kuramlarının temel sayıltılarını hatırlatıyor. Akımın ilklerinden olan İbn Haldun’a göre bedeviyetten (göçebelikten) gelen asabiyeti (dayanışması) güçlü topluluklar zamanla yerleşik hale gelirler, ya da çoğu kere yerleşik bir uygarlığı (temeddünü) ele geçirirler. Ne var ki bu yerleşik (haderi) hayat onların dinamizmini yer bitirir, yeni gelecek bedevilerin alaşağı etmesini bekler (İbn Haldun, 1986: 302 vb). Yükseliş- çöküşçülerin çağdaş temsilcile-rinden olan Sorokin de yöneticilerin zamanla güç kaybettiklerini, “küreklerine yaslanarak dinlenmeye geçtiklerini” ve nihayet daha zinde güçler tarafından da alaşağı edildiklerini belirtir.

Ne var ki Pareto da somut ifadesini bulduğumuz bu tez öncelikle Marksist anlamda kapalı bir sınıfın olamayacağını anlatmak istemişse de elitlerin dolaşımı sanıldığı kadar kolay olmamaktadır. Onun için de haklı olarak, teze değişik açılardan eleştiriler yöneltil-miştir. Bir kere aşağıdan yukarıya tırmanmanın bir sınırı vardır; herkes zirveye ulaşamaz, bu bir imkân meselesidir. İyi bir demokratik ortamın bulunduğu, gelişmenin seçkinler tarafından kösteklenmediği bir durumda bile böylesi bir dolaşım (tabiri caizse piramidin tabanının yukarıya gelmesi) nesiller ister. Kaldı ki seçkinler de ellerinde tuttukları yüksek mevkileri kolayca bırakmamakta, sahip oldukları imkânları kullanarak kaybolan güçlerini telafi edebilmektedirler.

İşte bundan sonra söz konusu edeceğimiz seçkinci kuramcılar bu değişime kuşkuyla bakacaklar ve hatta böylesi bir azınlığın, yönetimdeki etkinliğine bakarak demokrasinin gerçekleşme imkânından şüphe edecekler; oligarşinin şöyle ya da böyle yegâne siyasal sistem olduğunu söylemeye getireceklerdir.

“Elitlerin halktan gittikçe koptuğunu ve hatta salt siyasalın üzerinde iktidarlar oluştu-ğunu “ ileri süren bir tez C. Wright Mills’e aittir. Mills “İktidar eliti” ile “siyasal elit” i birbirinden ayırır. Ona göre iktidar eliti toplumda stratejik kumanda mevkilerini işgal edenlerden meydana gelir. Burada siyasal elit, yukarıdaki iktidar elitinin bir alt birimidir.

“İktidar Elitleri” adını taşıyan ve yayınlandığında fırtınalar koparan bu eserinde Mills ABD yi enine boyuna analiz eder. Buna göre ABD’de asıl iktidarı oluşturan üç ayrı grup vardır: Siyasal liderler, askeri liderler ve büyük şirket yöneticileri. İktidar, gittikçe bu Capitol, Pentagon ve Wall Street üçlü koalisyonunun elinde toplanmaktadır. Bunlar sınıf farklılı-ğına sahip olmakla birlikte, aralarında gittikçe bir fikir ve çıkar birliği oluşmaktadır. Top-lumdaki diğer kitleler ve gruplar, siyasal etkinliklerini gittikçe yitirmektedirler (Kapani, 1989: 124). Halkın seçtikleri veya üzerinde etkili olduklarını sandıkları siyaset seçkinleri bunlardan sadece birisidir. Hâlbuki icraat, değişik kademelerden gelen ama bir noktada kader birliği edip bir sınıf gibi hareket eden bu üçlemenin elindedir. Halk siyaset seçkin-leriyle bir ilişki kursa bile iktidarın diğer seçkinlerine ulaşamaz.

Söz konusu yeni seçkinler, her haliyle kapalı bir sınıf oluşturmayabilirler ama, Pareto’nun sandığı kadar da halka inen bir dolaşımı ihtiva etmediği kesindir. Burada halkın ilişkili olabileceği bir “siyasal”ın aşılma eğilimine dikkat edilmelidir. Gerçi farklı çevrelerden

Page 43: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

43

gelen seçkinlerin zamanla (halk üstü) ortak bir düşünce ve çıkar grubu oluşturmaları sırf liberalist ülkelere has bir şey değildir; sınıfsız toplum iddialarıyla işbaşına gelen Marksist sistemler de, Milovan D’Jilas’ın deyimiyle (Sosyolojik anlamda bir sınıf olduğu tartışılsa bile) bir “yeni sınıf” türetmiştir (D’jilas, 1974: 69 vd).

Seçkinler kuramcılarından Roberto Michels, 1911’lerde ileri sürdüğü ve “Oligarşinin Tunç Yasası” adını verdiği tezinde her türlü siyasal sistemin esasının bir oligarşi olduğu-nu söyler. Azınlık yönetimi anlamına gelen oligarşi genelde iktidarı kullanan bir siyasal örgütleniş biçimidir. Bu örgütün resmi görünümü ya da adı siyasal iktidar, hükümet veya bürokrasi olabilir. Sonuç itibariyle toplumdan belli ayrıcalıklarla ayrılmış bir kesimin yö-netimi elinde tutmasıdır. Bu ayrıcalığın birkaç biçimi vardır. Doğuştan gelen bir soyluluk düşüncesi, din adamlığı (ruhbanlık) ve çağımızda gittikçe belirginleşip güçlenen aydın olma. Gerçi bilgi yönünden bir ayrışmanın tarihi yüzyıllar öncesine iner. Mesela seçkin-liğin öncelikli olarak bilgiye dayandığının en açık örneklerinden birisi eski Çin Literatisi (yönetici aydını) dır. Bu gurubun kriteri, iyi edebiyat bilgisine ve yazı kabiliyetine sahip olmaktı (Weber, 1986: 346).

Michels’ın vurguladığı nokta, seçkinlerin ayrıcalığı değil, örgütlü oluşu ve halk çoğun-luğuna karşı hep bir gücü elinde bulundurmasıdır. Esasen ona göre her örgütleniş bir oligarşiyi içerir, yönetenler; yönetilenleri ne kadar temsil ederse etsin, sonuç itibariyle yönetim, örgütlü grubun, çoğunluğa karşı ayrıcalığını vurgular (Runciman 1986: 51).

Michels’a göre otoritenin atanmasında başvurulan yol ne olursa olsun (isterse açık ve özgür seçimlere başvurulmuş ve bu seçimler düzenli aralıklarla yenilenmiş bulunsun) de-ğişik kademelerdeki yöneticiler, iktidarlarını sürdürme eğilimini taşırlar ve kendilerinden sonra gelecek olanları bir çeşit kooptasyonla (yani halef tayin etme yoluyla) belirlerler; resmi seçimler de bu durumda onaylamanın ötesinde bir anlam taşımazlar. Böylece ör-gütlerin tümü, resmen demokratik olanları bile, yapılarını fiilen oligarşiye dönüştüren bir “tunçtan yasa” ya tabi olurlar (Duverger: 176).

Michels’ın çizdiği bu şema gerçeği büyük çapta yansıtmaktadır. Basit gözlemler bile göstermektedir ki iktidarların, kendileri gittikten sonra da etkilerini sürdürebilmekte-dirler. Her türlü fiili yönetimin bir grup yönetimi olduğunda ve bu gurubun nüfuzunu ön-celediğinde şüphe yoktur. Onun için de tartışma demokrasilerde bu nüfuz kullanımının daha az yapılabildiği noktasında düğümlenmektedir.

Bütün bu kuramlar üstüne denebilir ki bir toplumda seçkinler kaçınılmazdır. Sıra-dan bir sosyal faaliyetin başarılı biçimde yürütülebilmesi için gereklidir. Yüz yüze ilişki-lerde bulunabilen gurup ve örgütlerde bile bir yürütme birimi olur, mesele 50 üyeli bir kooperatifin 5 kişilik seçilmiş bir yönetim kurulu bulunur. Bunların toplanıp karar verme-leri kolaydır. Kaldı ki bu beş kişinin düşünce potansiyeli, kendi çıkarlarına indirgememek kaydıyla 50 kişinin potansiyeline yakındır. Basitçe ifade etmek gerekirse sorumlu kılmak ve denetlemek, hesap sormak ve hesap vermek işlemleri içinde herkesin yönetici olma-sından daha verimli bir sonuç elde edilebilir. Kaldı ki yüz yüze ilişki imkânı olmayan insan birlikteliklerinde seçkinler daha bir zorunluluk haline gelir.

Page 44: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

44

Demek ki burada sorun seçkinlerin varlığı değil, çoğunlukla ilişkisi, varlık sebebini ken-disine indirgeyip indirgememesidir. Bu noktada seçkinler kuramının en önemli tartışma noktalarından birisi modern çağların favori sistemi kabul edilen demokrasi ile nasıl bağ-daştırılabileceğidir.

Page 45: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

45

Teoride ve Pratikte Demokrasi: Tarihsel ve Siyasal Gelişim

Yrd. Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş

1. Demokrasi Kavramına Genel Bakış

İlk insan topluluklarından itibaren aynı toplumsal yapı içinde yer alan insanlar arasında “yönetenler ve yönetilenler” şeklinde bir ayrışmanın varolduğu görülür. Bu bakımdan, genellikle, topluluk üyeleri arasında eşitsiz bir güç ilişkisi bulunduğu, bunlardan bir kıs-mının diğerlerini de ilgilendiren bazı kararları verme yetkisiyle donatıldığı ve onları yö-nettiği, kısacası “iktidar”a sahip olduğu söylenebilir. Dolayısıyla topluluk içinde eşitsiz güç ilişkilerinin ifadesi olarak iktidar evrenseldir ve toplumsallaşma ile yaşıttır. Burada konumuz açısından asıl sorun ise iktidara sahip bulunan kişilerin bu konumu nasıl elde ettikleri, iktidarda bulundukları süre içinde yapabileceklerinin sınırları ve mevcut yapının değişme şeklidir.

Tarih boyunca iktidarın kullanılma ve devredilme yöntemleri, pek çok çeşitlilik göster-miştir. Kısa bir genellemeye gidilecek olursa, iktidarın kullanılması bakımından temelde üç yönetim modelinin olduğu görülür. İktidarın tek kişiye ait olması, “monokrasi” (tekin iktidarı) adını alır. Eğer iktidar, birden fazla kişinin ya da bir grubun elindeyse, bu durum, azınlığın yönetimi anlamında “oligarşi” nitelemesiyle anılır. Diğer iki modelden farklı olarak iktidar, bir kişiye ya da gruba değil de toplumu oluşturan tüm bireylere ait olarak kabul edilirse “demokrasi”den söz edilir. Bu bağlamda demokrasi, diğer yönetim model-lerinden iktidarın toplum içinde bir kişi ya da kesime ait olmaması bakımından ayrılır; başka bir açıdan ise, toplum içerisinde ayrıcalıklı kesimlerin bulunmaması ve herkesin eşit siyasal haklara sahip olması anlamına gelir.

Demokrasinin bir diğer ayırt edici özelliği, iktidarın el değiştirme yöntemlerinde kendi-sini gösterir. Bir ülkede siyasal iktidar, kan dökülmeden ve güç kullanılmasına ihtiyaç hissedilmeden, kendiliğinden işleyen mekanizmalar aracılığıyla değişebiliyorsa, demok-rasinin varlığından söz edilebilir. Demokrasiler içinde siyasal iktidarın el değiştirmesi ya belirli dönemlerde yinelenen ve seçmenlerin özgür iradeleri ile tercihte bulunabildikleri seçimlerle ya da mevcut hükümetin halkın seçilmiş temsilcilerinden oluşan parlamento tarafından “güvensizlik oyları” aracılığıyla düşürülmesiyle olur.1 Bu bağlamda demok-ratik yollarla iktidara gelen bir hükümet, zora ya da baskıya ihtiyaç duyulmaksızın, aynı yöntemlerle iktidardan uzaklaşabilmelidir.

Öte yandan demokrasilerin temel iddiası, “halk”ın kendi kendisini yönetmesidir. Bu id-dianın hayata geçirilmesi oldukça zor bir duruma işaret ettiği açıktır. Ancak insanlık tarihinin küçük bir kesitinde yaşanan “doğrudan demokrasi” deneyimi dışında bir insan topluluğunun hem yöneten hem de yönetilen durumda bulunması mümkün olmamıştır

1 Popper, Karl (2005), Hayat Problem Çözmektir: Bilgi, Tarih ve Politika Üzerine, (çev. Ali Nalbant), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s. 164.

Page 46: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

46

Toplumların ulaşmış olduğu nicel büyüklük nedeniyle, demokrasilerde halk, fiilen yöne-tim işlevini üstlenemeyeceğinden temsilcilere ihtiyaç duyar. Bu durum, demokratik bir anlayışın hâkim olduğu siyasal sistemlerde siyasal partiler gibi aracı kurumlar ile seçim-ler gibi mekanizmaların devreye girmesi sonucunu doğurur. Bunun yanında kendilerine yetki devredilen temsilcilerin bu yetkilerinin sınırlarından süresine ve kapsamına dek pek çok nokta, demokratik siyasal sistemlerin ciddi tartışma konuları arasında yer alır.

O halde yukarıda anlatılanların ışığında demokrasinin öncelikle bir siyasal rejimin yöne-tim ilkelerini belirleyen bir siyasal model, başka bir ifadeyle bir yönetim biçimi olduğunun altı çizilmelidir.2 Demokrasi, anlamını ve uygulanma imkanını bir siyasal sistem içerisin-de bulur ve bu sistem, söz konusu ülkenin siyasal geleneklerine ve kültürüne, başka bir anlatımla, tarihin ve geçmişten gelen koşulların çizdiği yol haritasına göre değişiklikler gösterir. Örneğin “meşrûti monarşi” ile idare edilen İngiltere, İsveç ve Hollanda gibi ge-lişmiş Avrupa ülkelerinde kralın (veya kraliçenin) yanında halkın seçtiği bir parlamento bulunur. Dolayısıyla ülke adına alınan kararlarda halkın temsilcilerinin yanında aslında seçilmeyen ve yönetme yetkilerini veraset yoluyla atalarından devralan hanedan temsil-cilerinin de (artık büyük ölçüde sembolik bir hâl almış olsa da) etki ve ağırlığı bulunur. Ancak bu durum, ilgili ülkelerin “demokratik” olmadıkları şeklinde yorumlanamaz. Hatta söz konusu ülkelerde gelişmiş demokrasilerin bulunduğu görülmektedir. Zira demokra-si, tek ve standart bir yönetim modelini zorunlu kılmaz. Zaten insanlık tarihi boyunca neredeyse her siyasal topluluğun tarihi, gelenekleri, içinde bulunduğu coğrafî koşullar gibi çok sayıda farklı etmenle “özgün” bir yönetim anlayışı geliştirdiği görülür. Nitekim ABD, Fransa ve Türkiye, cumhuriyet rejimleri ile yönetilen demokratik ülkelerdir. Ancak bunların her birinin yönetim usûllerini gösteren hükümet sistemleri birbirinden farklıdır. ABD’de başkanlık, Fransa’da yarı başkanlık sistemi benimsenmişken Türkiye’de parla-menter sistem tercih edilmiştir. Diğer taraftan kendilerini “cumhuriyet” olarak niteleyen Çin, İran ve Suriye gibi ülkelerin demokratik nitelikleri hayli tartışmalıdır. Bu açıdan siyasal sistemlerin her biri yönetim pratikleri bakımından kendi içlerinde avantaj ve de-zavantajlar taşırlar; ancak, birinin diğerine tercih edilmesi için çok ciddi bir argümanın bulunduğu da söylenemez. Dolayısıyla siyasal sistemler ile rejimleri tanımlayıp belli ni-teliklerine göre tasnif etmek aslında oldukça zor bir iştir. Kuşkusuz bu durum, herhangi bir siyasal sistemin demokratik olarak nitelenebilmesi için bazı ölçütlerin bulunduğu gerçeğini değiştirmez. Her ne kadar dünyanın farklı coğrafyalarında, yönetim yöntem ve usûlleri değişse de, bir ülkenin “demokratik” sıfatını hak edip etmediğini gösterecek bir takım ölçütlerden bahsetmek mümkündür.

En önemli ilk ölçüt, en başta belirtildiği gibi, iktidarın yalnız bir kişi ya da grubun elin-de bulunmaması ve halkın tamamına ait olduğunun kabul edilmesidir. İkinci ölçüt ise, iktidarın güç kullanılmasına ihtiyaç duyulmaksızın düzenli aralıklarla yinelenen seçimler aracılığıyla el değiştirmesidir. Söz konusu seçimlerin halkın özgür tercihlerini yansıtacak

2 Dağı, İhsan, Polat, Necati (2004), Herkes İçin Demokrasi ve İnsan Hakları, Ankara: Liberte Yayınları, s. 3.

Page 47: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

47

şekilde ve serbestlik içinde yapılması, gerçek anlamda bir demokrasiden bahsedilebilme-si için zorunludur.3 Bu bağlamda demokratik ideallerin hayata geçirilmesi bakımından, ülke içinde örgütlenme özgürlüğü başta olmak üzere siyasal özgürlüklerin güvence altına alınması gerekir.

Bu bölümde değinilmesi gereken son nokta, demokrasi kavramının anlamı ve etimolo-jisidir. Aslında kısmen değindiğimiz gibi, demokrasi, en basit şekilde “halk yönetimi” olarak tanımlanabilir. Bu konuda en ünlü tanım, “demokrasi, halkın halk tarafından, halk için yönetimidir” diyen ABD eski başkanlarından Abraham Lincoln’e aittir. Lincoln’ün tanımı, günümüz perspektifinden bakıldığında, elbette, birçok eksiklik barındırır; ancak, tanımın, siyaset biliminin ilgilendiği pek çok sorunun cevabını vermesi bakımından da kapsayıcı olduğu söylenebilir. Örneğin Lincoln, öncelikle halk’ı kimin yönettiği sorusuna bir cevap sunmaktadır: Halk. Bunun yanında ABD’li devlet adamı, bu yönetim yetkisinin gerekçesini de açıklamakta ve böylece meşrûiyet sorununa çözüm bulmaktadır: Halk için. Bu yaklaşım, halk için en doğru olanı halkın kendisinin bileceği ve buna doğrudan karar vereceği öncülünden hareket etmekte ve modern siyasetin meşrûluk zeminini de göstermektedir. Modernitenin sonuçlarından biri olarak modern siyasetin temel iddiası, tıpkı teolojik bilgi yerine bilimsel bilgiyi hâkim kılma çabasında olduğu gibi yönetim mo-delleri ile iktidar ilişkilerini de akılcı bir zemine oturtmaktır. Dolayısıyla Weberci anlamda “yasal-ussal” meşrûiyeti sağlayacak tek model, halkın kendi kaderine hâkim olacağı de-mokratik sistemler içerisinden çıkarsanacaktır. Bu bakımdan Lincoln’ün tanımı, demok-ratik sistemlerin meşrûluğunun da örtülü bir ifadesidir. Tanım, pek çok açıdan işlevsel-dir; ama, gerçekte, demokrasinin mantığını anlama açısından ilk değildir. Zira demokrasi teriminin doğuşu bile aslında iktidar ile halk arasında kurulan, daha doğrusu kurulmaya çalışılan ilişkiyi yansıtır. Demokrasi, yaklaşık olarak M.Ö. 5. yüzyılda Yunanca halk anla-mına gelen “demos” ve iktidarın karşılığı olan “kratos”un birleşmesi sonucu ortaya çık-mış bir terimdir. Bundan da anlaşılabileceği gibi demokratik ideallerin ve bu doğrultuda şekillenen yönetim modellerinin kökeni, M.Ö. 5. yüzyıldaki Eski Yunan site örgütlenme-lerine dek gider. Bir fenomenin doğru anlaşılması, öncelikle onun geçmişine bakılması ve geçmişten bugüne dek uzanan bir çizgi içerisinde izinin sürülmesiyle mümkün olur. Bundan dolayı demokrasi teriminin ifade ettiği anlamla ilişkili tartışmalara girebilmek için ilk olarak terimin kökeninin bulunduğu zaman dilimine ve coğrafyaya uzanılmalıdır.

2. Demokrasi Teorisinin Kökenleri: Antik Yunan

Büyük toplumsal gelişmeler, genellikle geçmişten köklü bir “kopuş”a işaret eden dev-rimler bile, çoğunlukla kendilerini hazırlayan ve ortaya çıkış koşullarını üreten geniş bir tarihsel arka plana sahiptirler. Nitekim Atina kent devletinde demokratik bir yapının ör-gütlenmesi, uzun yıllar boyunca süren çabaların ürünüdür, bu bakımdan demokrasi, bir evrim sürecinin nihaî sonucudur.

3 Mayo, Henry B. (1964), Demokratik Teoriye Giriş, (çev. Emre Kongar), Ankara: Türk Siyasî İlimler Derneği Yayınları, s. 115.

Page 48: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

48

Eski Yunan’da “polis” adı verilen kent devletleri, toplumsal ve siyasal örgütlenme biçimi olarak belirmiştir. Polis, genellikle bir kent ve bunun çevresindeki kırsal bölgeyi kapsa-maktadır.4 Her türlü toplumsal ihtiyacın giderilmesini sağlayacak kompleks bir yapıya sahip olan polis, içerisinde dinî, askerî ve ekonomik ilişkilerin de şekillendiği bir görünüm çizmektedir. Ancak tüm bunların ötesinde, polis, siyasal bir örgütlenme biçimi olarak vücud bulmuştur. Demokrasinin bir yönetim biçimi olarak tarih sahnesinde belirmesi de Eski Yunan’ın kent devletleri içerisinde olmuş; kavram, aynı dönemde ortaya çıkmıştır.5

Yukarıda belirtildiği gibi demokrasinin, önce Eski Yunan’da en büyük kent devleti olan Atina’da uygulamaya geçirilmesi, daha sonra diğer kent devletlerine yayılması birdenbi-re ve kendiliğinden olmamış ve bir dizi reform girişiminin sonunda gerçekleşmiştir. M.Ö. 8. yüzyıla dek krallıkla yönetilen Atina’da, bu dönemde soylular krallığa son vermiş ve yönetim işini yürütmek üzere dokuz kişiden oluşan bir kurul’u görevlendirmişlerdir. Yeni yönetim biçimi de “azınlığın ya da küçük sayının yönetimi” anlamına gelen oligarşi (oli-garkhia) nitelemesiyle anılmıştır.6 Bu tarihten sonra yönetim, fiilen soyluların eline geç-miş ve soylular kendileri ile çekişme halinde bulunan çiftçiler, tüccarlar ve zanaatkârlara karşı M.Ö. 621’de çıkarılan Drakon Yasaları aracılığıyla önemli bir koz elde etmişlerdir. Ancak bu yasalar, alt sınıflar ve soylular arasındaki gerilimi artırmış, bunun sonucunda, soylular dışında kalan sınıflar birleşerek bir hükümet darbesi aracılığıyla iktidarı ele geçir-mişlerdir. Bu süreç, aynı zamanda tiranlar çağı’nın da başlangıcını teşkil etmektedir. İş-başına gelen tiranlar, soyluların büyük çiftliklerine el koyarak bunları yoksul halka dağıt-mışlar ve genel olarak alt sınıfları gözeten politikalar izlemişlerdir. Tiranların bu yönetim anlayışlarının demokrasiye geçişi kolaylaştıran bir yüzü olduğu söylenebilir.7 Ancak bu politikaların soylular ve genellikle ticaret ve zanaatle geçinen orta sınıflarda rahatsızlık yarattığı açıktır ve bu rahatsızlığın yansıması, soylular ile orta sınıfların tiranlığı ortadan kaldırmasıyla ortaya çıkacaktır.

Tiranlığın yıkılması, Atina’da toplumsal sınıflar arasında mutabakat arayışlarını berabe-rinde getirecek ve herkesin üzerinde uzlaşacağı genel kuralları belirlemek üzere M.Ö. 594 yılında Solon’a hazırlatılan yasalar, özellikle meydana getirdiği kurumlar aracılığıyla demokrasi düşüncesinin de fikrî arka planını hazırlayacaktır.

Solon Yasaları, öncelikle yurttaşlığı sağlam bir temele oturtmuş ve daha önce borcu-nu ödeyemeyen yurttaşların, alacaklılarının kölesi olmasını sağlayan uygulamayı yürür-lükten kaldırmıştır. Bunun dışında Solon Yasaları’nın demokratik kuram açısından asıl önemi, siyaseti belirli bir gruba özgü uğraş olmaktan çıkararak geniş halk kitlelerinin siyasete katılımını sağlamış olmasında yatar.8 Yasalar aracılığıyla, tüm özgür yurttaşla-

4 Ağaoğulları, Mehmet Ali (2000), Kent Devleti’nden İmparatorluğa, 2. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, s. 15-16. 5 Uygun, Oktay (2003), Demokrasinin Tarihsel, Felsefi ve Ahlaki Boyutları, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları, s. 21.6 Ağaoğulları, age, s. 13.7 Ağaoğulları, age, s. 20.8 Ağaoğulları, age, s. 16.

Page 49: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

49

rın katılabildiği yasama ve yöneticileri seçme yetkisine sahip “Halk Meclisleri (ekklesia)” oluşturulmuş ve yine kararları kesin olan, otuz yaşını doldurmuş her yurttaşın üyesi olduğu “Halk Mahkemeleri” meydana getirilmiştir.

Bu yasaların getirdiği demokratik düzenlemeler, Kleisthenes Reformları ile yeni bir aşa-maya gelmiş ve siyasal katılma mekanizmaları genişletilerek Atina’da özgür her ye-tişkin erkeğin yönetimde söz sahibi olduğu bir demokratik yönetim devri başlamıştır. Atina’daki bu model, izleyen süreçte diğer kent devletlerine de yayılmış ve demokrasi bugünkü Batı Anadolu ve Yunanistan topraklarını kapsayan Eski Yunan coğrafyasında hâkim yönetim biçimi görünümü kazanmıştır. Ancak burada demokratik haklardan yal-nızca “yurttaşlar”ın yararlandığına dikkat edilmelidir. Yurttaş tanımının kapsamına ise kent devletinin sınırları içinde yaşayan, özgür (köle olmayan), yetişkin erkekler girer.9 Kadınlar, köleler, çocuklar ve Atina’ya dışarıdan gelen “yabancılar” (metaikos) ise yurt-taş sıfatına sahip olmadıklarından siyasal katılımın da dışında kalmaktadır.

Öte yandan söz konusu modelin, bugün “doğrudan demokrasi” nitelemesiyle anılan yönetim anlayışına karşılık geldiği söylenmelidir. Bu bakımdan yurttaşların yasa yapma, belirli kamusal görevleri yürütecek yöneticileri seçme ve hatta yargılama yetkileri, ilk elden ve doğrudan karşılıklı müzakere aracılığıyla kullandıkları bir yönetim modeli hayata geçirilmiştir. Örneğin yılda kırk olağan toplantı yapan “halk meclisleri”ne yurttaşlar tem-silcileri aracılığıyla değil, bizzat katılmakta ve yöneticileri seçmek, bazı siyasal davalara bakmak, dış politikaya ya da kişisel sorunlara ilişkin kararları almak gibi “yürütme”ye ilişkin edimleri yerine getirmektedirler. Meclis, en başta yasa yapma yetkisini de haizken daha sonra bunu “nomothetai” adı verilen bir tür yasama komisyonuna devretmiştir.10

Eski Yunan’da demokrasi anlayışının en iyi ifade edildiği metin, Thukydides’in M.Ö. 431 yılında yaşanan Peloponnesos Savaşı’nı anlattığı yapıtında aktardığı, komutan Perikles’in savaşta ölenler anısına verdiği “Cenaze Töreni Üzerine Söylev”dir. Perikles, söylevinde Atina’da hayata geçirilen demokrasiye başka hiçbir halkın sahip olmadığını söyler ve “bütün yurttaşlara dayandığı için” demokrasiyi över. Demokrasi, yurttaşların egemenliği üzerine kurulmasının yanında eşitlik (isonomia) ve özgürlük (isegoria) ilkele-rini de içermektedir. Eşitlik, hem tüm yurttaşların aynı normlara tâbî olması anlamında hukuksal hem de yasaların tüm yurttaşlara eşit biçimde siyasal hayata katılma imkanı vermesinden ötürü siyasal boyut taşımaktadır. Özgürlük ise her şeyden önce yurttaş-ların her konuda, özellikle kamusal meselelerde düşüncelerini özgürce açıklamalarında somutlaşır. Bu kısa özetten anlaşılacağı gibi, Perikles’in Söylevi, Eski Yunan’da hâkim olan demokrasi anlayışının genel çerçevesini çizmesi bakımından anlamlıdır. Ancak bu-nun ötesinde söylev, demokratik ideallerin bugüne yansıyan yüzüyle de bağlantılıdır.

9 Atina’ya dışarıdan gelen “yabancılar” (metaikos) da yurratşlık10 Uygun, age, s. 31.

Page 50: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

50

Bu bakımdan taslak olarak ortaya konulan Avrupa Birliği Anayasası’nın adı geçen söy-levden alınan “Anayasamıza… demokrasi adı verilir; çünkü azınlığın değil, çoğunluğun elindedir.” şeklindeki sözle başlaması oldukça ilginçtir.11

Bugünden bakıldığında antik demokrasinin tam anlamıyla ideal bir model olduğunu söy-lemek oldukça güçtür. Her şeyden önce kent devletlerinin demokrasisi, sınırlı bir yurttaş tanımı getirmekte ve toplumun geniş bir kesimini siyasal katılımın dışında bırakmaktadır. Oysa günümüzde demokratik yönetimlerin meşrûiyeti, siyasal tabanın mümkün oldu-ğunca geniş tutulmasıyla ölçülmektedir. Bunun yanında yaklaşık 300.000 kişilik bir nü-fusu bulunan Atina istisna tutulursa demokrasinin bu ilk şeklinin nüfusları 10-15.000’i geçmeyen kent devletlerinde uygulandığı görülür ki bu rakamın günümüzle kıyaslanama-yacak kadar küçük olduğu açıktır. Bu bakımdan temsilciler devreye girmeden yapılan, karar alma sürecine doğrudan müdahil yurttaş profili artık çok fazla gerçekçi değildir. Ancak antik demokrasi, özellikle Batı’da sınıflar arasındaki çatışmaların yeni bir yönetim modeli arayışlarını zorunlu kılmaya başladığı 18. yüzyılla beraber tekrar hatırlanmış ve bir çözüm yolu olarak ortaya konulmuştur. Bu nedenle modern demokrasi anlayışının temellerinin Eski Yunan’da bulunduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz.

Atina demokrasisi, görece erken bir tarihte belirmiştir; ancak, bu durum modern demok-rasi anlayışının ortaya çıktığı 18. yüzyılla demokrasinin insanlık tarihindeki ilk uygulama-ları arasında uzun süreli bir kesinti olduğu gerçeğini değiştirmez. M.Ö. 4. yüzyılın sonla-rında Eski Yunan kent devletlerinin Makedon hâkimiyeti altına girmesi, demokrasinin de uzunca bir süre tarih sahnesinden çekilmesiyle sonuçlanmıştır.

3. Modernite ve Demokrasinin Yeniden Belirmesi

Modern demokrasi, büyük ölçüde Avrupa’da 17. yüzyılla beraber yaşanan toplumsal, siyasal ve kültürel değişimlerle yeni hayat tarzları ve örgütlenme biçimlerini ifade et-mekte kullanılan “modernite”nin12 bir ürünüdür. Demokrasinin neredeyse iki bin yıllık bir kesintiden sonra tekrar ortaya çıkmasını sağlayan çok sayıda etmen vardır. Ancak Eski Yunan demokrasisinin içkin olduğu birtakım ideallerin, özellikle Roma Cumhuriyeti baş-ta olmak üzere, farklı siyasal rejimler içinde kısmen de olsa yaşadığının altı çizilmelidir. Ayrıca Avrupa’nın demokrasiyi yeniden hatırlamasında aşağıda aktarılacak siyasal ve tarihsel gelişmelerin dışında özellikle Rönesans ve Reform ile başlayan ve Aydınlanma ile doruğuna çıkan düşünsel gelişimin de önemli bir rolü olduğu belirtilmelidir. Örneğin demokrasi fikrinin gelişiminde, dinsel ve siyasal iktidar arasında bir ayrıma giden ve sırf inançlarından ötürü toplumun bir kesimine ayrıcalıklar tanınmasına ya da ayrımcılık uygulanmasına karşı çıkan “laiklik”in önemli bir payı vardır. Laiklik, kamu otoritesinin belirli bir din, inanç veya felsefî düşünce lehinde ya da aleyhinde tavır almasını, ayrıca kişilere inançlarından ötürü farklı davranılmasını engeller ve yurttaş kimliği içinde tanım-11 Ağaoğulları, age, s. 16.12 Ancien régime: “Eski düzen” anlamına gelen bu niteleme, özellikle Fransa’da devrim öncesi monarşi ve aristokrasi ittifakına dayalı toplumsal ve siyasal düzene karşılık gelmek üzere kullanılır.

Page 51: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

51

ladığı tüm bireylerin hak ve özgürlüklerden eşit şekilde yararlanmalarını güvence altına alır. Bu açıdan bakıldığında laiklik, demokrasinin ön koşuludur. Ancak burada devletin dinle olan ilişkisine dikkat edilmelidir. Laik devlet, başkasının özgürlüğüne zarar verme-diği ve kamu düzeni için tehlike oluşturmadığı takdirde, herkesin dinî inancını özgürce yaşamasının önünü açar. Zaten demokrasi de toplum içinde farklı görüş ve inanıştaki insanların beraberce ve özgür şekilde yaşadıkları çoğulcu bir yapılanma içinde gerçek anlamını bulacaktır.

Demokrasinin tekrar tarih sahnesine çıkması, büyük ölçüde Avrupa ülkelerinde toplum-sal sınıflar arasındaki güç mücadelesinin sonucu olarak gerçekleşmiştir. Özellikle coğrafi keşiflerden sonra “burjuvazi”nin ekonomik gücü elinde bulunduran, ama siyasal güçten yoksun bir sınıf olarak ortaya çıkışı, yeni iktidar mücadelelerinin de habercisi olmuştur. Başlangıçta pazar güvenliğini sağlama amacıyla feodal beyler ve kiliseye karşı mutlak monarşileri destekleyen, böylece, hem feodalitenin çökmesine hem de kilisenin siyaset üzerindeki etkisinin ortadan kalkmasına dolaylı olarak hizmet eden burjuvazi, bir süre sonra siyasal iktidar üzerinde söz sahibi olmak, hatta iktidarı tamamen ele geçirmek

isteyecektir. Bu konuda ilk adımlar İngiltere’de atılır. İngiltere’de 1295 yılında kurulan Parlamento ile krallar arasındaki güç mücadelesi, 1688’de kansız bir devrim aracılığıyla Kral II. James’in tahttan uzaklaştırılması ve yerine Parlamentoca onaylanan bir tahta çıkış kanununa uymayı kabul eden William of Orange’ın kral olmasıyla sonuçlanmıştır. Bu anlaşma, Parlamentonun yasama yetkisini eline almasını, dolayısıyla mutlak mo-narşinin “meşrutî monarşi”ye dönüşmesini sağlamıştır.13 Böylelikle yasama yetkisi, he-nüz kısmen de olsa, halkın eline geçmiş olmaktadır. Ancak demokrasinin bu şekli, Eski Yunan’da sahip olduğu görünümden hayli farklılık göstermektedir. Zira artık, halk adına irade beyanında bulunacak “temsilcilerin” varlığı söz konusudur ve “doğrudan demok-rasi” yalnızca tarihsel bir gerçek olarak görülmektedir. Burada asıl önemli olan, halkın temsilcilerinden oluşan parlamentonun yasama yetkisini eline alması ve kendi üzerin-de bir otorite merkezi tanımayarak demokratik yönetimin temellerini atmasıdır. Ayrıca İngiliz Devrimi’yle kralın otoritesinin “anayasal” bir sınırı olduğu da ortaya konulmuş olmaktadır.14

Fransa’da ise demokrasiye giden süreç daha farklı şekilde yaşanacaktır. Yönetim or-ganları ve süreçleri üzerinde söz hakkını ekonomik gücüyle orantılı şekilde artıramayan burjuvazi, arkasına yoksul halk kitlelerinin desteğini alarak, aristokratların ayrıcalıklarının kaldırılması yönünde çaba harcamış, Fransız Devrimi aracılığıyla da bu amacına büyük ölçüde ulaşmıştır. Fransız Devrimi, burjuvazinin özellikle siyasal ayrıcalıkların kaldırıl-ması ve kamusal görevlere atanma hakkının topluma yayılması, böylece siyasal gücün toplumsal sınıflar arasında görece eşit dağıtılması amacıyla attığı adımların sonucudur.

13 Tanilli, Server (1989), Dünyayı Değiştiren On Yıl: Fransız Devrimi Üstüne (1789-1799), İstanbul: Say Yayınları, s. 85.14 Akal, Cemal Bali (1999), “Devlet, Yasa, Hakimiyet”, Cumhuriyet’in 75. Yıl Armağanı, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları, s. 36.

Page 52: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

52

Devrim sürecinde hazırlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, insanların doğal eşitliği üzerine kuruludur ve bu nedenle “İnsanlar özgür doğar ve yasalar karşısında eşit haklara sahip olarak yaşarlar” ifadesi ile başlar. Bu, yapısallaşmış bir eşitsizlik üzerine kurulu ancien régime’in15 temellerini sarsıcı bir davranıştır.16 Nitekim Devrim’den sonra girişilen hareketler, bireyi aynı yasal hükümlere tâbî yurttaş kimliği içerisinde tanımlamaya ve ayrıcalıklarla ayrımcılığı ortadan kaldırmaya yöneliktir.

Devrim sonrası süreçte, egemenliğin krala değil, tüm ulusa ait olduğu düşüncesi yerleş-miş ve böylece “ulusal egemenlik” anlayışı doğmuştur. Öte yandan Fransız Devrimi’nin pratik sonuçlarından birisi, modern devlet ile ulus-devletin özdeşleşmesidir. Bu durum, egemenliğin ulusa aktarılmasının doğrudan sonucudur. Ulusal egemenliğin belirleyici özelliği, hukuksal bir birim olarak ulusun, devletin meşrûluk kaynağını oluşturmasıdır. Ulusal egemenlik, ayrıcalıkların ortadan kalktığı, bireylerin “yurttaş” kimliği içinde ta-nımlandığı bir siyasal anlayışa gönderme yapar. Dolayısıyla ulusal egemenlik, siyasal iktidarın kullanımını doğrudan ulusa bağlayan bir özellik gösterir. Egemenlik, ulusa ait olduğuna göre tüm siyasal organlar, kaynağı ulusta olan bir yetkiyi kullanırlar. Ulusal egemenlik kuramı, yasaların kaynağının da ulusun bizatihi kendisi olması sonucunu do-ğurur. Böylece yasa yaratıcı dünyevî işlevi doğrudan ulus üstlenmiş olacaktır. Ancak yasaların tek kaynağı durumunda bulunan ulus, yasaların uygulamaya geçirilmesini, yani yönetim işlevini, yine kendi içinden çıkacak siyasal iktidara devreder.17 Burada modern devletle ulusun birbirlerine sıkıca bağlandığı ve ulusallığın devlet için temel meşrûiyet kaynağı haline geldiği görülür. Ulusal egemenlik kuramında kurucu unsur olarak ortaya çıkan ulusun fiziksel varlığı bulunmadığından, başka bir deyişle yasa yapma ve uygu-lama yetkilerinin tüm ulus tarafından ortaklaşa kullanılması mümkün olmayacağından, ulus adına irade kullanacak temsilcilere ihtiyaç duyulur. Dolayısıyla egemenliğin kullanı-mı bakımından ulusu temsil yeteneğine sahip “aracı”ların devreye girmesine uygun bir zemin oluşur. Kısacası ulusal egemenlik anlayışı, modern dünyada temsilî demokrasiyi kurumsallaştıran bir görüntü çizer. Nitekim Fransız Devrimi sonrasında dünya ölçeğinde temel siyasal birimler halini alan ulus-devletlerden, demokratik yönetim biçimini benim-seyenlerin demokrasiden anladıkları, temsili demokrasidir. Doğrudan demokrasi, örneğin İsviçre’nin bazı kantonlarında halen de süren uygulamalar istisna tutulursa, modern de-mokrasi içinde siyasal pratiklere aktarılma şansı bulamamıştır.

4. Modern Demokrasi Teorisinin Temelleri

Mutlak monarşilerin yerini meşrûtî monarşilerin alması, parlamentoların giderek önem kazanması ve Fransa’da Devrim sonrası ulusal egemenlik anlayışının hâkim olması gibi

15 Yayla, Atilla (2000), Liberalizm, 3. Baskı, Ankara: Liberte Yayınları, s. 25.16 Ağaoğulları, Mehmet Ali (2006), Ulus-Devlet ya da Halkın Egemenliği, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, s. 2217 Bunun yanında Locke siyasal iktidarın tüm inanışlar karşısında adil ve tarafsız davranması gerektiğini de savunur. Locke’un bu konudaki argümanları için bkz. Locke, John (1998), Hoşgörü Üzerine Bir Mektup, (çev. Melih Yürüşen), 2. Baskı, Ankara: Liberte Yayınları, s. 12 vd.

Page 53: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

53

olaylar, modern çağların başlamasıyla beraber demokrasinin bir yönetim biçimi olarak Avrupalı devletler üzerine nüfûz edişinin tarihsel arka planını sunmaktadır. Ama bu si-yasal ve toplumsal olayların dışında, demokrasinin güncel bir yönetim modeli olarak düşünülebilmesini mümkün kılan fikir adamlarının teorik katkıları asla ihmal edilmeme-lidir. Demokrasi düşüncesinin temellendirilmesinde özellikle iki düşünce adamının adı öne çıkar. Bunlardan ilki İngiliz düşünür John Locke, diğeri ise Fransız Jean-Jacques Rousseau’dur. Ancak her iki düşünürün farklı düşünsel geleneklerin öncüsü oldukları da söylenebilir. Locke, devlet iktidarını sınırlandırmayı amaçlayan ve bireyi merkeze alan görüşleriyle liberalizmin en önemli ve belki de ilk teorisyeni durumundayken18; Rous-seau, siyasal ilişkilerin çözümlenmesinde salt betimlemelerle yetinmemesi ve siyasetin ahlakî ilkelere dayalı normatif temellerinin bulunmasına, kısacası varolan düzenin değiş-mesine yönelik çabalarıyla sol düşünce içerisinde bir ağırlığa sahiptir. Bu bağlamda Meh-met Ali Ağaoğulları’na göre Rousseau sadece bir siyaset teorisyeni değil, aynı zamanda “benzerlerine Antik dönemde rastlayabileceğimiz bir siyasal filozoftur.”19

4.1. John Locke

Modern dünyada demokrasi kuramının ortaya çıkışı bakımından ilk önemli katkı John Locke’tan gelmiştir. Bireysel hakların korunması gerekçesiyle Locke, dönemin ruhu göz önünde bulundurulduğunda hiç de alışık olunmadık bir biçimde, mutlak monarşiye karşı çıkmıştır. Monarşilerde tüm güçlerin aynı elde toplanması nedeniyle egemen otorite durumunda bulunan kralın hem yasa yapan, hem yasayı uygulayan hem de uygulamayı denetleyip suçları cezalandıran bir konumda olduğunu savunan Locke, bu işlevlerin bir-birinden ayrılmasını, yani “kuvvetler ayrılığı” anlayışını önerir. Ancak Locke bununla da yetinmeyerek devletin yürütme ve yasama işlevlerinin birbirlerinden ayrı ve sınırlı olma-sı gerektiğini savunmuştur. Uygar Yönetim Üzerine İkinci İnceleme’de Locke, yasama gücünün yasa yapma amacıyla belirli dönemlerde bir araya gelen ve yaptıkları yasalar kendilerini de bağlayan temsilcilerin eline verilmesini ve halkın, bunlardan hoşnut kalma-dığı takdirde temsilcilerini değiştirebilme hakkına sahip olmasını savunacaktır.20 Böylece yasaların tek kaynağı olarak monarkın iradesini gösteren mutlak monarşi anlayışından düşünsel bir kopuşu simgeleyen Locke, ayrıca yürütmenin iktidarının (dönemin koşulla-rında kralın) yasamaya (parlamentoya) göre daha fazla sınırlandırılması gerektiğini söy-ler. Bunun temel nedeni, yürütmenin edimleri bakımından yasamaya bağlı olmasıdır. Yürütmenin uygulamaları, yasama gücü tarafından ortaya konulan normatif düzenleme-lerin dışına çıkamaz ve bunlarla sınırlıdır.21

Locke’un demokrasi kuramına en önemli katkısı, siyasal iktidarın yönettiği insanlara kar-18 Ebenstein, William (2001), Siyasî Felsefenin Büyük Düşünürleri, (çev. İsmet Özel), 2. Baskı, Şule Yayınları, İstanbul, s. 252.

19 Ağaoğulları, Mehmet Ali, Ulus-Devlet başlıklı henüz yayımlanmamış kitap taslağının “Jean Jacques Rousseau: Halk Egemenliği” bölümü, s. 66.20 Ebenstein, age, s. 253.21 Dahl, Robert A. (1996), Demokrasi ve Eleştirileri, (çev. Levent Köker), Ankara: Yetkin Yayınları, s. 275.

Page 54: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

54

şı sorumlu ve doğal haklarla sınırlı olduğunu savunmasıdır. Bunun yanında Locke, dev-leti, bireylerin güvenliğini sağlamak üzere meydana getirilmiş bir kurum olarak görür ve bu şekilde iktidarı rasyonel bir zemine oturtmaya çalışır. Buna göre “doğa durumu”nda özgürlüklerine gelebilecek saldırıları peşinen engellemek isteyen bireyler, bir araya ge-lerek özgür iradeleri vasıtasıyla siyasal (devletli) toplumu meydana getirmişlerdir. İngiliz düşünür, birey haklarının korunması açısından tek kişiye büyük yetkiler verilmesinin tehlikeleri üzerinde durur ve yetkilerin dağıtıldığı bir sistem, yani “kuvvetler ayrılığı” ara-cılığıyla birey haklarının güvence altına alındığı, sınırlı ve halka karşı sorumlu bir iktidar yapısı kurgulayarak modern demokrasi düşüncesinin temellerini atar.

4.2. Jean-Jacques Rousseau

Demokrasi kuramının gelişimi bakımından öne çıkan bir diğer isim Jean-Jacques Rousseau’dur. İnsanların belirli bir otoriteye tâbî olması Rousseau açısından “toplum-sal sözleşme” kavramı çerçevesinde ele alınmıştır. Doğa durumunda tüm bireyler eşit olarak bulunduğuna göre, eşitsizlik üzerine kurulan iktidar ilişkilerinin temelini insanlar arasında akdedilen bir anlaşmanın gerisinde aramak Rousseau için en akılcı çözümdür. Bu tür bir kurucu sözleşme aracılığıyla insanlar, öncelikle kendilerini halka dönüştürürler, ardından da yönetsel işleri yürütmek üzere siyasal iktidarı oluştururlar.22 Rousseau’ya göre, herkes aynı anlaşma hükümlerine tabi olduğu için aslında birey, hiç kimseye bağ-lanmamış, dolayısıyla özgürlüğünü kaybetmemiş olacaktır.23 Aynı şekilde her birey bir diğerinin haklarının aynısına sahip olduğu için yitirdiği kadar hakka ulaşacak, böylece elindekini korumak için daha fazla güç kazanacaktır. Bu şekilde Rousseau, bireylerin sözleşme sonrası döneme doğa durumundaki bireysel hakların aynen taşındığı Locke’un yaklaşımından farklı bir anlayış ortaya koyar. 24

Rousseau’ya göre sözleşmeyi imzalayan bireylerin iradelerinin bileşkesi “genel irade”dir. Genel irade, sözleşmeyi kabul eden bireylerin tümünün iradesinin toplamından oluşur; ancak bu sıradan aritmetik bir toplamdan ibaret “yığın” değildir. Ortaya çıkan kendine özgü bir hayatı, ortak bir siyasal benliği ve iradesi bulunan ahlakî ve kolektif kamusal bir kişiliktir.25 Bu durum, toplumu yönetecek egemen birimin doğuşu anlamına gelmek-tedir. “Rousseau’nun egemeni toplum sözleşmesiyle bir siyasî topluluk olarak oluşmuş; halktır.”26 Böylece Rousseau yönetim erkini kullanacak meşrû bir topluluğu tanımlamak-tadır. Bunun somut koşullarda yaratacağı ilk sorun oldukça belirgindir: Eğer genel irade, toplumu oluşturan tüm bireylerin bu yöndeki bildiriminin ürünü ise, yani herkes onun bir parçasını oluşturuyorsa, siyasal iktidar ilişkilerinin doğası gereği belirecek yöneten/22 Uygun, 2003, s. 137. 23 Ağaoğulları, Mehmet Ali, Ulus-Devlet başlıklı henüz yayımlanmamış kitap taslağının “Jean Jacques Rousseau: Halk Egemenliği” bölümü s. 89.24 Thomson, David (1997), “Rousseau ve Genel İrade”, (der. David Thomson), Siyasi Düşünce Tarihi, (çev. Ali Yaşar Aydoğan ve başkaları), Şule Yayınları, İstanbul, s. 121.25 Yılmaz, Aytekin (2000), Modern Demokrasi: Gelişimi ve Sorunları, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, s. 75.26 Eroğul, Cem (2000), Anatüzeye Giriş (Anayasa Hukukuna Giriş), 6. Baskı, Ankara: İmaj Yayınları, s. 9.

Page 55: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

55

yönetilen ayrımı bir anlam ifade etmeyecektir. Rousseau, bu sorunu bir soyutlama ile aş-maya çalışacaktır. Buna göre birey toplumsal ilişkileri bakımından iki farklı role sahiptir. Rollerden ilki, genel iradenin oluşmasına katkıda bulunan “yurttaş” kimliğinde ortaya ko-nulur. Bireyin diğer rolü ise herkesin (kamunun) iradesinin ürünü olarak doğan yasalara boyun eğme yükümlülüğü bulunan uyrukluktur. Görüldüğü gibi Rousseau hem yasaların kaynağı olma hem de yürütme gücünü elinde tutma bakımından “halk”ı siyasal iktidarın yaslanacağı yegâne kaynak olarak göstermektedir. Rousseau’nun görüşleri, halkın kendi kaderine hâkim olduğu bir demokratik teorinin ana hatlarını çizmektedir adeta.

Rousseau, başyapıtı Toplum Sözleşmesi’nde halkın kendisini temsil etmek üzere tem-silci seçmesinin, kendini köleleştirmesi, dolayısıyla yurttaşlığın ve demokratik sürecin doğasını değiştirmesi anlamına geleceğini savunur.27 Bu nedenle düşünür, yasama yet-kisinin bizzat yurttaşlar tarafından kullanıldığı Eski Yunan’ın “doğrudan demokrasi” mo-delini güncellemeye çalışır.28 Ancak Rousseau, bunun belirli bir çapa ulaşmış devletlerde uygulamaya geçirilmesinin yaratacağı güçlüklerin de farkındadır. Bu nedenle Polonya için kaleme aldığı anayasa taslağında Polonya gibi görece büyük ülkelerde doğrudan demokrasi yönteminin uygulanamayacağını söyleyerek temsilî demokrasiye yeşil ışık yakar. Ayrıca Rousseau “yürütme” işlevinin temsilcilere aktarılmasına da karşı çıkmaz, temsil edilmeme meselesi yalnızca “yasama” alanına ilişkindir.29

Rousseau düşünceleri ile döneminin ötesine geçmiş ve bir anlamda “demokratik devrim”in yolunu açmıştır.30 Özgürlük ve eşitliğin tavizsiz bir savunucusu olan Rous-seau, pragmatik mülahazalardan hareketle, olanı betimlemekle yetinmemiş, ahlakî kay-gılardan yola çıkarak olması gerekeni önermiştir. Yönetimin hedefinin salt özgürlüğün korunması olamayacağını ve buna eşitliğin sağlanmasının de eklenmesi gerektiğini sa-vunan Rousseau, kendinden önceki ve sonraki düşünürler arasında siyasal pratikleri en fazla etkileyenlerden biridir ve ölümünden sadece dokuz yıl sonra gerçekleşerek modern demokrasinin başat yönetim modeli olması bakımından “milat”lardan birini teşkil eden Fransız Devrimi’ni en çok etkileyen düşünür olmuştur.

5. Demokrasi ve Cumhuriyet İlişkisi

Fransa ve Türkiye gibi cumhuriyetçi geleneğin güçlü olduğu ülkelerde son dönemle-rin önemli tartışma konularından birisi, cumhuriyet ile demokrasi arasında varolduğu düşünülen gerilimdir. Amerika Birleşik Devletleri örneğinde somutlaşan Anglo-Sakson geleneği ise, vurgusunun cumhuriyetten daha çok demokrasiye olması nedeniyle bu tartışmaların daha uzağındadır.31

27 Ağaoğulları, age, s. 77.28 Ağaoğulları, age, s. 154.29 Yılmaz, age, s. 197.30 Bumin, Kurşat (1998), Batı’da Devlet ve Çocuk, 2. Basım, İstanbul: Yol Yayınları, s. 57.31 Debray, Regis (1997), “Cumhuriyetçi misiniz, Demokrat mı?”, (çev. Ahmet Arslan), Türkiye Günlüğü, sayı 47, s. 19.

Page 56: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

56

İlk bakışta bu tür bir gerilimin nedenlerini anlamak oldukça zordur. Zira cumhuriyet de tıpkı demokrasi gibi “halk yönetimi”ne, başka bir açıdan da yöneticilerin seçimle iş-başına gelmesine gönderme yapar. Öte yandan, hatırlanacağı üzere, demokrasinin bir siyasal rejimin yönetim ilkelerini belirleyen bir model olduğunun altı daha önce çizilmiş-ti. Cumhuriyet ise bundan farklı olarak bir siyasal rejimin ya da devlet biçiminin adıdır. Dolayısıyla bir devletin cumhuriyet rejimiyle idare edilmesi, yönetimin belirli bir haneda-na bırakılmadığını gösteren hukuksal bir durumu yansıtır.32 Bu bakımdan demokrasi ve cumhuriyet aslında hukuksal açıdan farklı düzlemlerde yer alan kavramlardır. O halde cumhuriyet ile demokrasi arasında varolabileceği iddia edilen “gerilim” neden kaynak-lanmaktadır?

Bu tartışmaların kökeninde yukarıda fikirlerine kısaca değinilen iki düşünür, Rousse-au ve Locke’un temsil ettiği farklı düşünsel geleneklerin bulunduğu söylenebilir. Bireyi çözümlemelerinin merkezine yerleştiren ve demokrasiyi bireysel özgürlüklerin güvence altına alınması için teminat olarak gören John Locke, bu tartışmada demokrasi yanlı-larının görüşlerini yansıtmaktadır adeta. Buna göre, devlet, yalnızca bireylerin can ve mal güvenliklerini sağlamak üzere oluşturulmuş ve bu doğrultuda kendisine sınırlı bir rol verilmiş güvenlik aygıtıdır. Locke açısından temel değer, doğuştan birtakım haklara sa-hip olan bireydir ve son derece sınırlı bir görev çerçevesi bulunan devletin bireysel hak-lara müdahale etme yetkisi yoktur. Demokrasi ile yönetilen bir rejimde insanlar “birey” kimlikleri ile bulunurlar ve bunun dışında kalan tüm kimlikler ikincil bir nitelik gösterir. Oysa Rousseaucu yaklaşımda iradî tercihleriyle siyasal iktidarı meydana getiren insan-ların hakları kadar görev ve sorumlulukları da vardır. Bu bağlamda “genel irade”ye ka-tılan “yurttaşlar”, genel iradenin sonucu olarak beliren yasalara uyma yükümlülüğünde olan uyruklardır, aynı zamanda. Zira genel irade, esasında herkesin iyiliğinin sağlanması amacıyla hareket eder. Bu bakımdan “ortak çıkar”, yani herkesin çıkarı tek tek bireysel çıkarların üzerine yerleşir.33 Burada Locke ile Rousseau’nun fikirleri arasında temel farkla karşılaşılmaktadır. Locke için devletin görev çerçevesi, bireysel hakların, özellikle mül-kiyet hakkının, korunması ile sınırlıyken Rousseau, devlete “ortak iyiliğin ya da kamusal esenliğin gerçekleşmesi” ödevini yükler. Kuşkusuz, bireysel hakların korunması ve gü-vence altına alınması Rousseau için de son derece önemli ve vazgeçilemez bir olgudur;34 ancak, aynı zamanda “erdemli” bir toplum arayışı kaçınılmaz olarak devlet ile toplumun bireyin tercihleri üzerinde daha etkili olması sonucunu doğurmaktadır. Dolayısıyla sözü edilen gerilim, bir bakıma, insanın “birey” ve “yurttaş” kimlikleri arasındadır.

Öte yandan cumhuriyet ve demokrasi vurguları, toplum tasavvuru ile yakından ilgilidir. Sözgelimi cumhuriyetçi tasarım, insanın doğal olarak toplumsallaşma sürecine girecek olan “siyasal varlık” olduğunu varsayar ve aynı toplumda barış içinde yaşamak için belir-32 Popper, Karl (2000), Açık Toplum ve Düşmanları: Cilt 1: Platon, (çev. Mete Tunçay), 4. Baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları, s. 125-127.33 Mahçupyan, Etyen (2000), “Uyduruk Demokrasi”, Radikal, 13 Şubat 2000.34 Selçuk, Sami (1999), Demokrasiye Doğru, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, s. 27.

Page 57: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

57

lenen ortak kurallara, yani “genel irade”nin ürünü olarak ortaya çıkan yasalara uyma zo-runluluğunda olduğunu savunur. Burada karşılaşılan anahtar sözcük “erdem”dir. Cum-huriyetçiler açısından erdemli bir toplum tasarımının önündeki en büyük engel ise siyasal çatışma ve hiziplerdir.35 Tahmin edilebileceği üzere siyasal çatışma ve hiziplerin en fazla görüldüğü yönetim modeli, çok sesliliği öne çıkaran ve destekleyen yaklaşımıyla demok-rasidir. Lockeçu gelenekte demokrasi, bireysel çıkarlar dışında, topluma ait ortak ya da genel çıkar tanımaz. Demokrasinin perspektifinde daha çok bireysel çıkarların en geniş şekilde hayata geçirilebileceği özgürlükçü ortam ve piyasa koşullarının tesis edilmesi bulunur. Bu bağlamda cumhuriyetçilik, mümkün olduğunda türdeş bir toplumsal yapı oluşturmaya çalışırken demokratların hedefi, siyasal toplumda farklılıkların barış içinde bir arada yaşamasıdır.

Siyasal pratikler açısından bu ayrım, öncelikle Amerikan ve Fransız Devrimlerinin uy-gulamalarında kendisini gösterir. Amerikan Devrimi, bireysel hakların güvence altına alındığı, bunun dışında bireye ilişkin devlet müdahalesinin sınırlı tutulduğu bir bakış açısına sahiptir. Örneğin insanların eğitim sürecini ne şekilde geçirecekleri veya dinsel inanışlarının gereğini ne şekilde yerine getirecekleri, Amerika Birleşik Devletleri’nde kişi-sel tercihlerin belirlediği bir özgürlük alanı olarak ortaya çıkar ve bu bakış açısı, toplum-sal gelişmeleri kendiliğinden bir akışa bırakır. Oysa Fransız Devrimi, mutlu ve özgür bir toplum yaratma işini üzerine bir ödev olarak alır ve bu amaçla toplumu adeta büyük bir okula dönüştürür.36 Bu bağlamda her cumhuriyetin dayandığı belirli ilkelerle değerler var-dır ve yurttaşlara hayatlarının değişik dönemlerinde bunların önemleri sık sık hatırlatılır. Aynı şekilde bu değer ve ilkelerin carî politik çekişmelerin malzemesi yapılması engelle-nir; hatta bunlar bireysel özgürlüklerin üzerine yerleştirilir. Örneğin herhangi bir kıyafetin kamusal alanda kullanılması bireysel özgürlüklere aykırı olduğu açıkça bilinmesine rağ-men yasaklanarak, bu yasak cumhuriyetçi değerlerle savunulabilir. Oysa demokratik bir perspektiften bakıldığında, bireysel haklar, her türlü değerin üzerinde yer aldığından bu tür yasağın izah edilmesi mümkün olmayacaktır. Cumhuriyetin değerlerini içselleştirmiş ve rejimin ideolojik formasyonu doğrultusunda yetiştirilen yurttaş profili, cumhuriyet rejimlerinin ortak özelliğidir. Bu bağlamda idealize edilmiş bir toplum tasarımı yaratıp varolan yapıyı bu doğrultuda dönüştürme anlamında bir “toplum mühendisliği” projesi, cumhuriyetçi zihniyetin en belirgin özelliklerindendir. Bu proje, toplumu istenilen şeklin verilebileceği bir hamur olarak görür ve devletin denetimi dışında şekillenecek toplum-sallıklara karşı çıkar. Söz konusu anlayış toplumun kendisi için nelerin iyi olduğunu bile-cek olgunluk düzeyine ulaşamadığı fikrinden beslenir ve bu konuda aydınlara önemli rol verir. Sonuçta karşılaşılan ise siyasal otoritenin farklı şekillerde sürekli müdahale ettiği bir toplum modelidir.

35 Arslan, Zühtü (2002), “Anayasal Devlet ve Siyasal Tarafsızlık”, (der. E. Fuat Keyman), Liberalizm, Devlet, Hege-monya, İstanbul: Everest Yayınları, s. 157.36 Giddens, Antony (2002), Sağ ve Solun Ötesinde: Radikal Politikaların Geleceği, (çev. Müge Sözen, Sabir Yücesoy), İstanbul: Metis Yayınları, s. 115.

Page 58: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

58

Cumhuriyetçi bakış açısını yansıtan önemli isimlerden biri olan Regis Debray’ın şu sözü, aslında iki yaklaşım arasındaki farkı gayet iyi özetlemektedir: “Cumhuriyette devlet top-luma hâkimdir. Demokraside ise toplum devlete.”37 Cumhuriyet idaresi, yurttaşlar ara-sındaki eşitsizliğin daha az; birliktelik bilincinin fazla olduğu bir siyasal ve toplumsal yapı meydana getirmeye çalışır. Demokratlar ise eşitlik yerine özgürlüğü ön plana çıkardıkla-rından, siyasal eşitliğin sağlanmasını yeterli görür ve ekonomik açıdan böyle bir hedefe ulaşmaya çalışmanın yanlış olacağını savunurlar.

Görüldüğü üzere, demokrasi ile cumhuriyet arasında bir karşıtlık olmamasına rağmen fi-kirleri özetlenen iki akım arasında bazı temel yaklaşım farklılıkları bulunmaktadır. Ancak burada asıl önemli olan, bu farklılıkların en aza indirgenerek cumhuriyet ile demokrasi arasında bir dengenin sağlanmasıdır. Bunun yolu cumhuriyet rejimlerinin demokrasiye kapılarını sonuna dek açmalarından geçer. Demokrasinin güçlü bir şekilde yapısallaştığı, bireysel özgürlüklerin güvence altına alındığı bir toplum modeli, cumhuriyet rejimlerinin de güçlenmelerini beraberinde getirecek, böylece siyasal birlik kendiliğinden ama güçlü bir şekilde kurulmuş olacaktır.

6. Demokrasinin Paradoksları: Eleştiriler ve Farklı Yaklaşımlar

İngiltere eski başbakanlarından Winston Churchill, demokrasinin “en iyi ya da ideal” değil, “bilinen en iyi” yönetim biçimi olduğunu söyler. Churchill, böylelikle, bugün al-ternatifi olmayan bir yönetim modeli gibi görülen demokrasinin aslında birtakım kusur ve eksiklikler barındırdığını belirtmektedir. Demokrasinin yüz yüze bulunduğu sorunların en önemlisi ünlü düşünür Karl Popper’in “demokrasi paradoksu” nitelemesiyle andığı durumdur. Popper’a göre, demokratik siyaset mevcut haliyle, gerçekte yalnızca tiran-lığın (diktatörlüğün) engellenmesine yönelik mekanizmaların kurumsallaştırılması anla-mına gelir; bu bakımdan “çoğunluğun yönetmesinin gerekliliği” şeklinde ifadesini bulan ideallerin hayata geçmesi neredeyse imkansızdır. Karl Popper, temsilî hükümet ve genel seçimler gibi demokratik kurum ve yöntemlerin tiranlığı engellemeye yönelik araçlar ol-duklarını ve bunların gerçek anlamda demokrasi idealini yaşatmak açısından çok da fazla işlevsel olmadıklarını söyler.38 Gerçek anlamda halkın nihaî karar verme hakkına sahip olduğu bir yönetim modeli, her zaman tam anlamıyla demokratik sonuçlara ulaşılmasını sağlamaz. Bu durum Platon’un ortaya attığı şu örnekle daha iyi kavranabilir: Demokrasi, yönetim işlevinin halk tarafından yürütülmesini öngördüğüne göre halk, teorik olarak, bu işi kendisinden daha iyi yapabileceğini düşündüğü bir tirana (diktatöre) bu yetkisini dev-redebilecektir. Böylece demokratik yönetim modeli ortadan kalkacak, ama bu süreç, paradoksal şekilde, demokratik işleyiş mekanizmaları aracılığıyla hazırlanacaktır.

37 Giddens, age, s. 124-12538 Cohen, Joshua (1999),”Müzakereci Demokraside Usûl ve Esas,” (yay. haz. Şeyla Benhabib), Demokrasi ve Farklı-lık: Siyasal Düzenin Sınırlarının Tartışmaya Açılması, (çev. Zeynep Gürata, Cem Gürsel), İstanbul: WALD Yayınları, s. 140.

Page 59: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

59

Halkın özgür iradesiyle demokrasinin fiilen ortadan kalkmasına yol açacak bir davranışa izin verilip verilmeyeceği ilk kez Platon’un gündeme getirdiği bir sorundur; ancak, gü-nümüzde yaşanan pek çok gelişme göz önüne alındığında bir o kadar da güncel olduğu hemen fark edilmektedir. Hatırlanacağı gibi demokratik yöntem ve mekanizmaları kulla-narak iktidarı ele geçirdikten sonra demokratik yönetimi ortadan kaldıracağı iddia edilen siyasal eğilimlerin iktidarının engellenip engellenemeyeceği Türkiye’de son dönemlerin hararetli tartışma konularından biri olmuş; “militan demokrasi” gibi kavramlar aracılı-ğıyla demokrasinin kendi içinde yeşeren, ama tedricen kendisini kaldırmayı hedefleyen yönelimlere karşı tavrı sorgulanmıştır. Burada farklı iki temel yaklaşım belirir. İlk yak-laşım, demokratik yönetimlerin siyasal rejimin türünü değiştirmeyi hedefleyen ve açık ya da gizli şekilde bu amaç doğrultusunda faaliyet gösteren akım ve ideolojilerin önünü kesebilecekleri hatta bunu yapmaları gerektiği iddiasındadır. Buna göre, demokrasinin anti-demokratik hareketlere karşı kendisini savunma hakkı bulunmaktadır ve demokra-tik düzenin korunması için bu durum zorunluluk arz eder. Örneğin ülkenin demokratik rejimi aleyhinde propaganda yapan kişilere özgürlüğü kısıtlayıcı cezaların verilmesi, bu yönde eylemlerde bulunduğu iddia edilen siyasal partilerin hatta sivil toplum kuruluşla-rının faaliyetlerinin yargı kararıyla sona erdirilmesi ve benzer gerekçelerle bazı insanlara siyaset yasağı getirilmesi bu yönde tedbir olarak benimsenen yöntemlerin bir kısmıdır. Bu yaklaşımı savunanların en çok kullandıkları örnek Almanya’da Hitler, İtalya’da Mus-solini yönetimlerinin demokratik yollarla iktidarı ele geçirdikten sonra birer diktatörlüğe dönüşmeleri ve insanlığın başına büyük felaketler açmalarıdır.

Bu yaklaşımın karşısında ise demokrasinin asıl erdeminin kendisini ortadan kaldırmayı hedefleyen görüş ve ideolojilere karşı bile hoşgörülü olmasından kaynaklandığını savu-nan yaklaşım bulunur. Buna göre, ülke içinde resmî ideoloji dışında ya da karşısında sergilenen tavırları engellemek ve farklı görüşlerle inanışların kamusal düzlemde kendi-lerine yer bulmalarına karşı çıkmak anti-demokratik yönetimlerin en belirgin özellikleri arasındadır. Demokratik olarak nitelenen rejimler ise bunlardan farklı olarak, şiddet kul-lanmayan her türlü akım ve fikre hoşgörü göstermek durumundadırlar.39 Zira çağdaş demokrasinin en başta gelen amacı, çoğulculuğun hâkim olduğu bir toplumsal ve siyasal düzenin oluşmasını sağlamaktır. Dolayısıyla demokrasi, içinde birbirinden farklı fikirlerin yaşamasına izin verdiği ölçüde meşrû bir yönetim modeli görünümü kazanacaktır. Ayrı-ca demokrasinin özelliklerinden biri, her zaman bir risk taşımasıdır.40 Kaldı ki belirli akım ve fikirlere karşı dışlayıcı bir tutum benimsemek, doğal olarak başka tutumların yanında tavır almak anlamına gelecektir ki bu durum demokratik rejimin tarafsızlığının ortadan kalkmasına yol açacaktır. Oysa demokratik devletlerin temel niteliklerinden birisi “siya-sal tarafsızlık”tır. Bu durum, devletin belirli bir hayat tarzını ya da “iyi” anlayışını top-luma dayatmaması ve herkesin sahip olduğu değer ve ilkeler doğrultusunda belirlediği 39 Cohen, agm, s. 140.40 Benhabib, Şeyla (1999), “Müzakereci Bir Demokratik Meşruiyet Modeline Doğru”, (yay. haz. Şeyla Benhabib), Demokrasi ve Farklılık: Siyasal Düzenin Sınırlarının Tartışmaya Açılması, (çev. Zeynep Gürata, Cem Gürsel), İstanbul: WALD Yayınları, s. 104-105.

Page 60: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

60

hayat tarzını, başkalarına zarar vermemek koşuluyla, dilediğince sürdürmesine devlet tarafından saygı gösterilmesi anlamına gelir.41

Buradan da anlaşılacağı gibi, demokratik idealler açısından “tercih” adeta sihirli bir ke-limedir. Bireylerin sadece seçmen sıfatıyla oy kullanırken değil, kendi hayatlarını ya-şarken de özgür tercihleri doğrultusunda kararlar almaları ve bu sürece devletin müda-hil olmaması demokrasinin kurumsallaşması açısından önem taşır. Böylece demokratik rejimin kendi doğrularını topluma empoze etmeye çalışmak yerine herkesin fikirlerini özgürce dile getirebileceği bir ortamı tesis etmekle görevli olduğu söylenebilecektir. Bu açıdan devletin rolü, başkalarının kişisel tercihlerini özgür şekilde kullanmalarını engelle-yen birey ve gruplar karşısında denetim, önleme ve yaptırım mekanizmalarını harekete geçirmektir. Herhangi bir bireyin özgürlüklerini kullanması başkaları tarafından engelleni-yorsa, devlet, sürece müdahale etmeli ve hak ihlallerini önlemelidir. Bunun dışında dev-letin özgürlüğü kısıtlayıcı düzenlemelere gitmesi çoğulcu demokrasi anlayışına aykırıdır.

Bu noktada demokrasi ile özgürlük arasındaki ilişkiyle karşılaşılmaktadır. Demokratik idealler, birey özgürlüğü en geniş şekilde yaşandığı takdirde gerçek anlamını bulur. Dev-letin belirli ideolojik tercihler doğrultusunda bireyleri belli davranışları yapmaya ya da tam tersine, yapmamaya zorlaması, rejimin demokratik karakterini hayli tartışmalı hâle getirir. Diğer taraftan bu durum, aynı zamanda demokrasinin günümüzde karşılaştığı başka bir sorunu görmemizi sağlar.

Günümüzde demokrasi ile ilgili tartışmaların yoğunlaştığı noktalardan bir diğeri de ne-redeyse tüm dünyada demokrasinin “çoğulcu” değil, “çoğunlukçu” bir görünüm kazan-masıdır. Demokrasi, esasında mümkün olduğunca fazla sayıda farklı düşünce ve görü-şün siyasal mekanizmalara etkide bulunabilmesini amaçlar. Bu bakımdan, demokrasi, yalnızca belirli dönemlerde tekrarlanan seçimler aracılığıyla iktidarın el değiştirmesini sağlayacak mekanizmaların kurumsallaşması anlamına gelmez. Söz konusu durum, de-mokrasinin sadece bir boyutunu yansıtır. Buna ek olarak demokratik yönetim, geniş toplumsal katmanların talep ve beklentilerine karşı duyarlı olacak bir siyasal yapının varlığını da zorunlu kılar. Ayrıca demokrasiler, farklı görüş ve inanışa sahip grupların da, örneğin azınlıkların, hak ihlaline maruz bırakılmamasını güvence altına aldığı gibi bununla yetinmeyerek yönetim mekanizmaları üzerinde doğrudan ya da dolaylı olarak söz sahibi olmalarını sağlayacak önlemleri de almalıdırlar.

Kısacası demokrasi, sadece sayı hesabına bakılarak yönetimin oy çoğunluğunu ele ge-çiren partilere devredilmesiyle yetinmez. Oysa günümüzde dünyanın pek çok yerinde demokrasinin çoğulculuğu ve tüm bireylerin hak ve özgürlüklerinin mümkün olan en ge-niş şekilde sağlanmasına yönelik bu nitelikleri adeta unutulmuş ve demokrasi, “çoğun-lukçu” bir görünüm kazanmıştır. Bu duruma özellikle gelişmiş Batı ülkelerinde belirgin bir şekilde yaşanan “siyasete ilgisizleşme” eklenince demokratik yönetimlerin meşrûi-

41 Benhabib, agm, s. 105

Page 61: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

61

yetlerini sağlayacak ve sürekli olarak yeniden üretecek kitleselleşmenin uzağına düştük-leri görülmektedir. Gerçekten de pek çok Batı ülkesinde seçimlerde oy kullanma oranı önemli ölçülerde düştüğü gibi toplum içinde siyasal sorunların etkisi ve ağırlığı da önemli ölçüde azalmıştır. Bunun yanında yönetimde etkinliği sağlamak amacıyla iktidarın, gücü-nü merkezîleştirmesi halk kitlelerinin yönetim süreçlerinin hayli dışında kalmasına neden olmaktadır. Öte yandan aktif siyasetin ekonomik gücü de gerektiren maliyetli yüzü, siyasetin küçük bir grubun işi olması sonucunu doğurmakta, dolayısıyla siyaset giderek dar bir kadro eliyle yürütülen teknik bir mesele halini almaktadır. Aynı şekilde, seçmenle-rin iradesini siyasal alana taşıyan aracı aygıtlar durumunda bulunan siyasal partiler de bu işlevlerini büyük ölçüde yitirmeye başlamışlardır. Bunun temel sebebi, siyasal partilerde yönetimin çoğunlukla dar bir elit grubun eline geçmesi ve bu lider kadronun farklı baskı ve çıkar gruplarının etkisi altına girmeye yatkın bir görünüm sergilemesidir.

Böylece demokrasinin ruhuna aykırı olarak, toplumun pek çok üyesinin karar verme sü-reçleri üzerinde söz sahibi olmasının önü kesilmiş olmaktadır. Aynı noktada bir “liyakat sorunu” ile de karşılaşıldığı söylenebilir. Demokrasinin doğası gereği, en liyakatli olanın seçimle üstlenilen kamusal bir göreve getirilmesi her zaman mümkün olmaz. Demokra-silerde politikacıların liyakatini belirleyecek tek ölçüt, çoğunlukla halkın kendilerine gös-terdiği teveccüh olarak belirmektedir. Bu durumda örneğin ekonomi yönetimi açısından, kısa vadede toplum için yararlı görülen, ancak olumsuz etkileri hissedilecek siyasalar izleyen bir politikacı başarılı olarak kabul edilebilecek; sonuçta popülist bir politika anla-yışına veya siyasal dile sahip politikacılar iktidara gelme açısından daha şanslı olacaktır.

Demokrasiler, ilke olarak, en azından seçme hakkına sahip herkesin seçimle gelinen gö-revlere aday olma hakkını tanımalıdır. Burada, başkasına göre yanlış ya da doğru, son sözü söyleyecek olan “halk”tır. Ancak belirli nedenlerle (belirli suçları işlemiş olma, yaş vb.) seçme ve özellikle seçilme haklarına bazı kısıtlamalar getirilebileceği belirtilmelidir. Buna benzer şekilde demokrasilerde herkesin tek ve eşit oy kullanma hakkı vardır. Bazı insanlara oy kullanma bakımından ayrıcalık tanımak demokrasinin doğasıyla bağdaşmaz. Hemen herkesin bildiği ünlü örnek hatırlanacak olursa, “profesör ile çobanın oyunun eşit sayılıp sayılmayacağı” sorusunun cevabı “evet”tir. Bu durum, demokrasi düşüncesinin ardında yatan “siyasal eşitlik” ilkesinin gereğidir. Kaldı ki diğerine göre daha az eğitimli olsa da bir insan, kendi çıkarlarının hangi doğrultuda en üst düzeyde gerçekleşeceğini kendisi bilir. Bu bakımdan “cahil bir çoban”ın oyunun bir profesörün oyundan daha de-ğersiz olduğunun savunulması demokrasinin mantığıyla bağdaşmaz. Ancak, yukarıda değinildiği gibi, meselenin gözden kaçırılmaması gereken farklı bir boyutu da vardır. Demokrasiler her ne kadar “siyasal eşitlik” ilkesi üzerine otursa da, özellikle ekonomik etmenler göz önünde bulundurulduğunda, bu eşitliğin gerçekleşmesi fiilen mümkün ol-mamaktadır. Bu nedenle toplum içinde eğitim ya da gelir düzeyleri gibi bazı unsurlar nedeniyle diğerlerine göre öne çıkan kimselerin yönetici pozisyonlara gelmede avantajlı oldukları açıktır. Buna rağmen demokrasinin en önemli getirisinin toplum içinde herkese iktidara gelebilme şansı tanıması olduğunun bir kez daha altı çizilmelidir.

Page 62: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

62

7. Çağdaş Demokrasi Tartışmaları

Demokrasinin en başta ileri sürdüğü “halk yönetimi” olma iddiasının gerçek anlamda ha-yata geçirilememesi ve bu yönde temel çözüm olarak gösterilen “temsil” ile ilgili pek çok ciddi sorunun baş göstermesi, demokrasi kuramının temel öncüllerinin yeniden mercek altına alınmasına neden olmuştur. Bu noktada, genellikle, demokratik kurum ve meka-nizmaların toplumsal ve siyasal hayatın geniş alanlarını kapsayacak şekilde yeniden dü-zenlenmesi ve halkın kendisi ile ilgili kararların alınmasına katılımının sağlanması çözüm yolu olarak önerilmektedir. Örneğin Antony Giddens, temsilî demokrasinin aslında sıra-dan halk kitlelerinin iktidardan uzak kaldıkları ve “çoğu zaman küçük parti çıkarlarının hâkimiyeti” altında olduğu bir gerçekliğe karşılık geldiğini söyleyerek, temsilin karşısında katılımı öne çıkaran görüşlerin çoğunlukla etkisiz kaldığını savunur.42 Giddens’ın çıkış için önerdiği yol, devlet politikaları ile toplumsal ve siyasal hayata ilişkin düzenlemelerin “diyalog” aracılığıyla belirlenmesidir. Giddens’ın deyimiyle “diyalojik demokrasi”ye gi-den yol ise özel hayatın demokratikleştirilmesinden başlamaktadır. Aileden başlayacak demokratikleşme hareketi, sivil toplumda etkinlik gösterecek toplumsal hareketlerin ve inisiyatif gruplarının ortaya çıkmasını sağlayacak, buradan da bürokrasi ve iş dünyası gibi büyük organizasyonel yapıların demokratikleşmesine ulaşılacaktır. Tüm bu sürecin insanlığı götüreceği yer ise küresel çapta bir demokratik düzenin tesis edilmesidir.43 Özetle Giddens, demokrasinin dünya ölçeğinde yaygınlaşmasının demokratik ideallerin öncelikle bireyler tarafından içselleştirilmesi, ardından bunun toplumsal ve siyasal haya-ta aktarılması ile gerçekleşeceği iddiasındadır.

