117

Bulten - 2007

Embed Size (px)

DESCRIPTION

ADAM 2007 Bülteni

Citation preview

Page 1: Bulten - 2007
Page 2: Bulten - 2007

SUNUŞ 1

BİRİNCİ BÖLÜM CUMA KONFERANSLARI..............................7

1. KONFERANS Gazali ve Delâletten Kurtuluş’u Hasan Hilmi AKIN …………………………………………………………….............7

2. KONFERANS Müslüman Kadının Toplumsal Hayata Katılım Problematiği Dr. Hidayet Şefkatli TUKSAL………………………………………………………..103. KONFERANS Dilde ve Kültürde Yabancılaşma

D. Mehmet DOĞAN………………………………………………………………….114. KONFERANS Türkiye’nin Avrasya Boru Hatları Macerası Dr. Cenk PALA………………………………………………………………… ……135. KONFERANS Grup, Devlet ve Uluslar arası Sistem Düzeyinde Türkiye’de Kürt

Sorununun Analizi ve Çözüm Yolları Doç.Dr. Erol KURUBAŞ……………………………………………………………..15 6. KONFERANS İngiliz Köle Ticaretinin Tarihçesi ve Süregelen İzleri / Ian Douglas TODD………………………………………………………………… 177. KONFERANS Alternatif Finansman Kaynağı Olarak Business Angel, Girişim

Sermeyesi ve Private Equity Süleyman YILMAZ…………………………………………………………………...188. KONFERANS Çanakkale’nin Ruhu ve Anlamı Doç. Dr. Mehmet BULUT…………………………………………………………….199. KONFERANS Hz. Muhammed (S.A.V.)’in Örnek Beşeri Davranışları / Şükrü ÖZBUĞDAY…………………………………………………………………...2110. KONFERANS e-Devlet ve e-Dönüşüm: Stratejik Bir Bakış

Emin Sadık AYDIN…………………………………………………………………...2311. KONFERANS Virajdaki Türkiye; Darbeler, Siyaset ve Medya Ali BİLGE……………………………………………………………………………..2412. KONFERANS 1 Mayıs ve Sendikalar: Sendikaların Toplumsal Hayattaki Yeri / Dr. Osman YILDIZ……………………………………………………………………2613. KONFERANS Planlama Paradigmalarındaki Kaymalar ve Kamu Yönetiminin

Dönüşümü / Çağatay TELLİ……………………………………………………………………….2814. KONFERANS Türkiye’de Muhafazakârlık

Vehbi BAŞER – Kadir CANATAN………………………………………………….3015. KONFERANS Türkiye’nin Kronik Dış Ticaret Meselesi ve Çözüm Yolları / Ayhan

KARACA…………………………………………………………………………….3216. KONFERANS Türkiye’deki İktidar Kavgasının Tarihsel, Siyasi ve Ekonomik

Kökenleri / Doç. Dr. Mustafa ACAR…………………………………………………………….3417. KONFERANS T.C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı AB Eğitim ve Gençlik

Programları Merkezi Başkanlığı AB Gençlik Programı Hakkında Sunum / Sefa YAHŞİ 3518. KONFERANS Yeni Dönemin Öncelikleri Doç. Dr. Mehmet Bulut 37

2

Page 3: Bulten - 2007

19. KONFERANS Son Olaylar Işığında Hamas El-Fetih Mücadelesi ve Filistinin Genel Panaroması /

Emre YÜKSEK 3920. KONFERANS Türkiye’de ve Dünyada Kümelenme (Clustering)

Dr. Eric HANSEN 4121. KONFERANS İslam Kalkınma Bankası: Organizasyonu ve Faaliyetleri / Harun ÇELİK. 4322. KONFERANS Son Gelişmeler Çerçevesinde ABD’nin Yeni Orta Doğu Stratejisi /

Doç. Dr. Nasuh USLU 4523. KONFERANS Türkiye’deki Terör Mücadelesi

Doç. Dr. İhsan BAL 4624. KONFERANS Amerika İzlenimleri Doç. Dr. Metin TOPRAK 4725. KONFERANS Nobel Ödüllü Hintli Şair Tagor ve Onun Nobel Ödülünü Almak İçin

İsveç’e Gerçekleştirdiği Seyahat Prof. Dr. Olavi HELİMMA 4826. KONFERANS Türkiye Yahudilerinin Göçleri Ufuk ULUTAŞ 5027. KONFERANS Stratejik Medya İlişkileri

İsmail BAYAZİT 5128. KONFERANS Geçen Yüzyılda Rekabet Politikasının Siyasi Ekonomik Temellerinin

Gelişimi / Prof. Ronald COTTERILL 5029. KONFERANS Kafkasya Gerçeğinin Tarihsel Temelleri: Rusya’dan Türkiye’ye

Muhaceretler (19. Yüzyıl) Doç. Dr. Hakan KIRIMLI 5130. KONFERANS Türkçülükten İslamcılığa Milli Türk Talebe Birliği Serkan YORGANCILAR 5031. KONFERANS Türkiye’nin Enerji Yönetimi

Dr. Mehmet Hamdi YILDIRIM 51

İKİNCİ BÖLÜM: SEMİNER ÇALIŞMALARI .............................. 52

1. Osmanlı Toplum Yapısı Doç. Dr. Bülent ARI 532. Türkiye’nin Yakın Tarihi Doç. Dr. Mustafa ÇUFALI 543. Tarihteki Büyük Değişim ve Dönüşümlerin Temel Dinamikleri Doç. Dr. Mehmet BULUT 554. Uluslar arası Örgütler ve İlişkiler Prof. Dr. Ramazan GÖZEN 565. Medya ve İletişim Teknikleri Yrd. Doç. Dr. Cem YAŞİN576. Sözün Gücü, Söz Söyleme Sanatı Av. Hayati İNANÇ 58

3

Page 4: Bulten - 2007

7. Medeniyetler Hukuku Prof. Dr. Ahmet BİLGİN 598. Sosyal Bilimlerde Analiz Yöntemi Dr. Kadir CANATAN 609. Türkiye – Avrupa Birliği İlişkileri Doç. Dr. Nasuh USLU 6110. İnsan, Tarih ve Hayat Prof. Dr. Ethem CEBECİOĞLU – Prof. Dr. Mustafa AŞKAR 6211. Mesnevi Okumaları Dr. Sevim YILMAZ 62

4

Page 5: Bulten - 2007

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: GÜNDEM ANALİZ ..................................... 63

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: PROJE ÇALIŞMALARI........................64

BEŞİNCİ BÖLÜM: SANAT VE DİL FAALİYETLERİ.................65

ALTINCI BÖLÜM: BURSLAR...................................................66

YEDİNCİ BÖLÜM: DİĞER FAALİYETLER ............................... 66

İÇİNDEKİLER

EDİTÖR YAZISI

BİRİNCİ BÖLÜM: CUMA KONFERANSLARI

İKİNCİ BÖLÜM: SEMİNER ÇALIŞMALARI

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: AYLIK GÜNDEM ANALİZ

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: PROJE ÇALIŞMALARI

BEŞİNCİ BÖLÜM: SANAT VE DİL FAALİYETLERİ

ALTINCI BÖLÜM: BURSLAR

YEDİNCİ BÖLÜM: DİĞER FAALİYETLER

5

Page 6: Bulten - 2007

SUNUŞ

Ankara Düşünce ve Araştırma Merkezi’nin ikinci dönemine ilişkin faaliyet raporunu sizlerle birlikte olmaktan büyük memnuniyet duymaktayız. Kasım 2007-2008 dönemi içinde gerçekleştirilen faaliyetlerin tanıtıldığı bu çalışmayla ADAM’ın faaliyetlerinin günden güne hem nicelik ve hem de nitelik olarak zenginleştiği fark edilecektir.İlk bültenimizde “başlamak önemlidir, ancak başlanılan bir faaliyeti veya işi devam ettirmek ondan daha da önemlidir” demiştik. Bu ikinci yılımızın sonunda önceki döneme göre her yönüyle çok daha geniş bir faaliyet gerçekleştirmiş olmanın mutluluğu içindeyiz. ADAM dostları, gönüllüleri ve dostlukları günden güne artıyor. ADAM, toplumda insan kaynaklarının niteliğini arttırmak, akademik, sosyal ve kültürel gelişimlerini desteklemek ve bunun için gerekli olan eğitim, araştırma ve proje etkinliklerini geliştirmeyi amaçlayan bir kurumdur. Bu amaçlarını gerçekleştirmek için 2007-2008 döneminde bir dizi faaliyetler gerçekleştirildi. Bu bültende bu faaliyetlerin çok kısa bir özetini bulacaksınız.Bu dönemde haftalık Cuma konferansları tatil dönemleri dışında neredeyse hiç aksamadan gerçekleşti. Hafta sonu gerçekleştirilen seminer çalışmaları hem içerik olarak zenginleşti ve hem de yöntemsel zenginlikle tanıştı. İlmi faaliyetler yanında sanat ve sporla ilgili yeni faaliyetlerin de bu zenginliğe ayrı bir renk kattığı açıktır. ADAM faaliyetleri bu ikinci dönemde ulusaldan uluslararası boyuta taştı. Bu dönemde dünyanın önemli üniversitelerinden alanında yetkin konuklarımız oldu. Etkileşim karşılıklıdır. Bizler onlardan çok şey aldık, ancak onlar da bizden ayrılırken Ankara’da böyle bir topluluğun varlığından duydukları memnuniyetlerini ifade ettiler. Hem öğrenciler ve hem de akademisyenlerin faaliyetlerinin uluslar arası alana yayılmış olması ADAM’ın kısa zamanda aldığı mesafeyi göstermesi açısından önemlidir.Şüphesiz bu faaliyetlerin gerçekleşmesi bir çok fedakar adamın gayretlerine bağlıdır. Organizasyonlarda görev alanlar, konferans, seminer verenler ve çalışmalarımızda bize maddi manevi her türlü desteklerini esirgemeyen gerçek dostlar. Hepsine gerçek anlamda teşekkür borçluyuz. Bu fedakar adamların isimlerini tek tek anmak bu takdim yazısının sınırlarını zorlayacağını takdir edersiniz. Biz o nedenle emeği geçen tüm dostlara sonsuz teşekkürlerimizi sunmayı bir borç biliyor ve sizleri yeni faaliyetlerimizle baş başa bırakıyoruz.Toplumun yetişmiş beyinlerinin yarının sorumluluğunu taşıyacak beyinlere yönelik özverili çalışmaları her türlü takdirin üzerindedir. Hele bu çalışmaların hiçbir ücret karşılığı beklenmeden yapılması toplumsal yükün paylaşılması anlamında her türlü takdirin üzerindedir.Daha güzel, daha anlamlı ve daha faydalı faaliyetlerde buluşmak dileğiyle sizlere faaliyetlerimizden oluşan bir bölüm bilgiyi arz ediyoruz.

6

Page 7: Bulten - 2007

BİRİNCİ BÖLÜM:CUMA KONFERANSLARI

Ankara Düşünce ve Araştırma Merkezi (ADAM), gelenekleşmiş Cuma konferansları uygulamasını 2007-2008 dönemi içinde de sürdürmüş ve bu çerçevede her hafta Cuma günü 19.30’da konularının uzmanları kişilere konferanslar verdirterek müdavimlerinin çok değişik konularda birinci elden bilgi ve yorumlara ulaşmalarını sağlamıştır. Katılımcıların soru ve yorumlarıyla bu konferansların oldukça canlı ve verimli geçtiğini belirtmemek haksızlık olur. Bu bölümde konferansları veren uzman ve akademisyenlerin kendilerinin yaptıkları özetlerden ya da konferanslara katılanlarca tutulan notlardan oluşturulmuş bir derleme yer almaktadır.

1. KONFERANS Gazali ve ‘Dalâletten Kurtuluş’u *

Hasan Hilmi AKIN

Yeni dönemdeki ilk Cuma konferansı konuğumuz Hasan Hilmi Akın’dı. Hasan Hilmi Bey’den büyük İslam alimi Gazali, onun önemli eserlerinden biri ve o eserin önemiyle ilgili bilgi alma imkanı bulduk. Konuşmada bahsedilen konular özetle şunlardı:

İmam Gazali, 1058-1111 yıları arasında yaşamış büyük bir İslam bilginidir. Kendinden sonra gelen Müslim ve gayrı müslim pek çok bilgini de etkileyen büyük deha, önce temel İslamî ilimler ve fıkıh eğitimi aldı. İlimdeki derinliği şöhret bulunca 33 yaşında Bağdat’taki Nizamiye Medresesi’ne Başmüderris oldu. Sonra fikir çilesi içinde müderrisliği bıraktı. Şam, Kudüs ve Hicaz’ı ziyaret etti. Ardından 10 sene inzivaya çekildi. Tekrar tedrise başladı ve 53 yaşında, arkasında muazzam bir külliyat bırakarak ebediyete intikal etti. Gazali’nin yaşadığı Hicri 5. asır İslam alemi için bir fetret dönemiydi. Mezhepsel çatışmalar ve siyasi bölünmüşlük ortalığı kasıp kavurmaktaydı. Haçlıların Kudüs’ü ele geçirmesi de bu dönemdedir. İşte böylesi bir dönemde, Gazali din ilimlerini adeta yeniden diriltmiş, İslam itikadını, eski yunan çıkışlı felsefi akımlardan korumuştur. Bunu, salt bir entelektüel çıkış olarak değil, bizzat yaşadığı derin fikrî ve ruhani krize, yine kendi içinden getirdiği çözümler ışığında yazdığı eserleriyle sağlamıştır. Önce kendi krizini çözmüş ardından asrının ve tüm asırların problemlerine çözüm getirmiştir. İşte bu hakikati arayışının sancılı dönemini ‘Dalâletten Kurtuluş’ adlı eserinde anlatır.

Dalâletten Kurtuluş, İmam Gazali’nin entelektüel otobiyografisidir. Hakikati arayışının, taklitten tahkike ulaşmasının hikayesidir. Gazali, önce kendini yoklayarak, hangi bilginin ne kadar güvenilir olduğunu sorarak başlar eserine. Aslında zarurî (bedihi, açıkça bilinebilen) bilgilerden başka güvenilir bilgisi olmadığını görür. Sonra, hiçbir mezhepsel taassuba düşmeden, devrindeki hemen her düşünce akımını iyice öğrenir. Her bir düşünce akımında tam vukufiyet kazandıktan sonra, referans aldığı güvenilir bedihi bilgiler ışığında bu düşünceleri tartar. En sonunda ise hakikati fıkıh dairesindeki tasavvufta bulur.

Gazali, kitabında hakikati arayanları dört gruba ayırır: Kelamcılar, Felsefeciler, Talimiyyeciler (İsmailiyye, Batıniye olarak da bilinen şia ekolünden bir taife) ve tasavvuf ehli olanlar. Bunlardan her birine kendi alanlarından cevaplar verir, bu fikirlerin

7

Page 8: Bulten - 2007

tenakuzlarını gösterir. Devrinde etkili olan felsefeciler ile talimiyyecilere oldukça uzun bir bahis ayırır. fıkha bağlı tasavvufun insanı hakikate götüreceği sonucuna varır. Kitabın sonunda ise nübüvvetin gerçek oluşunu ispat ederek, hakikatin ve kurtuluşun son peygamberin yolunda gitmekle kazanılacağını söyler ve bunun yolunun tasavvuf olduğunu anlatır. Tasavvufun ise şeriat çerçevesinde olması gerektiğini, amelsiz bir tasavvufun insanı gerçeğe ulaştıramayacağını belirtir. Bütün bu hakikat arayışının etkileyiciliği ise bizzat yaşanmış olmasındandır. Gazali, sadece teoriyi değil, pratikte yaşadıklarını da anlatır.

Gazalinin meselelere yaklaşma metodu analizcidir. Önce şüphe ile başlar ve sadece bedihi bilgileri referans alır. Daha sonra incelediği meseleyi alt sorulara ayırıp her birine cevaplar getirir. Daha sonra bu cevapları toparlayıp bir karara varır. Bunları yaparken meseleye tamamen vakıf olmaya ve tarafsız bir şekilde yaklaşmaya dikkat eder. Bu metodun aynısı, beş buçuk asır sonra, Fransız felsefeci Descartes’in 1637’de yayımlanan ünlü eseri ‘Usül Üzerine Konuşma’ da görülür. Hatta Descartes’in meseleleri ele alışı, kitabını bölümlendiriş şekli Gazali’ninkine çok benzer. Burada üzücü olan, batının Descartes’ten aldığı ilhamı bizim Gazali’den alamamış olmamızdır.

Gazali, ‘Dalâletten kurtuluş’ yolculuğunu herkese yol göstermesi için anlatıyor. Ardındaki dev külliyatıyla keşfedilmiş ama sarf edilememiş bir hazine olarak değerlendirilmeyi bekliyor. * Gazali, El Munkizu min Ed-Dalâl (Dalâletten Kurtuluş), çev. Hilmi Güngör, İstanbul: M.E.B. yayınları, 1990.

8

Page 9: Bulten - 2007

2. KONFERANS Müslüman Kadının Dünü –Bugünü

Hidayet Şefkatli TUKSAL2007-2008 döneminde Cuma konferanslarının ikinci konuğu Başkent Kadın Platformu’ndan Hidayet Şefkatli Tuksal oldu. Tuksal, Başkent Kadın Platformu, Barış İçin Sürekli Kadın Platformu ve CEDAW Yürütme Kurulu üyesi. Farklı görüşleriyle dikkat çeken Sayın Tuksal konuşmasında aşağıdaki noktalara değindi.

Tuksal’a göre, İlahiyat fakültelerine giren kız öğrencilerin modeli Kuran kursu hocası ya da vaizelerdir. Erkek öğrencilerin modelleri ise müftü yardımcısı, müftü, hatta Diyanet İşleri Başkanıdır. Problem model aşamasından başlıyor. Şimdi kadınlar için yeni bir model daha var: Müftü yardımcılığı. Bu, dinin sadece erkekler tarafından ve erkek egemen bakışın pekiştirilerek yorumlanmasını bir ölçüde kırabilir. Aslında tam da pozitif ayrımcılık değil yapılan; çünkü arkadaşlar bu görevlere yapılan sınavları kazanarak geldiler. Okumak ve çalışmak isteyen başörtülü kadınlar için Türkiye eziyet çektikleri bir ülke. Bunun dışındaki özgürlükler ve fırsatlar açısından Türkiye'den başka bir ülkede yaşamayı tercihetmezdim.

Diyanet İşleri Başkanlığı'nın illere kadın müftü yardımcısı atama kararının açtığı "kadından müftü olur mu, kadınlar fetva verebilir mi?" tartışması din alimlerinin "elbette

olur" onayı ile sonuçlandı. Bu açılım bile, uzun süredir tartışılan İslam'ın günümüze uyarlanması talebine dinin kadına bakış açısının güncellenmesi talebini dahil etti.

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde Hz. Peygambere atfedilen hadislerdeki kadın karşıtlığını ele alan, çalışmasını daha sonra kitaplaştıran Dr. Hidayet Şefkatli Tuksal, hem

ülkemizde hem İslam aleminde eşine az rastlanır bir çalışmanın sahibi. Kadın karşıtı anlayış ve tutumları feminist/dindar bir perspektiften tartışan, Tuksal, dindar kadınların seküler çevrelerde uğradıkları ayrımcılık ve haksızlıkları da eleştiriyor ve başörtüsü için

özgürlük mücadelesi veriyor. Pozitif ayrımcılığı onur kırıcı bulmadığını ifaede eden Tuksala göre, pozitif ayrımcılık,

ırk, cinsiyet, sosyo-ekonomik statü gibi sebeplerle sistem içinde sürekli eşitsiz bir konumda kalan insanların mağduriyetlerini gidermek için üretilmiş "kestirme" bir çözümdür. Eşit fırsatlara ulaşamayan insanlara bir yol açıyor. Denenmiş ve başarı

sağlanmış bir yöntem.

9

Page 10: Bulten - 2007

3. KONFERANSDilde ve Kültürde Yabancılaşma

D. Mehmet DOĞAN

D. Mehmet Doğan Bey’in değerli konuşması sırasında vurguladığı noktalardan derlediğimiz bazıları şunlar:

William Redhouse’un 1890 yılındaki Türkçe-İngilizce sözlüğünde 90.000 Türkçe kelime vardı. 1945’te Türkçe kelime sayısı 15.000’e düşmüştür. Bu rakamlardan dilde tasfiye girişiminin 50 yılda nereye ulaştığı açık bir şekilde anlaşılıyor. 1945’teki 15.000 kelimenin çoğu da uydurmaydı.

Dil sözlüğü hazırlanırken o dilin temel klasik eserleri esas alınır. İlk Türkçe sözlük 1940’larda hazırlanırken temel klasikler esas alınmadı. “Hangi kelimeler kullanılmalıdır” çerçevesinde hareket edildi. O dönemde geniş kelime dağarcığına sahip Osmanlı aydını yerine çok daha dar bir kelime dağarcığına dayanan bir aydın tipi yetiştirilmek istenmiştir.

19. yüzyıldan gelen felsefe, tıp, sosyal bilimler terminolojisi 1930’larda terk edildi. Tıp dili Latinceleştirildi, Türkçeleştirilmedi. Öztürkçecilik, Batılı bir dili, ilgili bilim dalına yerleştirme anlamına gelir.

1950’lerde ODTÜ mezunlarının yaptığı tercümeler çerçevesinde tercüme dengesi Türkçe aleyhine bozuldu.

Lozan Konferansının esas adı, Yakın Şark Meselesi konferansıydı. Osmanlının halli meselesi yani. Türk heyeti bunun adını Lozan diye değiştirdi.

Farsça’nın yüzde 70’i Arapça’dır. Gaznelilerin resmi yazışma dili Farsça’ydı. Büyük ve Anadolu Selçuklularının resmi dili de Farsça’ydı. Mevlana’nın dili Farsça’dır. Osmanlı ve diğer beylikler Türkçe’yi biliyorlardı. Yunus Emre ve Mevlana aynı çağda yaşamışlardır. Yunus Emre daha gençti. Osmanlı’nın ilk temsilcilerindendi. Tüm Orta Asya Türk devletlerinde resmi dil Farsça idi. Türkçe’yi resmi dil haline getirenler Osmanlılardır.

İngilizce’de Anglo-Sakson kelimelerin oranı yüzde 20’dir. İngilizce’de en çok Latince kelime vardır. İngilizce’de yüzde 15 oranında Fransızca kelime bulunmaktadır.

Ulus Moğolca, mantı Çince’dir. Çoğu Türkçe kelime Moğolca ve Çince’den gelmedir. Türkçe daha sonra Arapça’dan da kelime aldı. Fakat cümle yapısı hiç değişmedi.

II. Abdülhamit’in Suriye’de, Şam’da kurduğu Tıp Fakültesi Türkçe tedrisatına dayanıyordu. Diğer Arap devletleri ise İngilizce tedrisat uyguladılar.

İslam kültürünü taşıyan diller Arapça, Farsça ve Türkçe’dir. İnsanın ufkunun genişliği bildiği kelime kadardır. Enderun’da Türkçe eğitim yapılıyordu. Dünyanın en dahi adamları Enderun’da

eğitiliyordu. Osmanlı dünya devleti olduğu için Türkçe dünya dili haline gelmişti.

10

Page 11: Bulten - 2007

4. KONFERANS Türkiye’nin Avrasya Boru Hatları Macerası

Dr. Cenk PALABOTAŞ Strateji ve İş Geliştirme Daire Başkanı

Dr. Cenk Pala, Merkezimizde ilgiyle takip edilen konuşmasında konuyla ilgili önemli teknik bilgiler verdikten sonra aşağıdaki görüşleri ön plana çıkartmıştır:

Tarih boyunca Asya ve Avrupa arasında stratejik bir köprü işlevi gören ve İpek Yolu’nun önemli noktalarından biri durumundaki Türkiye, hidrokarbon kaynaklarının dünya pazarlarına ulaştırılması için yoğun çalışmalar yapıldığı günümüzde de bu özelliğini sürdürmektedir. Kaldı ki, petrol ve doğal gaz zengini Orta Asya, Hazar Bölgesi ve Orta Doğu ülkeleri açısından uzun süreli bir barış ortamının sağlanması ve ekonomik, siyasi istikrarın temini giderek artan bir ihtiyaç halini almaktadır.

