Upload
others
View
4
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
OSMANLI ESERLERİNİN İZİNDE
YUNANİSTAN
Prof. Dr. Recep MESUT
Edirneli tarihseverlerden gönüllü bir grup, dört yıldır Balkan ülkelerini dolaşarak,
ecdadımızdan kalan eserleri yerinde görebilmek için turistik geziler düzenlemektedir. Aynı
zamanda Balkan ülkelerinin bugünkü durumu ile yüzleşmek, tarihi ve doğal güzelliklerine
şahit olabilmek, farklı kültürlerini tanımak da amaçlarımız arasındadır. Bu ülkelere en yakın
karayolu çıkış noktası olan Edirne bize olağanüstü fırsatlar ve kolaylıklar sağlamaktadır. İlke
olarak Sultan 1. Murad’ın, Edirne fethinden sonra Rumeli topraklarında ilerleyiş için
yönlendirdiği üç ana kol (sağ kol, orta kol ve sol kol) istikametindeki güzergâhlar seçilmiştir:
2013 yılında “sağ kol”da Karadeniz ile Tuna Nehri arasında kuzeye gidilerek
Bulgaristan ve Romanya’daki şehirler ziyaret edildi, Babadağ’daki Sarı Saltuk Türbesine
kadar ulaşıldı.
2014 yılında “orta kol”da, daha iddialı ve uzun bir güzergâh ile Sofya-Belgrad-
Budapeşte görüldü, Macaristan’da Mohaç, Peç, Zigetvar ve Eger (Eğri) ziyaret edildi. Dönüş
Batı Romanya’nın Varad-Arad-Temeşvar bölgelerinden ve Batı Bulgaristan’ın Vidin ve
Plevne şehirlerinden gerçekleştirildi.
2015 yılında “sol kol”da Yunanistan kuzeyinden ve Makedonya Cumhuriyetinden
geçilerek Arnavutluk’ta Adriyatik kıyılarına ulaşıldı. Buradan kuzeye çıkılarak Karadağ,
Hırvatsitan (Dubrovnik), sonra Kosova, Makedonya ve Bulgaristan üzerinden Edirne’ye
dönüldü.
2016 yılı programımızda “sol kol”un güney istikameti, yani günümüzde sadece
Yunanistan’a ait olan ve Balkan Yarımadasının ucuna (Mora dahil) kadar ulaşan son derece
ilginç bir güzergâh bulunmaktaydı.
Sadece otobüsle seyahat edilen ve karayolundan gerçekleştirilen gezilerimiz genellikle
bir hafta süreli (6 gece 7 gün) ve gidiş-dönüşleri farklı yollardan olan “tur” şeklindedir.
Gündüzleri hareket edilir ve çevre coğrafyası görülerek anlatılır, önemli şehirlerde mola
verilir (özellikle Osmanlı eserleri tercih edilir). Geceleri daima konforlu hotellerde istirahat
edilir. Yılda bir defa düzenlenen bu turların zamanlaması Nisan sonu – Mayıs başı olur.
YUNANİSTAN Balkan Yarımadasının güney kesimini kaplayan orta büyüklükte bir
devlettir. Kendileri ülkelerini HELLAS (EΛΛΑΣ) diye adlandırırlar, fakat Avrupalıların
çoğunluğu “Grek” [GREECE / GRÈCE / GRİECHENLAND; Slav ülkeleri Gretsia veya
Gırtsiya) derler. Bu adlandırma Roma İmparatorluğu dönemindeki Latince “Grecia” adından
türetilmiştir (Romalıların taktığı bir lâkaptır, çünkü dillerinde “g”,”r”,”k” ünsüz sesleri,
Latinceye göre, fazladır).
Sadece biz Türkler “Yunan”, “Yunanca” ve “Yunanistan” demekteyiz. Bu da galat bir
kelimedir, çünkü Batı Anadolu’daki Hıristiyanlara sorulduğunda kendilerinin İyonyalı
anlamında “İonian” [Türkçe telâffuzu “yunan” olmuş] olduğunu söylemişler. Aslında “İon”lar
kadim Greklerin sadece bir kabileler kolu imiş ve bu kol Anadolu’ya göç ederek sahil
şeridine, yani “İonia”ya yerleşmiş (aynı adı taşıyan deniz ise Yunanistan’ın batısındadır!).
Müslüman Araplar ise “Doğu Roma İmparatorluğu”nda hakim unsur olan Greklere
“Romalı” anlamında “Rum”, topraklarına “diyar-ı Rum” (Araplara göre Anadolu, bk.
Mevlâna Celâleddin Rumî) ve dillerine “lisan-ı Rum” demişler [Çok sonraları, kolaylık olsun
diye Avrupalı tarihçiler bu imparatorluğa kısaca “Bizans” demeye başlamışlar, fakat söz
konusu Grekler sonuna kadar kendilerine “Romei” yani Romalılar demeyi sürdürmüşlerdir].
Biz Türkler de bu adlandırmayı Araplardan naklederek “Rum”(Urum), “Rumeli” (Urumeli)
[fakat Avrupa toprakları için] ve dillerine “Rumca” demişiz. Bugün bu kavramla Kıbrıs
Rumlarını kastederiz, Balkanlar’dakilere “Yunan” veya “Yunanlı” deriz (1821’den sonra).
Yunanistan 1952’de NATO’ya üye oldu (Türkiye ile birlikte), Kıbrıs Harekâtından
sonra 1974’te küstü ve çekildi, 1980’de (12 Eylül Askeri Darbesinden sonra) geri döndü.
Hemen 1981’de AB’ye (Avrupa Birliğine) alındı, 2001’de “Euro”ya geçti ve “Schengen”
bölgesine dahil edildi. 2010 yılında başlayan mali krizden hala çıkmış değil, fakat borçlarının
bir kısmı affedildi, diğerleri ertelendi ve kemer sıkma politikası uygulamaktadır. Ülkenin
trafik kodu “GR”, telefon kodu +30, para birimi “Euro”, kişi başı milli gelir 21,648 dolardır.
Parlamenter cumhuriyet şeklinde idare edilmektedir (cumhurbaşkanı Prokopis Pavlopulos,
başbakan Alexis Çipras).
Yüzölçümü ve nüfusu Bugünkü Yunanistan’ın yüzölçümü 132,000 km2 (Türkiye’nin 1/6’sı kadar) ve nüfusu
da 11 milyon (Türkiye’nin 1/7’si) kadardır. Ülke dışına çok göç vermiş olduğundan,
Amerika’dan Avustralya’ya kadar geniş bir “diaspora”sı vardır. Nüfusun etnik çeşitliliğini sır
gibi saklarlar (sadece 1923 Lozan Antlaşmasında yazılmış olduğu gibi Batı Trakyalılara din
hanesinde “Yunan Müslümanları” derler). Hiçbir Yunanistan istatistiğinde “etnik azınlık”
kavramı gösterilmez, herkes “Yunan vatandaşı”dır (ne Türk, ne Bulgar, ne Arnavut, ne
Makedon varlığını kabul etmezler). Bunu inatla 200 yıldır sürdürmüşler, ana dilleri farklı olan
Arnavut, Makedon, Ulah gibi Ortodoks Hıristiyanları asimile etmişlerdir (bütün okullar ve
kilise ayinleri Yunancadır, resmi kurumlarda sadece Yunanca konuşulur). Fakat “din”
hanesindeki çeşitliliği yansıtırlar, çünkü az da olsa Katolik, Protestan, Musevi ve tabi ki
Müslüman olduğunu kabul ederler.
Nüfus iki büyük şehirde (Atina ve Selânik’te) toplanmıştır. Diğer 4 şehir de ancak 100
bin ile 200 bin arasındadır, 10 şehir 50 bin ile 100 bin arasında, geri kalanlar nispeten küçük
kasabalardır.
1) Atina – 720,000.- (Büyükşehir 3,737,000.-, başkent)
2) Selanik - 348,000.- (Büyükşehir 1,110,000.-, Makedonya bölgesinin başşehri)
3) Piraeus (Pire) – 170,000.- (Atina ile birleşmiş olmasına rağmen ayrı idari birimdir)
4) Patras - 164,000.- (Mora Yarımadasının en büyük şehri, Balyabadra)
5) Heraklion - 140,000.- (Girit Adasının en büyük şehri, Kandiye)
6) Larissa - 130,000.- (Tesalya bölgesinin en büyük şehri, Yenişehir)
Volos (85 bin), Yanya (65 bin), Kavala (59 bin), Rodos (58 bin), Serez (56 bin),
Alexandroupoli (55 bin), Hanya (55 bin), Katerini (54 bin), Kalamata (52 bin), Trikala (50
bin)
Coğrafya
Topraklarının % 80’i dağlık sayılır, tarıma elverişli ovalar kuzeydedir (Vardar Ovası,
Ustruma Ovası, Gümülcine Ovası, Tesalya Ovası gibi). Dağların arasında vadiler ve bazı
küçük düzlükler de bulunur. Nehirleri kısa ve düzensiz akışlı olup, çok sayıda barajlar
yapmışlardır. Doğal gölleri de vardır, başlıcaları kuzeydedir. Dağların belkemiğini kuzeyden
güneye uzanan “Pindus” Dağ sistemi oluşturur. Aşılması zor olan bu dağ dizisi Batı
Yunanistan’ı (1/3 kısım) Doğu Yunanistan (2/3 kısım) topraklarından ayırır. Çok sayıda 2000
m’nin üzerinde zirveleri vardır (fakat kayak merkezleri ünlü değildir, mevsim kısadır), ancak
3000 m’nin üzerine çıkan zirveleri yoktur. En yüksek olan ve mitolojide “tanrıların evi”
sayılan Olimpus (Olympos) Dağı 2917 m olup Balkan Yarımadasının ikinci yüksek zirvesidir,
fakat denizden pek haşmetli görünür.
Kıyılar son derece girintili çıkıntılı olduğu için koylar, körfezler ve yarımadalar boldur
(Norveç gibi). Kıyı şeridi toplam 13,676 km uzunluğundadır.
Selânik batısında kalan “Halkidiki” Yarımadasının üç uzantısı vardır: Kassandra;
Sithonia ve Aghio Oros (Aynaroz). En doğuda yer alan ve çok dağlık (Mont Athos 2033 m)
olan Aynaroz özerk erkek manastırları bölgesidir ve kadınların bölgeye girmesi yasaktır.
Güney Yunanistan da sayılan “Pelopones” (Peloponissos) Yarımadası da çok dağlıktır
ve üç güney uzantı (Maleas burnu, Taynaron burnu ve Akritas burnu) ile sonlanır. 1204
yılında Bizans başkenti Konstantinopolis’i işgal eden Batı Avrupalı katolik Haçlılar
(Dördüncü Haçlı Seferi), burada “Latin İmparatorluğu”nu kurmuşlar ve geri kalan toprakların
çoğunu da asilzadeler arasında üleştirmişlerdi. Venedik’in payına adalar ve liman şehirleri
düşmüş (artı Edirne’yi de almışlar), Pelopones’e ise Frenkler yerleşmiş (Osmanlıların gelişine
kadar 250-300 yıl buraya hükmetmişler ve Ortodoks olan yerlilere zulüm etmişlerdir).
Frenkler bu yarımada topraklarına “Morea” (Fr: Morée) dedikleri için Osmanlılar da “Mora”
deyimini benimsemişlerdir.
Denizler: Yunan ana karasının (Sterea Ellada) doğusunda Ege Denizi (Egeo Pelagos,
Adalar Denizi) bulunur. Bunun kuzey kısmına Trakya Denizi (Thrakiko Pelagos), güney
kısmına Girit Denizi (Kritiko Pelagos) derler. Ana karanın batısında İyon Denizi (Ionio
Pelagos) yer alır. Girit’in güneyinde kalan bölüme ise Libya (yani Afrika) Denizi (Liviko
Pelagos) derler.
Adalar: 1400 civarında ada olduğu söylense de, bunların ancak 237’sinde insan
yaşayabilir (tatlı su bulunur), diğerleri kayalıklar sayılır. Çoğunluğu Ege Denizi’ndedir ve
“Archipelagos” olarak bilinirler:
Trakya adaları: Thasos (Taşoz) ve Samothraki (Semadirek);
Sporad adaları (Sporades, bunlar Tesalya kıyılarına yakındır);
Kiklad adaları (Cyclades: başta Naksos, Paros, Mikonos, Santorini, v.d.);
Oniki adalar [Dodekanese: başta Rodos, Kos (İstanköy),v.d.];
Kuzey Ege Adaları [Lemnos (Limni); Lesbos (Midilli); Hios (Sakız); Samos (Sisam)]
Batı kıyılarında da “İyon Adaları = Yedi Ada” bulunur [Kerkyra (Korfu); Paxi
(Paksu); Lefkada (Ayamavra); İthaki; Kefalonia (Kefalonya); Zakinthos (Zanta); güney
ucunda Kithira (Cerigo, Çuha adası)].