Temsilî demokrasinin yaşadığı açmazlara karşı bir diğer çıkış önerisi de “müzakereci demokrasi” olarak anılan yöntemdir. Demokratik ideallerin hayata geçirilmesi bakımın-dan hayatî bir önemleri bulunan partilerin giderek oligarşik bir görünüme bürünmeleri, “parti disiplini” gibi olgular nedeniyle belli konularda demokratik tavır sergileyememeleri ve siyasal katılımın önemli ölçüde azalmasıyla siyasetin teknik ve profesyonel bir hâle gelmesi demokrasinin “halkın kendi kendini yönetmesi” iddiasını önemli ölçüde zedele-miştir. Demokratik yönetimlerin 20. yüzyılda karşı karşıya bulunduğu açmazlara dikkat çeken ilk isimlerden biri olan Jürgen Habermas’a göre temsilî demokrasilerde halka sağlanan hak ve özgürlükler siyasal katılım mekanizmalarının etkin bir şekilde çalış-masını sağlayamamakta, sadece halkın hukuk aracılığıyla korunması noktasında işlev görmektedir. Bunun yanında liberal-demokratik ülkelerde, ilke olarak, bireylerin siyasete katılarak seslerini duyurmalarına imkan tanıyacak siyasî partiler ve baskı grupları gibi oluşumlar bulunmasına rağmen bunların hiyerarşik eşitsizliğe dayanan (oligarşik) yapıları gerçek anlamda katılımı önlemektedir.44 Bu sorunu gidermek için zorunlu ilk koşul, yurt-taş taleplerinin demokratik ve özgürlükçü bir ortamda seslendirilebileceği bir “kamusal 42 Keyman, age, s. 137.43 Yılmaz, age, s. 277.44 Mouffe, Chantal (1994), “Radikal Demokrasi: Modern mi, Postmodern mi?”, (çev. Mehmet Küçük), (der. Mehmet Küçük), Modernite versus Postmodernite, 2. Basım, Ankara: Vadi Yayınları, s. 193.

Page 63: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

63

alan”ın inşasıdır.45 Habermas’a göre “hukukî bir topluluğun kendi kendini örgütlemesine olanak vermekle birlikte hiçbir biçimde yurttaşların iradesine bağlı olmayan bir çerçeve-yi ifade” eden halk egemenliği kavramının46 gerçek anlamını bulması, hukuksal açıdan kurumsallaşmış irade ile kültürel bakımdan harekete geçirilmiş halk kesimleri arasındaki etkileşimle mümkün olacaktır. Alman düşünür, bu görüşleriyle “müzakereci demokrasi” şeklinde nitelenen yeni bir yaklaşımın temellerini atmaktadır.

Müzakereci demokrasi düşüncesi, demokratik meşrûiyetin sadece seçimler aracılığıyla iktidarın el değiştirmesinden ibaret olmadığını ve devlet iktidarını kullanma yetkisinin o iktidar tarafından yönetilen toplum üyelerinin kolektif kararlarından doğması gerektiğini savunur.47 Bunu sağlayacak unsur ise bireylerin toplumsal ve siyasal kurumlar içerisinde dile getirdikleri tartışma ve kararlardır.� Müzakereci demokrasi anlayışı, siyasal iktidarın kullanılması sürecini her biri eşit söz hakkına sahip yurttaşların kamusal alanda tartış-malarına bağlı kılar; bu bakımdan siyasal yapılanmanın siyasal kurumların söz konusu tartışma ortamını kolaylaştıracak şekilde örgütlenmesini öngörür. Temsilî demokrasinin, rekabete dayalı, düzenli aralıklarla yinelenen seçimler, herkesin eşit koşullarda tanıtım hakkına sahip olması ve iktidar üzerinde denetim kurulması gibi unsurları müzakere-ci demokrasi içinde de kendisine yer bulur. Ancak anlaşılacağı gibi, bu yaklaşım, de-mokrasinin toplumun geniş kesimlerine yayılmasını ve sadece teknik bir mesele olarak algılanmasını aşmaya yönelik bir çabayı yansıtır. Burada liberal demokrasiden kopuş kendisini göstermektedir. Bilindiği gibi temsilî demokrasilerde seçmenlerin siyaset üze-rindeki etkisi genellikle seçim zamanlarıyla sınırlıdır. Sivil toplumun güçlü olduğu ülke-lerde siyasetçiler üzerinde daha geniş kapsamlı ve sürekli bir denetim sağlanmış olsa da bunun da her zaman etkili olabildiğini söylemek mümkün değildir. Bu bakımdan top-lumu ilgilendiren kararların çoğu, halkın seçilmiş temsilcileri sıfatıyla işbaşında bulunan siyasetçiler tarafından alınır. Oysa müzakereci demokrasi modeli, yönetsel kurumların, “herkesin ortak çıkarı olarak görülen şey[in], özgür ve eşit bireyler arasında rasyonel ve âdil biçimde yürütülen kolektif müzakere süreçlerinden” kaynaklanacağı tarzda örgüt-lenmesini gerektirir.

Buradan hareketle müzakereci demokrasiyi savunan düşünürler yeni bir meşrûiyet an-layışına ulaşırlar. Örneğin Şeyla Benhabib’e göre demokratik kurumların meşrûiyeti, ko-lektif karar alma süreçlerinin sözü edilen bu modele yaklaştıkları ölçüde artar.� Müzake-reci demokrasinin ilk yararı, yurttaşların kendilerini ilgilendiren sorunlarda her türlü fikri tartışma imkanına sahip olacaklarından, bunların bir kısmını kendileri için yararsız ya da yanlış bularak devre dışı bırakmaları ve meydana gelen “ortak akıl” vasıtasıyla daha iyi kararlar alabilmeleridir. Bu durum, aynı zamanda yurttaşlar arasında ortak bir deneyimi paylaşma güdüsü yaratacağından toplumda daha fazla dayanışma ve birlik de sağlaya-caktır.45 Mouffe, agm, s. 35146 Türköne, Mümtaz’er (2003), “Demokrasi”, (ed. Mümtaz’er Türköne), Siyaset, Ankara: Lotus Yayınları, s. 198.47 Türköne, agm, s. 199.

Page 64: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

64

Liberal demokrasiye alternatif olarak geliştirilen modellerden bir diğeri de “radikal demokrasi”dir. Temellerini Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un attığı radikal demok-rasi kuramı, siyasal katılım kanallarının açılması ve yurttaşların kamusal meselelerde daha fazla söz sahibi olmaları anlamında müzakereci demokrasi ile benzerlik gösterir. Hatta Fuat Keyman, müzakereci demokrasinin radikal demokrasi kuramlarının türevle-rinden biri olduğunu söyler. Bu açıdan değerlendirildiğinde radikal demokrasinin, mevcut demokrasi anlayışına eleştirel bakan ve siyasal katılımın genişletilmesini savunan yak-laşımları kapsayan genel bir niteleme olduğu, bu bakımdan müzakereci demokrasiyi de içerdiği söylenebilir. Ancak burada kavram, Laclau ve Mouffe’un tezleri ekseninde ele alınacaktır. Radikal demokrasi anlayışı, özellikle Sovyet deneyiminin olumsuz etkisiyle Marksizmin sınıf perspektifinin modern toplumun çoğulcu yapısını çözümlemede başa-rısız olduğu fikri üzerine kuruludur. Radikal demokrasi, liberal demokrasiyi olduğu kadar görece “içeriden” bir bakış açısıyla Marksizmi de eleştirir. Bu bağlamda radikal demok-rasinin iki sorunun yanıtını aradığı söylenebilir. İlk soru, liberal demokrasinin yüz yüze bulunduğu meşrûiyet krizinin ne şekilde aşılabileceğidir. İkinci soru ise demokratik yö-netimin normatif temellerini belirleyen ilke ve normların saptanmasına yöneliktir.� Ancak varolan iktidar ilişkilerinden hoşnut olmayan, hatta kurulu düzene karşı mücadele alan-larının çoğaltılması arayışında yönünde çaba harcayan, bu bakımdan iktidarı dağıtmayı amaçlayan bir anlayışın radikal demokrasinin ana çıkış noktası olduğu da belirtilmelidir.�

Radikal demokrasi, farklı kimliklerin kamusal düzlemde özgür şekilde belirmelerine fırsat verilmesini savunur. Örneğin feminist grupların, çevrecilerin, eşcinsellerin vb. bu kim-liklerini muhafaza ederek kamusal düzlemde belirmeleri ve politika yapılması sürecine katılmaları radikal demokratların amaçları arasında yer alır. Bundan dolayı, kimlik poli-tikaları bu yaklaşım içerisinde özel bir yere sahiptir. Burada yatan temel mantık, ulusal düzeyde işleyen demokratik mekanizmaların yurttaşların büyük bir kısmını karar alma sürecinin dışında bırakmasıdır. Bunun yanında temsilî demokrasi, yurttaş kategorisin-de topladığı tüm vatandaşları aynı kapsamda değerlendirmekte ve onların farklılıklarını yadsımaktadır. Oysa radikal demokratlara göre onları özgür kılacak olan esasında bu farklılıklarıdır. Laclau ve Mouffe, kurguladıkları demokrasi anlayışını aynı zamanda yeni bir tür “sosyalist strateji” olarak da görürler. Buna göre kapitalizmin yarattığı iktisadî ilişkiler ve mevcut siyasal yapılanma içerisinde sosyalistlerin devrim yoluyla iktidarı elde etmeleri oldukça zordur. Bunun için yapılması gereken, öncelikle toplumsal hayatın de-mokratikleştirilmesi ve siyasal iktidarı ortadan kaldırmak yerine demokratik bir zemin üzerine oturmasının sağlanmasıdır. Bu bağlamda örneğin anti-ırkçılık, anti-cinsiyetçi-lik ve anti-kapitalizmin birbirlerine eklemlenerek müşterek bir mücadele zemini oluştur-maları beklenir.� Yapılması gereken farklı amaçlarla hareket eden grupları, duygudaşlık doğrultusunda aynı hedefe yönlendirmektir. Kısacası Laclau ve Mouffe mevcut iktidar ve egemenlik ilişkilerini kaldırmayı değil, değiştirmeyi, daha doğrusu demokratik düzen içinde yeniden biçimlendirmeyi hedefleyen bir model önerirler.

Page 65: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

65

Radikal demokratlara göre demokrasinin mantığında hiçbir toplumsal aktörün diğerle-rinden üstün olduğunu iddia edememesi yatar. Bu açıdan demokratik toplumda hiçbir aktör diğerlerini temsil etme yetkisini kendisinde görmemelidir.� Dolayısıyla farklı grup-lar, kendi özgün kimliklerini koruyarak siyasal alanda belirme şansı yakalamalıdırlar. Bu, radikal demokratlar açısından özgürlük adına atılmış ileri, devlet iktidarı adına ise geri bir adımdır.

Temsilî demokrasi, gerçekte, liberal bir yöntemdir ve bu nedenle bu kavram aynı za-manda “liberal demokrasi”ye karşılık gelmek üzere kullanılır. Bundan dolayı temsilî de-mokrasiye yönelik itirazların genelde Marksist sol ideolojiden geldiğinin altı çizilmelidir. Burada yatan mantık, Marksizmin “yapı ve üst yapı” analizleri en basite indirgenerek, şu şekilde ifade edilebilir. Bilindiği gibi Marksist kuramda, bir toplumun yönetim şeklini de içeren “üst yapı” kurumlarını biçimlendiren “yapı” veya “alt yapı” olarak nitelenen ekonomik ilişkiler ağıdır. Kapitalist bir toplumda, ekonomik ilişkiler toplumun hâkim sınıfı olarak beliren burjuvazi tarafından yönetildiğinden demokratik kurum ve mekanizmala-rın da onların güdümünde olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla Marksist kuram açısından, aslında, temsilî demokrasi, demokrasinin gerçek anlamını bulmasını engellemekte ve burjuvazinin sınıfsal çıkarlarının korunmasına hizmet etmektedir. Bu bakımdan özellikle eşitliğe ve özgürlüğe yaptığı vurgu nedeniyle demokrasinin liberaller için olduğu kadar Marksistler için de olumlu bir çağrışıma sahip bulunduğu, ancak itirazların genellikle demokrasinin “temsilî” karakterine yöneltildiği görülür.� Klasik Marksist kuram, “burju-va demokrasisi”nin komünist devrim aracılığıyla yıkılmasından sonra kurulacak komü-nizmin “proletarya diktatörlüğü” aşamasında ekonomik eşitliğin gerçekleşeceği “halk demokrasisi”nin kurulacağını, devrimin nihaî sonucu olan komünist toplumda ise devlet ve hukuk gibi üst yapı kurumları ortadan kalkacağından demokrasiye ihtiyaç bulun-mayacağını öngörür.� Kısacası Marksizmin temsilî demokrasiye yönelik eleştirisi büyük ölçüde sınıf temeline dayalı ideolojik perspektiften kaynaklanır. Bu bağlamda müzake-reci ve radikal demokrasi gibi tezler de esasında Marksist orijinli düşünürler tarafından ortaya atılmasına rağmen kapitalizmin egemenliğine dayalı mevcut iktidar ilişkilerini ka-bullendikleri gerekçesiyle aynı cenah içinden pek çok itirazla karşılaşırlar.

Bu bağlamda demokrasiye yönelik eleştiriler esas itibariyle iktidar ilişkileri çerçevesinde şekillenmektedir ve burada anahtar kavram olarak “kapitalizm”le karşılaşılmaktadır.

Page 66: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

66

Demokratlaşma Dalgaları*Bir demokratlaşma dalgası, belli bir zaman dönemi içinde demokratik olmayan rejimlerden demokratik rejimlere doğru gerçekleşen ve aynı zaman dönemi içinde aksi yöndeki geçişlerden çok daha fazla sayıda olan bir grup geçiştir. Bir dalgada genellikle, tam demokratlaşmayan siyasal sistemlerde liberalleşme veya kısmî demokratlaşmalar da söz konusu olur. Modern dünyada üç demokratlaşma dalgası gerçekleşmiştir. Dalgalardan her biri, nispeten az sayıda ülkeyi etkilemiş ve her dalga sırasında demokratik olmayan yönde bazı geçişler de olmuştur. Üstelik, bütün demokrasiye geçişler, demokrasi dalgaları sırasında gerçekleşmemiştir. Tarih karmaşık bir şeydir; siyasal değişimler de düzenli tarihsel kutulara girmez. Keza tarih, tek doğrultulu da değildir. İlk iki demokratlaşma dalgasının her birini, daha önce demokrasiye geçmiş olan ülkelerin hepsinin değil ama bir bölümünün yeniden demokratik olmayan yönetime döndüğü bir ters dalga izlemiştir. Bir rejim geçişinin tam ne zaman gerçekleştiğini belirlemeye çalışmak, çoğu zaman keyfî olur. Demokratlaşma dalgalarıyla ters dalgaların tam tarihlerini belirlemeye çalışmak da keyfî bir şeydir. Gene de, çoğu zaman keyfilikte yarar vardır ve bu rejim değişimlerinin tarihleri az çok aşağıdaki şekilde belirtilebilir. Birinci, uzun demokratlaşma dalgası1828-1926Birinci ters dalga1922-1942 İkinci, kısa demokratlaşma dalgası1943-1962 İkinci ters dalga1958-1975Üçüncü demokratlaşma dalgası1974-

Kaynak: Huntington, Samuel P. (1996), Üçüncü Dalga: Yirminci Yüzyılın Sonlarında Demokratikleşme, (çev. E. Özbudun), Yetkin Yayınları, Ankara, s. 10-11.

8. Demokrasi ve Kapitalizm: Çatışma mı? Uzlaşma mı?

Modern demokrasinin şekillenmesinde kapitalist gelişimin önemli bir yeri vardır. Daha önce değinildiği gibi, modern demokrasi, modernitenin yarattığı iktidar ilişkilerinin bile-şenlerinden biri olarak Batı coğrafyasında ortaya çıkmış ve ilerleyen yüzyıllarda dünya-nın geri kalanına da yayılmıştır. Bu bağlamda demokrasi ile kapitalizm arasında inkar edi-lemez bir ilişki bulunmaktadır. Burada asıl sorun, söz konusu ilişkinin içeriği ve kapsamı ekseninde gelişmektedir.

Kapitalizm ile demokrasi arasındaki ilişki, farklı ideolojilerin birbirlerine zıt yorumlarına konu olur. Örneğin liberal kuram, dünyada demokratikleşmenin kapitalizmin yayılımına koşut olarak gerçekleştiğini savunmaktadır. Bu bağlamda kapitalizm, demokratikleşmeyi tetikleyen ve besleyen bir gelişme olarak nitelendirilmektedir. Bu duruma kanıt olarak demokrasi ile en az sorunu olan ülkelerin kapitalist gelişimini tamamlayanlar olması gösterilir. Örneğin ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi gelişmiş Batılı devletler aynı

Page 67: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

67

zamanda dünya üzerinde kapitalizmin en fazla geliştiği ülkelerken, başta bazı Afrika ve Asya ülkeleri olmak üzere pek çok ülke hem ekonomik kalkınmanın hem de demokra-tikleşmenin uzağındadırlar. Ancak bu yaklaşımın aynı zamanda liberallerin özgürlüğe bakışıyla da doğrudan ilişkili olduğu kaydedilmelidir. Liberaller, ekonomik ve siyasal öz-gürlükler arasında yakın bir bağ bulunduğu iddiasındadırlar. Örneğin Milton Friedman’a göre “ekonomik özgürlük siyasal özgürlüğe ulaşılmasında zorunlu bir araçtır.”48 Bu anla-yışa göre ekonomik özgürlük, hem genel olarak özgürlüğün bir bileşenidir hem de siyasal özgürlüğe ulaşılmasında bir araçtır. Gerçekten de kendilerini nitelemek için “demokra-tik” sıfatını kullanabileceğimiz Batı ülkelerinin tamamı kapitalist gelişmelerin de merkezi durumundadır. Bu bağlamda liberal teorisyenler, siyasal özgürlüğün yalnızca kapitalizm içinde mümkün olduğunu söylerler.49

Liberal bakış açısından, ekonomik özgürlükle siyasal özgürlük arasındaki ilişki, en güçlü şekilde Avusturyalı düşünür Hayek tarafından ortaya konulmuştur.� 1929 Dünya Eko-nomik Bunalımının aşılması için gelişmiş Batı ülkelerinde, devletin arz mekanizmalarını harekete geçirerek ekonomi üzerinde belirleyici rol üstlenmesini savunan Keynes’in tez-lerine, Hayek, daha o yıllarda devletin ekonomik alana müdahalesinin kaçınılmaz olarak toplumsal ve siyasal hayatı da denetim altına alması anlamına geleceği görüşüyle karşı çıkmıştır. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra Keynes’in teorisini geliştirdiği “refah devleti” anlayışı hâkim olmuş; bu durum, dünyada yeni bir ekonomik krizin yaşandığı 1970’lere dek sürmüştür. ‘70’lerde ise yaşanan yeni bir büyük ekonomik krizin etki-siyle, temelleri Hayek’in tezlerinde bulunan, devletin ekonomi üzerindeki rolünü terk etmesini savunan akımlar güç kazanmış ve devletin ekonomi alanından çekilmesi yaygın bir eğilim olarak belirmiştir. Bunun altında devletin işlevinin yalnızca “güvenlik”le sınır-landırılması gerektiğini savunan “minimal” ya da başka bir ifadeyle “gece bekçisi devlet” anlayışı yatar. Bu yaklaşım açısından demokrasiyi yaşatacak asıl unsur özgürlük’tür ve özgürlük, liberal demokratlar açısından “negatif” bir karakter taşır.� Bu bağlamda birey-lerin özgür olabilmeleri, devlet ya da bir başka otorite tarafından kendi edim ve eylem-lerine karışılmaması halinde mümkün olacaktır. Başka bir ifadeyle insan doğuşundan itibaren zaten özgür bir varlıktır ve özgürlüğünün kısıtlanması, her ne şekilde gerçekle-şirse gerçekleşsin bir müdahale aracılığıyla gerçekleşir. Dolayısıyla demokrasi, siyasal ve ekonomik boyutlarıyla bir bütün olarak özgürlüğün tesis edilmesiyle kurulabilecektir; bunu sağlayan da kapitalizm olacaktır.

Buna karşılık, pek çok Marksist, kapitalist dinamiklerin dünya üzerinde gerçek anlamda demokratik bir düzen tesis edilmesinin önündeki en önemli engel olduğu kanısındadır. Bu yaklaşıma göre demokrasi, her şeyden önce insanlar arasındaki tüm eşitsizliklerin giderilmesini gerektirir ki ekonomik eşitlik de buna dahildir. Ekonomik eşitliğin sağla-

48 Barber, Benjamin (1995), Güçlü Demokrasi: Yeni Bir Çağ İçin Katılımcı Siyaset, (çev. Mehmet Beşikçi), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 3949 Bowles, Samuel, Gintis, Herbert (1996), Demokrasi ve Kapitalizm: Mülkiyet, Cemaat ve Modern Toplumsal Düşün-cenin Çelişkileri, (çev. Osman Akınhay), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 53

Page 68: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

68

namadığı bir ortamda siyasal hakların elde edilmiş olmasının çok fazla anlamı yoktur; zira sonuçta bu durum, emeği ile geçinen kitlelerin varolan iktidardan uzak tutulması ve yönetim işlevinin belirli bir sınıf (burjuvazi) tarafından üstlenilmesini beraberinde getirir. Bu bağlamda kapitalist ekonomik düzen, gerçek anlamda eşitlikçi bir yapıya sahip olma-dığından yalnızca “biçimsel demokrasi”yi mümkün kılar. Marksistlere göre aslında belirli bir sınıfın toplumsal ve siyasal hayat üzerindeki hegemonyasının göstermelik bir takım uygulamalarla manipüle edildiği bir ortam mevcuttur. Aynı şekilde Marksist teori, liberal-lerin demokrasi ile ekonomik gelişmişlik arasında kurduğu bağlantılara da itibar etmez. Bunun sebebi, liberalizmin uluslararası ilişkileri analiz ederken “hegemonya” ve “emper-yalizm” olgularını çoğunlukla dikkate almamasıdır. Yani bir ülkenin diğerlerine göre geri kalmış olması, sadece kendi iç dinamiklerinden, örneğin tam anlamıyla kapitalist piyasa mekanizmalarının önünü açmamasından veya kumanda ekonomisi izlemesinden, kay-naklanmaz. Bu durum, gelişmiş Batılı ülkelerin izlediği emperyalist politikalar sonucu, dünya genelinde servet transferinin eşitsizlikçi ve gayrı âdil bir şekilde gerçekleşmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Aynı şekilde zayıf bir devletin tam anlamıyla bağımsız karar ala-bilme iradesine sahip olduğu söylenemez; zira üzerinde, gelişmiş ülkelerin, en basit şe-kilde karar alma süreçlerini etkileme anlamında, kurduğu hegemonyanın gölgesi vardır.

Görüldüğü üzere liberalizm ile Marksizmin kapitalizm ve demokrasi arasında kurdukları ilişkilerin ulaştığı sonuçlar oldukça farklıdır. Ancak bu farklılık, genel olarak demokrasiye bakış açılarının bir uzantısı olarak da değerlendirilebilir. Gerçekten de liberaller için öne çıkan kavram “özgürlük”tür; bu bakımdan demokrasinin gerçek anlamını bulabilmesi, özgürlüğün en geniş şekilde sağlandığı bir ortamda mümkün olacaktır ve bu açıdan siyasal ve ekonomik özgürlükler bir bütün olarak kabul edilir ve bunlar arasında ayrıma gidilmez. Marksist kuramda ise eşitliğin sağlanması birincil sorun olarak görüldüğün-den kapitalist iktidar ilişkileri çerçevesinde şekillenen “biçimsel demokrasi”ye olumlayıcı tarzda yaklaşılmaz.

Tarihsel açıdan bakıldığında ise kapitalist iktidar ilişkileri çerçevesinde şekillenen de-mokrasi kuramında en önemli dönüm noktalarından biri “sosyal demokrasi”nin ortaya çıkmasıdır.

Page 69: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

69

KAPİTALİZM VE DEMOKRASİ İLİŞKİSİNE İKİ FARKLI ÇAĞDAŞ BAKIŞ

Marksist Perspektif Liberal Perspektif

Modern kapitalist demokraside, toplumsal ve iktisadi eşitsizlik ve sömürü, yurttaşlığa ve ilişkin özgürlük ve eşitlikle bir arada. Üreticiler kanuni olarak bağımlı ya da siyasi olarak oy verme hakkından mahrum değil. Eski [antik] demokraside de yurttaşlık kimliği, toplumsal iktisadi konumdan ayrı tutulmuştu ve orada da siyasi eşitlik, sınıfsal eşitsizlik ile bir aradaydı. Ama arada önemli bir fark var. Kapitalist toplumda üreticiler, siyasi kimliklerinden bağımsız olarak, iktisadi zorlamalara tâbi. Kapitalistin işçilerinin artı-değerine el koyma gücü, onun sahip olduğu ayrıcalıklı yasal ya da yurttaşlık konumuna bağlı değil, ama işçilerinin mülksüz olmasına bağlı. Çünkü işçiler, geçinebilmeleri için çalışma araçlarına erişmek; bu nedenle de işgüçlerini ücret karşılığı satmak zorunda. İşçiler hem kapitalistin gücüne, hem de rekabetin ve kârların azamileştirilmesinin zorunluluğuna tâbi. Kapitalist toplumlarda yurttaşlık ile sınıfsal konumların ayrılmasının iki yönü var: Bir yandan, yurttaşlık hakkı, toplumsal ve iktisadi konuma bağlı değil –bu açıdan kapitalizmle biçimsel demokrasi bir arada olabilir- öte yandan, yurttaşların eşitliği, sınıfsal eşitsizliği doğrudan etkilemiyor ve böylece biçimsel demokrasi, sömürüyü temel olarak sağlam biçimde koruyor.

Kapitalist devletin yaratıcı rolü, temel olarak, korunması gereken üçüncü tarafın haklarının tanımlanması ve bu şekilde korunma altına alınacak ve alınmayacaklar arasındaki belirsizlik alanının azaltılmasıyla sınırlandırılmıştır. Bu, sadece, yararlarını yönetim dışındaki alanlarda gösteren bir devletin rıza gösterebileceği aşırı minimalci bir roldür. Böyle bir devlet, esas olarak, işlevlerini elinden alacak ve minimal rolünü erozyona uğratacak gayretkeşleri etkisizleştirme aracı olarak yönetme(işine)ye motive edilmelidir. Bu amaçla, az sayıda ve basit kurallar koyacak ve kendisine bırakılabilecek kanunların çoğunu pek zorlamayacaktır. Bireylerin özgürce görüşerek yaptıkları sözleşmeler sonucu ortaya çıkan kurulu düzene karşı hükümler koymayı sevmediğini, eğer böyle bir şey olacaksa sadece çok ihtiyatlı bir şekilde ve son çare olarak o yola başvuracağını açıkça belirtmesi gerekir. Bırakın kendi tebaası içinde daha şanslı olanların, kendi servetlerini daha az şanslı olanlarla paylaşmasını emretmeyi, toplumsal refahı yükseltme konusunda bile isteksiz olacaktır. Bunun nedeni daha az merhametli olması değil, bu tür duyguların kendisine, tebaasını böyle davranmaya zorla yetkisini vereceğine inanmamasıdır.

Kaynak: Meiksins Wood, Ellen (2003), Kapitalizm Demokrasiye Karşı: Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması, (çev. Ş. Artan), İletişim Yayınları, İstanbul, s. 239.

Kaynak: Rowley, Charles (2002), Özgürlük ve Devlet, (çev. İ. Dalmış), Liberte Yayınları, Ankara, s. 88-89.

Page 70: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

70

8.1. Sosyal Demokrasi

Sosyalizm ile liberalizmin demokrasinin hayata geçirilmesi açısından hareket noktaları-nın farklılığına, bu bağlamda liberaller demokrasiyi temelde bir “özgürlük” sorunu olarak görürlerken sosyalistlerin “eşitliğe” yönelik vurgularının daha fazla olduğuna yukarıda değinilmişti. Batı ülkelerinde demokrasi, ilk döneminde genellikle liberal teorinin öngör-düğü şekilde, burjuvazinin mülkiyet haklarının güvence altına alınması hedefiyle koşut gitmiştir. Bir bakıma Batılı liberal demokrasilerin tarihsel açıdan önce liberal, sonra de-mokratik olduğu söylenebilir. Gerçekten de, Batı dünyasında, bugün algılanan manada demokratik yöntemler yerleşmeden önce sermaye, rekabet ve piyasaya dayalı bir anla-yış hâkim olmuştur.50 Gerçekten de modern demokrasinin yönetsel açıdan öne çıkma-ya başladığı dönemlerde siyasal özgürlüklerden yararlanma bakımından mülk ve servet sahipliği en önemli ölçütlerden birisidir. Örneğin özgürlük konusundaki görüşleri herkes tarafından bilinen John Stuart Mill bile işçi sınıfını iktidardan uzak tutacak bir seçim sistemi önermiştir. Bunun yanında tüm insanlar arasında eşitlik idealinden yola çıkan Fransız Devrimi’nin ilk yıllarında en hararetli tartışma konularından birini “aktif yurttaş/pasif yurttaş” ayrımı teşkil eder. Buna göre belirli bir mülkiyete sahip olan bireyler, “aktif yurttaş” kabul edilerek siyasal haklara sahip olacaklar, onlarla aynı ekonomik statüde bulunmayan diğerleri ise “pasif yurttaş” sıfatıyla seçme ve seçilme haklarından yoksun bırakılacaklardır. Dolayısıyla modern demokrasinin ilk çağlarında mülkiyet, siyasal hak-lara sahip olma açısından en önemli koşullardan birisini oluşturmuştur. Ancak özellikle işçi sınıfının güçlenmesiyle beraber Batı dünyasında siyasal katılım kanalları genişlemiş ve toplum içinde daha geniş kesimler seçme ve seçilme başta olmak üzere siyasal hak-lardan yararlanma imkanı bulmuştur.

Burada dikkat edilmesi gereken ilk husus, siyasal hakların genişlemesinin birdenbire ve kendiliğinden değil, uzun ve zor bir evrim sürecinin sonunda gerçekleştiğidir. Örneğin günümüzde kadınların erkeklerle aynı siyasal ve toplumsal haklardan yararlanmalarının arka planında 19. yüzyılda yaşanan kadın hareketlerinin büyük etkisi vardır. Tıpkı bunun gibi seçme ve seçilme haklarının genişleyerek demokrasinin daha geniş bir kitleye hitap eder hâle gelmesi de özellikle 19. yüzyılda yaşanan gelişmelerin sonucudur. Bu dönem-de örneğin Thomas Hill Green gibi aslında liberal gelenek içinden gelen düşünürler, ka-pitalizmin toplumda sınıflar arasında yarattığı derin uçurumlara dikkat çekerek, siyasal ve toplumsal birliğin sağlanması adına devletin yurttaşlar arasında sosyo-ekonomik ve siyasal haklar açısından farklılıkları gidermesi gerektiğini savunmaya başlarlar. Öte yan-dan aynı dönemde sosyalist hareket içinde de farklı akımlar ortaya çıkmış, Almanya’da Bernstein, İngiltere’de ise Fabiancılar kapitalizmden sosyalizme geçiş için Marksist dev-rim stratejisinden farklı yol ve yöntemler izlenebileceğini savunmuşlardır. Böylece as-lında liberal demokratik yapı ve kurumları benimseyen, ancak bunların daha eşitlikçi bir tarzda örgütlenmesini öneren, bir bakıma liberalizm ile sosyalizmin belirli unsurlarının ek-lemlenmesi anlamına gelen “sosyal demokrasi”nin düşünsel temelleri atılmış olacaktır.

50 Macpherson, C.B. (1984), Demokrasinin Gerçek Dünyası, (çev. Levent Köker), Ankara: Birey ve Toplum Yayınları, s. 10

Page 71: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

71

Sosyal demokrasi, ilk olarak 19. yüzyılda kapitalizmin en ileri aşamaya vardığı ülke-lerden İngiltere, Almanya ve İsveç’te, eş zamanlı olarak, işçilerin sosyal ve ekonomik haklarını elde etmek amacıyla kurdukları sendikaların mücadelelerini siyasal hakları da kapsayacak şekilde genişletmeleriyle hayat bulmuştur. Sayılan bu ülkelerde sosyalist aydınlar, kapitalizmin o dönemde eriştiği güç nedeniyle, komünizmin öngördüğünün ak-sine, bir devrimle ortadan kaldırılamayacağını, bunun zamana yayılacak bir evrim süreci sonunda gerçekleşmesinin daha akılcı olduğunu savunurlar. Bu bağlamda sola düşen, kapitalizmin hükümranlığında şekillenen toplumsal ve siyasal alanda birtakım kazanımlar elde etmektir. İşçilerin çalışma saatlerinin iyileştirilmesinden ücretlerin artırılmasına, iş güvencesi sağlanmasından kadınlara ve çocuklara ağır işlerde çalışma yasağı getirilme-sine dek bir dizi sosyal hak bu süreçte sergilenen sendikal mücadeleler sayesinde elde edilmiştir. Belirtildiği gibi söz konusu mücadeleler, bir süre sonra siyasal alana da taşına-cak ve demokratik haklar toplumun bütün kesimlerine yayılacak şekilde genişleyecektir.

Sosyal demokrasi, gerek devletin gerekse yurttaşların üstlenmesi gereken rolü artırır. Örneğin sosyal demokrasinin öngördüğü devlet, toplum içinde iktisadî açıdan daha kötü durumda bulunan bireylerin durumlarını iyileştirmek için doğrudan ya da dolaylı olarak piyasa’ya müdahil olacak ve “planlı ekonomi” gibi mekanizmalar aracılığıyla bu alanı kendi kontrolünde tutacaktır. Böylece liberalizmin “küçük ve sınırlı (minimal)” devlet modeli yerine, toplumsal ve ekonomik alanda daha etkin olarak işlev gören “sosyal devlet”in ortaya çıktığı görülecektir. Ancak sosyal demokrat perspektif açısından görev ve sorumlulukları artan yalnızca devlet değildir. Bunun yanında sadece birey değil, aynı zamanda “yurttaş” kimlikleri de bulunan, hatta bu ikincisi toplumsal birliğin sağlanması açısından daha fazla önem arz eden halkın da sorumlulukları artmıştır. Örneğin liberal perspektiften bakıldığında, devlete ödenen vergi, devletten alınan güvenlik hizmetinin bir bedelidir adeta. Oysa sosyal demokratlar için vergi, yalnızca devletin mülkiyet hak-larının korunması karşılığında aldığı bir bedel değil, aynı toplumsal yapıyı paylaşmanın, yani bir bakıma kader ortaklığı yapmanın bir sonucudur. Bundan dolayı, örneğin, artan oranlı vergi tarifeleri, işsizlik sigortası ve iş güvencesi gibi daha çok çalışan kesimlere yönelik haklar sosyal demokratlar tarafından savunulurken liberaller piyasanın kendi-liğinden işleyen koşullarına müdahale anlamına geldiğinden çoğunlukla bunlara karşı çıkarlar. Ancak sosyal demokrat ve liberal ayrımının daha çok Avrupa kıtası için geçerli olduğu belirtilmeden geçilmemelidir. ABD’de, Avrupa sosyal demokratlarının savunduğu türden fikirleri seslendirenler “liberal” nitelemesiyle anılırlar.

9. Değerlendirme

İnsanoğlu, hayatı ile ilgili pek çok kararı kendi tercihi doğrultusunda alır. Bireylerin hayatı ve dünyayı algılama tarzları, alışkanlıkları, içinde yetiştikleri ortam, eğitim düzeyleri ve gelecekten beklentileri gibi pek çok etmen bu tercihlerini belirleyen unsurlar arasında bulunur. Kuşkusuz, birinin herhangi bir konudaki tercihi bir başkasına anlamsız, tutarsız ya da yanlış gelebilir. Ancak her bireyin zihnî mantalitesinin ve tercihlerinin şekillenişini

Page 72: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

72

sağlayan koşulların farklı olduğu hatırlandığında başkalarının tercihlerine ilişkin kesin yargılarda bulunmanın doğru olmadığı anlaşılır. Nitekim bir başkasının yanlış olduğunu düşündüğü bir tercih, tercihi yapan tarafından oldukça doğru ve anlamlı görülebilir. Bu bakımdan insanların eylemlerini belirleyici gücün kendi iradeleri olarak belirmesi gerçek anlamda bir özgürlüğün hayat bulması için zorunludur. İnsanın özgürleşmesi ise kişisel iradesini kullanarak kendi eylemini belirlemesi ve dış dünyayı bu yolla etkilemesiyle mümkün olur.51 Dolayısıyla özgürlük fikri, insanın kendi dışındaki dünyaya özgür irade-sini kullanarak katılmasıyla hayata geçebilecektir.

Siyaset, en genel şekilde, kolektif tercihlerin ortaya konulması ve icrası olarak görülebi-lir.52 Demokratik siyasetin en önemli özelliği ise bireylerin yöneticilerini özgür tercihlerini 51 Arblaster, Anthony (1999), Demokrasi, (çev. Nilüfer Yılmaz), Ankara: Doruk Yayınları, s. 124.52 Zakaria, Fareed (2003), The Future of Freedom: Illiberal Democracy at Home and Abroad, New York & London: W.W. Norton Com., s. 13.KaynaklarAğaoğulları, Mehmet Ali (2000), Kent Devleti’nden İmparatorluğa, 2. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.Ulus-Devlet başlıklı henüz yayımlanmamış kitap taslağının “Jean-Jacques Rousseau: Halk Egemenliği” başlıklı bölümü.Akal, Cemal Bali (1999), “Devlet, Yasa, Hakimiyet”, Cumhuriyet’in 75. Yıl Armağanı, İstanbul: İstanbul Üniversitesi

Yayınları.Arblaster, Anthony (1999), Demokrasi, (çev. Nilüfer Yılmaz), Ankara: Doruk Yayınları.Arslan, Zühtü (2002), “Anayasal Devlet ve Siyasal Tarafsızlık”, (der. E. Fuat Keyman), Liberalizm, Devlet, Hegemonya,

İstanbul: Everest Yayınları.Barber, Benjamin (1995), Güçlü Demokrasi: Yeni Bir Çağ İçin Katılımcı Siyaset, (çev. Mehmet Beşikçi), İstanbul: Ayrıntı

Yayınları, s. 39Benhabib, Şeyla (1999), “Müzakereci Bir Demokratik Meşruiyet Modeline Doğru”, (yay. haz. Şeyla Benhabib), Demok-

rasi ve Farklılık: Siyasal Düzenin Sınırlarının Tartışmaya Açılması, (çev. Zeynep Gürata, Cem Gürsel), İstanbul: WALD Yayınları.

Beriş, Hamit Emrah (2003), “Moderniteden Postmoderniteye”, (ed. Mümtaz’er Türköne), Siyaset, Ankara: Lotus Yayın-ları.

Bowles, Samuel, Gintis, Herbert (1996), Demokrasi ve Kapitalizm: Mülkiyet, Cemaat ve Modern Toplumsal Düşüncenin Çelişkileri, (çev. Osman Akınhay), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Bumin, Kurşat (1998), Batı’da Devlet ve Çocuk, 2. Basım, İstanbul: Yol Yayınları. Cangızbay Kadir (1996), Sosyolojiler Değil Sosyoloji, Ankara: Öteki Yayınları.Cohen, Joshua (1999),”Müzakereci Demokraside Usûl ve Esas,” (yay. haz. Şeyla Benhabib), Demokrasi ve Farklılık:

Siyasal Düzenin Sınırlarının Tartışmaya Açılması, (çev. Zeynep Gürata, Cem Gürsel), İstanbul: WALD Yayınları.Dağı, İhsan, Polat, Necati (2004), Herkes İçin Demokrasi ve İnsan Hakları, Ankara: Liberte Yayınları.Dahl, Robert A. (1996), Demokrasi ve Eleştirileri, (çev. Levent Köker), Ankara: Yetkin Yayınları.de Jasay, Anthony (tarih yok), Tercih, Sözleşme, Rıza: Liberalizme Yeni Bir Bakış, (çev. Alişan Oktay), Ankara: Liberte

Yayınları.de Jouvenel, Bertrand (1997), İktidarın Temelleri: İktidarın Mahiyeti ve Tarihî Gelişimi, (çev. Nejat Muallimoğlu), İstan-

bul: Birleşik Yayıncılık.Debray, Regis (1997), “Cumhuriyetçi misiniz, Demokrat mı?”, (çev. Ahmet Arslan), Türkiye Günlüğü, sayı 47.Ebenstein, William (2001), Siyasî Felsefenin Büyük Düşünürleri, (çev. İsmet Özel), 2. Baskı, Şule Yayınları, İstanbul.Edwards, Michael (2004), Civil Society, London: Polity Press, 2004.Eroğul, Cem (2000), Anatüzeye Giriş (Anayasa Hukukuna Giriş), 6. Baskı, Ankara: İmaj Yayınları.Friedman, Milton (1988), Kapitalizm ve Özgürlük, (çev. Doğan Erberk, Nilgün Nimmetoğlu), Altın Kitaplar Yayınları,

İstanbul.Giddens, Antony (2002), Sağ ve Solun Ötesinde: Radikal Politikaların Geleceği, (çev. Müge Sözen, Sabir Yücesoy),

İstanbul: Metis Yayınları.Goldsworthy, Jeffrey (1999), The Sovereignty of Parliament: History and Philosophy, Oxford: Clarendon Pres.Habermas Jürgen (1999), “Demokrasinin Üç Normatif Modeli”, (yay. haz. Şeyla Benhabib), Demokrasi ve Farklılık: Siyasal Düzenin Sınırlarının Tartışmaya Açılması, (çev. Zeynep Gürata, Cem Gürsel), İstanbul:

WALD Yayınları.(1976), Legitimation Crisis, İng. Çev. T. Mc Carthy, London: Heinaman Educational Books. Hayek, Friedrich A. (1995),

Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük: Cilt 2/Sosyal Adalet Serabı, (çev. Mustafa Erdoğan), Ankara: T. İş Bankası Kültür Yayınları.Keyman, E. Fuat (1999), Türkiye ve Radikal Demokrasi, İstanbul: Bağlam Yayınları.

Page 73: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

73

kullanarak seçmeleri ve diledikleri takdirde seçimler aracılığıyla bunları değiştirmeleridir ki bu durumu, demokrasinin en önemli faydası olarak görmek hiç de yanlış olmayacaktır. Bu açıdan demokrasi, bireyin özgür iradesini kullanarak yaptığı tercihin siyasal alanda-ki görünümüdür. Bir insan özel hayatına ilişkin herhangi bir karar alırken nasıl pek çok etmenin etkisiyle hareket ediyorsa demokratik tercihleri de farklı etmenlerin bileşkesi olarak ortaya çıkar. Ekonomik, toplumsal, kültürel ve psikolojik unsurlar başta olmak üzere çok sayıda değişik etmen bireyin oy verme tercihlerini etkiler ve bireyi yönlendi-rir. Dolayısıyla bir insanın ya da bir toplumun siyasal tercihleri üzerinde olumlayıcı ya da yergici yargılarda bulunmak pek de demokratik bir tavır olmayacaktır. Tam aksine tercihlerdeki farklılıklara saygı göstermek, çoğulcu bir toplum yapısının ön koşulu ve demokrasi fikrinin içselleştirildiğinin göstergesidir.

Dikkat edilirse, burada demokrasinin “yöneticileri seçme” anlamına geldiği vurgulanıyor. Oysa, hatırlanacağı üzere demokrasi, temelde “halkın kendi kendini yönetmesi” anlamı-na gelmekteydi. Daha önce de değinildiği gibi, bu durum, çağdaş demokrasinin kaçınıl-maz şekilde “temsilî” bir karakter kazanmasının doğal sonucudur. Temsilî demokrasi, bir açıdan bakıldığında demokrasi fikrinin gerçek anlamda hayat bulması için aslında hiç de “ideal” bir durumu yansıtmaz. Bu bakımdan temsilî demokrasiyi savunmakta kullanılan en önemli argümanın “pragmatizm” olduğu görülür.� Doğrudan demokrasinin uygulan-ması, en küçük devletlerde bile seçmen olma niteliğini haiz tüm yurttaşların bir araya gelmesi oldukça zor olduğundan gerçekçi görülmemiştir. Buna karşılık temsil mekaniz-ması devreye girdiğinde bu sorun kendiliğinden aşılmış olmaktadır. Ancak günümüzde kitle iletişim araçlarının gündelik hayat üzerindeki yerinin artması, bu savı bir ölçüde ge-çersiz hâle getirebilecektir. Nitekim modern iletişim teknolojileri, örneğin Internet, tüm

Köker, Levent (1996), “Radikal Demokrasi”, Diyalog, sayı 1. Kymlıcka,Will (2004), Çağdaş Siyaset Felsefesine Giriş, (çev. Ebru Kılıç), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.Lipson, Leslie (1978), Politika Biliminin Temel Sorunları, (çev. Tunçer Karamustafaoğlu), Ankara: A.Ü.H.F. Yayınları.Locke, John (1998), Hoşgörü Üzerine Bir Mektup, (çev. Melih Yürüşen), 2. Baskı, Ankara: Liberte Yayınları.Macpherson C.B. (1984), Demokrasinin Gerçek Dünyası, (çev. Levent Köker), Ankara: Birey ve Toplum Yayınları.Mahçupyan, Etyen (2000), “Uyduruk Demokrasi”, Radikal, 13 Şubat 2000.Mayo, Henry B. (1964), Demokratik Teoriye Giriş, (çev. Emre Kongar), Ankara: Türk Siyasî İlimler Derneği Yayınları.Mouffe, Chantal (1994), “Radikal Demokrasi: Modern mi, Postmodern mi?”, (çev. Mehmet Küçük), (der. Mehmet Kü-

çük), Modernite versus Postmodernite, 2. Basım, Ankara: Vadi Yayınları.Popper, Karl (2000), Açık Toplum ve Düşmanları: Cilt 1: Platon, (çev. Mete Tunçay), 4. Baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi

Yayınları.(2005), Hayat Problem Çözmektir: Bilgi, Tarih ve Politika Üzerine, (çev. Ali Nalbant), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.Rousseau, Jean Jacques (2001), Toplum Sözleşmesi, (çev. Vedat Günyol), 8. Basım, Adam Yayınları, İstanbul.Sabine, George (1969), Siyasal Düşünceler Tarihi 2: Yeni Çağ, (çev. Alp Öktem), Ankara: Türk Siyasi İlimler Derneği

Yayınları.Selçuk, Sami (1999), Demokrasiye Doğru, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. Tanilli Server (1989), Dünyayı Değiştiren On

Yıl: Fransız Devrimi Üstüne (1789-1799), İstanbul: Say Yayınları.Thomson David (1997), “Rousseau ve Genel İrade”, (der. David Thomson), Siyasi Düşünce Tarihi, (çev. Ali Yaşar Ay-

doğan ve başkaları), Şule Yayınları, İstanbul.Türköne, Mümtaz’er (2003), “Demokrasi”, (ed. Mümtaz’er Türköne), Siyaset, Ankara: Lotus Yayınları.Uygun, Oktay (2003), Demokrasinin Tarihsel, Felsefi ve Ahlaki Boyutları, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları.Yayla, Atilla (2000), Liberalizm, 3. Baskı, Ankara: Liberte Yayınları.Yılmaz, Aytekin (2000), Modern Demokrasi: Gelişimi ve Sorunları, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.Zakaria, Fareed (2003), The Future of Freedom: Illiberal Democracy at Home and Abroad, New York & London: W.W.

Norton Com.

Page 74: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

74

yurttaşların belirli bir sorun üzerindeki fikrinin aynı anda alınmasını mümkün kılmaktadır. Bu durum, demokratik anlayışın yakın gelecekte yeni bir boyut kazanacağının işareti ola-rak okunabilir. Ancak mevcut ilişkiler açısından bakıldığında, geçerli anlayış hâlâ temsilî demokrasi olduğuna göre bu çerçevede kalıp demokratik değerlerin ne şekilde koruna-bileceğine daha fazla eğilmek gerekir.

Bu noktada ilk olarak, şu sorunun yanıtı bulunmalıdır: Demokrasi, yurttaşlara kendi tercihleri doğrultusunda yöneticilerini belirleme hakkı vermiş olsa dahi işbaşına gelen yöneticiler, kendilerini seçen halkın talep ve beklentilerinin dışına çıktığı takdirde bunlara karşı neler yapılabilir? Bu sorun, yine demokratik yöntemlere bağlı kalınarak çözülmeli-dir. Eğer halk, kendi yetkilendirdiği temsilcilerinden hoşnut kalmazsa bunları bir sonraki seçimlerde desteklemeyerek “cezalandırabilecektir.” Ancak bu, aslında yetersiz ve sınır-lı bir önlemdir. Yöneticiler üzerinde yegâne denetim mekanizması olarak “seçim”le ye-tinilmemeli, bunların görev başında bulundukları süre dahilinde de halk denetimine tâbî tutulmaları sağlanmalıdır. Bu amaçla etkin ve özgür kamuoyu oluşumu sağlanmalı, sivil toplum içinde yeşerecek örgütlenmelerin önü açılmalıdır. Bu bakımdan demokrasilerde örgütlenme ve düşünce ile kanaatlerini açıklama özgürlüklerinin hayatî bir rolü olduğu belirtilmelidir. Bu durum, halkın yöneticileri işbaşında bulundukları süre boyunca kendi-sini ilgilendiren kararların alınması noktasında etkileyebilmesinin ya da bir başka ifadeyle yöneticilerin halkın isteklerine cevap verebilmelerinin en önemli yoludur.

Halen dünyada pek çok siyasal rejim “demokratik” bir içerik taşıdığı iddiasındadır. Bunun temel sebebi, modern dünyada demokrasinin devletin meşrûiyet kriterleri arasında en önde geleni olmasıdır. Öte yandan dünyada hiçbir ülkenin “ideal” nitelemesiyle anılacak bir demokratik ve özgürlükçü ortam meydana getiremediği görülür. Bu durum, rejimlerin siyasal sorunlar karşısında anti-demokratik tavırlar sergilemekten kaçınmamaları kadar demokrasi ve özgürlüğün açık uçlu bir çizgi hâlinde olmalarından da kaynaklanır. Doğası gereği, her devlet insan özgürlüğüne birtakım sınırlamalar getirir. Bu yüzden sınırlı dev-let anlayışı, bireysel hakların korunması açısından önem arz eder. Demokrasinin en bü-yük yararı, halka, kendisini yönetenleri denetleme ve hoşnut kalmadığında yöneticilerini değiştirme imkanı vermesidir. Dolayısıyla demokratik yönetimlerde ipler büyük ölçüde bireylerin elindedir. Demokrasiyi günümüz dünyasında saygın bir yönetim modeli yapan gerçeklik de budur. Nitekim özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sona dünyanın dört bir yanında demokratik yönetimlerin sayısı önemli ölçüde artmıştır.

1900 yılında dünyada hiçbir ülke bugün kullanılan ölçütler uygulandığında “demokratik” değildi. Oysa halen 119 ülke, kısmî sorunlar yaşayabilmelerine rağmen genel olarak bu sıfatı hak etmektedir. Bu rakam, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’na üye devletlerin % 62’si-nin demokratik yönetimlerce idare edildiklerini ortaya koymaktadır.� Hatta günümüzde bazı istisnalar dışarıda tutulduğunda hemen her devlet kendisinin demokratik olduğunu iddia etmekte, dahası bunların pek çoğu demokratik standartların yükseltilmesi konu-sunda çaba harcamaktadır. Bunların gösterdiği gibi demokrasi, günümüz dünyasında ol-

Page 75: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

75

dukça saygın bir kavram halini almıştır. Örneğin Avrupa Birliği gibi ulusüstü bir oluşum, aday ülkelerin üyeliğe kabulü için bu ülkelerde yerleşmiş ve kurumsallaşmış bir demok-rasi anlayışını aradığı gibi, ticarî ilişkide bulunduğu başka devletlerin de demokrasiyle ilişkisini sorgulayabilmektedir. Bundan da anlaşılacağı gibi demokrasi ile sağlıklı ilişki kurabilmesi bir devletin uluslararası düzlemde saygın bir yer kazanması için zorunludur. Ancak bundan daha önemli olan demokrasinin yalnızca bir “imaj sorunu” değil, aynı za-manda devletlerin meşrûiyetlerinin göstergelerinden biri olarak algılanmasının sağlanma-sıdır. Bunun yolu ise sadece demokratik yapı, kurum ve mekanizmaların devlet bünyesi içine yerleştirilmesiyle yetinilmemesi ve yurttaşların kendilerinden farklı düşünenlerin görüş ve inançlarına saygı duymalarında somut örneğini bulacağı üzere, demokrasi fik-rini içselleştirmelerinden geçer.

Page 76: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

76

Tarih Boyunca Batı’da ve İslam Dünyasında Din-Devlet İlişkileri ve Modernleşme1

Prof. Dr. Ömer Çaha

Giriş

Bu çalışmada tarih boyunca Batı dünyasında ve İslam dünyasında din-devlet ilişkisi ve bu bağlamda ortaya çıkan yönetim biçimlerini analiz etmeye çalışacağız. Çalışma ana hatlarıyla iki ana bölümden oluşacaktır. Birinci bölümde Batı dünyasında dinle devlet arasındaki ilişkiyi, süreçleri ve sorunları analiz etmeye çalışacağız. İkinci bölümde ise İslam dünyasında bu konuda meydana gelen gelişmeleri tahlil edeceğiz. Batı dünyası bağlamında Hıristiyanlığın ortaya çıkışından itibaren geçirdiği değişimler ve Hıristiyanlık ekseninde gelişen din-devlet ilişkisine ilişkin yorumlar kısaca analiz edilmeye çalışılacaktır. Batı dünyasında ayrıca modernleşmeyle birlikte dinle devlet arasındaki ilişki bağlamında ortaya çıkan sekülerizm ve laiklik modelleri incelenecektir. İslam dünyasıyla ilgili analizlerde İslam’ın temel metinlerinde yönetime ilişkin anlayışların yanı sıra tarih boyunca İslam dünyasında yönetime ilişkin ortaya çıkan anlayışlar üzerinde durulacaktır.

BÖLÜM I

BATI DÜNYASINDA DİN-DEVLET İLİŞKİLERİ

1. Hıristiyanlığın Ortaya Çıkışı ve Temel Değerleri

Bilindiği gibi Hz. İsa’nın temel mesajı kardeşlik ve eşitlik olmuştur. Roma’nın köleci ve sınıflı toplumsal düzeninde insanların tümü eşit olarak kabul görmediği için bu düşünce Roma sistemine karşı bir meydan okuma olarak algılanmıştır. Bu nedenle Roma yönetimi Hıristiyanlığa sert karşılık vermiş ve Hz İsa’yı çarmıha germiştir. İlk kuşak Hıristiyanlara karşı çok sert davranılmış, Hz. İsa’nın yolunda gidenler işkencelere ve ölümlere maruz bırakılmışlardır. Bu bakımdan ilk Hıristiyan kuşaklar uzun zaman yer altında gizlenmek zorunda kalmışlardır.

İncil’de yönetime ilişkin anlayış iki yerde geçmektedir. İkisinde de mesaj aynıdır: Tanrı’ya itaatle yönetime itaatin aynı anda yapılabileceğidir. Başka bir deyişle dinle devlet işlerinin birbirine karıştırılmaması anlayışıdır. Matta İncilinde geçen bir ayete göre Kudüs’te bulunan Roma Valisi Hz. İsa’yı söyleyeceği bir sözle tuzağa düşürmek için kendisine iki casus gönderir. Casuslar İsa’ya gelir ve ona “ey doğru yolu gösteren öğretmenimiz, Kutsal yasaya göre vergi vermemiz caiz midir yoksa değil midir?” diye sorarlar. Bunların hilesini anlayan İsa kendilerinden bir dinar ister ve dinarın üzerindeki resmin kime ait olduğunu sorar. Onlar da Sezar’a ait olduğunu söylerler. Bunun üzerine İsa, “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya veriniz” der (Matta 22: 15-21).

İncil’de yönetime ilişkin geçen diğer bir ayet de Aziz Pavlus’un Romalılara gönderdiği bir mektupta görülmektedir. Aziz Pavlus Romalılara gönderdiği mektubunda tüm yönetimlerin Tanrı’dan olduğunu ve onlara mutlaka itaat edilmesi gerektiğini söyler.

1 Bu çalışma yazarın, Siyasi Düşünceler Tarihi (Dem, 2008), Bitmeyen Beraberlik: Modern Dünyada Din ve Devlet (Timaş 2008) ve Dört Akım Dört Siyaset (Orion 2007) adlı kitaplarından derlenmiştir.

Page 77: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

77

Mektupta özetle şu ifadeler yer alır: “Bütün yönetimler Allah’tandır. Yöneticiler Allah’ın yeryüzünde görevlendirdiği birer papaz gibidir. Bu bakımdan yöneticilere mutlak şekilde itaat etmelisiniz. Yönetime karşı direnen Allah’a karşı direnmiş olur. İnananlar sadece korkudan dolayı yönetime itaat etmez, aynı zamanda vicdanlarından dolayı da itaat ederler. Yöneticiler Allah’ın elçileri olduğu için onlara ait olanların kendilerine verilmesi gerekir. Her kim ki yönetime karşı direnirse o kötülüklerin en büyüğünü işlemiş ve cezaların en büyüğünü hak etmiştir” (Romalılar 13: 1-7).

Görüldüğü gibi İncil’de yönetime ilişkin ortaya konan anlayış dinle devlet işlerinin birbirinden ayrılması hususudur. Devlet yönetimi nasıl olursa olsun inananların yönetime mutlak olarak itaat etmeleri gerektiği anlayışı vurgulanmıştır. Burada altı çizilmesi gereken husus şudur: İncil’de itaat, yöneticilerin şahsına değil, makamına yöneliktir. Bu bakımdan kötü bir yönetici dahi olsa, makamından dolayı itaati hak eder. Bu anlayış Hıristiyanlar arasında Batı Roma İmparatorluğunun yıkıldığı beşinci yüzyıla kadar devam etmiştir.

2. Tanrı Devleti Anlayışının Ortaya Çıkışı ve Orta Çağ Boyunca Sürmesi

Yukarıda ifade edildiği gibi yönetime ne pahasına olursa olsun itaat anlayışı Roma İmparatorluğunun yıkıldığı beşinci yüzyıla kadar Hıristiyanlarda yaygın olan bir düşünce olarak devam etmiştir. Fakat Batı Roma’nın yıkılmasından sonra siyasi bir güç kazanan Katolik Kilisesiyle birlikte “itaat ve sadakat” konusunda bir belirsizlik baş göstermeye başlamıştır. Roma’nın yıkılmasıyla doğan boşluk kısa bir zaman içinde Kilise tarafından doldurulunca, Kilise ile devlet ilişkisinin nasıl olacağına ilişkin tartışmalar da baş göstermeye başlamıştır.

Bu sorun Doğu Roma İmparatorluğunda yaşanmamıştır. Zira Doğu Roma, 396 yılında Batı Roma’dan ayrıldığında Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmiş ve devletin altında örgütlenmesine izin vermişti. Dolayısıyla burada kilise ile devlet arasında bir gerilim olmamış, aksine kilise devlet otoritesine bağlı kalmış ve ona itaat etmiştir.

Oysa Batı Roma, yıkıldığı tarihe kadar Hıristiyanlığı resmen tanımamıştır. Bu bakımdan burada kilise ile devlet arasındaki ilişkiler, Roma yıkılıncaya kadar gergin olmuştur. Aziz Ambrose, Aziz Gregory ve Aziz Augustine gibi Kilise Babaları, Batı Roma’nın yıkılmasıyla birlikte “iki kılıç” doktrinini geliştirerek, “kilise otoritesi” ile “devlet otoritesi”ni birbirinden ayırmış ve kiliseye itaati, devlete itaatin üzerine çıkarmışlardır. Bu konuda kapsamlı bir felsefe geliştirmiş olan Aziz Augustine’in görüşleri, Orta Çağ boyunca Katolik dünyada geçerli olan ana görüş haline gelmiştir. Orta Çağ boyunca kilise ile devlet arasındaki ilişkiyi anlamak için Aziz Augustine’in öğretisini analiz etmek gerekir.

Aziz Aurelius Augustine (M.S. 354-430) Yeni Ahit’te yer alan ve ilk kuşak Hıristiyanlar tarafından kabul edilen yönetime mutlak itaat düşüncesini tersine çevirmiştir. Augustine, Tanrı Devleti adlı eserinde geliştirdiği kilise otoritesi ile devlet otoritesi ayrılığını ifade eden iki kılıç tezini insandaki ruh-beden ayrımına dayandırır. Ruh iyiliklerin, bedense kötülüklerin alanıdır. Beden, bu dünyaya, ruh ise öte dünyaya aittir. Beden, şeytani

Page 78: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

78

otoritenin, ruhsa ilahi otoritenin kaynağıdır. Buradan hareketle, Augustine, Stoacılar gibi insanın aynı anda iki otoriteye bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Bunlardan biri seküler devlet otoritesi, diğeri ise Tanrı devleti otoritesidir. Seküler devlet, sadece bu dünyaya hükmederken ve kötülüklerin kaynağı iken, Tanrı devleti iki dünyaya da hükmetmekte ve kurtuluşun kaynağını oluşturmaktadır.

Buradan hareketle Augustine, tarihin bu iki otorite arasındaki çatışmadan ibaret olduğu tezini geliştirir. Ona göre şeytani otoritenin merkezi olan seküler devlet, Şeytan’ın Tanrı’ya isyan etmesiyle başlamış, Roma İmparatorluğu’yla zirve noktasına ulaşmıştır. Tanrı devleti ise Katolik Kilisesi’yle birlikte hükümran olacaktır. Başka bir deyişle, Tanrı devletinin somutlaşmış organizasyonu kilise olacaktır. Kilise, Augustine ve benzeri Kilise Babaları tarafından iki dünyaya birden hükmeden “siyasi” bir varlık olarak formüle edilmiştir. Kiliseye bu bakımdan daha kuruluşunda “evrensel” anlamına gelen “Katolik” ismi verilmiştir. Kilise, Augustine’a göre, “Tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşüdür”. İnananlar, kilise üzerinden Tanrı’yla irtibata geçerler. İnsanların kurtuluşu kilise otoritesine teslim olmaktan geçer. Şefaat ve kurtuluş, kilisenin elindedir.

Augustine, bu görüşleriyle kiliseyi itaat edilmesi gereken mutlak otorite haline getirmiştir. Bu itaat, devlet için de geçerlidir. Kilise, Tanrı devletini icra eden organizasyon olduğu için seküler devlet de kiliseye itaat etmek zorundadır. Seküler devletin meşruiyeti kiliseye itaat etmesinden ve bağlı kalmasından geçer. Aksi taktirde seküler devlet şeytani otorite olarak kalmaya devam edecektir. Kiliseye itaat etmeyen bir devlet asla meşru bir devlet olamaz. Devletin başındaki imparator kilise çocuğu olduğuna göre, o kilise otoritesinin tepesinde değil, altında yer almak zorundadır. Bu bakımdan başta Papa olmak üzere, din adamları zincirini oluşturan papazlar imparatora itaat etmez, aksine imparatorlar papazlara itaat ederler. Bu düşünce, Orta Çağ boyunca kilise-devlet ilişkisini düzenleyen ana referans haline gelmiştir. Papa, böylece tüm Hıristiyanların ortak siyasi otoritesi haline getirilmiştir. Papa’ya bağlı olan her ülkenin bir piskoposu vardır.Yöneticiler, piskoposları aracılığıyla Papa’ya bağlı hale gelir ve ülkeleri adına Roma Katolik Kilisesine vergi öderlerdi.

Aziz Augustine ve diğer Kilise Babaları, aynı zamanda inananları da iki sınıfa ayırmışlardır. “Ruhban sınıfı” (clerical man) ve “sıradan insan sınıfı” (lay man). Sıradan insan olarak kabul edilen insanlar, kendi başlarına Kitabi Mukaddes’i okuma, onu anlama, dolayısıyla Tanrı’yla rabıta kurma kapasitesine sahip değildirler. Onlar, kilise otoritesi olan ruhban sınıfı üzerinden Tanrı’yla irtibata geçerler. Modern Çağa geldiğimizde, tartışma konusu edilen ana hususlardan birini bu anlayış oluşturmuştur. Gerek aydınlanma, gerekse Reform hareketi, insanın “lay” (sıradan) bir yaratık olmadığı varsayımından hareketle onu her tür düzenlemenin referansı haline getirmiştir. Laiklik bir bakıma lay insanı yüceltmek için verilen mücadeleden gelmektedir. Laicity kavramından gelen laiklik düşüncesinin temelinde, aşağılanan sıradan insanı yüceltme çabası yatmaktadır.

Kısaca, Kilise Babaları bu görüşleriyle, Hıristiyanlıkta yeni bir anlayışın çakıl taşlarını

Page 79: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

79

döşemişlerdir. Bu anlayış, Orta Çağ boyunca Avrupa’da hakim düşünce haline gelmiştir. Devlet otoritesini, ulusal papazlar aracılığıyla Roma Katolik Kilisesine bağlayan sistem tam anlamıyla “teokratik” yapıyı ifade etmiştir. Orta Çağın derinliklerine doğru gelindikçe kilise otoritesi hem devleti, hem de insan yaşamının en küçük ayrıntılarını kuşatır hale gelmiştir. İmparatorlar, taçlarını Papa’nın elinden almak zorunda kalmışlardır. Papa’nın onaylamadığı birinin imparator olarak atanması mümkün değildi. Bu anlayış Protestanlığın ortaya çıktığı on altıncı yüzyıla kadar devam etmiştir.

3. Protestan Düşüncenin Gelişimi ve Modernleşmeye Giden Yol

Protestanlığın gelişimini anlamak için Orta Çağ boyunca papalarla imparatorlar arasında süren kavgayı anlamak gerekir. Orta Çağ’da imparatorların üzerine çıkan Papa, zaman zaman kendisine bağlı olan krallarla çatışma içine girmiş, bu çatışmaların bir kısmı kralların aforozuyla son bulmuştur. Bu tür çatışmalardan biri Papa VII. Gregorius ile Alman İmparatoru IV. Heinrich arasında yaşanmıştır. Papa, IV Heinrich’i günah çıkarması için sırtında bir çul ve yalınayak üç gün üç gece bir şatonun avlusunda karların üzerinde bekletmiş, daha sonra da kendisini aforoz etmiştir. Orta Çağ boyunca, Roma Katolik Kilisesi pek çok devlet ve hükümdar üzerinde siyasi ve manevi otoritesini zorla kabul ettirmiştir.

On beş ve on altıncı yüzyıllara doğru gelindikçe papalarla krallar arasındaki çatışmaların dozu giderek artmış ve gün yüzüne çıkmıştır. Bu çatışmayı körükleyen tarihsel olayların başında, Avrupa’da ulus devlet arayışlarının baş göstermesi gelmektedir. Ulus devlet oluşumu, beraberinde kaçınılmaz olarak dinin de ulusal bazda örgütlenmesini getirmiştir. Ulus devlet düşüncesini savunan Machiavelli, İtalya’nın bir ulusa dönüşebilmesinin birinci şartı olarak, devleti Roma Katolik Kilisesi’nden ayırmayı görmüştür. Roma Katolik Kilisesi’nin geniş mülklere ve servete sahip olması ve lüks içinde yaşaması zamanla kendisine bağlı bazı toplumlarda tepkilere yol açmıştır. Başta Almanya olmak üzere, İngiltere, Fransa, İsviçre, Norveç ve Danimarka gibi ülkelerde Roma’ya vergi transferi sorgulanır hale gelmiştir.

Öte yandan Rönesans’la birlikte gelişen yeni felsefi akımlar, insanı yücelten hümanist bir anlayış geliştirmiştir. Katolik Kilisesi’nin tarih boyunca insanı aşağılayan tutumuna bir yönüyle başkaldırı anlamını taşımaktadır bu. Rönesans, gelişen bilimsel disiplinler, evren ve tabiatın işleyişi hakkındaki yeni bilgiler ve insan merkezli felsefi akımlar, Hıristiyanlıkta yeni teolojik arayışların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Hıristiyanlık içinde yeni arayışları başlatan Reformcularla, imparatorların çıkarları ve yolları Vatıkan’a karşı kesişmiş ve birleşmiştir. Bu bakımdan on beş ve on altıncı yüzyıldan itibaren bunların birlikte hareket ettiklerini görüyoruz. Protestanlık, bu ittifakın sonucunda gelişmiştir. Dinde reform düşüncesini başlatanların başında, 1517 yılında Wittenberg Kilisesi’ne 95 ilkeden oluşan bildiriyi asarak protest bir hareket başlatan Martin Luther gelmektedir.

Başlangıçta Almanya’daki Reform hareketinin başını çeken Martin Luther (1483-1546), daha sonra İskandinav ülkeleriyle Avrupa’nın önemli bir kesiminde Protestan hareketin

Page 80: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

80

öncü ismi haline gelmiştir. Luther’in başlattığı hareket, her şeyden önce varlık içinde yüzen Katolik Kilisesi’nin Hıristiyanlar üzerinde kurduğu otoriteye karşı bir tepkiydi. Luther, Kilisenin Orta Çağ boyunca insanı aşağılayan tutumuna karşı insanı yücelten bir anlayış geliştirmiştir. Luther’e göre inananların referansı Vatıkan’ın ruhban sınıfı değil, doğrudan doğruya Yeni Ahit’in kendisi olmalıdır. Kutsal Kitapta, insanla Tanrı arasında aracılık eden, Tanrı katında insana şefaat dileyen ve onun kurtuluşunu elinde bulunduran ruhban sınıfı gibi aracı bir kurum yoktur. Luther, kiliseyi siyasi bir otorite olmaktan çıkarıp, ibadet ve toplantı (cogregation) merkezi haline getirerek ruhbanlık sınıfına son vermek istemiştir. Luther, bu bakımdan, her Hıristiyan’ın, “kendi kendisinin papazı olması” ilkesini hararetle savunmuştur. Her insan, kendi başına Kutsal Kitabı okuyabilir ve kendi başına anlayabilir. Bunun için ruhban sınıfına ihtiyaç yoktur. İnsanın kendi aklı ve bilgisi bunun için yeterlidir.

Luther, Yeni Ahit’e referans vererek, Hıristiyanlar arasında pratikte oluşmuş olan ruhban sınıfıyla, sıradan insan arasındaki ayrıma sert eleştiriler yöneltmiştir. Luther’e göre Kutsal Kitap, tüm insanların eşitliği ve kardeşliği inancını geliştirmiştir. Bununla birlikte Luther, aynı zamanda Katolik Kilisesi’nin geliştirmiş olduğu lüks yaşam tarzını da sert biçimde eleştirir ve Alman halkının bu kadar varlık içinde yüzen bir kuruma yardım etmemesini önerir. Hıristiyanlığın sade, yalın ve mütevazı bir yaşam biçimi olduğunu savunan Luther, Almanların kendi kiliselerine yardım etmeleri gerektiğini tavsiye eder. Luther, aynı zamanda kendisini aforoz eden Roma Katolik Kilisesi’nin adalet mekanizmasına karşı da sert eleştiriler yöneltmiş, kilise otoritesini adil olmamakla suçlamıştır.

Roma Katolik Kilisesine karşı mücadelesini güçlendirmek için yönetimle ilgili görüşler de geliştirmiştir Luther. Luther’in seküler yönetime ilişkin görüşleri Yeni Ahit’teki orijiniyle aynı, hatta daha da ileri düzeydedir. Luther’e göre “krallar ve prensler zorunluluktan dolayı birer piskoposturlar.” Bu bakımdan yöneticilere karşı “pasif itaat”i ısrarla savunur. Aziz Pavlus gibi Luther de yöneticilerin kendilerine değil, makamlarına saygı ve itaati önermiştir. İtaat, makama yönelince doğal olarak yöneticinin kişisel özelliklerinin önemi kalmamaktadır. Adil olmasa dahi, yönetim gücünü elinde bulundurduğu için yönetici, itaat edilmeyi hak eder. Buradan hareketle Luther, yönetime “itaatsizliği” cinayet, iffetsizlik, onursuzluk ve hırsızlıktan daha şiddetli bir günah olarak kabul etmiştir. Luther’e göre inanan biri için “başındakine itaatten daha üstün bir değer yoktur.”

Protestanlık hareketinin diğer bir öncü ismi olan Jean Calvin (1509-1564) yönetim konusunda Luther’le benzer görüşler savunmaktadır. Calvin devletle kilise ayrılığını hararetle savunmuştur. Anglo Sakson dünyada gelişen seküler sistemin temelinin Calvin’e uzandığı genel olarak kabul gören bir düşüncedir. Devletle kilise arasındaki ayrımı devleti özgürleştirmek için değil, kiliseyi başlı başına özgür bir otorite haline getirmek için gerekli görmüştür. Kendi normlarını, standartlarını, değerlerini özgürce geliştirmek için kilisenin mutlaka bağımsız olmasını savunmuştur.

Calvin de Luther gibi devlet otoritesini önemsemiş ve itaat edilmesi gereğini belirtmiştir.

Page 81: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

81

Calvin’in deyişiyle devlet, “kurtuluşun harici bir aracıdır.” Devlet, Calvin’e göre barışı, güvenliği, adaleti, birlik ve beraberliği sağlamakla ve insanları bir arada tutmakla kurtuluş için bir zemin oluşturmaktadır. Bu yönüyle seküler devlet, kurtuluşa hizmet etmektedir. Bu bakımdan Luther gibi o da yöneticilere karşı “pasif itaat”i önermektedir. Yöneticiler, kurtuluşu sağlama konusunda Tanrı’nın yer yüzündeki vezirleri gibidirler. Onlara itaatsizlik, Tanrı’ya karşı itaatsizlik anlamına gelir. Calvin’e göre yönetici, gücünü halktan almaz, doğrudan doğruya Tanrı’dan alır.

Calvin’in getirdiği en önemli yenilik devletle kiliseyi birbirinden ayırarak seküler bir sistemin gelişmesine hizmet etmiş olmasıdır. Bununla birlikte, Calvin, çalışıp çabalamayı ve zenginleşmeyi önemsemiştir. Bazı sosyologların kapitalizmin arkasındaki gücü Calvinist ahlaka dayandırmasının nedeni budur. Calvin’e göre çok çalışarak bu dünyayı imar etmek de dini bir ibadettir. Calvin öğretisinin en önemli açılımı Amerika’da görülmüştür. Amerika’ya gelen ilk kuşak Protestanlar, burada Calvin’in öngördüğü tarzda kilisenin devlet otoritesinden bağımsızlığını sağlayarak ayrılık duvarına dayalı bir siyasi model kurmuşlardır. Aynı zamanda bilime önem vererek eğitim kurumları kurmuş ve gelişmenin yollarını aramaya koyulmuşlardır. Amerika’yı var eden motivasyonun önemli ölçüde buraya gelen ilk kuşak Protestanlara borçlu olduğu genel olarak kabul gören bir yaklaşımdır.

3.1. Protestanlığın Getirdiği Yenilikler ve Modernleşme

Protestanlığın Avrupa’ya en önemli katkısı ulus devletin gelişmesini kolaylaştırması olmuştur. Protestanlar, her ulusun, Roma Katolik Kilisesiyle bağını kopararak, kendi ulusal kilisesini inşa etmesini savunan görüşleriyle, değişik ulusların Vatikan karşısında hükmü şahsiyet kazanmasına katkıda bulundular. Bununla birlikte, yöneticileri yücelterek ulusların nihai otoritesi haline gelmelerine katkı sağladılar. Yine İncil’in değişik dillere çevrilmesini sağlayarak dinin ulusal bir karakter kazanmasına hizmet ettiler. Protestanlık, bu tür açılımlarla ulus devletin gelişimine önemli bir katkı olarak düşünülebilir.

Protestanlığın Avrupa’ya ikinci bir katkısı, seküler düşünceye ve sisteme verdiği destek olmuştur. Kuşkusuz seküler düşünce biçimini geliştiren hareketler Rönesans ve Aydınlanma hareketi içinden doğmuştur. Ancak Protestanların da dünyevi otoriteyi yüceltmesi, ona itaati öngörmesi seküler yapıya hizmet etmiştir.

Protestanlığın üçüncü bir sonucu, bireyci düşünceyi geliştirmiş olmasıdır. Protestanlık, her Hıristiyan’ı kendi kendisinin papazı haline getirmiştir. Herkes hür aklı ve kendi vicdanıyla Kutsal Kitabı okuyabilir ve oradan mesajlar çıkarabilir. Protestanlığın içinde çok farklı yaklaşımların çıkmasının temel nedeni budur.

Protestanlık dördüncü olarak, kilisenin konumunu değiştirmiştir. Kilise, Katolik anlayışta ruhban sınıfına işaret ederken, Protestanlıkta bir mekan haline gelmiştir. Protestan anlayıştaki kilise, ibadet için toplanılan yer (congregation) anlamına gelmektedir. Burada din adamı da, ayini ve ibadeti organize eden kişi olmanın ötesinde bir anlam ifade etmez.

Protestanlık son olarak, eşitlik düşüncesini getirmiştir. Hıristiyanları ruhban ve sıradan

Page 82: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

82

vatandaş olarak iki sınıfa ayıran düşünceyi bir kenara bırakarak, herkesin insan olarak Tanrı nezdinde eşit olduğu anlayışını yaymıştır. Protestanlığın, bu anlayış itibariyle demokrasinin gelişimini kolaylaştırdığını söylemek mümkündür. Demokrasinin öncelikle Protestan ülkelerde gelişmiş olması, Protestanlığın getirdiği yeni açılımlara bağlanabilir.

Bütün bu konulardaki katkılarını dikkate aldığımızda Protestanlığın modern dünyadaki en önemli katkısının dinle devlet arasındaki ilişkinin belirlenmesinde görüldüğünü söyleyebiliriz. Protestanlıkla birlikte gelişen sekülerizm veya laiklik dinsel yaşam alanıyla devlet arasına bir ayrılık duvarı koyarak hem seküler özgürlükleri mümkün kılmıştır, hem de dinsel özgürlükler. Sekülerizm sayesinde devlet tüm dinler ya da dinler içindeki farklı inançlar karşısında tarafsız olduğu için her tür inanç kendisini rahat biçimde ifade edebilmektedir.

