70
Demir Küçükaydın Deniz Gezmiş’le İlgili Yazılar Yayınları

Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Bu kitapta Deniz Gezmiş ile ilgili olarak yazdığımız yazıların bir derlemesi bulunmaktadır.

Citation preview

Page 1: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

1

Demir

Küçükaydın

Deniz

Gezmiş’le

İlgili

Yazılar

Yayınları

Page 2: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

2

DDeenniizz GGeezzmmşş’’llee İİllggiillii

YYaazzııllaarr

DDeemmiirr KKüüççüükkaayyddıınn

İİkkiinnccii SSüürrüümm

MMaayyııss 22001144

İİkkiinnccii SSüürrüümm

DDiijjiittaall YYaayyıınnllaarr

İİnnddiirr –– OOkkuu –– OOkkuutt -- ÇÇooğğaalltt –– DDaağğııtt

BBuu kkiittaapp KKööxxüüzz ssiitteessiinniinn ddiijjiittaall yyaayyıınnııddıırr..

KKaarr aammaaccıı oollmmaaddaann,, ookkuummaakk vvee ookkuuttmmaakk iiççiinn,, iinnddiirrmmeekk,, ddiijjiittaall oollaarraakk bbaassmmaakk vvee

ddaağğııttmmaakk sseerrbbeessttttiirr..

AAllıınnttııllaarrddaa kkaayynnaakk ggöösstteerriillmmeessii ddiilleenniirr..

YYaayyıınnllaarrıı

Page 3: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

3

DDeenniizz GGeezzmmiişş’’llee İİllggiillii YYaazzııllaarr

İİççiinnddeekkiilleerr

Derlemeyi Sunuş .................................................................................................................... 4

Deniz’in Son Sözleri ve Bazı Çağrışımlar (7 Mayıs 1998) .................................................... 6

Anlamak, Çözümlemek ve Tartışabilmek (8 Mayıs 1998) .................................................. 12

Bir Yazıdan Bir Bölüm (18 Nisan 1998).............................................................................. 15

Bir Mektuptan Bir Bölüm (26 Ekim 1999) .......................................................................... 17

Bir tartışmadan Bir bölüm (12 Haziran 2001)...................................................................... 19

Deniz Gezmiş ve Kürt Ulusal Hareketi (23 Kasım 2001) .................................................... 23

Kürt Ulusal Hareketi’nin Temel Bir Özelliği ................................................................... 23

Kıvılcımlı’nın Deniz Gezmiş Üzerinden Etkisi ................................................................. 26

Deniz Gezmiş’in Farkı ..................................................................................................... 27

Yol Nasıl Açılmıştı? (6 Mayıs 2010) ................................................................................... 35

“Mini İşgal” Üzerine Değerlendirmelerin Bir Derlemesi .................................................... 39

“Masum değiliz hiçbirimiz” - Taraf/AYÇA ÖRER - Istanbul - 17.05.2008 ..................... 40

Deniz Gezmiş Oya Baydar İçin Ne Yapmıştı? O günleri unuttu mu? .............................. 41

Mini İşgal ......................................................................................................................... 43

Yalçın Yusufoğlu’na Düzeltme Önerileri ......................................................................... 45

Hem 68’li hem Ergenekoncu olmak mümkün mü? ........................................................... 46

Mini İşgal ve Deniz Üzerine Birkaç Not .......................................................................... 48

Kıyıcı’nın Notu ................................................................................................................. 51

Demokratik üniversite istiyoruz!.. .................................................................................... 52

Sosyoloji Bölümü .............................................................................................................. 54

Darbe Kuşaklarına Açık Mektup ...................................................................................... 58

Teori ve Politika ................................................................................................................... 61

Page 4: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

4

DDeerrlleemmeeyyii SSuunnuuşş

Denizlerin avukatı olarak bilinen Halit Çelenk, sanki önceden planlanmış gibi, onların ölüm

yıldönümünden bir gün önce öldü ve bu yıl biraz da bu nedenle özel bir önem kazandı. Her

yerde bu devlet tarafından genç yaşta öldürülen bu arkadaşlarımızla ilgili videolar, müzikler,

resimler vs. dolu. Ama doğru dürüst bir inceleme, bir analiz, sistemli bir ders çıkarma çabası

neredeyse yok.

Aşağıdaki derlemeyi, bir bakıma bu akıntıya karşı bir duruşun varlığını gösterme amacıyla

yapmak gerektiğini hissettim.

Temel amacım bu duygusal, hamasi anmalara bir karşı duruş sergilemektir.

Ama sadece politik kültüre ilişkin bir karşı duruşu da amaçlamıyorum. Denizler, ama

özellikle de Deniz Gezmiş, Burjuvazi (yani liberaller) ve Askeri Bürokratik Oligarşi (yani

ulusalcılar) tarafından sürekli çarpıtılmış bir resimle sunuluyor ve anılıyor. Özellikle

ulusalcılar, Deniz’i bir pop ikonu gibi sunarak, içini boşaltarak, genç kuşağın ona duyduğu

sempatiyi Askeri Bürokratik Oligarşi’nin yedeğine almaya çalışıyorlar. Liberaller de bu

resmin üzerine atlayıp, devrimci gelenekleri lanetlemek için fırsat kolluyorlar.

Son yıllarda buna karşı, iyi kötü bir mücadele de başladı. Ama 1990’lı yılların sonlarında ve

2000’li yılların başlarında o sıralar yeni yeni yayılmaya başlayan İnternet’te bu konuda ilk

yazıları biz yazmaya başlamış ve bir mücadele başlatmıştık.

Bu derlemedeki yazıların çoğu o dönemde ve özellikle ulusalcılardan gelen saldırılara karşı

yazılmış yazılardır.

Ne yazık ki daha başında dikkati çektiğimiz, Genel Kurmay’ın Deniz Gezmiş, Che Guavera,

Hikmet Kıvılcımlı gibi insanları içini boşaltıp ehlileştirerek, gereğinde bir pop ikonu,

gereğinde bir milliyetçi gibi göstererek, genç kuşakları örgütlemede çabası büyük ölçüde

başarıya ulaşmış bulunuyor.

Bu yazıları yayınlamamızın bir nedeni de budur.

*

Deniz Gezmiş, Devrimci Öğrenci Birliği’nde arkadaşım ve yoldaşımdı. Kendisiyle en sıkı ve

yakın ilişkide olduğum dönem ise Deniz’in Filistin’den gelip Siyasal’da gizlenmeye başladığı

günlerde, hatta Ho Şi Ming’i anma toplantısında Filistin’den üzerinde kalan askeri kıyafet ve

botlarla yeni bir Vietnam ve halk savaşı çağrısı yaptığı gün başlar.

Ben İzmir Aliağa’da işçi örgütlenmesindeydim ve dönünce beni çağırmıştı görüşmek üzere.

Ben de atlayıp gitmiştim. O zamanlar benim de temel anlayışım, Vietnam Halkının sırtındaki

yükü azaltmak için yeni bir Vietnam yaratmak ve bunun için de gerilla savaşı aracılığıyla bir

halk savaşı başlatmaktı.

O günler boyunca Taylan Özgür ile birlikte bolca konuşup tartışıyorduk. Niyetimiz bahar

aylarında gerilla savaşına başlamaktı.

Bu sıkı ilişki, Taylan’ın ölümü ve Deniz’in tutuklanmasıyla aksadıysa da, İstanbul’da Cihan

Alptekin ile devam etti.

Page 5: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

5

Daha sonra Deniz çıktığında benim üç arkadaşla birlikte Filistin’e gitmek üzere Hacettepe

Kampüsünden yola çıkacağım ana kadar da sürdü.

Bu birkaç aylık dönem çok kritik bir dönemdir. FKF o dönemde Dev-Genç oldu, Doğu

Perincek’le yollarımız o dönem ayrıldı. Taylan o günlerde öldürüldü. Deniz o dönemde eski

DÖB’lü arkadaşlarının çoğundan ayrı düştü. Devrimcilere yönelik seri cinayetler Taylan’ın

öldürülmesiyle o dönemde başladı.

Benim Filistin’de görüşlerim değişti ve yollarımız ayrıldı. Ama bütün o zamanın devrimcileri

gibi, sevgi, saygı ve güvene dayanan ilişkimiz sürmeye devam etti.

Son kez olduğunu bilmediğimiz ama sanki sezmişçesine birbirimize başarılar dileyerek

vedalaştığımız son karşılaşmamızda sonraki hayatımızda yapacaklarımızı birbirimize anlattık

bir bakıma.

O da dediğini yaptı ben de.

O bir isyan geleneği başlatmak ve bırakmak istiyordu. Bunu başardı.

Ben İşçi Sınıfını örgütleyerek, içinde sabırla çalışarak bir Proletarya Partisi kuruluşuna katkı

sunmayı amaçlıyordum. Şimdilik görünen sonuç: Kesin bir başarısızlık.

Ama artık Partilerin devrim yapamayacağı, tarihte hiçbir devrimin partiler tarafından

yapılmadığı; ancak bir parti bir parti olmaktan çıkıp bir din olduğunda devrim yapacağı gibi

sonuçlara ulaşmış bulunduğumdan, görünüşteki başarısızlığın çok büyük bir teorik ve

metodolojik başarı ile sonuçlandığını düşünüyorum. Bu nedenle artık görevini yapmış

insanların huzurunu duyuyorum ve rahatça ölebilirim diyorum.

Yetmişli yıllarda ve daha sonra, Deniz Gezmiş’e selam verdim diyenlerin geniş örgütler

kurabildiği, Türkiye tarihinin en büyük radikalleşme ve politikleşme; ezilenlerin ilk kez

gerçekten devletin kontrolü dışında ve kendi insiyatifleriyle örgütlendiği dönemde, Dev

Genç’in dar çevreleri dışında Deniz ile yakınlığımız bilinmez kaldı.

Bu dönemde Deniz’den söz etmek bir tür manevi rant sağladığı için Deniz ile ilgili

konuşmadım ve yazmadım. Sadece bir kere Niğde Cezaevi’nde Aydın Çubukçu’nun ve

Ertuğrul’un Deniz’i tanıyan bir arkadaşı olarak benden bir konuşmamı istemeleri üzerine bir

kere konuştum. Yanlış hatırlamıyorsam, Deniz’in kendisini kendisinin anıldığı gibi

anmayacağı üzerine bir konuşmaydı. Aydın da sözü bağlarken Deniz’in yapacağı ya da

isteyeceği gibi bir konuşma yaptığımı söylemişti yanlış hatırlamıyorsam.

Deniz üzerine konuşup yazmaya başlamam aşağıdaki yazılardan görüleceği gibi, dünyada

yaprağın kımıldamadığı, özel savaş rejiminin Türkiye’de iyice yerleştiği, Kürt hareketine

kimsenin destek olmadığı zamanlara rastlar.

Okununca görülecektir ki, burada anlatılan Deniz başka bir Deniz’dir. Ve hamasi ve duygusal

bir yan yoktur. Hep derinliğine analiz ve anlama çabası vardır. Sonuçlar doğru veya başarılı

olmayabilir ama okuldaki matematik öğretmenlerinin dediği gibi “gidiş yolu doğrudur.”

Demir Küçükaydın

06 Mayıs 2011 Cuma

Page 6: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

6

DDeenniizz’’iinn SSoonn SSöözzlleerrii vvee BBaazzıı ÇÇaağğrrıışşıımmllaarr ((77 MMaayyııss 11999988))

12 Mart'ta ölenlerin anısı nasıl canlı tutulabilir?

Onlar hakkında duygu çatlatan yazılar, şiirler yazarak değil. O tecrübelerin analizi ile. Ve

olguları hiç atlamayarak.

Son zamanlarda onların ölümleriyle ilgili bir sürü yazı yollandı ama bunların hiç biri o

deneylerin analizini içermiyor. Sadece duygulara hitap ediyorlar. Ama daha da kötüsü, Kürt

Ulusal kurtuluş Hareketi'ne karşı bir tavrı, Anti-Emperyalist gerekçeli şovenizmi, İlhan

Selçuk gibilerin tavrının sosyalist söylemli; demokratik söylemli verisyonunu savunmanın

aracı yapılıyor.

Onların konumuna düşmeden ve duygusallıklarda boğulmadan o deneylerden

çıkarılabilecekleri tartışmak mümkün olmayacak mı?

Deniz, Yusuf ve İnan'ın konumlarından başlayalım.

Ama bu konumların analizi için bazı olguları, tarihi çarpıtmaları da göstermek gerekiyor.

Deniz'in son sözleri şöyle aktarıldı bir tartışma forumuna:

"YAŞASIN TAM BAGIMSIZ TÜRKİYE !

YAŞASIN İSÇİLER, KÖYLÜLER !

KAHROLSUN EMPERYALİZM ! "

12 Mart döneminde bu son sözler ve mektuplar elden ele daktiloyla çoğaltılmış olarak

dolaşıyordu. Çok iyi hatırlıyorum şimdi, Deniz'in son sözleri içinde Kürt halkı ve Marksizm-

Leninizm de geçiyordu.

Hafızası zayıf bir insanım ama bunu iyi hatırlıyorum. Çünkü bunları okuduktan sonra

birileriyle tartışmıştım. Deniz'in idam sehpasında, mahkemedeki ulusal kurtuluşçu çizgiden

daha farklı, gerçek düşüncelerine uygun bir çizgide konuştuğunu; aslında Türkiye devriminin

üç önemli ayağını ifade ettiğini iddia ediyordum. (Yani Marksizm Leninizm, İşçi Sınıfı ve

Köylülük ile Ezilen Ulus Kürtler) Deniz ölürken diğerlerinden daha farklı bir mesaj verdi diye

tartışmıştım.

Eh Duvar yıkıldı, oradan "Marksizm-Leninizm" çıkarılıp atılabilir. Eh şu “Kürtler” de

çoğunlukla şu "kadın ve çocuk katili"; "Führer" benzeri "Serok" Apo'nun peşinden gittiklerine

göre, "Kürtler" de çıkarılıp atılabilir. Böylece demokratik, bağımsızlıkçı, işçi ve köylüden

yana günün Genelkurmay icazetli sosyalizm anlayışına uygun bir Deniz yaratılabilir.

Bugünkü çizgi bu değil mi? İstediğiniz kadar keskin komünistlik yapabilirsiniz ama şu Kürt

meselesinde sınırı bilin. Deniz de bu sınırın içine çekiliyor.

68'liler Vakfı, (Birisi yollamıştı gene aradım bulamadım, gazetede de çıkmış göremedim)

Samsun'dan Ankara'ya yürüyüş düzenlemiş. Tam ne yazıyordu hatırlamıyorum şimdi ama

haberi okuyunca midem bulandı. Tahmin ediyorum kimler var oralarda. Bugün artık, Kürt

sorunu karşısında İlhan Selçuk ya da CHP çizgisine gelmiş eski DÖB ve FKF üyeleri. Çoğu o

Page 7: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

7

yürüyüşte de vardı. Ben de o yürüyüşteydim çünkü biliyorum. O yürüyüşü başından sonuna

kadar yürüyen tek kişiydim de galiba. O yürüyüşte ilk kez, daha sonra DEV-GENÇ ve DÖB'ü

oluşturacak kadrolar birbirini denemiş, tanımış; İstanbul-Ankara bağlantıları kurulmuştu.

O zamanlar Samsun'dan Ankara'ya yürümenin bir hareketi doğurmak bakımından bir anlamı

vardı. Ama bugün; Kürdistan'da olağanüstü hal ve bir savaş varken; Samsun'dan yola çıkmak,

herhalde Genelkurmay şakşakçılığından başka bir şey olamaz. Bugün Genelkurmay

şakşakçılığı yapmayan namuslu bir insanın Diyarbakır'dan Ankara'ya yürümesi gerekir,

Samsun'dan değil. O zaman uğrayacağı saldırılar ise malumdur.

Ne ilgisi var denecek, Deniz'in son sözleriyle bunun.

Var hem de çok. Deniz'in son sözlerini aktaran belli ki onu başka bir yerden almış. Aldığı yer

ne olabilir? Bu sözler genellikle hep Halit Çelenk'in hazırladığı kitaplarda çıktı. O bu olayın

tek sol şahidiydi. Anlaşılan son baskılarda Deniz'in sözleri değiştirilmiş ve 68'liler vakfının;

çizgisine gelmiş. Kendisi mi yaptı, başkaları mı yaptı bilmiyorum. Ama ortada sinsi bir

tahrifat olduğu belli.

Kalkıp kitaplıktan Halit Çelenk'in hazırladığı Onur Yayınları arasında çıkmış 1987 tarihli

"İdam Gecesi Anıları" adlı kitabı alıyorum. Hazırlayan: Halit Çelenk. Kitabın 84. Sayfasında

Deniz'in son sözleri şöyle aktarılmış:

"Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın ...Yaşasın ...Yaşasın işçiler, köylüler. Kahrolsun

Emperyalizm.” *

Orada bir de yıldız var. “Nedir o yıldız?” diye dip nota bakıyoruz:

"* Deniz Gezmiş'in idam sehpası altında söylediği bu sözleri yayınlayanlar hakkında TCK'nın

141–142. Maddelerine dayanılarak İstanbul 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 977/585 esas sayılı

dosyası ile dava açılmıştır, dava sürmektedir.”

Demek ki, hafızamız bizi yanıltmıyor. O nokta nokta yerlerde “Marksizm-Leninizm” ve

“Kürtler” vardı.

O zaman hiç olmazsa, biraz namuslu olarak nokta nokta koyulmuş ve okuyanın anlayacağı bir

dip not eklenmiş.

Ya şimdikinde, şu Internet tartışma forumlarına yollananda, ne noktalar var ne de dip not.

Bildiğimiz kadarıyla bu arada 141 ve 142 de kalkmıştı. Bu sefer hukuki değil, sosyolojik

yaptırımlar (müeyyideler) devreye girmiş anlaşılan. Ya da şöyle diyelim: Deniz hadım

edilmiş.

*

Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in son sözleri karşılaştırılınca şu görülür: Deniz'in son sözleri

Programatiktir, hamasi değildir, duyguya değil akla hitap eder ve diğerlerinden çizgi olarak

çok daha radikal bir noktadadır. Sosyalist bir temel içinde o günün strateji anlayışını

yansıtmaktadır. Hüseyin ve Yusuf'un son sözleri ise daha duygusal, daha dramatiktir ama bir

program olmaktan çok kendi yaptıklarının gerekçesi ve açıklamasıdır. Çizgileri ise kabaca

anti-emperyalizm olarak belirir. Her ikisi de sosyalist olmasına rağmen, son sözlerinde

Page 8: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

8

sosyalizmden iz yoktur. Deniz'de sosyalizme giden yolda bir aşamayı ifade eden şey onlar

için bir kendi başına bir hedeftir adeta.

Bu bir rastlantı değil aslında. Deniz, bizim kuşak içinde, daha çok küçük yaşta Kıvılcımlı'nın

bir şekilde etkisinden geçmiş (TİP Üsküdar ilçesindeyken, Kıvılcımlı'yı TİP üyeliğine

önermiş ve bu yüzden atılmıştı yanlış hatırlamıyorsam. ) yani sosyalist bir temeli olan

birisiydi. İyi bir eğitimi ve bilgi birikimi vardı ama bunu gösteren biri değildi ve nihayet

Kürdistanlı idi. Faşistler o zamanlar Deniz'in Ermeni olduğunu söylerlerdi. Deniz buna cevap

vermezdi genellikle. (Vermemesinin nedeni Ermeni olması değil, Ermeni olmadığını

söylemenin Ermeni olmayı kötü bir şey olarak görme anlamına geleceğiydi.) Ama kendi

aramızda konuştuğumuzda, Kürt bir tarafı olduğunu söylemişti. Dolayısıyla Deniz bizler

arasında, birkaç Kürt veya Hıristiyan azınlıklardan arkadaş haricinde, ulusal sorun konusunda

en hassas, en uyanık kişilerden biriydi.

68 Üniversite işgallerinde Kürt öğrencilerin durumu ve önemli etkisi üzerine bu güne kadar

ciddi bir inceleme yapılmadı. Ancak, şimdi geriye bakınca, Kürt öğrenci arkadaşlarla ittifakı

sağlayarak ancak o zamanki Bozkurt ve Mücahit takımını üniversitelerden uzaklaştırabilmiş

ve onların terörünün önünü kesebildiğimiz daha açık görülüyor.

Devrimci Öğrenci Birliği'ni göz önüne getiriyorum şimdi. Kalanların çoğu herhalde şimdi

68'liler vakfındadır. Bunlar o zamanlar da Kürt öğrencilere karşı belli belirsiz bir soğukluk,

Kürt sorununa uzaklık içindeydiler. Ama Deniz farklı idi. Beyazıt'tan Aksaray'a inerken

soldaki Diyarbakır yurdu; oraya gidişlerimiz. Oradaki arkadaşların silahlarıyla her zaman

hazır ve nazır yardımımıza gelmeleri. (Bizler çoğu şehir çocuğuyduk ve elimize silah

almamıştık. )

Süleymaniye'nin arkasındaki bir sürü küçük dükkânlar ve orada Kürt milliyetçilerinin gittiği

bir kahve geliyor şimdi aklıma hayal meyal. Deniz'le oralara gidip onlarla konuştuğumuzu

bazı konularda yardımlarını isteyip sağladığımızı hatırlıyorum.

Zaten Kürtler de Deniz'in bu konudaki farklılığının bilincindeydiler ya da bunu seziyorlardı.

Yine belli belirsiz bir sahne geliyor gözlerimin önüne. Diyarbakırlı bir terzi bir arkadaşıyla

gelmişti Deniz'le konuşup tartışmaya. Bu terzi muhtemelen Mehdi Zana idi1. Herhalde bir

rastlantı değildi bu.

Elbet, Alevilerle birlikte Kürtler oluşturuyordu Türk devrimci hareketinin çoğunluğunu. Ama

burada alışılmışın dışında olan, Kürt arkadaşlarla Kürtler olarak ittifak yapılmasıydı. Türk

devrimci hareketinin bir unsuru olarak onların var oluşu durumundan farklıydı bu. Bunu

bilinçli bir politika ile uygulayan Deniz'di ve bu politika sayesinde 1969–70 döneminde yavaş

yavaş önce dengeyi sağlayıp sonra da İstanbul Üniversitesi'ne egemen olabilmiştik.

*

Deniz yazı bırakmadı. Yazamayacağından değil, yazmaya pek değer vermiyordu.“Dergiciler

var, devrimciler var. Biz devrimciyiz" derdi.

1 Yıllar sonra Berlin’de Mehdi Zana ile karşılaştığımda kendisine sordum. Evet, Çınaraltı’nda görüştüğümüz

kendisiymiş.

Page 9: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

9

Diğerlerinden farklı olarak, çok gerçekçiydi. O devrim falan yapmak için bu işlere

girmedi.“Bu memlekette bir isyan geleneği yerleştirmek lazım, bunun için de birilerinin

ortaya atılması gerekiyor.“ mantığıyla yaklaşıyordu.

İlginçtir, Türkiye'de halkın en çok sevdiği insan Deniz olmuştur ama “Deniz'ci” bir hareket

ortaya çıkmamıştır. Çünkü Deniz yazı yazmamıştır. Ama “İnan'cılar” vardır. Çünkü Hüseyin

İnan'ın yazdığı söylenen Türkiye Devriminin Yolu diye bir metin vardır. O metin de aslında

bildiğim kadarıyla Atilla Keskin'in yazdığı bir metindir2.

Bu arada bir not. Hüseyin İnan THKO'nun lideri idi ama “teorisyeni” değildi. Onun lider

olması teorisinden değil, amacı uğruna her şeyi göze alma kararlılığından geliyordu.

*

O zaman bizler için herhangi bir milliyetten olmanın bir önemi yoktu. Ama düşmanımız, yani

devlet bu ayrımı yapıyordu. Böylece bizler için bir anlamı olmamasına rağmen biz istemesek

de bu ayrımı bir şekilde yaşıyorduk.

En ilginci kendi yaşadığım bir olay. Filistin'den dönerken yakalanmıştık. Arkadaşımızın biri

Hıristiyan bir azınlıktandı. Bunun o güne kadar bizler için hiç bir anlamı yoktu. Ama Polis ve

Jandarma'nın elinde olduğumuz saatlerde, bizi dövmeye gelenler biz Türklere bir vuruyor

idiyse, o arkadaşa beş vuruyorlardı.“Ulan bunlar Türk, Onlar komünist de olur anarşist de.

Sana ne oluyor" deyip de vuruyorlardı ona. Hayatımın en büyük aşağılanması buydu belki de:

istemeden belli bir imtiyazı yaşamak.

Aslında, bu imtiyaz birçok şeyi belirledi. Şimdi sosyalist olmak bu imtiyazı ortadan

kaldırırmış gibi konuşanlar, aslında gerçeğin koca bir tahrifatını yapıyorlar.

Örneğin Taylan Özgür geliyor aklıma. Eğer ölmese ve o gün Deniz de yakalanmasa idi gerilla

hareketi belki bir yıl önce 1970 baharında başlayacaktı. Taylan'ın ölümü kadar bizleri

etkileyen başka bir ölüm olmadı denilebilir. Taylan'ın seçilerek öldürülmesi, bizlerin çok dar

çevresinde MİT'in onu Kürt olduğu ve o yaz Barzani'nin oralara gittiği için öldürüldüğü

yorumuna yol açmıştı. Bu yorumda bir gerçek olduğuna ben hala inanıyorum. Taylan da Kürt

sorunu üzerine kafa yormuş ve o yaz Barzani'nin oraya gitmişti bildiğim kadarıyla. O bunu

canıyla ödemişti.

Ya da Cevahir ile Mahir'i ele alalım. İkisi için de Kürt ve Türk olmanın bir önemi yoktu. Ama

MİT için bu fark vardı. Bir rastlantı mıdır Cevahir'in ilk saldırı kurşunuyla öldürülmesi?

Sanmıyorum.

Derler ki, İstanbul polisi Mahir ve Cevahir'in tiplerini bilmiyormuş. Bunları o sırada nezarette

bulunan İlkay ve Necmi Demir'e sormuşlar; onlar da tam zıtlarını tarif etmişler bu nedenle ilk

kurşunda Mahir sanılarak öldürülen Cevahir'miş. Bu yorumu yapanlar bu devleti hiç

tanımıyorlar belli.

Bize bir vururken o Hıristiyan azınlıktan arkadaşımıza beş vuran ayrımcılıktır Cevahir'i de

Taylan'ı da öldüren.

2 Atilla Keskin, 2008 Yılında Berlin’de yapılar “Ala Turca 68” toplantısında bunun ekonomi bölümünü

kendisinin yazdığını ilk kez açık olarak ifade etti.

Page 10: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

10

Bunun için değil mi ki Kıvılcımlı, 12 Mart öncesi Kürt Sorununda görüşünü sorana, yanlış bir

şey söylemekten ise hiç bir şeyi söylememeyi tercih ederek "maçam sıkmıyor" demiştir.

O bununla sıkmadığından ziyade, bu konuda TC'nin nasıl "hassas" olduğunu ifade etmek

istiyordu.

*

Bir de Hüseyin İnan ile ilgili bir şeyler yollandı:

"Hüseyin İnan, THKO' nun teorisyenidir.

THKO' nun adı Deniz Gezmiş ile anılır, ama aslında gerçek teorisyeni Hüseyin İnan' dir.

Bir Kürttür. Ama, milliyetçi değildir ve o zaman Serok( başbuğ) olmadığı için hidayete erememiştir !

Hüseyin İnan devrimcidir.

THKO' nun en gencidir, öldüğünde 23 yasındadır.

İdamı beklediği hücresinde, son ana kadar, Toprak Reformu ile ilgili tasarıyı okur, not alır.

İşte sehpadaki son sözleri.

BEN ŞAHSİ HİÇBİR ÇIKAR GÖZETMEDEN HALKIMIN MUTLULUĞU VE BAĞIMSIZLIĞI İÇİN

SAVAŞTIM.

BU BAYRAĞI BU ANA KADAR ŞEREFLE TAŞIDIM.

BUNDAN SONRA BU BAYRAĞI TÜRK HALKINA EMANET EDİYORUM.

YAŞASIN İŞÇİLER KÖYLÜLER VE YAŞASIN DEVRİMCİLER.

KAHROSUN FAŞİZM ! "

Bugün, Hüseyin'in bu laflarını aktaran bir solcunun, sosyalistin başka şeyler söylemesi,

örneğin Deniz'in söyledikleriyle Hüseyin'in söylediklerini karşılaştırması, Hüseyin'in

söylediklerini eleştirmesi gerekir. Söylediklerinin bugün artık maalesef hiç bir tazeliği

olmadığını, bunun da onun aslında Türk Milliyetçisi özelliğiyle ilgili olduğunu belirtmelidir.

Hüseyin bir Kürt olmasına rağmen, bir Türk kimliği ile ve bir Türk milliyetçisi olarak bu

hareketin içindeydi.

Yukarıda "milliyetçi değildi" deniyor. Hüseyin'in sözleri, tipik bir anti-emperyalist Türk

Milliyetçisi’nin sözlerinden başka nedir ki? Türk milliyetçisi olunca milliyetçi değil de

enternasyonalist mi oluyor? Yukarıdaki yaklaşıma göre öyle.

Ama sorun sadece bu değil. Hüseyin sanki Abdullah Öcalan'ın zıddı bir tip imiş gibi

koyuluyor. Bu da doğru değil. Hüseyin İnan, Abdullah Öcalan'da iyice ortaya çıkan

özelliklerin çoğuna sahip ilk önemli devrimciydi.

Evet, THKO'nun gerçek lideri Hüseyin idi -Teorisyeni değil-. Ama onun bu liderliği nereden

geliyordu? Teorisinden mi? Hayır. Sinan'ın, Deniz'in entelektüel düzeyleri Hüseyin'den

muhakkak ki çok ilerdeydi. Bunlar iyi eğitim görmüş, şehirli, modern burjuva ve küçük

burjuva ailelerin çocuklarıydılar. Humanisttiler. Onları sosyalizme getiren kişisel

ezilmişlikleri değil, ezilenlere duydukları sempati idi.

Page 11: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

11

Ama Hüseyin'i sosyalizme getiren ezilmişliği idi. Alevi ve Kürt olarak ezilmişliği,

dışlanmışlığı. Bir çocuk ve genç olarak yaşadığı binlerce izlenim ve olayın birikimi.

Dolayısıyla Hüseyin'in olaylara yaklaşımı çok farklıydı. Bu farkı şöyle açıklamak mümkün.

Ne Sinan ne de Deniz hiç kimseyi öldürmedi. Örneğin Amerikalıları serbest bıraktılar. Ama

benzer durumlarda Hüseyin olsa idi çok başka davranır ve öldürürdü.

İşte Hüseyin'in Deniz ve Sinan üzerindeki otoritesi bu kararlılığından, onun bu plebiyen

yanından geliyordu. Deniz ve Sinan aslında 68'in gerçek iki kitle lideriydiler ve en parlak iki

kafasını temsil ederler. Ama bu iki kişiyi Hüseyin İnan'ın karşısında mahcup ve el pençe

divan durur durumda görmeyen inanamaz. Hüseyin'i ise dar Dev-Genç kadroları dışında

kimse tanımazdı.

İşte Sinan ve Deniz'in üzerindeki bu otoriteyi yaratan tek özellik; Hüseyin'in bütün plebiyen

hareketlerde görülen özellikleriydi. Amaca varmak için her şeyi yapma kararlılığı. Onlar

bunun kendilerinde olmayan bir özellik olduğunun farkındaydılar ve bu nedenle onun

otoritesini gönüllü olarak kabulleniyorlardı.

Denebilir ki Hüseyin Öcalan'ın ilk prototipidir. O özelliklerin çoğu onda tohum halindedir.

*

Kimileri Devrim'i "temiz" bir şey sanıyorlar.

