40
http://fanzin-kalemtiras.blogspot.com on beş günlük e on beş günlük e on beş günlük e on beş günlük e-fanzin fanzin fanzin fanzin sayı: 3 sayı: 3 sayı: 3 sayı: 3 çarşamba, 27 ekim 2010 çarşamba, 27 ekim 2010 çarşamba, 27 ekim 2010 çarşamba, 27 ekim 2010

Kalemtiras Edited

Embed Size (px)

DESCRIPTION

the edited version

Citation preview

Page 1: Kalemtiras Edited

http://fanzin-kalemtiras.blogspot.com

on beş günlük eon beş günlük eon beş günlük eon beş günlük e----fanzinfanzinfanzinfanzin

sayı: 3sayı: 3sayı: 3sayı: 3

çarşamba, 27 ekim 2010çarşamba, 27 ekim 2010çarşamba, 27 ekim 2010çarşamba, 27 ekim 2010

Page 2: Kalemtiras Edited

2

Bu sayıda neler var?

Bir Fotoğraf: Öncesi, Sonrası: 3.Öykü ………….….3 Ali Uygur Selçuk Mutfak...………..………………..……………….....7 Sevaroza Kelime Oyunu………………………..………..…..10 Murat Can Kabagöz Çocukluğumun Anıları…………..………………..11 Hale Akkuş Aşk Mahkemesi………………………………….…14 Bigvocate Inglorious Basterds ………………...……………...16 Noxell Küçüklüğümden İzler Taşıyorum Yanımda………18 Batuhan Eren Engin Sorgu Sual: 3. Öykü – Oda……………………......20 Efe Karabulat Bir Özlem Denizlere…...………….……..…….…..33 Nurşah Sak Bir Viski Söyle Bakalım: 3. Öykü..…………….…..38 FCK

Editörden… Merhaba, Kış Ankara'ya genelge ile gelmiş gibi bu yıl, hem de erkenden. Yarından itibaren kış mevsimine geçilmesine, kışlıkların çıkarılmasına, bilumum hastalıkların yürürlüğe girmesine, kulak burun ve boğazların her türlü soğuk kuvvetine açık olmasına oy birliğiyle karar verildi. Genelgeye uyduk, dışarıdaysak bot, mont, yağmurluk, şemsiye gibi kış belirteçleriyle gidip geliriz oradan buraya. Yok, içerideysek de ayakta seksenler modasını yeniden canlandırmaya pek hevesli topuktan geçme taytlar, üzerine eşofmanlar, sırtta kalın hırkalar, elde çeşitli hububat çaylarıyla dolu kupalar ve karında sıcak su torbaları ile büzülüp bir köşesinde otururuz odaların. Ama keyif benim köy benim, kış gelmiş de bana mı gelmiş diyen insan da en bir forslu olandır kışa karşı . Çayını kahvesini demler, mumlarını yakar, kedi gibi yayılacağı rahat bir yere geçip okunacak bir şeyler ve müzikle (ki artık bu şahane ikili tek bir dizüstü bilgisayarda toplanabiliyor) şahane bir zaman dilimine hazırlanır. Dergimiz de bu keyfin bir parçası olabilirse ne mutlu bizlere. Dileriz bu kış da onca işe güce rağmen kendine has görkemiyle gelir ve güzel anılar bırakır ardında. Genelgelerin katılığı kimin umrunda ki? Şarkının da dediği gibi, "yine yağmur yağsın, gün kararsın, Ankara bana benzesin". Ama bu kadarını da beklemiyorduk sanırım, ya da hiçbirimiz bu kadar karamsar olamazdık. Ya da (Murat can'ın esprisine ithafen) yağmurun elleri biz görmeyeli basketbolcu eli kıvamına gelmiş. Öyle ya da böyle, olabildiği kadar az ıslanacağınız, az üşüyeceğiniz, kendine özgü, neşesi bol, güzel bir kış dilerim. Dergimizin bu sayısında da evde keyiflere, çocukluğun anılarına ve yolculuklara dair öyküler ve yazılar var. Mevsim yazılarımızdan okunur ya zaman zaman, bizler yine olduğumuz gibi buralardayız, bekleriz. Keyifli okumalar dileriz!

Kalemtıraş Ekibi adına Nurşah

Kalemtıraş E-Fanzin

15 günlük serbest çevrimiçi yayın

Sayı: 3 27.10.2010

Dergiden Sorumlu Editör:

Nurşah Sak Web Sayfasından Sorumlu Editör:

Efe Karabulat

http://fanzin-kalemtiras.blogspot.com/

İletişim: [email protected]