BÖLÜM II

İSLAM DÜNYASINDA DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

1. İslam Kaynaklarında Yönetim

İslam hangi yönetim biçimine daha yakın mesafede durur diye baktığımızda gerek Kur’an’da, gerekse Sünette yönetim biçimiyle ilgili gerekli ve yeterli teorik kaynağın bulunmadığını görmekteyiz. Kur’an’da yönetimin esasları ve teşkilat yapısı yerine yönetimle ilgili ahlaki bir kaç ilke zikredilmekle yetinilmiştir. Meşveret ve adalet yönetimle ilgili zikredilen temel ilkeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kur’an sık sık geçmişte yaşayan toplumlara ve yöneticilere atıfta bulunur, ancak bu atıfları toplumların yönetim yapılarına yönelik olmaktan ziyade bu toplumlardaki yaşam biçimine ve yöneticilerin adaletle yönetip yönetmediklerine yöneliktir. Bunların taşkınlık yapıp yapmadıkları bu toplumların ihyası veya helaki için gerekçe olarak gösterildiği gibi adaletle hükmeden krallardan da övgü ile söz edilmiştir. Mesela Hz. Davud ve Süleyman gibi peygamberler aynı zamanda birer kraldır. Kur’an, kavimlerine karşı gösterdikleri adalet ve müşfikten dolayı bu ve benzeri peygamberlerden övgü ile söz etmektedir. Hz. Peygamber’in Sünnetinde de yönetimin yapısına yer verilmemiş; sadece yöneticilerin adalet, şefkat, merhamet gibi ilkelere riayeti ve Allah’a itaati hususunda tavsiyelere yer verilmiştir.

Kur’an ve Sünnetin yönetimin yapısına ilişkin belirleyici ve bağlayıcı ilkeler vazetmemiş olması Müslümanları bu konuda serbest bırakmış; bunun sonucunda gerek Dört Halife döneminde, gerekse sonraki dönemlerde zamanın şartlarına veya Müslüman yöneticilerin reylerine göre yönetim yapıları teşekkül etmiştir. Dört Halife döneminde teşekkül eden hilafet tarzı yönetim kaynağını Kur’an ve Sünetten almaktan çok, sahabenin gösterdiği de facto irade ve tercihten almıştır. Bununla birlikte Müslümanlar, özellikle yönetime ilişkin normların ihdasında ve kurumların tesisinde başka toplumların etkisinde kalmışlardır. Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlılar zamanında yönetimin yapısı ve normları büyük ölçüde İslam öncesi Arap, Fars ve Türk töreleri ile Bizans kurumlarına dayanmıştır. Dört Halife döneminde icra edilen hilafet modelinin Emevilerle birlikte mülke (saltanata) dönüşmesi büyük ölçüde İran etkisinde olmuştur. Emevilerden başlayarak Osmanlılara

Page 83: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

83

kadar devam eden İslam toplumlarında yönetilen tebaa reaya olarak telakki edilmiştir. Bu düşünce gerçekte İslam’ın orijinal kaynaklarından değil, Doğu düşüncesinden türemiştir. İslam toplumlarının dışında Çin ve Japonya gibi toplumlarda da yönetilen kesim, yönetici tarafından “güdülen” anlamında “reaya” kavramıyla ifade edilmiştir.

İslam tarihinde Müslümanların başka toplumların etkisi altında bir takım kurumlar ve normlar ihdas etmeleri o tarihlerde İslam’dan sapma olarak telakki edilmemiştir. Hiçbir din kendi saf ve otantik özelliğini koruyamaz. Hatta dinler kültür ve toplumdan bağımsız “saf” özellikler taşımazlar. Aksine dini mesajlar belli bir kültür ortamı içinde nazıl olur ve o kültürün kavramları ile ifade edilir. Dinlerin yoğunlaştığı ve insana vazettiği temel hususlar vardır. Dinler bu temel hususları bazen yaşanmış örnek olaylarla, bazen de sembolik bir dil ile zenginleştirmekte ve insanın dikkatini bu nokta üzerinde yoğunlaştırmaktadırlar. Dolayısıyla dinsel mesajlar kültürel ifadeler, değerler, semboller ve anlatımlarla sarmalanarak muhatabına ulaşır. Bu özelliği göz önünde bulundurulduğunda dinlerin daha nüzul esnasında beşeri özellikler taşımaya başladıklarını görürüz. Hele Hıristiyanlık gibi mesajı ve normları sonradan tevatür ve tevil yoluyla inşa edilen dinler daha fazla beşeri özellikler taşımaktadır. İslam, doğası gereği kendini hiçbir zaman beşerin katkısına kapatmamıştır. Aksine İslam insan aklına hitap ederek kendini ona kabul ettirme sürecinden başlar, gene beşeri akıl ile kendini sosyal hayata aktarır. Hz. Peygamber sahabesinden vali olarak görevlendirdiklerine gittikleri bölgelerde karşılaşacakları sorunları nasıl çözeceklerini sorduğunda yönetici sahabe “Kur’an, Sünnet ve kendi reyi” şeklinde cevap vermiştir. Bu husus daha sonraları Müslüman yöneticiler için bir mehaz teşkil etmiş, böylece yönetime ilişkin hususlarda yöneticilerin şahsi reyine geniş yer verilmiştir. Bu husus sadece yönetimle sınırlı kalmamış, aynı zamanda İslam hukukunda da yaşanmıştır. İslam hukuku olarak kabul edilen fıkıhta icma ve içtihat yoluyla kişisel rey büyük bir önem taşımaktadır.

Zamanın giderek karmaşık bir hal alması, İslam’ın yeryüzünde kültürler ötesi bir tarzda gelişmesi, Müslümanların karşılaştıkları yeni sorunlara çözümler bulabilmesi, ondan da önemlisi İslam’ın her kültür içinde yaşanabilir evrensel bir din olma özelliği taşıyabilmesi ancak bireylerin reyine geniş yer verilmesi ve dini normların izafi yorumuyla mümkün olabilir. Nitekim İslam’ın en parlak dönemleri izafi normların ve yorumların ortaya konabildiği ortamlara denk gelmektedir. Gerek itikadı, gerekse ameli sahada çok sayıda mezhebin, inanışın, düşünce biçiminin ve yorumun yapılabilmesi bu ortamlarda söz konusu olmuştur. Bu tür ortamların sağladığı zengin inanç ve düşünce temeli üzerinde doğal olarak maddi zenginlik ve refah da peyda olabilmiştir.

Bu noktadan hareketle Müslümanların geçmişte ortaya koydukları siyasal kurum, değer veya pratiklere bakınca bunların İslam’ın temel kaynağı olan Kur’an’dan neşet etmekten çok tarihsel koşullarda oluştuklarını görmekteyiz. Hz. Peygamber’in Medine Vesikası etrafında Medine’de inşa etmiş olduğu sosyal proje, başka bir deyişle birlikte yaşama pratiği, gerçekte dinsel olmaktan ziyade tarihseldir. Müslümanların Medine’de oluşturdukları siyasi model dini normlara göre oluşturulmuş ideal bir model değil, şartların

Page 84: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

84

gerekli gördüğü zorunlu bir sosyolojik olgudur. Heretik bir hareket olarak ortaya çıkmış, her an düşman tehlikesi tarafından kuşatılmış ve bu şartlar altında varlığını sürdürmek zorunda kalmış olmak ister istemez Müslümanları örgütlü sosyal bir yapıya dönüşmek zorunda bırakmıştır. Bu durum Peygamber döneminde söz konusu olduğu gibi sonraki dönemler için de söz konusu olmuştur.

2. Hilafet Sisteminin Ortaya Çıkışı ve Sosyolojik Boyutu

Hz. Peygamber’den sonra oluşan ve ancak yaklaşık 36 yıl devam ettirilebilen hilafet sistemi Kur’an’ın aslı bir unsuru değil tarihsel, spontane ve de facto olarak ortaya çıkmış olan bir müessesedir. Diğer İslam ülkelerinde meydana gelen idari yapılara bakıldığında buralarda dönemin şartlarına uyulduğu ve temas kurulan ülkelerin etkisinde kalındığı görülür. Mesela Emevilerin merkezi, bir Akdeniz ülkesi olan Suriye olduğu için Emeviler daha çok Bizans etkisinde kalmıştır. Bizans’ta ise o tarihlerde devlet maslahatını öne çıkaran bir din-devlet ilişkisi bulunmaktaydı. Bu model Emevilere de geçmiş; Emevilerde de devlet maslahatı din maslahatının önünde seyretmiştir. Halbuki Abbasilerin merkezi, ticaret yolları üzerinde bulunan ırak olduğu için Abbasiler daha çok İran etkisinde kalmışlardı. İran modelinde ise dini etkilere açık bir din-devlet ilişkisi bulunmaktaydı. İran’daki bu modelin etkisi altında Abbasilerde devlet, dini etkilere Emevilere göre daha fazla açık olmuş; yöneticilerin statüleri tamamen dinsel normlarla meşrulaştırılmıştır. Aynı şekilde Osmanlı’nın merkezi, Anadolu’nun Bizans’tan kalma batı yakası olduğu için imparatorluğun kurumlarına sirayet eden ana hatlarıyla Bizans kurumları olmuştur. Osmanlı’da on altıncı yüzyıla kadar Selçuklular kanalıyla tevarüs eden İran modeli baskındır. Bu tarihlere kadar din maslahatı devlet maslahatına baskın geldiği gibi, din adamları (özellikle tarikat şeyhleri) devlet yöneticilerinin üzerinde bir konumda bulunmuşlardı. Mesela Yavuz Sultan Selim’e kadar gelen Osmanlı Padişahlarının birer hocası veya şeyhi bulunmaktadır. Oysa Osmanlı’nın İstanbul fethinden sonra tamamen Bizans etkisine girdiği on altıncı yüzyıldan sonraki dönemlerde devlet maslahatı din maslahatının önüne geçtiği gibi, din adamları da devletin altında bir konumda yer almaya başlamışlardır.

Gerek dört halife zamanında tesis etmiş, gerekse daha sonraki yöneticilerin kendi egemenliklerini meşrulaştırma aracı olarak kullanmış oldukları hilafet kavramı dini değil siyasi bir kurumdur. Zaten dört halife döneminden sonra hilafet bir saltanat ve monarşi şeklinde inşa edilmiştir. Islam toplumlarında halife hiçbir zaman Katolik kilisesinin ortaya koyduğu Sezar Papa, yani hem dini hem de siyasi otoritenin sahibi olmamıştır. Aksine halife dini normlara ilişkin düzenleme yetkisine sahip olmadığı gibi dini bir sıfata da sahip değildi. O sadece İslam toplumunun yönetimiyle ilgili hususları düzenlemektedir. Dini normları gerek itikadı, gerek ameli, gerekse muamelat düzeyinde yorumlayan ulema olmuştur. Böyle olunca aslında hilafet müessesinin seküler bir özellik taşıdığını ileri sürmek fazla yanlış olmayacaktır. Hele halifeye geniş bir örf-i alanın bırakıldığı gerçeği göz önünde bulundurulduğu zaman bu iddianın ne kadar haklı olduğu bir kez daha anlaşılmış olur.

Page 85: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

85

İslam’da hilafet yönetimi mülkiyet ve güç yönetimine hizmet etmekten çok, ümmetin maslahatı için genel iradenin ikame edilmesine hizmet etmektedir. İçerde sosyal denge ve güvenliği sağlama, dışardan gelecek olan tehlikelere karşı toplumun savunma merkezini oluşturma gibi görevleri bulunmaktadır. Hilafet ilk dönemlerde halkın iradesi ile sınırlı kalmıştır. Dört Halife döneminde Halifeye verilen güç ve yetki bugünkü demokrasilere benzer bir usul ile sadece halktan alınmıştır. Halife gücünü veya yetkisini Tanrı veya başka bir güçten almamıştır. Nitekim Hz. Ebubekir “ben size itaat ettiğim sürece siz de bana itaat ediniz, şayet yoldan saparsam beni kılıçlarınızla düzeltiniz demiştir”. Ömer halife seçildiği zaman bir sahabe ona şunu söylemiştir: “Halife, aldığını hakla (hukukla) alır, harcadığını hakka uygun olarak harcar. Melik ise halka zulmeder, şundan alır buna verir”. Dört Halife döneminde hilafet sadece Müslümanların meşveretine değil, aynı zamanda Müslümanlarla birlikte yaşayan gayri Müslim halkın da meşveretine dayanmıştır.

Dört halife döneminde halifeler için “Emir’ul Müminin” tabiri kullanılırdı. Yani halifelerin İlahi ve kutsal bir özelliği söz konusu değildi. O müminlerin yöneticisi ve başı olarak kabul edilirdi. Müminlerin başı olunca ister istemez meşruiyetini de müminlerin iradesinden almak zorundaydı. Dört Halife döneminde buna sıkı biçimde riayet edildiği görülmektedir. Ancak Muaviye ile birlikte bu uygulama terk edildi. Saltanat geleneğini başlatan Muaviye kendisini müminlerin emiri yerine Allah’ın yer yüzündeki halifesi ve temsilcisi olarak lanse etmiştir. Nitekim “Emir’ül Müminin” kavramı Muaviye ile “Emir’ullah” yani Allah’ın temsilcisi ve yeryüzündeki idarecisi anlamında bir kavramla yer değiştirmiştir. Bu kavram Abbasilerle birlikte “zil’ullah”, yani Allah’ın yer yüzündeki gölgesi şeklinde kullanılmıştır. Kısaca, dört halife zamanındaki meşruiyetin kaynağı doğrudan doğruya yönetilen toplum olarak Müslümanların iradesi iken, saltanat geleneği ile birlikte bu Allah’ın gerçekte soyut olan ve bir çok durumda bir retorik olmaktan öteye gitmeyen iradesi olmaya başlamıştır. Saltanat, meşruiyetini sağlamak için uygun bir teolojiyi gerekli görür ve buna dayanır. Bu bakımdan saltanatın hamisi durumundaki Sultan kendi durumunu ilahi bir sıfatla daima meşrulaştırmaya çalışmıştır. İslam toplumlarındaki saltanat yönetimlerinde Allah kainatın tepesindeki gücü temsil ederken, Sultan yer yüzündeki siyasi gücü temsil eder. Her ikisinden de azamet ve kudretle söz edilen Allah göğün, Sultan ise yerin ilahı ve maliki haline gelir. Türk kültüründe yer alan “gökte Allah, yerde devlet” anlayışı bu düşünceden neşet etmiştir.

3. İslam ve Temel Hedef Olarak İnsan

İslam’ın temel hedefi insandır. Onun bütün mesajları insanın hidayetine yönelik olup insana doğru ve yanlış yolu öğretme çabasındadır. İnsana hitabeden ayetlerin büyük bir kısmı insanı düşünmeye ve akıl yürütmeye yöneltmektedir. Dolayısıyla insanın aklını rehber olarak kullanmak suretiyle tabiattaki ayetler üzerinden muhakemede bulunmasını sağlamaya çalışır. Bu dünyada Kur’an’ın davetine muhatap olan bireyin kendisi olduğu gibi öteki dünyada da Allah’a karşı hesap verecek olan da yine bireydir. İslam, dinin algılanışını, yaşam pratiğine dönüştürülmesini ve bunun sonucundan doğan sorumluluğu tamamen bireye yüklemiş; Hıristiyanlığın aksine aracı kurumları devreden çıkarmıştır.

Page 86: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

86

İslam’da ruhban sınıfının olmayışı Allah ile insan arasındaki ilişkinin dolaysız biçimde kurulmasına yol açmışken, bireyi de Allah karşısında yüceltmiştir. Halbuki Allah ile birey arasına aracı koyan öğretilerin arka planında birey adeta bir günah tekesi, basit ve zavallı bir yaratık olarak kabul edilir. Bu bireyler kendi başlarına doğruyu bulamadıkları gibi, öte dünyada da Tanrı ile doğrudan doğruya muhatap olma erdemine sahip olmayacaktır. Halbuki İslam bireyle Allah arasındaki aracı kurumları kaldırmış ve öte dünyada kendi kazanımlarının dışında, kendisine Peygamberler dahil hiç kimsenin şefaat ve yardım edemeyeceğini belirtmiştir. Bu noktadan hareket edildiği zaman İslam’ın muhatabının insan üstü kolektif varlıklar olmadığı aşikar biçimde anlaşılmış olur. İslam, bir din olarak toplumun temeline “insan”ı, demokrasi ise “birey”i yerleştirmektedir. Demokrasideki birey hukuksal haklarla donanmış ve sosyolojik kimliklerinden arındırılmış bir hukuki varlıktır. İslam’da mikro varlık olarak ele alınan insan demokrasideki birey gibi ele alınmasa da en azından kolektif kimliklerin önüne geçtiği için demokrasideki bireyle bir yakınlık arz etmektedir.

İslam’ın tarih içinde daha çok cemaatçi bir özellik kazanmış olması gerçekte İslam’ın doğasından ziyade tarihsel koşullardan kaynaklanmıştır. Zira geleneksel toplumların tümü cemaatçi özellikler taşımaktadır. Nitekim geleneksel toplumlarda bir dine girmek veya dinden çıkmak daha çok kabile, soy, boy veya köy gibi cemaatler düzeyinde olmuştur. Bireysel tercih veya bireysel özgürlük gibi bir sorunla İslam ancak modern dünyada karşı karşıya kalmıştır. Tarihte Müslümanlar özgürlüğü bireysel olmaktan çok cemaat düzeyinde telakki etmiş, gerçekte çağlarının şartlarına göre çok ileri düzeyde özgürlük örneği sergilemişlerdir. Burada geleneksel toplumların cemaatçi özelliğinin dinden mi kaynaklandığı, yoksa dinin mi geleneksel toplumların şartları altında cemaatçi bir yapıya büründükleri sorusu sosyal antropoloji ve tarihsel sosyolojinin çalışma alanı içine girmektedir. Ancak şurası bir gerçektir ki, geleneksel toplumlar daha çok cemaatçi özellikler taşırken, modern toplumlar bireyci özellikler taşımaktadır. Hıristiyanlık on altıncı yüzyıldan itibaren Protestanlık aracılığıyla modern toplumun bireycilik özelliğini kazanarak modern yaşama ayak uydururken, İslam bu konuda gerçekte kendi Rönesans ve Reformunu yapamadığı için modernleşme ile uyumu konusunda ciddi bir kriz içinde bulunmaktadır.

İslam’da temel haklar kolektif varlıklara değil, insana verilmiştir. Başka bir deyişle İslam kimlik haklarından ziyade insan olarak bireye haklar tayin etmektedir. Bu insan demokrasinin temelindeki liberalizmde olduğu gibi otonom bir statüye değil, kul statüsüne sahiptir. Ancak bu kulluk beşere, yada totaliter rejimlerde olduğu gibi siyasal otoriteye karşı bir kulluğu değil, Allah’a karşı bir kulluğu ifade etmektedir. İnsanın başka insanlarla ve Allah’la ilişkisi kulluk statüsü çerçevesinde tanımlanmıştır. Gerçekte kulluk gibi bir statüden başlaması itibariyle liberalizmden farklı bir çıkış noktasına sahip olmakla birlikte, İslam’ın insana tanımış olduğu temel haklar liberalizmdekiyle aşağı yukarı aynıdır. İslam, insana yaşam, mülkiyet, ırz güvenliği, inanç ve teşebbüs hürriyeti vermiştir. Demokrasinin sosyal kurgusu liberalizme dayanmaktadır. Liberalizm ise bireyi sosyal yaşamın merkezi

Page 87: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

87

olarak alır ve bütün hakları birey üzerine bina eder. Bireye verdiği hakları ise bireyin “insan” olmasına dayandırır. Halbuki mesela sosyalist düşünceye baktığımızda insanın bir anlamı yoktur. Sosyal yaşamın temeline sosyal sınıflar yerleştirilmiş, insansa maddi koşulların basit bir ürünü olarak ele alınmıştır. İnsanı yücelten liberalizmle, onu eşref-i mahlukat (yaratılanların en onurlusu) olarak kabul eden İslam arasında bu anlamda büyük bir paralellik bulunmaktadır.

Aynı şekilde İslam’daki mülkiyet ve miras anlayışı liberalizmdekiyle büyük ölçüde benzerlik göstermektedir. Mülkiyet hem İslam’da, hem de demokrasinin temeli olan liberal düşüncede bireyin yaşamı kadar kutsal ve masum (müdahale dışı) bir hak olarak kabul edilmiştir. Mülk edinme İslam’da amel-i salih (yararlı işler) arasında mütalaa edilmiş ve bireylerin mülkiyetine, kazancına karşı büyük bir saygı geliştirilmiştir. Bu ilke İslami kaynaklarda açıkça ortaya konduğu gibi İslam tarihinde de titizlikle uygulanmıştır. Mesela bir Gayri Müslim’in arazisinin bir kısmını işgal ettiği için Hz. Ömer döneminde bir cami yıktırılmış ve buna müsaade eden Vali görevinden alınmıştır. Mülkiyet kavramının bir boyutu olarak İslam özel yaşam alanına (mahremiyet) büyük bir önem vermiştir. İslam’da bireyler hanelerini de kapsayan kendi mülklerinde, başkasının haklarını ihlal etmedikleri sürece her tür eylemde serbest bırakılmışlardır. Modern dünyadaki liberal demokrasilerde kamusal yaşamla ilgili ortak değerlerin dışında bireylere özel yaşam alanında genişçe bir özgürlük alanı bırakılmıştır. Başkasının hakları ihlal edilmedikçe bireyler özel yaşam alanlarında tamamen serbesttirler. Halbuki mesela despotik bir niteliğe sahip totaliter rejimlere baktığımızda rejimin değerleri sadece kamusal yaşamla sınırlı tutulmaz; bireylerin özel yaşam alanlarına da riayet eder. Bunu sağlamak için de jurnalcilik gibi bir müessese totaliter rejimlerde yaygın olarak geliştirilir. Totaliter rejimler insanları komşusunun ajanı haline rahatlıkla getirilebilmektedirler.

İslam’ın eşitlik kavramı ile liberal demokratik eşitlik arasında büyük bir paralellik bulunmaktadır. İslam insanlar arasındaki hukuksal hiyerarşiyi kaldırmış ve bütün herkesi Allah nezdinde eşit statü ve haklara sahip kılmıştır. Bir yönetici ile bir yönetilen arasında Allah nezdindeki statüsü itibariyle bir fark olmadığı gibi, bir köle ile sahibi arasında da fark bulunmamaktadır. Her ikisi de insan olmak gibi üstün bir imtiyaza sahiptir. Allah nezdindeki üstünlükleri sadece takva (iyi insan olma) derecelerine bağlıdır. İslam doğal olarak sosyo-ekonomik eşitliği insan doğası, hakkaniyet ilkesi ve sosyal yaşamın seyrine aykırı bulduğu için kabul etmez. Liberal demokrasi de eşitliği salt hukuksal olmakla sınırlı tutar ve herkesin kazancı nispetinde sosyo ekonomik değer elde etmesi anlamında hakkaniyete büyük bir önem verir.

Liberal değerler üzerinde inşa edilen demokrasinin en asli özelliği bu sistemin bir sözleşme, bir akit esasına dayanmış olmasıdır. Gerek siyasi yaşamda, gerekse iktisadi yaşam alanında karşılıklı tekabüliyet ilkesi liberal demokrasilerin en vazgeçilmez özelliğini oluşturmaktadır. Akit kavramı gerçekte demokrasilerden daha ileri düzeyde İslam’da esas alınmıştır. İslam bireyin Allah ile olan ilişkisinden, birbirleriyle olan ilişkilerine kadar tüm yaşamını akit esasına göre tanzim etmektedir. Birey daha İslam inancına ilk adımını

Page 88: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

88

atarken Tanrı ile karşılıklı bir sözleşme yapmaktadır. Kur’an’ın bir çok yerinde öte dünya nimetleri bu dünyadaki pratiklere karşılık olarak bireylere taahhüt edilmektedir. Dolayısıyla birey hangi tür eylemlerden dolayı hangi muameleye tabi tutulacağını önceden bilmektedir. Kur’an Müslümanların birbirleriyle ilişkilerini de akit çerçevesinde yürütmelerini öngörmektedir. Bu ilke yönetim konusunda da geçerlidir. Yönetimin esası olan şura kavramı sözleşmeye dayalı bir yönetim yapısının inşa edilmesinde başat rolü oynar. Sözleşmeye dayalı siyasi yaşamı seçimler aracılığıyla kurumlaştıran demokratik sistemin, İslam’ın yönetime ilişkin vazettiği temel ilkeleri en iyi biçimde hayata geçirecek bir sistem olduğunda kuşku yoktur. İslam’da yönetim için akit biat süreci ile başlamaktadır. Biat yönetilenlerin yönetime belli şartlarda tabi olması anlamına gelmektedir. Bunun ilkelerini gerek Kur’an ayetleri, gerek Hz. Peygamberin sünneti, gerekse İslam ulemasının içtihadı açık biçimde ortaya koymuştur.

İktisadi hayatta da sosyalist rejimlerde görüldüğü gibi devletin iktisadi yaşamı organik biçimde düzenleyen bir pozisyonda olmadığı görülmektedir. İktisadi hayat Hz. Peygamber döneminde geçerli olan şartlarda yegane geçim kaynağı olan ticarete dayandırılmıştır. Hz. Peygamberin kendisi ticareti övmüş, rızkın onda dokuzunun ticarette bulunduğunu ifade etmekle yetinmemiş, aynı zamanda kendisi de geçimini ticaretten sağlamıştır. Ticari hayatın dinamiğini ise insanlar arasındaki karşılıklı tekabüliyet ve mübadele oluşturmaktadır. Başka bir deyişle bireylerin kendi aralarında vardıkları anlaşma İslam’da öngörülen akit ilkesinin bir sonucu olarak gerçekleşmektedir.

İslam ile demokrasi arasında uzlaşmazlık olduğunu vurgulayan bir çoğu oryantalist düşünürler iddialarını genelde iki nokta üzerinde temellendirmeye çalışmaktadırlar. Bu tür düşünürlere göre İslam, doğası gereği seküler bir din olmadığı için sekülerizm temeli üzerine inşa edilen demokrasi ile bağdaşamaz. Bunlara göre ikinci olarak İslam’ın hukuk sistemi olan Şer’i hukuk değişmeyen, başka bir ifade ile izafi özellikler taşımayan dogmatik özellikler taşıdığı için her zaman ve mekana uyarlanması söz konusu edilemez; dolayısıyla aşılmak zorundadır. İslam’ın ve Müslüman aydınların sekülerizm gibi bir konuyla karşı karşıya kalışları çok yenidir. Aşağı yukarı Machiavelli ile başlayan modern düşüncenin bir ürünü olan sekülerizm Batı dünyasında değişik şekillerde algılanmıştır. Anglo Sakson dünyada sekülerizm din karşıtlığı anlamında herhangi bir anlam ifade etmediği gibi, dini özgürlüklerin önünü açıcı bir işleve de sahiptir. Bu dünyada gelişmiş olan sekülerizm dini yorumların ruhban sınıfından oluşan tek bir zümreye bırakılmasına karşı çıkmış, deyim yerindeyse herkesi kendi kendisinin papazı durumuna getirmiştir. Halbuki Fransız aydınlanma geleneğinde yer alan laisizm doğrudan doğruya bireyi ve toplumu dinden arındırmak şeklinde anlaşılmış ve bu kavramla dini değerlere karşı büyük bir husumet ve savaş yürütülmüştür. Sosyalist ülkelerde sekülerizm adına dini değerlere ve normlara karşı başlatılan savaş da bu anlayışın tuzunu, biberini oluşturmuştur.

Müslüman aydınların sekülerizm kavramına mesafeli durmalarının temelinde Fransız kaynaklı laik dünya görüşü ile karşı karşıya gelmiş olmaları yatmaktadır. Gerçekte İslam ülkelerinde yayılmakta olan modern değerler daha çok Fransız eksenli değerler olmuş,

Page 89: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

89

bu da özellikle sömürge altındaki ülkelerde bu kültüre karşı bir tepki doğurmuştur. Bu duyarlılığın dışında sekülerizm-İslam konusunu daha temkinli olarak değerlendirmek gerekir. Sekülerizm esas itibariyle bu dünyayı ihya etmeyi, bu dünyadaki yaşamı kutsallıktan arındırmayı, özellikle de sosyolojik yaşamın siyasal bir uzantısı olan devleti kutsallıktan arındırmayı amaçlayan bir düşünce biçimidir. Yaklaşık bin yıl boyunca bütün Avrupa’yı Kayzero-Papizm düşüncesiyle idare eden Katolik kilisesi sosyal ve siyasal yaşamın tümünü kutsal (sacred) kavramı ile açıklamış; adeta dünyevi, başka bir deyişle akli (profan) alana yer bırakmamıştır. Sekülerizmin gerek Fransız versiyonunda, gerekse Anglo-Sakson versiyonunda akıl ve rasyonalite ile birlikte zikredilmesinin temelinde yatan realite budur.

Bu noktadan yaklaşıldığı zaman İslam’ın gerçekte öte dünya için özlem kaynağı oluşturan bir takım atıfları barındırmakla birlikte, bu dünyayı imar etmeye dönük bir din olduğu gerçeği ile karşı karşıya kalırız. Max Weber Hıristiyanlık, İslam, Yahudilik, Budizm ve Konfüçyanizm gibi beş dinin bu dünyayı imar etmeyi amaçlayan rasyonel dinler olduğunu haklı olarak ileri sürmüştür. Dünyayı imar etmeye mamur dinlerin özelliği dünyadaki şartlara karşı esneme özelliğine sahip olmalarıdır. Bununla birlikte dünyadaki gelişmelere karşı kayıtsız kalmamalarıdır. İslam gerçekte Max Weber’in ifade ettiği gibi rasyonel değerler üzerine örülmüş bir anlayışı ikame etmeye çalışmıştır. Nitekim Hz. Peygamber bu düşünceyi bilimi teşvik etmek suretiyle değişik vesilelerle ortaya koymuştur. Bu konuda en dogmatik tutumu Katolik tarzı Hıristiyanlık, Batı Roma İmparatorluğunun yıkılmasının akabinde siyasal otoriteyi eline geçirdikten sonra göstermiş; ancak o da on beş ve on altıncı yüzyıldan sonra modern değerler karşısında esnemek durumunda kalmıştır.

İslam, tabiatı gereği akıl dinidir. Bu temel üzerinde İslam dünyasında fizik, matematik, nahiv, tıp, siyaset felsefesi, tarih felsefesi, kimya, simya, astronomi gibi ilimler gelişmiştir. Kur’an’daki ayetlerin önemli bir kısmı, özellikle inançla ilgili olanlar müminleri akletmeye davet etmektedir. Kur’an çok açık ve net biçimde inancın temelini akletmeye (mantık yürütmeye) dayandırmıştır. Kur’an’ın akla verdiği önemden hareketle İslam tarihinde gelişmiş olan felsefi akımlar gerçekte İslam toplumlarını birkaç yüzyıl idare edebilecek bir entelektüel donanım sağlamıştır. Meşşai filozoflardan aklı vahiy, filozofu da peygamber kadar önemli görenler olmuştur. Akla, örfe, kültüre bıraktığı geniş yeri göz önünde bulundurduğumuzda İslam’ın gerçekte dünyayı insan aklından arındıran bir ihya hareketi amaçlamadığı, aksine insanların bilgi, beceri ve tecrübesine değer verdiği anlaşılır.

İslam’ın bu özelliği, onu Batı dünyasında gelişmiş olan ve yaşamın her alanını rasyonaliteden soyutlayarak adeta bir kut haline getiren; hastalıklar dahil neredeyse her şeyi cinlerle, perilerle, Tanrının cezalandırmasıyla, Papazın çarpmasıyla açıklayan Orta Çağ Katolizminden oldukça uzak olduğu anlaşılır. İslam’daki rasyonalizm ve bireycilik (dinin bireysel olarak yorumlanması anlamında) Katolik hegemonyaya başkaldıran Protestan öncülere ilham kaynağı teşkil etmiştir. Nitekim Calvin “kendisini İsa’dan çok Muhammed’e yakın hissettiğini” İslam’ın bu özelliğinden dolayı ifade etmiştir. Batı’da

Page 90: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

90

sekülerizmin gelişmesinde Protestan din anlayışının büyük bir katkısı olmuştur. Protestan din anlayışının Batı dünyasına getirmiş olduğu iki değişiklikten biri dinin bireysel olarak yorumlanması, böylece Ruhban sınıfının tekeline son verilmesi; ikincisi ise dini bu dünya için bir motivasyon kaynağı haline getirmesidir. Bu motivasyon Hıristiyan bir müminin çok çalışıp, tasarruf etmesi ve tasarrufunu yatırıma dönüştürmesi şeklinde ekonomik bir değere dönüşmüştür.

İslam’ın ticaretin önemine, çalışmaya, kazanmaya, başkasına muhtaç olmamaya verdiği değer esasında dinin aynı zamanda bu dünya hayatını iyileştirmek için insanları ne kadar motive edici olduğunu da göstermektedir. Hz. Peygamber’in kazancın önemini vurgulayan bir çok hadisinden “veren el alan elden daha üstündür” anlamındaki hadisi bu anlamda manidar bir örnek teşkil etmektedir. Müslümanların İslam’ın nüzulünden bir kaç yıl sonra Türkistan içlerinden Avrupa ve Afrika içlerine kadar yayılan üç kıtada hakimiyet kuracak duruma gelmesi, İslam’ın bu dünyayı imar etmeye matuf bir dini motivasyon özelliğinden kaynaklanmaktadır. Bu özellikleri göz önünde bulundurulduğunda İslam’ın bu dünyayı imar etmeye matuf rasyonel değerlere ne kadar açık olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

Oryantalistlerin demokrasiyle uyuşmadığını ileri sürdükleri Şer’i hukukun modern dünyada kamusal yaşamı düzenleme konusunda yeterli olup olmadığı konusunu bir kenara bırakarak bu hukuk sisteminin iç yapısına bakıldığında, gerçekte Şer’i hukukun ilahi değil, beşeri özellikler taşıdığı; bu yüzden de dokunulmaz kutsal kurallar olmadığı görülür. Fıkıh ve usul-i fıkıhtan müteşekkil olan Şeriat Peygamberin vefatından yaklaşık iki asır sonra oluşturulmuştur. Şeriatın ana kaynağı olan Kur’an ayetleri bütün halinde değil, parça parça yaklaşık yirmi üç yıla yayılarak geldiği için, Peygamber döneminde kalıplaşmış bir Şer’i hukuk tesis edilememiştir. Peygamber’den sonra sahabe Kur’an’ı, Sünneti ve kendi aralarındaki icmayi esas alarak hüküm verdiği için Abbasiler dönemine kadar Şer’i hukuk şablonu içinde kalıplaşmış bir kurallar dizisi oluşmamıştır. Peygamber döneminden uzun zaman sonra oluşturulan Şeriatın Edile-i Şer’iye denen, Kur’an, Sünnet, icma ve kıyastan oluşan dört kaynağı bulunmaktadır. Bu dört kaynaktan üçü beşeri ve kültüreldir. Başka bir deyişle Kur’an dışındaki üç kaynak ilahi vahye değil beşere dayanmaktadır. İcma ve kıyas zaten Müslümanların kendi aralarındaki ittifakına ve kişisel reyine dayandığı için beşeridir. Peygamber’in Sünneti ise Müslüman düşünürler arasında tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Kur’an’ın bizlere bildirdiği kadarıyla Hz. Peygamber vasıtasıyla gelmiş olan vahiy Kur’an’dan ibarettir. Hz. Peygamber yaşamında sergilediği pratikleri Kur’an yorumuna dayandırmıştır. Kur’an’ın yetersiz kaldığı durumlarda ister istemez kendi içtihadını kullanmıştır. Bu içtihatlarda yaşadığı kültürün ve şartların etkisinin olması kaçınılmazdır. Kısaca, İslam hukukunda yorum (kıyas) önemli bir etkinlik olarak yüksek bir değere sahip olmuştur. Hatta Hz. Peygamber “ümmetimin ihtilafı rahmettir” diyerek Müslümanları cesur bir şekilde İslami nassları yorumlamaya teşvik etmiştir.

İslam, hukuki çoğulculuk temeli üzerinde önemli bir dinamizme sahip bulunmaktadır. İslam’da dini yorumu tekeline alacak olan bir ruhban sınıfının bulunmaması neticesinde

Page 91: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

91

itikadı ve ameli konularda birbiriyle tartışan, yarışan çok çeşitli anlayışlar, mezhepler, fikirler ve akımlar ortaya çıkabilmiştir. Bu akımların ortaya çıkmasıyla İslam teolojisinde gerçekte ortodoksi ve hetorodoksi gibi ikili bir ayırım oluşmamıştır. Bu gibi ayrımlar tarihsel dinamiklere bağlı iktidar eksenli ayrımlar olarak tezahür etmiştir. İslam dairesi içinde ortaya çıkan anlayışların tümü başta meşru olarak kabul görmüş, ancak sonraları iktidar hesapları yapılınca Şiilik ve Haricilik gibi bazı akımlar hetorodoksal bir kimlik kazanarak dışlanmıştır. İslami kaynaklara dayalı olarak yorum yapma meselesi aynı zamanda İslam’da hukuksal ve kurumsal bir temele de kavuşmuştur. Bu temel de İslam’ın “Edile-i Şer’iye” olarak kabul edilen dört kaynağından biridir. İçtihat ve rey müessesesi dinin değişik toplumsal ortamlara ve yeni ortaya çıkan sorunlara uyarlanmasını mümkün kılmış olan dinamik bir araçtır. Her yetkin din bilgini İslam’ın temel referansı olan Kur’an’ı kendi tarihsel-toplumsal bağlamına uygun olarak yorumlamak ve pratik bir İslami anlayış geliştirmek ahlaki otoritesine ve hatta sorumluluğuna sahiptir.

İslam’ın temel esasları ile kültürler arasındaki geçişkenlik gerçekte her zaman tartışma konusu olarak var olmaya devam ede gelmiştir. Gerek peygamber dönemindeki uygulamaların bir kısmı, gerekse sonraki dönemlerde ulemadan sadır olan yorumların büyük bir kısmı kültürel özellikler taşımaktadırlar. Zamanın ve o zamanki toplumların ihtiyaçlarına göre oluşmuş izafi normlardır. Arap kültürünün, hadis külliyati ile, yedinci-on ikinci yüzyıl arasındaki dönemde gelişen ulemanın yorumları üzerindeki etkisi kaçınılmazdır. Bu bakımdan bu kaynakların ışığı altında oluşmuş normları İslam’ın yegane ve nihai, aynı zamanda değişmez normları olarak kabul etmek İslam’ın zaman ve mekan üstü evrenselliğine de gölge düşürür. Hattı zatında hiçbir dinin böyle bir özelliği söz konusu değildir. Sosyolojik realitenin zorunlu bir sonucu olarak bütün dinler zamanın şartlarına göre esneme özelliği gösterirler.

Oryantalistlerin İslam teolojisine ilişkin yanılgılarından biri de İslam’ın din ile devlet işlerini bütünleyen total bir yapı arz ettiği yolundaki yanılgılarıdır. Gerçekte İslam tarihinde daima Örf-i hukuk ile Şer-i hukuk ayrımı yapılmış, hükümdar çağının şartlarına göre hüküm koyabilmiştir. Şer-i hukuk Abbasi döneminde geliştirilen fıkıhtan neşet etmiştir. Halbuki Müslümanlar daha Emeviler döneminde Batı’da Endülüs’e, Doğuda Türkistan içlerine kadar yayılmışlardı. Bu yayılmada yöneticilerin iradesine dayanan Örf-i hukuka geniş yer verilmesinin önemli bir payı vardır. Kamu hukukunun temelini oluşturma anlamında Örf-i hukuk konusunda en kapsamlı ve köklü adımı atan kişi hiç kuşkusuz Fatih Sultan Mehmet’tir. Fatih Şer-i hukuktan tamamen bağımsız bir Örf-i hukuk sistemi ihdas etmiştir. Fatihin başlattığı çizgi Kanuni döneminde biraz daha ileri götürülmüş bu da Örf-i hukuk maslahatını Şer-i hukuk maslahatına baskın hale getirmiştir. On dokuzuncu yüzyıl Osmanlı modernleşmesi döneminde Nizamiye mahkemelerinin ortaya çıkmasına kaynaklık eden Batıdan müktesep hukuki normlar karşısında Şer’i hukuk biraz daha gerileyerek özel yaşam alanıyla sınırlı kalmıştır.

Bu bakımdan Oryantalistlerin veya oryantalistlerin gözüyle meseleye bakanların Hıristiyanlığı bir kenara bırakarak İslam teolojisinin ve tarihsel pratiğinin din-devlet

Page 92: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

92

bütünleşmesini öngören organik bir özellik taşıdığı, başka bir deyişle teokratik bir yapıya kaynaklık ettiği yolundaki açıklamaları tarihi realiteyle uyuşmamaktadır. Kur’an’ın kendisi “örf ile emret” (7.199) diyerek örfe bir alan bırakmaktadır. Bu Kur’an’i hüküm aslında yönetim biçimlerinin relativist bir yaklaşımla kurulmasına cevaz vermektedir. Nitekim Abbasilerden beri fakihler yeni konularda hükümdarın koyduğu irade ile norm geliştirmenin mümkün olduğunu belirtmişlerdir. Hıristiyan öncülerin aksine İslam hukukçuları Şer’i hükümlerin sarih bir şekilde aksini emretmediği sahalarda yöneticilere “örf ve adetlere” ve “amme maslahatının icaplarına” uygun kanun ve nizam koyma yetkisi tanımışlardır. Hatta daha da ileri giderek amme menfaatini gerektiren konularda devletin ihdas ettiği normların Şeriatça da sahih ve muteber olduğunu kabul edenler olmuştur. Bununla birlikte başta Osmanlı olmak üzere bir çok İslam toplumunda “şeriat” ile “kanun” arasında ayırım yapılmıştır. Şeriat İslami hükümlere verilen isim iken, kanun devlet yasası olarak kabul görmüştür.

İslam’ın demokrasiyle bağdaşmadığını ileri sürenlerin ileri sürdükleri iddialardan biri de İslam’da kadına verilen yer, yani İslam’ın kamusal alanı erkeğe, özel yaşam alanını ise kadına tahsis etmiş olmasıdır. İslam tarihinde kadının özel yaşam alanıyla özdeş tutulduğu hususu bir realitedir. Ancak bu İslam’ın doğasından değil, aksine tarihsel koşullardan kaynaklanmaktadır. Kadının özel yaşam alanıyla sınırlandırılması gerçeği Batılı toplumlarda da aşağı yukarı on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllara kadar devam ede gelmiştir. Tarıma dayalı geleneksel toplumlarda aile neredeyse yaşam alanının temelini oluşturduğu için kadın ister istemez bu alanda yer almaktadır. Aile geleneksel toplumlarda sadece kadının değil, aynı zamanda erkeğin de yaşam alanını oluşturur. Erkeklerin gerek Batılı toplumlarda, gerekse Doğulu veya özel olarak İslam toplumlarında kamusal yaşam ile özdeşleşmeleri üretimin ve siyasal yaşam dinamiğinin kamusal yaşama taşınmasıyla oluşan bir şeydir. İslam ülkelerinde modernleşme hareketi esas itibariyle kadınların konumundaki değişiklik çabalarıyla başlamıştır. Nitekim Osmanlı’daki siyasal modernleşmenin başlangıç noktası Tanzimat Fermanı’nın ilanı ise, sosyolojik anlamdaki modernleşmenin başlangıç noktası da kadınların üç yıl sonra, yani 1842 yılından itibaren kamusal yaşamda eğitim hakkına kavuşmaları olmuştur. İslam ülkeleri içinde iktisadi, sosyolojik ve siyasi modernleşme alanlarında bir adım daha ilerde gözükmekte olan Türkiye’de kadınların kamusal yaşam alanıyla sınırlı tutulmasını savunan İslami bir yorum söz konusu değildir. Aksine tarikatlardan, cemaatlere uzanan geniş bir yelpaze içinde İslami kesim kadınlarının, kızlarının özellikle modern eğitim kurumlarıyla (lise, üniversite vs) bütünleşmesini, böylece kamusal yaşama dahil olmasını talep etmekte ve bunun için mücadele vermektedir. Dolayısıyla geleneksel İslam toplumlarında kadınların özel yaşam alanıyla sınırlı olması İslam’ın bir gereği değil, tarihsel ve sosyolojik şartların bir gereğidir.

Kısaca, İslam’ın demokratik ve despotik rejimlerden hangisine daha yakın mesafede durduğu hususu analiz edilirken yukarda irdelenen kriterler göz önünde bulundurulduğunda, despotik yönetim tarzından çok demokratik yönetim tarzının İslam’ın doğasına daha

Page 93: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

93

uygun olduğu anlaşılır. Burada demokrasinin tarihsel koşulların getirdiği siyasal bir araç, İslam’ın ise ahlaki ilkeleri bulunan, başka bir deyişle insanın ihyasını vazeden bir din olma gerçeğini göz ardı etmemek gerekir. Devlet ve kurumları sosyolojik şartların elverdiği ölçüde teşekkül eden bir olgudur. Din, özünde insanın hidayete ermesini vazeden bir ahlaki ilkeler bütünü olmakla birlikte, toplumsal yaşama yön veren değerlere ilişkin de ahlaki ilkeler vazetmiştir. Ahlaki ilkelerin gerek dini, gerekse din dışı kaynaklara dayansın; evrensel, ortak özellikler taşıdığı hususu göz önünde bulundurulduğunda bu ilkelerin de esas itibariyle bir sosyal yaşam pratiğini totalize edecek nitelikte olmadığı anlaşılmış olur. Dinin sosyal yaşam pratiğini düzenleyen normlarının zamanla değişmesi ve şartlara göre şekillenmesi kaçınılmazdır. Aksi taktirde dini değerler hem şartlara cevap vermediği için sosyal hayatın dışında kalır, hem de toplumsal gelişmeye ve değişmeye ayak bağı oluşturur.

4. İslam Dünyasında Demokrasi Neden Gelişmiyor?

Yukarda ortaya konduğu kadarıyla İslam’ın öğretileriyle demokrasi arasında taban tabana zıt özellikler bulunmamaktadır. Ancak buna rağmen İslam ülkelerinin büyük bir kısmında demokrasi yerine despotik rejimler gelişmiştir. O halde neden bu dünyada demokratik yönetimler gelişememektedir? Genel olarak İslam dünyası, özel olarak da Arap dünyasında liberal demokrasinin neden gelişmediği sorusu siyaset bilimiyle ilgilenen çok kişiyi düşündürmüş ve bu konuda çalışmaya yöneltmiştir. Modernist düşünürler demokrasinin gelişmesini modernleşmenin göstergeleri niteliğindeki kişi başına düşen gayri safi milli hasılanın yüksekliği, okuma yazma oranının yüksekliği, sanayiye endeksli kentsel yaşam, yüksek medya tüketimi, sosyal sınıfların gelişmesi, nüfusun azlığı gibi hususlara bağlamaktaydılar. Kısaca demokrasiye geçmek için toplumların Batıda olduğu gibi iktisadi modernleşmesini tamamlaması gerekiyor.

1970’li yıllarda özellikle Arap ülkelerinin demokrasiye geçemeyişi çoğunlukla bu anlayışla açıklanmaktaydı. Ancak Suudi Arabistan ve Kuveyt gibi ülkelerde kişi başına düşen milli gelir Batı standartlarında olmasına rağmen buralarda demokrasi gelişememiştir. Petrol ihracatçısı bazı Arap ülkeleri gerçekte Batı standartlarında bir iktisadi alt yapı ortaya koymuş olmalarına rağmen buralarda despotik rejimler varlıklarını devam ettirmektedirler. O halde demokrasinin İslam dünyasında gelişmeyişini başka nedenlerle açıklamak gerekiyor. Özel olarak Arap dünyasında, genel olarak da İslam dünyasında demokrasinin gelişmesine engel teşkil eden birbirinden farklı hususlar bulunmaktadır. Ancak bunlardan iki tanesi çok önemlidir. Bunlardan birincisi geleneksel merkeziyetçi siyasal yapı ve bunu besleyen siyasal kültür. İkincisi ise merkeziyetçi siyasal kültüre muhalif olarak doğan hareketlerin liberal demokratik referanslardan çok, sosyalist referanslara başvurmaları ve bu paradigma üzerinden alternatif bir siyasal düşünceye ulaşmaları.

İslam ülkelerinin bir çoğunda kabile şefi, parti lideri, asker, kral veya emir gibi liderlerin etrafında örgütlenmiş katı merkeziyetçi siyasal yapılar bulunmaktadır. Siyasal otoritenin buralarda dar bir çemberde, sınırlı bir elit grubu etrafında yoğunlaşmasını sağlayan

Page 94: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

94

tarihsel ve güncel faktörler bulunmaktadır. Bir kere tarihsel olarak incelendiğinde Batı feodalizmi ve kapitalizmi döneminde sürükleyici rolü oynamış olan sosyal sınıfların, dolayısıyla toplumla devlet arasında ara katman işlevi görmüş olan aracı kurumların İslam tarihinde gelişemediğini görmekteyiz. Batıda sivil toplumun sürükleyici gücü ekonomi ve ekonomik alanda ortaya çıkan sosyal sınıflar iken, İslam toplumlarında sürükleyici güç merkezi otorite olmuştur. İslami nasslarda mülkiyete verilen öneme rağmen, İslam tarihinde ortaya çıkan saltanat yönetimlerinin mülkiyeti devletin elinde yoğunlaştırması neticesinde toplum ekonomik yaşamdan kopmuş ve devlete zorunlu olarak bağımlı hale gelmiştir. Tarıma dayalı geleneksel İslami toplumlarda ekonomik mübadeleye dayalı bir piyasa gelişemediği gibi piyasayı ayakta tutacak olan sınıflar da gelişememiştir. Hiç kuşkusuz geçmişte İslam toplumlarında sivil toplum işlevi gören aracı kurumlar bulunmuştur. Ancak bu aracı kurumlar ekonomik alt yapı yerine kültürel alt yapıda teşekkül ettiği için bunlar güçlü örgütlere dönüşememiş, sonuçta devletin birer sacayağı işlevini görmekle yetinmiştir. Ulema, vakıf ve lonca gibi unsurlar devletin çevredeki işlerini yürütmekle görevli birer sacayağını oluşturmuşlardır.

Batı’da Rönesans ve Reform hareketlerinin akabinde zengin kültürel ve entelektüel temeller üzerinde ortaya çıkan arayışların bir parçası olarak merkezde (kralın elinde) yoğunlaşmış olan siyasal gücün toplumla paylaşılması yönünde arayışlar baş göstermişken, İslam toplumlarının bir çoğunda, aksine toplum tüm gücünü merkezi idarenin ve yöneticilerin etrafında raptederek sömürgecilikten kurtulma ve bağımsızlık elde etme arayışı içinde bulunmuştur. Avrupa’da geniş imparatorluklardan kopan ülkeler ulusal devlet inşa ettikleri için demokratik yapıya kolayca kavuşabildiler. Oysa İslam dünyasında geniş imparatorluklardan kopan ülkeler ulusal devlet inşa edememiş, aksine İngiltere, Fransa veya İtalya gibi ülkelerin sömürgesi altına girmişlerdi. Osmanlı’dan ayrılan Bulgaristan ve Yunanistan ulusal devlet çatısı altında daha yirminci yüzyılın başında demokrasiyle tanışırken; Mısır, Lübnan, Cezayir, Irak ve Suriye gibi ülkeler sömürge altına girmişlerdi. Arap dünyası Suudi Arabistan ve 1922 yılında bağımsızlığını elde eden Mısır istisna tutulursa İkinci Dünya Savaşı’na kadar İngiltere, Fransa veya İtalya’nın sömürgesi altında bulunmuştur. Dolayısıyla bu ülkelerde gerekli olan şey, merkezi siyasal gücün toplumla paylaşılması değil; aksine toplumun merkezi otorite etrafında kenetlenerek kurtuluşunu sağlamasıydı. Sömürgecilik deneyimi yaşamamış olan Osmanlı, İkinci Meşrutiyetle birlikte meclis, çok partili yaşam ve seçimler gibi demokratik mekanizmalarla tanışmış, ancak Kurtuluş Savaşı esnasında bunları askıya almak zorunda kalmıştı. Hangi partinin iktidar olacağı yerine, ülkenin kurtuluşunun nasıl sağlanacağı yönünde arayışlar başlamış, toplum bağımsızlığı sağlayan liderler etrafında kenetlenme ihtiyacı hissetmişti.

İslam dünyasında yaşanan sömürgecilik deneyimi buralarda geleneksel olarak zaten merkeziyetçi bir yapıya sahip olan bir siyasal kültürü daha fazla bu yöne kaydırmıştır. Emevi ve Abbasiler döneminde Tanrının yeryüzündeki mümessili gibi sıfatları haiz olan yöneticilerin karizmatik gücü, sömürgecilik deneyimi ile birlikte iyice pekişmiş oldu. Kimi liderler bağımsızlıkta gösterdiği başarıdan dolayı ülkesinde adeta tanrılaştırılmış

Page 95: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

95

ve toplumunu ezici bir karizmaya bürünmüştür. Toplumlarına bağımsızlık kazandıran bir çok grup veya lider doğal olarak topluma kendi malı gibi hükmetmeye kalkışmış, elindeki siyasi gücü toplumla paylaşmaya yanaşmamıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlığını kazanan bir çok İslam ülkesi Fransız veya İngiliz gibi Batılı ülkelere karşı mücadele ettiği için doğal olarak bu gibi ülkelerde kurumlaşmış olan demokratik kurumlara da tepki duymuştur. Bu nedenden dolayı bu tür İslam ülkelerinin önemli bir kısmının İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyalizmin çekim alanına girdiğini görmekteyiz.

Bugün de İslam ülkelerinin bir çoğunda demokrasinin önündeki en önemli engeli devlet gücünü elinde bulunduran sınırlı sayıdaki devletçi elit oluşturmaktadır. İslam toplumlarının hemen hemen tümünde mülkiyetin büyük bir kısmı devletin elinde bulunduğu için devlet aynı zamanda bir rant kaynağını oluşturmaktadır. Devlet gücünü elinde bulundurmak bu toplumlarda sadece siyasi güç değil, aynı zamanda ekonomik çıkar da sağlamaktadır. Halbuki Batıda devletin mülkiyeti bulunmadığı için, devleti ele geçirmek yöneticilere İslam toplumlarında olduğu gibi fazladan bir şey kazandırmamaktadır. Bu bakımdan buralarda siyasal güç rahatlıkla toplumla paylaşılabilmektedir.

İslam toplumlarında demokrasinin gelişmesini engelleyen faktörlerden biri de bu toplumlarda gelişen reaksiyoner hareketlerdir. Yine sömürgeciliğe karşı bir reaksiyon olarak gelişen radikal ve devrimci İslam liberal demokratik değerlerden çok sosyalist değerlerden esinlenmiş, bu anlayış paralelinde değerler geliştirmiştir. İslam dünyasında 1980’li yıllara kadar İslam’ın bir ideoloji kaynağı ve aynı zamanda bir devrim ideolojisi olarak telakki edilmesi yaygın bir durumdu. Özellikle İran’da gerçekleşen devrim bu konudaki arayışlara ilham kaynağı teşkil etmiştir. İslam bir yandan İran kökenli, bir yandan da Kuzey Afrika kökenli Müslüman düşünürler tarafından adeta bir devlet dini, bir devrim ideolojisi ve bir teokratik siyasi yapı olarak telakki edilmiştir. İslam’ın bu şekilde yorumlanmasının tarihsel temelleri on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ile yirminci yüzyılın ilk yarısına kadar uzanır. Zira bu tarihlerde Batılı ülkelerin bir yandan baş döndürürcü kalkınması ve gelişmesi karşısında İslam ülkelerinin uzun yıllarda kapanmayacak kadar geri kalması, bir yandan da Batılı ülkelerin doğrudan doğruya İslam ülkeleri üzerindeki sömürgeci emelleri, Kuzey Afrika kökenli Müslüman düşünürlerin Batıya tepki duymasına ve İslami bir sosyalizm gibi yorumlamasına yol açmıştır. Bunun neticesinde de liberalizm, demokrasi, kapitalizm ve bunlara paralel olan değerlere karşı bir soğukluk başlamıştır. Bu düşünürlerin sosyalist düşünceden aldıkları iki önemli kavramdan biri “devlet” bir diğeri ise “devrim” kavramıdır. Sosyal adaleti, toplumsal birliği, batıya karşı mücadeleyi vs. simgeleyen devlet olmuştur. Bununla birlikte böyle bir devlet anlayışına ancak devrim yoluyla ve seçkinci bir öncü grupla ulaşılabilirdi. Bu düşünceyi özel olarak işleyen Seyid Kutup’un öncü bir devrimci grubun rolü üzerinde duran “Yoldaki İşaretler” adlı eseri, Lenin’in öncü proleteryasını Müslüman bir öncü grupla ikame etme çabası olarak görülmektedir.

Despotik yönetimler veya sömürge altında bulunan Müslüman aydınlar, Batıyı tümüyle reddedip, bunun yerine İslam’ın ortodoks şeklinde dayanarak alternatif kurumlar

Page 96: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

96

geliştirmeye çalıştılar. İslam’ın geleneksel yorumunun toplumlarının mevcut sorunlarını çözmede yeteri dayanağı oluşturmadığını anlayınca bu kez Batı karşıtı olan sosyalizmden ödünç kavramlar ve anlayışlar alarak alternatif bir İslam mitosu yaratmak istediler. Ancak on dokuzuncu yüzyılda bu tür aydınları en fazla sıkıntıya sokan kavram millet ve bu kavramın temeli üzerinde inşa edilen “ulusal devlet” olmuştur. Önceleri evrensel İslam mesajını öne çıkaran bu aydınlar, milliyetçilik ve ulusal devlet düşüncesinin yükselmesi karşısında daha sonraları milli sınırlar içinde mütalaa edilebilecek bir milliyetçilik anlayışı geliştirmiş; böylece milliyetçi-sosyalist bir reaksiyon hareketini şekillendirmiştir.

Halbuki sömürgecilik deneyimi yaşamamış olan ülke aydınları Batıyı komple reddetmek yerine, onu anlamaya çalışmış ve Batıdan iktibas edilecek hususları kendi ihtiyaçlarını gidermek üzere alıp kullanmıştır. On dokuzuncu yüzyılın sonunda sömürge altındaki ülkelerde Batı karşıtı bir reaksiyon hareketinin temelleri atılırken, aynı deneyimi yaşamamış olan Osmanlı aydınları Batıya açık bir toplum tasavvuruna kavuşmuşlardır. Osmanlı aydınlanma hareketini başlatan Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi düşünürler hürriyet, demokrasi, anayasal ve parlamenter yönetim, meşrutiyet gibi kurumları ve değerleri Batılı anlamda savundular. Diğer İslam ülkelerinde görülmeyen demokrasinin Türkiye’de ağır aksak da olsa yaşıyor olmasının temellerini burada aramak lazımdır. Osmanlı’nın Batı sömürgesi altına girmemiş olması bu toplumdaki aydınların Batıdaki kurumlara açık bir modernleşme hareketi başlatmalarına yol açmışken, diğer İslam ülkelerinin Batı tarafından sömürgeleştirilmesi buradaki aydınların Batıyı kökten reddetmesine neden olmuştur.

Devrimci radikal İslami hareketler insanın hükümranlığı yerine adeta Allah’ın hükümranlığını savunmaktadırlar. Müslümanların ve Müslümanlarla birlikte yaşayan insanların bu dünyadaki yaşam koşullarını iyileştirici projeler geliştirmek yerine, belli başlı İslami yorumlara dayanarak bir hükümranlık arayışı içinde bulunmaktadırlar. Hakimiyetin insanlara ait olamayacağını, ancak Allah’ın mutlak anlamda hakim olabileceğini, bu nedenle kendilerini Allah’ın hakimiyetini tesis edecek olan bir mücadeleye adamış gözükmektedirler. Halbuki hiçbir toplumda ve zamanda Allah bizzat kendisi hükmetmez, Allah adına hükmedenler de gerçekte belli bir dini yorum adına hükmetmektedirler. Bütün dinler için geçerli olduğu gibi, İslam için de geçerli olan bir gerçek vardır ki o da dinin birden çok yorumunun bulunmasıdır. Allah adına hükmetme iddiasında bulunanlar gerçekte bu yorumlardan biri adına hükmetmektedirler. Allah’ın yeryüzündeki en yüce eseri insan olduğuna göre insanların ihtiyacını gidermeye matuf hizmetler Allah’ın hükümranlığının bir parçasını teşkil etmektedir. Allah için hükmetmek Müslümanların şura ve meşveretine dayanarak hükmetmektir. Bu da modern toplumlarda biat, seçim, sözleşme, şura, icma, anayasal hükümet, güçler ayrımı gibi ilkelerle olur. Müslümanların meşvereti anlamına gelen seçimler yoluyla iktidara gelen otorite Allah’ın yeryüzündeki kutsal gölgesi değil; Müslümanların geçici temsilcisi olur.

Radikal İslami anlayış bir reaksiyon hareketi olduğu için özellikle batı menşeli olan her şeyi külliyen reddetme eğilimindedir. Halbuki bu tutum sosyolojik yaşamın ilkelerine

Page 97: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

97

aykırıdır. Sosyal hayatı tam anlamıyla siyah veya beyaz olarak telakki edemeyiz. Değişik kültürlerden, düşüncelerden ve yaşam pratiğinden alınabilecek hususlar vardır; daha doğrusu toplumlar zorunlu olarak birbirlerinden kültür alış verişi içinde bulunurlar. Kaldı ki Batı medeniyetini anlamak durumundayız. Gerçekte İslam’ın özüne uygun siyasal kurumları ve değerleri bugün İslam ülkelerindeki despotik siyasal yapılarda değil, Batıdaki demokratik siyasal yapılarda görmekteyiz. Batı toplumlarındaki siyasal kurumlara baktığımız zaman İslam tarihinde ender karşılaşılan mükemmellikte müesseselerle, temel hak ve hürriyetlerle karşılaşmaktayız.

Radikal siyasal İslam devletçi ve devrimcidir. Devletçilik ve devrimcilik yönündeki düşünceler büyük ölçüde Marksist menşelidir. Bu dünya görüşünün kendi toplumlarını nereye getirdiğini bütün dünya gördü. Bu bakımdan bu tür kolektif ve totaliter sistemlere biraz kuşku ile yaklaşmak gerekmektedir. Siyasal İslam düşüncesini benimseyenler özgürlükçü değildir. Kendileriyle birlikte başkalarının özgürlüğünü de savunacak yerde, kendilerine dayalı bir siyasi dominasyon talep etmektedirler. Başkasına rağmen iktidarını sürdürmek zaten İslam ülkelerinin geçmişte ve bugün için yaşadığı temel problemdir. Orduya, kabile veya aşiret gücüne, devlet bürokrasisine, lider karizmasına dayalı bir diktatörlüğü İslam’ın bir yorumuna dayandıran bir diktatörlükle ikame etmek bir şeyi değiştirmez. Siyasal İslami anlayış kin, nefret ve öfkecidir. Bu düşünce biçimi gerçekte insanı anlamaktan uzaktır; insanı siyasal otoriteye boyun eğici bir süje olarak tasavvur eder. Bu düşünce aynı zamanda kimlikçidir. Biz ve onlar çerçevesinde meseleye yaklaşır. Bu hareketlerin büyük bir kısmı Hariciler gibi başkalarını rahatça tekfir etmekte ve şiddete başvurmayı meşru olarak kabul edebilmektedir. Başka insanlarda müşterek noktalar arayarak onlarla birlikte bir arada yaşamak yerine, onları ayırt edici hususları bularak tekfir etme, dışlama, horlama gibi durumlara sapar. Bu anlayış dogmatik olup meselelere eleştirel yaklaşmadığı, bunun aksine kendine ait olanları idealleştirdiği için İslam’ın günümüz sorunlarından hangilerine çözüm getirebildiğini, hangi sorunlar karşısında yetersiz kaldığını görmekten de uzak durur.

Devrimci radikal İslami anlayışların reaksiyon temeli büyük ölçüde sosyalizme dayanırken, din devleti yönündeki mütalaaları da Katolik Kilisesine dayanmaktadır. Halbuki ne İslam tarihinde, ne de Kur’an’ın kendisinde Katolik Kilisesinin kurguladığı tarzda bir siyasi model çıkarma imkanı yoktur. Saint Augustinus, 426 yılında kaleme aldığı “De Civitate Dei” (Tanrı Devletine Dair) adlı eserinde dünyanın, Ademin cennetten kovulmuş olduğu tarihten itibaren iki farklı siyasi varlık alanına bölündüğünü savunmuştur. Bunlardan biri “Tanrı Sitesi”, diğeri ise “Yeryüzü Sitesi”dir. Tanrı sitesi veya devleti Tanrının inayetine mazhar olmuş, hidayete ermiş, günahlarından arınmış müminlerden oluşacak; buna karşın yeryüzü sitesi (devleti) ise şeytana boyun eğmiş olanlardan oluşacaktır. Bütün insanlık tarihi bu ikisi arasındaki mücadelenin yaşandığı bir tarih olacaktır. Hıristiyanların nihai hedefi Tanrı devletini gerçekleştirmektir. Tanrı devleti müminlerin hem bu dünyalarını, hem de öteki dünyalarını kapsamaktaydı. Bu dünyada Tanrı devletinin tebaası olma imtiyazına sahip olanlar öbür dünyada da Tanrının cennetine layık olacaklardı.

Page 98: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

98

Katolik Kilisesi bu anlayıştan hareketle kendisini Tanrının yeryüzündeki yegane temsilcisi olarak ilan etti. Katolik Kilisesi hem dini, hem de dünyevi erki şahsında terkip ediyordu. Hıristiyanlığın illegal olduğu dönemde Hıristiyanlar arasında “Tanrının hakkı Tanrıya, Sezarın hakkı Sezara” şeklinde bir anlayış yaygındı. Hıristiyanlığın iki önemli azizi ve kurucusu Aziz Petrus ile Aziz Pavlus Roma’nın düşmanlığını kazanmamak için dünya işlerinin imparatorlara bırakılması, Hıristiyanların bunlara karışmaması gereğini vazetmişlerdi. Ancak Hıristiyanlığın illegal konumdan çıkıp Batı Roma İmparatorluğundan doğan boşluğu doldurmasından sonra bu anlayış tamamen terk edildi; “Sezaro-Papizm” ilkesine dayalı evrensel bir kilise devleti inşa edildi. Hıristiyanlık legalleştikten ve Katolik kilisesinin şahsında kurumlaştıktan sonra Hıristiyan öncüler Luka İncilindeki bir ayete dayanarak İki Kılıç Doktrinini benimsemeye başladılar. Başka bir deyişle artık Papa, Tanrı adına iki kılıcın temsilcisi ve hamisi durumuna gelecekti. Bu tezin dayandığı ayetlerden biri de şuydu: “Senin hakimiyetin gelsin, iraden nasıl gökte hakimse yere de hakim olsun” (Matta 6/9-10).

Hıristiyanlıktaki bu değişim, İslam’ı bir din devleti şeklinde telakki eden ideolojik siyasal İslam anlayışı için ibret alınacak bir örnek teşkil etmektedir. Zira Hıristiyanlık iki farklı dönemde iki farklı dini yoruma sahip olmuş ve buna dayanarak toplumu yönetmiştir. İkinci anlayışa dayanarak toplumsal yaşamın tüm titreşim noktalarına hükmettiği yaklaşık bin yıllık gibi uzun bir dönemde dogmaların ötesinde ciddi bir şey ortaya koyamadı. Sosyal gelişmenin önünde önemli bir ayak bağı oluşturmakla yetinmemiş, dinin farklı yorumlarının gelişmesine de engel teşkil etmiştir. Batı’da dinin ruhban sınıfının tekelinden kurtulması, bireylerin özgür iradesine bırakılması, böylece zengin ve değişik yorumlara kaynaklık etmesinin tarihi Batıdaki demokrasinin tarihiyle paraleldir. Dini devletin ana dayanağı haline getirmek, başka bir deyişle devleti dinselleştirmek aslında devletin dinin sadece belli bir yorumuna dayanmasını sağlamak anlamına geldiği için dinin vicdan, akıl ve düşünce zenginliği oluşturmasına da engel teşkil etmektedir.

Bugün devrimci radikal İslami kesimler tarafından sık sık kullanılan “hüküm ancak Allah’ındır” şeklindeki ayetlerin hiçbirinin içeriği hukuki yasama veya siyasal değildir. Hükmün Allah’a ait olduğunu belirten ayetler Allah’ın kainattaki hakimiyetini (sünnetullah) ifade etmektedirler. Ayetleri bu muhtevadan çıkarıp siyasi bağlamda ilk defa kullananlar Hariciler olmuşlardır. Hariciler bu tür ayetleri o tarihlerde muhalif bulundukları yönetimlerin meşruiyetini sarsmak amacıyla kullanmışlardı. Kur’anda aralarında istişare ederek iş yapma, başka bir deyişle meşveret, yönetimle ilgili ahlaki bir ilke olarak vazedilmiştir. “Onların işleri aralarında şura iledir” (42/38) ayetinde olduğu gibi müminlerin kendi aralarındaki istişareye dayanarak işlerini yürüttüklerine dair çok sayıda ayet bulunmaktadır. Dolayısıyla siyasi-idari sorunları halk aralarında danışarak veya ehline vererek çözecektir. Bunu sağlamak için demokrasiden daha uygun bir yönetim biçimi daha yoktur. Sonuç olarak egemenliğin güç kaynağı (yetkisini aldığı kaynak) halk, meşruiyet kaynağı ise Allah’ın rızasına uygun hareket etmektir. İnsanlar için hayırlı ve yararlı işler Kur’an’da Allah’ın rızası içinde mütalaa edilmiştir. Buradan

Page 99: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

99

Saint Augustinus’un yaptığı gibi teokratik bir devlet modeli çıkarmak gerçekten çok zor görünmektedir.

Devlet insanların ihtiraslarını, menfaatini, egemen olma tutkusunu, kısaca zaaflarını harekete geçiren alandır. Dinin buruya sokulması onun asli amacından sapması, kirletilmesi, istismar edilmesi, sadece bir dini anlayışa hayat hakkının tanınması anlamına gelir. Orta çağ Katolik kilisesi ve İslam tarihinin uzunca deneyimi bu konuyu bizlere göstermek için yeteri deneyime sahiptir. İslam tarihinde kimsenin hayatta kalmayacağı kadar tarafların birbirini yok ettiği savaşlar yaşanmıştır. Tarafların birbirinin kökünü kazıyacak kadar kan akıtmış olmasının altında iktidara hakim olma tutkusu yatmıştır. Devlet aynı zamanda sosyolojik ihtiyaçlar doğrultusunda sürekli olarak değişkenlik arz eden bir olgudur. Halbuki dinin değişmeyen evrensel ilkeleri vardır. Bu bakımdan devlet ile din bütünleştirildiği zaman ister istemez sosyolojik yaşam alanı değişimin dışında tutulmuş olur. İslam tarihindeki gerilemenin temel nedeni budur. Siyasal otorite ve bu otoritenin hükümranlığının dayandığı kutsallık anlayışı bu alana ilişkin eleştirel düşüncenin önüne geçmiş; bu da İslam dünyasında düşüncenin, ilmi yaratıcılığın ve tefekkürün durmasına, dolayısıyla gerileme sürecine yol açmıştır.

SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA

Akal Cemal Bali, Sivil Toplumun Tanrısı, İstanbul: Engin, 1995.

Arnhart Larry, Plato’dan Rawls’a Siyasi Düşünce Tarihi, Çev. A. K. Bayram, Ankara: Adres Yayınları, 2004.

Augustine Saint, The City of God, trans. Marcus Dods, New York: Modern Library, 1994.

Aydın Mehmet, S., İçe Kritik Bakış: Din, Felsefe, Laiklik, İstanbul: İyi Adam Yayınları, 1999.

Brecht Martin, Martin Luther: Shaping and Defining the Reformation, 1521-1532, Minneapolis: Fortress Press, 1990.

Bulaç Ali, “Asr-ı Saadette Medine Vesikası”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm, II. Cilt, der. Vecdi Akyüz, İstanbul: Beyan Yayınları, 1995.

Bulaç Ali, Din, Devlet ve Demokrasi, İstanbul: Zaman Kitap, 2001.

Bulaç Ali, İslâm ve Demokrasi: Teokrasi-Totaliterizm, İstanbul: Beyan Yayınları, 1993.

Conser Walter H. Jr and Suwner B. Twiss, “Editorial Introduction: Past Traditions, Future Directions”, Religious Diversity and American Religious History, ed. Walter H. Conser Jr. and Summer B. Twiss, Athens and London: The University of Georgia Press, 1997.

Corbett Julia Mitchell, Religion in America, New Jersey: Prentice Hall, 1990.

Corbett Michael and Julia Mitchell Corbett, Politics and Religion in the United States, New York and London: Garland Publishing Inc., 1999.

Page 100: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

100

Corbin H., İslam Felsefesi Tarihi. Çev. A. Arslan, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002.

Crane Robert D., The Grand Strategy of Justice, Islamic Institute for Strategic Studies (April 2000).

Crone, Patricia, Ortaçağ İslam Dünyasında Siyasi Düşünce, Çev. Hakan Köni, İstanbul: Kapı Yayınları, 2007.

Çaha Ömer, “Türkiye’de Resmi Din Anlayışı: Etatokratik Sistemin İnşası”, Açık Toplum Yazıları, Ankara: Liberte, 2004.

Çaha Ömer, Bitmeyen Beraberlik: Modern Dünyada Din ve Devlet, İstanbul: Timaş Yayınları, 2008.

Çaha Ömer, Siyasi Düşüncelere Giriş, İstanbul: Dem Yayınları, 2008.

Çaha, Ömer, Dört Akım, Dört Siyaset, Ankara: Orion Yayınları, 2007.

Dağı D. İhsan, Ortadoğu’da İslâm ve Siyaset, İstanbul: Boyut Kitapları, 1998.

Dursun Davut, Osmanlı Devletinde Siyaset ve Din, İstanbul: İşaret Yayınları, 1989.

Eisensdadt S. N., “Introduction: Historical Traditions, Modernization and Development”, Patterns of Modernity (Vol. I: The West), ed. S. N. Eisensdadt, London: Frances Pinter Publishers, 1987.

Erdoğan Mustafa, Demokrasi, Laiklik, Resmi İdeoloji, Ankara: Liberte Yayınları, 2001.

Esposito John, İslâm Tehdidi Efsanesi, çev. Ömer Baldık, Ali Köse ve Talip Küçükcan, İstanbul, Ufuk Kitapları, 1999.

Farabi, Alfarabi: The Political Writings. Trans. C. E. Butterworth, Ithaca: Cornell University Press, 2001.

Farabi, El-Medinetü’l Fazıla. Çev. A. Arslan, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1990.

Fowler Robert B. and Allen D. Hertzke, Religion and Politics in America: Faith, Culture and Strategic Choice, USA: Westview Press, 1995.

Göle Nilüfer, “Secularism and Islam in Turkey: The Making of Elites and Counter-Elites”, Middle East Journal, 51, 1 (Winter 1997).

Hammond Phillip, “Can Religion Be Religious in Public?”, The Power of Religous Publicus: Staking Claims in American Society, ed. William H. Swatos and James K. Wellman, Westport, Connectitut and London: 1999.

İnalcık Halil, Osmanlı İmparatorluğu: Toplum ve Ekonomi, İstanbul: Eren, 1993.

Kara İsmail, Türkiye’de İslâmcilik Düşüncesi, Cilt 1 ve 2, İstanbul: İz Yayıncılık, 1997.

Keddie Nikki R., “Ideology, Society and the State in Post-Colonial Muslim Societies”, State and Ideology in the Middle East and Pakistan, ed. Fred Halliday and Hamza Alavi, New York: Monthly Review Press, 1988.

Keddie Nikki R., “The Revolt of Islam and Its Roots”, Comparative Political Dynamics: Global Research Perspectives, ed. Dankwart A. Rustow and Kenneth Paul Ericson, New York: Harper Collins Publishers, 1991.

Page 101: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

101

Köker Levent, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İstanbul: İletişim Yayınları, 1993.

Köktaş, M. Emin, Din ve Siyaset: Siyasal Davranış ve Dindarlık, Ankara: Vadi Yayınları, 1997.

Kücükcan Talip, “Modernleşme ve Sekülerleşme Kuramları Bağlamında Din, Toplumsal Değişme ve İslâm Dünyası”, İslâm Araştırmaları Dergisi, Sayı 13 (2005).

Lewis Bernard, “The Return of Islam”, Religion and Politics in the Middle East, ed. Michael Curtis, Boulder, Colorado: Westview Press, 1981.

Lewis Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2004.

Mardin Şerif, “Türk Tarihinde Nakşibendi Tarikatı”, Çağdaş Türkiye’de İslâm: Din, Siyaset, Edebiyat ve Laik Devlet, der. Richard Tapper, çev. Özden Arıkan, İstanbul, Sarmal Yayınevi, 1993.

Mardin Şerif, Beddiüzzaman Said Nursi Olayı, İstanbul: İletişim Yayınları, 1999.

Mardin Şerif, The Genesis of Young Ottoman Thought, Syracuse: Syracuse University Press, 2000.

McClelland. J. S., A History of Western Political Thought, London and New York: Routledge, 1996.

Metin Heper, “Political Culture as a Dimension of Compatibility,” Turkey and the West: Changing Political and Cultural Identities, ed. Metin Heper, Ayşe Öncü and Heinz Kramer, London and New York: I.B.Tauris, 1993.

Mücahid H. T., Farabi’den Abduh’a Siyasi Düşünce Tarihi, Çev. V. Akyüz, İstanbul: İz Yayıncılık, 1995.

Narlı Nilufer, “The Rise of the Islamist Movement in Turkey”, Revolutionaries and Reformers: Contemporary Islamist Movements in the Middle East, ed. Barry Rubin, Albany: State University of New York Press, 2003.

Nelson B. R., Western Political Thought: From Socrates to the Age of Ideology, New Jersey: Prentice Hall, 1996.

Rahman Fazlur, İslâmî Araştırmalar Dergisi (Fazlur Rahman Özel Sayısı), 4, 4 (Ekim 1990).

Rosenthal E. I .J., Political Thought in Medieval Islam: An Introductory Outline, Cambridge: Cambridge University Press, 1962.

Sabine G. H., A History of Political Theory. London: George G. Harrap and Co., 1937.

Sarıbay Ali Yaşar, Türkiye’de Modernleşme, Din ve Parti Politikası: Milli Selamet Partisi Örnek Olayı, İstanbul: Alan Yayıncılık, 1985.

Sarıbay Ali Yaşar, Postmodernite, Sivil Toplum ve İslâm, İstanbul: İletişim Yayınları, 1994.

Page 102: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

102

Sencer Ayata, “Patronage, Party and State: The Politicization of Islam in Turkey”, Middle East Journal, 50, 1 (Winter 1996).

Tannenbaum D. ve D. Schultz, Siyasi Düşünce Tarihi: Filozoflar ve Fikirleri, Çev. F. Demirci. Ankara: Adres Yayınları, 2005.

Thomson D., Siyasi Düşünce Tarihi, Çev. A. Y. Aydoğan ve diğerler, İstanbul: Şule Yayınları, 1997.

Tocqueville Alexis de, American Democracy, Vol. 1, New York: Knopf, 1945.

Toprak Binnaz ve Ali Çarkoğlu, Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset, TESEV, (Kasım 2006).

Toprak Binnaz, Islam and Political Development in Turkey, Leiden: E.J. Brill, 1981.

Turner Bryan S., Max Weber: From History to Modernity, London and New York: Routledge, 1992.

Türköne Mümtazer, İslâmcılığın Doğuşu, İstanbul: İletişim Yayınları, 1991.

Ward Brian and Tony Badger, (ed.), The Making of Martin Luther King and the Civil Rights Movement, London: Macmillan, 1996.

Watt W. Montgomery, Islamic Political Thought, Edinburgh: Edinburgh University Press, 1980.

Watt W. Montgomery, İslam’da Siyasi Düşüncenin Oluşumu, Çev. U. M. Kılavuz, İstanbul: Birey Yayınları, 2001.

Weiker Walter F., The Modernization of Turkey, New York and London: Halmes and Meier Publishers, 1981.

White Jenny, “Islam and Democracy: The Turkish Experience”, Current History, 94, 588 (January 1995).

Yavuz, M. Hakan, Islamic Political Identity in Turkey, New York: Oxford University Pres, 2003.