Hayır, devrim "pis" bir şeydir. O güne kadar Toplum'un en altında kalmış, ezilmiş, insanlıktan

çıkarılmış insanları suyun yüzüne çıkarlar, kendi kaderlerini ele almaya çalışırlar ve bunu o

güne kadar kurbanı oldukları ve tek bildikleri yöntemlerle yaparlar. Onlara ne verilmiştir ki ne

istensin.

12 Eylül öncesinde aynı şeyler olmadı mı? Sonra hep 68'lilerin başka olduğundan söz edildi.

Bu aslında pleplerden korkudur. 68'liler iyi aile çocuğu öğrencilerdi. 70'lerinkiler ise

gecekondu mahallelerinin gençleri, plepler. Aynı mantık bugün Kürt ulusal kurtuluş

hareketine karşı çalışıyor.

Ama devrimlerin yüzeysel bir değerlendirmesidir onda sadece o "pis" olanı görmek. Onda

başka şeyler de vardır görülecek. Örneğin ellerinde silahlarıyla kadınlar. Örneğin Kürtlerin

artık Kürt olduklarını söylemekten utanmamaları. Örneğin büyük Kürt uyanışı ve rönesansı.

“Dünyayı Sarsan On Gün" adlı kitapta bir sahne vardır. Eski bir devrimci, belli ki aydın ve şık

giyimli, bir asker ile tartışmaktadır. Biri "sen çar baban için dua ederken ben devrimcilik

yapıyordum" der. Diğeri, "Vallla ben onu bunu bilmem, burjuvazi var proletarya var.

Birinden olmayan diğerinden yanadır.“ Der. Eski devrimci tekrar "sen de Bolşeviklerden

duyduğunu papağan gibi tekrarlıyorsun" der.

Aşağı yukarı böyle bir sahneydi.

Dünün devrimcileri, davet ettikleri ezilenler sahneye çıkınca, ama biz bunu böyle

istemiyorduk, böyle olmaz diyorlar.

Ve aslında ait oldukları yere gidiyorlar.

07 Mayıs 1998 Perşembe 00: 48

Page 12: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

12

AAnnllaammaakk,, ÇÇöözzüümmlleemmeekk vvee TTaarrttıışşaabbiillmmeekk ((88 MMaayyııss 11999988))

Aradan çeyrek yüzyıldan fazla zaman geçmiş. Bugün ne o dönemin örgütleri, ne de sembol

olmuş kişileri hakkında bir tek bilimsel ölçütlere göre yapılmış, duygusal olmayan bir analiz,

bir monografi, bir biyografi çıktı mı Türkiye'de? Hayır.

Sadece yarım yamalak yapılmış, belki bir araştırmada kaynak olarak kullanılabilecek anılar

veya mahkeme zabıtları falan var. Bunların da, nasıl hazırlandığı ise ayrı bir sorun. Bir

tanesini biliyorum. THKP-C ve Mahir ile ilgili bir kitaptı, saatlerce konuştuk; anlatırken

röportajı yapan "ya evet, bunu biliyorum, başkalarından da duymuştum" gibi şeyler de

söylüyordu. Ama kitabı alıp baktığımda, o röportaj esnasında konuştuklarımızdan hiç bir

şeyin kitapta yer almadığını gördüm3. En azından olgular düzeyinde bile olayların sadık bir

aktarımı yok; var olan ihtiyaçlara göre seçilmesi var. Ama o olguların analizi ve sonuçlar

çıkarılması, genellemeler yapılması, hemen hemen hiç yok.

Türk burjuvazisi Atatürk'e, ya da Müslümanlar Muhammet'e onun hayatına karşı nasıl tavır

içindeyse, Sosyalistler ve devrimciler de kendileri için önemli şehit ve önderleri hakkında

benzer şekilde davranıyorlar. İstediğimiz kadar devrimci ya da sosyalist olalım, doğduğumuz

günden beri bizi şekillendiren kültür ve anlayışlar bir şekilde varlığını sürdürür. İşte "Turhallı

bir hallı"nın tam da yeri burası.

Bir de şu Almanya'yı göz önüne getiriyorum. Herhangi bir kitapçıya gidip, Almanya'nın

Deniz Gezmiş'i sayılabilecek Rudi Duçke, ya da Mahir'i sayılabilecek Andreas Baader veya

Ulricke Meinhof üzerine veya Almanya'nın Dev-Genç'i sayılabilecek SDS üzerine onlarca

monografi, sosyolojik veya psikolojik analiz, anılar bulabilirsiniz. Daha geçenlerde Rudi

Duçke'nin eşi en mahrem yanları bile açıklayan anılarını yayınladı.

Türkiye'de yok böyle bir şey. Her şey bir kutsallık halesi içinde dokunulmaz tabu kılınıyor.

Atatürkçülerin ya da Müslümanların tepkilerinden farkı yok devrimcilerin tepkilerinin de.

Bu geleneği yıkmak gerek. En azından sol kültürün bu gelenekten bir kurtulma çabası gerek.

Bu yöndeki her girişimin önyargılar, tabular duvarına çarpacağı açık olmasına rağmen yine de

denemeye değer.

*

Elbette, bir değerlendirmede ya da tartışmada kimsenin kararlılığından, inancından,

bağlılığından, içten ve samimi olduğundan şüphelenmek ya da bunları tartışmaya açmak söz

konusu değildir. Eğer örneğin, Hüseyin İnan amacı için her şeyi yapma kararlılığındaydı

sözlerim Deniz'in örneğin öyle olmadığı gibi bir anlamda anlaşılıyorsa, ne dediğim hiç

anlaşılmamış demektir. Deniz de öyleydi, herkes öyleydi.

Burada tartışılan başka bir konudur, kararlılık ya da inançlarda samimilik değil. Bu, dünyada

devrimci mücadelenin, ezilenlerin mücadelesinin en can alıcı konularından biridir. O kararlı

ya da samimi olarak bağlı inanç için mücadele ederken kendinize hangi sınırları koyduğunuza

ilişkin bir sorundur.

3 Turan Feyizoğlu ve kitabı kastedilmektedir.

Page 13: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

13

Hüseyin İnan ile Abdullah Öcalan arasında belli bir ilişki kurduk. Bu ya Öcalan'ın

olumlanması ya da Hüseyin'in kötülenmesi olarak anlaşılıyor. Kimse olgular düzeyinde,

insanların yetişme tarzlarının, uğradıkları özgül baskıların onların şekillenmesindeki etkileri;

bu etkilerin sonuçları ve ortaya çıkanın ezilenlerin mücadelesi içindeki konumu gibi sorunları

tartışmak bile istemiyor.

Deniz'in ve Sinan'ın sınıfsal kökenleri ile Hüseyin'in farklılıklarından söz ettik. Bu hemen

onlar arasına nifak sokma olarak algılanıyor. Yazılanların olgu düzeyinde, sonuçlar düzeyinde

tartışılması yok. Bütün her şey politik tavır alışların fonksiyonu olarak ele alınıyor ve öyle bir

değerlendirmeye uğratılıyor.

Ya da Deniz'in son sözlerinde, bazı sözlerin bugün yok edildiğinden söz ettik. Ayrıca, bunu o

alıntıyı post edene karşı kullanmamaya özel bir dikkat da gösterdik. Ola ki bilmiyordur. Bu

sözlerin nasıl bir mekanizmayla değiştirilmiş olabileceğinden de imalı bir varsayım olarak söz

ettik. Bu konuda çıt yok. Ortada bir olgu var. Deniz'in son sözlerinin değişmişliği. Değişmiş

mi değişmemiş mi? Değişmiş ise niçin değişmiş? Bu değişmede bugün Kürdistan'da yürüyen

savaş ve buna karşı azmış Türk milliyetçiliğinin payı var mı yok mu? Tartışan yok. Çıt yok.

Türkiye'de sosyalist hareketin üzerindeki Kemalist etkiden genel olarak herkes söz ediyor ve

mutabık. Ama bunu somutlamaya gelince ölenlere saygısızlık oluyor. Elbette bütün sol gibi

onlar üzerinde de Kemalist ideolojinin muazzam bir etkisi vardı.

Ama o Kemalizm ile bugünkü Kemalizm arasında başka bir fark da vardı. O zamanlar

sosyalistlerin çoğu için o Kemalist söylem, müttefik güçlere yönelik, bir cephe politikası

anlamı taşıyordu, tabiri caiz ise sosyalistlerin gerçek kendi dillerini yansıtmıyordu.

Bir diğer yanıyla da, Kemalizm bugünden farklı olarak yorumlanıyordu. Bu ilk burjuva

muhalefetlerin dinsel biçimler içinde çıkması gibi bir olaydı. Sosyalist hareket veya işçi

hareketi de milliyetçi ve Kemalist formlar içinde ortaya çıkıyordu. THKO'nun davasının

savunmaları ortada. O metinler bugün, kimi özel isimler çıkartılarak ve kimlere ait olduğu

gizlenerek sola bulaşmış genç nesilden birine verilse, ya da kendini sosyalist olarak

tanımlayan bir Kürt'e, onların sosyalistlerden çıkmış olduğunu anlayamaz.

Bütün bunları tartışamayacak mıyız?

Acaba bu kutsallık haleleri bu arkadaşların geleneğini sürdürdüğünü iddia eden hareketlerin

konumları ve çıkarları ile de bir bağlantı içinde değil mi?

Bu soruyu da tartışamayacak mıyız?

Ne olgular ne de o olgulardan çıkarılabilecek genellemeler ve sonuçlar üzerine bir tek söz

yok.

(Gökyüzü4 ise "Kıvırıyorsun" "kariyerist" "marjinal" "kompleksli" gibi, bizim iyi niyetimizi

ve kişiliğimizi hedef alan ithamlarda bulunuyor. Bunlara ne cevap verilebilir ki? Ama teorik

düzeyde, olgular ya da çıkarsamalar düzeyinde her türlü iddiasına cevap verilecektir. Zaman

4 Bu yazının yazıldığı zamanlarda daha sonra “Erguvaniler” adli kitabın yazarı olarak tanınacak olan Tayfun Er,

İnternet forumlarında Gökyüzü adıyla yazılar yazıyar ve Kürt hareketini savunduğumuz için bize karşı

kişilağimize yönelik saldırılarda bulunuyordu.

Page 14: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

14

oldukça ve yeri geldikçe. Aslında okumasını bilen için cevaplar çoktan var. Alıntılar yapılan

iddiaları çürütür zaten. Biraz analiz çabası gerek o kadar. )

*

Ama bu vesileyle yine somut olarak ulusal sorundaki tipik yanlış tavrın örneğini göstermeden

ve değinmeden geçemeyeceğim.

İsimsiz yazar şöyle yazıyor:

"Ben kişisel olarak ” bir Kürt devleti olsun da ister kapitalist ister faşist olsun” anlayışınına

karşıyım.”

Hala o çok basit mesele anlaşılmış değil. Ezen ulustan sosyalistin görevi, Kürt ulusunun faşist

mi, sosyalist mi, kapitalist mi, nasıl olacaksa, ona kendilerinin karar verebileceği koşulları

yaratmaktır. Adamların ortada faşist ya da sosyalist bir devlet kurma özgürlükleri yok. Sizin

göreviniz onu bu özgürlüğü sağlamak ya da onlar bunun için bir mücadeleye girmişler ise ona

destek olmak.

Kızı kendi başına bırakırsan ya davulcuya ya da zurnacıya gider mantığıyla hareket

ediyorsunuz hala. Kime giderse gitsin. Gitsin davulcuyla da yatsın, zurnacıyla da. Belki

sonunda gider kemancıya varır. Bırakın onun ne yapacağına karar vermeyi.

Türklerin bugün Genelkurmay ya da Özel Harp Dairesi tarafından yönetilip yönetilmeme

hakkı ve özgürlüğü var. Bir devletleri olmasaydı bu hakları ve özgürlükleri olmazdı. Kürtlerin

niye olmasın?

Adı üstünde, "Kendi Kaderini Tayin Hakkı". Bırakın kendi kaderlerini kendileri tayin etsinler.

08 Mayıs 1998 Cuma

Page 15: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

15

BBiirr YYaazzııddaann BBiirr BBööllüümm ((1188 NNiissaann 11999988))

1969 Kongresinde, yani FKF'nin adının DEV-Genç olduğu, Atilla Sarp'ın başkan seçildiği

kongrede, benim de içinde bulunduğum, Devrimci Öğrenci Birliği'nden arkadaşlar beni de

önerdiler ve İstanbul Bölge Yürütme Kurulu'na seçildim. Bu öyle ahım şahım bir şey de

değildi. Çünkü o zamanın geleneği ve anlayışı içinde, yönetim organlarına seçilenler ile

gerçek ilişkiler de aynı değildi. Bu sadece Devlet'e karşı, yönetici bir organ gösterme

gereğinden dolayı yapılan zorlama bir işti.

Bu organa seçilmemin nedeni de, daha sonra THKO'yu oluşturacak olan, ölenlerden bugün

adını anabileceğim Deniz ve Cihan'ın da içinde bulunduğu küçük bir arkadaş grubu-

çekirdeğinin Dev-Genç yönetimini kontrol altında bulundurma planının bir parçasıydı. Çünkü

o zamanlar biz, bahar aylarında gerilla savaşını başlatmayı düşünüyorduk. O kış hazırlıkları

yapacak, militanları toplayacak, baharda da yeni bir Vietnam yaratmak üzere dağa çıkacaktık.

Yani 12 Mart ve sonrasında olanı bir yıl önce yapmayı düşünüyorduk.

Bu bağlamda, İstanbul'dan bir sürü Dev-Genç militanının Filistin'e gidip gerilla savaşı

sanatını öğrenmesi için hazırlıklar da yapıyorduk. Ne var ki, evdeki hesap çarşıya uymadı.

Gidecek gruplar arasında ayrılıklar çıktı, Deniz tutuklandı vs..

Ben de, o başlangıçtaki plana bağlı olarak Filistin'e gitmeye karar verdim. Deniz, oraya

gitmemin bir işe yaramayacağını, Türk ordusunun yakın düzen piyade eğitiminden başka bir

şey vermediklerini, gitmememin daha iyi olacağını, ama bu noktadan sonra gitmemi de

anladığını söyledi. Cihan da, kalırsam daha yaralı olacağımı söyledi ama kararıma da bir şey

demedi.

Bunun üzerine, işin hukuki durumu üzerine konuştuk, başıma bir şey gelirse Dev-Genç'in

hukuki bakımdan kötü duruma düşmemesi için, Dev-Genç üyeliği ve organlarından istifa

etmiş sayılmam gerektiği üzerine konuştuk. Ben de bundan sonra, tesadüfen bir araya

geldiğim birkaç arkadaşla, gerilla savaşı öğrenmek üzere Filistin'e gittim. (12 Mart

döneminde, fiilen çok az Dev-Genç yöneticiliği yapmama rağmen, resmen yönetici olmam

dolayısıyla, -aslında istifa etmiştim ama kimse bu bürokratik işleri ciddiye almadığından bir

işlem olmamış. Dolayısıyla resmen yönetici görünüyordum- mahkum oldum ama af

kapsamına girdi. Sadece 5 ay hapis yatmış olduk.)

Ne var ki, orada görüşlerim değişti. Türkiye'de muazzam bir İşçi Sınıfı ve hareketi olduğu, bu

işin çok uzun bir mücadeleyi gerektirdiği, üniversite öğrencileri ortamından kurtulmanın şart

olduğu gibi görüşler edindim. Dönerken, artık, zaten öteden beri içinde bulunduğum işçi

hareketi içinde çalışmak üzere dönüyordum. Yakalandık, yattık çıktık. İstanbul'a gittiğimde,

arkadaşlar, kendilerinden artık çok farklı düşünüyor olduğumu bilmelerine rağmen, tekrar

Dev-Genç Bölge Yürütmesinde çalışmamı önerdiler. Ben de, "öğrenci hareketinden bir şey

çıkmaz, ben işçilerin arasına gidiyorum gene, zaten formel olarak istifa etmiştim" diyerek,

tekrar bir yıl önce de, zaten ilk örgütlenme çalışmalarında başından beri bulunduğum Aliağa

Rafineri inşaatına gittim. Orada, 16 Haziran sonrasında, bütün işçi hareketinin sıkıyönetim

Page 16: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

16

terörü altında bulunduğu dönemde, meşhur Aliağa direnişlerini örgütledik, Necmettin

Giritlioğlu öldü vs..

Bundan sonra benim zaten Dev-Genç'le bir ilişkim olmadı. Ve ayrıca o zamanı yaşayanlar

bilirler, gençlik içinde pek az kişi, üniversitelerin komformist ortamını terk edip işçiler

arasında çalışmaya tüm enerji ve zamanını veren bir yola girdiği için, bütün gruplar, bizim

farklı görüşlerimizi bilmelerine rağmen, bir bakıma onların alanlarıyla da fazla bir

problemimiz olmadığından, bizlere karşı son derece saygılı ve olumlu bir tavır içindeydiler.

12 Mart döneminde de, fabrikalarda çalıştım, işçiler arasında örgütlenme girişimlerinde yer

aldım. Daha sonra TSİP'i kuracak ekibe, onları reformist bulduğum için muhalefet ettim ve

iste orada bir tür tasfiye yaşadım. Ama bunun Dev-Yol ya da Dev-Genç ile ilgisi yok. TSİP

ile ilgili.

Page 17: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

17

BBiirr MMeekkttuuppttaann BBiirr BBööllüümm ((2266 EEkkiimm 11999999))

27 Mayıs ve 68 kuşakları ilişkisi Ankara'daki öğrenci hareketinde pek görülmez. Orada bu

geçiş teorik düzeyde gibidir. İstanbul'da bu geçiş çok açık biçimlerde görülebilir. Ankara'daki

geçisin en tipik temsilcisi ise kanımca Yalçın Küçük'tür. Onun kimi kendine ilişkin

değerlendirmelerinde kanımca bir gerçek payı vardır. Başlangıçta Forum dergisi

çevresindendir ve Ankarada'daki olaylarda da bir yeri var sanırsam. FKF'nin kurucularından.

Sonra TİP. Bir yerde ben Türkiye'nin ilk gerillasıydım diye de yazıyor. Bir anlamda, sembolik

olarak doğru bir yanı vardır. Bunları kaba bir megalomanlık olarak görmemek gerekiyor

kanımca. Böyle bir yanı da olsa bile.

İstanbul'da Kastro Nuri kuşağını Ahmet Gülyüz Ketenci'lerin kuşağı izler (TMTF olayları,

Yön dergileri vs.) Bozkurt (Nuhoğlu) aynı zamanda bu kuşaktandır da. Bu TMTF olayları

sırasında, Mustafa Gürkan gibi Kemalizmden gelen biri, sosyalizme doğru evrilir (belki de

Deniz'in etkisiyle). (Mustafa Gürkan'dan çok bilgi edinebilirsiniz. Yalnız bugün bunların

hepsi Kürt sorunu dolayısıyla geçmişi tahrif ederek anlatacaklar, onu o zaman da onların

şimdiki Kemalizmleri gibiymiş anlatacaklardır. Örneğin Deniz'in son sözlerinden Kürt halkını

ve Marksizm Leninizmi çıkarmaları gibi.) TİP'ten Kıvılcımlı'yı üyeliğe önerdiği için atılan

Deniz de bu TMTF olaylarına katılır. Sanırım Gürkan ve Deniz işbirliği, yani DÖB'ün

çekirdeği buradan çıkar. Yani Deniz ve Gürkan FKF'liler ve Diğer Ankaralılandan farklı

olarak, 28 Nisan'dan beri gelen, CHP'lilikten Yön'çülüğe doğru evrilmiş çizgiyle de

bağlantılıdırlar ve bir anlamda Gürkan da bir geçiş tipidir. Bizler ise, doğrudan TİP'tendik.

Bölgecilikler, CHP'lilikler, YÖN'cü eğilimlere karşı şerbetliydik. Hatta TİP'ten gelmişlik ile

TMTF olaylarından gelmişlik, DÖB içinde farklı karargahlarda oturmayı bile belirliyordu.

(Ben, Cihan, Erim, Selahattin, Deniz vs. Bizler YİS'çi idik. Mustafa Gürkan, Kıyıcı vs. daha

ziyade TMGT'ci idi. Bu fark sonraki evrimlerde de görülür. YİS'ci kadro THKO'nun

çekirdeği olmuştur, ODTÜ'nün yanı sıra.) TMGT'liler Mihriciliğe evrilmişler ve simdi de

68'liler vakfı isimli mason dayanışmasında batı çalışma grubuyla beraber çalışıyorlar. Bizim

DÖB'ün iki karargahı vardı örneğin. TMGT ve YİS. TMGT 27 Mayıs'ta AP'lilerin

kontrolündeki öğrenci derneklerine karşı onları dengelemek için kurulmuş göstermelik bir

örgüttü. Daha sonra 27 Mayısçıların, Yön'cülerin etkisi altına geçmişti. Bu yukarıda saydığım

isimleri orada görebilirdiniz. Başında da yine aynı tayfadan Karadeniz'li Kazım Kolcuoğlu

vardı. (Alp Kuran da bu geçiş tiplerinden sayılabilir. Bedii Kuran'ın oğlu.) TMGT DÖB'ün

hem sağ yanını hem geçmişini sembolize ediyordu. YİS geleceğini. Hatta, öylesine açıktır ki

bu, biz ne zaman, bu Yön'cü taifenin işine gelmeyecek işler yapsak, sosyalist yanımızın

ifadesi olan işler yapsak, radikalleşsek, TMGT'den bir şekilde dışlanırdık. Bunun üzerine

YİS'e sığınırdık. Tabii sonra binlerce öğrenci üzerinde etkili olunca kolay kolay dışlayamaz

oldular.

Yine ihmal edilmemesi gereken bir yan. Devrimci öğrenciler Laleli'deki Diyarbakır yurdu ve

Süleymaniye camiinin oralarda takılan öğrencilerin (Musa Anter'den, belki Yaşar Kaya'lardan

gelen), 27 Mayıs öncesi Kürt kuşağının etrafında kümelenmiş sosyalist eğilimli Kürt

gençlerinin desteğini alabilerek İstanbul Üniversitesi'nden Faşistleri sürebilmişlerdir. Bu

ittifakın kilit ismi Deniz'dir. Yani Sosyalist öğrenciler, 27 Mayıs öncesi bölünmenin devamı

Page 18: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

18

olan Kürt'lerle ittifak yaparak sağcılara üstün gelebilmişlerdir. TMTF DÖB evriminin benzeri

kanımca Kürtler arasında da görülebilir. Kürt tevkifatlarına uğrayan eski kuşak ile DDKO

kuşağı.

Demir

26.10.1999 10:46

Page 19: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

19

BBiirr ttaarrttıışşmmaaddaann BBiirr bbööllüümm ((1122 HHaazziirraann 22000011))

Yazınızdan anladığım kadarıyla, siz 1970'in tartışmalarında takılıp kalmış, o tartışmaları

anlayıp aşamamış bir durumdasınız.

Ben o tartışmalarda yanlış olduğumu düşünmüyorum. Yanlış olan Deniz ve Mahir'ler idi. Bir

programatik ve stratejik sorun tartışıyorduk o zaman. Zaten sonraki olaylar onların öngördüğü

veya koyduğu biçimiyle doğru olmadığını gösterdi. Ne THKO'nun devamı olan örgütler

(Halkın Kurtuluşu ve Emeğin Birliği) “fokoculuk” yaptı; ne de Cephe'nin devamı olan en

büyük hareket (Dev-Yol) Mahir'in "suni denge"yi bozmak için yaptıklarını yapmaya kalktı.

Ebette görüşlerimde bir değişme vardır. 1965-69 arsında TİP'in görüşlerindeydim. 1969-70

yıllarında TİP'in "sosyalist devrim" stratejisi karşısında "demokratik devrim" stratejisini

savunan kantta yer aldım, yani bilinen adıyla "MDD'ci" idim. MDD'ciler içindeki ilk Beyaz

ve Kırmızı Aydınlık bölünmesinde, Beyaz Aydınlığa karşı, İstanbul'da ilk bayrağı açandım.

O sıralar, "halk savaşını" savunduğumdan, inancıma uygun olarak gerilla savaşını öğrenmek

üzere Filistin'e gittim. Ancak gerek orada gördüklerim, gerek daha önceden işçiler arasındaki

faaliyetlerim ve de gerek Marksizm'den öğrendiklerimin etkisiyle, bu savaşın çok uzun bir

mücadele olacağını, önce işçi sınıfının örgütlenmesi ve partisi olmadan bir adım atmanın

mümkün olamayacağını düşündüğüm için, görüşlerim değişti. Döndükten sonra bütünüyle

İşçi Hareketine yöneldim ve Öğrenci Hareketi beni hiç ilgilendirmedi. Öğrencilerle, sadece

onları işçi hareketine çekebilmek için ilişki kurar durumdaydım.

Bu dönemdeki bölünmelerde, Denizler, Regris Desbray'ın "Devrim'de Devrim" kitabına

dayanarak fokoculuğu, Mahirler aynı işin partiyle yapılmasını savunuyorlardı. Onlar için

tartışma mücadele biçimlerine ilişkindi, benim için devrimde güçlerin yer alışına ilişkindi.

Onlar, "İşçi sınıfının ideolojik öncülüğü" diyerek kendilerini, yani özünde üniversitelerde,

öğrenci hareketiyle sosyalist olmuş öğrencileri sınıfın yerine ikame ediyorlardı. “Temel güç

köylülük” diyorlardı. Böylece o muazzam işçi sınıfı devrim stratejisinde yersiz yurtsuz ve

anlamsız kalıyordu. Bu devrimi ciddiye almamak olurdu ve hala da öyledir. Bu tartışmada

ayrıca ayrı diller konuşuyorduk. Bizler bir devrimde güçlerin yer alışını tartışırken o

arkadaşlar, mücadele biçimlerini tartışıyorlardı.

Şimdi, bu tartışmalarda savunduklarımın doğru olduğu kanısındayım bu gün de. Onlar yanlışı

savunuyorlardı. İnsan yanlış bir stratejiyi savunurken kahramanca ölebilir. Arkadaşların

durumu buydu.

Biz o bölünmeleri yaşarken kimse henüz ölmemişti. Onların devrim stratejisi bakımından

yanlış görüşlere dayanan davranışlarının sonradan nasıl yorumlanacağını kimse bilemezdi.

Biri sonradan çıkıp da, "silahlı mücadele provokasyondur" veya daha sonra örneğin

Gürkan'da olduğu gibi "bizler ittihatçıydık" derse öyle olmadığını savunurum. Ama bu onların

yolunu doğru gördüğüm anlamına gelmez. Siz böyle anlıyorsanız yanılıyorsunuz.

Evet, daha sonra yuvarlak hesap 1980'e kadar "doktorcu" idim. Yani işçi sınıfı ve onun partisi

yok ise bir şey olmaz diyen bir insandım. Bu gün de öyle düşünüyorum. Ve hala dünyada bir

Page 20: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

20

işçi sınıfı partisinin programının ne olması gerektiğini tartışıyorum. Bütün yazılarım bu

soruna yöneliktir hala.

1980'e doğru, gerek Üçüncü Enternasyonal'in tasfiyesi, gerek Faşizm'e karşı mücadele

stratejisinin sorunları beni Troçkizm denen, aslında revize edilmemiş Ortodoks Marksizm'den

başka bir şey olmayan akımla tanışmama yol açtı.

1990'lara doğru artık kendime "Troçkist" dememeye başladım, daha doğrusu önceden de

demezdim bir adlandırma olarak ama bu önemli değil. Onu yanlış gördüğümden falan değil,

onun kendini tanımladığı problemlerin bu günün dünyasını anlamayı sağlamayacağından

dolayı.

Bu gün, klasik Marksist geleneğin yanı sıra, bu klasik geleneğin, devrimci ve eleştirel ruhunu

koruyan ve onu geliştirmiş olan, birbirinden bağımsız üç geleneğin (Troçkizm, Eleştirel Teori

veya "Batı Marksizmi" ve Kıvılcımlı'nın teorik katkıları) bir sentezinin, siyah, kadın, ekoloji,

barış hareketi gibi öznelerin problematikleri ve teorik katkılarıyla birlikte geleceğin bir

sosyalist hareketinin yükselişi için, bir teorik baz sağlayabileceğini düşünüyorum ve bu teorik

baza dayanarak aklımın erdiğince sorular sorup cevaplar vermeye çalışıyorum.

Bütün bu evrimimde, sonra gelen aşamam öncekinin olumsuz anlamda bir inkarı değil, onu

içinde taşıyarak aşma olmuştur. Bu evrim bir binayı yıkıp onun yerine başka bir bina kurmaz,

bu evrim bir tepeye tırmanmaya benzer, hareket noktası hep aynıdır ama ufuk genişler ve yeni

problemler ortaya çıkar.

Şimdi Kıvılcımlı'yı da Troçki'yi de Benjamin veya Adorno'yu da Marksizm’in zirveleri olarak

görmeme rağmen kendimi, "Troçkist" veya "Doktorcu" olarak bile tanımlamaz iken, siz çıkıp,

1970'lerin bir bölünmesindeki sorunlarla beni yargılamaya hem de o günün mantığıyla

kalkıyorsunuz. Benzerini Troçkistler ve Doktorcular da yapıyor: her hangi bir yerde Doktor

veya Troçki'yi savunduğumu gördüklerinde. Sanki nedamet getirmişim gibi algılayanlar

oluyor.

Hayır. Öyle bir şey yok. Ben TİP'liliğime de, MDD'ciliğime de ve diğer ayrılıklardaki tavrıma

da sahip çıkıyorum ve onları yanlış görmüyorum, o günün bölünme ve tartışmaları içinde.

Ben o zaman tartışmaları içinde doğru olanı savunduğumu düşünüyorum ve bu tavırlar hep

daha derinliğine bir kavrayışa ve daha üst bir aşamaya da denk düşüyordu.

*

Ben o zamanın kafasıyla da, eleştirdiğim ve yanlış bulduğum bu insanları burjuvaziye karşı

savundum. (1974 Kıvılcım gazetesi). Uğur Mumcu gibiler, Denizler ve Mahirlerin silahlı

hareketlerini silahlı mücadeleyi ilke düzeyinde mahkum etmek ve bir provokasyon gibi

göstermek ve 70'lerin faşistlere karşı öz savunmalarını terörizm gibi göstermek istediklerinde

de onların silahlı mücadelelerini tarihsel anlamı bakımından savundum.

(Örneğin, Uğur Mumcu, CHP hükümetinde Adalet Bakanlığı'nın özel izniyle, ki bu izin

solcuların faşistlere karşı silahlı öz savunma yapmasını engellemek ve bunu yanlış göstermek

için Mumcu'ya verilmişti CHP stratejisinin bir parçası olarak, Niğde'ye geldiğinde, Ertuğrul,

Orhan ve benle röportaj yapmayı planlamıştı. Aklınca, ben fikir suçlusu olduğumdan, benden

silahlı eylemleri mahkum eden ifadeler alacağını sanıyordu. Ama bende aradığını

Page 21: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

21

bulamayınca, röportaj bile yapmaya gerek görmedi, kitabında iki satırla bir de fikir suçundan

şunlar yatıyor diye geçiştirdi. Ertuğrul ve Orhan onun istediği gibi şeyler söylememesine

rağmen, çok meşhur oldukları ve dışarıda binlerce kişi onların ne dediğini merak ettiği için

onlarla yaptı. Ama 12 Mart öncesi tartışmalarda hepsi yukarıda eleştirdiğim stratejileri

savunanlarla, başlangıçta planı olmamasına rağmen, görüşmeler yaptı ve kitabında yer verdi.

Çünkü tam da onun istediklerini söylüyorlardı bir şekilde. )

Ama ben, cephe ve ordu kökenli hareketlerin yarattığı Deniz ve Mahir imgelerine de itibar

etmedim ve bunların da yanlış olduğunu kendi bildiğimce ifade ettim. Bu yüzden hakkımda

öldürme planları da yapıldı. Hatta bana yakın olan bir kişi şişlendi.