Page 3: Kalemtiras Edited

3

Bir Fotoğraf: Öncesi, Sonrası. Ali Uygur Selçuk

Nicholas Arthur 1997 yılında Türkiye’yi ziyaret ettiğinde Oxford Üniversitesinde

öğrenciydi. Fotoğrafçılığı ve gezmeyi seviyordu. Zaten bu tutkusu onu Türkiye’ye kadar getirmişti. Türkiye ziyaretindeyken sıradan bir günün sabahında, otel odasının sokak manzaralı penceresinde sigarasını içerken her zamanki gibi fotoğraf makinesini eline aldı ve sokağı izlemeye başladı. İş yerine, okullarına giden insanlar, yemek arayan köpekler gördü. Son derece olağan bir sabahtı. Tamamen içgüdüsel olarak deklanşöre bastığı an, çektiği fotoğraf karesine giren 7 insan vardı. Nicholas Arthur için yıllarca unutacağı bu fotoğraf karesi daha sonraları çok önemli bir hale gelecekti. Türkiye seyahatini tamamladıktan sonra ülkesine dönen Nicholas bir gün tamamen tesadüfen Türkiye’de kaldığı günlerde, kendi kaldığı otele çok yakın bir yerde bir adamın trafik kazası geçirdiği haberini okudu. Bu haber sıradan, basit ve her gün yaşanabilecek bir kazanın haberiydi. Lakin Nicholas haberi okuduktan sonra Türkiye’de çektiği fotoğraflara göz gezdirme ihtiyacı duydu ve o otel odasının penceresinden deklanşöre rastgele bastığı anın fotoğrafında yer alan 7 insandan birisinin, bu habere konu olan kazada sakat kalan insan olduğunu fark etti. Bu son derece sıradan fotoğraf Nicholas için ayrı bir önem kazanmıştı; zira çektiği o fotoğrafta bir insanın bacaklarını kullanabildiği son dakikalar, o anın hüznü, geleceği bilmenin burukluğu yer alıyordu. Nicholas aynı fotoğrafta bilmediği ne kadar hüzün, mutluluk, sevinç olabileceğini düşündü ve o 7 kişiyi bulmak, bu 7 kişinin fotoğraftan önceki, sonraki ve fotoğraf anındaki hikâyelerini öğrenmek için Türkiye’ye gelip bu kişilerle görüştü. Bu görüşmeler onun hayata bakışını değiştirmişti; çünkü fotoğraf karelerindeki insanların birer basit fotoğraf figürü olmadıklarını birer hikâye ve hayat taşıdıklarını fark ettiği zaman bu görüşmeleri yaptığı zamandı. Hakan Yüksel – İş Adamı

Merhabalar eski dost. Görüşmemizin üzerinden çok geçti, ama konuştuklarımız hala dün gibi

aklımda. Bu mektup istemin, yıllar sonra beni çok mutlu etti. Demek bir sosyoloji yarışmasına başvuruyorsun? Umarım kazanırsın, umarım başarılı olursun sevgili Nicholas. Bu satırları dahi yazarken, seninle konuşurken yüzüme yerleşen o anlamsız tebessüm tekrar beliriverdi. Yine ağzım kulaklarımda, pişkin pişkin sırıtarak yazıyorum bu satırları. Bana, o güzel anılarımı hatırlamama vesile olduğun için teşekkür ederim. Beni ziyarete geldiğin zaman –Sekreterim aramıştı, ‘Bir İngiliz sizinle görüşmek istiyor’, ‘Kimmiş?’, ‘Fotoğrafçıymış efendim’, ‘Benimle neden görüşmek istiyor?’, ‘Sizin bir fotoğrafınızı çekmiş.’. İlk düşündüğüm, acaba ne gibi bir şantajla bana gelineceğiydi, biliyor musun?. Ha soracaksın ki sana şantaj yapılabilecek ne gibi bir şey yaptın, cevabım hiçbir şey yapmadığım olur zira hayatım boyunca yaptığım kötü şeyler –şöyle geriye bakıp hayatımda yaptığım kötü şeylerin şeceresini çıkaracak olsam, şöyle bir sıralama yapardım. 5 yaşındayken kız kardeşimin oyuncağını parçalamak suretiyle onu ağlatmak, 10 yaşındayken kopya çekmek, 15 yaşındayken öğretmenimin bacaklarını izlemek, 20 yaşındayken bana deliler gibi âşık kız arkadaşımdan nedensizce ayrılmak, 27 yaşındayken bana sponsorluk başvurusunda bulunan bir grup amatör müzik sanatçısını reddetmek, 35 yaşındayken benimle görüşmek isteyen fotoğrafçının bana şantaj yapacağını

Page 4: Kalemtiras Edited

4

düşünmek ve en kötüsü de 37 yaşındayken küçük kızıma sinirlenip tokat atmak. Soracaksın ki, bu kadar mı yaptığın kötü şeylerin tamamı? Elbette değil. Ben de herkes kadar yalan söylemiş, herkes kadar masum kötülükler yapmışımdır hiç şüphesiz. Ancak ve ancak bana karşı şantaj olarak kullanılabilecek kadar kötü bir şey yapmamış olmam beni ben yapan en büyük özelliklerden birisi.

– ki çok sınırlıdır – Daha işkolik bir adamdın Nicholas. Kapımdan içeri girdiğinde, seni bir şantajcı veya para koparmaya çalışan biri zannediyorken, pejmürde kıyafetlerin beni benden aldı resmen – O nasıl kötü bir gömlekti öyle, kahverengi tonu, kırmızı ve sarı renkler, garip çizgiler. Adeta bir ilkel kabilenin resmi şaman tören gömleği. Düşünüyorum da bu ilk kötü izlenimden sonra seninle konuşmaya devam etmiş olmam bile büyük bir olay. Dağınık saçların – dağınık da değildi sadece, kirliydi bakımsızdı – da 2. kötü izlenimimdi sana dair. Yani en azından benimle konuşmaya gelirken duş bile alabilirdin. O pis kokun – kusura bakma ama – bozuk bir yiyeceğin buzdolabındayken dışarıya vereceği o kötü kokuya benzer bir kokuydu, yayılıyordu üstünden. Yanından geçen birisi rahatlıkla 3-4 gündür bir çöp kutusunda uyuduğunu, yaklaşık 5-6 aydır duş almadığını düşünebilirdi. Burnumu kapatmamak için çok zor durduğumu hatırlıyorum. Bu da dâhil olunca bir insanın bir başka insanda oluşturabileceği bütün kötü izlenimleri