Yayla Atilla, “Dini Cemaatler, Demokrasi ve Eğitim: Amish Cemaati Örneği”, Liberal Düşünce Dergisi, Sayı 7 (Sonbahar 1997).

Yıldırım Ergun, Değişen Din Anlayışının Sosyolojisi, İstanbul: Bilge, 1999.

Page 103: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

103

2010 YILINA GİRERKEN DIŞ POLİTİKAMIZ

DIŞİŞLERİ BAKANIAHMET DAVUTOĞLU

Bu bölüm, Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun 17 Kasım 2009 tarihinde, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda yaptıkları, Hü-kümetimizin dış politika hedefleri, uygulamaları ve güncel konulara ilişkin değerlendirmelerini içeren takdimi tamamlayıcı nitelikte olup, çeşitli dış politika gelişmeleri hakkında ayrıntılı bilgi içeren kitapçıktan alınmıştır.

Page 104: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

104

GİRİŞ

1990’ların başında büyük umutlarla girilen ve küreselleşme sürecinin yeni evresi olarak tarif edilen dönemde yirmi yılı geride bırakmak üzereyiz. Köklü değişim ve dönüşümle-re sahne olan bu dönem, bir yandan insanlığın önüne yeni işbirliği olanakları açarken, diğer taraftan uluslararası toplumu gayet ciddi sorunlarla mücadele etmek durumunda bırakmıştır. Teknoloji ve iletişim, önceden tahmin edilemez bir hızla gelişmiş; nimetleri hepimizin günlük hayatlarındaki vazgeçilmezler arasına girmiştir. Bilgiye erişimde sınırlar adeta kalkmıştır. Gelişmeler, dünyamızı her geçen gün daha da küçültmektedir.

Buna rağmen, hala çok sayıda önemli sorunla karşı karşıyayız. Sınırların eski önemini yi-tirmesi, bilgiye erişim için olduğu kadar, sorunlarla yüzleşme bakımından da geçerli hale gelmiştir. Münferit sorunlar bölgesel istikrarsızlıklara, bölgesel istikrarsızlıklar ise küresel güven bunalımına ve krizlere yol açabilmektedir. Savaşlardan iklim değişikliğine, terö-rizm ve kitle imha silahlarının yayılmasından küresel ekonomik düzendeki aksaklıklara ve yaygın sağlık risklerine kadar yayılan birçok tehdit ve riskin yarattığı manzara, insanoğ-lunun ulaştığı bugünkü bilgi, kültür ve medeniyet düzeyine yakışmamaktadır. Küçülen dünyamızda, sorunların, toplumların arasını bu denli açabilmeye muktedir olması temel bir çelişki ve hazin bir gerçektir.

Bu girift tablo, durağan, gelişmeleri izlemekle yetinen ve doğrudan etkilenmedikçe inisi-yatif alma gereğini hissetmeyen, edilgen bir dış politika zihniyetinin, çağdaş ve barışçıl devletler bakımından artık tarihe karıştığını resmetmektedir. Bu durum, her istikamette sayısız kilometrelerce uzanan bir havzadaki gelişmelerin birebir ilgilendirdiği ülkemiz ba-kımından özellikle geçerlidir.

Bu bilinçle hareket eden Türkiye, ulusal çıkarları ışığında, özellikle 2002’den bu yana kararlı, cesur, özgüvenli, sağduyulu ve belki de en önemlisi, vizyon sahibi bir dış politi-ka anlayışı benimsemiştir. Bir yandan yoğun dış politika gündemi doğrultusunda kararlı adımlar atarken, saygın ve ağırlığı bulunan bir ülke olarak bölgesi ve ötesinde ortak çıkarlara hizmet edecek koşulların oluşmasını sağlamaktadır. Türkiye, önümüzdeki on yıllarda bölgesel ve uluslararası düzene hâkim olacak koşulları daha bugünden belirleyen aktörler arasında yerini almaya başlamıştır.

Dış politikamızın temelinde, krizden çözüme giden bir yaklaşım değil, bir vizyon ortaya koymak suretiyle olası krizlerin önüne geçilmesini ve mevcut sorunların çözüm süreç-lerinin de bu anlayışla kolaylaştırıp hızlandırılmasını sağlamak yatmaktadır. Sorunların halli yönünde önalma seferberliğimize, en yakınımızdan, komşularımızdan başlanmıştır. Komşularımızla “sıfır sorun” olarak adlandırdığımız bu yapıcı duruşumuzun şimdiden görmeye başladığımız olumlu sonuçları, adeta durgun suya atılan bir taşın yarattığı ve giderek genişleyen halkalar gibi, önce bölgemizde ve nihayet küresel ölçekte daha da fazla görülecektir.

Bu dış siyaset anlayışımız, daha güçlü ve etkin bir Türkiye, daha barış içinde bir dünya ülkümüzü ilerletecek tek yaklaşımdır. Türkiye dış siyasetini, Ulu Önder Mustafa Kemal

Page 105: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

105

Atatürk’ün “Yurtta Sulh Dünyada Sulh” ilkesi temelinde, geniş ve yapıcı bir vizyonla ve tüm imkânlardan azami surette yararlanılarak, ulusal hedeflerimizin tahakkuku ve insan-lığın ortak bekası yolunda bundan sonra da kararlılıkla yürütecektir.

AVRUPA BİRLİĞİ

Bir devlet politikası olan Avrupa Birliği’ne katılım, Türkiye’nin stratejik hedefi olarak gündemimizin öncelikli maddesini oluşturmaya devam etmektedir.

Bölgesinde güven ve istikrar unsuru olan Türkiye’nin AB üyeliği, evrensel değerleri geniş bir coğrafyaya yaymak ve ortak refah ve güvenliği artırmak için vazgeçilmez niteliktedir. Türkiye, bu anlayışla, tam üyelik hedefi doğrultusunda kararlılıkla ilerlemeyi sürdürecek-tir.

Bu bağlamda, 3 Ekim 2005’te başlayan katılım müzakereleri sürecinde, Yüce Meclisi-mizin çatısı altında tarihi sayılabilecek reformlar hayata geçirilmiştir. Halkımızın sürece olan samimi inancı ve Yüce Meclisimizin iradesi, bu zorlu süreçteki en değerli güç ve moral kaynaklarımızdır.

AB’ye üyelik hedefinden ve bu kapsamda kazanılmış haklarımızdan hiçbir şekilde taviz verilmeyecektir. Türkiye-AB ilişkilerinin tarihi ve ahdi temeli, bazı Avrupalı liderlerin iç siyasi gereksinimlerine göre değiştirilemeyecek kadar sağlam ve değerlidir. Türkiye’nin bu tarihi tercihinin, AB’nin inandırıcılığı ve geleceğin dünyasındaki rolünün güçlendirme-si açısından AB tarafından da benimsenmesi gerektiği, AB Komisyonu ve üye ülkelerin büyük çoğunluğunca artan biçimde ve gür bir sesle dile getirilmektedir. Bu yapıcı anla-yış, katılım sürecimizin devamında kayda değer rol oynamaktadır.

Türkiye, tam üyelik hedefiyle katılım müzakerelerini sürdürmektedir. Bu yoldaki kararlı-lığımız her vesileyle Brüksel’de ve AB ülkelerinin başkentlerinde yaptığımız temaslarda muhataplarımız�ın dikkatine getirilmektedir.

Katılım sürecimizde bugüne dek 11 fasıl müzakerelere açılmış olup (“Bilim ve Araştırma-25”, “İşletme ve Sanayi Politikası-20”, “İstatistik-18”, “Mali Kontrol-32”, “Tüketicinin ve Sağlığın Korunması-28”, “Trans Avrupa Şebekesi -21”, “Şirketler Hukuku-6”, “Fikri Mülkiyet Hukuku-7”, “Sermayenin Serbest Dolaşımı-4”, “Bilgi Toplumu ve Medya-10” ve “Vergilendirme-16), bunlardan biri (Bilim ve Araştırma) ge-çici olarak kapatılmıştır. 2008 yılından bu yana açılış kriteri olan toplam beş fasıl müza-kerelere açılmıştır. Bu, ülkemizin katılım müzakereleri bağlamında üzerine düşen yüküm-lülükleri yerine getirdiğinin bir göstergesidir.

Öte yandan, AB’nin 2008 Katılım Ortaklığı Belgesi’nde gerek siyasi ve ekonomik kriter-ler, gerek müktesebata uyum konusunda yer alan kısa ve orta vadeli önceliklere cevap teşkil eden ve müzakere sürecimizin yol haritası niteliğinde olan Ulusal Programımız sivil toplum ve siyasi partilerin de dâhil edildiği şeffaf bir süreç neticesinde 31 Aralık 2008 tarihinde ilan edilmiştir.

İlgili tüm kurumlarımız, Ulusal Program kapsamında gerekli mevzuat uyumu konusunda

Page 106: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

106

çalışmalarını sürdürmektedir. Bu hususa ilaveten, halen açılmış olan fasılların kapanış kriterlerinin karşılanmasına yönelik çalışmalar yürütülmektedir.

Temmuz-Aralık 2009 dönemini kapsayan İsveç Dönem Başkanlığı sırasında, “Çevre-27” faslının açılış kriterlerinin karşılanması amacıyla gerekli çalışmalar, ilgili kurumlarımız ve AB Komisyonu’yla eşgüdüm halinde sürdürülmektedir.

Bilindiği üzere, AB ülkelerinin 11 Aralık 2006 tarihinde yapılan Genel İşler ve Dış İlişki-ler Konseyi’nde aldıkları ve 14-15 Aralık 2006 tarihli AB Zirvesinin sonuç bildirgesinde de onaylanan karara göre, ülkemiz Ankara Anlaşması’na Ek Protokol’den kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirene kadar sekiz fasılda (Malların Serbest Dolaşımı”, “İş Kur-ma ve Hizmet Sunumu Serbestîsi”, “Mali Hizmetler”, “Tarım ve Kırsal Kalkınma”, “Ba-lıkçılık”, “Ulaştırma Politikası”, “Gümrük Birliği” ve “Dış İlişkiler” fasılları) müzakereler açılamamakta; ayrıca diğer fasıllar da geçici olarak kapatılamamaktadır. Komisyon, Ek Protokol’e ilişkin yükümlülüklerin 2007, 2008 ve 2009 İlerleme Raporlarında izlenme-siyle görevlendirilmiştir. Bu haksız karara tepkimiz her düzeyde AB’li muhataplarımızın dikkatine getirilmiştir. Diğer taraftan, sözkonusu karar nedeniyle müzakerelere açılama-yan bu fasıllara ilişkin teknik çalışmalar AB Komisyonu’yla birlikte sürdürülmektedir.

AB Komisyonu tarafından 1998 yılından bu yana düzenli olarak hazırlanan İlerleme Raporu ve ileriye yönelik beklentiler içeren Genişleme Stratejisi Belgesi 14 Ekim 2009 tarihinde yayınlanmıştır.

İlerleme Raporunda, her yıl olduğu gibi, son bir yıl içinde siyasi ve ekonomik kriterler ile müktesebata uyum alanlarında kaydedilen ilerlemeler, eksiklikler veya düzeltilmesi gereken hususlara yer verilmektedir. Raporun müktesebat bölümlerinde, “Rekabet Po-litikası-8”, “İstatistik-18”, “İşletme ve Sanayi Politikası-20”, “Bilim ve Araştırma-25”, “Gümrük Birliği-29” ve “Dış İlişkiler-30” ülkemizin iyi derecede ilerleme kaydettiği fasıl-lar olarak belirtilmiştir. Mutabık olmadığımız bazı hususlar bulunmakla birlikte ülkemizin attığı adımları da dikkate alan İlerleme Raporu’nda katılmadığımız alanlar hakkındaki görüş ve düzeltmelerimiz mutad olduğu üzere AB Komisyonu’na iletilmektedir.

Ülkemizin stratejik önemine güçlü vurgu yapılan Genişleme Stratejisi Belgesinde, ge-nişleme sürecinin ivmesinin korunmasının AB’nin çıkarına olduğunun teyit edilmesi ve ikili konuların katılım sürecini duraklatmaması ve bu konuların iyi komşuluk ilkesi çer-çevesinde ilgili taraflarca çözümlenmesi gerektiği yönündeki görüşe yer verilmesi de olumludur. Bu kapsamda Türkiye’nin bölgesel güvenlik, enerji tedariki ve medeniyetle-rarası diyalog konularında oynadığı anahtar role; Güney Kafkasya, Orta Doğu ve diğer bölgelerde istikrara katkıda bulunan girişimlerine, Ermenistan’la ilişkilerin normalleştiril-mesine ilişkin Protokollerin ve Nabucco Hükümetlerarası Anlaşması’nın imzalanmasına yer verilmektedir.

Gerek İlerleme Raporunda, gerek Genişleme Stratejisi Belgesinde katılım müzakereleri-nin daha çok çaba gösterilmesi gereken bir aşamaya geldiği tespiti yapılmakta ve re-formların hızının arttırılması gerektiği belirtilmektedir. Esasen Türkiye’nin reform süreci

Page 107: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

107

kapsamında özellikle son bir yıl içinde atmış olduğu adımlar, bu konudaki iradesinin ne denli kuvvetli olduğunun bir göstergesidir. Ulusal Programın kabulü; Sayın Egemen Bağış’ın Devlet Bakanı ve Başmüzakereci olarak atanması; Kürtçe TRT 6 kanalının 24 saat yayın yapmaya başlaması; TBMM’de “Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu” ku-rulması gibi kararlar ile Sayın Cumhurbaşkanımız (25-27 Mart 2009) ve Sayın Başba-kanımızın (18-20 Ocak 2009 ve 5-26 Haziran 2009) Brüksel’i ziyaretleri, Türkiye’de AB reform sürecine olan ilginin zayıfladığı yönündeki görüşlere en iyi cevapları teşkil etmektedir. Öte yandan, ilk toplantısını 18 Eylül 2003’te yapan ve 2009 yılı başına dek 13 kez toplanan Reform İzleme Grubu (RİG), sadece bu yıl içinde 4 kez toplanmıştır. Reform sürecinin kamuoyumuzca daha yakından izlenebilmesini teminen son iki top-lantısı Ankara dışındaki illerimizde yapılan RİG’in bir sonraki toplantısının önümüzdeki günlerde Konya’da düzenlenmesi öngörülmektedir. Benimle birlikte Sayın Devlet Bakanı ve Başmüzakerecimiz, Sayın Adalet Bakanımız ve Sayın İçişleri Bakanımızın katılımlarıy-la, siyasi reform çalışmaları gündemiyle toplanan RİG, demokrasi, hukukun üstünlüğü, temel hak ve özgürlükler konularındaki düzenlemeleri güçlendiren ve güvence altına alan kapsamlı mevzuat çalışmalarının sürdürülmesi ve etkin olarak uygulanmasını üst düzey-de takip etmekte ve yönlendirmektedir.

Genişleme konusunda, gerek Türkiye’ye yönelik taahhütler, gerek AB içinde süren tar-tışmalar tabiatıyla tarafımızdan yakından izlenmektedir. Tam üyelik, hukuki ve siyasi sonuç doğuracak şekilde, pek çok AB belgesinde yer almaktadır. AB Komisyonu’nun 2006 Genişleme Stratejisi Belgesi burada özellikle vurgulanmalıdır. Sözkonusu belge-de mevcut genişleme gündeminin Türkiye ve Batı Balkan ülkelerini içerdiği, keza AB Konseyi’nce bu ülkelere gerekli koşulları yerine getirmeleri halinde açık biçimde üyelik perspektifinin verildiği kuşkuya mahal kalmayacak netlikle ifade edilmektedir. Öte yan-dan, genişlemenin etkin biçimde sürdürülebilmesi için AB’nin öncelikle kendi iç kurum-sal reformunu tamamlaması gerektiği savı son dönemde AB içinde genel kabul görmek-teydi. Ancak, Lizbon Antlaşması’yla ilgili olarak sağlanan olumlu gelişmeler, kurumsal yapılanma bağlamında bu savın geçerliliğinin sorgulanabileceği yeni ve önemli bir döne-mecin başlangıcını teşkil etmektedir. Birliğin şeffaf ve demokratik niteliği ile kurumsal yapısını güçlendirmeyi, karar alma mekanizmalarını etkinleştirmeyi, AB vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerini daha da genişletmeyi amaçlayan Lizbon Antlaşması’nın önü-müzdeki bir veya iki ay içerisinde resmen yürürlüğe girmesi beklenmektedir. AB’yi tüzel kişiliğe de kavuşturacak Antlaşma neticesinde AB Konseyi Başkanlığı, Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilciliği ve Dış İlişkileri Servisi tesis edilmesi gibi önemli kurumsal değişiklikler meydana gelecektir. Antlaşmayla öngörülen değişiklikler, ülkemizi de yakından ilgilendiren siyasi, hukuki ve teknik nitelikte önemli unsurlar içermektedir. Her şeyden önce, Antlaşma’nın yürürlüğe girmesiyle, genişlemeye engel oluşturduğu kaydedilen kurumsal belirsizlik gerekçesi ortadan kalkmış olacaktır. Öte yandan, diğer hususların yanı sıra, Avrupa Parlamentosu ve ulusal parlamentoların rolü de güçlene-cektir. Böylelikle, AB’yle parlamenter ilişkilerimizin daha da geliştirilmesi gereksinimi

Page 108: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

108

artacaktır.

Küresel ekonomik kriz, enerji güvenliği, iklim değişikliği, insan kaçakçılığı, örgütlü suç ve terörizmle mücadele gibi küresel nitelikteki sorunların ülkelerin bireysel gayretleriyle çözülemeyeceği açıktır. Bu sorunların en etkili çözüm yöntemi şüphesiz uluslararası dayanışmadır. Türkiye’nin AB üyeliğinin geçerliliği ve gerekliliği de bu yaklaşımla ele alınmalıdır. AB’nin çeşitli nedenlerle kendisini yapay coğrafi ve düşünsel sınırlar içine kapatması kendisi için ciddi ekonomik, siyasi ve sosyal sorunlara yol açabilecek stratejik bir hata olacaktır. Keza AB, bu yönde alacağı bir kararla, genişleme sürecinin kendisine sağlayacağı sosyo-ekonomik kazanımlardan da mahrum kalacaktır. Tabiatıyla bu süreç ülkemizi de olumsuz etkileyecektir. Zira uluslararası etkinliğini yitirmiş, ekonomik ve siyasi etki alanı daralmış bir AB’nin hem mezkûr sorunlarla mücadele için etkinliği aza-lacak, hem de geleceğe dönük işbirliği vizyonu zayıflayacaktır.

AB, dünya tarihinin en önemli barış projelerinden biridir. Türkiye içinde yer almadıkça bu projenin tekemmül edemeyeceği, sadece AB içinde değil, yakın coğrafyamızda hatta dünya genelinde artan biçimde vurgulanmaktadır. Bu küresel desteğin bilinciyle hareket etmek ve reform sürecimizi kararlılıkla sürdürmek, AB içinde Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkanlara en güçlü yanıtı oluşturacaktır.

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ

Yarım yüzyılı aşkın bir süredir ortak değer ve idealleri paylaşan ve bunların ilerletilmesi için işbirliği yapmakta olan Türkiye ve ABD, iki yakın müttefik ve stratejik ortak olarak, yoğun bir ortak gündem çerçevesinde ilişkilerini sürdürmektedirler.

Türkiye ve ABD, Irak, Afganistan, Pakistan, Orta Doğu, Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya, Doğu Akdeniz, İran’ın nükleer programı meselesine diplomatik çözüm arayışları, terörle mücadele, enerji arz güvenliği ve küresel ekonomik kriz ile iklim değişikliği gibi çok geniş bir alanda, pek çok meselenin çözümü için işbirliği yapmaktadır. Bu işbirliği ve dayanış-ma, sadece iki ülkenin ulusal çıkarlarına hizmet etmekle kalmayıp, küresel ve bölgesel barış, istikrar ve huzurun sağlanmasına yönelik çabalara da önemli katkı sağlamaktadır.

Türkiye-ABD ilişkilerinde, Başkan Obama’nın liderliğindeki yeni ABD Yönetimi’nin işba-şına geldiği 2009 yılı Ocak ayından bu yana yapılan karşılıklı ziyaretlerle yeni bir ivme yakalanmıştır. Dışişleri Bakanı Clinton 7 Mart 2009 tarihinde ülkemizi ziyaret etmiştir. Başkan Obama ise göreve başladıktan sonra ilk deniz aşırı ikili resmi ziyaretini 5-7 Nisan 2009 tarihlerinde ülkemize yapmıştır. Bu ziyaretler, iki ülke arasında karşılıklı güven ve birlikte çalışma iradesinin en üst düzeyde teyidine imkân sağlamıştır. Ziyareti sırasında Başkan Obama iki ülke ilişkilerini “Model Ortaklık” olarak tanımlamıştır.

İki ülke arasındaki ekonomik, ticari, yatırım ve teknolojik ilişkilerin ve işbirliğinin, siyasi, askeri ve güvenlik alanında ulaşılan düzeye çıkarılabilmesi amacıyla sürdürülen çalış-malar devam etmektedir. ABD yatırımlarının ülkemize çekilmesi ile ekonomik ve ticari ilişkilerin yanı sıra bilimsel ve teknolojik işbirliğinin arzu edilen seviyeye yükseltilmesi konusunda en yüksek düzeyde ortak bir anlayışa varılmış olup, bu yöndeki çabaların

Page 109: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

109

önümüzdeki dönemde fiiliyata geçirilmesi beklenmektedir.

ABD’yle işbirliğimizin, ortak değerler, ortak dış politika gündemimiz ve ulusal çıkarları-mız çerçevesinde, güçlendirilerek devam ettirilmesi öncelikli dış politika hedeflerimizden biri olmaya devam etmektedir.

AVRUPA ÜLKELERİ

Almanya’yla uzun bir geçmişi ve derin bir işbirliği boyutu bulunan ilişkilerimizin her alan-da geliştirilmesine büyük önem atfediyoruz. Nitekim işbirliğimizin daha da artması her iki ülkeye de uzun vadede yarar sağlayacaktır.

Dönemin Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier’in davetine icabetle 15-17 Haziran 2009 tarihlerinde Almanya’ya yaptığım ziyaret başarılı geçmiştir. Bu ziyaretim dışında, Türkiye ve Almanya arasında gerek Meclisler gerek diğer Bakanlıklar düzeyinde çok sayıda ziyaret yapılmıştır.

Alman Hükümetleri başından itibaren Türkiye’nin AB yolunda ilerlemesine destek ver-miştir. Almanya’nın uzun vadede Türkiye’nin AB’ne katılımını bir devlet politikası olarak destekleyeceğini düşünmekteyiz. Alman yetkililerle temaslarımızda ahde vefa ilkesi-ne bağlı kalmaları gerektiğini vurguluyoruz. Her yıl 4,5 milyon civarında Alman turis-ti ülkemizde ağırlıyoruz. 70 binin üzerinde Alman vatandaşı sürekli ikametgâhı olarak Türkiye’yi seçmiştir. Bunun halklarımız arasındaki dostluğun gelecek kuşaklara taşınma-sında büyük katkısı vardır.

Almanya’da 3 milyona yakın vatandaşımız yaşamaktadır. Bu vatandaşlarımız iki ülke ara-sında bir köprü vazifesi görmektedir. Vatandaşlarımızın büyük çoğunluğu Almanya’ya gereğince uyum sağlamışlardır, önemli görevlerde bulunmaktadırlar. Öte yandan, Almanya’da yaşayan vatandaşlarımızın yaşamlarını olumsuz yönde etkileyen bazı mev-zuat değişikliklerinden duyduğumuz rahatsızlık, tüm düzeylerde yaptığımız temaslarda Alman makamlarının dikkatine getirilmektedir.

Almanya ayrıca ülkemizin en büyük Avrupalı ticaret ortağıdır. 2008 yılında dış ticaret hacmimiz 31 milyar Dolar’ı aşmıştır.

Avrupa’nın önemli ve ağırlıklı ülkelerinden bir diğeri olan İngiltere ile ülkemiz arasında köklü tarihi bağlar mevcuttur. NATO müttefikimiz olan, siyasi ve ekonomik alanda ge-leneksel olarak iyi ilişkiler içinde bulunduğumuz İngiltere, AB’yle ilişkilerimizde yapıcı bir rol üstlenmiş; Müzakere Çerçeve Belgesinin, beklenti ve hassasiyetlerimizi dikkate ala-rak oluşturulmasında kilit rol oynamıştır. Özellikle Avrupa’da yaşanan değişim sürecinde Türkiye’nin Batı sistemi içinde yer alması gerektiği görüşünü savunmaktadır.

İngiltere, son dönemde, başta radikal terör olmak üzere, iltica, yasadışı göç, uyuşturucu ve insan kaçakçılığı gibi suçlar, ayrıca enerji arzı güvenliği ve iklim değişikliği konularına verdiği önem çerçevesinde ülkemizle mevcut işbirliğini genişletmeye yönelmiştir.

İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in 13-16 Mayıs 2008 tarihlerinde 37 yıllık aradan son-ra ikinci kez olarak ülkemize yaptığı devlet ziyareti İngiltere’nin Türkiye ile ilişkilerine

Page 110: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

110

ve bu münasebetlerin gelişmesine verdiği önemin bir göstergesi olmuştur. Bu ziyaret Kraliçe’nin 1971 yılındaki ziyaretinin ardından ülkemize ikinci ziyaretidir.

Sayın Başbakanımızın 23 Ekim 2007 tarihinde İngiltere’yi ziyareti sırasında “Türkiye – İngiltere Stratejik Ortalık Belgesi 2007/08” kabul edilmiştir. Bu belgeyle, mevcut ilişkilerimize “stratejik” boyut kazandırılmış, ikili konuların yanısıra yakın coğrafyamızda istikrarın artırılması, ekonomik gelişimin teşvik edilmesine yönelik işbirliği anlayışı pekiş-tirilmiştir. Bu bağlamda İngiltere’nin ülkemizin bölgesel konulara ve ihtilaflara müspet ve yapıcı yaklaşımını takdirle karşıladığı ve desteklediği görülmektedir.

İngiltere Parlamentosundaki Türkiye Dostluk Gurubunun üye sayısı 140’a ulaşmıştır. Dostluk Grubu, üye dağılımı açısından hem Avam Kamarasını, hem Lordlar kanadını, hem de 3 büyük partiyi temsil eder niteliktedir. Ayrıca İşçi Partisi ve Muhafazakâr Parti bünyesinde kurulan “Türkiye’nin Dostları” grupları bulunmaktadır.

İngiltere’nin ülkemizin AB’ne üyelik sürecine desteğinin hem İşçi Partisi, hem Muhafa-zakâr Parti tarafından dile getirildiğini müşahede etmekteyiz. Bu da ülkemizin AB üyeliği-nin İngiltere’nin küresel dış politika vizyonunun bir parçası olduğunu ve süreklilik unsuru taşıyacağını ortaya koymaktadır.

İngiltere terörle mücadele konusunda Avrupa’da ülkemizi en iyi anlayan ülkeler arasında yeralmakta, ülkemizi hedef alan terör saldırıları karşısında ülkemize destek verici nite-likte açıklamalarda bulunmaktadır. İngiltere’de 2000 tarihli Terörizm Yasası uyarınca yasaklanmış bulunan ulusal ve uluslararası terör örgütleri listesinde PKK/KONGRA-GEL, DHKP-C ve TAK terör örgütleri yeralmaktadır.

2008 yılında İngiltere’yle ikili ticaretimiz, 8,2 milyar Dolar’ı ihracatımız, 5,3 milyar Dolar’ı ise ithalatımız olmak üzere, toplam 13,5 milyar Dolar düzeyinde gerçekleşmiştir. İngiltere, Türkiye’nin dış ticaretinde fazla verdiği ve ihracatını sürekli artırdığı gelişmiş ülkelerden biri olma özelliğini korumaktadır.

Enerji alanında İngiltere’yle sürdürülen işbirliği ve karşılıklı görüş alışverişine yönelik temaslar iki ülke arasındaki Düzenli Enerji Diyaloğu Mekanizması toplantıları ve bu me-kanizma kapsamındaki alt çalışma grubu faaliyetleri çerçevesinde gelişmektedir. Enerji Diyaloğunun Dördüncü Toplantısı 14 Eylül 2009 tarihinde Ankara’da düzenlenmiştir.

İngiltere, Avrupa enerji güvenliğine hizmet etmesi öngörülen Türkiye üzerinden geçişli petrol ve doğalgaz boru hatları gibi ülkemizin stratejik önemini daha belirgin hale geti-recek projeleri dikkatle izlemekte ve AB içinde bu projelere yönelik destek vermektedir. İngiliz makamları etkin bir şekilde işlemekte olan enerji diyalogu mekanizmasına benzer bir şekilde iklim değişikliği konusunda da iki ülke arasında bir mekanizma oluşturulması önerisinde bulunmuştur.

ABD’den sonra lisans ve lisansüstü öğrenim görmek üzere en fazla öğrencimizin bulun-duğu ülke İngiltere’dir. 2008 yılı itibariyle Türkiye’den 230 burslu, 1450 özel öğrenci İngiltere’deki üniversitelerde öğrenim görmektedir.

Page 111: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

111

Sayın Başbakanımız 2 Nisan 2009’da yapılan G-20 Londra Zirvesi vesilesiyle İngiltere’yi ziyaret etmiştir. Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcımız Sayın Ali Babacan, selefim olduğu dönemde İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband’in davetine icabetle, 14-15 Nisan 2008 ve 6-8 Kasım 2008 tarihlerinde İngiltere’ye resmi birer ziyaret gerçekleş-tirmiştir.

İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband, Kraliçe II. Elizabeth’in Mayıs 2008’deki resmi ziyaretinde Kraliçe’ye refakat etmiş ayrıca Mayıs 26-27 Mayıs ve 4-5 Kasım 2009 ta-rihlerinde ülkemizi ziyaret etmiştir. Ben de önümüzdeki dönemde İngiltere’ye resmi bir ziyaret yapmayı planlıyorum.

Köklü tarihi bağlara sahip olduğumuz Fransa’yla ilişkilerimize önem vermekteyiz. Ülke-lerimiz arasındaki dostluk ilişkileri dört yüz yıldan fazla bir süredir devam etmektedir. Zengin bir tarihi geçmişe ve mirasa sahip olan ikili ilişkilerimizin, halklarımızı birbirine yakınlaştıran sosyal, ekonomik ve kültürel boyutları bulunmaktadır. Fransa’da yaşayan yaklaşık 500 bin civarındaki vatandaşımız ilişkilerimizin diğer önemli bir unsurunu teşkil etmektedir. Bu çerçevede, Fransa’yla işbirliğinin her alanda geliştirilmesinde ülkemizin stratejik çıkarı bulunduğuna inanıyorum.

Ülkemizin temel dış politika öncelikleri arasında başta gelen AB tam üyelik hedefimiz dikkate alındığında, AB içindeki ağırlıklı ve belirleyici konumuyla Fransa, AB katılım sürecimizde kilit öneme sahiptir. Geçmiş Fransız Hükümetlerinin, inişli çıkışlı da olsa, Türkiye’ye AB üyelik perspektifi verilmesi konusunda yapıcı bir tutum sergilemiş olduk-ları görülmektedir.

Bugüne baktığımızda ise, Fransa, AB ülkeleri içinde, genişlemenin ve bu bağlamda ülke-mizin AB üyeliğinin en hararetli biçimde tartışıldığı ülkedir. Fransa, müzakere sürecimiz-de ilave 5 faslın müzakereye açılmasını engellemekteyken, 2008 yılının ikinci yarısında üstlendiği AB Dönem Başkanlığı döneminde, iki faslın açılmasını sağlayarak müzakere-lerin sürdürülmesine destek vermiştir. Dönem Başkanlığının bitiminden sonra ise, AB üyeliğimize muhalefetini her vesileyle ve her düzeyde tekrar etmeyi sürdürmektedir.

Diğer taraftan, Fransa Ulusal Meclisi’nde 2006 Ekim ayında kabul edilen ve hem kamu-oyumuzu ve Fransa’da yaşayan vatandaşlarımızı derinden yaralayan, hem de Türkiye-Fransa ilişkilerini olumsuz yönde etkilemiş olan “Ermeni soykırımının inkârının cezalan-dırılması” konulu yasa teklifinin bilahare Senato gündemine alınmamış olması kaydedil-miştir. Aralık 2008’de, Fransa Ulusal Meclis Genel Kurulunda Hükümeti temsilen sözlü soruları yanıtlayan İçişleri ve Yerel Yönetimler Devlet Sekreteri, Alain Marleix (Bakan düzeyindedir), hükümetinin yasa teklifinin Senato gündemine kaydedilmesine taraftar olmadığını resmen beyan etmiştir. Öte yandan, Sayın Cumhurbaşkanımızın Erivan ziya-retiyle başlayan Türkiye ile Erivan arasındaki yakınlaşma Fransız kamuoyunda olumlu bir yankı bulmuştur. Nitekim, Devlet Sekreteri Alain Marleix, yukarıda bahsekonu açıklama-sında, tarafımızdan başlatılan bu sürece zarar vermemeyi, hükümetinin ülkemize yönelik yeni tutumunun gerekçelerinden biri olarak ifade etmiştir.

Page 112: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

112

Fransa’yla birçok alanda işbirliğini daha ileriye götürebileceğimiz köklü ilişkilerin, Fransız siyasi çevrelerinin ülkemizi iç politika konularına alet etmeleriyle bağlı sorunların gölge-sinde kalabildiği değerlendirilmektedir. Bu bakımdan, 1 Temmuz 2009 - 31 Mart 2010 dönemini kapsayan 9 aylık sürede, ülkenin önemli şehirlerinde 400 civarında sanat ve kültür faaliyeti düzenlenmesini içeren ve Fransız yönetimiyle ortaklaşa düzenlenen Fransa’da Türkiye Mevsimi etkinlikleri, Fransız kamuoyunun Türk Kültürünü ve insanını daha yakından tanımasına imkân veren önemli bir kamu politikası girişimimizi oluştur-muştur.

Türkiye Mevsimi etkinlikleri kapsamında, Sayın Cumhurbaşkanımız, Cumhurbaşkanı Ni-colas Sarkozy’nin resmi davetlisi olarak, 7-9 Ekim 2009 tarihlerinde Fransa’yı ziyaret etmiş ve Cumhurbaşkanı Sarkozy’yle birlikte, Paris’in en önemli sanat mekânlarından Grand Palais’de “Bizans’tan İstanbul’a: İki Kıtanın Limanı” adlı serginin açılışını yapmış-tır. Ben de 6 Kasım 2009 tarihinde Fransa’ya bir çalışma ziyareti yaparak, mevkidaşım Kouchner’le görüştüm.

Fransa, 1963 yılında ayrılmış olduğu NATO’nun askeri kanadına, ittifakın Nisan 2009’da Strasbourg/Kehl’de düzenlenen 60. Yıldönümü Zirvesi’nde ülkemizin de vermiş olduğu onayla geri dönmüştür. Türkiye-Fransa ilişkilerindeki güven bunalımını aşmak amacıyla atılan adımlara ilaveten bu gelişme de, Fransa’yla Türkiye arasındaki müttefiklik ilişkile-rinin yeniden canlandırılmasına imkân sağlamıştır.

Türkiye ve İtalya arasında da tarihe dayanan köklü ilişkiler bulunmaktadır. Dost ve müt-tefik bir Akdeniz ülkesi olarak değerlendirdiğimiz ve yoğun ilişkiler içinde bulunduğumuz İtalya’yla süregelen çok boyutlu ilişkilerimiz mevcuttur. İtalya ve Türkiye, ekonomik açıdan birbirleri için vazgeçilemeyecek işbirliği ortaklarıdır.

Ülkemizin AB üyeliğini destekleyen ülkelerin başında gelen İtalya, bu desteğini 2009 yılı içinde yapılan karşılıklı üst düzey ziyaretler sırasında da en üst seviyede teyid etmiştir.

İtalya’yla siyasi, ekonomik ve ticari ilişkilerimiz hem nitelik, hem hacim itibariyle giderek gelişmektedir. Ticaret hacmimiz 2008 yılı sonu itibariyle 18,8 milyar Dolar civarında gerçekleşmiştir. İtalya’nın Agusta Aerospace firması ile TAİ arasında 2007 yılında im-zalanan 3 milyar Dolarlık ATAK Helikopteri Tedarik Sözleşmesi, savunma sanayi ilişkile-rinde son dönemde kaydedilen ilerlemenin göstergesidir.

Giderek büyüyen ekonomik ilişkilerin yanısıra, İtalya Dışişleri Bakanlığıyla yürüttüğümüz siyasi istişareler yapıcı bir işlev görmekte, turizm ve kardeş şehir ilişkileri gelişmekte ve genelde Türkiye’yi konu alan konferans, seminer, ekonomik veya diğer toplantılarda memnuniyet verici bir artış olduğu gözlemlenmektedir.

Türkiye’deki Stratejik Araştırmalar Merkezi ile İtalyan jeopolitik düşünce kuruluşu LIMES ve İtalyan Unicredit Bankası’nın işbirliğiyle, her yıl düzenli olarak benim ve İtalyan mev-kidaşımın eş-başkanlığında düzenlenen Türk-İtalyan Forumu toplantıları bu bağlamda somut bir örnek olarak verilebilir.

Page 113: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

113

Son olarak, Türk - İtalyan Forumu V. Toplantısı selefim Sayın Ali Babacan ve İtal-yan mevkidaşı Frattini’nin katılımlarıyla 5 Kasım 2008 tarihinde Roma’da yapılmıştır. Forum’da Türkiye ve İtalya, Akdeniz’e ilişkin ortak politikaları, uluslararası mali piyasa-larda yaşanan kriz, Türkiye’nin AB’ye katılım müzakereleri sürecine İtalya’nın katkıları ele alınmış; ayrıca, önümüzdeki dönemde Türkiye ile İtalya’nın ARTE (Fransız-Alman ortak kanalı) benzeri ortak yayın organı kurmaları ve Avrupa’daki kültürel farklılıkların giderilmesine katkıda bulunmak amacıyla ortak projeler geliştirilmesi ele alınmıştır.

Türk-İtalyan Forumu Altıncı Toplantısı’nın, Cumhurbaşkanı Giorgio Napolitano’nun 17 Kasım günü başlayan ülkemizi ziyareti vesilesiyle 18 Kasım günü İstanbul’da yapılması öngörülmektedir.

Bir diğer ikili diyalog forumu olan Türk-İtalyan Medya Forumu’nun İkinci Toplantısı 17-18 Nisan 2009 tarihlerinde İstanbul’da yapılmıştır. Medya Forumu toplantıları önde gelen basın temsilcileri başta olmak üzere, iki ülke sivil toplum kuruluşlarını bir araya getirmekte ve “Friendship Union Between Italy and Turkey” isimli dernek tarafından organize edilmektedir.

İtalya-Türkiye Dostluk Grubu İtalyan Parlamentosunda Senatör Di Girolamo başkanlığın-da 2009 Mayıs ayında oluşturulmuştur.

Sayın Başbakanımızın 2007 Kasım ayında, İtalya Başbakanı Prodi’nin davetine icabetle İtalya’yı ziyareti sırasında İtalyan tarafı, Fransa, Almanya ve İspanya’yla gerçekleştir-dikleri formatta olmak üzere, her yıl iki ülkeden ilgili Bakanların da katılımıyla Başba-kanlar riyasetinde İtalya-Türkiye zirvesi yapılmasını önermiş, Sayın Başbakanımız bu öneriyi kabul etmiştir. Türkiye-İtalya Hükümetlerarası Zirve toplantılarının ilki 12 Kasım 2008’de İzmir’de yapılmıştır. Bu çerçevede, Türkiye ile İtalya arasında mevcut stratejik ortaklık, İzmir Zirvesi’yle bir kez daha en üst düzeyde teyit edilmiştir.

Zirve’de Türkiye’de bir Türk-İtalyan üniversitesinin kurulmasını öngören bir anlaşma imzalanmış olması da kültürel alandaki işbirliğinin önemli bir aşamasını oluşturmaktadır

Ülkemiz ile İtalya arasında Zirve toplantılarının başlatılmış olmasının ülkelerimiz arasında son dönemde giderek yoğunluk ve derinlik kazanan ilişkilerimizin kurumsal bir çerçeveye kavuşturduğunu düşünüyorum. İkinci Zirve toplantısı 16 Aralık’ta Roma’da yapılacaktır.

Önümüzdeki dönemde de, İtalya’yla mevcut “İkili İlişkilerin ve İşbirliğinin Güçlendirilme-sine Yönelik Strateji Belgesi” çerçevesindeki çalışmalarımıza devam etmeyi öngörüyo-ruz.

AB ülkeleri içinde, AB üyeliğimize olumlu bakan ve destekleyen ülkeler arasında İspanya’nın ön sıralarda yer aldığı görülmektedir. Türkiye ile İspanya arasında diplomatik ilişkilerin tesis edilmesinin 225. Yıldönümü geçen sene kutlanmıştır.

İspanya’yla ikili ilişkilerimiz, 2006 yılında imzalanan “Türkiye ile İspanya Arasında İkili İlişkilerin Güçlendirilmesine Yönelik Strateji Belgesi” çerçevesinde, geliştirilmeye devam edilmiştir.

Page 114: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

114

Sayın Başbakanımız ile İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero, Batı ile İs-lam toplumları arasında gittikçe arttığı gözlenen anlayış eksikliğinin önüne geçilmesi ve farklı medeniyetler arasındaki ortak noktalara görünürlük kazandırmak amacıyla 2005 Temmuz ayında BM Genel Sekreteri tarafından yapılan bir açıklamayla hayata geçirilen “Medeniyetler İttifakı Girişimi”nin eş-sunuculuğunu yapmaktadırlar.

Sayın Başbakanımız, 13-16 Ocak 2008 tarihlerinde İspanya’yı ziyaret ederek, Madrid’de düzenlenen Medeniyetler İttifakı I. Forum toplantısına katılmış ve ikili görüşmelerde bu-lunmuş; İspanya Başbakanı Zapatero da ülkemizin evsahipliğinde 6-7 Nisan 2009 tarih-lerinde İstanbul’da gerçekleştirilen Medeniyetler İttifakı II. Forum toplantısına katılmıştır.

Medeniyetler İttifakı II. Forum Toplantısı’ndan hemen önce, 5 Nisan 2009’da İstanbul’da “Türkiye-İspanya Hükümetlerarası Birinci Zirvesi” yapılmıştır. Zirve’ye, iki ülke Başba-kanlarının yanısıra, Dışişleri, Savunma, İçişleri, Sanayi - Turizm ve Ticaret, Bayındırlık Bakanlarının yer aldıkları üst düzey heyetler katılmıştır. Zirve’de, Sayın Başbakanların huzurunda, iki ülke arasındaki işbirliğinin güçlenmesine katkı sağlayacak bir dizi an-laşma imzalanmıştır. “Türkiye-İspanya Hükümetlerarası İkinci Zirvesi” Şubat 2010’da İspanya’da yapılacaktır.

Türkiye-İspanya Hükümetlerarası Zirvesi öncesinde, 4 Nisan 2009 günü Sabancı Müzesi’nde, Sabancı Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü ile merkezi Barselona’da bulunan Akdeniz Avrupa Enstitüsü işbirliğinde, her iki ülkeden siyasetçi, işadamı, aka-demisyen, entelektüel ve parlamenterlerin katılımıyla, Akdeniz Bölgesi’ne ve Türkiye-İspanya ilişkilerine odaklanan bir konferans düzenlenmiştir. Konferans, selefim Sayın Ali Babacan ile İspanyol mevkidaşı Sayın Moratinos tarafından Zirve sırasında imzalanan Mutabakat Muhtırası uyarınca, bundan böyle iki ülke arasında düzenli olarak her yıl gerçekleştirilecek sivil toplum diyaloğu niteliğindeki “Türkiye-İspanya Forumu”nun ilk ayağını oluşturmuştur.

Temmuz 2007 genel seçimlerinden sonra TBMM’de Türkiye-İspanya Dostluk Grubu ye-niden teşkil edilmiş ve Başkanlığını bir kez daha Sayın Afif Demirkıran üstlenmiş; İspan-ya Temsilciler Meclisindeki İspanyol kanadı da 9 Mart 2008 genel seçimlerini takiben kurulmuştur. Başkanlığına, Halkçı Parti (PP) mensubu Ana Maria Pastor Julia ile Başkan Yardımcılığına, Bask Milliyetçi Partisi (PNV) mensubu Jose Ramon Beloki Guerra geti-rilmiştir. İspanya-Türkiye Dostluk Grubu 7-11 Ekim 2009 tarihlerinde ülkemizi ziyaret etmiştir.

Son olarak ben de, mevkidaşım Miguel Angel Moratinos’un davetine icabetle 14-16 Kasım 2009 tarihlerinde İspanya’yı ziyaret ettim. Bu ziyaretim, iki ülkeyi ilgilendiren bölgesel ve uluslararası meselelerin yanısıra, İspanya’nın 1 Ocak 2010 tarihinde devra-lacağı AB Dönem Başkanlığı öncesinde bu ülkenin AB tam üyelik müzakere sürecimize yapabileceği katkıları ele almamız bakımından da yararlı ve zamanlı olmuştur.

Türkiye ve Portekiz arasındaki ilişkiler de rahat ve pürüzsüz bir seyir izlemekte olup, iki ülke arasında herhangi bir anlaşmazlık veya sorun bulunmamaktadır. İki ülke kamuoyu

Page 115: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

115

da, farklı kültür, dil, din ve medeniyetlere mensup olmalarına rağmen birbirine sempa-tiyle bakmaktadır. Transatlantik ilişkiler, NATO üyeliği, Akdenizlilik kimliği gibi Türkiye ve Portekiz’i ortak paydada birleştiren olgular ikili ilişkilere olumlu yansımaktadır. Son olarak, Portekiz Cumhurbaşkanı Anibal Cavaco Silva 11-15 Mayıs 2009 tarihlerinde ülkemizi ziyaret etmiştir.

Portekiz, dünyanın esas gündemini teşkil eden ama coğrafî uzaklık gereği yeterince bil-gi birikimine sahip olmadığı, RF-Gürcistan uyuşmazlığı, Irak’taki gelişmeler, Ortadoğu, İran, Pakistan ve Afganistan’daki durum, Balkanların geleceği gibi konularda en güncel ve doğru bilgiyi alabileceği ülkelerin başında Türkiye’yi görmektedir.

Portekiz AB’nin genişlemesinden yanadır. Ülkemizin AB’ne üyelik sürecine vermekte olduğu desteği, hem 2007’nin ikinci yarısında yürüttüğü Dönem Başkanlığı sırasında, hem de bunu izleyen dönemde devam ettirmiştir. Portekiz, kendi üyelik sürecinde ülke-mizin şu anda karşılaşmakta olduğu güçlüklerin bir kısmını yaşamış olduğundan, iktidarı ve muhalefetiyle ülkemizin üyelik sürecine samimi yaklaşmakta ve AB’nin Türkiye’ye karşı taahhütlerinde “sadakat” ilkesi çerçevesinde hareket etmesi gerektiğini her vesi-leyle vurgulamaktadır.

Portekiz, PKK terör örgütünün eylemleri hakkında tıpkı Kıbrıs konusunda olduğu gibi ön alıcı tavır takınmamaktadır. Gerek basında, gerek kamuoyunda bu konular diğer Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi fazla işlenmemektedir.

Portekiz Ulusal Meclisi’nde, 1915 olaylarına ilişkin herhangi bir karar alma girişiminin vuku bulmamış olması örnek bir durumdur. Meclis Başkanı Jaime Gama’nın, “Portekiz Parlamentosundan böyle bir karar çıkması düşünülemez” şeklindeki ifadeleri Bakanlığım kayıtlarında yer almaktadır. Merkezi Lizbon’da bulunan ve Avrupa’nın en varlıklı vakfı olan, kültür ve sanat konuları dışında ülke siyasetinde de hatırı sayılır ağırlığı bulunan Gülbenkyan Vakfı dahi bu yönde bir faaliyette şimdiye kadar bulunmamış, bilakis birçok konuda Büyükelçiliğimizle işbirliği içinde hareket etmiştir.

Askeri açıdan bakıldığında, iki ülkenin NATO’daki köklü işbirliği deneyimi ilişkileri olum-lu yönde etkilemektedir. Son dönemde gerçekleştirilen Kuvvet Komutanı düzeyindeki ziyaretler ilişkilere farklı bir ivme kazandırmaktadır. Son olarak, Portekiz Milli Savunma Bakanı Severiano Teixeira 24-25 Haziran 2009 tarihlerinde ülkemize, Genelkurmay Baş-kanı Sayın İlker Başbuğ, Eylül 2009’da Portekiz’e ziyarette bulunmuştur.

Tarihi ilişkilere sahip olduğumuz bir diğer ülke Hollanda’dır. Bu ülkeyle ikili ilişkilerimizin kökleri 17. yüzyıla dayanmaktadır. 2012 yılında ülkelerimiz arasında diplomatik ilişkile-rin kurulmasının 400. yılı kutlanacaktır. Hollanda’yla çok taraflı platformlarda işbirliğimiz bulunmaktadır.

Hollanda’da 400 bine yakın vatandaşımızın yaşıyor olması ilişkilerimizin önemli bir veç-hesini oluşturmaktadır.

Page 116: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

116

Yüzölçümü ve nüfusu küçük olmakla beraber, ekonomik açıdan güçlü olan Hollanda ile Türkiye arasındaki ekonomik ve ticari ilişkiler gelişmekte, Hollanda iş çevrelerinin Türkiye’ye yönelik ilgisi artmaktadır. Hollanda, geleneksel olarak Türkiye’nin ticaret or-takları arasında ön sıralardadır. Hollanda’yla ikili ticaretimizin hacmi 2008 yılında, 3,14 milyar Doları ihracat ve 3,05 milyar Doları ithalat olmak üzere, 6,19 milyar Dolar düze-yinde gerçekleşmiştir.

Hollanda ile temel konularda görüş birliği ve işbirliğimiz mevcuttur. Özellikle ticari ve ekonomik açıdan yoğun ikili bağlarımız bulunan Hollanda, ülkemizdeki en büyük yatırım-cı ülke konumundadır.

Avrupa Birliği’nin nüvesini oluşturan Avrupa Ekonomik Topluluğunun kurucu ülkelerin-den olan Hollanda için AB dış politikada öncelikli bir yere sahiptir. Hollanda, “adil ama katı” şeklinde tabir ettikleri bir yaklaşımla AB üyelik sürecimizi desteklemektedir. Bu çer-çevede, Hollanda gerekli koşulları yerine getirmemiz halinde AB’ye üye olabileceğimizi, AB’nin de taahhütlerine sadık kalması gerektiğini vurgulamaktadır. Hükümet ayrıca, mü-zakere sürecinde “oyunun kurallarının” değiştirilmemesi gerektiğini dile getirmektedir.

Türkiye ile Hollanda arasında, AB üyelik sürecimizin desteklenmesi bağlamında, iki ülke arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesi ve danışma mekanizması tesis edilmesi hakkında bir Mutabakat Muhtırası imzalanmıştır. İki ülke Dışişleri Bakanları tarafından, 25-27 Mart 2008 tarihlerinde Hollanda’da imzalanan “Türkiye – Hollanda İlişkilerinin Güçlen-dirilmesi ve bu çerçevede Türkiye – Hollanda Konferansı Kurulmasına İlişkin Mutaba-kat Muhtırası” başlıklı metin uyarınca oluşturulan Türkiye-Hollanda Konferansının açılış toplantısı da aynı tarihlerde yapılmıştır. Dışişleri Bakanları başkanlığındaki bu danışma mekanizması çerçevesinde iki ülkenin kamu kurumları, meslek kuruluşları ve hükümet dışı örgütlerinin arasında görüşmeler yapılması öngörülmüştür.

Türkiye-Hollanda Konferansı ikinci toplantısı için Dışişleri Bakanı Maxime Verhagen, 10 Ekim 2008 tarihinde ülkemizi ziyaret etmiştir. Dışişleri Bakanı Maxime Verhagen’in davetine icabetle 7 Ekim 2009 tarihinde Lahey’e yaptığım çalışma ziyareti sırasında da, Hollandalı mevkidaşımla birlikte, Türkiye-Hollanda Üçüncü Konferansı’nın açılışını yaptık. Konferans çerçevesinde, Milli Eğitim, Kültür ve Turizm, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlıklarından Müsteşar Yardımcıları ve üst düzey bürokratlardan oluşan teknik he-yetler, Hollandalı karşıtlarıyla ayrı çalışma grupları halinde, eş zamanlı paralel toplantı-larda bir araya gelerek, ülkelerimiz arasında eğitim, kültür ve enerji alanlarındaki işbirliği olanaklarını ele almışlardır.

Belçika’yla siyasi ilişkilerimiz geleneksel olumlu çizgisini korumaktadır. Bunda, iki ülke-nin müttefik olmasının yanısıra, dış politika çıkarları arasında herhangi bir çatışmanın bulunmaması rol oynamaktadır. Belçika’daki yaklaşık 95.000’i çifte uyruklu, 180.000 vatandaşımızın mevcudiyeti de ikili ilişkilere olumlu yansımaktadır.

Belçika AB üyeliğimizi desteklemektedir. Bu destek, çeşitli defalar üst düzeyde dile getirilmiş, Belçika Dışişleri Bakanlığının yıllık faaliyet raporunda dahi teyit edilmiştir.

Page 117: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

117

Bununla birlikte, Belçika iç siyaset sahnesinde, genişlemeye veya özelde Türkiye’nin üyeliğine olumlu bakan, bu konuda net bir tavır almayan veya üyeliğimize açıkça karşı çıkan partiler mevcuttur.

Belçika’yla ticaret hacmimiz 2007 yılında 4,6 milyar Dolar iken, 2008’de yaşanan kü-resel mali-ekonomik krize rağmen 5,2 milyar Doları aşmıştır. Belçika, geçtiğimiz yıllarda ülkemizde en çok doğrudan yatırım yapan ülkeler arasında yer almıştır.

Karşılıklı üst düzey ziyaretler kapsamında son olarak, Sayın Cumhurbaşkanımız 25-27 Mart 2009 tarihleri arasında Belçika’ya yaptığı çalışma ziyareti sırasında, 26 Mart günü, Belçika Dışişleri Bakanı Karel De Gucht’ü kabul etmiş, aynı gün Kral II. Albert’le de başbaşa bir görüşme yapmıştır. Sayın Başbakanımız, “Crans Montana Forumu 20. Yıllık Oturumu” vesilesiyle 24-27 Haziran 2009 tarihlerinde Belçika’yı ziyaret etmiş ve Baş-bakan Herman Van Rompuy’u kabul etmiştir.

Sayın Cumhurbaşkanımızın, Kral II. Albert’i 2010 yılı içinde ülkemize resmi ziyarette bu-lunmaya davet eden mektubu, 2009 Haziran ayında Belçika makamlarına iletilmiş olup, halen yanıt beklenmektedir.

Kilis Milletvekili Hasan Kara Başkanlığındaki TBMM Türkiye-Belçika Parlamentolararası Dostluk Grubu 17 Ocak 2008 tarihinde kurulmuştur. Aynı ay ise, Belçika Parlamen-tosunda da, Flaman Hıristiyan Demokrat Parti üyesi Türk asıllı Milletvekili Hilal Yalçın Başkanlığında Belçika–Türkiye Dostluk Grubu oluşturulmuştur.

Lüksemburg’la ikili ilişkilerimizde herhangi bir olumsuzluk mevcut değildir. Lüksemburg, AB’ye katılım sürecimize destek vermekte, diğer taraftan, AB içinde ülkemiz bağlamın-da uyumlu ve uzlaştırıcı olmaya özen göstermektedir. Bu çerçevede, özellikle Almanya ile Fransa’nın yaklaşımlarına son derece duyarlı bir tutum izlemektedir.

Son olarak, Selefim Sayın Ali Babacan, Lüksemburg Başbakan Yardımcısı, Dışişle-ri ve Göç Bakanı Jean Asselborn’un davetine icabetle, 9-10 Şubat 2009 tarihlerinde Lüksemburg’a resmi bir ziyarette bulunmuştur. Jean Asselborn ise, İstanbul’da 6-7 Nisan 2009 tarihlerinde düzenlenen “Medeniyetler İttifakı” 2’nci forum toplantısına ka-tılmıştır.

Danimarka’yla ilişkilerimiz de olumlu bir seyir izlemektedir. Danimarka’yla, bu ülkede aldığı lisansla yayın yapan terör örgütü bağlantılı Roj TV’nin faaliyetlerinin engellenmesi konusu başta gelmek üzere birçok alanda temaslarımız sürmektedir.

İsviçre’yle ilişkilerimiz de hızla gelişmektedir. Son dönemde İsviçre Hükümeti ülkemizle ikili ilişkilere büyük önem verdiğini belirtmektedir. İsviçre dış politikası açısından öncelik-li ülkeler arasında isim vermek suretiyle Türkiye de yer almaktadır. Öte yandan, ülkemiz ile Ermenistan arasında diplomatik ilişkilerin tesisine ve ikili ilişkilerin geliştirilmesine iliş-kin protokollerin 10 Ekim 2009 tarihinde Zürih’te imzalanmasına uzanan süreçte İsviçre de “kolaylaştırıcılık rolünü” üstlenmiştir.

Benzer şekilde, İsveç’le de ilişkilerimiz son yıllarda büyük gelişme göstermiş, siyasi iliş-kilerde kaydedilen ivme sonucu üst düzey ziyaretlerde bir artış yaşanmıştır. Bu çerçeve-

Page 118: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

118

de 13 Mayıs 2009 tarihinde, Dışişleri Bakanı Bildt’in İsveç’in AB dönem başkanlığı çer-çevesinde düzenlediği akşam yemeği vesilesiyle İsveç’e bir ziyarette bulundum. İsveç, AB üyelik sürecimize vermiş olduğu desteği hâlihazırda sürdürmekte olduğu dönem baş-kanlığında da devam ettirmekte, sözkonusu destek çeşitli vesilelerle tekrarlanmaktadır.

İlişkilerimizin olumlu seyir izlediği bir diğer ülke de Finlandiya’dır. Finlandiya Dışişleri Ba-kanı Alexander Stubb, 8 Mayıs 2009 tarihinde ülkemizi ziyaret etmiştir. Son olarak Fin-landiya Başbakanı Matti Vanhanen, 6 Ekim 2009 tarihinde de beraberinde bir işadamları heyeti olduğu halde ülkemize bir çalışma ziyaretinde bulunmuştur. Ziyaret sırasında Başbakan Vanhanen, İstanbul’da Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından da kabul edilmiş, beraberindeki işadamları ile çeşitli resmi toplantılara katılmıştır.

İskandinav ülkeleriyle ilişkilerimizin gelişmesi bölgenin önemli ülkelerinden Norveç ba-kımından da geçerlidir. Norveç Parlamentosu Başkanı Throbjorn Jagland, Avrupa Kon-seyi Genel Sekreterliği adaylığına destek sağlamak amacıyla 16 Nisan 2009 tarihinde Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Ayrıca TBMM Başkanımız Sayın Köksal Toptan da, Jagland’ın davetine icabetle 5-7 Mayıs 2009 tarihleri arasında Norveç’e bir ziyaret gerçekleştirmiş-tir.

NATO çerçevesindeki müttefiklerimiz Baltık Cumhuriyetleri Estonya, Letonya ve Litvanya’yla ilişkilerimiz tüm alanlarda gelişmeye devam etmektedir. Bu ülkeler, Türkiye’nin AB üyeliğine verdikleri desteği çeşitli vesilelerle vurgulamaktadırlar. Eston-ya Parlamentosu Başkan Yardımcısı Kristiina Ojuland, 8 Mart 2009 tarihinde Bolu’da düzenlenmiş olan İkinci Anadolu Kayak Maratonu’na katılmak ve müteakiben Ankara’da görüşmelerde bulunmak üzere 6-10 Mart 2009 tarihleri arasında ülkemizi ziyaret et-miştir. Selefim Sayın Ali Babacan da, 2009 Şubat ayında Litvanya ile Letonya’ya birer resmi ziyarette bulunmuştur.

NATO ve AB üyesi Orta Avrupa ülkeleriyle ilişkilerimiz karşılıklı yarar esasına dayanan yapıcı bir işbirliği temelinde ilerlemektedir. Batı Avrupa’ya açılan kapımızı teşkil eden Orta Avrupa ülkeleriyle ikili ilişkilerimizin tüm sahaları kapsayacak şekilde geliştirilmesi, bölgesel ve uluslararası platformlarda işbirliğimizin artırılması ve AB üyeliğimize verdik-leri desteğin sürekli ve daha görünür hale getirilmesi bölgeye yönelik başlıca hedefleri-miz arasındadır.

Avusturya’yla uzun bir tarihi geçmişe sahip olan ilişkilerimiz mevcuttur. Avusturya’nın AB üyelik sürecinde ülkemize yönelik olumsuz tutumunda yaşanan yumuşama çerçe-vesinde son dönemde ilişkilerimiz hız kazanmıştır. Selefim Sayın Ali Babacan 14-15 Nisan 2009 tarihlerinde Avusturya’ya yaptığı ziyaret sırasında Avusturya’nın ülkemizin AB üyeliğine destek vermesine atfettiğimiz önemi vurgulamıştır. Avusturya’da yaklaşık yarısı Avusturya vatandaşı olan 200 bini aşan sayıdaki Türk toplumu da ülkelerimiz ara-sındaki ilişkilerin önemli bir unsurunu oluşturmaktadır.

Türkiye ile Çek Cumhuriyeti arasında güçlü bir diyaloga dayanan dostane siyasi ilişkile-rin yanısıra, her geçen gün somut şekilde ilerleyen kapsamlı ekonomik, ticari ve kültürel

Page 119: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

119

ilişkiler mevcuttur. Çek Cumhuriyeti, Türkiye’nin AB içinde yer alması gerektiğine inan-makta ve bunu her vesileyle dile getirmektedir. Nitekim 2009’un ilk yarısında üstlendiği AB Dönem başkanlığı sırasında ülkemizin AB üyeliğini destekleyici bir politika izlemiştir. Çek Cumhuriyeti’yle her düzeyde sıklıkla ikili ziyaretler yapılmakta ve bu vesilelerle Çek yetkililere AB üyelik sürecimiz ve Kıbrıs meselesine ilişkin güncel gelişmeler hakkında bilgi verilmektedir. Üst düzey ziyaretler bağlamında son olarak, Sayın Cumhurbaşkanı-mız, 29-30 Nisan 2009 tarihlerinde Çek Cumhuriyeti’ni, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Jan Kohout ise 19-20 Ekim 2009 tarihlerinde ülkemizi ziyaret etmiştir.

Ülkemizin AB’ye üyelik yolunda sürdürmekte olduğu müzakere sürecinin, kriterlerin ye-rine getirilmesi koşuluyla, tam üyelikle sonuçlanmasını destekleyen Slovakya’yla son dönemde ikili ziyaret trafiğimizde bir hareketlenme yaşanmaktadır. Bu kapsamda, Slo-vakya Başbakanı Fico, 13 Ekim 2009 tarihinde ülkemizi ziyaret etmiş, bunun akabinde Sayın Cumhurbaşkanımız 1-3 Kasım 2009 tarihlerinde Slovakya’ya resmi bir ziyarette bulunmuştur. Slovakya’yla özellikle ikili ekonomik ilişkilerimizin geliştirilmesine yönelik çalışmalar sürmektedir. Bu bağlamda Başbakan Fico’nun ülkemizi ziyareti sırasında Ya-tırımların Teşviki ve Korunması Anlaşması imzalanmıştır. I. Dünya Savaşı’nda Galiçya cephesinde yaşamlarını yitiren ve Slovakya’da çeşitli mezarlıklarda gömülü şehitlerimiz için Bratislava’da bir şehitlik yapılmasına ilişkin bir süredir yürüttüğümüz çalışmaların sonucu olarak Sayın Cumhurbaşkanımızın ziyareti sırasında Slovakya’yla Şehitlik Anlaş-ması imzalanmıştır

Slovenya’yla ilişkilerimizde herhangi bir pürüz bulunmamaktadır. Slovenya ülkemizin AB üyeliğini güçlü bir şekilde desteklemektedir. Yapılan kamuoyu araştırmaları, Slovenlerin Avrupa halkları arasında ülkemizin AB üyeliğine en fazla destek veren halklar arasında yer aldığını göstermektedir. Nitekim, Slovenya Cumhurbaşkanı Danilo Türk, 20-21 Ma-yıs 2009 tarihlerinde ülkemizi ziyareti sırasında bunu vurgulu bir şekilde ifade etmiştir. Ben de 29-20 Ağustos 2009 tarihlerinde Slovenya’yı ziyaret ederek, muhatabımla ikili ilişkilerimizin özellikle ekonomik/ticari sahada daha fazla geliştirebilmesine yönelik gö-rüşmelerde bulundum. Temaslarımda, Sloven yetkililer genelde AB’nin genişleme süreci, özelde Türkiye’nin üyeliğine ilişkin içten ve destekleyici beyanlarını dile getirmişlerdir.

Keza, çok köklü tarihi ilişkilerimizin mevcut olduğu Polonya’yla ilişkilerimiz sorunsuz bir temelde gelişim seyrini sürdürmektedir. Coğrafi konumu, nüfus yapısı ve ekonomik potansiyeliyle Avrupa’nın güvenlik ve istikrarı bakımından ülkemizin öneminin idrakinde olan Polonya, AB üyeliğimize desteğini her platformda ve düzeyde dile getirmektedir. Polonya’yla ekonomik ve ticari ilişkilerimiz de gelişmeye devam etmektedir. Türkiye, AB ve NATO üyesi, Orta Avrupa’nın önemli ülkesi Polonya’yla her alandaki ilişkilerini daha da geliştirmeyi hedefleyen politikasını sürdürmektedir.

Macaristan ise Türkiye’yi bölgenin önemli bir ülkesi olarak görmekte ve ikili ilişkilere önem vermektedir. 2011 yılının ilk yarısında AB Dönem Başkanlığını üstlenecek olan Macaristan’ın ülkemizin AB üyeliğine verdiği desteğin daha görünür hale getirilmesini,

Page 120: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

120

Macar Dışişleri Bakanı Peter Balaz’a 2009 Ekim ayında ülkemizi ziyareti vesilesiyle bir kez daha görüştük.

Bu ülkedeki Osmanlı ve Türk kültürel mirasının korunmasında Macar makamlarınca ti-tizlikle hareket edilmektedir. Aynı şekilde, ülkemizde Macar tarihine ait anıt ve yapılara gösterilen ihtimam da Macar tarafının takdiriyle karşılanmaktadır. AB Konseyi tarafın-dan 2010 Avrupa Kültür Başkentleri olarak İstanbul’un yanısıra keza Osmanlı ve Türk kültürel mirasının yoğun biçimde yer aldığı Macaristan’ın Pecs şehrinin seçilmiş olması da kültürel ilişkilerimize çok taraflı bir boyut kazandırmıştır. Macaristan’la henüz arzu edilen düzeyde bulunmayan ikili ticaretimiz ve ekonomik işbirliğimizin arttırılmasına yö-nelik çalışmalar sürdürülmektedir.

Hristiyanlığın ilkçağlarda Anadolu’da gelişmesi Vatikan açısından ülkemize ayrı bir an-lam kazandırmaktadır.

Vatikan’ın 28 Haziran 2008-29 Haziran 2009 tarihlerini “Aziz Pavlus’un 2000. Doğum ve Kutlama Yılı” olarak ilan etmesi, Aziz Pavlus’un doğduğu yer olan Tarsus’un Hıristi-yanlık ve dinler tarihindeki öneminin hatırlanması bakımından önemli bir fırsat oluştur-muştur.

Aziz Pavlus Yılı Kutlamaları Vatikan’la karşılıklı temaslarımızın artmasına vesile teşkil etmiştir. Kutlamaların Haziran ayında gerçekleştirilen açılış töreni vesilesiyle, Vatikan Hıristiyanlarının Birliğini Geliştirme Konseyi Başkanı Kardinal Walter Kasper Başkanlığın-da bir heyet Tarsus’u ziyaret etmiştir. Çok sayıda din adamı ve Hıristiyan hacı dünyanın her yöresinden Tarsus’a gelmektedir. Ülkemizden de, en son Tarsus Belediye Başkanı başkanlığında bir heyet, Eylül ayında Vatikan ve Roma’da temaslarda bulunmuştur.

Aziz Paul yılının sona ermesiyle ilgili olarak, Papa 29 Haziran’da ülkemizde yapılan ka-panış törenlerine katılmak üzere, Papalık Dinlerarası Diyalog Konseyi Başkanı Fransız Kardinal Jean-Louis Tauran’ı özel temsilci olarak görevlendirmiştir.

Bulgaristan’la ilişkilerimizde 2009 yılında önemli bir gelişme, 16-17 Aralık 2008 tari-hinde Cumhurbaşkanı Parvanov’un ülkemizi resmi ziyareti sırasında Sayın Cumhurbaş-kanlarının iki ülke gündemini uzun yıllardır işgal eden meselelerin (gayrimenkul iddiaları, sosyal güvenlik sorunları, Tunca Barajının inşası vs.) çözüme kavuşturulması amacıy-la Dışişleri Bakanlıkları Müsteşarları başkanlığında kurulmasını kararlaştırdıkları Ortak Komisyon’un ilk toplantısının 18 Mayıs 2009 tarihinde Ankara’da yapılmış olmasıdır. Ortak Komisyon ve Ortak Komisyona bağlı alt çalışma gruplarının toplantıları düzenli aralıklarla sürdürülecektir. Karşılıklı ziyaretler de her düzeyde yoğun aralıklarla düzenlen-mektedir. Bu bağlamda, Bulgaristan Dışişleri Bakanı’nın 2009 sonunda ülkemizi ziyareti sözkonusudur.

Bulgaristan’la siyasi ilişkilerimizdeki en önemli pürüzü, bu ülkede artış eğilimi gösteren Türk/Türkiye karşıtlığını içeren milliyetçi söylem ve eylemlerle bunun bir tezahürü olarak asılsız Ermeni iddialarının birçok yerel mecliste kabul edilmesi oluşturmaktadır.

Page 121: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

121

1915 olaylarının soykırım olarak tanınmasına ilişkin Bulgaristan Ulusal Meclisi’nde çeşit-li girişimler olmuşsa da bu girişimler Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin (HÖH) iktidar ortağı olması dolayısıyla akim kalmıştır. Son dönemde Türkiye-Ermenistan ilişkilerindeki olumlu gelişmelere rağmen, 5 Temmuz 2009 tarihinde yapılan genel seçimler sonrasında Bul-garistan Parlamentosu’nda temsil edilen milliyetçi-aşırı sağcı bazı partilerin sözkonusu iddiaları Meclis gündemine her fırsatta taşıyacağını beyan etmeleri önümüzdeki dönem-de ikili ilişkilerimizi etkileme potansiyeli taşımaktadır. Bulgaristan’da Boyko Borissov Başbakanlığındaki GERB (Bulgaristan’ın Avrupa Gelişimi için Halk Partisi) Hükümeti’nin temsilcileri, çeşitli temaslarımızda Türkiye’nin Bulgaristan ve bölge için önemini müdrik bulunduklarını ve sözkonusu iddiaların Bulgar Meclisi’nden geçmemesi yönünde çaba sarfedeceklerini ifade etmektedirler.

Karadeniz komşumuz ve müttefiklik ilişkilerimizin bulunduğu Romanya’yla ilişkilerimiz her düzeyde çok iyi bir seyir izlemektedir. Romanya’nın, ülkemizin AB üyelik sürecinin samimi bir destekçisi olması memnuniyet vericidir.

Üst düzey ziyaretler çok sık aralıklarla yapılmaktadır. 2-3 Temmuz 2009 tarihlerinde Romanya’yı ziyaretimin, Dışişleri Bakanı Diaconescu 28-29 Ağustos 2009 tarihlerin-de ülkemizi ziyaret etmiş ve bu ziyaret sırasında esasen çok boyutlu işbirliğimizin bu-lunduğu Romanya’yla ilişkilerimizin Stratejik Ortaklık seviyesine yükseltilmesine karar verilmiştir. Romanya’yla ticari/ekonomik ilişkilerimiz de memnuniyet verici bir düzeyde bulunmaktadır. Nitekim, Romanya ülkemizin Balkanlar’daki en büyük ticaret ortağıdır. Karadeniz bağlamında, Romanya’yla Karadeniz’in Trans-Avrupa Ulaşım Ekseni’yle bağ-lantısını güçlendirmek ve limanlarımız arasında Karadeniz ve ötesinde Deniz Otoyolları kurarak daha verimli bir şekilde bağlantı kurmak için işbirliğimizi artırma çalışmalarımız sürmektedir. Balkanlar coğrafyasının iki önemli ülkesi olarak bu bölgedeki istikrar, barış ve refah ortamının güçlendirilmesi de Türkiye ile Romanya arasındaki işbirliğinin hedef-leri arasında yer almaktadır.

BALKANLAR

Balkanlar’da geçtiğimiz dönemde dikkat çekici ilerlemeler sağlanmıştır. Buna karşın, böl-genin genelinde normalleşme sürecinin tamamlanmış olduğunu söylemek henüz müm-kün değildir.

Avrupa-Atlantik kurumlarıyla bütünleşme perspektifi, bölgede reformların sürdürülmesi açısından önemli bir teşvik unsuru olmaya devam etmektedir. Türkiye Balkan ülkelerinin bu perspektifini desteklemektedir. Öte yandan, ülkemiz bölge istikrarının pekiştirilme-sine her zaman büyük önem vermekte, bunu Avrupa’nın genel güvenlik ve istikrarının dayanaklarından biri olarak görmektedir.

2009 yılında Balkanlar’da önemli gelişmeler yaşanmıştır. Özellikle Bosna-Hersek’teki anayasa reformu süreci ve 2008 yılında bağımsızlığını kazanan Kosova’nın 62 ülke tarafından tanınması dünyanın dikkatinin yeniden bu bölgeye yönelmesini sağlamıştır. 2009 yılında yaşanan bir başka önemli gelişme de ülkemizin Güney Doğu Avrupa Ülke-leri İşbirliği (GDAÜ) Süreci Dönem Başkanlığını devralmış olmasıdır.

Page 122: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

122

GDAÜ İşbirliği Süreci, ülkemizin de içinde etkin biçimde yer aldığı ve Balkanlar’dan kaynaklanan tek işbirliği platformu olma özelliğine sahip bir siyasi oluşumdur. GDAÜ İşbirliği Süreci, 1934 yılında oluşturulan Balkan Antantı ile 1954 yılında kurulan Balkan Paktı’nın halefi olarak düşünülebilir. GDAÜ bölgenin ortak iradesini ve özgün sesini yansıtan tek Balkan işbirliği forumudur. Esnek bir daimi istişare mekanizması şeklinde yapılanan ve bir merkezi bulunmayan GDAÜ’nün icra “organı” dönem başkanlıklarıdır. Sekretarya hizmetleri de uygulamada dönem başkanı ülke tarafından üstlenilmektedir.

Ülkemiz 2009-2010 GDAÜ Dönem Başkanlığını Haziran 2009’da Kişinev’de yapılan Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde devralmış bulunmaktadır. Dönem Başkanlığı-mız çerçevesinde ilk etkinliğimiz olan Gayrıresmi Dışişleri Bakanları Toplantısı ve Siyasi Direktörler Toplantısını 9 Ekim 2009 tarihinde İstanbul’da yaptık. Dönem Başkanlığımız süresince bir Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi, ilkini düzenlemiş olduğumuz Dışiş-leri Bakanları Toplantısının ikincisi, üç Siyasi Direktörler Toplantısı, bir Parlamento Baş-kanları Toplantısı ve Bakan ve uzmanlar düzeyinde sektörel toplantılar tertiplenecektir.

Dönem Başkanlığımız faaliyet programımızın şekillendirilmesinde üç temel unsur dikkate alınmıştır. Bunlar, Balkanlar bölgesini etkileyen güncel sorunlarla mücadele, Balkan ülke-leri arasında ekonomik entegrasyon sağlanması ve Balkanlar’da yeni bir işbirliği vizyonu geliştirilmesidir. GDAÜ Dönem Başkanlığımız birçok açıdan önem taşımaktadır. Ülkemi-zin Balkanlar’a yönelik aktif katkıları genel kabul gören bir husustur. Dönem Başkanlığı-mızın, hem bölgenin istikrar ve kalkınmasına, hem de Avrupa’yla bütünleşmesine esaslı katkıda bulanacak şekilde bölgesel işbirliğine ivme kazandırması hedeflenmektedir.

Bosna Hersek’in (B-H) toprak bütünlüğü ve siyasi egemenliğinin muhafazası ülkemizin bölgeye yönelik dış politika önceliklerinin başında gelmektedir. Hâlihazırda B-H günde-mini işgal eden meselelerin başında anayasa reformu çalışmaları gelmektedir. Ülkemiz anayasa reformuna etkin destek sağlamakta, bu husustaki görüşlerini B-H makamlarının yanısıra her vesileyle AB ve ABD’nin de dikkatine getirmektedir.

B-H’le siyasi ilişkilerimiz mükemmel seviyede bulunmaktadır. İlişkilerimizin bu özelliği Sayın Başbakanımızın 24-25 Mart 2008, B-H Cumhurbaşkanlığı Konseyinin de 2-4 Ey-lül 2008’deki ziyaretleri vesilesiyle bir kez daha teyit edilmiştir. B-H Cumhurbaşkanlığı Konseyinin Boşnak, Sırp ve Hırvat üyelerinin ülkemizi ziyareti, Konseyin her üç üyesinin beraberce iştirak ettikleri az sayıdaki dış ziyaretlerden biri olması açısından anlamlıdır. Selefim Sayın Ali Babacan 15-16 Ocak 2009; Sayın TBMM Başkanımız 9-11 Nisan 2009 tarihlerinde B-H’e ziyarette bulunmuşlar, Cumhurbaşkanlığı Konseyi Boşnak Üyesi Haris Silajdziç, 7 Temmuz 2009 tarihinde İstanbul’da Sayın Cumhurbaşkanımız ve be-nimle görüşmüştür. B-H Dışişleri Bakanı Sven Alkalaj 29-31 Temmuz 2009 tarihlerinde ülkemize resmi bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Müteakiben, B-H Cumhurbaşkanlığı Kon-seyi Üyesi Haris Slajdziç İKÖ B-H Temas Grubu Toplantısı vesilesiyle 11-12 Ekim 2009 tarihlerinde ülkemizi ziyaret ederek Sayın Cumhurbaşkanımız ve Sayın Başbakanımızla biraraya gelmiştir.

Page 123: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

123

Son olarak 16-17 Ekim 2009 tarihlerinde B-H’i ziyaretim çerçevesinde, Cumhurbaş-kanlığı Konseyi Üyesi Haris Slajdziç ve Bosna-Hersekli siyasi parti liderleriyle biraraya gelerek anayasa reformu süreci başta olmak üzere güncel gelişmeler hakkında görüş alışverişinde bulundum.

Diğer taraftan, 2002’den beri toplanamayan İslam Konferansı Örgütü B-H Temas Gru-bu ülkemizin ön almasıyla Ekim ve Kasım aylarında iki kez Türkiye’de toplanmış ve B-H’e güçlü desteğini ortaya koymuştur. Aynı yaklaşım içinde Sırbistan ve B-H Dışişleri Bakanları’yla başlattığımız üçlü diyalog süreci de Balkanların istikrarı için önem taşımak-tadır. İki mevkidaşımla iki kez bir araya geldik ve İstanbul’da 8 Kasım’da yapılan toplan-tımızda her ay toplanma kararı almış bulunuyoruz.

Türkiye, B-H’in Avrupa ve Avrupa-Atlantik kurumlarıyla bütünleşmesini desteklemek-tedir. Bu çerçevede, B-H’in AB’nin bölgeye yönelik vize muafiyeti politikasının dışında bırakılması üzüntüyle karşılanmıştır.