Şimdi siz de benzerini yapıyorsunuz. Deniz ve Mahir'lerin isyanı "doktor amcaya” idi falan

diyorsunuz. Peki öyleydi de bizzat kendiniz "kesintisiz 1, 2 doktorun ta kendisidir"

diyorsunuz. Evet öyledir. Peki, o zaman bu nasıl bir isyan oluyor Doktor'un kendisi Doktor'a

karşı?

Hayır, ortada sisteme bir isyan vardı ve bunun nasıl yıkılacağı sorunu tartışılıyordu. Herkes

aynı isyanı duyuyordu. Ben işçiler arasına gittim ve tesadüfen ölmedim diye suçlu mu

hissetmem gerekiyor kendimi. Hayır bayım. Sorunlar bu şekilde tartışılamaz. Siz benim bu

günden yazdığımı söylüyorsunuz. Ama siz o günün atmosferinden mi yazıyorsunuz ki?

Kimsenin isyanından, iyi niyetinden, cesaretinden vs. kuşkulanmak söz konusu edilemez.

Bizzat o insanlar birbirlerine karşı sizin kin dolu ve aşağılayıcı üslubunuzdan çok daha

saygılıydılar. Çünkü onlar çeşitli eylemler içinde birbirlerinin ne olduklarını ve sorunun bu

olmadığını biliyorlardı. Ben şahsen ne Deniz'den ne Cihan'dan sizin yaptığınıza benzer ne bir

ima ne de bir serzeniş gördüm. Aksine, benim hakkımda her hangi bir kişinin sizin şimdi

konuştuğunuz gibi konuşmasına müsaade bile etmezlerdi. Bu bir spekülasyon değildir. Kimse

kimsenin inancından, cesaretinden veya burjuvaziye veya devlete karşı olduğundan kuşku

duymuyordu. Hepimiz çok garip koşullarda birbirimizin korku ve cesaretlerini görmüştük ve

birbirimize karşı bir rol yapmamız söz konusu olamazdı.

*

Niye bunca yıldır sustuğumu söylüyorsunuz? Ne söyleyeyim, artık bu tür ithamlardan

bıktığım niçin şimdi söylemek zorunda kaldığım gibi, o kişilerin ayrı görüşlerimize rağmen

benim yoluma saygılı davrandıklarını hatta teşvik ettiklerini mi yazayım? Bu onların anısının

arkasına sığınıp kendimi haklı gösterme çabası olmaz mı?

Bu güne kadar anlatma gereğini bile görmedim. Örneğin Deniz ile son Taşkışla'nın kantininde

karşılaştık, yollarımızın ayrı olduğunu biliyorduk. Fazla konuşmadık da. Artık bir ikna veya

tartışma değil, girdiğimiz yolların kısa bir özetiydi birbirimize söylediklerimiz. Ben aşağı

yukarı, "bu iş çok sabır ister, milyonlarca insanın, emekçinin eylemi olmadan bu sistem

değiştirilemez. Bu da iğneyle kuyu kazarca uzun ve sabırlı örgütlenme gerektirir" anlamında

şeyler söyledim. O da aşağı yukarı bana "Aslında sen de haklısın ama bu memlekette isyan

geleneği yok, suikast geleneği yok. Biraz İttihat Terakki, Yakup Cemil falan başlamış, orada

kalmış. Birilerinin bunu yerleştirmesi gerekiyor. Ben bunu yapacağım" anlamında sözler

söyledi. El sıkıştık ve vedalaştık.

Page 22: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

22

Veya başka bir olay. 12 Mart arifesi. Boğaz köprüsünde örgütleniyoruz İsmet Demir ile.

Maddi durum berbat. Acele on bin liraya gerek var. THKO'nun banka soygunları yaptığını

kimler olduğunu herkes gibi bildiğimden o sıralar gizlenen ortalıkta görünmeyen Cihan'ı

arıyorum. Mecidiyeköy'de bir evin bodrum katında bir kaç arkadaşıyla bulunduğu yere

götürülüyorum. Paraya olan ihtiyacı söylüyorum. Para ertesi gün hemen bize veriliyor.

Bunları mı anlatayım? Bu son görüşmemizden söz etmem kendimi haklı göstermeye

çalışmamın bir aracı olmaz mı? Cihan'ın adını kullanarak kendime bir itibar sağlamış olmam

mı? Bunlara baş vurmamam mı suç? Anlatabileceklerim de hep böyle şeyler. Böyle şeyleri

anlatmamamın şimdi karşıma bir suç olarak çıkacağını aklıma bile getirmezdim.

*

Kıvılcımlı ve Eşek Arısı hikayesine gelince. Anılarında Kıvılcımlı'nın allegorik olarak

anlattığı son derece doğru ve yerinde bir eleştiridir. Hep yüksekten uçan arı, sonunda gider,

büyük kara örümceğe değil de, küçük bir örümceğe yem olur. Deniz'i bir bekçinin

yakalamasına anıştırma yapar burada.

Biraz tarafsız olarak, askeri bakımdan düşünün Denizlerin eylemini ve yakalanışını. Biraz

analiz edin. Bir yığın en sıradan insanın bile yapmayacağı düşüncesizce yapılmış iş ve hata

doludur. Bırakalım devrim açısından doğru olup olmadığını bir yana. Dağdakilerin durumu da

farklı değildir. Oyun oynamaktadırlar adeta. Eğer Sinanlar ölmese, Deniz'ler asılmasa, bu

eylemlerdeki davranışlarından dolayı en çok kendileri alay ederlerdi her halde. O eylemler,

sonradan bu gün sizin ona yüklediğiniz anlamları kazanmıştır. Yaşanırken dramatik bile

değildiler. Doktor tecrübeli bir devrimci olarak bunu böyle görüyordu. Yaşasalardı onun bu

değerlendirmelerini belki en çok kendileri beğenirdi. Onlarda bir parça humor vardı. Ama

sonra onları bayraklaştıranlarda bu humoru görmek mümkün değil. Onlar gerçeği kutsal

dramatik bir halenin arkasına ittiler.

Siz bile geçen ayak bir sürü öyle şey yazıyorsunuz. Bir örnek:

"Bizim için Denizciliğin ve Mahirciliğin bir tek anlamı vardı: Alacaksın atadan kalma silahı

sıkacaksın Türkiye Cumhuriyeti Devletine! "

İşte efsane yaratıyorsunuz. Deniz Türk devletine silah sıkmadı. Hatta Türk subayına teslim

oldu, anti emperyalist ordu falan diyerekten. Ama buna rağmen de Gürkan'ın yansıttığı veya

onu aktaranın göstermek istediği gibi bir İttihatçılık ya da Kemalistlik de söz konusu değildir.

Olay çok daha karmaşıktır.

Özetle. Burada politika tartışıyoruz ve yapıyoruz. Buradaki bütün tavırların ardında, Kürt

sorunu karşısındaki tavırlar bulunmaktadır. Benim bu günkü tavrımı eleştirecekseniz, bu

günkü tavrımı eleştirin. Otuz yıl öncesinde kalmış tartışmalar bu günkü tavırları açıklayamaz.

2001-06-12

Demir Kücükaydin

Page 23: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

23

DDeenniizz GGeezzmmiişş vvee KKüürrtt UUlluussaall HHaarreekkeettii ((2233 KKaassıımm 22000011))

Kıvılcımlı’nın Ulusal sorunda birbirinden çok farklı hatta çelişikmiş gibi görünen tavırlarını;

bu görünümün ne anlama geldiğini ve nedenlerini ele almadan önce Kıvılcımlı’nın Kürt

Ulusal Hareketi üzerindeki etkilerini ele almaya çalışalım.

Bu etkilerin incelenmesi biraz Arkeologların yaptıkları incelemelere benzeyecektir. Onlar

buldukları bir seramik parçasındaki desenlerden, yapılışından, stilinden onun hangi kültür ve

medeniyetlerin izlerini taşıdığını, böylece çeşitli kültürel bağlantıları açığa çıkarırlar.

Bu tür çalışmalar, küçük ayrıntılar üzerine yoğunlaşmayı gerektirir. O farklılıkların neler

olduğu ve nedenleri üzerine yoğunlaşma olmadan da bu tür etkilerin ortaya çıkarılması ve

anlaşılması olanaksızdır. Bu nedenle bundan sonraki bölümlerde, bu etkilerin bilincine

varılması için bu tür bir yoğunlaşmaya gidilecektir.

Kürt Ulusal Hareketi’nin Temel Bir Özelliği

Kürt ulusal hareketi, bir bütün olarak bir çok siyasi hareket ve örgütlenmelerin cebirsel bir

toplamıdır. Kimi burjuva ve feodal eğilimleri yansıtan hareket ve partilerden, Kemal Burkay

gibi bir tür TKP benzeri reformizme, küçük sol sekter gruplardan PKK’ye kadar uzanan geniş

bir yelpazedir. Kürdistan’daki bütün sınıf ve eğilimler bir şekilde bu ulusal harekette kendi

eğilimlerini de yansıtırlar. Bunlar sadece yatay, sınıfların konumlarından kaynaklanan bir

farklılıklar değildir, aynı zamanda, düşey diyebileceğimiz, zamansal, tarihsel bir farklılıktır

da. Çeşitli siyasi şekillenmeler ilk şekillendikleri dönemin problematiklerini, ideolojik ve

entelektüel iklimini yansıtırlar ve çoğu kez orada taşlaşıp kalmış yaşayan bir fosil gibidirler.

Ne var ki, bu hareketin ezici bir bölümünü PKK temsil eder. Bu öylesine güçlü bir etkidir ki,

farklı sınıflar eğilimlerini PKK karşısında ya da ona rağmen temsil edemeyeceklerini

sezdikleri için, PKK’nın çekirdeğini oluşturduğu hareketin içinde yer alarak etkilerini koruma

ve arttırma yolunu seçmişlerdir. Bu nedenle Türkiye söz konusu olduğunda, Kürt Ulusal

hareketi ile PKK’yı anlamdaş olarak kullanmak, pratik olarak fazla bir soruna yol açmaz.

Bu elbette PKK’nın temsil ettiği temel akımın yekpare bir akım olmadığı anlamına da gelir.

Aslında gerek PKK ve çevresindeki iç mücadeleler son duruşmada, Kürt ulusal hareketi

içindeki farklı sınıflar arasındaki mücadelelerdir ve onların yansımasıdırlar. Bu anlamda

bakıldığında, Kürt Ulusal Hareketi, çok sert ve ciddi iç mücadeleler yaşar. Bütün bu sert

mücadelelere rağmen, ona rengini ve damgasını vuran Abdullah Öcalan olmaya devam

etmektedir. Bu hareket ilk ortaya çıkışındaki bazı özellikleri korumaya devam etmekte ve bu

özellikler sayesinde bu özellikleri pekiştirici özellikler kazanmaktadır.

PKK’nın bir çok özellikleri sıralanabilir. O en modern Kürt hareketidir. En son doğan Kürt

hareketidir. Bütün Kürdistan parçalarında etkili tek harekettir. Kürt yoksullarının hareketidir.

Bir kadın hareketidir. Hiç bir aşirete dayanmayan bir Kürt hareketidir. Etkisi belli bir

mezheple sınırlı olmayan bir laik harekettir. Bu özellikler daha uzatılabilir. Ve bu özellikler

bir iç bütünlüğe de sahiptirler. Yani özellikler birbirlerini üretirler. Yani modern bir hareket

olması, kadınlara ve yoksullara dayanması, laik olması, bir aşirete dayanmaması vs. biri

olmadan diğeri olmayacak özelliklerdir.

Page 24: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

24

Ne var ki, Kürt Ulusal hareketinin, çok temel bir farkı da vardır. O gerek kuruluşunda gerek

sonra içinde Türklerin de yer aldığı ilk ve tek hareket olma özelliğini korumaktadır. Hiç bir

Kürt hareketinin kuruluşunda Türkler yoktur. PKK’nın kuruluşunda ve ilk şehitleri arasında

Türkler vardır. PKK gerillaları arasında daima Türkler de yer almıştır ve PKK komutanları

arasında bir çok Türk asıllı komutan da bulunmaktadır. Daha baştan beri, PKK’nın bütün

diğer Kürt hareketlerinden en temel farklarından biri bu olmuştur ve bu özelliğini hala da

sürdürmektedir. Ve sadece Türkler değil, Kürdistan’daki başka uluslardan insanların da

bulunduğu bir harekettir.

Zaten bu fark anlaşılmadan, Kürt hareketinin İmralı ile yaptığı strateji değişikliğinin anlamı

ve bunun nasıl mümkün olabildiği anlaşılamaz. Kürt Hareketi, İmralı ile bir bakıma sadece

Kürt hareketi olmaktan çıkıp, Türkleri de Kapsayan bir sosyal hareket olmaya doğru bir adım

atmıştı. Öcalan son Urfa davası savunması ve Avrupa İnsan hakları Mahkemesine

savunmasında ise, sadece Kürtlerle ve Türklerle ilgili bir hareket olmaktan çıkıp, Orta Doğu

çapında bir hareket olmaya yönelmektedir. Bütün bu muazzam değişiklikler onun

temelindeki, sadece Kürtlere dayanmayan, kendini ezen ulustan insanları da kapsayan bir

hareket olmasıyla derinden bağlantılıdır.

Bu çok tayin edici bir farklılıktır. Bir İrlanda Kurtuluş hareketinin kurucuları, kahramanları

arasında ya da saflarında bir İngiliz bulamazsınız. Bir Filistin hareketinin kurucuları,

kahramanları ya da önderleri arasında bir tek Yahudi bulamazsınız. Ama Kürt hareketinin

adeta tamamı olan PKK’nın kurucuları, kahramanları ve önderleri arasında Türkler de vardır.

Kürt hareketini biraz yakından gözleyen şunu görür. Kürtler arasında, Türklere karşı son

derece haklı bir kırgınlık ve kızgınlık vardır. Türklerin gösterdikleri ırkçı tavırlar ve

küçümseme; Kürtlerin acıları karşısındaki ilgisizlik ve baskıya gösterdikleri destek... bütün

bunlar geniş Kürt yığınlar arasında Türklere karşı son derece haklı bir kırgınlık ve kızgınlığa

yol açmıştır. Bu öylesine derin bir farklılıktır ki, Türkiye’yi ve Kürdistan’ı bir anda

Yugoslavya’ya çevirebilir. Öcalan’ın Avrupa’ya çıktığı ve Kaçırıldığı sıralar Kürtler ve

Türkler arasındaki bu farklılık çok net olarak görülüyordu.

Ne var ki, Kürt kitleleri arasındaki bu yaygın kırgınlığa rağmen, PKK’nın kadrolarına doğru

yükseldikçe, Öcalan’da zirvesine varan tamamen buna zıt bir eğilim de görülür. Burada da

aksine, bitmek tükenmeksizin Türk ezilenlerine, sosyalistlerine uzatılan bir el, Türk

düşmanlığına karşı sürekli bir mücadele vardır. Kürt Ulusal hareketinin çeperlerinde Türklere

rastlanılmaz, ama yoğun merkezine doğru gidildikçe, yani PKK kadrolarına doğru çıkıldıkça

Türklerin (ve başka uluslardan olanların) oranında bir yükselme görülür.

Ezen uluslar gibi onların sosyalistleri de ezilen ulusların hareketine karşı daima anlayışsız,

yukardan bakıcı, hatta düşmanca yaklaşırlar. En iyileri bile ezilen ulusu kurtarılacak bir nesne

olarak görme hastalığından kurtulamaz ve onları bir özne olarak kabul etmez. Özne olarak

onlar bir müttefik değil bir rakip ve düşman olarak görülürler ezilen ulusların hareketi ezen

ulusların sosyalistlerince. Türk sosyalist hareketi de bir istisna oluşturmaz.

Peki nasıl olmaktadır da, gerek ulusal baskı altındaki geniş Kürt yığınları, Türklere karşı bir

kırgınlık ve kızgınlık içinde olmalarına rağmen, geniş Türk yığınları da, Kürtlerin acı ve

mücadelelerine karşı anlayışsızlık, ilgisizlik ve düşmanlık içinde bulunmalarına ve Türk

Page 25: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

25

sosyalist hareketinin genel olarak Kürt ulusal hareketine karşı şovence tavrına rağmen, karşı

bir eğilim var olabilmekte; Kürt hareketinin politikasına bu karşı eğilim damgasını

vurabilmektedir. Hem de eli hep havada kalmasına rağmen.

Eğer Türk sosyalist hareketi içinde karşı örnekler olmasaydı, Kürt hareketi içinde Türk

ezilenlerine, sosyalistlerine el uzatan eğilim var olamazdı; bu eğilim olmasaydı da Türkler

içinden bu eğilimi destekleyen ve güçlendiren örnekler çıkmazdı. Yani Kürt hareketinin Türk

sosyalistlerine uzattığı el Türk sosyalistlerinin küçük de olsa bir kesiminin Kürt hareketi

içinde yer almasına olanak sağlamış, ve Türk ve başka uluslardan sosyalistlerin bir örnek

olarak varlığı PKK’nın bu çizgisini, karşı basınç karşısında savunulabilir ve ikna edici

kılmıştır. Yani karşılıklı olarak birbirini destekleyen diyalektik bir etkileşim söz konusudur.

Tıpkı, uzay boşluğundaki bir gaz bulutunda, belli bir yerdeki yoğunlaşmanın daha büyük

çekim gücüne yol açması, daha büyük çekim gücünün daha büyük yoğunlaşmaya, bunun

tekrar daha da büyük çekim gücüne vs..

Bu süreç bir kere başladıktan sonra kendi kendini tekrar üretir ve geliştirir. Açıklama zorluğu

burada değildir; zorluk bu sürecin ilk kez nasıl ortaya çıkabildiğindedir. Burada çok küçük bir

etkinin devasa sonuçlara yol açması söz konusudur.

Şöyle bir örnek verelim. Bir terazi düşünün her iki tarafta da eşit ağırlıklar olsun, dengede

olsun. Bir tarafa koyulacak, küçücük bir ağırlık, bütün dengeyi alt üst eder. Ordular savaşında

da böyledir. Güçlerin dengede olduğu bir durum düşünün. Bir tarafa yapılacak küçük bir

destek, karşı tarafın yenilgisine ve imhasına yol açabilir. Burada o küçük farklılığın sonuçları,

onun kendi ağırlığıyla hesaplanamayacak kadar büyük olur.

Ya da şöyle bir örnek verilebilir. Bir namlunun ucundaki küçücük, diyelim ki, milimetrenin

onda biri kadar bir sapma, hedefte metrelerce bir sapmaya yol açabilir. Aslında doğada bir

çok başka türlerin oluşumu bu tür küçük sapmalardan dolayı ortaya çıkmaktadır. Küçücük bir

sapmanın yol açtığı özellikler, kendini besleyerek bir kar topu gibi büyümekte, sonunda

devasa, önünde durulmaz bir çığa dönüşmektedir.

İşte, Kıvılcımlı’nın Kürt ulusal hareketi üzerindeki etkisi böyle bir etkidir. Başlangıçta,

küçücük, adeta ihmal edilebilir gibi görülebilecek bir etkidir. Hatta bu etkiye uğramışlar bile

bu etkinin farkında olmayabilirler. Ama bu öyle bir etkidir ki, yol açtığı sapma, yol açtığı

küçük yoğunlaşma, yol açtığı küçük denge değişikliği ile onun yukarıda sözünü ettiğimiz

özelliklerinin ortaya çıkmasında tayin edici bir rol oynamıştır ve de oynamaktadır.

Oynamaktadır çünkü, Kıvılcımlı’nın Kürt hareketi üzerindeki etkisi, sadece bir kere

gerçekleşmiş, ilk doğuşta bir yön değişikliğine yol açmış bir etki değildir. Aynı zamanda

tekrar tekrar bir etkidir.

Kıvılcımlı’nın Kürt hareketi üzerindeki etkisi, birbirini izleyen üç dalga halinde görülür.

Birincisi 60’lı yılların sonundaki ilk etkilerdir. Bunlar kişisel ilişkilerle yayılan görüşler ve

“Halk Savaşının Planları”, “Devrim Zortlaması”, “Oportunizm Nedir?” gibi kitaplar

üzerinden, Türkiye Sosyalist hareketi, özellikle THKO ve THKP-C üzerinden, ilk

şekillenmeye yapılan dolaylı bir etkidir.

Page 26: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

26

İkincisi, 70’lerin sonunda, İhtiyat Kuvvet Milliyet adlı kitap aracılığıyla PKK’nın doğuşu

sırasında doğrudan bir etkidir.

Üçüncüsü de, şimdi içinde bulunulan fazda, özellikle Öcalan’ın “Bizler İbrahimiyiz” dediği

Urfa Davası Savunması ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne savunma olarak verilen

“Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru” başlığıyla yayınlanan kitapta

görülen, Kıvılcımlı’nın Tarih Devrim Sosyalizm, Allah Peygamber Kitap gibi eserleri

üzerinden bir etkidir.

Bu etkiler anlaşılmadan Kürt hareketinin bu günkü ve dünkü özellikleri anlaşılamaz. Bu ilk

bakışta küçük gibi görülen etkiler, sadece Kürt hareketinin değil, uzun vadede belki Orta

Doğunun ve belki de dünya tarihinin gidiş yönünde etkide bulunabilecek, devasa sonuçlara

yol açabilecektir.

Kıvılcımlı’nın Deniz Gezmiş Üzerinden Etkisi

1960’lı yıllarda yükselen işçi ve öğrenci hareketi bir çok kitle örgütlenmelerine, bu örgütlerin

önder kadrolarının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ama bunlar içinde iki tip birbirinden

ayrılabilir. Bir yanda bir örgütün yönetiminde olduğu için önder durumunda olanlar vardır.

Bunların karizmatik bir kişilikleri yoktur, bir kitle hareketinin önderi ve bayrağı değildirler.

Örneğin Behice Boran, Aybar, Kemal Türkler, Sülker, Hüseyin İnan, Mahir Çayan. Bir kitle

hareketiyle özdeşleşmiş bayrak tipler değildirler. Hatta Hüseyin İnan THKO’nun gerçek

önderi olmasına rağmen, Dev-Genç’in dar kadroları dışında kimsenin tanımadığı bir tiptir.

Bir de, bir hareketin yükselişinin sembolü olmuş, geniş kitlelerin gözürde sembol, bayrak ve

önder olarak kabul görmüş tipler vardır. Çetin Altan TİP’in ilk yükseliş yıllarında biraz

böyleydi. Türkiye’de sosyalizm bir bakıma Çetin Altan’ın adıyla özdeşleşmişti.

İşçi hareketinde, İnşaat işçileri arasında İsmet Demir böyle bir tipti. Öğrenci hareketinde

İstanbul’da Deniz Gezmiş, Ankara’da Sinan Cemgil bu kategoridendi. Deniz, yükselen

öğrenci hareketinin İstanbul Üniversitesindeki, Sinan ODTÜ’deki bayrağı ve önderiydi.

Bunlardan İsmet Demir ve Deniz Gezmiş, yani 60’lardaki yükselişin öne çıkardığı bu iki kitle

önderi ve bayrağı, Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile kişisel ilişki, onun fikirlerinden ve yaşamından

doğrudan doğruya etkilenme içindeydiler.

Yani 60’ların ikinci yarısında, en militan öğrenci ve işçi hareketlerinin karizmatik önderleri

doğrudan doğruya Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile bağlantılıydılar. Dolayısıyla bunların kimi

özelliklerinin doğrudan doğruya Hikmet Kıvılcımlı ile bağlantıları vardır.

İsmet Demir’in önderi olduğu, şantiyecilerin büyük bölümünü Kürt işçiler oluşturuyordu.

İsmet Demir’in önderi olarak örgütlediği ve yürüttüğü, Batman İskenderun Boru Hattı,

Kadıncık Barajı, Aliağa, İskenderun’da yapılan direniş ve tecrübelerin, geniş yığınların yazılı

olmayan hafızasındaki birikimler ve bunun Kürt hareketinin üzerindeki etkileri ayrıca

incelenmeye değer. Ancak biz burada konumuz olmadığından bunu geçiyoruz ve kendimizi

Deniz Gezmiş ile sınırlıyoruz.

Deniz Gezmiş bütün diğer öğrenci hareketi önderlerinden çok temel bir farklılığa sahiptir.

Deniz Gezmiş, Kürtler ve “Kürt Sorunu” karşısında, bütün diğer öğrenci hareketi

Page 27: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

27

liderlerinden farklı bir profil çizer. Bu farklı profil, Kürt Ulusal hareketinin ilk doğuş

anlarında, yukarıda değinilen özelliklerinin oluşmasında tayin edici bir önemde olmuştur. Bu

farklı profilin kaynağının ne olduğu araştırıldığında, karşımıza Dr. Hikmet Kıvılcımlı çıkar.

Deniz Gezmiş’in Farkı

Deniz Gezmiş 1960’lar kuşağı içinde Kürtlerle bağımsız ve ayrı bir özne olarak, yani Kürt

olarak ilişki kuran tek sosyalist gençlik önderidir. Dikkat edilsin, diğer Dev-Gençliler de

Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını ilke olarak tanırlardı. Yapacakları devrimle Kürtleri de

Kurtarmayı düşlüyorlardı. Ama bunlar bütün egemen ulus sosyalistlerinde görülen

özelliklerdir. Ezilen ulus ve onun hareketi bir nesne olarak görülür. Onların ayrı bir özne

olarak kabullenilişi noktasına gelince akan sular durur.

Deniz Gezmiş bu noktada bütün diğer öğrenci önderlerinden farklıydı. O Kürtlerle, onları ayrı

bir özne olarak kabul ederek ilişki kuruyordu. Ve eğer böyle yapmasaydı, İstanbul

Üniversitesi’nde devrimciler üstünlüğü sağlayamazdı. İstanbul’daki öğrenci hareketinin, Kürt

ulusçularıyla ilişkisinin üzeri örtülmüştür.

Deniz Gezmiş’in bu özellikleri ve İstanbul Üniversitesine egemen oluşta Kürtlerle Kürt olarak

yapılan ittifak ve bunda Deniz Gezmiş’in belirleyici önemi hakkında ortada yazılı bir şey

bulunmuyor. Bu incelenmeyi ve toprak altından çıkarılmayı bekliyor.

Bu etki ve gizlenmesi konusunda, daha önce yazmaya başladığımız “Kürt Sorunu Üzerine

Yazılar” başlıklı yazıda, (ki bu yazıda şimdi okuduğunuz bu yazının tezlerinin ilk taslak

ifadeleri de vardır) şunları yazmıştık:

“1968 sonbaharından sonra “Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü” isimli

Samsun - Ankara yürüyüşü ile birlikte Deniz Gezmiş’in önderi olduğu gruba katılmış, daha

sonra da bu grubun kurduğu Devrimci Öğrenci Birliği’nin bir üyesi ve militanı olmuştum.

O dönemde Sosyalist gençlerin toparlandığı örgüt Fikir Kulüpleri Federasyonu idi. Bu örgüt

TİP’in Üniversite gençliği içindeki kolunu oluşturuyordu. TİP’in burjuva sosyalizmine karşı

gelişen Milli Demokratik Devrim sloganıyla yükselen küçük burjuva devrimciliği ve

radikalizmi, özellikle üniversite gençliği arasında etkili olmuştu ve Ankara Fikir Kulüpleri

Federasyonu TİP’in kontrolünden çıkarak, MDD’cilerin eline geçmişti. İstanbul’da ise, FKF

TİP’in kontrolünde bulunuyordu ve, radikal devrimciler, FKF dışında Devrimci Öğrenci

Birliği’nde örgütlenmişlerdi. Yani, henüz ortada Dev-Genç olmamasına rağmen, DÖB

İstanbul’un Dev-Genç’i sayılabilirdi.

Bu örgüt, o dönemde İstanbul’daki bütün eylemlere damgasını vurmuştur. Bu örgütün bir

üyesi olduğumdan, bu örgütün kimi karakteristiklerinin konumuz bakımından önemli bazı

yönlerine değinmekte yarar var.

Bu örgüt esas olarak şehirli gençlere dayanıyordu. Herkes kendini sosyalist olarak tanımlıyor

ve sosyalist bir Türkiye’ye ulaşmak için önce Demokratik Devrim yapmak gerektiği anlayışını

savunuyordu. Ancak örgütte iki farklı eğilim de vardı, tabii bu eğilim farklılıkları bu gün

bulunduğumuz yerden geriye bakınca görülüyor, o zamanlar kimse bunun farkında bile

değildi.

Page 28: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

28

Bir yanda geçmişinde Türkiye İşçi Partisi deneyi veya o çevrelerden gelenler, yani işçi sınıfı

ve sosyalizmin ilk şekillenmede belirleyici olduğu insanlar, diğer yanda Yön hareketi ve

TMTF olayları gibi yerlerden gelenler yani daha ziyade Milli Kurtuluş ve Anti Emperyalizm

motifi önde olanlar.

Bu farklılık, bu örgütün iki karargahında da görülürdü. Bir yandan Tünel’de 27 Mayıs’tan

sonra, bir takım ilgisiz örgütler bir araya getirilerek kurulmuş TMGT kullanılırdı. TMGT’nin

CHP, tabii senatörler (yani cuntalar), İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu gibilerle bağlantıları

vardı. Cağaloğlu’ndaki Merkez ise, İsmet Demir’in Yapı İşçileri Sendikası (YİS) idi. Mihri

Belli’nin çıkardığı Türk Solu da aynı binanın yine bu sendika tarafından verilmiş alt katında

çıkıyordu. YİS ise daha ziyade Hikmet Kıvılcımlı’nın damgasını taşıyordu. İsmet Demir'in bize

verdiği üst kattaki odada, Kıvılcımlı'nın küflenen kitaplarının üzerinde yatıyorduk. Bir sene

sonra, o büyük işçi olaylarının ardından o üzerinde yatıp yüzüne bile bakmadığımız kitaplar

hızla tükenecek, büyük bir açlıkla okunacaktır.

Devrimci Öğrenci Birliği, TMGT’ye egemen olan çevrelerin hoşuna gitmeyen işler

yaptığında oralardan dışlanır YİS’e sığınırdı. Devrimci Öğrenci Birliği içinde, insanlar her

iki tarafa da giderler iki tarafı da kullanırlardı ama, zamanla farklı mekanlarda

yoğunlaşmalar da vardı. YİS’de daha ziyade TİP’li geçmişi olanlar ve İşçi sınıfına gitmek,

ezilen insanlarla bağlar kurmak gibi kaygısı olanlar yoğunlaşırken, TMGT’de daha ziyade,

diğerleri yoğunlaşıyordu. Zaten daha sonra da, YİS'e takılanlardan THKO'nun İstanbulluları

ya da DÖB'lüleri ve Doktorcu olanlar, TMGT'ye takılanlar ise genellikle Mihri Belli'nin

etrafını oluşturmuşlardır.

Tekrar belirteyim ki, bu öyle kesin bir ayrım değildi, belli belirsizdi. Tıpkı bir bulutsudan

ilerde farklı gezegenleri oluşturacak ilk yoğunlaşmaların başlaması gibidir. Yoksa her iki

taraf ta diğerine gidiyordu.

Eğer sembolik isimlerle konuşmak gerekirse, Deniz ve Cihan YİS ekibinden, Mustafa Gürkan

(ki şimdi adı unutulmuş bu insan o zamanlar Deniz kadar ve hatta bazen Deniz’den de

etkiliydi ve Deniz’in arkadaşıydı aynı zamanda) TMGT ekibindendi. Tabii ben de ilk örgütlü

siyasi yaşama TİP Karşıyaka ilçesinde başlamış bir insan olarak zaten YİS takımındandım.

Tahmin edilebileceği gibi Kürt Sorunu veya Milli Mesele konusunda bu iki takımın o zaman

net olmayan farkları vardı. Bu fark daha ziyade bir vurgu farkı gibi görülüyordu.

