Upload
at-sinegi-fanzin
View
241
Download
0
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Â
Citation preview
kendine yabancı
başka birine benzedim, başka birisine
dönüştüm. sen de de oluyor mu böyle?
sanki ne dünkü ben bugünkü benim ne de
yarın sabahki uykudan sabah
ereksiyonuyla uykulu ve yorgun bir ölü bir
ceset gibi uyanak olan ben olacağım. ben
olmayacağım. bu beden olmayı
sürdüreceği şey olmayı sürdürecek bir şey
olacak ve ben onu uzaktan meraklı ve
endişeli gözlerle süzen pekala sabırsız bir
yandan da tedirgin birisi olacağım. birisi
bile olmayı bırakabilirim. ne benim
düşüncülerim bana ait, ne de düşünceler
bende kendilerine kök arıyormuşcasına
sahipsizler. hiç bir yere ait olmayan tüm
sokak köpekleri güzeldir. düşünceler de
öyledirler. bir anadan doğmuşlardır. lakin
artık ortada bir ana yoktur. sadece
kendileri vardır. düşüncelerim ortaya
saçılmış gibi dağınık ve derli toplu
duramıyorcasına haylaz. ne düşünmüş
olmam gerektiğini bile anlayamıyorum.
sanki düşünceler salıvermişler kendilerine.
bunca yıl bir kafeste tutulmaktan bıkmışlar
artık. kendilerinin efendisi oluyorlar artık.
kontrolü ele alıyorlar. ve ben burada
duruyorum, görüyor musun? tabi ki de
görüyorsun. ne de garip.
düşüncelerin anaları mıyım peki ben? ne
de saçma. ne de gülünç. sadece ben bir
bakıcı olabilirim onlara. üstümden geçilen
bir asfalt gibiyim. arabalar bana ait değil,
başkaların. ben sadece bir görev
yüklengiciyim. yüklengiç diye kelime mi
türettim az önce? bu bile saçma.
saçmalıklar birbirlerini kovalıyorlar satır
aralarında. yüklengiç kelimesi 1999'da
türetilen bir TDK kelimesi gibi. sanırım
böyle şeyler üretmeyi bırakmalıyım. kim
yüklengiç diye bir kelime kullanır ki?
bir insan en çok kendine, ve en az kendine
yabancı oluşu bile bir tesadüf olmalı.
insanın, bir saat önceki kendine olan
yabancılığı, ve belki de on yıllarca sonraki
onu en çok tanıyan kişi olması bir tesadüf
olmaktan uzak olmalı diğer bir yandan.
insanların pişman olma edimleri, onların
değiştiklerine delildir. insan ‘sonra pişman
olacağım ama yapıyorum şuan ne
yapıyorsam’ demekten uzaktır. çünkü o
an, yapılması gereken şeyin o olduğunu
düşünür. zaten pişman olmak kasten
değildir. benim pişman olmam, bir
bilinçlilik ile olmaz. pişman olacağımı
bilmem önceden kestirilemez. iş
yapıldıktan sonra bilinebilir anca. çünkü
insan hiçbir zaman kendine kötü olacak işi
yapmaz, eğer özgür istemi var ise, yoksa
zaten ortada sonradan baş göstericek olan
bir 'pişman olma durumu’ olmaz,
istemsizlikten. o durumda pişman olacak
kişi, işi yaptıran kişidir. insan pişman olur,
bu sebeple kendine yabancıdır. kendi
bedenindeki farklı karakterlere yabancıdır
çünkü. ben şuan bu yazıyı yazdıktan sonra
pişman olabilirim. buraya birilerine küfür
edip, sonra 'neden ettim ki?’ derim. ama
şuan bundan pişman olacağımı dahi
düşünmüyorum. birisine ettiysem küfürü,
geçer gider unutulur. koskoca devlet
soykırım yapıyor da 'aaa biz öyle şey mi
yapmışız?’ diyebiliyorsa, benim edeceğim
küfür hayli hayli unutulur!
her neyse ben konuma döneceğim,
devletleri konuşmak boş lakırdıdır. hepsi
şerefsizdir. katildir.
konuya ikinci defa dönüyorum, pişmanlılık
durumu, kendine yabancılıktır. bir saat
önce yapılmış bir işe pişman olduysam
ben, bir saat önceki ben ile aramda bir
yabancılaşma gerçekleşmiştir.
'başkalalaşmışlık’ diyeceğim ben buna.
kaldı ki, önceki yazılarda da zaten bu tür
kelimeler türetmişim, yeni fark ettim. ben
kendime başkalalaştım isem, bu benim
önceki kendim olmadığını gösterir. çünkü,
tanımadığımız bir şey yabancıdır. sokakta
siz tanımadığınız birisine şöyle göz ucuyla
bakarsınız. bir arkadaşa bakmak gibi
değildir mesela. ya da bir sevgiliye.
kaçamak bir bakıştır. 'yabancı-kişiye-atılan-
bakış'tır bu sadece. hatta attığınız bakışı
fark etsin bile istemezsiniz karşınızdaki.
öyle de bir değişiktir. suçluluk duyarım ben
şahsen böyle olunca. o kişi ile aramda
geçen saliselik bir düşmanlık oluşur, orada
savaşım veririm ben onunla. bir kaç salise
süren bir utanma duyarım. yüzüm kızarır.
kaldırıma bakarım hemen kafamı çevirip.
öylesine bir bakış beni yer bitirir. bir kaç
sene önce attığım bir bakış yüzünden
hâlen kendimi bir böcek gibi hissediyorum,
Samsa gibi değil, minik bir böceğim ben.
leş sümüklü bir böceğim. Samsa güzel bir
böcekti. hem kokuşmuş da değildi.
kocaman, dev gibiydi. ben ise, ayakkabıyla
ezilecek bir böceğim. mini minnacığım. ah
Samsa. saat altı kırkbeşler olmasın. saatler
altı kırkbeşte siren sesleri çalsın! her sabah
çalsın.
pişmanlık bir evre ile oluşur. insan önce
fark edişler yaşar. yapılanın doğruluğu
yanlışlığı kafada hesaplanıverir, sonra ise
insan kendini salıverir. ağlayabilir,kendini
yerden yere de vurabilir. ne derece pişman
olduğumuza bağlı sanırım. küçük bir
pişmanlık, büyük bir pişmanlık gibi.
insanın yabancı hâle gelmesi ise bana göre
ısrarla toplumlar arasında kabul edilmeyen
bir durum. edilmiyor, çünkü felsefi
tabanda kalıyor. çünkü materyele
indirgenemiyor bir cinsten. gerçekten
gerçekçi olduğumuzda bu durumu
aktarmamız mümkün değil. mesela, bir
adam cinayet işledi. sonra tutuklandı. 'bu
cinayeti işleyen ben değilim, önceki
kendim’ dese adama gülmezler mi?
gülerler. hatta hakim bağıra çağıra güler.
sonra adamı akıl hastanesine kapatırlar
belki. saçma işte. gerçeğe indirgenemiyor
diye ama ben bu fikrimden vazgeçecek
değilim. evet, bir suç durumunda böyle bir
şeyi savunamıyoruz. felsefi olarak görüşler
gerçek dünyada hep somut olarak karşılık
bulunsun isteniyor. felsefe ile uğraşmayan
herkeste bu kaskafalılık var. 'ee düşündün
de ne oldu?’ tarzı bir bakış açısı var
sonuçta. düşündüm, düşünmüş oldum,
sen düşünmedin, ot geldin ot gideceksin.
en basit cevap bu! bir insan düşünmeden
nasıl hayatını yaşanabilir kılabilir ki?
saçma. gereksiz. bir patates kadar değeri
yok dünyada. patatesin kilosu bile beş lira
günümüzde. kendisi bir et yığını. ölse
toprağa bile gömmem. atarım çöplüğe.
onu gömeceğim yere de patates ekerim.
kilosunu 5 liradan satarım. lanet olsun öyle
insana!
insan kendisi olmayı bıraktığı zaman, farklı
bir form'a girmiyor. form aynı form. beden
aynı beden. yani bir soğanın zarını çekip
almak gibi somut bir durum söz konusu
değil. ama insan kendisini bile anlamıyor.
pişmanlılık burada çünkü. 'ben neden
yaptım?’ diyorsa birisi, demek ki başkası
hâline geldi. bir bilinç atlaması oldu. fikir
değişmişliği gibi. ama bu tümden bir
değişim midir? yani, insanın kendisi gitti
yerine başka birisi geldi gibi mi? değil.
