63
BATI TÜRKİYE’Yİ NASIL KISKACA ALDI

Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Batının Türkiye üzerinde oynadığı oyunları anlatıyor

Citation preview

Page 1: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

BATI

TÜRKİYE’Yİ NASIL

KISKACA ALDI

Page 2: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

*** 1. Kısım : ÖĞRENİLDİĞİNDE UFKU İKİ KATINA ÇIKARAN GERÇEKLER 1 - Bülent Ecevit ve Deniz Baykal'ın Rockefeller Foundation bursu ile Amerika'da çalışması... Rockefeller demişken, Rockefeller 1928 yılında Vehbi Koç'la işbirliği yaparak Koç, Standart Oil Petrol şirketinin yerel temsilciliğine getirilmiştir. 2 - Bülent Ecevit, Harvard Üniversitesi'nde Henry Kissinger'ın yanında 8 ay inceleme yaptı. İlginçtir daha sonra Henry Kissinger ABD'de dışişleri bakanlığı yaptı. Gelmiş geçmiş en başarılı bakanlardan biri oldu. O esnada ise Ecevit Türkiye'de başbakanlık yapıyordu. Ve tarihler 1974'ü gösterdiğinde Ecevit başbakan olarak Kıbrıs'a müdahale planını devreye soktu. Kissinger ile defalarca görüşme yaptı. O tarihlerde Kıbrıs ve Yunanistan’ın başında sosyalist hükümetler bulunuyordu. Ada ile Sovyetler birliği arasında muazzam uyum vardı. Türkiye tam da bu esnada adaya müdahalede bulununca hem Yunanistan’da hem de Kıbrıs’ta hükümetler düştü. Yerine ABD ile uyum içerisinde iki hükümet geldi. Türkiye’nin Kıbrıs müdahalesi ABD’ye de yaramıştı. 3 - Süleyman Demirel henüz üniversiteden yeni mezun olmuşken 1950 senesinde ABD'ye gidip araştırmalarda bulundu. Döndü, 1953'te Seyhan Barajı proje müdürü oldu. Bu dönemde Adnan Menderes'in dikkatini çekerek çok erken yaşta DSİ Barajlar Dairesi başkanlığına getirildi. 1955'te DSİ genel müdürü oldu. Akabinde Eisenhower bursu ile tekrar Amerika'ya gitti. Döndü, bir kaç sene sonra dünyaca ünlü Morrison şirketinin yerel temsilcisi seçildi (bkz: morrison Süleyman) Ardından siyasete atıldı, 1964'te Celal Bayar'ın da büyük gayreti ile genel başkan seçildi. Yılların Süleyman Demirel'i işte böyle paraşütle en tepeye iniş yaptı. 4 - Mehmet Şimşek'in aynı zamanda İngiliz vatandaşı olması... 2007 senesinde AKP'ye karşı girişilen sosyal-ekonomik-askeri baskıdan sonra yaşanan seçimleri AKP %47 oy oranı ile kazandı. Bu seçimlerden önce hükümet heyeti İngiltere ziyaretinde bulunmuştu. Ziyaret esnasında Exeter Üni. mezunu Mehmet Şimşek her nasıl olduysa hükümetin dikkatini çekti. Ardından seçimde milletvekili olarak gösterildi. Milletvekili seçildi ve hemen ekonomiden sorumlu devlet bakanı yapıldı. Sanki birileri “Mehmet'i bakan yapın” dercesine... *Exeter Üniversitesi demişken, eski c.başkanı Abdullah Gül de o okulda okudu. Ardından İslam Kalkınma Bankası’nda görevlendirildi. 5 - Exeter'li diğer Türkler: Fehmi Koru (gazeteci), Durmuş Yılmaz (eski Merkez Bankası başkanı), Şükrü Karatepe (Refah’lı belediye başkanı), Ekmeleddin İhsanoğlu (çatı adayı). 6 - Ali Babacan'ın Fulbright bursu ile okumuş olması. Fulbright bursunun anlam ve önemi için: http://www.guncelmeydan.com/pano/banu-avar-in-desifre-ettigi-fulbright-in-etki-ajanlari-t27204.html 7 - Amerikan burslarının anlam ve önemine binaen: ------ "1975 yılı. Richard Podol AID (Uluslararası Kalkındırma Örgütü) uzman amirlerine yolladığı Türkiye raporunda bakın neler diyor: “Yirmi yıldan fazla bir zamandır Türkiye’de faaliyette bulunan Amerikan yardım programı bir zamandan beri meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir bakanlık ya da bir iktisadi kamu kuruluşu hemen hemen kalmamıştır. Bu kimseler halen bulundukları örgütte ‘ilerici güç’ niteliğini taşımaktadır. Genel müdür ve müsteşarlık mevkilerinden daha büyük görevlere kısa zamanda geçmeleri beklenir. AID bütün gayretleri bu gruba yöneltilmelidir. Geniş ölçüde Türk idarecilerini indoktrine etmek gerekir. Burada özellikle orta kademe yöneticiler üzerinde durmak yerindedir. Amaç, bunlara yeni davranışlar kazandırmaktır. Bu grubun yakın

Page 3: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

gelecekte yüksek sorumluluklar mevkilerine geçecekleri düşünülürse bütün gayretlerin bu kimseler üzerinde toplanması mantık açısından doğrudur." ------ 8 - Turgut Özal'ın Demirel tarafından bürokratlığa getirilmesi... Çok ilginçtir, basit ve sade bir hayatı olan Özal, Semra Hanım'la evlenmesinin ardından Amerika'ya Texas Tech. Uni.'ye gidip araştırmalarda bulundu (Yazar notu: ABD'ye gidip araştırmalarda bulunanlar nedense ilerde hep başbakan oluyor) Dönüşte Elektrik İşleri Etüd İdaresi müdürü olan Özal, ardından Demirel'in danışmanlığına, peşinden de DPT müsteşarı yapıldı ve akabinde Dünya Bankası sanayi danışmanı olması için ABD’ye davet edildi. Demirel'in yanı sıra Erbakan’la da çalışan Özal, milletvekili adayı gösterildi. Seçilemedi. Tekrar DPT müsteşar vekili yapıldı. Ardından Batı ülkeleri Türkiye'den bazı "ekonomik hamleler yapmasını istedi" Demirel önce direndi, sonra kabul etti. Bu hamleleri yapması için de Turgut Özal'ı başbakanlık müsteşarı yaptı. Böylece Özal çok önemli 24 Ocak kararlarının mimarı oldu. Ardından darbe oldu. 22 ay boyunca Bülent Ulusu idaresindeki darbe hükümetiyle çalıştı. Sonra demokratik seçimlere giren 3 partiden biri oldu. Diğeri ise MDP'nin başkanı Turgut Sunalp'ti. 9 - Turgut Sunalp demişken... Turgut Özal 1983 seçimleri için Kenan Evren'in izin verdiği üç liderden biridir. Diğerleri Turgut Sunalp ve Necdet Calp'tır. Turgut Sunalp 1948'de ABD'ye gönderilen 16 subaydan biridir. Bu subaylar ABD'ye NATO kapsamında eğitim almaları için gönderildi. Her biri geri gelince çok önemli vazifeler üstlendi. Örneğin 16 subaydan 14'ü 1960 darbesinde etkin rol aldı. 60 darbesinde rol almayan iki isim ise Danış Karabelen ve Turgut Sunalp'ti. 10 - Danış Karabelen demişken... O da 1953'te sona eren Kore Savaşı’na katılan Türk komutanlar arasındaydı. Nasıl olduysa Danış Karabelen savaştan sonra CIA tarafından üstün hizmet belgesi aldı. Savaşı Amerikan genelkurmayı yaptı ama belgeyi ne hikmetse CIA verdi. Ardından Türkiye NATO'ya girdi, Karabelen orgeneralliğe yüksedi ve daha sonra "Kontrgerilla, Özel Harp Dairesi, Türk Gladyosu ve Ergenekon" olarak bilinen "Seferberlik Tetkik Kurulu" isimli yapılanmayı bizzat kurdu.

11 - 16 subaydan 14'ü 1960 darbesine katıldı demiştik, 14'ü katıldı. Evet. Onlardan biri de tanıdık bir sima: Alparslan Türkeş. Türkeş, darbe bildirisini 27 Mayıs Cuma günü sabah 5:25 sularında okuyan kişidir. Cümlelerini tamamlarken "NATO ve CENTO'ya bağlıyız" diyordu Türkeş.

Page 4: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

12 – “NATO ve CENTO’ya bağlıyız” cümlesi Türkiye'de yaşanan darbelerin tümünde kullanılmış bir cümledir. 1980 darbesi'nin de sonunu süslemiştir. “Netekim” 12 Eylül'de yapılan darbeden sadece iki hafta sonra NATO Avrupa Kuvvetler Komutanı Türkiye'ye geldi ve Kenan Evren'le görüştü. Akabinde Rogers planı devreye girdi. Rogers Avrupa Kuvvetler Komutanıydı. NATO ve Kenan Evren'i "Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına geri dönmesine onay vermesi için" ikna etmişti. 1974'te yaşanan Kıbrıs müdahalesi ile Yunanistan NATO’dan ayrılmış 1977 ise geri dönemk için başvurmuştu. Fakat geri dönebilmesi için tüm üyelerin onayına ihtiyacı vardı. Türkiye ise onay vermediği için Yunanistan geri dönemiyordu. Bu Türkiye'nin en büyük kozlarından biriydi. Fakat Kenan Evren darbeden sadece 1 buçuk ay sonra Yunanistan'ın NATO'ya dönmesine koşulsuz izin vermiştir. 13 - NATO'ya geri dönmek demişken. Aslında Yunanistan ile NATO'dan ayrılan bir ülke daha vardı. O da Fransa. Fransa da NATO'nun akseri kanadına geri dönmek istedi. Onu da AKP kabul etti. Halbuki Fransa 2001 senesinde Saddam Türkiye'yi tehdit ettiğinde Türkiye'nin sınırına döşenmesi gündemde olan Patriot'lara müsaade etmemiştir. 14 - Saddam demişken, Saddam'ın Humeyni'yi öldürmesi için kurulan 15 kişilik Amerikan özel suikast grubunun bir üyesi olduğunu biliyor muydunuz? 15 - AKP demişken... AKP'nin 17 aralık sürecinde sıkça adını duyduğumuz değerli dostu Yasin El Kadı var biliyosunuz. Bu kişi aslında 2001 senesinde ABD tarafından Usame Bin Ladin'in adamı olduğu için terörist ilan edilmiştir. Daha sonra tüm mal varlığı dondurulmuştur. 16 - Usame Bin Ladin demişken... Usame Bin Ladin, Rusların Afganistan'ı işgale kalkışmasının ardından Amerika'nın "Rus işgalini önlemek için müslüman grupları silahlandırmak" politikası nedeniyle doğmuş bir güçtür.

Page 5: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

17 - Brzezinski eski ABD başkanlarından Carter'ın danışmanı. Ruslara karşı müslüman grupları silahlandırma politikasının mucidi ve El Kaide'nin mimarı. 2007'de Obama'yı destekledi. 2012 yılında ise "ABD yanlış yaptı, gerekli hazırlıklar yapmadan Suriye'ye saldırmak hataydı" diye beyanat verdi. dikkatinizi çekerim, yıl 2012...

(http://www.hurriyet.com.tr/planet/21959203.asp ) Sonra dış destekli IŞİD kuruldu ve palazlandı. Şimdi ise IŞİD'e müdahale için Suriye'ye müdahale gündemde. Mevzuyu çakozladınız dimi? 18 - Brzezinski ile bu düşünceyi paylaşan bir diğer çok önemli dış politika uzmanı ise Morton Abramovitz. Kendisi daha Beyoğlu ilçe başkanı iken Tayyip Erdoğan'la ABD'de görüşmüş bir kimse. Görüşmeyi Ruşen Çakır ayarladı. Tayyip Erdoğan bu görüşmeden sonra "ABD'ye giderek temaslarda" bulunmuştur. 19 - Morton Abramowitz ve Graham Fuller bu tarihten sonra sürekli Refah'ı incelemeye almış. Analizlerde bulunmuş ve “Siyasal İslam=Türkiye'nin geleceği” tespitine varmışlar. Bakın yıl 1995, o dönem siyasal İslam bırakın iktidar olmayı, parti kuramıyorlar, sürekli saldırı yiyorlar, partileri kapatılıyor, belediye başkanları içeri atılıyor, 28 Şubat döneminde kıyıma uğruyorlar. Ama Graham Fuller ve Morton Abramovitz “Siyasal İslam=Türkiye'nin geleceği” diyor. Neyse. Bunu ben söylemiyorum, 1996 Aydınlık da söylüyor:

Page 6: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

20 - ABD'ye gidip görüşmeler yapan Erdoğan, ve Exeter'li Abdullah Gül her nedense parti içinde farklı bir konuma geliyor: https://www.facebook.com/video.php?v=206935212677652&set=vb.156017421729&type=3&permPage=1 Konuşma içinde dikkatinizi çekti mi bilmem, bir de Fehmi Koru lafı geçiyor. Fehmi Koru'nun da Exeter'li olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Aynı zamanda Koru, Bilderberg toplantılarının da katılımcısı. Bilderberg ne mi? O da başka zamana.

Page 7: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

*** 2. Kısım : TÜRKİYE’Yİ MAKASA ALIYORLAR 21 – En son Bilderberg deyip bırakmıştım. Fakat Bilderberg konusunu bir süre daha askıya alıp "siyasal İslam" konusunu açacağım. Zira onunla ilgili çok mesaj gelmiş, konuyu zihninde oturtamayanlar olmuş. En baştan kısaca alacağım. İran'daki en sık kullanılan isimlerden biri hatta birincisi Reza yani Rıza’dır. Dünya kupasında İran milli takımının maçını izleyenler görmüştür zaten, sahada 5 tane Rıza vardı. Bu Rıza isminin fazla olmasının nedeni Rıza Pehlevi’dir. Rıza Pehlevi 1925'te İran'ın başına geçen kişidir. O dönemde Ruslar'ın İran üzerinde kapitalist faaliyetleri bulunuyordu. Bu nedenle Rıza Pehlevi Rus baskısını azaltmak ve iktidarını sağlamlaştırmak, hakimiyetini sağlamak yani koltuğunu korumak için İngilizlerin kucağına düşmek zorunda kaldı (1). İran bu nedenle İngilizlerle çok içli dışlı bir ülke oldu. Ardından Rıza Han 1925'te kendisini şah ilan edip krallığa geçince otoriterleşti. Zamanla kendisine muhalif olanlar arttı. Ve sonunda Musaddık isimli bir devlet görevlisi kendisine isyan bayrağı çekti. Neticesinde başbankalığa kadar geldi. Gelir gelmez de "İran petrollerini millileştirdi." Ve böylece İngilizler artık İran petrolünden para kazanamamaya başladı. Şimdi bir parantez açıyorum. "Petrolü millileştirmek" bir liderin işleyebileceği en büyük suçtur. Ve siz petrolü millileştirirseniz işte o zaman kapitalist düzen sizi baş düşman ilan eder. Öyle de oldu, Musaddık devrildi. Roosevelt'in yeğeni, CIA görevlisi Kermit Roosevelt; birkaç milyon Dolarlık bütçeyle İran'a giderek Musaddık karşıtı örgütleme yaptı ve Musaddık kısa sürede devrildi. Daha sonra ABD "CIA görevlisini gönderirsek ve yakalanırsa o zaman devlet suçlanır bu yüzden artık CIA görevlisi göndermek yerine sivil toplum kuruluşları kuralım ve onların görevlileri gönderilsin, yarın bir gün yakalanırlarsa da bizim başımız yanmaz" diyerek ondan sonra MAIN gibi, IMF gibi, OTPOR gibi kuruluşları ülke içinde finanse ederek hükümetleri düşürmeye başladı(2) Neyse. Musaddık gidince petrol yeniden İngilizleştirildi. Rıza'nın oğlu Rıza Pehlevi ülkeyi 79'a kadar idare etti. İşte tam da o sırada İran'da bir İslam devrimi gerçekleşti. Bursa'da sürgünde olan Humeyni Irak'a oradan da Fransa'ya sürgün edildi. Ve arkasında büyük bir halk desteği olan Humeyni geri döndü. Rıza Pehlevi ülkeyi terk etti. Birkaç gün sonra ise İran'da Batı’nın kontrol edemediği bir devlet kuruldu: İran İslam Devleti. Batılı ülkeler İran tarzı şeriat düzeniyle yönetilen ülkelerin petrolüne kaynaklarına öyle kolay el atamıyordu. Bu durumun diğer ülkelerde de yaşanmaması için önce Irak'ı yani Saddam'ı İranla savaştırdılar. Ama daha sonra Saddam İran’la savaşı sonlandırıp ülkesinde güçlenince ABD'nin himayesindeki Kuveyt'e saldırdı. Saddam kontrol edilemez hale geldi. Mısır’da da geçmişte Nasır isimli lider Batı’ya baş kaldırmıştı. Özetle Batı, İslam ülkelerinde kukla hükümetler tesis ediyor, ülkenin kaynaklarını sömürüyordu. Fakat sonra kukla, pinokyo misali kendisini "gerçek biri" sanmaya başlayınca kontrolden çıkıyor ve Batı’nın sömürüsü baltalanıyordu. Bazen de ülkenin dinamikleri bu kukla yönetimlerden şikayet ederek Musaddık gibi liderleri başa getiriyordu. İşte Batı "kukla liderler" tesis etmek yerine, bu ülkeler için bir model oluşturma ve diktatörleri değil sistemi kendisine bağlamanın daha iyi olacağını düşündü. Bu düşünceler, 1980'lerde Rand Corporation isimli kuruluşlar aracılığıyla raporlandı, birçok CIA görevlisi bu konularla alakalı olarak makaleler yazdı. Ve nihayetinde siyasal İslam denilen kavramla birlikte Batı yanlısı, sömürge İslam devleti oluşturabilmek için ortaya bir proje atıldı. Bu projeyi aslında siz çok iyi biliyorsunuz, adı: Büyük Ortadoğu Projesi 22 - Rıza Pehlevi'nin İngiltere'nin kucağına düştüğünü söyledim. Bu söylediğim olayın bir benzerini de Türkiye yaşadı. 1950 seçimlerinde DP %52 oyla meclisin nerdeyse %80'ini eline geçirdi. Akabinde Türkiye'de bir bolluk yaşandı. Fakat bu bolluğun nedeni yapılan Marshall yardımlarıydı. Dış politikada ise önemli şeyler oluyordu. Beş sene önce 1945'te Yalta'da dünyanın üç büyük lideri bir araya geldi ve Yalta Konferansı gerçekleşti.

Page 8: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

Konferans bitince garip bir şey oldu. Stalin durup dururken Ağrı, Kars ve Artvin bölgesinde hak iddia etmeye başladı. Türkiye'de bir tür "komünist tehlikesi" yaşanmaya başlandı. Menderes döneminde bu algı arttı. "Bacımızı kamusallaştıracaklar" türünden laflar çıktı. Ülkede "komünizm'den kurtulmak için ABD ile ittifak yapmalıyız” türünden fikirler ortaya atıldı. Bazılarının çok sevdiği Said Nursi bile "İslam'ın düşmanı komünizmdir, ABD de onlarla savaştığı için İslamı koruyor, Türkiye ABD ile birlikte olmalı" türünden laflar etmeye başladı, DP mitinglerine katıldı. Neticede Türkiye 1952'de NATO’ya girdi. Bunun bedeli Kore'de savaşan ve ölen Türk askerinin kanıydı. Türkiye, Menderes dönemi ile Amerika’dan ithal traktörlerle tarım cennetine döndü. Bu üretim malları Kore'de savaşan ülkelere satıldı. Türkiye deyim yerindeyse tahıl ambarıydı ve ekonomi iyiydi. Fakat savaş bitince, enflasyon arttı. Dış borç bulmak için Menderes ülke ülke dolaştı. 1952'de Özel Harp Dairesi kuruldu. Önceki yazıda bahsetmiştim, Daniş Karabelen önderliğinde kurulan bu teşkilat sayısız problem ve olaya neden oldu. Türkiye'de yollar ve binalar yaptı. "NATO yolu" denilen yollar bu dönem yapıldı. Nedeni ise basitti. Sovyet saldırısına karşı teçhizatların taşınabilmesi için geniş ve sağlam yollar gerekiyordu. Türkiye taviz verecek ve karşılığında yarımla, Sovyet tehlikesinden korunacaktı. Çok ilginçtir NATO belgeleri yıllar sonra ortalara saçıldığında bir belgede olası komünist savaşında NATO’nun planlarının neler olacağı yer alıyordu. Bu plana göre NATO savunma hattını Sofya-Belgrad arasına kuracaktı. Bu şu demekti, olası bir işgalde NATO orduları ne Kars’ı, Ağrı’yı ne de Anadolu’yu, İstanbul’u koruyacaktı. Bırakın Türkiye’yi, Yunanistan bile terk edilerek savunma hattı Sofya-Belgrad'a çekilecekti. NATO’nun korunacak bölgeler listesinde Türkiye yer almıyordu. Aptal yerine konmuştuk. 1950-55 yılları arasında ABD'nin de yardımlarıyla Türkiye bahar havasında yaşandı. Fakat sonra ekonomik sıkıntılar nedeniyle her geçen gün daha da batağa saplantı ve Amerikan yardımları alabilmek için ABD ile bir takım gizli ikili anlaşmalar imzalandı. Her anlaşma ile biz de İran gibi kucağa düştük. Ve en sonunda Menderes ABD'den beklentilerini karşılayamayınca Sovyetler Birliği ile iş birliği için görüşmeye başladı. Hazİran’da yapılması kararlaştırılan görüşmelerden bir ay önce, Mayıs’ta darbe gerçekleşti. Menderes'in Amerika’sı, eski müttefiki için kılını kıpırdatmadı.

Page 9: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

23 - Kermit Roosevelt'in darbesi (http://en.wikipedia.org/wiki/1953_Iranian_coup_d%27%C3%A9tat) bir ABD planıydı ve Musaddık'ın İngilizlere koklatmadığı petrolun intikamını CIA almıştı. Ama bu operasyon sonrasında ABD bir ders çıkardı. Dış operasyonlar kesinlikle devlet tarafından yapılmamalıydı. Riskliydi. Bu yüzden bir takım NGO'lar, yani hükümet dışı örgütler kuruldu. Bunların en başında IMF gelir. Sonra MAIN, OTPOR ve George Soros gibi yatırımcıların kurduğu vakıflar kuruldu. Bu vakıfların çalışma prensibi basitti; önce ülkelerle iyi ilişkiler ve iş adamları ile başarılı ticaret anlaşmaları kurulur ardından ülke içinde vakıflar açılır, bu kurumlara sağlam paralar finanse edilir ve bu paralarla medya, devlet kurumları, istihbarat şubelerinde adamlar satın alınır. Ardından bazı sosyal olaylar hedef alınarak çeşitli prostestolar başlatılır. Bu protestolarda görevlendirilen provokatörler olayların büyümesini sağlar, basın devreye girerek hükümet yıpratılır, önemli yazarlar ve iş adamları baskıyı artırır ve devlet kademelerindeki muhbirler bir takım belgeler yayınlayarak hükümeti iş yapamaz hale sokar. Sonucunda hükümet kanlı olaylar ve medya baskısı ile düşmek zorunda bırakılırdı. Kermit 1953'te İran’da, OTPOR Yugoslavyada, Açık Toplum Vakfı ise Çekoslavakya’da bunu güzelce başardı. Bu tip kurumlar kendi internet sitelerinde ülkede harcanan parayı bir gurur abidesi gibi yazarlar ve biz insalığa bu yıl şu kadar para harcadık diye övünürlerdi. 2011 senesine kadar finanse edilen paralar her yıl yayınlanırdı. Daha sonra Arap Baharı ile bu uygulamayı bir çok vakıf kaldırdı. Hiç unutmuyorum, 2000 yıllarında Tunus'a yıllık 10,000 $ yardım yapan bir sivil toplum örgütü, 2005'ten itibaren miktarı 400,000 dolara kadar çıkarmıştı. Sadece Tunus değil, birçok ülkede olayların çıkması için binlerce dolar o ülkelere akıtılmıştı. Türkiye'de 2011 yılında bir sivil toplum örgütü tam 2 milyon Dolara yakın para akışı sağladı. Basında Soros ile ciddi şekilde ilişkisi olduğu iddia edilen bir sivil toplum örgütünün ise mütevelli heyetinde bir partinin genel başkanı bulunur. İlginçtir, bu kişinin adını iyi tanıyoruz: Kemal Kılıçdaroğlu. Şaşırmayın. 24 - Danış Karabelen önderliğinde kurulan Özel Harp Dairesi'nden bahsettim. 1974'te Ecevit ve Erbakan hükümeti (CHP ve MHP'nin ittifakına şaşıranlar yeniden okusun, tee 74'te Erbakan CHP ile ittifak yaptı. Erbakan kimin hocası, biliyoruz di mi?) Kıbrıs'a çıkarma yaptı. Türkiye ve ABD'nin arası açıldı. Türkiye adanın tamamı için yola çıksa da yarıda bıraktı ve çekildi. Fakat ABD kızmıştı. Ülkede bir takım krizler yaşanmaya başladı. Çok açık bir şekilde Demirel'in Adalet Partisi'nin mensupları ve bağlı bulundukları esnaf, tüccar, bakkal, perakendeci depoda malları bulunmasına rağmen "mal yok" diyerek stokçulğa başladı. Bu şekilde hem daha çok kazandılar, hem de siyasi olarak CHP'yi güzelce yıprattılar. Fakat CHP Amerika'ya dik gitmeye devam etti.