Bu manzarada Deniz Gezmiş’in çok özel bir durumu vardı. Deniz hem Türkiye İşçi

Partisi’nden geliyordu, hem de TMTF olaylarından ve diğer çevrelerden. Yani deniz, bu iki

farklı geleneği de şahsında birleştirmişti.

Bunları niçin belirtiyorum? Çünkü Devrimci Öğrenci Birliği, bu gün genellikle, sadece Milli

Kurtuluşçu ve MDD’ci olarak tanımlanmakta, onun örneğin Kürtlerle ve işçilerle ilişkilerinin

özellikleri görmezden gelinmektedir. Buna bir yandan o zamanki FKF’lilerin ihtiyacı vardır,

o zaman MDD’cilerin ne kadar sınıftan uzak MDD’ciler olduğunu, dolayısıyla kendi

konumlarını haklılaştırabilmek için. Diğer yandan, o günün MDD'cileri de bu gün Batı

Çalışma grubuyla çalışıyorlar; 28 Şubatı destekliyorlar; hasılı şimdiki İlhan Selçuk veya

Doğu Perincek gibilerin konumunda bulunuyorlar. Bunların da aynı şekilde geçmişlerindeki

Page 29: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

29

Kürtlükle ve sosyalizme ilgili şeyleri unutma ve tarihi bu gün bulundukları yerden yazma

ihtiyacı vardır. Böylece o zamanın bölünmesindeki iki taraf da, farklı gerekçelerle benzer bir

resmi ilettiklerinden, yeni kuşakların kafasında o döneme ilişkin gerçekle ilgisi olmayan bir

tablo oluşmaktadır.

İki taraf da, gerçeğin aynı tek yanına vurgu yapmaktadır farklı gerekçelerle, burada bu

unutulmuş yana ağırlık vermek gerekiyor. Zaten bu unutulmak istenen halka olmadığı

takdirde kendi düşünsel evrimimi de açıklayamam.

Şunu belirteyim, bu gün geriye baktığımda, Devrimci Öğrenci Birliği gibi, anti emperyalizm

vurgulu ve o zaman bile beni rahatsız eden milliyetçi vurgular taşıyan bir örgütün üyesi

olarak, Kürt sorununu kavramamda, ya da Kürt sorunundaki sonraki tavırlarımda Deniz

Gezmiş'in çok önemi olduğunu fark ediyorum. Yaşarken bunun farkında değildim. Şimdi

geriye bakınca görüyorum. Ama onun kadar ilginç olan diğer nokta, Deniz'in bu etkisinin

aslında, Kıvılcımlı'nın etkisi olduğudur. Kıvılcımlı Deniz aracılığıyla bir etkide bulunmuştur.

Hem o dönemin öğrenci olaylarına, hem de bizzat bu satırların yazarının evrimine.

Kıvılcımlı'nın bu bilinmeyen etkileri çok önemlidir ve ilerde yeri geldikçe bununla sık sık

karşılaşılacaktır. Bu ayrı bir yazı gerektirecek bir konudur da.

Deniz'in bütün o dönemde İstanbul'daki öğrenci önderlerinden ve bizim DÖB

çevresindekilerden en önemli farkı, onun Kürtlerle Kürt olarak ilişki kurmasıydı. Ve bunu

politik bir mücadele içinde yapıyordu. Deniz, Kürtlerle Kürt olarak, ayrı bir özne olarak

ittifak yapan İstanbul’daki ilk önderdir. Ve kanımca bu sadece mücadelenin baskısından ve

gerekleri ile açıklanamaz. Deniz’de bu konuda, yaygın olandan çok daha farklı bir formasyon

bulunuyordu.

Bu farklılık daha ilk İşgal Komitesi İcra Konseyi'nde bile görülebilir. Bir Kürt Milliyetçisi

olan Kemal Bingöllü bu komitededir. Saldırılara karşı hep Kürtlerin silah gücü yardıma

gelmiştir.

Önce şunu bilmekte fayda var. Devrimci Öğrenci Birliği olarak, İstanbul Üniversite’sine

egemen olmamız, faşistlerle bir seri fiziksel kavgaları gerektirmiştir. Önce onlar üstündü,

sonra denge sağlandı ve en sonunda kelimenin tam anlamıyla onları Bakırcılar Çarşısı'na

döktük. Ancak bütün bunlarda, Kürtlerle ittifak yapılmıştır. Bu ittifakı örgütleyen ve oluşturan

kişi de Deniz Gezmiş’ti.

İstanbul’da, sanırım Kürt tevkifatına dayanan bir Kürt Milliyetçisi çevre bulunuyordu. Bu

çevrenin kimi öğrenciler ve yurtlarda, özellikle Diyarbakır yurdunda belli bir etkisi vardı. Bu

çevre genellikle Süleymaniye camii civarındaki bazı kahveleri karargah olarak kullanıyordu.

Deniz’in bunlarla sürekli bir ilişkisi ve diyalogu vardı. Bu diğer devrimcilerde bulunmayan

bir özellikti.

Dikkat edilsin, henüz devrimci öğrencilerin çoğunun kafasında Kürt sorunu diye bir sorunun

bile olmadığı bir dönemde Deniz onları ayrı bir özne olarak kabul edip, onlarla öyle ilişki

kuruyordu.

Daha önce de belirtildiği gibi, devrimcilerin büyük çoğunluğu Kürt ve/veya Alevi idi. Ama

devrimci harekette bu kimlikle yer almıyorlardı, sosyalist veya devrimci diyorlardı

Page 30: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

30

kendilerine. Ama çok küçük de olsa İstanbul’da sosyalizme sempati duysa da kendini Kürt

olarak tanımlayan bir grup vardı, özellikle Diyarbakır yurdu çevresinde, Deniz, bunlarla ve

bu kimlikleriyle ilişki kuruyordu. Bu o dönemde başkasında görülen bir özellik değildir

İstanbul’da.

Peki nereden geliyordu Deniz’in bu özelliği. Kanımca Hikmet Kıvılcımlı’dan. Deniz TİP

Üsküdar, ilçesinde çalışmış, Hikmet Kıvılcımlı’yla da bu dönemde tanışmış ve hatta

Kıvılcımlı’yı TİP üyeliğine tavsiye etmişti. Kıvılcımlı ile bir çok kereler onun

muayenehanesine gidip konuşmuştu. Bizlere sık sık “eski tüfeklerin” hikayelerini anlatırdı,

muhtemelen çoğunluğunu Kıvılcımlı’dan duyduğu.

Kişisel kanım odur ki, Kürt sorunundaki bu hassasiyet, bu olağan dışı tavır başka türlü

açıklanamaz. Yoksa Deniz de diğerlerinin çoğu gibi bir memur çocuğuydu ve hiç ulusal veya

dinsel baskıyı yaşamamıştı. Onun bu farkının tek izahı Hikmet Kıvılcımlı ile olan ilişkisi

olabilir. Kendi kişisel deneyimim de bunu kanıtlar niteliktedir. İlk kez gittiğim açık

oturumlardan birinde Kürtlerin ayrı bir ulus olduğunu, beş on dakikalık bir konuşma içinde

bize anlatan Kıvılcımlı’nın, kendisini önceden defalarca ziyaret eden, saatlerce onunla

konuşan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına bu konudan uzun uzun söz etmemesi olanaksızdır.

Yani Deniz’in bu konudaki esnekliğinde ve hassasiyetinin ardında Kıvılcımlı vardı. Kıvılcımlı

ise daha 1930’larda “İhtiyat Kuvvet Milliyet” isimli kitabı yazıp, Türk solunun anca

1970’lerde tartışıp çoğunluğunun hiç bir zaman kabul etmediği, Kürtlerin ayrı örgütlenmesi,

Kürdistan’ın Sömürge olduğu gibi tezleri savunmuştu.

Dolayısıyla Kürtlerin ayrı bir ulus olduğu, onların ayrı bir özne olarak var oluşu gibi Türk

solunun büyük bir bölümünün hala kabul etmediği görüşleri, farkına bile varmadan, bilinçsiz

ve kendiliğinden bir şekilde, büyük bir iç hesaplaşma yaşamadan pratik içinde kabul edişimin

ardında, Deniz dolayımıyla Kıvılcımlı olduğu kanısındayım.

Ancak bunu ancak bu gün bir var sayım olarak ileri sürebiliyorum, yoksa o dönemde böyle

olduğunun farkında değildim Bu varsayım yanlış ise de sonuç değişmez, Deniz’in benim

ulusal sorundaki evrimimde belirleyici bir etkisi olduğunu düşünüyorum, bunu da bu gün

düşünüyorum, yaşarken, hatta ondan sonraki yıllarda farkında değildim. Bu farkına varışım

ve bu konunun üzerine düşünmem, bundan bir kaç yıl önce, Deniz’in son sözleri vesilesiyle

yazdığım bir yazıyla başladı.

Politik Kürtlerle ilişkimi, onlara ilişkin gözlemlerimi, ilk izlenimlerimi düşündüğümde, hep

kafamda Deniz ile birlikte olduğum sahneler canlanıyor.

Bir kaç kere silah işleri için Diyarbakır yurduna gidişimiz; Bir kaç kez Süleymaniye’de Kürt

milliyetçilerinin gittiği bir kahveye gitmemiz; FKF’deki bir toplantıda, karşı tarafın bize karşı

Kürtleri kışkırtmak istemesi ve Deniz’in Biz Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını

savunuyoruz diyerek, provakasyonu boşa çıkarması ve planı tersine döndürmesi, Kürt

arkadaşlarla birlikte toplantıdan sonra toplu halde çıkışımız; Çınaraltı’nda Diyarbakır’dan

gelmiş, terzi iki TİP’li ile Deniz’in konuşmaları. Bu Diyarbakırdan gelmiş kişilerden birinin

Mehdi Zana olduğunu sanıyorum. Bu, Deniz'in farklılığının Kürtlerce de bilindiğini, bunun

farkında olduklarını da gösterir. O zaman devrimci çevreler dışında pek tanınmayan Denizle

Page 31: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

31

görüşmek istemeleri ve görüşmeleri anlamlıdır. Belli belirsiz hatırladığım bütün bu

sahnelerde Deniz var. Bunlar aynı zamanda o dönemden Kürtlere ilişkin olarak hatırladığım

tek sahneler.” (http://www.comlink.de/demir/biyograf/kurtsor/kurtsor03.htm )

Burada okuyucuya tekrar şunu belirtelim. Kendi tezimiz olan, Deniz Gezmiş’in o dönemdeki

öğrenci liderleri arasında, diğerlerinden farklı olarak “Kürt Sorunu”nda en ileri anlayışa sahip

olan önder olduğuna ilişkin önermenin kanıtlarını yine kendi anlattıklarımız oluşturuyor.

Bunun nedeni de, yine yukarıda açıklandığı gibi, bu tarihi yaşayanların, bu günkü konumları

açısından gerçeği unutturmak ve tahrif etmek zorunda olmalarıdır. Biz olayların canlı

şahitlerinden biri olarak, olgulara ilişkin karşı iddialarda bulunanlar çıkarsa bunlarla her

şekilde yüzleşmeye de hazırız.

Bu uzun alıntıyla anlatılmak istenen, Deniz Gezmiş’in “Kürt Sorunu”nda bütün diğer sol

öğrenci hareketi önderlerinden farklı bir tavrı olduğudur. Bu bir olgudur.

Bu olgunun diğer bir kanıtı da, Deniz Gezmiş’in son sözleridir.

(Burada bu derleminin başındaki yazılar aktarılıyor ve sonra şöyle devam ediliyor.)

İstanbul’daki öğrencilerin lideri Deniz Gezmiş’in Kürt sorunundaki tavrı, diğer Dev-Genç ve

DÖB’lülerden ve THKO’lulardan farklıdır. Bu onun son sözlerinde de, İstanbul

Üniversite’sindeki öğrenci lideri olarak hareketlerinde de görülür.(Bu fark bu gün için

yaşayanlarca gizlenmektedir, bu nedenle bu farkın kanıtları olarak genellikle kendi

anlattıklarımızı kullanmak zorunda kalıyoruz.)

O halde şu soru geliyor ortaya: Deniz Gezmiş’in bu farkı nereden gelmektedir? Ne sülalesinin

Kürdistan’daki kökleri, ne ailesinin sınıfsal durumu, ne de o sıralar etkisinde bulunduğu sol

akımlar ve örgütlenmeler bunu açıklayabilir.

Ailesi tipik şehirli küçük burjuva memur aydın bir ailedir. Oradan gelen sadece Kemalist ve

milliyetçi etkilenmelerdir. O sıralar yükselen MDD hareketi, bütünüyle anti emperyalizm

vurgulu bir harekettir. Kemalist küçük burjuva çevreleriyle yakın ilişki içindedir. Daha önce

de TMTF olaylarında yine benzer çevrelerin etkisi vardır Deniz Gezmiş üzerinde. Deniz

Gezmiş’in önderi olduğu Devrimci Öğrenci Birliği’nin bu anti emperyalizm ve milliyetçilik

vurgulu tavrının bu gün o hareketten yaşayanları getirdiği yer ortadadır. Bunlar Kürt

hareketinin en büyük düşmanı olan çevrelerdir ve Batı Çalışma Grubu’yla birlikte

çalışmaktadırlar. Bu tavır gökten zembille inmemiştir. Bu tavır öylesine uzaktır ki, Deniz’in

tavrına, kendilerini onun devamcısı gibi göstermek için, son sözlerini bile tahrif etmek

zorunda kalmaktadırlar.

Peki, nasıl olmaktadır da Deniz’de adeta bir mutasyon ortaya çıkmaktadır ne sınıfsal konumu,

ne ilişkide bulunduğu çevreler bakımından bir ayrım olmayan diğer devrimci ve sosyalist

DÖB’lü, Dev-Genç’li ya da THKO’lu arkadaşlarıyla.

Bu farkın bir tek açıklaması bulunmaktadır: Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın etkisi.

Bu satırların yazarı bu etkinin canlı şahididir. Kıvılcımlı ile Deniz Gezmiş ilişkisinden bir çok

yerde söz edilir. Ancak bu ilişkinin Deniz üzerindeki etkileri hiç inceleme konusu

Page 32: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

32

yapılmamıştır. Halbuki Deniz’in bir Marksist olarak şekillenmesinde ve eğitiminde bu etkiler

belirleyicidir.

Bilindiği gibi Deniz Gezmiş, Üsküdarlıdır. Aynı dönemde Kıvılcımlı da orada yaşamaktadır.

Deniz Gezmiş birçok kereler Kıvılcımlı ile görüşmeye gitmiştir. Hatta Kıvılcımlı’yı üye

olarak TİP’e önermiş ve bu yüzden de TİP üyeliğinden olmuştur. Bu ilişkinin nasıl

kurulduğunu, Erim Süerkan, ki kendisi de aynı zamanda DÖB üyesiydi, şöyle anlatıyor:

“Hikmet kıvılcımlı ile tanışmamız şöyle oldu. 1965 yılındaydı. Nurettin bir gün Sahaflar’dan kitap

alırken Hikmet Kıvılcımlı’nın “Tarih Devrim Sosyalizm” adlı kitabına rastlıyor. Bakıyor bir Türk

sosyalistinin kitabı. Çeviri değil. Özgün bir eser. İlgisini çekiyor ve kitabı alıyor. Okuyup bakmamız

için bize de getirdi. Bizim de ilgimizi çekti. Kitabın arka kapağında kitabı yazanın adresi var. Ayrıca

kitap hakkında eleştirileriniz varsa yazın, gelin görüşelim diye bir de not var. Biz de Nurettin, Deniz

ve ben kalktık Cağaloğlu’nda bulunan adrese gittik. Kendimizi tanıttık. İşte böyle böyle dedik.

Kitabınızı okuduk ilgimizi çekti. Neyse sohbetimizde kendisinden bahsetti. Bu arada bizim Üsküdar’da

oturduğumuzu öğrenince kendisinin de Salacak’ta oturduğunu söyledi. Böylece Hikmet Kıvılcımlı ile

diyalogumuz kurulmuş oldu.” (Turan Feyizoğlu, Deniz Bir İsyancının İzleri, s.46)

Şimdi, henüz yeni şekillenmeye başlayan bir lise öğrencisi, birden bire dünyanın en çaplı

Marksistlerinden, Türkiye sosyalist hareketinin en güçlü teorisyenlerinden ve eylem

adamlarından biriyle karşılaşıyor. Biri henüz ilk politik tecrübelerini edinen bir genç, diğeri

yıllarını hapislerde geçirmiş bir savaşçı. Bu karşılaşmanın genç üzerinde nasıl bir etki

yaratacağı tahmin edilebilir.

Ayrıca bu ilişki öyle bir kere karşılaşmayla da bitmiş değil. Birçok kereler görüşülüyor. Hatta

Deniz Kıvılcımlı’yı TİP üyeliğine öneriyor. Kıvılcımlı gibi eski bir savaşçının, bu genç ve

sosyalizme ilgi duyan insanlara bilgi ve tecrübelerini aktarmak için, onu yakından

tanıyanların çok iyi bileceği gibi, nasıl bir çaba içinde olacağı tahmin edilebilir. Ve bu

anlatılanların önemli bir kısmının da Kürt sorunu olacağı çok açıktır. Bunu bizzat bizim

yaşadığımız ve başka bir vesileyle anlattığımız başımızdan geçen bir olay gösteriyor.

Bu olayı şöyle anlatmıştık o yazıda:

“Kürt'lerin ayrı bir ulus olduklarını, garip bir rastlantı sonucu ve daha hiç Kürt tanımadan,

ilk kez Dr. Hikmet Kıvılcımlı'dan duydum.

Balıkesir'den sonra Karşıyaka Erkek Lisesi'nde dönemi bitirmiş, fabrikalarda işçilik yaparak

bir yıl bekledikten sonra, yine sosyalizmle ilgili olduğunu düşündüğümden, İstanbul

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Gece bölümüne kaydolmuş; iş arayarak ve diğer

zamanlarda da Beyazıt civarında kahvelerde pinekleyerek üniversitelerin açılmasını

bekliyordum. O yıllarda, Aksaray'daki Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) lokalinin

altındaki Konferans salonunda, sık sık sosyalistlerin tertiplediği ve katıldığı konferanslar,

açık oturumlar olurdu. Biz de taşradan gelmiş sosyalistler olarak bunların hiç birini

kaçırmaz, her duyduğumuzu, her gördüğümüzü büyük bir açlıkla sünger gibi içimize çekerdik.

Yapacak işimiz olmadığından; ve eski taşra sinemalarında çocukluğumuzda sinemaya çok

erkenden gidip beklemenin alışkanlığıyla, bir iki saat öncesinden toplantının yapılacağı

salona gider ve beklerdik.

Page 33: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

33

Yine böyle bir açık oturuma, toplantı başlamadan epey önce, daha salonda kimse yokken bir

arkadaşımla birlikte gidip oturmuş, şakalaşarak, herhalde sosyalizmden konuşarak vakit

geçiriyorduk. Tek tük bizim gibi erkenciler düşüyor ve birbirlerinden aralıklı olarak salonun

farklı yerlerine oturuyorlardı. Bu arada yaşlı ama oldukça dinç görünüşlü bir adam geldi tam

arkamıza oturdu. Bir süre sonra, çok saygılı bir dille bizim konuşmamıza katılmaya başladı,

daha sonra da bize Türkiye'nin toplumsal yapısı üzerine anlatmaya başladı; tam ne

anlattıklarını hatırlayamıyorum ama konuşmasının bir yerinde Kürtlerden ayrı ve ezilen bir

ulus olarak söz etmesi dikkatimi çekmiş ve ona "Kürtler başka bir ulus mu?" diye sormuştum.

O da öyle olduklarını söylemişti. Gerçi buna özel bir önem de vermemiştim ama ilk kez böyle

bir şey duyuyordum. Daha sonra bu yaşlı adam kalkıp gitmiş biz de kendi konuşmamıza,

devam etmiştik. O yaşlı adamın kim olduğu hakkında hiç bir fikrimiz yoktu.

Bir süre sonra, o bizimle konuşan yaşlı adamı konuşmacılar arasında görünce şaşırdık ve

bundan gizli bir gurur bile duyduk. Daha sonra da, konuşmacılar tanıtılırken bu yaşlı adamın

Dr. Hikmet Kıvılcımlı olduğunu öğrenecektik. Konuşmacılar tanıtılırken, dinleyiciler sırayla

onları alkışlıyordu, sadece Dr. Hikmet Kıvılcımlı da herkesle birlikte alkışlamaya başlamıştı.

Bu benim çok garibime gitmiş ve yanımdaki arkadaşa, adam amma da kendini beğenmiş,

kendi kendini alkışlıyor demiştim. Arkadaşım da, bunun bir Komünist adeti olduğunu, onun

tam komünist gibi davrandığını söylemişti. Bunun üzerine cahilliğimden bir kere daha

utandığımı ve o yaşlı insanın dediklerini daha dikkatli dinlediğimi hatırlıyorum.”

Bir açık oturum öncesinde, kısa bir zaman içinde bizlere bile Kürt’lerin ayrı bir ulus

olduğundan, Kürdistan’ın sömürge olduğundan bahseden Kıvılcımlı’nın, defalarca görüştüğü

Deniz Gezmiş’e bahsetmemesi düşünülemez. Açıktır ki, Deniz Gezmiş’te bütün diğer

bulunduğu örgüt ve arkadaşlarından farklı olarak bu mutasyona yol açan Hikmet

Kıvılcımlı’dır. Deniz’in farklı tavrının ve tutumunun, idam edilmeden önceki son sözlerinin

başka bir açıklaması olanaklı değildir.

O halde tekrar özetleyelim.

Deniz Gezmiş’in Kürtler Karşısındaki tavrı, bütün çağdaşlarından farklıdır. Onları bir özne

olarak görür ve öyle ilişki kurar; son sözlerinde olduğu gibi, Kürt sorununu Türkiye’de

devrimin temeli olarak koyar.

Bu farkın nedeni Dr. Hikmet kıvılcımlı’yı tanımış ve ondan etkilenmiş olmasıdır.

Şimdi eğer bu fark Kürt hareketinin şekillenmesinde bir etkide bulunmuşsa, bu dolaylı olarak

Kıvılcımlı’nın bir etkisidir, Deniz Gezmiş üzerinden.

Bu satırların yazarı, bizzat 12 Mart döneminde, Deniz’in son sözlerinin bulunduğu daktiloyla

dağıtılan metinlerin Kürt öğrencilerde nasıl bir coşku yarattığının ve sosyalist Kürtlerin

konumunu nasıl güçlendirdiğinin birçok kereler şahidi olmuştur.

Eğer Deniz Gezmiş, ölürken Türk ve Kürt halklarının kardeşliğinden söz etmese, Kürt ulusal

hareketi içinde o ilk şekilleniş yıllarında sosyalizme olan sempati gelişemez, birçok Türk

devrimcisi de Kürt sorununun önemini kavrayamazdı, yani Kürt hareketinin içinde Türkler de

yer almazdı. Bu gün o hareketin, Türk solunun bütün şoven yaklaşımlarına, Türklerin

Page 34: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

34

şovenizmi karşısında Kürtlerin kırgın ve kızgınlığına rağmen zerrece Türk düşmanı olmayan

tavrı odaya çıkamaz ve varlığını sürdüremezdi.

Türk sosyalistlerinin Kürt sorununda gösterdikleri en küçük bir hassasiyetin bile Kürt

sosyalistlerinde nasıl bir coşku ve umut yarattığının örneğin olarak, Öcalan’ın şu söyleri

alınabilir:

“Musa Anter ve Hikmet Kıvılcımlı gibi şahsiyetleri İstanbul’da tanıdım. Musa Anter

DDKO’nun ruhu gibiydi. Tecrübelerini aktarıyordu. “Oyuna gelmeyin” diyordu. Hikmet

Kıvılcımlı’dan bizzat “Mezopotamya’nın çocukları, mücadelenizde başarılar dilerim” sözünü

duymuştum. Fakat bende en köklü tercihe yol açan yılın son günlerinde, illegaliteye

çekilmesine çok az kala, Mahir Çayan’ın İTÜ’de kürsüye tek başına çıkıp (eleştirdiklerim

çoğunlukta olmasına rağmen), gür ve oldukça inanç, kararlılık ve bilinç arz eden sesiyle

“Revizyonizm bir gerçektir, karşı çıkılmalıdır. Kürt sorunu örtbas edilemez, kabul edilmelidir.

Oportünizm tavırlarında ısrar ederse, bağlar kesilmelidir” anlamındaki konuşması, sol

sempatizanlığımı derinleştiriyordu.”

Burada Öcalan açık olarak, Mahir Çayan’ın Kürt sorunundan söz etmesinin sol

sempatizanlığını derinleştirdiğinden söz etmektedir.

Öcalan, Avrupa İnsan Hakları mahkemesine sunduğu savunmada da şunları yazıyor:

“1970’ler Ankara’sında devrimci gençliğin sesi gür ve korkusuzdu. Tuzaklı bir sahada

korkusuzluk olduğu hissediliyordu. Ama onlar senin soy varlığına sahip çıkacak kadar cesur

ve özverili idiyseler ve eğer sende sınırlı bir onur duygusu varsa, bu gençleri takip etmekten

geri duramazdım. Mahir Çayan’ların Kızıldere’de şahadeti ve Deniz Gezmiş’lerin idamları,

biz namuslu sempatizanlara anılarını takip etme görevi vermişti. Artık okul bir bahaneydi.

Halk adına hareket edeceğim kesindi. Ama en başta idam sehpasında bile adı haykırılmış

benim halkım, Kürt halkı nasıl bir halktı? (altını biz çizdik) Bunun bilinmesi gerekiyordu.

Ulusal soruna böyle başladım.”

Burada bir Türk sosyalistinin İdam sehpasında Kürtlerin adını haykırışının yarattığı etki bizzat

Kürt Ulusal hareketinin önderinin kaleminden ifade edilmektedir.

Eğer bu örnekler olmasa, solun ne Öcalan için ikna ediciliği ve çekiciliği olurdu ne de

Kürtlerin hayal kırıklıklarının baskısı karşısında direnme gücü. Deniz’in tavrının ve son

sözlerinin de Sadece Öcalan için değil, binlerce Kürt devrimci için benzer bir etkide

bulunduğu görmezden gelinemez.

Türk solunun şovenliğiyle çelişki içindeki bu ayrıksı örnekler incelendiğinde, bizzat kendisi

de bir ayrıksı örnek olan Kıvılcımlı’nın etkileriyle karşılaşılır genellikle. Bu ayrıksı örnekler,

bu istisnalar olmasa, Kürt Hareketinin yazının başında değinilen, egemen ulustan kişileri de

içeren istisnai durumu gelişemezdi.

Burada Kıvılcımlı’nın ilk ve en belirsiz, kişisel ilişki üzerinden dolaylı bir etkisini ele aldık.

Ama Kıvılcımlı’nın bu dönemdeki diğer bir dolaylı etki kanalı da Mahir Çayan’dır. Bu da

tıpkı Deniz üzerindeki etki gibi unutulmuş bir etkidir. Onu da diğer yazıda ele alalım.

23 Kasım 2001 Cuma

Page 35: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

35

YYooll NNaassııll AAççııllmmıışşttıı?? ((66 MMaayyııss 22001100))

Bu yıl, tam 41 yıl sonra ilk kez, Türkiye’de 1 Mayıs’a katıldım.

10 yıl hapis, 25 yıl sürgün, bir de 12 Mart dönemi. İşte 41 yıl geçmiş.

Bu 1 Mayıs’tan izlenimlerimi yazmak isterdim zamanım olsaydı. Belki birgün zamanım

olunca yazarım. Ama şimdi en azından birini yazmak istiyorum ve yazabilirim.

Bu 1 Mayıs’ta Devrimci Öğrenci Birliği adıyla bir grup gördüm. Hangi politik eğilimdir

bilmiyorum. Belli ki Deniz’in lideri olduğu Devrimci Öğrenci Birliği’nden ilham almışlar

isimlerini alırken. Bu grubun pankartında “Buzu Kırana Yolu Açana Selam Olsun” diye

yazıyordu Deniz Gezmiş’in resminin yanında.

Bununla, genel anlamda, Deniz’in buzu kırdığını, yolu açtığını söylediklerini sanıyorum.

Evet, gerçekten de öyledir. Deniz’in tam da yapmak istediği ve yaptığı buydu.

Taşkışla’daki kafede son olduğunu bildiğimiz son buluşmamızda “Bu memlekette isyan

geleneği yok, birilerinin bu geleneği başlatması gerekiyor. Ben bunu yapacağım” demişti.

Ve dediğini yaptı. Genel anlamda doğru bu, Deniz’in “buzu kırıp yolu açan”lardan biri ve

belki de en önemlisi ve bunu bilerek yapanı olduğu.

Ama muhtemelen o pankartı taşıyan Devrimci Öğrenci Birliği’nin bilmediği, şu ana kadar bir

yerde rastlamadığıma göre, belki şimdi kimsenin de hatırlamadığı ve belki de bilmediği daha

somut bir anlamda o pankart 1 Mayıs’a ilişkin bir gerçeği dile getiriyordu.

Bu 6 Mayıs vesilesiyle 1 Mayıs kutlamalarında Deniz Gezmiş ve Devrimci Öğrenci Birliği

tarafından buzun nasıl kırılıp yolun nasıl açıldığını kısaca hatırlatalım.

Aradan uzun zaman geçti, insan ayrıntılarda ve isimlerde yanılabilir. Bu anlatacağım ilk 1

Mayıs kutlamasını yaşayanlardan, yanlış hatırladıklarımı düzeltmelerini dilerim.

*

Biz ilk 1 Mayıs’ı sanırım 1969 yılında kutladık. 1968 olamazdı. Çünkü o zaman Üniversite

işgallerinin arifesiydi ve böyle bir gelenek yoktu. O zamanlar birinci şube her 1 Mayıs’ta

“Eski Tüfekler”i birkaç günlüğüne tutuklardı. 60 Sonrası kuşakların çoğu bunu bile bilmezdi.

1970 1 Mayıs’ında cezaevindeydim. Sonrası 12 Mart dönemi. Demek ki 1969 1 Mayıs’ı

olmalı.

Deniz Gezmiş’in önderi olduğu Devrimci Öğrenci Birliği’nin karargâh olarak kullandığı iki

mekân vardı.

Biri Beyoğlu’nda Tünel’de 27 Mayıs’tan sonra CHP ve 27 Mayısçıların bir takım ilgisiz

dernek ve sendikaları bir araya getirerek kurduğu TMGT (Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı)

binası.

Bir de Cağaloğlu’nda Türk Solu dergisinin üstünde, aynı zamanda Hikmet Kıvılcımlı’nın

kitaplarının deposu ve Halk Ozanları Derneği’nin merkezi olarak da kullanılan ve Devrimci

Öğrenci Birliği’nin resmi adresi de olan, efsanevi işçi önderi İsmet Demir’in Yapı İşçileri

Sendikası (YİS).

Page 36: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

36

Öğrenci lideri Deniz Gezmiş de işçi lideri İsmet Demir de Hikmet Kıvılcımlı’nın “Rahle-ie

Tedris”inden geçmiş kişilerdi. Ve Deniz’in önderi olduğu DÖB’e (Devrimci Öğrenci Birliği)

İsmet Demir’in önderi olduğu YİS’in (Yapı İşçileri Sendikası) yer vermesi hem bir rastlantı

değildi, hem de büyük sembolik bir önemi vardı.

Devrimci ve sosyalist genç aydınlar ve işçilerin buluşma ve kontak noktasıydı bu bina bir

bakıma. İkisi de Türkiye’nin en esaslı Marksisti Kıvılcımlı’dan el almışlardı. İlk 1 Mayıs’ın

burada başlaması da bu bakımdan yine sembolik bir anlama sahiptir.