Stratejik bir geçiş ülkesi olan Türkiye, aynı zamanda yukarıda değinilen bölgelerde geliştirilmeyi bekleyen enerji kaynakları açısından potansiyel ve büyük bir enerji pazarı olmaya da adaydır. Bu nedenle petrol ve doğal gaz ithalatında kaynak çeşitliliği, arz güvenliği ve arz sürekliliğinin sağlanabilmesi açısından geniş kapsamlı enerji taşıma projelerinin geliştirilmesi, Türkiye için büyük önem taşımaktadır. Aslında mevcut altyapının verimli kullanılması öncelikli olmalıdır; fakat eksik bağlantılar için yeni projelerin gerçekleştirilmesi de gerekmektedir. Üstelik rekabete katılım, üretim güvenliği ve çeşitliliği açısından da mutlaka gereklidir.

Türkiye, öncelikle Orta Asya ve Hazar’dan sağlamayı planladığı doğal gazı Balkanlar üzerinden Batı Avrupa’daki önemli talep merkezlerine ulaştırmayı planlanmaktadır. AB ülkelerinin sona erecek gaz kontratlarının yerini Türkiye üzerinden taşınacak gazla ilgili anlaşmaların alabileceği gibi, AB’nin hedeflemiş olduğu serbest gaz piyasası koşulları oluştuğunda Avusturya, Yunanistan, İtalya dahil söz konusu ülkelerin devam eden alım kontratları, rekabetçi fiyat koşulları dahilinde yine Hazar ve Orta Doğu’da üretilen gaz ile yer değiştirebilecektir. Türkiye burada hem çok önemli bir transit ülke konumuna kavuşarak büyük miktarlarda gazın toprakları üzerinden taşınmasını sağlayacak hem de re-export yoluyla kendi kontratları kapsamındaki gazı pazarlama imkanına sahip olabilecektir. Her şeyden önemlisi, özellikle enerji fakiri Avrupa ile enerji zengini doğunun Türkiye ve Balkanlar üzerinden geçen boru hatlarıyla birbirine bağlanması, Orta Asya’dan Balkanlara uzanan bu geniş coğrafyanın sosyo-ekonomik kalkınmasına ve politik istikrarına katkı sağlayacaktır.

Projelerin Türkiye ekonomisine katkısını Nabucco örneği ile aktarmak faydalı olabilir. Nabucco Projesi, Türkiye içinde 2.5-3.0 milyar Euro mertebesinde bir yatırım ve on binlerce insana istihdam imkanı yaratarak gerçekleştirilecektir. Toplam tutarın % 70-80’nin yabancı yatırım olacağı ve boru hattı işletmesinin BOTAŞ tarafından yapılması yoluyla sağlanacak transit gelir düşünüldüğünde, Nabucco Projesi’nin BTC ham petrol boru hattı gibi dünya çapındaki diğer boru hattı projemizin getirileri ile kıyaslanabilecek makro ekonomik kazançları olacaktır.

Nabucco Proje’sinin, mevcut AB üyesi iki ülke (Avusturya ve Macaristan) ve 2007’de topluluğa dahil olacak iki aday ülke (Bulgaristan ve Romanya) ile birlikte ve kuşkusuz AB’den sağlanan politik ve maddi destek ile yürütüleceği düşünüldüğünde, Türkiye’nin AB politikası açısından da önemli bir işlevi olacağı açıktır. Aynı değerlendirme, iki AB ülkesi Yunanistan ve İtalya ile yürütülen Türkiye-Yunanistan-

11

Page 12: Bulten - 2007

İtalya DGBH Projesi için de geçerlidir. Her iki proje, Balkanlar’da yeni alt yapı yatırımlarının yolunu açacak, bu ise, çok yakın bir gelecekte bu hatların diğer bölge ülkelerine de uzanmasının önünü açacaktır.

Sonuç olarak, Türkiye’nin, Avrasya’nın doğusundan başlayan “boru hattı macerası” Avrupa’da sonuçlanacak ve bu sayede Türkiye üzerinden geçen Doğu-Batı Enerji Koridoru tamamlanmış olacaktır.

12

Page 13: Bulten - 2007

5. KONFERANS Grup, Devlet ve Uluslararası Düzeyde Türkiye’deki Kürt Sorununun Analizi ve

Çözümsüzlüğün Nedenleri Doç. Dr. Erol KURUBAŞ

Kırıkkale Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü

Doç. Dr. Erol Kurubaş, Merkezimizde yaptığı konuşmada Türkiye’deki Kürt sorununun kaynağı ve niteliklerini, gelinen aşama ve aktör tutumlarındaki açmazlarla sorunun geleceği ve çözüm için yapılması gerekenleri aşağıda görüldüğü şekilde grup, devlet ve uluslararası düzeyde ele almıştır.

Grup düzeyinde Kürt sorununun temel kaynağını, etnodilsel farklılığın kristalleşmesi sonucu ortaya çıkan kimlik bilincinin çeşitli nedenlerle siyasallaşmasıyla etnik milliyetçiliğe neden olması oluşturmaktadır. Söz konusu milliyetçiliğin yöntem olarak kültürel ve siyasal direnişin ötesinde silahlı mücadeleye başvurması ve terörü bir araç olarak kullanması grup düzeyinde sorunun kendi mecrasından da çıkmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla bu düzeyde bakıldığında sorun ekonomik ve siyasal olduğundan daha fazla etnik kimlikle ilişkilidir. O nedenle bu olgunun adı “Kürt sorunu”dur. 20. Yüzyılın başından beri ayrı kimlik bilinciyle hareket eden Kürtlerin, 1980’lerden itibaren de bu bilinci sosyal bir tabana yerleştirerek tanınma talebini daha güçlü dile getirdikleri gözlenmektedir. Yüzyıl sonunda bu bilinç etnomilliyetçi bir ideolojiyle birleşerek siyasal hareket haline gelmiş, PKK başta olmak üzere başka akımlar ya da örgütler de bu hareketin parçaları olmuşlardır. Kuşkusuz PKK içlerinde en etkili ve radikal ana akımı temsil eden örgütlenmedir. Çünkü siyasallaşmış Kürtlerin büyük kısmı PKK’yı desteklemekte, büyük kentlerde yapılan gösterilere aktif biçimde katılmakta, PKK taraftarı Kürt partilere oy vermektedirler. Bununla birlikte, Kürtlerin taleplerinde bazı belirsizlikler ve inandırıcı olmayan noktalar göze çarpmaktadır. Bazıları kültürel haklardan yoksunluktan söz ederken, azınlık hakları, özel temsil hakları ya da etnik federasyon istemekte, bazıları ise bir azınlık olarak değil, iki kurucu ulustan biri olarak anayasada yer almak istemektedir. Gerçekteyse bu talepler son tahlilde self-determinasyon hakkının kullanımını içermektedir. Bu ise bölücülüğü ve ayrı devlet kurma talebini de beraberinde getirmektedir. Sonuçta bu belirsiz ve açık olmayan talepler Kürt hareketinde bazı açmazları ve çelişkileri beraberinde getirmektedir. Çünkü bir yandan mevcut üniter yapı içinde soruna barışçı çözüm bulunması istenirken, öte yandan seçtikleri silahlı mücadele ve terör yöntemiyle devletin üniter yapısını tehdit etmekte, dahası kullandıkları kışkırtıcı dille de barışçı çözümlerin önünü tıkamaktadırlar.

Sorunun devlet düzeyindeki kaynaklarına bakıldığında öncelikle seçilen ulus-devlet modeli ve ulus inşa süreciyle ilgili bazı hususların altı çizilmelidir. Türk uluslaşması temelde ve kuramsal olarak toprak esaslı model olarak da bilinen Fransız modelini esas almışsa da uygulamada etnik temelli Alman modeline benzer bir yolun tercih edildiği görülmektedir. Fransız modeli teritoryal temelde vatandaşların hepsini, kökene bakmaksızın ulusun eşit birer parçası sayarken, Alman modeli etnik köken farklılıklarına dayalı bir eşitsizliğe kapı aralamaktadır. Kürt sorununu besleyen devlet düzeyindeki ikinci neden, uluslaşma yöntemiyle ilgilidir. Türkiye’de genelde kültürel türdeşliği amaçlayan asimilasyon politikaları tercih edilmiştir. Bazen baskıyı da içeren bu politikalar, sadece başarılı olmamakla kalmamış, aynı zamanda farklı kimlikler için uyarıcı etki yapmıştır. Üçüncü neden olarak, sosyo-ekonomik şartlardan söz edilebilir.

13

Page 14: Bulten - 2007

Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerin azgelişmişliği Batı bölgeleriyle sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan bütünleşmeyi engellemiştir. Bu açıdan devletin etnik ayrımcılık yaptığına ilişkin bir şey söylenemese de, bu hizmetleri bu bölgelere götürmede yeterince başarılı olamadığı açıktır. Sonuçta, ekonomik ve toplumsal geri kalmışlık, asimilasyon politikalarıyla birleşince bölge halkı tarafından ayrımcılık olarak algılanmış ve sorun tırmanmıştır.

Bugünün gelinen aşama itibarıyla devletin Kürtlere yönelik politikası iki büyük açmazla karşı karşıyadır. Bir kere, devlet Kürt (kimlik) sorunu ile PKK (terör) sorununu birbirinden ayırma işini tam yapamamıştır. Sadece son zamanlarda bu yönde bir ayrım yapılması üzerinde daha fazla durulmaktadır. Tabii eğer bu gerçekleşirse, Kürtlere kültürel haklar verilmek zorundadır. İşte bu noktada devlet bu hakların verilmesinin Kürt etnomilliyetçiliğine katkı yapacağından korkmaktadır. Bu korku, Türkiye’nin güvenlikle özgürlük arasında anlamlı bir denge kurmasını engellemekte, bu ise Kürt milliyetçiliğini daha da kışkırtmaktadır.

Sonuç olarak, Türkiye üç konuda stratejik bir tutum değişimine, belki de zihniyet değişimine gitmek zorundadır. Birincisi, ulusal kimlik kayıtsız şartsız toprak esasına dayanmalı, ve ulusal birliği sağlamanın yolunun asimilasyon değil, entegrasyon olduğu görülmelidir. İkincisi, Türkiye Kürt sorununu PKK sorunundan mümkün olduğunca ayırmaya çalışmalıdır. Bunun için de tüm vatandaşlarının kültürel kimliklerini tanımalı ve bu temelde hiçbir siyasal anlam içermeyen kültürel hakları vermelidir. Üçüncüsü, Türkiye K.Irak’a yönelik yeni bir strateji benimsemeli, K.Irak gelişmelerini kendi Kürt sorunu ekseninden kurtarmalı, onu PKK ile özdeşleştirme çabalarından uzak durmalıdır.

Son olarak, Kürt sorununu anlamak ve ona çözüm bulmak için uluslararası ve bölgesel dinamikleri de incelemek gerekir. Burada özellikle büyük güçlerin Ortadoğu’ya yönelik politikalarının Kürtleri ve Kürt hareketini araçsallaştırdığı görülmektedir. Aslında bölge devletleri de Kürtleri birbirlerine karşı zaman zaman bir kart olarak kullanmıştır. Bu anlayış Kürtlerin dört farklı devlet çatısı altında yaşamalarından kaynaklanan uluslararası boyutu daha karmaşık ve kaygan bir zemine taşımaktadır. Öte yandan, Kürt hareketinin bölge çapında olduğu kadar uluslararası alanda da örgütlenerek, Batılı devletleri ve kamuoylarını etkileme çabaları içine girmesi, ilgili devletlerin korkularını daha da artırmakta, barışçı çözüm yollarının uluslararası politikanın karanlık dünyasında yok olmasına yol açmaktadır. Her ne kadar Kürt hareketinin talepleri ve Kürtlerin pozisyonu demokrasi, insan ve azınlık hakları bağlamında uluslararası yükselen değerlerle örtüşüyorsa da, Kürt nüfuslu devletler, sorunun uluslararasılaşmasıyla daha da güvenlik endişesine kapılmaktadır. Böylece uluslararası boyut yeni açmazlara yol açmaktadır.

Bu açıdan, Kürt sorunun özellikle Türkiye-Avrupa ve Türkiye-ABD ilişkilerinde çok önemli bir faktör oluşturduğu açıktır. Özellikle Irak’ın işgali sonrası ABD’nin Kürt nüfuslu bölge üzerindeki etkisi Türkiye’yi endişelendirmektedir. Çünkü ABD, Türkiye’nin güvenlik endişelerini azaltıcı hiç bir katkıda bulunmadığı gibi, dolaylı olarak PKK’nın bölgedeki varlığına göz yummaktadır. Benzer biçimde, Avrupalı ülkelerin bir yandan Türkiye’yi demokratikleştirmek isterken, öte yandan terör örgütüne dolaylı destekleri söz konusudur. Bu iki durum birleştiğinde Türkiye, yüzyılın başında Osmanlı’nın başına gelenleri hatırlamakta ve yeni bir Sevr korkusu yaşamaktadır. Bu korku, Türkiye’nin çelişkilerini ve açmazlarını daha da güçlendirmektedir. Dahası, K.Irak’ta yaşanan gelişmeler ve gittikçe bağımsızlaştırılan Kürt entitesi tüm bu tabloyla

14

Page 15: Bulten - 2007

beraber ele alındığında Türkiye’nin bölünme korkusu olabildiğince büyümektedir. Sonuçta uluslararası topluluğun ve büyük devletlerin soruna yaklaşımları çözüme zorlayıcı çabalar adına da olsa, Türkiye’de böyle algılanmadığı için olumsuz etki doğurmaktadır.

Sonuç olarak, tüm bu düzeyler göz önüne alındığında sorunun kısa dönemde çözülme şansının bulunmadığı, ancak uzun dönemde tüm aktörlerin mevcut pozisyonlarında ve politikalarında ciddi değişimlere gitmeleri halinde çözümün mümkün olabileceği öngörüsünde bulunulabilir.

15

Page 16: Bulten - 2007

16

Page 17: Bulten - 2007

6. KONFERANS İngiliz Köle Ticaretinin Tarihçesi ve Süregelen İzleri

Ian Douglas TODD

Ian Douglas Todd’un oldukça ilginç ve verimli geçen konuşması sırasında yakalayabildiğimiz bazı noktaları aşağıda sunuyoruz:

İngiltere, Afrikalıları köleleştirme işini icat eden ve bundan fayda elde eden devletlerin başında gelmekteydi.

Atlantik Köle Ticareti çerçevesinde dört yüzyıl boyunca milyonlarca Afrikalı zorla köleleştirilip başka kıtalara götürüldü. Bazıları Orta Doğuya ve Kuzey Afrika’ya götürülmüş olsa da büyük çoğunluğu Amerikan kıtalarına nakledildi.

Köle ticareti binlerce yıldır gerçekleştirilen bir faaliyetti. Fakat daha önceleri o kadar çok sayıda insan kendi isteklerinin hilafına bir kıtadan diğerine götürülmemişti.

Kölelerin taşınması oldukça uzun ve tehlikeli bir yolculuk çerçevesinde gerçekleştiriliyordu. Birçoğu yolda birkaç defa alınıp satılıyordu. Alım satımların birçoğu da pazar yerlerinde gerçekleştiriliyordu.

Dünya köle ticareti: Brezilya’ya gidenler (%38), İngiliz Karayipler’ine gidenler (toplam Karayipler %42). İspanyol Amerika’sına gidenler. Fransız Karayipler’ine gidenler. Hollanda ve Danimarka Karayipler’ine gidenler. İngiliz Kuzey Amerika’sına ve ABD’ye gidenler (%5).

Kölelik ticareti vahşet içeren bir iş koluydu. Ticaret üçgeni oluşturulmuştu. 1550-1807 arasında 10-12 milyon köle Atlantik’i geçti. 1680-1786 arasında Jamaika 610.000 köle ithal etti. 1700-1807 arasında İngiltere 3 milyon köle taşıdı.

Köle taşıyan gemiler genelde çok kalabalıktı. Köleler çok zor şartlarla karşı karşıya idiler. Kadınlar ve erkekler ayrı yerlerde bulunuyorlardı. Erkekler zincirlerle birbirine bağlanıyordu. Denizde geçen 40-50 gün içinde gemideki şartlar dayanılmaz dereceye ulaşıyordu.

15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar 12 milyon köle Afrika’dan ayrıldı. Bunların %10’u gemilerdeki şartlar yüzünden hayatlarını kaybettiler. Kölelerin vardıkları yerlerde de karşılaştıkları şartlar çok kötüydü. Vatanlarına geri dönme ümitleri yoktu.

Amerika’lardaki köle sistemi tarih içinde en ağır uluslar arası suçlardan birini oluşturmaktadır. Onunla ilgili hiçbir tazminat öngörülmedi ve hiçbir özür ortaya konmadı. Sadece köle sahiplerinin mülkiyetlerini kaybetmekten dolayı karşılaştıkları zararları tazmin edildi.

17

Page 18: Bulten - 2007

7. KONFERANS Alternatif Finansman Kaynağı Olarak Busıness Angel, Girişim Sermayesi ve Private

EquitySüleyman YILMAZ

Kobi Girişim Sermayesi Yatırım Ortaklığı A.Ş. Genel Müdürü

Sayın Süleyman Yılmaz’ın oldukça bilgi yüklü konuşma sırasında üzerinde durduğu bazı noktaları aşağıda görüldüğü üzere derlemeye çalıştık.

İş melekleri, yenilikçi iş fikrini daha fikir aşamasından itibaren destekleyerek yenilikçiliğin girişimciliğe dönüşmesinde önemli rol oynarlar. İş melekleri genelde emekli olmuş zengin profesyonel yöneticilerden oluşmaktadır. Projelere sadece para koyarak değil sahip oldukları şahsi bilgi, tecrübe ve iş bağlantılarını da koyarak projeyi hayata geçirmekte önemli rol oynamaktadırlar. İş melekleri Amerika’da 2004 yılında 48.000 adet projeye toplam 22.5 milyar dolarlık yatırım yapmışlardır. Bu ise proje başına ortalama 225.000 dolarlık bir yatırım anlamına gelmektedir. İngiltere’de ise sayıları 20.000 ila 40.000 arasında değişen iş melekleri her yıl ortalama 3.000 ile 6.000 arasında projeye yatırım yapmaktadırlar.Girişim Sermayesi yatırımlarını diğer finansal kaynaklardan ayıran temel özellikler şunlardır:

– Girişimci şirketlere ortak olarak finansman sağlarlar.– Sağladıkları finansman kaynağı uzun vadeli, geri ödemesiz ve faizsizdir.– Ortak oldukları şirketlere yeni ürün ve hizmet geliştirme konusunda

yardım ederler.– Şirketlerin yönetimlerine katılarak şirket stratejisini belirler ve şirketin

kurumsallaşma sürecini hızlandırırlar. – Azınlık hissesini tercih ederler (Max. %49).– Yeni ve hızlı büyüyen sektör ve şirketleri tercih ederler.– Yüksek getiri beklentisi nedeniyle yüksek risk alırlar.– Yatırımdan genelde 5 ila 7 yıl arasında çıkarlar.

1970-2000 yılları arasında ABD de toplam 16,278 şirkete 273 milyar dolarlık V/C yatırımı yapılmıştır. Bu şirketler 2000 yılında; 7.6 milyon insanı istihdam etmiş ve 1.3 trilyon dolarlık ciroya ulaşmışlardır. Bu ABD iş gücünün %5.9’u ve GSYH’nın %13.1’ine karşılık gelmektedir.

V/C ile finanse edilen şirketler diğer şirketlere oranla aynı dönem içersinde; satışlarını iki kat daha hızlı arttırmışlar, 3 kat daha çok vergi ödemişler, ihracatları 2 kat daha hızlı artmış, AR-GE’ye 3 kat daha fazla yatırım yapmışlar, her 36,000 dolarlık yatırıma bir istihdam sağlamışlardır.

Ülkemizdeki bu konudaki düzenlemeler ilk olarak 1993 yılında yapılmış ve daha sonra 1998, 2003 ve 2004 yılında yapılan düzenlemelerle son halini almıştır. Bu kapsamda, girişim şirketlerinin; sınai, zirai uygulama ve ticari pazar potansiyeli olan araç, gereç, malzeme, hizmet veya yeni ürün, yöntem, sistem ve üretim tekniklerinin meydana getirilmesini veya geliştirilmesini amaçlamaları ya da yönetim, teknik veya sermaye desteği ile bu amaçları geliştirebilecek durumda olmaları şartıyla Girişim Sermayesinden faydalanmalarının yolları açılmıştır. Fakat şu anda SPK’dan faaliyet izni alarak kurulmuş olan sadece 3 adet GSYO bulunmaktadır. Bunların dışında 4 adet yabancı menşeli P/E

18

Page 19: Bulten - 2007

fonu ile GSYO olmayan Türk firmaları veya holdingler bu alanda faaliyet göstermektedirler. Yabancı fonlarla birlikte sektörde toplam 400 milyon dolarlık bir fon büyüklüğünden söz edilebilir. Ülkemizdeki toplam P/E veya Venture Capital yatırımları yıllık 100 milyon doları geçememektedir.

KOBİ ölçeğinde olan (250 kişiden az personeli olan ve yıllık net satış hasılatı veya mali bilançosu 25 Milyon Yeni Türk Lirası'nı aşmayan) firmalar. Şu anda kısmi borcu olsa bile, gelecek dönem nakit akışında iyi bir gelir beklentisi olan firmalar. 500 Bin Dolar ila 5 Milyon Dolar arasında finansman ihtiyacı olan firmalar. Teknolojik farklılıklar yaratarak pazarda rekabet avantajı sağlayan veya gelişme potansiyeli olan ürün-hizmet portföyü sunabilen firmalar. Teknik ayrıntılara hakim, pazar ve müşteriler hakkında bilgi sahibi, işletmecilik bilgisi olan, dürüst girişimcilerin sahip olduğu firmalar. Ortaklıktan sonraki 5-6 yıl içerisinde yatırımdan çıkılabileceğine inanılan firmalar.

19

Page 20: Bulten - 2007

8. KONFERANS ÇANAKKALE’NIN RUHU VE ANLAMI

Doç. Dr. Mehmet BULUTBaşkent Üniversitesi, İİBF, İktisat Bölümü

18 Mart haftasındaki Cuma konferanslarınının Konuğu Doç.Dr. Mehmet Bulut oldu. Dr. Bulut konferansa başlarken Çanakkale’de yitirilen beşeri sermayenin önemine ve XX. yüzyılda Türkiye’nin karşılaştığı KAHT-I RİCAL sorununda buradaki şehitlerin rolüne işaret etti.

Bilindiği gibi Çanakkale SAVAŞLARI tarihteki ilk Dünya savaşındaki en önemli cephelerden biridir. Osmanlı Devleti Kafkasya, Ortadoğu (Irak, Filistin ve Suriye), Galiçya ve Makedonya cephelerinde de çok önemli mücadeleler verdi. Ancak Çanakkale hem galip olan Türkler ve hem de mağlup olan Batılılar açısından çok farklı anlamları olan bir cephe olmuştur. Çanakkale her iki kesim için hem geçmiş ve hem de gelecek açısından önemlidir.

XVIII. yüzyılda başlangıçta İngiltere arkasından Fransa olmak üzere diğer Batı Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri’nin katıldığı sanayileşme süreci XIX. Yüzyılda ekonomik alandaki rekabetin giderek hızlanması, dahası sertleşmesine neden olmuştur. Bu süreç sömürgecilik ve emperyalist anlayış ve uygulamalarla giderek artmış ve XX. Yüzyılın başlarında ekonomik alandaki rekabet bir dünya savaşına dönüşmüştür. İşte Çanakkale bu büyük hesaplaşmanın merkezidir.

Çanakkale’deki bu büyük hesaplaşmada bir tarafta dünyayı aralarında parselleyen büyük güçler, diğer tarafta bu sürece itirazı olan Müslüman Türkler yer almıştır. Çanakkale’de savaşmak zorunda kalan Müslüman Türkler bu savaşın sonunda Osmanlı Devleti’nin çözülüşü ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yoluna giden süreci de başlatmışlardır.