Page 10: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

Dünya haşhaş üretiminde söz sahibi olan ABD, Türkiye'de haşhaş üretilmesini istemiyordu. Türkiye'de haşhaş ekimi yasaktı. Ama Ecevit 1974'te haşhaş ekimini serbest bıraktı. Edirne’de bulunan ve Sovyet topraklarını gözetleyen Amerikan üstlerini kapattı. IMF ile ilişkileri kesti. Bir suikast yaşadı ve kurtuldu. 1 Mayıs 1977'de yaşanan olaylardan sonra Özel Harp Dairesi'nin varlığından haberdar oldu. O sıralar başbakan değildi ve bunu cumhurbaşkanı Korutürk ve Demirel'e anlattı. Daha sonra bu bilgiyi açıkça meydanlarda dile getirdi. "Devlet içinde, fakat devletin bilgisi ve denetimi dışındaki bir örgüt var" dedi. Bunun üzerine 1977 seçimlerinden önce İzmir'de kurşunlandı. Suikastçi çok yakından vurdu. Ama sadece yaraladı. Amacı öldürmemekti. Bu bir uyarıydı. Ecevit seçimlerde %42 oy aldı. Başbakan oldu. Konuyu bu kez genelkurmay başkanına açtı. O kişi Kenan Evren'di. Sonuç alamadı. Olayı yargıya intikal ettirdi. Savcı Doğan Öz olayı araştırmaya başlamıştı. Önce bir rapor hazırladı. ------ Şiddet olayları, anarşik eylemler olarak nitelendirilebilecek kadar basit değildir. Amaç, demokrasi umudunu yok etmek; onun yerine faşist düzeni gündeme getirmek ve bütün unsurlarıyla yürürlüğe koymaktır. Böylece ABD ve çokuluslu ortaklıklar, Ortadoğu sorununu büyük ölçüde çözmek amacını gütmektedirler. Bize göre bu sonuca ulaşmada CIA, Kontrgerilla gibi gizli örgütlerin yönlendirmesi vardır. Bu örgütler, devlet aygıtını geniş ölçüde kendi amaçlarına uygun şekle dönüştürerek demokrasi düşmanı akımları iktidar yapmayı öngörmüşlerdir. ------ …Dedi. Sonra, ne acıdır, 1978'de kurşunlanarak öldürüldü. Katili ülkücüydü. Millete zarar veren örgüt, milleti seven savcıyı milliyetçiye vurdurmuştu. Trajikti. Oyun büyüktü. Önce Ecevit, ardından savcı Öz... Ecevit, Kontrgerilla meselesini kazıdıkça olaylar arttı. Maraş Katliamı patlak verdi. Her gün yüzlerce genç olaylara karıştı, yaralandı, öldü. Peşinden yeniden stokçuluk baş gösterdi. Türkiye'nin arası ABD ile kötüydü, IMF ile anlaşma yapılmıyordu. Ecevit bunun üzerine 1975'te Bilderberg toplantısına katılmış fakat borç verecek banka bulamamıştı. Daha sonra Ecevit'e toplantı çıkışında "ne konuşulduğu" sorulmuştu ve Ecevit "bu toplantılarda neler konuşulduğunu anlatmam demek başbakanlıktan istifa etmek" diye cevaplamıştı. Neticede enflasyon %100'ü aştı. Kredi yoktu, ABD ambargo uyguluyordu. Acıdır, o günlerde ABD’nin ambargosunu delerek Türkiye'ye sadece bir tek lider yardımda bulundu. O kişi Kaddafi’ydi ve Türkiye bu iyiliğin karşılığını 2011'de NATO ile Kaddafi’yi tahtından indirererek ödemişti. Ecevit ABD'ye kafa tutmanın, IMF ile ilişkileri kesmenin, Kıbrıs’taki vatandaşları korumanın, Kontrgerilla'nın üzerine gitmenin cezasını böyle ödüyordu. Tüsiad o dönem her gün tam sayfa ilanlar vererek Ecevit'i eleştiriyordu. İş adamları Kontrgerilla'ya ve Amerika'ya kafa tutan adamdan değil, onun düşmanlarından yanaydı. Ecevit ABD'ye gitti. Temaslarda bulunmak istedi. Ülkeye döndü ve en sonunda bitirici vuruşu Dünya Bankası yaptı. Dünya Bankası tarafından hazırlanan raporda Türkiye'nin ekonomisinin bitik halde olduğu, ağır sanayi hamlesini erteleyip tarımla ilgilenmesi gerektiğini, bu hayallerden vazgeçmesini ve sürekli develüasyon yaparak kendi parasının değerini sıfıra indirmesini söylüyordu. Dünya Bankası raporu adeta Türkiye’ye "siz büyük ülke olma sevdasını bırakın, buğday yetiştirin" diyordu. Dünya Bankası’nın bu raporunu yazan isimse kimdi biliyor musunuz? Biliyorsunuz. Bu isim Kemal Derviş’ti! Ve Ecevit hükümeti düştü. Başbakan Demirel oldu. Demirel 24 Ocak 1980 tarihinde Dünya Bankası’nın istediği tüm kararları aldı. Kararları hazırlayan yani Dünya Bankası’nın dediğini harfiyen yapan kişiyi de tanıyorsunuz aslında, o isim de 1971-73 yılları arasında Dünya Bankası’nda danışmanlık yapan Turgut Özal'dı. 25 - Haşhaş demişken, Türkiye'de haşhaş ekimini yasaklatan kişi Nihat Erim'dir. Nihat Erim, 1970'te yaşanan muhtıra üzerine Demirel'in başbakanlıktan istifa etmesinin ardından askerin başbakan olarak atadığı kişidir. Eski CHP'lidir. Hatıratında bu olaylar yaşanmadan önce Amerikan diplomatlarla gittiği bir yemekte içkiyi fazla kaçıran bir Amerikan diplomatın şakayla karışık "ilerde başbakan olacaksın" dediğini yazmıştır. Nihat Erim daha sonra Temmuz 1980'de, darbeden birkaç ay önce suikast sonucu öldürüldü. 26 - Belki dikkatinizi çekmiştir, yazının başında DP %52 oyla meclisin %80'ini aldı dedim. Bu doğru bir bilgi. Çünkü o zamanki seçim sistemine göre bir ilde yüksek oy alan parti vekillerin tamamını alıyordu. Kırşehir hariç. Menderes Kırşehiri bir türlü alamıyordu. En sonunda pes etti ve Kırşehir’in il statüsünü kaldırdı. Kırşehir Menderes’e oy vermediği için ilçe olmuştu. Söz

Page 11: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

gelimi İstanbul’daki seçimlerde Demokrat Parti 1 oy fazla aldıysa vekillerin tamamı Demokrat Parti’den çıkıyordu. Bu sistemi getiren kişi İsmet İnönü’dür. İsmet İnönü ülkede demokratik seçimlerin yapılmasını ve çok partili hayatın tesis edilmesini istiyordu. Çünkü bunu yapmazsa Marshall yardımlarından faydalanamayacağı, yardımların sadece demokratik ülkelere yapılacağı söylenmişti. İsmet Paşa bu ülkenin kurucularından, totaliter ve eski bir devlet adamıydı. Batı, yani sistem onu kolayca makasa alamazdı. Bu yüzden Batı, İnönü yerine daha yeni ve tavizkar bir kişi istiyordu. Bu yüzden ülkede seçimlerin yapılması ve çok partili hayatın gelmesi gerekiyordu. 1946 seçimlerinde CHP yüksek oranda oy almasına rağmen seçim sistemi çok adaletsizdi. Bu nedenle Batı bu sistemi kabul etmedi. Marshal yardımı küçük çapta yaşandı. İnönü seçimlerin ardından sistemi biraz daha gevşetti ve yukarıda bahsettiğim hale getirdi. Nasılsa ben kazanırım diye düşündüğü için bu adaletsiz sisteme güveniyordu. Beklediği gibi olmadı. Seçimi Demokrat Parti kazandı. Ve CHP %47 oy almasına ufak bir milletvekili grubu ile kaldı. 27 - Demokrat Parti'nin kurucuları Celal Bayar ve Menderes eski bir CHP'lidir. Yıllarca CHP'de çalıştılar ve İnönü'nün "toprak reformu" fikrinin ardından parti içi muhalefete başladılar. İnönü büyük toprak ağalarından toprakların alınmasını ve köylülere verilmesini, köylülerin bu toprağı işleyerek hem tarım alanında gelişme sağlanmasını hem de feodal ağalık düzeninin son bulmasını hedefliyordu. Bu yüzden toprağı alan köylüler toprağın sahibi olacak fakat toprağını 15-20 yıl gibi bir süre satamayacaktı. Böylece köylüler ağaların marabaları olmaktan kurtulacak, feodal düzen sona erecekti. Ama büyük toprak ağalarından olan Menderes ve Celal Bayar bu reformu pek sevmemişti. Ayrıca bu kişilerin yanında bulunan büyük toprak ağaları bulunuyordu. Bu reform girişimi yüzünden Menderes ve arkadaşları parti içi muhalefete başladılar. İnönü ise çok partili hayata geçerek yardım almayı düşündüğünden Menderes ve arkadaşlarına parti kurmalarını önerdi. Böylece Demokrat Parti kuruldu. Toprak reformu ise unutuldu gitti. Türkiye'de 1980'lere dek ağalık sistemi sürdü. Güneydoğuda ise hala sürmekte. Ağalık sisteminden kaçan köylü sınıfı büyük şehirlere gelerek gecekondu bölgelerini oluşturdu.

Page 12: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

*** 3. Kısım : DEMİREL 28 - Dedesi ninesi olanlar gidip sorabilir: Eskiden okullarda süt tozu verilir, çocuklar süt tozundan yapılan sütleri içerdi. Devlet bunları bedava verirdi. Çünkü Türkiye'de muazzam bir süt tozu bolluğu vardı. Süt tozunu Amerika üretir, Türkiye'ye satardı. Türkiye tarım ve hayvancılık ülkesi olmasına ve süt bolluğu bulunmasına rağmen ABD'den süt tozu ithal eder ve Türkiye'de yerli süt yerine Amerikan süt tozunu yaygınlaştırmak için okullarda bedava içirirdi. Menderes yerli süt üreticisini değil, ithal Amerikan süt tozunu desteklemiştir. 29 - Bugün 17 Aralık fezlekesinde yurt dışından gelen misafirler için ayarlanan kadın haberini duyunca anımsadım. 1959'da Endonezya başkanı Sukarno Türkiye'ye geldi. Uçkuruna düşkündü. Bizimkiler de misafirperverlik namına kendisine lüks nermin'in kızlarından birini gönderdi. Sukarno ülkesine döndükten iki hafta sonra belsoğukluğu kaptığını öğrendi. 30 - Menderes ekonomi bozuldukça sinirleniyor, gürlüyor ve otoriterleşiyordu. Eleştiriler ve muhalefet artınca tahkikat komisyonunu kurdu. Birkaç milletvekilinin oluşturduğu bu komisyon dönemin istiklal mahkemesi gibi çalıştı. Komisyon savcı ve hakim yetkilerine sahipti. Dilediği basın kurumunu kapatıyor, her türlü evrak ve eşyaya el koyabiliyordu. 31 - Darbenin olduğu 1960'ın Kasım ayında OECD isimli ekonomik topluluk kuruldu. İsrail senelece bu kurula katılmak için canla başla çabaladı. Fakat yeni üye alımı için tüm üyelerin onay vermesi gerekiyordu. Türkiye ise onay vermiyordu. Daha sonra İsrail OECD'ye girdi. Onay veren başbakan Recep Tayyip Erdoğan'dı. 2010 yılında, 2009'daki “one minute” olayından sadece 1 sene sonra Tayyip Erdoğan kavgalı olduğu İsrail'i OECD'ye memnuniyetle kabul etti. 32 - 1935'te rahip Roncalli, Vatikan tarafından İstanbul'a gönderildi. İstanbul’da yerel katolik liderlik görevini üstlenen roncalli Türkçe öğrendi. Halkla yakın ilişkiler kurdu. Atatürk'ün sevdiği Mahmut'la yakın dost oldu. Aradan yıllar geçti. 1961'de Menderes ve arkadaşları idam edildi. Celal Bayar'ın idam cezası ise iptal edildi ve müebbete çevrildi. 63'te serbest kaldı. Bir güç Celal Bayar'ı içerden çıkarıyordu. Dönemin Papası 23. John bu habere çok seviniyordu. Çünkü ikisi yakın dosttu. Evet, Roncalli 23. John ismiyle Papa olmuştu. Mahmut ise, Mahmud Celaleddin Bayar'dan başkası değildi. 33 - Rumlar Kıbrıs’ta türkleri katletmeye başlayınca 1964 yılında başbakan İnönü müdahale için harekete geçti. Fakat Türkiye'nin sadık müttefiki(!) Amerika’nın başkanı Johnson, İnönü'ye zehir zemberek bir mektup yolladı. "Müdahale olursa ittifakımız bozulur, NATOdan atılırsınız" dedi. Ve "müdahale sırasında Amerikan yardımı silah ve donanımları geri alırız" diye ekledi. Türk ordusundaki silahların çoğu Amerikan yardımıydı. Üstelik bu yardımlar İnönü'nün 1945 senesinde imzaladığı gizli anlaşma ile alınmıştı. O anlaşmanın ilk maddesinde "başkan gerekli gördüğü hallerde yardım olarak verilen şeylerin tümünü geri isteme hakkına sahiptir" yazıyordu. İnönü seneler önce imzaladığı anlaşma nedeniyle Kıbrıs türklerine yardım yapamayacak hale düşmüştü. İnönü Amerika'ya gitti. "yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de yerini alır" diye karşılık verdi. Ama cezası kesilmişti. Bu sözler onun sonu oldu. Döndüğünde artık başbakan değildi. Hükümet düşmüştü. 34 - Nasıl mı? O dönemlerde Demokrat Partinin devamı olarak kurulan Adalet Partisi’nin genel başkanı Ragıp Gümüşpala ölmüş ve kimsenin tanımadığı bilmediği genç biri başa geçmişti. Herkes şaşkındı. Bu isim Demirel’di. 35 - Bu sırada dünyada değişik hadiseler cereyan ediyordu. Amerikan başkanı Kennedy ve Sovyet lideri Kruşçev soğuk savaş bitirecek adımlar atmaya başlamıştı. Ayrıca Kennedy, İsrail'in nükleer programında destek vermiyordu. Sonra Kennedy 1963'te gündüz vakti suikaste uğradı ve öldürüldü. Ardından 1964'te Kruşçev bir Kremlin darbesi ile liderlikten düşürüldü. Peşinden 1965'te Vietnam savaşı yeniden patlak verdi. Soğuk savaş en az 20 yıl daha uzayacaktı. Birileri soğuk savaş için can alıyor, savaş başlatıyordu. 36 - Adalet Partisi'nin genel başkan seçimine Celal Bayar’ın desteklediği tanınmayan Demirel ve Saadettin Bilgiç giriyordu. Bilgiç bir arkadaşından aldığı belgeyle Demirel'in Mason olduğunu

Page 13: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

kanıtlıyor, bu durum Demirel'in oylarını dibe çekiyordu. Ardından Demirel Mason olmadığına dair belge alarak iddiayı çürütmeye çalıştı. Demirel Mason olmadığına dair belgeyi Mason Locası başkanı Necdet Egeran'dan almıştı fakat bu durum locayı ikiye bölmüştü. Locada bulunan bir çok üye sahte belge verildiğini ve Demirel'in Mason olduğunu, sahte belge verilmesinin yanlış olduğunu söyledi. Tartışmalar büyüdü. sonucunda Demirel'e Mason olmasına rağmen “siyasi nedenlerden ötürü Mason değildir” belgesi verildiği için bu duruma tepki gösterenler locayı bölerek Türkiye Büyük Mason Mahfili'ni kurdu. Demirel'in siyasi kariyeri için Mason Locası ikiye bölünmüştü. 37 - Demirel'e “Mason değildir” belgesi veren üstat Necdet Egeran ne hikmetse(!) Masonluktan ömür boyu ihraç edilmişti. Tartışmalar esnasında ileri gelen Masonlardan Hazım Kuyucak olayları engellemeye çalışınca Kuzey Amerika Masonları büyük üstatları tarafından uyarıldı. Uyaran rahip Thomas S. Roy’du. Ayrıca bir çok ilerigelen Mason sorunu çözmek için olaya müdahil olmuştu. Demirel her ne hikmetse Masonlar için çok önemliydi. Birileri onun sicilini temiz tutmak için var gücüyle çalışıyordu. 38 - Mason Locası demişken; Atatürk, Mason Localarını 1935'te kökü dışarıda olan zararlı kuruluş olması nedeniyle kapatmıştı. Fakat localar 1948'de yeniden açılmıştır. Atatürk'ün kapattığı Mason Localarını yeniden açan isim ise İsmet İnönü’dür. Bu tarihler İsmet İnönü'nün Batı yardımlarını alabilmek için ülkeyi çok partili hayata sokmaya çalıştığı yıllara denk gelir. 39 - Daha sonra Celal Bayar 1969 yılında siyasi yasağının kalkması için girişimde bulununca Demokrat Parti’nin devamı olan Adalet Partisi’nin genel başkanı Süleyman Demirel koltuğu Celal Bayar'a kaptırırım korkusu ile bu girişimi önlemeye çalıştı. Demirel kendisini bugünlere getiren Bayar'ın siyasi yasaklarının devam etmesi için elinden geleni yaptı. Ama başaramadı. 40 - Bu durumun aynısını Turgut Özal yaşadı. Kendisi önce siyasi yasaklı olan Ecevit, Erbakan ve Demirel'in siyasi yasaklarının kalkması için referandum kararı aldı. Ardından referandumda "hayır" oyu kullanılması için propoganda yürüttü. Özal için demokrasi şehidi derler fakat kendisi demokrat falan değildi. 2 yıl darbe hükümetiyle çalıştı. Ardından 1987 referandumunda siyasilerin yasaklı olmasını isteyecek kadar anti-demokratik bir tutum takındı. En son 1989 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde askerin de desteğini alabilmek için "Kenan Evren'i tanırım, milliyetçi biridir. Yaptığı müdaheleyi de memleketi için yapmıştır. Kötü niyet taşıdığını düşünmüyorum" diyebilecek kadar küçülmüştür. 41 - Türkiye'de şiddet olayları tırmanıyordu. 1972 yılında Mahir Çayan ve arkadaşları Kızıldere baskınında öldürüldü. Çayan'ın ekibinden biri samanlığa saklanıp yaşamını kurtardı. Bu isim daha sonra siyasi kariyer yapacak ve 2011 yılında milletvekili seçilecekti. Bu isim Ertuğrul Kürkçü'ydü.

Page 14: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

42 - 1973 yılında Mısır İsrail'e saldırınca Amerika İsrail tarafına geçerek Mısır ordusunu dağıttı. Amerika'nın bu tutumu nedeniye petrol ihraç eden ülkeler (OPEC) ani bir kararla emperyalistlere petrol ambargosu koydu. Petrol üretimi indirildi ve fiyatı artırıldı. OPEC'in büyük bölümü araptı. Araplar öylesine büyük bir dayanışma göstermişti ki, o dönem Amerika'nın en has müttefiki İran lideri Rıza Pehlevi bile petrol ambargosuna destek vermişti. Bu olay Batı'yı petrol zengini Arap ülkelerini "kontrol altında" tutabilmek için çözüm arayışlarına sürükledi. Siyasal İslam fikrinin doğumu gerçekleşiyordu. Petrol sıkıntısı baş gösterince tüm dünya krize sürüklendi. Dışa bağımlı Türk ekonomisi zarar gördü. ABD ile papaz olan Ecevit kredi bulabilmek için 1975'te Bilderberg toplantısını İzmir'e davet etti. Bilderberg, Hollanda'da bir otelin adıdır. İlk toplantı 1954 yılında 33. dereceden Mason olan Retinger isimli politika uzmanı tarafından Bilderberg otelinde yapıldığı için adı böyle kalmıştı. Retinger'in

Page 15: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

düzenlediği bu toplantıya Avrupa’dan devlet adamları, dev şirket sahiplerini ve medyanın önemli isimlerini davet etmişti. Ve kural gereği konuşulanlar asla dışarıya aktarılmıyordu. Kuralı kimse bozmuyordu. 43 - 1975 yılında Ecevit başbakan olarak toplantıya katılmış fakat aradığı kredileri bulamamıştır. O dönem bu toplantıya adı duyulmamış İngiliz bir kadın daha katılmıştır. Bu kadın daha sonra İngiltere başbakanı olacak ve üç kez üst üste seçilecek Margareth Thatcher'dan başkası değildir. Adı sanı duyulmamış Thatcher İngiltere'de başbakan olurken ABD'de ise bir Holywood oyuncusu olan Ronald Reagan başkan oldu ve bu iki garip başkan göreve gelir gelmez "globalleşmeden", "küreselleşmeden" ve "devleti küçültmeden" bahsetmeye başladı. Dünya bu yeni "globalleşme, küreselleşme ve devleti küçültme" kavramlarının anlamını çözmeye çabalarken bir başka ülkenin başbakanı da bu kelimeleri ısrarla tekrarlamaya başlamıştı. O kişi Turgut Özal'dan başkası değildi. 44 - Bilderberg toplantıları her sene yapılmaya devam ediyor ve konuşulanlar sır gibi saklanıyordu. Toplantılara bazı her yıl bazı türkler de katılıyordu. 1957 yılında Menderes (davet aldı ama katılamadı) 1975'te şimdiki Barolar Birliği başkanı Metin Feyzioğlu'nun dedesi Turan Feyzioğlu katılırken 1982'de İnönü'nün damadı Metin Toker 1990'da Mesut Yılmaz ve Erdal İnönü 1994'te Rahmi Koç, 2002'de Kemal Derviş, 2003'te Ali Babacan, 2004'te Ali Babacan, Mustafa Koç, Kemal Derviş, 2005'te Ali Babacan, 2006'da daha sonra bakan olacak olan Egemen Bağış, Mustafa Koç, Yeni Şafak gazetesinden Fehmi Koru, 2007'de Ali Babacan, Mustafa Koç, Birand, Doğan, Boyner, Cengiz Çandar, Hikmet Çetin, 2008'de Ali Babacan, Mustafa Koç ve 2-3 sene içerisinde servetini ikiye üçe katlayacak Ferit Şahenk, 2009'da Ali Babacan, Mustafa Koç, Sabancı, 2010'da Ali Babacan, Mustafa Koç katıldı. Ali Babacan ve Mustafa Koç 2014 toplantılarına dek katıldıysa da 2014 toplantılarına Ali Babacan çağrılmadı. 1996 yılında yapılan toplantılarda Türkiye ile ilgili önemli kararların alındığı belirtilmiş ve bu toplantıdan sonra bir yıl içerisinde Refah-Yol hükümeti post-modern darbe ile düşürülmüştür. İngilizce bilenler şu yabancı kaynaktan konuyla ilgili ayrıntılı bilgi edinebilirler: http://www.constitution.org/piml/96062507.txt Bu toplantılarda neler konuşulduğu halen sır niteliğini korur ve hala bu toplantılara dünyanın en seçkin devlet, iş, medya adamları gelmeyi sürdürür. AKP döneminde ise 2007 yılında bu toplantı Türkiye'de yapılmıştır. AKP'den Fullbright bursuyla okumuş Ali Babacan ise devamlı bu toplantılara katılmıştır.

Page 16: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

*** 4. Kısım : ARAP SONBAHARI 45 - Hala Menderes'le ilgili mesajlar geliyor. Fakat daha fazla üzerinde durmayacağım. Zira Menderes, Fatih'in sadrazamı olsaydı, 10 yıl değil, 2 yıl içerisinde kellesi alınarak idam edilirdi. Kendisine yapılan muameleyi tasvip etmiyorum. Fakat bu ülkeye zararı çoktur. Onun döneminde yapılan yanlışların faturaları halen daha ödenmektedir. 1960 darbesini yapan askerlere “Albaylar Cuntası” ismi verilmişti. Çünkü askerlerden çoğu albaydı. Darbeyi yapan Milli Birlik Komitesinin üyelerinden biri de kurmay albay Haydar Tunçkanat'tı. Tunçkanat, Menderes döneminde yapılanları araştırma ile görevlendirilmişti. Kendisinin ilgi alanı gizli anlaşmalardı. Aradı, taradı, darbe hükümetinin kendisine verdiği yetkilerle devletin en gizli belgelerine kadar uzandı. Ve karşına çıkan veriler karşısında adeta şoka uğradı. Durumlar vahimdi. Bu böyle olmazdı. Araştırdıkça yeni belgeler, derine indikçe kahreden anlaşmalara ulaştı. Tam on yıl bekledi ve sonrasında bu belgeleri kitap haline getirdi. Kitabın adı "İkili Anlaşmaların İç Yüzü"ydü. İlk basım 1970'ti. İkinci basım bir ay sonra çıktı. Fakat kitap sümen altı edildi. Üçüncü baskı 2001 yılında çıktı. 4. ve son baskı ise 2006 yılında basıldı. Bu kitabın varlığından haberdar olmamı sağlayan şahıs Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu'dur. Kitabı tam üç ay boyunca aradım ama bulamadım. Daha sonra iş bilir bir sahaf tarafından temin edebildim. Kitapta 1947 ile başlayıp 1965'e değin uzanan gizli anlaşmalar bulunuyor. İlgilenenler bulup okuyabilir. Tavsiye ederim. 46 - 2011 yılında Suriye binlerce yabancı istihbaratçının ve paralı askerin cirit attığı, iç savaşın hortladığı bir ülke haline geldi. Suriye'ye bir yerlerden yüzlerce casus akın etmişti. Ve bu akın için hazırlık çoktan yapılmıştı. Geçen yazıda İsrail'in OECD'ye AKP sayesinde 2010 yılında katıldığını belirttim. Tam da o dönemlerde Suriye sınırında bulunan mayınlı arazilerin temizlenmesi gündeme geldi. Temizleme işini İsrailli bir firmanın yapacağı tartışılırken asıl mevzu gözden kaçtı. Akabinde Tayyip Erdoğan kardeşi Esad'la anlaştı ve Suriye’yle vizeler kalktı. Böylece Türkiye'den Suriye'ye geçişler oldukça kolay hale geldi. Oldukça... Mevzuyu çakozladınız sanıyorum. 47 - 2010 yılının sonlarında Tunuslu bir vatandaş kendisini yakmış ve hükümet aleyhine protestolar büyümüştü. Dünyanın gözleri Tunus'a çevrilmiş fakat henüz Arap Baharı diğer ülkelere sıçramamıştı. O dönemlerde Mısır ve Libya sakin, Suriye ile Türkiye müttefik, Esad ile Erdoğan kardeşti. Tunus'taki olaylar büyürken ABD başkanı Obama aniden bir açıklama yaptı ve Esad'a "reformları yap yahut çekil" resti çekti. Tunus yanıyor, Libya ve Mısır kaosa sürükleniyordu. Fakat Obama Esad'ı hedef alıyordu. "reformları yap" diyordu. Esad reddediyor, Obama ise yineliyordu. Tarihler Mayıs 2011'i gösteriyordu.

(http://www.idilhaberajansi.com/news_detail.php?id=3125) Ardından Obama'nın reform talepleri kesildi. Onca cürmün arasında kimse Esad ve o-Obama'nın diyaloğunu dikkate almıyordu. Kısa süre sonra Libya patladı, Mısır yanmaya başladı

Page 17: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

ve Suriye aniden karıştı. Aradan birkaç hafta geçti ve bu kez sahneye başka bir lider çıktı, hedefinde Esad vardı. Tarihler bu kez Kasım 2011'di. "Koltuğu bırak, halkının taleplerine cevap ver" diyordu. "Hepimiz öleceğiz, koltuğa saplanma" diye ekliyordu. Evet, bu kişi Tayyip Erdoğan'dı. Obama, Suriye henüz karışmadan Esad'ı defalarca uyarmış, reform istemiş, Esad reddedince Obama devreden çıkmış, Suriye'de karışıklıklar sert bir şekilde patlak vermiş ve Erdoğan devreye girerek "halkını katleden biri başkan olamaz, koltuğu bırak" demişti. Obama Esad'ı "reformlar yapması" yönünden eleştirmişken Tayyip Erdoğan "halkını katlettiği" için eleştirmişti. Nedenler farklıydı ama talepler aynıydı: "Koltuğu bırak". Ve akıllarda bir soru vardı, Esad rerformları yapsaydı, ülkesinde karışıklık meydana gelir miydi? Ülkeyi kim karıştırmıştı? 48 - Tayyip Erdoğan, Esad'ın devrileceğinden emin olduğundan öyle ifadeler kullanıyordu öyle sert eleştiriler yapıyordu ki tüm dünyada Esad karşıtlığı "Tayyip Erdoğan" ile özdeşleşiyordu. Obama'nın aylar önceden Esad'ı uyarışı unutuluyor, Esad'ın istenmeyişinin sebebi olarak Tayyip Erdoğan ismi öne çıkıyordu. Fakat işler istenildiği gibi gitmedi, "üç ayda düşer" denilen Esad aylarca direndi. Yıllar 2012'yi gösterdiğinde Tayyip Erdoğan; Esad'ın gitmesi için NATO'dan "müdahale" istiyor, Rusya ise "Esad'ın koltukta kalması için herşeyi yaparız" diyordu. Batı, Esad'ı Suriye'ye sızan casuslarıyla düşürmeyi hedeflediyse de Esad'ın Suriye'ye sızan bu güçlere sert şekilde müdahale etmesi, ortalığı yakıp yıkması Batı’nın hedeflerini boşa çıkarmıştı. Tunus, Mısır, Libya, Cezayir ve daha bir çok ülke "sivil toplum örgütleri" üzerinden finanse edilmiş, finanse edilen ajanlar halkı galeyana getirerek basının da etkisiyle hükümetler düşürülmüştü ama Esad direnmişti. ABD'nin sızıntıları Esad'ı düşürmeye yetmeyince Tayyip Erdoğan'ın "müdahale" önerisi gündeme gelmişse de Rusya'nın Esad'ı koruması neticesinde buna cürret edilemedi. Erdoğan, Esad'a ağzına geleni söylüyordu fakat Esad'ı koruyan Putin'e tek bir laf edemiyordu. ilginçti. 49 - Tam da o günlerde Amerika'nın en önemli stratejistlerinden, El Kaide'nin fikir babası Zbigniew Brzezinski "ABD yanlış yaptı, gerekli hazırlıklar yapmadan Suriye'ye saldırmak hataydı" şeklinde demeç verdi. Brzezinski, Sovyet işgaline karşı Afgan dini grupların silahlandırılmasını öneren kişiydi. Ve Bin Ladin'le iyi ilişkileri bulunuyordu. Silahlandırılan El Kaide, Rusya'yı def etmeyi başarmıştı. fakat kontrolden çıkarak bir güç halini almıştı. Daha sonra bu grup İslam karşıtı tüm unsurlara ölüm saçan bir tür terör örgütü haline gelmiş ve ABD'nin Irak'a saldırması için bir tür bahane halini almıştı. Brzezinski'nin mesajı açıktı. Tarihler Kasım 2012'ydi. 50 - Sadece üç ay sonra Suriye'de işler değişiyordu. Ebu Bekir El Bağdadi ve müttefiki yani Suriye'deki en büyük muhalif güç olan El-Nusra lideri Ebu Muhammad Al-Jawlânî yollarını ayırdı. Tarihler manidardı. Bağdadi, IŞİD'in lideri oldu ve ilk olarak eski müttefiki, Esad karşıtı El Nusra'ya savaş açtı. Sadece birkaç ay önce El Nusra ile Esad'a karşı savaşan Bağdadi, bir anda taraf değiştirerek Esad'la birlikte El Nusra'yı ezmeye başladı. Bir yılı aşkın süredir Esad'la savaşmasına rağmen fazla yol kat edemeyen El Nusra'nın aksine Bağdadi liderliğindeki IŞİD her nasılsa kısa bir sürede büyüdü. Özgür Suriye Ordusu ve El Nusra liderlerini teker teker yok etti ve Suriye ile Irak'ı kapsayan bölgenin kontrolünü eline aldı. Hazinesi büyüdü. Ve 2014 yazında Irak ordusunun kaçarak terk ettiği Musul'u tereyağdan kıl çekercesine aldı. Musul'un ani düşüşü ve Merkez Bankası’nın IŞİD'e geçişi sayesinde IŞİD hazinesi iki katına çıktı. IŞİD göz göre göre Musul'u alıyordu fakat hiç kimse birşey yapmıyordu. ABD elçiliği hızla boşaltıldı fakat Amerikan birliğinin silahları nedense bırakıldı. Böylece paranın yanında silah deposu da elde eden IŞİD artık lokal bir güç halini aldı. 51 – Rusya, Amerika'nın sızıntıları ile çalkalanan Duriye'yi savunmuş ABD Esad'ın sızıntıların faaliyetleriyle düşmeyeceğini anlamış. Brzezinski ABD'yi uyarmış ve sürece farklı bir boyut katmış ve sadece bir kaç ay sonra IŞİD olayı patlak vermişti. Hamle sırası Rusya’daydı. Ukrayna tam da bu sırada karıştı. Halk ikiye bölünmüştü. Putin sessiz kalamayacağını belirtti ve hükümet karşıtı protestolara destek verdi. Roller değişmişti. Bu kez putin muhalifleri savunuyor, ABD ise iktidarı koruyordu. Ve Putin bitirici hamleyi yapmış, halihazırda Rus hakimiyetini peşinen kabullenmiş isimlerden oluşan Kırım meclisinden hızlıca bir karar çıkarmış ve Kırım Rusya’ya bağlanmıştı. NATO, Rusya'yı sert bir dille uyarmışsa da bunlar lafta kalmıştı. Rusya, Kırım'ı ele geçirdikten sonra IŞİD'in faaliyetleri süratle artmaya başladı. Ve bu kez hamle sırası Batı’daydı. ABD ve Rusya adeta adım adım dünyayı paylaşıyordu.