aynı anda oluşturmayı başarmıştın. Daha sonraları bu düşüncelerimden ötürü kendimi çok kötü hissettiğimi de söyledim. Sonuçta senin yaklaşık 2 hafta boyunca mülteci kamplarında gönüllü olarak insanlara yardım ettiğini oradan da alelacele Türkiye’ye gelerek benimle görüştüğünü bilmiyordum. Belki de seni daha bir dikkatle dinlememi sağlayan, sana daha ilk görüşmemizin sonunda saygı duymama sebep olan şey, senin bu insani yönündü. Bu tarz konuların beni çokça etkilediğini pek az kişi bilir. Ancak seninle de paylaştığım üzere, mutlu ve iyi bir çocukluk dönemi geçirmedim ben – Nazlı ile her gün gittiğimiz o kırın bulunduğu, küçük kiremitten evlerde yaşadığımız kasabadan ayrıldıktan sonra işler sarpa sardı. Daha İstanbul yolundayken, bize saldırdılar, babam paramızı vermek istemeyince de onu öldürdüler. Bilmediğimiz bir yerde hem de yolun ortasında hem babasız kaldık hem de paramız yoktu. İnsan orada üzülemiyor, biliyor musun? Hava o kadar soğuktu ki yerde yatan babanın ölüsüne bakıp üzülecek gücü bulamıyordun kendinde. Gözyaşı döksen o soğukta anında buz kesilecekti sanki. Annem güçlü davranıp kardeşimle beni koruma altına almıştı. Issız bir yoldaydık, çok az araba geçiyordu. Duranlar ise yerdeki cesedi görüp anında tekrar hareketleniyordu. Sonunda kaç gün yürüdüğümüzü hatırlamıyorum bile, bir kulübeye ulaşmıştık. O yol boyunca soğuk, renge bürünmüş;

Page 5: Kalemtiras Edited

5

adeta maviliklerini, beyazlıklarını toprağa ve gökyüzüne işlemişti Nicholas. İki adım ötesini görmek mümkün değildi. Çeşitli hayvan sesleri, gözükmeyen bir ufuk, soğuk, ürkütücü bir ortam. Bir çocuk için olabildiğince korkunç. Hala da rüyalarıma girer, beni terler içerisinde uyandırır bu korku. Annemin soğukkanlılığı olmasa, babamın ölümünün şokunu yaşamasak, asla ve asla bu kadar korkunç ve uzun bir yolu kat edemezdim – ne kadar korktuğumu tahmin edemezsin. Kulübeye girer girmez, belki de günler sonrasında mutlu olmuştuk, kendimizi güvende hissetmiştik. Ancak kulübe – tahtadandı, dışarıdan daha da soğuktu. Dışarıda normal olan rüzgârın sesi, hayvanların sesi, kulübenin içerisinde korkutucu bir biçimde yankılanıyordu. Ne yemek vardı, ne telefon, ne de yatacak bir yer. Kirler içerisindeki kulübede – o zamanlar çok düşünmemiştim, çünkü üşüyordum, ama daha sonra emin oldum ki o kirler insan dışkısıydı, öyle kokuyordu – bulduğumuz battaniyenin altında üçümüz ısınmaya çalışıyorduk. O pislikler yüzümüze değdi, ellerimize değdi, ama üşüyorduk, yapabilecek bir şey yoktu. Yanımızdaki az miktarda yiyecek de

bitmişti. Artık kulübe dışında ne olduğunu bilmediğimiz otları yerken, hiç zorluk çekmiyorduk. Bunlar bir çocuğun kolayca yaşayacağı, kolayca atlatabileceği şeyler değil, hatta bir yetişkinin bile zor atlatacağı şeyler. Bu anıları hatırlattığından dolayı tüm bu yardım çabaların beni çok etkilemişti Nicholas. Açıkça söylemek gerekirse, belki sözlerine bununla başlamasan seni dinlemezdim ve belki de bu satırları bu kaleme almıyor olurdum bugün. Fakat bundan ötürü, seni dinlediğim için hiç pişman değilim. Konuşmamız ilerledikçe bana fotoğraftan bahsettiğini ve daha sonra fotoğrafı gösterdiğini hatırlıyorum. Fotoğrafı