En büyük ada Girit (Kriti) adasıdır (8336 km2), sonra 2.Evia=Euboea (Eğriboz, 3670
km2), 3.Lesbos (Midilli, 1633 km2), 4.Rhodos (Rodos, 1400 km2) ve 5.Chios (Sakız, 842 km2)
gelir.
Bazı büyük adalar kıyıya çok yakındır ve ana karaya köprü ile bağlanmışlardır [Doğu
kıyılarında “Evia” (Eğriboz/Ağrıboz, Negroponte); Batı kıyılarında da Levkas (Ayamavra)
adası].
Ulaşım
Dağlık ülke olmasına rağmen, AB (Avrupa Birliği)’nin altyapıya verdiği büyük
katkıları sayesinde karayolları standartı yüksektir. İki otoban tamamlanmıştır: A1 (kuzey-
güney, Belgrad-Atina) ve A2 (doğu-batı, İpsala-Kipi-İgoumenitsa; buna Roma döneminden
kalma “Egnatia Odos” adını vermişlerdir). Bu iki otoban “Selânik çevre yolu” batısında
bağlantı kurarlar. A7 otobanı ise Mora Yarımadasını kateder (Korinthos-Kalamata). Avrupa
ulaşım haritasına giren karayollarını “E” (European) şeklinde belirtirler. İl merkezlerini
bağlayan üçüncü derece yollar “EO” (Ethniki Odos) olarak bilinirler.
Demiryolları eski önemini yitirmiştir. Osmanlı’dan 1912’de devraldıkları İstanbul-
Selânik, Selânik-Skopje (Üsküp) ve Selânik-Bitola (Manastır) hatlarından başka, kendileri de
Orta ve Güney Yunanistan’da ana ulaşım tren yolları inşa etmişlerdir.
Deniz ulaşımı çok gelişmiştir. Kendi adalarına muntazam feribot ve yolcu seferleri
dışında, denizden İtalya’ya tarifeli seferleri vardır. Dünyanın en büyük ticaret filolarından
birine sahiptirler. Komforlu yolcu gemileri turistlerin hizmetindedir.
Havayolu ulaşımı da son yıllarda fevkalâde gelişmiş ve Avrupa’nın en turistik
ülkelerinden olmuşlardır.
-1881-1893 arası Mora Yarımadasına geçişi sağlayan Korint kıstağında derin bir
kanal, “Korint Kanalı” (6.4 km uzunluğunda, 21.3 m genişliğinde) kazarak Ege Denizini İyon
Denizine bağlamışlardır.
-2002 yılında da Arta (Ambrakia) Körfezinin girişine “Aktio-Preveza Denizaltı
Tuneli”yle (1570 m uzunluk) Batı kıyı yolunu kısaltmışlardır.
-1998-2003 arası Patras Körfezi üzerinden inşa edilen ve 7.08.2004 yılında açılan
“Rio-Antirio Denizüstü Köprüsü” (2880 m uzunluk, 28 m genişlik) Batı Yunanistanı kateden
karayolunu kolaylaştırmıştır.
İdari taksimat
“2011 Kallikratis” idari düzenlemesiyle bugünkü Yunanistan 7 “desantralize” yönetim
birimine, 13 bölgeye (periféria), 325 belediyeye (municipalities) ve 1 özerk ruhanî birime
(state) [M. Athos] ayrılmıştır. Örneğin bize komşu olan Trakya (Evros, Rodopi, Xanthi) Doğu
Makedonya (Drama, Kavala, Tassos) ile birleştirilerek “Trakya-Doğu Makedonya”
desantralize yönetimini oluşturmuştur. Böylelikle eskiden 13 olan bölgeler 7 genişletilmiş
birimde daha güçlü planlama ve ekonomik kalkınma imkânına kavuşmuştur.
Tarih
Antik Yunanistan (Ellada), dağlar tarafından parçalanmış ve korunaklı koylara açılan
çok sayıda ufak ufak devletçiklerden ibaret imiş (zaten bu coğrafya onları deniz ulaşımına
mecbur etmiş, fakat kara topraklarını tek bir devlet çatısı altında birleştirememişler). Bu
devletçiklere “kent-devlet” (polis) denmiş ve birbirleriyle sürekli mücadele etmişler [Atina,
Sparta, Tiva (Thebai), Megara, Korint, v.d.]
Mitolojik Yunanistan kuzeyde Olimpus Dağı ile bitermiş. Onun ötesinde “barbar”
(varvar) dedikleri komşu kabilelerin toprakları uzanırmış: doğuda Trak kabileleri (Thrace,
Thrakia); en batıda İllir kabileleri (İllyria, bugün Arnavutluk). M.Ö. 7. yüzyıldan sonra
yukarıdakilerin arasındaki topraklara Makedon kabileleri yerleşmişler ve güçlü “Macedonia”
Krallığını kurmuşlar (Traklar ve İllir’ler böyle tek bir güçlü krallık kuramamışlar).
Makedonya Krallığı güneydeki tüm “Hellen” devletçiklerini silâh üstünlüğüyle
egemenliği altına almış (Kral 2. Filippos ve oğlu “Büyük” İskender = 3.Alexander zamanında,
M.Ö. 335). Bu sayede Yunan devletleri tek çatı altında “mecburen” birleşmişler (fakat
Makedonlar Yunan dilini ve kültürünü benimsemişler, Asya-Afrika fetihleriyle bu dili ve
kültürü Doğu’ya yaymışlar, yani Doğu’yu “hellenleştirmişler”). 200 yıl sonra Makedonya
Krallığını yenen ve işgal eden Roma Cumhuriyeti otomatik olarak tarihi Yunan
devletçiklerin topraklarını da kendi bünyesine katmış. Sonra bu cumhuriyet İmparatorluk
olmuş, İngiltere’den Mısır’a kadar yayılmış. Millâttan sonra yeni bir tek tanrılı din
(Hıristiyanlık) Roma İmparatorluğu içinde yayılmaya başlamış, bugün Yunanistan sayılan
topraklarda çok taraftar toplamış (Patras, Korint, Veria ve Selânik erken Hıristiyanlığın kutsal
mekânlarıdır).
M.S. 395 yılında Roma İmparatorluğu kesin ikiye ayrılmış ve “Hellen” toprakları
Doğu Roma İmparatorluğu (bugün kısaca Bizans denmektedir) idaresinde 1000 yıldan fazla
kalmış, devletin resmi dili Latince’den Grekçe’ye dönüşmüş ve Ortodoks Hıristiyanlığın
kilise dili de Grekçe (= Rumca / Yunanca) olmuş.
Müslüman ve Türk asıllı Osmanlı Devleti yaklaşık 100 yıl içerisinde (1361 ilâ 1460
arası) bugünkü Yunanistan topraklarını fethetmiş, Hıristiyanlara din özgürlüğü tanımış, hatta
İstanbul’daki Rum Patriğine kendi topraklarındaki diğer bütün Ortodoksları temsil yetkisi
vermiş. Hellenler 400 yıl da Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olarak yaşamışlar.
Dolayısıyla 2165 yıl [M.Ö. 335 – M.S. 1830] Hellenlerin kendi bağımsız devletleri olmamış,
daha geniş İmparatorluklar içinde yaşamak mecburiyetinde kalmışlar [kendileri Bizans
Devletini, dil ve din bakımından, “Hellen” İmparatorluğu sayarlar ve çocuklarına böyle
öğretirler; Makedonyalı Büyük İskender’e ve onun ardıllarına da “Hellen” diyerek sahip
çıkarlar].
Osmanlı Fetihleri
1361 (Edirne’nin fethi) sonrasında Osmanlılar, bugünkü Yunanistan topraklarının
hepsini Bizans İmparatorluğunun elinden almamıştır. Adalarda, Orta ve Güney Yunanistan’da
Latin İmparatorluğu döneminden kalmış Katolik prenslikler [Akhaya Prensliği, Tesalya
Prensliği], dükalıklar [Atina Dükalığı, Nakşa Dükalığı] ve kontluklar [Kefalonya Kontluğu]
vardı. Kuzeyde, 1355’te parçalanmış “Sırp Krallığı”ndan kalan yarı-bağımsız Sırp ve Arnavut
kökenli beylikler hüküm sürüyordu. İstanbul’daki Bizans İmparatoruna bağlı iki “despotat”
(Epir Despotluğu; Mora Despotluğu) Ortodoks inancındaki Rumların elinde idi. Ege’de bazı
adalar ve limanlar Cenevizlilerin, İyon Denizindeki bazı ada ve limanlar da Napoli Krallığının
himayesinde idiler. Buralarda mukavemet edebilecek gerçek askeri güç olarak Venedik
Cumhuriyeti ön plandaydı, fakat onlar da donanmaları sayesinde adalara ve kalelerle
güçlendirilmiş limanlara sahipti, karada savaşacak birlikleri yetersizdi. Bu nedenle yıllar
süren zorlu 7 Osmanlı-Venedik Savaşı yaşandı (bazılarında Venedik diğer Hıristiyan
Devletlerle ittifak yaptı).
Sultan 1. Murat (Hüdavendigâr) döneminde (1360-1389) Edirne ile birlikte bugünkü
“Batı Trakya” da fethedildi, Makedonya ve Arnavutluğa kadar akınlar yapıldı.
Sultan 1. Bayezid (Yıldırım) döneminde (1389-1402) Makedonya, Selânik ve Tesalya
fethedildi, Mora içlerine (Argos’a) kadar akınlar yapıldı.
Fetret devrinde (1402-1421) Selânik, Karaferye ve Tesalya elden çıktı.
Sultan 2. Murat döneminde (1421-1451) Selânik, Karaferye ve Tesalya yeniden
fethedildi (akıncı Turahan Bey). Orta Yunanistan’da İzdin (Lamia) ve Badracık (Neopatra,
Ypati), Epir’de Yanya ve Arta alındı, Mora’ya sefer düzenlendi.
Sultan 2. Mehmet (Fatih) döneminde (1451-1481) karadan ve denizden kapsamlı
fetihlere girişildi: Atina ve Thebai 1458’de, Mora Despotluğu ve Epir Despotluğunun
Angelokastron kalesi 1460’ta, Eğriboz ve Limni Adası 1470’te, Epir’deki son kale Vonitsa
1479’da Osmanlı topraklarına katıldı (fakat Mora kıyılarındaki Venedik kaleleri alınamadı).
1479’da Gedik Ahmet Paşa Zakintos, Kefalonya ve Ayamavra (Lefkada) adalarını aldı,
Avlonya’dan İtalya’ya “Otranto Çıkartması”nı gerçekleştirdi. 16 yıl süren Birinci Osmanlı-
Venedik Savaşı (1463-1479) yaşandı.
Sultan 2. Bayezid döneminde (1481-1512) 4 yıl süren İkinci Osmanlı-Venedik
Savaşında (1499-1503) Mora’daki Venedik kaleleri [Argos, Koron, Modon (Methoni),
Navarin (Pylos)) ile İnebahtı (Nafpaktos) kalesi alındı.
Sultan 1. Selim (Yavuz) döneminde (1512-1520) Balkanlarda savaş yaşanmadı, büyük
Doğu fetihleri (İran, Suriye, Mısır) gerçekleştirildi.
Sultan 1. Süleyman (Kanuni) döneminde (1520-1566) Üçüncü Osmanlı-Venedik
Savaşı (1537-1540) sonrası Ege Denizinde Sporad ve Kiklad adaları, Rodos Adası, Mora’da
Nafplion (Anabolu) ve Monemvasia (Benefşe) kaleleri alındı, Barbaros Hayrettin Paşa 29
Eylül 1538’de Preveze Deniz Savaşında Haçlı donanmasına karşı zafer elde etti.
Sultan 2. Selim döneminde (1566-1574) Dördüncü Osmanlı-Venedik Savaşı patlak
verdi, Kıbrıs adası fethedildi (1571), fakat İnebahtı (Lepanto, Nafpaktos) Deniz Savaşında (7.
Ekim 1571) Osmanlı donanması yok edildi.
1573 ilâ 1645 yılları arasında bugünkü Yunanistan kıyılarında barış hüküm sürdü.
Sultan 4. Mehmet (Avcı) döneminde (1648-1687) babası Sultan İbrahim döneminde
başlatılan ve toplam 25 yıl süren Beşinci Osmanlı-Venedik Savaşı (= Girit Savaşı) yaşandı
(1645-1669). Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa 1669’da Kandiye Kalesini de alınca Girit’in
fethi tamamlandı.