Bina tam Cağaloğlu yokuşu ile Nurosmaniye caddesinin kesiştiği köşede bulunuyordu ve

aslında son derece stratejik bir yeri vardı. Az aşağısında sağcıların MTTB’si (Milli Türk

Talebe Birliği) ile az yukarısında yine sağcıların ve faşistlerin TMTF’si (Türkiye Milli Talebe

Federasyonu) vadı. Yine yakın sayılabilecek Sultanahmet Cezaevi’ne yakın bir yerde de

FKF’nin (Fikir Kulüpleri Federasyonu) İstanbul sekreterliği bulunuyordu.

*

O 1 Mayıs günü, sanırım yine hafta sonu idi, her zaman olduğu gibi, DÖB’ten bazı arkadaşlar

buluşmuştuk. Oturuyor sohbet ediyorduk. Deniz muhtemelen Kıvılcımlı’dan duyduğu eski

tüfeklerin 1 Mayıs ve işkence hikayelerini anlatıyordu. Sonra nasıl oldu hatırlamıyorum ama

konu “Yüksek Öğretmenlilere” geldi.

Faşistler Yüksek Öğretmen okulunu işgal etmişlerdi ve Devrimci Arkadaşlar okula

giremiyorlardı. Faşistleri okuldan atmak için bir teşebbüste bulunmuş ama yüksek ateş gücü

karşısında başarısız kalmıştık. Bu nedenle Yüksek Öğretmenli devrimci arkadaşlar okuldaki

yurtlarda kalamıyorlar ve Sultanahmet’teki FKF bürosunda yatıyorlardı.

Yüksek Öğretmen Okulu’nda okuyan sosyalist ve devrimci arkadaşları -ki bunlar daha sonra

başta İbrahim Kaypakkaya olmak üzere TİKKO’nun çekirdeğini oluşturmuşlardır- kimin

örgütleyeceği ya da kazanacağı o zaman büyük önem taşıyordu.

Veysi Sarısözen’in başında bulunduğu FKF, TİP paralelindeydi ve “Sosyalist Devrim”

stratejisini savunuyordu.

Deniz’in başında bulunduğu Mihri Belli’nin çıkardığı Türk Solu paralelindeki Devrimci

Öğrenci Birliği ise “Demokratik Devrim” stratejisini savunuyordu.

Bizler, yani Demokratik Devrim stratejisini savunanlar, her yerde yükseliş ve saldırı

halindeydik. FKF hızla geriliyordu.

Yüksek Öğretmenliler her ne kadar bize yakınlık ve eğilim gösteriyorlarsa da FKF’de yatıp

kalkmaları, onların “Oportunistlerle” (o zamanlar FKF’lilere kısaca böyle derdik.) yakın ve

sıkı ilişki içinde olmaları, dolayısıyla onların etkisine daha açık bulunmaları anlamına

geliyordu. Yüksek Öğretmenlilerin “Sosyalist Devrimci” olmaları bizim için ciddi bir kayıp

anlamına gelirdi.

Yüksek Öğretmenlileri nasıl kafaya alacağımızı, onları “oportünistleşmekten” nasıl

koruyacağımızı konuşurken, 1 Mayıs kutlaması yaparak onlarla olan yakınlığı ve arkadaşlığı

güçlendirebileceğimizi düşündük.

Page 37: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

37

Sonunda yurtlara, tanıdık öğrenci evlerine falan haber salıp, toplayabildiğimiz kadar arkadaşı

toplayıp, Belgrad Ormanları’na gitmeye karar verdik. Böylece Yüksek Öğretmenlileri dört bir

yandan kuşatmış olacaktık.

Ama Belgrad Ormanları’nı seçmemize bakıp bunu Bahar bayramı gibi anlamamalı. Biz 1

Mayıs kutlamak istiyorduk. Ama esas amacımız 1 Mayıs da kutlamak değildi. Daha doğrusu 1

Mayıs kutlaması bizim politik çalışmamızın basit bir aracı idi.

En başta Deniz olmak üzere bizler, hem gelenek henüz ortada olmadığından, hem de

ritüellere, seremonilere ve “Pazar vaazlarına” hiçbir değer vermediğimizden, bir şeyi sırf

kutlamış olmak için kutlamazdık.

Bunlar bizim politik faaliyetlerimiz birer aracı iseler gerçek hayatın ve mücadelenin içinde bir

işlevleri varsa bizler tarafından değerlendirilirlerdi. Yaptığımız buydu.

*

Toplandık. Yanlış hatırlamıyorsam bir otobüse yakın insandık. Celal Doğan, Metin Eşrefoğlu

gibilerini hatırlıyorum. Belgrad Ormanları’na gittik.

Şimdi birçok insanı hayal kırıklığına uğratabilir ama öyle törensel ve “devrimci” bir 1 Mayıs

değildi bu. Sevdiğimiz türküleri şarkıları söyledik, ama bu zaten bir araya geldiğimizde hep

yaptığımız bir şeydi. Topla oynadık. İçimizde ayıcılık yapanlar, güreşenler oldu. Yüksek

öğretmenlilerle konuşmalar yapmaya, tartışmaya, yakınlıklar oluşturmaya çalıştık.

Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya’nın kafasını koltuğunun altına alıp sıkarak, “dur lan seni

kafaya alayım, Demokratik devrim stratejisini benimse” diyor ve Kaypakkaya da utangaçça

ve sessizce gülüyordu.

Bu ilk kutlamadan bunlar kalmış.

Bu kutlamanın ilk kutlama olduğunu, bir gün bunun hakkında yazı yazmak gerekeceğini hayal

bile edemezdik.

Bu 1 Mayıs eylemimiz amaçlarına ulaşmış olmalı ki, daha sonra Yüksek Öğretmeli arkadaşlar

Demokratik Devrim stratejisini benimsediler ve yine o zamanki bizlerin jargonuyla

“Oportunist” olmayıp “Devrimci” oldular.

*

İşte 41 yıl önceki benim ilk 1 Mayıs’ım böyleydi. Deniz ve DÖB kelimenin gerçek anlamında

ilk kez “buzu kırıp yolu açmaya” böyle başlamışlardı.

Hiç de kahramanca veya destansı değil.

Hayat öyledir zaten.

Her şey öylesine oluverir. Sonra gelenler onlara başka anlamlar yükler kutsal bir haleyi

başının üzerine konduruverirler.

Deniz’in en az bilinen özelliklerinden biri de, en kutsal bilinen şeylerin üzerindeki kutsallık

şalını kaldırmaktı. Bunu bilinçli olarak yaptığını düşünüyorum.

Deniz yaşasaydı bu günkü göğe çıkmış Deniz ile en çok kendisi alay ederdi.

Page 38: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

38

Biz de bu kısa yazıyla, onun yaşasaydı yapacağını yapmış olalım.

*

Yollar böyle açılır buzlar böyle kırılır.

Troçki, hem Marksist metodun harika bir uygulaması olan, hem da bizzat devrime katılmış ve

onun önderlerinden biri tarafından yazılmış, benzeri olmayan, her sosyalist ve devrimcinin

Tarihsel Maddeciliği uygulamasından öğrenmek için okuması gereken Rus Devrim Tarihi adlı

nefis kitabında, devrimin gelişimini anlatırken metaforlardan yararlanır.

Tam hatırlamıyorum şimdi, kitap da elimin altında yok. Bir atın terkisi ardına çekine çekine

ortaya çıkan devrimin, bir zırhlı araç olup tüm gücü ve haşmetiyle ortaya dolaşmasından söz

eder devrimin kat ettiği gelişmeyi anlatırken.

41 Yıl önce bir otobüsü anca dolduran devrimci ve sosyalist öğrencinin Belgrad

Ormanları’nda türkü ve devrimci şarkılar söyleyerek; top oynayıp, güreşerek Yüksek

Öğretmenlileri kafaya almak için başladıkları 1 Mayıs kutlaması, şimdi yüz binler olmuş

Taksim’i ve yolları doldurmuş.

Bu günkü muhteşem kutlamanın bütün politik görünüşüne rağmen o günün apolitik

görünüşlü, cılız 1 Mayıs kutlamasından daha politik olduğunu söyleyemem.

05 Mayıs 2010 Çarşamba

Demir Küçükaydın

[email protected]

http://www.koxuz.org

Page 39: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

39

““MMiinnii İİşşggaall”” ÜÜzzeerriinnee DDeeğğeerrlleennddiirrmmeelleerriinn BBiirr DDeerrlleemmeessii

Sezai Sarıoğlu, Kadıköy’de ayda bir “Nehir Muhabbetler” başlığı altında, tarih ve bu gün

arasında hem bilgi ile hem sanatla dolu bağlar kuran toplantılar yapıyor. İstanbul’da olduğum

zamanlar bu “Muhabbetler”in hiç birini kaçırmamaya çalışırdım.

Biraz önce Facebook’ta “Nehir Muhabbetler” ile ilgili duyurunun afişini ve ondan kısa bir

alıntı gördüm.

Bu ayki “muhabbet’in konukları iki kadın: Oya Baydar ve Melek Ulagay imiş. Konu başlığı:

“Tarihi Sadece Erkekler Yazmamalı”

Altında Sezai Sarıoğlu’nun şu kısa yazısı var:

“Pek çok yönüyle ezbere bildiğimiz, bizim mahallenin asilerinden Deniz Gezmiş'in eylemci

karakterini ve imgesini "Bir Dönem iki Kadın" kitabındaki O. Baydar'ın cümlesiyle yeniden

üretebiliriz: “Ders bitti; sloganlar alkışlar arasında amfiden çıkıp odama geldim. İçeri yeni

girmiştim ki kapı vuruldu, kapıda uzun boylu, yakışıklı bir delikanlı . 'Ben Deniz Gezmiş'im,

teziniz reddedildiği için rektörlüğü işgale gidiyoruz' dedi ve cevabımı bile beklemeden yürüdü

gitti. Öylece kalakaldım. Durun, yapmayın diyecek halim yok; böyle bir tavır küçük burjuva

pasifizmi olarak damgalanır. Zaten, yapmayın desem beni kim dinleyecek! Eylem çoktan

planlanmış.” Bu tür anlatılar, sol tarihe yeni başlayan heveskarlar için bir keşif imkanı,

geçmişi bilenler için ise karakterleri bilmediğimiz özellikleriyle tanıma ve yeniden bilme

kapısıdır.”

Bu satırlar beni geçmişe götürdü. Oya Baydar hocamdı. Deniz Gezmiş arkadaşım ve

yoldaşım. Ve sözü edilen olayda “asli fail”lerden biriydim.

İnternete gireyim ve bir bakayım, bu konuda neler var biraz araştırayım dedim. Sonuç

aşağıda. Bulabildiğim her şeyi topladım. Ve hiç yorumsuz alt alta koydum.

Aynı olayın doğrudan veya dolaylı şahitlerince nasıl farklı algılanıp anlatıldığı; gerçek ve

efsanenin nasıl birbirine karıştığı üzerine ilginç bir derleme oldu. Üzerinde bir inceleme ve

analiz yazılmaya değer bir “veri yığını” da denebilir.

Aşağıda bunları aktarıyorum. İzleyemeyeceğim bu toplantıya en azından uzaktan böyle

dolaylı bir katkı yapmış olayım.

Aynı olayın farklı sınıflar, ideolojiler ve eğilimler tarafından nasıl ele alınıp aktarıldığına da

bir örnek.

Tabii tarih üzerine tartışmaların aslında Tarih üzerine değil de bugün ve gelecek üzerine

tartışmalar olduğuna da.

07 Nisan 2011 Perşembe

Demir Küçükaydın

Page 40: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

40

Önce Oya Baydar’ın “Mini İşgal” üzerine dediklerinden başlayalım:

Oya Baydar, Taraf’ta Yayınlanan bir söyleşide “Mini İşgal” ile ilgili olarak şunları

anlatıyor:

“Masum değiliz hiçbirimiz” - Taraf/AYÇA ÖRER - Istanbul - 17.05.2008

Kendisinin de devrim ateşiyle yandığı 1968’i “umut ve masumiyet çağı” sayan romancı-

sosyolog Oya Baydar’a göre, kırk yıl sonra “devrimci ruhu gerilemiş; hiçbir şeyle

yüzleşmeyen” bir toplum haline geldik

Deniz Gezmiş odanıza girer ve “doktora teziniz kabul edilmediği için okulu işgal ediyoruz”

der. Oradan başlayalım mı konuşmaya?

1964’te İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde asistandım. Doktora tezimin konusu

“Türkiye’de İşçi Sınıfının Doğuşu”ydu. 1967’de bitirdim. Jüri kabul etti, profesörler kurulu

reddetti. İçinde ne olduğunu bile bilmiyorlardı. Tezin konusu, benim o zamanlar TİP’e üye

oluşum, 68’ hareketinin önde gelen gençlerini tanımam yüzünden reddettiler. 68’de yine

sundum. Yine jüri kabul etti, profesörler kurulu reddetti. Haber geldiği gün, verdiğim “Sosyal

Düşünce Tarihi” dersinde, herhalde biraz da heyecanlı bir konuşma yaptım. Ders Sosyoloji-

Felsefe koridorunun amfisindeydi. Normalde bu dersi 60-70 kişi izlerdi; o gün baktım her yer

tıklım tıklım, başka fakültelerden de öğrenciler var. Belli ki benim de haberim olmadan bir

şeyler hazırlanmış. Konuşmadan sonra sınıftan çıktım, odama gidip oturmaya zaman

kalmadan kapı açıldı; boylu poslu, yakışıklı bir delikanlı, hani aslan gibi derler ya öyle,

kapıda belirdi, “Doktora teziniz reddedildiği için rektörlüğü işgal ediyoruz” dedi, çıktı gitti.

Ben o güne kadar Deniz’i tanımıyordum, adını biliyordum sadece. Deniz’in bazı arkadaşları

benim öğrencilerimdi. Yaşları da bana yakın o zamanlar. Hepimiz arkadaşız... Ondan sonra

Rektörlüğe gitmişler, işgal etmişler. Burada bir düzeltme yapayım. Bu işgal yanlış olarak ilk

üniversite işgali olarak anılıyor. 1968’in aralık sonundadır. Oysa İstanbul’da ilk üniversite

işgali haziran ayında, Fransa’da 68 olaylarından hemen sonra olmuştu. Benim doktora tezimin

reddedilmesi üzerine yapılan işgal, “mini işgal” olarak anılırdı o zamanlar.

Bu dönemde, siz 28 yaşındasınız. Kuşağınız. 2. Dünya Savaşı sonrasında, Cumhuriyet

ilkelerine göre büyümüş bir kuşak. Biraz anlatabilir misiniz?

68’de, ben 27-28 yaşlarındaysam Denizler 20 yaşlarındaydı. Bir kuşak farkından söz edilemez

pek. Genelde orta sınıf, cumhuriyetçi, kentli ailelerden geliyorduk. Çoğumuz CHP’li asker,

öğretmen, memur ailelerin çocuklarıydık. Çocuklar, siyasal olarak ailelerinin bir adım önüne

geçtiler. Türkiye’de 1961 anayasası sonrası görece demokratik bir ortam vardı. Sosyalizmin

bütün güçlüklere rağmen konuşulmaya başlanması, TİP’in kuruluşu, 15 milletvekiliyle

meclise girmesi. Eğitimli, kentli, cumhuriyetçi devletçi- elit ailelerin çocukları sol fikirlere

yönelmeye başladı. Kırsal-geleneksel kesimden, taşradan gelen gençlerse çoğunlukla sağda

konumlanıp, düzene tepkilerini buradan gösterdiler. 1968’te Türkiye değişim sancıları kendini

dinamik gençlik kesimlerinde hissettiriyordu.

Avrupa’daki, Amerika’daki 68 hareketleriyle nerede birleşti nerede ayrıldı Türkiye 68’i?

Page 41: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

41

İki noktada birleşti: Eşzamanlılık ve devrimci başkaldırı, mevcut düzene isyan... Ama

özlemler farklıydı. Batı 68’i gelişmiş kapitalizme, insanı tüketim toplumunun parçası haline

getirip öğütmesine, burjuva yaşam düzeyi ve burjuva demokrasisinin sınırlarına isyan

ediyordu. Aynı zamanda, sosyalist-komünist partilerin, örgütlerin statükoculuğuna karşı da bir

isyandı bu. Bizdeyse, onların aşmaya çalıştığı yapılar henüz kurulmamıştı, mevcut düzenden

genel bir memnuniyetsizliği dile getiriyorduk. ?imdi düşününce, genel taleplerimizin burjuva

demokrasisi çerçevesinde olduğunu görüyorum. Türkiye 68’inin özünde, antiemperyalizm

anlamında bağımsızlıkçı ruh ve düşünce vardı ki, bugüne bu “ulusalcılık” olarak evrildi.

Türkiye 68’i, Cumhuriyetçi kuşağın bağımsızlıkçı - kalkınmacı ideolojisini ileri götürmeye

yönelik bir tepki ve isyandı. Bireysel özgürlükler henüz gündemde değildi, özlediğimiz

devrime doğru giderken otoriter bir devletin gereğine ve kendi statükolarımızı kurmaya

itirazımız olmadığı gibi, böyle olması gerektiğini de düşünüyorduk.

Kırk yıldır yaşananları sosyolog kimliğinizle de gözlemlediniz... 1971’den sonraki sertleşme

süreci nasıl yaşandı?

İnsan içinde yaşarken, kırk yıl boyunca edinilmiş deneyimlere sahip değilken, olup bitenleri

tam değerlendiremiyor, yeterince sorgulayamıyor. 71 sonrasında yaşanan süreçteki

sertleşmede, bugün yakındığımız tabloya varışta günah payımız neydi, hatalarımız neydi?

Bunlara öz eleştirel bir bakış getiremedik.

(Taraf İnternet’te paralı olduğundan Söyleşinin gerisini bulamadık.)

*

Daha sonra Oya Baydar Taraf’tan ayrıldıktan sonra ulusalcı Soner Yalçın şunları yazmış:

Deniz Gezmiş Oya Baydar İçin Ne Yapmıştı? O günleri unuttu mu?

23.05.2009 00:00

Yazar Oya Baydar, Ahmet Altan tarafından “liberallerin arasına düşen Türkan Şoray

filmlerini andıran pavyondaki namuslu kadın” benzetmesine muhatap kalınca Taraf

Gazetesi’nden istifa ederek medyanın gündemine girmişti.

Romanlar yazıp ödül almış Oya Baydar bu olayla birden bire popüler kültür dünyasının

tanınmış isimleri arasında yerini alıverdi. Tv ve gazetelere röportajlar verdi. Ünlendi!

Geçtiğimiz hafta…

Bu sayfada Oya Baydar ile ilgili bir yazı kaleme alacaktım.

Diyecektim ki, “Oya Baydar’ı solcular çok eskiden tanır.”

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde 4 yıldır asistanlık yapan Oya

Baydar (o dönemdeki adıyla Oya Sencer), “Türkiye’de İşçi Sınıfı’nın Doğuşu ve Yapısı”

konulu doktora tezi yazdı. Tezini hocaları Prof. Nurettin Şazı Kösemihal ve Prof. Macit

Gökberk tarafından onaylandı. Ancak Profesörler Kurulu tezi iki defa reddetti.

Oya Sencer/Baydar 26 Aralık 1968’te istifa etti.

Page 42: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

42

Olayı öğrenen İstanbul Üniversitesi öğrencileri, Oya Sencer’e destek verip, Profesörler

Kurulu’nu protesto etmek için derslere girmeyip topluca merkez binaya/rektörlüğe gittiler.

Oya Sencer burada gözyaşlarını güçlükle tutarak, “onlar zannediyor ki her istifaya zorlanan

öğretim üyesi mücadeleden vazgeçecek” diye konuştu.

Bu sözler üzerine başını Deniz Gezmiş’in çektiği öğrenciler rektörlüğü işgal ettiler.

“Demokratik Üniversite” diye slogan atan öğrenciler Edebiyat Fakültesi dekanını da istifa

çağırdılar.

Üniversite senatosu rektörlüğün işgalini öğrenince okulu süresiz tatil etti.

Bu eylem nedeniyle Bozkurt Nuhoğlu, Celal Doğan, Masis Kürkçügil gibi yedi öğrenci

tutuklandı. Deniz Gezmiş polis tarafından aranmaya başlandı.

Geçen hafta işte bunları yazmayı planlıyordum…

Olaylı biçimde köşe yazarlığından istifa ederek medyanın gündemine gelen Oya Baydar’ın,

1968’de üniversiteden istifasıyla da rektörlük işgaline neden olduğunu yazacaktım.

O döneme; ve Oya Baydar’ın ilk eşi (“Osmanlı Toplum Yapısı”, “Toplumbilimlerinde

Yöntem”, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri”, “Türkiye’de Sınıfsal Yapı ve Siyasal

Davranışlar”, “Türkiye’nin Yönetim Yapısı” gibi hayli okunan ve tartışılan kitapları yazan)

Doç. Dr. Muzaffer Sencer’e ait okuma yapıyordum.

Sonra…Gündem değişti.

Geçen hafta başka bir şey yazdım.

Bu hafta Teşvikiye Camii’nde Türkan Saylan’ın annesi hakkında yazılanlardan dolayı üzüntü

duyduğunu öğrenince ne yazacağım belli oldu.

Konuyla ilgili okumalar yaparken karşıma kim çıktı dersiniz; Muzaffer Sencer Hoca!

Türkan Hoca arkadaşlarıyla Sovyetler Birliği’ne düzenledikleri “Beyaz Geceler” gezisinde

tanımıştı Muzaffer Sencer’i.

“Muzaffer Sencer’i Rusya gezisinde, genç, çok yakışıklı, durmadan Ece Ayhan şiirleri

okuyan, tartışmalara giren, çok yönlü ve ilginç, durmadan sigara içen, iğneleyici espriler

yapan bir insan olarak tanıdım. Döndükten sonra birkaç yıl dostluğumuz sürdü. Uzun telefon

konuşmaları, ayda bir İstanbul’a gelişler, benim Ankara’ya gidişlerimde görüşmeler. (…)

Sanırım bir öğrencisiyle yeni bir evlilik yapmıştı. Koleksiyon, eski eşya, takı toplama-yapma

gibi özgün merakları vardı. Gümüş paralardan, boncuklarla süslü kolyeler yapıp armağan

ediyordu etrafındakilere. Ankara’daki son evi tıkış tıkış antika doluydu.

Bu ilginç adam içtiği sigaralar sonucunda akciğer kanseri oldu. Eşi, arkadaşları ona baktılar.

Çoluk çocuğu yoktu; babasından kalan miras bazı mal mülkü bir şeyleri vardı herhalde.

Aklına koymuştu, mirasını bizim derneğe bırakacaktı ve adına bir okul yapılacaktı.

Durmadan bana haber gönderiyor, telefon ediyor, ‘Türkan gel noter çağıracağım bunları sana

vereceğim biliyorum sen isteğimi yaparsın’ diyordu.(…)

Page 43: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

43

Sonunda hiç unutmuyorum, bir Cuma Ankara programı yaptım ve bir gün öncesinin akşamı

evine telefon edip, ‘yarın geliyorum’ demeye karar verdim. Telefona eşi çıktı, “ne yazık ki

bugün yitirdik’ dedi.

İşte Muzaffer’in bendeki öyküsü. Ne yazık ki onun adına, onca olanak varken, cıvıl cıvıl

çocukların koşuşturduğu bir köy okulu bile yapamadık. Bu acıyı, bu yitikliği belki de bu

başarısızlığı hep içimde taşırım.” (Güneş Umuttan Şimdi Doğar” kitabından.)

Oya Baydar’ı yazacakken nerelere gittik…

İyi de ettik; bilmeyenlere Muzaffer Sencer Hoca’nın adını duyurduk…

Soner Yalçın

*

Soner Yalçın’ın bu yazısı üzerine Yalçın Yusufoğlu şu yazıyı Yazmış:

Mini İşgal

Soner Yalçın 24 Mayıs 2009 tarihli Hürriyet’te Deniz Gezmiş’in Oya Baydar için üniversite

işgali yaptığını yazmış. Aşağıdaki değinmeyi hem --fazla önem taşımasa da-- bir yanlışı

düzeltmek için, hem de o olayla ilgili ilginç (ilginç olduğu kadar toplumsal anlamı olan) bir

anekdotu aktarmak için yazıyorum. Bir ülkenin devrimci hareketinin belleği toplumun

belleğinin özgün damarıdır, onun canlı tutulması, kuşaktan kuşağa eksilerek değil, artarak

devredilmesi, insanın nisyan ile mâlül kalmasına göz yumulmaması gerektiği inancındayım.

Bilindiği gibi ilk üniversite işgali 1968 Haziran’da gerçekleşmişti. Fakültelerin alt

birimlerinden yukarıya doğru seçilen komiteler işgal ve boykot komitelerini oluşturuyorlar,

fakülte üst birimleri İstanbul Üniversitesi İşgal ve Boykot Komiteleri İcra Konseyi isimli en

üst organı seçiyordu. Bütün temel kararlar bu konsey tarafından alınıyordu.

Daha önce hiç bir benzer deneyimi olmayan öğrenciler çabucak organize olmuşlar, mümkün

olduğu kadar demokratik ve işlerli bir mekanizma kurmuşlardı. Fakülte birimleri eylemi

yürütmenin yanısıra öğrencilerle iletişim içinde kendi fakültelerine ya da bölümlerine ilişkin

talepleri saptıyorlardı. Ayrıca bir faşist saldırıya karşı güvenlik başta olmak üzere görevlerin

daimi ve yürütülmesi, iaşe-ibate başta olmak üzere eylemdeki öğrencilerin ihtiyacı olan

malzemelerin aksamasız temini, düzenli parasal kaynakların bağış olarak sağlanması gibi

dışarıdan pek bilinmeyen, akma içeride hayli önem taşıyan teknik ve maddi görevler de

aksamasız yerine getiriliyordu. Eylemdeki öğrencilerin önemli bir bölümünün o zaman değin

gençlik içindeki tek yaygın ilerici örgütlenme deneyi sekiz ay kadar sonra ismi Devrimci

Gençlik Federasyonu’na dönüşecek olan ve fakülte birimlerine dayanan Fikir Kulüpleri

Federasyonu idi. Fakat işgal ve boykot eyleminin çapı, genişliği FKF’nin sınırlarının

ötesindeydi.

Deniz Gezmiş sözünü ettiğimiz üst kurulda yoktu, ama üniversite yetkilileriyle

Baltalimanı’ndaki Üniversite Misafirhanesinde yapılan görüşmelerde vardı. Daha önceki

eylemlerde ismi gazetelerde gençlik lideri olarak en fazla geçen genç oydu, işgal sırasında en

fazla öne çıkan, basında adından en çok söz edilen kişiydi.

Page 44: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

44

Öğrenciler kendilerini destekleyen öğretim üyeleriyle iyi ilişkiler içindeydiler. TIP’tan Doç.

Metin Özek, Hukuktan Doç. Çetin Özek, TIP’tan Gencay Gürsoy, Edebiyat’tan Murat Belge,

İktisat’tan Nurkalp Devrim, Kimya’dan Esat Eskazan, Edebiyat’tan Oya Baydar Sencer

eylemin aktif destekçileri arasındaydılar. Gene Hukuk’tan (sonradan faşistlerce kurşunlanıp,

sakat bırakılacak olan) Doç. Server Tanıllı, Prof. İsmet Sungurbey, Doç. İdris Küçükömer,

(sonradan faşistlerce öldürülecek olan) Prof. Cavit Orhan Tütengil, Prof. Ömer Lütfü Barkan,

Edebiyat’tan Prof. Mina Urgan, Doç. Cevat Çapan, Hukuk asistanı Erdoğan Teziç, TIP

asistanı Türkan Saylan’ı da öğrencilerden yana olan öğretim üyeleri arasında sayılabilirler.

Öğrencilere yönetici olarak muhatap olduğu halde, onların taleplerini makul bulan ve

eylemlerini destekleyen Hukuk Fak. Dekanı Prof. Tarık Zafer Tunaya’yı da anımsatmak

gerekir.

İşgal ve boykot başarıyla sona erdi. Başarı kelimesinden kasıt öğrencilerin akademik ve

sosyal taleplerinin kabul edilmesiydi. İdare talepleri kabul ettikten sonra eylemi sürdürmenin

anlamı da yoktu, girişilen hareketin kuralları da onu gerektiriyordu.

Genellikle derslere, vizelere, sınavlara ve harçlara ilişkin olan akademik taleplerin tamamı

Üniversite Senatosu tarafından yerine getirilecekti, ama bütçeye, tahsisata bağlı olan sosyal

talepler için aynı şeyi söylemek mümkün olmadı. Kasım ayında ‘üniversite reformu’ ismiyle

Meclis’e savkedilen yasa tasarısı da parlamentonun labirentlerinde önemini yitirecekti.

***

Gelelim ikinci işgale: Aralık sonunda Ed. Fak. Sosyoloji Bölümü asistanı Oya (Baydar)

Sencer’in doktora tezi akademik değil, ideolojik nedenlerle reddedildi. Tezin Türkiye İşçi

Sınıfı Tarihi üzerine yapılmış ilk doktora çalışması olduğunu söylersem, ideolojik nedenler

sözünden neyi kastettiğim daha iyi anlaşılır. Tezin reddedilmesinde en belirgin rolü kendisini

ilerici tanıtan, Cumhuriyet yazarı Prof. Cahit Tanyol oynamıştı.

Haber öğleden sonra (26 Aralık 1968) üniversiteye yayılınca red kararının gericilik olduğunu

düşünen devrimci öğrenciler üniversiteyi işgale karar verirler. Bir grup öğrenci Üniversite

Merkez Binası cümle kapısının yanında bulunan Rektörlük binasına giderler, (ismini şu anda

anımsayamadığım, ama öğrencilerin tanıdığı, sevdiği ) Rektörlük Sekreteri’ne Rektörle

görüşmek istediklerini, talepleri olduğunu, kabul edilene kadar Rektörlük binasından

başlayarak üniversiteyi teslim alacaklarını söylerler ve anahtarları isterler.

Sekreterin yanıtı anekdot olarak demokratik öğrenci hareketi tarihimize geçecek niteliktedir:

“Deniz Bey nerede?” diye sorar Sekreter.

Gençler de “Deniz yok” derler.

Sekreter: “Deniz Bey olmadan Rektörlüğü teslim edemem” diye ısrar eder.

Öğrenciler taleplerini Rektöre bildirirler ve dışarı çıkarak sonucu beklemeye başlarlar. Rektör

ve yanındakiler binayı terkedip Fen ve Edebiyat Fak. Binasına giderler. Böylece Rektörlik

binası da öğrencilere geçmiş olur.

Page 45: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

45

Rektör Üniversiteyi tatil etme kararı alır ve Emniyet’i arayarak polis çağırır. Polis gelir. DP

iktidarına karşı 28 Nisan 1960 tarihinde (o sırada özerk olmayan) İstanbul Üniversitesinde

başlayan gösterilerden beri polis üniversiteye ilk kez girmektedir.

Süresiz tatil edilmiş bir üniversitenin işgali de olamayacığından işgal sona erer. Eylem

öğrenci hareketimizin tarihine “Mini İşgal” olarak geçer.

Oya (Baydar) Sencer’in tezinin reddedilmesini protesto etmek için Rektörlük binasının teslim

alınması sırasında Deniz Gezmiş yoktur. Eylem aniden geliştiğinden o sırada orada

bulunmadığı için mi yoktu, yoksa başka bir nedenle Emniyetçe arandığı için mi Rektörlüğe

giden grupta yer almamıştı, yoksa ayrı bir sebepten mi öyledir, şu anda anımsayamıyorum.

Şu anda İnternette yeralan ve eylemi aktaran anlatılarda ertesi sabah olayı protesto etmek için

Üniversite önüne gelen öğrenciler arasında Deniz Gezmiş’in bulunduğu ve çıkıp kısa bir

konuşma yaptıktan sonra, meydandan ayrıldığı, aralarında Masis Kürkçugil, Mehmet Mehdi

Beşpınar, eski İşgal ve Boykot Komitileri İcra Konseyi Başkanı Kemal Bingöllü, (daha sonra

Kızıldere’de öldürülecek olan) Cihan Alptekin, Bozkurt Nuhoğlu gibi öğrencilerin gözaltına

alındıkları Cihan hariç diğerlerinin tutuklandığı, Deniz Gezmiş’in de bir süre sonra

tutuklandığı belirtiliyor.