görünce çok mutlu olmuştum, sana hikâyemi anlatırken ve pek tabi bu satırları yazarken yüzüme yerleşen o aptal tebessüm ilk olarak fotoğrafı bana göstermenle başlamıştı. Fotoğrafta ilk olarak yıllar öncesini gördüm Nicholas. İnsanların kıyafetlerinden, fotoğrafın çekildiği çevrenin görüntüsünden anlaşılıyordu bu. Üstümdeki takım elbiseyi – gri bir takımdı, o takımı beyaz gömlek ve siyah kravatla giymeyi çok severdim. Ayrıca sadece yakından bakılınca fark edilebilecek koyu gri çizgileri vardı takımın. O takımın benim için anlamı çok fazlaydı Nicholas. Onu henüz bir stajyerken, kazandığım ilk parayla almış daha sonra da yıllarca giymiştim. Daha da önemlisi takımın rengiydi. Nazlının gri bir yeleği vardı ve onu çok severdi. Nazlıyla 5 yaşındayken tanıştım. Benimle yaşıttı, ama yanımda daha küçük duruyordu. Esmerdi, yeşil gözleri vardı. Aynı kasabada yaşıyorduk, beraber vakit geçiriyorduk sürekli. Kasabadan ayrılana kadar hiç ayrılmadık. O zamanlar benim çok kötü bir bisikletim vardı. Bisiklet dediysem de bugünkü gibi teknolojik bir şey gelmesin aklına. Binince her yanını acıtan, hiç rahat hissettirmeyen bir bisikletti. Bu bisiklete sırayla biner, eğlenirdik. Kasabanın biraz ilerisinde uzunca bir kır vardı, yemyeşil. Ortasında da tek bir ağaç. Bisikletle o ağaca gider, altında oturur saatlerce konuşurduk. Nazlı’nın gamzeleri vardı, çilliydi. Gülümsemesi çok güzeldi. Bana hikâyeler anlatırdı, hayallerini anlatırdı, sevdiği şeyleri anlatırdı. Hep gülerdi. Gittiğimiz gün, ağladığını hatırlıyorum, bu da onu o

Page 6: Kalemtiras Edited

6

şekilde ilk ve son kez görüşümdü. Bana Nazlı’nın gri yeleğini hatırlattığı için gri renkli bir takım almıştım. Fotoğraftaki günü daha dünmüş gibi hatırlıyorum, çünkü benim için çok özel bir gün olacaktı. Fotoğrafın öncesinden bahsetmemde biraz fayda var galiba. Kasabadan ayrılmadan önceki gün Nazlı ile anlaşmıştık ileride bir gün tekrar buluşacağımıza. Tabi bu çok zor bir sözdü çünkü ne telefon vardı ne de internet. Kasabadaki son günümde Nazlı’yla buluştuğumuz zaman, bütün

hüznümüzle ve son kez buluşuyor olmanın verdiği iç sıkıntısıyla çimlere uzandık. ‘Nereye gidiyorsun?’ Bilmem. ‘Neden gidiyorsun?’ Babam istiyor. ‘Beni bırakıyorsun.’ Elimde değil. ‘Beni unutacak mısın?’ Hayır, ‘Beni seviyor musun?’ Immmmm, şey... ‘Beni seviyor musun?’ (vurgulayarak) Evet, ‘Bir gün tekrar görüşecek miyiz?’ Evet, ‘Söz ver’ Söz, ‘O zaman gözlerini kapa’ Nazlı beni öptü, masumane bir öpücüktü. Büyüklere özenen çocukların çocukça bir davranışı. Gözlerimizi kapadık bir süre el ele esen rüzgâr eşliğinde uzandık çimlerde. Sonra gözlerimizi açtık, bir bulut kalp şeklinde bizi selamlıyordu. Ya da biz sıradan şekilli bir bulutu kalp şekline sokuyorduk. ‘Nazlı, bu bulutu bir daha gördüğümüzde bu ağacın altında buluşacağız’

‘Tamam’. O gün bitti, biz yollara düştük, zorluklar çektik, köylüler yardımıyla yaşadık, büyük şehre geldik, anneme miras kaldı ve sonrası özel okullar, yurtdışı eğitimleri ve bugünler. O bulutu ilk zamanlar her gün görüyordum ama oraya gidemiyordum. Sonra lisedeyken aklıma düştü oraya gitmek istedim belki Nazlı hala orada yaşıyordur diye. Gidemedim, göndermedi annem. Sonra lise bitti, üniversiteye girdim, annemden habersiz gittim. Ne Nazlı’dan bir iz buldum, ne ailesinden, ne de onlara ait bir şeyler bilen bir kimseden. Yıllarca o bulutu görmesem de o ağaca gitmeyi belledim, bir ümit Nazlı da gelir diye. Sonra ve sonra, o fotoğrafımızı çektiğin gün, o bulutu gördüğüm gündü. Bir hafta sonuydu. Yıllar önce çocukken gördüğümün aynısıydı o bulut Nicholas. Biliyordum ki Nazlı da onu bir şekilde görmüş, bir şekilde oraya gidiyor olacaktı. Evden nasıl çıktığımı hatırlamıyorum. Yaklaşık yarım saat boyunca bilinçsizce bir yere koştuğumu hatırlıyorum.. Mutluluk sarhoşu olarak nereden geçtiğini bilmeyerek. Kendime geldiğimde şoförümü aradım ve beni almasını istedim. Şoförüm yaklaştığını söylediğinde bulunduğu yere doğru giderken girdim senin fotoğrafına Nicholas. Yani tamamen tesadüf eseri. Şoförümü caddede beklerken arabayı gördüm, içimdeki heyecan arttı; ama birden bir şeyler oldu, bir kargaşa yanımdan bir adam hızla sokağa atladı sonra şoförümün kullandığı araba ona çarptı. Çok korkunçtu, adamın ayakları arabanın altında kalmıştı kanlar içerisindeydi, onu hemen arabaya bindirip hastaneye götürdük. O, o haldeyken Nazlı’ya gidemezdim, belki de hiçbir anlama gelmeyen o bulutun peşinden koşamazdım Nicholas. Ama yapamadım, oradan uzaklaştım, adamı hastanede öylece bırakıp akşam olmadan ağacın yanına gittim. Nazlı yoktu, benden başka ayak izi de yoktu. Kasabalılara sordum, gören olmamış. Bir hiç uğuruna gittiğimi düşündüm, orada yığılıp kaldım. Nazlı’yı bulma düşüncesi beni mutlu etmişti, hala ediyor. Yıllar geçse de, bana onu hatırlattığın için teşekkür ederim. Belki de o yarışmayı kazanman Nazlı’nın bana ulaşmasını sağlar. Ben yıllardır bu hayalle yaşayıp duruyorum. Görüşmek üzere. ♦