Fakat 1683’te İkinci Viyana kuşatması başarısız olunca, Venedik “Kutsal İttifak”a
katıldı ve 15 yıl süren (1684-1699) Altıncı Osmanlı-Venedik Savaşı (= Birinci Mora Savaşı)
başladı. Karlofça Antlaşmasıyla Mora Yarımadası tümüyle, Ayamavra ve Aigina adaları
Venedik hakimiyetine terkedildi.
Sultan 3. Ahmet döneminde (1703-1730) Mora’ya karadan ve denizden sefer
düzenlendi. Bu sonuncu ve Yedinci Osmanlı-Venedik Savaşında (= İkinci Mora Savaşı, 1714-
18) Venedik işgaline son verildi, Mora Yarımadası, Aigina ve Tinos adaları geri alındı.
Bugünkü bağımsız Yunanistan Devletinin ilk nüvesi 1821-29 Mora Ayaklanması ile
atıldı. Batılılar “ayaklanma” deyimini kullanmazlar, “Greek War of Independence” (Yunan
Bağımsızlık Savaşı) demeyi tercih ederler. Yanya’daki âsi vali Tepedelenli Ali Paşa’ya karşı
1820’de Mora Eyaleti valisi Hurşit Ahmet Paşa görevlendirildi. Mora Ordusunun başında
giden Hurşit Paşa başarılı oldu, Tepedelenli öldürüldü (24 Ocak 1822) ve isyan bastırıldı,
fakat Mora toprakları askersiz ve savunmasız kalmıştı.
Bunu fırsat bilen yerli Rumlar daha 26 Ocak 1821’de Vostitsa’da (Aigion) ayaklanma
kararı aldılar, 17 Mart 1821’de “Mani” bölgesinin (güneydeki Taynaron yarımadası) atanmış
son Osmanlı Bey’i “Petrobey” (Petros Mavromichalis) Çimova’da (Areopolis) silâhlı
mücadeleyi başlattı ve 2,000 kişilik “maniot” kuvvetiyle 23 Mart’ta Kalamata’yı ele geçirdi.
İki gün sonra da Balyabadra (Patras) metropoliti Germanos, Kalavryta’daki “Agia Lavra”
manastırında kutsal bağımsızlık savaşını Hıristiyanlık adına ilân etti (bugün de Yunanistan’ın
Milli Bayramı 25 Mart’ta kutlanır).
Çağdaş Yunanistan’ın Kuruluşu ve Genişlemesi (1832-1947)
Mora’da yaşayan nüfusun ezici çoğunluğu (500,000 civarında) Rumca konuşan
Ortodoks Hıristiyanlardı. Müslümanlar (Türkler ve Arnavutlar) ise 45,000 tahmin ediliyordu.
Az sayıda Musevi de yerleşmişti. Diğer Balkan topraklarına nazaran Mora’daki
Hıristiyanlara, 1715’te Venedik’ten geri alındıktan sonra, içişlerinde geniş ölçüde idari ve dinî
özerklik tanınmıştı. Köy heyetleri kendileri vergileri topluyor, yerel sorunlarda karar veriyor,
aile hukukunda yargılama yapıyorlardı. Sancak ve eyalet meclislerinde en az iki temsilcileri
bulunuyordu (“Mora Eyaleti” veya “Tripoliçe Paşalığı” diğer bölgelerden bağımsız bir idari
birimdi). Çok sayıda Hıristiyan silâh taşıyordu: resmi olarak “armatoloi”(bir nevî jandarma)
geçitleri ve köprüleri korumakla yükümlüydüler; “kapi” zenginlerin mülklerini ve
malikanelerini koruyan kapıcı’lardı. Bir de dağlarda dolaşan 40-50 kişilik soyguncu çeteler
(“kleftes”) de kanundışı silâh taşıyorlardı.
Ayaklanmanın başlamasıyla birlikte birkaç hafta içinde korkunç katliamlar gerçekleşti.
Müslümanlar ve Museviler kökten yokedildiler (kadınlar, çocuklar, anne karnında bebekler
dahil) – geride tanık bırakmamacasına, Osmanlı tarihinin “en vahşi Türk soykırımı” (Mora
katliamları) yaşandı (sadece Batılı konsoloslar ve gazeteciler sonradan olanları rapor
edebildiler). İlk toplu kıyım 19 Ağustos 1821’de Navarin Kalesinin teslim olmasından sonra
oldu (3,000 kişi, kadın, çocuk, bebek öldürüldü ve denize atıldı, Massacre of Navarino). En
büyük katliam ise başşehir Tripoliçe’nin 23 Eylül 1821’de düşmesinden sonra vuku buldu (2
gün süren kıyımlarda buraya sığınmış bulunan 15,000 sivil yokedildi, Massacre of
Tripolitsa). Batılı kaynaklara göre tüm yarımadada toplam 40,000 Türk ve Müslüman (ve
Musevi) vahşice hayatını kaybetti.
Mora Valisi Hurşit Ahmet Paşa Kavalalı İbrahim Paşa
(d. ?, Gürcistan – öl. 30 Kasım 1832, Larisa) (1789, Drama – 1848, Kahire)
Ayaklanmayı bastıramayan Sultan 2. Mahmut, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali
Paşa’dan yardım istedi. 1825 yılında, Kavlalı’nın oğlu İbrahim Paşa komutasında 60 gemilik
donanma ile 16,000 piyade ve 1,000 süvari Mora’ya çıkartma yaptı, kaleler kurtarıldı,
isyancılar şiddetle tenkil edildi. Avrupa ve Rusya basını büyük yaygara kopardı, Osmanlılara
karşı Hıristiyanlık ruhu coşturuldu. İngiltere’de Lord Byron, Fransa’da Victor Hugo ateşli
yazılar kaleme aldılar, “philhellenic” (yunansevenler) hareketi gelişti. İngiltere, Fransa ve
Rusya birleşik bir donanma göndererek 20 Ekim 1827’de Navarin Körfezinde demirli duran
Osmanlı-Mısır donanmasını yakıp yokettiler. 1828’de ise Rusya Osmanlı Devletine savaş ilân
etti ve Rus ordusu Tuna nehrini ve Balkan dağlarını geçerek Edirne’yi işgal etti. 14 Eylül
1829’da Edirne Antlaşması’nı imzalamak mecburiyetinde kalan Sultan, Yunanistan’a
özerklik (özgürlük değil!) vermeyi de taahhüt etti.
3 Şubat 1830’da İngiltere, Fransa ve Rusya temsilcileri “London Protocol”u
imzalayarak, Osmanlı Sultanına bağlı otonom Yunanistan’ın sınırını “Volos-Arta hattı” olarak
çizdiler ve İoannis Kapodistrias’ı “governor”(vali) olarak onayladılar. Fakat kan davası güden
“maniot” çeteciler 9 Ekim 1831’de başkent Nauplion’da (Anabolu’da) suikast sonucu
Kapodistrias’ı öldürdüler. Mayıs 1832’de yeniden Londra’da (London Conference) toplanan
üç büyük devlet Yunanistanın’ın Sultan’dan bağımsız bir “krallık” olmasını ve Bavyera Kralı
Ludwig I’in küçük oğlu 17-yaşındaki Otto Wittelsbach’ı (Yunanlar bu ilk hükümdarlarına
“Othon” dediler) “regent” olarak atadılar (1835’te reşit oldu ve kral unvanı aldı, fakat 1862’de
tahttan indirildi ve ülkesine gönderildi). 21 Temmuz 1832’de İstanbul Antlaşmasıyla (Treaty
of Constantinople) Sultan 2. Mahmut, 40 milyon altın tazminat karşılığında “Yunanistan
Krallığı”nın bağımsızlığını ve “Volos-Arta” sınır hattını kabul etti (bk. haritada “koyu mavi”).
1864 yılında İngiltere, Napoleon’un yenilgisinden beri (1815) Batı kıyılarında işgal
etmekte olduğu İyon Adalarını Yunanistan Krallığına devretti (Danimarka’dan getirtilen yeni
kral Georg I tahta çıkmıştı).
Fakat 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşında Yunanistan (Fransa ve İngiltere’nin telkiniyle)
tarafsız kaldı ve 1878 Berlin Antlaşmasıyla mükâfat olarak Tesalya (Alasonya kazası hariç)
ve Epir’den Arta kazası verilmesi karara bağlandı. Osmanlı müzakereleri uzattı, fakat sonunda
2 Temmuz 1881’de İstanbul Protokolü’nü imzaladı ve söz konusu toprakları boşalttı.
Böylece savaşsız ve kansız bir şekilde Yunanistan, Osmanlı İmparatorluğundan önemli bir
toprak parçaşı daha koparttı (bk. haritada “açık mavi”).
Gazi Müşir Ethem Paşa
(1851, İstanbul – 17 Aralık 1909, Mısır)
1897 Osmanlı-Yunan Savaşı (Tesalya Savaşı) bir ay sürmüş (17 Nisan – 17 Mayıs
1897) ve Alasonya Ordusu komutanı ve Başkomutan Gazi Müşir Ethem Paşa Tesalya
cephesinde (Dömeke geçidinde) zafer kazanmıştır. Epir cephesinde de Ahmet Hıfzı Paşa
başarılı olmuştur. Buna rağmen Avrupa devletlerinin araya girmesiyle (Yunan silahlı çeteleri
Girit’ten çekilmiş) savaşla kazanılan topraklar tekrar Yunanistan’a iade edilmiştir (20 Eylül
1897, İstanbul Antlaşması).
Sadece 15 yıl sonra, Yunanistan diğer üç Balkan ülkesi (Bulgaristan, Sırbistan ve
Karadağ) ile birlik oluşturdu ve 8 Ekim 1912’de Osmanlı Devletine saldırdılar. Yunanlar iki
kara cephesinde (Makedonya Cephesi ve Epir Cephesi) ve üstün donanma ile Ege Denizinde
savaştılar, kısa sürede Makedonya topraklarını (Selânik 8 Kasım 1912’de Hasan Tahsin Paşa
tarafından teslim edildi), uzun ve çetin çarpışmalar sonrası Epir topraklarını (6 Mart 1913’te
Yanya müdafii Esat Paşa teslim oldu) ve Ege Denizinde Osmanlıya ait adaları (1911’de
İtalya’nın işgal etmiş olduğu Oniki Ada hariç) ele geçirdi. 30 Mayıs 1913, Londra
Antlaşması’yla işgal ettiği Yanya Vilayeti, Güney Makedonya (Selânik dahil), Ege Adaları
(Gökçeada ve Bozcaada hariç) ve Girit Adası Yunan hakimiyetine bırakılmış oldu (bk. harita
“yeşil bölge”).
Birinci Dünya Savaşına geç katılan Yunanistan, bu savaşta yenik düşen
Bulgaristan’dan “Batı Trakya”yı 1920’de ilhak etti (bk. harita “turuncu bölge”). Fakat 1920
Sevr (Sevres) Antlaşmasıyla kendisine sunulan “Doğu Trakya” ve “İzmir Bölgelerini” işgal
etmesine rağmen, Milli Mücadele sonucu 1923 Lozan (Lausanne) Antlaşmasıyla söz konusu
bölgeleri kaybetti ve “Ahali Mübadelesi”ni kabul etti (bk. harita “sarı bölgeler”). Aynı savaşta
işgal ettiği Güney Arnavutluk topraklarını da geri vermek mecburiyetinde kaldı.
İkinci Dünya Savaşında da galip gelen tarafta yer aldı ve yenilen İtalya’dan, 1911’de
işgal edilen ve eskiden Osmanlı’ya ait olan Oniki Adaları (Dodekanese) da kendi topraklarına
kattı (1947, bk. harita “mor mölgeler”). Böylece “Avrupa’nın şımarık çocuğu” denilen ve
ancak 1832’de resmen kurulan (50,000 km2, 800 bin nüfus) Yunanistan bir yüzyılda iki buçuk
misli büyümüş oldu.
Gezi Günlüğü
1. gün: Program gereği çok erken saatte Edirne’den yola çıkıldı, Bosnaköy’den
dolaşarak (Tunca ve Meriç tarihi köprüleri otobüslere kapatılmıştı) Pazarkule sınır kapısına
varıldı. Kastanies’te sessizlik ve ıssızlık hakimdi. Meğer Yunanistan bir hafta sürecek
Paskalya Yortusuna girmişti. İsabet olmuştu ki, tüm Yunanistan’ı, yolların ve sokakların en
tenha olduğu günlerde dolaştık. Özellikle Cumartesi ve Pazar günleri Selânik ve Atina gibi
trafiğin her zaman yoğun olduğu milyonluk şehirler adeta bomboştu.