İşgal olayının tanıklarının çoğu hayattadır. Şayet onlar eylemin ayrıntılarını anlatırlarsa

kaynaklara en doğru verileri geçirmiş olurlar. Ben olayı önce Murat Belge’den, sonra da

Rektörlüğü devralmaya giden öğrenci grubundaki Masis Kürkçügil’den dinlemiştim.

Kuşkusuz ki, eylemin anlatılmaya değer yönü Deniz’in ilk gün orada bulunup bulunmadığı

değildi, Rektörlük binasına giden grupta bulunmamasının sonucuydu: Rektörlük Sekreteri’nin

“Deniz Bey olmadan binayı veremem” demesiydi.

İşte bunun adına toplumsal meşruiyet derler. 1968 işgali o denli meşruiyet kazanmıştı ki,

Rektör üniversiteye polis çağırırken, Sekreteri üniversiteyi teslim için Yed-i Emin gibi

gördüğü Deniz Gezmiş’i istiyordu.

yalçın yusufoğlu

Not: Gazeteci olmak illa ki medyatik davranmayı mı gerektiriyor? Soner Yalçın olaya

değinen yazısının başlığını “Deniz Gezmiş ‘pavyondaki kadın’ için üniversite işgal etmişti”

diye seçmiş. İşgali Deniz’in yapmadığını yukarıda yazdık, o başlığın ilginç ve sevimli bir yanı

olmadığını, erkeklere özgü ağız alışkanlığıyla kullanılmış ‘pavyona düşmüş kadın’

benzetmesinin ikinci kez kullanılması ilkinden daha sevimsiz olmuş.

*

Mustafa Lütfü Kıyıcı, Yalçın Yusufoğlu’nun bu yazısıyla ilgili şu yazıyı yazar:

Yalçın Yusufoğlu’na Düzeltme Önerileri

mustafa lütfi kıyıcı

Page 46: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

46

1. deniz, hukuk fakültesi işgal komitesi, hukuk fakültesi sorunlarını seçilen öğretim üyeleri ile

tartışan/görüşen komitenin üyesi ve doğal olarak işgal ve boykot komiteleri icra komitesi

üyesidir. işgal olayını başlatan kişidir. masis’in aktarmaları eksik kalmış olabilir. bir anı

sıkıştırayım: bir toplantıda deniz sesini duyuramayınca sandalye üzerine çıkarak konuşunca

eleştirilmiştir.

2. oya (baydar) sencer’in tezi şimdilerde ilgilileri dışında kimsenin hatırlamayacağını

sandığım asya tipi üretim tarzı görüşü ile yazılmış ideolojik/akademik bir tezdir. yapılan

protesto eylemidir. gerçek ise senato üyelerinin binayı terk etmeleridir. gerçek anlamda bir

işgal olmamasına rağmen mini işgal olarak bilinmiştir.

3. hukuk fakültesi dekanı tarık zafer hocamız değil reha poroy’dur.

4. rektörlük sekreterinin adı sebahat hanımdır.

fkf başlangıçta işgale katılmamıştır. olayın başarısızlıkla sonuçlanacağını ve bunun

sorumluluğunun “sol”cular üzerinde kalmaması gerektiğini bizzat veysi sarısözen iktisat

fakültesinin dernek odası gibi kullandığı veli’nin odasında bana söylemiştir. “sağ sol yok

boykot var” yazısı birazda bundan dolayı kara tahtaya yazılmıştır. fkf, kitle tarafından

benimsendikten sonra olaya katılmıştır. başka türlüsü de zaten düşünülemezdi. katkıları da

olmuştur.

masis’in anlattıkları eksik veya aklınızda yanlış kalmış olabilir. yaşanılanları doğru aktarmak

birinci elden sorumluluğumuzdur.

*

Yine M. Lütfü Kıyıcı’nın bu konuyla ilgili değinmeler içeren ama başka bağlamda yazılmış bir

yazısını aktaralım:

Hem 68’li hem Ergenekoncu olmak mümkün mü?

Dinci bir TV kanalında program yapan “liberal” konuşmacılara yöneltilen, “Deniz Gezmiş

yaşasaydı Ergenekon’a karşı tavrı ne olurdu?“ şeklindeki bir izleyici sorusuna bir dönemin

Maocusu ve cuntacısı Şahin Alpay, “kesin Ergenekoncu olurdu!” diye cevap verdi.

İlginçti.

Eski patronlarımdan Oya Baydar da 14 mart günlü Taraf*’taki yazısında, darbeciliğe meyilli

68’lilere sitemkâr ve duygusal bir makale yazdı. Başlığı, “darbe kuşaklarına açık mektup”…

68’lileri belli fikri kalıpları benimseyen ve aynı kalan kişiler olarak kabul eden bu görüşleri

kabul etmek mümkün mü? Bir kuşağı, “darbe kuşağı” olarak isimlendirmek ne kadar doğru?

Belli ki oya Baydar hala 68’li yıllarda, 68’i yaratanlara yönelttiği eleştirilerin ötesine

geçememiş bir fikri yapıdaki “dönemdaş”. o yıllarda yaşamış olmakla 68’li olunmuyor. 68’i,

68 yapan hiçbir harekete katılmayan, hatta eleştiren/karşı duran, o zaman da sonrasında da

eleştirenler de 68’li olmuyor. Onlar sadece dönemdaştır. demokratik dayanışma veya tavır

adına uğradığı akademik haksızlık nedeniyle “mini işgal“ denilen olayı gerçekleştirdiğimiz

Oya Baydar da bu emek verilmiş sıfatı hak ediyor mu? Tartışılır. 68, başkaldırı kültürüyle

ilişkilidir.

Page 47: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

47

Genelleme yaparak, 68’lileri darbecileri desteklemekle suçlamak… Bence bu mümkün değil.

Dün de değildi; bugün de değildir. Sıkıyönetim savcıları bile hazırladıkları iddianamelerde,

özellikte dev-genç davalarında, sanıkları aynı kategoriye koymamışlardı. doğrusu da bu idi.

68’de özellikle yön ve devrim gazetesinin etkisi ile ve 27 Mayıs darbesini gerçekleştirenlerin

iradesine bağlı olmayan siyasal, sosyal kazanımlarının da oluşturduğu iklimde, cuntacılık da

elbette ki etken bir siyasal hareketti. 27 Mayıs’tan daha öte kazanımlar sağlayacak bir “ihtilal”

beklentisi yaratıldığını, böyle bir iklimi hep birlikte yaşadık.

Örneğin; Şahin Alpay ve Halil Berktay, aydınlık sosyalist dergi’de –bugünkü Aydınlık dergisi

ile alakası yoktur- ve Türk Solu dergisinde –bunun da bu günkü aynı isimli dergi ile alakası

yoktur- devrime giden yolu dört aşamaya ayırmış ve öncelikleri küçük burjuva radikallerine

yani cuntacı hareketlere veren yazılar yayınlamıştı. Bu ve benzer yazılar nedeniyle, FKF’nin

Dev Genç’e dönüştüğü kongrede, bu yayın organlarının bizim yayın organlarımız olup

olmadığı konusunda önerge vermiş ve Doğu Perinçek ekibiyle ayrılığa yol açan tartışmayı

başlatmıştım.

Mahir sonradan aydınlıkta yayınlanacak olan en etkili konuşmalarından birini yaptı. bu

yazılar toplu eserlerini taşıyan kitaplarda vardır. ve darbecilerle köprüleri attık. Doğu da

(Perinçek) Doğan Avcıoğlu’nun devrim gazetesiyle aynı kata taşınıp, ”proleter devrimci

Aydınlık”, yani Beyaz Aydınlık’ı çıkardı. Maoculuğu sonradır.

Şahin Alpay şimdi deniz yaşasaydı kesin Ergenekoncu olurdu diyebiliyor.

İlginç.

Derlemeci oldu diye eleştirdiğim için alınganlık gösteren Turhan Feyizoğlu’nun Deniz ile

ilgili kitabından bir iki tanıklık aktarmak istiyorum.

Ertuğrul Kürkçü’nün başkan seçildiği kongrenin ilk gününün akşamında deniz’in farklı bir

liste çıkarttığı söylentileri üzerine, gece saat 2 civarında ışıtan gündüz ile birlikte deniz’in

yanına, ODTÜ yurdunda kaldığı mekâna gitmiştim. Birlikte devrimci hukuklular Örgütü’nü,

Devrimci Öğrenci Birliği’ni kurduğumuz, nice eylemleri birlikte organize ettiğimiz, bursa

cezaevinden çıktıktan sonra Filistin’e gitmek istediği için kılavuz ve Filistin fedai kartını

verdiğimiz deniz’i son gördüğümün farkında değildim. Deniz söylentinin doğru olmadığını,

bilinen mücadeleye atılmak istediğini söyledikten sonra, dev genç’ten bizim beklentimizin ne

olduğunu sormuş; “yoksa cuntaya mı teslim edeceksiniz!“ diyerek her zamanki şakacı tavrıyla

dalgasını geçmişti. Orada hala hayatta olan önemli tanıklar vardı.

Gene DÖB’lü arkadaşlarımızdan Eyüp Yıldırım’ın kitapta aktarılan tanıklığında; deniz’in sağ

cunta da gelse sol cunta da gelse kendilerinin dağda olacağını söylediğini aktarır. bu ve

çoğaltılabilecek tanıklıklar deniz’in o zaman da bugün yaşamış olsa da Ergenekoncu

olmayacağının ipuçlarıdır. Sehpadaki son sözlerinin hiç mi anlamı yok!

Küçük burjuva radikallerini arkalarına alan kişi ve grupların estirdiği rüzgârın hiçbirimizi

etkilemediğini söylemek gerçekçi olmaz. dahlimizin mümkün olmadığı, dışımızda gelişen,

daha önce de darbe yapmış bir gücün gerçekleştirmesi ihtimal dâhilindeki bir hareketten

etkilenmemek de mümkün değildir. Kamuoyunu oluşturan bugünkü deyimle, kanaat

önderlerinin estirdikleri hava da şarkıdaki gibi “bir sabah ansızın gelebilirim” dizesine

Page 48: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

48

uygundu. Devrimciler için sorun nasıl tavır alınacağı ile ilgilidir. Darbeyi desteklemekle ilgili

değil. Eğer gerçekleşirse, en az zararla nasıl ayakta kalınabileceği ile ilgilidir.

Bugün, dün değildir. Kimse de 20’li yaşlarda değil. Bu insanlar 12 Mart’ı, Ziverbey

Köşkü’nü, Mamak Cezaevi’ni, Selimiye’yi, Avcı Köşklerini, Eczacılık Okulu’nu ve çeşitli

işkence haneleri yaşadılar. Öyle ki cezaevine gelişi kurtuluş gibi karşıladılar. Militarizmin ne

olduğunu bedenlerinde yaşadılar. Önderlerini darbecilerin katlettiği bir hareket nasıl

darbecileri destekleyebilir?

Darbeleri ve darbecileri desteklediklerini düşünmek bile ürkütücü.

Deniz ve Cihan Alptekin’in bursa cezaevinden gönderdikleri mektuplar hep “yaşasın halk

savaşının zaferi!” sloganıyla biter. Mahir’in ise yazıları ortada, Kızıldere’deki sloganları

kulaklarda…

Günümüzde çeşitli kentlerde örgütlenmiş 68 dernekleri tornadan çıkmış, aynı görüşleri

paylaşan kişilerden oluşmuş yapılanmalar değildir. Varsa eğer -ki vardır- bazıları içinde yer

aldıkları bugünkü siyasi oluşumların görüşleri nedeniyle bu izlenimi vermiş olabilirler. ve

onlar bugünkü kimlikleriyle 68’in ana damarından kopmuşlardır. Darbe isteyenle devrimi

özleyen aynı kefeye konulamaz.

Sevgiyle kalın, hak bilir olmanız dileği ile.

Mustafa Lütfi KIYICI

*

Yalçın Yusufoğlu ve M. Lütfü Kıyıcı’nın yazıları üzerine Demir Küçükaydın da şu ekleme ve

düzeltmeleri yollamış:

Mini İşgal ve Deniz Üzerine Birkaç Not

Merhaba değerli Yusufoğlu ve Kıyıcı,

Bu "mini işgal" konusunda sanırım benim de söylemem gereken birkaç ayrıntı var.

Galiba bu mini işgal işine Deniz'in bulaşmasına yol açan bendim.

Şöyle ki, ben DÖB'lüydüm (Devrimci Öğrenci Birliği, Mustafa Lütfü Kıyıcı da öyleydi).

Bizim DÖB genellikle Hukuk ve İktisatlılardan oluşurdu ve esas olarak "Merkez Bina"

ağırlıklıydı.

Bunun bir nedeni de Özellikle (Daha sonra Partizan'ı çıkarıp 74 sornrasında TKP'nin

atılımında önemli bir yeri olan) o zamanki FKF'ye de egemen olan Veysi Sarısözen'lerin

Edebiyat Fakültesinde büyük ağırlıkları olmasıydı.

Ben DÖB'deki birkaç Edebiyatlıdan biriydim. Sosyoloji Bölümünde okuyordum ve Oya

Baydar da benim öğretmenimdi. Elbette Oya Baydar'ın tezi reddedilişi vs. gibi gelişmeleri o

bölümde olduğum için ayrıntısıyla biliyordum ve sözünü ettiğin Cahit Tanyol ile de derslerde

sık tartışmış bir öğrenciydim.

Page 49: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

49

Bu Cahit Tanyol, Kemal Tahir ve İdris Küçükömer'den kaptığı (aslında onlar da

Kıvılcımlı'dan kapmışlardı, daha sonra da Kıvılcımlı'nın da belirttiği gibi) kimi fikir

kırıntılarıyla Osmanlı Devletini ülküleştiren bir takım görüşler savunurdu.

Bizim DÖB elbette Demokratik Devrim Stratejisi’ni savunduğundan Oya Baydar'a pek

sempatiyle bakılmazdı.

Ben, mini işgal olayından bir ya da iki gün önce, DÖB'lüler olarak sohbet edip şarap içerken,

Deniz'e, Oya Baydar'ın uğradığı haksızlığı anlatıp akademik fikir özgürlüğünü savunmak için

bir eylem yapmamız gerekeceğinden söz edip, bir yanıyla DÖB olarak bu konuya sahip

çıkmamızı, bir eylem koymamızı önerdim.

Deniz de şaka yollu, "Oya Sencer oportunisttir (Biz TİP'lelire ve sosyalist devrim stratejisini

savunanlara öyle derdik) boş ver" anlamında bir şeyler söylemişti.

Ben de öyle bile olsa bunun fikir özgürlüğü sorunu olduğunu söyleyerek Oya Baydar'ın

görüşlerine katılmasak da bu durumda onu savunmamız gerektiğini ve bunun fikir

özgürlüğünü savunmak için iyi bir vesile olacağını falan söyledim. Ama konunun üzerinde

fazla da durmadık. Deniz'in konuya ilgi göstermediğini görünce, ben kendim Oya Baydar'ın

yapacağı toplantıda en azından küçük çaplı bir protesto imkanı aramam gerektiğini

düşündüm.

Ertesi gün sosyoloji bölümünün girişindeki büyükçe anfide Oya Baydar'ın açıklama ve veda

toplantısı vardı. Salon doluydu. Fakat ben birden bizim arkadaşların, Deniz'in falan toplantıya

geldiğini görünce şaşırdım. İlgisiz olduğu izlenimi edinmiş ve gelmeyeceğini sanmıştım.

Dolayısıyla sadece izlemek üzere geldiklerini düşündüm.

Oya Baydar konuşmasını yaptıktan sonra ben de kürsüye fırladım ve şimdi hatırlamadığım,

bunu protesto etmek gerektiğine dair ajitatif bir konuşma yapmaya çalıştım. Ancak Deniz de

kürsüye çıktı ve birden eylem çağrısı yapıp bunu protesto edelim dedi.

Bizler zaten DÖB'lüler olarak kitleyi istediğimiz gibi yönlendirmekte adeta profeyonel

olduğumuzdan ve birbirimizle konuşmadan anlaşabildiğimizden, anfideki dinleyici

topluluğunu alarak rektörlüğe götürdük. Amacımız işgal falan değil, protesto etmekti.

Ne var ki rektörlüğü girdiğimizde rektörler ya da öğretim üyeleri toplantı halindeydi. Deniz

de bizlerle birlikteydi. O sekreter kadın olayı doğru olabilir ama ben şahit olmadım.

İşgale çevrilmesinin nedeni biraz inat gibi oldu. Yanlış hatırlamıyorsam olay şöyle gelişiyor.

Bizim işgal gibi bir niyetimiz olmamasına rağmen, o sırada binada bulunanlardan Masis

Kürkçügil, sanırım Mustafa Gürkan'a "Gürkan ben söylersem bana oportünist derler, sen

söyle arkadaşlara işgal falan yapmasınlar, yanlış olur" gibilerden bir şeyler söylüyor.

O zaman bizim arkadaşlar da "Oportünistler işgal yapmayın diyorlar o halde işgal yapalım"

diye düşünüp, burası işgal edilmiştir gibi bir şeyler söylediler. Hatta ben bunu duyunca

toplantı halindeki profesörlerin odasına girip, burası işgal edilmiştir bile dedim.

Sanırım prefösörlerin binayı terk etmelerinde benim böyle dememin etkisi oldu ve daha sonra

olayla ilgili mahkeme safahatında, profesörün biri de "zayıf sarı bir öğrenci girip burası işgal

Page 50: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

50

edilmiştir dedi" diye ifade vermişti. Hatta o bu ifadeyi verirken beni görüp tanımasın ve orada

ihbar edip de tutuklatmasın diye arkadaşların arkasına saklanmıştım.

Ancak biz inat olsun gibilerden işgal ettik ama aslında hiç istemediğimiz bir işi yapmıştık ve

bu işten nasıl kurtuluruz diye düşünüyorduk. Yani bizim işgal yapmadığımız ve profesörler

gittiği için işgal gibi bir durum oluştuğu hikayesi, aslında tam gerçeği ifade etmiyor. O, bizim

bu sırf gıcık olsun diye yaptığımız işgal belasından kurtulmak için, aslında işgal falan

olmadığını söylemek için geliştirdiğimiz bir hikayedir.

Ama elbet ortada toplanılmış oylanmış, alınmış bir işgal kararı da yoktu. Herşey bir oyun gibi

de olmuştu ve profesörler de korkuyla sıvışmıştı. Yani böyle bir anlatımın da doğru bir yanı

vardı ve duruma da uyuyordu. Ama bizler de sütten çıkmış ak kaşık değildik.

Deniz birkaç kez "bu işe senin yüzünden bulaştık" diye şaka yollu takılmıştı daha sonra bana.

*

Bu "mini işgal" işini biz kendimiz aramızda eleştirirdik. Ama "oportunistler" bunlar anarşisttir

olur olmaz işgal yaparlar anlamında bizi eleştirmeye kalktıklarında da "hayır doğru bir iş

yaptık" diye de savunurduk.

Bu "mini işgal" olayının ilginç bir yanı daha vardır.

Bizim Devrimci Öğrenci Birliği'nin iki merkezi vardı. Biri Cağaloğlu'ndaki YİS (İsmet

Demir'in Yapı İşçileri Sendikası) diğeri 27 Mayıs'tan sonra bir takım dernekler bir araya

getirilerek kurulmuş bir çatı örgütü olan TMGT'nin Tünel’deki yeri.

Aslında bizler sosyalist olmamıza rağmen, gerek 27 Mayısçı tabii senatörler, gerek İlhan

Selçuk ve Doğan Avcıoğlu gibiler bizi bura aracılığıyla kontrol etmeye çalışırlardı. Biz

onların bu niyet ve çabalarını bilir kendi amaçlarımız için de bu ilişkileri ve olanakları

kullanmaya çalışırdık.

Bizler cuntacı değildik, hem Marksist’tik hem de hedefimiz yeni bir Vietnam yaratmak,

gerilla savaşı başlatmaktı. Bütün hayalimiz ilk gerilla grubunda yer almak ve ilk ölenlerden

biri olmaktı. Öğrenci eylemlerini vs. yapmamızın gerçek nedeni, gerillaya insan devşirmekti

biraz da.

(Bu gün ulusalcı olan kimileri sanki hep öyleymişler gibi anlatıyorlar. Ama o zaman öyle

değildi. İşin kötüsü bu gerçeğe uymayan resmi sadece onlar değil, o zamanki muarızlarımız

da o zamanki konumlarını doğruymuş, sanki bizler o zaman cuntacıymışız gibi anlatıyorlar.

Ve kimi liberaller de bunun üzerine atlayıp oradan Deniz'i örneğin İttihatçı diye tanımlıyorlar.

Bunların hiç birisi gerçek resmi yansıtmamaktadır.)

Hafızam beni yanıltmıyorsa, bu cuntacı çevreler "Mini İşgal" olayını hiç beğenmemişler ve

bize çok ağır saldırılarda bulunmuşlardı. Hatta bunun üzerine TMGT ile ilişkilerimiz de

bayağı şeker renk olmuştu bir süre. Yani onların hesapları ve kontrolleri dışına çıktığımızda

bizim önümüzdeki bazı kapıların kapanacağını da bizlere bir şekilde anlatmaya çalışmışlardı.

*

Birkaç ayrıntıya ilişkin olarak da şunları diyebilirim.

Page 51: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

51

Oya Baydar'ın tezinin ATÜT ile ilgisi yoktu. Kıyıcı yanlış hatırlıyor kanımca. Ama Oya

Baydar'ın tezinin reddinde rolü olan Cahit Tanyol böyle bilinirdi. Bu nedenle hafızası ona

oyun oynamış olabilir.

FKF aslında tek büyük örgütlü güçtü 68 işgallerinde ama Kıyıcı'nın dediği gibi başlangıçta

olaya uzak durdular. Zaten FKF'nin gerilemesi öyle başladı. (Örneğin Edebiyat İşgal

edilmişti. Bizler FKF'ye gidip saldıralım, alalım dediğimizde aman provakasyon olur diyor ve

bizi gemlemeye çalışıyorlardı. Benim de, TİP'ten gelmeme rağmen FKF'den uzaklaşmam ve

daha sonra DÖB'e yaklaşmam bu gibi deneylerle başlamıştır aslında)

Ancak sağcıların işgali bir saldırıyla başarıyla kırılıp Fen-Edebiyat ele geçirildikten sonra,

(hatta ilk saatlerde değil, ki o ilk saatler çok kritikti, o saatlerde eski dernekçiler tecrübeleriyle

kontrolü ele almaya çalışıyorlardı) tek örgütlü ve bilinçli grup olduğundan bir süre sonra

kontrolü büyük ölçüde eline de geçirmişti en azından Fen-Edebiyat tarafında.

Kıvılcımlı'nın İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı aslında 1930'larda latin harfleriyle yayınlanmıştı.

Ben bunu Fahrettin Kerim Gökay kütüphanesinde bulup okumuştum. Sanırım hafızan seni

yanıltıyor. Aslında 30'lardaki telif yayınları, esas olarak Yol'un legal yayına uyacak bir biçim

ve üslupta yayınlanmasıdır.

Dolayısıyla Kıvılcımlı’nın, yazdıklarının kaale alınmadığını söylerken, biraz da aslında Oya

Baydar'a dokundurduğunu sanıyorum. Bilimsel bir araştırma yapan Baydar'ın bu çok önemli

kitabı, Marks'ın çalışırken yaptığı gibi unutulmuşluktan ve susuş kumkumasından kurtarması,

tarihsel adaleti yerine getirmesi beklenirdi.

Oya Baydar'ın, Kıvılcımlı'nın kitabını kaynak olarak gösterip göstermediğini hatırlamıyorum.

Benim diyebileceklerim bunlar. Hafızası zayıf bir insanım. İnsan hafızasının ona nasıl oyunlar

oynadığını da iyi biliyorum. Bu nedenle anlattıklarımda yanlışlar varsa özellikle o dönemi

beraber yaşadığımız Kıyıcı'nın düzeltmesini dilerim.

Selam ve Saygılarımla

Demir Küçükaydın

26 Mayıs 2009 Salı

Ek Not: daha sonra bu yazdıklarımla ilgili olarak Kıyıcı’dan bir itiraz gelmedi. Eyüp Baba’ya

(Yıldırım) sorduğumda ise, “Senin hatırladığın en doğrusu” dedi. D.K.

*

Daha sonra Mustafa Lütfü Kıyıcı şu ek notu yolladı:

Kıyıcı’nın Notu

Demir Merhaba,

Yalçın Yusufoğlu'nun anlatılarına yeterli cevaplar verilmiştir. Burada birinci elden tanıklıklar

olmadığı için anlaşılır "eksiklikler" var.

Deniz'in Konseyde olmadığı gibi,yok saymaya kadar gidebilecek anlatılar ve Deniz'in adı

basında çok yer aldığı için sanki bazı yayınlarda konsey vs de yer almış gibi gösterilmiş gibi

Page 52: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

52

yok sayıcı anlatılar. Kendilerine yakın FKF'nin başlangıçtaki rolünün açıklanmadığı gibi

anlatılar.

Madem bu konudaki anlatıları toplamakla görevlendirdin kendini sevgili Demir kardeşim

FKF yöneticilerinden Osman Saffet Aralot'ın işgal/boykot'un başladığı ilk gün ile ilgili

anlatılarını da eklemelisin diye buraya aktarıyorum;" O gün (12 Haziran 1968 ) üniversiteye

FKF'liler olarak karşı bildirilerle gidildiğinde görüldü ki boykot başlamış, pankartlar asılmış.

BİZ ELDE BOYKOT KARŞITI BİLDİRİLERLE, Merkez Binanın taş bahçesinde "Sağ

yok,sol yok boykot var" pankartının asıldığı bir ortamla karşılaştık. Bildirileri sakladık, belki

de bir kısmı dağıtıldı.."(Sokak Güzeldir-68'de Ne Oldu,s.64)

Benim kafamda hala çözümsüz kalan ,Celal'in bomba görünümlü kutularla gazetecilere poz

vermesidir. Bunları tamamlayıcı olması içi aktardım.

Sevgi ile kal. Mustafa Lütfi Kıyıcı

*

Mini İşgal konusunu Esat Korkmaz de ele almış. Ama elimizde kitap olmadığından İnternette

bir Forumda bir okuyucunun onun kitabından yaptığı aktarmaya aktarıyoruz.

Demokratik üniversite istiyoruz!..

Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü asistanlarından Oya (Baydar) Sencer, "Türkiye'de İşçi

Sınıfnın Doğuşu ve Yapısı" isimli Doktora tezinin reddedilmesi üzerine istifa eder. Ardından

Rektörlük binası devrimci öğrenciler tarafından işgal edilir...

Yıl, 1968... Boykotların, işgallerin, hak aramaların başladığı yıl... 1968 yılı, ekonomik,

demokratik mücadelenin yükselmeye başladığı, öğrenci gençliğin eğitim sorunlarının yanı

sıra, Amerikan emperyalizminden işçi hareketlerine kadar birçok konuda eylemler

düzenlediği yıl olarak geçecektir tarihe...

26 Aralık 1968 günü işte bu eylemlerden biri daha gerçekleşecek, İstanbul Üniversitesi

devrimci öğrenciler tarafından işgal edilecektir. O gün, İstanbul Üniversitesi Edebiyat

Fakültesi Sosyoloji Bölümü asistanlarından Oya (Baydar) Sencer, "Türkiye'de İşçi Sınıfı'nın

Doğuşu ve Yapısı" isimli doktora tezinin hiçbir bilimsel gerekçe gösterilmeden ikinci kez

reddedilmesi üzerine istifa eder.

Edebiyat Fakültesi'nde dört yıl Sosyoloji asistanlığı yapan Oya Sencer, istifa ederken veda

konuşmasında öğrencilere şöyle seslenir: "Fakültemizde her yeni hareket önlenmektedir.

Onlar zannediyorlar ki, istifaya zorlanan her öğretim üyesi mücadeleden vazgeçecek. Bu defa

dışarıda karşılarına daha güçlü çıkacağız."

Derslere girmeme kararı alan öğrenciler, toplantı halinde olan İstanbul Üniversitesi Yönetim

Kurulu'na protestolarını iletmek üzere Rektörlük binasına doğru yürüyüşe geçerler...

REKTÖRLÜK BİNASI İŞGAL EDİLİR...

Olayın devamını Esat Korkmaz'ın "Kafa Tutan Günler-68 Güncesi" isimli kitabından

okuyalım: "Olaya tepki duyan öğrenciler 26 Aralık 1968 günü, Üniversite Senatosu'nun

toplantısını bastı. 'Demokratik üniversite istiyoruz. Edebiyat Fakültesi Dekanı istifa etsin. Bu

Page 53: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

53

konuda derhal bir karar alın, yoksa burayı terk etmeyiz' dayatmasıyla profesörleri karara

zorlayan öğrenciler, daha sonra dışarı çıkarak Rektörlük binası önünde sonucu beklemeye

başladılar. Olay karşısında şok geçiren rektör ve fakülte dekanları, bir süre sonra binadan

çıkarak Fen Fakültesi'ne geçtiler. Burada yaptıkları toplantı sonunda, üniversiteyi süresiz

kapattılar, ayrıca Valilik'e başvurarak, üniversitenin işgal edildiğini, işgalcilerin polis

tarafından boşaltılmasını istediler." [1]

Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) ile Devrimci Öğrenciler Birliği (DÖB) üyesi öğrencilerin

öncülüğünü yaptığı eyleme Üniversite Senatosu'nun üniversiteyi süresiz kapatması üzerine

son verilir. Ertesi sabah İstanbul Üniversitesi'nin kapatılmasını protesto etme kararı alan

öğrenciler, düzenledikleri basın toplantısıyla Senato'nun kararını kınarlar. Olaylar üzerine,

İstanbul Valisi Vefa Poyraz, suçlular hakkında takibat yapılacağını açıklar...

27 Aralık sabahı, İstanbul Üniversitesi çevresi sivil polislerce sarılarak, "işgalci öğrenciler"

yakalanmaya başlanır. Beyazıt Meydanı'nda toplanan öğrenciler Merkez binanın önünde

protesto gösterisi yaparlar. Deniz Gezmiş bir arkadaşının omzunda yaptığı konuşmada; "28

Nisan'dan bu yana ilk kez üniversiteye polisin sokulması, senatonun tarihi ihanetini

belgelemiştir. Şu anda bize düşen zincirlerini kırıp, üniversitemize girmektir." diyerek

devrimci öğrencileri eyleme çağırır. Ancak o sırada polislerin saldırmasıyla birlikte çatışma

çıkar. Öğrenciler dağılır, Deniz Gezmiş kaçar...

MİNİ İŞGAL!..

Yakalanan öğrenciler; Masis Kürkçügil, Öcal Olcay, Mehmet Mehdi Beşpınar, Kemal

Bingöllü, Bozkurt Nuhoğlu ve Cihan Alptekin adliyeye sevk edilirler. Tutuklama kararı

çıkarılan Celal Doğan ve Deniz Gezmiş aranmaya başlar. Gözaltına alınan öğrencilerden

Cihan Alptekin serbest bırakılırken, diğer öğrenciler tutuklanarak cezaevine gönderilir. 29

Aralık 1968 günü DÖB Genel Sekreteri Mustafa Gürkan, Sultanahmet Cezaevi önünde bir

basın açıklaması yaparak tutuklamaları protesto edecektir: "Tutuklu arkadaşlarımızın serbest

bırakılmasını istiyoruz. Basit bir protesto ve ihtar hareketine karşı üniversiteyi kapatmak

tarihe bir ihanet belgesi olarak geçecektir."