Türkiye, bağımsızlığını 17 Şubat 2008 tarihinde ilan eden Kosova Cumhuriyeti’ni ertesi gün 18 Şubat’ta tanımıştır. 1999’dan bu yana faaliyet göstermekte olan Priştine’deki Eşgüdüm Büromuz Büyükelçilik düzeyine yükseltilmiş; ilk Priştine Büyükelçimiz Nisan 2009’da görevine başlamıştır. Kosova Cumhuriyeti’nin Büyükelçilik açtığı 18 ülke ara-sında Türkiye de bulunmaktadır. Türkiye-Kosova ilişkileri, ortak tarihi geçmiş ve kar-deşlik bağları temelinde mükemmel düzeyde seyretmektedir. 1999 yılından beri NATO öncülüğündeki KFOR bünyesinde görev yapan Kosova Türk Tabur Görev Kuvvet Komutanlığı’nda takriben 524 askeri personelimiz görev yapmaktadır.

Ülkemiz Kosova’nın uluslararası toplumla bütünleşmesine ve kalkınmasına somut katkı-larda bulunmaktadır. Türkiye, Kosova’nın bağımsızlığını kabul eden yegâne uluslararası örgütlenme olan Uluslararası Sivil Ofisin üyesidir ve bütçesine katılmaktadır. Bağışçılar Konferansı’nda 30 milyon Avro hibe taahhüt edilmiştir. TİKA vasıtasıyla kalkınma proje-lerine destek vermektedir. Kültür ve eğitim projeleri çeşitli araçlarla desteklenmektedir.

Kosova’yla ülkemiz arasındaki mükemmel ilişkiler karşılıklı ziyaretlerle pekiştirilmektedir. Selefim Sayın Ali Babacan, 13-14 Ocak 2009 tarihlerinde Kosova’yı ziyaret etmiştir. Kosova Dışişleri Bakanı İskender Hüseyni 27-28 Ağustos 2009 tarihlerinde ülkemize ziyarette bulunmuştur.

Balkanlar’daki barış, istikrar ve refah için Sırbistan en önemli ülke konumundadır. Sırbis-tan, Türkiye-Batı Avrupa güzergâhı merkezinde bulunmaktadır. Bu yolun açık tutulması, hem ticari ve ekonomik çıkarlarımız bakımından, hem de Batı Avrupa’da yaşayan vatan-daşlarımız açısından önem arz etmektedir.

Kosova’nın bağımsızlığını ilk sıralarda tanımamızın ardından Türkiye-Sırbistan ilişkile-rinde yaşanan gerginlik, her iki tarafın da dikkatli tutumu sayesinde, kısa bir sürede hemen hemen tümüyle aşılabilmiştir. BM Genel Kurulu oylamasındaki tutumumuz ve Uluslararası Adalet Divanı’na görüş bildirilmemesi, Sırbistan nezdinde memnuniyet ya-ratmıştır. Kosova nedeniyle Dışişleri Bakanlıkları arasında bir süredir işletilemeyen istişa-

Page 124: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

124

re mekanizmaları ve karşılıklı üst düzey ziyaretler giderek canlanmaktadır. Artan güven ortamıyla, uzun yıllardır ilerleme sağlanamayan Serbest Ticaret Anlaşması gibi konular sonuçlandırılabilmiştir.

Sırbistan Dışişleri Bakanı Jeremiç’in 19-20 Mart 2009’da, uzun yıllardan sonra ilk olma mahiyeti taşıyan resmi ziyareti, önemli bir adım teşkil etmiştir. Jeremiç, Türkiye ile “stratejik ortaklık” kurmak istediklerini açıklamıştır. Ziyaret vesilesiyle, “Dışişleri Ba-kanlıkları Arasında İşbirliği Protokolü” imzalanmıştır. “Stratejik Ortaklık” önerisi, başta Cumhurbaşkanı Tadiç olmak üzere, üst düzey yöneticiler tarafından da yinelenmektedir. Tarafımdan da 23-24 Temmuz 2009 tarihlerinde Sırbistan’a iade-i ziyarette bulunul-muştur. Ziyaret olumlu, samimi ve yapıcı bir ortamda cereyan etmiş ve Türkiye-Sır-bistan ilişkilerine pek çok açıdan yeni bir dinamizm kazandırılması için vesile olmuştur. Ziyaretim sırasında Sancak bölgesine de gittim. Bu vesileyle Sırbistan’la işbirliği halinde bölgenin sosyo-ekonomik kalkınmasına destek sağlanması hususunda anlayış birliğine varılmıştır.

Son olarak, Sayın Cumhurbaşkanımız, Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris Tadiç’in davetine icabetle, 25-27 Ekim 2009 tarihlerinde Sırbistan’a resmi bir ziyarette bulunmuştur. Zi-yarete Devlet Bakanı Sayın Faruk Çelik, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Sayın Ömer Dinçer ve 50’ye yakın işadamı da iştirak etmiştir. Ziyaret sırasında iki ülke arasındaki ilişkiler tüm veçheleriyle ele alınmıştır. İki Cumhurbaşkanı, ziyaret vesilesiyle tertiplenen Türkiye-Sırbistan İş Forumu’na da katılarak Türk ve Sırp işadamlarına hitap etmişlerdir.

Makedonya ise, bağımsızlığını kazandığı tarihten bu yana toprak bütünlüğü, egemenlik ve sınırların değişmezliği konularında ülkemizce aktif olarak desteklenmiştir. Ayrıca, Makedonya’nın NATO ve AB üyelik hedefleri doğrultusunda gösterdiği çabalara da ül-kemizce destek verilmiştir. Makedonya’nın çok etnili ve çok kültürlü dokusunun korun-ması önem arzetmektedir. Toplam nüfusun yüzde 3,85’ini oluşturan ve üçüncü halk konumundaki Türklerin Makedonya’da barış ve refah içinde yaşamalarına büyük önem vermekteyiz. Soydaşlarımızın başta siyasi ve ekonomik olmak üzere hayatın her alanın-da toplumda katkısı aranır bireyler haline gelmesi tarafımızca desteklenmektedir.

Avrupa-Atlantik kurumlarıyla bütünleşme yolunda diğer Balkan ülkelerine kıyasla en fazla mesafeyi katetmiş bulunan Hırvatistan iyi ilişkiler içinde bulunduğumuz bir diğer ülkedir. AB’yle katılım müzakereleri yürüten iki dost ve müttefik ülke olarak Türkiye ve Hırvatistan birçok alandaki işbirliği potansiyelini daha iyi değerlendirme kararlılığı için-dedir. Türkiye’yle Hırvatistan arasında herhangi bir sorun bulunmamakta, siyasi ilişkiler memnuniyet verici düzeyde seyretmektedir. İkili ilişkilerin yasal çerçevesi tamamlanmış-tır. İki ülke arasında ziyaretler yoğunlaşmıştır. 2008 yılında Sayın Cumhurbaşkanımız Hırvatistan’a, Hırvatistan Dışişleri Bakanı ülkemize ziyarette bulunmuşlardır. Eski Başba-kan Ivo Sanader, 18-19 Şubat 2009 tarihlerinde Türkiye’yi ziyaret etmiştir.

Türkiye Karadağ’ı 12 Haziran 2006 tarihinde tanımış, 3 Temmuz tarihinde ise diplo-matik ilişki tesis etmiştir. Nisan 2008’de Karadağ’da Büyükelçilik açılmıştır. Karadağ makamları, ülkemize yakınlık duymakta, Türkiye’yi bölgesel güç ve komşu ülke olarak

Page 125: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

125

görmekte, uluslararası veya bölgesel toplantılar gibi çeşitli vesilelerle ülkemiz makamla-rıyla temas etmeye önem vermektedirler.

Bugün bir bölümü Karadağ Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan Sancak bölgesinden çe-şitli tarihlerde ülkemize göç eden birçok vatandaşımızın mevcudiyeti ve halen Karadağ Sancak’ında yaşayan Boşnak topluluğuyla tarihsel, kültürel ve insani bağlarımız ikili ilişkilerimizin geliştirilmesi için ayrı bir teşvik unsurudur.

Karadağ’ın bağımsızlığını kazanmasından bu yana ülkelerimiz arasında üst düzeyli ikili ziyaretler devam etmektedir. 2008’de Karadağ Dışişleri Bakanı Milan Roçen ülkemize bir resmi ziyarette bulunmuş, Milli Savunma Bakanları düzeyinde karşılıklı ziyaretler ya-pılmış, Serbest Ticaret Anlaşması imzalanmıştır. Sayın TBMM Başkanımız, 7-9 Temmuz 2009 tarihlerinde Karadağ’ı ziyaret etmiştir. Son üst düzey ikili ziyareti tarafımdan 24-26 Temmuz 2009’da Karadağ’a yapılan ziyaret teşkil etmiştir.

Türkiye ile Arnavutluk arasındaki siyasi ilişkiler çok iyi düzeydedir. Rejim değişikliğinden sonra Türkiye’nin Arnavutluk’a verdiği güçlü destek bu ülkede önemli izler bırakmıştır. Türklerle Arnavutlar arasındaki akrabalık bağları karşılıklı güveni pekiştirmektedir. Ar-navutluk bölgede Türkiye’ye en yakın ülkelerden biri olup, ülkemizi zor zamanlarında yardımına koşan güvenilir dost, bölgesel güç ve komşu ülke olarak görmektedir. Türkiye ve Arnavutluk’un bölgesel ve uluslararası konulara yaklaşımları büyük ölçüde örtüş-mektedir. Başta Birleşmiş Milletler olmak üzere, KEİ, GDAÜ, İKÖ gibi örgütlerde işbirliği ve karşılıklı destek politikaları takip edilmektedir. Kosova’nın bağımsızlığını tanımamız Arnavutluk indinde büyük memnuniyet yaratmıştır. �

İki ülke arasında ziyaretler oldukça yoğun olup, 2008’den bu yana anılan ülkeyle Cum-hurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı düzeyindeki ziyaretler, siyasi ilişkilerin mükemmel olarak tanımlanan mahiyetini teyit edip pekiştirmek bakımından son derece yararlı olmuştur. Sayın Başbakanımız 25 Haziran 2009 tarihinde Reşen-Ka-limaş otoyolunun açılış töreni vesilesiyle Arnavutluk’u ziyaret etmiştir. Son olarak, bu ülkeye 17-18 Ekim 2009 tarihlerinde tarafımdan da resmi bir ziyarette bulunulmuştur.

YUNANİSTAN

Yunanistan’la ilişkilerimizin her alanda geliştirilmesi ve çeşitlendirilmesi Hükümetimizin öncelikleri arasındadır. Türkiye ve Yunanistan arasında karşılıklı saygı ve anlayış teme-linde geliştirmeye çaba gösterdiğimiz ilişkiler, bölgesel barış, istikrar ve güvenlik açısın-dan da önem taşımaktadır. Bu çerçevede Yunanistan’la yaklaşık 10 yıldır sürdürmekte olduğumuz ikili işbirliği ve diyalog sürecine yoğunluk ve bu süreçte ihdas edilmiş olan mevcut mekanizmaların işleyişine hız kazandırılması gerektiğine inanıyoruz.

Bu çerçevede Yunanistan Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Sayın Papandreu’nun Yunanistan’da gerçekleştirilen seçimlerin akabinde, İstanbul’da düzenlenen GDAÜ Gayri Resmi Dışişleri Bakanları toplantısı vesilesiyle, 9 Ekim 2009 günü ülkemize yapmış oldu-ğu ziyareti memnuniyetle karşıladık. Sayın Başbakanımız ve ben, Sayın Papandreu’yla birer görüşme gerçekleştirdik. Bu vesileyle Yunanistan’da işbaşına gelen yeni Hükümet-

Page 126: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

126

le iki ülke ilişkilerinin yeni bir solukla geliştirilmesi konusunda ortak bir vizyonu paylaş-tığımızı gözlemledik. Her iki ülkenin diyalog ve işbirliği sürecine bağlılığını teyit ettik. Sayın Papandreu’nun İstanbul ziyareti, iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesinde karşılıklı üst düzey temasların ve ziyaretlerin devamının önemini bir kez daha ortaya koymuştur.

Yıl içinde, dönemin Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni’yle 27-28 Haziran 2009 tarihlerinde Korfu’da düzenlenen AGİT Gayriresmi Bakanlar Konferansı marjında bir araya geldim. Selefim Sayın Ali Babacan da, Sayın Bakoyanni’yle Medeniyetler İttifakı İkinci Forumu marjında 6 Nisan 2009’da resmi bir görüşme yapmış; ayrıca, Devlet Bakanı ve Baş-bakan Yardımcısı sıfatıyla da Bilderberg toplantısına katılmak amacıyla, 14-17 Mayıs 2009 tarihleri arasında Yunanistan’ı ziyaret etmiştir. Bu arada, dönemin Milli Savunma Bakanı Evangelos Meymarakis, İstanbul’da yapılan 26. Küresel Savunma Çalıştayı için 24 Haziran 2009 tarihinde ülkemizi ziyareti sırasında Sayın Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’le ikili bir görüşme yapmış, Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Ertuğrul Günay da, ül-kemizi ziyaret eden dönemin Turizm Kalkınma Bakanı Kostas Markopulos’la 13 Temmuz 2009 tarihinde, Ankara’da, iki ülke arasındaki turizm işbirliği konularının ele alındığı bir görüşme gerçekleştirmiştir.

Ayrıca, iki ülke askeri makamları arasındaki temaslar devam etmiştir. Yunanistan Deniz Kuvvetleri Komutanı Koramiral Yorgos Karamalikis, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Sayın Metin Ataç’ın davetlisi olarak 1-5 Haziran 2009 tarihleri arasında ülkemizi ziyaret etmiştir. Bu temasların iki ülke arasında güven ortamı oluşmasında önemli rol oynadığını değerlendiriyoruz.

Bu bağlamda, Ege sorunlarıyla bunların barışçıl çözümleri konusunda görüş alış verişinde bulunulmasının yolunu açan istikşafi görüşmelerin 42. turu 22 Temmuz 2009 tarihinde Atina’da düzenlenmiştir. Türk-Yunan ilişkilerinin çeşitli veçhelerinin ele alındığı Yönlen-dirme Komitesi’nin 14. Toplantısı ise 7 Mayıs 2009 tarihinde keza Atina’da yapılmıştır.

Diyalog sürecinde, Türkiye ile Yunanistan arasında 33 Anlaşma / Mutabakat Muhtırası / Protokol imzalanmış; böylece ikili ilişkilerin yasal çerçevesi oluşturulmuştur.

Halen karşılıklı güvenin yerleşmesini sağlamaya yönelik olarak sürdürülen Güven Artırıcı Önlemler sürecinde bugüne kadar 24 GAÖ üzerinde mutabakat sağlanmış; ayrıca Tem-muz-Ağustos aylarında tatbikat yapmama uygulamasının süresi bir ay daha genişletil-miştir. Bu gelişmeler, karşılıklı çabaların ve iyi niyetin ürünüdür.

İki halk arasındaki yakınlaşma ve dayanışma duygusunu pekiştiren doğal afetlere karşı mücadele ikili işbirliğimizin önemli bir unsurunu oluşturmaya devam etmektedir. Türk-Yunan Doğal Afetlere Karşı Ortak Görev Gücü’nün ilk toplantısı 26 Ocak 2009 günü Ankara’da yapılmış olup, Koordinasyon Komitesi fiilen hayata geçirilmiştir

Ekonomi, ticaret, ulaştırma, turizm ve enerji sektörleri, ikili ilişkilerimizin gelişmesinin somut neticelerinin elde edilebildiği alanlar olarak göze çarpmaktadır. Ekonomik alan-daki bu hareketlilik ve gelişmeler, diyalog sürecinin olumlu yansımalarının bir sonucu olup, aynı zamanda iki ülkenin iş ve ticaret çevrelerinin diyalog ve işbirliği sürecine

Page 127: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

127

güven ve desteğini ortaya koymaktadır. 2008 yılında ikili ticaret hacmimiz 3,5 milyar Doları geçmiştir. Ülkemizle Yunanistan arasındaki karşılıklı uçuş sefer sayısı haftalık 31’e çıkarılmış; Atina-İzmir arasında doğrudan uçak seferleri başlatılmıştır. Keza ülke-mizdeki Yunan yatırımları 2008 yılında 6 milyar Dolar düzeyine ulaşmış; Türk firmaları Yunanistan’da yatırım olanakları aramaya başlamışlardır. Bankacılık alanında süregiden işbirliği çerçevesinde, T.C. Ziraat Bankası, Atina ve Gümülcine Şubeleri Şubat 2009’da resmen hizmete açılmıştır. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’yla Atina Borsası arasında oluşturulan Türk-Yunan endeksi, 28 Eylül 2009 tarihinde faaliyete başlamıştır. Söz-konusu endeks Yunanistan’la yatırım ve ticaret ilişkilerimize katkıda bulunan bir diğer işbirliği alanını teşkil etmiştir.

Batı Trakya Türk Azınlığı ile İstanbul’daki Rum Azınlık mensuplarını iki ülke arasında dostluk köprüsü olarak gördüğümüz her vesileyle vurgulanmaktadır. Batı Trakya Türk Azınlığı’nın temel hak ve özgürlüklerinden ve ikili ve çok taraflı Antlaşmalarla teminat al-tına alınmış olan Azınlık haklarından çağdaş standartlarda yararlanabilmeleri beklentimiz sürmektedir. Yunanistan’da işbaşına gelen yeni hükümetin bu konuda adımlar atması ümit edilmektedir. Batı Trakya Türk Azınlığı’nın sorunlarını ikili ve çok taraflı platform-larda gündeme getirmeye devam edeceğiz. Buna ilaveten Rodos ve İstanköy Adalarında yaşayan soydaşlarımızın Azınlık haklarından yararlandırılmaları yönündeki çabalarımızı da sürdüreceğiz.

Öte yandan, Sayın Başbakanımız Yunanistan Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Papandreu’ya muhatap 30 Ekim 2009 tarihli mektubunda, Yunanistan’la ilişkilerimizin tüm alanlarda geliştirilmesi konusunda Hükümetimizin kararlı olduğunu vurgulamış; Yunanistan’daki seçimler sonrasında Türk-Yunan ilişkilerinin geleceği için ortaya çıkan olumlu atmos-ferden yararlanarak iki ülke münasebetlerinde yeni bir sayfa açılabileceğini kaydetmiş; bu çerçevede, iki ülke arasında sorun teşkil eden tüm konuların ele alınabileceğini be-lirtmiştir. Kıbrıs sorunu, Ege meseleleri, Türkiye’nin AB üyelik süreci, azınlık konuları, yasadışı göç gibi başlıklar ile iki ülke ekonomik ilişkilerinin geliştirilmesi gibi hususların bu kapsamda ele alınabileceğine değinilen mektupta, uygun bir ekonomik ve siyasi alan yaratılmasının sorunların çözümünde dostane yaklaşımlar benimsenmesini sağlayabile-ceğine dikkat çekilmiş; Yunanistan’la ortaklık anlayışı temelinde bölge barış ve istikrarı-na büyük katkısı olacak ortak bir gündem ve ortak bir vizyon çerçevesinde yeni işbirliği imkanları yaratılmasına ülkemizin hazır olduğu vurgulanmıştır.

KIBRIS

Hükümetimiz, Kıbrıs sorununun BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, yerleşik BM parametreleri olan siyasi eşitlik ve iki kesimlilik temelinde, eşit statüde iki Kurucu Devleti haiz yeni bir Ortaklık kurulması ve bu yeni Ortaklığın Türkiye’nin etkin ve fiili garantisini içeren Garanti ve İttifak Andlaşmalarının teminatı altında kalmaya devam etmesi ve AB içinde birincil hukuk kaynağına dönüştürülerek hukuki güvenlik ve kesinli-ğinin teminat altına alınması suretiyle çözümüne destek vermektedir.

Hükümetimiz, Kıbrıs meselesinin adil, kalıcı ve kapsamlı çözümü yolunda Kıbrıs Türk

Page 128: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

128

tarafının yapıcı çabalarına destek vermekte olup, bu yöndeki ilkeli politikasını 2009 yı-lında da kararlılıkla sürdürmüştür. Kapsamlı çözüm hedefine önümüzdeki aylar zarfında ulaşılması öncelikli beklentimizdir.

Kıbrıs’ta 3 Eylül 2008 tarihinden bu yana devam eden müzakerelerin ilk turu 11 ay sürmüş, ikinci tur görüşmeler 10 Eylül 2009 tarihinde başlamış olup halen devam et-mektedir. KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Talat, yerleşik BM parametreleri çerçevesinde, dinamik ve yapıcı biçimde müzakereleri sürdürmektedir. KKTC’nin, müzakere sürecinde muhtelif alanlarda ihtiyaç duyduğu teknik desteği ilgili kurumlarımızla eşgüdüm içinde sağlamaya devam etmekteyiz.

Kapsamlı çözüm hedefine önümüzdeki aylar zarfında ulaşılması gerçekçi bir hedeftir. Zira 40 yıllık müzakere sürecinde adil ve kalıcı bir çözüm için yeterli zemin ve malzeme oluşmuştur. Dolayısıyla, Rum tarafında yeterli siyasi irade bulunması halinde kapsamlı çözüme kısa sürede ulaşılması mümkündür. Türk tarafı, bu çerçevede, müzakerelerde BM’nin rolünün arttırılması, sürece bir takvim getirilmesi ve gerektiğinde bir noktada 2004 yılında olduğu gibi BM’ne tarafların görüş ayrılıklarını gidermede köprü kurma im-kânı tanınması gerektiği görüşünü dile getirmeyi sürdürmektedir.

Kıbrıs Türk halkının, 2004 yılında Ada’da çözüm için gerekli iradeyi sergileyen taraf olduğu halde, BM Genel Sekreteri’nin çağrısı ve AB Konseyi’nin 2004 yılında aldığı karara rağmen hala haksız bir şekilde izolasyon ve kısıtlamalara maruz bırakılmasına iliş-kin rahatsızlığımızı her vesileyle vurguluyor, sözkonusu haksız kısıtlamaların kaldırılması zımnında uluslararası kuruluşlar nezdinde ve ikili düzeydeki girişimlerimizi sürdürüyoruz. Uluslararası camianın bu yönde şimdiden gerekli mesajları vermesinin Rum tarafını kap-samlı çözüm yönünde teşvik edeceğine inanıyoruz.

KKTC’nin kalkınması, Kıbrıs Türk Halkı’nın hak ettiği refah düzeyine kavuşması, Türkiye için öncelik teşkil etmektedir. KKTC ekonomisinin güçlendirilmesi bağlamında gerekli yapısal reformların süratle uygulamaya konulması, özelleştirmenin hızlandırılması teş-vik edilmekte, KKTC’nin altyapı yatırımlarına öncelik tanınmakta ve KKTC’ni, bölgenin önemli turizm ve eğitim merkezlerinden biri haline getirmek amacı doğrultusunda turizm ve yükseköğretim alanlarındaki projelere destek verilmektedir. Sözkonusu çalışmalar her zaman olduğu gibi KKTC Hükümeti’yle yakın işbirliği ve dayanışma içinde devam ettiril-mekte, sağlıklı ve sürdürülebilir bir ekonomik yapının temellerini güçlendirmek yönünde çaba sarfedilmektedir.

KKTC’nin uluslararası alanda görünürlüğünün giderek artması, Kıbrıs davasına ilişkin görüşlerimizin ilk elden muhataplarımıza aktarılması açısından memnuniyet verici olmuş ve KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Talat, 2009 yılı içinde de Kıbrıs davasını birçok ulusla-rarası kuruluşta ve yurtdışına yaptığı ziyaretlerde anlatma fırsatı bulmuştur. KKTC’nin halen 18 olan yurtdışındaki temsilciliklerinin sayısının arttırılması yönündeki çalışmalar da devam etmektedir. Bu bağlamda önümüzdeki dönemde bazı merkezlerde yeni KKTC Temsilciliklerinin açılması da sözkonusu olacaktır. Öte yandan, Bakanlığımız, KKTC’li

Page 129: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

129

diplomatlara ülkemizde eğitim ve staj imkânları sağlanması uygulaması da dâhil olmak üzere KKTC’nin dış temsil imkânlarının geliştirilmesini teminen işbirliği ve dayanışmasını devam ettirmektedir.

IRAK

Toprak bütünlüğü ve siyasi birliği korunmuş, komşularıyla barışık, istikrarlı ve müreffeh bir Irak, Ortadoğu coğrafyasında güvenlik ve refah kuşağı oluşturulması çabalarında kilit öneme sahiptir. Irak’ın özellikle yakın dönemde taraf olduğu çatışmaların, savaşların, ekonomik ambargoların ikili ilişkilerimizin siyasi, güvenlik ve ekonomik yönleri başta olmak üzere, bölgemize ve küresel düzeye yansımaları büyük olmuştur. Irak’tan neşet eden çok boyutlu sorunlar bölgemize ağır yük getirmiş, güvenlik ve istikrarın tesis edil-mesine yönelik birçok girişimi akim bırakmış, can kayıplarına, kaynak ve emek israfına neden olmuştur. Orta Doğu’nun nüvesi olarak gördüğümüz Irak’ta güvenlik ve istikrarın tesisi ve iç barışın sağlanması ülkemizin dış politikasının öncelikli meseleleri arasında yer almaktadır.

Türkiye bu anlayış temelinde, Irak’ın bağımsızlığını, siyasi birliğini ve toprak bütünlüğü-nü kuvvetle desteklemiş, güvenlik ve istikrarını gözetmiş, Irak’taki tüm nüfus kesimleri-ne eşit mesafede durmuş ve Iraklı kardeşlerinin her daim yanında olmuştur; olmaya da devam edecektir. Irak’la ülkemiz arasında tesis edilecek işbirliği, bölgemizde ortak bir refah ve istikrar alanı oluşturulması çabalarımıza katkı sağlayacaktır.

Sayın Başbakanımızın 10 Temmuz 2008 tarihinde Bağdat’ı ziyaretleri sırasında, Sayın Başbakanımız’la Irak Başbakanı Maliki tarafından, “Türkiye Cumhuriyeti ile Irak Cum-huriyeti Hükümetleri Arasında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi (YDSİK) Kurul-masına İlişkin Ortak Siyasi Bildirge” imzalanmıştı. Bu belge, iki ülke arasındaki başta siyasi, ekonomik, enerji, su kaynakları, kültürel, güvenlik ve askeri alanlar olmak üzere, tüm alanlardaki ilişkilerin geliştirilerek iki ülke arasında uzun vadeli bir stratejik ortaklık kurulmasını hedeflemektedir.

Bu çerçevede, YDSİK’ne işlerlik kazandırılmasına yönelik çalışmalara 2009 yılında hız verilmiş, Başbakanlar ve Bakanlar düzeyinde toplantılar yapılmıştır. Sayın Cumhurbaş-kanımızın 2009 yılı Mart ayında Irak’a, Irak Cumhurbaşkanı Talabani’nin ise 5. Dünya Su Forumu’na katılmak üzere yine Mart ayında ülkemize yaptıkları ziyaretler iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi çabalarına ivme kazandırmıştır.

Sayın Başbakanımızın, ben de dahil olmak üzere, beraberinde dokuz Bakanla birlikte 15 Ekim 2009 tarihinde Bağdat’ı ziyaretleri sırasında düzenlenen YDSİK Toplantısı’yla Türkiye-Irak ilişkilerinde yeni bir dönem başlamıştır. Sözkonusu toplantı neticesinde Tür-kiye ile Irak arasında 48 mutabakat muhtırası imzalanmıştır. Bu muhtıralarla Türkiye ile Irak arasında kapsamlı ekonomik bütünleşmenin önü de açılmıştır. Enerjiden ticarete; sağlıktan bayındırlığa; su kaynaklarından ulaştırmaya kadar olan geniş bir yelpazede uy-gulayacağımız projelerle Mezopotamya havzasını bir ortak istikrar ve refah alanı haline getirme hususunda kararlıyız.

Page 130: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

130

Öte yandan, Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Sayın Zafer Çağlayan’la birlikte 30-31 Ekim 2009 tarihlerinde Basra, Erbil ve Musul’a yaptığımız resmi ziyaret, etnik veya mezhepsel ayrım gözetmeksizin tüm Irak halkına eşit mesafede durduğumuzun ve Irak’ın birlik, bütünlük ve beraberliğine verdiğimiz önemin teyit edilmesi bakımından son derece faydalı olmuştur. Sözkonusu ziyaret aynı zamanda Iraklı gruplarla aramızdaki güven ortamının pekiştirilmesine katkıda bulunmuştur.

Erbil’i ziyaretimiz ise, ülkemizden IKBY’ne yönelik ilk siyasi teması teşkil etmesi bakı-mından tarihi önemdedir. IKBY Başkanı ve IKBY liderliğiyle yaptığımız görüşme Bakan düzeyindeki ilk görüşmeyi oluşturmuştur. Son derece olumlu bir atmosferde cereyan eden görüşmeler, ülkemizle IKBY arasındaki işbirliğinin geliştirileceği ve teröre karşı ortak bir vizyon doğrultusunda kararlılıkla hareket edileceği yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.

Son dönemde güvenlik ve istikrar alanında kaydedilen gelişmelere rağmen Irak halen son derece hassas bir dönemden geçmektedir. Asayiş alanında sağlanan kazanımlar halen kaybedilebilir niteliktedir.

25 Ekim 2009 tarihinde Bağdat’ta vuku bulan bombalı saldırılar bu acı gerçeği bir kez daha gözler önüne sermiştir. Irak’ın karşısındaki temel sorunların üstesinden gelirken ülkeyi oluşturan tüm etnik, dini ve mezhepsel kesimlerin birlik ve uzlaşma içinde hareket etmeleri, bu çerçevede, sorumluluk mevkiindeki siyasi grupların Irak’ı ilgilendiren her konuda halkı sükûnet ve sağduyuya imale etmeleri büyük önem taşımaktadır.

Irak yeniden seçim ortamına girmiştir. Önümüzdeki yıl Ocak ayında düzenlenmesi öngö-rülen parlamento seçimlerinin Irak’taki siyasi dengeler üzerinde önemli etkide bulunması beklenmekte, seçimler öncesinde kampanya çalışmalarının hızlandığı, ittifak arayışları-nın yoğunlaştığı, siyasetin giderek hareketlendiği görülmektedir. Irak’ta demokrasinin hâkim kılınmasına ve siyasi istikrarın sağlanmasına yönelik çabalara destek veren ül-kemiz, parlamento seçimleri öncesinde Irak siyasetinde yaşanan gelişmeleri yakından takip etmekte, Iraklı siyasi parti ve liderlerle temaslarını sürdürmektedir.

Temaslarımızda, Iraklı tüm taraflara sağduyulu davranmalarını ve ulusal uzlaşı ruhu için-de diyaloga açık tavır sergilemelerini tavsiye ediyoruz. Gelecek seçimlerde de etnik ve mezhepsel partileşmeler olması halinde, Irak’taki bölünmüşlük anlayışının yerleşmesin-den endişe ettiğimizi sürekli vurguluyoruz.

Malumları olduğu üzere, Kerkük Irak siyasetini uzun süredir meşgul etmektedir. Kerkük’ün nihai statüsünün burada yaşayan tüm etnik ve mezhepsel grupların etkin katılımıyla, uzlaşı temelinde çözülmesi önem taşımaktadır. Kerkük meselesinin adil ve kalıcı çözümü tartışmalı bölgeler sorununun da çözümünü kolaylaştıracaktır. Türkiye, Kerkük’ün özel statülü bir bölge olarak ilan edilmesinin sorunun çözümü için en ideal yol olduğu yönündeki görüşünü muhafaza etmektedir.

Irak halkını oluşturan farklı etnik, dini veya mezhepsel aidiyete mensup kişiler bu ülkenin en büyük zenginliğidir. Tüm bu farklı unsurlar barış ve ahenk içinde bir arada yaşadıkları

Page 131: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

131

sürece Irak hem kendi içinde hem bulunduğu bölgede istikrarın öncüsü olacaktır. Irak’ın kurucu unsurları arasında yeralan Iraklı Türkmenlerin Irak’ın yönetim yapılarında, ekono-mik, sosyal ve düşün yaşamında görünürlüklerinin her geçen gün artması memnuniyet vericidir. Türkiye, Irak’ı oluşturan tüm nüfus kesimlerine olduğu gibi Türkmen kardeşle-rine desteğini önümüzdeki dönemde de sürdürecektir.

Irak’a 2003 yılında yapılan askeri müdahaleden sonra, ülkemizle Irak arasındaki ekono-mik ve ticari ilişkiler yeniden artış dönemine girmiştir. Bunda, Irak’a uygulanan ekono-mik ambargonun tamamen kaldırılması ve Irak’ın ekonomi dâhil yeniden yapılanmaya başlaması etkili olmuştur.

Ülkemizin Irak’a ihracatı, 2006 yılı hariç, 2003 yılından itibaren sürekli artış göstermiş-tir. 2003 yılında 829 milyon Dolar olan ihracatımız 2008 yılında, bir önceki yıla oranla % 37 artışla, 3,9 milyar Dolar seviyesine ulaşmış, ikili ticaret hacmi ise 5,2 milyar Dolar seviyesini aşmıştır. Küresel krizin etkisiyle 2009 yılı Ocak-Temmuz döneminde Türkiye’nin genel ihracatı % 30 oranında azalırken, Irak’a ihracat % 52 oranında art-mıştır.

Türk müteahhitleri 2003-2008 yılları arasında Irak’ta toplam 6,2 milyar Dolar değerinde 440 civarında iş üstlenmişlerdir. Yıllık bazda ise, üstlenilen iş miktarı 2003 yılında 242 milyon Dolardan 2008 yılında 1,4 milyar Dolara yükselmiştir.

İRAN

Komşumuz İran’la ilişkilerimizi sosyal ve tarihsel derinliği, komşu olmamızın kendine has gerekleri ve ekonomik, güvenlik ve uluslararası konjonktür boyutları ile bir bütünsellik içinde ele almamız gerekmektedir. Bu çerçevede ikili ilişkilerimizin içişlerine karışmama, karşılıklı saygı, iyi komşuluk ve güvenlik işbirliği ilkeleri zemininde olumlu yönde geliş-meye devam ettiğini öncelikle ifade etmemiz gerekir. Bu siyasanın izlenmesinde üst düzey temas trafiğinin kuşkusuz önemli bir rolü bulunmaktadır.

Yasal çerçevesini İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın ülkemizi ziyareti vesilesiyle 2008 yılında imzalanan “Uyuşturucu Kaçakçılığı, Organize Suçlar ve Terörizmle Mücadele-de İşbirliği Anlaşması”nın oluşturduğu güvenlik işbirliği, ilişkilerimizin önemli bir diğer boyutunu teşkil etmektedir. Terörle mücadele ve sınır güvenliği alanlarında güvenlik makamlarımız arasında tesis edilen mekanizmaların tatmin edici seviyede işlediği düşü-nülmektedir.

Öte yandan, İran’ın nükleer programının uluslararası toplum bakımından endişe yarattığı bilinmektedir. Bu konudaki tutumumuz açıktır. Barışçı ve sivil amaçlı nükleer teknoloji-nin geliştirilmesi, ülkelerin egemenlik hakkıdır. Bu itibarla, komşumuz İran’ın da nükleer enerjiden barışçı amaçlarla yararlanma hakkı bulunmaktadır. Ancak bu hakkın kullanı-mının temel şartı, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’ndan kaynak-lanan yükümlülüklere tümüyle riayet edilmesi ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’yla (UAEA) tam bir işbirliğine gidilmesidir.

Page 132: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

132

Bilindiği üzere, BM Güvenlik Konseyi, 1696 sayılı kararı uyarınca İran’dan uranyum zen-ginleştirme faaliyetlerini askıya almasını talep etmiştir. Bu talebin yerine getirilmemesi üzerine, 1737, 1747 ve 1803 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararlarıyla, BM Şartının VII. Bölümü kapsamında bazı yaptırımlar uygulanmaya konulmuştur. BM Güvenlik Konseyi son olarak 2008 yılı Eylül ayında kabul ettiği 1835 sayılı kararıyla İran’a yönelik ta-leplerini yinelemiştir. Sözkonusu kararlar, 24 Eylül 2009 tarihinde gerçekleştirilen BM Güvenlik Konseyi Zirvesi vesilesiyle kabul edilen 1887 (2009) sayılı kararla da teyit edilmiştir.

Diğer taraftan, BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi beş devlet ile Almanya (P5+1/Altılar), İran’a ilki 2006 yılı Haziran ayında, yenilenmiş hali ise 2008 Haziran ayında sunulan teşvik paketi temelinde yapıcı diyalog imkânı aramışlardır. P5+1 ülkelerinin 8 Nisan 2009 tarihinde yaptığı diyalog çağrısına cevaben İran 9 Eylül 2009 tarihinde bir öne-riler paketi hazırlayarak bu ülkelere tevdi etmiştir. Paket diyalog çağrısına değinmekle birlikte, İran’ın nükleer programına odaklanmaktan ziyade, uluslararası konular ve nük-leer silahsızlanma ile ilgili İran’ın genel ilkelerine yer verilmektedir. Öte yandan İran, 21 Eylül 2009 tarihinde UAEA’ya bir mektup göndererek, Kum kentinde yeni bir pilot yakıt zenginleştirme tesisinin inşa halinde olduğunu; tesiste azami % 5 düzeyinde zenginleştirme yapılacağını ve ‘uygun ve gereken zamanda, tamamlayıcı bilginin ileti-leceğini’ bildirmiştir.

Dinamik olan ve yeni gelişmelere sahne olan bu süreçte, İran ile Altılar arasında 1 Ekim 2009 tarihinde Cenevre’de yapılan görüşmeler, İran’la diplomatik diyaloğun yeniden başlatılması açısından önemli bir başlangıç teşkil etmiştir. Keza, İran’ın Kum’daki nük-leer tesisi Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın denetimine açması ve İran’a zenginleş-tirilmiş uranyum temin edilmesi konusunda 18-21 Ekim tarihlerinde Viyana’da uzman düzeyinde gerçekleştirilen görüşmeler bu bağlamda yaşanan kayda değer gelişmeler-dir.

Sorunun barışçıl yollarla çözümü için ilgili tüm taraflar nezdinde yoğun girişimlerini sür-düren Türkiye, diplomatik çözümün mümkün olduğuna inanmakta ve esasen bunun dışında bir çıkar yol da görmemektedir.

İran’ın, nükleer program konusunda uluslararası toplumla saydam bir işbirliği sergile-mesinin, hem İran hem de tüm bölge açısından daha olumlu sonuçlar doğurabileceği; nükleer faaliyetlerin barışçı niteliğinin UAEA raporuyla teyit edilmesinin önem taşıdığı; mevcut durumda ABD’nin Altıların çabalarına daha önce hiç olmadığı ölçüde müdahil ol-duğu; Obama Yönetimi’nin İran’la angajmana devam etme iradesini ortaya koyduğu ve bu fırsatın değerlendirilmesi gerektiği yolundaki düşüncelerimiz İran makamlarına çeşitli vesilelerle ve her düzeyde ifade edilmektedir.

İran’ın nükleer sorununun çözümü yolunda son dönemde olumlu yönde bir ivme yara-tıldığını düşünüyoruz. Bu çerçevede, İran tarafına, sözkonusu ivmenin sürdürülmesine ihtiyaç duyulduğu; yaptırımların arttırılmasının halen gündemde bulunduğu; bu nedenle

Page 133: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

133

diplomatik çabaların başarılı olamadığı tezinin güçlenmesine izin verilmemesi gerektiği yolundaki telkinlerimizi iletmeye devam ediyoruz.

İran’la ekonomik ilişkilerimiz önemli gelişme kaydetmiştir. 2008 yılında 10,2 milyar Doları aşan ikili ticaret hacmi ile İran, en büyük 8. ticaret ortağımız konumundadır. Ortak hedefimiz, 2011 yılında ticaret hacmimizin 20 milyar Dolara çıkarılmasıdır. Bu hedefin gerçekleştirilmesine matuf beklenti ve önerilerimiz, 17-18 Aralık 2009 tarihinde Ankara’da düzenlenecek olan 21. Karma Ekonomik Komisyon toplantısı vesilesiyle de İran tarafının bilgisine sunulacaktır. Sayın Başbakanımızın 26-28 Ekim 2009 tarihlerin-de İran’a yaptığı ve benim de iştirak ettiğim ziyaret sırasında ikili ticaret hacmimizin önümüzdeki 4-5 sene içinde 30 milyar Dolara çıkarılması yeni bir hedef olarak ortaya konulmuştur. İki ülke ekonomik ilişkileri açısından önemli husus ise ikili ticari ilişkilerde Dolar yerine iki ülke milli paralarının kullanılması yönündeki karşılıklı arzudur. Bu husus-ta, geçtiğimiz aylarda Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında 32 Sayılı Karar’ın 6. Maddesinde gerekli değişiklik yapılmıştır. Böylece ikili ticarette yerel para birimlerinin kullanımı konusunda ülkemizde herhangi bir mevzuat engeli kalmamıştır.

Enerji alanındaki işbirliği, İran’la ekonomik ve ticari ilişkilerimizin önemli bir unsurudur. Nitekim, ticaret hacmimizin büyük bölümünü, İran’dan ithal ettiğimiz petrol, doğalgaz ve yan ürünleri teşkil etmektedir.

ORTA DOĞU

Orta Doğu’da yaşanan olaylar, son derece dinamik, uluslararası ilişkilerin belli başlı bütün aktörlerinin aktif şekilde rol aldığı ve her gelişmenin başka bir gelişmeyi tetikledi-ği veya etkilediği bir atmosferde cereyan etmektedir. Örneğin, Lübnan’daki gelişmeler Irak’ı, Irak’taki olaylar İran’ı, İran’da yaşananlar Orta Doğu Barış Süreci’ni doğrudan etkileyebilmektedir. Küresel ekonomik kriz tüm aktörlerin büyük bir sermaye birikimi bulunan Körfez bölgesine odaklanmalarına da neden olmuştur.

Orta Doğu’da bu bağlamda yaşanan her gelişme Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Sadece bölge halklarıyla olan tarihi, kültürel ve beşeri yakınlığımız değil, bu gelişmelerin Türkiye’ye olan doğrudan veya dolaylı etkileri de bizi bölge meselelerine odaklanmaya mecbur kılmaktadır. Bu çerçevede, bölgede kalıcı barış ve istikrarın tesis edilmesi, tüm bölge ülkeleriyle karşılıklı çıkarlar temelinde işbirliğinin ilerletilmesi dış politikamızın ön-celikli hedeflerinden birini oluşturmaktadır.

2008 Orta Doğu’da barış çabaları açısından olumlu gelişmelere tanık olunan, barış ümit-lerinin yeniden yeşerdiği bir yıl olmuştu. Bir yandan sekiz yıl aradan sonra ülkemiz ara-cılığında başlatılan ve önemli ilerleme kaydedilen Suriye-İsrail barış görüşmeleri, diğer yandan yedi yıl aradan sonra ABD öncülüğünde Annapolis Konferansı’yla başlatılan İsrail-Filistin barış müzakereleri sonucunda Orta Doğu’da yaratılan bu olumlu atmosfer, geçtiğimiz yılın son günlerinde İsrail’in Gazze Şeridi’nde başlattığı askeri harekâtla bir anda yerini bir insanlık trajedisine bırakmıştır. Gazze’de çoğunluğu sivil olmak üzere 1.500 Filistinli hayatını kaybetmiş, 5.000 kadarı yaralanmış, evler ve okullar yıkılmış, altyapı neredeyse bütünüyle çökmüştür.

Page 134: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

134

Hükümetimiz barış yönündeki her çabayı desteklediği gibi, bunun aksi istikametteki her girişime de karşı durma anlayışıyla Gazze’de yaşanan bu yıkıma sert tepki göstermiş, çatışmaların durdurulması için bölgede yoğun mekik diplomasisi yürütmüş ve nihayet 18 Ocak 2009 tarihinde tek taraflı ateşkeslerin ilan edilmesine katkıda bulunmuş ve Gazze Krizi bağlamında BM Güvenlik Konseyi’nde 1860 sayılı kararın kabul edilmesinde önemli rol oynamıştır.

Bugün, yaşanan olayların etkisiyle taraflar arasında sarsılmış bulunan güven yeniden tesis edilememiş, barış süreci rayına oturtulamamış, daha da önemlisi Gazze Krizi’nin yolaçtığı yaralar aradan geçen 10 aya rağmen hâlâ sarılamamıştır. Gazze Şeridi üzerin-deki abluka sürmekte, bölgenin yeniden imarına başlanamamaktadır. Gazze’deki halkın temel ihtiyaç maddelerine erişimi sınırlı olmaya devam etmektedir.

ABD’de Orta Doğu bağlamında daha nesnel ve olumlu bir tutum benimseyen yeni yö-netimin işbaşına gelmesi ve ilk günlerden itibaren Orta Doğu’ya aktif şekilde angaje ol-ması barış ümitlerini arttırmıştır. ABD Başkanı Obama’nın ülkemizde ve Mısır’da yaptığı konuşmalarda Arap dünyasıyla ilişkilere ve barış sürecine ilişkin yerinde saptamalarda bulunması, ABD’yle İslam dünyası arasında tüm tarafların geçmişteki hatalarından ders aldığı yeni bir döneme vurgu yapması da Orta Doğu Barış Süreci konusundaki gayretlere yardımcı olacak, küresel bazda olumlu bir hava yaratmıştır.

Ancak, bölgedeki tüm sorunların merkezinde yeralan İsrail-Filistin ihtilafının çözümü-ne yönelik kapsamlı müzakerelerin başlatılması amacıyla ABD tarafından sürdürülen çabalarda hedeflenen noktaya henüz gelinememiştir. Bu çerçevedeki başlıca tıkanıklık İsrail’in Doğu Kudüs dâhil Batı Şeria’daki yerleşim faaliyetlerine son vermemesinden, Filistin tarafının da Yahudi yerleşim faaliyetleri bütünüyle durdurulmadan doğrudan ba-rış müzakerelerine başlamayacağı önkoşulunu ileri sürmesinden kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda, İsrail hükümetinin sağ-dinci koalisyon ortaklarının yerleşimlerin sürdürülmesi yönündeki baskısı altında olduğu gözardı edilmemelidir.

�Filistin tarafında 2006 yılından beri devam eden iç bölünmüşlük de barış sürecinin önündeki diğer bir önemli engeldir. Taraflar arasında Mısır’ın himayesinde gerçekleştiri-len müzakereler altı doğrudan görüşme turuna ve bunlara yönelik birçok hazırlık tema-sına karşın hâlâ sonuç vermemiştir. 2009 Ağustos ayında başlaması öngörülen yedinci tur görüşmeler önce Ekim’e, bilahare de açıklanmayan bir tarihe ertelenmiştir. Öte yan-dan, Başkan Abbas 24 Ekim 2009 tarihinde yayınladığı başkanlık kararnamesiyle 24 Ocak 2010’u Filistin Yasama Konseyi ve Filistin Başkanlık seçimlerinin yapılacağı tarih olarak ilan etmiştir.

Tüm bu hususlarla bağlantılı olan, esir İsrail askeri Gilad Shalit’e karşılık İsrail’de tutuklu bulunan Filistinli mahkûmların serbest bırakılması konusunda son dönemde yeniden ha-reketlilik yaşanmış, ancak Almanya’nın arabuluculuğunda başlatılan bu yöndeki çabalar da henüz kaydadeğer sonuç vermemiştir.

Page 135: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

135

Hükümetimiz İsrail-Filistin ihtilafının çözümüne giden yolun diyalog ve müzakerelerden geçtiğine ve bu çerçevede Orta Doğu Barış Süreci’nin daha fazla vakit kaybedilmeksizin tüm kanallarıyla canlandırılması gerektiğine inanmakta, bu yönde Orta Doğu’ya yönelik kapsamlı ve bütünlük arzeden politikaları çerçevesinde elinden gelen her türlü katkıyı sürdürmektedir.

Aynı şekilde, Hükümetimiz, Filistinliler arasındaki mevcut sorunlara çözüm bulunama-masının gelecekteki Filistin Devleti’nin kurumlarını ve temellerini tahrip edeceği ve barış sürecini akamete uğratacağı anlayışıyla, Filistinlilere sorunlarını diyalog yoluyla çözme-leri ve Filistin’in geleceğini riske atan hareketlerden kaçınmaları çağrısında bulunmaya devam etmektedir. Uluslararası topluma da bu bağlamda bölünmeyi ve tecridi değil, ulusal uzlaşıyı esas alan yapıcı tutum izlenmesi telkininde bulunulmaktadır.

Türkiye, siyasi plandaki çabalarına ve Hebron’da (El Halil) 1997 yılından bu yana faali-yet gösteren Geçici Uluslararası Mevcudiyet’e (TIPH) ve Filistin’in güvenlik kurumlarının temellerinin oluşturulmasına yapmakta olduğu katkı örneklerinde de görüldüğü üzere, güvenlik alanındaki desteğine ilaveten, Filistin halkının yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve gelecekteki Filistin devletinin kurumsal yapılarının oluşturulması amacıyla yardım fa-aliyetlerini de sürdürmektedir.

Gazze Krizi sırasında bölgeye en fazla yardım gönderen ülkelerden biri olan Türkiye, Batı Şeria’ya yönelik insani yardımlarını da sürdürmüş, Filistin’in kalkınması için 2007 yılında Paris’te düzenlenen “Filistin Devleti İçin Uluslararası Bağışçılar Konferansı”nda Filistin Ulusal Yönetimi Başbakanı Fayyad tarafından sunulan Filistin Reform ve Kalkın-ma Planı çerçevesinde 2008-2010 dönemi için taahhütte bulunduğu toplam 150 milyon Dolar yardıma ilave olarak, bu yıl Mart ayında Şarm El Şeyh’te düzenlenen “Gazze’nin Yeniden İnşası Konusunda Filistin Ekonomisine Destek İçin Uluslararası Konferans”ta 50 milyon Dolar taahhütte bulunmuş, 2008 yılında Berlin’de düzenlenen “Filistin Polis Gücü’ne ve Hukukun Üstünlüğüne Destek Konferansı”na da katılarak bu yöndeki des-teğimizi somut taahhütlerle vurgulamış, ayrıca Filistin Ulusal Yönetimi’nin karşılaştığı bütçe sıkıntılarının aşılmasına yardımcı olmak üzere anılan Yönetim’in talebi ve Filistin’e Yardım İçin Eşgüdüm Komitesi’nin uluslararası topluma yönelik çağrısı doğrultusunda 10 milyon Dolar doğrudan bütçe yardımında bulunmuştur. Filistin’de istihdam yaratılma-sına, orta ve uzun vadede Filistin ekonomisinin gelişiminin sağlanmasına ve gelecekteki Filistin devletinin kurumsal yapısının oluşturulmasına hizmet etmenin yanısıra, İsrailliler ile Filistinliler arasında güven tesisine de yardımcı olacak TOBB öncülüğündeki Barış İçin Sanayi Projeleri ve İhsan Doğramacı Barış Vakfı’nın Barış Yerleşkesi Projesi’nin hayata geçirilmesi yönündeki çalışmalar da arazideki zorluklar ve taraflar arasındaki anlaşmaz-lıklara rağmen Hükümetimizin desteğiyle kararlılıkla sürdürülmektedir.

Orta Doğu’da barış ve istikrarın hâkim olabilmesine katkıda bulunabilmek için tüm bölge ülkeleriyle diyalog kanallarının açık tutulmasına ve karşılıklı görüş alışverişine önem ver-mekteyiz. Türkiye, bölgedeki sorunların yine bölge ülkeleri tarafından çözülmesi gerek-tiğine inanmaktadır. Tüm bölge ülkeleriyle siyasi diyalog, ekonomik işbirliği ve kültürel

Page 136: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

136

etkileşim dinamiklerinin korunmasının bölgede barış, istikrar ve refaha önemli katkısı olacaktır.

Bu anlayışla, Suriye’nin bölge dinamiklerinden soyutlandırılması yerine, diyalog yoluyla bölge barış ve istikrarına katkı sağlamaya teşvik edilmesi yönündeki çabalarımız 2009 yılında da sürmüştür. Bölgede kilit konumda bulunan Suriye’nin bölge sorunlarının çözü-münde rol almaya ve yapıcı diplomasiye teşvik edilmesi ülkemizi de yakından ilgilendiren birçok meselenin kalıcı çözümüne katkıda bulunacaktır.

2009 yılında Suriye-ABD ilişkilerinde yumuşama ve yakınlaşma eğilimi görülmüş, Suriye ile Batı arasındaki diplomatik trafik olumlu yönde artmıştır. Memnuniyetle karşıladığımız bu gelişmede ülkemizin telkin ve çabaları önemli rol oynamıştır.

Suriye’nin 2008’de Lübnan’la diplomatik ilişki tesis etmesi iki ülke arasındaki ilişkiler bakımından tarihi önem taşımaktadır. Suriye, ayrıca, Lübnan’da 2006 yılında başlayan ve silahlı çatışmaya dönüşen krizi sonlandıran Doha Mutabakatı’na destek vermiştir.

Suriye’nin 2009 yılında bölgenin en önemli aktörlerinden Suudi Arabistan’la ilişkilerinde görülen yumuşamanın Cumhurbaşkanı Esad ile Kral Abdullah’ın sırasıyla Eylül ve Ekim aylarında karşılıklı ziyaretleriyle ifadesini bulduğu söylenebilir. Bu sürecin Lübnan dâhil çeşitli bölgesel konularda çözüme yönelik yapıcı işbirliği üretmesi beklenmektedir. İki lider arasındaki yakınlaşmada Sayın Cumhurbaşkanımız ve Sayın Başbakanımızın kişisel temasları da etkili olmuştur.

Ülkemiz bölgesel barış ve istikrarın tesisi ve korunması çerçevesinde 19 Ağustos 2009 tarihinde Bağdat’da meydana gelen bombalı saldırılardan sonra Suriye ve Irak arasındaki gerginliğin kontrol altına alınmasında önemli rol üstlenmiştir. Arap Ligi Genel Sekrete-ri Amr Musa’nın da katılımıyla başlattığımız üçlü girişim, tansiyonun giderilmesine ve gerginliğin krize dönüşmesinin engellenmesine yardımcı olmuştur. Bu girişimimiz bölge ülkelerinin ülkemize olan güveninin göstergesi olarak göze çarpmıştır.

Suriye köklü toplumsal, tarihi ve kültürel bağlara sahip olduğumuz en önemli kom-şularımızdandır. Komşularımız arasında en uzun sınıra sahip olduğumuz bu ülke, aynı zamanda Türkiye’nin Orta Doğu’ya açılan kapılarından biridir. Türkiye-Suriye ilişkileri 2009 yılında da gelişme seyrini sürdürmüştür. Karşılıklı olarak gerçekleştirilen üst düzey ziyaretler ilişkilerin gelişiminde önemli rol oynamıştır.

Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın 16-19 Ekim 2007 tarihlerinde ülkemizi ziyaretinin ilişkilerimizde dönüm noktası teşkil ettiği söylenebilir. Bu ziyaret sonrasında iki Cum-hurbaşkanı ilişkilerimizin bundan sonraki yol haritasının belirlenmesi üzerinde mutabık kalmışlardır. Böylece, ilişkilerimizin geliştirilmesi yolunda somut irade en üst düzeyde ortaya çıkmıştır.

Sayın Cumhurbaşkanımız Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın davetine icabetle 15-17 Mayıs 2009 tarihlerinde Suriye’ye resmi ziyarette bulunmuştur. Anılan ziyaret Sayın Cumhurbaşkanımızın Cumhurbaşkanı sıfatıyla Suriye’ye yaptığı ilk resmi ziyaret olmuş-tur.

Page 137: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

137

Sayın Cumhurbaşkanımızın 15-17 Mayıs 2009 tarihlerinde Suriye’yi ziyareti sırasında yukarıda anılan irade teyit edilmiştir.

Sayın Başbakanımızın 22 Temmuz 2009 tarihinde gerçekleştirdiği Halep ziyareti sıra-sında Türkiye ile Suriye arasında “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi” (YDSİK) kurulması konusunda mutabakata varılmıştır. Anılan konseyin kurulmasına ilişkin “Ortak Siyasi Bildirge” Suriye Cumhurbaşkanı Beşer Esad’ın 16 Eylül 2009 tarihinde ülkemizi ziyareti sırasında iki ülke Dışişleri Bakanları tarafından imzalanmıştır.

Konsey’in benim ve Suriye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Asistanı Korgeneral Hasan Türkmani’nin (Dışişleri Bakanı Velid Muallem’in de katılımıyla) eşbaşkanlığında düzen-lenen ilk toplantısı 13 Ekim 2009 tarihinde Halep ve Gaziantep’te yapılmıştır. Aynı gün ben ve Suriyeli mevkidaşım Öncüpınar sınır kapısında “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suriye Arap Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Vizenin Kaldırılmasına Dair Anlaşma”yı imzaladık.

YDSİK’nin hayata geçirilmesiyle ilişkilerimizin tüm veçhelerinin sistematik ve kurumsal çerçeveye oturtulması amaçlanmaktadır. Kurulacak düzenli işbirliği ve istişare meka-nizmaları vasıtasıyla Suriye’yle ilişkilerimizdeki pürüzlerin tedricen giderilmesini de sağ-layacak uzun vadeli stratejik ortaklık ilişkisi kurulması öngörülmektedir. Konsey meka-nizmasının işletilmesiyle, bölgenin barış, güvenlik ve istikrar ile sürdürülebilir ekonomik kalkınma sürecine katkıda bulunulması da hedeflenmektedir.

Lübnan’daki gelişmeler 2009 yılında takip ettiğimiz konular arasında yeralmıştır. Lübnan’ın istikrarı bölgenin barış ve istikrarı açısından büyük önem taşımaktadır. Bölge açısından halen aciliyet arzeden durum Lübnan’ın iç bütünlüğe ve istikrara kavuşturul-masıdır. 7 Haziran 2009 tarihinde yapılan parlamento seçimlerinin bu yolda dönüm nok-tası teşkil ettiği söylenebilir. Lübnan Hükümeti’nin istemi üzerine bu seçimlere ülkemiz tarafından sekiz kişilik gözlemci heyeti gönderilmiştir.

Seçimleri Batı yanlısı 14 Mart ittifakı kazanmıştır. Seçim sonuçlarına göre 14 Mart İt-tifakı 128 sandalyeli parlamentoda 71 milletvekili, Hizbullah’ın da içinde bulunduğu 8 Mart grubu ise 57 milletvekili çıkarmıştır. Cumhurbaşkanı Süleyman tarafından destek-lenen bağımsız adaylardan ancak ikisi parlamentoya girme şansı bulabilmiştir. Seçim sonuçlarının açıklanmasından kısa süre sonra Hizbullah lideri Nasrallah seçim sonuçla-rını kabul ettiğini bildiren bir açıklama yapmıştır.

Bu çerçevede Cumhurbaşkanı Süleyman’ın sunulan “Ulusal Birlik Hükümeti” listesini 9 Kasım 2009 tarihinde onaylaması, Lübnan’da siyasi istikrar ve toplumsal barışın sağlan-ması doğrultusunda önemli bir adım teşkil etmiştir. Buna ilaveten, Hizbullah’ın silahsız-landırılması ve Hariri suikastine ilişkin Lübnan Özel Mahkemesi konularında yaşanacak gelişmelerin de kısa ve orta vadede ülkedeki istikrar bakımından belirleyici rol oynaya-cağı söylenebilir.

Lübnan’la ikili ilişkilerimizde yakalanan olumlu havanın yansıması olarak Lübnan Cum-hurbaşkanı Süleyman 21-22 Nisan 2009 tarihlerinde ülkemize resmi ziyarette bulun-

Page 138: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

138

muştur. Bu, cumhurbaşkanı düzeyinde iki ülke arasında 54 yıl aradan sonra gerçekleşen ilk ziyarettir.

1701 sayılı BMGK kararıyla güçlendirilen BM Gücü UNIFIL’e yaptığımız askeri katkı ve Lübnan’ın yeniden imarı yönündeki çalışmalarımız 2009 yılında devam etmiştir. UNIFIL’de görevli Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının görev süresinin 5 Eylül 2009 ta-rihinden itibaren bir yıl uzatılması 23 Haziran 2009 tarihinde Yüce Meclisimizce kabul edilmiştir. UNIFIL’e Sur şehri yakınlarındaki Es-Şatiye’de görev yapan İstihkâm-İnşaat Bölüğü ve Deniz Görev Gücü’nde bir firkateynle katılımımızı sürdürmekteyiz.

Diğer taraftan, Orta Doğu bölgesinde ve Arap ülkeleri arasında özel konuma sahip olan Mısır’la ilişkilerimizin her boyutta güçlendirilmesine ve bu ülkeyle bölgesel konularda yakın diyalog içinde bulunmaya önem vermekteyiz.

Mısır’la ülkemiz arasında gerçekleştirilen üst düzeyli ziyaretler bu ilişkinin geliştirilme-sinde ayrı önem taşımıştır. Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek 11-12 Şubat 2009 tarihlerinde ülkemizi ziyaret etmiştir. Son olarak, ben Mısır Dışişleri Bakanı Ahmed Abul Gheit’in davetine icabetle, 1-3 Eylül 2009 tarihlerinde Mısır’a bir ziyaret gerçekleştir-dim.

Bölgesel konulardaki yaklaşımlarımızın genel olarak örtüştüğü Ürdün’le de ilişkilerimiz olumlu seyir izlemektedir. Bu çerçevede, Ürdün Dışişleri Bakanı Naser Judeh 19 Ağus-tos 2009 tarihinde ülkemizi ziyaret etmiştir. Ben ise 10 Eylül 2009 tarihinde Ürdün’e bir ziyaret gerçekleştirdim. Kral Abdullah’ın da Sayın Cumhurbaşkanımıza bir daveti bulunmaktadır. Gelişen siyasi ilişkilere paralel olarak ekonomik ilişkilerimiz de güçlen-mektedir. Bu bağlamda, Ürdün’deki Türk müteahhitlik hizmetleri ve yatırımlarında artış görülmektedir. Son olarak GAMA firması, Suudi Arabistan sınırındaki DİSİ aküferinden Amman’a boru hattıyla su nakledilmesine ilişkin yaklaşık 1 milyar Dolarlık proje ihalesini kazanmıştır. Projenin 2009 yılı sonunda tamamlanması öngörülmektedir.

Son yıllarda Türkiye ile Arap ülkeleri arasında kaydedilen önemli ilerlemelerin diğer bir somut yansıması Türkiye ile Arap Ligi arasındaki ilişkilerde yakalanan ivmedir. “Türk-Arap İşbirliği Forumu Çerçeve Anlaşması” uyarınca tesis edilen danışma mekanizmaları-nın en üst düzeylisi olan Dışişleri Bakanları Toplantılarının ilki, Arap Ligi Zirvesi Başkanı Suriye ile Arap Ligi Troykası üyeleri Suudi Arabistan, Cezayir, Cibuti Dışişleri Bakanları ve Arap Ligi Genel Sekreteri’nin katılımıyla 11 Ekim 2008 tarihinde ülkemizde düzen-lenmiştir. Bu toplantıların ikincisinin önümüzdeki ay Şam’da yapılması öngörülmektedir.

Bugün, geniş finansal ve enerji kaynaklarıyla dünyanın ilgi odağında yer alan Körfez bölgesiyle ilişkilerimiz, yıl içinde bölge ülkeleriyle gerçekleştirilen karşılıklı üst düzey ziyaretler ve çok taraflı platformlardaki temaslarımızla gelişmeye devam etmektedir. Bu bağlamda, Katar Emiri Şeyh Al Thani’nin Ağustos ayında ülkemizi ziyareti ve Sayın Cum-hurbaşkanımızın Nisan ayında Bahreyn’e, Şubat ve Ekim aylarında Suudi Arabistan’a gerçekleştirdikleri ziyaretler ile Başbakan ve Bakanlar düzeyinde çok sayıda ziyaret 2009 yılı içinde bölge ülkeleriyle ilişkilerimizin derinlik kazanmasına katkı sağlamıştır.

Page 139: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

139

Bölgeyle ikili ilişkilerde son dönemde yakalanan bu ivme, Körfez İşbirliği Konseyi’yle (KİK) 2008 yılında tesis edilen ve KİK ülkeleriyle esasen mevcut olumlu ilişkilerin ve işbirliğinin yapısal çerçevede daha da geliştirilmesi amacına matuf Stratejik Diyalog’la pekiştirilmiştir.

Başta siyasi, ekonomik, savunma, güvenlik ve kültür alanları olmak üzere, ortak ilgi alanına giren çeşitli konularda Dışişleri Bakanları düzeyinde düzenli danışmalara imkân sağlayacak bu mekanizma, Türkiye’nin Körfez bölgesinin güvenlik ve istikrarına atfettiği önemi göstermesi ve KİK’in bir ülkeyle sahip olduğu ilk düzenli istişare aracı olması ba-kımından ayrı önem taşımaktadır. Stratejik Diyalog çerçevesindeki ilk Dışişleri Bakanları toplantısı 8 Temmuz 2009 tarihinde İstanbul’da düzenlenmiştir.

KİK’le ilişkilerimizde belirleyici unsur ekonomik ve ticari ilişkilerdir. KİK üyesi ülkelerle gerçekleştirdiğimiz ticaret hacmi son altı yılda sekiz kat artarak 16.6 milyar Dolar sevi-yesine ulaşmış bulunmaktadır. Bu rakam ticaret hacmimizin %4.9’una denk gelmekte-dir. KİK üyesi ülkelerle ortak bir serbest ticaret anlaşması (STA) imzalanması amacıyla KİK Sekretaryası’yla müzakereler sürmektedir.

Ülkemiz, geniş anlamda İslam dünyasıyla ilişkilerimizde önemli işlev gören İslam Kon-feransı Örgütü’ndeki (İKÖ) öncü konumunu sürdürmektedir. Genel Sekreter Prof. İhsanoğlu’nun 2013 yılı sonuna kadar Örgüt’ün başında bulunacak olması ve 2014 yılında düzenlenecek İKÖ Zirvesi’nin evsahipliğine adaylığımızı açıklamış bulunmamı-zın ışığında, ülkemizin kurum içindeki etkinliğinin uzun süre devamı öngörülmektedir. Ülkemiz İKÖ’nün uluslararası platformdaki görünürlüğünün ve etkinliğinin artmasına ve örgütün reform sürecini sürdürmesine güçlü destek vermektedir.

Tarihsel ve kültürel bağlarımız bulunan Mağrip ülkeleriyle ilişkilerimizin her bakımdan geliştirilmesine önem vermekteyiz. Afrika politikamız kapsamında Mağrip ülkelerini kı-taya açılan kapımız olarak görüyor ve bu ülkelerle ilişkilerimizdeki birikimi bu amaçla da değerlendirmeyi hedefliyoruz. Öte yandan, Mağrip bölgesinin istikrar ve refahına atfettiğimiz önem çerçevesinde bölge ülkelerindeki iç siyasi gelişmeleri de yakından izliyoruz. Bu anlayışla, Mağrip ülkeleriyle uluslararası platformda ve ikili düzeyde temas ve işbirliğimizi yoğun şekilde sürdürmeyi öngörüyoruz. Bu çerçevede, Afrika’da mevcut Büyükelçiliklerimize ek olarak Moritanya’yla da yakın zamanda karşılıklı olarak Büyükel-çilik açılması konusunda teknik düzeyde müzakereler sürdürülmektedir.

Arzumuz Orta Doğu’da refah ve işbirliğinin hüküm sürmesidir. Çok boyutlu, ön alıcı, yapıcı ve geleceğe dönük politikalarla hem yakın bölgemizde hem de daha geniş çevre-sinde kalıcı güvenlik ve istikrar ortamının tesisine, ayrıca bölge refahının artışına katkı sağlamak için çaba göstermekteyiz. Ortak risk ve tehditlerden ziyade karşılıklı çıkar ve yarara dayalı işbirliği zeminlerine odaklanmak, böylece bölgeyi çatışma ve buhranların kısır döngüsünden çıkarıp, istikrar ve refah alanına dönüştürmek ve tüm bölge ülkelerini bu yönde teşvik etmek temel hedeflerimizdir.

Page 140: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

140

RUSYA FEDERASYONU

Rusya Federasyonu’yla (RF) ilişkilerimiz ve işbirliğimizde 90’lı yılların başından bu yana önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Sözkonusu yıllarda ekonomik işbirliği genel ilişkilerin itici gücü rolünü oynarken, 21. yüzyılda ilişkilerimizin siyasi dokusu da gelişmiş ve güç-lenmiştir.

RF’yla ilişkilerimiz çok yönlü ve dengeli dış politika anlayışımızın başlıca unsurlarından biridir. Karşılıklı güven ortamının daha da güçlendirilmesi, işbirliğinin geliştirilmesi ve şeffaf, samimi diyalogun sürdürülmesi RF’ye yönelik politikamızın başlıca unsurlarıdır. RF’yla siyasi diyalogumuz, karşılıklı üst düzey ziyaretler, çeşitli kurumlar arasında te-maslar ve Dışişleri Bakanlıkları arasındaki danışmalarla sürdürülebilir bir nitelik kazanmış ve kurumsallaşmıştır.

Türkiye ve RF tarih, kültür ve ortak coğrafyadan kaynaklanan Avrupa ve Asya özellik-lerini paylaşmaktadırlar. Avrasya coğrafyasında sürdürülebilir istikrarın tesisi ve korun-ması her iki ülkenin de çıkarınadır. Kasım 2001’de iki ülke arasında Dışişleri Bakanları düzeyinde imzalanan “Avrasya’da İşbirliği Eylem Planı” ilişkilerimizi ikili işbirliğinden çok taraflı ortaklığa taşımış ve Avrasya coğrafyasında “rekabet yerine işbirliği” perspektifini sunmuştur. Türkiye ile RF arasındaki olumlu ilişkilerin tüm bölgenin barış, istikrar ve refahına katkıda bulunacağı her iki ülke tarafından paylaşılan bir olgudur. Bu tarihten sonra, iki ülke arasında her seviyede üst düzey ziyaretler ivme kazanmış; bu bağlamda örneğin, 2005 yılında Sayın Başbakanımız RF’na üç kez çalışma ziyaretinde bulunmuş; Dışişleri Bakanı düzeyi dâhil birçok Bakanımız sık sık RF’nu ziyaret etmiş; Rus tarafın-dan da, Devlet Başkanı Putin ve Dışişleri Bakanı’nın yanısıra, çeşitli Bakanlar düzeyinde ülkemize çok sayıda ziyaret gerçekleşmiştir.

Sayın Cumhurbaşkanımız, 12-15 Şubat 2009 tarihleri arasında RF’nu ziyaret etmiş; bu ziyaret, bu ülkeye Türkiye’den yapılan ilk devlet ziyareti olması, ziyaretin tarihsel ve kültürel bağlarımız olan kardeş Tataristan Cumhuriyeti’ni de kapsaması ve Tataristan’a Cumhurbaşkanı düzeyinde ülkemizden yapılan ilk ziyaret olması itibariyle önem arzetmiş-tir. Ziyaret sırasında Sayın Cumhurbaşkanımız ile RF Devlet Başkanı Medvedev tarafın-dan imzalanan Ortak Deklarasyon’la, Devlet Başkanı Putin’in Aralık 2004’te Türkiye’yi ziyareti sırasında imzalanan Ortak Deklarasyon’da yer alan “çok boyutlu güçlendirilmiş ortaklık” hedefine ulaşıldığı teyit edilmiş, yeni Deklarasyon’un başlığında da belirtildiği üzere “ilişkilerin yeni bir aşamaya doğru ilerlemesi ve dostluğun ve çok boyutlu ortaklı-ğın daha da derinleştirilmesi” hususunda varılan mutabakat vurgulanarak, önümüzdeki dönem için ilişkilerimizin bir nevi yol haritası belirlenmiştir.

Sayın Başbakanımız 15-16 Mayıs 2009 tarihlerinde, RF Başbakanı Putin’in davetine icabetle Soçi’yi ziyaret etmiştir. RF Başbakanı Vladimir Putin, 6 Ağustos 2009 tarihinde ülkemize bir çalışma ziyareti gerçekleştirerek, Sayın Başbakanımızla görüşmüş ve Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından da kabul edilmiştir.

Ayrıca, TBMM Başkanı Sayın Köksal Toptan’ın, RF Federasyon Konseyi Başkanı Sergey Mironov’un davetine icabetle 21-24 Haziran 2009 Moskova ve St. Petersburg’u ziya-

Page 141: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

141

reti, parlamentolar arasındaki işbirliğinin, RF Savunma Bakanı Anatoly Serdyukov’un, Sayın Milli Savunma Bakanımızın davetine icabetle 18-19 Kasım 2008 tarihlerinde ül-kemizi ziyareti ise askeri ve savunma sanayi alanlarındaki işbirliğimizin canlandırılması bakımından çok yararlı olmuştur.

2008 yılında RF, 6,5 milyar Doları ihracatımız ve 31,3 milyarı ithalatımız olmak üzere, yaklaşık 38 milyar Dolar düzeyine ulaşan ikili ticaret hacmiyle birinci sıradaki ticaret or-tağımız konumuna yükselmiştir. Türkiye de, Rusya’nın yedinci ticaret ortağı (4. büyük ihracat pazarı) olmuştur.

Türk yatırımcılarının Rusya’daki ticaret ve iş merkezleri, gıda ve içecek, şişe, cam, be-yaz eşya, mobilya ve diğer sektörlerdeki yatırımlarının tutarı 6 milyar Doları aşmış, Türk müteahhitlerinin bugüne kadar bu ülkede üstlendikleri taahhütlerin toplam değeri ise 30 milyar Dolara ulaşmıştır. Türkiye’nin Rusya’daki doğrudan yatırımları 6 milyar Dolara ulaşmıştır. Rusya’nın ülkemizdeki doğrudan yatırımları ise 4 milyar Dolar seviyesine çıkmıştır.

RF’yla ikili ticaretimizin daha dengeli ve sağlıklı bir yapıya kavuşturulması, Türk ürünle-rinin çeşitlendirilerek Rus pazarına girişi, Türk müteahhitlerinin RF’deki paylarının güç-lendirilmesi ve ülkemizin RF’deki yatırımlarının arttırılmasının yanısıra, Rusya’nın da ül-kemizde yatırımlar yapmasının özendirilmesi yönündeki çabalarımız sürdürülecektir.

Türkiye Rus turistler nezdinde en çok tercih edilen ülke konumunda olup, 2008 yılında yaklaşık 3 milyon Rus turist ülkemizi ziyaret etmiştir. Ülkemize gelen turist sayısı açısın-dan da Rusya, Almanya’nın ardından ikinci sıradadır. Ocak-Ağustos 2009 döneminde ise RF’den gelen turist sayısı iki milyona yaklaşmıştır.

Enerji alanındaki işbirliğimiz RF’yla ekonomik ve ticari ilişkilerimizin başlıca veçhelerin-den birini oluşturmaktadır. Mavi Akım doğal gaz boru hattı projesi, bu işbirliğini stratejik bir seviyeye taşımıştır. RF Başbakanı Putin’in 6 Ağustos 2009 tarihinde Ankara’ya yap-tığı ziyaret sırasında imzalanan enerji ağırlıklı birçok belgeden de anlaşılacağı üzere, bu alandaki işbirliğinin karşılıklı yarar temelinde yeni projelerle genişletilmesi sözkonusudur.

Rusya’yla üst düzey diyaloğu önümüzdeki dönemde de ivmesini kaybetmeden sürdür-mek ve yeni projelerle pekiştirmek arzusundayız. Nitekim, önümüzdeki dönem hükümet-lerimiz arasında Üst Düzey İşbirliği Konseyi toplantıları düzenlemeyi planlıyoruz. Türkiye ve Rusya arasındaki işbirliği, bölgede barış ve istikrara katkıda bulunmaktadır.

UKRAYNA, MOLDOVA VE BELARUS

Ukrayna bölgemizin istikrarı açısından önem verdiğimiz ve ikili ilişkileri her alanda iler-letmeye gayret ettiğimiz bir ülkedir. Bölgemizin ve Avrupa’nın güvenlik ve istikrarı açı-sından önemli bir ülke olduğu gibi, ticari ve ekonomik işbirliği alanlarında da geniş im-kânlar sunmaktadır. Bu itibarla, 2003 yılında Hükümetimizin aldığı kararla “ilişkilerimizin geliştirilmesinde öncelikli ülke” olarak seçilmiştir. Bu doğrultuda, Ukrayna’nın siyasi, ekonomik ve sosyal dönüşüm süreci ve Batı yapılanmalarına yönelimi ülkemiz tarafından

Page 142: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

142

desteklenmektedir. Türkiye’den Ukrayna’ya Haziran 2008’de TBMM Başkanı düzeyin-de, Şubat ve Nisan ayında da Dışişleri Bakanı düzeyinde; Ukrayna’dan Türkiye’ye de Devlet Başkanı düzeyinde Ekim 2008’de ziyaretler yapılmıştır.

Ukrayna’yla siyasi ilişkilerimiz çok olumlu bir şekilde ilerlemekte, ticari ve ekonomik işbirliğimiz de gelişmektedir. Ukrayna’yla, ayrıca, KEİ, BLACKSEAFOR ve Karadeniz Uyumu Harekâtı gibi bölgesel örgütler kapsamında çok taraflı işbirliğimiz sürmektedir.

Ukrayna’yla ikili ticaret hacmimiz 2008 yılında 8 milyar Doları aşmıştır. Ağırlıklı olarak KOBİ’ler şeklinde faaliyet gösteren Ukrayna’daki Türk şirketlerinin doğrudan yatırımları-nın 1 milyar Doları aştığı tahmin edilmektedir. Türk müteahhitlerinin Ukrayna’da 2008 yılı sonuna kadar üstlendikleri işlerin miktarı ise 2,4 milyar Doları bulmuştur. Bu alandaki ilişkilerimize daha fazla içerik kazandırabilecek işbirliği olanaklarının geliştirilmesine ça-lışılmaktadır. Ukrayna’yı ağır şekilde etkileyen global mali kriz dolayısıyla, Ukrayna’yla ticari-ekonomik ilişkilerimizde 2009 yılında belirli ölçüde daralma beklenmekle birlikte, bu krizin aşılması sonrasında Türk-Ukrayna ekonomik ilişkilerinin tekrar canlanacağını değerlendiriyoruz.

Ukrayna’da yaşayan Kırım Tatarları, bu ülkeyle ilişkilerimizi zenginleştiren ve işbirliğinin önemini arttıran bir unsurdur. Ukrayna’yla ülkemiz arasında dostluk köprüsü olarak gör-düğümüz Kırım Tatarlarına yönelik temel politikamız, bu halkın Ukrayna’nın bütünlüğü içinde ve Ukrayna’nın sadık vatandaşları olarak temel hak ve özgürlüklerinden yarar-lanması yönündedir. Sürgünden dönen Kırım Tatarlarına yardım politikamız da sürdü-rülmekte, bu çerçevede bölgeye yönelik konut, çeşitli altyapı ve benzeri projelere mali destek sağlanmaktadır. TİKA tarafından yürütülen ve toplam maliyeti 5 milyon Dolar olan 1.000 konut projesi 2006 sonu itibariyle tamamlanmıştır. TİKA’nın Kırım’a toplam yardımı 20 milyon Dolara ulaşmıştır. Kırım Tatarlarına yardım politikamız Ukrayna’yla ilişkilerimizde olumlu bir unsur olmaya devam etmektedir.