Çanakkale savaşları tarihin önemli kırılma noktalarından biridir. Rusya’da Bolşevik ihtilaline giden yolun açılması, Yeni Zelanda ve Avustralya gibi ülkelerin kendi kimliklerine kavuşmaları gibi doğurduğu önemli siyasal sonuçlar yanında dünyanın ekonomik ve askeri açıdan zirveye ulaşmış sanayileşmiş büyük Batılı güçlerin karşısında bulunan Müslüman Türklerin özgürlük, bağımsızlık, din, vatan ve mukaddesat uğrunda neleri gözden çıkarıp neleri göze aldıklarını gösteren önemli bir ibret levhasıdır.

Çanakkale’nin ruhunu anlamak için İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale’de savaşan gazi ve şehitler için yazdığı şiirlere göz atmak yeterlidir. Savaş devam ederken Müslüman Türklerin büyük bir imtihanla karşı karşıya bulunduğunu çok iyi bilen Akif bu milletin bu büyük güçler karşısında her şeye rağmen yıkılmayacağına yürekten inanıyordu ve yukarıda anılan büyük güçlerin bu savaşta başarısız olacağını tahmin ediyordu. Esasen bu büyük güçler korkulacak güçlerdi!. Fakat İstiklal şairimiz Müslüman Türklerin sahip olduğu değerlere ve ruha güvenerek bu konuda farklı düşünüyordu.Korkma!Cehennem olsa gelen göğsümüze söndürürüz,Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!Düşer mi tek taşı, sandın, harim-i namusun?Meğer ki harbe giren son nefer şehid olsun.Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa,

20

Page 21: Bulten - 2007

Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,Taşıp da kaplasa afakı bir kızıl sarsaDeğil mi cephemizin sinesinde iman bir,Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir,Değil mi sinede birdir vuran yürek... Yılmaz!Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz!...Şu karşımızdaki mahşer de öyle haşrolacak,Yakında kurtulacaktır bu cephe..

Kurtulacak!..Demek yıkılmayacak kıblegah-ı amalim!...Demek ki ölmüyoruz....

Haydi arkadaş gidelim!

İstiklal şairimiz zafer müjdesini aldıktan sonra Çanakkale Şehitleri adıyla meşhur olan şiirin destansı şu bölümünde kaleme aldığı

Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyorBir hilal uğruna ya Rab ne güneşler batıyor!Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi Bedrin arslanları ancak bu kadar şanlı idi

mısralarıyla Akif Çanakkale’nin geçmiş ve gelecek açısından önemini ortaya koymuştur.Daha fazla söze ne hacet!

21

Page 22: Bulten - 2007

9. KONFERANS Hz. Muhammed (S.A.V.)’in Örnek Beşeri Davranışları

Şükrü ÖZBUĞDAYDin İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Mevlit Kandili dolayısıyla Cuma konferanslarının konuğu Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi Şükrü Özbuğday olmuştur. Sayın Özbuğday konferansta aşağıdaki konulara dikkat çekmiştir:

Hz. Peygamber, insanlığa hayır ve fazilet örneği olmuştur. O arkadaşlarıyla konuşur, tatlı tatlı sohbet eder, hatta şakalaşırdı. Küçükleri okşayıp sever, onları sevindirirdi. Zengin, yoksul, köle demez herkesin hatırını sorar, gönlünü alırdı. Kimsenin kalbini kırmazdı. Herkese selam verir, hastaları ziyaret eder, karşılaştığı kimselerin halini hatırını sorardı. Tevazu sahibiydi.

Sade, fakat temiz giyinirdi. Temizliği severdi. Temizlik imandandır buyururdu. Pislikten ve fena kokulardan asla hoşlanmazdı.

Aile hayatında çok geçimliydi. Onun hizmetinde bulunan Enes (r.a.) der ki: “on sene yanında hizmetinde bulundum, bana bir defacık olsun ‘öff, aman bunu niye böyle yaptın?’ dediğini işitmedim.”

Kişilerin onurunu zedeleyecek en ufak bir söz ve davranışta bulunmak onun ahlakıyla bağdaşmazdı.

Gönlü insanlık sevgisiyle doluydu. En çok şefkate muhtaç olan yoksullara, öksüzlere, çocuklara çok merhamet gösterirdi. Onun sevgisi hudutsuzdu. Hayvanlara karşı bile merhametli davranmayı öğütlerdi. Kapıdan seslenen bir kediyi eliyle içeri almıştı. Hastalanmış bir hayvanın tedavisiyle meşgul olmuştu. Susuz kalmış bir köpeğe çölde ayakkabısıyla su çekip veren kimsenin günahı dahi olsa onu cennetle müjdelemişti. Bir kediyi aç bırakan bir kişinin bu yüzden azap göreceğini bildirmişti.

Komşuların o kadar önem verirdi ki, Cebrail (A.S.)’ın kendisine komşunun komşuya varis olacağını söyleyeceğini düşünmüştü. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” buyurmuştu.

İnsanların birbirleriyle anlaşıp barış içinde yaşamalarını, haklarına razı olup kimsenin elindekine göz koymamalarını, aç gözlü ve tamahkar olmamalarını öğütlerdi. “Kişinin kendisi için istediğini kardeşi için istemedikçe gerçek mümin” olamayacağını ifade etmişti.

İlim öğrenmeyi, araştırma yapmayı, hayırlı ve güzel işlerde yarışmayı, kötü ve hayırsız işlerden uzak durmayı öğütlerdi. “İlim Çin’de de olsa gidip onu alınız” buyurarak ilmin Doğuda veya Batıda nerede olursa olsun peşinde koşulacak en önemli değer olduğuna işaret etmiştir. “İlim müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır” sözüyle ilmin önemini vurgulamıştır. Alimlerin kıyamet gününde peygamberlerle birlikte haşrolunacağını ve makamlarının yüksek olacağını bildirmiştir.

Şükrü Özbuğday, bu noktalardan sonra dinleyicilerden gelen konuyla ilgili sorulara cevap vermiştir.

22

Page 23: Bulten - 2007

23

Page 24: Bulten - 2007

10. KONFERANS e-Dönüşüm ve e-Devlet: Stratejik Bir Bakış

Emin Sadık AYDINPlanlama Uzmanı, Devlet Planlama Teşkilatı

Emin Sadık Aydın Bey’in oldukça yeni ve önemli bir konu olan e-dönüşüm ve e-devlet hakkında yaptığı konuşmasında bize aktardığı değerli bilgilerden bazıları şunlar:

Bilgi ve iletişim teknolojileri (information and communication technologies – ICT), ülkelerin uluslararası rekabette öne geçmek üzere kullandıkları en önemli araçlardan biri haline gelmiştir. Ülkeler bu yarışta; daha yüksek katma değerli ürün ve hizmet üretmek, işgücü verimliliğini artırmak, yeni pazarlara erişmek, maliyet avantajı elde etmek ve tüketici odaklı olmak için bilgi ve iletişim teknolojilerinden büyük oranda istifade etmektedir. Son dönemde kişisel bilgisayarların yaygınlaşması, sanayi ve ticarette yazılıma dayalı uygulamaların artması, iletişim altyapısının gelişmesi ve özellikle mobil telefon ve internetin hayatın ayrılmaz parçaları haline gelmesi, “e” ön ekini pek çok kavramın başına taşımaya başlamış, e-Ticaret, e-İş, e-İhale, e-Dönüşüm, e-Devlet, e-Vatandaş, e-Kapı gibi ifadelerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Bu kapsamda e-Dönüşüm; değişen küresel şartlara ayak uydurmak, bilgi ve iletişim teknolojilerini iş süreçlerine entegre etmek ve verimlilik artışı ve rekabet avantajı sağlamak üzere, iş süreçlerinin yeniden yapılanması, yazılım ve donanım altyapısının geliştirilmesi, diğer paydaşlarla işbirliği ve bu dönüşüme uygun insan kaynağının istihdamını ifade etmektedir.

Avrupa Birliği e-Dönüşümü, bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi ekseninde yorumlamakta ve “2010 yılında Dünyanın en rekabetçi ve dinamik bilgi tabanlı ekonomisi olmayı” (Lizbon Stratejisi) hedeflemektedir. Güney Kore ise aynı kavramı, teknolojik liderlik (IT 839 Stratejisi), küresel rekabet ve toplumsal gelişme olarak algılamaktadır. Bir diğer örnek olarak Koç Grubu da, e-Dönüşümü liderliği devam ettirmek ve rekabet avantajı sağlamak için kullanmaktadır.

Türkiye’nin e-Dönüşümün neresinde yer aldığını anlamak üzere çeşitli göstergelere bakabiliriz. Dünya Ekonomi Forumu’nun 2006 yılında yaptığı çalışmaya göre, Network Readiness Index’te 115 ülke içerisinde 48. sırada ülkemiz yer almaktadır. Ancak, ülkemizin sonda yer aldığı (yüzde 56) mobil iletişimde vergi gibi göstergeler de mevcuttur. Genişbant abone oranına bakıldığında ise OECD ülkeleri arasındaki yerimiz (30 üye ülke içerisinde Haziran 2006’da 27. sırada iken Aralık 2006’da 29. sıradayız) gerilemektedir. Diğer bir gösterge olarak BİT harcamaların GSYİH’ya oranında, yüzde 4 civarında bir oranla yine OECD içerisinde sonlarda yer almaktayız.

Kamu yönetiminin e-Dönüşümden etkilenmemesi düşünülemez. “Daha iyi bir kamu yönetimi için bilgi ve iletişim teknolojilerinin, özellikle de internetin, kullanılması” olarak tanımlanabilecek e-Devlet, “e”den daha “Devlet” ile alakalıdır. e-Devlette, kurum değil, vatandaş odaklı hizmet sunumu esas alınmakta, hizmetlerde kalite ve etkinlik, maliyetlerde azalma, zaman tasarrufu ve kamunun hesap verebilirliği amaçlanmaktadır. Bilgi verme, etkileşim, dönüşüm ve entegrasyon safhalarına ayrılan e-Devlette, veri ve bilgi paylaşımını esas alan, birlikte işler ve entegre bir yapı kurulması gerekmektedir. Bu kapsamda, hizmet sunumuna yönelik Singapur ve Kanada gibi iyi örnekler mevcuttur.

e-Devlet konusunda Türkiye’de çeşitli çalışmalar yürütülmektedir. Geçmişi 20-25 yıla dayanan otomasyon projeleri olmakla birlikte, henüz birlikte işler bir yapı

24

Page 25: Bulten - 2007

kurulamamıştır. MERNİS, UYAP, VEDOP, e-Bildirge ve TAKBİS gibi “adacık” olarak tanımlanan hacimli uygulama projeleri büyük ölçüde tamamlanmıştır. Bazı yerel yönetimlerde coğrafi bilgi sistemine dayalı kent bilgi sistemi projeleri yürütülmektedir. Ancak, Türksat tarafından yürütülen e-Devlet Kapısı henüz faaliyete geçememiş ve uygulama projeleri arasında entegrasyon tamamlanamamıştır.

Bu kapsamda ülkemizde, 2003 yılında e-Dönüşüm Türkiye Projesi başlatılmıştır. Proje en üst seviyede İcra Kurulu tarafından takip edilmektedir. 2006 yılında kabul edilen Bilgi Toplumu Stratejisi, e-Dönüşüme ilişkin temel hedef ve politikaları ortaya koymaktadır.

Sonuç olarak e-Dönüşüm, ülkelerin rekabet güçleri açısından kaçınılmaz bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu dönüşüm kamu yönetimindeki yansıması e-Devlettir. e-Devlet sadece bir teknoloji projesi olarak algılanmamalı, kamu yönetiminin köklü bir dönüşüm sürecine girmesini gerektirdiği unutulmamalıdır. Bu çerçevede, kamu yönetimi reformunun uygulanması için en önemli araç konumundadır.

25

Page 26: Bulten - 2007

11. KONFERANS Virajdaki Türkiye; Darbeler, Siyaset ve Medya

Ali BİLGEAnkara Düşünce ve Araştırma Merkezimizdeki Cuma konferanslarının Nisan Ayının son haftasındaki konuğu İktisat-İşletme ve Finans Dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Ali Bilge Oldu. Son dönemlerdeki siyaset, medya ve ekonomiye ilişkin değerlendirmeler yapan Sayın Bilge 2007 yılındaki önemli olayların altını çizerek konuşmasına başladı. 2007 ‘ye bölüm bölüm bakalım. Öncelikle demokratik gelişmeler açısından bakalım: AB ile ilişkiler ve demokratik siyasal gelişmeler, Türkiye’nin temel sorunları, laiklik ve dini haklar meselesi, türban meselesi, Kürt sorunu var, azınlıklar meselesi var. Cumhuriyetin kuruluşundan beri devam eden bu sorunlar bu yıl nasıl bir biçim aldı, nasıl gelişti? Bu açıdan baktığımızda, 2007 Cumhuriyet tarihinin en ağır siyasi krizinin yaşandığı yıl. Şubat ayında Washington’da Genel Kurmay Başkanı Büyükanıt’ın, daha sonra geçmiş cumhurbaşkanı Sezer’in, “Cumhuriyet tarihinin en tehlikeli ve kritik dönemini yaşıyoruz” sözleriyle ilk aylarda gerilim başlıyor. Yıl boyunca çok ciddi bir şekilde askeri bürokrasinin müdahalesiyle karşı karşıya kalıyoruz. 27 Nisan’da “elektronik bildiri darbes”’yle tepe noktasına ulaşan askeri bürokrasinin müdahalelerinin siyaset üzerinde yoğunlaştığı bir yıl olduğunu görüyoruz. Bu arada gündeme oturan konulardan bir tanesi darbe günlükleri. Önceki kuvvet komutanlarının darbe planlamaları üzerine yayınlar ortaya çıkıyor. İzleyen günlerde cumhuriyeti kurtarma mitingleri yapılıyor. Burada temel amaç, iktidardaki 2002 seçimlerinde %34 oyla iktidar olan, parlamentonun büyük çoğunluğunu eline geçiren AKP iktidarının geriletilmesi. Bu mesele cumhurbaşkanlığı seçimlerinde düğümleniyor sonra. AKP adayı Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığının engellenmesi için hukuk katlediliyor ve Anayasa Mahkemesi bugüne kadarki tarihinin en sefil kararını veriyor. Meşhur 367’ye ilişkin olarak CHP’nin başvurusuyla, Anayasa Mahkemesi ve hukuk, ciddi bir yara alıyor, siyasi kriz doruk noktasına ulaşıyor. 2007 tarafların sürekli markajlarıyla geçti, siyasi iktidar ve askeri bürokrasi arasında çatışmayla, atılan pusularla geçen bir yıl oldu. Bu yılın en önemli ve olumlu gelişmesi seçimlerin normal bir biçimde yapılması oldu. İki tane seçim yaşadık; genel seçimler yapıldı , genel seçimler bütün bu tartışmalara noktayı koymadı belki, ama çok önemli bir yanıt verdi. 2007 ağır siyasi gelişmelerin bunalımın yaşandığı bir yıl oldu, bunalımın sona erdiği de söylenemez. Ancak seçimlerin yapılabilmiş olması ve sonuçlar, demokrasi dışı kesimlere çok önemli bir yenilgi tattırdı, ancak siyasi kriz çözülemedi.

Türkiye’nin klasik doğum hatalarıyla başlayan sorunlarına çözümlerin üretilmediği, yani Kürt sorunu, laiklikle ilgili türban meselesine kadar uzanan dini özgürlükler, demokratikleşme, azınlıklarla ilgili Türkiye'nin klasik sorunları üzerinde ilerleme kaydettiğimizi söyleyemeyiz. 2007’nin çok ağır siyasi bir bunalım yılı olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Demokrasi kalitemize ne oldu 2007 yılında? Türkiye’de demokratik alanda daha önce yapılan reformlara yeni eklemeler kaydettik mi? Hayır, bir gelişme kaydettiğimiz söylenemez, bu açıdan 2007’nin durağan bir yıl olduğunu, AB ile olan müzakereler açısından da baktığımızda aynı şekilde yerinde saydığımızı söyleyebiliriz. Elbette AB –

26

Page 27: Bulten - 2007

Türkiye ilişkisine, AB liderlerinin yaklaşımlarını göz ardı etmeden tek yanlı olarak bakmamak gerekir. Ancak Türkiye demokratik reformlarına devam etmedi, 301 hâlâ mevcudiyetini koruyor.Türkiye’nin son dönemlerindeki ekonomik gelişmeleri de değerlendiren Sayın Bilge’ye göre özellikle ekonomi yöneticilerinin şunu çok iyi farkında olmaları lazım; uluslararası konjonktür, bu 5 yıl boyunca bizim gibi ülkelerin borçlanma kabiliyetlerini sürdürmelerini sağlamıştır. Borçlanmanızı sağlıyorsanız ekonomide büyüme sağlıyorsunuz. Dolayısıyla bu borçlanabilme sürecinde de yüksek bir maliyet ödüyorsunuz, bunu farkına varmalıyız. Bizde faizler düştü, 1999-2001 faizleri değil, ama biz hâlâ dünya liginde, en yüksek reel faiz veren bir ülkeyiz. Dünyada en yüksek reel faizi verdiğimiz için de borçlanabiliyoruz, ve de dünyada en yüksek kamuda faiz dışı fazla veriyoruz 6.5, kader gibi yazgı gibi, bunu veriyoruz ve mali disiplin sağlıyoruz. Bu kadar yüksek faiz dışı fazla vermek demek zaten bir ülkenin yüksek borçluluk risklerinin devam ediyor olduğunu gösterir. Dolayısıyla bu ekonomide, hali hazırda, enflasyon 70’ler, 80’ler, 90’lar %100’ler seviyesinden tek haneli rakamlara yaklaşmıştır ama dünyanın en yüksek net reel faizini veren ülkeyiz. Geçmişteki bir takım başarıları görmezden gelemeyiz, ama küresel riskler, hemen bu tür yüksek borçluluk düzeyi olan ve yüksek faiz düzeyi ile borçlanabilen ülkeleri çarpıyor, istediğiniz kadar rezerviniz olsun. Üstüne üstlük bir diğer kırılganlığımız da reel sektördeki yüksek borçluluk, reel sektörümüzün 90 milyar dolar civarında borçlanması var, biz bu dünyayı bilmiyoruz, hükümet de bilmiyor henüz bu dünyanın kırılganlığını. Dolayısıyla hükümet programının iktisadi tarafına baktığınızda, bu anlamda muhtemel küresel risklere karşı, “ben şöyle tahkim ettim, şöyle tahkim edeceğim” diyebileceği bir şey yok. Mikro reformlar diye bir şey var, onu da çevresinden aldıkları belli, onların dile getirdiği, mikro sektörel düzenlemeler üzerinde reformların yapılması. Yani bu bağlamda baktığınızda, riskler karşısında bir ekonominin savunulmasına ilişkin fazla bir şey sarf edilmiyor.Böyle bir ekonomik programı ortaya koyacaksınız, yani 10 bin dolar seviyesine taşıyacağınızı söylüyorsunuz, ama nasıl, hangi mekanizmalarla, onlar ortalıkta yok. Onun için biraz müzmin hastalık haline gelen bir durumu var hükümetin. Bu ikinci dönemde de gerçekten entelektüel fikri sermayesindeki kıtlıklar ve kadro kıtlıkları ki çok önem kazanacak. Bunlar daha sonraki dönemde, hem ekonomide hem siyasi gelişmeleri değerlendirmede ve Türkiye’nin hükümet edilmesinde çok önem kazanacaktır.

27

Page 28: Bulten - 2007

12. KONFERANS Çalışma Hayatında 1 Mayıs’ın Yeri ve Önemi

Dr. Osman YILDIZ

Sendika temsilcisi olarak Cuma konferansımızın konuğu olan Osman Yıldız Bey, aşağıdaki yorumları ortaya koymuştur:

1 Mayıs’lar, sendikal hareketin önemli sembollerinden biridir. 1 Mayıs’lar, sendikal mücadelenin simgelendiği, sendikal sorunların listelendiği, taleplerin ileri sürüldüğü, çalışma hayatı ve ülke sorunlarına ilişkin vizyonun ortaya konulduğu, sendikal dayanışmanın ulusal ve uluslar arası olduğu gerçeğinin altının çizildiği bir simgesel gündür. Bir çoğuna göre de bayramdır. Bu nedenle bazıları 1 Mayısı, Gün olarak, bazıları ise Bayram olarak adlandırır.

1 Mayıs’ların aktörleri, emekçiler ve onların temsilcileri olan sendikalardır. Sendikalar, hem ülkelerin ve hem de uluslar arası politikanın en önemli ve öncü sivil toplum aktörleridir. Sivil toplum örgütleri içerisinde en örgütlü yapıya sahiptir.

Sendikaları anlamlı, önemli ve güçlü kılan, örgütlülükleri yanında, onların ekmek, barış ve özgürlük diye özetlenen temel özellikleridir.

Geçmişi, 200 yılı aşkın bir tarihe sahip olan sendikalar, hep zorluklarla mücadele etmiş, emeği korumaya ve güçlü kılmaya çalışmışlardır.

Bugün de sendikal hareketin önünde önemli zorluklar ve meydan okumalar vardır. Ezberler, şablonlar ve tabular sendikalar için olamaz. Sendikalar için önemli olan ‘emek’tir, emeğin korunması ve yüceltilmesidir. Sendikal hareketin bütün dünyada güç kaybetme eğilimi içerisinde olduğu doğrudur. Ancak sendikaların, emek adına yeni politikalar geliştirip, çözüm yolları geliştireceği şüphesizdir.

HAK-İŞ bunu yapmaktadır. HAK-İŞ emeği esas alıp, ezberlerin, şablonların, tabuların ötesine geçerek, önemli sendikal politikalar geliştirmektedir. HAK-İŞ kendini etkin ve belirleyici bir sivil aktör olarak hazırlayıp ekonomik, sosyal hatta siyasi konularda çözümler ve teklifler üretmektedir. HAK-İŞ bu çevrede, hak ve özgürlükler, demokrasi, özgür birey, örgütlü toplum, sosyal model, sosyal diyalog, sosyal koruma, gelir yardımı, mesleki eğitim, Avrupa Birliği, Kıbrıs, dış politika gibi birçok alanda açılımları öngören politikalara öncülük etmekte ve belirleyici olmaktadır.

HAK-İŞ’in yaptığı, başardığı diğer önemli konular ise bağımsız düşünme ve hareket etmeye önem vermesi, değişimleri kendisinin başlatması, temsil gücünü artırmaya, ulusal ve uluslar arası platformlarda saygın güvenilir, etkin olmaya büyük önem vermesidir.

HAK-İŞ 1 Mayısları da bu çerçevede değerlendirir ve 1 Mayısın üzerinden gölgenin kaldırılarak, Türk sendikal hareketin 1 Mayısı sahiplenmesi, zengince kutlanması konusunda önemli katkılar yapmayı başarmıştır.

28

Page 29: Bulten - 2007

14. KONFERANS Türkiye’de Muhafazakârlık

Doç. Dr. Vehbi BAŞER Dr. Kadir CANATAN

Doç.Dr. Vehbi Başer ve Dr. Kadir Canatan Beyler, yaptıkları değerli konuşmalarında ön plana çıkan noktaları aşağıdaki şekilde özetlemişlerdir:

Bir siyasal felsefe olarak muhafazakârlık Batı dünyasında ortaya çıkan üç siyasal akımdan biridir. Muhafazakârlık, Aydınlanma düşüncesi ve liberalizme karşı tepki olarak doğmuştur. Bu iki ideoloji arasında birçok önemli fark bulunmaktadır. İlk olarak muhafazakârlık, gelenek ve geçmişe vurgu yapan ve bu açıdan geleneğe düşman olan Fransız Devrimi’ni bir eleştiri olarak doğmuştur. Muhafazakârlara göre gelenek, geçmişten bugüne insanlığın geliştirdiği ortak ve kolektif bir tecrübeyi ifade etmektedir. Bunun bir devrimle bir çırpıda yok edilmesi insanlık kültürüne ve tarihine karşı işlenmiş bir cinayettir. Özellikle aile, kilise ve devlet geleneğin inşa ettiği kurumlardır ve bu kurumların çok önemli işlevleri vardır.

Bu işlevlerinden biri de insanın kötü doğasına karşı verilmiş bir cevap olmasıdır. Muhafazakârları liberallerden ve sosyalistlerden ayırt eden diğer nokta budur. Muhafazakârlar insan doğasının kötülüğe yatkın olduğunu savunurlar. Gelenek ve geleneğin ürünü olan kurumlar bu kötü insan doğasını denetlemeye yönelik olarak işlev görürler. Bu noktada muhafazakâr ideolojinin Hıristiyanlığın günahkâr insan görüşüne yaslandığı söylenebilir.