çünkü burada da evreleme var. dün ne
isem o değilim. dün ne isem o değil de
değilim. ben neyim ki? işte…
insanda evrelenmiş değişim var. çünkü
insanın hisleri ve sezişleri bile bir
yabancılık hem de bir tanıdıklık taşıyor.
mesela ben birisini seviyorum, sonra o
insanı otuz yıl görmüyorum, o insana karşı
olan sevgim giderek azalıyor. bir anda
değil, giderek, otuz yıl sonra ise neredeyse
bitecek hâlde. ama sonra o insanla
karşılaşıyorum. o insanı artık o kadar çok
sevmiyorum, ama çok az seviyorum. hiç
sevmiyorum da değil. ama ben şunu
içimde hissediyorum ki, o insanı bir
zamanlar çok seviyordum. çok seviyor
oluşumu hatırlayabiliyorum,
hissedebiliyorum. çok sevmesem bile ona
karşı olan çok sevmişliğimi biliyorum. sanki
ödünç verilmiş bir kitap gibi. kitabı
okudum, kitap aklımda, kitaptaki
karakterleri biliyorum onları tanıyorum.
ama kitap artık bende değil ki, başka
birisinde, kitaptaki olayları unutunca açıp
bakamıyorum kitap bende değil çünkü.
ama kitabın özü bende. ve ben kitabı
biliyorum. artık kitap bende olmasa bile
onun kendiliği bende. sevmiş olmamı
hatırlıyorum, ama sevmeler artık bende
değil.
birinci tekil şahıs
bu gece de ölüyoruz. ölürüz. çünkü hayattaki
tek gayemizin bu olduğunu, olabilecek en son
kaçışımızın bu olacağının farkındayız. her daim
farkındaydık. her canlı ölür dediler çünkü. biz
de, zamanı geçirmeye başladık. sanki bir fark
yapıcakmış gibi. sen de ölürsün bir gün.
mezarına bir köpek işer ertesi gün. belki de bir
mezar istemezsin. ben de istemem. hayat
boyu bir yere çakılı yaşamış iken, bir de, hayat
sonrası bedenimi bir kaç metrekare bir kutuya
niye hapsedeyim? rahat bırakın artık bu
bedeni. bu vücudu. ahirete inanmadığımdan
değil, ruha inanmadığımdan ise hiç değil.
sadece öylesine kalmalı beden. bir anlam ifade
etmeyi bıraktığı için. kimsesiz kaldığı için.
candan yoksun olduğu, bir kişiliğe sahip
olmadığı için.
gereksizleştiği için şu dünyada cani insanlar
arasında. hayattayken o beden sevecendi.
içinde yaşayan birileri vardı. kalbi vardı.
hissederdi bir şeyler. sevişmeleri olmuştu.
artık o beden uçtu gitti. insan kendisini bıraktı.
insanlar ölünce kanatlanıp gökyüzüne
süzülmüyor. sadece beden ölüyor. bir vazonun
kırılmasından farksız. her şey aynı. her şeyler
aynı. bir hiç uğruna yaşayan beden ömür boyu
artık çürümeye terk edilecek. hepsi bu.
bedenin, yaşamdan yoksun olduğunu
düşünürsek ‘ömür'ün var olması bile saçma.
sadece bir taş yığını gibi. sadece bir şey olduğu
için. bir anlam yüklenmediği için.
gerçekten artık bırakmalı yaşamayı. tüm dünya
etmeli intihar. her gün, eksiksiz derecede
yavaş yavaş ölmek yerine bir anda öldürülmeli.
yorgun ve acı dolu bu vücutlar belki o zaman
dinlenirdi. ölmeye doğduğumuz bir gezegenin
gereksizliği bile bezdirici.
hiç var olma gereksinimim de olmayabilirdi.
başkası yaşayabilirdi bu hayatı. benim ödünç
aldığım bu hayatı. insanları durduran, onların
hayal ettiği kafalarında canlandırdığı tanrı da
değil. inananlar, bizden daha çok inanmıyor
ona. sadece kendi yalanlarına herkesten çok
inanıyorlar. gereksizliği bizden çok görüyorlar,
daha derin görüyorlar. onları durduran hiç bir
şey yok. sadece yapamıyorlar. bırakamıyorlar
acıyı. acıdan besleniyorlar. kanları acı istiyor.
sızı istiyor. ölüm istiyor, dehşet istiyor. bizim
gibi değiller onlar. biz ölürüz, sadece
istediğimiz için. dayanmayı bıraktığımız için,
evet dayanamayız. güçlü de değiliz. bir
bataklığa battıysan çırpınmak ile çırpınmamak
arasında fark yoktur ki. biz sadece
kabulleniyoruz durumu. evet ölüyoruz. her
gün cesedimize daha fazla benzeyerek. hiç bir
şeyin bana bağlı olmadığını bilmek rahatlatıcı.
bu ölü beden bile bir yük. yaşayan bir yük.
sokaklarda orada burada taşımaya yüklenilmiş
bir yük. hiç bir anlam ifade etmiyor. artık her
şey birer hiç. göz yaşları bile kurudu.
milyonlarca yıl derin bir sessizlik duymak
istiyor kulaklarım. sadece sessizlik. tek bir tık
bile çıkmadan öylesine kendimi dinlemek.
sadece kendini bırakmalı ve düşünmeliydi
insan.
bir uykuya doğru gider insan, kısa bir
ölümlülük onun aciz ve yığın bedenine iyi gelir.
yarınki yükünü taşımak için dinlenir. her
zaman erteler çünkü, ölümü.
Garipsenmişliklerimiz
insan sadece anı yaşamaya odaklıdır ne kadar
kendini buna itmemeye çalışsa da, sadece
bulunduğunu yaşamaya çalışacaktır ne olursa
olsun. insan, bir gün öleceğini bildiği için
sadece ölüm üzerine düşünmez. zaten ölümün
bir gün geleceğini bilir, sadece ölüme kadar
süreyi geçirir. akşam uyuyacağını bile insan,
gün boyu uyumayı mı düşler? veya, nasılsa
öleceğini bilerek hiç yaşamamak ta isteyebilir.
iki türlü de akla yatar isteği. öleceği için
kendinden bir faydalılık yaratmak isteyebilir,
ya da öleceğini bildiği için en başından
yaşaması anlamsızdır, saçmadır, gereksizdir,
değersizliktir. yıllarca yaşanıyor, ölünüyor,
tamamen bir boşluk. kapkaranlık aydınlık bir
boşluk sadece. nesillerce insan ne diye
yetişiyor? yetişmiyor bile, sadece insan
üremekle ve üretmekle kalıyor. ölümün
bilinçliliği beni yaşamamaya itiyor, haklı bir
gerekçe. anlamsız da olabilir, yine de beni
bundan caydırıyor. günlerce ölmek istiyor
insan, tekrar tekrar ölmek istiyor. ölüp, dirilip
daha da güzel ölmek istiyor. tüm ölümleri
tadarcasına ölmek istiyor. aşırı doz uyuşturucu
ile, kendisini ateşe vererek, uçurumdan
atlayarak, suda boğulararak, her ölümün
kendine has güzelliği cezbediyor. kendi-ölüm
şeytani bir iş değil. tüm acıları dindiren bir şey
varsa o güzeldir. pek güzel bir şeydir. bir
hedonist olunabilir. kimseyi bunun için
yargılayacak da değiliz. 21.yy insanından
hangisi zevkçi değil ki? oportunist şerefsizlerle
çevrelenmişiz hepimiz. rezil köpekler sürüsü.
yetmiş yıl kötü yaşanacağına, güzel bir yirmi
dört saati yaşardım. binlerce değersiz gün
yerine bir değerli günüm olurdu.
-yine de anlamıyorum. insanlar bundan haz
alıyor olmalı. sanki böylesine kanı içilircesine
derinlerden gelen bir acının müthiş bir acısını
seviyorlar. yıllarca yaşayınca da bırakamıyorlar
bunu.
-acıya alışıyorlar, artık acı onları besliyor.
sabahları kalktıklarında nefret duymak adına
uyanıyorlar.
-beklentileri acıya dönüşüyor. evrenden bir
güzellik yerine öfke bekliyorlar. her şeyin yerli
yerinden oynamalarını istiyorlar. her şey
lanetlenmişcesine.