Moldova’nın halen içinde bulunduğu geçiş döneminin getirdiği zorlukları aşma, ülkede demokrasi ve serbest piyasa ekonomisini yerleştirme, siyasi, ekonomik ve sosyal so-runları çözüme kavuşturma yönündeki çabaları ülkemizce desteklenmektedir. Türkiye ile Moldova arasındaki ilişkilerde siyasi sorun mevcut değildir. Küresel ekonomik krizin etki-si ile 2009 yılının ilk beş ayında, geçen yılın aynı dönemine oranla ikili ticaret hacminde bir düşüş gözlenmişse de ekonomik işbirliğinin daha ileri düzeye taşınması potansiyeli mevcuttur. Bu bağlamda, Moldova’da 25 Eylül 2009 tarihinde göreve gelen yeni koa-lisyon Hükümeti’yle ilişki ve işbirliğimizin daha ileri boyuta taşınacağını umut ediyoruz.

Soydaşlarımız Gökoğuzların mevcudiyeti, Moldova’yla ilişkilerimizin önemini artıran bir unsur oluşturmaktadır. Zor ekonomik koşulları nedeniyle, ülkemiz Gökoğuz Yeri’ne çe-şitli alanlarda yardım sağlamaya devam etmektedir. Bu çerçevede, Gökoğuz Yeri’nin içme ve sulama suyu ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla yürütülen projenin tamamlan-ması için gerekli çalışmalar yürütülmektedir. Gökoğuz Yeri’nin sahip olduğu ve Moldova Anayasası’yla güvence altına alınan özerklik statüsünün aşındırılmadan sürdürülmesi, ülkemizin önem ve öncelik atfettiği bir husustur.

Page 143: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

143

Transdinyester sorunu Moldova’nın gelişmesinin önündeki başlıca engellerden birini teş-kil etmektedir. Bu sorunun, Moldova’nın toprak bütünlüğü ve siyasi birliğine saygı çer-çevesinde, müzakereler yoluyla barışçı bir çözüme kavuşturulmasını desteklemekteyiz.

Belarus’la ilişkilerimiz olumlu bir zeminde ilerlemektedir. Bu ülkenin demokratik ve in-san haklarına saygı esasına dayalı bir yapıya kavuşturulmak suretiyle Batı kurumlarıy-la yakınlaşması tarafımızdan desteklenmektedir. Bu bağlamda, son dönemde Belarus ile Batı dünyası arasında gözlemlenen yakınlaşmadan memnuniyet duyulmaktadır. Bu bağlamda, Belarus’a yönelik üst düzey ziyaretlerin önümüzdeki dönem canlandırılması öngörülmektedir.

GÜNEY KAFKASYA

Güney Kafkasya politikamızın temel unsurlarını bağımsız, siyasi ve ekonomik istikrara sahip, kendi aralarında barış ve işbirliği içinde yaşayan, çağdaş ve evrensel değerleri benimsemiş ülkelerin varlığı ve bu doğrultuda desteklenmeleri oluşturmaktadır. Tarihi ve kültürel bağlarımızın mevcut olduğu bu bölge, ülkemizi Orta Asya’ya bağlayan bir köprü olması açısından da önem taşımaktadır.

Bu çerçevede bölgedeki sorunların barışçı yollardan çözüme kavuşturulmasının temini ile bölgede istikrar ve işbirliği ortamının yaratılması ve korunması, ülkemizin Güney Kaf-kasya politikasının temel hedefini oluşturmaktadır.

Öte yandan bu bölgeye yönelik olarak ikili işbirliği projelerinin yanısıra, Bakü-Tiflis-Cey-han ham petrol boru hattı ve Bakü-Tiflis-Erzurum doğalgaz boru hattı gibi bölgesel iş-birliği projeleri geliştirmeye önem atfediyoruz. Bu çerçevede Bakü-Tiflis-Kars demiryolu hattı projesinin en kısa sürede tamamlanmasını ve hattın faaliyete geçmesini arzu edi-yoruz.

Bölgesel çatışmaların çözümü için oluşturulan uluslararası mekanizmalara da imkânlar ölçüsünde katkı sağlayan Türkiye, bölge ülkelerinin üyesi oldukları AGİT, AK ve KEİ gibi uluslararası ve bölgesel örgütlerdeki konumlarını güçlendirmelerine, NATO ve AB’yle ilişkilerini geliştirmelerine önem vermektedir.

Diğer yandan, bu bölgede “donmuş ihtilaflar” olarak tanımlanan sorunların devamının, bölge istikrarını ve dolayısıyla tüm Avrasya coğrafyasında istikrarı tehdit ettiği, Ağustos 2008’de Gürcistan ve RF arasında yaşanan çatışmalar vesilesiyle bir kez daha açıkça görülmüştür. Sözkonusu sorunların çözümsüz kalması, ülkemizin yanı başında bulunan bir coğrafyada her an yeni krizlerle karşılaşma olasılığının mevcudiyeti anlamını taşı-maktadır. Dolayısıyla, bu sorunlara kalıcı çözümler bulunması amacıyla inisiyatif alma zamanı artık gelmiştir.

Türkiye bu anlayışla, Gürcistan ile RF arasında yaşanan çatışmaların ardından, bölge ülkeleri arasında mevcut güven eksikliğinin giderilmesi ve bu ülkelerin bölgeye ait bir siyasi platform etrafında diyaloga teşvik edilmesi düşüncesiyle Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu (KİİP) kurulması önerisini gündeme getirmiştir. Hâlihazırda KİİP’in ku-ruluşuna yönelik çalışmalar, Platforma davet edilen dört ülkenin de desteği ve katkıla-

Page 144: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

144

rıyla sürmektedir. Aralarında ciddi siyasi ihtilaflar bulunan bu beş ülkenin, benzer ilke ve amaçlar doğrultusunda bir masa etrafında toplanmalarının kolay bir hedef olmadığı takdir edilecektir. Bununla birlikte, katılımcı ülkelerin şimdiye kadar düzenlenen hazırlık toplantılarında yapıcı ve destekleyici bir tutum almaları, KİİP’in geleceği açısından umut vericidir.

Yakın insani ilişkilerimize ilaveten kültürel ve tarihi bağlarla bağlı bulunduğumuz Azer-baycan, ülkemiz dış politikasındaki öncelikli yerini, geçmişte olduğu gibi bugün de mu-hafaza etmektedir. Azerbaycan’la ilişkilerimizi, egemen eşitlik ve içişlerine karışmama ilkeleri çerçevesinde yürütmekteyiz. Ülkelerimiz arasındaki özel ilişkilerin ve stratejik işbirliğinin bir sonucu olarak, Azerbaycan’la her düzeyde ve her konuda dayanışma or-tamının yaratılmasına önem veriyoruz.

Bu çerçevede, Ermenistan’la başlattığımız ilişkilerin normalleşmesine yönelik çabala-rımızın Azerbaycan için hassasiyet arzettiğinin bilinci içinde, sürecin her aşamasında Azerbaycan üst düzey yönetimine gerekli bilgilendirmede bulunmaya özen gösterdik. Bu temasların sadece son dönemdeki birkaçını sıralamak gerekirse; Sayın Başbakanı-mız, 12-13 Mayıs 2009 tarihlerinde Azerbaycan’ı ziyaret etmiş, ziyaret çerçevesinde Cumhurbaşkanı Aliyev tarafından kabul edilmiş ve Azerbaycan Milli Meclisine hitaben bir konuşma yapmıştır. Ben de, Bakanlık görevimi üstlenişimin ardından, KKTC’den sonra ilk yurtdışı ziyaretimi 25-26 Mayıs 2009 tarihlerinde Azerbaycan’a yaptım. Sayın TBMM Başkanımız, 26-27 Eylül 2009 tarihlerinde Azerbaycan’ı ziyaret etmiştir. Sayın Cumhurbaşkanımız, Nahçıvan’da düzenlenen Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkan-ları Zirvesi’ne katılmak üzere 2-3 Ekim 2009 tarihlerinde Azerbaycan’a gitmiş, Sayın Cumhurbaşkanımız ve Cumhurbaşkanı Aliyev, Zirve marjında, benim ve Azeri mevki-daşımın da katılımıyla dörtlü bir görüşme yapmışlardır. Ayrıca, 22 Ekim 2009 tarihinde KEİ Dışişleri Bakanları toplantısına katılmak üzere gittiğim Bakü’de Cumhurbaşkanı Ali-yev tarafından kabul edildim. Tüm bu temas ve ziyaretler, Azerbaycan kamuoyunda, Ermenistan’la devam eden normalleşme süreci hakkında ortaya çıkan soru işaretlerinin giderilmesi ve iki ülke arasındaki karşılıklı anlayış ve güvenin teyidi bakımından faydalı olmuştur.

Bu temasların da neticesi olarak, Azerbaycan yönetimi Hükümetimizin Ermenistan’la başlatılan normalleşme sürecine ilişkin yaklaşımını ve maksatlarını açıkça bilmektedir. Bununla birlikte, Azerbaycan kamuoyunun çeşitli kesimlerinin kendileri için önem taşı-yan bu konuda zaman zaman duygusal tepkiler verebildikleri veya duygusal yönü ağır basan açıklamalar yapabildikleri görülmektedir. Esasen Azerbaycan için olduğu kadar, ülkemiz açısından da hassasiyet taşıyan bir konuda gösterilen bu tür duygusal tepkile-rin, maksadını aşarak iki ülke arasındaki ilişkilere olumsuz yansıyacak boyutlara ulaş-maması için gerekli tedbirlerin karşılıklı olarak alınması gerektiği yönünde Azerbaycan nezdindeki girişim ve telkinlerimiz sürecektir.

Azerbaycan’la stratejik bir nitelik taşıyan ilişkilerimiz ve işbirliğimiz, sadece siyasi düz-lemde değil, ekonomik boyutuyla da gelişmekte ve çeşitlenmektedir. Bugün Türkiye, Azerbaycan’ın enerji dışındaki sektörlerine en fazla yatırım yapan ülke konumunu sürdür-

Page 145: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

145

mektedir. Türk yatırımları, yarısı petrol dışındaki sektörler olmak üzere, 6 milyar Dolara ulaşmış olup, her geçen yıl artmaktadır. Öte yandan, Azeri iş çevrelerinin Azerbaycan dışındaki toplam 3 milyar Dolar tutarındaki yatırımlarının 2,5 milyar Doları Türkiye’dedir.

Gürcistan’la ilişkilerimizdeki istikrarlı gelişme devam etmektedir. Gürcistan’ın, Avrasya ulaşım ve enerji nakil hatları üzerinde, BTC petrol ve BTE doğalgaz boru hatları ile BTK demiryolu projesi güzergâhı üzerinde bulunması, ilişkilerimize ayrı bir boyut kazandır-maktadır.

Sayın Başbakanımız, Sarp Sınır Kapısı’nın modernizasyonu tamamlanan Türkiye bölü-münün açılışını yapmak üzere 5 Mart 2009’da Batum’u ziyaret etmiş ve törene katılan Devlet Başkanı Saakaşvili’yle bir görüşme yapmıştır. Tarafımdan da Gürcü mevkidaşım Vaşadze’nin davetine icabetle 7-8 Eylül 2009 tarihlerinde Gürcistan’a resmi bir ziyaret-te bulunulmuştur. Mevkidaşımla ikili resmi ziyaretlerin haricinde, çeşitli uluslararası top-lantılar vesilesiyle de biraraya gelerek, gerek ikili ilişkilerimizi, gerek bölgesel gelişmeleri ilgilendiren konularda görüş alışverişinde bulunmaktayız.

Gürcistan Devlet Başkanı Saakaşvili ise, 13 Temmuz 2009’da yapılan Nabucco Hü-kümetlerarası Anlaşması’nın imza töreni vesilesiyle bulunduğu Ankara’da Sayın Cum-hurbaşkanımız ve Sayın Başbakanımızla ikili görüşmeler yapmıştır. Ayrıca, dönemin Gürcistan Başbakanı Mgaloblişvili, ilk yurtdışı resmi ziyaretini 23-24 Aralık 2008’de Türkiye’ye yapmış; adıgeçenin sağlık sorunları nedeniyle istifasını takiben bu göreve atanan Başbakan Gilauri ise Dünya Bankası-IMF Yıllık Toplantısı vesilesiyle bulunduğu İstanbul’da 7 Ekim 2009’da Sayın Başbakanımızla ikili bir görüşmede biraraya gelmiştir.

Diğer taraftan, “Gül Devrimi”nin ardından Gürcistan’da yaşanan ekonomik iyileşme ve yabancı yatırım ortamının iyileştirilmesi sonucunda ekonomik ve ticari ilişkilerimizde yaşanan gelişme devam etmektedir. 2002’de 241 milyon Dolar seviyesinde olan ikili ticaret hacmimiz bugün 2 milyar Dolar düzeyine yaklaşmıştır. Halen Gürcistan’ın birinci ticaret ortağı olan Türkiye, ayrıca en büyük dördüncü yatırımcı ülke konumundadır. Öte yandan, Batum Havalimanı’nın Türkiye ve Gürcistan tarafından ortak işletilmesi, vatan-daşlarımızın karşılıklı ziyaretlerinde 90 güne kadar vize muafiyeti bulunması, Serbest Ti-caret Anlaşması’nın yürürlüğe girmesi ve Sarp Sınır Kapısı’nın “tek-pencere” modelinde işletilmesine yönelik çalışmalar, ikili ilişkilerimizin geldiği aşamayı göstermesi yönünden dikkat çekicidir.

Gürcistan’ın toprak bütünlüğünün korunması ve Abhazya ile Güney Osetya ihtilaflarına Gürcistan’ın uluslararası tanınmış sınırları içinde çözüm bulunmasına yönelik politikamız kararlılıkla sürdürülmektedir. Ancak Ağustos 2008’de Gürcistan ve RF arasında yaşa-nan ihtilafı takiben RF’nun anılan bölgelerin bağımsızlıklarını tanıması; bu karara, aradan geçen bir yılı aşkın süre zarfında sadece Nikaragua ve Venezuela’nın katılmış olmala-rına rağmen, ihtilafların çözümünü daha da güçleştirmiştir. Böyle kritik bir dönemde, Gürcistan’da görev yapan BM ve AGİT gözlem misyonlarının görev yönergelerinin sona ermesi, olumsuz bir gelişme olmuştur. Bu çerçevede, bölgesel güvenlik ve istikrarın ka-

Page 146: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

146

lıcı bir şekilde temininde bir tehdit olarak gördüğümüz bu ihtilafların Gürcistan’ın toprak bütünlüğü içinde çözümü yönünde uluslararası toplum tarafından sürdürülen girişimleri destekliyor, ayrıca bu amaçla önalıcı girişimlerde bulunmaya önem veriyoruz.

Diğer taraftan TİKA tarafından, Ağustos 2008 olaylarında zarar gören Gori kentinde 100 konut inşasını içeren bir proje yürütülmüş olup, inşaatı tamamlanan sözkonusu konutlar sahiplerine teslim edilmiştir.

Geçtiğimiz dönemde Gürcistan’la ilişkilerimizde sıkıntı yaratan bir konu, başka ülke ban-dıralı olmakla birlikte Türk şirketlerine ait iki gemiye Ağustos 2009’da Gürcistan tara-fından, ihtilaflı Abhazya bölgesine yük taşıdıkları gerekçesiyle uluslararası sularda el ko-nulmasıdır. Mevcut iyi komşuluk ilişkilerimizle bağdaşmayan bu uygulama, uluslararası hukukun da açık bir ihlalini teşkil etmiştir. Duyduğumuz rahatsızlık diplomatik kanallarla ve ayrıca 7-8 Eylül 2009 tarihlerinde Gürcistan’ı ziyaretim sırasında Gürcü tarafına iletilmiştir. Temaslarımda, ileride bu tür olayların önlenmesi için alınabilecek tedbirler üzerinde de durulmuştur. Ziyaretimin akabinde ise sözkonusu gemi olaylarıyla ilgili ola-rak Gürcistan’da tutuklu bulunan son vatandaşımızın serbest bırakılması tarafımızdan memnuniyetle karşılanmıştır.

Gürcistan’ın Abhazya’ya yönelik olarak 1995’ten bu yana uyguladığı ambargoyla Ağus-tos 2008 olaylarını takiben Gürcistan Parlamentosunca kabul edilen “İşgal Altındaki Topraklara Dair Kanun” hükümlerine dayandırdığı sözkonusu uygulaması, Türkiye ve Gürcistan ikili ilişkilerinin yanısıra, RF ve Gürcistan arasında süregelen ihtilaf çerçeve-sinde Karadeniz güvenliği bağlamında da önem taşımaktadır.

Diğer taraftan, Ahıska Türklerinin Gürcistan’daki ata topraklarına dönüşleri konusu Gür-cü makamlarıyla temaslarımızda gündeme getirilen önemli bir konu olmaya devam et-mektedir. Bu çerçevede, Gürcistan Parlamentosu’nca Temmuz 2007’de onaylanarak 1 Ocak 2008 itibarıyla uygulanmaya başlanan, Ahıska Türklerinin Gürcistan’a dönüşleri-nin yasal çerçevesini oluşturan Yasa tarafımızdan memnuniyetle karşılanmıştır. Ağus-tos 2008 olaylarının Yasa’nın uygulanmasını olumsuz etkilemesi nedeniyle, Yasa’da öngörülen başvuru süresi Gürcü makamlarınca son olarak 1 Ocak 2010 tarihine kadar uzatılmıştır. Tarafımızdan bu dönemde, başvuru sürecinin sorunsuz işlemesi ve Yasa’da mevcut bazı pürüzlerin giderilmesi için çaba harcanmakta; ayrıca, dönüş sonrasında ge-rek Gürcistan’a dönecek Ahıska Türklerinin, gerek dönecekleri bölgede hâlihazırda yaşa-yan halkın istifade edebileceği kapsamlı projeler geliştirilmesine gayret gösterilmektedir.

Ermenistan’la iyi komşuluk ilkesi çerçevesinde şekillenen normal ilişkilerin tesisi ama-cıyla başlattığımız çabaları da, bu bölgede kriz odağı olan sorunların çözümüne yönelik anlayışımız doğrultusunda değerlendirmekteyiz. Sözkonusu süreç, sadece aynı coğraf-yayı paylaştığımız bir komşu ülkeyle mevcut sorunlarımızı ortadan kaldırmayı değil, aynı zamanda Güney Kafkasya’da sürdürülebilir bir barış ortamının yaratılmasını kolaylaştır-mayı da amaçlamaktadır.

Page 147: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

147

2007 yılından itibaren İsviçre’nin kolaylaştırıcılığında iki ülke arasında yürütülen diyalog süreci, 6 Eylül 2008’de Sayın Cumhurbaşkanımızın Erivan’a yaptığı ziyaret sonrasında hız kazanmış; bu çerçevede, selefim Sayın Ali Babacan Eylül 2008-Nisan 2009 dö-neminde Ermeni mevkidaşıyla ikili formatta yedi görüşme yapılmıştır. Sözkonusu üst düzeyli siyasi diyalog çerçevesinde, iki ülke ilişkilerinin normal bir zemine oturtulması amacıyla hazırlanan diplomatik ilişkilerin tesisi ve ikili ilişkilerin geliştirilmesine dair Pro-tokoller, 10 Ekim 2009 tarihinde Zürih’te düzenlenen bir tören sırasında imzalanmıştır. Onay için TBMM’ye sevkedilmiş bulunan sözkonusu Protokollere ilişkin nihai karar Yüce Meclisimiz tarafından alınacaktır. (Protokoller hakkında ˝1915 olayları˝ başlığını taşı-yan müteakip bölümde daha ayrıntılı bilgi verilmektedir).

Protokollerin imzalanmasının ardından Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın 14 Ekim 2009 tarihinde Türkiye-Ermenistan milli futbol takımları arasında oynanan rövanş maçı-nı izlemek üzere ülkemizi ziyareti vesilesiyle Sayın Cumhurbaşkanımız Ermeni mevkida-şıyla başbaşa ve heyetlerarası görüşmelerde bulunmuştur.

Bölgemizin kalıcı bir barış ve istikrara kavuşması için Türkiye-Ermenistan ilişkilerindeki normalleşmenin yeterli olmayacağı ve bu çabalara paralel olarak Azerbaycan’la Erme-nistan arasında devam eden Yukarı Karabağ sorununun çözümü için de somut adımların atılmasının gerekliliği, Ermenistan’la başlatılan sürecin başından beri Sayın Başbakanı-mız başta olmak üzere tüm üst düzey yetkililerimizce vurgulanan bir husus olmuştur. Diğer taraftan, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde yaşanacak olumlu yöndeki gelişmelerin, Azerbaycan ve Ermenistan arasında Yukarı Karabağ sorununun çözümü amacıyla yü-rütülen müzakerelere de olumlu etki edeceği düşüncesindeyiz. Nitekim, Türkiye-Erme-nistan normalleşme sürecinde sağlanan ilerlemeye paralel olarak son dönemde Azer-baycan-Ermenistan Devlet Başkanları arasındaki görüşmeler sürecinin de hız kazandığı görülmektedir. Ülkemiz son dönemde, Azerbaycan topraklarının haksız işgalinin sona ermesi ve Yukarı Karabağ sorununun çözümü yönünde ivedilikle somut adımlar atılabil-mesi için çözüm müzakerelerinin yürütüldüğü AGİT Minsk Grubunun daha etkin hale ge-tirilmesi yönündeki diplomatik çabalarına hız vermiştir. Bu amaçla, özellikle Eşbaşkanlığı yürüten ABD, Fransa ve RF nezdinde üst düzeyli girişimlerimiz sürmektedir.

1915 OLAYLARI

Türkiye, küresel ve bölgesel düzeyde etrafında yaşanan hızlı değişim ve dönüşüm süre-cinde ortaya çıkabilecek yeni gerilim ve sorunların krize dönüşmeden çözümlenmesini ve doğan fırsatlardan hem ulusal çıkarların geliştirilmesi, hem de küresel barış, istikrar ve refahın yaygınlaştırılması yönünde yararlanılmasını amaçlayan barış vizyonuna odak-lı, proaktif ve sonuç almaya yönelik etkin bir dış politika izlemektedir.

Bu anlayışla Türkiye, uluslararası hukuk ilkeleri zemininde kapsamlı ve kalıcı barışın sağlanması için, mevcut ihtilafların barışçı yollardan çözümlenerek bölgede güvenlik ve istikrarın güçlendirilmesini, bölgesel işbirliğinin ve refahın önünde uyuşmazlıkların teşkil ettiği engelin, ülkemizin menfaatlerine halel getirilmeksizin, ortadan kaldırılmasını hedeflemektedir.

Page 148: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

148

Ülkemiz, bu anlayıştan hareketle Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu ortaya çıkan ve 1991 yılında tanıdığımız Ermenistan Cumhuriyeti’yle de bölgede barış ve istikrarın sağlanması amacına yönelik olarak karşılıklı güven üzerine tesis edilecek ve iki ülke arasındaki tarihi sorunların da çözümünü içerecek bir görüşme zemininin oluşturulması girişimlerinde bulunmuştur.

Sözkonusu süreç çerçevesinde, İsviçre’nin kolaylaştırıcılığında gerçekleşen müzakere-ler sonucunda, “Türkiye ile Ermenistan Arasında Diplomatik İlişkilerin Kurulmasına dair Protokol” ile “Türkiye ile Ermenistan Arasında İlişkilerin Geliştirilmesine dair Protokol” başlıklı metinleri 10 Ekim 2009 tarihinde Zürih’te Ermenistan Dışışleri Bakanı Edward Nalbandian’la birlikte imzaladım. Bu vesileyle düzenlenen törene, ABD, Fransa, Rusya Dışişleri Bakanları (Yukarı Karabağ sorununun çözümüne yönelik Minsk Grubu’nun eş-başkanları), İsviçre Dışişleri Bakanı ve AB Konseyi Genel Sekreteri, Ortak Dış Politika ve Güvenlik Politikası Yüksek Komiseri ile Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Dönem Başkanı Slovenya Dışişleri Bakanı iştirak ettiler.

Başlatılan normalizasyon süreciyle, Türkiye Cumhuriyeti ile Ermenistan Cumhuriyeti ara-sında, yani iki ulus devlet arasında iyi komşuluk ilişkilerinin tesis edilmesi, yüzyıllar boyu birlikte yaşamış Türk ve Ermeni milletleri arasında, ortak tarihin acı bir dönemine ait önyargıların aşılması ile Azerbaycan-Ermenistan ihtilafına uluslararası hukuk normlarına ve uluslararası kuruluşların kararlarına uygun bir çözüm getirilmesi amaçlanmaktadır.

“Ermenistan’la normalleşme çalışmaları, Güney Kafkasya’da kapsamlı normalleşmenin bir veçhesini oluşturmalıdır” noktasından hareketle şekillenmiş, Türkiye-Ermenistan nor-malleşme çalışmaları da bu hedefler doğrultusunda biçimlendirilmiştir.

Sözkonusu Protokollerin, Türkiye Cumhuriyeti ile Ermenistan Cumhuriyeti arasındaki ilişkileri tanzim etmeye yönelik birçok maddesi vardır.

Türkiye ile Ermenistan’ın, aralarında normal ilişkilerin tesis edilmesi için birbirlerinin sı-nırlarını tanıyacaklarını ve karşılıklı olarak toprak bütünlüğü ilkesine saygı gösterecekleri-ni teyit etmeleri önemli bir koşuldur. “Diplomatik İlişkilerin Kurulmasına Dair Protokol”de bu husus sarih şekilde yer almaktadır.

Bu anlamda, iki ülke, “aralarındaki mevcut sınırı uluslararası hukukun ilgili antlaşmala-rında tarif edildiği şekliyle tanıdıklarını” teyit etmektedirler. Ayrıca, yine aynı Protokolün diğer bir paragrafında toprak bütünlüğü ve sınırların dokunulmazlığı ilkelerine saygı ta-ahhüdü yer almaktadır.

Bu protokollere baktığımızda hatırlamamız gereken diğer bir husus, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran temel belgelerden biri olan Lozan Antlaşması’nın Kars Antlaşmasından sonra ak-dedilmiş olduğu ve Lozan Antlaşması’nın bu nedenle Doğu sınırlarımızla ilgili bir hüküm taşımamasıdır. Ermenistan’la imzaladığımız Protokollerin mevcut sınırın tanınmasının te-yidiyle ilgili hükmü bu açıdan Lozan Antlaşmasını tahkim etmektedir.

Böylece, Ermenistan’la aramızda sınır anlaşmazlığı olduğu, Ermenistan’ın toprak talebin-

Page 149: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

149

de bulunduğu gibi iddiaların hukuken herhangi bir geçerliliği olmadığı yeniden vurgulan-mış olmaktadır.

Öte yandan, Protokoller, Türkiye ile Ermenistan arasında ilişki kurulduğunda, bu ilişkinin hangi esaslara göre yürütüleceğini belirleyen birçok hüküm içermektedir. Ayrıca, ilişki kurulduğu takdirde işbirliği alanlarını da tadat etmektedir. Ermenistan üzerine düşen yükümlülükleri, kendisinden beklenenleri yerine getirebildiği takdirde, iki komşu devlet arasındaki ilişkiler başka birçok ülkeye ve coğrafyaya örnek olacak şekilde, sağlıklı bir yapıya dayanarak normalleşecektir.

Türkiye, gerekli koşullar oluştuğu takdirde, Ermenistan’la ilişkilerinin, normalleşmesini samimiyetle istemektedir. Bu bağlamda, geçmişte asırlar boyu birlikte yaşamış olan Türk Milleti ile Ermeni Milletinin ilişkilerini düzeltmek, yeniden yakınlaşmalarını sağlamak önemli bir görevdir.

TBMM’nin, Türkiye ile Ermenistan arasında Ortak Tarih Komisyonu kurulması konu-sunda 13 Nisan 2005 günü oy birliğiyle kabul ettiği deklarasyonda “Türk ve Ermeni Uluslarını barıştırmak” amacı vurgulanmıştı. Ortak Tarih Komisyonu kurulması önerisi Sayın Başbakanımız tarafından dönemin Ermenistan Cumhurbaşkanına da bir mektupla iletilmiş, ancak, önerimiz bugüne kadar hayata geçirilememiştir.

“Türkiye Cumhuriyeti ile Ermenistan Cumhuriyeti arasında İlişkilerin Geliştirilmesine Dair Protokol”de, iki halk arasında karşılıklı güvenin yeniden tesis edilmesi amacıyla mevcut sorunların, tanımlanmasına ve tavsiyelerde bulunulmasına yönelik çalışmalar yapacak bir Tarihsel Boyut Alt Komisyonu kurulması öngörülmektedir.

İki Hükümet arasında oluşturulacak Komisyonun çatısı altında yer alacak bu Tarihsel Boyut Alt Komisyonu’nun yapacağı çalışmalarda tarihsel kaynak ve arşivleri tarafsız ve bilimsel bir incelemeye tabi tutması Protokolde kayıt altına alınmıştır. Tarih alanında mevcut sorunların tanımlanması ve tavsiyelerde bulunulması, tarihsel kaynak ve arşiv-lerde tarafsız bilimsel inceleme yapılması taahhüdü metnin hem işlem, hem de uygula-ma bölümlerinde iki kez yer almaktadır.

Tarihsel Boyut Alt Komisyonu Protokolde vasıflandırılmış olan tek alt komisyondur. Bu durum Tarihsel Boyut Alt Komisyonu’na öncelikli bir konum vermektedir.

Böylece, 2005 Nisan ayında TBMM’nin oybirliğiyle Osmanlı Ermenileri tarihini ve 1915 olaylarını ortak bir girişimle incelemek ve değerlendirmek, tarihi gerçekleri bilimsel araş-tırmayla gün ışığına çıkarmak üzere Ermeni Hükümeti’ne önermeyi kararlaştırdığı Tür-kiye-Ermenistan Ortak Tarih Komisyonu’ndan esinlenen bir yapı iki ülke hükümetlerinin oluşturacakları çatı altında gerçekleştirilmiş olacaktır.

Protokolde öngörülen diğer alt-komisyonlar gibi Tarihsel Boyut Alt Komisyonunun da görev yönergesi bilahare belirlenecektir. Bu görev yönergesinde 1915 olaylarına ilişkin tarihsel gerçeklerin, önyargılardan arınmış bilimsel yöntemlerle ortaya konulmasına iliş-kin tüm hususlar açıklıkla yer alacaktır.

Page 150: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

150

İki ulusun hafıza çatışmasını geride bırakarak adil hafızaya ulaşmalarının yegâne yolu bu bilimsel çalışmanın gerçekleştirilmesidir. Çocuklarımızın ve gelecek nesillerin karşılıklı ön yargı, husumet ve intikam duygularından korunması ve yeniden güçlü bir dostluk inşa etmeleri ancak bu şekilde mümkün olabilecektir.

Türkiye, infilak edebilecek ihtilafların çözümlendiği, kapsamlı normalleşmenin sağlandı-ğı, tüm sınırların açıldığı, serbestçe kullanıldığı, karşılıklı bağımlılıkların oluştuğu, ekono-mik entegrasyonun kurulduğu, etnik birlikteliğin yeniden zenginlik addedildiği ve siyasi bağların olabildiğince güçlendiği, refah üreten bir düzene kavuşmuş, istikrarlı bir Güney Kafkasya öngörmekte, çabalarını bu siyasi projenin gerçekleşmesine teksif etmektedir.

Kafkaslar’da, kapsamlı barışın önündeki en ciddi engeli teşkil eden Azerbaycan-Ermenis-tan ihtilafının uluslararası hukuk normları ve uluslararası kararlar zemininde çözümlen-mesi bu bölgesel vizyonun öncelikli unsurudur.

Türkiye’nin çabaları, aynı zamanda, Azerbaycan’ın topraklarındaki işgalin son bulmasını sağlayacak, kapsamlı bir bölgesel barış zemini oluşturmaya yöneliktir.

Nitekim, Protokollerin imzalanmasından önce, 22 Nisan 2009 tarihinde, Ermenistan ve İsviçre’yle yapılan ilk ortak açıklamada, “ikili ilişkilerin normalleştirilmesine ve bu suretle tüm bölgede barış, güvenlik ve istikrarın ileri götürülmesine” vurgu yapılmıştır.

İmzalanan İlişkilerin Geliştirilmesine dair Protokolün giriş bölümünde “Bölgesel ve ulus-lararası uyuşmazlık ve çatışmaların uluslararası hukuk ilkeleri ve normları temelinde ba-rışçı şekilde çözümlenmesi” ifadesi yer almaktadır. Bu hükmün Yukarı Karabağ ihtilafına işaret ettiği açıktır.

Ayrıca, Diplomatik İlişkilerin Tesisine dair Protokolde, “toprak bütünlüğü ve sınırların dokunulmazlığı ilkelerine saygı gösterilmesi ve saygı gösterilmesinin sağlanması” hu-susunun altı çizilmektedir. Bu taahhüt Yukarı Karabağ sorununun halli için izlenmesi gereken yönteme ışık tutmaktadır.

Türkiye-Ermenistan görüşmeleri başladığından bu yana, Minsk Sürecinin çalışmaları hız-lanmış, uluslararası camianın Azerbaycan-Ermenistan ihtilafının halledilmesi yönündeki çabaları yoğunlaşmıştır. Sorun yeniden dünya gündemine taşınmıştır.

Bir yıldan kısa bir süre içinde, Azerbaycan ve Ermenistan Cumhurbaşkanları 7 kere buluşmuşlardır ve meselenin çözümünde ilerleme konularını ele almışlardır. Son olarak, Azerbaycan ve Ermenistan Cumhurbaşkanları 8 Ekim günü Kişinev’de biraraya gelmiş-lerdir.

Türkiye, Azerbaycan-Ermenistan ihtilafına ilişkin gelişmeleri çok yakından izlemekte ve bu sorunun halledilmesi için elinden geleni yapmaktadır.

ORTA ASYA

Orta Asya Cumhuriyetleri, tarihi ve soy yakınlığımız ile kültür ve dil bağlarımızın yanısı-ra, ülkemizin Avrasya coğrafyasına yönelik dış politikası bakımından önem taşımaktadır. Bölge ülkelerinin bir yandan bağımsız, müreffeh, siyasi ve ekonomik istikrara sahip,

Page 151: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

151

kendi aralarında ve komşularıyla işbirliği içinde varlıklarını sürdürmelerini, diğer yandan uluslararası toplumla bütünleşmelerini ve evrensel demokratik değerleri benimsemelerini desteklemek, Orta Asya bölgesine yönelik politikamızın esasını oluşturmaktadır.

Bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından Orta Asya bölgesi ülkeleriyle pek çok alanda yakın ilişki ve işbirliği tesis edilmiştir. İşbirliği alanlarının başında özellikle ticari-ekono-mik boyut gelmektedir.

Halen bir değişim sürecinden geçmekte olan, çeşitli sorunlar ve tehditlerle karşı karşı-ya bulunan ülkelerin yer aldığı Orta Asya bölgesinde kalıcı istikrar ve güvenliğin sağ-lanmasında, bölgenin başta enerji olmak üzere ekonomik kaynaklarının en iyi şekilde değerlendirilerek toplumsal refaha dönüştürülmesi önem taşımaktadır. İnsan hakları ve demokrasi alanlarında kaydedilecek ilerlemeler, bölgenin dünyayla bütünleşme sürecini daha da hızlandıracaktır. Türkiye, Orta Asya ülkelerinin bu dönüşüm sürecinde elinden gelen desteği vermeye devam edecektir.

Ülkemiz, bölgedeki gelişmeleri yakından takip etmekte ve bu ülkelerdeki kazanımları-mızın korunması ve ilişkilerimizin güçlendirilmesi için çaba harcamaktadır. Son bir yıl zarfında yapılan karşılıklı üst düzey ziyaretlerle ilişkilerimize önemli ölçüde ivme kazan-dırılmıştır.

Öte yandan Türkiye, Orta Asya bölgesi ve Azerbaycan ile aramızdaki dostluk, kardeşlik ilişkilerini ve dayanışmayı güçlendirmesi bakımından Türk Dili Konuşan Ülkeler Dev-let Başkanları Zirveler Sürecine özel önem atfetmektedir. 2-3 Ekim 2009 tarihlerinde Nahçıvan’da düzenlenen ve Sayın Cumhurbaşkanımızın yanısıra, Azerbaycan, Kazakis-tan ve Kırgızistan Cumhurbaşkanları ile Türkmenistan Devlet Başkanı Yardımcısı’nın ka-tıldıkları Zirve toplantısında imzalanan Nahçıvan Anlaşması’yla Türk Dili Konuşan Ülke-ler İşbirliği Konseyi, Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan ve Kırgızistan tarafından kurulmuş bulunmaktadır. Konseyin Sekretaryası İstanbul’da olacaktır.

Buna paralel olarak, 2008 Kasım ayı sonunda Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan ve Kırgı-zistan tarafından imzalanan İstanbul Anlaşması ile kurulan Türk Dili Konuşan Ülkeler Par-lamenter Asamblesi’nin (TÜRK-PA) ilk Genel Kurul toplantısı geçtiğimiz Eylül ayı içinde Bakü’de gerçekleştirilmiştir. Nahçıvan Anlaşması neticesinde kurulan Türk Konseyi’yle yakın bir işbirliği içinde olması beklenen TÜRK-PA, zirveler sürecinin kurumsallaştırılma-sıyla beraber kardeş halkların temsilcileri olan parlamenterler arasında doğrudan temas ve işbirliğinin tesisi istikametinde atılmış önemli bir adımdır.

Kazakistan, Nursultan Nazarbayev’in liderliğinde çok yönlü diplomasisi ve zengin hid-rokarbon kaynaklarıyla desteklenen hızlı büyümesi sayesinde Orta Asya’da lider ülke konumuna erişmiştir. Kazakistan’ın 2010 yılında AGİT Dönem Başkanlığını yürütecek olması çok yönlü politikalarının ve bölgesel sorunları sahiplenme iradesinin bir göster-gesidir. Kazakistan, Türkiye’nin Orta Asya’daki en önemli siyasi ve ekonomik ortağıdır. İkili ilişkilerimiz karşılıklı güçlü siyasi irade doğrultusunda istikrarlı bir seyir içinde geliş-mektedir. Cumhurbaşkanı Nazarbayev’in 21-24 Ekim 2009 tarihlerinde ülkemize yaptığı

Page 152: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

152

resmi ziyaret sırasında iki ülke arasındaki ilişkilerin stratejik ortaklık seviyesine çıkarıl-masına imkân sağlayacak Stratejik Ortaklık Anlaşması imzalanmıştır. Diğer yandan, iki ülke arasında uluslararası örgütlerde karşılıklı destek tatmin edici düzeydedir. Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Zirveler sürecinin devamlılığına ve kurumsallaşması-na en büyük katkıyı Kazakistan sağlamaktadır.

Türkmenistan’ın, Gurbanguli Berdimuhamedov’un liderliğinde bölgesel ve uluslararası planda dışa açılım politikasını ve reform çabalarını olumlu karşılamaktayız. Son dönem-de üst düzey ziyaret ve toplantılar sonucu Türkmenistan’la ilişkilerimizde açılım sağlan-mış olması memnuniyet vericidir. Mevcut potansiyelimizin bu ilişkilerimizin daha ileri dü-zeylere taşınabilmesine imkân verdiğine inanmaktayız. Başta NABUCCO projesi olmak üzere, Türkmenistan’la enerji alanındaki işbirliği önem taşımaktadır. Son olarak Türkmen Cumhurbaşkanı beraberinde Dışişleri Bakanı ve üç Başbakan Yardımcısı olduğu halde 27-28 Ağustos 2009 tarihlerinde Antalya’ya bir çalışma ziyaretinde bulunmuştur. Bu vesileyle gerçekleştirilen görüşmelerde, turizm alanında işbirliği, Türkmen gazının Hazar üzerinden Batıya nakli ve Türkmenistan ile Azerbaycan’ın Hazar Denizindeki sınır anlaş-mazlığı konuları ele alınmıştır.

Özbekistan, coğrafi konumu, doğal kaynakları, nüfus ve yetişmiş insan gücüyle Orta Asya’da önemli bir konuma sahiptir. Özbekistan’la ilişkilerimiz arzu edilen seviyede de-ğildir. Bu ülkeyle ilişkilerimize önem atfediyor, yeni bir dönemin açılmasını samimiyetle diliyoruz. Birbirimizi daha iyi anlayabilmek için her seviyede diyalogun sağlanması, üst düzey ziyaretlerin gerçekleştirilmesi gerektiğine inanıyor ve bu yönde çaba harcıyoruz. Özbekistan Dışişleri Bakanı Norov’la BM 64. Genel Kurulu marjında 29 Eylül 2009 tari-hinde New York’da biraraya gelerek kendisini ülkemize davet ettim. Görüşmemizde ikili ilişkilerde yapılacak açılımla yeni bir döneme girilmesi hususunu ele aldık.

Kırgızistan’la ilişki ve işbirliğimiz kardeşlik bağlarımıza yakışır şekilde olumlu bir se-yir izlemektedir. Uluslararası örgütlerde karşılıklı destek tatmin edici düzeydedir. Kırgızistan’ın demokrasisini geliştirme bakımından katettiği mesafe sevindiricidir. Türki-ye, Kırgızistan’ın demokratik reformlarla beraber ekonomik kalkınmasını da sürdürmesi-ni arzu etmekte ve Kırgızistan’ı imkânları nispetinde desteklemektedir. Sayın Cumhur-başkanımız geçtiğimiz Mayıs ayında Kırgızistan’ı ziyaret etmiştir.

Tacikistan’la ilişkilerimizin seviyesi memnuniyet vericidir. Sayın Cumhurbaşkanımızın geçtiğimiz Mayıs ayında yaptığı ziyaret ile Tacikistan Cumhurbaşkanı İmamali Rahman’ın 2009 Mart ayında Dünya Su Forumu münasebetiyle ülkemizi ziyareti sırasındaki görüş-melerde, ilişkilerin geliştirilerek derinleştirilmesine yönelik olarak karşılıklı siyasi irade bir kez daha teyit edilmiştir. Afganistan menşeli terör odakları ve narkotik kaçakçılık gibi tehditlere maruz kalan bu dost ülkenin istikrar ve refah arayışlarına katkıda bulunmayı sürdüreceğiz.

Moğolistan toprakları tarihte ilk Türk Devletlerine ev sahipliği yapmıştır. Türk ve Moğol ulusları arasında kökünü ortak tarih ve kültürel değerlerimizden alan kardeşlik bağları

Page 153: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

153

mevcuttur. Moğolistan’la coğrafi uzaklığımıza rağmen ilişki ve işbirliğimizin geliştirilmesi Hükümetimizin hedefleri arasında yer almaktadır. İçinde bulunduğumuz yıl iki ülke ara-sında diplomatik ilişkilerin kuruluşunun 40. yıldönümü idrak edilmektedir. Moğolistan’la tarihi mirasımıza sahip çıkma ve ekonomik ortaklığımızın ilerletilmesi yönünde çalışmalar yürütülmektedir. Nitekim, TİKA tarafından Karakurum’da yaptırılan Bilge Kağan Kara-yolu ile Orhun müzesinin, Ulanbator’daki Ankara caddesinin, Atatürk okulu ve Atatürk büstünün açılışları gerçekleştirilmiş olup, Moğolistan Devlet Opera ve Bale prova salo-nunun onarımı, Türk-Moğol Dostluk Parkı, Kan Bankası ve Hükümet Sekreterliği arşivle-rinin elektronik ortama aktarılması projeleri tamamlanmıştır.

GÜNEY ASYA

Türkiye, köklü dostluk ve kardeşlik ilişkilerine sahip olduğu Afganistan’da kalıcı güvenlik ve istikrarın tesisine büyük önem vermektedir. Bu anlayıştan hareketle, Afganistan’a yönelik hedefimiz, bu ülkenin bağımsızlığının, egemenliğinin, toprak bütünlüğünün ve ulusal birliğinin korunması, ülkenin köktendinci akımlar ile terörizmin üssü haline dönüş-memesini ve uyuşturucu merkezi olmaktan çıkarılmasını sağlamaktır. Bu hedef doğrul-tusunda Türkiye, güvenlik, yeniden imar ve kalkınma alanlarında, gerek ikili düzeyde, gerek BM ve NATO gibi örgütler aracılığıyla, Afganistan’a kapsamlı katkılarda bulun-maktadır. Afganistan’ın, başta Pakistan olmak üzere komşularıyla ilişkilerinin gelişmesi keza büyük önem verdiğimiz ve katkıda bulunduğumuz diğer bir alandır.

ISAF Harekâtına geçmişte iki kez komuta eden ve ayrıca Kabil Bölge Komutanlığını Ni-san-Aralık 2007 döneminde başarıyla yürüten ülkemiz, sözkonusu Bölge Komutanlığı görevini bir yıl süreyle yürütmek üzere, 31 Ekim 2009 tarihinde yapılan devir teslim töreniyle ikinci defa üstlenmiştir. Bu dönemde Afganistan’da yaklaşık 1.750 askeri per-sonelimiz görev yapacaktır. Afgan Ulusal Ordusu ile Polis Gücü’nün eğitimi ve teçhizine verdiğimiz destek sürmektedir.

Afganistan’da güvenlik ve istikrarın sağlanmasına başından beri yapmakta olduğumuz katkılara ilave olarak, ülkenin yeniden imarına, sosyo-ekonomik kalkınmasına, uzman personel eğitimine ve bu suretle Afgan halkının ülkemize duyduğu yakınlığın ve sa-mimi dostluğun daha da pekiştirilmesine büyük önem atfediyoruz. Bu amaçla Türki-ye, Afganistan’da, tarihindeki en kapsamlı sürdürülebilir kalkınma yardımı faaliyetlerin-den birini yürütmektedir. Ocak 2006 Londra ve Haziran 2008 Paris Konferanslarında Afganistan’ın kalkındırılması için 100’er milyon Dolar taahhüt edilmiştir. Bu meblağ, çok çeşitli ve kapsamlı projelerin hayata geçirilmesinde kullanılmaktadır. 2002’den bu yana, dört hastane, yedi sağlık kliniği, iki mobil klinik inşa edilmiş olup, iki hastane ve iki klinik ülkemizce işletilmektedir. Şu ana kadar yaklaşık bir milyon Afgan bu tesislerden yararlanmıştır. Tarafımızdan inşa ve tamir edilen 41 ilköğretim okulunda 56.000 Afgan öğrenci eğitim görmektedir. Ayrıca, İl İmar Ekibimizin bulunduğu Meydan Vardak bölge-sinde kapsamlı bir tarım programımız mevcuttur.

Kasım 2006’da Kabil’e mücavir Vardak vilayetinde kurulan İl İmar Ekibimiz, yaklaşık 20

Page 154: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

154

milyon Dolar tutarında kalkınma projesine imza atmıştır. Eğitim, sağlık, tarım, güvenlik, su ve enerji, diyanet, bayındırlık, kültür ve yönetişim gibi çeşitli alanlarda 96 projesi bulunan Vardak İl İmar Ekibimiz, vilayetinin dokuz ilçesinin her birinde Türkiye’nin kalıcı katkısını ortaya koyan projeler gerçekleştirmiştir. Bu çerçevede İl İmar Ekibimiz, Tarım Meslek Lisesi, öğrenci yurdu, su deposu, ilkokul, ortaokul, kız lisesi, cami ve sosyal kompleksi, tarım ürünleri için soğuk hava deposu, kadın sağlığı kliniği, veteriner kliniği, spor kompleksi, sokak aydınlatması ve çocuk parkı inşaatı ile içme suyu kuyuları açılma-sı gibi imar faaliyetlerinde bulunmaktadır. Ayrıca, kentteki Afgan Ulusal Polis güçlerinin eğitimine de katkıda bulunmaktadır. İl İmar Ekibimizce Meydan Vardak’ta yetişkin kadın-lara ve kız çocuklara yönelik olarak başlatılan kurslar kapsamında şimdiye dek binlerce kişiye okuma-yazma öğretilmiştir.

Türkiye’nin Afganistan’daki projelerini daha da kapsamlı kılmak ve dost Afgan halkına erişimini geliştirmek amacıyla Afganistan’ın kuzeyinde Cevizcan ve Sarıpul vilayetle-rinde ikinci bir İl İmar Ekibi kurulmasına ilişkin çalışmalara başlanmıştır. İl İmar Ekibinin gelecek yıl içinde faaliyetlerine başlaması planlanmaktadır.

2009 yılı içinde, selefim, Şanghay İşbirliği Örgütü Afganistan Özel Konferansı ile hemen akabinde BM himayesinde Lahey’de tertiplenen Uluslararası Afganistan Konferansına katılmıştır. Görevimi üstlenmemin ardından yaptığım ilk dış seyahatler kapsamında geç-tiğimiz Haziran ayında Afganistan’ı ziyaret ettim. Ziyaretim vesilesiyle, Türkiye ile Afga-nistan arasında stratejik diyalog mekanizması kurulması yönünde bir karar da alınmıştır.

Öte yandan, uzun ve zorlu bir seçim sürecinden sonra yeniden seçilen Cumhurbaşkanı Hamid Karzai ilk dış ziyaretini İstanbul’a yapmış olup, 19 Kasım’da düzenlenecek yemin törenine çok sayıda Dışişleri Bakanıyla birlikte ben de katılacağım. Geniş ve kritik önem-deki bir bölgenin odağında yer alan Afganistan’ın huzur, barış ve refaha kavuşturulması yolundaki uluslararası çabalarda Türkiye önemli bir işlev üstlenmeyi sürdürecektir.

Dost ve kardeş Pakistan’la, köklerini tarihten alan ilişkilerimiz mükemmel bir düzeyde sürmektedir. Sayın Başbakanımızın 24-26 Ekim 2009 tarihlerinde bu ülkeye gerçek-leştirdiği ve benim de iştirak ettiğim resmi ziyaret, emsalsiz olarak nitelendirdiğimiz işbirliğinin daha da ileri götürülmesi bakımından yeni bir sayfa açmıştır. İkili ilişkileri-mizin her alanda ilerletilmesi konusunda mevcut irade birliği, iki ülke Başbakanlarının eşbaşkanlığını yapacağı Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyinin kurulmasıyla teyit edilmiş ve bunun kuvveden fiile geçirilmesine yönelik önemli bir adım teşkil etmiştir. İslamabad’da imzalanan Ortak Siyasi Bildiri’yle tesis edilen Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi, siyasi, diplomatik, ekonomik, ticari, enerji, güvenlik, askeri ve kültür alanlarındaki işbirliğinin ileri götürülmesini sağlayacak bir denetim ve yönlendirme mekanizması teşkil edecektir.

Türkiye, bölgesinde barış ve istikrarın korunması konusunda önemli bir rol oynayan Pakistan’da son dönemde artış gösteren terör olaylarını kaygıyla izlemektedir. Pakistan’ın güven ve istikrar içinde olması, bölgenin istikrarı bakımından büyük önemi haizdir. Bu anlayışla, ikili işbirliği gayretlerine paralel olarak, uluslararası toplumun ilgi ve desteğini

Page 155: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

155

bu ülkeye artan ölçüde imale etmeye yönelik çabalarımız da sürmektedir.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantıları sırasında Eylül 2008’de oluşturulan Demok-ratik Pakistan’ın Dostları Grubu, Pakistan’ın ekonomik ve diğer sorunlarını sistemli bir şekilde çözmesine yardımcı olmayı, bu ülkenin ihtiyaç duyduğu yardımların temininde ilerleme kaydetmeyi ve bu ülkeye yönelik uluslararası alanda siyasi destek sağlama-yı amaçlamaktadır. Anılan Grubun çalışmalarına ülkemiz de katılmakta olup, Yüksek Düzeyli Uzmanlar toplantısı Ağustos ayında ülkemizin evsahipliğinde yapılmıştır. Öte yandan Tokyo’da 17 Nisan 2009 tarihinde düzenlenen Pakistan Uluslararası Bağışçılar Konferansına ülkemizce de iştirak edilerek, 100 milyon Dolar katkı taahhüdünde bulu-nulmuştur. Bu meblağın büyük kısmı Pakistan’da TİKA tarafından çeşitli projelerin ger-çekleştirilmesi için kullanılacaktır.

Bugün gelinen nokta itibariyle Afganistan ve Pakistan’ın güvenlik durumlarını ayrı de-ğerlendirmek mümkün değildir. Bu çerçevede, hem Pakistan hem de Afganistan’ın gü-venine sahip bir ülke olarak, bahsekonu iki memleket arasındaki ilişkilerin ilerletilmesine katkıda bulunmak amacıyla başlatılan ve bugüne kadar üç kez düzenlenen Üçlü Zirve Sürecinin devamına büyük önem veriyoruz. Bu çerçevede, 2007 yılında yapılan ilk zirve-nin odağı işbirliği, 2008 yılındakinin kalkınma, en son 2009 Nisan tarihinde düzenlenen zirveninki ise güvenlik olup, sonuncusuna İstihbarat ve Silahlı Kuvvetlerin Komutanları da iştirak etmiştir. Önümüzdeki yıl bu süreç çerçevesinde eğitim konusuna odaklanıl-ması tezekkür edilmekte ve Üçlü Dışişleri Bakanları ve Parlamento toplantıları gibi etkin-liklerin gerçekleştirilmesi öngörülmektedir. Aynı şekilde, yine son Üçlü Zirve’de alınan karar uyarınca Afganistan’ın komşuları ile ilgili gözlemci ülkelerle bir Bölgesel Zirve de düzenlenmesi öngörülmekte olup, esasen bu doğrultuda bir ilk toplantı, İSEDAK Zirvesi marjında 9 Kasım 2009 günü Sayın Cumhurbaşkanımızın başkanlığında Afganistan ve İran Cumhurbaşkanları ile diğer bölge ülkelerinden Başbakan ve Bakanların katılımıyla düzenlenmiştir.

Diğer taraftan, Dünyada kilit önemde bir jeopolitik ve jeostratejik sıklet merkezi hali-ne gelen Hint Okyanusu bölgesinin temel aktörlerinden olan Hindistan’la ilişkilerimiz, ülkemizin sergilediği aktif dış politika anlayışına da paralel olarak, hızla gelişmektedir. Hindistan’la siyasi ilişkilerimizin yanısıra, ikili ve bölgesel düzeyde ticaret, enerji ve bi-lim-teknoloji gibi alanlarda işbirliği imkânı sağlayabilecek büyük bir potansiyel bulun-maktadır. Sözkonusu potansiyeli etkin bir biçimde yaşama geçirmek için karşılıklı siyasi irade mevcuttur. Nitekim, Sayın Başbakanımızın geçtiğimiz yıl Kasım ayındaki ziyareti-nin ardından, Sayın Cumhurbaşkanımızın 2010 Şubat ayında Hindistan’ı ziyaret edecek olması, bu iradeyi en üst düzeyde ortaya koymaktadır.

Hindistan’la işbirliği gerçekleştirdiğimiz birçok alanda son dönemde kayda değer gelişme gözlenmiştir. Karşılıklı yatırımlarda bir hareketlenme yaşanırken, 2007 yılında 2,6 milyar Dolar olan ikili ticaret hacmimiz, 2008’de 3,7 milyar Dolar seviyesine ulaşmıştır. İkili ticaretimizde ülkemiz aleyhindeki dengesizliğin giderilmesine yönelik çalışmalar sürmek-tedir. Hindistan’la ilişkilerimizin çeşitlendirilip derinleştirilerek, önümüzdeki dönemde daha dinamik bir çerçeveye oturtulması hedeflenmektedir.

Page 156: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

156

Bölgenin diğer ülkeleri olan Bangladeş, Sri Lanka, Maldivler, Nepal ve Butan’la ilişkile-rimizde son dönemde memnuniyet verici düzeyde ilerleme kaydedilmiştir. Kardeş ülke Bangladeş’le ilişkilerin her alanda daha da geliştirilmesi yönünde karşılıklı siyasi irade mevcuttur. Sözkonusu irade, son olarak, İSEDAK Zirvesi vesilesiyle bu ay İstanbul’u ziyaret eden Bangladeş Cumhurbaşkanı Zillur Rahman tarafından da teyit edilmiştir. Sri Lanka Cumhurbaşkanı Mahinda Rajapaksa’nın geçtiğimiz yıl Aralık ayında ülkemize gerçekleştirdiği ziyaret ülkelerimiz arasında bu düzeydeki ilk ziyaret olması bakımından büyük önem taşımış ve ilişkilerimize ivme kazandırmıştır. Maldivler’le özellikle ekonomi ve eğitim alanlarında işbirliği imkânlarının arttırılması yönündeki çalışmalarımız sürmek-tedir. Geçtiğimiz yıl Cumhuriyet ilan eden ve tarihi bir dönüşümden geçmekte olan Nepal’le ilişkilerimiz, ülkemizin insani nedenlerle yıl içinde anılan ülkeye yapmış olduğu mütevazı katkılarla daha da güçlenmiştir. Benzer şekilde, Mayıs ayında yaşanan doğal afet nedeniyle Butan’a Hükümetimizce yapılan nakdi insani yardımın, diplomatik ilişki-lerin en kısa sürede kurulmasını arzu ettiğimiz Butan’la ilişkilerimize olumlu yansımaları olmuştur.

ASYA-PASİFİK

Dünya ekonomisinin üçüncü ağırlık merkezini oluşturan ve buna paralel olarak uluslara-rası alanda da etkinliğini hızla arttıran Doğu Asya ve Pasifik Bölgesi ülkeleriyle ilişkileri-mizin geliştirilmesi, dış politikamızın öncelikli hedefleri arasında yer almaktadır.

Doğu Asya ve Pasifik ülkeleriyle ilişkilerimiz sorunsuz ve özellikle ekonomik alanda ge-liştirmeye açık bir biçimde ilerleme kaydetmektedir. G-20’ye üye 5 ülke ve ASEAN üye ülkelerinin yer aldığı Doğu Asya ve Pasifik Bölgesi’ndeki ülkelerle ekonomik ilişkilerimiz sürekli gelişme seyri izlemektedir.

Bu çerçevede, önümüzdeki dönemde dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelme-si beklenen Çin Halk Cumhuriyeti’yle (ÇHC) her alanda işbirliğimizin geliştirilmesi yö-nündeki çabalarımız sürdürülmektedir. Bu çerçevede, Sayın Cumhurbaşkanımızın Hazi-ran 2009’da ÇHC’ni ziyareti ikili ilişkilerin geliştirilmesi bakımından önem arzetmiştir. ÇHC’yle son dönemde üst düzey ziyaretlerde kayda değer bir canlanma yaşanmış olup, yakalanan bu yeni ivmenin önümüzdeki dönemde de devam ettirilmesi hedeflenmekte-dir.

ÇHC’yle 2008 yılında 17 milyar Dolar olan ikili ticaret hacminin 2009 yılında da yüksel-meye devam ettiği görülmektedir. İkili ticarette Türkiye aleyhine yaşanan dengesizliğin giderilmesi amacıyla gerekli tedbirler alınarak, Türk inşaat sektörünün ÇHC’deki altyapı ihalelerinden pay almasının sağlanması, Türk ve Çinli müteahhitlik firmalarının üçüncü ülkelerdeki ihalelere ortaklaşa katılmaları, Çinli yatırımcıların ülkemizde doğrudan yatı-rım yapmaya yöneltilmesi ve Türkiye’ye “Resmi Turist Güzergâhı” statüsü tanımış olan ÇHC’nden ülkemize turist akışının artırılması hedeflerinin gerçekleştirilmesi yönünde ça-lışmalarımız sürdürülmektedir.

Japonya’yla esasen çok iyi düzeyde seyreden köklü ilişkilerimiz, 2003 yılının Japonya’da

Page 157: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

157

Türk Yılı olarak kutlanması ile yeni bir ivme kazanmıştır. 2010 yılının “Türkiye’de Japon Yılı” olması vesilesiyle Japonya’yla ilişkilerimizin daha da derinleşeceğine inanıyoruz. Bu vesileyle ve Sayın Cumhurbaşkanımızın davetine icabetle Japon İmparatoru Akihito’nun gelecek yıl ülkemizi ziyareti beklenmektedir. Veliaht Prens Naruhito 2009 Mart ayında İstanbul’da yapılan 5. Dünya Su Forumu’na katılmıştır. Öte yandan, Japonya’yla 2008 yılında 4,5 milyar Dolara yaklaşan ikili ticaret hacmimiz her sene daha da büyümektedir.

Güney Kore’yle aramızdaki tarihi dostluk bağları, ikili ilişkilerimizin her alanda gelişti-rilmesine olanak sağlamaktadır. 2010 yılında Kore Savaşı’nın 60. yıldönümü Güney Kore’de düzenlenecek çeşitli etkinlikler çerçevesinde anılacaktır. Bu bağlamda, karşılıklı ikili ziyaretlerin ilişkilerimizi daha da derinleştirmesi amaçlanmaktadır. Güney Kore ül-kemizde yeni yatırımlar gerçekleştirme yolunda çeşitli girişimlerde bulunmakta, ayrıca savunma sanayi alanındaki ilişkilerimizi daha da genişletme yönünde çaba sarfetmekte-dir. Ekim ayında AB’yle Serbest Ticaret Anlaşması imzalayan Güney Kore’yle ülkemiz arasında yakın zamanda bir Serbest Ticaret Anlaşması imzalanması için görüşmeler devam etmektedir.

Avustralya ve Yeni Zelanda’yla Çanakkale Savaşları sonrasında oluşan derin dostluk çerçevesinde sürdürülen yakın ilişkilerimiz, her yıl düzenlenen Çanakkale Kara Savaşla-rını Anma Törenleriyle perçinlenmekte ve törenlere sözkonusu iki ülkeden de üst düzey katılım olmaktadır. Nitekim, 2009 yılındaki törenlere Yeni Zelanda genel Valisi Anand Satyanand ve Avustralya Dışişleri Bakanı Stephen Smith iştirak etmişler, Satyanand ayrıca resmi ziyaret de gerçekleştirmiştir. 2010 yılında Çanakkale Kara Savaşlarının 95. Yıldönümünü Anma Törenlerine Avustralya ve Yeni Zelanda Başbakanlarının katılımı öngörülmektedir.

Asya Pasifik bölgesine açılım politikamız çerçevesinde, 2008 yılında Cook Adaları, Marshall Adaları ve Kiribati Cumhuriyeti’yle ülkemiz arasında tesis edilen diplomatik ilişkiler sonucunda bu ülkelerle ilişkilerimiz gelişmektedir. Türkiye, Pasifik Ada ülkeleriy-le uluslararası alanda işbirliği yapmakta ve bu ülkelerde yardım projeleri yürütmektedir.

ÇHC, Hindistan, Avustralya ve Yeni Zelanda’yla yaptığı serbest ticaret anlaşmalarıy-la küresel etkinliği daha da artan ASEAN’a üye devletler 2015 yılı itibariyle, ASEAN Topluluğu’nu oluşturmayı, böylelikle bölgede AB’ye benzer bir yapı teşkil etmeyi hedef-lemektedir. Türkiye ASEAN’la yakın ilişkiler tesis etme yönünde çalışmalarını sürdür-mektedir. Bu çerçevede, ASEAN Dostluk ve İşbirliği Anlaşması’na taraf olma başvuru-muzun 2010 yılı içinde olumlu neticelenmesi beklenmektedir.

ASEAN üyesi ülkeler Endonezya, Filipinler, Malezya, Singapur, Tayland, Brunei, Vi-etnam, Laos, Myanmar ve Kamboçya’yla ikili planda iyi ilişkiler sürdürülmektedir. Bu bağlamda, Filipinler Dışişleri Bakanı Romulo’nun Mart ayında, Singapur Cumhurbaşkanı Nathan ile Vietnam Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Pham Gia Khiem’in Haziran ayında ve Filipinler Devlet Başkanı Arroyo’nun Eylül ayında ülkemizi ziyaretleri bu ülke-lerle ikili ilişkilerimize yeni bir ivme kazandırmıştır. Gelişen Sekiz Ülke (D-8) 12. Dışişleri

Page 158: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

158

Bakanları Konseyi toplantısı vesilesiyle Kasım ayı başında tarafımdan da Malezya’ya resmi bir ziyarette bulunulmuştur.

AFRİKA

Hükümetimiz, çok boyutlu dış politikasının bir gereği olarak, Afrika ülkeleriyle siyasi, ekonomik, ticari ve kültürel alanlardaki ilişkilerimizin ve işbirliğimizin gelişmesine önem vermektedir. Bu çerçevede, 1998 yılından bu yana uygulanan Afrika’ya Açılım Politikası sürdürülmektedir.

Afrika ülkeleriyle siyasi, ekonomik, ticari ve kültürel ilişkilerimizin yasal çerçevesini ta-mamlayarak ikili ilişkilerimizi daha da geliştirmeyi, Türkiye’nin teknik bilgi birikiminin Afrika ülkeleriyle paylaşılmasını ve sürdürülebilir işbirliğini amaçlayan bu çabalar 18–21 Ağustos 2008 tarihlerinde yapılan “Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi”yle önemli bir aşama-ya ulaşmıştır.

Bu çerçevede, toplantılar sonunda oybirliğiyle kabul edilen ‘‘Türkiye-Afrika İşbirliği İs-tanbul Deklarasyonu: Ortak Bir Gelecek İçin İşbirliği ve Dayanışma’’ ve ‘‘Türkiye-Afrika Ortaklığı İçin İşbirliği Çerçevesi’’ başlıklı belgeler 1998 yılında başlatılan Afrika’ya açılım politikamızı somut bir noktaya ulaştırmış ve Türkiye-Afrika işbirliğini sürdürülebilir bir yapıya kavuşturmuştur. Zirve marjında yapılan çok sayıda üst düzey ikili görüşmeler de, Afrikalı lider ve yöneticilere Afrika’ya açılım politikamız ve işbirliği anlayışımızın kapsam-lı bir şekilde anlatabilmesine imkân sağlamıştır.

Bu kapsamda vurgulanması gereken bir husus, Afrika Birliği’nin (AfB)Temmuz 2006’da almış olduğu, Afrika kıtasıyla üçüncü bir ülke arasında yapılan Zirve toplantılarında Kıta’nın belirli sayıda (14) Afrika ülkesi tarafından temsil edilmesini öngören Banjoul Kararı’na rağmen, İstanbul Zirvesi’ne, 6’sı Devlet Başkanı, 5’i Cumhurbaşkanı Yardım-cısı, 7’si Başbakan, 1’i Başbakan Yardımcısı, 14’ü Dışişleri Bakanı, 12’si Bakan baş-kanlığında olmak üzere, 49 Afrika ülkesinden toplam 52 Bakanın yer aldığı heyetler, AfB Komisyonu Başkanı Jean Ping başkanlığında geniş bir AfB heyeti ile 11 uluslararası ve bölgesel örgüt temsilcisinin katılmasıdır. Bu kadar geniş bir katılım, Afrika’ya Açılım Politikamızın isabetini ve bu politikanın Afrika ülkeleri tarafından da benimsendiğini gös-termiştir.

Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi’nde kabul edilen belgelere de yansıdığı üzere, Afrika ülke-leriyle ilişkilerimizde, hükümetlerarası işbirliği, ticaret ve yatırım, tarım, kırsal kalkınma, su kaynakları yönetimi, küçük ve orta büyüklükteki işletmeler (KOBİ’ler), sağlık, barış ve güvenlik, enerji, ulaşım ve telekomünikasyon, kültür ve eğitim, medya ve iletişim, karşılıklı olarak öncelik verilen işbirliği alanlarıdır.

Öte yandan, Türkiye 2008 Ocak ayında Addis Ababa’daki Zirve toplantısında Türkiye’yi Afrika’nın stratejik ortaklarından biri olarak ilan eden AfB’yle de yakın işbirliği yapmak-tadır.

Afrika’ya açılım politikamızın araçlarından birisi de karşılıklı üst düzey ziyaretlerdir. 2008

Page 159: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

159

Ağustos ayında yapılan “Türkiye – Afrika İşbirliği Zirvesi” sonrasında karşılıklı ziyaretler-de ve ikili ilişkilerde son yıllarda sağlanan ivme devam etmektedir.

Bu çerçevede, Birinci Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi’ni takip eden dönemde;

- BMGK geçici üyelikleri seçimlerinde Afrika ülkelerinden yoğun destek alınmış,

- Sayın Cumhurbaşkanımız Kenya (20-22 Şubat 2009) ve Tanzanya’ya (22-23 Şubat 2009) resmi ziyarette bulunmuşlar;

- Cibuti Cumhurbaşkanı İsmael Omar Guelleh (16-17 Ocak 2009), Somali Cumhurbaş-kanı Şeyh Şerif Ahmet (17-21 Nisan 2009) ve Sudan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Ali Osman Mohamed Taha (3-4 Şubat 2009) ülkemizi ziyaret etmişler;

- Etyopya Federal Demokratik Cumhuriyeti Halk Temsilcileri Meclisi Başkanı Teshome Toga (28 Aralık 2008-1 Ocak 2009) ve Nijerya Temsilciler Meclisi Başkanı Dimeji S. Bankole (10-13 Temmuz 2009) ülkemize ziyarette bulunmuşlar;

-Botsvana Dışişleri ve Uluslararası İşbirliği Bakanı Phandu T. C. Skelemani (21-23 Ocak 2009), Etyopya Dışişleri Bakanı Seyoum Mesfin (8-10 Şubat 2009), Benin Dışişleri, Afrika Bütünleşmesi, Frankofoni ve Yurtdışında Yaşayan Beninliler Bakanı Jean-Marie Ehouzou’nun (10 Nisan 2009) ziyaretleri başta olmak üzere, Bakan seviyesinde çok sayıda karşılıklı ikili ziyaret yapılmış;

- Türkiye’ye akredite Afrika ülkeleri Büyükelçileri ile dönemin Dışişleri Bakanlığı Müs-teşarı başkanlığında bir toplantı (Ankara, 22 Ocak 2009) yapılmış-Kenya (Ankara, 3-4 Kasım 2008), Uganda (Ankara, 26 Şubat 2009), Tanzanya (Ankara, 26 Mart 2009) ve Güney Afrika Cumhuriyeti (Pretoria, 30 Mart 2009) ile Müsteşar Yardımcıları düzeyinde siyasi istişareler yapılmış;

- Afrika’yla hızla gelişen ilişkilerimiz birçok ülkenin dikkatini çekmiş, ABD ve İngiltere gibi ülkeler Türkiye’yle istişarelerin gündemine Afrika’nın da alınmasını talep etmeye başlamışlar;

-2009 yılında mevcut Hartum, Lagos, Addis Ababa ve Johannesburg seferlerine ek ola-rak, Nairobi ve Dakar’a da THY seferleri başlatılmış;

- Darüsselam (Tanzanya) Büyükelçiliğimiz 18 Mayıs 2009 tarihinde faaliyete geçirilmiş ve

-Fildişi Sahili, Kamerun Cumhuriyeti, Mali Cumhuriyeti, Nijer Cumhuriyeti, Uganda Cum-huriyeti, Angola Cumhuriyeti, Madagaskar Cumhuriyeti ve Gana Cumhuriyeti’nde Büyü-kelçilik açma işlemlerinin tamamlanması aşamasına gelinmiştir.

Tüm bu gelişmelerin sonucunda, Türkiye, SAGA (Sahra Altı Güney Afrika) ülkeleriyle sürdürülebilir bir işbirliği için gerekli zemine kavuşmuş ve artık bölge ülkeleriyle ilgili ge-lişmelerde görüşü ve desteği aranan memleket konumuna gelmiştir.

Diğer taraftan, Ankara’da Büyükelçilikleri bulunan Mısır, Libya, Cezayir, Fas, Tunus, Sudan, Nijerya ve Güney Afrika Cumhuriyeti’ne ilaveten, 2006 yılında Etyopya ve

Page 160: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

160

Senegal’in, 2008 yılında ise Somali’nin ülkemizde Büyükelçilik açmaları kıtayla ilişkileri-mizi pekiştirici gelişmeler olmuştur. Diğer bazı Afrika ülkelerinin de Türkiye’de Büyükel-çilikler açmaları gündemdedir.

Ülkemiz Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) vasıtasıyla da Afrika ülke-lerinin kalkınmasına ve ilişkilerimizin geliştirilmesine katkıda bulunmaktadır. TIKA tara-fından Afrika’daki ilk Bölge Koordinasyon Ofisi 2 Mart 2005 tarihinde Etyopya’nın baş-kenti Addis Ababa’da resmen açılmış olup, 2006’da Hartum ve 2007’de de Dakar’da açılan bölge koordinasyon ofisleri ile toplam 37 Afrika ülkesinde, özellikle sağlık, tarım ve eğitim alanlarında hizmet verilmektedir.

Diğer taraftan, Afrika genelinde ticaret müşavirliklerimizin sayısı 11’e ulaşmış; ikili ti-caretimiz 2008 yılında 16,8 milyar, müteahhitlik projelerimiz 25 milyar, yatırımlarımız da 1,6 milyar Dolara yükselmiştir. Bu çerçevede, SAGA ülkeleriyle 2000 yılında 742 milyon Dolar olan ticaret hacmimiz, 2008 yılında 5,7 milyar Dolara yükselmiştir. 2009 yılının ilk dört ayı için SAGA ülkeleriyle toplam ticaret hacmimiz 1,8 milyar Dolardır. SAGA ülkeleriyle dış ticaretimiz 2008 yılında 709 milyon Dolar, 2009 yılının ilk dört ayında ise 733 milyon Dolar ülkemiz lehine fazla vermiştir.

Öte yandan, Afrika’da mevcut toplam sekiz barışı koruma operasyonundan altısında varlığımız Kıta’daki görünürlüğümüze önemli katkıda bulunmaktadır.

BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğimizin de verdiği imkânlarla bölgesel sorunların çözü-müne müspet katkılarda bulunulmaya çalışılmaktadır.

LATİN AMERİKA VE KARAYİPLER

Küreselleşen dünya düzeni, ülkelerin uluslararası ilişkilerinde bulundukları bölgelerin dı-şındaki ülkelerle de siyasi, ekonomik ve kültürel temasların artırılması ihtiyacını be-raberinde getirmektedir. Bu gerçeğin bilincinde olan Türkiye, bölgesinde izlediği aktif dış politikayla uyumlu olarak, tarihsel olarak yakın ilişkiler tesis edilememiş olan Latin Amerika ve Karayipler bölgesiyle ilişkilerini geliştirmek amacıyla on yılı aşkın bir süredir çalışmalarını sürdürmektedir.

Bu doğrultuda 2006 yılında yenilenen “Latin Amerika ve Karayipler Eylem Planı” kap-samında bölgeyle ilişkilerimizin kurumsallaştırılması hedefiyle çalışmalarımız yoğunlaştı-rılmıştır. Bu çerçevede, bölge ülkeleriyle hukuki altyapının tamamlanması, üst düzey si-yasi temasların artırılması, diplomatik ve ticari temsil ağımızın nitelik ve nicelik itibariyle geliştirilmesi, ekonomik ve ticari ilişkilerimizin ilerletilmesi ve bölgede bulunan örgütlerle kurumsal ilişki tesisine öncelik verilmektedir.

Bölgedeki belli başlı ülkelerle ilişkilerimizin hukuki altyapısının oluşturulması sürecinde son yıllarda, siyasi danışma mekanizmalarının tesisi, ticari ve ekonomik işbirliği, yatırım-ların karşılıklı teşviki ve korunması, çifte vergilendirmenin önlenmesi, sağlık, denizcilik, havacılık, tarım, turizm, bilim ve teknoloji alanlarında işbirliği, konsolosluk, uyuşturucu maddeyle mücadele gibi çeşitli konularda ikili anlaşmalar imzalanmıştır. Bu çerçevede,

Page 161: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

161

bölge ülkeleriyle ilk örneği oluşturması bakımından da önem taşıyan, Şili’yle 2009 Tem-muz ayında imzaladığımız Serbest Ticaret Anlaşması (STA) öne çıkmaktadır.

Brezilya, Arjantin, Uruguay, Paraguay ve Venezuela’nın üye olduğu Güney Ortak Pazarı’yla (MERCOSUR) STA müzakereleri ise devam etmektedir. Aynı zamanda, Mek-sika, Kolombiya, Peru, Ekvator gibi ülkeler ve Karayipler Topluluğu (CARICOM) ülke-leriyle de STA imzalanması amacıyla önümüzdeki dönemde müzakerelere başlanması hedeflenmektedir.

Bölge ülkeleriyle 1999 yılında 830 milyon Dolar olan dış ticaret hacmimiz, 2008 yılında 5,5 milyar Dolar seviyesine çıkmıştır. Bu rakam ülkemizin genel ticareti içinde mütevazı görünmekte ise de, ilişkilerde yakalanan ve STA’ların da kazandıracağı ivmeyle, ticaret hacmimizin 2015 yılında 15 milyar Doları aşması beklenmektedir.

Ekonomik ve ticari ilişkilerin geliştirilmesi hedefi doğrultusunda, bölgenin sekiz ülkesiyle (Meksika, Brezilya, Arjantin, Şili, Küba, Bolivya, Peru, Kosta Rika) Karma Ekonomik Ko-misyon (KEK) mekanizması oluşturulmuştur. Bu çerçevede, geçtiğimiz ay içinde Küba ve Arjantin’le KEK Toplantıları yapılmış olup, Aralık ayı başında da Brezilya’yla yapılması planlanmaktadır.

THY’nin 2009 yılı içinde Latin Amerika’nın ticaret merkezi olarak nitelendirilen Sao Paolo’ya başlatmış olduğu doğrudan seferlerin, sadece Brezilya’yla değil, tüm Güney Amerika ülkeleriyle ekonomik ilişkilerimize olumlu katkı yapacağı düşünülmektedir.

Öte yandan, bölge ülkeleriyle karşılıklı üst düzey ziyaretler son yıllarda artış göster-miştir. 2009 yılında Brezilya Cumhurbaşkanı Lula da Silva ile Dışişleri Bakanı Amorim ve Paraguay Dışişleri Bakanı Hamed Franco ülkemizi ziyaret etmiştir. Kosta Rika Cum-hurbaşkanı Oscar Arias’ın da önümüzdeki hatfa, 23-26 Kasım 2009 tarihleri arasında ülkemizi ziyareti öngörülmektedir.

Hâlihazırda altı bölge ülkesinde (Arjantin, Brezilya, Küba, Meksika, Şili, Venezuela) mu-kim bulunan Büyükelçiliklerimizin sayısının artırılması planlanmaktadır. Bu çerçevede, Kolombiya’nın başkenti Bogota ile Peru’nun başkenti Lima’da Büyükelçilik, Brezilya’nın Sao Paolo kentinde ise bir muvazzaf Başkonsolosluk açma çalışmaları ileri bir aşamaya ulaşmıştır. Ekvator da yakın bir zamanda ülkemizde Büyükelçilik açmayı planlamaktadır.

Ülkemiz ayrıca, Latin Amerika ve Karayipler’deki çok taraflı bölgesel kuruluşlarda da aktif bir konum kazanmaya yönelik faaliyetlerini sürdürmektedir. Gözlemci üye statü-sünü haiz olduğumuz Amerika Devletleri Örgütü (OAS) ile Karayip Devletleri Birliği’nin (ACS) çalışmalarına katkıda bulunmaktayız. Bölgenin bir diğer çok taraflı örgütü olan Karayipler Topluluğu’yla (CARICOM) ülkemiz arasında bir Ortak Forum mekanizması oluşturulması konusunda da ilerleme kaydedilmiştir.

Ülkemizin Latin Amerika ve Karayipler ülkeleriyle siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkileri-nin genişletilmesine yönelik bu çalışmalar önümüzdeki dönemde de etkin şekilde devam edecektir. Önümüzdeki yıl bazı bölge ülkelerinin bağımsızlıklarının 200. yıldönümünün

Page 162: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

162

çeşitli faaliyetlerle kutlanacak olmasının da ışığında, üst düzey temaslar ve etkinliklerle bu coğrafyayla bağlarımızın güçlendirilmesi ve görünürlüğümüzün artırılması amaçlan-maktadır.