Muhafazakârların toplumsal ve siyasal görüşleri önemli oranda devletin toplumdaki yeri ve rolü üzerinde yoğunlaşmaktadır. Muhafazakârlar, “verginin az, devletin ise küçük” olmasını öngörürler. Liberal ve sosyalistlerin “sosyal” bir devlet öngördükleri dikkate alınırsa, muhafazakârlık bu bakımdan da onlardan farklı bir devlet modelini esas almaktadır. Muhafazakârlar, devleti hem zorunlu hem de tehlikeli bulurlar. Zorunludur, çünkü savunma, güvenlik ve denetim gibi işlevleri hayatidir. Öte taraftan tehlikelidir, çünkü büyük bir güç yığışmasını ifade eden devlet denetlenemediği takdirde kötüye kullanılmaya müsaittir. Bunun için devlet ne kadar küçük olursa denetimi de o kadar kolaydır.

Temel karakterini bu şekilde belirleyebileceğimiz muhafazakârlık, Batı dışı toplumlarda ne anlama gelmektedir? Bu soru, kendini muhafazakâr olarak tanımlayan bir partinin de bulunduğu Türkiye’de önemlidir. Ak Parti, geleneğe vurgu yapan ve özelleştirmelerle devleti küçültmek isteyen bir parti olarak muhafazakâr olarak telakki edilebilir. Ancak kötüye yatkın insan görüşüyle muhafazakârlık, insanı doğuştan günahsız ve masum kabul eden Müslüman bir toplumda sorunlu gözükmektedir. Antropolojik açıdan böyle bir soruna ek olarak Türkiye toplumu üzerine yapılan araştırmalar da muhafazakârlığın toplumsal bir realite olarak farklı olgu olduğunu göstermektedir.

Muhafazakârlık Anketi’ne (2006) göre “Türk toplumu muhafazakâr ama değişim de istiyor” (Milliyet, 16 Mart). Buna göre, araştırmaya katılanların yüzde 30'u siyasi görüşlerde kendisini muhafazakâr, yüzde 24'ü ise muhafazakâr bulmuyor. Özel yaşamda kendini muhafazakâr bulanların oranı ise yüzde 35'e yükseliyor. Muhafaza edilmesi gereken değerlerin başında ilk sırayı yüzde 41.6 ile eşitlik ilkesi alırken, bunu sırasıyla yüzde 37.4 ile özgürlük, yüzde 17.4 ile de dayanışma izliyor. Araştırmaya katılanlara yöneltilen "Muhafaza edilmesi gereken en önemli toplumsal kurum hangisidir?" sorusuna

29

Page 30: Bulten - 2007

yüzde 45.6 ile "aile", yüzde 22.2 ile "din", yüzde 18.8 ile "devlet", yüzde 10.5 ile de "millet" yanıtları verilmiştir.

"Muhafazakârlar değişimi sevmez" fikrine rağmen araştırmaya katılanların yüzde 63'ü "hayatlarının değişmesinden yana olduklarını" belirtirken, katılımcılara "Elinizde olsa hayatınızın neresini değiştirirsiniz?" sorusu da yöneltildi. Bu soruya verilen yanıtların başında yüzde 47.3 ile "ekonomi" gelirken, bunu yüzde 13.7 ile "devlet yapısı", yüzde 13.3 ile "sosyal yapı", yüzde 9.7 ile "aile yapısı", yüzde 8.8 ile de "sosyal düzenin değiştirilmesi" izliyor. Katılımcıların gelenekler karşısındaki tutumları da irdelendi. Katılanların yüzde 85'i, "geçmişten bugüne gelen, ortak değerleri ifade eden ve bizi biz yapan değerlerin bulunduğunu" ifade etti. "Geleneklerimiz hayatınızın hangi alanlarında etkili?" sorusuna verilen yanıtların başında, yüzde 54.2 ile "aile hayatı ve kadın-erkek ilişkileri" geliyor.

Bu araştırmanın sonuçları şöyle yorumlanabilir: Geleneklere saygı ile birlikte aile ve din gibi kurumları önemli bulan Türk toplumu muhafazakâr gözükmektedir. Ancak korunması gereken değerler açısından bakıldığında dayanışma karşısında eşitlik ve özgürlüğün öncelenmiş olması tipik muhafazakâr bir tutum sayılmaz. Muhafazakârlar, eşitlikten ziyade sivil toplumda dayanışmayı öncelerler. Devletin ekonomik hayatta eşitlikçi bir rol oynaması tipik muhafazakâr bir tutum değildir.

Ama öte taraftan değişmesi gereken yapı olarak ekonominin görülmesi Türk muhafazakârların değerleri açısından anlamlı gözükmektedir. Ekonominin değişmesi iş, gelir ve ekonomik kaynakların eşit ve adil olarak paylaşılmasını ifade etmektedir. Her ne kadar bu temelde muhafazakâr bir tutum olarak görülmese de Türkiye gibi ciddi sosyal ve ekonomik sorunların yaşandığı bir toplumda kaçınılmaz görünüyor.

Bu değerlendirmelerden anlaşılacağı üzere Türkiye’de muhafazakârlık kendine özgü bir kavrayış ve tutum olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir siyasal ideoloji olmanın ötesinde Türkiye’de siyasal ve ekonomik yapının sorunlarını da aşmak üzere farklı bir kılığa bürünmek zorunda kalmaktadır.

30

Page 31: Bulten - 2007

15. KONFERANS Türkiye’nin Dış Ticaretinin Temel Dinamikleri

Ayhan KARACADış Ticaret Uzmanı

31

Page 32: Bulten - 2007

16. KONFERANS Türkiye'deki İktidar Kavgasının Tarihsel, Siyasi ve Ekonomik Kökenleri

Doç. Dr. Mustafa ACARKırıkkale Üniversitesi, İİBF, İktisat Bölümü

Kırıkkale Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Mustafa Acar, ADAM’da “Türkiye'deki İdeolojik Çatışmanın Tarihsel, Siyasi ve Ekonomik Kökenleri” konulu bir konferansla bizleri onurlandırmıştır. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde Genel Kurmay Başkanlığı web sitesinde 27 Nisan 2007 tarihinde yayımlanan “e-muhtıra”nın Türkiye gündemini yoğun bir şekilde meşgul ettiği günlerde verilen bu seminer, Türkiye’de asker-sivil kavgasının ve iktidar mücadelesinin yeni bir şey olmadığını vurgulaması ve e-muhtırayı tarihsel bir perspektife oturtması bakımından önemliydi.

Sayın Acar konuyu askeri darbelerin tarihi, İttihat ve Terakki-II. Abdülhamit kavgası, İttihatçılıktan Kemalizme geçiş, çok partili dönemde darbeler ve 27 Nisan sürecine göndermeler yapan bir tarihsel perspektife oturtarak tartışmıştır. “Tarih tekerrürden ibaret” özlü sözünü hatırlatarak konuya giren Acar, bunun tarihten ders alınmadığı için böyle olduğunu, bu bağlamda tarihle ilgilenmenin sadece geçmişten söz etmek anlamına gelmediğini, bugünü anlamak ve geleceğe yön vermek bakımından da son derece önemli olduğunu vurgulamıştır. Doç.Dr. Acar’ın seminerde dile getirdiği görüşlerin şu şekilde özetlenmesi mümkündür.

Türkiye’de darbeler ve muhtıralar yeni olaylar değildir; darbelerin, darbe girişimlerinin ve muhtıraların Osmanlı’nın son dönemine kadar giden uzun bir geçmişi vardır. 1876 yılında—önceleri “intihar etti” olarak duyurulan, ancak sonradan anlaşıldığı üzere—Abdülaziz’in katli ile başlayan askeri darbeler zinciri, daha sonra II. Meşrutiyet (1908), 31 Mart Vakası (1909), Bab-ı Ali Baskını (1913) ile devam etmiştir. Tek Parti döneminde Mustafa Kemal’in karizması, darbeye yeltenebilecek güçlü şahsiyetleri üniforma ile siyaset arasında tercih yapmaya zorlaması, muhalefeti usta taktiklerle tasfiye etmesi ve Fevzi Çakmak gibi uyumlu bir Genel Kurmay Başkanı ile çalışması gibi nedenlerle, askeri darbe teşebbüsüne rastlanmamıştır.

Çok partili hayata geçtikten on yıl sonra maalesef modern dönem darbe geleneği başlamış, buna gereken toplumsal ve siyasi tepkinin verilememesi nedeniyle, ortalama her on yılda bir tekrarlanacak kötü bir gelenek başlamıştır. Bu çerçevede ilki 27 Mayıs 1960’ta gerçekleşen Cumhuriyet dönemi darbe ve muhtıraları, daşka bir deyişle, askerin siyasete müdahalesi, 12 Mart 1971 muhtırası ve 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile devam etmiştir. 28 Şubat 1997’de doğrudan darbe yapılmamakla birlikte, MGK bildirisi ve ardından gelen bir dizi eylemle seçilmiş hükümet istifaya zorlanmış, yerine getirilen hükümete de toplum vicdanında yankı bulmayan bir dizi uygulama yaptırılmıştır. “Postmodern darbe” adıyla tarihe geçen 28 Şubat müdahalesinden sonra, askerin siyasete en son müdahale girişimi 27 Nisan 2007’de, cumhurbaşkanlığı seçim turlarının başladığı günün akşamı, genelkurmay web sitesinde “elektronik muhtıra” yayımlanması şeklinde ortaya çıkmıştır.

Biraz gerilere gidersek, esasen Osmanlı’da köklü değişim ve yenilik arayışları, Batı karşısında alınan askeri yenilgilerin tetiklemesiyle 18.yüzyıl sonlarında, III. Selim (1789-1807) zamanında başlamıştır. II. Mahmut (1808-1839) döneminde hızlanan batılılaşma hareketleri çerçevesinde Yeniçeri Ocağının kaldırılması asker sivil

32

Page 33: Bulten - 2007

gerginliğinin tarihteki erken dönem örneklerinden birini oluşturmuştur. Bu gerginlik İttihat ve Terakki-II. Abdülhamit kavgasıyla daha da tırmanmıştır. Esasen Mülkiye, Harbiye ve Tıbbiye gibi batılılaşma tarihimizdeki önemli kurumların temelinin atıldığı bir dönem olan II. Abdülhamit döneminde önceleri Genç Osmanlılar (Mithat Paşa, Namık Kemal, Şinasi..) adı verilen, daha çok aristokrat sınıfa mensup şahsiyetlerin, daha sonraları ise orta ve orta-altı sınıfa mensup şahsiyetlerin öncülüğünü yaptığı Genç Türkler hareketi gibi hareketler iktidar kavgasını tırmandırmıştır.

19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında Abdülhamit’e karşı giriştiği mücadeleyi kazanan Jön Türk hareketi çok geçmeden ikiye bölünmüş, bir grubu sertlik yanlısı, Türk milliyetçisi, kollektivist, merkeziyetçi, dışa kapanmacı, Almanlarla işbirliğinden yana, Türk olmayan unsurlara karşı görüşleriyle öne çıkan İttihat ve Terakki, diğer yanda Prens Sabahattin’in öncülüğünü yaptığı ademi merkeziyetçi, bireyci, hür teşebbüsten yana, Anglo-Sakson fikirlerden etkilenmiş Hürriyet ve İtilaf grubu temsil etmiştir. Çok geçmeden bu kavgadan da galip çıkan İttihat ve Terakki grubu, fikir ve eylemleriyle Türk tarihinin ondan sonraki bölümüne damgasını vurmuştur. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Enver, Cemal, ve Talat Paşalar öncülüğünde zaman zaman doğrudan, zaman zaman perde gerisinden müdahil olduğu olaylar sonucunda 1908’deki askeri bir ayaklanmayla II. Meşrutiyet ilan edilmiş, o günden sonra Osmanlı-Türk tarihi esaslı bir kırılma yaşamıştır.

Bugün Türkiye’de irtica, laiklik, batılılaşma, dinin toplumsal hayattaki yeri, askerin siyasetteki ağırlığı ve devletin ekonomi ve siyasetteki rolü ile ilgili tartışmalar yeni tartışmalar olmayıp, o günlerin tartışmalarının bir uzantısı niteliğindedir. İronik olan, II. Abdülhamit’e karşı hürriyet isteyen, “istibdad”a karşı “özgürlük” arayışında olan bir hareketin, iktidarı ele geçirdikten ve sarayı devre dışı bıraktıktan sonra izlediği politikaların Abdülhamit dönemine rahmet okutacak bir baskı, sindirme, hoşgörüsüzlük, komitacılık ve hukuksuzluk dönemi yaşatmış olmasıdır. Pan-İslamizme karşı Türk milliyetçiliğini öne çıkaran İttihat ve Terakki komitacı, baskıcı, etnik milliyetçi, azınlık düşmanı, merkeziyetçi, devletçi ve Almanya yanlısı özellikleriyle öne çıkmıştır. Balkan Savaşı (1912), Bab-ı Ali baskını (1913), I. Dünya Savaşı (1914), Ermeni tehciri ve onu izleyen olaylar (1915), Mondros (1918), Sevr (1920) gibi, imparatorluğu hem içerde hem de dışarıda bitiren olayların tümü İttihat ve Terakki’nin bütün dizginleri elinde tuttuğu bir dönemde yaşanmıştır. 1908’den 1918’e imparatorluk Balkanlar, Kafkaslar, Kuzey Afrika ve Hicazı kaybetmiş, Almanların yanında alelacele Osmanlıyı I. Dünya Savaşı’na sokan, Türk illerini esaretten kurtarmayı hedefleyen Turancı bir maceraperestliğin bedeli her bakımdan çok ağır olmuştur. Savaşın kaybedilmesi ve imparatorluğun dağılmasıyla İttihat ve Terakki çözülmüş, ancak önce Müdafaai Hukuk, ardından Cumhuriyet döneminde I. Meclis’te birinci grup önemli ölçüde İttihat ve Terakki kadroları tarafından teşkil edilmiştir. Bunların fikirleri daha sonra Cumhuriyet Halk Fırkası (daha sonra Partisi) kanalıyla bugünlere kadar gelmiştir.

İsmail Cem’in Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi adlı eserinde de vurguladığı gibi, Cumhuriyet asker, bürokrat ve eşraf üçlü sacayağı üzerine bina edilmiştir. İttihatçı fikirlerin de etkisiyle girişilen nüfus mübadelesi ve bunu tamamlayan politikalar bir savaş zenginleri ve devlet eliyle yaratılan yeni burjuvaziye kapı aralamıştır. Bunların çıkarları doğal olarak dış dünayaya ve rekabete kapalı, rant dağıtımına dayalı, devletçi, korumacı, baskıcı bir ekonomik ve siyasi yapıyı gerektirmiştir. Tek parti döneminin sona ermesiyle Türkiye dışa açılmaya başlamış, nüfus köyden kente doğru hareketlenmiş, belirli bir dünya ile entegrasyon süreci başlamıştır. 1980’li yıllardan itibaren hızlanan küreselleşme,

33

Page 34: Bulten - 2007

demokrasi ve piyasa ekonomisinin gelişmesi dindar-muhafazakâr burjuvazinin doğup gelişmesini sağlamış, bu insanlar 1950’lerde DP, 1980’erde ANAP, 2000’lerde de AKP gibi siyasi partilere destek vermişlerdir. Bu yeni yükselen kesimin sistemden pay istemesi gerek ekonomik gerekse siyasi olarak yerleşik sistemin patronlarını rahatsız etmiştir. Aslında açık bir siyasi ve ekonomik iktidar kavgası, sistemin sahipleri tarafından “irtica, laiklik, gericilik, demokrasinin tehdit altında olması,…” gibi daha kabul edilebilir formlarda dile getirilmiştir. Anadolu insanı devletin kapılarını zorladıkça askeri darbeler ve müdahaleler birbiri peşisıra gelmiştir. Darbelerin elbette ki bir de dış ayağından söz etmek gerekmektedir.

Cumhuriyet dönemindeki askeri darbelerin yalnızca içsel nedenlerle açıklanması resmin bir yüzünü ihmal etmek anlamına gelecektir. Daha tatminkâr bir açıklama hem içsel hem de, en az içsel nedenler kadar önemli olan dışsal nedenlere atıfta bulunmak durumundadır. Çok özetle söylemek gerekirse 27 Mayıs 1960 darbesinin içsel nedenlerini CHP’nin iktidarı kaybetmesi, askerlerin iktidar denkleminde 2. plana düşmesi, ezanın Türkçe okunmaya başlaması ve iktidar seçkinlerinin iktidarı halkla paylaşmak zorunda kalmalarından duyduğu rahatsızlık olarak sıralanabilir. Darbenin dışsal nedeni ise Türkiye’nin Batı yörüngesinden, daha dar anlamda Amerikan güdümünden çıkma olasılığının belirmiş olmasıdır. 1950’li yılların sonlarında, Batılı ülkelerin, Türkiye’nin büyük çaplı bazı yatırım projelerini finanse etmeyi reddetmesi üzerine dönemin başbakanı Menderes’in Moskova ile ittifak arayışlarına başlaması genelde NATO’nun, özelde ABD’nin büyük tepkisini çekmiş, 27 Mayıs darbesi böyle bir atmosferde gerçekleşmiştir.

12 Mart 1971 muhtırasının içsel-görünür nedenleri yükselen anarşi ve terör, bu bağlamda komünist gençlik hareketlerinin kontrolden çıkma eğilimi göstermesidir. Aynı dönemde dış dünyada ise 1945’ten beri sürdürülen Bretton Woods sistemi yıkılmaya doğru gitmekte, Avrupa ve Japonya’nın kendisini toparlaması, altına endeksli dolar ile dolara endeksli ulusal paralar sistemi ABD’den altın çıkışını hızlandırmakta, ABD ekonomisini zor durumda bırakmaktadır. 12 Mart darbesi Türkiye’nin “komünizme sürüklenme tehlikesi”nin yükseldiği bu konjonktürde gerçekleşmiştir. Bu bağlamda 12 Mart, komünist tehlikeye karşı koruma bahanesiyle Türkiye’nin yeniden zaptu rapt altına alınması operasyonu olarak değerlendirilebilir. 12 Mart’ta orduda yaşana nbüyük çaplı tasfiye hareketinin bu gözle incelenmesinde yarar bulunmaktadır.

12 Eylül 1980 harekâtının görünür gerekçeleri yine alışılmış gerekçelerdir: irtica, anarşi ve terörün azmış olması, yeni cumhurbaşkanının bir türlü seçilememesi, ülkenin bir iç savaşın eşiğine gelmiş olması. Oysa 11 Eylül’de akan kanın 13 Eylül’de nasıl olup da bıçakla kesilir gibi kesildiği bir muamma olarak kalmıştır. Darbe liderinin daha sonraki bir tarihte “Darbe için şartların olgunlaşmasını bekledik” şeklindeki beyanatı, dönemin başbakanının “askerler anarşiyi önlemek için hangi yetkiyi istediler de vermedik?” şeklindeki eleştirileri birlikte düşünüldüğünde, işin içinde başka hesapların olma ihtimali güçlenmektedir. Darbenin dışsal nedenini anlamak için de o yılların dünya konjonktürüne göz atmak yeterlidir: İran Devrimi ile Şahlık rejimi devrilmiş, ABD Orta Doğu’daki en sadık müttefikini kaybetmiştir; Afganistan Rusya tarafından işgal edilmiştir; ABD ve Batı tarafından İran rejiminin yayılması veya İslâmi hareketlerin bölgede başka ülkelerde de iktidara gelmesinden çekinilmektedir. Bu çerçevede Türkiye’nin kontrolden çıkmasının engellenmesi ve, Türkiye’nin bir süredir engel olduğu Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşünün sağlanması, Batılı güçler nezdinde

34

Page 35: Bulten - 2007

müdahale için ciddi gerekçeler oluşturmaktadır. (Nitekim darbeci generallerin ilk yaptıkları icraatlardan biri, Yunanistan’ın NATO’ya dönüşünü hiçbir taviz almaksızın kabul etmek olmuştur.) Soğuk Savaş döneminde bazı NATO ülkelerinde ABD’nin finansmanıyla kurulan “kontr-gerilla” (Glaudio) örgütlenmesinin Türkiye ayağının (Özel Harp Dairesi) 12 Eylül’e giden günlerde toplumsal infial uyandıran ve darbeye gerekçe teşkil eden olaylarda etkin rol oynamış olması çok güçlü bir olasılıktır. Soğuk Savaş biter bitmez İtalya, İspanya ve Belçika gibi NATO ülkelerinde tasfiye edilen örgüt Türkiye’de ne yazık ki tam anlamıyla tasfiye edilememiş, Türkiye bunun bedelini 28 Şubat ve 27 Nisan süreçlerinde ağır biçimde ödemiştir. Devlet içinde örgütlenen veya devletin bir kısım kaynaklarına erişimi olan çeteler gerçekleştirdikleri hukuk-dışı eylemlerle ülkede istikrar bozma işlevini başarıyla yerine getirmişlerdir.

28 Şubat 1997 postmodern darbesinin görünür gerekçesi irticaya karşı mücadeledir. Görünür gerekçelerinin çoğunun fabrikasyon, uydurma, içerden besleme gerekçeler olduğu açıktır. Gazetelere servis edilen abartılı haberler daha sonra suçlama için gerekçe olarak kullanılmıştır. Gazetelerde sipariş haberlerin çıkması, Müslüm Gündüz-Fadime Şahin olayları, Aczmendilerin Ankara’da ellerinde asa ve başlarında sarıklarla boy göstermesi vb. olayların belirli merkezlerden tezgahlanan olaylar olduğu ve müdahaleye gerekçe yapıldığı daha sonraki itiraflardan, yayımlanan anılardan ve başka gelişmelerden anlaşılmıştır. 28 Şubat’ın içsel nedenlerinin askerin ayrıcalıklı konumunu korumanın yanısıra yükselen Anadolu burjuvazisine engel olmak, muhafazakâr dindar kesimlerin iktidardan pay istemesinin önüne geçmek gibi nedenler olduğunu söylemek mümkündür. Dışsal neden ise, Soğuk Savaş sonrasında Batının İslâmı yeni düşman olarak ilan etmesi; Cezayir’de İslamcıların iktidara yürümelerinden sonra gelişen olaylar, bu bağlamda Türkiye’nin de raydan çıkmasının engellenmesi olarak düşünülebilir.

Yukarıda çizilen çerçeveden bakıldığında 27 Nisan sürecinin açıklanması da zor değildir. Bu aslında bir asırdır süren bir iktidar kavgasının 21. yüzyılın başındaki görüntüsüdür. Sürecin aktörleri şunlardır: agresif, kışkırtıcı, askeri darbeye davet eder, Anayasa Mahkemesi’ni tehdit eder tavırlarıyla CHP; e-muhtıra, siyasi konularda taraf olma, siyasi beyanatlar verir tutumuyla TSK üst kademesi; tehditlere boyun eğip TBMM’ye gitmemek şeklindeki tavrıyla Anap-DYP; güç ve tehdit karşısında yılgınlık belirtisi ve hukuku eğip bükme tavrıyla Anayasa Mahkemesi; abartılı haberler, yargısız infaz ve anti-demokratik ittifakın sözcülüğünü yapar tavrıyla bir kısım medya; yine güç karşısında hemen söylem değiştiren tutarsız tavırlarıyla büyük sermaye temsilcileri. Başlıca nedenler de AKP’nin başarılı olmasının istenmemesi; AKP’li bir Cumhurbaşkanına tahammülsüzlük; iç siyasette bütün devlet bürokrasisinin değişme olasılığından duyulan rahatsızlık; ülkede istikrarın pekişmesiyle Türkiye’nin Doğu ve Batıda giderek itibarının artmasından çıkar kaybına uğrama endişesi. Dış dünyada AB açık biçimde Türkiye’de demokrasiden yana tavır koymuş, ancak ABD “hem nalına, hem mıhına vurur” türden ikili bir tavır sergilemiştir. ABD’yi AKP iktidarından soğutan başlıca nedenler arasında 1 Mart Tezkeresinin reddi, Suriye-İran-S. Arabistan-Türkiye yakınlaşması, ABD’nin Irak batağına saplanması ve Neocon projelerin fiyaskoyla sonuçlanması.