Kısa bir süre sonra yakalanan Deniz Gezmiş ve Celal Doğan'da tutuklanarak, diğer tutuklu

öğrencilerle birlikte Sağmacılar Cezaevi'ne sevk edilir[1]. 26 Aralık 1968 günü Edebiyat

Fakültesi Sosyoloji asistanlarından Oya Sencer'in istifasının ardından düzenlenen bu protesto

eylemi sol hareketin tarihine, "Mini İşgal" olarak geçer...

Üniversiteden ayrılan Oya Sencer'in tezi, 1969 yılında Habora Yayınlan tarafından basılır.

Oya Sencer, 19. yüzyıldan 1970'lere kadar Türkiye işçi sınıfının tarihini anlatan kitabını;

"Mutlu yarınlar için birlikte savaşacağımız tüm öğrenci arkadaşlarıma" diyerek öğrencilerine

ithaf eder. Alanında kapsamlı bir araştırma olan kitabın önsözü şu satırlarla başlar: "Bu

araştırma bir Doktora çalışması olarak hazırlandı. Bilimsel özgürlüğün yuvası olması gereken

Üniversite'de her konuda araştırma yapılabileceği sanılmıştı. Aman bu konuyu alma.

Doktoran tehlikeye girer' diyenler çıkmıştı o zamanlar... Doktoram tehlikeye girdi, iki defa

reddedildi. Üniversite'den ayrılmak mecburiyetinde kaldım. Yine de bu araştırmayı yapmış

olmaktan ve sosyal tarihimizin bir bölümüne benden sonraki araştırmacıların

yararlanabileceği bazı belgeler ve küçük bir katkı getirmekten mutluluk duyuyorum." [2]

Page 54: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

54

26 Aralık 1968, devrimci öğrencilerin "özgür ve demokratik üniversite" taleplerinin

yükseldiği, hocalarına sahip çıktığı bir gün olarak tarihe geçer...

BİRGÜN

[1] Esat Korkmaz, Kafa Tutan Günler-68 Güncesi, Arba Yayınları, 1992. [2] Oya Sencer,

Türkiye'de İşçi Sınıfı'nın Doğuşu ve Yapısı, Habora Yayınları, 1969.

*

O dönemin Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Atmosferini bir ölçüde yansıtan Demir

Küçükaydın’ın “Bir Devrimcinin Teorik ve Politik Otobiyografisi” adlı kitabımdan bir

bölüm:

Sosyoloji Bölümü

“1967- 68 Yıllarında İstanbul’da Üniversite Öğrencisi olmanın, hele sosyoloji bölümünde

okumanın nasıl büyük bir şans olduğunu ancak yıllar sonra kavrayabilmişimdir.

Türkiye İşçi Partisi yükselişinin zirvesindeydi. Türkiye’nin en iyi aydınları ve en ileri

işçilerinin cebinde Türkiye İşçi Partisi üyelik kartı bulunuyordu. İşçi hareketinin yükselişi

bizzat TİP ve DİSK’de ifadesini buluyordu. Köylüler de ufaktan ses vermeye başlamışlardı.

"Doğu Mitingleri" ile Kürt hareketi uzun süren bir uykudan uyanmaya başlamıştı. Eski

hemşeri gruplarının (Kürtler, Lazlar, Karslılar) ve burjuva partilerinin kontrolündeki öğrenci

derneklerinin (TMTF, MTTB, TMGT) kabuğuna sığmayan ve Fikir Kulüpleri Federasyonu

(FKF) yumurtasında olgunlaşan öğrenci hareketi yumurtanın kabuğunu çatlatmaya

hazırlanıyor, gemini kemiriyordu.

Harika bir tartışma ortamı bulunuyordu ve bu tartışmalar soyut ve pratikten uzak değil, son

derece somut siyasi görevler bağlamında yürüyordu. Örneğin Osmanlı’nın toprak düzeni veya

bir çelişkinin nasıl tanımlanacağı üzerine şu veya bu görüş o günkü politik görevler veya

devrim stratejisi tartışmaları bağlamında son derece pratik ve somut bir anlama sahip

oluyordu. Müthiş bir açlıkla okunuyor, tutkulu tartışmalar onları izliyordu.

Sosyoloji bölümü de, bu tartışmaların dışında değildi. Derslerde en soyut ve sıkıcı bilinen

sosyoloji veya felsefe teorileri bile bu atmosfer içinde somut bir politik anlama bağlanarak

tartışılıyor ve öğreniliyordu.

O zamanlar Sosyoloji bölümünde asistan ve TİP üyesi olan Oya Baydar’ın (Sencer) hazırlık

sınıfı imtihanlarını başarmak için okunması gereken kitaplar listesi (“Literatür”), o yıllarda

Türkçe’ye çevrilmiş kitapların sınırlılığına rağmen, daha sonraki yıllarda devrimci örgütlerin

yapacakları “Teorik Eğitim Planları”ndan çok daha geniş bir ufka sahipti ve daha

derinlikliydi. Aşağı yukarı o dönemlerde Türkiye’de Sosyalizm ve Marksizm konusunda

çıkmış bütün kitapları kapsıyordu. Marks’ın Kapital’inden (Özet), Thomas More’un

Ütopya’sına; Rousseau’nun kitaplarından Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm üzerine

kitaplara kadar bütün önemli kitaplar bu listede bulunuyordu. Ve bu kitapları derslerde

okuyor, anlatıyor ve tartışıyorduk.

Oya Baydar’ı kendine asistan yapıp ona böyle bir inisiyatif tanıyan ise, daha küçük bir

beylikken Osmanlı ile ittifak yapmış Mihallıçık tekfuru Köse Mihail’in soyundan gelen, artık

Page 55: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

55

soyu tükenmiş Osmanlı-Bizans çelebiliğini hoşgörü ve liberallikle birleştirebilmiş,

muhtemelen kendi bilimsel sınırlarını bilen ve bunu asistanlarına tanıdığı geniş alanla

kapatmaya çalışan Nurettin Şazi Kösemihal isimli bir profesördü.

Kösemihal’in Sosyoloji Tarihi derslerinde okuttuğu “Sosyoloji Tarihi” adlı kitap, aslında şu

bizim Lenin’in, “Bay Pitirim Sorokin’in Kıymetli İtirafları” adlı yazısında sözünü ettiği P.

Sorokin’in “Çağdaş Sosyoloji Kuramları” kitabının neredeyse kopyası gibiydi[2] .

Bu kitabın temel özelliği, neredeyse o zamana kadarki, bütün önemli sosyoloji kuramlarını bir

“somut toplumun analizi” çerçevesinde bir yerlere yerleştirmiş olmasındaydı. Yani her kuram

toplumun bir yanını öne çıkardığı veya esas olarak o alanda yoğunlaştığı açısından anlatılıyor,

eleştiriliyor ve bu bağlamda sınıflanıyordu. Tabii yazar böylece, aynı zamanda, bütün

kuramları kapsayan kendi kuramını da (ki bu sistematik olma iddialı ama eklektik bir

kuramdı) açıklamış oluyordu. Bu çerçevede Marksizm de, toplumda ekonomiyi öne çıkaran

bir sosyoloji teorisi veya ekolü, ekollerden bir ekol, teorilerden bir teori olarak ele alınıyordu.

Ama bu derslerin önemi, neredeyse bütün sosyoloji okulları, yani “metafizik sosyolojiler”

hakkında bir fikir sahibi olmamızı sağlamasıydı. Onları tanıyınca da, bir sosyalist olarak,

sosyolojinin kendisinin, bizzat Marksizm’in ifade ettiği sınıf savaşımının bir alanı olduğunu

görüyorduk. Sosyoloji öğrenmek için sosyolojiyi seçmemizin çocuksu saflığını görmek bu

derslerin en önemli kazancıydı. Marks’ın bir yerde dediği gibi, kazancımız kaybettiğimizdi:

ham hayallerimiz.

*

N. Ş. Kösemihal, bütün bilimsel sınırlılığına rağmen çok önemli ve sağlam bir noktayı

yakalamıştı. Hep, “düşünceleri kaynağından okuyun. Aslında böyle kitaplar da çok fazla

değildir. Sakın ikinci el kitaplardan öğrenmeye kalkmayın. Önemli olan düşüncenin o ilk

ifade edilişindeki sıkıntılar, dolambaçlı yollar, zorluklar, tutkulardır” derdi ve buna uygun

olarak da derslerinde özellikle Klasik Yunan Felsefesinin, Rönesans ve Aydınlanma

döneminin düşünürlerinin kitaplarını veya onlardan bölümleri okuturdu ve bunlar üzerine

bizleri tartışmaya teşvik ederdi.

Böylece Aristo’nun Politika veya Organon’undan Macihavelli’nin Prens’ine; Platon’un Şölen

veya Devlet’inden Descartes’in Metod Üzerine Konuşma’sına veya Bacon’un Novum

Organon’una kadar, listesi daha çok uzatılabilecek olan, modern batı düşüncesinin

kaynaklarının en önemlilerini birinci elden okumuş ve tartışmış oluyorduk. Kanımca bu paha

biçilmez değerde bir birikimdi.

Yine bu İstanbul çelebisi Kösemihal, sanırım kendi yetkisi çerçevesinde Cemil Meriç’in

haftada bir gün Edebiyat Fakültesinde bir dershanede bir konferans vermesine de olanak

sağlamıştı. Bunları da kaçırmıyordum. Cemil Meriç, özellikle 19. yüzyıl Fransa’sının ve

Fransız kültürünün hayranı, eski “İskenderun Komünist Partisi”nden olduğu söylenen, bir

tarihçi ve düşün adamıydı.

Özellikle Fransız tarihini ve sosyalizmini anlatıyordu konferanslarında. Ama bunlar öyle

kuru, sıradan konferanslar değildi. Önceden hazırlanılmış, zengin çağrışımlar, ufuk açıcı ve

düşündürücü değinmelerle dolu, Cemil Meriç’in tutkuyla, kaslarında sinirlerinde yaşayarak

Page 56: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

56

olayları anlattığı derslerdi. Örneğin Blanqui’nin bir mahkemesini anlatırken, Blanqui’nin

sorgusunda meslek olarak Proleter demesi üzerine, önce yargıç olup, “Böyle meslek yoktur”

dedikten sonra, Blanqui olur, “proleter, milyonlarca Fransızın mesleğidir” diye haykırarak, o

anı kendince yaşardı ve yaşadığı biçimde de bize yaşatırdı.

Böylece Marksizm’in temel kaynaklarından biri olan, Fransız sosyalizmini de öğrenme

olanağımız oluyordu.

Ama dersler sadece batı düşüncesinin kaynakları üzerinden yürümüyordu. Cahit Tanyol adlı

yine yeteneksiz ve birikimsiz bir profesör daha vardı. O da Kemal Tahir ve İdris

Küçükömer’den kaptığı[3] kimi görüşleri savunur, özellikle Osmanlı ve İslam üzerinde

yoğunlaşırdı. Böylece bir yandan bir sosyalist olarak bu devletçi ve mesiyanist (Türklüğün ve

Osmanlılığın başka olduğu ve adeta insanlığı kurtarmakla görevli ve buna ehil olduğu

tarzında bir yaklaşım. Bu yaklaşım hala bütün İslamcı çevrelerde egemendir. ) görüşlerle

tartışırken ve bu tartışmalar içinde kendimizi bilerken; diğer yandan da o tarih üzerine daha

geniş bir bilgi edinme olanağımız oluyordu. Osmanlı toplum düzeni, Evliyalar, Mecelle, İslam

Hukuku vs. derslerin belli başlı konularıydı. Bu derslerde de Farabi, İbni Haldun gibi İslam

uygarlığının düşünürleri okunuyor ve tartışılıyordu. Böylece klasik uygarlıkların birikiminin

İslam uygarlığına geçen mirası ile de tanışmış oluyorduk.

Ama bu tartışmalar sadece derslerde sürmüyordu, derslerin dışında sosyalist hareket de bu

tartışmaları yapıyor, aynı kitapları okuyordu.

Bütün bu tartışmaların özü, Türkiye’de devrim stratejisinin ve programının ne olacağı idi.

Yani içinde bulunulan aşamada hangi güçlere dayanarak, hangi güçleri karşıya alarak bir

mücadele yürütmek gerektiği, dolayısıyla da nasıl bir programa sahip olmak gerektiği idi. En

soyut ve ilgisiz gibi görünen tartışmalar bile bu bağlamda bir anlam taşıyordu.

Bu dönem Türkiye Tarihi’nin en kritik, canlı, yaratıcı ve önemli dönemlerinden biri, belki de

birincisidir ve biriciktir. Daha sonraki bütün bölünmeler, siyasi şekillenmeler hep bu

dönemdeki görüş ve varsayımlara göre ortaya çıkmıştır.

*

Bu ilk yıl bittiğinde, Marksizm hakkındaki bilgilerimiz, Çetin Altan’ın veya Orhan

Hançerlioğlu’nun makale ve kitaplarının dışına çıkmış oluyordu. Gerçi hala kaynağından

uzaktık, bu alanda çevrilmiş birkaç el kitabından ötesini bilmiyorduk, ama bu bile uluslararası

sosyalist yazınla ve orijinal kaynaklarla bir bağ anlamına geliyordu.

Ama sanırım esas önemli kazanç, Marksizm’in üzerinde yükseldiği eski Yunan, Rönesans ve

Aydınlanma’nın mirasını ve Marksizm’e karşı yükseltilmiş sosyoloji ekolleri ve teorilerini

doğrudan veya dolaylı olarak tanımış olmaktı. Bu yıl boyunca, belki Marksizm’i değil ama

onun üzerinde yükseldiği birikimi (Felsefe) ve onun üzerine örtülmüş çöpleri (Sosyolojiler)

biraz olsun tanımıştık. O hala masalların yedi zorluktan sonra ulaşılan hazinesi gibi derinlerde

bir yerdeydi. Yolları yedi başlı ejderhalar tutmuştu.

Tabii o zamanlar bunun böyle olduğunu da bilmiyorduk. Okuduğumuz Marksist el

kitaplarından öğrendiklerimizi Marksizm sanıyorduk.

Page 57: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

57

Ama çok önemli bir sonuca ulaşmıştık, Sosyoloji, yani toplum bilimin kendisi bizzat

Marksizm’in ifade ettiği sınıf mücadelesinin bir alanıydı. Ve sosyolojiler aslında Marksizm’e

karşı savaş yürüten ideolojilerdi.

Buradan da o yıl yaptığımıza tam ters olan şu sonuç çıkıyordu: sosyoloji (toplum bilimi)

Üniversitelerin sosyoloji bölümlerinde öğrenilemezdi. Bütün sosyolojiler aslında bunu

engellemenin araçlarıydı. Onlar hastalıkların gerçek nedenlerini gizlemek için; sistemi

yaşatmak için vardılar. Onlar çözümün yolu değil, sorunun kendisiydiler.

Bir tek sosyoloji vardı: Marksizm yani Tarihsel Maddecilik. Ama o da bizzat bütün o

sosyolojiler tarafından, kendilerinden biri gibi, ekonomik faktöre ağırlık veren, tek yanlı bir

görüş olarak, bayağılaştırılarak ele alınıyor, tanıtılıyor ve eleştiriliyordu.

Sosyoloji’den öğreneceğimizi öğrenmiştik. Öğrendiğimiz: üniversitelerin sosyoloji

bölümlerinde sosyoloji öğrenilemeyeceği idi.

Dolayısıyla Üniversiteye devam etmenin bizim için bir anlamı kalmamıştı. Belki bir meslek

olarak, geçimi sağlamak için eğitime devam edilebilirdi. Ama başka bir bilgi, tecrübe ve

çıkarsamaya bağlı olarak onu da bir kenara atmıştık.

Bizler sınıflı toplumda yaşıyorduk. Bizzat Marksizm öğretiyordu ki, insanın düşüncesini

belirleyen varlığıdır. Toplumsal konumumuz da ezilenlerin içinde olmalıydı ki, yarın öbür

gün, bilgilerimizi o üst bir konumu meşrulaştırmak için kullanmayalım. İşte bizzat

Üniversitede okuduğumuz sosyolojiler bunun örnekleriyle dolu değil miydi?

Diplomalı bir sosyolog olduğum takdirde, kolaylıkla iş bulabilirdim. Yapacağım iş ise, en

kötü ihtimalle bu gerici teorileri genç beyinlere şırınga edecek bir öğretmenlik veya bir

fabrikada daha rafine sömürü mekanizmalarının kurulmasında veya daha incelmiş ve geniş

çaplı benzer projelerde çalışmak olabilirdi. Bu ise, sadece mesleğimde inançlarıma ters işler

yapmak anlamına gelmezdi, o işler aynı zamanda oldukça üst ve iyi bir toplumsal konum

anlamına geleceğinden, bir süre sonra inançlarım yaptığım işlere uygun hale gelebilirdi.

Böylece sosyoloji eğitimini, sadece sosyolojide sosyoloji öğrenilemeyeceği için değil; aynı

zamanda toplumsal konum olarak da hiçbir zaman üst ve imtiyazlı bir konumda bulunmamak

için, bırakmaya, daha doğrusu üniversiteye devam etsem de, hiçbir zaman diploma almamaya

karar verdim. Ertesi sene imkan buldukça felsefe ve psikoloji bölümlerine de devam ettim

ama oldukça parlak bir öğrenci olmama rağmen, hiçbir zaman diploma almaya çalışmadım ve

almadım.

Üniversite öğreniminde, gerçekten öğrenilebilecek en önemli dersi öğrenmiştim: ancak

sosyolojiyle savaşarak ve sosyolog olmayarak gerçek bir sosyolog olunabileceği.

Daha sonraki yıllarda, Hikmet Kıvılcımlı’nın “Metafizik Sosyoloji Eleştirileri” kitabını

okuduğumda; onun da, sosyoloji ve Marksizm konusunda bu kendi ulaştığım sonuçları

destekleyen aynı özde görüşleri yazdığını gördüğümde, düşüncemin doğruluğuna olan

güvenimin de pekiştiğini hatırlıyorum.

Bugün de bu sonuçların alfabetik doğrular olduğunu düşünüyorum. Sosyal bilimler alanında

okuyan ve çalışanlara karşı, şimdi bile, son derece sağlıklı olduğuna inandığım bir kuşku ile

Page 58: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

58

yaklaşırım. Cellatlar her zaman rahiplerle birlikte olurlar. Devletin şiddet araçlarını modern

toplumun cellatları olarak tanımlarsak, sosyologlar ve sosyal bilimciler de modern toplumun

rahipleridirler.

Böylece, sosyoloji eğitimiyle ve üniversiteyle, ne sosyalizm ne de yaşamım açısından hiçbir

ilişkim kalmamış bulunuyordu. Üniversiteyi ve Sosyolojiyi bitirmem için bir yıl yetmişti.

Bundan sonra üniversite benim için sadece, ilgimi çeken kimi dersleri izlemenin, sosyal

mücadelenin ve askerliği tecil etmenin bir alanı ve aracı olacaktı.

*

Bu da Oya Baydar’ın “Darbe Kuşaklarına Açık Mektup” yazısı:

Darbe Kuşaklarına Açık Mektup

Bu açık mektup aslında kendi kuşağıma; 68’lilere. Ama, darbeler söz konusu olduğunda, aynı

zamanda 78’lilere ve daha gençlere de.

Bazılarınızın, yazdıklarıma öfkeleneceğini biliyorum. Yine de siz arkadaşlarımı, eski

yoldaşlarımı, kendi kuşağımı ve ardından gelen kuşağı, yalansız, riyasız seviyorum ben.

Çünkü bizler, Türkiye’nin umut ve masumiyet çağının çocuklarıyız. Gerçekleştirmeyi

başaramamış olsak da savaşsız, sömürüsüz, adil bir dünya ve devrim uğruna yaşamlarını,

gençliğini, aşklarını feda etmekten çekinmemiş olanlarız. Bir yanda büyük hatalarımız,

ölümcül yanılgılarımız, öte yanda özverimiz, devrim inancımız ve umudumuzla, bir başka

çağın trajik kaderli insanlarıyız. Bugün ayrı saflarda yer alsak bile, bizi birbirimize bağlayan

bir geçmişimiz var. Benzer yanılgılardan, aynı yenilgilerden ve aynı devrimci ütopyadan, aynı

zafer tutkusundan geliyoruz.

27 Mayıs’ta çoğumuz çok gençtik, çocuktuk, ne olduğunu tam anlamamıştık. Ama 12

Mart’ta, 12 Eylül’de, darbe yönetimlerinin işkencehanelerinde, askerî tutukevlerinin

koğuşlarında, hücrelerinde, sürgün olup sığındığımız yabancı ülkelerde aynı kaderi yaşadık.

Yoldaşlarımızı darbecilerin darağaçlarına, kurşunlarına, işkencelerine kurban verdik.

Sıkıyönetimleri, müdahaleleri, darbeleri iyi biliriz; ülkeye, halka nelere mal olduklarını da.

Bu açık mektup, siz arkadaşlarıma, eski yoldaşlarıma şu basit soruyu sormak içindir: Nasıl

oldu da buralara geldik, nasıl oldu da kimileriniz darbeci zihniyetin destekçisi oldunuz? Nasıl

değiştiniz böyle? Karşınızda/ karşımızda; vatana millete zararlı gördüğümüz, ideolojik

karşıtlık içinde bulunduğumuz, söylemi ve eylemiyle ters düştüğümüz, iktidardan düşmesini

tutkuyla istediğimiz bir siyasal güç odağının varlığı darbeciliği meşrulaştırabilir mi? Bir

darbe, bize karşı yapılmışsa kötü, başkalarına karşı yapılmışsa iyi olabilir mi? Arkalarını ordu

gücüne ve desteğine dayamış, özgürlükleri sadece kendi ideolojilerinin özgürlüğü,

demokrasiyi hemen vazgeçilebilecek bir süs, içi boş bir söz sayan bir takım darbe

heveslilerine ve onların kullandıkları vurucu çetelere kol kanat germe noktasına nasıl

geldiniz? Hangi umutsuzluklar, hangi hayal kırıklıkları, hangi dogmatik dirençler, hangi

“mahalle baskıları” getirdi kimilerinizi darbeseverliğe?

Bir televizyon programında, 12 Mart’ın saygın ve mümtaz direnişçisi, bir zamanlar tanışım da

olan anayasa profesörünün sözlerini duyunca, “ört ki ölem” dedim kendi kendime. Şu anda

Page 59: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

59

darbeye teşebbüs suçuyla yargılanmakta olan sanıkları temize çıkarmak için, “Diyelim ki

darbe yapmayı konuşmuş, planlamış olsunlar, bu bir suç değildir,” diyordu. Darbe hazırlığının

kuvveden fiile çıkması halinde zaten işin bitip darbecilerin iktidar olacağını ve sonrasında

yaşanacakları en iyi bilenlerden biriydi oysa. İşte vicdanın karardığı, insanın kendini inkâr

ettiği an diye düşündüm.

Sonra, davanın bir başka sanığına destek vermek için birbirinizi kırdığınıza tanık oldum.

İnsan, en büyük suçu işlemiş dostunu bile yalnız bırakmaz, ona dostluk elini esirgemez, bunu

saygıyla karşılıyorum. Ama sizler orada basın ve düşünce özgürlüğü adına bulunduğunuzu

söylüyordunuz. O arkadaşımızın tutukluluk nedeninin ve dava dosyasındaki yerinin gazeteci

olarak yazdığı yazılar falan değil, darbe planlarına bulaşmak olduğunu bilmiyor muydunuz?

Neydi sizleri darbe teşebbüsü suçlamasını aklamaya, desteklemeye sürükleyen? Haksız,

hukuksuz bir ithama, darbe ithamına maruz kalmış meslektaşınızla dayanışma için orada

bulunduğunuzu söyleseydiniz; Hrant Dink her duruşmasında Ergenekon davasının elebaşı

sanıkları tarafından adım adım ölüme gönderilirken aklınıza gelmeyen böyle bir toplu destek

eylemini, yine de alkışlayabilirdik. Ama orada, “Arkadaşımız darbeci değildir, onun darbeye

teşebbüsten tutuklanmasına itirazımız var,” diyemiyordunuz ki. “Düşünce ve basın

özgürlüğünü savunmak için buradayız,” diyordunuz. Darbeciliği ne zamandır düşünce

özgürlüğü kapsamında bir temel hak saymaya başladınız?

* * *

Türkiye tarihinde ilk kez, bir sivil mahkemede darbe teşebbüsü ve darbeci zihniyet

yargılanıyor. İki yıl önce, ülkeyi adım adım darbe ortamına götürmek isteyen bu zihniyet,

“Tehlikenin farkında mısınız?” manşetleri atıyordu. Şimdi ben “Umudun farkında mısınız?”

arkadaşlar, darbecilik ilk kez suç oluyor, diyorum.

Bu davanın sanıkları, kamu vicdanı ve tarih önünde çoktan mahkûm olsalar da bir şekilde

aklanabilir, biraz da sayenizde paçayı kurtarabilirler. Darbeye teşebbüs suçları sabit görülse

bile, adalet mekanizması üzerinde yaratılan baskılar ve müdahaleler sonucunda, zaten işin

şovuyla yetinen sivil iktidarın askerle uzlaşmasıyla dava düşebilir, beraatla da sonuçlanabilir.

Bu ihtimali gözden uzak tutmadığım gibi, güçlü de görüyorum. Ama düşünün ki bir ilk

gerçekleşiyor, darbecilik suç sayılıp yargılanıyor. Kaplumbağa veya mehter adımlarıyla

ilerleyen sivilleşme ve demokratikleşme sürecimizde bunun nasıl bir adım, nasıl bir eşik

atlama olduğunu ve bu davanın, 12 Eylülcülerin, 28 Şubatçıların yargılanmasına da kapı

açabileceğini hiç düşündünüz mü? Umudun farkında mısınız?

Darbeler atlatmış, darbelerle örselenmiş, hayatları kararmış, en yakın yoldaşlarını

darağaçlarında, işkencehanelerde, sokak köşelerinde kaybetmiş kuşaklara, siyasal kaygılar,

ideolojik saplantılarla değil vicdanın diliyle, yüreğimle seslenmek istiyorum. Darbe özlemi ve

zihniyeti değişmedi; giderek karikatürleşti, çağdışı kaldı, o kadar. Peki, nedir bu

darbeseverlik? Yoksa darbecilik, diktatörlük ve vesayet; sol geleneğimizin bir parçası mı?

Öyle bile olsa, bir çağın, bir dünyanın değiştiği şu son otuz yıl hiçbir şey öğretmedi mi bize,

yenilgilerden de mi öğrenmedik?

Hatalarımıza, zaaflarımıza rağmen, devrim umudunun ve özgür bir dünya hayalinin

kanatlarına binmiş ‘güneşi zapta çıkan’ bir kuşağın çocukları olan bizler, bu soruyu kendimize

Page 60: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

60

soralım, cevabından da korkmayalım. Asıl korkmamız gereken, tarihe darbeseverler olarak

geçmektir.

Page 61: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

61

TTeeoorrii vvee PPoolliittiikkaa

(12 Eylülcülerin ve Diğerlerinin Yargılanması Karşısındaki Tavırlar Üzerine)

Çok uzunca bir süredir, kimi sosyalistlerin geçmişte yaşananlara (12 Mart, 12 Eylül vs.)

ilişkin intikamcı bir tonla söylediklerini okudukça; bu konuda sosyalist teorinin tüm

öncüllerinin ve mantık sonuçlarının, eski güzel geleneklerin unutulduğunu acıyla gördükçe;

buna karşı bir şeyler yazmak gerekir, keşke biri yazsa diye aklımdan geçirmeden

edemiyordum. Kimseden ses çıkmayınca gene iş başa düştü diye uygun bir zaman bulmaya

çalışıyordum.

En son geçen hafta sonu, “Sosyalist Yeniden Kuruluş” isimli girişimin İstanbul’da yaptığı üç

toplantıdan birine gitmiştim. Bizim sosyalistler nerede, ne yapıyorlar, neler tartışıyorlar;

bakalım, buradan bir şeyler çıkar mı diye. Radar ekranından yitirmemek için.

Oradaki kimi konuşmaları dinleyince, artık geciktirmemeli sorun çok daha derinde ve

metodolojik diye düşünüp hemen yazmaya karar verdim. Dün sabah kalkınca bu yazıyı

yazdım. Sonra bir gün demlensin hele diye beklemeye bıraktığımda, Radikal’de, 28 Şubat’ta

ordudan atılmış, işinden, evinden olmuş İskender Pala ile yapılmış “28 Şubat soruşturmasına

sevinemiyorum” başlıklı, “Haksızlıklardan intikam alınmaz”, “çünkü intikama başladığınızda

siz çok daha büyük haksızlıklar yapmaya başlarsınız” sözleri öne çıkarılmış söyleşiyi

okuyunca, artık daha fazla geciktirmemeli diyerek, bu gün son şeklini vererek yayınlıyorum.

*

Pazar günkü toplantıda, her şey her zaman olduğu gibi yine yeterince can sıkıcıydı: yüz elli

civarı bir katılımcı, yaşlı ve erkek ağırlıklı bir topluluk

Ertuğrul Kürkçü’nun, Kürt özgürlük hareketi gibi ezilen kitlelere dayanan bir hareketle yakın

ilişkiye girdiğinden ve onların öz suyundan beslenmeye başladığından beri, beri kat ettiği yolu

ve olumlu gelişmeleri yansıtan konuşması haricinde bütün konuşmalar o topluluğun

bileşiminden de daha moral bozucuydu. Bir tek politik veya teorik, zeka parıltısı olan

konuşma yoktu. Ve yine her zaman olduğu gibi, eğer küçük bir umut ışığı veren konuşmalar

vardıysa, bunlar da yine birkaç kadının ve gencin yaptığı konuşmalardı.

Daha kötüsü çoğu onlarca yıldır sosyalist olan konuşmacıların, konuşmalarında, Ertuğrul

Kürkçü’nün açılışta yaptığı ve tartışmalara zemin olarak sunduğu konuşması tam da teorik ve

politik konularda olmasına ve böyle bir tartışma zeminine bir davet anlamına gelmesine

rağmen, bir tek teorik ve politik sorunlara değinen söz yoktu neredeyse..

Ama bundan daha da kötüsü, konuşmacılar, öncüllerini, bildiklerini de unutmuşlardı. Çoğu,

söyledikleri sözlerin nereye gideceğinin, mantık sonuçlarının ne olacağının bile farkında

değildi. Bilgeliğin son perdesi olarak söyledikleri veya üzerine tartışılması gereği bile

duymadan kabul ettikleri aksiyom derekesindeki temel görüş: eğer “Sosyalist” veya

“devrimci” veya kurulmak istenen toplumun örneği ilişkiler şimdiden kurulamazsa veya böyle

kişilikler şimdiden oluşmazsa, bu girişimin de diğerleri gibi başarısızlığa uğrayacağıydı.

Page 62: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

62

Marksizm’in tam da bu görüşlerle çatışma ve mücadele içinde doğduğunu unutmuşlardı.

Kendilerini Marksist sanıyorlardı hala ve aslında Marksizm’in kendisine karşı mücadele

içinde doğduğu görüşleri savunuyorlardı ve bunun farkında bile değildiler.

Bu temel yanlış, idealizmdi; yani varlığın düşünceyi değil; düşüncenin varlığı belirlediği ön

kabulü. Bu metodolojik temel yanlış itirazsız egemenliğini sürdürüyor ve her yerden yedi

başlı ejderha gibi bir başını çıkarıyordu.

Gerçi Türk solunda bu idealizmin her zaman derin kökleri olmuştu onun köylü, esnaf veya

küçük burjuva toplumsal temeline bağlı olarak.

Örneğin sınıfların nesnel toplumsal bölünmeler değil de bilinçle oluşan bölünmeler olduğu

yönündeki yaklaşım; bunun “halk safları”nı politik ve ideolojik kriterlerle belirleme

biçiminde ortaya çıkması. Yani düşüncenin varlığı belirlemesi. Böylece nesnel olarak ezilen

sınıflarda yer alanlara karşı ikna değil, imha politikalarının yerleşmesi ve içine kapanıp

sektleşme.