Page 18: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

52 - Ağustos ayında Brzezinski yeni bir röportaj verdi ve dünyanın kaosa sürüklendiğini, ABD'nin bunda payı olduğunu ve bir şeyler yapılması gerektiğini ifade etti. İşaret çakılmıştı. Sadece bir kaç gün sonra Amerikan Genelkurmay başkanı "IŞİD her şeyden tehlikeli" diyordu. Dışişleri "IŞİD küresel bir tehdit halini aldı" beyanı veriyordu. Sonraki hafta toplanan NATO toplantısında Obama müdahale fikrini ortaya attı ve koalisyondan bahsetti. Artık vakti gelmişti. IŞİD'le savaş başlamalıydı. Fakat bir sorun vardı, Tayyip Erdoğan IŞİD’e yapılacak müdahale için kurulan koalisyona katılmaya yanaşmıyordu. Bu tavır üzerine bir takım haberler servis edilmeye başladı: Türkiye’nin başbakanı Alman, İngiliz ve Amerikan servisleri tarafından dinlenmişti!!!

Yabancı basın her gün Türkiye’nin dinlenmesine ilişkin haberleri manşetlere taşıyor, Türk hükümetinden konuyla ilişkin kayda değer bir açıklama yapılmıyordu. İşin garip yanı dinleme haberlerinin çoğalmasına ragmen dinlemelerin içeriğine ilişkin herhangi bir kayıt sızdırılmıyordu. Tüm bunların yanında hükümeti dinleyen cemaat “vatan haini” ilan edilmişken, hükümeti dinleyen Almanya ve Amerikan başkanları Tayyip Erdoğan’la sıcak ilişkiler kurabiliyordu.

Page 19: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

53 - Ve Türk hükümeti dış politikasının yeniden şekillendiği ve çok önemli kararlar alması gereken bu günlerde olaylardan uzak bir tavır sergiliyordu. Güney sınırındaki 800 km'lik alanda savaş tehdidi doğan ve sınır ötesi harekat koalisyonuna dahil olup olmama noktasında başbakan Davutoğlu'nun siyaset üretmesi, doktrin geliştirmesi, karar vermesi, yol haritası oluşturması için gece gündüz temaslarda bulunması gerekirken kendisi;

Page 20: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

geceleri taksi durağı ziyaret eden…

(http://www.mynet.com/haber/guncel/basbakan-davutoglu-taksi-duragini-ziyaret-etti-1474328-1 ) …nikah şahitliği yapan…

(http://www.cnnturk.com/video/turkiye/basbakan-davutoglu-nikah-sahidi-oldu/ ) …ve kutlamalara katılan…

Page 21: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

(http://www.milliyet.com.tr/basbakan-davutoglu-ahilik-kutlamalarinda-kirsehir-yerelhaber-401089/)

…başbakan halini alıyordu. NATO zirvesinin ardından Obama: IŞİD'le mücadeleye Türkiye'nin de müdahil olması lazım, dedi. Türkiye “teröre taviz vermeyiz” şekline cevap verdi. Aradan bir kaç hafta geçti. Tam da bu günlerde IŞİD çok ilginç bir karar aldı ve 49 rehineyi serbest bıraktı. böylece Türkiye'ye müdahaleye katılmaktan başka bir yol kalmamış oldu. Yabancı basında yer alan dinleme haberleri bir anda kesildi ve bir daha gündeme getirilmedi. Bir kez daha taviz verilmişti. 54 - Türkiye 1970'lerde siyasi istikrarsızlıklar ve terörle uğraşmıştı. Ekonomi olarak oldukça hırpalanmıştı. Ecevit yaratılan siyasi kaosla zayıf düşürülmüş ve Kemal Derviş tarafından hazırlanan ve özetle "ağır sanayi hamlesinden vazgeçin" temalı raporu ile bitirilmişti. Ardından göreve Demirel gelmişti. Demirel dayatılan bu reformlara yanaşmasa da sonunda ikna oldu ve 24 ocak 1980'de Turgut Özal'ın kaleme aldığı kararlar yürürlüğe kondu. Böylece Türkiye Atatürk'ün karma ekonomisinden kapitalizmin isteği doğrultusunda "serbest piyasa ekonomisi"ne geçti. Fakat Türkiye'nin mevcut siyasi yapısı ve anayasanın varlığı bu sistemin tam olarak entegre edilmesini zorlaştırıyordu. Sendikalar kanunu, işçi hakları ve kamu iktisadi teşekküllerinin yapısı Türkiye'nin liberal ekonomik düzene geçmesine mani oluyordu. Meclis ise bırakın yasaları düzenlemeyi, cumhurbaşkanı bile seçemiyordu. Darbe tam da bu esnada imdada yetişti. Turgut Özal hayatında tanımadığı Kenan Evren tarafından köşke davet edildi ve ekonomi bakanı ilan edildi. Böylece anayasanın kaldırıldığı, meclisin feshedildiği ve her türlü hakkın askıya alındığı bir ortamda Özal işe koyuldu. Artık ortam müsaitti. Atatürk'ün kalkınmacı karma ekonomik düzeni yerini liberal ekonomik düzene bırakabilirdi. Üstelik bu iş için Dünya Bankası’nın eski danışmanı Turgut Özal, Kenan Evren tarafından tam yetkili kılınmıştı. Yeni anayasa hazırlandı ve kabul edildi. Turgut Özal Amerika’ya gitti. Geri dönünce görevinden istifa etti ve parti kurdu. Kenan Evren, Özal'a seçimlere girmesi konusunda izin verdi. Özal, Kenan Evren'in seçtiği partilerle yarıştı ve kazandı. görev tamamdı. 55 - Özal'la birlikte kuyruklar bitti. Bolluk geldi. Türkiye'ye ithal mal yağıyor, liberal ekonomik düzenin getirisi olarak bankerler sahneye çıkıyor ve faizcilik bir meslek haline geliyordu. Kumar yaygınlaşıyor, lüks tüketim artıyor, ülke Batı'nın ithal mallarının kapış kapış satıldığı bir pazar

Page 22: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

haline geliyordu. Özal "ben zengini severim" diyor, orta direğin nasıl ezildiği Şaban filmlerinde dahi konu ediliyordu. Hayali ihracat vakalarının patlak veriyor, sürücü kursları ehliyet dağıtmaya başlıyor, her gün trafik kazalarının yaşandığı bir yığın insanın öldüğü ve sürüyle aracın tahrip olduğu günler başlıyordu. Turgut Özal yeniliklere doymuyor ve önemli bir karar alarak "Türk parasını koruma kanununu" kaldırıyordu. Turgut Özal'ın büyük reform olarak addettiği bu gelişmeler sonucunda göreve başladığında 17,5 lira olan Dolar öldüğünde 10.000 liraya kadar yükseliyordu. Batı’nın ithal mallarının yarattığı bolluk nedeniyle hayat pahalılaşıyor ve ekonomik sorunlar yeniden nüksetmeye başlıyordu. 56 - Özal bir büyük atılım daha yaparak yabancılara toprak satışı kanunu çıkarmış ve devlet toprağının yabancılara satışı dönemi başlamıştı. Açıkça görülüyor ki 60'lar ve 70'lerde iktidarların ve Batı’nın Türkiye'de yapamadığı, devlet düzeninin izin vermediği bir çok şey 80 darbesi ile beraber başlayan Özal döneminde kolaylıkla yapılmaya başlanmıştı. Yabancılara toprak satışı kanunu sonraki yıllarda daraltılmış. Genişletilmek istense de bu değişiklikler Anayasa Mahkemesi tarafından 1990'lı yıllarda ve özellikle AKP iktidarından itibaren 2005, 2007, 2008, 2009, 2010 yıllarında iptal edilmişti. Daha sonra 2010 referandum paketi ile birlikte Anayasa Mahkemesi üyesinin sayısı 17'ye çırakıldı. üye sayısının artması yüzünden atanması gereken üyeler Abdullah Gül tarafından atandı ve böylece anayasa mahkemesinde üye çoğunluğu AKP'nin eline geçti. Eylül ayında AKP'ye geçen Anayasa Mahkemesi, Kasım ayında daha önce defalarca reddedilen yabancılara toprak satışı hakkındaki yasa değişikliğini sorunsuz onayladı. İşlem tamamdı. Vebali referandumda “evet” oyu verenlerin boynunadır. 57 - Özal göreve geldiğinde Türkiye'ye yeni kavram ve anlayışlar getirmişti. Henüz kimsenin bilmediği duymadığı bir dönemde Özal çıkıp "küreselleşme" "globalleşme" ve "devleti küçültme" gibi kavramlardan bahsediyordu. Hiç kimse Özal'ın ne kastettiğini bilmiyor ve bu şapkadan nelerin çıkacağını merakla bekliyordu. Bu algoritmayı daha sonra 2009'da Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül ikilisi de kullanacaktı. Tayyip Erdoğan günün birinde "açılım" ve "kardeşlik projesi" kavramlarını ortaya atacak ve Abdullah Gül de "önümüzde tarihi bir fırsat var" diyecek fakat fırsatın ne olduğuyla ilgili asla konuşmayacaktı. Nitekim medya aylarca tarihi fırsatı ve açılımı konuşacak, böylece halk ne olduğu tam olarak açıklanmayan bu kavramlara aşina hale gelecek böylece bu kavramların içi rahatlıkla doldurulabilecekti. Özal da harifyen uyguluyordu. İşin ilginç yanı bu kavramlar önce ABD başkanı Reagan tarafından ortaya atılıyor, ardından İngiliz Thatcher bu kavramları diline doluyordu. Tüm dünya bu kavramları tartışırken Turgut Özal da artık dünyanın değiştiğini ve yeni dünyaya uyum sağlayabilmek için bu kavramlara ihtiyacımız olduğunu belirtiyordu. Ve sonucunda 24 Ocak 1980 günü alınan kararlar, sağlanan anayasal ortam sayesinde yürürlüğe koymaya başlanıyordu. Özal şapkadan tavşanı çıkarıyor ve "devlet küçülmeli" diyordu. Ve ekliyordu "devlete baba demeyin, sonra alır sopayı döver" ve akabinde yeni bir uygulama Türk siyasi tarihine giriyordu: Özelleştirme. Özal devlet kurumlarını satmaktan bahsediyor, halkı buna ikna edebilmek için "devlet kurumlarının işe yaramadığını ve gelir getirmediğini" açıklıyordu. Özal hayatını tamamladığında özelleştirmeler tam olarak bitirilememişti. Yıllar sonra bu görevi Tayyip Erdoğan ve AKP tamamlayacak, devlet kurumları düşük ücretlerle yabancılara satılacaktı.

Page 23: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

(http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/12275008.asp) 58 - Özal'a göre piyasa serbest olmalıydı bu yüzden devlet piyasadan çekilmeliydi yani devlet küçülmeliydi. Böylece piyasa liberalleşecek ve rekabet artacaktı. Fakat tarih bunun böyle olmadığını gösterdi. Küçük ve yerel işletmeler Türk piyasasına giren yabancılarla rekabet edemiyordu. Bu durum ortaya çıkınca yabancı sermayenin ülkeye girebilmesinin şartları ağırlaştırıldı ve yabancı sermayeye ek vergiler getirildi. Bu meseleyi tamamlamak da Özal'a kısmet olmayacak yine yıllar sonra Tayyip Erdoğan ve AKP döneminde yabancı sermayenin teşviki için yasa çıkartılacak ve yabancı sermaye ile yerli sermaye eşit olacaktı. "Yabancı sermaye öpüp başın üzerine konuyordu" 59 - Burada bir parantez açarak serbest piyasa eleştirisi yapmak istiyorum. Serbest piyasa ekonomisi denilen kavram savaş ekonomisi şartlarını sağlayan bir tür hayalden ibarettir. Çünkü gerçekte her müteşebbis kar etmek, büyümek, kartelleşmek ve piyasaya hakim hale gelmek ister. Müteşebbisin bu emelleri için serbest piyasa ekonomisine ihtiyacı vardır. Örnek vermek gerekirse, 1800'lü yılların ortasında keşfettiği petrol kaynağının üretimine başlayan David Rockefeller sahip olduğu petrol kuyularından büyük gelir elde etmiş ve kazandığı parayla petrol ofisleri açmıştır. Serbest piyasanın hakim olduğu ekonomik bir ortamda bir kavşakta bulunan 3 adet petrol ofisinin yanına dördüncü petrol ofisini açan Rockefeller sermayesine güvenerek petrol fiyatlarını düşürmüş ve böylece piyasayı etkilemiştir. Petrol fiyatları düşünce rakipleri de satış yapabilmek için mecburen fiyat kırmak durumunda kalmış ve böylece zarar etmeye başlamıştır. Nihayetinde iflas eden petrol ofisleri Rockefeller tarafından alınmış ve serbest piyasa ekonomisi güçlü olan Rockefeller'ı kartelleştirmiştir. Rockefeller kartelleştikten sonra petrol fiyatlarını yükseltmiş ve böylece kartelleşme uğruna uğradığı zararların kat ve kat üstünü kazanmıştır. Rockefeller bunu serbest piyasa ekonomisine borçludur. Çünkü herhangi bir malın piyasasında yani pazarında üretim veya tüketimin %33'ü gibi bir oranı elinde tutan kişi o piyasayı ele geçirebilmektedir. Bu kişi üretici ise üretim kısarak fiyat yükseltir veya üretimi artırarak fiyat düşürüp küçük rakiplerinin iflasına yol açabilir. Eğer bu kişi tüketici ise "almıyorum" diyerek piyasada suni bir mal bolluğuna sebep olur ve üretici de "malım elimde

Page 24: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

kaldı" korkusuna kapılarak fiyat düşürür. Örneğin 1999-2000 yılları arasında sert geçen kış nedeni ile petrol tüketimi arttı. Petrol fiyatları da 35 dolara kadar çıktı. Çünkü petrol üretiminin üçte birinden çok fazlasını elinde tutan OPEC üyeleri imkanları olduğu halde talebe uygun üretim yapmak istemiyordu. Böylece serbest piyasa ekonomisinde üretici baskısını örneklemiş olduk. Bunun karşısında dünyanın en büyük petrol tüketen Batı ülkeleri, OPEC üyesi ülkelerde siyasi krizlere neden olacak faaliyetlerde bulundular. Bu sebeple Mart 2000'de OPEC toplantısından petrol üretimini artırma kararı çıktı. Yani "tüketici baskısı". Özetle Batılı büyük şirketler Türkiye gibi yüksek nüfuslu ülkelerde pazar oluşturabilmek ve kar elde edebilmek için "serbest piyasa ekonomisine" ihtiyaç duyar ve bu ekonomik modeli o ülkelere dayatır. Bu model zamanında Türkiye'ye de dayatılmış ve Türkiye, Özal ile birlikte bu modeli benimsemiş, Tayyip Erdoğan ile birlikte tamamen hayata geçirmiştir. Böylece hem Batılı şirketler mallarına pazar yaratmış hem siyasi liderler Batı’yı memnun edebilmiş hem de Batı’nın açtığı pazar nedeniyle yalancı bir sermaye akışı piyasayı diri tutmuştur. Olan Batı’nın şirketlerinde asgari ücretle çalışan işçiye, güvensiz koşullarda iş kazaları yüzünden telef olan işçiye, büyük karteller altında ezilen yerli sektöre olmuştur. 60 - Özal döneminde şimdilerde de yaşadığımız çok önemli bir süreç yaşanmıştır. Humeyni, ABD'nin sadık dostu Pehlevi'yi iktidardan indirip yerine Batı ile kavgalı bir İslam devleti kurmuştu. Bu olaylardan sadece aylar sonra Saddam'ın Irak'ı İran'la savaşa tutuştu. Sonuçta sekiz yıl sürecek bir savaş başlamış, ABD Irak'ı desteklemiş müslüman ülkeler birbirine kırdırılmış ve Türkiye ise bu dönemde tıpkı 1950-1953 savaşında olduğu gibi tahıl ambarı işlevi görmüş ve savaş sırasında Türk tarım ürünleri bölgede savaşan güçlere ihraç edilmiş, ekonomi geçici bir ferahlık yaşamıştır. Gariptir, Menderes ve Özal'ın hükümete gelir gelmez yaşadığı bu talihli olayın aynını Tayyip Erdoğan da yaşayacak ve AKP göreve gelir gelmez ABD Irak'a girecek ve Türkiye bu kez de tarım ürünlerini ABD'ye satarak geçici bir ekonomik ferhalık yaşayacak böylece halk ekonomik ferahlık için iktidara dua edecekti. 61 - Özal ve Erdoğan arasındaki bir diğer benzerlik ise Kürt açılımıdır. Özal hiç ortada yokken durduk yere AB üyeliği için gerekirse özerkliğin dahi konuşulabileceğini, federasyon hayallerini ortaya atmış ve ülkemizde var olan bölücü kesimlerin kalplerine bir gün yeşerecek "bağımsız kürdistan" hayallerini ekmiştir. Aynı zamanda Özal, Barzani ve Talabani ailelerini dünya siyasetine sokan insandır. Özal bu iki isme verdiği diplomatik pasaport sayesinde bu iki isim Türk pasaportlarıyla Avrupa’da faaliyet güdebilmiştir. Özal bu iki Kürt siyasi aktörün günün birinde Irak'ta cumhurbaşkanlığına ve bölgesel Kürt yönetim liderliğine yükselen kariyerini başlatmıştır. 62 - Özal ve Erdoğan'ın başka benzer özellikleri ise dış politikada atılan başarısız hamlelerdir. Özal, Musul ve Kerkük'ü almak isteyince Irak'la, devlete yük oluyorsunuz diyerek Kıbrıs'la ve “onların çoğu Şiidir, İran'a yakındır” diyerek Azerbaycan’la durduk yere papaz olmuştur. (Bkz: Sıfır Sorun Politikası) 63 - Özal ve Erdoğan arasındaki benzerlikler saymakla bitmez. İran-Irak savaşının 1988'de bitmesi üzerine Saddam gözünü başka bir ülkeye, Kuveyt’e dikmişti. Fakat ABD'den çekiniyordu. ABD büyükelçisi ise ABD'nin Arap coğrafyasıyla ilgilenmediğini, buradaki olaylara karışmayacağını söylüyordu. Oyuna gelen Saddam Kuveyt’e saldırınca ABD 1. Körfez Savaşı’nı başlatmıştı.

Page 25: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

Özal, tıpkı şimdilerde olduğu gibi ABD'den yana tavır koymuş ve savaşa katılarak “bir koyup üç almak” istemiştir. Özal da tıpkı Erdoğan'ın "Esad üç ayda düşer" beyanı gibi Saddam’ın kısa sürede kaybedeceğini iddia ediyor, ABD ise Türkiye'nin üs olarak kullanılmasını talep ediyordu. ABD doğrudan Bağdat'a yürümek yerine Irak'ın güneyine asker yığdı. Kuzeyde ise Barzani & Talabani kartını oynadı. Özal'ın pasaport verip dünya siyasetine soktuğu bu iki Kürt lider Amerika'nın isteği doğrultusunda kuzeyde büyük bir Kürt isyanı başlattı. 64 – ABD 15 Ocak 1991'de güneyden Irak'a saldırınca Özal da fırsat bu fırsat kuzeyden Irak'a saldırmak ve Musul & Kerkük bölgelerini almak istiyordu. Medya sürekli Saddam'ın Türkiye'yi vurabileceğinden, Ankara'nın tehlikede olduğundan bahsederek halkta bir tür Saddam korkusu pompalıyordu. Kürt isyanı genişleyince Özal artık vaktin geldiğini söylüyordu. Fakat tam bu esnada hiç hesapta olmayan bir gelişme yaşandı. Dönemin genelkurmay başkanı Necip Torumtay bu politikaya karşı çıktı. Ardından görevinden istifa etti. Asker müdahaleye karşıydı. Devlet kendisini Özal'ın hayallerinden koruyordu, ordu yeniden siyasete müdahil hale geliyordu. Özal'ın cumhurbaşkanı olduktan sonra başbakan olarak seçtiği Yıldırım Akbulut bile bu harekata karşı çıkıyordu. ABD Saddam'ı güneyde Şii, kuzeyde ise Kürt isyanıyla yorarken aynı zamanda Bağdat'ı bombalıyor, fakat Saddam bu iki isyanı da kanlı şekilde bastırmayı başarıyordu. Türkiye'nin saldırması gerekiyordu. Özal da istiyordu. Fakat olmamıştı. Kuzeyde Kürtler yalnız kalmış, Türkiye müdahale edememiş, ABD Barzani ve Talabani’yi yalnız bırakmıştı. Saddam'ın zulmünden kaçan Kürtler Türkiye'ye sığınmak için sınırı geçmek istiyordu. Tıpkı yıllar sonar IŞİD’den kaçtıkları gibi. Senaryo aynıydı. 65 - ABD her krizi bir fırsata çeviriyor, Kürtleri Saddam'a ezdirerek kuzeyde topluyordu. Kuzeye kaçan Kürtler kuzeyde yoğun bir Kürt nüfusu haline geliyor, ABD Saddam'ın 32. enlemin kuzeyine geçmesini yasaklıyordu. Böylece kuzey Kürtlerin egemenlik sahası haline gelecekti. ABD ileride Kuzey Irak'ta kurulacak Kürt devletinin temellerini atıyor, Türkiye'nin güneydoğusunu ve Suriye'nin kuzeyini tehlikeye atan bir politika sinsice kök salıyordu. Özal iç basında bölgesel lider olarak lanse ediliyor ve kutsanıyordu. 66 - ** (Yazar notu: İki yıldız koyduğumu farketmişsinizdir. Evet. Bilerek koydum. Çünkü bu madde ve devam maddeleri dikkatlice okumanızı istiyorum. zira bu maddelerde yazılarım arasındaki en önemli maddelerdir.) İşte tam da bu sıralarda aslında bölgesel bir lider olmayan ve Amerika'nın planını kavrayamayan Özal ortaya bir teklif attı. Türkiye'ye büyük Kürt göçü geliyordu ve Özal bu göçü önlemek için Kuzey Irak'ta tampon bölge oluşturulmasını ve bu bölgenin uçuşa kapalı bölge haline getirilmesini talep etti.