-diğer yandan ise her şeyin yerli yerinde
kalmasını isterler. kimseden çıt çıkmasın
isterler. kendilerince haklıdırlardır , bir
anlamda. bugün yirmi bebek doğar, beş kişi
ölür. kasa yine kazançtadır.
-milyonlarca ajandan ibaret gibi gelir bana.
hepsi sokaklara serpiştirilmiş birer gizli ajan
gibi. gözlerinin içine bakarak senden
iğrenircesine kinle dolu gözleriyle seni yerin
dibine sokuyorlar.
-tiksiniyorlar bizden. gözlerini açanları
susturmak istiyorlar.
-biz bu oyunlara gelmeyiz, umarım gelmeyiz.
-belki de oyun budur! bizim inancımızın
aksine, kim gözünü açacak değil, kim gözünü
açamayacaktır belki. yani, sistemi en son fark
eden kişi oyunu kazanır belki?
-ah, sistem bizden her zaman önde desene!
sisteme karşı direnmek için bile onun kötücül
varlığını kabul etmemiz gerekiyor, yani, her ne
kadar kendimizin efendisisi olduğumuzu
düşünmemiz için bile bizi kontrol eden bir
varlığa inanmamız gerekiyor. varlık olmasa
zaten özgür olduğumuzu bile iddia etmezdik.
-diğer bir deyişle, nefret için bile bir başkasına
mecburuz.
-hayır, kendimizden de nefret edebiliriz.
demek ki mecbur değiliz.
-öyle değil işte. sen sanıyor musun, sende
sadece bir tek sen varsın?
-ben ben'im benim'im. bu benlik benim!
-ne de ateşli bir şekilde karşı çıktın. işte
biliyorsun işte sadece sen'in sen'i sen
olmadığını. herkes bir kaç karakter ile yaşar.
kendi kafasında.
-buna inanmak istemiyor gönlüm. bu kalp
sadece tek bir bedeni pompalar.
-insanlar sadece bedensel var olabilseydi,
dünyada sadece canlıları sayardık, insandan.
-geri kalanı ile, ceset torbaları sayardık.
-aynen de öyle.
-insanların benlikleri soyuturlar, somut
oldukları kadar. pis bir materyalist değilim.
-bir arkadaşım dindar bir materyalistti.
-tanrı'sı kimmiş?
-ben de aynı soruyu sordum. bu soru üzerine
cüzdanındaki bankonatları ve kredi kartlarını
gösterdi.
-konuya geri dönelim iyisi ki. insanları sadece
oluşluklarıyla tanımlayabiliyor olsaydık tarih
kitapları birer çöp yığını olurdu. insanlar tam
da kafamda.
-hayaller ve fanteziler de dahildir buna o
hâlde. belki de rüyalar.
-dahil edilebilir.
-yastığa sarılı bir hâlde bir bedenin hayali bir
gerçek kadar yakın hissettiriyor. beyin tüm
soyutluğu somutluğa dönüştürmek istiyor.
masturbasyon yapmak ile eş değer. kendini
kandırmanın farklı bir boyutu gibi.
-kişi bilinçli hâlde tüm ‘gerçeksizliği'n farkında,
ama bu gerçeksizliği bir gerçek'miş izlenimi
vererek, zihninde , kapalı bir şekilde yaşıyor
denilebilir.
-örnek olarak vericeksek, odaya birisi
girdiğinde o masturbasyon yapan kişi, 'gerçek
dünya'ya dönüyor hızlı bir şekilde, bir korku ve
irkilme ile. yani, kendisinin yarattığı evrenden,
gerçekliğe gelmesi gibi ışık hızıyla.
-bence de öyle. sanki kapalı bir kutuda, kendi
dünyasını yaratmış iken, gerçeklik ile arasında
bir köprü kurmak gibi. hem gerçek'ten
besleniyor, ama bu gerçek'liği kendi evreni'ne
taşımayı da es geçmiyor.
-ama tam tersi de yaşanabilir. tamamiyle
hayali bir takım düşünceleri, gerçeğe çevirmek
çabası. hayalimizde gerçek olmayan birisi
yaratıp, onu gerçek tabanında yaşamak da
isteyebiliriz.
-bu durumda denk geldiğim en büyük sorun,
hayalden-gerçeğe olan kişide spesifik şeyleri
tanımlayamamız. yani, sokakta gördüğümüz
herkes spesifiktir. birisinde doğum lekesi
vardır, birisinin saçı şu şekilde, diğerinin boyu
daha kısa, bir diğerinin göğüsleri daha büyük
gibi… bunu hayalimizde sadece kabataslak
oluşturabiliyoruz.
-sanki hayal gücümüz sınırlarına ulaşıyor gibi.
gerçeklik ile savaşamıyoruz bu konuda.
gerçekte yapılan seks ile hayalde yapılan seks
gibi.
-aynı hissettirmiyor sonuçta. ama sonunda
hepimiz boşalıyoruz.
-ama sonunda hepimiz ölüyoruz.
-hayalimizde yaşayabiliriz belki de.
hatırlayışlar
‘gerçek’ kelimesi neyi doldurur? neyin yerine
geçebilir? veya ne ifade edebilir ki? gerçekten
de 'gerçek’ kelimesi bir anlamı karşılayamaz.
çünkü içinde bulunduğumuz. bedenimizi
hissettiğimiz. kendimizi ortaya koyduğumuz bu
dünya tamamiyle tek bir şeydir. ne gerçek, ne
de yalandır. tek bir şeye ait olabilir. bir
bütündür bu olan şey. ayrıştırılamayan bir
parçacıktır. bir beden gibi. iki kolu, iki bacağı,
gövdesi, kafası ve parmakları, kirpikleri, gözleri
ile tamamen bir organizma bu yaşadığımız
evre.
filmler, diziler, tiyatrolar, kitaplar, hatta
şarkılar. bize 'gerçek olmayan’ gibi gösterilmek
istenir. halbu ki gerçektirler. bizimle ölebilirler.
bizimle yaşarlar. karakterlere üzülürüz,
seviniriz, aşık da oluruz. sırf onlar 'gerçek birer
kişi’ değil diye bunu gözardı etmeyiz.
hayatımın, onlarsız geri kalanında, ne
hissedebiliyor, ne düşünebiliyor isem, onlarla
da onları paylaşırsam bir bütünü yaşamış
olabilirim. yoksa elinizin tersiyle bir şeyleri
iteklemek, onlarsız yaşamak çok kolay olurdu.
ama böyle değiliz. bir nefes uzağımdakine
karşı ne hissedersem, hayali bir karaktere karşı
da onu hissederim. gerekirse o karakteri ben
yaratmış olayım. ne fark eder? gerekirse onu
ben öldürmüş olayım. sadece benim bildiğim,
benimle yaşamış olan, ve benim için ölmüş
olan bir şey olmayı sürdürür benim için. ve
dünyanın, benden geri kalanı bunsuz
yaşamaya devam edebilir. bir eksiklik dahi
görmezler bunda. sadece dünya onsuz da akar,
onsuz da döner. onsuz da, geceleri televizyon
karşısında uyuklayabilirler. onsuz da
mezarlarına toprak atılır, ağıtlar yakılır, dualar
edilir, mezarları sulanır.
o'nun tek önem var eden kişisi ben olurum.
ben bununla yaşarım. bensiz var
olamayacağını bilir. benden apayrı bir kişiliğe
sahiptir. bağımsızdır benden. benim onu
yaratmam bir anlam ifade etmez. kendi
başınadır. o da özleyebilir. o da sevebilir.
tebessüm saçar. geceleri kolunu sağ tarafına
atınca benim orda olup olmadığımı bilmek
ister. kolu bir şeye değsin ister. sıcaklığa. tene.
canlılığın simgesi bir nefes alış verişi hisseder.
uzun aralıklarla derin bir uykuda alınan
nefesler. oda git gide boğulur. temiz hava
azalır. sabah kalkılıp penceresi açılır, odanın.
temiz hava girsin diye. ölmeyelim diye. biraz
daha ölmemek için yaşayalım diye. ölmemizi
erteleyelim diye. biraz daha günah işleyelim
diye. biraz daha masturbasyon yapalım diye.
biraz daha düşleyelim sevdiğimiz ama
ulaşamadığımız insanları diye bu yalnız
milyarlarca insan içersinde açık havada
boğulurcasına ölelim diye. göz yaşlarımız
gülüşlerimizden daha fazla yer etsin diye,
zihnimizde. ağlarcasına, haykırırcasına, kendini
parçalarcasına kahrolalım diye.