Önce E85 yolunda 1 saat kadar güneye doğru yol aldık. Sol tarafımızda Meriç Nehri
ağaçlıklar arasında seziliyor, zaman zaman da Osmanlı’nın döşemiş olduğu tren yolunu
görebiliyorduk. Sağ tarafımızda ise pek yüksek olmayan Rodop Dağları yükseliyordu. İpsala
hizasına gelince “Ardanio” sapağında A2 (Egnatia Odos) Otobanına çıktık ve batı
istikametinde hızla yol almaya başladık. Rodop Dağlarını aştık ve Batı Trakya (Gümülcine)
Ovasına girdik. Muazzam otobanda tek tük araç görülüyordu, fakat yeni yerleştirdikleri “toll”
veznelerinde sık sık durarak geçiş harcı (otobüs için 5 ile 10 € arasında) ödemek
mecburiyetinde kaldık (ekonomik krizdeki hükümet bir gelir kapısı yaratmıştı). Uzaktan
Gümülcine ve İskeçe kentlerini gördük, fakat sapmayarak bunların gezilmesini dönüş
günümüze bıraktık. Rodop Dağlarının eteklerinde Müslüman köylerin cami minareleri sanki
Türkiye’de imişiz izlenimi uyandırıyordu. Önümüzde yükselen Çal Dağı’nın (Lekani) derin
bir vadisinden Karasu (Nestos) Nehri çıkıyor ve Ege Denizine yönelerek bereketli Sarışaban
(Hrisoupoli) düzlüğünü suluyordu [“Sarışaban” kasabası Osmanlı döneminde kaza merkezi
idi]. Nestos Köprüsünü geçtikten sonra “Doğu Makedonya”ya girdiğimizi anladık, çünkü
çevre köylerde artık cami görünmüyordu. Sol tarafımızda masmavi Ege Denizinin açıklarında
yemyeşil Taşoz (Tassos) Adası net seçiliyordu. Biraz sonra tüneller ve viyadükler
yükseldiğimizi hissettirdi ve deniz tarafında Kavala Körfezini ve şehrini yukarıdan
izleyebildik. Otoban ise dümdüz batıya devam ediyordu. Antik çağlarda altın ve gümüş
madenleriyle nam salmış olan Pırnar Dağını (Pangea) deniz kıyısındaki Simvolo Dağından
ayıran Pravişte (Eleftheroupoli) çöküntüsüne girdik [Pravişte de vakti zamanında bir Osmanlı
kaza merkezi idi]. Ustruma (Strymon) Nehrinin denize döküldüğü Çayağzı mevkiinde
(Amfipoli) tekrar deniz kıyısına çıktık. Maalesef dünyaca ünlü “Amfipoli Aslanı” heykelini
otobandan görmek mümkün değildi.
Amfipoli Aslanı (Lion of Amphipolis)
Kerdilio ve Volvi Dağlarından sonra tekrar denizden uzaklaştık, Volvi ve Koroni
Göllerinin kuzey kıyılarını takip ederek Lankaza (Langadas) ovasına ulaştık. Atatürk’ün
annesi Zübeyde Hanım’ın doğum yeri ve dul kaldıktan sonra sığındığı ağabeyinin çiftliğinin
bulunduğu tarım merkezi, bugün sanayileşmiş bir uydu kent olmuştu. Serez’den ve Kilkis’ten
gelen yollar burada otobana bağlanıyorlardı.
Artık Selânik (Thessaloniki, Slavca Solun) yakındı ve sol taraftaki tepenin ardında
kalıyordu. Kuzey Yunanistan’ın idari merkezi ve ülkenin ikinci büyük şehridir. Hem Bizans,
hem de Osmanlı dönemlerinde çok önemli liman, sanayi, sanat ve kültür merkezi sayılmıştır.
Makedonya kralı Kassandros tarafından M.Ö. 315 yılında kurulmuştur (yani Büyük
İskender’in ve büyük âlim Aristoteles’in ölümülerinden sonra). Buna rağmen Büyük İskender
anıtı ve Aristoteles Üniversitesi bu şehirdedir, çünkü Yunan Makedonya’sının tarihi ve doğal
merkezidir. Bugünkü Yunanlara göre Makedonya daima “Hellen” kültürünün egemen olduğu
coğrafi bir bölgedir. Bu sebeple aynı ismi taşıyan kuzeydeki “Makedonya Cumhuriyeti”nin
resmi adına şiddetle itiraz ederler ve “Skopje” Cumhuriyeti veya FYROM (Former
Yugoslavian Republic Of Macedonia) derler.
Selânik önce 1394’te Yıldırım Bayezid tarafından ele geçirilmiş, 1402 “Fetret
dönemi”nde geri verilmiş (Emir Süleyman Çelebi). Şehri savunamayan Bizans 1423’te
Venedik’e devretmiş ve 2. Murat yedi yıl muhasara ederek 1430’da tekrar Osmanlı
topraklarına katmıştır. Mustafa Kemal, Nazım Hikmet, Afet İnan, Cahit Arf, Mehmet Cavit
Bey, Salih Omurtak, Sabiha Sertel, Halil Rifat Paşa burada dünyaya gelmişlerdir. Musevi
nüfus çok kalabalıkmış ve Sabbatay Sevi takipçileri (“dönmeler”) burada üstlenmişler.
Atatürk Evi, Yeni Hamam, Alaca İmaret, Hamza Bey Camii, Şeyh Hortaci Camii (Rotonda),
Beyaz Kule, Yedi Kule (Heptapyrgion), Alatini Köşkü, Vilâyet Konağı Osmanlı eserleridir.
Efkarpia sapağından sonra Konstantinopoleos (yani İstanbul) ve Langada yollarını
takip ederek banliyöleri geçtik ve Aya Demetrios Caddesinden doğuya yöneldik.
Selânik’in kutsal mekânı Bugün taverna olarak kullanılan
Aziz Demetrios Kilisesi “Yeni Hamam”
Sokaklar nispeten boştu ve ünlü Aziz Demetrios Kilisesi (telâffuzu Dimitrios)
karşısında durup otobüsten indik. Şehrin koruyucu azizi olan ve IV yy’da Hıristiyan inancı
nedeniyle bu yerdeki Roma Hamamının mahzeninde katledilen Demetrios’a adanmıştır. 629-
634 yıllarında şimdiki halini alan ve Bizans mimarisinin şaheseri sayılan 5-kanatlı bazilika
tipindeki kiliseyi (Osmanlı döneminde 1493-1912 arası cami olarak kullanılmıştı) gördükten
sonra, kuzeyinde bitişik olan “Yeni Hamam”ın (XVI yy) içini ve dışını gezdik (taverna
olarak kullanılıyordu).
Selânik: Atatürk Müzesinde Mustafa Kemal ve Zübeyde Hanım’ı canlandıran maketler
Aya Demetrios Caddesinin sonunda tekrar otobüsten inerek Türkiye Konsolosluğunun
avlusunda yer alan Atatürk’ün doğduğu evi ziyaret ettik, fakat daha önceleri gelmiş olanlar
yeni düzenlemeyi pek beğenmediler.
Yürüyerek denize doğru yaklaştık ve Roma döneminden kalmış (İmparator Galerius,
M.S. 305) muazzam geniş çaplı, kalın duvarlı, yuvarlak kule şeklindeki “Rotonda” tapınağını
gezdik (Osmanlı yıllarında Şeyh Hortaci Camii imiş ve bitişiğindeki görkemli minare hâlâ
duruyor; şimdi Agios Georgios Kilisesi olarak hizmet vermeyi sürdürüyor).
Roma döneminden “Rotonda” tapınağı Restore edilmiş “Bey Hamamı” (1444)
Şeyh Hortaci Camii minaresi Aynı İmparator “Galerius’un kemeri”nin yanından Egnatia Caddesinden batıya
yöneldik. Bu cadde üzerinde restore edilmiş, fakat kullanılmayan “Bey Hamamı”nı (1444
yılından) ve onarım halindeki “Hamza Bey Camii”ni (1468 yılından) gördükten sonra deniz
kıyısındaki “kordon boyu”nu (Nikis Caddesi) katettik ve “Beyaz Kule” yakınında otobüsten
inerek “Büyük İskender”in (Alexandros o Megas) atlı heykeline kadar yürüdük. Bîtab
düştüğümüz için Egnatia Odos üzerindeki hotelimize yerleştik, bir saat sonra yaya olarak bir
tavernaya balık yemeye gittik, sonra da “Aristoteles Meydanı”nı gece dolaştık.
Şehrin simgesi Beyaz Kule Aristoteles Meydanında gece yürüyüşü
2.gün: Hem 1. Mayıs (İşçi Bayramı), hem de Paskalya Yortusu’nun “Pazarı günü” (Hz.
İsa’nın Dirilişi ve Göğe Yükselişi) idi. Sabahın erken saatlerinde Selânik sokakları
bomboştu, yollar bizim gibi turistlere kalmıştı. Rahatlıkla şehirden çıktık ve güney-batıya
yöneldik. Önümüzde uçsuz bucaksız bir düzlük yayılıyordu – Vardar Ovası. Ancak çok
uzaklarda dağların silueti seziliyordu. Sol taraftaki Selânik körfezini (eski adı
“Thermaikos kolpos”) uzaktan izliyorduk, çünkü çevre dağlardan kaynaklanan 4 nehir
(Gallikos, Axios = Vardar, Loudias ve Aliakmonas) yelpaze sapı gibi birbirine yaklaşarak
bu körfeze dökülüyor, taşıdıkları mil ve çamurla bataklık kıyıyı dolduruyorlardı. 20 km
sonra kuzeyden gelen A1 (Belgrad-Atina) Otobanına çıktık ve güneye yöneldik.
Aliakmonas köprüsünden sonra tarihi “Pieria” bölgesine geçtik, aynı adlı dağlar ile Ege
Denizi arasında hızla güneye ilerledik. Bölgenin en büyük şehri Katerini (54 bin nüfus,
XIII yy’da kurulmuş, “aromanian” (ulah) ve protestan nüfus barındırmaktaydı) otoban
dışında kalıyordu ve göremedik. Fakat yukarı doğru başımızı kaldırdığımızda bulutların
üzerinde muhteşem Olimpus Dağı’nın beyaz şapkası artık tüm bakışları mıknatıs gibi
kendine cezbediyordu. Millâttan önceki yüzyıllarda Hellen toprakları Olimpus Dağının
kuzeyine ulaşmıyordu. Olympos (Olimpus) Dağı, “medeni” toprakların bittiği yerde göğe
yükselen karlı zirvesiyle, ölümlü insanların kaderlerine hükmeden ölümsüz tanrıların
(“Olimpik Tanrılar”) evi sayılıyordu. Zaten Osmanlı da “Semavat Evi” demişti bu zirveye.
Olympos Dağı (2917 m)
Hellenler “Oniki Olimpik Tanrı”ya inanıyorlar ve değişik “polis”lerin koruyucusu
olarak bu tanrılara tapınaklar inşa ediyorlardı. Büyük tanrılar 6 kardeş idi (3 erkek ve 3
kadın), diğerleri de onların çocuklarıydı:
Zeus (baştanrı, gök ve fırtına tanrısı) Hermes (tanrı ulağı, ticaret tanrısı)
Poseidon (denizler ve deprem tanrısı) Hephaistos (ateş, madencilik tanrısı)
Hades (yer altı ve ölüler tanrısı) Apollon (sanat, müzik ve kehanet tanrısı)
Hera (baştanrıça, evlilik tanrıçası) Artemis (av ve yaban hayat tanrıçası)
Demeter (toprak ve ziraat tanrıçası) Afrodit (aşk ve güzellik tanrıçası)
Hestia (ev ve aile ocağı tanrıçası) Athena (bilgelik ve cesaret tanrıçası)
Demeter ve Hestia Olympos’u sevmediler ve terkettiler. Bunların yerine Trak
mitolojisinden Ares (savaş tanrısı) ve Dionysos (şarap ve eğlence tanrısı) eklenmiştir.
Apollon ve Artemis ikiz kardeştirler.
Olympos Dağını arkamızda bırakırken A1 Otobanının henüz tamamlanmadığı ve
tünellerin inşaat halinde bulunduğu “Kato Olympos” (Aşağı Olimpus) eteklerini aştık ve bu
ülkenin en ünlü kanyonu olan Tempi (Tembi) Boğazı’na girdik. “Pinios” nehri (Osmanlı
Kösdem demişti), iki yüksek dağ arasındaki bu derin boğazı aşındırarak oluşturmuş ve
Tesalya Ovasının sularını Ege’ye boşaltıyordu. Görkemli boğazda mola vererek coşkulu akan
suyun şırıltısnı ve baharın fışkıran yeşillikleri arasında kuş seslerini dinledik.