Page 26: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

Amerika bu teklifin anında üzerine atladı ve bölgeye huzurun sağlanması için “Çekiç Güç” adı verilen birliklerin katıldığı harekat başladı. Çekiç Güç’ü oluşturan askerler çeşitli ülkelerden oluşuyordu. Çekiç Güç, Türkiye üzerinden bölgeye giriyordu. 1991 yılından 2003 yılına kadar tüm hükümetler süresi bitmesine rağmen Çekiç Güç’ün süresini uzatırken sadece Refah Partisi buna karşı çıkıyor Erbakan, Erdoğan, Gül gibi Refah’lı siyasetçiler bunun çok zararlı olabileceğinden bahsediyordu. 67 - ** Özal ve Erdoğan hakikaten aynı kaderi yaşıyordu. Yıllar sonra Kuzey Irak yeniden karışıyor ve bu kez IŞİD örgütü bölgeye kan kusturuyor, Kürtler yine Türkiye'ye göç etmeye başlıyordu. Ve toplanan BM toplantıları nedeniyle ABD'ye giden Erdoğan bir takım temaslarda bulunuyor, temaslar sonrasında ülkeye geri dönüyor ve tarih bir kez daha tekerrür ediyordu. Erdoğan tüm basın önünde dünyaya bir öneri sunuyor, ne mi? “Uçuşa Kapalı Bölge”

(http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/123991/Erdogan__Ucusa_yasak_bolge_ilan_edilmesini_istiyoruz.html) Şaşırmayın. Daha çok şaşıracaksınız. 68 - ** ABD bölge halkını Saddam'la savaşması için eğitiyor, onlara destek sağlıyor ve yardımda bulunuyordu. Bu tarihten itibaren Türkiye sınırları içerisinde yaşanan terör olayları iyice artıyor, her geçen gün daha fazla şehit haberi geliyordu. Bunun üzerine genelkurmay öncelikli sorun olarak PKK ve bölücülüğü ele alıyor ve terörün üzerine emin adımlarla gidiyordu. Özel Kuvvetler Komutanlığı bölgede faaliyetler düzenliyor, tugay düzeyindeki Özel Kuvvetler Komutanlığı tümen düzeyine çıkarılıyordu. Ankara'da yeni bir eğitim tesisi yapımına başlanıyor ancak bu gelişmelerden rahatsız olan Amerika medya baskısı ile ihalede yolsuzluk iddiaları ortay atarak faaliyeti geciktiriyordu. 69 - ** Ordu o dönemde şimdiki gibi iktidar kontrolü altında olmadığından Özal orduya müdahale edemiyor ve ordunun darbe yapmasından çekiniyordu. Özal'ın diş geçiremediği orduya ABD diş geçirmeye çalışıyordu. Yıllar sonra da Tayyip Erdoğan'ın çok istemesine rağmen 2003 Mart tezkeresi'ne meclis onay vermiyor, harekat karşıtı paşalar Ergenekon Operasyonu’nda içeri tıkılıyordu. 70 - ** Tüm bunlar olurken Ekim 1992'de inanılmaz bir olay yaşanıyordu. Ortak bir tatbikat sırasında Amerikan Saratoga gemisi, Muavenet gemimizi kaptan köşkünden iki "Sea Sparrow" füzesi ile vurdu. Kaptan kurmay yarbay Levent K. Güngör, uçaksavar yardımcı subayı teğmen Alper Tunga Akan, tesis astsubayı Serkan Haktepe, ikmal çavuşu Mustafa Kılıç ve er Recep Atak şehit oldu, onsekiz subay ve asker de yaralandı! Bir müttefik, müttefikinin gemisini kaptan köşkünden vuruyor! Hem de bir değil, iki füze ile! ABD olayın kaza sonucu yaşandığını belirtiyordu. "Sea Sparrow" füzeleri altı karar kademesinden geçerek ateşlenen füzelerdi. Fakat her nasılsa kazayla gemimizi, hem de kaptan köşkünden vurabiliyordu. Özal bırakın kızmayı nota bile veremiyordu, sesini çıkaramıyordu. 71 - ** Bu olayın da bir benzeri Temmuz 2003'te yaşanıyor Amerikan askeri Türk askerinin kafasına çuval geçirerek aşağılıyor fakat başbakan Tayyip Erdoğan "ne notası veriyosun, müzik

Page 27: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

notası mı bu" diyerek Amerika’ya tepki vermeyi reddediyor, tarih bir kez daha tekerrür ediyor ABD ise orduyu cezalandırıyordu. Ordu geri atmıyor, güneydoğuda operasyonlar düzenleyerek PKK'yı bitirmek için herşeyi yapıyordu. 72 - ** Türkiye bu hadiselerle 1993'te, tarihinin en karanlık yıllarından birine giriyordu. Yılın hemen başında 11 Ocak’ta İstanbul polisi, Lucky-S adlı Panama bandıralı bir gemide 15 ton uyuşturucu ele geçirdi. Ordu uyuşturucu trafiğine de el atmıştı. Aynı zamanda PKK ile koordine hareket eden sol örgütlere de bir bir operasyonlar düzenleniyor, elebaşları öldürülüyordu. 15 Ocak’ta Türk jetleri PKK kampını bombaladı, 150 PKK'lı öldürüşmüştü. Kapitalist Amerika'nın pisliklerini bir bir ortaya döken Uğur Mumcu suikast sonucu öldürüyordu. Tarihler 24 Ocak'ı gösteriyordu. Zamanlama çooook manidardı. 28 Ocak’ta yahudi iş adamı Jack Kamhi'ye suikast düzenlendiyse de kendisi kurtuldu. 5 Şubat'ta ise bu kez ANAP'lı Adnan Kahveci şüpheli bir kaza sonucu ölüyor, karanlık odaklar iki hafta içerisinde hem sağ hem de sol cenaha da mesaj veriyordu. 73 - ** Amerika uçuşa kapalı bölge ve çekiç güç hamlelerininden doğan boşluğu fırsat bilerek PKK'yı besliyor ve Türkiye'de terörün tırmanmasına olanak sağlıyordu. Bu durumun farkında varan jandarma genel komutanı Eşref Bitlis Amerikan Çekiç Güç helikopterlerinin PKK'lı militanlara silah ve malzeme attığını saptıyor ve bunu alenen açıklıyordu. Ordunun gözü karaydı. Fakat karanlık odaklar da kimseye acımıyordu. Bu beyanların ardından 17 Şubat'ta Eşref Bitlis'in uçağı düşüyor ve o da ölüler kervanına katılıyordu. Artık işler Özal'ın hakimiyetinden çıkıyordu. Ülke tamamen karışmıştı. Özal ani bir kararla Türk cumhuriyetlerini kapsayan bir geziye çıkmıştı. Menderes'in Sovyet işbirliği hamlesini andıran bu girişimden kısa bir süre sonra, 17 Nisan sabahında Türkiye büyük bir haberle şok yaşadı. Turgut Özal ölmüştü. 1993 yılı gerçekten kanlı geçiyordu. 74 - ** Bu olaydan önce Mart ayında PKK operasyonlar üzerine pes ederek ateşkes ilan etmiş, bunun üzerine gündeme af gelmişti. Tam da af gününün konuşulacağı gün olan 25 Mayıs gününde Malatya-Bingöl karayolunda ele geçirilen silahsız 33 er infaz edildi.

Bu nedenle af gündemden kalktı. Ordu PKK'nın canına okumuştu, PKK ateşkes ilan etmişti fakat birileri terörün sürmesini istiyordu. Olayların arkasında eski adıyla Özel Harp Dairesi yeni adıyla Özel Kuvvetler Komutanlığına bağlı JİTEM örgütü vardı. Özel Harp Dairesi Menderes döneminde CIA üstün hizmet belgeli Daniş Karabelen tarafından kurulmuştu. Ve Ecevit tarafından deşifre edildikten sonra Ecevite suikast girişiminde bulunulmuş, konuyu araştıran savcı Doğan Öz ise öldürülmüştü. 1952'de Menderes'in bela ettiği örgüt hala çalışıyor, teşkilata sızmış ajanlar bu kez de 1993 yılında terörün bitmesine engel olmak için devlet aleyhine

Page 28: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

operasyonlar yapıyordu. 2 Temmuz'da Madımak faciası yaşandı. İrtica hortladı. Çıkan gericilerin çıkardığı olaylar sonucunda 33 kişi yanarak can verdi. 75 - ** 22 Ekim'de Tunceli'de bu kez başka bir jandarma genel komutanı Bahtiyar Aydın katledildi. PKK suikasti üstlenmedi. Fakat ihale PKK'ya kaldı. Tunceli'de operasyonlar yapıldı. İlgili ilgisiz bir çok kimse hapsedildi, öldürüldü. 76 - ** JITEM'in önemli isimlerinden emekli binbaşı Cem Ersever, bu yaşanan olaylar karşısında "ordu içerisinde devlet aleyhine çalışan ve PKK ile mücadelede yasadışı işler yapan" kişilerin var olduğunu söyledi. Bildiklerini mahkeme huzurunda anlatacağına söz verdi. Daha sonra duruşma için Ankara’ya giden Ersever'den haber alınamadı. Cesedi Ankara Elmadağ'da bulundu. 77 - ** Amerika bir kez daha önemli bir müttefikini kaybetmiş, bu kez de ordu ile çatışma yaşamıştı. Artık bazı şeylerin değişmesi şarttı. Tüm bu olaylar yaşanırken Amerikan düşünce kuruluşları Türkiye'nin yeni bir siyaset anlayışına ihtiyacı olduğunu, böyle bir siyaset anlayışı geliştirebildiği taktirde bölgesel bir güç olabileceğini ifade ediyordu. Ve bir uçak Yeşilköy havalimanından Amerika’ya gitmek üzere havalanıyordu. Amerika'nın önemli isimlerinden Morton Abramowtiz pek değerli misafirinin gelmesini sabırsızlıkla bekliyordu.

Page 29: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

*** 5. Kısım : SİYASAL İSLAM 78 - Yıl 2007… Yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi Asker AKP’ye gittikçe kıl olmaya başlamıştı. Genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt sıkı bir cumhuriyetçiydi. Muhalefet ve sivil toplum kuruluşlarındaki AKP rahatsızlığı gittikçe artıyordu, medya propagandası had safhaya ulaşmış “laiklik elden gidiyor” temalı anti-AKP cenahı baskıyı artırmıştı. 2007 başında yapılan anketlerde AKP’nin oy oranı %35-38 bandında dolaşıyordu. 2006 sonundaki anketlerde ise oran %38-40 civarındaydı. AKP’nin olayları düşme trendine girmişti. 79 - AKP cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah Gül’ü önermişti. Ama bir problem vardı. Gül’ün eşi Hayrunnisa hanım ise kapalıydı. Laik, Atatürkçü kesim için bu büyük bir problemdi. 80 - Seçimlerden önce Kutlu Doğum Haftası ile 23 Nisan haftası çakışmıştı. Din ve devlet işlerinin sürtüşmesi o kadar yoğundu ki… Ufacık bir kıvılcım bardağı taşırabilirdi. Ve öyle de oldu, Kutlu Doğum etkinliklerinden birinde küçük bir kız başı kapalı şekilde sahneye çıkarılınca bardak taştı. Genelkurmay tarihe 27 Nisan Muhtırası olarak geçen bildiriyi yayınladı. Asker “Atatürk ilke ve inkılaplarına gerekirse biz sahip çıkarız” diyordu. Bu bir muhtıraydı. 1971 yılında benzer olay Demirel’in başına gelmiş ve Demirel istifa etmek zorunda kalmıştı. Keza, 28 Şubat sürecinde ise aynı durum Erbakan’ın başına gelmiş, Erbakan da bozulan koalisyon nedeniyle asker zoruyla istifa etmişti. Asker bir kez daha siyasete müdahale ediyordu. Herkes iktidarın düşüp düşmeyeceğini merakla bekliyordu. fakat bu kez bambaşka bir şey yaşandı. Arınç “sakın bize aba altından sopa göstermeyin” dedi. Erdoğan muhtıraya sert bir şekilde karşı çıktı. Cumhurbaşkanı adayı Gül geri adım atmadı. AKP askerin restine rest diyordu. Türk siyasetinde ilk defa siyaset askere boyun eğmemişti. 81 - Türkiye tarihinde darbe ve muhtıra yapan askerlerin tümü müttefik ABD ile uyum içinde çalışmıştır. 60 darbesinin bildirisindeki “NATO ve CENTO’ya bağlıyız” ifadesi… 71 muhtırasından sonra ABD’nin istediği Nihat Erim’in başbakanlığa atanır atanmaz ABD talebi ile haşhaş’ı yasaklaması… 80 darbesinden sonra darbecilerin “NATO’ya ve anlaşmalara bağlıyız” ifadesi… 28 Şubat sürecinin ardından anti-siyonist Erbakan’ı iktidardan indiren Çevik Bir’in “Batı çalışma grubu” kurarak Batı ile kol kola faaliyetler gütmesi… Her müdahale istisnasız Batı’yı kırmadan ve üzmeden yapılmıştı. Fakat bu kez hiç yaşanmamış şey yaşandı. ABD dış işleri bakanı Rice “seçimle gelen AKP iktidarını destekliyoruz.” şeklinde ciddi bir açıklama yaptı. Ardından AB ve BM sözcüleri askeri eleştirdi. Batı bu kez askerden değil siyasetten yanaydı.

Page 30: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

82 - Asker dışarıda yalnızdı. Batı, askere “hayır” diyordu. Ama asker ABD’ye rağmen bildiğini okuyordu. Doğrudan hamle yapılmadıysa da iç politikadaki tüm güç kullanıldı. Mecliste yapılan oylama yargı tarafından iptal edildi. Böylece cumhurbaşkanı seçimi engellenmiş oldu. Yurt içinde basın yoluyla “irtica tehlikesi” ana gündem haline geldi. Bir çok gazeteci ve yazar “AKP’nin din devleti kurmayı hedeflediğini” söylüyor, Cumhuriyet’in elden gittiğini ifade ediyordu. slogan belliydi: Cumhuriyetimize sahip çıkalım… Tüm bunlar sürerken 5 Mayıs 2007’de muhtırayı yayınlayan Büyükanıt, Tayyip Erdoğan’la gizli bir görüşme yaptı. Görüşmenin içeriği Abdullah Gül’e bile söylenmemişti. Yaşar Büyükanıt yıllar geçmesine rağmen görüşmenin içeriğine ilişkin tek kelime bile söylememişti. Bu görüşmenin ardından Yaşar Büyükanıt’ın AKP karşıtlığı söndü. Ve kendisi emekli olduğunda AKP tarafından üstün hizmet madalyası ve zırhlı araç ile ödüllendirildi. 83 - Tayyip Erdoğan meclisteki seçimin iptal edilmesinin ardından erken seçim kartını kullandı. Türkiye genel seçime gidiyordu… İstanbul, İzmir ve Ankara’da büyük cumhuriyet mitingleri yapıldı. Bir çok sivil toplum örgütü, yazar, siyasetçi, bilim adamı, asker ve sanatçı bu mitinglere katıldı… Milyonlarca insan ellerinde bayraklarla mitinglere aktı. Büyük bir coşku seli yaşanıyor, meydanlar “cumhuriyete sahip çıkalım” diye inliyordu.

Page 31: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

AKP ise başarılı bir politika ile olayı dindar ve dinsiz düzlemine çekti. Erdoğan “dindar olduğumuz için başımıza bunlar geliyor” diye haykırıyordu. Günler birbirini kovalarken hesapta olmayan bir şey yaşandı. AKP’den ayrılıp ANAP’ın başına geçen Erkan Mumcu ile Doğru Yol Partisinin lideri Mehmet Ağar Demokrat Parti adı altında birleşerek ittifak yapma kararı aldılar. Bu birleşme sağ seçmende muazzam bir heyecan yarattı. Demokrat Parti’nin barajı aşması kesindi. Demokrat Parti sağ seçmenin oyuna hitap ettiğinden AKP cephesi ise bu durumdan son derece mutsuzdu. Fakat olağan-üstü olayların yaşandığı bir yıldı 2007… Ve yine beklenmeyecek bir olay oldu. İttifak bozuldu.. İki parti birleşemedi. Ve seçimlere iki ayrı parti olarak girildi. AKP %47 oy aldı. CHP %20’de kaldı. MHP ise %14 oy kazandı. ANAP ve Doğru Yol Partisi barajı aşamadı. ABD, AKP'nin yanındaydı. İkili ittifakı bozarak AKP'nin ekmeğine yağ sürmüştü. AKP zafer kazanmıştı. 84 - Tüm bu hengamenin arasında gözden kaçan bir detay vardı. 12 haziran 2007 tarihinde bir ihbar sonucu Ümraniye’de bir evde el bombaları bulundu. Bu ihbar üzerine bir soruşturma başlatılmıştı. Ve seçimlerden tam bir hafta sonra gözaltılar başlamıştı. Yazar Ergün Poyraz, Sedat Peker ve daha bir çok kişi gözaltındaydı. Suçlamalar ağırdı, Türkiye’de yapılanmış bir tür “gizli örgüt”ten bahsediliyordu. Bir süre sonra yeni tutuklamalar geldi. Eylül 2007’de seçimlerde sıkı çalışan ADD’nin yetkililerinden biri daha içeri alındı. 2008 başından itibaren ise tutuklamalar sıklaştı bir çok asker, yazar, gazeteci, profesör göz altındaydı. Tutuklananların ortak noktası, bir çoğunun sıkı bir AKP karşıtı olmasıydı. Medya bu örgüte isim de bulmuştu. Örgütün adı Ergenekon'du… 85 - Ergenekon Örgütü kapsamında onlarca insan göz altına alınmıştı. İçinde rütbeli askerler de vardı, tanınmış yazar ve doktorlar hatta gazeteciler ve siyasetçiler de… Her yerden oluk oluk ihbar, gizli tanık ve belge yağıyordu. Çok garipti, sanki birileri düğmeye basmıştı ve düğmeye basılır basılmaz herşey adım adım hayata geçirilmişti. İhbarlar ve belgeler okyanus ötesinden geliyor, tanıkların ise kim olduğu sır gibi saklanıyordu. TSK bünyesindeki bir çok paşa, subay göz altındaydı. Mesaj basitti. ABD bir “el” sayesinde önce “ANAP-Doğru Yol” ittifakını parçalamıştı, ardından da siyasete müdahale ederek var gücüyle iktidarı düşürmek isteyen askeri ve yanındaki gazeteci ile dernekçileri hapse tıkmıştı. Olayın anlaşılmaması için ise alakalı, alakasız her kes örgüte bağlanıyordu. Bir takım asker ve istihbaratçının 5-10 yıl önce işlediği suçların dosyaları hazırlanıp gömülmüştü. Gizli servisler bu bilgileri saklıyor ama gün yüzüne çıkarmıyordu. Ergenekon dosyası ile bu dosyalar da gün yüzüne çıkarak “somut ve net” delilerin de var olduğu izlenimi güçlendirilmiş oluyordu. Aynı zamanda vakti zamanında Ecevit’in farketmesine rağmen üzerine gidemediği örgütün de artıkları tasfiye ediliyordu. Her geçen gün yeni silahlar, yeni gözaltılar, yeni dosyalarla birlikte süreç büyüyor, böylece 2007 yazında bir araya gelen koalisyon darmadağın ediliyordu. 2007 koalisyonu kaybetmişti. 86 - İktidarın yargı teşkilatında yeterince kadrosu yoktu. İktidar yargı ile sık sık çatışıyordu ama buna rağmen birileri iktidarın karşısındaki herkesi yargı gücüyle içeri atıyordu. Yargı içinde yer

Page 32: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

edinen bu güç emirleri okyanus ötesinden alıyor, okyanut ötesi iktidara hayatının en büyük kıyağını yapıyordu. Fakat eldeki bu belgeler, bilgiler ve güç nereden geliyordu? İktidar Ergenekon sürecini başından kabul ederek “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” açıklaması yaptı. AKP’ye göre devlet içerisinde konumlanmış bu gizli örgüt yıllardır devlete zararlar veren, AKP’yi de yıkmaya çalışan gizli bir örgüttü ve artık yok edilmesi gerekiyordu. CHP ise örgüt bahanesiyle masum insanların cezalandırıldığını iddia ediyordu. 87 - 2008 yılının ilk baharı oldukça sıcaktı. Herkes Ergenekon’la yatıp Ergenekon’la kalkıyor, Türkiye Ergenekon’u konuşuyordu. AKP 5 yıllık iktidarını korumuştu ama güçsüzdü. Ne yargı ne asker ne de medya kontrolünde değildi. Üstelik Ergenekon’la yapılan savaş henüz yeni başlamıştı. AKP’nin işi çoktu. İşte böyle bir dönemde, henüz “one minute” olayı bile yaşanmamışken, bunca cürmün arasında hiç de fark edilmeyen, deyim yerindeyse ciddiye alınmayan bir kitap yazılmıştı… 88 - Sene 1990… Turgut Özal cumhurbaşkanıydı… Körfez Savaşı başlamamış, Sovyetler Birliği henüz dağılmamıştı. Türkiye’de ANAP iktidar, SHP ve Doğru Yol Partisi muhalefetti. CIA yüksek rütbeli görevlisi Graham Fuller, Cumhuriyet’le söyleşi yapmıştı. Graham Fuller’e göre “Türkiye geçmişte Ortadoğu için bir modeldi, bugün de olmaya devam ediyor: Hele demokrasi ile İslam’ı bir arada yaşatabilecek bir formül bulursa, İran ve Arap dünyasına, büyük bir entelektüel öncülük yapmış olacaktır.” Henüz 28 Şubat süreci dahi yaşanmamış, Türkiye’de din ve siyaset olgularını bir arada yürüten bir parti iktidar olamamıştı. Türkiye ile Ortadoğu arasında büyük bir uçurum vardı. Ama Graham Fuller, Türkiye’nin Ortadoğu’ya öncülük yapabileceğinden söz ediyordu. Bu sözler o günün şartlarında hayal gibiydi fakat Fuller'e göre değildi. Bir şartla: “…Atatürk’ün düşünceleri çağı için son derece güçlü düşüncelerdi; ama onun sayesinde yaratılmış bugünün, kendisine güven duyan güçlü Türkiye’si artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü, hatta İslam’ın günlük hayattaki yerini yeniden düşünebilmelidir…” Fuller, Atatürk düşmanlığını belli etmeden “Atatürk iyiydi ama onun devri bitti, artık ulusal anlayışı bırakıp İslam’ı siyasete sokmalı” diyordu. Fakat bunun nasıl olacağını da belirtmeden edemiyordu: “İslam’a bakmanın çeşitli yolları var: Bence ‘otomatik bir tehdit’ olarak kabul edilmesi yanlıştır; hareketin hangi siyasal görüşleri savunduğuna bağlı. Eğer laik bir devlet yıkılarak yerine İran türü bir rejim kurulmak isteniyorsa, bu demokratik yapıya düşman bir tutum; ama insanlar İslam dini ve kültürünün daha çok gözetilmesini [türban, namaz], İslam eğitiminin yaygınlaşmasını [imam hatip, kuran kursu, cemaatler] istiyorlarsa bu otomatik bir tehdit olarak kabul edilmemelidir…” 89 - Graham Fuller 1979 İran İslam Devrimi’nin ardından Ortadoğu’da dini siyaset ve İslami partilerin trend halini alarak artacağını öngörüyor. Ve bu trend sonucunda artan İslami partilerin ABD ile nasıl uyumlu kalabileceğini araştırıyor. Önünde iki tane model var… İran ve Türkiye… İran, Batı ile düşman, Batı’yı “siyonist” yani İslam düşmanı olarak görüyor. Yani Ortadoğu ülkeleri İran modeli ile reform yaparsa Ortadoğu tamamen ABD’nin elinden gidebilir. Türkiye ise Batı’ya dönük, üstelik din ve devlet işlerini birbirinden ayırmış. Ayrıca 1952’den bu yana ABD’nin dostu ve müttefiki. Batılı bir ülke olabilmek için AB’ye üye olmak dahi istiyor… Ee, seçenekler ortada. Sizce Batı, demokratikleşecek Ortadoğu ülkelerinin hangi modeli benimsemesini ister? Batı için en iyi tercih tabii ki Türkiye’dir. Zaten Ortadoğu Arapları yıllarca Türk devleti olan Osmanlı hakimiyetinde yaşamışlar. Bu yüzden Türkiye’yi örnek ülke olarak görüyorlar. Fakat ufak bir pürüz var. Türkiye model olmasına model ama neticede Atatürk tarafından kurulmuş, bu yüzden devlet yapısı Atatürkçü. Yani? Laik. Ne diyordu Graham Fuller, “Atatürk’ün düşünceleri çağı için gerekliydi ama onun devri bitti, artık ulusal anlayışı bırakıp İslamı siyasete sokmalı.” Demek ki Türkiye’nin Ortadoğu’nun abisi/örnek ülkesi/lideri olabilmesi mümkün ama bir şartla: Kemalist anlayış gitmeli ve yerine “İrandaki gibi radikal” olmayan ılımlı İslami anlayışı gelmeli… 90 - Tam 25 yıl önce Graham Fuller, Türkiye’de İslami partilerin önünün açılacağını ama bu partilerin asla İran tarzı “anti-siyonist” olmayacağını, bu partiler sayesinde Türkiye’nin Ortadoğu ülkelerine öncülük edecek bölgesel güç haline geleceğini söylüyordu. Yapılacak öncülüğün detaylarını bir yıl sonar Attila İlhan Cumhuriyet’te yazıyordu. "Körfez harekatı ‘münhasıran’ bölgedeki petrole el koymayı mı amaçlıyor? Hiç sanmıyorum’ Ön görülen, sık sık da açıklanan amaç, bölge ülkelerin ‘demokratikleştirilmesi’, yani ‘pazar ekonomisi’ yani ‘ekonomide karşılıklı bağımlılık ilkesinin uygulanması’, kısaca yabancı

Page 33: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

sermaye egemenliğidir.” Yani İlhan, Körfez Harekatı’nın nihai amacını “petrol zenginleşmesi" ile açıklamıyor. Aslında amacın müdahale ile "ekonomik sistem ihraç etme" noktasında buluştuğunu açıkça ifade ediyordu. Ve bunun “demokratikleştirilme" adı altında yapılacağını, sistem demokratikleştirilirken ekonominin de "bağımlı hale getirilmesi" işlemine geçileceğini belirtiyor. Bu edebiyat size de tanıdık gelmedi mi? Devam… “Cezayir’den Irak’a, Yemen’den Tunus’a ya da Suriye’ye kadar, bu Arap İslam ülkeleri, Nasır tipi ‘merkeziyetçi bürokrasi’ diktaları tarafından yönetilmektedir. Hemen hepsi, eski birer sömürge, bu yüzden de şiddetle anti-emperyalist, Batı aleyhtarı; dolayısıyla da ekonomide ‘açık kapı’ politikasına karşı!” Tam 22 sene önce, bir takım diktatörlerce yönetilen Kuzey Afrika ülkelerinin ‘demokratikleştirilmesi’ maksadıyla Batı tarafından harekat düzenlendiğini anlatmış İlhan. Fiil, harekat. Ardındaki amaç, demokratikleştirme. Beklenilen sonuç, ekonomik bağımlılık. Mevzu bahis ülkeler, Kuzey Afrika’nın Arap İslam ülkeleri. Sebep, Batı aleyhtarı diktatörlerce yönetilmeleri. “Demokrasinin özgürlük bayrağı altında, acaba Saddam Hüseyin gibi totaliterliğini uç noktalara götüren, üstelik açıkça ‘yayılmacı’ bir örnek kullanılarak ecnebi nüfuz ve sermayesine ‘kapalı’ olan bu rejimlerin Sistem’e kazanılması öngörülmüş olamaz mı?” Attila İlhan herşeyi öngörüyordu. Bahsedilen plan 2011 yılında sahneye konacaktı! 91 - Ve 2008 baharında… Bir kitap piyasaya giriyordu, ama onca gürültünün arasında kimse kitabı farketmiyordu… Kitapta Türkiye'ye Ortadoğu'nun bölgesel lideri gözüyle bakılıyordu. Kitabın yazarı yabancıydı ve kitapta sıkça bir akademisyenin cümlelerine atıf yapılıyordu… Kitabın yazarı Graham Fuller'di… Adı “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”ydi... Kitabın mottosu “Yükselen bölgesel aktör”dü...

Kitapta sık sık cümlelerine atıf yapılan isim ise o dönemde henüz bakan bile olmayan, Ahmet Davutoğlu’ydu… Sadece bir kaç yıl içerisinde Türkiye bölgesel güç halini alacak, başbakanlığa Ahmet Davutoğlu geçecek ve dillerde "Yeni Türkiye" ismi dolanacaktı... Tam isabetti...