biraz daha pişman olalım diye. biraz daha
'gerçek’ ölümü erteleyelim, kendimizi
kandıralım.
daha fazla 'keşke'lere yer verelim diye. işte
bunun için. yaşıyoruz. sadece pişmanlıklar,
kötülükler uğruna. sadece normal, sıradan
yaşamlarımızı geceleri televizyon ekranındaki
rengarenk saçma programlar renklendirsin
diye. aynanın karşısındaki insan bu yalanları
yemez ama. o insan bu yalanlara aldırmaz.
insanın en son yalan söyleyeceği kişi çünkü
aynanın karşısındakidir. çünkü kişi bilir,
kendisi, kendisinin yalancısı ve aynı zaman
yargıcı olmak istemediğini. korkar çünkü. insan
kendini yargılamaya koyulmasın, tüm yalanları
önüne saçılacaktır. acımasızca. salt doğrular.
insanın yüzleşemediği tek kişi. tek ve yalnız
kişi.
kendisini hiç bir yerde bulamadığı, kendisini
kimsenin tanımadığı gibi tanımadığı tek kişi,O.
geceleri yatakta kolunu attığında çarpan
boşlukluluk.
düşlediği kişinin hayalini dolduran bir yastık
parçasından ibaret olmayan,O.
salt istediği bu kirli hayatta bir insanın sevgisi
iken hem de.
kimsenin şefkatini kazanamamış o kişi.
kendisi ve O, bu dünyaya bıraktığı tek şey olur
ondan geriye. hiç kimseye tanıştırmadığı bir
arkadaşıdır O. sadece kendisinin bildiği ve en
iyi arkadaşı olan.
ü ç noktanın dayanılmaz ağ ırlığ ı
üçüncü kişili anlatım en kolayıdır. çünkü
herkes en zor kendisini tanımlar hâle gelir
toplumdan korktukça, kendisini tanımanın
ayıp olduğu kanısına varır. ve kendisini
kaybeder. tanımaya korktuğu bir yabancı olur.
çünkü tüm yabancılar potansiyel kötü insandır.
senin kötülüğün için çalışan birileridir.
şeytanidirler. belki de öyledirler.
-ağlamak istiyorum azizim, ağlamak.
-neye, ne için?
-boşa giden saatlerime.
-boşa mı gitmiş saatlerin? ne diye?
-yaşanmaya değerli kılmadım diye!
-demek ki o saatler uğruna şimdi ağlaman bir
fark yaratmayacak gibi.
-ya yarınki 24 saat? gelicek ayki saatler?
gelicek yılki yüzlerce saat? ya onlar? onları da
mı değerli kılamayacağım?
-sana vericeğim dolaylı bir cevap var, o da,
hayatın, senden büyük olduğunu düşünmeni
ister insanlar.
-nereden geldin buna?
-nereden mi? senin fikrinden.
-ben sadece yaşayacağım saatler hakkında
konuşuyordum. ve onların dopdolu boşlukları!
değerli kıymetsizlikleri! gülen göz yaşları…
-yaşayacağın saatler mi? ne oldu da saatler
‘senin’ oldu, bu nasıl bir sahipleniş? bir saniye
sonrası bile senin yaşayacağın bir an değil.
senin sadece şu andan itibaren olduğunu
bilmen senin için en iyisidir.
-ya planlar?
-plan mı? şu dakika ölebilirsin. hayata veda
edemeden. ne diye yarına, gelecek aya,
gelecek yıla plan yapasın?
-ya yaşarsam?
-yaşarsan, yaşamış olacaksın. ve o an, ne
yapman gerektiğini bileceksin.
-saatlerimi değerli mi kılacağım?
-evet. ve o an bileceksin ki, değersiz geçen tek
bir saatin bile olmayacak. sadece sen dolu
olacaksın o saatlerde. sadece sen istedin diye
yaşanmış olacak o saatler.
-ya sen? senin saatlerin?
-benim mi? benim saatlerim vasattır.
yaşadığım günleri, haftaları bile birbirinden
ayıramayan bir insanım ben. yaşamı boş
geçmiş birisi olarak ayrılacağım bu
gezegenden. tek bir kir bırakmadan, karda
yürüyüp izini belli etmeyen birisi olarak,
gönüllerde ve kafalarda yer etmemiş birisi
olarak. bir ölü olarak.
-sence de çok karamsar değil misin?
-karamsar mı? hiç te değil. benim karamsar
olmadığımı anlayacaksın eğer yavaş yavaş kan
kaybından ölürsen. her salisenin dayanılmaz
hafifliğini yaşamış olarak göçüceksin. her
salisenin onda biri bile senin için katlanılmaz
bir değerlilikte olacak.
-böyle ölmekle elime ne geçer? bir hiç. koca
bir HİÇ'LİK. nokta kadar adamım ben azizim,
ünlem kadar sözüm yoktur bu dünyada. ben
sadece ortalama birisiyim. öldüğüm anki
saliseler bana vız gelir. ölümü abarttığını
düşünmüyor musun?
-abartmak mı? bu dünyada değer verilen en
büyük şey ölümdür. insanlar öldüğü için
hafızalardan silinmez. öldüğü için
hatırlanmaya değer biçilir. öldüğü için yaşamış
olur. hiç ölmeseydi canlılar hiç yaşamamış
olacaklardı. ölüm, yüzlerce sayfa uzunluğunda
nokta'sız bir cümleye koyulan üç nokta'dır.
cümlenin yüklem'i olmadan bitendir. çünkü,
hiç bir hayat, bitirilecek kadar değerli değildir.
üç nokta'lar peşi sıra gelir, cümlenin sonuna
yerleşiverir. sanki devam edicekmiş gibi.
-sanki cümle hiç bitmeyecek gibi! sanki
dirilecekmiş gibi cümlenin sahibi. SANKİ, SANKİ
yaşıyormuş gibi. sanki hiç ölü olmamış gibi.
-sanki dünyadan silinmemiş yerin yedi metre
altına bir tabuta gömülü, çivili şekilde
çürümeye terkedilmemiş bir organizma
olmamış ve de hiç kimse sevmemiş nefret
beslenmiş bir böcekten farksız GİBİ.
-bazı cümleler nokta hak etmiyor azizim.
-hangi cümleler ediyor? hiç bir cümle
bitirilmeyi, sona erdilirmeyi hak ETMİYOR.
cümlenin başlandığı baş harf en büyük
dostumuz. nokta en büyük düşmanımızdır.
-kimi zaman noktalama işaretlerinden dahi
tiksinirim, cümleler bir sel gibi akadursun diye,
gürleyerek katlanarak dağları tepeleri aşa aşa
yara yara akabilsinler diye.
-bazı cümleler ise hiç başlanmayı hak etmez
halbu ki.
-hangi cümleler?
-söylendiğine pişman olunan cümleler.
söylenmeseydi eğer dünyanın daha iyi bir yer
olucağı düşünülen cümleler, kelimeler grubu,
söylemler. noktalar ve noktalar ardı arkası
gelen cümleler.
-ya söylenmesi gerekli iseler? o zaman da bu
denli can acıtıcı olurlar mı? bu denli kötü, bu
denli yürek yakan…
-hangi cümleye bu denli gereksinim
duyulabilir? bu kadar seni derinden yaralayan?
-herkesin söylemeye yeltendiği ama ağzından
çıkarmaya korktuğu o cümle.
çift hayatlar paralel dü şler
-sence biz de normalleşebilir miyiz?
-normalleşmek mi? O da nereden çıktı?
-bir yerden çıkması mı gerekiyor? Biz bir
bedende konuşan iki ses’den ibaretiz. Sence
de bu bir şeyler anlam ifade etmiyor mu sana?
-bu bir anlam ifade etse dahi, ne diye
normalleşelim? Biz ne isek o’yuz. Ve o olmaya
devam ederiz. Asıl normalleşmeye çalışarsak
biz kaybederiz asıl.
-kaybetmek mi? Neyi? Biz varlığa ulaşmamış
iki şeyiz.
-neyiz?
-bilmiyorum işte. İki deliyiz. İki manyağız. İki
dahiyiz. İki salağız. İki akıllıyız. Herhangi iki şey
olabiliriz belki de. Asıl nokta bu olabilir. Ne
olduğumuzu dahi tanımlayamayan iki şeyiz.