Örneğin, bir partinin merkez komitesinin bir kararı veya bileşiminin değişmesiyle (Kuruçef’in

veya Çu En Lay’in partiye egemen olması gibi) ülkenin sosyo ekonomik yapısının değişmesi,

yani bir anda, revizyonist (“revizyonist ülkeler” – revizyonizm nasıl bir rejim veya üretim

biçimi veya sosyo ekonomik formasyondur o da ayrı bir sorun ve yanlış), kapitalist veya

emperyalist olması (“Sovyet Sosyal Emperyalizmi” örneğin). Yani yine düşüncenin varlığı

belirlemesi.

Bu örnekler çoğaltılabilir. Ama artık o ülkelerin ve tartışmaların olmadığı bu dünyada aynı

idealizm, aynı temel metodolojik yanlış bu sefer kendini başka biçimlerde ele veriyor;

Meduza başını başka biçimlerde ve tartışmalarda çıkarıyor. O Meduza başı, Sosyalist Yeniden

Kuruluş tartışmasında da yansıyan ve her yerde duyulabilecek; sosyalist veya devrimci

ilişkilerin veya ahlakın ya da kişiliklerin bizlere egemen olmadıkça eski yanlışların

tekrarlanacağı veya başarısız olunacağı gibi önermelerde çıkıyordu. Yani önce bizler, kafalar

değişecek ancak o zaman toplumsal düzen değişecek diyen aynı değişmeyen Meduza

kafasıydı.

Ama bununla sanki ilgisizmiş gibi görünen intikamcılıkta, cezalandırmayı toplumsal

sorunların çözümüymüş gibi sunan veya algılayan yaklaşımlarda da aynı metodolojik yanlış

kafasını çıkarıyor. Ve bu aynı temel ve metodolojik yanlış bakımından, sosyalistlerin çoğu ile

Recep Tayyip, ne kadar zıt görünürlerse görünsünler, aynı yerde bulunuyorlar

Geçenlerde Recep Tayyip de, bu darbecilerin cezalandırılmasının başka darbecilere ders

olacağı ve bunun darbeleri önleyeceği türünden bir sözler ediyordu. Ve bir de üstüne üstlük

bunları intikamcı olmadıklarının kanıtı olarak, çoğu sosyalist olan kimi muhaliflerin, 12

Eylülcülere yeterince sert ve güçlü, ibretlik cezalar verilmeyeceği, bunun yolunun yapıldığı

itirazlarına cevap olarak.

Halbuki bırakalım Marksizm’i bir yana, olağan burjuva toplumunun Kriminoloji veya hukuku

bile, cezaların ve onların sertliğinin hiçbir caydırıcılığının olmadığını; önemli olanın o suç

oluşturan eylemi yaratan koşulların ortadan kaldırılmasının önemli olduğunu söylemez mi?

Page 63: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

63

En caydırıcı ve ibretlik cezalar verilse bile, toplumsal koşullar uygunsa ve pahalı, baskıcı,

bürokratik ve militer bir devlet cihazı varlığını sürdürüyorsa; en geniş fikir ve örgütlenme

özgürlükleri ortamında ezilenler birlerce biçimde örgütlenmemişse darbeleri engelleyemez.

Darbeleri engellemenin bir tek yolu vardır. Devletin merkezi, bürokratik, militer yapısına son

vermek; en geniş fikir ve örgütlenme özgürlükleri ile geniş ezilen yığınların örgütlenme ve

kendilerini savunma mekanizmalarının yollarını açmak.

Ve tarihin acı alayı odur ki, sözde bir daha darbeler olmasın diye yapılan bu mahkemeler,

aslında tam da bütün bunların yapılmadığını gizleyen, bir yanılsama yaratan bir sis örtüsü

olarak kullanılmaktadır. Yani darbelere karşı mahkemeler aslında gelecekte yapılabilecek

olası başka darbelerin yollarına taşlar döşemektedir.

Ama sosyalistler, eleştirilerini, darbecilerle hesaplaşmanın yeterince güçlü ve sert yapılmadığı

gibi bir noktadan yaparak, bu politikanın basit bir aracına veya piyonuna dönüşmektedirler.

Ve üstüne üstlük, intikamcı bir söyleme de hapsolarak, iktidara bir de ahlaki üstünlük ve

erdem kaftanı bahşederek.

Metodolojik hatalar böyledir. En zıt göründüklerinizle aynı yerde ve varsayımlarda buluşur ve

ittifaklar kurarsınız. Şimdi artık unutulmuş olan Marksizm, şimdi hor görülen o teorik

tartışmalar, o “zıtların birliği”ni görmenin kavramsal araçlarını sunardı en azından.

*

Marksizm’in doğum çığlığı, temel önermesi, “insanların düşüncelerinin varlıklarını değil,

varlıkların düşüncelerini belirlediği” önermesidir.

Toplumsal hayatın maddi temelleri (üretim, bölüşüm, tüketim, değişim ilişkileri)

anlaşılmadan kendisinin anlaşılamayacağına ilişkin bu materyalist denen sosyolojik önerme,

aslında en manevi değerlerin temelidir.

Bu önermenin mantıki ve ahlaki sonucu, egemen sınıfların dahi kötü ya da suçlu olmadığı;

onların toplumsal koşulların sonucu olarak sömürdükleri; bizlerin sorununun insanlar ve

cezalandırılmaları değil; o sömürüyü ve baskıyı yaratan toplumsal koşulları değiştirmek

olduğu; bu nedenle sosyalizmin sadece ezilenleri değil; ezenleri ve sömürenleri de kurtarıcı

olduğudur.

Tam da bu mantıki sonuçları nedeniyle bu materyalist önerme aynı zamanda en humanist

(insancıl) ve maddiyata zerrece değer vermeyen bir ahlakın temelidir.

Eğer “esirgeyip bağışlayan Allah” ile söze başlayan İslam’ın diliyle konuşursak, bu

“düşüncenin varlığı değil; varlığın düşünceyi belirlediği” önermesi; tıpkı İslam’ın Allah’ı

gibi, insanların suçlardan esirgenmesinin ve suçlarının bağışlanmasının temel ilkesi ve

gerekçesidir.

Çünkü, eğer insanların düşüncelerini varlıkları belirliyorsa, sosyolojik düzeyde, her insan

prensip olarak (hikmetinden sual olunmayan Allah gibi) sırrına erilememiş toplumsal

kuvvetlerin bir kurbanı olarak görülebilir. Böyle bir görüş açısından ise, insanlar değil, o

toplumsal kuvvetler ve o toplumsal kuvvetlerin var oluşuna ve etkilerine yol açan düzenler;

toplumsal sistemler ve onların ardındaki üretim ilişkileri temel neden olarak görülürler.

Page 64: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

64

Ve tam da bu nedenle, sosyalist düşüncenin ve değişim programlarının insanlarla değil,

toplumsal düzenlerle sorunu vardır. İnsanların ancak onları şöyle veya böyle davranmaya

zorlayan toplumsal düzenler değiştirildiklerinde değişebileceklerini söyler sosyalist düşünce.

Ne yazık ki o Pazar günkü toplantıda da görüldüğü gibi, bu çok temel materyalist önerme ve

bunun ardındaki derin humanizm çoktan unutulmuş bulunuyor. Sosyalistlerin her

toplantısında, kendilerine sosyalist diyenlerin, insanlar arasındaki sosyalist ilişkileri

kurmaktan; kurmayı düşündükleri toplumun ilişkilerinin bu günkü toplumda minyatür

örneklerini kurmaktan söz ettiklerini, bunlar olmadan hiçbir şeyin düzelemeyeceğini

söylediklerini duyarsınız

Marksizm’i bilmeyen daha genç kuşakların veya uzun gericilik yıllarında amneziye uğrayıp

bildiklerini de unutmuş sosyalistlerin bu ifadelerini duyunca, insanın aklına gelecek

tasavvurlarının geleceği değil, o tasavvurları yapanların dünyasını yansıtmaktan başka bir şey

yapmadığı, yani yine unutulmuş bir başka gerçek geliyor. Böylesine basit bir gerçeği bile

kavrayamayışlar ve unutuşlar karşısında çaresizlikle kıvranmaktan başka bir şey gelmez

insanın elinden.

O arkadaşların, “sosyalist ilişkiler”, “devrimci ilişkiler”, “sosyalist” ya da “devrimci” ya da

“demokrat kişilikler” dedikleri, bir küçük burjuvanın, bir esnafın veya bir köylünün

dünyasından, ilişkilerinden ve kişiliğinden başka bir şey değildir. Devrimci ahlak dedikleri

henüz modern olmayı bile becerememiş bir dünyanın birbiriyle rekabet içindeki esnaf, köylü

ve küçük burjuvalarının antika ahlak anlayışından ötesi değildir.

Bir zamanlar, şimdi tıpkı kendilerinin “sosyalist kişilikler” ya da “ilişkiler” yaratmaktan söz

etmeleri gibi, Ekim Devrimi’nden sonra bir “proleter kültür”ü yaratmaktan söz edenlere,

Lenin’in önce hele bir “kültürlü tüccarlar” olabilelim deyişleri geliyor insanın aklına.

Ama öylesine hafızasını yitirmiş; teoriye ilginin öylesine yok olduğu; insanların genelleme

yeteneklerini öylesine yitirdiği bir dönemdeyiz ki, Ekim Devrimi’nden sonra yapılmış bu

tartışmaları kim bilir ve kimin ilgisini çeker? Hele bunları iyi kötü bilenlerin bile bildiklerini

veya onlardan çıkacak mantıki sonuçları unuttukları bir dönemde kim dinler bunları?

*

İnsanların düşünceleri varlıklarını değil; varlıkları düşüncelerini belirliyorsa, bu önermenin

kimi sonuçları vardır.

Bu sonuçlardan birincisi, geleceğin toplumunun ilişkilerinin (veya kişiliklerinin) bu günkü

toplumda yaratılamayacağıdır. Bu yöndeki ahlaki vaazların hiçbir anlam ifade etmediği ve

bütün bunların aslında tam da bu günkü toplumun ilişkilerinin ve düşüncelerinin bir yansıması

olduğudur.

Bunun bir sonucu daha vardır. Eğer geleceğin toplumunun ilişkileri bu toplumda yaratılamaz

ise, o zaman bütün enerjinin ve zamanın, o geleceğin toplumunun maddi ilişkilerine ulaşma

mücadelesine yöneltilmesi gerektiğidir. Yani her şeyden önce ekonominin ve bunun için de

öncelikle politikanın; yani devletin değiştirilmesine; yani özel mülkiyete, kara dayanan

ekonomiye, devlete, devletler de milletler biçiminde örgütlendiğinden millete ve milletlere

karşı bir mücadeleye girmek gerektiğidir. Bunun için gereğinde iğneyle kuyu kazarcasına bir

Page 65: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

65

ömür boyu uğraş vermek ve her yenilgi, yanlış veya başarısızlıktan sonra, her seferinde

Sisyphos gibi yeni baştan başlamak gerektiğidir.

İşte o toplantıda, olmayan bu politik bakıştı. Bu politik bakış yokluğu ile geleceğin ilişkileri

ya da kişiliklerini şimdiden kurma anlayışının varlığı, aynı madalyonun iki yüzüdür.

Ama bu anlayışın bir sonucu daha vardır. Eğer insanların düşüncelerini toplumsal varlıkları

belirliyorsa, kendilerine karşı mücadele ettiğimiz burjuvalarla, diktatörlerle de insanlar olarak

bir sorunumuz yoktur. Biz onlara karşı bu mücadelede karşımıza çıktıkları için mücadele

ederiz.

Kişileri cezalandırma, onlardan intikam alma gibi bir sorunumuz olamaz. Biz kişileri öyle

veya böyle davranmaya zorlayan toplumsal ilişkileri değiştirmeyi esas alırız.

Yani burjuvaları işçileri sömürdükleri için cezalandırmak gibi bir derdimiz olamaz bizim.

Onları işçileri sömürdükleri için çalışma kamplarında yaşatmak veya yoksulluğa mahkum

etmek gibi bir sorunumuz olamaz bizim. Aksine, eşitlikçi bir düzenin, sadece ezilenlerin

değil; ama aynı zamanda ezenlerin de kurtuluşuna hizmet edeceğinden hareket ederiz.

Tam da bu kabuller nedeniyle, ezilenler, egemen sınıfları, burjuvaları, insanları sömürdükleri

için yargılama ve cezalandırma gibi yöntemlere başvurmayacaklardır ve vurmamalıdırlar.

(Bunu şimdi yazmak ve hatırlatmak zorunda kalmak bile nasıl bir hafıza kaybıyla malul

olunduğunun bir başka delili aslında) Sömürüyü ortadan kaldırmanın yolu, burjuvaları

cezalandırmak değil; mülkiyet ilişkilerini; toplumsal ilişkileri değiştirmektir.

Aynı mantık, sadece mülkiyet ilişkileri için değil; aynı zamanda kendisi de bizzat o mülkiyet

ilişkilerinin ürünü olan devlet ve rejimler için de geçerlidir. Sorun o devletlerin yapısında ve

rejimlerin örgütlenişinedir. Onların değiştirilmesi gerekir. Her biri aslında korkak ve aciz;

korkak ve aciz olduğu kadar ve bir bakıma tam da bu nedenle gaddar ve keyfi memurlara da

eğer sistemi değiştirme mücadelesine bir direniş içinde değillerse ve mücadelenin olağan

karşılaşmaları ötesinde, cezalandırma gibi bir sorunu olamaz ezilenlerin.

Ama ortada bir direniş varsa düzenin ve devletin yapısının değiştirilmesine karşı, elbette bu

mücadelenin bir parçası olarak; bütün savaşlarda olduğu gibi hukuki veya askeri araçların

kullanılması; karşı tarafın direncinin kırılması gerekir. Ama bu başka bir sorundur; orada

savaşın kendi kuralları ve mantığı vardır.

Ve hatta egemenlerin direncini eğer daha barışçı araçlarla kırmak veya onları

tarafsızlaştırmak, yani onları satın almak mümkün ise, en büyük maddi fedakarlıkları bile

yapabilmeyi göze almalıdır ezilenler.

Marks, bir yerde (tam hatırlayamıyorum şimdi neredeydi5), eğer der egemen sınıfların sert bir

direnişini engelleyecekse ve onları tarafsızlaştıracaksa, onların ellerindeki toprakların ve

5 Bir okuyucum ve dostum (Alp Ünsal) şu kısa notla alıntıyı ve yeri hatırlattı. Kendisine çok teşekkür ederim.

“Selam Demir, "Marks, bir yerde (tam hatırlayamıyorum şimdi neredeydi), eğer der egemen sınıfların sert bir direnişini engelleyecekse ve onları tarafsızlaştıracaksa, onların ellerindeki toprakların ve üretim araçlarının gereğinde tazminatla toplumsallaştırılmalarının, direnişin ve onu kırma çabalarının yol açacağı insan, zaman vs. kayıplarını göz önüne alarak, en ucuz yol olacağından söz eder.", diye yazmışsın. Ben de Engels'in bir sözü diye hatırlıyordum. Aradım buldum. "Fransa ve Almanya'da Köylü Sorunu"nda Engels, Marx'ın bunu defalarca

Page 66: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

66

üretim araçlarının gereğinde tazminatla toplumsallaştırılmalarının, direnişin ve onu kırma

çabalarının yol açacağı insan, zaman vs. kayıplarını göz önüne alarak, en ucuz yol

olacağından söz eder.

Şimdi bunları aktaralım bakalım Kenan Evren veya 12 Eylülcülerin yargılanması ile ilgili

davaya ve o davalar esnasında kimilerinin söylediklerine.

Sosyalistlerin demesi gereken neydi öncelikle?

Nasıl kimi toprakların veya fabrikaların kimi kapitalistlerin elinden alınıp başka kapitalistlerin

eline verilmesi ve eski sahiplerinin cezalandırılması sömürüyü ortadan kaldırmazsa; yapılması

gerekenin mülkiyet münasebetlerini değiştirmek gerektiği; yani toprakların ve üretim

araçlarının toplumsallaştırılması gerektiği; ancak bu koşullarda sömürünün ortadan

kaldırılabileceği ise; aynı kural devlet için de geçerlidir.

Bu pahalı, baskıcı, bürokratik ve militer devlet cihazı ve tümüyle anti demokratik yasalar

radikal bir şekilde ortadan kaldırılmadığı sürece; darbeci generallerin, politikacıların

cezalandırılması, sermayenin bir elden diğer ele geçmesinden farklı değildir. Çünkü,

demokrasiyi çoğunluğun karar alabilmesi olarak görmenin kendisi anti demokratik ve gerici

bir ilkeyi savunmaktır, çünkü genel olarak, çoğunluğun karar alma hakkı olarak demokrasi, en

korkunç gericilikle bir arada bulunabilir. Çoğunluk ancak demokratik ilkelerin ve hakların

savunucusu bir çoğunluk olduğunda demokrasiden söz edilebilir. Çünkü, çoğunluğun

kendisini demokratik ilkelere bağlamadığı ve bunları savunmadığı, demokratik olmayan bir

ülkede, çoğunluk, azınlıkların bire kadar kırılmasını gayet demokratik bir şekilde çoğunluk

olarak karar altına alabilir. Örneğin Türkçe konuşan çoğunluk, gayet demokratik bir şekilde,

Kürtleri Türkçe öğrenmeye mecbur kılarak en anti demokratik kararları almakta ve

savunmaktadır. Örneğin Sünni çoğunluk, dinsizleri, Alevileri ve Hıristiyanları vs. kendisi gibi

yaşamaya; din derslerine zorlayan kararlar aldırmakta; azınlıkları beş vakit sonuna kadar

açılmış ve bir terör ve güç gösterisine dönüştürülmüş ezanları dinlemeye zorlamakta veya

onlardan Sünni ve Müslüman Diyanet işleri için zorla vergiler alabilmektedir.

Politik karar yetkisinin, generallerden demokratik hedefleri olmayan; yani bu devlet cihazını

parçalamak gibi bir hedefi olmayan bir çoğunluğun eline geçmesi, ne demokrasinin gelmesi

ne de darbe tehlikelerinin ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Aksine bu ikisi birbirini besler.

Anti demokratik çoğunluğun yaratacağı memnuniyetsizlikler, bir süre sonra, o güclü, militer,

bürokratik cihazın varlığında temelini bulan; binlerce yıllık tecrübeli; ta Firavunlar, Nemrutlar

çağından kalma; gereğinde çok esnek ve geri çekilmeyi bilen; ve hatta gereğinde, son yıllarda

olduğu gibi, çıkarları çatıştığında nasıl “doğucu” ve “anti-emperyalist” oluyorsa “demokrat”

da olabilen askeri bürokratik oligarşinin yedeği olabilir ve hatta askeri bürokratik oligarşi,

milletin teveccühünü tekrar kazanmış olarak son derece demokratik yollardan eskisi gibi karar

alma gücünü tekrar da kazanabilir ve böyle giderse kazanacaktır da.

kendisine söylediğini belirtiyor. Ayrıca Engels'in "Komünzmin İlkeleri" ve "Konut Sorunu" yapıtlarında da bu yönde açıklamalar bulmak mümkün.” Alıntı: “Eine Entschädigung sehen wir keineswegs unter allen Umständen als unzulässig an; Marx hat mir wie oft! als seine Ansicht ausgesprochen, wir kämen am billigsten weg, wenn wir die ganze Bande auskaufen könnten.” (F. Engels, Bauernfrage, MEW 22, 503f.)

Page 67: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

67

Böyle bir anlayışı ifade eden bir tavır, hem politik olarak radikal bir demokrasinin savunusu;

AKP’nin (yani burjuvazinin) olduğu kadar askeri bürokratik oligarşinin de eleştirisi ve onlara

karşı radikal demokrat bir alternatif olur; hem de intikamcılık veya cezalandırmacılığın

karşısında çok daha insani, aynı zamanda çok daha teorik ve metodolojik olarak da doğru

olurdu.

Sol ve radikal demokrat bir politik güç yokluğunun temel nedenlerinden biri, bir bakıma

düşüncenin varlığı belirlediği noktasına varan metodolojik temel yanlışlarda bulunmaktadır.

Ve yapılan nedir? Ortalıkta görülen nedir?

“Hesap soracağız”; “Kafeste getirilsin” gibi intikamcı söylemler.

Bu intikamın yeterince şiddetle alınmasın veya cezalandırılmanın yeterince yapılmayacağı;

bunu engellediği noktasından hükümete yönelik bir eleştiri.

Demokratik bir program ve hedefler üzerine (Bugünkü pahalı, baskıcı, bürokratik, militer

cihazın tasfiyesi ve parçalanması) politik bir mücadelenin yokluğu ile intikamcı; hesap

sorucu, cezalardan medet umucu bir bayağılığın varlığı. Aynı madalyonun iki yüzü.

Ve böylece hükümet solcuların eline bir oyuncak veriyor. Onların bu oyuncakla oynaması

aracılığıyla; Kenan Evren’in yargılanmasının gündemi belirlemesini sağlıyor ve bunu sanki

darbelere ve darbecilere karşı bir mücadele gibi gösterebiliyor.

En ağır cezalar verilse de; hatta bununla yetinilmeyip, tıpkı hakikat komisyonları gibi

komisyonlar kurulup darbeler toplumun vicdanında mahkûm edilse de; eğer bu pahalı;

baskıcı; bürokratik; merkezi; militer devlet cihazı yerinde duruyorsa; bu gücü yerinde duran

devlet, her zaman, koşullar ve sınıf ilişkileri uygun olduğunda var olan düzeni ve kendi

varlığını korumak için darbeler yapabilir ve yapacaktır.

Liberaller, bu pahalı ve baskıcı, merkezi, bürokratik, militer cihazı hiçbir şekilde ortadan

kaldırmayı hedeflemeyen; aksine onu reforme edip yetkinleştiren ve şimdilik seçilmiş bir

hükümetin egemenliğinin aracı olarak kullanan hükümetin yaptıklarını demokratikleşme diye

ne kadar boyayıp satmaya çalışırlarsa çalışsınlar; yarın öbür gün dünyanın ve ülkenin

koşullarındaki bir değişmeye bağlı olarak ortam ve sınıf ilişkileri uygun olduğunda;

dokunmadıkları cihazın sınıflardan bağımsız bir güç gibi kendilerine ve şimdi destekçisi

oldukları hükümete karşı yapacağı darbeleri veya askeri bürokratik oligarşinin uygun sınıf

ilişkilerini kullanarak tekrar legal yollardan iktidarı ele geçirdiğini ve şimdi kendisine

yapılanların intikamını alacağını göreceklerdir. 10 yıllık DP iktidarı ve sonraki 27 Mayıs

bunun geçmişteki bir kanıtıdır.

Ama liberallere ve hükümete karşı karşı çıkan, en radikal muhalefeti 12 Eylülcüleri yeterince

sert ve kapsamlı olarak mahkemeye çıkarmadığı veya cezalandırmadığı için eleştiri

noktasında yapan ya da tam da böyle gerekçelerle müdahil olmayı reddeden veya müdahil

olan “yetmez ama evet”çi veya ulusalcı sosyalistler bu askeri bürokratik cihazın

değiştirilmesini gündemden uzaklaştırmanın araçlarına dönüşerek bu yenilgilerini bile zafer

gibi gösteriyorlar veya görüyorlar.

Page 68: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

68

Hayır baylar, biz sosyalistler, gerçek ve radikal demokartlar olarak bu oyuna gelmeyiz. 12

Eylülcülerin yargılanması ne darbelere, ne keyfiliğe karşı demokrasi yolunda en küçük bir

adım bile oluşturmaz. Aksine, bu adımların yokluğunu gizler ve ezilenlerin gözüne kül atar.

Bizim sorunumuz 12 Eylülcülerin yargılanması değildir. Örneğin tüm emniyet kuvvetlerinin

Avrupa’daki gibi seçilmiş mahalli yetkililerin emrine verilmesidir. Bizim sorunumuz

merkezden atanan Vali, kaymakam gibi bütün kurumların kaldırılması bunların yerini

seçilmiş yönetici ve meclislerin almasıdır. Her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğü sınırlarının

kaldırılması; böylece halkın en geniş şekilde örgütlenip kendini savunabilmesinin koşullarının

yaratılmasıdır. Bu ordunun bütünüyle tasfiyesi ve İsviçre’deki gibi tüm emekçilerin silahlı

olduğu, sadece çok özel teknik birliklerden (radar vs.) ibaret küçük bir profesyonellerden

ibaret bir ordunun bugünkünün yerini almasıdır.

Böyle halkın örgütlü olduğu; merkezi cihazın çok sınırlı yetki ve gücünün olduğu; tüm

düzeyde tüm yöneticilerin seçimle geldiği ve emniyet kuvvetlerinin bunların elinde

bulunduğu; halkın en küçük hücresine kadar bağımsızca örgütlendiği; çoğunluğu oluşturan

çalışan nüfusun bizzat kendisinin ordu olduğu bir ülkede, ordu hem kendi vatandaşlarına karşı

bir darbe yapamaz; hem hiçbir ülkeyi tehdit edemez hem de hiçbir ülke, böyle bir anda

milyonlarca insandan oluşabilecek bir orduya sahip bir ülkeyi işgal etme gibi bir şeye cesaret

edemez.

Bizler eleştiri ve tartışmaları örneğin böyle noktalara çekip; hükümetin ve burjuvazinin

korkaklığını, Askeri bürokratik oligarşiyle kayakçı dövüşünü bitip tükenmezce sergileyecek;

bu demokratik talep ve hedefleri adım adım geniş yığınların bilincinin derinliklerinde

biriktirecek yerde; 12 Eylülcülerden hesap sorma; mahkemeye kafeste getirme gibi hedeflerle,

sadece liberallerin ve hükümetin basit piyonlarına dönüşürüz. İster ulusalcı sol, ister liberal

sol olunsun, sonuç değişmez ve temeldeki metodolojik hata aynı hata olarak kalmaya devam

eder.

Hiç de rastlantı değildir, bir yanda geleceğin ilişkilerini (bunlar demokrasi, sosyalizm,

demokratlık vs. oluyor söylemine göre) şimdi kurmaktan söz edip de bu olmadan bir şey

olamayacağını söyleyenlerin aynı zamanda 12 Eylül’den hesap sormayı programatik bir hedef

haline getirenlerin aynı solcular ve sosyalistler olması.

Çünkü hepsinin temelinde aynı metodolojik yanlış yatmaktadır. İnsanların varlıklarının

düşüncelerini belirlediğini unutmuşlar ve düşüncelerinin varlıklarını belirlediğini var

saymaktadırlar.

Ama tam da düşüncelerin varlıkları belirlediği düşüncesinin kendisi; varlıkların düşünceleri

belirlediğinin bir delilidir. Çünkü bu küçük burjuvazinin varlığında kaynağını ve temelini

bulan bir düşünce ve yöntemdir.

*

Burada, bizlerin nasıl intikamcılıkla işimizin olmadığına ve gereğinde intikamcılara karşı

intikamın nesnesi olanları korumakla da yükümlü olduğumuza dair Deniz Gezmiş’e ilişkin bir

anımızı anlatalım.

Page 69: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

69

1968’lerde İstanbul Üniversitesi, faşistlerle bir seri silahlı çatışmalar sonrası ve bu

çatışmalarda faşistlerin fiilen askeri yenilgilere uğratılmasıyla devrimcilerin özgürce ve

korkmadan fikirlerini ifade edebilip savundukları yer haline gelebilmişti.

Bu çatışmaların en sonuncusunda, Faşistleri, kelimenin tam anlamıyla, İstanbul Üniversitesi

yemekhanesinin oradan Bakırcılar Çarşısı’na dökmüştük.

İşte bu nihai çatışma başladığında, önceleri bizler hukuk binasının içindeydik ve faşistler

dışarıdan bize saldırıyorlar ve askeri bakımdan çok elverişli bir konumda bulunuyorlardı.

Biraz aşağıda yemek kuyruğunda yüzlerce öğrenci sanki o çatışma kendi gelecekleriyle de

ilgili değilmiş gibi bekliyorlar ve bizi seyrediyorlardı. Aslında beş on kişi oradan taşlarla

faşistlere saldırsalar, hatta birkaç slogan atsalar, faşistler iki ateş arasında kalabilir faşistlerin

terörüne son verilebilirdi. Durumumuz çok kritikti.

Bu arada bizler faşistleri arkadan çevirmeyi akıl edip, bir kısmımız onları binanın içinden

oyalarken, biz (Deniz, Cihan vs.) faşistleri arkan kuşatıp, çok küçük bir güç olmamıza

rağmen, iki ateş arasında bırakarak, onları paniğe uğratıp bakırcılar çarşısına doğru kovalamış

ve oradan dökmüştük.

Güç dengesi bizden yana dönüşüp de kazanacağımız anlaşılınca, o ana kadar hiçbir şey

olmamış gibi yemek kuyruğunda duranlar, o son noktada hep güçlüden ve zafer vaat edenden

yana kayan çoğunluk, birden bizlerin safına geçmiş ve bizlerden çok daha büyük bir heyecan

ve aşırılıkla zaferi kutlamaya başlamışlardı.

İşte tam bu arada, “bu da onlardandı, bu da faşitti” diye bu sonradan saflara katılanların

bazılarının birisini bir köşeye sıkıştırıp dövmeye başladıklarını, hatta linç etmek üzere

olduklarını gördük.

İşte bu noktada bizim yaptığımız, yalnız ve silahsız bir insana vurulmayacağını söyleyip

çocuğu linçten kurtarmak oldu. Ve tam bu noktada Deniz Gezmiş, dövülen çocuğun üzerine

kapanıp, kendisi darbeler yeme bahasına onu darbelerden korudu. Sonra biz duruma hakim

olunca, çocuğu sağ salim oradan uzaklaştırdık.

Sıradan biri de olabilirdi. Ama büyük bir olasılıkla az önce bize taş ve kurşun atanlardan ve

belki imkân bulsa, “Allahsız komünistler”i işkenceyle öldüreceklerden biriydi.

Devrimciler sosyalistler böyle davranmalıdır.

Kafeste getirme talepleri ortaya atan kimilerine karşı; bizlere nice acılar çektirmiş Kenan

Evren’in üstüne kapanıp, “bu yaşlı bir insandır; hele yaşlılar ve hastalar, eğer

yargılanacaklarsa bile onların bu durumları göz önüne alınarak insanlara uygun koşullar

sağlanıp yargılanmalıdır veya bu koşullar sağlanamıyorsa gereğinde yargılamaktan vaz

geçilmelidir” diye savunacak bir sosyalist kalmadı mı bu ülkede, Deniz’in o az önce bize

belki taş atan veya kurşun sıkan; bulsa bir kaşık suda boğacak olan faşistin üzerine kapanıp

onu linçten koruduğu gibi?

“O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler.”

Page 70: Deniz Gezmiş'le İlgili Yazılar - İkinci Versiyon

70

Demir Küçükaydın

17 Nisan 2012 Salı

http://demirden-kapilar.blogspot.com/

[email protected]

Ek1:

Bu yazıyı okuyan bir okuyucum bana Hz. Ali’nin şu meselini anlattı. Ali bir savaşta tam bir

düşmanının kafasını koparacakken, düşmanı Hz. Ali’ye küfretmeye başlıyor. Bunun üzerine

Ali adamı öldürmekten vazgeçiyor. Adam küfre devam ediyor, Ali yine hiçbir şey yapmıyor,

kılıcını indiriyor. Bunun üzerine adam, beni niye öldürmüyorsun deyince, Hz. Ali, ben Allah

için savaşıyorum (yani adil ve insanca bir düzen için savaşıyorum), şimdi seni öldürsem, bana

küfrettiğin için seni öldürdüğüm sanılabilir diye cevap veriyor.

Bu mesel, anlatmak istediklerimi çok daha kısa ve özlü anlatıyor. Devrimciler (Hz Ali veya

Marks-Engels veya Deniz Gezmiş olsun fark etmez) böyle yaşarlar ve savaşırlar