Page 34: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

*** 6. Kısım : ERBAKAN: SİSTEMİN YEMİNLİ DÜŞMANI 92 – CIA’in Türkiye masası şefi graham fuller te 1990 senesinde "İslami partilerin önü açılacak" demişti ve eklemişti, "İslami partilerin kültürel değerlere sahip çıkması Batı açısından sorun teşkil etmez, yeter ki İran tarzı bir şeriat modeli getirmeye yeltenmesinler." Yani Fuller Siyasal İslam’ın Türkiye'de yükseleceğini biliyordu. İstediği tek şey yükselen Siyasal İslam fraksiyonunu kendi tasarladığı değerler üzerine kurulu olmasıydı. Sadece Fuller mi? Batı’nın önemli kuruluşlarından Business International'ın Haziran sayısı öyle bir tespit yapmıştı ki sanki bugünleri anlatıyordu: "Varşova Paktı'nın yıkılmasının ardından Türkiye bu kez güneyden gelen tehlikelere karşı NATO'nun çıkarlarını koruyabilir. Türkiye'nin İslam dünyasından dost olmayan (mesela İran) komşuları var ve militarist gelişmelere karşı Türkiye NATO'nun savunma bloku olabilir." Yeter mi? Yetmez. Devam, 1991 yılında Stockholm Üniversitesi'nden Prof. İ. Ahmed konuşuyor: "Batı bugün Türkiye'nin Ortadoğu’daki etkinliğinin artmasını istiyor. Suudi Arabistan veya İran yerine Türkiye'nin etkili olmasını yeğliyorlar." Prof. Stone ise "Türkiye Ortadoğu ile ilgilenmezse, hem bölgeye hem de Türkiye'ye yazık olur." 93 - Soruyorum, Fuller ve diğerleri Türkiye'de yükselecek yeni siyasal akım ve bu akımların alacağı biçim içim neden raporlar ve araştırmalar yapıyordu ki? Neden? 1980-1990 yılları arasında tüm Batı medyası, think-thank kuruluşları, istihbarat servisleri gözlerini Ortadoğu’ya çevirdi. O zamana dek öncelikli gündem konusu olan "Sovyet tehlikesi" yerini "yeşil tehlike"ye, İslam tehlikesine çevirmişti. Peki İslam neden tehlikeydi? 1993 yılında The Economist "İran, Ortadoğu ve Orta Asya için tehlike" ilan edilmişti. Batı; yani sistem, sovyetler birliği dağıldıktan sonra yeni oyun alanı olarak gözünü Ortadoğu’ya çevirmişti. Çünkü Ortadoğu’da büyük petrol rezervleri bulunuyordu. Bu rezervler enerji ticareti için olmazsa olmazdı. O yüzden bu rezervlere Batı hakim olmalıydı. Ortadoğu’da düşman İran’dı. İran tehlikeydi. Diğer ülkeler İran’a benzeyebilirdi. Fakat bunun önüne geçilmeliydi. O yüzden Batı’ya İran gibi İslami siyasetin hakim olduğu ama kendisi ile de uyumlu, yani İran gibi "anti-siyonist" olmayan bir ülke gerekiyordu. Artık adını koyalım, Batı asla İran gibi olmayacak müslüman bir devlet yapısı tasarladı ve bu tasarıyı giydirecek bir ülke seçti. O ülke Türkiye’ydi. 94 - Şubat 1993'te Daily Telegraph'da bir haber çıktı: "Türkiye süper güç olma yolunda" aynı tarihlerde Fransız le point gazetesinde de "Türkiye'de osmanlı rüyasının dönüşü" manşeti atılıyordu. böylece Batı bir yandan İran'ın şeriatçı ve anti-siyonist modeline karşı Türkiye'nin demokrat ve NATO üyesi laik bir ülke modelini destekliyor, bir yandan da Türkiye'nin eskiden hakimiyetinde bulunan topraklarda tekrar güçlendiğini ifade ediyordu. İngiliz siyaset bilimcisi prof. Norman Barry, Türkiye'de katıldığı bir düğünde ANAPlılara "bence siz AB'ye girmekten çok Asya ve Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerinizi geliştirin" diyordu. Prof. F. Faresi ve Livio Missir ise o dönemlerde Türk medyasına "Türkiye AB'ye girmemelidir" türünden açıklamalar yapıyordu. Türkolog Kappert ise "Ortadoğu ve Orta Asya ülkeleri Türkiye'yi örnek alıyor" şeklinde açıklama yapmıştı. Türkiye yavaş yavaş yeni kimliği için zihinsel açıdan hazırlanıyordu. Sorulacak soru basitti: Türkiye Fuller'in tanımına uygun bir parti var mıydı? Bu kimliğe uygun, Batı ile dost ama aynı zamanda İslami siyaset yapan bir parti... Aklınıza bir şeyler geliyor mu? 95 – “Refah” cevabı verenler doğru cevabı verdiler. Refah Partisi, Erbakan tarafından kurulmuş İslami kimlikli bir partiydi. Aslında Erbakan çok daha önce 1970 yılında Milli Nizam Partisi’ni kurmuştu. Parti bir sene sonra kapatılmış bu kez yerine Milli Selamet Partisi kurulmuştu. Parti, 73 seçimlerinde %11 oy aldı. O dönem Demirel'le çekişen Ecevit iktidar olabilmek için Erbakan'la işbirliği yaptı ve koalisyon kuruldu.

Page 35: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

Erbakan başbakan yardımcısı oldu. Erbakan sonraki koalisyon hükümetlerinde de anahtar rol oynadı ama asla birinci parti olamadı. 1980 darbesi ile partisi kapatıldı. Daha sonra 1983 yılında Refah Partisi kuruldu. fakat Erbakan siyasi yasaklıydı. Partinin oyu %3-5 civarındaydı. Daha sonra Erbakan'ın siyasi yasağı kalktı ve Erbakan tekrar genel başkan oldu. 87 seçimlerinde oyunu %7'ye, 89 yerel seçimlerinde ise %9'a çıkarmıştı. Buna rağmen Erbakan'ın iktidar olabilme şansı sıfırdı. 96 - Erbakan diğer siyasi partilerden farklı bir yol izliyordu. Parti İslamiydi. kadınlar siyasete sokulmuyor, partinin ileri gelenleri Atatürk'e dil uzatıyordu. Aynı zamanda parti AB'ye üyeliğe karşıydı. İslami yanı ağır basıyordu. Refah, Batı’ya karşı daima tavırlıydı. Refah’ın üslubu Batı'nın aradığından çok Batı’nın tehlike olarak gördüğü İran modeline yakındı. Bunların dışında Türkiye laik bir ülkeydi. Bürokrasi ve asker Erbakan'ı cumhuriyet ve Atatürkçülük için bir tür tehlike olarak görüyordu. Fakat Batı, yeni Ortadoğu politikasını ve Türkiye'nin yeni Ortadoğu misyonunu şekillendirdikten sonra 1991 seçimlerinde Refah'ın oyu %16'ya çıktı. Fuller'in dediği olmuştu. Türkiye'de siyasal İslamın önü açılmıştı. Seçimlerde Milliyetçi Çalışma Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi gibi İslami partiler de Refah Partisi’ne çalışmıştı. Refah Partisi 62 milletvekili ile mecliste grup kurmuştu. 1994 yılında genel seçimler yapılacaktı. Refah Partisi bu seçimler için çok radikal kararlar alacaktı. 97 - Refah Partisi özünde AB'ye karşı, anti-siyonist ve milli görüşçü bir partiydi. (http://www.youtube.com/watch?v=w12sIlCYMrg) Bu bakımdan Batı için sorun teşkil ediyordu. Siyonizm ağıza alınmamalıydı. Yıllar sonra Tayyip Erdoğan Viyana’da “Siyonizm insanlık suçudur” diyecek ve Batı medyası tarafından ağır eleştirilere maruz kalınca sözünün yanlış anlaşıldığını ifade edecekti.

Page 36: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

Refah Partisi’nde bir çok şeriatçı ve Atatürk karşıtı bulunuyordu. Aynı zamanda bu bakış açısı ABD, İngiltere ve İsrail'i düşman addediyordu. 1993 yılında Refahlı genç bir siyasetçi, Refah'ın vizyonunu işte böyle çiziyordu: http://www.youtube.com/watch?v=1wMdrCu9o5E Evet, bu genç siyasetçi Tayyip Erdoğan'dan başkası değildi. Erdoğan “Benim liderimi Amerika sevmiyor, Avrupa sevmiyor, İsrail sevmiyor… Düşmanın şehadeti en makbul şehadettir.” Diyordu. 1992 yılında ise şevki yılmaz konuşarak askere, masonlara ve Batılılara meydan okuyordu: http://www.youtube.com/watch?v=HfYXkgoAMew

Parti'nin bu vizyonu iç politikada irtica balyozuna dış politikada ise Batı’nın yeminli düşmanı olan İran modeline takılıyordu. 98 - Fakat 1994 seçimleri Refah için yeni bir anlayışı ortaya döküyordu. Medyada Refahın kendisini yenilediği haberleri patlak veriyor, Erbakan alışılmış seçmenin dışındaki seçmenlere ulaşabilmek adına başı açık kadınları dahi parti çatısı altında davet ediyordu. Partinin ağır topları geri plana itiliyor Batı’da eğitim gören Abdullah Gül, genç ve iyi bir hatip olan Tayyip Erdoğan ve Melih Gökçek gibi isimler öne çıkarılıyordu. Refah partisindeki bu

Page 37: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

değişim rüzgarı TV’lerde her gün tartışılıyor, önemli bir kısım Refah’ın artık zararlı bir parti olmadığını açıklıyordu. Refah Partisi’ne Libya'dan siyasal yardım geliyor, Suudi Arabistan Refah'a hac kontenjanı ayırıyordu. Refah değişim rüzgarlarının yanında ekonomik destek de bulmuştu. 99 - Batı medyası Refah’ı titizlikle inceliyordu. Seçim zamanı gelmişti. Seçime değişim ve yenilik rüzgarlarıyla giren Refah, oyunu artırmış ve %19 oranında oy kazanmıştı. Bunun yanında Ankara ve İstanbul belediyelerini de kazanan Refah Partisi çok stratejik bir konuma yerleşmişti. Yapılan icraatler Refah'a olan sempatiyi artırıyor ve siyasal İslam Türkiye'de hızla yükseliyordu. Sadece bir kaç yıl önce yapılan açıklamalar karşılığını buluyordu. 1995 yılında yapılan genel seçimlerde Refah Partisi %21 oy alıyor ve siyasal İslam Türkiye'de birinci parti konumuna yükseliyordu. Fakat bir problem vardı, 1991 yılında Amerikan politikalarının aksi yönünde istikamet ederek Türkiye'yi Körfez Savaşı’na sokmayan asker bu kez de Refah Partisi’nden rahatsızdı. Askere göre Refah şeriatçıydı, irticai tehlike arzediyordu ve iktidara yaklaştırılmaması gerekiyordu. 100 - 1995 seçimlerinde birinci parti olmasına rağmen Refah iktidara gelememişti. Sıkı bir Avrupa birliği politikası güden ANAP, Erbakan ile hükümet kurmaya yanaşmamış ve DYP ile hükümet kurmuştu. Fakat bu iki parti bir türlü anlaşamıyordu. Bunun yanında Anayasa Mahkemesi bu iktidarın güven oylamasını iptal etmişti. Erbakan bir kez daha dört ayağının üzerine düşüyordu. ANAP-DYP hükümeti düşmüştü. Bu gelişme üzerine 1996 yılında Erbakan'ın Refah'ı ve Çiller'in DYP'si koalisyon kurarak iktidara yerleşti ve Erbakan nihayet arzuladığı başbakanlık koltuğuna oturdu. Batı sözünü ettiği siyasal İslamın iktidarlığını kurmuştu. Şimdi artık meyveleri toplama zamanıydı. Erbakan derhal yurtdışı gezisine çıktı ve Mısır, Libya, Nijerya gibi ülkeleri ziyaret etti. Ardından emekliye memura büyük bir zam yaptı. Tarım bakanlığının bütçesini iki katına çıkardı. 101 – Erbakan, Suudi Arabistan ve diğer Ortadoğu ülkeleri ile ilişkilerini sıklaştırarak Batı'nın birkaç sene önce öngördüğü şekilde Türkiye'nin Ortadoğu ile temasını artırıyor, gelişmekte olan 8 İslam ülkesini bir araya getirerek “D8” isminde uluslararası bir teşkilat kuruyordu. Fuller haklı çıkmıştı. Siyasal İslam Türkiye'de iktidar olmuş ve iktidara gelir gelmez Ortadoğu ülkelerine örnek bir bölgesel güç rolüne bürünmüştü. Fuller'in Batı için sorun olarak görmediği zararsız İslami kültür faaliyetleri de hızla gelişiyordu. İmam-hatiplerin önü açılıyor, Kuran kursları çoğalıyor, dini cemaatler ön plana çıkmaya başlıyor ve üniversitede, kamuda türban konusu gündeme geliyordu. Böylece halkın Erbakan'a olan sempatisi artıyordu. Fakat bu gelişmeler içeride Refah'ı irtica tehlikesi olarak gören asker ve bürokrasiyi daha da tedirgin ediyor ve Refah, Kemalist odak tarafından laik cumhuriyet için tehdit halini alıyordu. Refah çok ince bir çizgide yürüyordu, bir yandan Batı’nın tasarladığı İslami model kostümünü giyerek Batı’yı tatmin ediyor bir yandan da bunun karşılığında İslami kültür öğelerini hayata geçirerek askere karşı Batı’yı bir tür kalkan olarak kullanıyordu. Fakat 1991 yılında ABD'ye rest çeken asker, bu kez yine aynı resti çekiyordu. Asker ve bürokrasi Erbakan'ı istemiyordu. 102 - Ve refah Batı'nın kendisi için tasarladığı kostüme girmeyi reddetmeye başladı. Batı aldatılmıştı. Erbakan Batı’dan aldığı kozları Batı’nın lehine kullanmaktan çok kendi lehine kullanıyordu. İşte tam da bu noktada rüfailer karıştı. Batı fark etti ki, Erbakan Türkiye'deki bir çok çarkı çoktan değiştirmeye başlamıştı. Faizler düşmüştü. Üstelik devlet parasını yatırdığı bankalardan almış, bir havuzda toplamıştı. (http://www.youtube.com/watch?v=1FzKoV0Jdg0 ) devletin tüm gelirleri aynı havuzda toplanıyor, yabancı bankalara ödenmesi tahmin edilen 58 milyar dolarlık faiz 22 milyar dolara iniyordu. Erbakan bağımsız ve ağır sanayi devrimine dayalı adil düzeni tatbik etmeye başlıyordu: http://www.youtube.com/watch?v=UqIDKU6Enw8#t=224 Erbakan hükümeti döneminde Türkiye %7,5 gibi önemli bir büyüme gerçekleştirmişti. Aynı zamanda Erbakan tarafından kurulan D8 Batı’nın ilkeleriyle değil Erbakan'ın ilkeleriyle hareket etmeye başlıyordu. 103 - Erbakan Batı’nın kontrolüne girmeyi reddedince derin devlet sahneye çıkıtı. Sahne Aczimendi tarikatınındı. 6 Ekim'de bir grup Aczimendi, Kocatepe Camii'nde "şeriat isteriz" eylemi yaptı. Refah'ın "İslami kültürel faaliyetleri" şeriat geliyor algısına dönüştürülmeye çalışılıyordu. 3 Kasım’da Susurluk Kazası patlak verdi. Erbakan sorunlarla uğraşmak istemiyordu. Bu yüzden olayı geçiştirmeyi tercih etti. Olaya "fasa fiso" dedi. Fakat halk olayın üzerine gidilmesini istiyordu. Yurt çapında ışık söndürme eylemleri yapıldı. Adalet bakanı Şevket

Page 38: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

Kazan bu eylemler için "mum söndü oynuyorlar" gibi abuk subuk bir ifade kullandı. Refah içeride asker ve Kemalist odak karşısında kullandığı Batı kalkanını kaybetmişti. İşin kötü yanı dışarıda ise Batı’yı karşısına almıştı. Tüm bunların yanında Refah teşkilatı kalifiye elemanın az olduğu, çoğunluğu entelektüel olmayan, düşük tahsilli ve özünde Atatürk karşıtı şeriatçı kimselerden oluşuyordu. Bu kadrolar Refah Partisi’ni zora sokacak hatalar yapıyordu. Bu hatalardan birini Kayseri belediye başkanı Şükrü Karatepe yaptı. İl divan toplantısında adeta şeriat manifestosu okudu. "Süslü püslü göründüğüme bakıp da laik olduğumu sakın sanmayın. Resmi görevim nedeniyle bugün bir törene katıldım. Belki başbakanın, bakanların, milletvekillerinin bazı mecburiyetleri vardır. Ancak, sizin hiçbir mecburiyetiniz yok. Refah Partili olarak yeryüzünde tek başıma da kalsam, bu zulüm düzeni değişmelidir. İnsanları köle gibi gören, çağdışı bu düzen mutlaka değişmelidir. Ey müslümanlar sakın ha içinizden bu hırsı, bu kini, nefreti ve bu inancı eksik etmeyin. Bu bizim boynumuzun borcudur." dedi 104 - İçeride asker, dışarıda Batı ile uğraştığı yetmezmiş gibi Erbakan bir de parti içerisindeki hatalarla başa çıkmaya çalışıyordu. Erbakan daima "partimizle askeri karşı karşıya getirmeye çalışıyorlar, böyle birşey yok" diyordu. Erbakan yanılıyordu. Belki de inanmak istemiyordu ama asker kendisine şiddetle karşı çıkıyordu. 105 - Erbakan 11 Ocak 1997 günü başbakanlık konutunda tarikat liderlerine yemek vererek kendi topuğuna sıktı. Artık yurt genelinde irtica tehlikesi hissedilir kıvama gelmişti. Laiklik tehlikedeydi. Bu yüzden Erbakan'ın başbakanlıktan düşürülmesi gerekiyordu. 106 - 22 Ocak'ta toplanan yüksek rütbeli subaylar irticanın iktidarda olduğu kanaatina vardılar. 30 Ocak'ta bir büyük hata daha yapıldı. Sincan'da yapılan ‘Kudüs Gecesi’ne İran büyükelçisi davet edildi, cihad konulu oyun sergilendi. 4 Şubat'ta Sincan'da tanklar yürüdü. 107 - 5 Şubat'ta Demirel, Erbakan'a uyarı mektubu gönderdi. Deniz Kuvvetleri komutanı, "irtica PKK'dan tehlikelidir" dedi. 11 Şubat'ta şeriata karşı kadın yürüyüşleri yapıldı. Refah yurt içinde köşeye sıkıştırılmıştı. Asker ve Kemalist odaklar Refah'ı boğuyordu. Erbakan tüm bu olayların dışardan tezgahlandığını ve anti-siyonist oldukları için Batı tarafından cezalandırıldıklarını söylüyordu. Ama bu çırpınışlar boşaydı. 108 - Derin devlet tekrar sahneye çıktı, 23 Şubat'ta bir grup genç Fatih Camii’nden öğle namazı kıldıktan sonra şeriat isteriz nidalarıyla yürüyüşe geçti. 28 Şubat günü postmodern darbe gerçekleşti. Yıllar önce Ecevit’e son kurşunu Kemal Derviş sıkmıştı. Aradan yıllar geçmişti, bu kez Refah zordaydı. Tarihler 18 Nisan 1997’yi gösteriyordu. Bu kez Erbakan’a son kurşunu sıkma görevini tanıdık bir sima üstleniyordu.

Page 39: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

Gülen cemaati dini bir cemaatti. Refah partisi ise islami bir partiydi. Fakat buna rağmen Gülen Erbakan’I eleştiriyordu. 21 Mayıs'ta yargıtay cumhuriyet başsavcısı Vural Savaş Refah'a kapatma davası açtı. 7 Haziran'da Refah'ı destekleyen firmalara ambargo kondu. Ve 18 haziran günü Erbakan istifa etmek zorunda kaldı. Yıllar sonra o günleri anlatan Erbakan koalisyon ortağı DYP'nin asker tarafından tehdit edildiğini açıklayacaktı. Böylece Türkiye'deki ilk siyasal İslam denemesi sona erecekti. 109 - Erbakan Türk siyasi tarihinde Batı’ya kafa tutmuş ve onunla mücadeleye girişmiş üçüncü liderdir. Bu liderlerin ilki Mustafa Kemal Atatürk, ikincisi ise Mustafa Bülent Ecevit'tir. Ecevit'in 1970'li yıllarda Batı'ya nasıl kafa tuttuğunu ve iç ve dış politik hamlelerle nasıl iktidardan düşürüldüğünü daha önce yazmıştım. Erbakan ise Türkiye siyasi tarihinde Batı’ya kafa tutabilmiş üçüncü lider olmuştur. Fakat Erbakan bunun yanında anti-siyonist olması bakımından Atatürk'le beraber Türkiye siyasi tarihinin gelmiş geçmiş en anti-kapitalist lideridir. Ayrıca Atatürk sonrası dönemde Erbakan Batı politikalarını çekinmeden anlatabilen, Batı’nın gerçek yüzünü korkmadan açıklayabilen tek liderdir: http://www.youtube.com/watch?v=2YB1q7N4qUI Fakat Erbakan yeterince güçlü olmadığı bir dönemde Batı’ya sırtını dönerek sert bir şekilde cezalandırılmıştır. Zira tek başına iktidar olmayan ve bünyesinde "şeriatçı/anti-laik/Atatürk karşıtı" bir çok kadro bulunan Erbakan hem iç politikada hem de dış politikada önemli saldırılara maruz kalmıştır. 110 - Sonuç olarak siyasal İslam ilk denemesini hüsranla noktalıyordu. Sistemin yeminli düşmanı İran karşısında Ortadoğu’yu kontrol edebilmek için ürettiği siyasal İslam kostümü Refah'a uymamıştı. Refah iktidara gelir gelmez kontrolün dışına çıkmış ve Batı’yı bir kenara itmişti. Böylece Batı, İslami partilerin kendilerine verilecek gücü Batı lehine değil kendi lehine kullanabileceğini görmüş oldu. Bunun dışında Türkiye'de İslami partilere karşı var olan irtica tutumunu test edilmiş oldu. Asker ve Kemalist odaklar hala devlet kademesinde güçlüydü. Bu nedenle Batı’nın getirmek istediği model iç politikada asker ve bürokrasinin hedefi haline geliyordu. O yüzden önce bu odakların pasifize olması gerekiyordu. Batı gerekli dersleri çıkarmıştı. Refah Partisi ise 16 Ocak 1998'de kapatılmış, önemli isimlerine siyasi yasaklar getirilmişti. Erbakan Batı’ya sırt çevirmenin cezasını çekiyordu. Refah Partisi yerine Erbakan'ın kontrolünde Recai Kutan genel başkanlığında Fazilet Partisi kuruldu.

Page 40: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

111 - Bu sırada çok önemli gelişmeler yaşanıyordu, Refah'ın 1994'te piyasaya çıkardığı gençler, yenilikçi hareket adı altında toplanarak Erbakan'a isyan bayrağı açmıştı. Grubun başını Abdullah gül, Recep Tayyip Erdoğan, Abdüllatif Şener ve Bülent Arınç çekiyordu. Abdullah Gül genel başkanlık seçimini kaybedince ve Fazilet Partisi de kapatılınca yenilikçiler Erbakan'dan ayrılarak 2001 yılında Adalet ve Kalkınma Partisini kurdu. Kurulan bu parti İslami bir parti olmasına karşın parti kurucuları "biz milli görüş gömleğini çıkardık" diyordu. Mesaj belliydi. Refah'ın anti-siyonist ve radikal görüşleri terk edilmişti. Bu parti başkaydı. Bu parti muhafazakar demokrattı. Parti kurulduktan sonra partiyi kuranlar ABD gezisine çıkıyordu. Ve böylece siyasal İslamda ikinci dönem başlıyordu. *** Dipnot 1: Birkaç arkadaş bu yazıdan sonra haklı olarak beni "Erbakancı" olarak görmüş. Haklılar. Böyle görmeleri normal. Fakat böyle görmemeleri gerekir. Zira nasıl ki 70'lerde Ecevit'e olanları anlatırken sanki bir Ecevitçi edasıyla yazdımsa, nasıl ki Körfez Savaşı sırasında ABD'nin emellerine set koyan askeri unutmadımsa, Erbakan'ı anlatırken de Erbakancı edasıyla yazdım. Zira anti-kapitalist ve onurlu duruş sahibi her kimse, onu şahsen beğenir ve saygıyla yad ederim. Bunu yapmam beni Erbakancı ve o’cu-bu’cu yapmaz. Bu ülkedeki insanlar yıllarca siyasal kalıplara sokularak yaşadı. Özal'cı olan Ecevit'i sevmedi. Menderes'i sevenler Erdoğan'ı sevdi. Çiller'e oy verenler Mesut'tan nefret etti. Demirel'i sevenler Özal'dan nefret etti. Halbuki bunlar çok saçma şeyler. Bunlar siyasal ideolojinin size düşman olmanızı emretmesidir. Oysaki ideoloji, siyasal görüşler insanı zenginleştirmek için vardır. İnsanlara bazı insanları düşman kabul ettirmek için değil. Size tavsiyem liderlere olan tutumunuzu siyasal görüşünüze göre oluşturmayın. Sağcı olsanız da ülkenin menfaatleri için Batı’ya meydan okuyan Ecevit'i sevin. Solcu olsanız dahi bu ülkenin milyarlarca dolarını Batı’nın midesinden söküp alan Erbakan'a dua edin. Şeriatçı olsanız dahi bu ülke için tam 7 kez savaş alanına korkmadan inen ve bu milleti kurtaran Atatürk'ü minnetle anın. Bir takım cenahların ve bir takım ideolojilerin size sunduğu dost ve düşman listelerini buruşturup atın. Dostunuzu ve düşmanınızı kendiniz seçin. Dipnot 2: Yazıda Kemalist odak ve askeri sanki "zararlı işler yapan" kimseler gibi gösterdiğimi düşünen arkadaşlar da olmuş. Evet, Kemalist odaklar ve asker zararlı işler yapmıştır. Ben de zararlı işler yaptıklarını gösterdim. Fakat bu asker ve Kemalist odakların "zararlı" oldukları "kötü" oldukları anlamına gelmez. Erbakan çevresinde çok fazla yetişmemiş ve deyim yerindeyse kütük eleman bulunduruyordu. Zira İslami kanat asla üniversite okuyan, yurt dışı eğitimi alan, dünyaya geniş bakabilen kafada değildi. Bu yüzden Erbakan şahsi olarak anti-kapitalist olsa da kadrosu kalifiye değildi. Bunun sıkıntısını hep yaşadı. Aynı zamanda Erbakan Türkiye'nin çizgisini bir tık İslami model'e yaklaştırmaya çalışıyordu. Bu yüzden Erbakan'ın kadrosu tarafından yapılan hatalar Erbakan'a çok fazla batmıyordu. Erbakan'ın hatası bu idi. Erbakan şayet laik ve Atatürkçü cumhuriyet değerlerini aşağılamak yerine onlara sahip çıkarak İslami kültürel değerleri hayata soksaydı belki bu kadar büyük bir tehlike olarak görülemezdi. ama böyle olmadı. Dipnot 3: Bir de "Kemalist laik odak" eleştirisi yapmak istiyorum. Maalesef 1940'lı yıllarda Kemalizm akımı Atatürk'ün yaratmaya çalıştığı akımdan çok farklı noktlalara kaydı. Kemalizm bir tür baskıcı ve totaliter İnönü uygulaması halini aldı. Atatürk milleti üstün tutarken Kemalist anlayış devleti üstün gördü. Millete tepeden baktı. Bu yüzden millette bir anti-CHP algısı oluştu. Ecevit bu algıyı kısmen yıktı. Ama bu algı 28 Şubat dönemiyle yeniden zihinlere yerleşti. Yahut yerleştirildi. Sonuç olarak kadının başındaki türbanı, namaz kılan askeri tehdit olarak gören bu anlayış milletle uzaklaştı. Bu yüzdendir ki millet "Allah" diyene kandı, "Kuran" diyene atladı. Kemalist öcü milleti siyasal İslamın kollarına itti. Kim bilir belki de sırf böyle olması ve İslami siyasetin palazlanabilmesi için Atatürk'ün a'sından haberdar olmayan onlarca insan Kemalist kılığa bürünerek Atatürk'ü milletle ters düşürdü.