-bi’ nevi doğru. Belki de kendimizi
etiketlemekten korkuyoruzdur. Bir yere ait
olmaktan. Bir ‘şey’ olmaktan. Kendimize sıfat
koymuyoruz. Çünkü biliyoruz ki sıfatlar bizi
daraltır. Sıfatlar bizim önümüzü tıkayan en
büyük engellerdir çünkü.
-ama hayat ta bundan ibaret değil mi? Bir şey
olma uğruna heba edilmiş şu bunca hayatlar?
İnsanın kendini etiketlemeye duyduğu haz. O
bencilce davranışlar. Kendisinin herkesten iyi
olduğuna düşünmesine yol açan istek.
-insanların hayatları artık A4 kağıdına yazılan
CV’den oluşur. İnsan sadece bir sayfa ile
özetlenir. İnsan artık kendini yeşertmeye değil,
ayaklar altına almayı istiyor çünkü. Kimse
birisinin üzerine basmadıkça yükselemez
çünkü. Kimse alçakta kalmak istemez, herkes
tepelerde saygınlık görünür olmak ister de
ondan.
-insanın kendine yapabileceği en acımasız şey
de bu olmalı. Yıllar geçtikçe insanların iyiye
gidileceği inanılırdı. Pozitif bir şey olmaya
doğru ilerledikleri düşünülürdü. Ama teorinin
pratiğe işlemediği zamanlar da oluyor. Ve
olmadığı zamanlar kötü oluyor.
-insan kendisi olmaktan çıkıyor. İnsanlara can
veren bir var olandan, insanları katleden,
vahşilik saçan, kandan beslenen birisine
dönüşüyor.
-üzülüyorum. Ama üzülmek bir çare değil.
Gözyaşlarımız ise hiç değil. Utanç ve esef
duyarak mı çözüm gelir? Kin besleyerek, nefret
barındırarak, intikam yeminleri edercesine mi
çözüm gelir?
-gelmez azizim gelmez. En kötü nokta ise
çözümün çözümünü bilmemek. Çözümün
kavramsal anlamı ile pratikteki çözüm hiç
birbirine uymuyor. Bir şey bozuksa tamir edilir.
Birisi mutlu ise, mutlu olmasının ereksel
anlamı ortadan kalkarsa mutsuz olur, üzülür.
Peki ya bu çözüm? İnsanların göz yaşından
değerli ne olabilir? İnsanların katli ne ile
durdurulur?
-sarf ettiğimiz bunca boş lafa tükürmek
istiyorum. Çünkü barış bizimle gelmeyecek.
Bizden sonra da gelmeyecek belki. Barış
insanoğluna hiç gelmeyecek gibi geliyor. Belki
de bunun için doğduk.
-ne için? Savaşmak, yıkmak, talan
etmek,darmadağın
etmek,öldürmek,sindirmek,asimile
etmek,darp etmek,tecavüz etmek,katletmek
için mi? Bunların yerine sevemez miyiz?
Öpüşemez miyiz,sevişemez miyiz,bahçemize
çiçekler ekemez miyiz? Sanırım yapamayız.
-yapabiliriz, ama yapmayız. Sevebiliriz ama
sevmeyiz. Her şey bir tercih meselesi mi
yoksa? Gerçekten bir anlam ifade etmiyor mu
yoksa yaşam?
-hayatta anlam arıyorsan asıl noktayı
görmemiş olmalısın.
-hangi noktayı?
-anlam ifade etmediği noktayı. Bir değeri
olmadığı noktasını. Sadece bir süreç olduğunu
bilmelisin bu hayatın.
-süreç mi? Bana ölümden sonraki hayata
inanmadığını söylemiştin.
-inanmıyorum. Süreç, ama bu sürecin bir
devamı olması gerektiğini söylemedim. Doğma
ile ölme arasında geçen bir süreç sadece. Ne
öncesi ne sonrası. Tam ortası. Tam bu an’ı.
-peki ya şu an? Bu hangi noktada?
-her an, son noktadır. Sadece, an’lık olan an en
sondur çünkü gelecek bir an’dan bahsetmek
imkansızdır çünkü yaşanmamış bir şeyin
zaman diliminde yeri olamaz. Eğer gelecek
zamanı bir nokta ile gösterebilseydik geleceği
bilmiş olmaz mıydık?
-yani her an, hayatımızın son an’ı. Ama diğer
bir yandan ise değil. Çünkü geçmişteki tüm
an’lar’ımız birer son noktadır o hâlde, ve son
nokta çoğul olamaz. Tek bir son olur. Sonlar
olmaz. Sonlar çoğul ise,eğer, biz her salise ölüp
yeniden dirilmiş olurduk. Ve bir noktada ise
ölüyoruz. Ve öldüğüm nokta bizim diriliş
an’ımıza denk gelir diğer bir yandan kaldı ki,
ölünen an son an’lar’ın sonudur.
-son an’lar çok ise,ilk an neden tektir? Doğum
an’ımız tektir. Ama dediğin gibi her salise
doğuyor isek, ölümlerimiz ile doğumlarımız,
başlangıçlarımız ile bitişlerimiz bir’dir. Hepsi
yek bir vücutmuşçasına bizi kucaklar.
Başlangıçlar olmasa sonları yaşayamazdık.
Bitişler olmasa başlayamazdık. Ölmeseydik
doğamazdık. Doğmasaydık ölemezdik.
-doğmasaydık öldürmezdik, sevemezdik.
-ölmeseydik yaşamamış olurduk.
-ne de güzel bir süreç.
-ne de güzel bir son, ya da bir başlangıç.
K.Marx, A.Schopenhaüer ve B.Rüssell ü zerine bir sü re kafa yordüktan sonra
‘onur’ kelimesi saçmadır. çünkü aslında
anlamca bir yeri yoktur. onur, sadece
insanların bizden beklentilerinin
karşılanmışlığının bir yansımasıdır bizdeki. biz
onur'u yaratmayız veya biz kendimiz içimizde
onurlu olamayız. kendimiz, onura sahip
olduğumuza karar veremeyiz ya da onurlu
olduğumuza. çünkü onur bir sonuçtur. yoktan
var olamaz. bir olayın sonucu olması ise, olayın
öncellerinin karşılanmasına bağlıdır. eğer
koşullar karşılanmamışsa onur ortaya çıkamaz.
mesela bir çeviri yapmamız gerekiyor. bu çeviri
işini hem bize hem de diğer çevirmenlere
verdiler diyelim. çevirileri teslim ettik hepimiz,
ve işi veren kişi tüm çevirleri tek tek kontrol
etti. bir kişinin çevirisini diğerlerinden daha iyi
bulacaktır. ve diğerlerini -belirtmese de- kötü
bulmuş olacaktır, veya 'en iyi'yi seçecektir
kısaca. o çevirisi seçilen kişi, bunu öğrendiği
anda onurlu olacaktır. yani, kendisi çeviriyi
teslim etmeden önce 'çok iyi çevirdim ne
kadar da onurlandım!’ diye saçma veya
aptalca bir şey söyleme gereksinime girmez bu
insan. zaten tüm çevirmenler orda 'en iyi'sini
kendisi yaptığını düşünür. böyle düşünür
çünkü kimse 'kötü çevirdim’ demez.
kendisininkisinin en iyi olduğunu bilmese
zaten çeviriyi teslim etmez. kendisininkisi en
iyisi olmasa böyle bir zahmete dahi girmez.
çünkü herkes kendisi için ve kendisinde
biriciktir. herkesin yaptığı iş kendisine en iyi
gelir, ta ki birtakım insanlar bu işleri
karşılaştırana kadar. sonrasında tüm iş, bu
karşılaştırmanın sonucunun vericeği yönde
akmaya başlar. insanlar gururlanır, övünür
yaptığı işte. toplumda saygınlık görür. eğer
ileri gidecek olurlarsa onlar için sadece bir
fetişleşmeye yol açar. diğerleri ise utanırlar,
toplumdan soyut bir şekilde baskı görürler,
kınanırlar gerekirse. bu cümleler en çok siyaset
hayatına uyuyor.