Sonuç olarak şu söylenebilir: 27 Nisan 100 yıllık kavganın 21. yüzyıl versiyonudur. Türkiye’de Osmanlının son döneminde alevlenip Cumhuriyete taşınan iktidar ve ayrıcalık kavgasının Rumeli-Anadolu çekişmesi, merkez-çevre çatışması, seküler burjuvazi-dindar burjuvazi kavgası gibi ayakları vardır. Askerin İttihat ve Terakki

35

Page 36: Bulten - 2007

iktidarı ve 31 Mart Vak’asından beri süre gelen sistem içinde belirleyici ve ayrıcalıklı konumunu sürdürme kavgası da olayın önemli bir boyutunu oluşturmaktadır. Bir bütün olarak 27 Nisan süreci Türkiye’deki demokratikleşme, sivilleşme, ve çevrenin merkeze yerleşmesinden rahatsızlık duyanların direnişidir. Olayların dış ayağında da belirleyici faktörün dünya güçler dengesinin hegemonik gücü veya güçleri tarafından Türkiye’nin yörüngede, kontrol altında tutulması çabası olduğu söylenebilir. Bu direniş karşısında yapılması gereken, “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” uyarısı ışığında demokrasiden ve özgürlükten yana net ve cesur bir tavır sergilemek, ortak değerler ekseninde farklı kesimlerle (liberaller, muhafazakarlar, demokratlar, milliyetçiler, sosyalistler,..) ittifak etmek, AB’nin ZenDeSi (ZENginleşme, DEmokratikleşme ve Sİvilleşme) için şart olduğunu unutmamak, dolayısıyla, AB perspektifini kaybetmemektir.

36

Page 37: Bulten - 2007

17. KONFERANS T.C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı

Ab Eğitim ve Gençlik Programları Merkezi Başkanlığı Ab Gençlik Programı Hakkında Sunum

Sefa YAHŞİ

Sefa Yahşi Bey, Merkezimizin ve Merkezimize devam edenlerin ciddi anlamda bilgi ve tecrübeye ihtiyaç duyduğu bir konuda çok değerli, faydalı ve verimli sunum yapmıştır. Detaylı sunumun en öz şekli aşağıda sunulmuştur:

Avrupa Birliği Gençlik Programı, ülkemizde “Ulusal Ajans” olarak bilinen, DPT’ye bağlı Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programları Merkezi Başkanlığı tarafından yürütülmektedir. Bu program, ülkemizde, Nisan 2004’ten bu yana uygulanmaktadır. Programdan gençler, sivil toplum kuruluşları (vakıflar, dernekler vs.), kamu kuruluşları ve en az 4 gençten oluşan gruplar yararlanabilmektedir.

Gençlik Programına katılım sağlayan ülke sayısı, Türkiye dahil 31’dir (27 AB ülkesi, 3 EFTA ülkesi ve Türkiye).

Gençler bu program ile yurtiçinde veya yurtdışında çeşitli etkinliklere dahil olabilmekte, projeler yapabilmekte ve eğitimlere katılabilmektedir. Gençlik projeleri, birkaç proje tipi dışında, programa katılım sağlayan ülkeden ortaklarla birlikte gerçekleştirilmektedir.

Gençlik Programı altındaki programlara Eylem denmektedir. Bunlar aşağıda listelenmiştir:

- Eylem 1.1: Gençlik Değişimleri, - Eylem 1.2: Gençlik Girişimleri, - Eylem 1.3: Gençlik Demokrasi Projeleri, - Eylem 2: Avrupa Gönüllü Hizmeti, - Eylem 3.1: AB Komşu Ülkeleriyle İşbirliği, - Eylem 4.3: Gençlik Çalışanları ve Gençlik Kuruluşları İçin Eğitim ve Ağ Kurma- Eylem 5.1: Gençler ve Gençlik Politikalarından Sorumlu Olanlar İçin

ToplantılarGençlik Programında hibe şeklinde destekler mevcuttur. Eğer proje, AB

ülkelerinden genç gruplarla birlikte yapılacaksa Eylem 1.1, Eylem 1.2, Eylem 1.3, Eylem 3.1, 4.3 veya Eylem 5.1’e; yalnızca Türkiye'de ve yabancı ortakla yapılacaksa Eylem 1.2'ye, Avrupa Gönüllü Hizmeti yapmak üzere 3-12 ay arası Avrupa Birliği ülkelerine gitmek için Eylem 2’ye başvurulması gerekir. Eğer proje, Balkan ülkelerinden, Kafkas veya Akdeniz ülkelerinden de ortaklar içeriyor ise Eylem 3.1’e başvurabilir. Seminerler, eğitim kursları gibi faaliyetler ise Eylem 4.3’te mümkündür.

Kabul edilen yaş grupları: Eylem 1.1 için 13-30, Eylem 1.2 için 15-30, Eylem 1.3 için 13-30, Eylem 2 için 18-30, Eylem 3.1 Gençlik Değişimleri için 13-30, Eylem 3.1 Eğitim ve Ağ Kurma için sınırsız, Eylem 4.3 için sınırsız ve Eylem 5.1 için 15-30’dur.

Son başvuru tarihleri: Yılda 5 başvuru dönemi bulunmaktadır (1 Şubat, 1 Nisan, 1 Haziran, 1 Eylül ve 1 Kasım).

Program kılavuzu, başvuru formları, başvuru formu doldurma kılavuzları, proje örnekleri ve diğer her türlü bilgi için internet adresi: www.genclik.gov.tr

37

Page 38: Bulten - 2007

18. KONFERANS Yeni Dönemin ÖncelikleriDoç. Dr. Mehmet BULUT

Başkent Üniversitesi, İİBF, İktisat Bölümü

Düşünce ve Araştırma Merkezimizin Başkanı Doç.Dr. Mehmet Bulut’un Yeni Dönemin Öncelikleri konusundaki konuşmasında dünya ekonomisi ve siyasetindeki önemli gelişmeler üzerinde durmuştur. Dünya gündemindeki en önemli konuların başında Ortadoğu ve Irak meselesinin bulunduğunu ifade eden Bulut, Türkiye’nin önümüzdeki dönemde takınacağı tavra göre başta bu sorun olmak üzere diğer önemli konulardaki yaklaşımlarıyla dünyanın belli başlı sorunlarına katkı sağlayabileceğini belirtti.

Türkiye’nin coğrafi konumu itibariyle Doğu ile Batının, Kuzey ile Güneyin, Asya ile Avrupa’nın merkezinde bulunması, Roma ve Bizans gibi Batı’nın Abbasi ve Emeviler gibi İslam Devletleriyle Osmanlı Devleti’nin hüküm sürdüğü coğrafyaların merkezinde yer alıyor olması istese de istemese de Türkiye’ye önemli sorumluluklar yüklediğine işaret eden Dr. Bulut bu yeni dönemin bu açıdan da ayrıca önemine işaret etti.

Bu özellikleriyle “pivot” ülke olma özelliği taşıyan Türkiye’nin yeni dönemde hem bölgesel ve hem de küresel ölçekte dünya sorunlarının çözümünde önemli etkileri olabileceği dahası olması gerektiğine işaret eden Dr. Bulut, bunun Türkiye’nin sahip olduğu enerjisini sinerjiye dönüştürecek biçimde davranmasına, yıllardan beri olduğundan farklı olarak suni sorunları bir kenara itip, tüm aydın ve bilim insanlarıyla tüm yönetici ve halkıyla birlikte bir seferberlik içinde gerçek sorunlara gerçekçi yaklaşımlarla yönelinmesiyle mümkün olabileceğini kaydeden Dr. Bulut, yeni dönemde ADAM’ın bu yaklaşım içinde çalışmalarına devam edeceğini belirtti.

Yeni dönemdeki seminer, konferans, proje v.b. alanlardaki faaliyetlerin hızlanarak devam edeceğini belirten Dr. Bulut, düşünce ve araştırmaya dönük çalışmaların yerelle ile evrenselin, idealle gerçeğin, teori ile pratiğin, parça ile bütünün birlikteliği esası çerçevesinde gerçekleştirilmesinin önemini vurguladı.

ADAM’ın yeni dönemindeki önceliklerinin „iki omuzu üzerinde sorumlu bir baş taşıyan herkesin ve her kurumun“ Türkiye ve dünya sorunlarına yaşadığımız coğrafyanın tarihsel derinlik ve coğrafi gerçekliği ışığında çağın bilgisi ve tecrübeleri ışığında faaliyetlerine hız vermek olduğunu belirten Dr. Bulut, konuşmasının sonunda ADAM dostlarının yük ve sorumluluğunun bugün dünden daha fazla olduğunu söyleyerek bitirdi.Konferans soru ve cevap bölümüyle son buldu.

38

Page 39: Bulten - 2007

39

Page 40: Bulten - 2007

19. KONFERANS Son Olaylar Işığında Hamas El-Fetih Mücadelesi ve Filistin'in Genel Panoraması

Emre YÜKSEKTİKA

TİKA uzmanı Emre Yüksek Bey’in Filistin’deki görevi sırasında biriktirdiği bilgi, deneyim ve yorumları aktardığı konuşmasında ön plana çıkan hususlar şunlardı:

Güncele odaklı daha doğrusu olayları günlük bir tüketicilikle okumaya alışmış zihinleri tarihsel bağlamına yönlendirmek özellikle siyaset ve uluslararası ilişkiler konularında kaçınılmaz bir gereklilik olarak karşımızda durmaktadır.

Sami Kavimlerin dışında hemen hemen dünyaya hakim olan büyük güçlerin tarihin başından beri mücadele sahası olan Filistin 21.yüzyılın başında önemli bir dönemeçten daha geçmektedir. 2006 yılından bu yana ama özellikle 2007 yılında yaşanan olaylar bugüne kadar alışagelmiş İsrail- Filistin çatışması haberlerinden farklı biraz da olayda “bir taraf” olarak duran Müslüman Dünya’nın algılamasında kırılmalara yol açmıştır. Olayın tarihsel arka planında buna benzer durumların sıkça yaşandığı işgalcinin ve uluslararası politikanın yönlendirici güçlerinin iç çatışmaların ortaya çıkmasında en önemli etken olduğu hususu okumasını bilen bilinçler için aşikardır.

Seminerde daha çok İngiliz işgalinden bugüne kadar olaylar ve önemli dönüm noktaları özetlenerek son olayları hazırlayan sürece nasıl gelindiği anlatılmaya çalışılmıştır. Ancak esas olarak gözden kaçırılan ve her Filistinli’nin konuşmalarında değişmez ilkeler olarak ifade ettiği “Kudüs ve Mescid-i Aksa, Yahudi Yerleşimciler, ayrım duvarı, mültecilerin dönüşü” gibi konuların önemi bölgede gerçekleştirilen gözlemler ışığında verilmeye gayret edilmiştir.

Bugün “iç çatışma” olarak nitelendirilen olayları aslında ABD ve İsrail’in bölgede yürüttüğü “aşırılar- ılımlılar” kutuplaşmasının ve tarihi-karizmatik liderlik geleneğinin Yaser Arafat, Şeyh Ahmet Yasin ve Abdülaziz Rantisi’nin ardından sona ermesinin doğal bir sonucu olarak görmek gerekir. İç politikadaki başarısız yönetim ve yolsuzlukların yıprattığı El-Fetih liderlerinin halkın reform taleplerine cevap vermemesi sonucu ortaya çıkan Gazze Olaylarının arkasında İsrail ve tüm işgalci güçlerin başvurduğu bildik bir parçala-yönet stratejisinin olduğu kolaylıkla anlaşılabilir.

Bugün yaşanan ve 60 yıldır süren dramın ortadan kalkması için barışı zamana yayıp sonuç hedeflediğini belirtirken aynı zamanda işgal mekanizmalarını en ücra köşeye kadar yerleştirip geliştiren Siyonist politikaların sadece Filistinlilerin değil Arap ve Müslüman halkların azim ve kararlılığı ile bertaraf edileceği açıktır. Bölgede yaşananları basit bir iç çatışma ve bir halkın kendi kaderini tayini olarak görmek yerine İslam’ın ilk Kıblesi Mescid-i Aksa ve Kudüs’ün varlık sorunu olarak algılamanın, bu değerleri korumanın bir Müslümanın mesuliyeti olduğunun bilinmesinin ve gündemimizde bu başlık altında bulunmasının gerektiğine inanılmaktadır.

40

Page 41: Bulten - 2007

41

Page 42: Bulten - 2007

20. KONFERANS Dünya'da ve Türkiye'de Kümelenme (Clustering)

Dr. Eric HANSEN

20. Konferansın konuğu, ETG Başkanı Dr. Eric Hansen, kümelenme temelli ekonomik kalkınmanın öncülerinden biridir. Dünya çapında 20’den fazla ülkede sürdürülebilir ekonomi projelerinin uygulanması, özel sektör gelişmesinin hızlandırılması ve kamu ile özel sektör arasında işbirliğinin gerçekleştirilmesi konularında 30 yıllık bir tecrübeye sahiptir. Dr. Hansen, şu anda Arjantin’de büyük çaplı bir kümelenme projesinde, Türkiye için ulusal kümelenme politikasının geliştirilmesi programında, Türkiye’nin GAP projesi için spesifik bir vizyon ve hareket stratejisi oluşturulması girişiminde ve Meksika’da kadınların önderliğinde kırsal sürdürülebilir kalkınma programı oluşturulması projesinde rol almaktadır. Daha önce Stanford Araştırma Enstitüsünde, İran’da ve Dünya Bankasında çalışmış ve Wisconsin Üniversitesinde öğretim üyeliği yapmıştır. M.I.T.’de bölgesel ekonomi ve planlama konusunda doktora yapmıştır. Çok sayıda makale kaleme almıştır. Halen UC Berkeley’de, Stanford Üniversitesinde, NYU’da ve ESSEC’te dersler vermektedir.

Dr. Hansen, “Dünya'da ve Türkiye'de Kümelenme (Clustering)” hakkında detaylı bir sunum yaptı. Toplantıya ADAM üyeleri dışında çeşitli üniversitelerden ve özel sektörden katılımcılar da katıldı. Hansen, özellikle GAP bölgesindeki kümelenmeye dayalı gelişme stratejisini irdeledi.

Hansen, başta kümelenmenin öneminden bahsetti. Kümelenme temelli ekonomik kalkınmanın, bölgesel çapta ekonomik açıdan rekabet edebilmeyi hızlandıran, bu konuda başarısı kanıtlanmış bir kalkınma yaklaşımı olduğunu vurguladı.

Hansen, kümelenmeyle ilgili başarılı uluslararası örnekleri anlattıktan sonra Türkiye’de başarıyı getirecek faktörler üzerinde durdu, Türkiye’de neyin işe yarayabileceğini ortaya koymaya çalıştı. Hansen’in ele aldığı konular arasında iklim değişimin ortaya çıkardığı sorunlar karşısında şirketlerin, endüstri sektörlerinin, toplumların ve ulusların temiz teknolojiye geçiş sürecini kümelenmenin nasıl hızlandırdığı da vardı. Hansen, bu gelişmenin Türkiye açısından ne gibi sonuçlar doğurabileceğini açıklarken GAP bölgesi için yeni bir vizyon oluşturulması konusunu örnek olarak kullandı.

Konuşma sonunda sorulan sorular ve yapılan yorumlarla oldukça verimli bir konferans gerçekleştirilmiş oldu.

42

Page 43: Bulten - 2007

21. KONFERANS İslam Kalkınma Bankası: Organizasyonu Ve Faaliyetleri

Harun ÇELİK

Cuma konferansımıza konu olan Harun Çelik Bey, İslam Konferansı Örgütü ve İslam Kalkınma Bankası hakkında çok değerli bilgiler içeren görsel bir sunum yaptı. Aşağıda bu bilgilerden bazılarını bulacaksınız.

Giriş: İslam Konferansı Örgütü57 devletten oluşan hükümetler arası bir organizasyon. Birleşmiş Milletler’den

sonra en büyük ikinci uluslararası örgüt. İKÖ’nün temel hedefi, üye olan bütün Müslüman devletler arasında dayanışmayı sağlamaktır.

İslam Zirvesi: üç yılda bir toplanan, üye devletlerin krallarının, devlet ve hükümet başkanlarının katıldığı en büyük organı.

Dışişleri Bakanları İslam Konferansı: İslam Zirvesi tarafından belirlenen politika çerçevesi içinde, alınan kararların uygulanmasıyla ilgili ilerleme raporunu görüşmek üzere yılda bir kere toplanır.

Daimi Sekreterya: Örgütün yürütme organıdır. Önceki iki organın kararlarını uygulamakla görevlendirilmiştir. Suudi Arabistan’ın Cidde kentinde bulunmaktadır. Örgütün şu anki genel sekreteri 1 Ocak 2005’ten beri Ekmeleddin İhsanoğlu’dur.

İslam Kalkınma Bankası (İKB), bir, çok taraflı, kalkınmayı finanse etme kurumudur. Aralık 1973’te Cidde’de toplanan İKÖ maliye bakanları, uzmanlaşmış, çok taraflı, kalkınmayı finanse etme kurumu kurma niyetlerini ilan ettiler. Yöneticiler kurulunun ilk toplantısı Temmuz 1975’te gerçekleştirildi. Anlaşma maddeleri imzalandı. 20 Ekim 1975’te resmen çalışmaya başladı. Amacı: İslam Hukukunun ilkeleri çerçevesinde üye ülkelerin ve üye olmayan ülkelerdeki Müslüman toplumların ekonomik kalkınmasını ve sosyal ilerlemesini sağlamak. Üyelik şartları: İKÖ üyesi olmak, bankanın sermayesi içindeki kendi payını ödemek ve İKB yöneticiler heyetinin ortaya koyduğu koşulları kabul etmek. Kompozisyonu: Her bir üye devlet bir yönetici ve yardımcısını atar. Her üye devlet 500 temel oya sahiptir. Her bir pay için de bir oy hakkı verilmektedir. Bütün konularda çoğunluk oyu geçerlidir. Bankanın bütün yetkileri yöneticiler kurulu tarafından kullanılmaktadır.

43

Page 44: Bulten - 2007

22. KONFERANS Son Gelişmeler Çerçevesinde ABD’nin Yeni Orta Doğu Stratejisi

Doç. Dr. Nasuh USLUKırıkkale Üniversitesi, İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü

Merkezimizin bu haftaki konuğu Nasuh Uslu, konuşmasını iki bölüm halinde sundu. Sonunda dinleyicilerin sorularıyla ve yorumlarıyla katkıda bulunduğu konuşmanın içeriği şu şekilde idi:

1- Ülkesini Düşünen Bir Amerikalının Orta Doğuya Yönelik ABD Davranışının Nasıl Olması Gerektiği Konusunda Sahip Olması Beklenen Düşünceler

ABD için en kritik bölge, Süveyş Kanalından Çin’in Sincan bölgesine, Kuzey Kazakistan’dan Afganistan’ın güneyine kadar uzanan bölge. ABD’nin, İslam dünyasıyla çatışma içine girebileceği ve Avrupa Birliği ile yol ayrımına gelebileceği bölge burası. ABD’nin Müslümanların yaşadığı bu bölgeye global değil, bölgesel temelde yaklaşması gerekiyor. Bölgenin problemlerini dini değil, siyasi çerçevede değerlendirmesi de dikkat etmesi gereken bir husus. ABD’ye yönelik düşmanlıkların arkasında dini olmaktan çok siyasi nedenler var. ABD’nin, karşılaştığı tehdidin siyasi yönünü görememesi kendisi açısından ciddi bir handikap oluşturuyor.

ABD’nin temel meselesi, söz konusu bölgeyi pasifize etmesi, çatışma unsurlarından arındırması. Bölge hem her açıdan adaletsizliklerin yoksunlukların olduğu bir bölge, hem de dünyanın en zengin enerji kaynaklarına sahip olan bölge. ABD, bölgeyi kendi haline bırakamaz. Bırakırsa bölgesel sorunlar dünyaya yayılarak siyasi istikrarsızlık patlamalarına neden olur. Bölge petrolüne ulaşamamak dünya ekonomisini sıkıntıya sokar. ABD’nin işi zor. Hem bölge etnik, kültürel, dini nefretlerin yatağı, hem de ABD bölgede gerçek müttefiklere sahip değil.

Bölgenin sorunlarıyla uğraşmada yardım alabileceği devletler, Türkiye, Rusya, Hindistan ve İsrail. Hepsinin bölgede birlikte hareket etme bakımından bölgeyle, kendileriyle alakalı sıkıntıları var. Tek uygun ortak Avrupa Birliği. Siyasi, askeri, ekonomik imkanlara sahip. Temel soru, AB’nin sonuna kadar ABD ile işbirliği yapmaya kararlı olup olmadığı. AB, ABD’nin peşine takılamaz. Tanım, strateji ve uygulama birlikte kararlaştırılırsa ABD’nin yanında yer alabilir.

ABD ile AB’nin bölgede öncelikli olarak gerçekleştirmek durumunda oldukları şeyler şunlar: 1- Arap-İsrail çatışmasının çözümlenmesi. 2- İran Körfezinden Orta Asya’ya uzanan enerji kaynaklarıyla zengin bölgedeki stratejik dengeyi dönüştürmek. 3- Terörizmle ve kitle imha silahlarının yayılmasıyla mücadelede bölgesel devletlerle düzenlemeler yapmak.

İsrail-Filistin sorununun adil çözümü, Arapların ve Müslümanların ABD düşmanlığını azaltmak, onlarla normal ilişkiler içine girmek için şart. ABD ile İsrail’in Filistin ile Orta Doğuda kendi çözümlerini dayatmaları, AB’yi ABD’den uzaklaştırıyor. AB, Orta Doğuda ABD’nin peşinden gitmek istemiyor. Uzun süredir bu alanı ABD’ye terk etmiş durumda. Yeniden müdahil olmak istiyor. Çünkü bölge gelişmeleri doğrudan kendini etkiliyor. Şu anki gidiş ABD-AB arasında Orta Doğu nedeniyle çatlağın gittikçe genişlemesi yönünde. İsrail-Filistin sorununun çözümlenmesinde ektili olabilecek aktörler sadece ABD ve AB. Birlikte hareket ederlerse durum değişir. Ortaya çıkarılması gereken barış anlaşmalarının ana hatları konusunda uluslararası bir görüş

44

Page 45: Bulten - 2007

birliği mevcut. 1967 sınırları çerçevesinde başkentleri Kudüs olan iki devlet, barışın temel şartı.

İkinci aşamada yapılacaklar: 1- Orta Doğu halklarının demokratikleştirilmesi (dışarıdan empoze, üstten inme şeklinde olamayacak). 2- Irak’ın istikrarlı hale getirilmesi. Saddam rejiminin yıkılması birçok problem doğurdu. Bundan sonra onlarla uğraşmak çok zor. 3- İran’ın yeniden sisteme dahil edilmesi. Askeri müdahale, derin tarihsel, kültürel mirasa sahip bilinçli 70 milyon İranlıyı ABD’nin karşısında diker. İran ve Irak’la aynı anda uğraşan ABD’nin karşısına güçlü bir blok çıkar. İran, demokratikleşmede Türkiye’nin yolunu takip edebilecek en uygun devlet. ABD’nin İran’ın güvenlik endişelerini dikkate alması gerekiyor. ABD ile AB’nin ortak hareket etmesiyle İran ve Irak’ın normalleştirilmesi, enerji bölgesindeki stratejik denklemi dönüştürecek. Birçok işbirliği olanaklarının yolunu açacak.

Son aşama, terörizm ve kitle imha silahları konusunda bölgesel düzenlemeler. İlk ikisi yapılınca terörizme destek azalacak. Kitle imha silahları konusundaki düzenleme, bölge devletlerini işin içine çekmeye, uluslararası örgütler çerçevesinde garantiler sağlamaya bağlı.

2- ABD’nin Uygulamada YaptıklarıAmerikalıların Soğuk Savaş sonrasında bir tehdide ihtiyaçları vardı, onu buldular:

İslam, Müslümanlar, Müslüman ülkeler ve Müslüman gruplar. Bütün dünyayı işbirliğine çağırdılar. Tehdidi tanımlamayı ve onunla mücadele metodunu tekellerine alıp Müslümanlara yönelik bir müdahaleciliğe yöneldiler. İsrail yanlılarının süreçte yoğun rol almaları, Müslümanları, kendilerine yönelik bir saldırı kampanyası başlatıldığını düşünmeye itti.