Yunanistan’da Tempi Boğazı Restorasyona alınmış Bektaşi Tekkesi
Boğazın batı ucunda, aynı ismi taşıyan Tempi köyünde, tesadüfen açık bulduğumuz
küçük bir tesiste tekrar durduk. Burada ABD’den gelmiş Türk asıllı bir tarihçi hanım ve
asistanlarıyla karşılaştık. Meğer tesisin yanından akan Pinios nehrinin öbür tarafında bir
Osmanlı eseri varmış: bir Bektaşi tekkesi ve türbesi ağaçların arasında görülüyordu (önceden
taradığımız kitaplarda ve internet sitelerinde hiç bahsedilmiyordu). İskeleler kurulmuş ve
restorasyona alınmıştı. Demek ki, bu topraklar iyi araştırılırsa, gözden ırak kalmış başka
eserler de bulunabilir.
Tekrar yola koyulduk, dağlar açıldı ve yeni bir ova (Tesalya Ovası) önümüzde uzandı.
İlk sapakta A1 Otobanı’nı terkedip, Tesalya’nın en büyük şehri olan Larissa’ya yöneldik.
Bereketli bir tarım ovasının ortasında, Pinios (Kösdem) nehri kıyısında yer alıyordu, fakat
kuruluş tarihi Truva Savaşı (M.Ö. 1194-1184) öncelerine dayandırılıyordu. Kentin tanıtım
reklâmlarında Truva kahramanı Aşil (Achilles) burada dünyaya gelmişti (gerçi bu hususta
başka yerleşim yerleri de iddialıydı). Tıbbın babası İstanköylü Hipokrat (Hippocrates)
ilerlemiş yaşlarında buraya gelmiş ve burada ölmüştü (kendisine atfedilen park ve anıt vardır).
Osmanlı Larissa’ya “Yenişehr-i Fenâri” demişti (batıdaki dağların böğründe Bizanslıların
“Fanar” Kalesi bu ovaya hakim gözetleme üssü imiş). Önce 1390’da fethedilmiş, fakat Fetret
Devrinde Bizans’a iade edilmişti. 2. Murat hükümdarlığında, 1423’te ünlü akıncı komutanı
Turahan Bey yeniden ele geçirmiş ve “Tesalya Fatihi” olarak tarihimize geçmiştir.
Larissa (Yenişehr-i Fenâri) merkezinde “Yeni Cami”
O zamanlar Larissa yıkık ve terkedilmiş olduğundan Turahan Bey sancak merkezini
daha batıdaki Tırhala’ya (Trikala) kurmuştu. Şehri yeniden imar eden Osmanlı (“Yenişehir”)
burasını Türk ağırlıklı bir Müslüman şehri yapmış (4 medrese, 1 mevlevihane, 21 cami, 4
hamam, 4 zaviye, kervansaray, hanlar ve 315 dükkân belgelerde zikredilmektedir). Fakat kala
kala bir cami (Yeni Cami, “Geni Tzami”) günümüze ulaşabilmiş.
Sokakları tenha olan şehirde navigasyon sayesinde “Yeni Cami”ye ulaşabildik. Yakın
zamana kadar Arkeoloji Müzesi olarak kullanılmış olan nispeten ufak caminin üç kubbeli son
cemaat yeri ve minaresi, şerefeye kadar duruyordu, fakat kapalıydı, içini göremedik.
Atina’ya geç kalmamak için hızla yola koyulduk, 10 km sonra A1 Otobanına tekrar
ulaştık. 300 km yol bizi bekliyordu, mola vermesek de “toll” gişeleri seyrimizi
yavaşlatıyordu. Bu dağlık ülkede A1 Otobanı deniz kıyısına paralel geçirilmişti ve rakım pek
değişmiyordu, yani yokuşlar yoktu, fakat aşırı girintili (önce Pagassa Körfezinin, sonra
“atnalı” şeklindeki Malia Körfezinin) upuzun kıyı şeridi yolu uzatıyordu. Antik çağlardan beri
bilinen eski yol (E65) ise ardı ardına üç dağa virajlarla tırmanıyor ve üç ovaya yokuş aşağı
iniyordu [önce Othrys Dağının (1726 m) ünlü Domokos (Dömeke) geçidiyle Tesalya’dan
Ftiyotis Vadisine iniliyordu (bu geçitte 1897’de Osmanlı ordusu parlak zafer kazanmıştı);
sonra Kallidromo Dağının (1399 m) “Thermopylae” geçidi aşılarak Boeotia (Viotiya) Ovasına
ulaşılıyordu (bu geçitte de M.Ö. 490’da Pers ordusuna karşı Leonidas komutasındaki 300
Spartalı kahramanca şehit olmuşlardı); en sonunda Parnitha Dağı (1413 m) antik “Thiva
(Thebai, İstefe) – Atina” dağ yolu sayesinde Attika Ovasına varılıyordu]. Körfezleri
dolaştığımız sürece ufukta engin deniz göremedik, çünkü dağlık Eğriboz / Ağrıboz (Evia,
Euboea, Venedik hakimiyetinde iken “Negroponte”) Adası adeta bir tıpa gibi bu körfezlere
sokulmuştu ve ufkumuzu kapatıyordu. Sağ tarafta kalan Ftiyotis bölgesinin merkezi
konumundaki Lamia (nüfus 47 bin, Osmanlı döneminde İzdin, fetih öncesi Zetouni) şehrini
otobüsten görebildik, fakat Boeotia düzlüğünde iken, Grek mitolojisinin efsanevi 7-kapılı
Thiva (Thebes, Osmanlı döneminde “İstefe”, 22 bin nüfus) şehrinin (sadece kızları kendisine
sadık kalan bedbaht Kral Ödipus’un sürgün edildiği masal diyarı) ancak sapağının tabelasını
görebildik.
Atina: Monastiraki Meydanında Voyvoda (Dizdar Mustafa Ağa) Camii (1763)
(arkada Akropolis tepesi)
Saat 16 civarında Atina’ya vardığımızda doğruca her taraftan görülen Akropolis
tepesine yöneldik. Ne yazık ki yılda bir defa, Paskalya Yortusunun Pazar günü kapalı idi.
Yaya olarak Akropolis’in kuzey eteklerinde yayılan eski kent merkezini dolaşmaya başladık.
Antik Agora, Roma Forumu ve Osmanlı Çarşısı (“Monastiraki Meydanı”) yan yana, kısmen
üst üste inşa edilmişler, bugünkü Yunan Parlamentosu’nun bulunduğu Sintagma Meydanı ve
sayısız tavernalarıyla meşhur Plaka semti ile komşuluk yapıyorlardı.
Monastiraki Meydanı (Osmanlı döneminin Çarşı Meydanı) beklenmedik şekilde
kalabalıktı. Ortodoks Hıristiyan olmayan gençler (Arap ve zenci tipinde üniversite öğrencileri
veya mülteci) müzik yapıyor ve eğleniyorlardı. Meraklı turistler (çoğunluğu Uzakdoğu
kökenli) onları izliyorlardı. Hediye eşya satıcıları etrafta dolaşıyordu. Roma İmparatoru
Hadrianus’un sütunlu Kütüphane binasının hemen bitişiğinde 1763 tarihli, barok uslübunda
Voyvoda (Tsistaraki) Camii bu meydanın süsü gibiydi (fakat minaresi yoktu ve kapalı idi).
Osmanlının Atina idarecisi (“voyvoda”) ve Akropolis’in kale muhafızlarının kumandanı
(“dizdar”) Mustafa Ağa tarafından yaptırılmıştı, onarım görmüş ve seramik eserler müzesi
olarak kullanılmaktaydı.
Atina: Roma Forumu’nun kenarında Mevlevihane’ye ait semahane binası
Fethiye Camii (1458 / 1670) (“Horologion”, Rüzgâr Kulesi)
Monastiraki Meydanı’nın 200 m güneydoğusunda Roma dönemine ait Forum kazılarının
kenarında ise daha ilk fetih yıllarına tarihlenen (1458, fakat 1670’te yenilenen) ve Fatih
Sultan Mehmed’in emriyle inşa edilen Fethiye Camii yeni restorasyondan çıkmıştı (o da
minaresiz, cemaatsiz ve kapalı tutuluyordu).
Bu caminin arkasında ise çok ilginç bir sekizgen “rüzgâr kulesi” (Horologion, M.Ö. II
yy) süslü kabartmalarıyla Roma döneminde yapılmıştı, fakat Osmanlı yıllarında korunmuş ve
Atina Mevlevihanesi’nin semahanesi olarak kullanılmıştı.
Atina: Akropolis tepesinde Athena Parthenona Tapınağı
3.gün: Ertesi gün Atina merkezinde gecelediğimiz Airotel Alexandros’tan erken saatte
ayrılarak Akropolis Tepesine çıktık. Yunanistan’ın bir numaralı ziyaret yeri olan bu tepe adeta
turist kaynıyordu ve giriş ücreti 20 € kişi başı idi. İstekli olanlar tepeye tırmandılar, Parthenon
Tapınağını, Erechtheion Tapınağını (Osmanlı döneminde kale muhafızlarının kışlası), Athena
Nike Tapınağını ve Propyleion merdivenlerini gördüler, kent manzarasını seyrettiler. Geziye
katılanların yarısı daha önce burasını görmüştü, Yunanlar büyük onarımlara kalkışmışlardı ve
tapınakların içine girilmiyordu.
Saat 10.00 civarı otobüsümüze bindik ve hâlâ boş olan caddelerden rahatça geçerek
Atina’yı terkettik. Önce A6 Otobanı, sonra A8 “Olympia” Otobanını kullanarak Korint
kıstağında ilerledik. Öğle saatlerinde Korint kanalına ulaştık ve mola verdik. Otobüsten inerek
yayalara ait köprülerden, 1893’te tamamlanan 21.3 m genişliğinde ve 6.4 km uzunluğunda
insan gücüyle kazılan bu kanalı fotografladık. Kanalın denizcilikle ilgili bir önemi
kalmamıştı, ancak turistik değeri devam ediyordu.
Korint Kanalı, yeni Otoban Köprüsü Eski Gördes harabeleri, muazzam Gördes
ve turistik gezi teknesi kayası ve tepesindeki kale
Buradan ayrılarak Mora’ya ayak bastık (Yunanlar Peloponisos, Frenkler Morea,
Osmanlılar da Mora demişlerdi). En eski ve köklü Hellen vatanı sayılan bu yarımada, adeta
bir ada sayılır, çünkü çok dar (6 km genişliğinde, Hexamilion) bir “berzah” (kıstak) sayesinde
Orta Yunanistan’a bağlanır. Yüzölçümü 21,500 km2 (Türkiye’nin Trakya bölgesi 23,000
km2), nüfusu 1,100,000.
“Miken uygarlığı” (Mykene) M.Ö. 2000 ile 1200 arası burada gelişmiş ve Truva
Savaşı’na Akhalar (Miken kralı Agamemnon, kardeşi Sparta kralı Menelaos, Argos kralı
Diomedes, Pylos kralı Nestor, v.s) buradan yola çıkmışlardır [batıdaki İthaka adasından
Odysseus, Tesalya’dan kahraman Akhileus, v.d. de katılmışlardır].
Mora’da yedi tarihsel bölge ayırtedilir: 1) Korinthia; 2) Argolida; 3) Arkadia; 4)
Laconia; 5) Messinia; 6) Elis; 7) Achaia (Akhaya). Son iki tarihsel bölge 2011 Kallikratis
reformuyla “Batı Yunanistan”a dahil edilmişlerdir. Güneyde üç uzantı (Maleas; Taynaron ve
Akritas) arasında iki derin körfez (Lakonia; Messinia) yer alır. Taynaron burnu Yunanistan’ın
ve Balkan Yarımadasının en güney noktası kabul edilir. Doğu kıyısında derin Argolis körfezi
Myrtoan (Mersin) Denizi sayesinde Girit Adasına doğru açılır; batı kıyısında geniş Kyparissia
körfezi Zakynthos (Zanta) Adasına bakar.
Korinthia (Osm: Gördes) bölgesi - Mora’nın kapısı sayılır. Yüksek bir kayanın tepesinde
güçlü Gördes kalesi (Akrokorinthos) çevreye korku salar (Kale içinde cami kalıntıları vardır).
Kaya kütlesinin dibinde “Eski Korint” (Palea Korinthos) [burada Gülşenî tarilatından Hasan
Sezai Tekkesi kalıntıları vardır, türbesi Edirne’dedir] harabeleri yayılmıştır (1858 ve 1928
depremleri, 1933 yangını sonrası terkedilmiştir).