ülkeyi yönetenler her daim en iyi şekilde
yönettiklerini düşünürler. kendilerini böyle
görmeleri gerekir çünkü, yoksa bir yalandan
ibaret olurlardı. millete karşı 'ülkeyi boktan
yönetiyoruz’ demezler 'en iyisini biz
yapıyoruz!’ diyebilirler. çünkü bu gururdur.
millet karşısında gururunu isteyerek yerler
altına alan kimse dünyada yaşamamıştır.
herkes beğenilmek sevdalısıdır. örneğin, bir
ülkede seçim olacak. seçime katılan tüm siyasi
partiler, seçime hazırlandıkları süreçte en iyi
partinin veya iktidara aday en iyi partinin
kendileri olduğunu düşünür. zaten bu düşünce
partide hakim değilse o partinin varlığı ile
yokluğu birdir,farksızdır. seçime yönelik
hazırladıkları beyannameler de bu yöndedir.
çünkü herkes ülkeyi en iyi kendisinin
yönetebileceğini düşünür. böyle
düşünmelerinde haksız değiller. 'en iyi'sinin
kendilerinde olduğunu öne sürmeleri kendileri
açısından en doğru olandır. lakin son sözü
seçim günü halk söyleyecektir. ben bu yazıyı
yazdıktan sonra birisi okuyunca 'iyi bir yazı’
demesini isterim. bir kere 'kötü bir yazı’
denmesini, bin kere söylenen 'iyi bir yazı'ya da
tercih ederim. çünkü insan kendisine
yediremez. insan en iyisini yaşamak ister
çünkü herkes iyisine layıktır. bir kapta temiz
su, diğerinde ise kirli bir su var ise kim gidip
kirli suyu içer? içmez. hem de kimse.
milyonlarca,milyarlarca insan içersinden kimse
kirli suyu içmez çünkü kendisini temiz suya
layık görür. kimse 'ben kirli suyu içeyim,
benden sonra gelen kişi temizi içsin’ diye bir
iyilik meleğinin savunuculuğuna soyunup iki
yüzlü bir cevap vermez. çünkü insanlar böyle
değil. herkes muhteşemler yarattığını sandığı
için. 75 milyonun önünde, öldürdüğü çocuğun
annesini yuhlatan insanlar olduğu için.
musevileri sırf 'kendisinin iyi gördüğü’ fikrinde
öldüren insanlar olduğu için.
bir insanın varlığının kendisine tehdit olarak
gören insanların korkakça köpekliği ve
yobazlığı tüm insanların sevgisine bir gün yenik
düşececeğini bilmediği için bu insanlar her
daim kendisini 'en iyi’ görür. bu görmeler son
bulacaktır. bulacağı gün er veya geç gelecektir.
hayat sonrası bir muhakeme değil, insanların
gönüllerindeki muhakemede hepsi suçlu
bulunacaktır. buna mahkumlar. insanların
kinlerinde, nefretlerinde, intikam arzularında
boğulmaya mahkum sıçanlardan farksız
olacaklar.
bu yazıda aklen bana eşlik eden karl marx,
schopenhauer ve bertrand russell'ın etkisi
paha biçilemezdir herhalde.
marx, kapitalizmin olumlu bir tarafını
gösteriyor, kapitalizm baş göstermeseydi
dünyanın bu zenginliğini göremezdik diyor,
evet doğru. ama sonrasında ise, ama bu
zenginliğin varlığı, yani bu zenginliğin olması,
onun eşit şekilde dağıtılmasına yol açmıyor ki
diyor. zenginlik var. ama sadece zenginlere
yarıyor diyor. evet öyle. herkesi doyurabilecek
gıdaya sahip olmamız, açlıktan ölen
milyonlarca insanın varlığını yadsımamıza yol
açmıyor kısaca. dünyanın en zenginleri paraya
sahip değillerdir, çünkü sahiplilik kazanılmışlık
ve hak edilmişliliktir. halbu ki bu insanlar hak
etmediler. parayı fakirlerden çalmışlardır.
zenginlerin mal varlığı, fakirlerin ceplerinden
çalınan paralardan öte bir şey değildir.
insanların zenginliğini insanlara adamalarını
istemiyoruz. zaten o zenginlik fakirlerindi.
sadece onlardan esirgediler. gereğinden fazla
parası olan insanın fakirleri doyurmaması
niyedir? bu soruya bir cevap verilemez. en
azından ussal bir cevap olamaz verilen cevap.
akıl sınırları içersinde hiç olamaz. bu soruya hiç
bir ideoloji ve kavram sığmaz. ağlayan
insanların yerlerini hiç bir süslü cümle
dolduramaz. çocukların öldürüldüğü dünyanın
yerini hiç bir güzel çiçek yeşertemez eski
hâline.
dünyadaki bu kanı hiç bir para silemez. bu
gönüllerdeki nefret hiç bir sevgiyle kapanmaz.
bu kadar yanlışı hiç bir doğru nötrleyemez. bu
kadar 'keşke'yi hiç bir 'ama’ cevaplayamaz.
sanırım anlamıyorlar. anlamayacaklar da. sen
anlıyor musun? anlıyor gibisin.
bir sü re dü şü ndü kten sonra
-her şeyi unutabileceğin bir yer olsun ister
miydin?
-ne gibi?
-bir yer gibi. mekanımsı. bir boşluğumsuluk.
-tanrıvari birisi olmaz mıydım o vakit?
-neden öyle olasınmış?
-çünkü sadece tanrılar o denli kendiliklerinde
olabilirler. biz ise, olamayız.
-neden olamazmışız? bizim eksiğimiz ne
onlardan?
-biz bu tür hayata bağlıyız. acılara bağlıyız.
sabah alarmlarına bağlıyız. çünkü biz buyuz.
-tanrılar yalnızlar mı peki? onların sabah
alarmları, veya gidecekleri birer masa işi işleri
yok mudur?
-olsaydı, tanrı demezdik herhalde onlara. onlar
dev-yalnızlık-abidesidirler.
-ama ben de hissetmek istiyorum. o boşluğu.
dinginliği. bir kez dahi olsa da!
-mümkünatı yok. sen hiç bir zaman senden
ibaret olamayacaksın. beynin hep senden bir
adım ötesini düşünüyor olacak.
-ama,bu hayat üzerinde,kendi hayatım
üzerinde bir tür kontrolüm olduğunu
varsayardım. öyle denirdi, kendimizi iyi
hissetirmek adına.
-yalandan ötesi değil. yalandan azı da değil.
hayatın üzerinde istencin olmadığını inkar
etmeyerek yenilgiyi reddetmediğin
söylenemez.
-kontrol hiç bende olamadıysa, kimde?
-aklını en çok dolduranlarda. bir çoğu gereksiz
olanlarda.
-aklımdan çıkmayan ve çıkmayacak olan o
lanet olasıcılar hiç var olmamış olsaydı ne
olurdu peki?
-onların yerlerini başkaları doldurmaz mıydı?
-ya dünyada hiç birisiyle tanışmamış birisi
olsaydım?
-o zaman da aklının varlığını fark etmezdin
herhalde.
-hayvanlar olmaz mıydı dostum? leş kötülük
içersinde yaşamaktansa, temiz,saf bir duruluk
içinde yaşardım.
-hayvanlar da sana saldırabilirdi, düşman
kesilebilirdi. önemli olan nokta türü değil ki!
-sanki şimdiden çok farkı olurmuş gibi! tüm
insanlar bize düşman iken hem de. bir ceylanız
kaplan sürüleri içersinde.
-öyleyiz. hem de ne güzel ceylanlarız değil mi?
-hepsi bizi ister afiyetle yemek. ama onlara bu
şansı tanımayacağız. onlar, otların içersinde
sinsi sinsi bizi izler iken,takip eder iken, onların
varlığını unutmayacağız.
-alçaklara geçit vermeyeceğiz. hep yapmak
istediğimiz bu değil miydi?
-evet. ama sanki yaşlanan bir ceylan gibi
hissediyorum. bir gün ölüp gidicem, ve leşimin
üzerine üşüşen kaplan sürüsü benim
sinirlerime kadar parçalayana kadar yiyecekler
-en kaçınılmazı bu. emin ol ki bu. ama senin
ölümün üzerinden sonra, senin bir istencin
olmayacak ki. sen olmayacaksın. sadece
bedenin olmuş olacak. var olmayı sürdürecek.
kısa bir süreliğine de olsa. parçalanana veya
bakteriler tarafından sindiriline kadar.
-ve bedenim gidince. bir hayalet olacağım.
boşluk olacağım.
-kendini bile bilmemiş olacaksın.
-bir ceylan olduğumu bile unutacağım.
meralarda sekerek koştuğumu bile. ah ne de
acı şey,ölüm!