ABD yönetimi yeni dönemde olayların siyasi yönünü ört bas ediyor. ABD karşıtı eyleme girişenleri siyasi motivasyonu olmayan, insanlık dışı, sadece Batı medeniyetinden, değerlerinden nefret eden şeytani varlıklar olarak görüyor. ABD, siyasi yönle yüzleşmeyi göze alamıyor. Olayların arkasında kendisinin Orta Doğu politikalarının olduğunu görmek istemiyor. Filistin konusundaki tavrı da bunun göstergesi. Olaylarla Filistin konusu arasında bağlantı kurulmasına tamamen karşı.

ABD yönetimi ve kamuoyu, gittikçe İslam ve Müslüman karşıtı hale geliyor. Terörizm üretme potansiyeline sahip geri bir dinin mensuplarının Batı uygarlığına saldırdığı vurgusu açıkça yapılıyor. Yapılan yorumlar hep İslam’ı ve Müslümanları küçük düşürücü nitelikte. Irkçılık derecesine varan İslam’ı yerici yorumlar Amerikalılar arasında oldukça yaygın. Bilimsel alanda bile İslam’la, Müslümanlarla, Orta Doğuyla ilgili çalışma yapılması, bu tür çalışmalara fon sağlanması istenmiyor.

Amerikalıların mantığına göre, olayları gerçekleştirenler haklı siyasi nedenlere sahip değilse, olayların ortaya çıkışında İslam’ın ve Müslümanların doğrudan sorumluluğu varsa o zaman yapılması gereken, iflah olmayacak gruplara ve rejimlere hiç düşünmeden müdahale etmek. Bu düşüncenin sonucu, yeni Amerikan müdahaleciliği ve önleyici müdahale doktrini, yani tehdidin, tehdit haline gelmeden önce vurulması. Asıl niyet, dünya üzerinde Amerikan hegemonyasını kurmak, başkalarının gücünün ABD’nin gücünü yakalamasını engellemek, enerji kaynakları üzerinde stratejik kontrol kurmak ve fırsat doğmuşken Orta Doğuyu yeniden şekillendirmek. Afganistan ve Irak müdahalelerinin arkasında bunlar var.

Müdahaleciliğin barışçıl ayağı ise demokrasi empoze etmek. Amerikalılar, şimdiye kadar Orta Doğuda demokrasi konusunda hassasiyet göstermediklerini, güvenlik

45

Page 46: Bulten - 2007

çıkarları çerçevesinde baskıcı rejimleri desteklediklerini ve böylece terörizm üreten bir bataklığın ortaya çıkmasına neden olduklarını düşünüyorlar. Şimdi bataklığı kurutmak için ileri özgürlük stratejisiyle bölgenin demokratikleştirilmesi gerektiğini iddia ediyorlar. Onlara göre, demokratik dönüşüm çalışmaları, sorunları kaynağında kurutacak ve Orta Doğu kaynaklı diktatörlük-radikalizm döngüsünü kıracak.

Amerikalıların demokratikleştirme çerçevesinde görmedikleri, görmek istemedikleri, samimi olmadıklarını gösteren şeyler: 1- Amerikan müdahaleciliği halkları ve rejimleri ürkütüyor. 2- Terörizmin temel nedeni, demokratikleşme eksikliği değil. 3- Demokratik barış teorisi çerçevesinde Orta Doğuda gerçek demokrasiler ortaya çıkarmak mümkün değil. 4- ABD, yumuşak güç unsurlarını ciddiye almıyor. 5- Demokrasi götürülmek istenen halklar, ABD girişimini yeni sömürgeci bir girişim olarak görüyorlar. 6- Demokrasinin yeşereceği uygun bir ortamın oluşması için ABD ekonomik, sosyal, kültürel alanlarda Orta Doğuya yeterince fon aktarmıyor. 7- ABD yönetimi tedrici demokratikleşme öngörüyor. Daha doğrusu bazıları üzerinde fazla baskı uygularken bazılarına hiç tepki vermiyor. Değişik nedenlerle demokratik olmayan rejimlerle işbirliği yapıyor, onları destekliyor. 8- Demokratikleşmenin ABD ve İsrail’in çıkarların zarar verme olasılığı yüksek. Serbest seçimler ABD, İsrail karşıtlarını iktidara getirecek. 9- ABD halkın istediği gerçek demokrasiye izin verecek gibi gözükmüyor, kendi kontrolü altında, kendisine yakın kesimlerin işbaşında olduğu demokratik yönetimler öngörüyor. Başka bölgelerde uyguladığı demokrasi türlerinin pek de halkın faydasına olmadığı ispatlanmış durumda. 10-Demokratikleşmede pilot olarak düşündüğü Afganistan ve Irak’ta başarılı sonuçlara ulaşamadı.

Müslümanları en çok korkutan yön, yeni ABD stratejisinde, Orta Doğuya yönelişinde İsrail’in, İsrail yanlılarının belirleyici olması. Filistin sorununda ABD’nin İsrail’i tamamen serbest bırakması bunun bir göstergesi. Irak’a saldırı kararı alınmasında Yahudi lobisinin önemli rolü oldu. İsrail yanlıları, Amerikan yönetiminde belirleyici konumda. İsrail’in Orta Doğuda daha güvenli hale gelmesi için ABD yönetimine belli şeyler yaptırtıyorlar. Kitle imha silahları konusundaki Amerikan tavrı da İsrail’i rahatlatma adına belli devletlerin gücünü ortadan kaldırmaya yönelik. ABD, nükleer silahlanma alanında herkese aynı baskıyı uygulamıyor. İran’ı bilinçli şekilde çevreliyor. İran, bağımsız bir devlet olarak bu çevrelenmeye tepki vermek durumunda kalıyor. Bu arada İsrail’in nükleer kapasitesi hiç gündeme getirilmiyor. Amerikalılar samimi iseler Müslümanlara karşı daha yapıcı bir tavır içine girerek bölge çapında kapsamlı bir çözüm için çaba göstermeliler.

46

Page 47: Bulten - 2007

47

Page 48: Bulten - 2007

23. KONFERANS Türkiye’de Terör Mücadelesi

Doç. Dr. İhsan BAL USAK Başkanı

Merkezimizin bu haftaki konuğu güvenlik uzmanı Polis Akademisi öğretim üyesi sayın İhsan Bal, oldukça hareketli ve ilgi çekici bir sunum yaptı. Dinleyicilerin de aktif şekilde katıldıkları konferans sırasında öne çıkan bazı yorumlar şunlardı:

Terörist, bir amaca ulaşmak için gayri insani bir şekilde sivillere karşı eylem yapan kişidir. Türkiye, terörle mücadelenin sadece operasyon boyutuyla ilgili olmuştur. Fikri boyutuyla ilgilenmemiştir.

Sorun, devletin korunma mantığından kaynaklanıyor. Türkiye’nin yaşadığı bazı sorunlar vardır. Bazı gruplar bunu istismar etmek, kullanmak için silaha sarılmışlardır.

Türkiye, kendisini terör sorununa yoğunlaştırdıkça tüm diğer önemli konuları ikinci plana, üçüncü plana atıyor.

İngiltere’ye karşı IRA tarafından terörist saldırı gerçekleştirildiğinde Başbakan Thatcher “bunu dostlarımızla (ABD ve İrlanda ile) ciddi olarak görüşeceğiz” diyor.

Masaya oturduğunuz kişiyi hafife alamazsınız. “Detayı bilmeyen komplo üretir”. Türkiye, Dağlıca saldırısında çok doğru hareket etti. AB ilk defa terör konusunda

Türkiye’ye arka çıktı. Türkiye’nin İngiltere, ABD ve bölge ülkeleriyle diplomatik teması çok yerinde olmuştur.

Terörle mücadelede başarı öldürülen terörist sayısı ile ölçülmez. Terörle Mücadele Yüksek Kurulunun açıklaması: iç ekonomik tedbirler

arttırılmalı. Demokratikleşme terörü azdırır yargısı yanlıştır. Ordular teröristi bitiremez. Operasyon sınırlı ve etkin kuvvetlerle yapılmalıdır. Nokta merkezli operasyon

olmalıdır. Türkiye halkının sağduyusu ABD ve İngiltere halkınınki ile kıyaslanamaz.

48

Page 49: Bulten - 2007

24. KONFERANSAmerika İzlenimleri

Doç. Dr. Metin ToprakBDDK

BDDK Başkanı Danışmanı Doç. Dr. Metin Toprak, ABD’ye yönelik gerçekleştirdiği akademik çalışma, bilgi ve tecrübe edinme ziyareti sonrasında Merkezimizde yaptığı konuşmada izlenimlerini bizlerle paylaştı. Sıcak bir ortamda sohbet havasında geçen toplantıda Metin Toprak Bey’in yaptığı konuşmadan derlediğimiz bazı bilgi ve yorumları aşağıda sunuyoruz:

George Town Üniversitesi, Washington D.C.’de özel bir üniversite. 1789’da kurulmuş.

Yakındoğu’nun finansal problemleri ile ilgili olarak çalışma yaptım. Üniversitede bölümler, merkezler, enstitüler var. Enstitüler üniversite

bünyesinde. 5 milyon dolara kurulabiliyor. İİBF’leri Türkiye’den çok farklı, çok çeşitli. Türkiye’de çok standart. Hep aynı

bölümler. Washington’da sivil toplum örgütlerinin şubeleri var. En marjinal grupların da

merkezleri var. Lezbiyen vakıfları vb. Bush’la birlikte devlet sektörü çok güçlendi. Washington’da telefon dinlemede 40 bin kişi çalışıyor. Cumhuriyetçilerde beyaz Amerikalılar daha çok. Devletin gerçek sahipleri sanki

Cumhuriyetçiler. Cumhuriyetçiler ve Demokratlar iki ana yönelim. Liberteryenler de var.

Demokratlar Bush’un her şeyine karşılar. Demokratların %35’i 11 Eylül’e bilerek katkı sağlandığına inanıyorlar.

Nancy Perosi Kongre başkanı seçilince parlamentoda Demokratlar inisiyatifi ele aldı. Cumhuriyetçiler seçimi yeniden kazanırsa sürpriz olmaz.

Liberal Parti çok küçük bir parti. Sam amca her şeyi kontrol ediyor. Cumhuriyetçiler sivil kuruluşlara daha fazla önem veriyor. Devlet-toplum ayırımı, devlet-din ayırımı. Adam harcama geleneği yok. Herkesten yararlanmak istiyorlar. Emekli olanlar

sivil dernek ve vakıflarda çalışıyorlar. Sivil toplum güçlü. Amerikalılar Fransız kültürüne hayran. Sarkozy Bush’a çok medfun gözüküyor. Politik amacı olmayan tüm kuruluşlara yapılan bağışlar vergiden düşülüyor. Bu

kuruluşlarda çalışanların maaşları devlet memurlarınkine yakın. Ateizm yaygın. Evlilik dışı çocuk oranı giderek artıyor. İslam düşman olarak çok fonksiyonel. Kendi kimliklerini korumak için önemli. Güvenlik tedbiri demek, teröre karşı tedbir almak demek. Güvenlik tedbirleri çok

abartılı. 14 milyon illegal işçi var. Devlet sahtekarlıkları biliyor, göz yumuyor. Sigortasız

işçi çalıştırma az değil.

49

Page 50: Bulten - 2007

ABD yeni teknolojilerde motor. Hindistan ABD’nin yazılım işini yapan taşeron merkez.

ABD Osmanlı gibi. Amerikalıyı fazla önemsemiyor. 2 milyon çocuk evde eğitim görüyor. Devletin eğitim sistemin karşılar. Yurt dışından gelen beyin göçü önemli. En çok kullanılan iki kelime bilgi ve para. Türkiye’de standart olanlar tercih ediliyor. ABD’de farklılıklar zenginlik olarak

görülüyor. Demokrasi azınlıkların hakkını korumalı. Üniversiteler çok iddialı. Hocaların üçte biri, öğretmenlerin beşte biri yabancı.

Sistem rasyonel.

50

Page 51: Bulten - 2007

25. KONFERANS Nobel Ödüllü Hintli Şair Tagor ve Onun Nobel Ödülünü Almak İçin İsveç’e

Gerçekleştirdiği SeyahatProf. Dr. Olavi Helimma

Dalarna Üniversitesi/İsveç

İsveçli profesör Olavi Helimma, Türkiye ziyareti sırasında Merkezimizde konuşma yapma nezaketinde bulundu. Bizim için oldukça yabancı olan konusu, dinleyiciler tarafından ilgiyle izlendi. Soru ve yorumlarla konuşma oldukça renkli ve zevkli geçti. Konuşmada tuttuğumuz notlardan bazı anekdotlar aşağıda:

Tagor’un Nobel ödülü çalınır. Yeni kopyası istenir. Calcutta’ya giden Olavi, Hindistan-Bangladeş arasındaki kültürel farklılığın

çatışmaya neden olmaması gerektiğini söyler. Tagor’un şiirinin İslami mistisizm (Sufizm) ile ilişkisi var. Duygusal, ruhsal,

manevi niteliğe sahip. Brahma Samaj örgütüne üyeydi.Tagor’un mesajı: eğitimin önemi. Kültürler arası çatışmaya karşı olması.

Uluslararasıcılık, sınırların insanları sınırlandırmaması, kültürler arası bağlantının açık olması.

Dünyanın gurusu gibi görüldü. Batıda o dönemlerde Doğu mistisizmi çok merak edildiği için Tagor’un Avrupa ziyareti çok heyecan yaratmıştır. Tagor, İsveç’e yaptığı ziyarette Batı kültürünün ruhsuzluğuna işaret etmiştir. Doğu-Batı kültür mukayesesi.

Alman-İngiliz çatışmasında bir köprü oldu.Tagor-Mahatma Gandi karşılaştırması: bilim, eğitim, deprem (Tagor bilimsel

temele dayanarak açıklamaya çalışmıştır).Tagor-Mevlana ilişkisi: Tagor kendini Mevlana’ya yakın buluyor. Tagor, Batılı

anlamda materyalist değil.Tagor’un Hindistan’daki kast sistemi konusundaki düşünceleri Gandi’den farklı.

Kendisi kast sisteminden faydalanan birisiydi. Tagor’un uluslararasıcılığı.İstediği şey, tapınma değil diyalogtu.Edward Said’in Batıyı eleştirmesiyle Tagor’unki arasındaki ilişki.Manevi alanda Batı’daki boşluk. İslam Doğunun Batıya sunduğu ışık olabilir.Orhan Pamuk-Tagor ilişkisi: Doğulu bir şair ya da yazarın Nobel almasının kendi

kültürüne yabancılaşmakla alakası.Nobel ödülüne çok fazla önem veriliyor.Batılıların Tagor’da bulduğu ruhsal ve mistik durum nedir?

51

Page 52: Bulten - 2007

52

Page 53: Bulten - 2007

26. KONFERANS

Ufuk ULUTAŞTürkiye Yahudilerinin Göçleri

Osmanlı İmparatorluğunun göze çarpan en önemli hususiyetlerinden birisi

sınırları içerisinde ve idaresi altında barındırdığı halkların din, dil ve etnik köken

itibariyle büyük bir çeşitlilik teşkil etmesiydi. Bu çeşitliliğin en önemli unsurlarından

birisi ise Yahudi milletiydi. Osmanlı Yahudi milletini, büyük ölçüde 1492 İspanya

Sürgünü ile yüzyıllardır yaşadıkları İber Yarımadasından ayrılmak zorunda bırakılan

Sefarad1 Yahudileri ve az sayıda Eşkenazi2 ve Romaniyot3 Yahudileri teşkil etmekteydi.

Cumhuriyet tarihi boyunca, özellikle erken dönem, Osmanlı’nın sahip olduğu bu çeşitlilik

büyük oranda kaybedilmiş ve kozmopolitlikten homojenliğe doğru bir geçiş yaşanmıştır.

Yüz binlerle ölçülen Osmanlı’daki Yahudi nüfusu, 1927 yılı sayımında 81,400’e, 2000’li

yıllarda ise 10-20 bin civarlarına düşmüştür ve bu sayı azalmaya devam etmektedir. Bu

azalmanın en önemli sebebi önce manda yönetimindeki Filistin’e ve 1948’den sonra

İsrail Devleti’ne yapılan yasal veya yasadışı göçlerdir. Bu göçü tetikleyen ana etkenleri

Siyonizm, erken dönem Türk milliyetçiliği ve İkinci Dünya Savaşı ve Alman Nasyonel

Sosyalist Partisi propaganda faaliyetleri başlıkları altında inceleyelim.

Dini temelli bir hareket olarak başlayan Siyonizm, zamanla sekülerleşip siyasi bir

harekete dönüşmüştür. Bu dönüşümün baş mimarı Theodor Herzl’dir. 1896 yılında

bastığı Der Judenstaat isimli kitabında bir Yahudi devletinin kurulmasının

gerekliliğinden bahsetmiş, Siyonizmi, sadece inananlarının dualarında yaşayan bir ütopya

olmaktan çıkarma yolunda önemli bir adım atmıştır. Kudüs ve havalisinde tekrar

yaşayabilme hayali bir azme dönüşmüş ve Eretz İsrael’e (İsrail Topraklarına) dönüş, bir

diğer ifadeyle geri-göç, Siyonizmin en önemli amaçlarından biri haline gelmiştir.

Dünyanın dört bir yanına yayılmış Yahudilerin İsrail topraklarına göçü aliyah (İbranice

yükselme) diye isimlendirilmiş ve bu göçe büyük dini ve siyasi manalar atfedilmiştir.

Siyonist çalışmalar ilk meyvesini, Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulması

fikrinin ortaya atıldığı 1917 tarihli Balfour Deklerasyonu’yla vermiştir. Özellikle bu

tarihten sonra Siyonist kuruluşlar (Ne’emanei Tsion, Betar, HaHalutz, İrgun Tsinoi

1 İber Yarımadası menşeili Yahudiler.2 Doğu Avrupa menşeili Yahudiler3 Roma ve Bizans Yahudileri

53

Page 54: Bulten - 2007

BaKusta vs.) Osmanlı’da ve ardından Türkiye Cumhuriyeti’nde aktif olmuşlar; Osmanlı

ve Türkiye Yahudileri arasında Siyonist bilincin oluşması ve Filistin topraklarına göçün

gerekliliği (dini ve siyasi) konusunda çalışmalar yapmışlardır. Yasal ve bazen yasadışı

yollarla Filistin’e Yahudi nüfusun taşınmasına ön ayak olmuşlardır. Özellikle fakir kesim

ve iyi eğitimli gençler arasında taraftar bulmuşlardır.

Yahudi göçünü tetikleyen, kimi zaman da hızlandıran, etkenlerden birisi de erken

dönem Türk milliyetçiliği ve milli devlet ve ekonomi teşkil çabalarıdır. Bu atmosferde

Türk Milli Talebe Birliği tarafından gayrimüslimlere, özellikle Yahudilere, karşı

başlatılan Vatandaş Türkçe Konuş (1928) Kampanyası, Soyadı Kanunu (1933), 10 bin

civarında Yahudi’nin evlerini terk etmesine sebep olan ve antisemitik provakasyonun

tavan yaptığı Trakya Olayları (1934), milli ekonomi kurma gayesinin en önemli

tezahurlarından birisi olan Varlık Vergisi (1942), Rumlara karşı başlayan ama Yahudilere

de sıçrayan 6-7 Eylül olayları (1955) Türkiye Yahudilerini göçe iten sebepler arasında

yerlerini almışlardır. Bu Türkleştirme serüveninde Yahudi akademisyen Avram Galante

ve Yazar-Gazeteci Moiz Kohen de çeşitli görevler ifa etmişler, asimilasyon-entegrasyon-

göç tartışmalarına katkıda bulunmuşlardır.

Alman Nasyonel Sosyalist Partisinin yükselişi ve İkinci Dünya Savaşı koşulları

Türkiye Yahudilerinin göçlerine yeni bir boyut eklemiştir. Bu dönem Nazi Partisi tüm

dünyada olduğu gibi Türkiye’de de propaganda faaliyetlerini ve antisemitizm ihracı

çalışmalarını sıklaştırmıştır. Nazi Partisi ve yandaşları, Türkiye’nin en ücra köşelerine

kadar partilerini, dış politikalarını, antisemitik programlarını anlatan broşürler

göndermişler ve kendilerine değişik vesilelerle Türkiye’den taraftarlar bulmaya

çalışmışlardır. Mesela, bu dönemde Hitler’in doğum günü partisine katılan ve basın-yayın

faaliyetlerini sıklaştıran yazar Cevat Rıfat Atilhan, Türk milliyetçiliği ve İslam anlayışını

Yahudi düşmanlığıyla harmanladığı sayısız esere imza atmıştır. (İslam ve Beni İsrail,

Yahudi Casusu Suzi Liberman, Türk Oğlu Düşmanını Tanı vs.)

İkinci Dünya Savaşını müteakiben İsrail Devleti’nin kurulması Türkiye’den

İsrail’e tarihin en büyük göç hareketini oluşturmuş, 1948-1951 yılları arasında 34,547

Yahudi, İsrail’e göç etmiştir. Buna ek olarak Altı Gün Savaşları’ndaki İsrail galibiyeti

özellikle gençler arasında büyük coşkuya sebep olmuş ve yine büyük bir göç dalgasını

tetiklemiştir. Bunlara ek olarak 1960 ve 1980 ihtilalleri öncesindeki siyasi kaos ve

54

Page 55: Bulten - 2007

güvenlik problemleri ve 1971 Muhtırası da göçe iten etkenler olarak karşımıza

çıkmışlardır. Daha çok eğitim ve ayrı kalınan aile fertleriyle buluşma sebepleriyle ve az

da olsa göç devam etmektedir.

55

Page 56: Bulten - 2007

27. KONFERANS Stratejik Medya İlişkileri

İsmail BAYAZİT

Bu haftaki Cuma konferansımızın konuğu İsmail Bayazit Bey’den oldukça güncel ve ilgi çekici bir konuda çok keyifli ve bilgilendirici bir konuşma dinleme fırsatımız oldu. Bayazit Bey’in konuşmasında vurguladığı noktalar arasında aşağıdakiler de bulunmaktaydı.

“Değişim ve iletişim” içinde bulunduğumuz yüzyılı iki kelimeyle özetleyecek sihirli sözcükler… Hangi işte, hangi konumda olursa olsun değişime ve iletişime ayak uyduramayan şirket, yönetici, çalışan ayakta kalamaz.

İletişim, bir insan ilişki sistemi olduğu için; “insanlar arasında mesaj alışverişleriyle bir ortaklık oluşturma” diye, tanımlanabilir.

Bu anlamda iletişim, belirli düşünceler ve tutumlar oluşturmak amacıyla; düşünce, duygu ve bir olay veya duruma ilişkin bilgilerin aktarılması ve paylaşılması sürecidir.

Medya ile ilişkinin temel taşını; bilgi oluşturur. Medyayı hepimiz, başta televizyon ve radyo programları, gazeteler, dergiler, web siteleri olmak üzere çok iyi tanıyoruz.

Bir işi başarıyla yürütebilmeniz; o iş hakkında ne kadar bilgi sahibi olduğunuzla orantılıdır. Karşımızdaki kişi veya kişiler hakkında ne kadar çok bilgi sahibiysek o kadar rahat iletişim kurabiliriz.

Medya ile iyi ilişkiler kurmak için sadece temas halinde olduğumuz süre yeterli değildir.Her ne kadar medya ile olan ilişkilerde kontrol sizin elinizdeymiş gibi gözükse de aleyhine hareket eden bir insanın varlığına karşı da sürekli dikkatli olmalısınız.

Sizinle birlikte çalışan insanların, sınıfını, nezaketini, davranışlarını itimadını ve tutarlılığını umursamazlıktan gelmeyin; çünkü onlarda medya için bir haber malzemesidir. İsmail Bayazit Bey, konuşmasının sonunda stratejik medya ilişkilerinin sunumu ile dinleyicileri daha doğru bir iletişim için, medya kaynaklarını ve bu kaynakların daha doğru yönetilmesi ile ilgili bilgilendirmeye çalıştığını belirtti.