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER

Artan, çeşitlenen ve farklı boyutlar kazanan küresel sorunlara ortak çözümler üretebil-mek için etkin uluslararası işbirliğine ihtiyaç duyulduğu günümüzde Birleşmiş Milletler, bu işbirliğinin hayata geçirilebileceği yegâne kuruluş olma niteliğini korumaktadır. Bir-leşmiş Milletler, bu çerçevede, çatışmaların önlenmesi, barışın tesisi ve korunması, te-rörizmle mücadele, silahsızlanma, kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi, yoksul-luğun azaltılması, sürdürülebilir kalkınmanın sağlanması ve iklim değişikliğiyle mücadele gibi son derece geniş bir yelpazede önemli görevler üstlenmektedir.

Ülkemiz, etkin çok taraflılık ilkesi temelinde Birleşmiş Milletler’i en geniş katılımlı ve en sağlam meşruiyet zemini olarak görmektedir.

Uluslararası gelişmelerin yönü ve niteliği, etkinlik ve görünürlüğümüzü her geçen gün daha da artırırken, uluslararası barış ve güvenliğin temini bakımından ülkemize yönelik beklentileri de yükseltmektedir. Birleşmiş Milletler’in kurucu üyeleri arasında yer alan, Örgütün amaç ve ilkelerini içtenlikle benimseyerek bunları korumak ve yüceltmek için çaba sarf eden Türkiye, Örgütün barış güçlerinden insani yardıma, en az gelişmiş ülke-lerin kalkınmasına destek sağlanmasından medeniyetlerin buluşturulmasına kadar uza-nan çeşitli faaliyetlerine aktif biçimde katılarak elinden gelen azami katkıyı sağlamaya çalışmaktadır.

Özellikle son yıllarda izlediği aktif ve yapıcı tutumu ile uluslararası toplumun çok geniş bir kesiminde takdir toplayan ülkemiz, 17 Ekim 2008 tarihinde BM Genel Kurulunda yapılan seçimlerde 2009-2010 dönemi için BM Güvenlik Konseyi üyeliğine seçilmiştir. Konseye 192 ülkeden 151’inin oyunu alarak, 48 yıllık bir aradan sonra yeniden seçil-memiz, uluslararası politikada artan görünürlüğümüzün bir sonucu ve uluslararası toplu-mun ülkemize duyduğu güvenin bir göstergesidir. Türkiye, BM’nin icra organı konumun-da olan Güvenlik Konseyindeki geçici üyeliği sırasında, uluslararası barış ve güvenliğin güçlendirilmesine; terörizm, uyuşturucu kaçakçılığı ve organize suçlarla mücadeleye; kalkınmaya ilişkin konulara uluslararası toplum tarafından daha geniş yer verilmesine; uluslararası hukuk temelinde şekillenecek bir uluslararası düzene ulaşılmasına ve kül-türlerarası diyaloga katkıda bulunmaya devam edecektir. BM Güvenlik Konseyi içindeki görev dağılımına göre 2009 yılında Kuzey Kore Yaptırım Komitesi ile Kongo Demokratik Cumhuriyeti Yaptırım Komitesi’nin başkanlığını yürütmekte olan Türkiye, önümüzdeki yıl bu görevlerin yerine Afganistan konusunun koordinatörlüğünü ve Terörizmle Müca-dele Komitesi’nin başkanlığını devralacaktır.

Devletlerin Birleşmiş Milletler’e uluslararası sistemdeki ağırlıklarıyla orantılı zorunlu ve gönüllü katkı sağladıkları bir ortamda, ülkemiz Birleşmiş Milletler’e uluslararası ağırlığıyla mütenasip bir şekilde maddi katkı sunmaktadır. Türkiye, Birleşmiş Milletler’in değişen

Page 163: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

163

dünya koşullarına ayak uydurabilmesi amacıyla devam eden reform çalışmalarını da ya-kından izlemekte, desteklemekte ve sürece katkıda bulunmaktadır.

Dış politikamızın esas unsurlarından biri olan, bölgemizde ve dünyada barış ve istikrarın tesis edilmesine ve güçlendirilmesine katkıda bulunma hedefi doğrultusunda ülkemiz BM koruma/destekleme harekâtlarına güçlü bir şekilde iştirak etmektedir. Barışı koruma/destekleme harekâtlarına katılımımıza dair ilkeler, Sayın Başbakanımız tarafından 15 Mart 2005 tarihinde onaylanan “Türkiye’nin Barışı Destekleme ve Koruma Harekâtlarına Katılım Konsepti”yle düzenlenmiştir. 30 Eylül 2009 itibariyle dünyanın çeşitli yerlerine konuşlandırılmış 11 BM barış operasyonuna ülkemiz 370 askeri personel, 161 sivil polis ve 1 gözlemci subayla katkıda bulunmaktadır. Türkiye, toplam katkı açısından 192 ülke arasında 31. , sivil polis katkısı bakımından ise 17. sıradadır.

Seksenli yılların ortalarından itibaren bazı ülkelere gıda yardımı şeklinde başlayan insani yardımlarımız, son yıllarda kayda değer bir ivme kazanarak dünyanın birçok bölgesine yayılmış, ayrıca nicelik ve nitelik bakımından çeşitlenerek, gıda dışında birçok alanı kap-sar hale gelmiştir. Öte yandan, insani yardımlarımız uluslararası boyut da kazanmış ve bu alanda faaliyet gösteren uluslararası kuruluşlarla işbirliğimiz de arttırılmıştır. Nitekim Dünya Gıda Programı, ülkemizi “donör olma yolundaki ülke” (emerging donor) olarak nitelendirmiştir.

Bu çerçevede, 2009 Kasım ayı itibariyle çeşitli ülke ve uluslararası kuruluşlara toplam 12.270.000 Dolar nakdi insani yardımda bulunulmuştur. Sözkonusu tutara Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı başta olmak üzere Türk Kızılayı, sivil toplum örgütlerimiz ve derneklerimizce yapılan yardımlar dâhil değildir. İhtiyaç halindeki ülkelere yönelik insani yardımlarımız gelecekte de düzenli olarak devam edecektir.

Türkiye’nin bu aşamada taraf olmadığı Uluslararası Ceza Divanı (UCD) Statüsü (Roma Statüsü), 60 ülkenin onay işlemlerini tamamlamalarıyla, 1 Temmuz 2002 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Hâlihazırda imzacı ülke 148, taraf ülke sayısı ise 110’dur. Sayın Başbakanımız, 6 Ekim 2004 günü Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde yaptığı konuşmada, Türkiye’nin yakında UCD Roma Statüsü’ne taraf olacağını açıklamıştır. UCD’nin yargı yetkisine giren suçların mevzuatımıza dâhil edilmesi yönündeki çalışmalar bağlamında Anayasa’nın 38. maddesi ile Türk Ceza Kanunu’nun 76. ve 77. maddelerin-de gerekli değişiklikler yapılmıştır.

Öte yandan, uyum çalışmaları bağlamında, Adalet Bakanlığı’nın koordinatörlüğünde ve ilgili kurumlardan temsilcilerin katılımlarıyla bir komisyon kurulmuştur. UCD Roma Statüsü’ne taraf olunmasına ilişkin hazırlıklar devam etmektedir. Bununla birlikte, UCD Statüsü’ne ülkemizin taraf olmasının zaman alabileceği anlaşılmaktadır.

Bu çerçevede, 2010 yılı Mayıs ayında Uganda’da yapılacak UCD Gözden Geçirme Kon-feransında ortaya çıkacak yönelimlerin izlenmesi ve ülkemizin UCD Statüsü’ne taraf ol-ması açısından yeni bir değerlendirmenin yapılmasının gerekebileceği düşünülmektedir.

Page 164: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

164

MEDENİYETLER İTTİFAKI

Türkiye ve İspanya’nın ortak sunuculuğunda başlatılan ve Batı ile İslam dünyası arasın-da görülen kutuplaşma ve diyalog eksikliğinin ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmayı amaçlayan Medeniyetler İttifakı, uluslararası toplumdan büyük ilgi görmüş ve bir BM gi-rişimi haline gelmiştir. İttifak, kültürler arasında karşılıklı saygı ve anlayışı güçlendirmeye yönelik gayretleriyle artan bir görünüm kazanmış ve bu alanda öndegelen girişim olma özelliğini kazanmıştır.

BM çatısı altında kurulan Medeniyetler İttifakı Dostlar Grubu hâlihazırda 88 ülke ve 16 uluslararası örgütü bünyesinde barındırmaktadır. Dostlar Grubu üyeleri, İttifakın ilke ve hedeflerinin hayata geçirilmesine yönelik birer plan hazırlamaya ve uygulamaya koyma-ya teşvik edilmektedirler. Bu meyanda ülkemizce hazırlanan Ulusal Stratejimiz, Prof. Dr. Sayın Mehmet Aydın’a bağlı Devlet Bakanlığımızın gözetimi altında çeşitli kurum ve kuruluşlarımızın yapmakta oldukları katkılar çerçevesinde uygulanmaktadır.

İttifakın İkinci Forumu 6-7 Nisan 2009 tarihlerinde İstanbul’da düzenlenmiştir. Foruma, 5 Devlet ve Hükümet Başkanı, 1 Meclis Başkanı, 25 Dışişleri Bakanı, 10 diğer Bakan ve 12 uluslararası kuruluşun en üst düzey yetkilisi katılmıştır. Medeniyetler İttifakı’nın kültürlerarası diyalog alanındaki başlıca uluslararası girişim olma niteliği İstanbul Forumu sırasında bir kez daha teyit edilmiştir. İstanbul Forumu’yla birlikte kurumsallaşma süre-cini tamamlayan Medeniyetler İttifakı’nın uygulamaya yönelik adımlar atması hususun-da mutabık kalınmıştır. İstanbul Forumu, kültürlerarası diyalog çabalarında Türkiye’nin öncü rolünün ve vazgeçilmezliğinin pekiştirilmesinin yanısıra, ülkemizin tanıtımı ve gö-rünürlüğümüzün artırılması bakımından da yararlı olmuştur.

NATO

Ülkemizin 1952 yılında üye olduğu NATO, güvenlik ve savunma politikamızın temel taşı olma özelliğini sürdürmektedir. İttifakın 57 yıldır önde gelen Müttefiklerinden olan ülkemiz, uluslararası barışın sağlanması ve korunmasına verdiği önem muvacehesinde, NATO’nun gerek askeri gerek siyasi etkinliğinin muhafazası için her türlü çabayı sarfet-mektedir. Avrupa-Atlantik bölgesi ve ötesinde istikrar ve barışın temini amacıyla üç kıta-da misyon ve operasyonlar yürüten İttifak, ayrıca, Kafkaslar, Orta Asya, Doğu Avrupa, Ortadoğu ve Akdeniz bölgelerinde kurduğu ortaklık ilişkileri vasıtasıyla da uluslararası güvenlik ve istikrara önemli katkılarda bulunmaktadır.

İttifak’ın kuruluşunun 60. yılı münasebetiyle 3-4 Nisan 2009 tarihinde Almanya ve Fransa’nın ortak evsahipliğinde Kehl ve Strazburg kentlerinde düzenlenen NATO Dev-let ve Hükümet Başkanları Zirvesi, yalnızca tarihi ve sembolik önemi haiz bir buluşma olmakla kalmamış, aynı zamanda önemli kararların alınmasına da vesile oluşturmuştur. NATO Genel Sekreterliği görevine Rasmussen’in seçilmesi, Fransa’nın entegre askeri yapıya dönüşü, Stratejik Konsept ve Afganistan Zirvenin ağırlıklı gündem maddelerini oluşturmuştur. NATO’nun Balkanlara yönelik politikası, NATO’nun dönüşümü ve karar-gâh reformu Zirve marjında ele alınan diğer konuları teşkil etmiştir.

Page 165: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

165

NATO’nun genişlemesinin uluslararası barış ve güvenliğe sağladığı katkılar ışığında, Av-rupa-Atlantik coğrafyasında yer alan ülkelerin üyelik beklentilerine ilişkin İttifak’ın “açık kapı” politikasına ve gerekli kriterleri yerine getiren istekli ve muktedir ülkelerin NATO’yla yakın ilişkiler geliştirme ve entegre olma çabalarına ülkemiz tarafından destek verilmek-tedir. 60. Yıl Zirvesinde, İttifak’a Katılım Protokollerine ilişkin onay süreçleri tamamla-nan Arnavutluk ve Hırvatistan NATO’ya resmen üye olmuşlardır. Gerekli yükümlülükleri yerine getirdiği Bükreş Zirvesinde teyit edilmiş olan Makedonya’nın da, Yunanistan’la arasındaki ikili sorunu bir an önce çözümleyerek en kısa zamanda NATO’ya üye olması, Balkanlar’da barış ve istikrarın kalıcı şekilde tesisi bakımından önem taşımaktadır. Keza, Bosna-Hersek’in Üyelik Eylem Planı (MAP) statüsü kazanmak için ahiren yapmış olduğu başvurunun, Karadağ’la eşzamanlı olarak ve sürüncemede bırakılmadan kabul edilmesi, gerek sözkonusu ülkelerin iç istikrarı, gerek bölgesel barış ve istikrarın güçlenmesi açı-sından elzem görülmektedir.

Strazburg/Kehl Zirvesinde, NATO’nun 60 yıldır dayandığı temel ilkelerin sürekliliğini te-yit eden ve 21. yüzyıla ilişkin vizyonunu ortaya koyan “İttifak Güvenliği Deklarasyonu” kabul edilmiştir. Sözkonusu Deklarasyon’da NATO’nun en son 1999 yılında güncel-lenmiş olan Stratejik Konseptinin yenilenmesi konusunda bir görevlendirmeye yer ve-rilmiştir. NATO’nun dayandığı temel ilkeleri ortaya koyan ve İttifakın mevcut görevleri ile güvenlik ortamının gereksinimleri doğrultusunda ileride üstlenebileceği sorumluluklar konusunda siyasi yönlendirme sağlayan Stratejik Konseptin hazırlanması sürecine ül-kemiz tarafından aktif katkıda bulunulmaktadır. Konseptin hazırlıklarının ilk aşamasını gerçekleştirmek üzere oluşturulan, 12 Müttefik ülkeden temsilcilerin yer aldığı Uzmanlar Grubuna (E) Büyükelçi Ümit Pamir de dâhil edilmiştir. Stratejik Konseptin hazırlanmasına yönelik çalışmalar, bu aşamada seminerler vasıtasıyla yürütülmekte olup, sözkonusu se-minerlere Bakanlığımızdan ve NATO Daimi Temsilciliğimizden aktif katılım sağlanmakta-dır. Yeni Stratejik Konseptin, 2010 yılı sonunda Portekiz’de düzenlenecek Zirve toplan-tısında Devlet ve Hükümet Başkanlarının onayına sunulması öngörülmektedir. Stratejik Konsept çalışmaları çerçevesinde, ülkemiz tarafından, bir yandan NATO’nun müşterek savunma, dayanışma, birlik, güvenliğin bölünmezliği ve transatlantik bağ gibi temel ilke-lerinin teyit edilmesi, diğer yandan, NATO’nun başarısı ve uluslararası güvenlik alanın-daki seçkin konumunun muhafazası için güncel risk ve tehditlerle mücadeleye yönelik roller üstlenmesini ve yeteneklerle teçhiz edilmesini savunan bir yaklaşım izlenmektedir.

Türkiye, Afganistan’da Afgan makamlarıyla işbirliği içinde tarihinin en kapsamlı yardım programını yürütmektedir. Ülkemizin bu faaliyetleri, Afganistan’da kalıcı istikrar ve gü-venliğin sağlanması ile Afgan halkının kendi geleceklerini sahiplenmeleri ana hedefle-ri doğrultusunda sürdürülecektir. Bu kapsamda, Türk Silahlı Kuvvetleri, TBMM’nin 10 Ekim 2001 tarihinde aldığı 722 sayılı karar temelinde bir istikrar harekâtı olan ve NATO tarafından yürütülen ISAF Harekâtına katılmıştır.

ISAF Harekâtı bağlamında Afganistan’a tarafımızdan kapsamlı askeri katkılarda bulunul-muş olup, Türk Silahlı Kuvvetleri 1 Kasım 2009 tarihinden itibaren, bir yıllık bir süre için

Page 166: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

166

Kabil Bölge Komutanlığını devralmıştır. Bu çerçevede, bu ülkedeki askeri mevcudiyeti-miz iki katına çıkmıştır. Öte yandan, Afgan Ulusal Polisi’nin (ANP) eğitimi konusuna da tarafımızdan önem atfedilmektedir.

Ülkemizin AB’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’na (AGSP) katılımı, gerek Av-rupalı bir NATO Müttefiki, gerek AB’ne katılım sürecinde olan aday ülke olma niteliğiyle ulusal güvenlik siyasamızın bir gereği olarak görülmekte olup, AGSP misyonlarına kat-kımızın artırılarak sürdürülmesi öngörülmektedir. Türkiye, hâlihazırda Bosna Hersek’teki Althea operasyonuna 272 personelle en fazla katkı sağlayan ülkeler arasında üçüncü, AB üyesi olmayan ülkeler arasında ise birinci sıradadır. Kosova’daki EULEX Misyonuna 61 (sözkonusu sayının 150’ye çıkarılması öngörülmektedir), Bosna Hersek’teki polis misyonuna da (EUPM) 9 personelle katılmaktadır. Filistin’deki AB Polis Misyonu EU-POL COPPS’a da tarafımızdan katkı sağlanmasına yönelik hazırlıklar sürdürülmektedir. AGSP’ye katkı konusunu sadece personel katkısı olarak görmemek gerekmektedir. Bu bağlamda, ülkemizin özellikle yakın coğrafyasındaki gelişmelere ilişkin olarak AGSP’ye verdiği siyasal desteğin de büyük önem taşıdığı düşünülmektedir.

Rusya’nın NATO’yla ilişkileri özel önem arzetmektedir. 1997 yılında tesis olunan ilişki-ler, 2000 yılından itibaren terörizmle mücadele işbirliği boyutu da dahil olmak üzere çok yönlü olarak artarak gelişmiş ve 2002 yılında imzalanan Roma Bildirgesiyle oluşturulan NATO-Rusya Konseyi (NATO-Russia Council-NRC) vasıtasıyla en nitelikli düzeyine ulaş-mıştır. NATO ile RF arasında hem siyasi diyalog, hem de pratik işbirliği boyutlarını içeren NRC, RF’nin İttifak ve Batı’yla işbirliği ve etkileşiminin sürdürülmesi bağlamında önemli bir araç vazifesi görmektedir. Ülkemiz, ikili temelde son derece iyi ilişkiler yürütmekte olduğu Rusya’yla, NATO kapsamında da diyalogun sürdürülmesinin karşılıklı güvenlik çıkarlarımızın gereği olduğunu ve bu çerçevede özellikle terörizm, kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi ve harekâtlar gibi alanlarda işbirliğinin devamının yarar sağla-yacağını savunmaktadır. 2008 Ağustos ayında RF ile Gürcistan arasında yaşanan kriz NATO-RF ilişkilerini de olumsuz yönde etkilemiştir. Siyasi diyalogun kesildiği ve pratik işbirliğinin son derece kısıtlı bir çerçevede yürütüldüğü bir dönemin ardından, ülkemiz-le birlikte bazı Müttefiklerin de çabaları sonucunda ilişkilerin normalleşmesine yönelik adımlar atılmaya başlanmıştır. 1 Ağustos 2009 tarihi itibariyle görevine başlayan NATO Genel Sekreteri Rasmussen, NATO-RF ilişkilerini görev dönemi sırasında öncelik ve-receği konular arasında zikretmiştir. Nitekim, ilk önemli siyasi beyanını da bu konuda yapmıştır.

KARADENİZ’DE DENİZ GÜVENLİĞİ

Türkiye, kendisini çevreleyen coğrafyada barış ve istikrarın güçlü biçimde tesisi yönün-deki gayretlerini Karadeniz’in deniz alanında güvenlik işbirliği inisiyatifleri vasıtasıyla da sürdürmektedir.

Sahildar altı ülkenin Deniz Kuvvetlerinin temsil edildiği Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu’nun (BLACKSEAFOR) girişimlerimiz neticesinde 2001 yılında oluşturulması sure-

Page 167: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

167

tiyle Karadeniz deniz alanında çok taraflı işbirliğinin temelleri atılmıştır.

Yine ülkemizin öncülüğünde 2004 yılında başlatılan ve Karadeniz deniz alanında yasadı-şı faaliyetlerin caydırılmasını amaçlayan “Karadeniz Uyum Harekâtı”na sahildar ülkelerin ilgisinin artması da memnuniyet vericidir. 2006 yılında Rusya Federasyonu, 2007’de Ukrayna’nın katılımının ardından bu yıl Mart ayında Romanya’nın da katılım belgelerini imzalaması suretiyle sahildar ülkelerin çoğunluğu bu mekanizmaya dâhil olmuştur. Bu harekât çerçevesinde Karadeniz kaynaklı bilgiler Ereğli’deki Daimi Koordinasyon merkezi vasıtasıyla NATO makamlarıyla paylaşılmakta, benzer şekilde Karadeniz’e giriş yapan şüpheli gemilere ilişkin bilgiler de NATO tarafından bu merkeze iletilmektedir. Böylece, bölge kaynaklı olan bu mekanizma uluslararası işbirliğine açık niteliğiyle de ön plana çıkmaktadır.

Türkiye ve Karadeniz’e sahildar ülkelerin Sahil Güvenlik Komutanlıkları arasında bu yıl içinde de olumlu bir işbirliği cereyan etmiştir.

Deniz güvenliğinin sahildar ülkeler tarafından sağlanmasını temel alan anlayışla, Karadeniz’e sahildar memleketler arasındaki işbirliğinin genişletilmesi ve pekiştirilmesine yönelik gayretlerimiz önümüzdeki dönemde de sürdürülecektir.

20 Temmuz 1936 tarihli Montrö Sözleşmesi Karadeniz’de barış, güvenlik ve istikrarın sağlanmasında asli bir unsur olup, ülkemizce 73 yıldan bu yana tarafsızlık içinde titizlikle uygulanmaktadır. Bu çerçevede, Montrö Sözleşmesinin aradan geçen süre zarfında ba-şarıyla uygulanmış olması, Sözleşmeyle oluşturulan dengenin kalıcılığının bir göstergesi, aynı zamanda da teminatıdır.

Bu bağlamda, geçtiğimiz Ağustos ayında Gürcistan ile Rusya Federasyonu arasında baş gösteren kriz sırasında yabancı bayraklı askeri gemilerin Türk Boğazlarından geçişi de tamamen Montrö Sözleşmesi hükümlerine uygun olarak gerçekleşmiştir.

AVRUPA KONSEYİ VE İNSAN HAKLARI

Uluslararası toplumun saygın üyelerinden olan ülkemizde, insan haklarının korunması ve daha ileri götürülmesi devlet politikamızın öncelikli hedefleri arasında yer almaktadır. Anayasamızın değiştirilemez hükümlerinden olan insan haklarına saygı ilkesi temelindeki reform sürecimizde, devletimiz, vatandaşlarının bu alandaki demokratik talep ve beklen-tilerine en etkin biçimde yanıt vermeye yönelik çalışmalarını sürdürmektedir.

Temel hak ve özgürlüklerin korunup geliştirilmesi, demokrasi ve hukukun üstünlüğüne saygının ileriye götürülmesi ve yargının işleyişinin güçlendirilmesine odaklanan ve karar-lılıkla uygulanan reform süreci üç koldan sürdürülmektedir: ulusal mevzuatımızda gerekli değişiklikler yapılmakta, bunların gerektiği gibi uygulamaya konulması için çaba harcan-makta ve bu alanlarda mevcut uluslararası sözleşme ve mekanizmalara taraf olunması için çalışmalar yürütülmektedir.

İnsan hakları, dış politikamızın da öncelikli alanları arasında yer almaktadır. Günümüz-de uluslararası toplumun saygın üyeleri arasında yer almanın temel ölçütlerinden biri,

Page 168: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

168

demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü alanlarında çağdaş standartlara uyum düzeyidir. Üyesi olduğumuz uluslararası örgütler ve mekanizmalar insan hakları alanında kararlılıkla sürdürdüğümüz reform sürecine de önemli katkı sağlamaktadır.

Reform sürecinin devamına ilişkin kararlılığımız Reform İzleme Grubu bünyesinde almak-ta olduğumuz kararlarla pekiştirilerek sürdürülmektedir. 2006 yılında açıklanan 9. paket-te yer alan konuların büyük çoğunluğu hayata geçirilmiş olup, iyileştirme çalışmalarımız devam etmektedir.

Vatandaşlarımızın insan hakları alanındaki istek ve beklentilerinin temel yönlendirici rol oynadığı reformlarda, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) hükümleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) içtihadı ile Avrupa Birliği (AB) Katılım Ortaklığı Belgesi ve Ulusal Program ışığında Kopenhag kriterlerine uyum boyutu da göz önünde tutulmakta-dır. Ayrıca, Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Konseyi (AK) ve Avrupa Güvenlik ve İşbir-liği Teşkilatı (AGİT) gibi uluslararası örgütler ile saygın yerel ve uluslararası sivil toplum kuruluşlarının gözlem ve raporları da dikkate alınmaktadır.

Reform sürecimiz bağlamında, insan hakları alanındaki uluslararası sözleşmelere taraf olunmaya devam edilmektedir. Ülkemiz BM’nin temel insan hakları sözleşmelerine ve Avrupa Konseyi kapsamında da insan hakları ile ilgili sözleşme ve protokollerin çoğuna taraftır.

Uluslararası alanda insan hakları konusunda izlediğimiz kararlı ve yapıcı politikamızın bir diğer yansıması olarak, uluslararası sözleşme ve sözleşme dışı mekanizmalarla işbir-liğimiz artarak sürdürülmektedir. Ülkemiz 2001 yılında BM bünyesindeki sözleşme dışı özel mekanizmalara açık davette bulunmuştur. Bu çerçevede, ilgili çalışma grupları ve raportörler ülkemizi ziyaret etmektedirler. İki yüze yakın BM üyesi arasında açık davette bulunan 66 ülkeden biri olmamız, insan hakları alanında vatandaşlarımızın yararına daha fazla ilerleme sağlama ve bunu uluslararası işbirliği içinde gerçekleştirme yönündeki kararlılığımızın ve bu konuda uluslararası toplumdan saklayacağımız bir hususun olma-dığının göstergesidir.

Bu durumun en belirgin yansıması, Hükümetimizin kararlılıkla sürdürdüğü işkence ve kötü muameleye karşı “sıfır hoşgörü” politikamızın, AK bünyesindeki Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi (AİÖK) tarafından da tescil ve takdir edilmesidir.

Vatandaşlarımızın temel hak ve özgürlüklerden, kökenlerine bakılmaksızın, bireysel ola-rak kanun önünde eşit ve serbest şekilde yararlanmaları, temel devlet politikamızdır. Her türlü ayırımcılık Anayasa ve ilgili yasalarımızla yasaklanmıştır.

Ayırımcılığa karşı yürüttüğümüz kararlı politika, küresel düzeyde BM, bölgesel düzeyde ise AK ve AGİT nezdinde taraf olduğumuz uluslararası sözleşme ve denetim mekaniz-malarıyla sürdürmekte olduğumuz yapıcı işbirliğiyle teyit edilmektedir.

Kurucu üyesi olduğumuz ve 1949 yılından beri insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasiye dayalı değerler sisteminin Avrupa’da yerleşmesine çalışan Avrupa Konseyi

Page 169: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

169

Bakanlar Komitesi’nin Dönem Başkanlığı’nı 2010 Kasım ayından başlayarak altı aylık bir süre için üstlenecek olmamız çerçevesinde, gerek ülkemiz gerek AK üyesi diğer 46 ülke vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerinin daha ileri götürülmesi amacıyla çalışmaları-mızı yoğunlaştırarak sürdüreceğiz.

Şeffaflık ve kararlılıkla uygulanan reform sürecimize ilaveten, uluslararası örgütlerde üstleneceğimiz sorumluluklar da ülkemizin uluslararası alandaki saygınlığı ve konumunu güçlendirecektir.

AGİT, SİLAHSIZLANMA VE SİLAHLARIN KONTROLÜ

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Orta Asya ve Kafkasya dâhil olmak üzere 56 katılımcı ülkeyi kapsayan geniş üyelik yapısıyla ve güvenliğin siyasi-askeri, ekonomik ve insani boyutlarını bütünsel bir yaklaşımla dikkate alan “kapsamlı güvenlik” anlayı-şıyla, Avrupa güvenlik yapılanmaları içindeki önemini korumaktadır. Türkiye, kapsamlı güvenlik anlayışının tüm boyutlarına eşit önem verilmesi ve boyutlardan birinin diğerinin önüne geçmemesi görüşünü AGİT içinde ısrarla savunan ülkelerin başında gelmektedir. Bu konudaki görüşlerimizin AGİT’te yürütülmekte olan çalışmalarda giderek artan bir oranda benimsenmesi memnuniyet vericidir.

Öte yandan, RF ve Batı arasında, AGİT coğrafyasındaki belli başlı güvenlik meselelerine ilişkin yaklaşım farklılıkları son yıllarda giderek artmış ve Örgütü kilitlenme noktasına getirmiştir. Bununla beraber, Örgütün genişletilmiş bir Avrupa güvenlik diyalogu foru-mu olarak mevcut Avrupa güvenlik mimarisi içindeki yerini koruyacağı ve “artı değer” sağlamaya devam edeceği değerlendirilmektedir. Bu anlayıştan hareketle, 1-2 Aralık 2009 tarihlerinde Atina’da düzenlenecek olan ve ülkemizin başkanlığımda bir heyetle temsil edilmesi öngörülen müteakip Bakanlar Konseyi toplantısında, AGİT bağlamındaki önceliklerimizin takipçisi olurken, Örgüt içindeki mevcut anlaşmazlıkların da mümkün olduğunca aşılmasına yönelik uzlaştırmacı bir tutum sergileyeceğiz.

Atina toplantısının önceliklerinin başında, RF Başkanı Medvedev tarafından ortaya atı-lan ve 27-28 Haziran tarihlerinde Korfu’da gerçekleştirilen AGİT Gayrıresmi Bakanlar toplantısında ilk defa kapsamlı olarak ele alınan yeni bir Avrupa Güvenlik Anlaşması aktedilmesi önerisine ilişkin sürecin ne şekilde ileriye taşınabileceğine dair gelişmeler gelmektedir. Türkiye, yeni bir Avrupa Güvenlik belgesinin müzakere edilebileceği ye-gâne forumun AGİT olduğunu değerlendirmektedir. AGİT çerçevesinde başlatılabilecek kapsamlı bir müzakere sürecinin temelinin iyi bir şekilde hazırlanarak bu sürecin sonun-da daha etkin bir güvenlik sisteminin oluşturulması önem taşımaktadır.

Ülkemiz, ayrıca AGİT’in reform sürecine açık fikirlilikle ve yapıcı bir anlayışla katkı sağ-lamaktadır. AGİT’in, NATO ve AB genişleme süreçlerinin dışında olan Orta Asya ve Kaf-kasya bölgelerinde istikrar ve güvenliğin tesisine yönelik rolünün artarak devam etmesi-ni temenni ediyoruz. Bunun sağlanması için AGİT’in bu bölgelere yönelik faaliyetlerine destek ve katkılarımızı sürdürmeye kararlıyız.

AGİT’in bir diyalog ve güvenlik forumu olarak dünyanın diğer bölgelerine de örnek oluş-

Page 170: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

170

turduğunu görmekten memnuniyet duyuyoruz. Bu durumun en güzel örneğini, Kazakis-tan tarafından başlatılan Asya’da İşbirliği ve Güven Arttırıcı Önlemler Konferansı süre-ci (CICA-Conference on Interaction and Confidence Building in Asia) oluşturmaktadır. CICA Asya’da RF ve ÇHC, Hindistan ve Pakistan ile Orta Doğu’da İsrail, İran, Mısır ve Filistin, Kafkasya’da Azerbaycan gibi ülkeleri bir araya getiren, ABD ile Japonya’nın da gözlemci olduğu BM dışındaki yegâne uluslararası örgüt durumundadır. Başlangıcından beri üye ülke sayısının artması ve kurumsal yapısının geliştirilmesiyle örgüte ivme ve içerik kazandırılmıştır.

Kazakistan’ın önerisi ve üye ülkelerin oybirliğiyle Haziran 2010’da ülkemizde düzenle-necek CICA Zirvesi münasebetiyle ülkemizin 2010-2012 yıllarında CICA Dönem Baş-kanlığını üstlenmesi kabul edilmiştir. Dönem Başkanlığımızda düzenli bir diyalog süreci başlatılarak CICA coğrafyasında yer alan ülkeler arasında, küresel barış ve istikrara katkı sağlayacak şekilde bir Güven Arttırıcı Önlemler Kültürü’nün yerleşmesini hedeflemek-teyiz.

Silahların kontrolü, silahsızlanma, güven ve güvenlik artırıcı önlemler ile kitle imha si-lahları ve bunları fırlatma vasıtalarının yayılmasının önlenmesi, uluslararası güvenlik ve istikrar bakımından önem taşımaktadır. Başta Orta Doğu olmak üzere, yakın çevremizin kitle imha silahlarından arındırılmış olması, ulusal güvenliğimiz ile bölgesel ve küresel istikrar bakımından önem taşımaktadır. Sayın Cumhurbaşkanımız 15 Nisan’da Bahreyn Parlamentosunda yaptığı konuşmada bu vizyonumuzu ortaya koymuş; kitle imha silah-larına sahip olmanın, hiçbir ülkeye ilave güvenlik sağlamayacağını, aksine bölgeye ilave istikrarsızlık getireceğini, Orta Doğu’nun kitle imha silahlarından arındırılması perspekti-finin canlı tutulması ve bu çerçevede yenilenmiş bir kararlılığın ortaya konması gerektiği-ni belirtmiştir. Bu çerçevede Türkiye’nin, silahların kontrolü, silahsızlanma ve yayılmanın önlenmesi alanlarında tüm uluslararası anlaşma ve düzenlemelere taraf olup, bölgesel güven ve güvenlik artırıcı önlemler geliştirilmesi bakımından da ileri bir konuma sahip olduğunu vurgulamak isterim. Bu alanlardaki uluslararası çabalara aktif biçimde katılım, uluslararası anlaşmalara taraf olma ve bunların uygulanmasının takibi, Türkiye’nin ulusal güvenlik politikasının önemli unsurlarını oluşturmaktadır.

Konvansiyonel silahların indirimine yönelik olarak bugüne kadar akdedilen en kapsamlı düzenleme olan Avrupa’da Konvansiyonel Silahlı Kuvvetler Antlaşması (AKKA) rejimi-nin, Avrupa-Atlantik Bölgesinin siyasi-askeri güvenliği gerekli temeli oluşturduğunu dü-şünüyoruz. Antlaşma, yürürlüğe girdiği 1992 yılından itibaren bu görevi başarıyla yeri-ne getirmiş, bu arada 1999 yılında Uyarlama Antlaşması (UAKKA) imzalanmış, ancak RF’nin Gürcistan ve Moldova’ya yönelik taahhütlerini sonuçlandırmaması nedeniyle, bu Antlaşma yürürlüğe konulamamıştır . Antlaşmanın önemli taraflarından biri olan ve yü-rürlüğe girdiği günden itibaren Antlaşmanın kendi çıkarları doğrultusunda uygulanması için çaba sarfeden Rusya Federasyonu (RF), 2007 Haziran ayında Viyana’da toplanan AKKA Olağanüstü Konferansı’nda kendini tatmin eden bir ilerleme sağlanamaması üze-rine, NATO’nun genişlemesi dâhil çeşitli güvenlik endişelerine Batı tarafından gerekli

Page 171: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

171

anlayışın gösterilmediği gerekçesiyle, ayrıca AKKA’nın güncelliğini yitirdiği savını da ileri sürerek, 12 Aralık 2007 tarihi itibarıyla Antlaşmadan doğan yükümlülüklerinin uy-gulanmasını askıya aldığını açıklamıştır. Bu tarihten itibaren RF dışındaki 29 taraf devlet Antlaşmayı uygulamaya devam etmişler; RF ise denetim ve askeri bilgi değişimi faali-yetlerine iştirak etmemiş, ancak Antlaşmanın karar organı olan Ortak Danışma Grubu toplantılarına katılmaya devam etmiştir. RF bu arada kanat rejimini de gündeme getirmiş ve anılan rejimin kendisine karşı ayrımcı bir uygulama teşkil ettiğini ileri sürmüştür.

Müttefikler, RF’nin AKKA yükümlülüklerini askıya alma eylemi karşısında, bir “bekle-gör” politikası benimsemişler, 28 Mart 2008 tarihli NATO Konseyi açıklamasıyla tutum-larını ortaya koymuşlar ve içinde bulunulan açmazdan çıkılabilmesi için yapıcı önerilerde bulunmuşlardır. Bu tutum, önce Dışişleri Bakanları tarafından onaylanmış, daha sonra Bükreş’te düzenlenen NATO Zirvesinde Devlet ve Hükümet Başkanlarınca “endorse” edilmiş; Strazburg/Kehl NATO Zirvesinde de bu husus teyit edilmiştir. Bu arada, RF’nin AKKA Antlaşmasını ihlallerinin kayda geçirilmesine devam edilmiş, ancak anılan ülkeyle diyalog kapıları açık tutulmuştur. AKKA/UAKKA anlaşmazlığının ele alınmasını teminen, NATO ülkelerinin onayıyla, ABD ile RF arasında, bir plan çerçevesinde sürdürülen ikili görüşmelerde henüz netice alınamamıştır. Son olarak RF’nin Gürcistan’a müdahalesi ve Abhazya ile Güney Osetya’nın bağımsızlıklarını tanıması AKKA konusunun çözümü-nü daha da güçleştirmiştir. Zira, Batı’nın İstanbul yükümlükleri bağlamında UAKKA’yı onaylamasının şartlarından birisi de RF’nin Abhazyadaki Gudauta üssünü boşaltarak, Gürcistan’a devretmesidir. AKKA/UAKKA’ya ilişkin çalışmalara yapıcı katkı sağlamaya devam etmekteyiz.

11 Eylül 2001 sonrası dönemin yeni güvenlik koşullarında nükleer, biyolojik, kimyasal silahlarla fırlatma vasıtalarının yayılmasının ve bunların özellikle terör örgütlerinin eline geçmesinin önlenmesi, silahların kontrolü ve silahsızlanma süreçlerinin en önemli veçhe-si haline gelmiştir. Türkiye yayılmaya karşı “sıfır tolerans” politikasını benimsemiş olup, ihracat kontrolü sistemini AB standartları çizgisinde pekiştirmekte ve iç mevzuatında gerekli önlemleri almaktadır. Bu çerçevede, Dış Ticaret Müsteşarlığımızın öncülüğünde, ilgili tüm kurum temsilcilerinin katılımıyla iki yılı aşkın bir çalışma sonucunda hazırlanan ve bu sene TBMM’ne sunulan “Çift Kullanımlı Eşya ile Hassas Eşyanın Dış Ticaretinin Kontrole Tabi Tutulmasına İlişkin Kanun” taslağı, 21 Mayıs 2008 itibariyle Sanayi, Ti-caret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu ile Milli Savunma Komis-yonuna havale edilmiş olup halen bu Komisyonlarda ele alınmak üzere beklemektedir. Sözkonusu tasarının bir an önce yasalaşmasına Bakanlığımca önem atfedilmektedir. Tasarı, ilgili kurum temsilcilerinden oluşan, ulusal ihracat kontrol politikaları ile ihracat kontrol uygulamalarına ilişkin ilkelerin belirleneceği, ihracatçılarımızın bilinçlendirilme-sine yönelik programların eşgüdümünün yapılacağı, sistemin denetiminin sağlanacağı ve yasa hükümlerini ihlal edenlere verilecek idari cezalara karar verilecek bir “Kurul” oluşturulmasını öngörmektedir. Bu Kurulun hukuki zemin kazanmasına kadar geçecek süre içinde, gerekli eşgüdümün yapılmasını teminen, Bakanlığım eşgüdümünde düzenli

Page 172: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

172

olarak ihracat kontrol uygulamalarıyla ilgili tüm kurumlarımızın katıldığı eşgüdüm toplan-tıları düzenlenmektedir. Bu toplantıların, ihracat kontrolleri ile ilgili kurumlarımızın birlikte ve etkin çalışması için çok yararlı bir zemin oluşturduğunu değerlendirmekteyiz.

ULUSLARARASI VE BÖLGESEL EKONOMİK ÖRGÜTLER

Tüm dünyada 2000 yılından itibaren yükselmeye başlayan büyüme oranları ve ihracat artışları sonucunda meydana gelen iyimser ekonomik atmosfer, 2007’de ABD’de başla-yan bankacılık krizi ve ardından hızlı bir şekilde yükselen petrol ve gıda fiyatları ile yerini beklentilerin düştüğü, yatırımların artış hızının kesildiği bir ortama bırakmıştır.

ABD’de başlayarak diğer ülkelere yayılan ve finans piyasaları ile dünya ekonomisini ciddi şekilde etkileyen krize karşı uluslararası camiada uzun süredir devam eden çözüm arayışları çerçevesinde, 14-15 Kasım 2008 tarihlerinde G-20 üyesi ülkelerin devlet ve hükümet başkanları Vaşington’da “Mali Piyasalar ve Dünya Ekonomisi Zirvesi” adı altın-da gerçekleştirilen toplantıda biraraya gelmişlerdir.

G-20, küresel ekonomik ve finansal sistemde önemli ağırlığı olan ülkelerin uluslararası karar alma sürecine daha fazla katılımlarını sağlamak üzere 1999 yılında oluşturulmuş bir platformdur. Bu platformun üyeleri dünya gayrı safi milli hasılasının yaklaşık yüzde seksenini ve dünya nüfusunun yüzde yetmişini temsil etmektedirler. Ülkemiz kuruluşun-dan bu yana bu platformun etkin bir üyesidir.

Vaşington Zirvesinde mutabık kalınan kararların ve ilkelerin uygulamasını gözden ge-çirmek üzere 2 Nisan 2009 tarihinde Londra’da yeni bir zirve toplantısı düzenlenmiştir. Ülkemizin Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından temsil edildiği zirve toplan-tısına Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sayın Nazım Ekren ile Devlet Bakanı Sayın Mehmet Şimşek de katılmışlardır.

Zirvede, önümüzdeki dönemde ülkemize ve küresel ekonomiye olumlu etkileri olacak önemli kararlar alınmış, IMF kaynaklarının arttırılması, çok taraflı kalkınma bankalarının gelişmekte olan memleketlere daha fazla kaynak kullandırmaları, IMF kota reformunun erkene alınması, kredi derecelendirme kuruluşlarına ilişkin düzenlemelerin sıkılaştırılması ve Türkiye’nin yanısıra diğer G-20 ülkelerinin Finansal İstikrar Kurulu’na üye olmaları gibi memleketimiz açısından öncelikli konular Zirve Bildiri metnine yansıtılmıştır.

Ülkemiz, G-20’nin küresel finans krizine çözüm arayışları bağlamında en etkin platform olduğunu değerlendirmekte ve sürdürülen çalışmalara aktif katkı sağlamaya gayret et-mektedir. Bu çerçevede, Londra Zirvesi’nde ülkemizde finans sektörünün yeniden yapı-landırılması ve 2001 krizi sonrası dönemde kamu maliyesinde kaydedilen uyum süreci konularındaki tecrübelerimiz, G-20 ülke Liderleri ile paylaşılmıştır.

Zirve toplantılarının üçüncüsü 24-25 Eylül 2009 tarihlerinde Pittsburgh’da düzenlenmiş, sözkonusu Zirve’ye de Sayın Başbakanımız başkanlığında bir heyetle iştirak edilmiştir.

Ülkemiz Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) çalışmalarını yakından takip etmekte ve eğitimden ekonomik kalkınmaya birçok alanda sürdürülen faaliyetlere aktif

Page 173: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

173

olarak katılmaktadır. OECD ile ilişkilerimizde eşgüdümü pekiştirerek, etkinliğimizi daha da arttırabilmek için, 2007 yılı Nisan ayından bu yana, OECD konularıyla yakından ilgili Bakanlık ve kuruluşlarımızın temsilcilerinin katılımıyla senede iki defa eşgüdüm toplan-tıları düzenlenmektedir. Eşgüdüm toplantılarından elde edilen olumlu görüş ve öneriler de gözönünde bulundurularak, OECD’yle ilişkilerimizde yol haritası görevi görecek olan “strateji belgesi” ortaya çıkarılmıştır.

OECD Bakanlar Konseyi Toplantıları ve OECD Forumu 24-25 Haziran 2009 tarihlerin-de Paris’te yapılmıştır. Sözkonusu toplantılara, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sayın Ali Babacan başkanlığında, Bakanlığım, Devlet Planlama Teşkilatı, Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlıkları ile Merkez Bankası yetkililerinden oluşan bir heyetle iştirak edil-miştir. Toplantılarda, “Toparlanma Stratejileri”, “Küresel Ekonomik Görünüm Raporu”, “OECD’nin stratejik yönelimleri”, “İklim değişikliğinin ekonomik boyutları”, “OECD’nin küresel işbirliğindeki rolü” ve “Ticaret konuları” başlıklı gündem maddeleri ele alınmıştır.

OECD Ekonomik İncelemeler Komitesi’nin Türkiye Ülke İnceleme Raporu 17 Temmuz 2008 tarihinde kamuoyuna açıklanmıştır. Raporda, ülkemizde kamu maliyesinin güç-lendirilmesi, rekabet gücünün arttırılması ve istihdam yaratılmasına yönelik reformlar üzerinde durulmuş, Türkiye ekonomisinin karşı karşıya bulunduğu zorluklar, büyüme odaklı mali strateji, para politikası ve rekabet gücünün arttırılması konuları incelenmiştir. Rapor, mevcut iktisadi durumun ayrıntılı bir incelemesini yapmakta ve ekonomimizin daha iyiye götürülebilmesi için izlenebilecek yöntemler açısından da aydınlatıcı bir belge niteliği taşımaktadır.

15-16 Aralık 2008 tarihlerinde ülkemizi ziyaret etmiş olan OECD Genel Sekreteri Angel Gurria, Sayın Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımız tarafından kabul edilmiş olup, OECD ile bağlantılı konuları uhdesinde bulunduran Bakanlarımızın yanısıra özel sektör temsilci-leriyle de temaslarda bulunmuştur.

İstanbul’da bulunan OECD Özel Sektörü Geliştirme Merkezi, OECD’nin yakın bölge-mizdeki ülkelere yönelik çalışmalarında kullanılmakta, ayrıca, Ankara’da yerleşik OECD Vergi Eğitim Merkezi de bölgemizde bulunan ülkelerin uzmanlarına bu alanda eğitim vermektedir.

OECD bünyesinde başlatılan Ortadoğu ve Kuzey Afrika (MENA) girişimini başından bu yana destekleyen Türkiye, çeşitli MENA toplantılarına evsahipliği yapmaktadır.

Ülkemizin girişimleriyle 25 Haziran 1992 tarihinde İstanbul Zirvesi sırasında yayımlanan Deklarasyonla kurulan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİ), kurulduğu günden bu yana geçen 17 sene içinde kurumsal olgunluğa erişmiştir. KEİ, ekonomik işbirliğinden başlayarak faaliyet sahasını, çevre koruma, bilim ve teknoloji, kurumsal yenilenme ve iyi yönetişim ile yumuşak güvenlik önlemlerini kapsayan yeni alanlara genişletmiştir. 2007 yılında Örgütün kuruluşunun 15. yıldönümü, Türkiye’nin Dönem Başkanlığı sırasında, üye ülkelerin devlet ve hükümet başkanlarının katıldıkları bir zirveyle kutlanmıştır.

Page 174: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

174

Ekonomik işbirliği ve ortaklığın bölgesel istikrarın temel taşı olduğuna ve siyasi riskler ile çatışmaları azaltmaya yönelik pratik bir mekanizma oluşturulabileceğine inanıyoruz. Bu çerçevede, Türkiye KEİ’yi desteklemekte ve dış politika öncelikleri arasında bulundur-maktadır. Esasen KEİ, Karadeniz ülkeleri arasındaki güçlü bir ekonomik işbirliğinin bölge-sel istikrarı arttıracağı fikri üzerine kurulmuştur. KEİ’nin rolü, birçok ihtilafın bulunduğu bölgedeki en kapsayıcı ve tam teşekküllü yegâne örgüt olduğunu ispat etmesiyle daha da görünür hale gelmiştir.

BM’de gözlemci statüsünü haiz KEİ’nin ayrıca BM Avrupa Ekonomik Komisyonu, UNEP, UNIDO, FAO, DTÖ, Enerji Şartı Sekretaryası, Avrasya Ekonomik Topluluğu ve Dünya Bankası ile de değişik düzeylerde işbirliği mevcuttur.

Zaman içinde işbirliği alanlarında somut sonuçlar alınmaya başlanmıştır. Ahiren imza-lanan “Karadeniz Çevre Otoyolu” ve “Deniz Otoyolları”na ilişkin Mutabakat Muhtıraları hedefleri ve KEİ ülkeleri arasındaki ticaret ve yatırımın gelişmesine yapacakları olumlu katkılar bakımından önemli görülmektedir. Ayrıca, en az üç üye ülkeden ortaklar tara-fından sunulması gereken projelerin finansmanına yönelik Proje Geliştirme Fonu’nun oluşturulması da keza önemli bir başarıdır.

KEİ 21. Dışişleri Bakanları Konseyi Toplantısı 22 Ekim 2009 tarihinde KEİ Dönem Baş-kanı Azerbaycan’ın ev sahipliğinde, Bakü’de düzenlenmiştir. Toplantıya başkanlığımda bir heyetle katılınmıştır. Toplantıda, KEİ’nin mali işbirliği aracı olan KEİ Proje Geliştirme Fonu, KEİ çalışma gruplarına ülke koordinatörleri atanması, KEİ gözlemci ve sektörel di-yalog ortaklarının statülerinin yenilenmesi gibi çeşitli konularda kararlar kabul edilmiştir. Toplantı sonunda KEİ Dönem Başkanlığını Bulgaristan devralmıştır.

Güney-Güney diyalogu çerçevesinde gelişme yolundaki ülkeler arasında oluşturulan iş-birliği örneklerinden birini oluşturan ve Haziran 1997’de resmen kurulan Gelişen Sekiz Ülke (D-8), üye ülkeler (Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş, Malezya, Endonezya, Mısır ve Nijerya) arasında ekonomik ve ticari işbirliğinin geliştirilmesine yönelik bir oluşumdur.

D-8’in amacı kalkınma yolundaki ülkelerin dünya ekonomisi içindeki konumlarını iyileş-tirmek, ticari ilişkilerini çeşitlendirmek ve ticaret alanında üye ülkelere yeni imkânlar yaratmak, uluslararası seviyede karar verme mekanizmalarına güçlü biçimde katılımları-nı sağlamak ve halklarının yaşam seviyesini yükseltmektir. İlkeleri ve kapsadığı coğrafi alan itibariyle bölgesel olmaktan çok küresel bir oluşum özelliğine sahip olan D-8’e üye-lik, yukarıda kayıtlı amaç ve ilkelere bağlı tüm gelişme yolundaki ülkelere açıktır. D-8 çerçevesinde işbirliği esas itibariyle sektörel bazda yürütülmektedir.

Şimdiye kadar D-8 çerçevesinde İstanbul, Dakka, Kahire, Tahran, Bali ve Kuala Lumpur’da olmak üzere 6 Zirve, 12 Bakanlar Konseyi, 27 Komisyon ve çok sayıda tek-nik toplantı düzenlenmiştir. 27. Komisyon Toplantısı 30-31 Ekim 2009 tarihlerinde, 12. Bakanlar Konseyi Toplantısı ise 2 Kasım 2009 tarihinde Kuala Lumpur’da yapılmıştır. Sözkonusu toplantıya başkanlığımda bir heyetle katılınmıştır. Toplantıda, D-8 çerçeve-sinde ele alınmakta olan işbirliği konuları gözden geçirilmiş, başta gıda güvenliği olmak

Page 175: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

175

üzere ülkemizin bu konulara destek ve katkıları dile getirilmiş, önümüzdeki dönemde D-8 çerçevesinde ülkemizde ulaştırma, su, insancıl yardım örgütleri, e-devlet konula-rında toplantıların düzenlenmesi ve D-8’in yeni bir küresel vizyona kavuşturulması için mekanizma önerilmiştir.

Diğer taraftan, İran ve Pakistan’la beraber bölgesel ekonomik işbirliğini geliştirmek ama-cıyla 1964 yılında kurulmuş olan Kalkınma için Bölgesel İşbirliği (RCD) Teşkilatı, şekil ve içerik değişiklikleri yapılarak 1985’te Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EİT) adını almıştır. 1992 yılında Afganistan, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan’ın katılımlarıyla on üyeli bir örgüt haline gelen EİT, Türkiye’nin Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile beraber üye olduğu tek bölgesel ekonomik örgüttür.

EİT, orta vadede üye ülkeler arasında işbirliğinin gerçekleşmesine yönelik öncelikli he-defler olarak seçtiği ticaret, ulaştırma, haberleşme ve enerji sektörlerine ağırlık veril-mesi stratejisini benimsemiştir. EİT bölgesinin zengin enerji kaynaklarının akılcı bir şe-kilde kullanılması, uluslararası pazarlara ulaştırılması ve Örgüt içi ticaretin geliştirilmesi Türkiye’nin önem verdiği konulardır. Özellikle ticaret ve ulaştırma EİT bünyesinde üze-rinde öncelikle çalışılan ve çeşitli projelerin uygulanmaya konduğu alanlardır. EİT Ticaret Anlaşması (ECOTA) ve EİT Transit Taşıma Çerçeve Anlaşması (TTFA) bu alanlarda atılan önemli adımlardır.

Ekonomik İşbirliği Teşkilatı 10. Zirvesi 11 Mart 2009 tarihinde Tahran’da gerçekleşti-rilmiştir. Zirve öncesinde 18. Bakanlar Konseyi (9 Mart) ve Yüksek Düzeyli Memurlar Toplantısı (YDM, 7-8 Mart) yapılmıştır. Zirveye Sayın Cumhurbaşkanımızın, Bakanlar Konseyine, benim, YDM’ye ise Bakanlığım ilgili Müsteşar Yardımcısı’nın başkanlığındaki heyetlerle katılım sağlanmıştır.

ENERJİ KORİDORLARI

Ülkemizin çok boyutlu enerji stratejisinin başlıca unsurlarını kaynak ve güzergâh çeşit-lendirilmesi, nükleer ve yenilenebilir enerjinin de dâhil edilmesi suretiyle enerji sepetinin çeşitlendirilmesi, Doğu-Batı ile Kuzey-Güney eksenlerindeki enerji rolümüzün güçlendi-rilmesi, ülkemizin bir enerji merkezine dönüştürülmesi ve Avrupa’nın enerji güvenliğine katkıda bulunulması olarak sıralamak mümkündür.

Doğu-Batı Enerji Koridorunun en önemli bileşenini oluşturan Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC)Ana İhraç Ham Petrol Boru Hattı, Azeri-Çırak-Güneşli (AÇG) sahasından başlayarak, Azerbaycan ve Gürcistan üzerinden, çevresel açıdan hassas Karadeniz ve Türk Boğaz-larını “by-pass” ederek, Türkiye’nin Akdeniz kıyısındaki Ceyhan’da bulunan terminale ulaşmaktadır. Günde 1 milyon varil (yaklaşık olarak dünya petrol arzının % 1,5’i) petrol ihraç kapasitesine sahip boru hattı, 1.760 km ile en uzun ikinci boru hattı olmak özel-liğini taşımaktadır. Ayrıca, Kazakistan, Azerbaycan’la 16 Haziran 2006 tarihinde imza-ladığı anlaşmayla BTC petrol boru hattına resmen katılmış, Kasım 2008 tarihi itibariyle Kazak petrolü de bu hattan akmaya başlamıştır. BTC boru hattından ilk petrol 4 Haziran 2006 tarihinde, Ceyhan’da tankere yüklenmiştir. BTC boru hattının resmi açılış töreni,

Page 176: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

176

Türkiye’de 13 Temmuz 2006 tarihinde gerçekleştirilmiş olup, 1 Kasım 2009 tarihi iti-bariyle BTC boru hattında, 953. tankere petrol yüklemesi yapılmış, toplam ihraç hacmi 756 milyon varile çıkmıştır.

Doğu-Batı Enerji Koridoru’nun ikinci bileşeni olan Bakü-Tiflis-Erzurum (BTE) Doğal Gaz Boru Hattı, 3 Temmuz 2007 itibariyle faaliyete geçmiştir. Hazar Denizi’nin Azerbaycan’a ait kesiminde yer alan Şahdeniz sahasında üretilen doğal gazı Gürcistan üzerinden Gür-cistan-Türkiye sınırına ulaştıran boru hattından yılda 6,6 milyar m³ doğal gaz ithal edil-mesi öngörülmektedir. BTE Boru Hattı aynı zamanda, Türkmenistan ve Kazakistan’da yer alan büyük doğal gaz rezervlerine erişecek olan Hazar Geçişli Doğal Gaz Boru Hattı Projesi’nin ilk ayağı olarak değerlendirilmektedir.

“Güney Avrupa Doğal Gaz Ringi” olarak da bilinen Türkiye-Yunanistan-İtalya doğal gaz enterkonektörünün Türkiye ile Yunanistan arasındaki bölümünün açılış töreni 18 Kasım 2007 tarihinde iki ülke Başbakanlarının katılımlarıyla gerçekleştirilmiş olup, bu hat üze-rinden Yunanistan’a doğal gaz ihraç edilmektedir.

Diğer taraftan, doğal gazın Türkiye-Bulgaristan-Romanya ve Macaristan üzerinden Avusturya’ya taşınmasını öngören Nabucco Boru Hattı Projesinin Hükümetlerarası An-laşması (IGA) 13 Temmuz 2009 tarihinde Ankara’da gerçekleştirilen bir törenle imzalan-mıştır. Projenin yapımına ilişkin teknik ve hukuki çalışmalar devam etmektedir.

Öte yandan, Mısır doğal gazını Ürdün ve Suriye üzerinden Türkiye’ye ulaştıracak olan Arap Doğal Gaz Boru Hattı’nın 2010 yılında yapımının tamamlanması ve işler hale geti-rilmesi planlanmaktadır.

Ayrıca ülkemiz, Irak doğal gaz rezervlerinin geliştirilmesine de ilgi duymaktadır. Irak do-ğal gazının Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı’nın altyapısından yararlanarak ona para-lel biçimde inşa edilecek bir boru hattıyla Türk ulusal şebekesine bağlanması kolaylıkla mümkündür. Bu kapsamda, Sayın Başbakanımızın 15 Ekim 2009 tarihinde Bağdat’a gerçekleştirdiği resmi ziyaret sırasında Türkiye ile Irak arasında bir doğal gaz korido-runun geliştirilmesini öngören bir Mutabakat Muhtırası imzalanmış olup, bu konudaki çalışma ve girişimlerimiz devam etmektedir.

Diğer yandan, İran’la 14 Temmuz 2007 tarihinde imzalamış olduğumuz Anlayış Muh-tırası, iki ülkenin petrol ve doğal gaz alanındaki çıkarları doğrultusunda bu alanlardaki işbirliğini daha da geliştirmelerine yönelik bir ön anlaşma niteliği taşımaktadır. Sayın Başbakanımızın 27-28 Ekim 2009 tarihleri arasında İran’a yaptığı resmi ziyaret sırasın-da, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Sayın Taner Yıldız ile İranlı mevkidaşı Petrol Bakanı Dr. Mir Kazemi arasında 28 Ekim 2009 tarihinde yeni bir Mutabakat Zaptı (MZ) imzalan-mıştır. İmzalanan MZ, Türkmenistan doğal gazının İran üzerinden Türkiye’ye sevkedil-mesini, İran doğal gazının Türkiye’ye ve ülkemiz üzerinden Avrupa’ya sevk edilmesini, Güney Pars sahasının 22. , 23. ve 24. Fazlarının TPAO tarafından işletilmesine imkan tanıyan 17 Kasım 2008 tarihli MZ’nın süresinin 3 ay uzatılmasını öngörmektedir. Taraf-lar arasındaki teknik görüşmelerin önümüzdeki günlerde başlatılması planlanmaktadır.

Page 177: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

177

İşbirliğinin ayrıntıları bu görüşmeler neticesinde belirlenecektir.

Ülkemiz, Doğu-Batı Enerji Koridoru’nun yanısıra Kuzey-Güney ekseninde de koridorun güçlendirilmesine önem vermektedir.

Kuzey-Güney ekseninde gerçekleştirmeyi öngördüğümüz projelerden biri olan ve 24 Nisan 2007 tarihinde temeli atılan Samsun-Ceyhan ham petrol ˝by-pass˝ boru hattı projesine uluslararası petrol şirketlerinin ilgileri artmaktadır. Bu projenin geliştirilmesin-deki temel nedenlerden biri, Türk Boğazlarının adeta bir petrol boru hattına dönüştürül-mesinin tarafımızdan kabulünün mümkün olmamasıdır. Bu çerçevede, Türk Boğazlarının güvenliğinin arttırılması, özellikle tanker ve tehlikeli madde geçiºinin, ½by-pass½ petrol boru hattı projelerinin gerçekleştirilmesi suretiyle, İstanbul’u ve deniz çevresini tehdit etmeyecek makul bir düzeye indirilmesi öngörülmektedir. Başbakan Putin’in 6 Ağustos 2009 tarihinde ülkemizi ziyareti sırasında varılan mutabakat neticesinde Rusya da Sam-sun-Ceyhan projesine katılım kararı almıştır. Ayrıca, Kazakistan da ahiren sözkonusu boru hattına petrol taahhüdünde bulunmuştur.

Ülkemizin enerji stratejisi çerçevesinde, özellikle Kuzey-Güney ekseninin kuvvetlendi-rilmesi ve Ceyhan’ın uluslararası bir enerji merkezi haline getirilmesi, önemli enerji tü-keticileri Hindistan ve İsrail gibi ülkelerin de dikkatlerini çekmektedir. Bu çerçevede, muhataplarımızla, Hazar petrolü ile Samsun-Ceyhan projesi gerçekleştikten sonra Rus ve Kazak petrolünü, Ceyhan terminalinden Aşkelon’a ileterek, Aşkelon-Eliat bağlantısı kanalıyla da Kızıldeniz’e ulaştıracak olan Ceyhan-Kızıldeniz projesi de ele alınmaktadır. Bu meyanda, iki ülke arasında denizaltından çoklu boru hatları inşa edilmek suretiyle petrol, doğal gaz, su ve elektrik naklini ve fiberoptik kablo tesisini öngören Türkiye-İsrail Enerji Koridoru’na yönelik çalışmaları da sürdürmekteyiz.

Bu projelerin hayata geçirilmesiyle, ülkemiz Avrupa’nın doğal gaz tedarikinde RF, Ceza-yir ve Norveç’ten sonra dördüncü arter konumuna gelecek, ayrıca dünya petrol arzının yaklaşık % 10’u da Türkiye üzerinden dünya piyasalarına sevk edilecektir. Türkiye’nin enerji konusundaki bu stratejik konumu AB’yle ilişkilerimize de ilave bir boyut kazandır-maktadır.

SU VE ÇEVRE

Dünya nüfusunun hızlı artışı ve endüstrileşme, su kaynaklarının aşırı tüketilmesinin yanı-sıra kirlenmesine de yol açmakta, bu durum su kaynakları üzerindeki baskıyı her geçen gün daha da artırmaktadır. Diğer taraftan, küresel iklim değişikliği su kaynaklarının daha verimli ve akılcı kullanımını zorunlu kılmaktadır. Bu durum “su meselelerinin” son yıllar-da uluslararası gündemin üst sıralarında ele alınmasına yol açmıştır. Su kaynaklarının sürdürülebilir kullanımı ülkeler için olduğu kadar dünya düzeni ve refahı için de hayati önem taşımaktadır.

Su sıkıntısının gelecek 20-25 yıl içinde Orta Doğu dâhil bazı bölgelerde su krizine dönüş-mesi ihtimali mevcuttur. Bu nedenle, ikamesi mümkün olmayan bu doğal kaynağın, 21. yüzyılın stratejik kaynaklarından biri olacağı genel kabul görmektedir. Su kaynakları po-

Page 178: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

178

litikamız, suyun ülkemizin ekonomik ve sosyal kalkınmasındaki yeri, su ve gıda güvenliği hususlarındaki önceliklerimizin yanısıra, AB üyelik müzakerelerimiz ile küresel ve bölge-sel gelişmeler göz önünde bulundurularak tespit edilmektedir. Türkiye su kaynaklarının değerlendirilmesi ve bu bağlamda nehir havzaları yönetimi konusundaki bilgi birikimi ve deneyimini başta komşu ülkelerle olmak üzere tüm ülkelerle paylaşma arzusundadır.

Türkiye’nin bu alandaki politikalarının etkinliğinin bir göstergesi olarak, 16–22 Mart 2009 tarihlerinde, yaklaşık 30.000 kişinin katıldığı, 9 Devlet/Hükümet Başkanı, 84 Ba-kan, 19 Bakan Yardımcısı, 14 Uluslararası Kuruluş Genel Direktörü/Yöneticisi ile 250 Parlamenterin iştirak ettiği 5. Dünya Su Forumu, ülkemizin ev sahipliğinde İstanbul’da düzenlenmiştir. Forum sonucunda kabul edilen Bakanlar Bildirisi ve İstanbul Su Zirvesi Sonuç Bildirgesi, uluslararası platformda su alanında önemli birer referans belgesi olarak ortaya çıkmıştır.

Türkiye sınıraşan nehirlerin, kıyıdaş ülkeler arasında yeni işbirliği olanakları yaratılması-na katkıda bulunacağı inancındadır. Bu düşünceden hareketle, ülkemizin sınıraşan ne-hirlerinin faydalarının diğer kıyıdaş ülkelerle paylaşılmasına yönelik olarak, ikili ve üçlü düzeydeki temaslarımız da verimli bir şekilde sürdürülmektedir. Türkiye, Suriye ve Irak ile mevcut iyi komşuluk ilişkileri çerçevesinde su konusunda da işbirliğini geliştirmeyi, bu bağlamda, karşılıklı anlayış ve güveni artırmayı, ayrıca teknik işbirliğini ilerletmeyi öngörmektedir. 1992 yılında sona eren üçlü görüşmeler bu kapsamda yeniden canlan-dırılmış olup; Mart 2007’den itibaren gerek teknik uzmanlar seviyesinde gerek Bakan-lar düzeyinde toplantılar yapılmaktadır. Nitekim, 13 Ekim 2009 tarihinde Gaziantep ve Halep’te düzenlenen Türkiye-Suriye YDSİK (Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi) Birinci Bakanlar Toplantısı’nda su alanlarında işbirliğini öngören Mutabakat Zabıtlarının imzalanması konusunda görüş birliğine varılmıştır. Bu konudaki çalışmalarda son aşama-ya gelinmiştir. Diğer taraftan, 15 Ekim 2009 tarihinde Sayın Başbakanımızın Bağdat’a gerçekleştirdikleri ziyaret sırasında, Türkiye-Irak YDSİK Birinci Bakanlar Toplantısı mar-jında, su konusunda işbirliğini amaçlayan bir Mutabakat Zaptı imzalanmıştır.

Günümüzde, karmaşık bir nitelik gösteren, başta iklim değişikliği olmak üzere çölleşme, kuraklık, su kıtlığı, biyoçeşitliliğin kaybı, ormansızlaşma, katı ve tehlikeli atık üretimi, ozon tabakasının delinmesi, gibi çevre sorunları sınır tanımamakta, ülkelerin sürdürüle-bilir kalkınma, insanların güvenliği, sağlığı ve üretkenliği üzerinde ciddi bir tehdit oluş-turmaktadır. Çevre sorunlarının küresel boyutu bunların, sadece ulusal düzeydeki poli-tikalarla çözümlenmelerini imkânsız hale getirmekte ve devletleri çok yönlü işbirliği ve uluslararası eşgüdüme zorlamaktadır.

Nitekim, Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD), Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT), uluslararası finans kuruluşları, bu sorunlara çözüm bulunabilmesini teminen çok-taraflı işbirliği yollarını geliştirmeye yönelik girişimleri teş-vik etmekte ve bu çalışmalar arasında eşgüdümü sağlamaktadırlar. Bu özelliğiyle, çevre konusu, dış politikanın ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.

Page 179: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

179

Çevre sorunlarının çözümüne katkıda bulunmayı arzulayan ülkemiz, ulusal çıkar ve ko-şullarını, sosyo-ekonomik koşullarını da gözönünde bulundurarak, gerek BM düzeyinde, gerek bölgesel düzeyde pek çok uluslararası sözleşmeye taraf olmuştur.

Türkiye, uluslararası ve bölgesel anlaşmalardan doğan sorumluluklarını yerine getirme konusunda kararlı ve azimlidir.

Türkiye, çevre sorunlarının çözümüne katkılarını, uluslararası alanda kabul görmüş “or-tak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar” ve “hakkaniyet” ilkeleri ışığında, ulusal koşulları, ekonomik ve sosyal kalkınma hedeflerini de dikkate alarak, gerçekleştirme yolunda ge-rekli gayreti göstermeye devam edecektir.

Özellikle, günümüzde insanlığın karşı karşıya kaldığı en büyük küresel sorunlardan biri olan iklim değişikliği olgusunun bilimsel verilerle de kanıtlanmış olması, konuyu ulusla-rarası gündemin en üst seviyelerine taşımıştır.

Küresel düzeyde mücadeleyi gerekli kılan iklim değişikliği sorununa karşı alınacak önlem-lere tüm Birleşmiş Milletler üyelerinin katkıda bulunmaları elzemdir. Birleşmiş Milletler’in saygın bir ülkesi olarak, Türkiye, insanlığın maruz kaldığı başlıca sorunlardan biri olan iklim değişikliğiyle mücadelede üzerine düşeni yapmaya hazırdır.

Bu anlayışla, ülkemiz, 2004 yılından beri taraf olduğu Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin Kyoto Protokolü’ne de 26 Ağustos 2009 tarihinde taraf olmuş-tur.

2012 yılı sonunda Kyoto Protokolü’nün yerini alması beklenen yeni iklim değişikliği an-laşmasının müzakerelerinin önümüzdeki ay Kopenhag’ta düzenlenecek olan konferansta tamamlanması öngörülmektedir. Türkiye, 2012 sonrası, yeni iklim değişikliği rejiminde, “adil” bir hukuki statüyle, “ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar” ilkesi çerçevesinde ve “ulusal koşulları”, “görece kapasitesi” ile “ekonomik ve sosyal kalkıma hedefleri” doğrultusunda yer almayı istemektedir.

TERÖRİZMLE ULUSLARARASI MÜCADELE

Terörizm, çağımızın en ciddi küresel tehditlerinden biri olmaya devam etmektedir.

Dünyanın dört bir tarafında hemen her gün meydana gelen terör eylemleri terörizmin ulusal, coğrafî veya dinî sınırlar tanımadığını gözler önüne sermektedir. Biz terörün her türüne karşıyız. Terörü haklı gösterecek hiçbir gerekçeyi kabul etmiyoruz. Kaynağı, ge-rekçesi ve iddiası ne olursa olsun terörizm kınanmalı ve “insanlığa karşı suç” olarak kabul edilmelidir.

Terörizmle uzun süren mücadelemiz sırasında edindiğimiz en önemli deneyim, bir ül-kenin tek başına terörizme karşı savaşta başarılı olamayacağıdır. Küresel nitelikteki bu tehlikeye karşı tüm ülkelerin, ortak bir eylem platformunda birleşmeleri ve işbirliği yap-maları gereklidir.

Ülkemiz, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere tüm ilgili uluslararası forumlarda terörle mücadele için kararlı ve etkili önlemler alınması gerektiğini her vesileyle savunmaktadır.

Page 180: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

180

Bu konuda kabul edilmiş çok sayıda karar, belge ve bildiride Türkiye’nin önemli katkıları vardır.

Türkiye’nin terörle mücadelede uluslararası işbirliğinin güçlendirilmesi yolunda temel işlev gören Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) üyeliğine seçilmiş olması, ülke-mizin bu platformun en etkin biçimde kullanılması yolundaki çalışmalarına ivme kazan-dırmıştır.

BMGK’nin 1373 sayılı kararı Türkiye’nin terörizm konusunda öteden beri savunmakta olduğu hususları BM üyesi ülkelerin uymaları zorunlu kurallar haline getirmiş ve üye ülkeleri, kararın uygulanması konusunda BMGK’ne rapor vermekle yükümlü kılmıştır. Ülkemiz bu bağlamda, anılan komiteye bugüne kadar beş rapor sunarak öncü rol oyna-mıştır.

2010 yılında Türkiye sözkonusu BMGK kararıyla kurulan Terörle Mücadele Komitesi’nin (CTC) başkanlığını üstlenecektir. Bu görevi önemsemekteyiz. Terörizmle mücadele ala-nında kabul edilmiş olan BMGK kararlarının tüm üye ülkelerce etkin biçimde uygulanma-sı amacıyla CTC başkanlığımızı en iyi şekilde kullanmaya gayret edeceğiz.

Ülkemiz BM Kapsamlı Terörizm Sözleşmesi’nin müzakere edildiği Genel Kurul 6. Ko-mite çalışmalarına aktif olarak katılmaktadır. Türkiye ayrıca, 2006’da kabul edilen ve terörizmle mücadelede uluslararası işbirliğini öngören “BM Terörizmle Küresel Mücadele Stratejisi”ni de desteklemektedir.

Türkiye, BM’nin yanısıra, AGİT, NATO ve KEİ gibi örgütlerde de terörle mücadele çalış-malarında öncü rol oynamaktadır. Ülkemiz, ikili düzeyde de 70’i aşkın ülkeyle terör ve örgütlü suçlara karşı mücadele alanında işbirliği anlaşmaları imzalamıştır.

Terörizmle mücadele konusunda uluslararası platformlarda ve ikili temaslarımızda, te-rörizmin hiçbir din, ırk, milliyet veya coğrafi bölgeyle ilişkilendirilemeyeceğini, terörizm ile herhangi bir din arasında ilişki kurmaya yönelik her türlü girişimin aslında teröristlerin amaçlarına hizmet ettiğini, bu çerçevede İslamiyet adına gerçekleştirildiği iddia edilen terörist eylemleri şiddetle kınadığımızı her vesileyle ifade etmekteyiz.

UYUŞTURUCUYLA VE ÖRGÜTLÜ SUÇLARLA MÜCADELE

Uyuşturucu ve örgütlü suçlar, günümüzde küresel bir nitelik kazanmış ve hemen her ülkeyi tehdit eder duruma gelmiştir. Bu durum çerçevesinde, uyuşturucuyla ve örgütlü suçlarla mücadele konusu dış politikamızın önemli gündem maddelerinden biri haline gelmiştir.

Türkiye, uyuşturucuyla mücadeleye ilişkin bütün Birleşmiş Milletler Sözleşmelerinin ya-nısıra, BM Yolsuzlukla Mücadele Sözleşmesini, BM Sınıraşan Örgütlü Suçlarla Müca-dele Sözleşmesi ile bu Sözleşmeye Ek İnsan Ticareti, Göçmen ve Silah Kaçakçılığının Engellenmesine dair üç Ek Protokolü imzalamış ve onaylamıştır. Türkiye, sözkonusu Sözleşmelerden doğan yükümlülüklerini yerine getirebilmek amacıyla gereken çabayı göstermektedir.

Page 181: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

181

Türkiye uyuşturucu, yolsuzluk ve örgütlü suçlarla mücadelede uluslararası işbirliğinin yanısıra, bölgesel ve ikili işbirliğine de özel önem atfetmektedir. KEİ, Güneydoğu Avrupa İşbirliği Girişimi (GDAÜ), Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EİT) gibi örgütlerde bu suçlarla mü-cadeleye ilişkin deneyimlerini paylaşmakta ve ikili ve çok taraflı anlaşmalarla işbirliğinin altyapısını güçlendirmektedir.

KÜLTÜR VE TANITMA FAALİYETLERİ

Kültürel unsurların ve ilişkilerin kazandığı önemin bilincinde olarak, Bakanlığım sanat, eğitim, bilim, spor, medya alanlarında ikili ilişkilerimizin geliştirilmesi amacıyla tüm ilgili kurumlarımızla işbirliği içinde yurtdışındaki kültürel etkinlikleri desteklemekte, gerektiği durumlarda büyük tanıtım projelerinin oluşturulması ve gerçekleştirilmesine öncülük et-mekte ve çok sayıda ülkeyle eğitim alanında işbirliğini sürdürmektedir. Uluslararası alan-da ülkemizin güçlü konumunu daha da pekiştirmek üzere diğer memleketlerle mevcut bağlarımızın kültürel ve eğitim içerikli açılımlarla korunması ve daha da güçlendirilmesi dış politikamızda giderek ön plana çıkan yaklaşım olmaya devam edecektir.

Toplumumuzun ve kültürümüzün geleneksel hoşgörü anlayışı ulusal kimliğimizin ayrıl-maz bir parçasıdır. Bu bağlamda, farklı kimlik ve kültürlere karşı anlayış, hoşgörü ve saygı ile kültürlerarası diyalog her zaman dış politikamızın önemli, öncelikli ve gelenek-sel ilkelerinden biri olagelmiştir. 11 Eylül 2001 terör eylemlerini izleyen yakın geçmişte dünyanın gündemine giren kültürlerarası diyalog kavramı esasen çok eskiden beri dış politikamızın başlıca unsurlarından biri olma özelliğini sürdürmektedir. Bu bağlamda, Türkiye, uluslararası ilişkilerde kültürlerarası diyalog düşüncesinin öncülüğünü ve sa-vunuculuğunu yapan ağırlıklı ve saygın bir ülke konumunda bulunmakta, bu konudaki girişimlerin içinde yer almakta ve bahiskonusu amaca yönelik projeleri desteklemektedir.

Sekizinci Güneydoğu Avrupa Ülkeleri Devlet Başkanları Kültürel Koridorlar Zirve Toplantısı “Kültürel Diyaloğun Metaforu Olarak Müzik” temasıyla 2010 Haziran ayında ülkemizin evsahipliğinde İstanbul’da düzenlenecektir. Anılan toplantıya evsahipliği ya-pacak olmamızın ülkemizin kültürlerarası diyalog alanındaki etkin ve ağırlıklı konumunu daha da güçlendireceği kuşkusuzdur.

Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı (UNESCO) kapsamında yürütülen çalışma ve etkinliklere katılımımız dış kültür, eğitim, bilim ilişkilerimiz ve işbirliğimiz bağ-lamında önemli bir yer tutmaktadır.

UNESCO düzlemindeki çalışmalarımız çok taraflı diplomasinin ötesinde Birleşmiş Mil-letler sistemine verdiğimiz önemin kamuoyuna en iyi şekilde açıklanmasına da imkân sağlamaktadır. Ülkemiz, UNESCO çevrelerinde ağırlıklı bir konuma sahiptir.

UNESCO tarihinde yeni bir aşama oluşturan Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması konusu gündeme geldiğinden bu yana ülkemiz etkin bir rol oynamıştır. UNESCO bünye-sinde bu amaçla oluşturulan Komite’de Türkiye halen bir uzmanla temsil edilmektedir.

6-23 Ekim 2009 tarihlerinde gerçekleştirilen UNESCO 35. Genel Konferansı çerçeve-

Page 182: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

182

sinde gerçekleştirilen seçimlerde ülkemiz UNESCO İnsan ve Biyosfer Programı (MAB) Eşgüdüm Konseyi üyeliğine seçilmiştir.

35. Genel Konferans çerçevesinde UNESCO Yürütme Kurulu, UNESCO’nun Alt Organ statüsündeki çeşitli Komite ve Komisyonları ile Dünya Miras Komitesi üyelikleri için adaylıklarını açıklayan 40’tan fazla ülke ile ülkemizin UNESCO İnsan ve Biyosfer Progra-mı (MAB) Eşgüdüm Konseyi üyeliği adaylığı ve diğer uluslararası kuruluşlar bünyesinde-ki çeşitli adaylıkları için Karşılıklı Destek Anlaşmaları (KDA) yapılmıştır.