-ölümün acılığı değil seni sıkan. sadece
insanları önemsiyorsun. kafana ne diye
takıyorsun?
-insanları mı? niyeymiş?
-insanların seni nasıl hatırlayacağını merak
ediyorsun da ondan.
-güzel hatırlanmak neden istemeyeyim?
-öldüğünde kendiliğini yitirmiş olacaksın.
hayata gelmeden önce ne isen, o olacaksın. bir
hiç'ten öte değil. bu durumda senin nasıl
hatırlandığının ne önemi var senin için?
-ahirete inanabilirdim. eğer bir dindar
olsaydım. eğer bir at gözlüklü olsaydım. ama
gerçeklere aşığım. ve sanırım bu aşkımdan
tiksiniyorum. ya da tiksinmiyorum. sadece…
bilmiyorum.
-öldüğünde bu dünyada maddesel olarak var
olan tek şey bedenin olacak.
-ruha inanmadığımı da biliyorsun.
-evet.
-bu çok garip. çünkü, yaşamın kendisi,
değersizlikler bütünü değerliliği gibi. sanki,
yaşamın kendisi sadece bir eğlence gibi.
tanımlayamıyorum bile.
-anlatmaya çalıştığın şey, hatırlamayacağımız
ile ilgili mi?
-evet. gariptir ki, yaşamın ne olduğunu, kim
olduğumuzu, daha da öte, yaşam'ın kelime
anlamını veya dünyayı,evreni, hiç bilmemiş
gibi olacağız. ‘ölü’ kelimesi değil demek
istediğim. sadece 'boşluk'ta olacağız, bi’ nevi.
-ama yaşamayan bir cisim olarak. çünkü tüm
canlılık bedenimizde. bedensiz birer hiçliğiz.
bilince dahi sahip olamayız. bu bağlamda
'ceset'lerin bir değeri bile yok. çünkü içinde
'kişilik’ yok. bir un çuvalına dönüşüyorlar,
görevlerini tamamladıklarında.
-her daim ölümü tahmin etmeye çalışmıştım.
nasıl olacağını. ne olacağımızı.
-nasıl olacakmışız?
-bir dindar olarak cevap vermem gerekirse,
cennette yaylalarda sekerek koşan iki güzel,
genç ceylan olacağız.
bir yatak olarak tabüt
-bazen düşünüyorum da. ne kadar da
birbirimizi tanımıyoruz.
-oysa ki biz hep bir BİR'dik. bir'iz. bir olacağız.
-ama aramızdaki milyonlarca kilometrelik o
görünmez ve soyut uzaklığı öylesine yok
etmek isterdim ki.
-aynı bedende yaşasak da, bu imkansız. çünkü
sen birisin, ben de birisiyim. ve asla beni
hissedemeyeceksin.
-nedenmiş o?
-çünkü hiç kimse kendini bu denli bir başkasına
açamaz da ondan. sen dahil. bir insanla
hayatını birleştirmek istesen bile bunu göze
alırsın.
-ama hala ‘NEDEN'ini söylemedin.
-kendimi tamamen açmaya çalışsam, kendim
olmayı sürdürmezdim.
-yani sen, sensin, çünkü diğer insanların seni
tanımadığı gibi birisisin.
-herkes birer iki yüzlüdür. sana karşı akıllı
görünsem de bir aptalım azizim. hem de ne
aptal! tüm o diyaloglarımızı unut. aklından sil.
-neden böyle söylüyorsun? böyle olma.
-ya nasıl olayım? senin istediğin gibi mi
davranayım? ben ben değilken benliğimi
kaybedersem ne yaparım? yarını yaşamak için
elimde ne kalır sanıyorsun? HİÇ. bir hiç'lik
kalır. ağlıyorum. gözlerimden yaşlar akıyor
geceleri. çünkü yarın sabaha yaşamak için bir
sebep istiyorum. bir amaç. göğsümden
ayaklarıma doğru aşağı bir soğukluk esiyor.
kaynıyor bedenim buzullar içersinde
penguenlerle birlikteymişçesine Sahra
Çölü'nde yanıyorum bir develerle büyük
hörgüçlerine elimi yaslıyorum.
-benim dilediğim gibi ol demiyorum. ama
gerçekten bana yansıttığın şey, gerçek sen
değilsen. kimsin? bir yalanı mı yaşadık yıllarca?
yıllar yılı bir yalancı ile mi konuşadurdum? bir
yalancı ile mi aynı bedeni paylaştım?
-tabi ki de kendime bir 'yalancı’ demiyorum.
ama gerçekten her aklımdaki minik bir
parçacık hâlindeki düşünceyi ve hissi ve
duyguları sana anlatacağımı mı düşündüm?
-ya ne düşünecektim. biz birbirimize aitiz
sandım. biz birbirimizden oluşuyoruz ve bir
anlam ifade ediyoruz birbirimize sandım.
birlikte bu dünyaya karşı koyuyoruz sandım.
konuşurken, sevişirken, öpüşürken.
-öyle. biz bir'iz. ben sensiz hayatta
kalamazdım, ama demeye çalıştığımı da
anlamaya çalış. bana hak vermiyor musun?
senin bana açıklamadığın şeyler yok mu?
elbette vardır. olmalı.
-ama ben bunu karşımdakine bir yabancı
edasıyla söylemezdim. içimde tutardım. gizli
kilitli bir kasada tutarcasına saklardım.
-yani sen benim duymak istediklerimi mi
söylüyorsun yalnızca? bu muydu bizim
sevgidaşlığımız? evet sevgidaşlık. sevgililik
değil.
-sadece duymak istediklerini düşmanların
söyler. bunu sen söylemiştin. yalnız
düşmanların seni incitemez çünkü
söyledikleriyle. çünkü onlar böyle olmak adına
düşmandırlar, ya dostlar? onlar böyle değildir.
dostlar söylenmemesi gerekeni söyleyenlerdir.
çünkü en çok onlar acıtır, düşmanlar değil,
dostlar acıtır. yakar seni. en çok onlar yaralar
da ondan. duymak ve bilmek istemediklerini
söyleyebilirler çünkü. bizi en çok üzen sözler
de dostlarımızdan gelir,düşmanlarımızdan
değil. çünkü insan bir kale gibidir. kalenin
kapılarını dostlarına açar ve davet eder içeri.
ama düşmanlar dışarıdadır. kalenin kalınca ve
yüksekçe duvarları arkasında. bu durumda en
çok zararı kim verebilir? evet doğru tahmin
ettin, dostların. ve sevgidaşların. çünkü en çok
onlara tahammül edebilirsin ve hoşgörüyle
yaklaşabilirsin. güven seni yıkar. yenilgiye
uğratır. hiç beklemediğin bir anda saldırıya
geçerler. işte bu yüzden birbirimize aitiz.
-sanırım, bunları söyleyerek ne denli yaralayıcı
ve tahrip edici bir 'DOST’ olduğunu tekrar
hatırlattın bana. benim, oysa ki, ne duvarlarım
ne de kalem vardı. bir göçebe sanırdım
kendimi. bir çadıra sahiptim, belki de. seninle
oradan oraya konar göçeriz sanmıştım. seni
sevmiştim. çünkü bu dünyadaki diğer tüm
organizmalara karşı savaşmayı göze almıştım.
dudaklarından bir öpücük alabilmek için
milyonlarcasını öldürmeyi kabul edercesine.
diğer herkes aramızda kalınca bir duvar
sanıyordum. ikimiz birbirimizden apayrı
yaşayan düşman devletleriz sanmıştım. ve
aramıza girmeye çalışanlar. yek bir vücudun
sevgisinden korkanlar. seni sanırım bu denli
sevdim. bir daha hiç ayrılmamacasına. ölesiye.
sonsuzluğa kadar. tabuta girene kadar.
-demek ki bunların da derininde daha nice
söyleyemediklerin yatıyor. yüzlerce metreler
derinlikte bir okyanustaki eski gemi kalıntıları
gibi bir kalbe sahipsin değil mi? ulaşılamayacak
derinlikteki o kalıntılar… ya ben? ben de mi
ulaşamayacağım oraya?