Page 7: Kalemtiras Edited

7

mutfakmutfakmutfakmutfak SSSSevarozaevarozaevarozaevaroza

Bence kahvaltı günün en güzel öğünü. Sevdiklerinle berabersen bu keyfi saatlerce uzatıyorsun,

sohbete çaylar eşlik ediyor. Ama yetişecek işler ve yetişilecek yerler bahanesiyle ayaküstü atıştırılan lokmalardan ibaret kalıyor keyifsizse çaylara eşlik eden sohbet. Kahvaltı bulaşığını yıkamaksa ev işlerinin en kolayı. Ben her gün kahvaltı setini yıkarken açık çeşmenin altında nilüfer desenlerini okşarım. Halamdan düğün hediyesi bunlar. "Kahvaltı yapar mısınız bilmem ama!" deyip kıkırdamıştı. Eskilerin tabiriyle çok sevişen bizim gibi bir çiftin daha civelek şeyler yapacağını düşünmüştü. Bunu kayınvalidemin yanında da imâ etmekten çekinmemişti. Ardından kahvaltının günün en önemli öğünü olduğuyla ilgili sonuçsuz bir tartışma başlamıştı kız tarafıyla erkek tarafı arasında. Beni kurtarması için gözlerim Murat'ı aradığında onu dışarıda sigara içerken bulmuştum. Daha çok içmeye başlamıştı o günlerde. Düğün stresi. Üstüne gitmemiştim. Azaltmıştı hâlbuki sigara içtikten sonra beni öpmek istemiyordu. Dudaklarını sevmem diye korkuyordu. Eskiden korkardı, eskiden...

Sabah kahvesi günün en sevdiğim kısmı. Sakin, huzurlu. Koca işte, çocuk okulda. Taner okula ilk başladığı yıllarda yalnızlık çekmiştim. Ağlama sesini bile arar olmuştum. Doğumhanede, Taner doktorun elleri arasında baş aşağı dururken zaman geçmek bilmemişti. Ağlamasını bekliyordum. Avazı çıktığı kadar feryat etmeye başladığında hayatımda hiç bu kadar mutlu olmayacağımı hissetmiştim. O ağladıkça ben gülüyordum. Ama ilk günlerden Murat bu ağlama

sesine katlanamadığını açıkça belirtmişti. Katlanma eşiği de giderek düşüyordu. Onu anlıyordum. Zor bir hamilelik geçirmiştim. Bana çocuk gibi bakmak zorunda kalmıştı. Belki bu süreçte bir çocuğa hazır olmadığını anlamıştı. Onu rahatlatmak için Taner'in yükünü ben almıştım. Murat'a her şeyin güzel olacağını hissettirmeye çabalıyordum. Tıpkı onun bana evlenme teklif ederken söylediği gibi her şey çok güzel olacaktı. Söz vermişti, güzel olacaktı. Bu söze inanırdım, eskiden...

Yemek hazırlamanın en güzel yanı aynı anda televizyon karşısında bir ev hanımının ihtiyacı olan her şey düşünülerek hazırlanmış paket kadın programlarını seyredebilmek. Moda şalların

Page 8: Kalemtiras Edited

8

örnekleri, her birini özenle not ettiğim tatlı tarifleri, pratik temizlik bilgileri. Bir patatesi 10 dakikada soyduğumu bilirim. Bize hep pozitif olmamızı söyleyen, durmadan şuh kahkahalar atan sunucu, eşimizi baştan çıkarmak için parça dantellerle eski iç çamaşırlarımızı renklendirebileceğimizi söylemişti bir keresinde. Bu yaratıcı çalışmamızla yatak odamızı da renklendirebilirdik, hah hah ha! İkimizin de işe yorgun gideceğimize aldırmadığımız, benimse pamuklu çamaşırlar giydiğim günlere ne olmuştu? Ne kadar çabuk geçmişti. Çeyizimdeki tüm nadide parçaları, ipekli takımları

saten gecelikleri kullanmış, hatta elimdekiler tükenince mağazaların çalışanlarına bile akıl danışmıştım. Önceleri bu çabalar bizi mutlu ediyordu. Ama zamanla yollarım, sonra da isteğim tükendi. Sabahları işe giderken giydiği beyaz gömlekle akşamüstünden çıkardığı beyaz gömleğin aynı marka olmadığını fark ettiğimde yapabileceğim bir şeyin kalmamış olduğunu da anladım. Mutfak masasının üstünde günlerce, her aklıma gelişinde ağladım. Akşamları da aynı masada o gün programdan tariflerini aldığım tatlıları yedik.

Bana en zor gelen; akrabalarımızın, Murat'ın iş arkadaşlarının, Taner'in okul arkadaşlarının ailelerinin evimize misafir olduğu akşamlardı. Aramızın iyi olduğunu herkesin gözüne sokmak için elimi tutup öpmeye çalışmasına dayanamıyordum. Gelen misafirlerden birinin yanına oturarak buna engel olabiliyordum. Fakat sokakta gördüğü tatlı bir sokak köpeğine seslenir gibi "canııım hayatııım" deyişlerinden kaçamıyordum. Misafirlere mide fesadı geçirtecek ikramlar hazırlıyor, mutfakta çocuklara ayrı bir masa kuruyordum büyüklerin ayaklarına dolanmasınlar diye. Benim mutfakta geçirdiğim süre arttıkça ev sahibeliğim övülüyor, Murat'ın koltukları daha da kabarıyordu.