Körfez kıyısındaki “Vocha” düzlüğüne “Yeni Korint” (Nea Korinthos, nüfus 58,000) modern
şehri kurulmuştur. Doğusunda Osmanlılar tarafından defalarca yıkılmış olan Eksamil
(Hexamilia = 6 mil) surları uzanır. Güneydeki Derbent boğazında, Mora İsyanını bastırmaya
giden Dramalı Mahmud Paşa, 26-28 Haziran 1822 tarihlerinde “Dervenakia” Muharebesi’nde
geri püskürtülmüştür.
Gördes Kayasının doğusundan geçerek A7 Otobanını (Korinthos-Kalamata)
kullanarak “Sterna” sapağına kadar gittik. Buradan ayrılan 15 km’lik yol bizi çok eski bir
tarım vadisine, Argolis’e çıkardı. Bu bölge Girit kültürü ile irtibatlı olup, 7,000 yıllık geçmişi
vardır. Yıldırım Bayezid zamanında (1390) ilk akıncılar bu zengin bölgeyi talan etmişlerdi.
Argolis ovasının ortasında Argos (Osmanlı: Arhos) şehri (nüfus 25,000) ve kalesi yer
alıyordu. 11 km kuzeyinde bulunan Miken harabeleri (Mikini) bütün Avrupa kıtasının en eski
kral sarayı, hazinesi ve mezarlarıdır. Önemli bir turistik ziyaret yeridir, zamanımız müsait
olmadığı için gidip göremedik. Argos şehri ıssız ve terkedilmiş gibiydi. Kenar sokaklardan
geçerek deniz kıyısına doğru yol aldık. Yarıyolda antik çağlardan kalmış Tyrins kenti
harabelerinin yanından geçtik.
Argos’un 11 km güneydoğusunda ise Navplion (Nafplio, İt: Napoli di Romana, Osm:
Mora Yenişehri / Anabolu, nüfus 14 bin) liman kentine vardık. Venedik Morea’sının en
büyük ve korunaklı deniz üssü olmuştu, Osmanlı ancak 1540’ta (Kanuni Sultan Süleyman
zamanında), güçlü donanma kurduktan sonra fethedebilmişti ve Mora Eyaletine başşehir
yapmıştı. 1685-1715 arası tekrar Venediklilerin eline geçmiş, fakat 1715’te Sultan 3. Ahmet
döneminde, son Osmanlı-Venedik Savaşında, Şehit Ali Paşa tarafından geri alınmış ve tekrar
Mora Eyaleti merkezi yapılmıştı (1790’dan sonra merkez Tripoliçe’ye taşınmıştır). Mora
ayaklanmasında ise yeni kurulan Yunanistan devletine ilk başkent olmuştu (1821-1834 arası).
Daha şehrin girişinde inanılmaz bir hareketlilikle karşılaştık – arabalar, otobüsler, yerli ve
yabancı turistler meydanları ve sokakları doldurmuştu. İtalyan kasabalarını andıran dar
sokaklarda, itiş kakış “Platea Syntagmatis” Meydanını bulduk ve iki adet kiremit örtülü
Osmanlı camisinin (minaresiz tabi) buraya farklı bir oryantal hava kattığını keşfettik.
Navplion (Anabolu): Syntagma Meydanında minaresiz iki Osmanlı Camii
Daha büyük ve iki katlı olan, son cemaat yerine basamaklarla çıkılan ikinci cami çağdaş
Yunan tarihinde “Vouleutiko”(Vuleftiko) Camii (1730) olarak biliniyordu ve ilk Kurucu
Meclisleri (Voule) (1827-1832 arası) burada toplanmıştı. Maalesef eski Osmanlı kayıtlarında
zikredilen 9 adet cami ve mescitten ayakta kalabilen bu iki caminin adını, banisini ve yapım
yılını tespit etmek mümkün olmadı (fakat 1715’ten sonra inşa edildikleri muhtemeldir).
Şanlı geçmişi olan bu küçük, fakat şirin turistik beldeyi, başşehir olduğu yıllarda üç
kale savunmuştu: kayalık bir burun üstünde uzanan “İç Kale” (Acronauplia Castle, XIII yy)
esasen tarihi kent merkezini koruyordu; 216 m’lik sarp bir kaya kitlesinin tepesine kondurulan
ve “999 basamakla” (turistlere söylenen!) çıkılan ünlü ”Palamuda Kalesi” (Palamidi Castle,
1714) ve liman açıklarında denizde inşa edilen “Kastel-i Bahriye” (Bourtzi ← Türkçe “burç”
sözcüğünden). Mora Ayaklanmasında Palamuda Kalesindeki Osmanlı garnizonu Ekim 1822
yılına kadar (bir buçuk yıl) dayanmıştı, kendilerini kurtarmak için gelen Dramalı Mahmut
Paşa “Dervenakia” derbendini aşamayınca açlıktan teslim olmuşlardı.
Navplion: Liman açıklarında “Bourtzi” Kalesi (1473)
Hava bulutlu ve zaman ilerlemiş olduğu için (geceyi Kalamata’da geçirecektik) bu
hareketli ve romantik şehri hızla terkettik ve A7 Otobanı’nın “Sterna” sapağına döndük.
Mora’nın orta kısımlarını kaplayan “Arcadia” bölgesinden tranzit geçtik. Osmanlı Mora’sının
son eyalet merkezi olan Tripoli (Tripoliçe, 50 bin nüfus) otoban dışında kalıyordu. Moralı
Enişte Hasan Paşa (1658-1713) burada dünyaya gelmişti. En büyük Türk ve Yahudi katliamı
burada yaşanmıştı (1821) ve hiçbir Osmanl eseri bırakılmamıştı. Bu nedenle görülmeye değer
bulmadık ve yolumuza devam ettik.
Otoban aşırı dağlık ve uçurumları bol bölgeden geçirilmişti. Korkunç bir yağmur
Messenia vadisinde de bizi takip etti. Kalamata’ya varmadan önce otoban bitti ve yağmur
dindi. Kapalı bir havada şehre girdik, tenha sokaklardan geçerek “kordon boyu”nu katettik ve
doğu ucundaki Filoxenia Hotel’e yerleştik. Beklenmedik şekilde bu lüks hotel dolu idi,
havuzda çocuklar yüzüyordu, denize giren gençler bile vardı.
Kalamata: Taygetos Dağının dibinde “Filoxenia Hotel” ve Messenia Körfezi
Mora’nın ikinci büyük şehri ve limanı olan Kalamata (52 bin nüfus) Latin işgali
yıllarında (1205) prens Villehardouin tarafından kurulmuş, 1481’de Osmanlıların eline
geçmiştir. Bu uzak topraklara yeterince Müslüman nüfus iskân edilememiş, güneye uzanan
“Mani” Yarımadasında yaşayan “maniot” denen isyankâr yerliler denetim altına
alınamamışlardı. Nitekim Mora İsyanı’nın ilk kıvılcımı da burada çakılmıştır [17 Mart
1821’de Osmanlı’nın son Mani beyi “Petrobey” (Petros Mavromichalis) 2,000 maniot ile
Kalamata’ya hareket etmiş ve 23 Mart 1821’de burada bağımsızlık ilân etmiştir. İlk
Müslüman katliamı da burada yaşanmıştır]. Messenia Körfezinin dibinde yer alan ve Akdeniz
iklimine sahip bu güzel şehirde Osmanlı eseri kalmamıştı.
4.gün: Ertesi sabah erkenden Kalamata’yı terkederken bomboş sokaklarda açık alışveriş yeri
bulamadık (Yunanların tatili devam ediyordu). EO82 No.lu yoldan batıya doğru ilerlerken
Pamissos suyu kenarında, bölgeye adını veren tarihi Messini (nüfus 6,300) şehrinin ve
havaalanının yanından geçtik. Benzin istasyonu yanında, tesadüfen açık bir markette ünlü
Kalamata zeytinleri ve zeytin yağları gördük, hatıra olsun diye herkes otobüsü yükledi.
Engebeli, alçak dağlık bir araziden geçtik ve 30 km sonra deniz göründü – Mora’nın batı
kıyılarına ve hilâl biçimli geniş Navarin Körfezi’ne ulaşmıştık.
Mora’nın batı kıyılarında geniş hilâl biçimli Navarin (Pylos) Körfezi
ve Sphakteria Adası
Fakat upuzun bir ada (Sphakteria Adası) ve küçük bir ada (Pylos Adası) körfezin batı
açıklığını kapatıyordu ve güvenli bir liman haline getiriyordu (burada Delikli Baba Türbesi
bulunduğunu tarih siteleri kaydediyordu). Ancak buraya sığınmış bulnan gemiler için kapan
oluşturuyordu.
Körfezin kuzey ucundaki Eski Kale’yi (Anavarin-i Atik) yeterli bulmayan Osmanlı
1573’te Yeni Kale’yi (Anavarin-i Cedid, Neocastro) inşa etmişti. Bugün Balkan
Yarımadasının en güneyinde en büyük Osmanlı askeri yapısı olarak kabul edilmektedir. Mora
İsyanında büyük katliam, “Massacre of Navarino” (19 Ağustos 1921’de kalenin teslim
olmasından sonra 3,000 kişi, bebekler dahil, doğranmış ve denize atılmış) burada yaşanmıştır.
Pylos (Navarin) kasabasının asırlık çınar ağacı ve kahvesini yudumlayan kasabalılar
Meydanda 1827 Deniz Savaşını hatırlatan anıt
1825’te Mısırlı İbrahim Paşa Navarin’i geri almış, fakat birleşik İngiliz, Fransız ve
Rus donanması 20 Ekim 1827’de Mısır-Türk donanmasını Navarin Körfezi’nde yakıp
yoketmişlerdir (89 gemi batırılmış, 8,000 ölü verilmiş).
Küçük, fakat sevimli Pylos (2,700 nüfus, İt: Navarino, Osm: Anavarin) kasabası,
virajlı bir yolla inilen ufak bir sahilde turistleri bekliyordu. Kahvehanelerle çevrilmiş çınar
ağacının gölgesinde ahşap iskemleler arasında bir de taş anıt ünlü deniz savaşını
hatırlatıyordu.
Dar yollardan bizim koca otobüs geçemediği için “Anavarin-i Cedid” Kalesini
görmeye gidemedik. Körfez kıyısı boyunca ve İyon Denizine paralel E55 No.lu yolu kuzeye
doğru takip ettik. Dağlar kıyıdan uzaklaşmıştı, ekili araziler, narenciye ve zeytin bahçeleri
refah izlenimi veriyordu, fakat kuzeyden gelen yağmur bulutları gezimizi tehdit ediyordu.
Öğle saatlerinde mecburen Kyparissia (8,600 nüfus, Osm: Arkadiye) limanına kadar
indik, ihtiyaç ve yemek molası verdik. Artık yağmur çiseliyordu, şehir halkı limana bakan
lokantaya doluşmuştu, plaj bomboştu.
Yağmurlu bir havada Kyparissia (Arkadiye) sahili ve plajı
Kuzeye doğru yolumuza devam ettik, “Elis” bölgesinin başşehri Pyrgos’tan (nüfus 25
bin) yağmur altında geçtik. Bu şehrin 16 km doğusunda dünyaca ünlü “Olympia” Ören Yeri,
Zeus ve Hera Tapınakları bulunuyordu. Antik çağlarda (M.Ö. 776’dan M.S. 393’e kadar her
dört yılda bir) Olimpiyat Oyunları burada yapılıyormuş. Modern Olimpiyat Oyunlarının ateşi
de burada yakılıp ev sahibi şehirlere ulaştırılıyordu. Super turistik bir yer olduğu için merak
ettik, harika bir otobanı kullanarak (yağmur diner umuduyla) Olympia’ya gittik. Geniş bir
ormanlık alana yayılmıştı. Motorlu araç sokulmuyordu ve yaya dolaşmak gerekiyordu.
İnadına yağmur gökten boşanmışçasına hızlanmıştı. Son bariyerlerin önünde yarım saat
otobüste bekledik ve esefle geri döndük. 70 km kuzeydeki Patras’a, harika bir otoban ve
ovalık bir arazi [Achaia (Akhaya) Ovası] sayesinde kolayca ulaştık.
Achaia (Akhaya) – Mora yarımadasının kuzeybatı köşesini kapsayan bu bölge hem en
gelişmiş ve yoğun nüfuslu, hem de İyon Adalarına, İtalya’ya ve Batı Avrupa’ya açılan ulaşım
ve ticaret merkezidir. Bölgenin başşehri Patras (Patra, Osm: Balyabadra ← Palaia Patra, Eski
Patra), nüfus 164,000, büyük limanı ve havaalanı vardır. Yunanistan’ın 4.üncü ve Mora’nın
en büyük şehridir. Miken döneminde buraya göç eden “akhalar” tarafından kurulmuş, Roma
kolonisi olmuş, Hıristiyanlığın yayılmasında Aziz Andreas (St. Andrew) burada çarmıha
gerilmiştir. 1205 Latin istilâsında Achea Prensliği’nin eline geçmiş ve katolik Başpiskoposluk
kurulmuş. 1458’de Fatih Sultan Mehmet tarafından alınmış ve kalesi güçlendirilmiş. Mora
Ayaklanmasında buradaki Osmanlı askeri ve Müslümanlar büyük “Patras Kalesi”nde 7 yıl
direnmişler, sonunda 7 Ekim 1828’de gelen Fransız ordusuna teslim olmuşlardır.