56

Page 57: Bulten - 2007

28. KONFERANS Geçen Yüzyılda Rekabet Politikasının Siyasi Ekonomik Temellerinin Gelişimi

Prof. Ronald COTTERILLConnecticut Üniversitesi, Food Marketing Policy  Merkezi Müdürü

Profesör Cotteril, konuşmasında, ABD, AB, İngiltere, Japonya, Avustralya, Kanada ve Yeni Zelanda’da uygulandığı şekliyle rekabet politikasının entelektüel (ekonomik) temeli olarak görev yapan temel kavramsal fikirler üzerinde yoğunlaştı. Bu çerçevede Cotteril’in öne çıkardığı bazı görüşler şunlardı:

ABD’de şirketlerin birleşmesi politikası, 1990 yılına kadar, iki şirketin bir piyasada birleşmesinden sonra artan çatışma potansiyeli üzerinde daha fazla durmaktaydı. AB’de ise aynı dönemde üzerinde daha fazla durulan konu, tek taraflı olarak fiyatları yükseltebilecek olan güçlü bir firmanın ortaya çıkış olasılığıydı. 1992 yılından beri Atlantik’in her iki tarafındaki birleşmeyle ilgili yetkili otoriteler, olası etkilerin farkındadırlar ve bu etkileri “koordineli etkiler” ve “tek taraflı etkiler” olarak isimlendirmektedirler.

Yine yaklaşık olarak 1990 yılına kadar ABD’de rekabet politikasıyla ilgili temel uygulama organları Federal Hükümet içerisinde bulunmaktaydı (Adalet Bakanlı ve Federal Ticaret Komisyonu). Muhafazakar Ronald Reagan yönetimi (1981-1988) ve gittikçe muhafazakarlaşan Amerikan Yüksek Mahkemesi, piyasaların ve rekabetin hükümet müdahalesiyle sınırlandırılmamış bir şekilde ekonomiyi yönlendirebilmesini sağlamak için bu federal birimlerin kapsamını ve etkinliğini sınırlandırmaya çalıştılar ve gerçekten sınırlandırdılar. Ancak nihai etki, rekabet (anti-tröst) politikasının uygulanmasının sınırlandırılması şeklinde ortaya çıkmadı. Bunun yerine yeni politika uygulayıcılarının ortaya çıkmasına neden olundu. Gerçekten, daha önce sadece 2 tane federal hükümet bürokratik birimi mevcutken, sonrasında rekabet politikasının uygulanmasıyla ilgili olarak bir piyasanın yaratıldığı bile söylenebilir. Söz konusu hükümet birimleri, yaratıcı, entelektüel atış gücüne sahip olmadıkları gibi Amerikan adalet sistemindeki büyük çaplı rekabet politikası davalarına etkin bir şekilde bakabilmek için yeterli mali kaynaklara da sahip değillerdi. Gerçekte büyük Amerikan şirketlerinin büyüklüğü ve gücü, 20. yüzyılın ilk yarısında öngörüldüğü şekilde hükümet birimlerinin anti-tröst düzenlemelerinin gücünü aşmaktaydı. Bizim ekonomi politiğimizin, daha çeşitli ve daha güçlü ekonomi içerisinde düzenleyicilik görevini yerine getiren yeni piyasaların oluşturulmasını sağlayabilmesi için bu basit modelin ötesine geçecek şekilde geliştirilmesi gerekiyordu.

Peki federal hükümet faaliyetleri 1980’lerde tekrar azaltıldığında neler oldu? Eyaletler federal anti-tröst yasalarını uygulamaya başladılar. 1989’da, muhafazakarlaşmış Amerikan Yüksek Mahkemesi, liberal gündemi ve federal hükümetin yetkilerini sınırlandırmak için her eyaletin bunu yapmaya hakkı olduğunu teyit etti. Aynı zamanda belki daha radikal bir gelişme olarak özel baroya (özel avukatlara) “sınıf hareketi” davaları yoluyla anti-tröst uygulamaya katılmaları imkanı tanındı. Eğer bir avukat, bazı tüketicilerin haklarının anti-tröst yasaları tarafından ihlal edildiğini ve bu kişilerin düşük ürün kalitesi gibi zararlarla karşılaştığını düşünürse, o avukat anti-tröst yasaları çerçevesinde tüketiciler adına dava açabilirdi. Rekabet yasalarını ihlal edecek şekilde bu tür satıcılardan alımda bulunan şirketler ve özel firmaların da tüketiciler olduklarını ve bu özel nitelikle uygulama mekanizmasının içine dahil olduklarını görmek

57

Page 58: Bulten - 2007

de önemlidir. Örneğin tüketicilere sigaranın kansere neden olduğunu söylemediği belli oaln sigara şirketlerine karşı büyük çaplı bir dava, bir avukat (Mississippi’de Richard Scruggs) tarafından anti-tröst yasalarının fiyat belirlemeyle ve ticaretin sınırlandırılmasıyla ilgili hükümleri çerçevesinde açılmıştır. Scruggs, davayı kazanmakla kalmamış, 100 milyar doların üzerinde tazminat toplamış ve kendisi için birkaç milyar dolar kazanmıştır.

Görüldüğü gibi, ABD’de rekabet politikasının uygulanması, en yetenekli hukukçuları, sadece kendilerine yüksek ücretler ödeyebilecek büyük şirketlerin yanında değil, fakat aynı zamanda yasaların daha fazla uygulanmasını sağlayacak şekilde davaların öbür tarafında “anti-tröst uygulaması piyasasına” çekerek belli derecede “özelleşmiştir”. Sigara/kanser konusundan devam edilecek olursa, zarar gören tüketiciler (sigara içiciler) adına davalara katılan bir sonraki hukuk takım, birkaç eyaletin bir araya gelerek oluşturdukları ortak anti-tröst girişimidir. Onlar da sigar şirketlerinin sigaranın sağlığa zararları konusunda hileye başvurarak bilgi saklamaları çerçevesinde artan sağlık ve tıbbi harcamalarını karşılamaya yönelik olarak kendilerine milyarlarca dolar tazminat ödenmesini öngören mahkeme kararları elde etmişlerdir. Kargaşaya dahil olan son kurumlar, Amerikan Adalet Bakanlığındaki federal anti-tröst birimleridir. Mahkemeler, onların da geç kaldığını ve daha önceki davaların endüstri dünyasını yeterince cezalandırdığı sonucuna ulaşmışlardır. Bu, federal hükümetin rolünü azaltmaya yönelik muhafazakar nitelikli değişimin, bu tür faaliyetler için bir piyasa oluşturarak ve yetenekli hukukçuların piyasanın heri iki tarafına dahil olmasını sağlayacak şekilde bu piyasayı yeniden yapılandırarak, rekabeti politikası uygulamasını nasıl güçlendirdiğinin önemli bir örneğini oluşturmaktadır.

Cotteril Türkiye ile ilgili olarak ise şu yorumları yaptı: “Türkiye’nin ekonomi politiğiyle ilgili olarak, son seçimlerle ve İslami partinin laik partiye karşı zafer elde etmesiyle ilgili olarak New York Times’ta çıkan yazı dışında çok şey okuma fırsatım olmadı. Tabi Kürt problemini de unutmamak lazım. Karşılaştırmalı ekonomi politik konusundaki bilgim oldukça kısıtlı, bu yüzden sizin ülkenizle ilgili fikriler ortaya koymanızı sağlayacak şekilde konuşmam benim için oldukça zor. Fakat şunu söyleyebilirim, doğrudan siyasi gücün ve hükümet birimlerinin davranışlarının, bir ekonominin ve bir toplumun gelişmesini etkilemesinin değişik yolları bulunmaktadır. Benden, ekonomik teoriye ve bu teorinin anti-tröst (rekabet) politikası alaında dar bir hipoteze (soruya) ampirik uygulanmasına dayalı teknik bir seminer beklemediğinizi umut ediyorum. Bu çerçevede kurumların ve politikanın evrimine döneceğimi belirtmeliyim.”

Cotteril, bu arada sermaye piyasalarının gelişimini, onların şirketlerin kontrolü konusundaki rollerini ve bunların rekabet politikasıyla karşılıklı etkileşimini de tartıştı. Ortaya koyduğu şeyin, kendileri gerçek anlamda global olan, kabul görmüş ekonomik teoriye ve bütün ülkelerce benimsenmiş hukukun üstünlüğüne dayanan etkin sermaye piyasaları tarafından yönlendirilen global ekonominin gelişmesiyle ilgili Anglo-Amerikan vizyonu olduğunu da belirtti. Bir anlamda Birleşmiş Milletler ya da Amerikan hegemonyası tarafından değil, piyasa tarafından yönetilen bir dünyadan bahsediyordu.

58

Page 59: Bulten - 2007

59

Page 60: Bulten - 2007

29. KONFERANS Kafkasya Gerçeğinin Tarihsel Temelleri: Rusya’dan Türkiye’ye Muhaceret (19.

Yüzyıl)Doç. Dr. Hakan KIRIMLI

Bilkent Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü

Merkezimizin bu haftaki konuğu Bilkent Üniversitesinden Hakan Kırımlı Bey’di. Hakan Bey, Rusya’da geçmiş dönemlerde Türklerin başına gelenlerle ilgili oldukça önemli ve ilginç bir konuşma yaptı. Dinleyicilerin soru ve yorumlarıyla zenginleştirdiği konuşmadan çıkardığımız notlardan bazısını aşağıda sunuyoruz.

Tarih bir metodolojidir. Türkiye bir imparatorluktu. Tabiatı icabı kozmopolit bir yapıya sahipti. 14

milyon kilometre karelik bir alana yayılmıştı. Farklı dil, din, kültürler burada yaşamaktaydı.

Geriye çekilme süreciyle birlikte muhaceret başlamıştır. Kendi içinden değil, kendi dışından da muhaceret olmuştur.

1783’de Kırım Hanlığı Rusya tarafından istila edildi. Rusya’nın yayılmacılığı diğerlerinden farklıdır. Emperyalizm-stratejik önem

ilişkisi. İngiltere: Hindistan, Malezya. Hollanda: Endonezya. İki prensip: dili, dini çok önemlidir. Rus yayılmasının diğerlerinden farkı: dile, dine müdahalesidir. Anavatan olarak yayılır. Rus anavatanında kilise olur ve herkes Rusça konuşur. Rusya gittiği yere kalıcı olarak kalmaya gitti.

Rusya hiçbir zaman ırkçı olmadı. İnsanlar dil ve din değişikliği ile Rusya’ya kabul edilirler (aynen Osmanlılarda olduğu gibi).

Malkoçoğlu: Malkoç’un oğlu. Kösemihal: Mikail’in oğlu. Kırım ekzotik bir iklime sahip.

Kırım’ı almak, İstanbul’u almak demek. Sivastopol’un varlık sebebi İstanbul’dur. Karadeniz filosu da İstanbul için kurulmuştur.

Bazı anlaşmalar birçok savaştan daha yıkıcı. Bazı göçler, insan hareketleri de birçok savaştan daha hazin sonuçlar doğurmuştur.

Büyük Petro’un kurduğu (1903) şehri kurmak için 200.000 adam ölmüştür. Rus köleleri ve Türkler.

1856-1865 en büyük göçün olduğu dönem. 1 milyon insan Osmanlı Devletine göç etti. Göçler 19. yüzyıl boyunca devam etti.

1854 yılında Osmanlı Kırım yarımadasına çıktı. Rusya ile savaşa girdi. Osmanlılar bazı yerleri aldı. Ruslar savaşı kaybetti. Bu dönemde Rusya ile devam eden savaşta müttefikler (İngiltere, Fransa, Osmanlı) Şeyh Şamil’e yardım etmemiştir.

Bundan sonra Rusya, sınırlarındaki tüm Müslümanları tehdit olarak görmüş ve sıkıntılı günler başlamıştır.

Sonunda da 1859’da Şamil teslim oldu. 21 Mayıs 1864’te son direnen Adigeler de teslim oldu. Rusya orada yaşayan Müslümanlara iki seçenek bıraktı: ya Hıristiyan olacaksınız ya da Müslüman iseniz Müslüman devlet olan Osmanlı Devletine göç edeceksiniz.

Abazalar hamsi balığı yemezler: dedelerinin etleriyle balıkların beslendiklerini düşündükleri için.

60

Page 61: Bulten - 2007

1850-60’lardaki Rus göçü karşısında Osmanlı İmparatorluğu: 1990’lardaki Türkiye’ye gelen Bulgaristan’dan gelenlerin kabulüyle mukayese edildiğinde (hazırlık bakımından) her şeye rağmen Osmanlı’nın misafirperverliği takdire şayan. Bu insanlar rastgele yerleştirildi. Birçoğu hastalıklıydı (sıtma vs.).

Ceyhan Kırım’dan göçenler tarafından kuruldu. Odessa (Hocabey) şehri (1793’te adı Odessa oldu) Trabzon ve Giresun’dan çok daha Müslümandı.

Kıpçak Türkleri 1859’dan itibaren bugünkü Ukrayna’dan Türkiye’ye göç ettirildi. Anadolu ve Rumeli’de Hıristiyanlar çoğunluktayken bu göçlerle Müslümanlar bu bölgelerde çoğunluk olmaya başladı.

1878’den sonra da Bulgaristan’dan Osmanlı’ya göçler oldu. Göç edenlerin yarısı öldü. Savaşlarda askerlerin yarısı ölüyorsa bu katliam olarak niteleniyor.

Kazan Tatarları entelektüel olarak en belirgin halk. Türklerin Yahudisi denir bunlara, ziraatla uğraşmaları yasaklandığı için.

Kemal Karpat’ın hesaplamalarına göre Kafkasya’dan Türkiye’ye 2 milyon kişi göç etmiştir; Balıkesir, Kütahya, Bilecik ve Bursa’ya (Hüdavendigar Vilayeti).

Karaköy Karay’dan (Yahudilik içinde bir mezhep) gelir. Tevrat kitap, Talmud tefsir. Karaylar Talmud’u tanımaz.

Gürcülerin aslı Hıristiyan. Mingren, Hıristiyan Laz. Modern Osmanlı’nın olabilmesi için Modern Bizans olması gerekir. Obrisit Rus yapmak demektir, Ruslaştırmak değil. Puşkin, zenci, İbrahim’in torunu. Fakat Rusların en büyük şairi oldu. Putin’i var eden güç Rus emperyalizmidir. Rusya enerji ve silaha dayanır.

61

Page 62: Bulten - 2007

30. KONFERANS Türkçülükten İslamcılığa Milli Türk Talebe Birliği

Serkan YORGANCILAR

Merkezimizin bu haftaki konuğu Serkan Yorgancılar, MTTB ile ilgili yaptığı detaylı çalışma sonucunda ulaştığı bilgi ve yorumları bizlerle paylaştı. Yakın siyasi ve toplumsal tarihimizin önemli bir konusu hakkında böylece detaylı bilgi sahibi olduk. Serkan Yorgancılar’ın sunumunda ön plana çıkardığı bazı noktalar şunlardı:

Milli Türk Talebe Birliği, kuruluşu Osmanlı Devleti’nin son yıllarına denk gelen, kapatılmasına yol açan 12 Eylül 1980 hükümet darbesine kadar aralıklarla faaliyetleri birkaç kez durdurulsa da Cumhuriyet tarihi boyunca varlığını sürdüren ilk ve en önemli gençlik örgütlerinden biridir. Erken dönem Türk milliyetçiliğinin ilk gençlik örgütlerinden biri olması nedeniyle de ayrıca önem taşımaktadır. 1960’ların ortalarına kadar ağırlıklı olarak dönem hükümetlerinin politikaları paralelinde milliyetçi çizgisini korumuş, kısa bir süre Türkçü-İslamcı anlayışı savunsa da, 1960’ların sonlarında daha belirgin bir biçimde İslamcı anlayışa yönelmiş ve Türkiye’deki İslami hareketin sonraki yıllarda güçlenmesinde ve bu hareketin kimi politik aktörlerinin yetişmesinde önemli roller üstlenmiştir. 1980 sonrası “milli görüş hareketi” içerisinde ye alan ve bu geleneği izleyenler arasındaki görüş ayrılıkları sonrası kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi içerisinde politika yapan birçok kişi MTTB geleneğinden gelmektedir. Bunlar arasında Recep Tayip Erdoğan ve Abdullah Gül en çok dikkat çeken simalardır.

60 Askeri müdahale sonrası Türkiye şartlarında “ordu millet el ele” kampanyalarıyla başlayan dönem millet yapar kampanyası ile devam edecektir. Bu dönem MTTB, TMTF ile birleşme kararı alır ve faaliyetlerini iki öğrenci teşkilatı beraber yerine getirirler. İki farklı fikir akımını temsil eden öğrenci teşkilatlarındaki beraberlik çok uzun sürmez ve dönem içerisinde bu birliktelik kavgayla sonlanır. İkinci dönem MTTB ise Rasim Cinisli’nin genel başkanlığa seçilmesiyle birlikte başlayan süreci kapsayan ve 1970 döneminde Burhanettin Kayhan’ın genel başkan olmasıyla son bulan dönemi ifade eder. Bu dönem MTTB, milliyetçi/muhafazakar renkleriyle görünür kılınmaktadır. 1965-66 yılları arasında MTTB çizgisinde derin fikir farklılıkları meydana gelecek ve bu değişim milliyetçi/muhafazakar bir bağlamda değerlendirilecektir. Üçüncü dönem MTTB ise Burhanettin Kayhan döneminde eylemleri ve fikirleri ile İslamcı olarak değerlendirilecektir. Bu dönemden kapanış dönemi olan 1980 tarihine kadar MTTB çizgisi İslamcı bir öğrenci teşkilatıdır. Öncelikle kısa bir tartışma sonucunda kendimize, İslamcı tanımları arasında uygun bulduğumuz İslamcılık değerlendirmesi bağlamında yorumlanacaktır.

MTBB ile yakından bağlantılı olan, MTTB’nin 80 öncesi dönemdeki gerginliklerde gösterdiği tepkiyi eleştirerek teşkilattan ayrılan Akıncılar teşkilatı karşılaştırmalı olarak incelenecektir. Hem MTTB’nin hem de Akıncıların bazı fikirleri ayrıntılı olarak incelenecektir.

MTTB’nin yapısı, teşkilatları, müdürlükleri bir misyonu gerçekleştirmek için kurulmuş ve çok önemli faaliyetler yapmıştır. Örneğin Spor Kulübü kendi alanında Spor Kurultayı yaparak, milli spor olan güreşin yeniden genç nesiller arasında yaygınlaşması için çabalamıştır. Eğitim müdürlüğü ise 1970’lerde üniversiteye giriş deneme sınavları yapmıştır. Bu sınavlara ilgi ve katılım o kadar yoğun olmuştur ki sınavın yapıldığı illerde okullar yetmemiştir. Sinema Kulübü tarafından gerçekleştirilen Milli Sinema açık

62

Page 63: Bulten - 2007

oturumu da İslami Sinemanın gelişmesi için bir ilktir. Yücel Çakmaklı başkanlığında gerçekleştirilen açık oturumda solcular tarafından oluşturulan Ulusal Sinema anlayışı karşısında Türk kültürü ve İslami değerleri sinemada yansıtma kararı almıştır. Kapatıldığı 1980 tarihinde ülkenin dört bir yanına yayılmış 400’e yakın şube kurarak inanılmaz bir rekora imza atmıştır. Üniversitelerin bile olmadığı yerlere kadar taşra teşkilatları açmış ve kültür-sanat hayatına büyük katkıları olmuştur.

MTTB tarihi bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti tarihi ile eşdeğer durmaktadır. Çünkü farklı zaman dilimlerinde de olsa tüm siyasal eğilimleri içerisinde barındırmış, sağcı, solcu, İslamcı ve milliyetçilik akımlarının hepsi MTTB içerisinde yer alarak egemenlik mücadelesinde bulunmuşlardır. 65 sonrasında bu mücadeleden İslamcılar galip çıkmış ve MTTB İslamcı gençliğin merkezi olmuştur. İslamcılığın gelişmesinde ve yerleşmesinde çok aktif olarak yer almış, yeni İslamcı kadroların yetiştiği bir odak olmuştur. 1980 darbesinde kapatılmasına rağmen 2006 yılında İsmail Karaman öncülüğünde ulusalcı ve her eğilimi kapsayıcı olma iddiası ile yeniden kurulmuştur.

63

Page 64: Bulten - 2007

64

Page 65: Bulten - 2007

31. KONFERANS Türkiye’nin Enerji Yönetimi

Dr. Mehmet Hamdi YILDIRIM

Bu dönem sonu itibariyle Cuma konferansının son konuğu Enerji Bakanlığı’ndan Dr.Mehmet Hamdi Yıldırım’dı. Konuğumuz Türkiye açısından oldukça önemli olan bir konuda aşağıdaki hususlara işaret etti:

Türkiye’de enerji ve tabi kaynaklar yönetimi bütün dünyada olduğu gibi stratejik bir nitelik taşıdığından ve ayrıca özel öneme sahip olduğundan özgün bir yönetim modeli gerektirmektedir.

Devlet yönetiminin en stratejik konusu konumunda olan enerji, devletin diğer tüm organlarıyla yeknesak bir ilişki gerektirir. Milli menfaat ve fırsatları ve bunlara ilişkin kaynakları en verimli bir şekilde kullanmak ve yerli yerince karar almak yönetimin asli unsurudur. Bu çerçevede gerek teorik, gerekse pratik uygulamalardan kaynaklı “ters piramit” modeli geliştirilmiştir. Bu modelin bir ucunu toplumsal taban, diğer ucunu ise bürokrasi piramidi teşkil eder. Karar alma noktasında iki piramidin orta noktasında yer alan bakan ve yakın çalışma grubu nasıl örgütlenmesi gerekir ki, bu devasa konunun hakkından gelinecek kararlar alınabilsin? Bu sunuşun ana konusunu bu soru teşkil etmiştir.

Toplumun en tabanında yer alan gruplar ile piramidin üstünde yer alan gruplar arasında eşgüdümün temini gerekmektedir. Enerjiyi kullananlar ile enerji sektöründe oyuncu olanlar arasında kurulacak sistemler hayati önem arz etmektedir. Bu demektir ki, toplumda enerji ile ilişkisi olmayan hiçbir grup yoktur. Bu durum kamu hizmetlerinin eşit, verimli ve kaliteli bir biçimde sunulmasını zorunlu kılmakta ve kendine özgü bir yönetim alanı oluşturmaktadır. İkinci önemli alan ise, bu alanda yapılacak faaliyetlerin milli sermaye ve yabancı sermaye arasındaki dengenin, ülke menfaatleri lehine neticelendirecek karar alma mekanizmalarının kurulmasıdır. Milli güvenliği doğrudan ilgilendiren ve enerji güvenliği olarak ele aldığımız bu sorun, uluslar arası çıkarlarımızı ve uluslar arası çıkarları azami derecede ilgilendirmektedir. Bu üçüncü alan ise; uluslararası stratejik devlet kararlarını ilgilendiren en önemli konudur. Enerji yönetimin tüm bu alanları birlikte kapsayan bir modeli gerektirir.

Bir başka açıdan enerji yönetimini ele alacak olursak, ana başlıkları şu şekilde sıralayabiliriz: Elektrik, doğalgaz, su ve sulama, petrol, LPG, NLG, bor, kömür, mermer ve doğal taş, jeotermal, yenilenebilir enerji, HES, rüzgâr, güneş, enerji tarımı, enerji verimliliği, metalik madenler, madencilik aramaları, uluslar arası projeler, enerji koridoru, enerji terminali, BTC, Şahdeniz, NEBUCCO, Yunanistan-İtalya hattı, Mısır-Türkiye hattı, İran doğalgazı, Rus doğalgazı, dağıtım özelleştirmeleri, elektrik üretim özelleştirmeleri, termik santraller, elektrik piyasası, maden piyasası, doğalgaz piyasası, su piyasası, petrol piyasası vs, nükleer enerji, Afşin enerji üretim havzası, Zonguldak taş kömürü havzası, demir-çelik, bakır, krom, alüminyum, altın, gümüş ve diğer metalik madenlerde yatırım ihtiyacı, Marmara rüzgâr enerjisi havzası, hidrojen enerjisi, enerji güvenliği, enerji ve çevre.

Ayrıca enerji yönetimini kurumsal olarak da incelemek mümkündür. Bu bakımdan ele alırsak, başta bakanlık merkez kuruluşları, enerji işleri, petrol işleri, maden işleri, genel müdürlükleri olarak kurumsallaşmıştır. Öte yandan EPDK (Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu); enerji piyasalarının denetimi, düzenlenmesi ve işletilmesi

65

Page 66: Bulten - 2007

konusunda sorumlu olan bir bağımsız kurul hüviyetindedir. Elektrik kurumları ise; TEDAŞ dağıtımdan, TEİAŞ iletimden ve işletimden, EÜAŞ üretimden, TETAŞ ticaretten sorumlu olarak görev yapmaktadırlar. BOTAŞ doğalgaz, TPAO petrol, MTA maden aramaları, TAEK (Türkiye Atom Enerjisi Kurumu) nükleer enerji, TKİ linyit, TTK taş kömürü, ETİ Maden ve BOREN bor madeni konularında çalışmaktadırlar.