Bulaşık makinem var, ama kullanmıyorum. Rahmetli annemin ölmeden önceki son doğum günümde aldığı yemek takımını her gün okşamak için bir bahanem oluyor. Ben de küçükken özel günlerde ona en çok kullanacağı şeyleri alırdım: bir tepsi, fincan takımı gibi. Onu daha çok mutlu edecek bir hediye olabileceğini hiç düşünmemiştim. Ben iyi ki doğdun yazılı bir pakete sarılmış kutuyu açıp şeker pembesi çiçek motifli yemek takımını gördüğümde önce ironiye gülmüş, sonra kendimi daha fazla tutamayıp ağlamaya başlamıştım. Annem için bu gözyaşları, en doğru hediyeyi seçtiğinin bir kanıtı olmuştu. Ah anneciğim, kendisi gibi olmamı istememiş, bana üniversite okutmuştu. Ama doğum izninden sonra işe dönmemeyi düşündüğümü söylediğimde sırtımı sıvazlamış, bakıcıların hep hazır mama kullandığını, çocuğu hazıra alıştırmamak gerektiğini, beni büyüttüğü mamaların tarifini yazdığı

Page 9: Kalemtiras Edited

9

defteri bana vereceğini söylemişti. Taner ağlamasın diye beşiğin başında beklediğim uykusuz gecelerin yorgunluğuyla annemin söyledikleri çok tanıdık çok sıcak gelmişti. Gün gelip de yalnız kalacağımdan hiç bahsetmemişti.

Bir evde mutfak ihtiyacı hiç bitmiyor. İnsan her gün markete gidip bir araba dolusu alışveriş yapabilir. Bu görevi Murat üstlenmişti. Eve eli kolu dolu geldiği zaman bize karşı vazifelerini yerine getiriyor olmanın rahatlığını duyuyor ve bizim önümüze ondan başka ilgilenilecek poşetler koyuyordu. Taner hemen torbaların içinden gofretini buluyor, sonra sevinçle zıplayarak

oyuncaklarının başına dönüyordu. Ben de kalanları buzdolabına yerleştirmeye başlıyordum.

Alışveriş listemi buzdolabının üstünde hep aynı yere asarım. Taner'in bana kreşte oyun hamurundan yaptığı eğri büğrü çiçeğin altına mıknatıs yapıştırmıştım. Magnet olarak kullanıyorum. Başka bir magnetin altında da üçümüzün, gittiğimiz tatillerin birinde çekilmiş bir fotoğrafımız var. Ben bir elimle uçmasın diye şapkamı tutuyorum, diğer elimle Taner'i kucaklamışım, Taner benim boynuma sarılıyor. Murat da sanırım kareye

girmek için kafasını uzatmıştı. Çok iyi hatırlamıyorum.

Fotoğrafta Murat'ın yüzünü görmeyeli uzun zaman oldu. Bir gece rüyamda onu sarımsak döveceğiyle öldürdüğümü görmüştüm. Ama sonra delicesine pişman olmuş, ambulans çağırmak, onu kurtarmak istemiştim. Telefon elimde ne yapacağımı bilemez bir halde ağlarken rüyadan uyanmıştım ve sabah ilk işim mutfağa gelip sarımsak döveceğini çöpe atıp alışveriş listesine sarımsak rendesi eklemek olmuştu. Fotoğrafta da Murat'ın olduğu yerde o günden beri acil durumlarda aranacak numaraların listesi asılı.

Umduğumdan çok farklı bir hayatım oldu. Hayallerim için üzülmeyi de bıraktım. Onları gerçekleştirebilir miydim, bilmiyorum. Belki de o kadar güçlü değilim, bunu da bilmiyorum. Bildiğim tek şey bırakıp gidemediğim işte bu mutfak, gerisi değil...

Page 10: Kalemtiras Edited

10

kelime oyunu Murat Can Kabagöz

Hiç tanımadığın birini özlerken…

Garip bir şeydir hayat ve şey, çok garip bir kelimedir. Beklemek, sonunu bilemeden, asırlarca, tükenerek, belki de tüketerek… Gariptir işte hayat .Ve garip, çok gariban bir kelimedir. Güneşin yavaşça elini eteğini çektiği izbe bir odada, rutubet kokusu eşliğinde özlemek. Özlediğini zannetmek. Beklemek. Evet, sadece beklemek. O anı, o günü… Geçmiş ya da gelecek. Ya tarihin tekerrürünü ya da yeniden yazılmasını beklemektir o gasp edilmiş yaşamlar ve tekerrür, burada ne gereksiz bir kelimedir. Her yerde rastlayabilirsin tanımadıklarına; ama hiçbir yer tanıdıklarınla dolu değildir. Tanışmışsındır da sen hiç tanınmamışsındır ya da… Protokol düzeyinde bir tanınmışlık da değildir zaten gerekli olan, bunca gereksiz canavar arasında ve canavar, canlı varlık anlamına gelen bir kelimedir. Boş sokaklar. Yeni dinmiş yağmur kokusu. Yağmurun değil toprağın kokusu belki de; ama sokakta toprağın işi ne? Her neyse… Boş günler, boş saatler, beklemekle öldürülen vakitler. Vakit