Yağmur dinmişti, fakat kurşuni bulutlar göğü kaplıyordu. Otobandan çıkarak şehir
merkezine yöneldik ve uzun sahil yolunu takip ederek kiliseleri, meydanları ve heykelleri
otobüsten izledik. Bu büyük şehirde maalesef kayda değer Osmanlı yapısı kalmamıştı.
Yorgun argın şehrin doğu çıkışındaki “Tzaki Hotel”e yerleştik. Deniz kıyısında bulunan
otelimizden Rio-Antirio Köprüsü ve karşıdaki Aetolia dağları görülüyordu.
Patras: Tzaki Hotel terasından Patra Körfezi ve Rio-Antirio Köprüsü (2004)
5.gün: Artık Mora’yı terketme zamanı gelmişti. Hotelimizden 7 km doğuda yer alan “Rio-
Antirio Denizüstü Köprüsü”nden erken saatlerde kuzeye, “Aetolia-Acarnania” bölgesine
geçtik. “Patras Körfezi”nin en dar yerinde, Rio (Rion, 13 bin nüfus) ilçesinden kuzey kıyıdaki
Antirio Kalesine geçirilen 2880 m’lik asma köprü 2004 Olimpiyat Oyunları esnasında
hizmete alınmıştı [“Gefira Charilaos Trikoupis”, genişlik 28 m, pilon yüksekliği 164 m, sudan
yükseklik 52 m, en uzun açıklık 560 m]. Patras Üniversitesinin kampüsü de Rio’da yer alır.
Patras Körfezinin, Rio-Antirio boğazından sonra genişleyerek doğuya, Korint berzahına kadar
devam eden bölümüne artık “Korint Körfezi” denir.
Köprünün kuzey çıkışında, sağa tarafa saparak 8.5 km kuzeydoğuda bulunan
Nafpaktos (nüfus 19 bin, İt: Lepanto; Osm: İnebahtı) liman-şehrine ulaştık. Yalçın bir dağın
tepesinde ünlü kalesi, deniz kenarında da minik bir limanı (şimdi balıkçı barınağı) vardı.
1477’de Fatih Sultan Mehmed’in muhasarasına dayanmış, 1499’da 2.Bayezid fethetmiş,
sancak merkezi yapmış ve kendi adına bir Fethiye Camii (1499) inşa ettirmişti. Minaresi
yıkılmış olsa da cami hâlâ yerinde duruyor ve müze olarak kullanılıyordu (tatil günü olduğu
için ziyaret edemedik).
Nafpaktos (İnebahtı): Balıkçı barınağı, Fethiye Camii’nin kubbesi ve tabelası
Fakat bu sempatik ve turistik şehir, tarihimizdeki korkunç bir deniz faciasını da hatırlatıyordu
– Sultan 2. Selim zamanında, Kıbrıs fethinin intikamını almak için, birleşik Haçlı donanması
(Venedik, İspanya, Papalık ve Avusturya) 10 Ekim 1571’de İnebahtı Deniz Savaşı’nda
Osmanlı donanmasını yakmış ve batırmıştı. İspanyol gemisinde er olarak savaşan genç
Miguel de Cervantes (1547-1616) ağır yaralanmış, daha sonra esir düşmüştü. “Don Kişot”
(Don Quijote) romanı ile İspanyol edebiyatının baştacı olmuştur. Turist kazanmasını bilen
Yunanlar, limanda bir Cervantes Müzesi de açmışlar.
Külliyesi ve darüşşifası Edirne’de bulunan Sultan 2. Bayezid’i yâd ederek
İnebahtı’dan ayrıldık, Antirio’ya döndük ve dağlar arasında batıya yöneldik (E55 yolu).
Pindus Dağlarının batısında kalan Aetolia-Acarnania (Etolya-Akarnanya, Osmanlı
yıllarında “Karlıeli Sancağı”, vasallığı kabul eden ilk hakimi Karlo Tokko adından “Karlo-
İli”). Birbiriyle bağlantılı olan ve kesin ayrılmayan iki parçası olduğu için çift isim kullanılır:
Aetolia doğuda ve dağlık olup “Acheloos” ve “Evinos” nehirleri tarafından sulanır (en büyük
barajlar- Kremasta, Kastraki, Stratos- bu bölgededir). Akarnania deniz tarafında olup bataklık
kıyılar ardında alçak dağlık alanları kaplar. Günümüzde birleşik bölgenin başşehri güneyde
deniz kıyısındaki Mesologi [Messolonghi, İt:”mezo+laghi” (göllerin ortasında), nüfus 18 bin]
şehridir. Antik tarihi olmayan bu şehir Latin (Venedik) hakimiyeti yıllarında kurulmuş ve
İtalyanca isim taşımaktadır. Yunan bağımsızlık isyanında Osmanlı-Mısır güçlerinin
kuşatmalarına yıllarca dayandığı için “kahraman şehir” (“hiera polis”) ilân edilmiştir. Yunan
hayranı İngiliz şairi Lord Bayron (George Gordon Byron, 1788-1824) burada ateşli
hastalıktan ölmüştür. Adını yaşatan dernek, müze-evi ve anıtı İngiliz turistleri buraya
çekmektedir.
33 km’si tamamlanmış A5 Otobanından kuzeye doğru yol aldık, “Ambrakia (Arta,
Narda) Körfezi” kıyısında, Amphilochia (Karvasaras, 4 bin nüfus, Osmanlı “kervansaray”
kalıntısı) şehir merkezinde sola sapıp E952 yolunu takip ettik. Ünlü bir Venedik kalesi
bulunan Vonitsa’dan (4 bin nüfus) geçtik ve Aktion’a (Lat: Actium) vardık. Batı
Yunanistan’ın en büyük deniz girintisi olan “Ambrakia (Narda) Körfezi” burada dar ve sığ bir
boğazla İyon Denizine bağlanıyordu. Eski çağlardan beri bu boğaz sayesinde gemiler körfezin
sakin ve güvenli sularına sığınabiliyordu. Dünyanın bilinen önemli deniz savaşı (Battle of
Actium) M.Ö. 31 yılında İmparator Octavian Augustus ile Mısır Kraliçesi Kleopatra ve aşığı
Antonius’un gemileri arasında söz konusu boğazın dışında yaşanmış, Roma donanması büyük
zafer elde etmişti. Bu zafer (Nike) onuruna boğazın kuzeyine ve körfez kıyısına Augustus
(Ogüst) “Nikopolis” şehrini kurmuş. Yüzyıllar sonra barbar saldırılarında tahrip edilen
Nikopolis’in yıkıntılarının güneyine Slav kabileleri “Preveza” kentini kurmuşlar.
Preveze: Ana cadde, kent meydanı ve evler arasında kale kalıntısı
. Fatih Sultan Mehmet 1477’de burasını fethederek Preveze Sancağı’na merkez
yapmıştı. Osmanlı tarihinin en ünlü deniz zaferi, Preveze Deniz Savaşı, 29 Eylül 1538’de
Barbaros Hayrettin Paşa komutasında, birleşik Haçlı donanmasına karşı Körfezin iç sularında
ve Preveze Kalesi açıklarında kazanılmıştı.
Aktion’dan başlayan 1570 m’lik bir denizaltı karayolu tüneli (2002) bizi hemen
Preveza (Preveze, nüfus 20 bin) şehrine çıkardı. Bu küçük şehrin ana caddesini boydan boya
katettik ve meydanda mola verdik. Kale kalıntılarını ve liman tesislerini gezdik, sokakları
dolaştık, fakat 1538 Deniz Savaşı ve Osmanlı dönemi ile ilgili bir şey göremedik. Halbuki
Abidin Dino (1913-1993)’nun dedesi Abidin Paşa (1843-1906) ve babası Rasih Dino (1865-
1928) Preveze doğumludurlar. Tepedelenli Ali Paşa’nın hamamını sorduk, tarif edebilen
çıkmadı. Sessizliğe bürünmüş bir taşra kasabası idi. Preveze’yi terkederken Romalılardan
kalma Nikopolis kentinin kazıları arasından geçtik.
Yanya istikametinde E951 yolunda 30 km gittikten sonra sağ tarafta Arta yoluna
saptık ve 8,5 km sonra bu antik şehre ulaştık. Arta (Osm: Narda, 24,000 nüfus) – tarihi
“Epirus Krallığı”nın eski başkenti (M.Ö. 279, kral Pyrrhus, “Pirus zaferi”). Eski Bursa valisi
Azmi Ömer Akalın ve Hoca İshak Efendi (1774-1835) Narda doğumludurlar. 1449’da
Leonardo Tocco’dan alınmış (2. Murat dönemi), 2 Haziran 1881 İstanbul Antlaşmasıyla
savaşsız Yunanistan’a terk edilmiştir (Tesalya ile birlikte). 1897 Osmanlı-Yunan Savaşında
Ahmet Hıfzı Paşa bu cephedeki savaşı kazanmıştır. Arachtos Nehri üzerinde ünlü “Narda
Köprüsü” (1606) Yunanistan’daki en güzel Osmanlı eseridir.
Yunanistan’daki en estetik Osmanlı eseri : “Arta (Narda) Köprüsü” (1606)
Tekrar E951 yoluna döndük ve ormanlar arasında kıvrılan “Klissoura” Boğazını takip
ederek, her tarafı yüksek dağlarla çevrili Yanya Ovasına vardık. 480 m rakımda bulunan bu
yüksek çöküntünün ortasında harika bir göl (Pamvotis Gölü), onun ortasında da küçücük bir
ada (Nisaki) bulunuyordu.
Ioannina (Yanya, nüfus 65 bin) VI yy’da Bizans İmparatoru İustinianus tarafından
kurulmuş, Normanlar tarafından zaptedilmiş (1082), Epir Despotluğu’nun başkenti iken 1430
yılında Sultan 2. Murat tarafından Osmanlı topraklarına katılmış. Balkan Savaşında
olağanüstü bir savunma (Edirne ve İşkodra Kaleleri gibi) sergilemiş, Esat Paşa komutasında
35 bin asker 14 Aralık 1912’den 6 Mart 1913’e kadar 83 gün mukavemet etmiş. Abdülhalik
Renda, Ahmed Reshadi, Mithat Frashëri burada dünyaya gelmişlerdir.
Yanya Gölü (Pamvotis) ve Nisaki Adası
1789 - 1822 yılları arasında ünlü Arnavut isyancı Tepedelenli Ali Paşa (1744,
Tepelene, Arnavutluk – 24 Ocak 1822, Yanya) Yanya Valisi olmasına rağmen başına buyruk
hareket etmişti. İsyanı kanlı biçimde bastırılmış, başı kesilerek İstanbul’a gönderilmiş, bedeni
Fethiye Camii’nin önüne gömülmüştür.
Yanya: Kaleiçinde Fethiye Camii önünde Tepedelenli Ali Paşa’yı gösteren ünlü tablo,
arkadaki tel kafes içinde mezarı. Aslan Paşa Camii (1618) Yunanistan’daki en güzel
camidir
İlk defa Yanya’da Kaleiçinde minareleri yıkılmamış, restore edilmiş ve müze olarak ziyarete
açık camiler gördük: Fethiye Camii ve Aslan Paşa Camii (1618). Aslan Paşa Camii,
medresesi, türbesi, aşevi ve kütüphanesiyle külliye olarak korunmuş, onarılmış ve içinde
Etnografya sergisi gezilebilmektedir. Çiselemekte olan yağmur ve havanın kararması
nedeniyle yaya olarak sürdürdüğümüz Kale içindeki turumuzu kısa kestik, otobüse binerek
şehir dışında, fakat A2 Otobanı (Egnatia Odos) yakınındaki 5-yıldızlı “Epirus Palace”
hoteline yerleştik.
6.gün: Kuzey Yunanistan’da, batıdan doğuya doğru en uzun mesafe (530 km) geçilecek ve
aşırı dağlık bölge (Pindus Dağları) aşılacaktı. Bütün umudumuz 2007’de hizmete giren,
Avrupa parası ve teknolojisiyle inşa edilen “Egnatia Odos” (A2) Otobanı idi. Yanya’nın
güneyinden geçen bu otobana girdik, hemen tırmanmaya başladık, tünelleri ve viyadükleri
sayesinde “kuş uçuşu” gibi doyumsuz bir manzara izledik. Karları erimemiş beyaz şapkalı
zirveler, yemyeşil derin vadiler birbirini takip ediyordu. Tek başına bu otoban seyredilmeye
değer bir teknoloji harikasıydı. Panagia sapağında otobandan çıktık ve 50 km güneyde
bulunan Meteora’ya yöneldik.