-madem ki sen dedin, sadece dostların seni
üzer diye, cevabımı veriyorum o hâlde, evet
sen dahi ulaşamazsın o gemi yığınlarına.
kimsenin ne sevgisi ne de güveni yetersiz kalır
oraya ermeye .bazen ben dahi o denli derin
dalmak istemiyorum vicdanıma bir
dalgıçmışçasına. ağlıyorum. bu gözyaşları
çünkü hissetmemesi, düşünmemesi gereken
şeyleri istiyor gibi geliyor. kirli bir vicdan ile
yaşamak ne denli zordur bilir misin? seni ne
kadar çok şu göğsüme bastırmak istiyorum ve
koklamak istiyorum biliyor musun? geceleri
senden nefret ettiğim için sabaha
uyanabiliyorum. ertesi gece daha fazla nefret
etme amacıyla. çünkü yaşayacağım bir günü
dahi bir ereğe dayalı tutmak istiyorum.
kendimi o denli unutuyorum ki bazen.
ellerimizi birbirine dikmek istiyorum. hiç
kopmayalım diye. ayrılmayalım diye. ayrılıklar
bize göre olmasın diye. vedalaşmalar bize ters
olsun diye. el sallamalardan uzak olalım diye.
-en başından beri sevmedim böyle
konuşmalarını. sevemedim bir türlü. belki
geçer dedim. geçmedi. işte şimdi de. aynısısın.
en başta nefret ettiğim kişisin. bir kişi dahi
değilsin belki de. beni bedeninden silkip atmak
isteyen bir şey'sin sadece. ben de seni, yarın
daha fazla seveyim diye uykuya dalarım. yarın
daha güzel sevebileyeyim diye. bir günü daha
yaşamak adına anlamlı kılabileyim diye.
hayatımın her gününü üzüntü kaplamasın,
gülelim diye. kötülüklere göğüs gerebilelim
diye. düştüysek eğer, yarın bir daha ayağa
kalkabilelim diye. yarın da düşersek, sırf ayağa
kalkabilme umuduyla yaşayalım diye. bir günü
daha yaşamış olmak için yaşayalım diye.
hayatta kalalım diye. tüm nefrete, kine,
intikam alıcılara, kan sömürücülere,
istismarcılara, vicdansızlara karşı savaşalım
diye.
-ne de zıttız. ne de birbirimize aitiz. var olmaya
birlikte olduğumuz günden itibaren
başladığımızı söylemiştin bana. ne de güzel bir
cümleydi. sulugözlü yapıp ağlatmıştın beni.
-daha dün gibi halbu ki.
ihtimaller
sanki belli bir ‘hayat seviyem’ varmış gibi
geliyor. belirli bir çıtada yaşamak gibi. ama o
çıtanın da giderek düştüğünü görüyorum
günden güne. her gün yaşanan şeyin 'düzenli’
hâle gelmesi gibi. rutin gelir artık o şey. çünkü
'normal’ olarak tanımlanan şey olmuştur o.
işte benim de günden güne kötüleşen boktan
günlerim belirli bir 'normalleşme’ aşamasına
girmiş bulundu, en azından benim için. yirmi
dört saat nefes alarak geçirdiğimiz o leş, saçma
günlerden bahsediyorum. ne için yaşadığımızın
cevabı yok. ne için yaşamayacak olacağımızın
da yok. böyle soruları kimse sevmez. çünkü
herkes 'ortalama biri’ olmak peşindedir. kimse
ortalamalardan sapmak da istemez. sapmalar
dikkat çeker. dikkatleri üstüne çekmeyi kimse
istemez. ortalama bir memur olup her 5
senede bir terfi isterler. çünkü ortalama bir
normal olmak isterler. işler tıkırında olsun.
insanlar mortgage kredileri yüzünden intihar
ededursun, onlar ise 5er yıllık ikramiyelerini
aladursun isterler. banka her zaman kazançlı
çıkar. insanlar ölüyorsa ne olmuş? yarın daha
fazlası doğacak işte! neyin tasası yapılsın ki?
ölmüşse ölmüştür. geçip gitmiştir. kimse yarını
düşünmez. yarın belirsizdir. gereksizdir
düşünmek bile. günü kurtaralım, ceplerimiz
dolsun kâfi be hancı. neyi dert edeceğiz? her
şey lehimize işliyorken.
ne için yaşıyoruz? evlenip, ev sahibi olup lanet
dünyaya çocuklar yetiştirelim diye. sevdiğimiz
insan ile aynı kanımızdan olan birileri doğsun
diye. ne anlam ifade ediyor bunlar? etmiyor.
etmediği gibi ettiğini sanıyorlar. zorlama
şekilde ifade ediyordur belki de onlar için.
ortalama olmak için çabalayanlar 'ifade
etmenin’ ne demek olduğunu bile bilmez.
sadece öyle olması için öyledir onlar için. Ah
ne de boktan bir dünya. gerçekten şuan
olduğu gibi yaşamamız gerektiğini kim
söylüyor? ne diye günde 8 saat masabaşı iş
yapacakmışım ki? kim koyuyor bu kuralları?
tanrı mı? azizim ben bir ateistim. tanrından
benim neyime? ah demek ki o kadar kolay
değil tanrını reddetmek. senin tanrın ne diyor?
ne öğütlüyor? senin inancını saygılı bir şekilde
reddeden insanlara acı çektirip öldürmeni mi?
doğrusu hayatın bir anlamı olması gerekseydi,
bir anlam ifade eden son şey senin şu boş
ağızlı pezevenk kılıklı tanrının lafları olurdu.
bana gerçekten gökte veya uzayın
derinliklerinde boşlukta asılı duran bir
kocaman bir cismani bir varlığa inandığını mı
söylüyorsun? şu cümle bile böyle bir şeye
inanılmasını imkansız kılıyor. sana söylüyorum,
hayatının kontrolüne sahip olmadığını
düşünmen için kendi çapında soyut devlere
inanman gerekmiyor. açıkca söyle 'hayatımın
kontrolüne sahip değilim’. bunu söylemeye
dilin varsaydı bir tanrının varlığına inandığını
iddia etmezdin. bir kaçış yolu bulmakta
üstünüze yok doğrusu! bir şey olmadı mı, yeni
bir bahane uydur! uydur uydur nereye kadar
azizim? bahaneleri geçiniz, pratikte bir şeylere
gelin.ne diye senden nefret ettiğimi hâlâ
anlamadın mı? şu ipesapa gelmez
fikirlerinden.
ve bu dünya, bir başka dünyanın, o da bir
başka dünyanın, o da bir diğerinin paraleli
olsaydı sence bizim de bir paralel dünyamız
olur muydu? ve bunun farkında olmamız
aslında paralel bir dünyada olmadığımı
göstermez mi? ya da hepsi başlı başına bir
saçmalıktan mı ibaret denmeli? ah, öyle olsun.
saat sabah beşi bir geçe pek akılkârı
düşünemiyorum ama olsun. boş konuşmak bir
hobi olmalı benim için. sadece gözlerim
doluyor. niye mi? birazdan yatağıma gidip. hiç
bir şey yaşamamış gibi uyumaya çalışacağım
için. üzülüyorum. anlamıyorsun ama bunu. ne
denli kahrolduğumu. kendimi sevmediğimi.
ayna karşısında ne görüyorum biliyor musun?
dirilmiş bir ölü. çatalımın ucunda bezelye
taneleri yerine kin,öfke,nefret,intikam var
sanki. ve tadı tam da bezelye gibi geliyor.
beyinimi o denli boşaltasım geliyor ki,
boşluktan başka bir şey düşünmek
istemiyorum. tüm düşünmeler sanki çıkmaz bir
yola gidiyor gibi. bir sarmal örgü gibi. başladığı
yere varan bir halka gibi bu düşünceler.
ereksiyon olup, boşaldıktan sonra tekrar
ereksiyon olmak gibi. yani sonu olmayan ama
sonlu gibi görünen bir döngüdeyim.
sabaha karşı bu cümleler de bir anlam ifade
etmekten hayli bir uzak. bana kızıyor musun
böyle konuşuyorum diye? sanki içten içe beni
sevmiyorsun. seversin belki de. belki biraz
daha anlamsız kelimeler peş peşe gelirse
cümlelerimde. ama asıl noktayı kaçırıyorsun.
şu yatakta, ikimiz, sadece ikimiz olabilseydik,
her şey daha farklı olabilirdi. bu olamaz mı?
birbirimizden bu denli uzağız mı? bir iyi
geceler sarılması verirdik birbirimize.
öpüşürdük uyuyana dek. kirpiklerimiz
kıpırdamayana kadar. soluk alıvermelerimiz
derinleşene kadar. rüyalara dalana kadar.
hayaller.