Page 41: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

*** 7. Kısım : SİYASAL İSLAM v2 112 - Graham Fuller 1990 senesinde “Türkiye geçmişte Ortadoğu için bir modeldi, bugün de olmaya devam ediyor" demişti. Çünkü Batı Ortadoğu kaynaklarını yeterince sömüremiyordu. Ortadoğu ülkelerinin başına getirilen kukla liderler bir noktadan sonra kontrol edilemez hale geliyordu. Rıza Pehlevi, Enver Sedat, Saddam, Mübarek, Kaddafi gibi problemli kuklalar ilerleyen zamanlarda sorun yaratabiliyordu. Üstelik bu liderlerin tavizkar politikaları içeride de halkın tepkisini çekiyor, halk Musaddık gibi, Cemal Nasır gibi, Ayetullah Humeyni gibi liderlere sarılıyordu. Bir de üstüne İran İslam Devrimi gerçekleşince diğer ülkelerin de İran gibi Batı karşıtı politikalar güdebileceğinden çekinen Batı bu nedenle 1980'lerden sonra Ortadoğu ülkelerine model olabilecek bir sistem kurmaya karar verdi. İran modelinin tam karşısına konan bu sistem için Ortadoğu ülkelerine bir bölgesel lider gerekiyordu. Müslüman Arap coğrafyasının sevgisini kazanabilmesi için bu modelin İslami yönünün olması şarttı. Fuller bu nedenle "Türkiye demokrasi ile İslam’ı bir arada yaşatabilecek bir formül bulursa Arap dünyasına büyük bir entelektüel öncülük yapmış olacaktır” diyordu. Zamanla Fullerin söyledikleri bir bir çıktı ve Türkiye'de İslami partilerin oylarında büyük artışlar oldu. 113 - O dönemlerde Fuller'in biçtiği kostüm için ideal parti RP’ydi. Fakat Erbakan anti-siyonist politikalarını bırakmayı reddedince Batı tarafından mimlendi ve RP irtica karşıtı Türkiye iç dinamiklerinin önüne atıldı. Parti büyük bir hışma uğradı. Siyasi isimleri yasaklandı. Bu Erbakan'ın kapatılan üçüncü partisiydi. 28 Şubat dönemi akabinde Fazilet Partisi kuruldu. 1999 seçimlerinde %15 oy alarak üçüncü parti oldu. Halk nezdinde Erbakan hala belli bir değere sahipti. Öte yandan Türkiye terörist başı Öcalan'ı yakalamıştı. Ecevit bu gelişme sayesinde büyük oranda oy artışı sağladı. Yaşanan terör olayları karşısında millliyetçi ve vatansever bir tutum takınan MHP de oyunu artırmıştı. Seçimlerin ardından DSP, MHP ve ANAP üçlü koalisyon kurmuştu. Bu koalisyon Türkiye'nin tüm görüşlerini iktidara getirmişti. Sol, sağ ve milliyetçi kesim iktidardaydı. Fakat Türkiye'de kriz havası hakimdi. Enflasyon hızla artıyor, işsizlik tırmanıyordu. Yolsuzluklar ciddi oranda artmıştı. Ülkeyi en çok hırpalayan şey faizdi. Erbakan faiz çarkına çomak sokmanın bedelini ağır ödemişti. Erbakan'dan sonra Türkiye 1997-2002 yılları arasında toplam 214 milyar dolarını faize döktü. Bunun dışında Türkiye değişen dünya koşullarına uyum sağlamakta zorlanıyordu. Sağlık sistemi köhneleşmiş, birçok gereksiz bakanlıklar milyonlarca dolarlık bütçeleri iç etmiş, özel bankalar ise bir bir batmaya başlamıştı. Kamu iktisadi teşekkülleri ise genel müdürlerin ambarları haline gelmişti. Türkiye’nin yenilenmeye ihtiyacı vardı. 114 - Krizin temel nedeni yüksek enflasyondu. Yüksek enflasyon Türkiye'ye Özal dönemi ile gelmişti. Özal döneminde Türkiye'nin takındığı ithalatçı tutum piyasayı önceleri rahatlatmışsa da uzun vadede Türkiye’yi enflasyon batağına sokmuştu. Bunun yanında Türkiye'de bir çok kamu iktisadi teşekkülü bulunuyordu fakat bu KİT'lerde büyük yolsuzluklar yapılıyordu. Kamu harcamaları haddinin üzerine çıkınca borçlar meydana gelmeye başlamıştı. Borçları Merkez Bankası ödüyordu, Türkiye kaynaklarını faizlere yediriyordu. Neticesinde Türkiye 1994 yılında büyük bir kriz yaşadı. 1998 yılında ise Uzakdoğu'da yaşanan kriz neticesinde bölge sermayesi Türkiye'yi terketmiş ve Türkiye bir çeşit finans krizi ile yine zor zamanlar yaşamıştı. Bu noktadan itibaren Türkiye daha yüksek oranda faiz ödemeye başlamış ve ekonomi yıllık %6 küçülmüştü. 2000 yılında ise faiz ödemeleri tavan yaptı. Ayrıca 2000 senesinde Türkiye'ye büyük bir nakit girişi yaşandı. Bu nakitlerin piyasayı rahatlatacağı düşünülüyordu. Fakat öyle olmadı, nakit sıcaklığının yarattığı serapla önemli bir likidite sıkıntısı yaşandı. Tam da bu noktada faizler %180'lere uzandı. Sonuç olarak Türkiye, 6 yılda dışarıya 214 milyar dolar faiz ödemek zorunda kalmıştı. Birileri Türkiye'nin 214 milyar dolarını çarpmıştı. Türkiye cezalandırılıyordu.

Page 42: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

115 - 2001 yılında işler daha kötü gitmeye başladı. Türkiye topun eşiğine gelmişti. Bir kıvılcım herşeye yeterdi. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer yolsuzlukların üzerine gidilmesini istedi. Koalisyon hükümeti ise buna pek yanaşmıyordu. 21 Şubat günü yapılan toplantıda Sezer bu konuda Ecevit'e sitem etti. Ecevit taleplerin anayasal olmadığını, anayasanın bu taleplere el vermediğini söyleyince Sezer bunun anayasal olduğunu belirtti. Ecevit konunun anayasanın neresinde yazdığını sorunca Sezer önündeki anayasa kitabını Ecevit'e fırlattı. Ortam buz kesti. Ecevit derhal oradan ayrılıp basın mensupları önünde olayı anlatınca aranan kıvılcım bulundu. Manipülasyonlar devreye girdi. Faizler %6200 arttı. Türkiye bir gecede 29 katrilyon borçlandı. Ecevit pes etmişti. seneler önce Batıya kafa tutan ve bu uğurda suikastlere uğrayan Ecevit, 1978 senesinde kendisinin sonunu hazırlayan dünya bankası raporunun sahibi Kemal Derviş'i ekonomi bakanı yapıyordu. Batı yıllar sonra Ecevit'e diz çöktürüyordu. 116 - Kemal Derviş önderliğinde kurulan yeni ekonomik düzen harfiyen uygulanıyor, bir yandan da Türkiye AB uyum yasalarını tıpış tıpış kanunlaştırıyordu. Batı Türkiye üzerinden milyarlarca dolar faiz kazandığı gibi bir de siyasal tavizler elde ediyordu. Türkiye Batı’nın dayattığı yasaları öyle hızlı geçiriyordu ki "cemaat vakıfları ve gayrimüslim vakıflarının kurulması ve yabancı vakıfların Türkiye'de taşınmaz satın alabilmesine" imkan tanıyan bir yasa gece üçte meclisten geçmiş, milletvekilleri kağıtları okumadan imza atmıştı. 117 - DSP'yi kriz sallamıştı. Koalisyon ortağı olan MHP'yi de Apo sallıyordu. 1999 yılında Engin Alan liderliğindeki bir ekip Apo'yu yakalamıştı. Engin Alan yıllar sonra balyoz darbe planına katıldığı iddia edilerek hapse atılacaktı. Apo Türkiye'ye getirildi ve yargılandı. İdama mahkum edilmişti. Yargıtay 25 Kasım'da cezasını onamıştı. Fakat idam kararı bir türlü uygulanmıyordu. Batı Türkiye'nin idamı kaldırmasını istiyordu. AB uyum yasaları gereği idam kalkmalıydı. Fakat ilgili uyum yasaları meclise henüz gelmemişti. Eğer yasalar gelir ve meclisten geçerse Apo idamdan yırtacaktı. DSP ve ANAP, Apo'nun idam edilmesine karşı çıkıyor olsa da MHP idamı savunuyordu. Tam da o sırada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi idam kararının bir süre ertelenmesini talep etti. Ecevit ve Mesut Yılmaz kabul etse de Devlet Bahçeli ertelemeyi kabul etmiyordu. İkili, Bahçeli’yi başbakanlık binasına çağırdı ve 7,5 saatlik ısrar sonucunda Bahçeli idamın bir süre ertelenmesini kabul etti.

Page 43: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

İdam ertelenince hükümetin ilk işi idamın kaldırılmasına ilişkin AB uyum yasasını meclise getirmek oldu. Fakat bir sorun vardı. MHP bu yasanın geçmesini istemiyordu. Oylama günü geldi çattı. DSP ve ANAP kabul yönünde oy kullandı. MHP ise red yönünde... DSP ve ANAP'ın oyları tek başına yasanın kabul edilmesine yetmiyordu. Tam da bu sırada devreye yeni bir parti girdi. Erbakan'ın fazilet partisinden ayrılıp AKP'yi kuran Erdoğan, Gül ve arkadaşları da yasanın geçmesi yönünde oy kullanınca idam cezası kalktı.

Page 44: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

Böylece Apo idamdan yırtıyor, Bahçeli ise idamı erteleme kararına imza attığı için defalarca pişman oluyordu. Yaptığının büyük bir hata olduğunu fark etmişti ama iş işten geçmişti. Halbuki önüne uzatılan kağıdı imzalamayı reddetseydi, "bu hükümet apo'yu kurtarmak istiyor, biz memleketimize ihanet edemeyiz" diyerek hükümetten istifa etseydi ve derhal erken seçime gitme kararı alsaydı, oyu en az %30'lara çıkardı. Fakat Bahçeli bu krizi bir mağduriyete çevirememişti. 118 - Erbakan'ın Fazilet Partisi'nde ise sular durulmuyordu. Erbakan siyasi yasaklı olduğu için partinin başında Recai Kutan vardı. Eski hatalarından ders çıkaramayan parti 1999 yılında bir hataya daha düştü. Milletvekili Merve Kavakçı meclise türbanıyla gelince kıyamet koptu. Türkiye irtica konusunda ne kadar hassassa parti de bu konuları bir o kadar kaşıyordu, yahut parti içinde bulunan belli kesimler bu olayların kaşınması için bu tip faaliyetlerde bulunuyordu. Bu olaydan sonra parti hakkında kapatma davası açıldı. Kapatma davası sonuçlanmadan önce 2000 yılında genel başkanlık seçimi vardı. Recai Kutan'ın karşısına yenilikçi kanat ismini alan bir grup gençlerin lideri olarak Abdullah Gül çıkmıştı. Yenilikçiler şikayetçiydi, partinin sürekli kapatılmasından, bir türlü iktidara gelemeyişlerden bıkılmıştı. Üniversitede yetişen yenilikçi gençler kalifiye olmayan ve tahsilsiz gelenekçilere savaş açmıştı. Yapılan oylamada Recai Kutan galip geldi. Fakat Abdullah Gül önemli bir oy aldı. 2001 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından parti kapatıldı. Erbakan'ın 4. partisi de kapatılmıştı. Yerine Saadet Partisi kurulacaktı fakat yenilikçiler buna yanaşmadılar. Yenilikçiler yanlarına ANAP'lı, MHP'li ve DYP'li bir kaç vekili de alarak Adalet ve Kalkınma Partisini kurdu. Partinin başına Abdullah Gül'ün geçmesi bekleniyordu. Zira Erbakan'a isyan bayrağını ilk o açmıştı. Ama liderliğe

Page 45: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

Tayyip Erdoğan geçti. Tayyip Erdoğan okuduğu bir şiir nedeniyle hapis yatmış, halk tarafından mağdur bir belediye başkanı olarak tanınmıştı. Böylece AKP hatırı sayılır milletvekili sayısı ile mecliste grup kurmuştu. 119 - Yenilikçiler her ne kadar yenilikçi de olsalar Refah geleneğinden geliyorlardı. İçerde onlara karşı irticacı gözüyle bakanlar hala mevcuttu. Bu nedenle kendilerini anlatma ihtiyaçları doğdu. Tayyip Erdoğan "milli görüş gömleğini çıkardık" diyordu. Abdullah Gül partiyi "radikal İslamcı” bir parti olarak değil, “muhafazakar demokrat" olarak tanımlıyordu. Bülent Arınç "biz değiştik" diye haykırıyordu. Eski gerici, demokrasi düşmanı, şeriatçı düşünceleri terk ederek demokrasiye inanan bir parti hüviyetini kazanan AKP umut vaadediyordu. 120 - 2002 yılında Ecevit'in sağlık sorunları gittikçe arttı, mitinglerinde asansör yardımı olmaksızın otobüsün üstüne dahi çıkamaz olmuştu. Ülke DSP ve ANAP iktidarında kriz yaşamıştı. Halk mutsuzdu. DSP'nin oy oranı gittikçe azalıyordu. bir de İsmail Cem, Ecevit'in hasta olduğunu ve istifa etmesi gerektiğini söyleyince ve Ecevit istifa etmeyince İsmail Cem YTP'yi kurmak için partiden istifa etti. DSP'li vekillerin yarısı İsmail Cem'le partiden ayrılınca DSP bölünmüş oldu. MHP de bu krizin ortağıydı. Üstelik Apo'nun asılmasını sağlayamamıştı. DYP de 1990'lı yıllar içerisinde oldukça hırpalanmıştı. Erbakan ise hala siyasi yasaklıydı. Partisi dağılmıştı. Cem Uzan 10 Temmuz 2002'de Genç Parti'yi kurmuş ve siyasete fırtına gibi başlamıştı. Kemal Derviş'in ekonomi politikaları harifyen uygulanmaya devam ediyordu. Ekonomi düzelme sinyalleri veriyordu. 121 - Bir çok parti bu siyasi ortamda seçime gitmek ve iktidara gelmek istiyordu. İlk çıkışı MHP yaptı. Temmuz 2002'de Devlet Bahçeli erken seçim yapılması gerektiğini söyledi. Fakat DSP buna karşı çıktı zira parti bölünmüştü, zamana ihtiyaç vardı. Genç Parti ise henüz 20 günlüktü. Cem Uzan büyük bir çıkış yapmıştı fakat onun da zamana ihtiyacı vardı. MHP bastırınca 31 Temmuz'da meclis erken seçim kararı verdi. Kasım’da seçim yapılacaktı. Olan Cem Uzan’a olmuştu. Genç Parti hazırlıksız yakalanmıştı. 122 - Seçim günü geldi çattı. DSP döküldü, oy oranı %1'di. DSP'yi bölerek YTP'yi kuran İsmail Cem ise hayal kırıklığına uğradı. Partisi DSP'den bile daha az oy almıştı. ANAP büyük ölçüde Turgut Özal siyaseti yapan AKP'nin etkisine kapılmıştı. Böylece oylar AKP'ye kaymıştı. Mesut Yılmaz %5 oy aldı. Erbakan'ın Saadet Partisi Recai Kutan ile %3'ü geçemedi. Erken seçim kararı ile hazırlıksız yakalanan Cem Uzan %8'e yakın oy almıştı. Seçim erkene alınmasaydı muhtemelen Cem Uzan barajı aşacaktı. Fakat birileri erkenden seçime gidilmesini istemişti. MHP %8, DYP ise %9,5 oy aldı. Böylece onlar da meclis dışı kaldılar. CHP %19, AKP ise %34 oranında oy kazandı. Halk denenmemiş olanları seçti, yıllardır denenmiş olanları ise bir kenara itti. Halk umut arıyordu, halk ışık arıyordu. Halk aradığı ışığı AKP'de görmüştü. Zira 1997-2002 süreci boyunca karamsarlığa itilen, ekonomik olarak hırpalanan ve bıktırılan halk ilk fırsatta AKP'ye sığınmıştı, yahut sığındırılmak zorunda bIrakılmıştı. Fakat bir sorun vardı, Erdoğan siyasi yasaklıydı. Seçimlere katılamamıştı. Bu nedenle başbakanlığa geçememişti. Erdoğan'ın yasağının kalkması için anayasanın değişmesi gerekiyordu. 123 - AKP seçimlerden zaferle ayrılıp tek başına iktidar olduğunda herkes merakla AKP'ye odaklanmıştı. AKP'yi kuranlar daha birkaç yıl önce irticacı ve şeriatçı olarak görülüyordu. Partililer AB'ye karşı, ABD'ye düşmandı. Batı ile zıtlaşıyordu. Üstelik şeriatı savunan bir çok ismi barındırıyordu. Bir çoğu Atatürk'e dil uzatabiliyordu. Fakat tüm bu algılara rağmen AKP'liler artık öyle olmadıklarını, değiştiklerini ve demokrasiye uyum sağladıklarını ifade ediyordu. Herkes AKP'nin nasıl bir iktidar olacağını merakla bekliyordu. Erbakan 1994 yılında önemli yenilikler yaparak seçimlere hazırlanmış ve iktidar olmuştu. Fakat iktidara gelince bildiğini okumuş, başına gelmeyen kalmamıştı. AKP yeni bir partiydi ve çok daha önemli yeniliklerle iktidara gelmişti. Üstelik Erbakan'ın aksine tek başına iktidar olmuş ve muazzam bir vekil sayısı ile meclise yerleşmişti. AKP önemli bir yol ayrımındaydı. Erdoğan ne yapacaktı? Yeni Erbakan mı olacaktı? Yoksa kendisine biçilen kostüme girecek miydi? 124 - Seçim sonuçları dış basında dikkatle takip ediliyordu. The Washington Post "ABD'nin müslüman dünyasına demokratik örnek olarak gösterdiği partinin seçimi kazandığını" söylüyordu. Financial Times, "Erdoğan, Erbakan'ın hatalarına düşmeyecek" derken Avusturya ve Belçika, "zafer ılımlı İslamcıların" dedi. Özetle Batı, Erdoğan'dan umutluydu. Erdoğan, Erbakan gibi olmayacaktı. Batı herşeyden öte bunu görmek istiyordu. Türkiye tamamen ekonomik krize ve sorunlara yönelmişti. Öncelik huzur ve istikrardı.

Page 46: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

Tam da o günlerde 5 Kasım 2002'de New York Times'da yayınlanan bir makale şöyle diyordu: "Türkiye ve Ortadoğu'da demokrasi için AKP'ye bir şans verilmesi gerekiyor." Batı Ortadoğu liderliği için Erdoğan'a biçtiği kostümü uzatıyordu. ilk dayatma, kıbrıs meselesiydi. AKP ne yapacaktı, boyun mu eğecekti, yoksa baş mı kaldıracaktı? Türkiye tarihi bir dönemeçe girmişti. 125 - 8 Mart 1995... RP’nin genç milletvekili Abdullah Gül mecliste konuşuyordu: http://www.youtube.com/watch?v=GVnQDtb9NoQ Konu Avrupa Birliği üyeliğiydi. RP, AB'ye karşıydı ve Abdullah Gül meclis mikrofonuna "AB bir hristiyan katolik birliğidir, Türkiye'yi AB'ye almayacaklar" diyor ve ekliyordu:

(http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/Tutanak_B_SD.birlesim_baslangic?P4=618&P5=T&PAGE1=1&PAGE2=104)

RP çatısı altındayken Avrupa Birliğine şiddetle karşı çıkan başka bir isim ise Tayyip Erdoğan'dı. O da 1990 yılında "AB bir Hristiyan Katolik birliğidir, biz bu kazanın içine girmeyeceğiz." diyordu: http://www.youtube.com/watch?v=cN2FuJcJPOA 16 Kasım 2002... Erdoğan siyasi yasaklı olduğundan başbakanlığa Abdullah Gül geçiyor ve başbakan olarak yaptığı ilk açıklamada "Kıbrıs ve AB öncelikli konular" diyordu ve ekliyordu, "dört koldan AB için tarih alalım diye çalışıyoruz."

Hakikaten değişmişlerdi, hem de öyle böyle değil, 180 derece değişim vardı. 126 - Seçimin ertesi günü Yunanistan lideri Simitis, Erdoğan'ı ülkesine davet etti. Yunan medyası "ilk defa Atilla olmayan bir Türk lider oldu" manşetleri atıyordu. Bu manşet aslında herşeyi özetliyordu. Her gün yeni açıklamalar geldi. Önce AB uyum komisyonu AKP ile çalışmaya hazır olduklarını açıkladı. AB dönem başkanı Rasmussen "Türkiye AB'ye girmeli" açıklaması yaptı. ABD büyükelçisi Erdoğan'ı ziyaret etti. Simitis ve İtalyan lider Berlusconi "Türkiye mutlaka AB'ye girmeli, biz bu konuda Türkiye'nin avukatlarıyız" açıklamasını yaptı. Genişlemeden sorumlu AB üyesi Verhuogen "Türkiye mutlaka AB'ye alınmalı” diyordu. Portekiz lideri Barosso AKP'ye tam destek sözü veriyordu. Başbakan Gül'dü ama herkes Erdoğan'la temas kuruyordu. Standart & Poors Türkiye'nin negatif olan notunu durağana çevirdi. Bu sırada uluslararası insan hakları örgütü Freedom House "Türkiye en çok özgürleşen ülke" raporunu sundu. Birkaç yıl önce Erdoğan'ın lideri Erbakan'ı boğan aktörler, şimdi Erdoğan'ı göklere

Page 47: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

çıkarıyordu. İsrail devlet başkanı, bir çok Filistinli çocuğun katili Ariel Şaron, Abdullah Gül'ü İsrail'e davet ediyordu. Anti-siyonist Erbakan'ın öğrencileri baş düşman yahudi lideri ile el sıkışmaktan dahi çekinmiyordu.

(http://www.youtube.com/watch?v=nhlvcS-eHD0) 127 - Seçimden bir hafta sonra BM genel sekreteri Kofi Annan, Kıbrıs planını sundu. İlk taviz gündeme girdi. Annan özetle Kıbrıs'ta Türk ve Rum devletlerinden oluşan federe bir devlet kurulmasını önermişti. Bu plan doğrultusunda Türk devletinin topraklarının çeyreği Rum topraklarına katılıyor, adadaki önemli bir çok önemli üs ve kaynaklar Rum tarafında kalacak şekilde sınırlar çiziliyordu. Kıbrıs'ın kuzeydoğusundaki burun dahi Rumlara geçiyordu. Sınırlar öyleydi ki, bir Türk şehrinden öteki Türk şehrine gidebilmek için Rum sınırlarına girmek zorunda kalınıyordu. Plan açıkça Türk kesiminin aleyhineydi. Üstelik kurulacak federe Kıbrıs devleti kısa süre içerisinde Avrupa Birliği'ne alınacaktı. Yani, adada yaşanacak herhangi bir problem karşısında Türkiye adaya müdahale edemeyecekti. Şayet Türkiye bir AB üyesi olan Kıbrıs'a müdahale ederse, Almanya'ya, Fransa'ya müdahale etmiş gibi sayılacaktı. Plan sunulduktan kısa süre sonra Erdoğan "olumlu buldum" açıklaması yaptı. Bu açıklama Batı'da muazzam bir etki yarattı. Fakat bir problem vardı; Erdoğan "Kıbrıs için Belçika modeli düşünüyoruz" diyordu. Oysa Belçika modeli "ayrılma yolu ile federal sistem”di. Kıbrıs'ta ayrılma değil birleşme vardı. Abdullah Gül kısa süre sonra "İsviçre modelinden" bahsetti. İktidar neyin ne olduğunu bilmeden, planı detaylıca incelemeden "olumlu bulduğunu" açıklamıştı. Buna karşın Denktaş "plan memnun etmedi" açıklamasını yapıyor, cumhurbaşkanı Sezer “plan ikiyüzlü” diyordu. Fakat AB ortak dış politika ve savunma yüksek temsilcisi Javier Solana, çok net açıklamıştı: AB üyeliği için Kıbrıs sorunun çözülmesi şart! 128 – Batı, Kıbrıs sürecini oldu bittiye getirmeye çalışarak Kıbrıs tavizini koparmaya çalıştı. Kofi Annan liderlere “acele edin” mektubu yazdı. AKP taviz konusunda hazırdı, iktidar plana olumlu bakıyordu. Fakat Denktaş ısrarla plana karşı çıkıyordu ve Sezer de Denktaş'a destek oluyordu. Asker plandan razı değildi. MGK toplantısında önemli olanın Denktaş'ın kararı olduğunun altı çiziliyordu. Tam da bu sırada BM yetkilileri "Denktaş imzaya hazır" açıklaması yaptı. Denktaş jet hızıyla karşılık verdi: Dayatmayla imza atılamaz! 129 - Yıl sonuna doğru Kopenhag'da zirve yapılacak ve Türkiye'ye AB üyeliği için tarih verilecekti. İkinci taviz ısıtılıyordu. Yunan ve İtalyan başbakanları ısrarla Türkiye'ye tarih verin açıklaması yaparken, ABD de “Türkiye'ye mutlaka tarih verilmeli” görüşündeydi. ABD bir mesaj da Türkiye'ye veriyordu: Kıbrıs sorunu çözülmeli. Türkiye, Kıbrıs sorununda taviz verdikçe AB konusunda destek buluyordu. Nihayet Batı istediği türden bir müttefiki kazanmıştı. AKP asla Refahlaşmıyordu. ABD'den yeni bir açıklama daha geldi... AB ve Kıbrıs tavizlerinin yanına yeni bir talep eklendi: Irak... ABD, Irak'a girmeye hazırlanıyor ve Türkiye'den yardım

Page 48: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

istiyordu. Dışişleri bakanı Yakış “gerekirse üsleri açarız” açıklamasını yaptı. Batı ne isterse istesin, AKP "he" diyordu. Asla karşı çıkmıyordu. Siyasal İslam sonunda tıkır tıkır işliyordu. 130 - Tavizler karşılığını buluyordu: Siirt’te yapılan seçimler iptal edildi. Seçimler 9 Mart'ta tekrar yapılacaktı. Siirt seçimleri Erdoğan'ın vekilliği için bir şanstı. Fakat anayasa hala değişmemişti. En sonunda AKP anayasa değişikliği için önerisini sundu. Fakat bir sorun daha vardı. CHP'nin desteği olmadan anayasa değişikliği için yeterli sayıya ulaşılamıyordu. CHP tam destek verdi. Böylece Erdoğan'a başbakanlık yolunu CHP açtı. Fakat bir sorun daha çıktı. Bu kez de Sezer yasayı veto etti. Yasa meclise geri döndü. CHP bir kez daha destek verdi. Söz konusu Erdoğan olunca her türlü kapı açılıyordu. Ve yasa ikinci kez kabul edildi. böylece Erdoğan’a Siirt seçimlerinde adaylık yolu açılmış oldu. Artık sadece 9 Mart'ın gelmesi gerekiyordu. 131 - Batı’nın AKP'den bir başka talebi ise Leyla Zana ve arkadaşlarının serbest bırakılmasına ilişkindi. Abdullah Gül dış ziyaretlerinde Leyla Zana ve meslektaşları için kısa vadede değişiklik yapılabileceği sözü veriyordu. Haftalar sonra, 23 Ocak 2003'te Gül sözünü tutacak ve DEP'li vekillere yargı yolunu yeniden açacaktı. AKP söz dinliyordu. Söz veriyordu ve söz tutuyordu. Bu parti başkaydı. 132 - Bu sırada iç politikada ilginç bir olay yaşandı. AKP türban'a af hazırlığı için çalışma başlattı. Tam da bu esnada yargıtay "türban laikliğe başkaldırının simgesidir" diye sert bir karşılık verdi. Fakat bu sert cevap karşısında AKP iktidarından herhangi bir ses yükselmedi. AKP iç politikada askerle ve bürokrasiyle de inatlaşmıyordu. Tepki çekmek ve zıtlaşmak AKP'nin istediği son şeydi. 133 - 5 Aralık 2002'de Fransız lider Chirac, Türkiye'nin 2004'te kadar Kopenhag kriterlerini tamamladığı taktirde 2005 yılında görüşmelere başlanabileceğini açıkladı. Bu açıklamanın ardından bir çok Avrupa ülkesi "Türkiye'ye tarih verilmeli" yönünde açıklama yaptı. 12 Aralık’ta Rum yönetiminin AB'ye alınması gündemdeydi. Rauf Denktaş "Rum yönetimi AB'ye alınırsa süreç imkansızlaşır" açıklaması yaptı. Denktaş sürekli sorun çıkarıyordu. 12 Aralık'ta Türkiye'nin durumu da belli olacaktı. Erdoğan son bir kez daha şansını denedi. ABD'ye gitti ve Bush'la görüştü. Irak konusunda bir çok destek sözü verdi. 12 Aralık'ta toplanan zirve Türkiye'ye 2004 yılı için randevu verdi. Sonuç hayal kırıklığıydı. Batı sözünü tutmamıştı. buna rağmen Batı’nın sadık müttefiki Erdoğan "kararlı adımlarla AB üyeliği için devam edeceğiz." diyordu ve ekliyordu: "önümüzde Kıbrıs var." 134 - Kıbrıs meselesi hala muallaktı. Denktaş son olarak kesin bir dille Annan planını reddetti. Sezer yaptığı açıklama ile Denktaş'a destek verdi. ABD, "Kopenhag zirvesi öncesinde Kıbrıs sorunu AKP için büyük bir fırsat" diyordu. Fransız haber ajansı "AKP Kıbrıs konusunda köşeye sıkıştı" haberini yaptı. AB ortak dış ve güvenlik politikası yüksek temsilcisi Solana, AKP hükümeti'nin Denktaş'a Annan planını kabul etmesi için baskı yapmasını beklediğini kaydetti. Denktaş'a orantısız baskı yapılıyordu. Bu baskılar karşısında 30 Aralık günü açıklama yapan denktaş zaman istedi. Erdoğan ise netti: "Kıbrıs’ta asla ver-kurtul politikasından yana değiliz ama bu saatten sonra 40 yıllık politika ile de bir yere varılamayacağını söylüyoruz." 135 - AB zirvesi bittikten sonra gündem hızla değişti. Bu kez Irak savaşı gündeme yerleşti. ABD "BM kararı olmaksızın Irak'ı vururuz" diyordu. Bir çok Arap ülkesi ise savaşın gerçekleşmemesi için ortak hareket etme çabasına girişti. Savaş karşıtı Arapların başına savaş yanlışı bir müslüman lider gerekiyordu. Tam da bu esnada Abdullah Gül 27 Aralık'ta Ortadoğu gezisine çıktı ve barış için Arap liderlerle görüştü. Daha sonra Esad'la görüşen Gül, "savaşsız çözüm arıyoruz" açıklaması yaptı. Yıl başında bir çok İslam ülkesiyle bir araya gelen Gül liderleri barış için İstanbul'a davet etti. Batı medyası "Gül, Ortadoğu'da barış için çabalıyor" manşetleri atıyordu. 136 - Bu esnada gözden kaçan ama başkaca önemli bir taviz verilmişti. Cemaat vakıflarının taşınmaz mal edinmeleri, bunlar üzerinde tasarrufta bulunmaları ve tasarrufları altında bulunan taşınmaz malların bu vakıflar adına tescil edilmesi hakkında yönetmelik yürürlüğe girmiş; onlarca Rum, Ermeni ve Ortodoks kiliseleri bir çok taşınmazın tapusunu kazanmıştı.