İstanbul’un 2010 yılı Avrupa Kültür Başkenti statüsü, Avrupa Birliği Kültür Bakanları Konseyi’nin, 13 Kasım 2006 günü yaptığı toplantıda onaylanarak kesinleşmiştir. İstan-bul ile birlikte Almanya’nın Essen ve Macaristan’ın Pecs kentleri 2010 yılı Avrupa Kültür Başkenti olarak belirlenmiştir. 2009 yılı boyunca bu konuda ilgili makamlarımızla birlikte yoğun çaba gösterilmiştir. Bu çabalarımızı sürdürerek 2010 yılında Türkiye’nin kültürel zenginliğini Avrupa ve uluslararası kamuoyuna bir dünya kenti olan İstanbul aracılığıyla tanıtmaya çalışacağız. Bu bağlamda, İstanbul, başta Essen ve Pecs olmak üzere, diğer Avrupa Kültür Başkentleriyle de ortak faaliyetler düzenlemekte ve işbirliği yapmaktadır.

Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri başta olmak üzere geniş bir coğrafyaya yayılmış olan yurtdışındaki tarihi eserlerimizin onarılmaları ve yenilenmeleri Bakanlığı-mın öncelikleri arasındadır. Bakanlığım bu alandaki çalışmalara, 2009 yılında da önemli katkılarda bulunmuştur. Yurtdışındaki tarihi eserlerimizin korunması yoluyla kültür mi-rasımızın gelecek kuşaklara intikali sağlanmakta ve eserlerimizin bulunduğu ülkelerle dostluk ilişkilerimizin güçlenmesi amaçlanmaktadır. Son olarak, Bosna-Hersek’deki tari-hi Türk-Osmanlı eserlerinden Konjiç Köprüsü ülkemizin sağladığı mali katkıyla şirketleri-mizce yenilenmiş ve 16 Haziran 2009 tarihinde törenle açılmıştır.

Bakanlığım, ülkemizden yurtdışına kaçırılmış tarihi eserlerimizin iadelerine yönelik çalış-malara da 2009 yılında önemli katkılarda bulunmuştur. Bu yıl son olarak, Hırvatistan’ın Macelj Sınır Kapısında ele geçen 115 sikke, 9 seramik, 2 ok ucu ve 7 altın yüzüğün ülkemize iadesi sağlanmıştır.

Bakanlığım, Türk kökenli ve Türk Dili konuşan ülkeler arasında ortak anlayışın güçlendi-rilmesini ve Türk kültür ve sanatlarının geliştirilmesini amaçlayan uluslararası bir kuruluş olan merkezi Ankara’daki Uluslararası Türk Kültür Teşkilatının (TÜRKSOY - Türk Kültür ve Sanatları Ortak Yönetimi) çalışmalarına önemli katkılarını sürdürmektedir.

Ülkemizin yurtdışı tanıtımına katkıda bulunmak üzere yurtdışında tarihi eser sergileri ger-çekleştirilmekte ve ayrıca yine yurtdışında düzenlenen çeşitli konser, sergi, konferans, film gösterimleri ve festival gibi etkinliklere katılım konusunda katkı sağlanmaktadır. Bu çerçevede özet olarak, 2009 yılında yurtdışında, 3 ayrı festivalde ülkemiz onur konuğu/konuk ülke olmuş, yaklaşık 18 festival ve etkinliğe müzik, şiir, güzel sanatlar, folklor alanlarında katılınmış, ülkemizden eserlerin yer aldığı 3 tarihi eser sergisi açılmıştır.

Örnek olarak, hepimizin büyük memnuniyet ve gururla izlediği üzere, Türk sineması dün-ya çapında saygınlık kazanmaktadır. Yurtdışında düzenlenen birçok uluslararası festival-

Page 183: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

183

de Türk filmlerinin gösterimleri sağlanmış, Türk film haftaları düzenlenmesine katkıda bulunulmuştur. 2009 yılında bu tip yaklaşık 32 etkinlik gerçekleşmiştir.

Bu etkinliklerden en önemlileri şu şekilde sıralanabilir:

- Linz 2009 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri çerçevesinde, “Extra Europa” başlığı altında ülkemiz, Norveç ve İsviçre’ye yer verilen, kültürel ve sanatsal içerikli festival çer-çevesinde, memleketimizin çeşitli sanat alanlarından örneklerle temsil edildiği bir Türki-ye bölümü düzenlenmiştir. Festivalin açılışı 19 Mart 2009 tarihinde yapılmıştır.

- Ülkemiz 22-26 Nisan 2009 tarihleri arasında düzenlenen 23. Uluslararası Cenevre Ki-tap ve Basın Fuarına onur konuğu olarak katılmıştır.

- Duisburg Belediyesince her yıl gerçekleştirilen Duisburg Aksanı Festivali, bu yıl 24 Nisan-31 Mayıs 2009 tarihleri arasında “Medeniyetler Kapısı Boğaziçi” temasıyla dü-zenlenmiştir.

- Uluslararası sanat çevrelerince dünyanın en önemli sanat etkinliği olarak kabul edilen 53. Uluslararası Venedik Bienali 7 Haziran-22 Kasım 2009 tarihleri arasında düzenlen-mektedir. Ülkemiz sözkonusu bienale “Lapses” adlı projeyle katılmıştır.

- Abu Dhabi Kültür ve Tarihsel Miras İdaresi’nce (ADACH) Abu Dhabi Emirlik Sarayı Otelinde düzenlenen “Islam: Faith and Worship” başlıklı serginin açılışı 22 Temmuz 2009 tarihinde, Devlet Bakanı Sayın Selma Aliye Kavaf’ın katılımıyla gerçekleştirilmiştir. 10 Ekim 2009 tarihine kadar açık kalacak sergide, Topkapı Sarayı, Türk ve İslam Eser-leri, Konya Mevlana, Ankara Etnografya Müzeleri, Beyazıt ve Millet Kütüphaneleri ve İstanbul Galata Mevlevihanesinden toplam 161 eser yer almaktadır. Serginin açılışında İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu Mehter Grubu bir konser vermiştir.

- 15 Temmuz 2009 tarihinde Macaristan Askeri Tarih Müzesi’nde Askeri Müze ve Kül-tür Sitesi Komutanlığı koleksiyonundaki eserlerden oluşan “Askeri Müze Koleksiyonun-dan Türk-Macar Askeri Hatıraları” başlıklı bir sergi açılmıştır. Ülkemizden 103 eserin yer aldığı sergi, 15 Kasım 2009 tarihine kadar açık kalmıştır.

- Barselona’da düzenlenen en önemli kültürel etkinliklerden biri olan “La Mercé” festivali bu yıl 23-27 Eylül 2009 tarihleri arasında gerçekleştirilmiş ve festivale İstanbul konuk şehir olarak katılmıştır.

- 24 Ekim 2009-24 Ocak 2010 tarihleri arasında Vaşington’daki Smithsonian Enstitüsüne bağlı Freer-Sackler Galerinde “Falnama: The Book of Omens” adlı sergi düzenlenmekte-dir. Sözkonusu sergide, Topkapı Sarayı Müzesinden eserler yer almaktadır.

YURTDIŞINDA YAŞAYAN VATANDAŞLARIMIZ

Yurtdışında 5 milyonu aşkın vatandaşımız yaşamaktadır. Bunların büyük bölümü 1960’ları takip eden dönemde çalışmak için başta Almanya olmak üzere Avrupa ül-kelerine giden vatandaşlarımızdan ve onların ailelerinden oluşmaktadır. Ayrıca eğitim amacıyla ABD, Kanada ve Avustralya gibi ülkelerde de vatandaşlarımız bulunmaktadır. Zaman içinde vatandaşlarımızın, yaşadıkları ülkelerin başta ekonomik olmak üzere siyasi ve kültürel hayatına artan ölçüde katılmaya başladıkları gözlenmektedir.

Page 184: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

184

Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımıza ilişkin politikamız, bulundukları ülkelerin toplum-sal dokusuna, asimile olmadan etkin biçimde katılırken, anadilleri, anavatanları ve özkül-türleri ile bağlarını korumaları, yasalara saygılı, müreffeh ve başarılı bir hayat sürmeleri anlayışına dayanmaktadır. Bu çerçevede, vatandaşlarımızın ülkemizle olan bağlarının güçlendirilmesi, benliklerinin korunması, durumlarının iyileştirilmesi, uyumlarının kolay-laştırılması, eğitim, kültür, din ve diğer alanlarda ihtiyaç duyulan hizmetlerin geliştirilme-si yönünde yoğun çaba gösterilmektedir.

Bu hizmetler kapsamında halen yurtdışında Bakanlıklararası Ortak Kültür Komisyonu kararıyla atanan 1.264 öğretmen ile 1.074 din görevlimiz bulunmaktadır.

Yurtdışındaki vatandaşlarımıza yönelik faaliyetlerin yürütülmesinde, ilgili ülke makamla-rıyla somut temellerde işbirliği içinde olmaya özel önem verilmektedir. Vatandaşlarımızın bulundukları ülkelerdeki haklarının daha iyi korunması için her türlü çaba sarfedilmekte-dir. Bu çerçevede, çalışan nüfusumuz ve aile fertlerinin sosyal haklarının korunmasına yönelik olarak başta Avrupa ülkeleri olmak üzere, 26 ülkeyle ikili sosyal güvenlik an-laşmaları imzalanmıştır. Aramızda ahdi bir temel olmayan ülkelerdeki vatandaşlarımızın haklarının garanti altına alınması için de girişimlerimiz sürdürülmektedir.

Yurtdışındaki temsilciliklerimizin vatandaşlarımıza sundukları geleneksel konsolosluk hizmetlerinin yanı sıra vatandaşlarımıza, yerel makamlarla ilişkilerinde hukuki konular-da ihtiyaç duyabilecekleri bilgi ve yönlendirmenin sağlanması amacıyla, özellikle Batı Avrupa ülkelerindeki Temsilciliklerimizde, 2001 yılından itibaren Sözleşmeli Hukuk Da-nışmanlarının hizmetlerinden yararlanılmaya başlanmış olup, uyum sorunları, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, islamofobi, ayrımcılık içerikli eylem ve uygulamalar yanında, göç ve entegrasyon yasaları gibi mevzuat değişiklikleri ile giderek çeşitlenen sorunlar karşısında vatandaşlarımıza halihazırda, Avrupa ülkelerindeki 34 Temsilciliğimizde toplam 36 hu-kuk danışmanı ile hizmet verilmektedir.

Vatandaşlarımız, kendi aralarındaki iletişim ağını genişletmeleri, dayanışmayı güçlen-dirmeleri ve toplum hayatına daha etkili biçimde katılmaları için teşvik edilmektedirler. Bu bağlamda, yurtdışında bulunan vatandaş derneklerimizle iletişim içinde olmaya, va-tandaşlarımızın Sivil Toplum Kuruluşları (STK) etrafında örgütlenmelerinin desteklen-mesine, anadilimizin ve kültürel değerlerimizin korunması ve yeni nesillere aktarılması çerçevesinde, yerel yabancı makamlarla da işbirliği içinde, bütçe olanaklarımızla katkı sağlanmaya çalışılmaktadır.

Vatandaşlarımıza, mallarına, camilerine/ibadethanelerine yönelik yabancı düşmanlığı, ayrımcılık ve ırkçılık içerikli saldırılar ile bu kapsamdaki söylem ve uygulamalarla etkin bir şekilde mücadele edilmesi yönünde her düzeyde girişim gerçekleştirilmektedir. Bu bağlamda, konuya ilişkin görüş ve beklentilerimiz ikili temaslarımızda muhataplarımıza iletilmekte ve uluslararası platformlarda da konu yakından izlenmektedir.

Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın, bulundukları ülkelerle Türkiye arasında köprü oluşturacağı ve yaşadıkları toplumlar ile ülkemiz arasındaki işbirliği alanlarını çeşitlendi-receği düşünülmektedir. İnsan odaklı politika anlayışı, kolektif bilgi ve tecrübeden yarar-lanmaya dayalı bir tutumla, ilgili Temsilciliklerimizce sık sık vatandaşlarımızın sorunlarını ve beklentilerini irdelemeye ve çözüm yolları üretmeye yönelik toplantılar düzenlemek-tedir.

Page 185: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

185

TÜRKİYE’DE EKONOMİ VE TOPLUM

Yrd. Doç. Dr. H. Emrah Beriş

Osmanlıda Devlet ve Ekonomi

Türkiye Cumhuriyeti hiç şüphesiz Osmanlı’dan geniş bir siyasal, kültürel ve ekonomik miras devralmıştır. Türkiye ekonomisinin temel parametrelerini doğru analiz etmek için öncelikle Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan ekonomik ilişkilere bakmak gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nun iktisadî sistemi, Batı’daki örneklerin aksine tam olarak feodal değildi (Keyder, 1995: 1). Ekonomi çok genel olarak tarıma dayanıyor; tarımsal araziler büyük ölçüde padişaha ait kabul ediliyordu. Padişah, kendi adına başkalarına toprakları ekme-biçme hakkını tanımış olsa da son kertede mülkiyet hakkı kendisinde kalıyor; devletin aşırı merkeziyetçi yapısı toprağı işleyenlerin güçlenmesine ve özerkleşmesine izin vermiyordu (Küçükömer, 1994: 35). Bu bağlamda özel mülkiyet Osmanlı’da çok fazla görülmeyen bir iyelik türüdür.

Bu nedenle Batıda olduğunun aksine “çitleme” faaliyetleri sonucu tarımsal arazilerin birleştirilerek verimliliğin maksimize edilmesi ve servetin belirli ellerde toplanması gibi gelişmeler yaşanmadı. Zaten devletin ekonomik alana yoğun müdahalesi ve bu alan üzerinde kontrolü söz konusuydu ve sermayenin belli ellerde toplanmasına izin verilmiyordu. İmparatorluğun önce coğrafi keşifleri, daha sonra ise Sanayi Devrimi sürecini izleyememesi, burjuva sınıfının doğmaması sonucunu doğurdu. Batıda loncalar yerlerini gitgide kapitalist oluşumlara bırakırken, Osmanlı’da ahi loncaları varlıklarını uzun süre daha devam ettirdiler.

19. yüzyılın sonlarında milliyetçilik akımının güç kazanması ile İmparatorluğun uyrukları, teker teker ve çoğunlukla bir Batılı devletin hamiliği altında bağımsızlıklarını ilan ettiler. Sınırlar gitgide daralıyor, aynı süreç Avrupa ülkeleri ile ilişkilerin artmasını da beraberinde getiriyordu. İmparatorluk ekonomisinin giderek zayıflaması ilk kez, Kırım Savaşı sırasında, 1854 yılında, dış borç alınması ile sonuçlandı. Ne var ki alınan dış borçların ödenmesini sağlayacak ekonomik kaynakların üretilmesi imkânsızdı ve bu nedenle borçlar katlanarak büyüdü. Gelişmeler Batılı devletlerin Osmanlı ekonomisini bizzat yönetmek üzere Düyûn-u Umumiye (Genel Borçlar) idaresini kurdurmalarına kadar vardı (Kıray,1995:12). Artık devletin ekonomisi uluslararası kapitalist sisteme ister istemez entegre olmuş; sınırlı bir burjuva sınıfı oluşmaya başlamıştı. Ancak bu sınıfı oluşturanların çoğu gayrimüslim ve Levanten işadamlarıydı ve bunların iktisadî faaliyetleri de üretime değil ticarete dayanmaktaydı (Keyder, 1995: 33-35). İmparatorlukta “millet-î hakîme” statüsünde olan ve çoğunluğu oluşturan Müslüman halk ise hâlâ ticarete rağbet etmiyordu.

II. Meşrutiyet ve Sonrası : Millî Burjuvaziye Doğru

II. Abdulhamid’in 1877’de Anayasayı geçici olarak askıya almasının ardından kurduğu otoriter yönetim, karşısında geniş bir muhalefet bloğu oluşturmuştu ve blok, gücünü 1908’de Anayasanın tekrar uygulamaya konulması kararını aldırarak gösterdi. Ahmet Rıza’nın öncülüğünde bir grup Jön Türk tarafından kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) padişaha muhalefette başrolü oynuyordu ve Meşrutiyet rejiminin yeniden ilan edilmesi de büyük ölçüde bu Cemiyetin çabaları ile mümkün olabildi. 1909’da yaşanan 31 Mart İsyanında Padişahın rolü olduğunu savunan İttihatçılar, II. Abdulhamid’i

Page 186: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

186

tahttan indirdiler; fakat iktidarı tam anlamıyla ellerine geçirmeleri 1913’te Enver ve Talat beylerin önderliğindeki bir grup subayın Babıâli’yi basıp, Sadrazam Kamil Paşa’yı istifaya zorlayarak yerine Mahmud Şevket Paşa’yı sadrazam ilan etmelerinden sonra yaşanan olayların ardından oldu. Aynı yıl içinde Sadrazamın bir suikaste kurban gitmesi, beraberinde pek çok tutuklama ve cezalandırma ile İTC’nin gücünün de en üst düzeye çıkmasını getirdi (Zürcher, 2000: 159-163).

İttihat ve Terakki, kuruluş dönemlerinde heterojen bir örgüttü. İTC, içinde Emmanuel Karasu gibi gayrimüslim isimleri de barındırıyor ve hatta bunlar Cemiyetin lider kadrosunda dahi yer bulabiliyorlardı. Amaç, İmparatorluğu oluşturan tüm unsurların birliğini sağlamak, bir başka deyişle “ittihad-ı anasır” idi. Fakat bunun mümkün olamayacağı Balkan Savaşında anlaşılmıştır. Bu nedenle, Balkan Savaşı’ndan sonra politika değişir. Artık hedef Müslümanları önceleyen bir politika izlemekti ve bu politika Müslümanları iktisaden himaye etme yaklaşımını da içermekteydi. Zira Müslümanlar, zaten ticarî zihniyete uzak oldukları için tebaanın diğer unsurlarına göre ekonomik açıdan daha zor durumdaydılar ve II. Meşrutiyet ile başlayan göreli ekonomik liberalleşme sürecinde mensupları arasında iktisadî dayanışma zihniyeti doğuran loncaların ortadan kaldırılışı, küçük ölçekli üretimde uzmanlaşmış Müslüman üreticilere ölümcül bir darbe vurmuştu (Toprak, 1995: 4). O halde İmparatorluğun aslî ve kalıcı olacağı düşünülen Müslüman unsurlarının ticaretle daha fazla uğraşması ve bu şekilde ekonomik açıdan güçlenmesi sağlanmalıydı.

Balkan Savaşının hemen ardından gelen I. Dünya Savaşı, İttihatçılara millî burjuvazi oluşturma yönündeki politikalarını uygulama için eşsiz bir fırsat sağladı. Dış ticarette spesifik tarife benimsenerek yerli üreticiler korundu; devlet dış para akımını kontrol altına aldı. Müslüman esnafın işletmelerini büyüterek anonim şirketler haline getirmeleri teşvik edildi; bunlara ayrıcalıklar tanındı (Toprak, 1995: 6). İttihatçıların ünlü İaşe Nazırı Kara Kemal bu işlerle ilgili koordinasyonu sağlıyordu ve bir anlamda herhangi bir Müslüman esnafın belirli bir konuda ayrıcalık elde ederek büyük sermaye sahibi bir işadamı haline gelmesi Kara Kemal’in iki dudağının arasından dökülecek birkaç sözcüğe bağlıydı (Tekeli ve İlkin, 2004: 20-24). Ayrıca 1913’te çıkarılan Teşvik-î Sanayi Kanunu ile yerli üreticilere vergi, bunların kullandıkları girdilere gümrük muafiyetleri getirildi. Bunun yanında sanayi tesisleri için kamu arsalarının ücretsiz tahsisi kararlaştırıldı (Buğra, 1995: 69). Devlet savaş yıllarında ülke ekonomisinin kontrolünü bu şekilde sağlamayı başarınca savaş sonrasında ticaretin artık büyük ölçüde Müslüman tüccarların eline geçtiği görülecekti (Toprak, 1995: 6). Göreli bir büyüklüğe erişmiş millî burjuvazi ortaya çıkmaya başlamıştı. Ancak bu, Batı’dakinin aksine kendi doğal gelişim koşulları ve tarihselliği içinde değil, devletin aktif müdahalesi ile oluşan bir süreçti.

Savaşın kaybedilmesi eski çekişmeleri su üstüne çıkardı. Ülke içinde İttihat ve Terakkinin fiilî egemenliği sona ermiş ve İttihatçılar davranışlarının hesaplarını vermeye zorlanmıştı. İTC’ye yöneltilen suçlamalar arasında savaş yıllarında spekülasyonlar yaparak ülke ekonomisinin zarar görmesi pahasına birtakım kişi ve kurumların zenginleşmesine neden oldukları da bulunmaktaydı. Ama her şeye rağmen İttihat ve Terakki, kendi amacına ulaşmış ve millî burjuvazinin nüvelerini atmıştır.

Page 187: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

187

Tek Parti Yılları

I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması Kurtuluş Savaşı’nı doğurdu ve bu savaş hemen hepsi kapitalizmin temsilcileri durumunda bulunan İtilaf Devletleri’ne karşı verildi. Millî mücadelenin başında bulunan Mustafa Kemal Paşa, savaş yıllarında ülkenin bütün dinamiklerini ortak amaca kanalize etmeyi başardı; bunun yanında da ekonomik düzlemde liberalizm ve 1917 devriminden sonra reel sahada uygulanma şansı bulan sosyalizmin her ikisine karşı da mesafeli kaldı; ülkenin gelecekte benimseyeceği ekonomik politika konusunda belirgin bir tavır almaktan kaçındı. Tunçay, bu dönemde izlenen politikayı “anti-kapitalist olmaksızın anti-emperyalist [olmak]” şeklinde nitelendirir (Tunçay, 1999: 188).

Yeni ekonomi politikasının ana hatları, savaşın hemen sonrasında, daha Lozan Anlaşması bile imzalanmadan, savaşın liderlerinden Kazım Karabekir Paşa’nın başkanlığında İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde çizildi ve ekonomik liberalizm kalkınmada izlenecek yeni model olarak benimsendi (Ökçün, t.siz.: 1064). Kongre sonunda ilan edilen “Misak-ı İktisadî”de “ecnebi sermayesine aleyhtar” olunmadığı da belirtilmekteydi (Boratav, 1982: 17). Atatürk’ün Kongreyi açış konuşmasında sarf ettiği şu sözler yaklaşımı özetlemektedir : “Efendiler, iktisadîyat sahasında düşünürken ve konuşurken zannolunmasın ki, biz ecnebi sermayesine hasım bulunuyoruz. Hayır, bizim memleketimiz çok vasidir. Çok sây ve sermayeye ihtiyacımız vardır. Binaenaleyh kanunlarımıza riayetkâr olmak şartıyla ecnebi sermayelerine lâzım gelen teminatı vermeye her zaman hazırız...” (Atatürk, 1961: 72’den aktaran Tunçay, 1999: 189). Zaten Kurtuluş Savaşı’nı kotardıktan sonra yeni bir rejim kurmak üzere kolları sıvayan ve başını Atatürk’ün çektiği önder kadro Batı dünyasından kopmak niyetinde değildi ve bu kararlılığını Lozan’da sürdürülen müzakereler esnasında göstermişti. Bu şekilde kapitalist ekonomik sisteme de entegre olunacağının işaretleri veriliyordu.

Bu süreçle koşut giden diğer bir dizi gelişme ise “ulus-devlet” meydana getirme çabaları ekseninde şekilleniyordu. Bir İmparatorluktan ulus-devlet meydana getirmenin geniş bir perspektifle gözlenebilecek yoğun çabalar gerektireceği kolayca farkına varılabilecek bir olgudur ve sosyo-kültürel olduğu kadar ekonomik öğeleri de içerir. İTC’nin tüm çabalarına rağmen millî burjuvazi hala son derece yetersiz ve güçsüz durumdaydı. Cumhuriyet idaresi de, ekonomide liberal politikalar izlemesine rağmen yerli sermayeyi mümkün olduğunca desteklemiştir. Millî burjuvazi, faaliyetlerini büyük ölçüde devletle kurduğu ilişkiler aracılığıyla yürüten, teşvik, kredi ve destek gibi kamu kaynaklarından yararlanan bir görünüm çizer. Ancak burjuvaziye sağlanan bu imkân ve imtiyazlar karşısında devlete karşı birtakım görev ve sorumluluklar verilir. Bu bağlamda burjuvaziden beklenen görev, siyasal rejimin genel politikalarına aykırı bir tutum sergilememesi ve bir muhalefet unsuru olarak ortaya çıkmamasıdır. Bir bakıma tarihsel olarak toplumsal devrimleri yönlendiren burjuvazinin aynı türden bir rol üstlenmesi bunu kendi eline almış olan devlet tarafından engellenmeye çalışılacaktır. Bunun yanında ekonomik açıdan güçlü bir muhalefet odağının oluşması engellenecek, ekonomik kalkınmanın her zaman doğrudan devlet eliyle olmasa da devlet kontrolünde yürütülmesi sağlanmış olacaktır.

Bu noktada millî kavramının doğrudan etnik kökene, yani Türklüğe, din unsuruna ve hatta uyrukluğa karşılık gelmediği açıkça ifade edilmelidir. Burada “millî” nitelemesiyle ülke çıkarları doğrultusunda hareket eden, daha doğrusu yalnızca kişisel çıkarlarının peşinde

Page 188: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

188

koşmayan, bunun yanında ülkesine yönelik birtakım sorumluluklarının bulunduğunun farkında olan bir sermaye sınıfı betimlenir. Yani rejimin haklara değil görevlere vurgu yapan yurttaş perspektifiyle örtüşür şekilde, çıkarlarıyla haklarının peşine düşmekten çok sorumluluklarının görevini yerine getirmeye çalışan bir sınıf söz konusudur. Ancak burada temel bir çelişkinin bulunduğu söylenebilir. Tarihsel deneyim burjuvazinin bir milleti olmadığını, bunun sermayenin mantığına aykırı olduğunu göstermiştir. Dünyanın hemen her yerinde burjuva sınıfı, kendi çıkarlarını en üst düzeyde temsil edecek bir iktidar yapılanmasını tercih eder ve destekler. Diğer taraftan devletçilik politikaları burjuvazinin çıkarlarını zorunlu olarak doğrudan devlete bağlar. Tüm kaynakların devletin güdümünde olduğu, iktisadî ve ticarî kuralların devlet tarafından belirlendiği ve devletin sürece sık sık müdahale ettiği bir ekonomi anlayışında işadamları kaçınılmaz olarak devletle iyi ilişkiler kurmak zorundadırlar. Kaldı ki Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkenin ihtiyaç duyduğu yatırımları yapacak belirli bir sermaye birikimine sahip burjuvazinin olmadığı görülür. O halde millî burjuvazi bizatihi devletin kendisi tarafından ortaya çıkarılan, dolayısıyla varlığını doğrudan devlete borçlu olan bir kesime karşılık gelir. İlerleyen süreçte devletin ekonomi üzerindeki rolü devam ettikçe devletle sermaye kesimi arasında kurulan bağımlılık ilişkisi de aynen sürecektir. Devlet, kendi kontrolünde şekillenen millî burjuvazi modeli dışında örgütlenecek alternatif ekonomik güçlerin önünü keser. Örneğin merkezî yerlerde örgütlenen millî burjuvazi modeli karşısında taşra kökenli güçlü ekonomik oluşumlara izin verilmez. Çağlar Keyder’in saptadığı gibi taşrada örgütlü bir tüccar sınıfı, 20’ler boyunca kendilerine sunulan bu nispî imkânların da etkisiyle büyümeye başlamış, ancak 30’lardan sonra rejimin devletçilik anlayışının radikalleşmesiyle bu büyüme durmuştur (Keyder, t.siz: 57-58’den aktaran Mardin, 2002: 229).

1927 yılında devlet, 1913’te İTC tarafından çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanununu yeniledi. Yeni kanun, vergi muafiyetleri ve kredi kolaylıklarının yanında sanayi üretimi için bedelsiz arsa tahsisi gibi konuları içeriyorsa da gümrük korumacılığı Lozan Anlaşması ile Osmanlı dış ticaret rejiminin on yıl daha sürmesi kararlaştırıldığından Kanun kapsamında yer almıyordu. Fakat 1929’da Dünya Ekonomik Bunalımı’nın neden olduğu olağanüstü koşullarda Kanuna gümrük korumacılığına ilişkin hükümler de eklendi. Kanunun geçerlik süresi yirmi beş yıl olarak belirlenmişti ve süre, dolduğu 1942 yılından sonra bir daha uzatılmadı (Buğra, 1995: 144-5).

Görece liberal bir ekonomi politikasının izlendiği Cumhuriyetin ilk yıllarında devlet teşvikiyle pek çok sanayi tesisi kuruluyor; etrafta yeni işadamları görülmeye başlanıyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında işadamları için devlet, sınırlı iç pazarda en önemli alıcı ve kamu ihaleleri vasıtasıyla en büyük işveren pozisyonunda bulunmaktaydı (İlkin, 1993: 187). Yeni imar edilecek bir ülke, potansiyel yatırımların habercisidir. Bunun yanında Osmanlı İmparatorluğu’nun en çok ihmal ettiği bölgenin Anadolu toprakları olduğu da göz önüne alınırsa, yapılması gereken yatırımların büyüklüğü kestirilebilir. Bu dönemde Devletin ekonomi politikası ilkede liberal bir söylem üzerine oturmasına rağmen paradoksal bir şekilde işadamları, serbest hareket alanları genişletilerek değil, aksine devletin ekonomiye müdahalesi ile destekleniyorlardı. Kuşkusuz tüm bu çabalar millî burjuvazinin güçlendirilmesine yöneliktir. Zira Osmanlı’nın son dönemlerinde girişilen yerli girişimci sınıf oluşturma çabaları işadamlarının güçlerini nispeten artırmakla beraber hâlâ uluslararası boyutlara ulaşan şirketlerin varlığından söz edilemiyordu.

Page 189: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

189

1942 yılında çıkarılan Varlık Vergisi Kanunu ise, millî burjuvazi oluşturma girişimlerinin en önemli halkalarından birisini oluşturuyordu. Devletin Varlık Vergisi uygulamasındaki amaçlarının; “savaş vurguncularının elde ettiği karların bir kısmını vergilendirmek, spekülatörleri ellerindeki malları piyasaya sürmeye zorlamak suretiyle karaborsacılığın önünü almak, hükümet bütçesi üzerindeki baskıyı kaldırmak” (Buğra, 1995: 167) olduğu ifade edilir. Ancak dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu’nun “Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldıracak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.” şeklindeki sözleri, verginin gerçek amacını gayet iyi sergilemektedir (Barutçu, 1977: 263’ten aktaran Aktar, 1996: 105). Verginin takdir ve tahakkuku aşamasında Müslüman ve gayrimüslim işadamları için ayrı ayrı tarifeler tespit edilmesi, gayrimüslim işadamlarının vergi oranlarının Müslümanlara göre daha yüksek olarak belirlenmesi ve verginin ödenme zorunluluğunun (sürgün gibi) sıkı yaptırımlara bağlanması servet yapısının dönüşümünü de beraberinde getirmiş, Müslüman işadamları düşük fiyatlarla vergilerini ödeyemeyen gayrimüslim işadamlarının mallarını satın alma imkanı bulmuştur (Aktar, 1996: 118-119). Gayrimüslim işadamlarına yüksek oranlı vergiler salınmasının dolaylı sonucu, ülke içindeki sermaye yapısının önemli ölçüde değişmesi ve ekonomik alandaki kontrolün tamamıyla Müslüman-Türk işadamı kliğine geçmesidir. Öyle ki bu dönemde sahipleri kendilerine salınan vergiyi ödeyemedikleri için el değiştiren gayrımenkullerin % 67.7’si Müslüman Türk İşadamlarınca, % 30’u ise kamu kurum ve kuruluşlarınca satın alınırken, azınlık mensuplarınca alınan malların toplam içindeki oranı yalnızca % 2.3’tür (Aktar, 1996: 141).

Tek Parti yıllarında izlenen iktisat politikalarının temelinde devletçilik anlayışı bulunur. Cumhuriyetin ilk yıllarında kısa bir süreliğine de olsa liberal ekonomi yanlısı bir tutum takınılmış olsa da ilerleyen süreçte devletçiliğin hâkim olduğu bir yönetim anlayışına geçiş yaşanmıştır. İktisadi devletçilik açısından en fazla dikkat çeken nokta politikaların, Cumhuriyetin modernleşme bağlamında genel anlayışına aslında pek de uygun olmayan bir şekilde, radikal bir tavırla değil zaman içine yayılan bir şekilde yavaş yavaş uygulanmasıdır. Önceki bölümde vurguladığımız gibi yasalar aracılığıyla yaşanan toplumsal değişim, mümkün olan en kısa sürede dönüştürülecek bir toplum tasavvuruna sahipken sıra ekonomiye geldiğinde daha kontrollü adımların atıldığı görülür. Ahmet İnsel, çıkarılan yasaların tamamen veya kısmen sık sık değiştirilmesi ya da en azından bazı maddelerinin uygulanmamasında örneğini bulan bu esnekliğin rejimin ekonomi yönetimini “el yordamıyla” götürmesinden kaynaklandığını savunur (İnsel, 1996: 167). Buna göre rejimin genel politikalarının ana hatlarını çizme noktasında tutarlı ve bütünlüklü bir ideolojiye sahip olmaması, hatta konjonktürel etmenlerin burada başlıca yürütücü güç olarak belirmesi daha en baştan izlenecek rotanın ortaya konulmasını engellemiştir.

Büyük ölçüde haklı olan bu teze başka bir unsur daha eklenmelidir. Dönemde dış politika açısından bir denge politikası izleyen Türkiye’nin yabancı ülkelerin doğrudan veya dolaylı olarak çıkarlarının etkileneceği bir alanda çok radikal kararlar alabilmesi oldukça güç görünmektedir. Nitekim İsmet İnönü, siyasal iktidar olarak Lozan’ın kısıtlayıcı hükümleri nedeniyle 1929’a dek tam bağımsız bir iktisat politikası izleyemediklerini, bu tarihten sonra ise gerçek anlamda inisiyatifi ellerine alabildiklerini kaydeder (İnönü, tarih yok: 261). 1929’dan sonra ise dış ticaret ve kambiyo alanlarında rejim değişikliklerine gidilir; ithalatı kısıtlayıcı önlemler alınır. 1930’da kabul edilen Türk Parasının Kıymetini Koruma

Page 190: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

190

Kanunu ile yabancı paralar karşısında liranın değeri korunmaya çalışılmıştır. Aynı yıl kurulan Merkez Bankası aracılığıyla da devlet para arzı ve dolaşımını kontrolü altına alır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Lozan Anlaşması’nın öngördüğü kısıtlayıcı hükümler yanında uluslararası kapitalizmin hiçbir yerde yazmayan başka kuralları da devletin tam bağımsız bir politika geliştirmesini engellemiştir. Oysa 1930’lardan sonra içte otoritenin nispeten sağlanmış olmasının doğurduğu özgüven ve dış konjonktürün yardımıyla devlet daha bağımsız ve daha katı iktisadî politikalar izlemeye başlamıştır.

Cumhuriyetin ilanından hemen sonra başlayan yönetim anlayışı doğal olarak devletin toplum üzerinde tam bir denetim kurmasına neden olur. Yazı dilinden kılık-kıyafete pek çok alanı kapsayan bu çabaların toplumsal ilişkilerin şekillenmesinde başlıca işlevlerden birine sahip olan ekonomiyi dışarıda bırakması beklenemez. Ancak iç ve dış koşulların diğer alanlarda olduğunun aksine tam bir denetim sağlanmasına imkân vermemesi, daha mutedil hareket edilmesine sebep olacaktır. Örneğin Kurtuluş Savaşı yıllarında ortak payda olarak emperyalizm karşıtı bir dil kullanılmasına rağmen ne o dönem ne de daha sonra resmî söylemde kapitalizm karşıtlığının izine rastlanmaz. Hatta tam tersine kapitalizmin Batılı toplumlarda ekonomik kalkınmayı sağlayan temel etmen olduğu, bu nedenle olumlu bir anlam taşıdığı, ancak Türkiye’nin kendine özgü koşulları nedeniyle kalkınma ihtiyacına yanıt veremeyeceği savunulur ve onun karşısında özgün bir model olarak devletçilik kurgulanır.

Aslında devletçilik, kapitalizmi dışlamayan, ancak kapitalizmin getireceği sınıf çatışmalarından çekinen rejimin bulduğu çözümlerden biridir (Gevgilili, 1989: 48). Ayrıca kapitalistlerin neden olacağı öngörülemez sorunlardan kaçmak, ekonomik kalkınmayı daha küçük kalkınma rakamları getirmesi pahasına devlet eliyle kontrollü şekilde yürütmek devletçiliğin temel amaçlarından biridir. Aynı zamanda Necmettin Halil Sadak’ın olumlayarak belirttiği gibi devletçilik aracılığıyla devlet, servetin belirli ellerde toplanmasını ve belirli güç merkezlerinin oluşmasını engellemektedir. Sadak’a göre “devletçiliğin en büyük faydası, kazanç ve anamalın sayılı fertler elinde birikmesine engel olmak, Avrupa’da olduğu gibi sosyalizm, komünizm gibi cereyanların doğmasına sebep bırakmamaktır.” (zikreden Uyar, 2002: 103) Sadak’ın formülü gayet basittir: Toplum içinde servetin çoğunu elinde tutan büyük kapitalistler olmadığı takdirde sosyalizmin ve komünizmin doğuşuna neden olan koşullar meydana çıkmayacak ve devlet bu akımların zararlı etkilerinden korunmuş olacaktır. Bunun yanında devlet kimlerin servet sahibi olacaklarını kendi kontrolü altında tutarak hem kendisine göre “halkçılık” ilkesinin gereklerine uygun bir toplumsal denge sağlamakta hem de potansiyel muhalefetin önünü kesmektedir.

Öte yandan dönemde dış konjonktürün de devletçiliği ve bu anlayışın öngördüğü güdümlü ekonomiyi desteklediğinden söz edilebilir. Dünyanın dört bir yanında yükselen otoriter ve totaliter rejimler, Tek Parti yönetimine devlet iktidarının güçlü olduğu bir vizyon sunarlar. Nitekim devletçiliğin haklılaştırılması, o dönemde kriz yaşayan sosyalist ve kapitalist modellere karşı devletçiliğin ülke koşullarına en uygun ve en gerçekçi strateji olarak gösterilmesiyle olur. Örneğin Sadri Etem kalkınma stratejisinde devletçiliğin benimsenmesini “maddenin ve realitenin bir ifadesi” olarak görür. Etem’e göre “Türk inkılâbını devletçi yapan sebebi şu veya bu sosyal felsefede aramak, ona nazarî bir başlangıç bulmaya çalışmak, Türk İnkılâbını nazariyeler âleminden bulup çıkarmaya çalışmak gibi bir şey olur.” Burada altı çizilmesi gereken nokta önceki bölümde

Page 191: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

191

fikirlerinden bahsettiğimiz hukukçular gibi Etem’in de devletçiliği güncel koşullar ve dönemsel zorunluluklar ile ilişkilendirmesidir.

Ancak burada asıl sorun, iktisadî kalkınma ile demokrasi ve özgürlük arasında bir çelişki bulunduğunun düşünülmesidir. Cumhuriyetin ilk yıllarında sergilenen otoritarizm, diğer tüm unsurların yanında, ülkenin ihtiyaç duyduğu hızlı kalkınmanın yalnızca iplerin sıkı tutacak bir yönetim tarafından sağlanabileceği düşüncesiyle yakından ilgilidir. Bu bakımdan otoriter uygulamaları haklı ve meşru kılan temel unsur, geri kalmışlık sorununun bir an önce üstesinden gelmektir. Oysa Nobel ödüllü iktisatçı Amartya Sen, demokrasi ve özgürlükle ekonomik kalkınma arasında doğru orantılı bir korelasyon olduğunu ortaya koymuştur. Bu açıdan demokrasi ve özgürlük, ülke içinde kalkınma ve gelişmenin sağlanmasında temel motivasyon kaynaklarından biri olarak belirmektedir. Sen, bu tezini ampirik olarak demokratik ülkelerde hiçbir zaman kıtlık yaşanmamasıyla örneklendirmiştir. Amartya Sen’e göre “kıtlıklar, kadim krallıklarda ve çağdaş otoriter toplumlarda, ilkel kabile topluluklarında ve modern teknokratik diktatörlüklerde emperyalistler tarafından kuzeyden yönetilen sömürge ekonomilerinde ve despot ulusal liderler ya da hoşgörüsüz tek partiler tarafından yönetilen, yakın zamanda bağımsızlığına kavuşmuş güney ülkelerinde gerçekleşmiştir.” (Sen, 2004: 213).

Demokratik ülkeler diğer pek çok alanda olduğu gibi ekonomi politikaları açısından da halkın taleplerine duyarlı olmak, bunları dikkate olmak durumundadırlar. Bu nedenle katı planlamacılıktan ve piyasa mekanizmasının denetimini kendi ellerinde bulundurmaktan ısrarla kaçınırlar. Aynı örnek yolsuzluk sorunları için de geçerlidir. İthal ikameciliğe dayanan ve ekonominin devletin güdümünde olduğu ülkelerde siyasal yapı rant dağıtım mekanizmalarını elinde tuttuğundan yolsuzluk ve usûlsüzlüklerin gelişmesine daha uygun bir görünüm çizer. Üretim ilişkilerinin kamusal otorite tarafından belirlendiği bu anlayışta devlet dolaylı olarak servet dağılımını da kendi denetimi altına almış olmaktadır. Böylece belirli kesimlere ayrıcalıklar tanınması ve başka kesimlerin iktisadî süreçlerin veya kenarında bırakılması mümkün olmaktadır. Bunun yanında devlet otoritesinin son derece güçlü ve sınırsız olduğu bu türden örneklerde yapılan yolsuzlukların ve usûlsüzlüklerin denetlenmesi de oldukça zordur. Oysa demokratik ülkeler, sistemin merkezine yerleşmiş bulunan denetim mekanizmaları aracılığıyla yöneticiler ve kamu görevlilerinin hareketlerinin sürekli olarak denetlenmesine elverişli görüntü çizerler.

Kuşkusuz Sen’in tezleri Tek Parti yıllarında izlenen ekonomi politikalarının başarılı ya da başarısız olduğunu göstermeye tek başına yetmez. Kaldı ki dönemin koşulları göz ardı edilerek yapılacak bir çözümleme oldukça eksik kalacaktır. Devletçiliğin en katı şekilde uygulandığı dönem, pek çok coğrafyada otoriter rejimlerin hüküm sürdükleri ve neredeyse bütün dünyada devletlerin ulusal ekonomileri üzerinde sıkı kontrol kurdukları bir süreçtir. Ancak eldeki verilere bakıldığında iktisadi devletçiliğin en başta kendisinden beklendiğinin aksine tek başına olumlu olduğu ve yararlı sonuçlar doğurduğu söylenemez. Burada önem taşıyan nokta devletçiliğin ekonomik katkılarından daha ziyade siyasal açıdan devlet otoritarizminin en önemli araçlarından birisini teşkil ettiğinin anlaşılmasıdır. Devlet siyasal ve toplumsal mekanizmaların tümü üzerinde kurduğu denetimi, ekonomi alanına da şamil kılmış, bu şekilde potansiyel muhalefet odaklarının ekonomik açıdan güçlenmesini engellemiş olmaktadır. Böylece rejimin daha sağlam temeller üzerine oturabileceği ve kendisi için tehlikeli olarak gördüğü güçlerin önünü daha en baştan kesebileceği düşünülmüştür. Sonuçta devletçilik ilkesi aracılığıyla

Page 192: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

192

otoritarizm güçlendirilmiş, devlet siyasal açıdan kurduğu iktidar modelini kalıcı kılacak bir yapılanma oluşturmuştur. Tüm bu süreçte ekonomiden destekleyici bir araç olarak yararlanılmış ve ekonominin özgül koşullarda gelişmesine ve kendiliğinden işleyen bir akışa sahip olması engellenmiştir.

Öte yandan yerli üretim, uzun süre ithal ikameci bir seyir izlemiş ve iç pazarlara yönelik olmuştur ki bu pazar mekanizmaları da tamamen devletin kontrolündedir. Devletin ekonomik hayat üzerindeki yoğun kontrolü, işadamları üzerindeki devlet otoritesini pekiştirici bir unsur olmuştur.

Demokrat Parti Dönemi ve Sonrası

Türk ekonomisinde ilk önemli yapısal değişimlerin 1950 yılında Demokrat Parti’nin (DP) iktidara gelmesiyle başladığı söylenebilir. Türkiye’nin 1945 yılında özellikle dış faktörlerin etkisiyle çok partili demokrasiye geçme kararı, 14 Mayıs 1950 tarihinde Demokrat Parti’nin iktidarı elde etmesi ile sonuçlanır. DP zamanında Türkiye’nin sahip bulunduğu stratejik konum koz olarak kullanılarak ABD’den gerek malî gerekse de askerî yardım alınmaya çalışılmıştır. Aynı süreçte İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile ABD’nin daha önce başlayan yardımlarının da giderek arttığı görülür.

DP iktidarı ilk yıllardan itibaren selefine göre daha liberal bir ekonomik program izleyeceği izlenimi vermiştir. Gerçekten de Türk ekonomisinin dışa açılmasına yönelik ilk önemli girişimler bu dönemde ortaya konulur. Ancak başka bir açıdan bakıldığında devletçi ekonominin “müdahaleci” anlayışından çok da uzaklaşılmadığı görülür. Bu bağlamda DP ekonomi politikalarını karma ekonomi kapsamında değerlendirmek gerekir. Piyasa ekonomisi henüz tam anlamıyla uygulamaya alınmış değildir. Burada bir parantez açarak piyasa ekonomisinin temel varsayımlarına değinelim.

Piyasa ekonomisinin oluşumuna ve işleyişine ilişkin ilk ve en önemli savunu, klasik ekonomi politikçilerden gelir. İlk olarak kapitalist gelişim dinamiklerinin temel yasalarını ortaya koyan Adam Smith, yukarıda zikrettiğimiz “görünmez el” metaforuyla “ulus-devletler çağı”nda, siyasal iktidarların dışında gelişen ve onlardan bağımsız olarak kendi iç işleyiş mekanizmalarına sahip bir yapıyı betimler. 1776’da yayımlanan anıtsal yapıtı Ulusların Zenginliği’nde Smith, evrensel ölçekte bir bolluk meydana getirilmesini ve emeğin teşvik edilerek daha üretken hâle getirilmesini, doğrudan “ekonomik özgürlük” kavramı ile ilişkilendirmektedir (Skousen, 2007: 19). Smith’e göre insanların ekonomik özgürlüğe sahip olmaları, “doğal” bir haktır. Dolayısıyla, tüm doğal haklar gibi, başka bir güç unsuru tarafından bahşedilmemiş olduğundan devlet dahil hiçbir otorite tarafından sınırlanamaz. Ekonomik özgürlüklerin en geniş düzeyde yaşanması; gümrük tarifeleri ve ithalat kotaları sınırlanmaksızın, tüketicilere malı diledikleri üreticiden alma özgürlüğünün tanınmasıyla olur. Bunun yanında Smith, emeğin serbest dolaşımı üzerinde de durmuştur. Bu bağlamda, Adam Smith, kendi öngördüğü ekonomik düzenin ilkelerini üç temel kavram üzerinde kurgulamıştır: Özgürlük, kişisel çıkar ve rekabet (Smith, 2006).

Piyasa mekanizmasının devlet müdahalesinden bağışık bir şekilde kendiliğinden işlediğini savunan tüm kuramlarda ortaya çıkan en önemli ortak özellik, kendiliğinden işleyen piyasa mekanizmasının bireylerinin refahlarının artması yönünde etki meydana getireceğidir. Bu bakımdan fayda maksimizasyonunun sağlanması için piyasanın en elverişli zemini oluşturduğu söylenir. Buna göre insanların temel amaçları kendi özgül çıkarlarının peşinde koşarak hem siyasal hem de toplumsal anlamda elde edecekleri

Page 193: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

193

faydayı en üst düzeye çıkarmaktır. Piyasa, rasyonel bir zemin üzerine oturur. Zira, her insan doğal olarak kendi faydasının ne şekilde ve hangi araçlarla gerçekleşeceğini en iyi kendisi bilir. Bunun aksini düşünmek insanın yazgısını bir başkasının ya da başkalarının eline vermek anlamına gelecektir.

Piyasaya ilişkin daha güçlü bir kuramsal zemine sahip savunular ise Avusturya Okulu’nun temsilcilerinden gelmiştir. Carl Menger ile başlayan çizgi, devletin rolünün yalnızca toplumun güvenliği ve devamlılığını sağlamak ile sınırlı olduğunu, kendiliğinden işleyen bir mekanizma olan piyasanın devlet müdahalesi dışında gelişmesi gerektiğini savunur. Okulun erken döneminde en yetkin temsilcilerinden biri olarak beliren Ludwig von Mises’a göre insanlar, kendi ihtiyaçlarının tatmini için sürekli olarak eylemde bulunurlar ve bunu yaparken aynı zamanda başka bir insanın da kendi beklentilerine ulaşmasını sağlarlar. Dolayısıyla, bireylerin kendi çıkarlarını elde etme yönündeki her eylemi, hem amaç hem de araçtır. Söz konusu düzen, yani, farklı çıkarların eş zamanlı olarak karşılanması süreci, doğrudan piyasa tarafından yönetilir. Devlet, piyasa tercihlerinin belirlenmesi bakımından hiçbir bireye müdahale edemez. Buna karşılık devlet, piyasa ekonomisinin düzgün işleyişini sağlar ve piyasaya yönelik yıkıcı etkilerin engellenmesi açısından birtakım önlemler alır (Mises, 2008: 257). Mises, devlet faaliyetlerinin oldukça masraflı olduğunu söyler. Bu nedenle kamu otoritesinin piyasa ekonomisinin pürüzsüz işleyişini sağlamak ve piyasayı iç ve dış saldırganlara korumak dışındaki eylemlere girişmesi durumunda totaliterliğe kayacağını iddia eder (2008: 280). Zira, bu tür faaliyetler, devleti, kaçınılmaz şekilde, harcamalarını finanse edecek kaynaklar bulma arayışına itecek, görünmez el bir anda oldukça görünür hâle gelecektir.

Devlete bu denli dar bir sınır çizilmesi ve piyasanın kendiliğinden bir akışa bırakılması, Mises’ın deyimiyle “tüketicilerin hükümranlığı”nı sağlar (2008: 269). Buna göre piyasa ekonomisi içinde ekonomiye yön verme işi girişimcilerin yükümlülüğündedir ve bunlar bir bakıma gemilerdeki dümencilere benzetilebilirler. Geminin asıl emirleri veren kaptanı ise tüketicidir. Girişimciler, kaptan köşkünde bulunan tüketicilerin tüm emirlerine uymak zorundadırlar; aksi takdirde tüketim tercihleri kendi mallarına yönelmeyeceğinden zarar etmekten işlerini kaybetmeye uzanacak bir dizi olumsuz durumla karşılaşacaklardır. Dolayısıyla, ekonomiye yön veren asıl itici güç, tüketicilerin tercihleridir. Avusturya Okulu’nun temsilcileri, söz konusu tercihleri doğrudan özgürlük kavramıyla ilişkilendirirler.

Bu bakımdan DP iktidarı döneminde de devletin ekonomiden tam olarak çekildiğini söylemek mümkün değildir. Devletin ekonomi üzerindeki müdahil ve belirleyici pozisyonu tıpkı Tek Parti döneminde olduğu gibi DP iktidarında da varlığını sürdürür. Örneğin bu süreçte kamu kesiminin imalat sanayindeki katma değer payı 1955 sonuna kadar % 50’nin üzerindedir. Aynı dönem içinde, sabit sermaye yatırımları içinde kamunun payı, 1951’den sonra biraz azalarak 1954’e kadar % 50’nin altında kalmış, sonra yeni ekonomik kararların alındığı ve bu arada Türk Parası’nın değerinin düşürüldüğü 1958 yılına kadar % 50’nin üzerindeki durumunu sürdürmüştür. Ayrıca ithalat üzerinde devlet tam bir denetim sağlamış, ithalatın devlet tarafından üçer aylık periyotlarla belirlenecek rakamlar içinde kalmak kaydıyla yapılabileceği öngörülmüştür. Taleplerin belirlenen rakamların üstünde olması durumunda kimlerin ithalat yapabileceğine ilişkin izinler de yine devlet tarafından verilecektir. DP iktidarıyla başlayan ve 1970’ler boyunca devam eden karma ekonomi modeli ithal ikameci bir kalkınma anlayışına dayanır. İthal ikamecilik, yabancı bir tüketim malının ithaline izin vermektense, aynı malın benzerini

Page 194: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

194

ülkede üretme çabasına dayanır. Bu amaçla örneğin yüksek gümrük duvarları konularak yabancı malların reel satış fiyatları yükseltilir ve bunlara iç piyasada talep gelmemesi sağlanır. Bu durum, yurtdışından getirilebilecek daha kalitesiz bir malın emsallerine göre çok daha yüksek bir fiyatla üretilmesine ve iç piyasadaki tüketiciye zorunlu olarak satılmasına neden olur. Öte yandan ithal ikameci bir ekonomi içinde yerli firmalar yabancı şirketlerle rekabet etmeyeceklerinden, ar-ge ve know-how harcamalarına yeterince pay ayırmazlar. Bundan dolayı uzun vadede ülkenin teknoloji üretmesi imkânsız hale gelir.

Türk ekonomisi; tek parti döneminin sonları, DP iktidarı ve 1960’lı yıllar boyunca bu türden bir ekonomi anlayışına sahip olmuş, dış pazarlarla ilişkisini sınırlı tutmuştur.

1970’li yıllar ve Ekonomide Dönüşümün Başlaması

Hiç şüphesiz özellikle 1970’lerin sonlarından itibaren dünya siyasetini en fazla etkileyen olgulardan biri küreselleşmedir. 1980’lerde akademik çevrelerce kullanılmaya başlanan kavram, 90’lı yıllarla beraber soğuk savaşın sona ererek bir anlamda ideolojilerin sonunun geldiğinin ilan edilmesine koşut olarak giderek yaygınlaşmıştır. Küreselleşme, değişik zihin yapılarında farklı anlamlar taşıyor olsa bile herkesin hemfikir olduğu konu, özellikle enformasyon teknolojilerinin gelişmesinin dünyada insanlar arası mesafeleri kısalttığı, sosyal, ekonomik ve kültürel etkileşimi arttırdığıdır. Bu bağlamda Giddens küreselleşmeyi; “Uzak yerleşimleri birbirlerine, yerel oluşumların millerce ötedeki olaylarca biçimlendirildiği ya da bunun tam tersinin söz konusu olduğu yollarla bağlayan dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması...” şeklinde tanımlar ve modernliğin yapısal sonucu olarak görür (Giddens, 1998: 66). “Bugün, elektronik teknolojisinin uygulamaya konuluşundan bir yüzyıl sonra, merkezî sinir sistemimizin kendisini bütün küreyi kucaklayacak biçimde yaymış, gezegenimiz ölçeğinde mekân ve zamanı ilga etmiş bulunuyoruz” diyen Marshall McLuhan da ünlü “küresel köy” kavramı ile iletişim teknolojilerindeki hızlı ilerlemenin insanlar arasındaki ilişkileri yoğunlaştıracağını ve hızlandıracağını, dolayısıyla coğrafi sınırları ortadan kaldıracağını iddia etmiştir (McLuhan, 1966’dan aktaran Harvey, 1999: 327).

Küreselleşmenin temelde iki boyutu olduğu söylenebilir: Kültürel küreselleşme ve ekonomik küreselleşme... Küreselleşme sürecinde bu iki faktör etki ve sonuçları bakımından giderek iç içe geçmektedirler (Robertson, 1998: 103).

Küreselleşmenin kültürel boyutu bağlamında süreç, ilkede, değişik sosyo-kültürel yapılanmaların yerlerini gitgide küresel, birbirine yaklaşan ve yerel kültürleri aşan kültür örüntülerine bırakması yönünde işlemektedir. Bu bağlamda kapitalist ekonomik sistemin doğasının ortaya çıkardığı akışlar, yani ülkeler ve bölgeler arası meta, sermaye ve insan gücü akışı ulusal farklılıkları ortadan kaldırmakta, değişik insan topluluklarına mensup bireylerin gündelik yaşamları, giyim tarzları dahi birbirine benzemektedir (Wallerstein, 1998: 129). Bu şekilde değişik insan topluluklarının kültürel etkileşimlerinin tüm insanlığın ortak değerlerini kapsayacak evrensel bir kültür oluşturmasının küreselleşmenin kültür ayağını meydana getireceği düşünülmekte, ancak pratikte gerçeklerin tam da bu şekilde cereyan etmediği görülmektedir. Zira paradoksal olarak küreselleşme çağında evrensel değerlerin yanında yerel olana ilgi artmakta, alt kimliklere ve farklılığa bugüne değin olmadığı kadar vurgu yapılmaktadır. Robertson’un “glokalleşme (küyerelleşme) ” olarak adlandırdığı bu olgu, yerel değerlerin kendi özgünlüklerini koruyarak evrensel sahada temayüz edeceği öncülünden hareket eder. Bu nedenle Robertson, küreselleşmenin

Page 195: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

195

“hem tikelciliğin evrenselleştirilmesini hem de evrenselciliğin tikelleştirilmesini içeren ikili sürecin kurumsallaşma biçimi” olarak kabul edilebileceğini savunmaktadır (Robertson, 1998: 105). Bu anlayışa göre gitgide artan tikelci yaklaşımlar esasında küreselleşme olarak nitelenen küçülmenin bir bileşenidir (Robertson, 1999: 252).

Aslında küreselleşmenin kültürel boyutundan daha önemli yüzü ekonomik yönüdür. Günümüzde dünyada her zamankinden çok daha fazla bir ekonomik hareketlilik göze çarpmaktadır. Gerçekten de ülkeler arası sermaye akışı, tarihteki en hızlı günlerini yaşamakta; ülkelerin ekonomileri sürekli olarak birbirlerine ve uluslar ötesi ya da uluslar üstü mekanizmalara daha fazla angaje olmaktadır. Öyle ki Asya’nın görece küçük bir ülkesi olan Tayland’da yaşanan ekonomik kriz binlerce kilometre ötedeki Brezilya borsasını olumsuz yönde etkileyebilmektedir (Ulagay, 2000: 21). Bunun yanında Birleşmiş Milletler İnsanî Kalkınma Raporu’na göre her gün 1.5 trilyon dolardan fazla para el değiştirmektedir (Bozkurt, 2000:29)

Küreselleşme sürecinde dünya ölçeğinde değişen ekonomik ilişkilerin Türkiye düzlemine yansıması, devletin ekonomiye bakış açısını da etkilemiş ve özellikle küresel pazarlara açılma ve buralarda rekabet etme şansı olan büyük sermaye gruplarının başındaki isimlerin de devlet kavramına bakışlarındaki değişiklikler artık belirgin bir hal almaya başlamıştır. Gelişmiş ülkelerde 70’lerde ivme kazanan neo-liberal anlayışla devletin ekonomi üzerindeki etkisinin en aza indirilmesi ve bu alanın tamamen piyasa koşulları tarafından belirlenmesi savunulmuş; 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’yla güçlenen İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batılı gelişmiş ülkelerde siyaset anlayışına hakim olan Keynesyen öncüllere dayalı refah devleti anlayışı terk edilmeye başlanmıştır (King, 1987: 7). Bu bağlamda Hayek, devletin ekonomiye müdahalesinin, toplumda belirli kesimlere ayrıcalık meydana getirdiği ve hukuk devletinin temel argümanlarından olan “eşitlik ilkesi”ne aykırı olduğu savıyla, devlet müdahaleciliğinin en aza indirilmesinin özgür bir toplum oluşturmak için zorunlu olduğunu iddia etmişti (Hayek, 1995: 116-117). Dünyadaki bu rüzgarlar Türkiye’yi de etkilemiş, 1980’de 24 Ocak Kararları ile liberal ekonominin Türkiye’de benimsenmesi noktasında etkili olmuştur.

Gerçekten de Türkiye’de özel sektörün dış dünya ile yoğun şekilde temas etmesi, dünya pazarlarında rekabete girerek uluslararası kapitalist sisteme entegre olması yönünde 24 Ocak 1980 Kararları hayatî bir önem taşır. Kararlarla Türk Lirası’nın ABD doları karşısında önemli ölçüde devalüe edilmesi ve ardından gelen liberalizasyon süreci, işadamlarına devlet desteği olmadan, kendi ayakları üzerinde durarak dış pazarlara mal satma imkanı tanımıştır ki bu da o güne kadar çıkarları devletle eklemlenmiş halde bulunan işadamlarına ilk kez devletten bağımsız hareket edebilme şansı vermiştir (Altan: 1997). İşadamlarının girdiği uluslararası entegrasyon sürecinin, dünyaya bakış tarzları ile devlete yönelik yaklaşımlarını da değiştirdiği bilinir. Devleti ve resmî ideolojiyi her koşul ve durumda önceleyen söylem artık değişmeye başlamıştır. Aynı süreçte 1980 darbesinden sonra kesintiye uğrayan demokrasi süreci de tekrar işlemeye başlamıştır ve 1983 yılında yapılan seçimlerde iktidara gelen Anavatan Partisi’nin başında Türk siyasal hayatı için ayrıksı bir lider vardır: Turgut Özal.

Özal Dönemi

Turgut Özal, kuşkusuz, Türkiye’de değişik dönemlerde devletin başında bulunan diğer siyasilerden farklı bir portredir. Liberal ekonomik programla muhafazakar düşünceyi

Page 196: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

196

eklemleyen bir söylemle ortaya çıkan ve dört temel siyasal eğilimi temsil etme gibi bir iddia taşıyan Özal’ın devlet yönetimine getirdiği yaklaşım, Türkiye’deki bürokratik eğilimli, seçkinci tavırdan farklıdır ve yine onun döneminde işadamları ile devletin (daha doğrusu siyasal iktidarın) ilişkileri yeni bir temayül kazanır (İlkin, 1993: 193-194). Kendisi de bir süre özel sektör deneyimi yaşamış olan Özal, iş çevreleri ile oldukça sıcak ilişkiler içerisine girmiş, iş dünyasından pek çok kişiyi partisine almıştır (Bali, 1998: 31). Hatta ilk Özal kabinesinin yirmi üyesinden on altısı özel sektör kökenlidir (Arat, 1991: 144). Dış gezilere kalabalık işadamı heyetleriyle gidilmekte, hatta Özal yurt dışı gezilerde kendine yakın işadamlarının işleri için lobi çalışmaları yapmaktan kaçınmamaktadır (Birand ve Yalçın, 2001: 240-1, 247-9, 259).

Bunun yanında 24 Ocak Kararları’nın hazırlanmasında aktif olarak görev alan Özal’ın liderliğini yaptığı Anavatan Partisi (ANAP), iktidarı süresince liberal politikaların izlenmesine büyük önem vermiştir. ANAP’ın iktidarda olduğu dönemde Türk parası konvertibl hale getirilmiş, kamu ekonomik kurumlarına dayanan kalkınma stratejisinden vazgeçilerek mevcut kamu iktisadî teşebbüslerinin özelleştirilmesi yönünde büyük çaba sarf edilmiş, ithal ikameci sistem yerine serbest ithalat rejimi benimsenmiştir (Karluk, 1995:86-7). 1981-1988 arasındaki süreçte mal ticaretinin serbestleştirilmesi, ülke ekonomisinin küresel ekonomiye entegre olması noktasında son derece önemlidir (Boratav vd., 2000: 3). Bu durum yerli girişimciler için yeni fırsat kapılarının açılması demektir. O günlere değin kısıtlı iç pazarın imkânlarıyla yetinmek zorunda kalan girişimciler dış pazarlara açılarak rekabet etme şansı bulmuştur; bu durum iç pazarda satılan malların fiyatları ve kaliteleri üzerinde de olumlu etki yapmıştır. Vergi iadesi gibi teşvik mekanizmalarının yardımıyla ihracatın artırılmasına yönelik bir strateji izlenmesi nedeniyle bu dönemde reel ihracat dolar bazında % 19.7 ve % 12.5 artmıştır (Köse ve Yeldan, 1998: 50).

Özal politikalarının belki doğrudan amacı değil, ama sonucu, girişimcilerin hem kendi içinde hem de devletle ilişkileri bağlamında bir kırılma yaşanmasıdır. Daha önce de Türkiye’de burjuvazi varlığını büyük ölçüde devlete borçludur. İttihat ve Terakki Partisi tarafından nüveleri atılan ve Cumhuriyet yönetimince de büyük ölçüde tevarüs edilen “millî ekonomi” politikaları siyasal rejimin kontrolünde olacak bir “millî burjuvazi”nin varlığını da beraberinde getirmiştir (Buğra, 1995: 67).

Buna karşılık Özal’ın teşvik edici etkisine rağmen bu şirketlerin büyümelerinde asıl etkili olan unsurun, uluslararası işbirliği kanallarının açılması ve piyasa ekonomisinin yaygınlaşmasının olduğu bir kez daha belirtilmelidir. Devletin ekonomi üzerindeki rolünün azalması, uluslararası düzlemde yeni ekonomik güç odaklarıyla ilişkiye giren ve çıkarlarını yerel iktidarın ötesinde kapitalist mekanizmalara bağlayan sermayedarların işini kolaylaştırmıştır. Söz konusu şirketlerin büyük çoğunluğu dış pazarlara da açılmakta ve kısıtlı iç pazar imkânları göz önünde tutulduğunda zaten aslında ihracat yaptıkça gelişmektedirler (Öniş, 1997: 743).

Türk ekonomisinin küreselleşmeye, dolayısıyla uluslararası kapitalizme eklemlenme süreci yalnızca zaten belirli bir sermaye büyüklüğüne sahip olan işadamlarını değil, bunların yanında o zamana dek taşranın kısıtlı imkânlarıyla yetinmiş bir diğer kitleyi de bu fırsattan yararlanmaya itmiştir. Bu bağlamda, öteden beri Anadolu’da belirli ölçekte ticarî ya da sınaî faaliyet gösteren eşraf, liberalizasyon sürecinin sunduğu imkânlardan yararlanarak sermayelerini büyütmeleri ile ortaya çıkmıştır. Bu süreçte yerel ölçekli

Page 197: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

197

küçük ve orta boylu pek çok işletme, kimi zaman aldıkları teşviklerin de etkisiyle, sermayelerini büyüterek ulusal çapta faaliyet göstermeye başlamışlardır. Burada altı çizilmesi gereken nokta, taşradaki eşrafın büyük sermaye sahibi kimliğiyle ortaya çıkmasında siyasal iktidarın destekleyici tutumunun büyük bir etkisinin bulunmasıdır. Turgut Özal’ın ekonomik açıdan liberal tutumunun siyasal açıdan muhafazakâr tavrıyla birleşmesi, farklı sermaye gruplarının önünü açan bir etmen olmuştur.

AK Parti Dönemi

Türkiye ekonomisi 2001 yılında en ciddi krizlerinden birini yaşamıştır. Özal sonrasında ülkenin sürekli siyasal sorunlarla boğuşması doğal olarak ekonomik göstergelerle verileri de etkilemiş ve 1990’lı yılların büyük kısmında görülen sorunlar 2001 yılında büyük bir krizin doğmasına yol açmıştır. Bu bağlamda 3 Kasım 2002’de iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) parlak bir ekonomik tablo devralmadığı açıktır. Üst üste gelen ve genellikle kısa süreli olan koalisyon hükümetlerinin geride bıraktıkları miras yalnızca siyasal açıdan değil ekonomik bağlamda da istikrarsız bir yapının doğmasına sebebiyet vermiştir. Bütçe Kanununun bile neredeyse bir yıl geriden geldiği ve ülkenin geçici bütçe uygulamalarıyla yönetildiği bu istikrarsız yapı, ülkenin uluslararası alanda da güç ve prestij kaybına neden olmuştur.

AK Parti iktidarı ekonomik büyüme ve kalkınmanın oluşmasında piyasa ekonomisinin dinamiklerinden geniş ölçüde yararlanmıştır. Bu bakımdan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kendi ideolojisini konumlandırdığı muhafazakâr demokrasi anlayışının piyasa ekonomisine ve devletin ekonomi alanındaki rolünün minimize edilmesi anlayışına dayandığı görülür. Bu bağlamda muhafazakar demokrasi anlayışının öncüllerine uygun şekilde liberal bir ekonomik program benimsenmiş, devletin piyasa ilişkilerini düzenleyen ve belirleyen bir rol oynamasından ziyade denetleyen bir görünüm kazanmasına çaba harcanmıştır. Devletçi ekonomik model yerine liberal modelin hâkim olduğu AK Parti iktidarı boyunca enflasyonun tek haneli rakamlara indirilmesi, ülke ihracatının daha önceki tüm süreçte yaşanan toplam ihracat rakamlarını aşması ve giderek itibarsızlaşan liradan altı sıfır atılması gibi gelişmeler yaşanmış olup bunların tamamı ekonomik göstergelerde olumlu etki meydana getirmiştir. Örneğin enflasyon 2002 yılında yüzde otuzlar civarında seyrederken 2009 itibariyle yüzde altı gibi bir enflasyon oranıyla karşılaşılmaktadır. Enflasyonun tek haneli rakamlara inmesi ekonomik gelişme ve kalkınmanın sağlanması açısından tek başına yeter bir husus değildir. Bundan daha önemli olarak millî gelire ilişkin rakamlara bakılması gerekir.

AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılının sonlarında Türkiye’nin toplam milli geliri 2002 yılında 230 milyar dolar iken 2008 yılı sonunda yaklaşık 3,5 kat artışla 750 milyar dolara kadar çıkmıştır. Bunun kişi bazında değerlendirmesi yapıldığında, 2002 yılında kişi başına milli gelir sadece 3.500 dolar iken 2008 yılı sonunda ulaştığımız rakamın 9.300 dolar seviyesinde olduğu görülür.

Hatırlanacağı gibi 1990’lı yılların özellikle sonralarında Türkiye ekonomisi IMF ile imzalanan stand-by anlaşmalarının güdümünde kalmıştır. Ancak AK Parti döneminden hemen önce, 2002 yılında IMF’ye olan 23,5 milyar dolar borç, 2008 yılı sonunda 8,5 milyar dolara kadar düşürülmüştür. IMF ile bir stand-by anlaşması ilk defa bu dönemde tamamlanmıştır. Buna karşılık IMF’nin yönlendirmesine ihtiyaç duyulmadan sıkı para ve maliye politikalarından taviz verilmiştir. Böylece ekonomi yönetimi ve bütçe açısından

Page 198: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

198

bir disiplin sağlanmış olmaktadır.

Diğer taraftan Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak dünya siyasetindeki ağırlığının artmasıyla koşut olarak dış ekonomik ilişkileri de gelişmektedir. Ekonomik bakımdan desteklenmedikçe siyasal çabaların gerçekçi ve kalıcı bir iz bırakabileceğini söylemek mümkün değildir. Bu bağlamda Türkiye’nin dış ticaret hacminin de önemli ölçüde ilerleme kaydettiği görülmektedir. Türkiye’nin 2002 yılı sonunda toplam ihracatı 36 milyar dolar iken, 2008 yılı sonunda bu rakam 131,5 milyar dolar olmuştur. Aynı şekilde Türkiye’nin komşuları başta olmak üzere pek çok ülkeyle kurduğu iyi ve dostane ilişkiler sayesinde yurtdışında iş yapan işadamlarının ülkeye sağladığı katma değer önemli ölçüde artmıştır. Örneğin 1972-2002 yılları arasında yurt dışı müteahhitlik hizmetleri tutarı sadece 1,5 milyar dolar iken AK Parti iktidarı döneminde izlenen aktif dış politika sayesinde yüklenilen proje taahhütlerinin toplamı yıldan yıla gerçekleşen artışlarla 2008 yılında 23,6 milyar dolara ulaşmıştır. Dış politikada hâkim olan “Sıfır Problemli Komşuluk İlişkileri” anlayışı kapsamında özellikle komşu ülkelerle ticaret önemli derecede artmıştır.

İzlenen olumlu politikaların etkisiyle 1993-2002 yılları arasında ortalama yüzde 3 oranında büyüme yaşayan ekonomimiz, 2003-2007 yılları arasında ortalama yüzde 6,9 oranında büyümüştür.

KaynakçaAKTAR, Ayhan (1996),“Varlık Vergisi ve İstanbul”, Toplum ve Bilim, sayı 71, 97-149ALTAN, Mehmet (1997), “Burjuvazi, Sol ve Kemalizm”, Sabah, 23 Ocak 1997ATATÜRK, Mustafa Kemal (1961-72), Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 5 cilt Ankara:

Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yay. BALİ, Rifat N. (1998), “İşadamları ve Siyaset Pragmatik Bir Aşk Hikayesi” Birikim,

sayı 114, 31-37 BARUTÇU, Faik Ahmet (1977), Siyasi Anılar:1939-1954, İstanbul: Milliyet Yay.BİRAND, Mehmet Ali, S.Yalçın (2001), The Özal : Bir Davanın Öyküsü, 5. Baskı,

İstanbul: Doğan KitapçılıkBORATAV, Korkut, vd. (2000), Globalization, Distribution and Social Policy: Turkey,

1980-1998, CEPA Working Paper Series New York: New School University BORATAV, Korkut (1982), Türkiye’de Devletçilik, Ankara: Savaş Yay.BUĞRA, Ayşe (2002), “Labour, Capital and Religion: Harmony and Conflict Among

The Constituency of Political Islam in Turkey”, Middle Eastern Studies, vol. 38, issue 2, 187-204

BUĞRA, Ayşe (1995), Devlet ve İşadamları, İstanbul: İletişim Yay.,CEMAL, Hasan (1989), Özal Hikayesi, 2. Baskı, Ankara: Bilgi Yay. GEVGİLİLİ, Ali (1989), Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi ve Sosyal Sınıflar, 2. Baskı,

İstanbul: Bağlam Yay.GIDDENS, Antony (1997), Modernliğin Sonuçları, çev. E.Kuşdil, 2. Basım, İstanbul:

Ayrıntı Yay. HARVEY, David (1999), Postmodernliğin Durumu : Kültürel Değişimin Kökenleri çev.

S.Savran, 2. Baskı, İstanbul: Metis Yay. HAYEK, Friedrich A. (1995), Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük : Sosyal Adalet

Page 199: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISIAK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

199

Serabı, çev. M.Erdoğan Ankara: T.İş Bankası Kültür Yay.HEPER, Metin (1991), “Güçlü Devlet ve Demokrasi” çev. Ö. F. Gençkaya, Türkiye

Günlüğü, sayı 15, 156-169HEPER, Metin (1985), The State Tradition in Turkey,Walkington: Eothen Press

HürriyetİLKİN, Selim (1993), “Businessmen : Democratic Stability”, Turkey and The West :

Changing Political and Cultural Identities, Ed. M. Heper vd., London & New York: I.B.Tauris,177-198.

İNÖNÜ, İsmet (tarihsiz), Hatıralar I, Ankara: Bilgi Yay.İNSEL, Ahmet (1996), Düzen ve Kalkınma Kıskacında Türkiye: Kalkınma Sürecinde

Devletin Rolü, çev. Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Yay.İNSEL, Ahmet (2001), Türkiye Toplumunun Bunalımı, 3. Baskı, İstanbul: İletişim Yay. KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri (2000), Ankara, 10. Baskı, İstanbul: İletişim Yay.,KARLUK, Rıdvan (1995), Türkiye Ekonomisi Tarihsel Gelişim-Yapısal Değişim 3.

Baskı, İstanbul: Beta Yay. KEYDER, Çağlar (1995), Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 4. Baskı, İstanbul: İletişim Yay.KIRAY, Emine (1995), Osmanlı’da Ekonomik Yapı ve Dış Borçlar, 2.Baskı, İstanbul:

İletişim Yay.KİNG, Desmond S. (1987), The New Right- Politics, Markets and Citizenship, Chicago,

Illinois: The Dorsey PressKÖSE, A.Haşim, Erinç Yeldan (1998), “Dışa Açılma Sürecinde Türkiye Ekonomisinin Dinamikleri: 1980-1997”, Toplum ve Bilim, sayı 77, 45-68KÜÇÜKÖMER, İdris (1994), Düzenin Yabancılaşması: Batılaşma, İstanbul: Bağlam

Yay.McLUHAN, Marshall (1966), Understanding Media: The Extensions of Man, New York MISES, Ludwig von (2008), İnsan Eylemi, Çev: İsmail Aktar, Ankara: Liberte Yayınları.ORAN, Baskın (1999), Atatürk Milliyetçiliği:Resmi İdeoloji Dışı Bir İnceleme, Yen. ve

Gen. 5. Basım, Ankara: Bilgi YayıneviÖKÇÜN, Gündüz (t.siz), “İzmir İktisat Kongresi”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye

Ansiklopedisi İstanbul: İletişim Yay.,1061-64ÖNİŞ, Ziya, Umut Türem (2001), “Business, Globalization and Democracy: A

Comparative Analysis of Turkish Business Associations”, Turkish Studies, vol. 2, no. 2, 94-120 Radikal

ROBERTSON, Roland (1999), Küreselleşme: Toplum Kuramı ve Küresel Kültür, çev. Ü.H.Yolsal Ankara: Bilim ve Sanat Yay.,

ROBERTSON, Roland (1998),“Toplum Kuramı, Kültürel Görecelik ve Küresellik Sorunu”, Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sistemi : Kimlik Temsilinin Çağdaş Koşul-ları, der. A.King, çev. G.Seçkin-Ü.H.Yolsal, Ankara: Bilim ve Sanat Yay., 97-120

SASSEN, Saskia (1996), Losing Control ? Sovereignty in an Age of Globalization, New York: Columbia University Press

Page 200: Akademi_Kitap

AK PARTISIYASETAKADEMISI AK PARTi Siyaset Akademisi Ders Notları

200

SEN, Amartya (2004), Özgürlükle Kalkınma, Çev: Yavuz Alogan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

SKOUSEN, Mark (2007), İktisadi Düşünce Tarihi: Modern İktisadın İnşası, Çev: Mustafa Acar, Ekrem Erdem, Metin Toprak, Ankara: 3. Baskı, Liberte Yayınları.

SMITH, Adam (2006), Milletlerin Zenginliği: Çev: Haldun Derin, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.

TEKELİ, İlhan, Selim İlkin (2004), Cumhuriyetin Harcı: Köktenci Modernitenin Ekonomi Politiği, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., İstanbul, 2004

TOKAR, Feyyaz (1971), “Nasıl Bir Özel Sektör ?”, Milliyet, 8 Mayıs 1971 TOPRAK, Zafer (1995), Türkiye’de Ekonomi ve Toplum (1908-1950) : Millî İktisat-

Milli Burjuvazi, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay.TUNÇAY, Mete (1999), Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması

(1923-1931), 3. Basım, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay.ULAGAY, Osman (2000), Quo Vadis ? Küreselleşmenin İki Yüzü, 2. Baskı, İstanbul:

Doğan Kitapçılık UYAR, Hakkı (2002), “Necmettin Halil Sadak”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt

2: Kemalizm, der. Ahmet İnsel, İstanbul: İletişim Yay.WALLERSTEIN, Immanuel (1998),“Ulusal ve Evrensel: Dünya Kültürü Diye Bir şey

Olabilir mi?”, Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sistemi : Kimlik Temsilinin Çağdaş Koşulları, der. A.King, çev. G.Seçkin-Ü.H.Yolsal, Ankara: Bilim ve Sanat Yay., 121-137

ZÜRCHER, Erik Jan (2000), Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, çev.Y.S. Gönen, 9.Baskı, İstanbul: İletişim Yay.