Yukarıdaki notlardan anlaşıldığı gibi sunuşun ana konusu, bütün yönleriyle enerji politikalarını yerli yerince ve zamanında geliştirecek ve uygulayacak aynı zamanda insan unsurunu içine alacak bir yönetim modelini ortaya koymaktı. Konuğumuz, sunuş içerisinde etkili ve başarılı sonuçlar elde etmek için pratikten kaynaklanan özgün konular da aktarmıştır.

66

Page 67: Bulten - 2007

İKİNCİ BÖLÜM: SEMİNER ÇALIŞMALARI

Deyim yerindeyse modern bir enstitü gibi çalışan Ankara Düşünce ve Araştırma Merkezi bünyesindeki en önemli faaliyetlerden biri Üniversitelerimizdeki seçkin akademisyen hocalarımızın hafta sonu gerçekleştirdiği seminerlerdir. Bu seminerlerin temel özelliği konuyla ilgili derin analizlerin yapılması ve sürekli öğrenme ve gelişme anlayışının izinde gidilmesidir. Küreselleşme gerçekliği karşısında her geçen gün artan bilgi yoğunluğu artık günümüzde belli bir alanda uzmanlaşmayı bir zorunluluk halini almıştır. Aşırı uzmanlaşma ve ihtisaslaşma parçacı bakışı geliştirmekle birlikte bütüncül bakmayı ihmal etmektedir. Bu durum her ne kadar bilimde ve teknolojide kaliteyi beraberinde getirmiş olsa da insanları hızla entellektüel derinlikten uzaklaştırarak monoton bir hayat yaşamaya itmekte ve sosyal yaşamdaki kaliteyi hızla olumsuz yönde etkilemektedir.Merkezimizde gerçekleştirilen seminer çalışmalarıyla bu gidişata müdahil olmayı misyon edinen ADAM bu konudaki eksiklikleri önemsemekte ve çalışmalarında bu alana önemli bir ağırlık vermektedir. Gerek sosyal ve gerek fen bilimlerindeki lisans ve lisans üstü öğrencilerine okullarında alma imkanı bulamadıkları dersler ADAM’a gönül vermiş akademisyen ve uzmanların katılımı ile değişik boyutlarda ele almakta ve hangi bölümde eğitim görürse görsün akademi, bürokrasi veya iş dünyasına adım atmadan önce öğrencilerin entelektüel bir derinlik kazanmaları amaçlanmaktadır. Deyim yerindeyse Üniversitelerin lisans üstü düzeyindeki dersler ADAM’da isteyen ve katılan tüm seçkin üniversite öğrencilerine ücretsiz olarak sunulmaktadır.Bu bölümde merkezimizde düşünen ve araştıran beyinlere sunulan seminerler ve içerikleri hakkında özet bilgiler bulunmaktadır.

67

Page 68: Bulten - 2007

1.Osmanlı Toplum Yapısı

Doç.Dr.Bülent Arı

Tarihsiz toplumlar talihsiz toplumlardır. Tarih bir toplumun sadece geçmişi değil, aynı zamanda geleceğidir. Çünkü tarih toplumun hafızasıdır. İşte bu gerçeklerden hareketle Osmanlı toplum yapısının anlaşılması bu coğrafyada yaşayan geleceğin beyinleri için önem arz etmektedir. Bu derste salt bir kronolojik olaylar silsilesi anlatmak yerine olaylar Osmanlı müesseslerinin temel yapısı, tarihi değişim ve dönüşümler çerçevesinde ele alınmış; özellikle kanunnameler üzerinde önemli analizler gerçekleştirilmiştir.Dersin en can alıcı noktaları Osmanlı ile diğer ülkelerin devlet yapılarının mukayeseleri; Osmanlı ile diğer devletlerin etkileşimlerinin ele alındığı bölümlerdir.Üniversitelerin sadece tarih bölümlerinde okutulan Osmanlı müesseselerinin tek başına anlamsız oluşundan yola çıkılarak ilgili müesseseler Osmanlının askeri, idari başarıları, imparatorluğun gerilemesi Avrupa ve Dünya kültürleri ile birlikte ele alınmıştır.

68

Page 69: Bulten - 2007

2. Türkiye’nin Yakın TarihiDoç. Dr. Mustafa Çufalı

Osmanlı Devleti’nin tarihteki yerini almasıyla kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi şartlarda kurulduğundan başlamak üzere o dönemden günümüze kadar geçen dönemdeki gelişmelerin analiz edildiği bu seminerde Türk siyasal hayatının temel kırılma noktaları, tek partili hayattan çok partili hayata geçişte Türkiye’de ekonomik, sosyal ve siyasal alanda ortaya çıkan belli başlı değişimler üzerinde durulmakta, geçmişten günümüze iç ve dış dinamiklerin bu değişimdeki etkileri değerlendirilmektedir. Türkiye’nin Yakın Tarihine ilişkin örnek olaylardan hareketle siyasal ve ekonomik yapıya etkileri üzerinde durulmakta, Türkiye’deki kurumsal yapı ile toplumsal yapıdaki değişim de ayrıca incelenmeye çalışılmaktadır.

69

Page 70: Bulten - 2007

3. Tarihteki Büyük Değişim ve Dönüşümlerin Temel DinamikleriDoç.Dr. Mehmet Bulut

İlk çağlardan günümüze doğu ile batı arasındaki iktisadi değişim ve dönüşümde temel rol oynayan etkenler nelerdir? Bu konuda İbni Haldun, Werner Sombart, Karl Marks, Adam Smith, Max Weber, İmmanuel Wallerstein, J.Schumpeter gibi düşünürler bu konularda neler düşünmektedir? Onların teorileri bu değişim ve dönüşümlerin anlaşılmasında bize ne derece ışık tutar? Başta Modern Batı Medeniyeti olmak üzere İslam, Hint, Çin ve diğer coğrafyalar olmak üzere belli coğrafyalarda tarihteki önemli değişim ve dönüşümlerin temel dinamikleri nelerdir? Bu seminerde bu soruların cevapları aranırken ayrıca tüm insanlığın ortak mirası kabul edilebilecek gelişme ve gerçekliklerde rol oynayan etmenler, düşünceler ve toplumların analizi de zaman ölçüsünde gündeme gelmektedir.

70

Page 71: Bulten - 2007

4. Uluslararası Örgütler ve İlişkilerProf. Dr. Ramazan Gözen

Modern devlet ve ülkeler arası ilişkilerde organizasyon ve örgütlerin belirleyici etkisi vardır. Esas itibariyle modern toplum örgütlü toplumdur. Uluslararası ilişkilerde önemli olan belli başlı örgütler nelerdir ve bu örgütler nasıl çalışır? in temelleri, teorik temelde ele alınmaktadır. Modern dünya düzeninin ortaya çıkışı, ABD gibi aktörler ile AB gibi oluşumların Uluslararası ilişkilerde ne gibi role sahip oldukları, bu çerçevede Türkiye’nin önündeki seçenekler analiz edilmektedir.

71

Page 72: Bulten - 2007

5.Medya ve İletişim TeknikleriY.Doç.Dr. Cem Yaşin/Dr.Osman Dur

Modern dünya iletişim dünyasıdır dense yeridir. İletişimin gelişmesiyle sosyal, siyasal, kültürel v.b. alanlardaki gelişmeler de önceki dönemlerle kıyaslanamayacak düzeye ulaşmıştır. Küreselleşme denilen olgunun hızıyla iletişimin hızı arasındaki paralellik göze çarpmaktadır. Bu seminerde iletişim alanındaki gelişmeler incelenirken medyanın etkili olmasındaki temel noktalar analiz edilmekte ve ayrıca modern dünyada kişiler, kurumlar ve toplumlar arası etkili iletişimin ince noktaları üzerinde durulmaktadır. İletişimin uydu, uzay boyutlarındaki teknik boyutu yanında sosyal boyutu da geniş bir çerçeve içinde analize tabi tutulmaktadır.

72

Page 73: Bulten - 2007

6. Sözün Gücü, Söz Söyleme SanatıAv. Hayati İnanç

Bu seminerde, Divan Edebiyatından seçkin örneklere dayanarak söz söylemenin usulü ve üslubu üzerinde durulmaktadır. Fatih, Kanuni gibi şair Sultanların onca iş içinde edebiyat ve şiirle ilgilenme nedenleri ve sonuçlarının müzakere edildiği seminerde temel amaç sözün nasıl daha etkili söylenebileceğinin ortaya konulmasıdır.

73

Page 74: Bulten - 2007

7.Medeniyetler HukukuProf. Dr. Ahmet Bilgin

Roma hukuk alanında insanlık tarihine önemli katkılar sağlamıştır. Modern dünyanın hukuk alanında geldiği noktada Roma yanında doğudan ve batıdan bir çok devlet ve başka toplumların da katkısı olduğu şüphesizdir. İşte bu seminerde insanlık tarihinde hukuk alanında ortaya çıkan gelişmeler yanında farklı medeniyetlerin hukuk anlayışları analiz edilmeye çalışılmaktadır. Farklı medeniyetlerin hukuk anlayışları ve konulara yaklaşımlarının analiz edildiği bu seminer ayrıca hukukun tarihine de ışık tutmaktadır.

74

Page 75: Bulten - 2007

8. Sosyal Bilimlerde Analiz YöntemiDr. Kadir Canatan

Ankara’da bir düşünce ve araştırma okulu sorumluluğunu üstlenmiş olan merkezimizin akademik çalışmalar yapması da temel amaçları arasındadır. Bu çalışmalarla henüz tanışmış olan merkezimiz öğrencilerinin edinmesi gerekli olduğu bilgilerden biride akademik çalışma metodolojisine ait olanlardır. Bu bağlamda sosyal bilimlerde yöntem ve metodoloji dersi, sosyal bilimlerdeki temel yöntemleri ve bu yöntemlerin gerisinde yatan ilkeleri vermek amacıyla sunulmuştur. Bu yöntemler bilgi üretim aşamalarının çıkış noktası olarak alınarak nitel ve nicel olarak farklı boyutlarda ele alınacak çalışmalar öncesinde öğrencilere ciddi bir ön hazırlık sağlamıştır.

75

Page 76: Bulten - 2007

9.Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileriDoç.Dr.Nasuh Uslu

Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte Türkiye’nin konumunda ciddi değişiklikler meydana gelmiştir. Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri, AB karşısındaki konumu, Avrupalılar’ın bir kısmının “Türkiye Avrupalı ama Avrupalı değil”, Türkiye’nin 40 yıldır Avrupa ile devam eden “bütünleşme süreci” gibi konular üzerinde durulmaktadır. Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinde kazanımları ve kayıplarının analiz edildiği bu seminerde ayrıca Türkiye’nin başka alternatiflerinin bulunup bulunmadığı, bu alternatiflerin gerçekçiliği de ayrıca analiz konudur.

76

Page 77: Bulten - 2007

10. İnsan, Tarih ve Hayat Prof.Dr. Ethem Cebecioğlu-Prof.Dr.Mustafa Aşkar

İnsan denen varlığı diğer varlıklardan ayıran temel özellikler nelerdir? Hayatın belli bir gayeye matuf yaşanması, belli ideallerin gerçekleştirilmesinde gerekli olan temel ölçüler neler olabilir? Bu seminerde bu ve benzeri soruların cevaplanmasına çalışılmaktadır.Toplum olarak giderek eksikliğini derinden hissetmeye başladığımız, birbirimize karşı latif ve zarif davranışlar şüphesiz tarihimizdeki yüce şahsiyetlerin hayatlarını yeniden keşifle mümkündür. Bu dersler bu alandaki boşluk en azından fark edilmesi için bir başlangıç özelliği arz etmektedir. ADAM, bilginin hayata yansıması, eskilerin deyişiyle ilim-amel bütünlüğünün sağlanması konusundaki çabalara mütevazı bir başlangıç sağlanması amaçlanmıştır.

77

Page 78: Bulten - 2007

Mesnevi OkumalarıDr.Sevim Yılmaz

UNESCO tarafından “Dünya Mevlana Yılı” olarak ilan edilen dömemde seminerlerimizden biri de Mevlana Okumaları olarak ADAM’da yerini aldı. Bu seminerde Mevlana’nın Mesnevisi’nden alınacak dersler temel kaynaktan izlenerek gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.

78

Page 79: Bulten - 2007

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: AYLIK GÜNDEM ANALİZ

Ankara Düşünce ve Araştırma Merkezinde bir gelenek haline gelen aylık gündem toplantıları her ayın ilk Salı akşamı saat 20.00’de o ayın Türkiye ve dünyada en önemli konu (ların) tartışıldığı aylık gündem toplantılarında aşağıdaki konular müzakere edilmiştir.

Ocak GündemiTürkiye’nin Eğitim ve Kültür PolitikasıYılın ilk gündemi Türkiye’nin kadim meselelerinden biri olan eğitim ve kültüre ilişkin esaslı bir politika olup olmadığı tartışıldı. Katılımcıların önemli bir bölümü Türkiye’nin uzun vadeli eğitim ve kültüre yönelik tutarlı bir politikası olmadığı kanaatinde olduklarını belirttiler. Tutarlı bir eğitim ve kültür politikası için öncelikli meselenin Türkiye’de düşünen beyinlerin asgari müştereklerde uzlaşma sağlamasının önemi üzerinde duruldu.

Şubat GündemiTürkiye’de siyasetin temel sorunları ve Yeni siyaset.Ayın Konuğu: Prof. Dr. Mehmet BekaroğluTürkiye’de 53 partinin mevcut bulunduğu, fakat bu partilerin Türkiye’nin temel meseleleri ve özellikle kimlik meselesine esaslı bir öneri veya çözümleri bulunup bulunmadığı konuları başta olmak üzere Türkiye’nin doğu ve batı arasında tarih ve coğrafyasının önemine bağlı kalarak ne tür roller üslenebileceği konuları tartışıldı. Siyasetteki temel sorunlar, yeni bir siyaset ihtiyacı bulunup bulunmadığı konuları üzerinde duruldu. Ayrıca Türkiye’de bir kısım aydınların Doğu Konferansı Girişimi adı altında yürüttükleri faaliyetlerin anlamı ve önemi konuları tartışıldı.

Mart GündemiKonu: Irak ve OrtadoğuAyın Konuğu: Tarık Hamdi Bey (Irak Elçiliği Müsteşarı)Kerkük’teki durum. Bağdat, Mekke-Medine’den sonra ikinci önemli merkez oldu. Müçtehid imamlar ve tasavvuf büyükleri bu bölgede yaşadı. 1921’de modern Irak kuruldu. Osmanlı milliyetçiliği bölündü; Türk, Arap ve Kürt milliyetçilikleri doğdu. Irak’ta modern dönemde Sünniler azınlık haline geldi. Krallıktan cumhuriyete geçiş yaşandı. Saddam 1978’de Baas partisinin başkan yardımcısı, 1979’da da başkanı oldu. Ambargo 12 yılda Irak’ın altyapısını çökertti. Kuzeyde son 3 yıldır yeni bir durum var. Kürtlere yapılan dış destek söz konusu. Saddam Hüseyin, Irak’taki İslamcıları hedef aldı.Saddam Hüseyin bile 1975’te en güçlü olduğu dönemde Kürt gerillaları ile baş edemedi. Maliki, Cafiri ve Abdül Mehdi referandumu ertelemek istiyor. Tarih tekerrür ediyor. Osmanlı Batı’da genişlemeden sonra Doğu’ya dönmek zorunda kaldı. Türkiye AB sürecine yöneldi, şimdi yeniden Doğu’ya yöneliyor. Türkiye nötr olmalı.

Mayıs Gündemi Konu: Cumhurbaşkanlığı Seçim SüreciAyın Konuğu: Doç. Dr. Vahit BıçakCumhurbaşkanının seçilebilmesi için Meclis’in en az 367 milletvekili ile toplanması gerektiği yönündeki Anayasa Mahkemesinin kararı tartışıldı. Bir kısım katılımcının

79

Page 80: Bulten - 2007

görüşü, kararın hukuki değil, siyasi nitelik taşıdığı ve Anayasanın hem lafzına hem de ruhuna aykırı olduğu yönündeydi. Mahkemenin kararı üzerinde sanal muhtıranın ve CHP lideri Baykal’ın açıklamalarının etkili olduğu da bu çerçevede vurgulanan görüşler arasındaydı. Anayasanın metninden 367 toplantı yeter sayısının açık bir şekilde çıkartılabileceğini belirtenler oldu. Sonuçta herkesin üzerinde anlaştığı nokta, suçlusu kim olursa olsun Türkiye’nin gereksiz bir siyasi krize sürüklendiğiydi.

Haziran Gündemi Konu: Türkiye’nin Siyasal DurumuAyın Konu: Prof. Dr. Naci BostancıToplantıda öne çıkan bazı görüşler şunlar. Siyasette yükseldikçe gerçeklikten kopuş artıyor, kudret duygusu güçleniyor. AKP’nin kutsallığı muhafazakarlıktan kaynaklanıyor. Tayyip Erdoğan’ın konuşmaları Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz’ınkinden çok farklı değil. Farklı olan geçmişi ve karakteridir. CHP’nin kutsallığı laiklik. CHP, modernleşme projesinin ve devletinin sahibi olarak ortaya çıkıyor. MHP, karabudun partisi. AKP’ye oy verenlerin yarısı Avrupa Birliğine karşı. Siyaset değişimi yönetmektir. Hakikat zamanın fonksiyonudur. Kabile toplumunda siyaset halka hizmet saikiyle yapılır. Şef, fedakar kişidir. Siyaset farklılaşmanın olduğu toplumda yapılır. Dört tür siyasetten bahsedilebilir: 1- güç politikası (reel politika), 2- ideal politika, 3- Marksist politika ve 4- dini politika. Seyyid Kutup ve Muhammed Kutup’un siyaset felsefesinin gelenekle ilgisi yok, Batılı paradigma ile ilgili. İran’da Ali Şeraiti tümüyle Batılı bir dil kullanmıştır. Necip Fazıl, kendini Doğu ile Batıyı sentez edecek kişi olarak görmüştür.

Ekim Gündemi Konu: Anayasa TartışmalarıToplantı Başkanı: Prof. Dr. Zühtü ArslanAnayasanın özellikleri: parlamenter, bireyi öne alan, özgürlükçü, sivil, devlet kurumları arasında denge kurucu. Kurucu Meclis. Erdoğan Teziç, 1992 Meclisi. Barolar Birliği. Odalar Birliği. Usul yanlış. Esasa ilişkin: temel korku rejim değişikliği (DSP’nin üzerinde durduğu). ADAM gibi kuruluşların katkısı önemli. Daha sivil ve özgür bir anayasa için seslerini yükseltmeliler. Meclisin inisiyatif alacağı bir sistem olabilir mi? Parlamenter sistemde parlamento ile yürütme birbirinin türevidir.

Kasım Gündemi Konu: Orta Doğu MeselesiBaşbakanın Amerika ziyareti Türkiye’deki beklentileri ne kadar karşıladı? PKK’nın bitirilip siyasallaşma aşamasına geçilmesi yoluna gidebilirlerdi. PKK tasfiye edilecek. Avrupa’daki Türklerin (işçi alt sınıf) Avrupa’yı, Avrupa’daki kamuoyunu etkilemeleri çok zor. Amerika’da bulunan Türkler ise üst sınıf (doktor, akademisyen, tüccar, sanatçı). Onlar da etkisiz, çünkü çok sekülerler (ruhsuzlar). Oktay Sinanoğlu’na göre ABD ve Avrupa’daki Ermeni ve Rum cemaatlerinin etkinlikleri kiliseye bağlı. Üç önemli sınıf: 1- alimler, 2- rasihler, 3- evvelün (fetihten önce Müslüman olanlar: Hz. Ömer, Osman vb.) tarihte bu sınıflar, en etkili sınıflardır. Bunların yokluğu başarısızlığı (davanın başarısızlığını) doğurur. BM’de Yunanistan ABD ile daha az paralel hareket ediyor. Türkiye ABD ile daha çok paralel oy kullanmış. ABD, Orta Doğu’da Kuzey Irak’ı mı,

80

Page 81: Bulten - 2007

Türkiye’yi mi tercih eder. Yoksa ABD’li bir yetkilinin dediği gibi Türkiye oltadaki balık mı? Türkiye’nin bilinçaltında dünya sistemiyle çatışmama önemli bir yere sahip. Türkiye meydan okumaya yönelebilir mi?

81

Page 82: Bulten - 2007

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: PROJE ÇALIŞMALARI

Bu dönemde ADAM İktisat Akademik takımı Türkiye’nin borçlar ve cari açık konusunda önemli bir proje gerçekleştirmiştir. Bu proje kitap olarak basılmış ve kamuoyunun hizmetine sunulmuştur.

ADAM’daki genç beyinler ve üniversite öğrencilerimizin öncülüğünde Sosyal Genç Çevreciler (SOSGENÇEV) adında Yarın İçin Hareket Girişimi grubumuz Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programları Merkezi bünyesinde bir proje başvurusu yapmış ve bu proje Ulusal Ajans tarafından desteklenmesi kararlaştırılmıştır.

Bu dönemdeki en önemli proje girişimlerinden biri de Uluslar arası Bosna Üniversitesi ile ADAM’ın birlikte Sarayova Bosna –Hersek’te gerçekleştirilecek olan Tarihten Günümüze ve Geleceğe Doğu-Batı İlişkileri Konferansının tüm altyapı hazırlık çalışmalarının tamamlanmış olmasıdır.

ADAM’da oluşturulan ihtisas gruplarımızdan en etkin grup ADAM EKONOMİ grubu her ayın ilk Pazar günü düzenli sunuşlarla oturumlarını gerçekleştirmiştir. Diğer ihtisas gruplarının ADAM EKONOMİ grubunun çalışmalarını takdirle izlemekte ve organizasyonları gerçekleştiren ve emeği geçen ADAM dostlarına şükranlarını arz etmektedir.

82

Page 83: Bulten - 2007

BEŞİNCİ BÖLÜM: SANAT VE DİL FAALİYETLERİ

Sanat kursları (ney saatleri) : Çarşamba 18.00-20.00

Tezhip ve Çini Kursları : Pazartesi 10.00-15.00 Cumartesi 15.00-17.00

Dil kursları : Osmanlıca Cuma 17.00-19.00 Cumartesi 15.00-17.00

Spor Saati: Cumartesi: 17.00-19.00

83

Page 84: Bulten - 2007

ALTINCI BÖLÜM: BURSLAR

ADAM esas itibariyle potansiyel beyinler ve omuzları üzerinde sorumlu bir baş taşıyan adamların öncelikle yöntem ve bilgi düzeyinde çok değerli akademisyen ve uzmanlarla bir araya geldiği entelektüel bir ortamdır. Bununla beraber üyeleri ve gönüllülerin maddi destekleri sayesinde kısıtlı düzeyde de olsa belli kriterlere bağlı olarak ihtiyacı olan, özellikle de yurt içinde ve yurt dışında lisans üstü çalışma yapan öğrencilere maddi destekler de sağlamıştır.

YEDİNCİ BÖLÜM: DİĞER FAALİYETLER

1) ADAM’ın bu dönemdeki en önemli faaliyetlerinden biri de bünyesinde oluşturulan Kütüphane’dir. Ülkemizdeki resmi ve sivil kurumlarımızdan talep edilen belli yayınlarla zenginleştirilen kütüphanemiz belli alanlarda (başta tarih ve ekonomi olmak üzere) zengin bir yayın birikimi sağlamış ve araştırmacıların hizmetine sunulmuştur.

2) ADAM’ın geleneksek yıllık kahvaltısı tüm üyeleri ve aileleriyle birlikte Nisan ayında Ankara BOTAŞ.A.Ş. Sosyal tesislerinde gerçekleştirilmiştir.

3) ADAM’ın yıllık geleneksel iftarı da yine tüm üyelerimiz ve aileleriyle birlikte Eylül ayında gerçekleştirilmiştir.

84