Page 49: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

Bir taviz de Rum ve Ermeni kiliselerine verilmişti. Üstelik tavizi veren İslami bir partiydi. Aynı zamanda birçok AB uyum yasası meclisten geçmiş ve zinanın suç olmaktan çıkarılması, domuz etinin kasap hayvanları arasına alınması gibi "İslami partilerin asla kabul etmeyeceği" kararlar kolaylıkla alınmıştı. Çünkü AKP öyle sıradan bir parti değildi, AKP farklıydı. 137 - Kıbrıs meselesi uzadıkça uzuyor, Denktaş bir türlü çözüme yanaşmıyordu. Bardak taşmak üzereydi. Denktaş 24 Ocak'ta "Rumların inadı yüzünden bir yere varamadık" diye açıklama yapınca, Erdoğan "acele uzlaşma istiyoruz, barış istiyoruz" şeklinde cevap verdi. Bunun üzerinde Denktaş patladı, "Türkiye milli davadaki prensiplerden vazgeçtiyse, 'planı bu şekilde kabul ederim' diyorsa, o zaman olduğu gibi kabul edecek birisini bulur, imzayı atar, bu iş biter" şeklinde veryansın etti. Denktaş, Erdoğan'ın kendisi yerine Batı’nın yanında yer almasına inanamıyordu. Üstelik Kıbrıs milli bir davaydı. Erdoğan'ın hocası erbakan 1974 yılında Kıbrıslı Türkler için Ecevit'le birlikte barış harekatını başlatmıştı. Yine Batı, Kıbrıs için Türkiye'ye dayatma yaptığında Erbakan mecliste yaptığı konuşmada "banane Amerika’dan, federe devlet konuşmalarına son vereceğiz demişti: http://www.youtube.com/watch?v=_9Cy53HDlv0 Aradan yıllar geçmiş, başka bir İslami parti iktidara gelmişti. Herkes Erdoğan'ın yapacağı açıklamayı bekliyor, Denktaş'ı savunup savunmayacağını merak ediyordu. Beklenen açıklama iki gün sonra geldi. Erdoğan, Denktaş'a sert bir yanıt verdi, Denktaş'ın medyaya konuşmasını yasakladı. Erdoğan 40 yıllık milli dava olan Kıbrıs davasında Kıbrıs'tan değil, Batı'dan yanaydı. Çünkü AKP sıradan bir parti değildi. AKP farklıydı. 138 - 30 Ocak 2003'te Financial Times önemli bir haber yaptı: Türkiye savaşı kabullendi... Oysa o tarihlerde Türkiye barış görüşmelerine devam ediyordu. 23 Ocak'ta İstanbul'da Gül liderliğinde toplanan İslam ülkeleri liderleri barış için çalışmıştı. Akabinde Erdoğan "barış için Saddam'la görüşürüm" demişti. Türkiye Ortadoğu sahasına iyice girmişti. Bölgede "Türkiye barış için çaba harcıyor" haberleri manşetlerden düşmüyor, Türkiye bu çabası nedeniyle ABD'nin düşmanı İran'dan büyük övgü alıyordu. Fakat Türkiye barış için oradan oraya koşuşturup dururken Batı’da Türkiye'nin de savaşa onay verdiği yazılıp çiziliyordu. 139 - Birkaç gün sonra bu haberin boş olmadığı anlaşıldı. Günlerdir barış çalışması yapan Abdullah Gül "artık stratejik ortağımız ABD ile beraber hareket etmemiz gerektiğine inanıyoruz" dedi ve ekledi: Türk askerinin sayısı ABD askerinin sayısından çok olacak!!! Türkiye, Kuzey Irak'a girme kararını almıştı. Üstelik NATO'dan koruma füze kalkanı için talepte dahi bulunmuştu. Türkiye ilk bölgesel liderlik sınavını başarı ile vermişti. Batı "İslam ülkelerindeki barış arayışını" ustaca fark etmişti. Fakat bu arayışın sönmesi gerekiyordu. Yoksa ABD'nin müdahalesi büyük tepkiye sebep olacaktı. Üstelik Bush bu savaş için "haçlı seferi" açıklaması yapmıştı. Şayet ABD saldırırsa müslüman ülkeler İslam adına karşılık verebilirdi. Bunun olmaması gerekiyordu. Bu noktada Türkiye devreye girdi. Mevcut barış arayışının liderliğine geçerek bu arayışı manipüle etti ve sonunda İslam ülkelerinin barış arayışını söndürdü. "Irak barışı için savaş" ihtimalleri sıfıra inince Türkiye gerçek safını belli etti. İşte Fuller'in 1990 resmini çizdiği Batı’nın Ortadoğu’daki menfaatlerini savunan İslam modeli böyle bir şeydi. 140 - Türkiye'nin desteği olursa 80 bin Amerikan askeri Diyarbakır'da toplanacaktı. Bunun karşılığında ABD "6 milyar dolar hibe ve 20 milyar dolar kredi ayrıca bir çok askeri teçhizat ve helikopter" sözü vemişti. Sistem hiç değişmemişti. 1950 yılında Kore savaşı için destek isteyen ABD yine kredi ve hibe ile askeri yardım sözü vermişti. Fakat Menderes avucunu yalamıştı. Türkiye yalnızca yedek parçasız traktör almış, bir-iki yıl boyunda halk bu traktörleri kullanmış sonra da bozulan traktörler yedek parçasız olduğundan hurdaya verilmişti. 141 - Amerikan askerinin Türkiye üzerinden Irak'a girmesi için bir tezkere hazırlandı ve meclise geldi. Eğer tezkere geçerse bir Batı talebi daha kabul edilmiş olacaktı. Fakat bu talep şimdiye

Page 50: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

kadar yapılan taleplerin en ağırıydı. Zira Türkiye bir İslam ülkesiydi ve ABD yine bir İslam ülkesi olan Irak'a Türkiye aracılığıyla saldıracaktı. Üstelik Türkiye bu saldırıda ABD'nin safında yer tutacaktı. Bu dünya tarihinde bir ilkti. İlk defa bir İslam ülkesi bir haçlı seferine katılarak başka bir İslam ülkesine saldıracaktı. Bunu sağlayan parti sol zihniyetli bir parti değil. Aksine İslami bir partiydi. Erbakan olayları dehşetle izliyor, AKP'ye oy verenlerin cehenneme gideceğini söylüyordu. 142 - Bir çok dini cemaat ve İslam alimi bu savaşı tartışıyordu. Türkiye'nin ABD'ye olan desteğinin caiz olup olmayacağı konuşuldu. “80 senelik dinsiz CHP bile bu harekata karşı çıkarken nasıl oluyor da İslami bir parti buna destek olabilir?” tahlilleri yapılıyordu. Fakat kimse de açıktan itiraz edemiyordu. Zira Erdoğan namazında niyazında dindar bir liderdi. Türbanı destekliyor, dini kadroların devlet kademesinde yer edinmesi için çabalıyordu. İmam-hatip liseleri ile Kuran kurslarına sonuna kadar destek çıkıyordu. Her hafta Cuma’ya gidiyordu. Batı sistemi çok güzel kurmuştu. Erbakan'ın "ABD menfaatlerine aykırı" yönlerini budamış ve zararsız İslami tutumları serbest bIrakmıştı. Batı buna mecburdu çünkü müslüman kitleleri kandırması için bunlara ihtiyacı vardı. Aslında Fuller 1990 yılında bu durumu da açıklamıştı: "Eğer laik bir devlet yıkılarak yerine İran türü bir rejim kurulmak isteniyorsa, bu demokratik yapıya düşman bir tutum ama insanlar İslam din ve kültürünün daha çok gözetilmesini [türban, namaz] İslam eğitiminin yaygınlaşmasını [imam hatip, Kuran kursu, cemaatler] istiyorlarsa, bu otomatik bir tehdit olarak kabul edilmemelidir… " işte AKP İslam din ve kültürünün daha çok gözetilmesini sağlıyor, İslam eğitimini yaygınlaştırıyordu. Böylece Batı bunu otomatik bir tehdit olarak algılamıyordu. insanlar imam hatip liselerine gidebilirler, türban takabilirler, namaz kılabilirlerdi. Böylece bu özgürlükleri verdiği için parti sevilir sayılırdı. Nasılsa iktidar Batı ile dosttu ve türban, imam hatip, Kuran kursu gibi konunlar Batı’nın ali menfaatlerine halel getirmiyordu. 143 - Türkiye'deki İslami cenah Irak savaşı için yeterince tatmin olmuş değildi. Bu yüzden Gül bir ulusa sesleniş konuşması yaptı. Özetle "savaş istemiyoruz ama Saddam zalimlik yapıyor, oradaki müslüman kardeşlerimizin iyiliği için savaşmalıyız" diyordu. Yıllar sonra da Tayyip Erdoğan "savaş istemiyoruz ama Esad zalimlik yapıyor, oradaki müslüman kardeşlerimizin iyiliği için savaşmalıyız" diyecekti. Batı kuralları asla değiştirmiyor, Batı’nın metodları hep aynı kalıyordu. Türkiye önce altı üssü ABD'ye sundu. ABD bu üslerden kaldıracağı uçaklarla Irak'ı işgal edecekti. Fakat beklenmeyen bir şey oldu. Fransa ve Belçika NATO’nun Türkiye için konuşlandıracağı füze kalkan sistemine karşı çıktı. Şayet harekat böyle başlarsa Türkiye savunmasız kalacaktı. Batı bir kez daha ikiyüzlü hareket ediyordu. Gül "NATO üzerine düşeni yapsın" açıklamasını yaptı. AKP hayal kırıklığına uğramıştı. Erdoğan ise önce BM kararı sonra tezkere şartı koştu. Bu sırada Babacan ABD'ye giderek kredi ve hibe için çalışmalara başladı. Fakat ABD fiyatı oldukça aşağıya çekmişti. Batı her zamanki gibi sözünde durmayan Batı’ydı. 144 - Batı Türkiye'yi acele etmesi için uyarırken Türkiye de inceden diretti. Erdoğan "önce Türkiye'nin talepleri" dedi. Sorun paraydı. İki ülke anlaşamamıştı. Fakat ABD geri adım atmadı. Tezkere meclise geldi. AKP ikna grubu kurdu ve mecliste çalışma yaptı. Ortam hazırdı. Türkiye desteği sonuna kadar vermişti. ABD'den gelecek paralar bekleniyordu. 1 Mart günü geldi çattı, meclis toplandı ve oylama yapıldı. Fakat hiç olmayacak şey oldu. Tezkere reddedildi. ABD istediğini alamamıştı. Herkes şaşkındı. Batı hayal kırıklığına uğramıştı. Tam da bu esnada Öcalan'ın dosyası AİHM'de tartışılmaya başlandı. Batı kozlarını ortaya döküyordu. Erdoğan, Gül ve Özkök üçlü zirve yaptı. ABD dışişleri bakanı Colin Powell, Kuzey Irak'ta Türk askeri istemiyoruz açıklamasını yaptı. ABD plan değiştirmişti. Türkler yerine Kürt kartı devreye giriyordu.. 145 - Erdoğan bu gelişme üzerine derhal "birleşik Kıbrıs benim hayalim" açıklaması yaptı. Irak konusunda yardımcı olamadım ama Kıbrıs konusunda olacağım diyordu. Ayrıca ikinci tezkere için çalışmalar başladı. Hata telafi edilmeliydi. Bu arada 9 Mart gelip çatmıştı. Siirt'te seçim yapıldı. Erdoğan kazandı ve başbakanlığa oturdu. Erdoğan yıllardır hayalini kurduğu konuma yükselmişti. 146 - Powell ilerleyen günlerde yeni bir açıklama yaptı. Türkiye mali yardım istiyorsa yeni tezkere çıkarması gerekiyor dedi. Yeni tezkerede İncirlik ve birkaç üssün yanı sıra hava sahasının açılması talep edildi. Fakat bu tezkere Türk toprağını Amerikan askerine açmıyordu. Tezkere meclise geldi ve geçti. Kabul edildi. Böylece Irak savaşı sırasında binlerce insanı

Page 51: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

öldüren Amerikan Hava Kuvvetleri, Türk topraklarından havalandı ve 4990 sorti yaparak Irak'a bomba olup yağdı. İkinci tezkere çıkmıştı çıkmasına fakat Amerikan askeri yalnızca Güney’den, Kuveyt’ten Irak’a girebilmiş, Kuzey cephesi açılamamıştı. Amerika büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu. 1. Körfez savaşında Özal’ın çabalarına rağmen asker müdahaleye engel olmuştu. Yıllar sonra ABD yine Türkiye’den istediğini alamıyordu. 147 - Amerikan askeri Irak’ta her geçen gün daha fazla zulme ve drama neden oluyor, onlarca kadına tecavüz ediyor, binlerce sivil hayatını kaybediyordu. Bayındırlık ve iskan bakanı olanlara daha fazla tahammül edemedi. 18 Nisan’da “Irak’ın çocukları bombalanıyor, bunu içime sindiremiyorum” dedi. Fakat hükümetin Irak konusunda tereddüt yaşamaya lüksü yoktu. Üstelik 1 Mart tezkeresi meclisten geçmemiş ve ABD büyük hayal kırıklığına uğramıştı. Tayyip Erdoğan derhal kendi bakanına cevap veriyor “bakanın açıklamaları çok talihsiz” diyordu. 148 - 21 Nisan’da Washington Post’ta bir haber yer aldı: ‘‘Türkiye ABD'ye ihanet etti. Kürtler destek verdi. Kuzey Iraklı kürtlerin devlet kurmasına karşı çıkılmamalı.’’ Akabinde eski Amerikan generali Jay Garner “Kerkük bir Kürt kentidir” açıklamasını yaptı. Kürt kartı devreye yavaşça sokuluyordu. Bu sırada ABD savunma bakanı Rumsfeld “Irak’ta İran tipi yönetime izin vermeyiz.” açıklamasını yaptı. Amaç belliydi, İran yeminli düşmandı. Irak asla İranlaşamazdı. 149 - Türk-Amerikan ilişkilerinin limonileştiği bu günlerde AKP hükümetini terletecek bir gelişme yaşandı. Asker, yargı mensupları, muhalefet ve cumhurbaşkanı 23 Nisan’da yapılacak resepsiyona katılmama kararı aldı. Ertesi hafta MGK toplantısında “laiklik uyarısı” yapıldı. MGK bir sonraki toplantısında irtica konusunu ele aldı. Tayyip Erdoğan karşısında olan biteni 1997’de Erbakan’ın başına gelenlerden biliyordu. Bu gelişmeler hiç yabancı değildi. Batı-Türkiye ilişkileri hafiften gerilince iç politikada asker ve bürokrasi laiklik balyozunu masaya vurmuştu. Düzenek akıllıca dizayn edilmişti. Erdoğan “gerilim yanlısı olmayacağız” dese de tansiyonu düşürmeyi başaramadı. Bunu anlayınca “demokrasiyi zaafa uğratmak isteyenler var, bizim partimizde geçmişte bazı siyasi partilerle ilgisi olanlar olabilir fakat biz o elbiseyi (milli görüş gömleğini) dışarıda bıraktık. biz DP’nin devamıyız” açıklamasını yaptı. Erdoğan açıkça “biz anti-Amerikancı Refah yolundan değil Amerikancı DP yolundan gidiyoruz.” demişti. 150 - Batı medyası AKP’yi eleştirmeye başladı. Financial Times “ABD artık Türkiye’ye güvenmiyor” manşeti attı. New York Times o hafta Tayyip Erdoğan’a 6 sayfasını ayırdı ve Erdoğan’ın Türkiye’deki laik yapı için tehlike olabileceğini belirtti. Türk-Amerikan ilişkilerinin derhal düzelmesi gerekiyordu. Yoksa laiklik balyozu AKP’nin de başına inecekti. Bir kişi, Amerika’da bu yönde büyük bir çaba harcamıştı: Cüneyt Zapsu. Zapsu Amerikan medyasına “Erdoğan artık Batı aleyhtarı değil” açıklamaları yapıyordu. Zapsu’ya göre Erdoğan hapisteyken Erbakan tarzı Batı aleyhtarı tutumundan vazgeçmişti. Bunu Zapsu başarmıştı. “Hiç de kolay olmadı” diyordu Zapsu ve ekliyordu “AKP kişilerin dini özgürlüklerine saygı gösteren fakat dini olmayan bir parti” ve bir de örnek veriyordu: “Egemen Bağış içki içiyor ve karısı da açık. Buna rağmen AKP’li bir vekil.” Bu sıralarda Amerikan büyükelçisi Pearson Kuzey Irak’taki Türk karakollarından rahatsızlığını dile getirdi. Amerika Türkleri Kuzey Irak’ta istemiyordu. 151 - Nisan sonu gibi Simitis “Türkiye artık Kıbrıs’la ilgilenmeli” açıklamasını yaptı. AB genişleme sorumlusu Verheugen ise “Türkiye uzun yıllar AB’ye üye olamayabilir.” dedi. Talepler yeniden başladı. Erdoğan’ın önünde iki yol vardı, ya Erbakan gibi laiklik balyozunu kafasına yiyecekti ya da talepleri karşılayacaktı. Yeni tavizler gerekiyordu. Erdoğan yine taviz yolunu seçti. Hükümet derhal AB hamlesi gerçekleştirdi ve 6. uyum paketi meclise geldi. Pakette terörle mücadele kanununu gevşeten, Kürtçe yayın yapabilen TV’ler ve radyolar kurulmasını sağlayan, özelleştirmelerin önünü açan yasa vb. yasalar bulunuyordu. Cemil Çiçek 7. ve 8. uyum paketlerini de 2003 sonuna kadar tamamlarız dedi. Fakat özelleştirmeler meselesi problemdi. Halk özelleştirmeler adı altında devlet kurumlarının yabancılara satılmasını taviz olarak görüyordu. Hükümet derhal “özelleştirmeler kötü bir şey değildir” algısı pompalamaya başladı. Unakıtan “özelleştirmede amaç devleti ekonomik faaliyetten kurtarmak” derken Erdoğan “özelleştirmeler taviz değildir” diyordu. Gül ise konuyu açıkça ifade etmişti “artık dönülmez yoldayız.” AKP Batı’nın restini görmüştü ve mesajı almıştı. 152 - Türkiye’nin verdiği tavizlerin önü arkası kesilmiyordu. TSK Kuzey Irak’ta pasifize edildi. Batı medyası açıkça “ABD TSK’dan rahatsız” haberi yapıyordu. Bu gelişmeler ordunun anti-

Page 52: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

Amerikan tavrını kaşıyor üstüne bir de AKP’nin bitmek bilmeyen tavizleri ve İslamcı politikaları konunca asker gittikçe kaynamaya başlıyordu. Mayıs sonunda Cumhuriyet Gazetesi’nde önemli bir haber yayınlandı. İddiaya göre “genç subaylar AKP’den tedirgindi.” Erdoğan derhal “Türkiye laik sosyal hukuk devletidir” açıklaması yaptı, laiklik vurgusu olayları yatıştırmadı. Özkök “gençler değil TSK tedirgin” şeklinde konuştu. Türkiye yeniden ısınıyordu. Gül “Türkiye'yi AB ile entegre etmeye çalışan bir iktidarın, Türkiye'yi geri götürmesinin söz konusu olmadığını” söyledi. AKP her defasında eski Refah görüşünden koptuğunu beyan ediyor fakat laik odaklar buna ikna olmuyordu. Üstelik bu odakların amacı iktidarı ele almaktı. CHP, AKP’ye karşı yeterince sıkı muhalefet yapamıyor, AB-Kıbrıs konularında hükümetin arkasında duruyordu. İlginçtir, bu esnada TÜSİAD başkanı Tuncay Özilhan ABD’yi ziyaret ederek Paul Wolfowitz’le temasta bulundu. Hükümete Wolfowitz’in mesajını iletti: “Türkiye ABD’ye Ortadoğu’daki bazı gelişmelerde destek vermeli, artık top Türkiyede…” Her şey ne kadar açıktı… 153 - Gül artık iyice Ortadoğu siyasetine el atmaya başlamıştı. İslam Konferansı Örgütü toplantısında konuşan Gül “İslam ülkelerine değişim çağrısı” yaptı. Gül, İslam ülkelerine hoşgörülü, ılımlı, şefkatli ve uyumlu olmalarını tavsiye etti. İslam dünyası çağdaşlaşmalıydı. Böyle olursa sorunlar çözülürdü. Esasında Gül İslam ülkelerine kendileri gibi olmalarını rica ediyordu. Böylece Fuller’in seneler önce tasarladığı Batı’nın pazarı haline gelmiş Ortadoğu hayali gerçekleşirdi. Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye Ortadoğu toplumlarına model olacaktı. Gül bu vizyonu gittikçe belirginleştiriyordu. Gül toplantı dönüşünde ısrarla ifade ediyordu: 6. uyum paketi mutlaka geçecek. 154 - Türkiye’nin AB ve Ortadoğu hamlesi işe yaramıştı. Genelkurmay 2. başkanı Büyükanıt: Ordu AB’ye karşıt değil açıklaması yaptı. Esasında o dönemlerde TSK içinde darbe planları yapan generaller olmuştu. Askerin çıkışlarının sebebi buydu. Fakat Türkiye’nin AB konusundaki tavizkar politikaları dış destek sağlıyordu. Batı Türkiye’ye destek olduğu müddetçe darbe yapmak imkansızdı. Bu önceki darbe ve muhtıralardan bilinen şeydi. Çünkü şimdiye kadar yaşanan her darbe ve muhtırada “NATO ve AB’ye bağlıyız” mesajları içeriyordu. AKP bunu iyi bildiğinden askerin taşkınlıkları karşısında Batı’ya yaslanıyor, Batı’ya yaslandıkça da iç politikada liberal yazarların büyük desteğini arkasına alıyordu. Şu an AKP’ye muhalif takılan bir çok liberal yazar (Hasan Cemal, Ahmet Altan, Mehmet Altan vs.) o dönem AKP’yi sonuna kadar destekledi. Bu yazarlar normalde Erbakan’a ve İslamcı politikalara karşıydılar ama AKP farklıydı… 155 - AKP’nin AB manevraları işe yarıyor, TSK’nın gazını Hilmi Özkök paşa alıyordu. Fakat anti-Amerikan cenah AKP ile olan savaşını sürdürmekte ısrarcıydı. Yargıtay AKP için kapatma davası açma hazırlığındaydı. Financial Times’ın 6 Haziran 2003 tarihli haberi o günlerde durumu açıkça ortaya döküyordu. Haberde askerin AKP’den rahatsızlığı belirtiliyor fakat AKP’nin AB konusundaki tutumu sayesinde ayakta kalabildiği açıklanıyordu. Haber çok önemli bir cümle ile bitiyordu: Eğer hükümet, bu kısıtlı reformlarda bile duraklayacak olursa Ankara'nın AB üyeliği girişimi baştan ölmüş olacak… Bunca taviz Batı’da “kısıtlı reform” olarak algılanıyordu. Batı’nın taviz listesi çoook uzundu. 156 - Türkiye’nin tutumunu gören Batı derhal işe koyuldu. Önce Dünya Bankası Türkiye’ye büyük bir ev ödevi sundu. Kamu ihale yasası, sosyal güvenlik reformu ve kamu bankalarının özelleşmesi konusunda önemli yasa değişiklikleri isteniyordu. Bu ödevler sayesinde büyük Batılı şirketler sağlık, enerji ve finans sektöründe Türk piyasasına girebilecek ve milyonlarca dolar kazanabilecekti. Çiçek “hükümet düzenlemelerde kararlı” mesajını verdiğinde takvimler 2 Haziran’ı gösteriyordu. Bakan Babacan “reformlar en kısa sürede tamamlanacak” açıklamasını yaptı. Erdoğan “AB için acele etmeliyiz” diyordu. Kısa zaman sonra Petkim yarı fiyatına özelleşti. Akabinde Seka, Taksan Tarım, TZDK, Tekel Çankırı Kaya Tuzası, Sümerbank özelleşti. Kuşadası limanı satıldı. Ormanların satışını öngören yasa kabul edildi. TCDD İzmir limanı satıldı. Trabzon Dikili limanı satıldı. Ülkenin kaynakları birer birer satılıyor, yabancı sermaye Türkiye’ye giriş yapıyordu. ABD ekonomi bakanı Larson tam da bu günlerde “reform sürecini hızlandırın” açıklaması yaptı. ABD “yabancı sermaye” için özel kanun istiyordu. 6 Haziran’da ilgili yasa çıktı ve yabancı sermayeyi yerli sermayeyle bir tutan düzenleme hayata geçti. Yabancı sermaye yurda giriş yaptıkça piyasada sıcak para oranı yükseliyor, enflasyon düşüyor ve ekonomi rahatlıyordu. Ekonomi rahatlayınca halk AKP’ye daha da destek oluyordu. Üstelik sağlık reformu kapsamında hastanelerde kuyruklar bitmiş, hastaların rehin alınma uygulaması sona ermişti. Tüm bu gelişmeler sonucunda Avrupa Parlamentosu

Page 53: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

Türkiye raporunu onayladı. Türkiye’ye AB yolu tekrardan açılıyordu. Tavizler işe yaramıştı. Erdoğan 24 Haziran’da “ABD ile ilişkiler sağlam” açıklaması yaptı. Fakat bir sorun vardı, AB uyum yasası Sezer’e takılıyordu. Sezer yasayı 2. kez reddetmişti. 157 - Tavizin önü arkası kesilmiyordu. Hükümet bu kez “pişmanlık içi uyum yasası”nı gündeme getirdi. Yasa uygulamaya girdiğinde onlarca PKK’lı serbest kalacaktı. PKK’lılar serbest kalmalıydı çünkü Kuzey Irak’ta Kürt kartını oynayan ABD’ye militan gerekliydi. Erdoğan “Avrupa standartlarını yakalıyoruz” diyordu. Tam da o günlerde İsrail Gazze’de ateşkes ilan etti. Çünkü Gazze abluka altındaydı. Fakat Türkiye’den İsrail’e herhangi bir ses yükselmiyordu. yükselemiyordu. Bırakın ses yükseltmeyi, Türkiye konuya bile değinme ihtiyacı gütmüyordu. İktidarın yaşaması için susmak gerektiğinde AKP susuyor, yasa yapmak gerektiğinde yasa yapıyordu. 158 - Özelleştirme konusu bir türlü bitmiyordu. Halk kabullenmekte zorlandığı için hükümet inanılmaz bir karar alarak doğalgazda %7 indirim yaptı. Yapılan indirimin sebebi olarak Petkimin özelleştirilmesi gösterildi. Halka özelleştirmenin iyi olduğunu anlatmak için herşey yapılıyordu. Hükümet bir karar daha aldı ve milli eğitim bakanlığına ait okulların da satılabileceğini açıkladı. Ne var ne yok sat felsefesi hayata geçiyordu. 159 - 4 Temmuz 2003 tarihinde ortalığı yerinden oynatan bir hadise vuku buldu. Türkiye’nin Kuzey Irak’ta, Süleymaniye’de bulunan karakoluna Amerikan askerlerince baskın yapılmış, Türk askerinin başına çuval geçirilmiş, 24 kişi esir alınmıştı.