Pindus Dağları: Güneye, Tesalya Ovasına ve Meteora’ya inen “Malakasiotiko” Vadisi
Yeşillikler arasında ilerleyen asfalt yol vadinin yamaçlarında kıvrılarak alçalıyor, dipte
ise Malakasa’da doğan Pinios nehrinin en uzun kolu (Malakasiotiko çayı) akıyordu. Müsait
bir yerde otobüsü durdurduk, oksijen dolu tertemiz havayı ciğerlerimize soluduk, gözlerimize
yeşil renk ziyafeti sunduk. Kalıplaşmış Yunanistan imajının sadece “deniz, güneş ve kumsal”
olmadığını, bu ülkenin sadece “adalardan” ibaret olmadığını hissettik. Yol, vadinin tabanına
indi, dağlar açıldı ve önümüzde dev boyutlarda “peri bacaları” belirdi. Bu dev dikitleri
erozyon aşındırmıştı, fakat insanoğlu bu kayalara tırmanmış ve tanrıya daha yakın olsun diye
(aslında barbar akınlarından korunmak için) manastırlar inşa etmişti – “Meteora” (havada
asılı). Bu manastırlar Türklere rağmen değil, Türkler sayesinde varlıklarını sürdürebilmişlerdi,
çünkü 20 km güneydeki Tırhala (bugün Trikala) Müslümanların yaşadığı önemli bir
sancakbeyliği idi.
Meteora’da Aziz Nikolas Anapavsa Manastırı
Kalabaka şehrini uzaktan gördük, çünkü oraya varmadan önce Kastraki köy yoluna saptık,
büyük otobüslerin gidebileceği park alanına ulaştık. Meteora geniş bir alana yayılmıştı,
hepsini görmek için gezi patikalarında kilometrelerce yürümek gerekiyordu. Bizim emekliler
ekibi bunu göze alamazdı, oysa özel donanımlı genç dağcılar habire kayalara tırmanıyorlardı.
Kısa bir moladan sonra, otobana ulaşmak için kuzeye doğru yola çıktık, fakat daha
doğuda kalan 70 km’lik AO15 (Trikala-Grevena) güzergâhını seçtik. Daha alçak bir dağ olan
Hassia (Chasia, Kratsovo zirvesi 1564 m) üzerinden “Batı Makedonya” bölgesine ulaştık. Bu
bölgenin idari merkezi Grevena (Grebene, 13 bin nüfus, 530 m rakım) dağlar arasında küçük
bir yerleşimdir. Balkan Savaşında Bekir Fikri komutasında 600 kişilik gönüllü birlik, Rumca
(Patriotes) ve Ulahça (Vallahades) konuşan Müslümanlar dahil, uzun dönem bu dağlık
bölgede başarılı savunma yapmışlardı. Ne yazık ki şehir şimdi “Egnatia Odos” kuzeyinde
kalmıştı ve zaman ayıramadık. Fakat otobana ulaşmadan önce rafting imkânlarıyla ünlü
Venetikos nehrinin “Gates of Venice” (Venedik Kapıları) kanyonunu gördük ve fotografladık.
Grevena: Batı Makedonya’da rafting Grevena yakınlarında “Aziz Ağa Köprüsü”
sporu ile ünlü Venetikos nehri
Ne yazık ki, Grebene’nin batısında Trikomo köyü yakınında, aynı akarsu üzerinde bulunan ve
çok methedilen Aziz Ağa köprüsünü (Gefiri Aziz Aga, 1727) görmeye gidemedek, çünkü
otobüs için uygun yolu bulunmuyordu.
“Egnatia Odos” Otobanına çıktıktan sonra kuzeydoğuya doğru süratle ilerledik.
Siatista sapağının kuzeyinde antik “Orestis” bölgesi, Naslıç (Naseliça, Neapolis) ve Kesriye
(Kastoria) dibi Osmanlı yerleşimlerine vakit ayıramadık. Kozani sapağının kuzeyinde ise
Kayılar (Ptolemaida) ovasında termik santrallerin bacaları çevreyi dumanaltı ediyordu. Oysa
bir zamanlar Kayı aşiretinden “Konariotes” (Konya göçmenleri) buraları iskân etmişti.
Sol tarafımızda “Vermion” Dağı belirdi, Batı Makedonya’yı Merkezi Makedonya’dan
ayırıyordu. Virajlar ve tünellerle dağ eteklerini aşarken, sağ tarafta zaman zaman Aliakmon
(İnce Karasu) nehrinin baraj sularını izleyebiliyorduk. Tamamı Yunan topraklarında yer alan
en uzun (297 km) nehir olan Aliakmonas Selânik körfezine doğru akıyordu.
Vermion Dağı bittiğinde sonsuz düzlük gibi Vardar Ovası (Merkezi Makedonya)
göründü. Bu ovanın güney kısmına “Imathia” adı veriliyor ve tarihi Makedonya Krallığı’nın
çekirdeği sayılıyordu. Kral mezarları, 2. Filippos dahil, buradaki Vergina höyüklerinde ortaya
çıkartılmıştı, fakat 3. Alexandros’un (yani Büyük İskender’in) mezarı bir türlü
bulunamıyordu.
Bölgenin başşehri ve Osmanlı döneminin saygın ilim merkezi olan Veria’yı
(Karaferye’yi, nüfus 45 bin) ziyaret etmeden geçemezdik. Zaten otobandan görünüyordu.
Kavşaktan kuzeye yöneldik ve kendimizi Karaferye içinde bulduk. Yunanlar tatil yapmaktan
yorulmuşlardı, sokaklar hareketli, dükkânlar açıktı. Kocaman otobüsümüz dar ve yokuşlu
sokaklarda bizi yaya bıraktı, fakat restore edilmiş Medrese Camii’ne (1716) kadar gidebildik.
Keşke daha fazla zaman ayırabilseydik. Fakat bu tür “panoramik” turlarda zaman daima kısıtlı
oluyordu.
Veria (Karaferye): Restorasyonu yeni tamamlanmış “Medrese Camii” (1716)
Yıllar önce Yunanistan’ı ziyaret etmiştik, Osmanlı eserleri genellikle bakımsız
yıkılmış yıkılacak haldeydi. Şimdi Müslüman cemaat bulunmayan yerlerde bile (Atina,
Selânik, Yanya, Karaferye) camiler onarılıyor, şehirlerin reklâm broşürlerinde ve turistik
internet sitelerinde yer alıyorlardı. Herhalde Türkiye’den gelen turistlerin değerini
anlamışlardı.
Tekrar Otoban’a döndük, Vardar Ovasını hızla geçtik, Selânik’e girmeden kuzeyden
devam ettik ve saat 16 civarı Kavala’ya ulaştık. 59 bin nüfuslu önemli liman şehri olup,
Thasos (Taşoz) adasına karşı kurulmuştu. Kavalalı Mehmed Ali Paşa (1769-1849) burada
dünyaya gelmiş, Mısır valisi olmuş ve “hidiv” unvanından sonra ahfadı 1953’e kadar Mısır’da
krallık yapmıştır. Kavala’daki külliyesi Mısır’dan gelen paralarla yapılmıştır.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın heykeli Pargalı İbrahim Paşa’nın kiliseye
devşirilmiş camisi (1530)
Mehmed Ali Paşa’nın heykeli, evi ve imareti yanında, daha Kanuni Sultan Süleyman
zamanında yenilenen Kavala kalesi, su kemerleri ve Pargalı İbrahim Paşa’nın kiliseye (Agios
Nikolaos) devşirilmiş camisi önemli Osmanlı eserleridir.
7.gün: Gezimizin son gününde yine erken saatlerde dönüş yolumuza koyulduk. Tabi, ünlü
Kavala kurabiyelerinden almayı da unutmadık. A2 Otobanını kullanmadan eski E90 yolunu
tercih ettik. Nestos (Karasu) nehrini geçtikten sonra kendimizi “Batı Trakya”da bulduk.
Birdenbire eve dönüş heyecanı ve sabırsızlığı hepimizi sarmıştı. Batı Trakya bize hiç yabancı
gelmedi – cami minareleri ve Türkçe konuşan insanlar, hattâ demlenmiş Türk çayı bize
gurbetten dönüş sevincini yaşattı.
Önce Xanthi (Ksanti, İskeçe, 49 bin nüfus) il merkezine uğradık. Rodop Dağlarının
eteklerinde kurulmuştu. Millâttan öncesine bilgi yoktu, ancak Bizans yıllarında (M.S. 879)
ufak bir kale olarak zikrediliyordu. İlk fetih dalgasında (1361) Osmanlı akıncıların eline
geçmişti. Balkan Savaşında ve iki Cihan Harbinde Bulgarlar ile Yunanlar arasında el
değiştirmiş, karşılıklı etnik temizlikler yapılmıştı, fakat şimdi Rodop Dağlarında ”Thermes
(Ilıca) - Zlatograd (Darıdere)” sınır kapısı açılmıştı. Bu sınırın iki tarafında da Müslüman
Pomaklar yaşamaktadır. İskeçe’nin şehir nüfusunda Müslümanlar azınlıkta olsalar da 6 camisi
ile bir Müftülük bulunmaktadır.
İskeçe’den sonra yine E90 yolunu güneye doğru takip ettik ve bir “çekmece” gölü olan
Vistonia Gölünün (Burugöl) denizle bağlandığı bataklıkta Porto Lagos balıkçı köyü
yakınlarındaki, su üzerine inşa edilmiş ilginç görünümlü Agios Nikolaos Kilisesini ve biraz
ilerisindeki şapelini gezdik. Türkçe bilen papaz efendi bizi memnuniyetle karşıladı ve her
birimize boyalı Paskalya yumurtaları dağıttı.
Vistonia (Burugöl) ile Ege Denizi arasında Porto Lagos’ta Agios Nikolaos Kilisesi
Tekrar E90 yolu üzerinden kuzeydoğuya yöneldik ve Komotini’ye (Gümülcine)
vardık. 46 bin nüfuslu bu şehir merkezi konumu nedeniyle “Doğu Makedonya-Trakya”
bölgesinin idari merkeziydi ve Yunanistan’ın Trakya Üniversitesi’nin Rektörlüğü buradaydı.
Batı Trakya Müslümanlarının da dini ve kültürel merkeziydi. Hareketli bir Cuma günü idi,
sokaklar insan kaynıyordu, her tarafta Türkçe konuşuluyordu. Cuma günü olduğu için
grubumuzdan istekli olanlar, Türk Çarşısı içinde bulunan Yeni Cami’ye gidip namaz da
kıldılar.
Yemek ve alışveriş molasından sonra yola koyulduk, A2 Otobanına çıkarak son
durağımız olacak olan, deniz kenarındaki Alexandrupoli (Dedeağaç) şehrine geldik. 55 bin
nüfuslu şehrin eski tarihi yoktu (yani deniz kıyısında, bir “ağaç” altında inzivaya çekilmiş bir
Bektaşi “dedesi” balıkçıların getirdikleriyle yetiniyormuş).
Komotini (Gümülcine): Türk Çarşısı ve Alexandrupoli (Dedeağaç): Osmanlı
Yeni Cami’nin minaresi döneminden kalma Deniz feneri (1880)
19. yüzyılda Osmanlı tarafından liman olarak geliştirilmiş ve demiryolu döşenmiş
çağdaş bir yerleşmedir. Deniz feneri ve tren garı Osmanlıyı hatırlatır. Karşısındaki Samotraki
(Semadirek) Adasına feribotlar buradan kalkar, havaalanı vardır, Meriç (Evros) Deltasının
reklâmını yaparlar ve kuş gözlemcilerini gezdirirler.
Kordon boyunca şık pastaneler ve kafeteryalar dizilmişti. Ünlü dondurmalarından
birer külah tattık ve kuzeye doğru yola koyulduk. İlk geldiğimiz gün kullandığımız E85
üzrinden 120 km sonra Kastanies / Pazarkule sınır kapısından yurda ve Edirne’ye giriş yaptık.
Yedi günde adım adım Yunanistan’ı en güney noktasına kadar gezmiş, 2745 km
katetmiş, kazasız belâsız evimize dönmüştük. Edirne bizi bulutlu ve yağmurlu karşıladı.
Yorgun, fakat unutamayacağımız zengin izlenimlerle doluyduk, bir sonraki yıl nereleri
gezelim düşünceleriyle vedalaştık.