demişken, o geçip gider; ama sen olduğun yerde kalırsın. Hayır, kanun namına değil, sadece beklediğin için olduğun yerde kalman gerekir ve beklemek, insanı bekçi yapabilen bir kelimedir. Son… Beklemek son bulabilir. Bu senle ilgilidir. Sihirli sözcükleri söylemeye başladığın anda beklemek bir son bulabilir. Merakla bakan gözler artık farklı bir ifadeye bürünebilir, bakışlar kaçabilir ya da – olmaz ya – bir bakarsın, dili boğazda küçük bir gezintiye çıkabilir. Ama beklemek, sadece sihirli sözcükler söylendiğinde bitebilir. Kelimeler ise kifayetsiz kalabilir ve evet… Kelime, sözcükle aynı şeydir. ♦

Page 11: Kalemtiras Edited

11

çocukluğumun eğlenceleri

hale akkuş

Zaman zaman içim çok sıkılır, herkes gibi. Kimi maça gider, kimi evde oturup geçmesini bekler;

kimi konserde, kimi balkona çıkıp bağırır böyle durumlarda. Çocukken canım sıkıldığında teyzemin mutfağına girer raflardan bardak ya da tabak alıp aşağıya atar, şangır şungur sesiyle kendime gelir rahatlardım. Çok zevkliydi. Teyzem fark ettiğinde genelde 3–4 bardak çoktan yeri boylamış, kırk parçaya ayrılmış olurdu. Genelde hep balkonda enselenirdim; yani salona kaçacak kadar vaktim hiç olmazdı. Arkamı döndüğümde teyzemin o ışıl ışıl parlayan ama şaşkın ve sinirli gözleriyle karşılaşırdım. Sonra bir gülümserdim ve teyzemin siniri anında geçerdi, işi biliyordum yani.

Daha da küçükken yine canım sıkıldığında arabaların önüne atardım kendimi. Allahım çok zevkliydi. Favori mekânım –Aydınlıkevler’i bilenler için söylüyorum- 2. duraktaki parkın köşesinde bir yerdi. Orada pusuya yatar geçen arabaları gözlerdim, belki sayardım da.. Sonra gözüme kestirdiğim arabaların önüne atardım kendimi; bazen çok hızlı olurdum bazen çok yavaş, yani hep bir şekilde ıskalardım. Genelde hep zamanında dururlar bana bağırırlardı. Ama bir sefer ıskalamadım; sanırım istediğim olmuştu araba bana çarpmıştı, çok heyecanlanmıştım ama pek hatırlamıyorum, çünkü bayılmışım. Takip eden hastane süreci ve parka gitme yasağı. Sonradan anladım ki yaptığım şey çok da normal değilmiş. Yine de açıklamaya çalıştım küçücük halimle ; “Anneanne hareket eden arabaları çok seviyorum, görünce dayanamıyorum!” Canım anneannem bir kere bile kızıp da ne yapıyorsun diye tokat atmadı; eğer atmış olsaydı belki de ben bu yaşımda hâlâ bu kadar başına buyruk her

istediğini yapmak için elinden geleni yapmak isteyen biri olmazdım.

Çocukluğum anneannemi çileden çıkarmak, bıktırmak adına yapılmış bir sürü eylemle geçti; sanırsınız kadıncağıza garezim var da her şeyi isteyerek yapıyorum. Dışarıya oynamaya her çıktığımda, muhakkak bir belâyla eve dönerdim. En net hatırladıklarımdan biri şöyleydi : Çocukluk arkadaşım Aybala ile dışarıda koşturuyorduk, pek bir amacımız olduğu söylenemezdi, öylece koştururduk bizim bahçede, sanki köydeyiz de dağ bayır koşuyoruz. Bir gün ben onu takip ediyordum yine, o hızlıca sağa döndü ama ben virajı biraz dar almış olacağım ki bizim apartmanın sivri köşesine kafamı süratle çarptım. Burası önemli, süratle!

Gözümü açtığımda kan oluk gibi akıyordu, kafamın sağ tarafından öyle bir kan akıyordu ki kısa bir süre içinde üstüm başım kıpkırmızı oldu. Aybala arkasını döndüğünde ben yoktum, yere düşmüşüm. Anneannemin gelmesi ve soğukkanlılıkla beni sağlık ocağına götürmesi, atılan birkaç dikişle son bulan bir gün daha.

Page 12: Kalemtiras Edited

12

Anneannem artık dışarı çıkmama izin vermiyordu, 2. duraktaki park da mimliydi, o da çareyi beni Aydınlıkevler İlkokulunun arkasındaki parka götürmekte buldu. Daha içeride bir parktı, daha sakin ve arabaların az sıklıkta geçtiği bir yer. Ben de diğer çocuklar gibi salıncaklarla ve kaydırakla oyalanmaya başladım, bir süre sonra sıkıldım. Salıncağa ters bindim, olmadı. Tahterevalliye ikişer kişi bindik, olmadı. Demir merdivenlere tırmanıp yüzüstü sallandım, olmadı. En son kaydıraktan ters kayayım dedim, yüzümü döndüm.