Askerler iki gün sonra serbest bırakılmıştı. yaşanan olay karşısında iktidarın ABD’ye nota vermesini isteyen Baykal’a Erdoğan cevap vermiş “müzik notasımı bu, ne veriyorsun” demişti. Herkes yaşananları AKP-ABD gerginliğine bağlamıştı. Oysa durum başkaydı. ABD, TSK’ya gözdağı veriyordu. ABD zaten daha önce de kuzey Irak’ta bulunan Türk karakollarından rahatsızdı. Operasyonlar da bu karakollara yapılmıştı. 1990 yılında Körfez Savaşı’na katılma kararı önüne set kuran TSK 1993 yılında cezalandırılmıştı. Muavenet gemisi kaptan köşkünden vurulmuştu. Bu kez de askerin başına çuval geçirilmiş ve Türk askerinin itibarı beş paralık olmuştu. Bu durum karşısında hükümet sert bir tutum takınamadı. Herkes Gül’ün ABD’ye yapacağı ziyareti iptal edeceğini sanıyordu. Fakat Gül ziyareti iptal etmedi. AKP olanları görmezden geldikçe ABD daha da ileri gidiyordu. Amerikan meclisi Ermenilere soykırım yapıldığına dair tasarıyı senatoya sunmuştu. Rumsfeld Erdoğan’a mektup yazdı ve “stratejik ortalıklığımız devam ediyor” dedi. Bu tarihlerde 6. uyum paketi yürürlüğe girdi. Sırada 7. uyum paketi bulunuyordu. 160 - Temmuz sonuna gelindiğinde ABD yeni bir taleple AKP’nin karşısına çıktı: Amerika Kuzey Suriye sınırına tampon bölge kurmak için asker istiyordu. Gül “çıkarlarımız neyi gerektiriyorsa onu yaparız” dedi. S&P Türkiye’nin notunu bir kez daha yükseltti. 7. paket meclise geldi. Bu paket çok önemliydi. Çünkü ordunun etkisini kıran bir takım düzenlemeler içeriyordu. TSK’nın içerisinde bulunan ve anti-Amerikan tutuma sahip kontrolü güç bir çevre vardı. Bu çevrenin etkisi azalmalıydı. 7. paket bu etkiyi azaltıcı içeriğe sahipti. ve 7. paket de meclisten geçti. Amerika ve AB Türkiye’yi tebrik etti. Batı basını AKP’yi ayakta alkışlıyordu.

Page 54: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

Tavizler bitmiyordu. 2003 yılı tavizler yılıydı. AKP Fuller’in biçtiği kostüme çok çabuk alışmıştı. Türkiye hem Ortadoğu’da Amerikan menfaatlerini gözetiyor hem de Türkiye Amerikan şirketlerinin pazarı haline geliyordu. Ama henüz Kürt meselesi ve TSK’daki anti-Amerikan tutum ele alınmamıştı. Buna rağmen AKP çok başarılıydı. Bunu George Soros söylüyordu.

Gezi olayları sırasında hükümet olayların arkasında faiz lobisinin olduğunu açıklamıştı. Hükümete göre faiz lobisi Türkiye’yi karıştırmak için OTPOR’u kiralamıştı. OTPOR daha önce başka ülkeleri de karıştırmıştı. Zaten OTPOR’un arkasında Soros vardı. Melih gökçek ekranlarda Soros’un ne kadar tehlikeli olduğunu anlatıyordu. İşte o Soros yıllar önce , ''bence Ak Parti demokrasiye inanıyor. Önceki hükümetlerden daha dürüst, yolsuzluk daha az ve desteği hak ettiğine inanıyorum” demişti. 2004’ün ilk günlerinde ise uluslararası yahudi kongresi Erdoğan’a “üstün cesaret ödülü” vermişti.

Zira bu yapılanlar cesaret gerektirirdi. Yıllar önce İslamcı Erbakan hareketini kundaklayanlar onun öğrencisinin İslamcı hareketine cesaret ödülü veriyordu. 29 Ekim 2004’te Türkiye’nin kuruluş gününde Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül, İtalya’ya gidip AB anayasasını imzaladı.

Page 55: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

İmza töreninin yapıldığı salonda Türk ve İslam düşmanı olan Papa 6. Innocent’in heykeli duruyordu.

Simgeler oldukça manidardı. Yıllar sonra 2011’de müslüman Libya’ya yapılan NATO harekatına Erdoğan önce karşı çıkmış “NATO’nun ne işi var Libyada yahu” demişti.

Ardından Batı’nın talepleri karşısında Türkiye NATO donanmasına İzmir limanını açmıştı. İzmir limanından kalkan NATO donanmasında Türki gemiler de vardı. Libya’yı bombalayan bu donanmanın amiral gemisinin ismi Andre Dorria’ydı. Dorria, Preveze Deniz Savaşı’nda Osmanlı Devletiyle savaşan haçlı ittifakının amiraliydi. Batı simgeleri özenle seçiyordu. AKP ise karşı çıkmıyordu. Siyasal İslam bu kez tutmuştu. 161 - AKP’nin 1. yılı başarı ile tamamlanınca Batı’nın AKP’ye olan güveni arttı. Böylece Ortadoğu politikasındaki vizyon geliştirilmeye başlandı. Erdoğan 2 yılda 16 farklı yerde “BOP eşbaşkanı” olduğunu açıkladı. BOP yıllar sonra 2011 senesinde patlak veren Arap baharıyla canlanacaktı. Türkiye o yıllarda yaşanan sokak olaylarına tam destek vermişti. Olaylar sonucunda bir çok lider devrilmiş yerine İslami partiler geçmişti. Fakat sonradan anlaşıldı ki olayları tertipleyenler Batı ajanlarıydı. Mısır’da ve Cezayir’de iktidara gelen İslami partiler de indirildi. Libya 3 yıl boyunca karışık vaziyette kaldı. Suriye’de iç savaş çıktı. Fırsattan istifade

Page 56: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

eden İsrail Gazze’ye saldırdı. Bu saldırı karşısında hiç bir müslüman devlet fiilen karşı koyamadı. Öyle ya, hepsi karışıktı. Kimse birbiriyle doğru düzgün ilişkiler geliştirememişti. Bu olaylar esnasında Erdoğan “Gazze’ye gideceğim” açıklaması yaptı. Israrlıydı.

Fakat ABD dışişleri başkanı Kerry “ertelese iyi olur” şeklinde cevap verdi.

Ortalık yerinden oynadı. AKP bu söze gıcık olmuştu. Türkiye’nin ve dünyanın lideri istediği yere istediği zaman giderdi. Fakat zamanla Kerry haklı çıktı. Aradan 3 yıl geçmesine rağmen Erdoğan Gazze’ye gidemedi. AKP 2005 yılında hala Kürt sorunu ve askerle ilgili adımlar atamıyordu. Yıllar sonra, 2007’de askere karşı başlatılan operasyonlarda onlarca rütbeli asker darbecilikten göz altına alındı. 2009’da başlayan Kürt açılımı ile de Kürt sorununda tavizler koparılmaya başlandı. 162 - Batı’nın AKP ile Türkiye’de yaptığı en önemli şey, kurduğu ekonomik düzendi. Batı bu düzeni hemen her ülkede kurmayı denemişti. Roman Abramoviç… Hepiniz tanırsınız az çok… Bu adam nasıl oluyor da bu genç yaşta Chelsea’yi satın alıp milyonlarca doları futbol sektöründe piç edebiliyordu? Nedeni basitti, Sovyetler Birliği dağılınca başa geçen Yeltsin çoktan Batı’nın kucağına oturmuştu. Batı, Sovyet pazarına girebilmek için gerekli yasal düzenlemelerin yapılmasını Yeltsin’den istedi.

Page 57: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

Yeltsin de bu talep doğrultusunda özelleştirme yasası çıkardı. Büyük Sovyet kurumları yok pahasına satıldı. Satın alanlar ise Batı’nın Yeltsin’e önerdiği bazı genç iş adamlarıydı. Batı bizzat piyasaya girseydi, halk bu duruma tepki gösterirdi ama pazara Rus genç işadamları girince tepki olmayacaktı. Üstelik Rusya’da yabancı yatırımcı istediği gibi hareket edemiyordu. Bu adamlar Rustu ama Batı’nın adamlarıydı. İşte, Abramoviç’in de aralarında bulunduğu bu gençler, Yeltsin sayesinde Sovyet’in bir çok büyük enerji şirketini ucuza aldı ve kısa süre içerisinde milyonlarca dolar kar etmeye başladı. Ama Batı’nın talepleri bitmezdi. Fakat talepleri yerine getiren Yeltsin iktidarda kalamadı. Tıpkı Batı’nın kuklalığını yapan Pehlevi’nin milliyetçi Musaddık tarafından devrilmesi gibi Yeltsin’in ne mal olduğunu anlayan halk Putin’i başa getirdi. Putin Batı’nın planını bozdu. Batı hesabına önemli kurumları satın alan iş adamlarını ülkeden kovdu. Yakalayabildiğini içeriye attı. Abramoviç kaçmayı başardı. Önemli enerji kurumları tekrar devleştirildi. 163 - Batı bu oyunu Rusya’da oynamıştı… Türkiye’de oynamaz mıydı? “Özal’ın prensleri” diye aratın Google’da… Hikaye aynı hikaye, dönem aynı dönem… Özal da ticarete soktuğu genç iş adamlarına önemli kurumları peşkeş çekmek istemişti. Ama ömrü yetmemişti.

164 - Tayyip Erdoğan da iktidara geldikten sonra yabancı sermayeyi yerli sermayeyle eş tutan yasaları geçirdi. Bir çok devlet kurumu piyasadan çekildi. Denildi ki; devlet aradan çekilsin, piyasada rekabet artsın. İyi de Türkiye’nin Batı ile rekabet edebilecek yerli iş adamı var mı? Yok. Örneğin, Pilavcı Ahmet Usta ile Burger King yarışabilir mi? Yarışamaz. çünkü Batı’nın dünyaca ünlü ve çok büyük şirketleri eşit şartlar sunulduğu taktirde yerli lokal müteşebbisleri yutardı. Nitekim öyle oldu. Şu an çok önemli sektörlerde en önemli kuruluşlar hep yabancıdır. Oteller yabancıdır. Limanlar yabancıdır. Bir çok fabrika yabancıdır. Bugün borsadaki müteşebbislerin %30’u yabancıdır ama o %30’luk yabancılar borsadaki kağıtların %70’ine sahiptir… Bugün yabancı yatırımcıların Türk piyasasındaki oranı nedir biliyor musunuz? %65! 165 - Ne yaptı Erdoğan? Önce yabancı sermaye ile yerli sermayeyi eş tuttu. Sonra ihale kanununu değiştirerek yabancıların da ihalelere girmesine olanak sağladı. İhalelere giren yabancı sermaye Türkiye’nin en önemli kurumlarını, limanlarını işletmelerini satın aldı. O yabancı

Page 58: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

yatırımcılar bu ihaleleri alsın diye Türkiye’deki vergi oranları düşürüldü. Örnek vermek gerekirse, şu an İzmit’te Güney Koreli Posco fabrikası Türkiye’nin ilk paslanmaz çelik üretimi için fabrika açtı. Posco neden fabrika açmak için Türkiye’ye geldi? Çünkü Türkiye Avrupa’ya ve Ortadoğu’ya yakındı. Üretilen ürünlerin pazarlara aktarılması kolaydı. Bu bir. İkincisi, Türkiye’de yabancı yatırımcıya yüklenen vergi yükü düşüktü. Yani bu fabrika Almanya’da açılsaydı, Posco’nun sahibi olan Güney Koreli işadamı üç dört kat daha fazla vergi ödemek zorunda kalacaktı. Üstelik Almanya’daki iş güvenliği şartları daha ağırdı. Bu şartları sağlamak için daha fazla maliyet gerekecekti. Türkiye’de ise bunun maliyeti düşüktü. Madende 301 kişi ölse bile çok büyük problem değildi. Ve üçüncüsü, asgari ücret düşüktü. Hükümet asgari ücreti bilerek artırmıyor. Çünkü asgari ücretin düşük olması, vergilerin düşük olması, iş güvenliği şartlarının düşük olması yabancı yatırımcıyı ülkeye çekiyor. Ülkeye para giriyor, ekonomi rahatlıyor. Bu hamlelerin zararlı olacağı daha en başında Erdoğan’a söylendi ama Erdoğan dinler mi, o Batı’ya taviz vermek zorundaydı. Dedi ki; “yabancı sermaye ülkeye girince yerli işçiyi çalıştıracak, işsizlik azalacak, piyasadaki para akışı hızlanacak böylece ekonomi canlanacak.” Haklıydı. Öyle de oldu. Piyasa canlandı. Şu an hala canlı. 166 - Fakat önemli bir sorun vardı. O da şuydu: Ekonomi yabancı sermaye sayesinde yaşar hale gelmişti.

- Şayet çok zengin şirketler Türkiye’deki yabancı yatırımcılara “çıkın oradan” derse, ekonomi biterdi.

- Üstelik Türkiye’deki ekonomik düzen yabancı yatırımcıya bağlıydı. Yabancı yatırımcı hoş tutulmazsa, ülkeden çıkardı, o zaman yine ekonomi biterdi.

- Asgari ücret artarsa, yabancı yatırımcı gider, ekonomi biterdi.

- İş güvenliği mevzuatı sağlamlaştırılırsa, yabancı yatırımcı gider ekonomi biterdi.

- Vergiler artırılırsa yabancılar gider ekonomi biterdi.

- Faizler yükselirse, piyasa tedirgin olurdu, yabancılar yine giderdi, ekonomi biterdi.

- Ülkede olaylar çıkarsa piyasa yine tedirgin olurdu, yabancılar yine giderdi ekonomi biterdi.

Tüm bunların yanında ekonominin sağlam durabilmesi için her yıl ülkeye yabancı sermaye girmek zorundaydı. Ali Babacan birkaç hafta önce “her yıl Türkiye’ye 300 milyar dolar girmek zorunda” açıklaması yaptı. Türkiye her yıl bunca sermayeyi ülkeye getirmek için tavizler vermek zorundaydı. Özel sektöre hemen her alan açıldı. Okullar, üniversiteler, hastaneler, telekom, enerji alanları… Hemen her yer açıldı ki yabancı sermaye gelsin, ülkeye para getirsin. 167 - Tüm bu anlattıklarım tek bir manaya geliyor: Batı şu anda Türkiye’nin ekonomisini dinamitleme gücüne sahip. İsterse bunu yapabilir. Ama yapmıyor. neden? Ne karşılığında? Tabii ki tavizler. İşte AKP bu tavizleri vermeye muhtaçtır. 2013 Haziran’ında, Gezi olayları tüm hızıyla sürerken bir gelişme yaşandı. Bir yasa çıktı. Bu yasaya göre Türkiye petrol anonim ortaklığının tekel özelliği kaldırıldı. Yabancı şirketlerin Türkiye’deki maden ve yer altı kaynaklarını işletme hakkı serbest hale geldi. Ve geçen hafta Mehmet Şimşek tarafından yeni özelleştirme programı sunuldu. Türkiye önümüzdeki dönemde yer altı kaynakları ve madenlerini de Batı’ya pazarlayacak.

Page 59: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

Babacan birkaç hafta bir açıklama daha yaptı, dedi ki “yerli sermayenin sanayi ve üretim sektörüne yönelmesi şart”

Page 60: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

Babacan bunu neden söyledi? Çünkü Türkiye’deki yabancı sermayenin önemi azaltılmalı ve yerli sermayenin ihraç mal kapasitesi artmalıydı. Babacan 12 yıl sonra kurdukları ekonomik düzenin yetersizliğini ilan ediyordu… Zira eğer yabancı sermayenin ekonomideki etkisi azaltılmasza Batı Türkiye’ye her talebini kabul ettirir, Türkiye kabul etmezse önce ekonomi bozulur ardından Türkiye’deki Recep Tayyip Erdoğan düşmanlarının önü açılır. Erdoğan iktidarını kaybeder. Tayyip Erdoğan içerde o kadar düşman edindi ki ona oy vermeyenlerin neredeyse hepsi kendisinden nefret ediyor. Bu durumun suçlusu Erdoğan çünkü kendisi içerde o kadar grubu kendisine düşman etti, o kadar gruba hakaret etti, o kadar grubun özgürlüğüne, yaşantısına müdahale etti ki herkes ona düşman oldu. 168 - Bunların dışında Türkiye ihracatındaki AB payı %50. Yani Türkiye Batı ile olduğu kadar AB ile de arasını iyi tutmak zorunda. Aksi taktirde AB ambargosu ile ihracat anlamında büyük bir sıkıntı yaşanır. Özetle Türkiye büyük bir kıskaçta. Türkiye bunun farkında. AKP bunun farkında. Bu kıskaçtan çıkmak istiyorlar. Peki Erdoğan ne yapıyor? Kendi zenginini yaratmaya çalışıyor. İhaleleri, arsaları kendi yakınlarına veriyor, İran’la ve Çin’le anlaşmalar yapıyor… Yapıyor ki Batı’nın sermayesine ihtiyaç kalmasın. Ama ne yaparsa yapsın işe yaramıyor. Çünkü zamanında kolunu bile verdi, şimdi geri alabilecek hiç birşeyi yok. Türkiye yıllar boyunca sanayi ve üretim alanına önem vermesi gerekirken sadece inşaat sektöründe gelişim sağlamıştı. 169 - Son zamanlarda verilen en büyük taviz ise muhtemelen hepinizin gözlerinden kaçtı. Hatırlatayım: Bundan yaklaşık 2 ay önce, rehineler henüz IŞİD tarafından serbest bırakılmadan önce, Obama IŞİD’e karşı kurmuş olduğu koalisyonda Türkiye’yi muhakkak istiyordu. Ama Erdoğan “Türkiye IŞİD’e karşı kurulan koalisyonda yer almayacak, ancak insani yardım noktasında yardımcı olabiliriz” açıklaması yapmıştı. Bu açıklamadan sonra bir takım haberler Amerikan ve Alman basınında yer almaya başladı. Hatırladınız mı? Hayır mı? Dinlemeler! Alman basınında “Almanya Türkiye’yi yıllarca dinledi” haberleri patlak vermişti. Alman basını bu konuyu her gün işliyor fakat nedense dinlemelerin içeriğine ilişkin herhangi bir açıklama yapmıyordu. Merkel iddiaları yalanlamadı. Erdoğan ise konuyla ilgili hiç konuşmadı. Oysa aynı dinlemeleri yapan cemaat “vatan haini” ilan edilmişti. Cemaat dinleyince vatan haini oluyordu ama Almanya dinleyince çıt çıkmıyordu. Sessizlik sürerken bir haber de Amerikan basınından patlak verdi: Amerika da Türkiye’yi dinlemişti! Fakat ne hikmetse bu dinlemelerin de içeriğine ilişkin bilgi yoktu. Obama iddiaları yalanlamamıştı. Türkiye yine sessizdi. Tam da bu haberlerin yapıldığı günlerde NATO toplantısı olacaktı. Erdoğan toplantıya gitti, Obama ve

Page 61: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

Merkel’le görüştü. Ardından IŞİD, rehineleri serbest bıraktı. Bunun üzerine Erdoğan “rehineler durumu varken konuşamıyorduk, Türkiye IŞİD konusunda üzerine düşeni yapacaktır” diye konuştu. Böylece Türkiye IŞİD’e karşı yapılması planlanan operasyona katılma kararı aldı. Ve dinleme haberleri bıçak gibi kesildi. O gün bu gündür dinlemelerle ilgili tek haber çıkmadı. Türkiye bir kez daha taviz vermişti. 170 - AKP, iktidara geldiğinde tavizkar politika gütmezse iktidarda kalamayacağını biliyordu. Bu nedenle gücü eline alıncaya dek tavizleri sürdürdü. fakat öyle tavizler verdi ki Türkiye bugün içinde bulunduğu kritik konuma doğru savruldu. Bu süreçte AKP önce meclisi ve medyayı, ardından devlet kurumlarını ve yargıyı ve emniyeti ve danıştayı ve askeri ve en sonunda köşk ile HSYK’yı kontrolü altına aldı. Daha önce hiçbir iktidar bu kadar kurumu tesir altına alamamıştı. Hiçbir iktidar aynı anda bu kadar sayıda organa hükmedememişti. Üstelik AKP’nin arkasında halk desteği de vardı. Tayyip Erdoğan aşırı güçlenmişti. Artık bağımsızlık hayalleri kuruyordu. Eskisi gibi etrafa yumuşak açıklamalar yapmıyordu. Esiyordu, gürlüyordu, kızıyordu. fırçalıyordu. 171 - Tüm bunlar yaşanırken, Eylül 2012’de Tayyip Erdoğan’ın siyasi kariyerinde çok büyük emeği olan Erdoğan’ın dostu ve çalışma arkadaşı Morton Abramowitz bir makale kaleme aldı. O güne dek AKP’nin sıkı bir hayranı olan Abramowitz 2012 Eylül’ünde kaleme aldığı makalesinde önemli konular açıklıyordu…

- Abramowitz hükümetin zor günler yaşayacağını söylüyor, PKK konusunda ciddi adımlar atması gerektiğini belirtiyordu. Tam da o tarihlerde PKK’nın eylemleri artmaya başladı, her gün onlarca şehit haberi geliyordu. Bu olaylar sonrasında hükümet ciddi adımlar atarak barış sürecini başlattı.

- Abramowitz 2013 yılında hükümetin muhaliflerden çok çekeceğini belirtmişti. 2013 yılında Gezi olayları patlak vermişti.

- Abramowitz 2014 başlarında AKP’nin ciddi bir bölünme riski yaşayacağını

açıklamıştı. 2013 sonunda 17 Aralık süreci patlak verdi. cemaat ve AKP yollarını ayırdı. 2014 yılının başlarında AKP ciddi bir cemaat tehlikesi yaşadı.

- Abramowitz 2014 başlarında AKP’nin ciddi bir bölünme riski yaşayacağını

açıklamıştı. 2013 sonunda 17 Aralık süreci patlak verdi. cemaat ve AKP yollarını ayırdı. 2014 yılının başlarında AKP ciddi bir cemaat tehlikesi yaşadı.

- Abramowitz ekonominin kötüye gideceğini açıklamıştı. Suriye konusunda

Türkiye’nin yetersiz kaldığını söylemişti ve makalesini bitirirken şu cümleyi söylüyordu: “Türkiye sürprizlerle doludur, boş bırakılmaması gerekir.”

Batı ile yaşanan balayı bitmişti. Abramowitz bu haberi ortalık süt limanken duyurmuştu. Yıllar onu haklı çıkardı ve otoriterleşen Erdoğan’ın arası Batı ile git gide kopmaya başladı. Artık Erdoğan eskisi gibi “demokrat” değildi. Türkiye eskisi gibi “bölgesel lider” değildi. Erdoğan Batı’da diktatör, baskıcı, özgürlükler karşıtı gibi isimlerle anılmaya başlanmıştı.

Page 62: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

http://nationalinterest.org/…ecarious-position-7494 172- AKP geçen 12 yıl içerisinde ülkedeki bir çok kurumu ele geçirdiği için geçmiş hükümetler içinde şimdiye dek en şanslı olanı. Erbakan Batı ile zıtlaşında Asker-Yargı-Medya üçlüsü tarafından vurulan irtica balyozu ile gitmişti. Fakat AKP döneminde bu üçlü ele geçirildi. Ecevit şirketler, emniyet aracılığıyla körüklenen öğrenci olayları ve kontrgerilla tarafından bitirilmişti. Oysa şimdi Erdoğan hem polisi hem de derin devleti önemli ölçüde bitirdi. MİT, Hakan Fidan öncülüğünde AKP’nin kontrolüne tamamen girdi. Sonuç olarak Batı’nın geçmişte hükümetleri düşürmek için kullandığı bir çok kanal artık bugün AKP’nin kontrolünde. Bu nedenle AKP her fırsatta Batı’ya “ben özgürüm” mesajları veriyor. Diretiyor. Fakat sonunda istemeden de olsa taviz veriyor. Bugün Batı’nın Erdoğan’a karşı kullanabileceği iki kanal var, bunlardan ilki ekonomi, ikincisi ise güneydoğu sorunu. Bu iki kanalın kullanılabilir hale gelmesinin sebebi AKP’nin geçmişte verdiği ekonomi ve pkk tavizleri. Bunun en önemli örneği bugünlerde yaşandı. Hükümet Kobani konusunda istenilen adımı atmayınca sokak eylemleri meydana geldi. Ve günler sonra Kobani için PKK ve PYD militanlarına yol verildi. AKP önce diretti ama sonra taviz vermek zorunda kaldı. Fakat Erdoğan artık Batı’nın sadık müttefiki değil. Bağımsızlık rüyaları görmeye başlamış yeni bir “problem çocuk”. 173- Erdoğan er ya da geç Batı ile zıtlaşacak ve Ecevit’in, Erbakan’ın verdiği savaşı vermek zorunda kalacak. Bu noktada Erdoğan’ın önünde iki yol var, ilki kendi iktidarını sonuna dek korumak ve Saddam’ın, Kaddafi’nin yaşadığı sonu yaşamak... İkincisi, Erdoğan’ın kendisinden nefret eden Türkiye dinamikleri ile konsensüse varması… Şayet Erdoğan ülkede yükselen özgürlük ve demokrasi seslerine kulak tıkamaya Gezicileri, Alevileri, Muhalifleri kızdırmaya ve onlara hakaret etmeye devam ederse, ülkedeki insanların yaşam tarzlarına karışırsa, kürtajı problem haline getirir ve evlerde beraber yaşayan gençlere dahi müdahale ederse bunu asla başaramaz. Bu nefret asla dinmez. Onlara el açmak ve onlarla barışmak zorunda. Aksi halde Batı, Erdoğan aleyhinde esen bu muhalif rüzgarı er ya da geç kullanacaktır.

*** Son Söz: PRANGALARI SÖKÜP ATIN! - Tüm bu yazıları yazarken iki şeye dikkat ettim: Yazının sadece/akıcı olması ve bilgi içerikli olması. Olaylar arasında bağlantı kurmak dışında kişisel yorumum ve şahsi fikirlerim doğrultusunda girmeden yazmaya çalıştım. Attığınız mesajlardan sandığım kadarıyla bunu bir nebze olsun başarmışım.

Page 63: Batı Türkiye'yi Nasıl Kıskaca Aldı

- Yazılarda siyasi kalıp ve ideolojilere girmekten kaçındım. Yeri geldi Ecevit'i, yeri geldi askeri, yeri geldi Erbakan'ı olumlu yönde eleştirdim. Yeri geldi yerdim. Olayları tarihsel kronolojik dizilimde değil asimetrik şekilde anlattım. Olaylar arasında bağlantı kurmak için bu gerekliydi. - Gelen mesajların önemli bir kısmında içinde bulunulan durumdan ötürü karamsarlığa kapılanların olduğunu fark ettim. Doğrudur, pek aydınlık durumda değiliz. Fakat şunu unutmayın, 10 yılda yapılmaya çalışılanlar, 80 yıldır yapılanlar vs... Hepsini silip atmak hepi topu 1 senelik iş. Alınması gereken birkaç kararla, atılması gereken birkaç adımla kolayca düzlüğe çıkabiliriz. Batı bunu iyi bildiği için asla başımızı boş bırakmamak ister. - Son olarak, bu ülkenin iyiliği için çalışmaya ve öğrenmeye ihtiyacımız var. Türkiye'deki siyasal ortam insanları sadece bölmek ve sığlaştırmaya yarar. Erbakan sıkı bir ABD düşmanıdır ve ABD'nin Türkiye'yi böleceğini söyler. Tıpkı onun gibi Doğu Perinçek de bunun aynını söyler. Fakat siyasal ortam öyledir ki, kurulan oyunu bilen bu iki siyasetçi bu dava uğruna bir araya gelemeyecek kadar da uzaktır. Çünkü Refah şeriatçıdır, İşçi Partisi sosyalisttir... Size sunulan kalıp bu. Fakat siz size sunulan çerçevenin dışına çıkarsanız, size uzatılan sahanın dışında oynarsanız, işte o zaman büyük resmi görürsünüz. Bu nedenle size verebileceğim tek tavsiye; siyasal kalıpların ve ideolojik prangaların dışına çıkın. Erbakan ve Perinçek'in... Deniz Gezmiş ve Nihal Atsız'ın temelde aynı şeyi istediklerini görün. Son.