Kaydırağa dizlerimi tam dayadım ve kendimi bırakacaktım ki, kaydırağın sol köşesinin kırılıp paslandığını ve bir çıkıntı oluşturduğunu fark ettim. Ne var ki çok geçti, dengemi sağlayamayarak bu sefer de kafamın sol köşesini o paslı tırtıklı demire geçirdim. Ve yine aynı hikâye, tek farkla; bu sefer de başımın sol tarafından deyim yerindeyse kan fışkırıyordu, anneannem cebinden mendil üstüne mendil çıkartıyor ama bir türlü kar etmiyordu. Sağdan soldan insanlar seferber oldu, ben onları izliyordum, onlar panikle mendil buluşturup şak diye kafama yapıştırıyorlardı sanki düğündeyiz de para yapıştırıyorlar! Yine aynı sağlık ocağı, aynı doktor, üyelik mi istesek anneanne?

Aslında doktorlar beni hiç sevmedi; çünkü ne zaman bi doktora gitsek emir üstüne emir… Çokbilmişlik yapıyorlardı bana karşı. Örneğin, sallanan bi dişim bi türlü çıkmıyordu, annem de beni evin hemen 3 bina yanındaki dişçiye götürdü. Doktor ‘ağzını aç’ dedi. Sanırım annem doktora emirlerden hoşlanmadığımı söylememiş diye iç geçirdim ve ağzımı açmamaya karar verdim. Ben bir karar verince bundan dönemezdim. Adam çeneme asıldı, ben kararlıydım. Ne zaman pes edecek diye düşünürken kızmaya başladı, hem bana hem anneme. Hadi ben neyseydim de anneme de kızınca artık sinirlenmiştim. Ve boşta kalan sağ elimle doktorun suratına olanca hızımla vurdum! Sandım ki doktor, olgunlukla karşılar ve beni rahat bırakır. Çünkü izlediğim bütün Türk filmlerinde doktor karakterleri çok babacandı. Ama bu doktor aynı hızda yüzüme bir tokat indirip beni bıraktı. Neyse en azından elinden kurtulmuştum.

Sonra biraz daha büyüdüm. Artık anneannemle pazara bile gidebiliyordum. Ama çok kalabalıktı ve anneannemin elini tutup tezgâh tezgâh gezmek çok sıkıcıydı. Ben de arada anneannemin elini bırakıp kısa sürede onu tekrar bulma oyunu oynamaya başladım. İlk zamanlarda çok zevkliydi; o kadar yabancı insanın arasından, anneannemin o güzel yüzünü görünce koşup elini tutup sıkıca eteğinden sarılıyordum. Nasıl

mutlu oluyordum anlatamam. Sonra bir gün yine elini bıraktım. Sağıma baktım yok, soluma baktım

Page 13: Kalemtiras Edited

13

yok, kendimi birden bağıran pazarcı amcalar ve en iyi domatesi kapmak için yarışan teyzeler arasında buldum. Kendimi gösterme çabaları sonuçsuz kalınca ağlamaya başladım, hem de bağıra bağıra. Ancak o zaman bir amcanın dikkatini çekebilmiştim. O da çareyi beni pazarın girişindeki jandarmaya bırakmakta buldu. Daha önce hiç bilmediğim bir yerdi ve ağlamaya devam ediyordum. 3–4 jandarma panik içerisinde etrafımı sarıp bir şey isteyip istemeyeceğimi sordu, kibarca hayır demek isterdim ama ağlamaktan sesim çıkmıyordu. Onlar da kibarca çay ikram ettiler, ama çayı ne yapayım, susmadım tabii. Çikolata verselerdi kesin susardım oysaki. Sonrasında yapılan anons ve anneannem gelmişti. Ama o da ne, kareye annem de girmişti. Annemin nerden haberi olmuştu, bak işte bu işe çok kızmıştım. Çünkü annem, anneannem ve teyzem gibi değildi; onun sağ elini zaman zaman yüzümde hissettiğim anlar olmuştu, ya da terliğinin hızla yanımdan uçtuğu anlar. Bu da öyle anlardan biriydi. Ben kendi kendime bir daha anneannemin elini bırakmayacağım derken annem pazara gitmemi yasaklamıştı. Bu ne yasaklar dünyasıymış kardeşim, ağız tadıyla kaybolamıyorum, kaydırağa binemiyorum, sokak ortasında arabalarla boy ölçüşemiyorum, olmaz

olsundu böyle dünya! Zaten anneme doğuştan kızgındım, hep bir kardeş istemiştim ama yoktu işte. Hah bir de yasaklar başladı, annemle aramdaki mesafeyi korumaya devamdı anlayacağınız.

Aydınlıkevler’deki bütün parklar bitmiş olacak ki annem ve teyzem beni Kuğulu Parka götürmeye karar verdiler. Neymiş efendim ufkum açılacakmış, orada kuğular varmış, hem de çocuk parkı daha büyükmüş. Neyse en güzel elbiselerimden birini giyip gittik meşhur parka.

Önce etrafında dolaştık, sonra ben biraz parkta oynadım, yemek yedik. Tipik bir pazar gününde

aile saadeti. Ama bu saadet bana fazla bir şeyler olmalı diyerek kuğularla daha yakından arkadaş olmaya karar verdim. Açıkçası parkta oynadığım hiçbir çocuk bana ilginç gelmemişti. Çeşmenin arkasında duran simitçiden bir simit aldım ve kuğulara adım adım yaklaştım. Daha da yaklaşmak için havuzun ortasına doğru uzanan tahtaya basmaya karar vermemle, simiti bir kuğuya uzatmam ve düşmem bir anda oldu. Su da soğukmuş hani, ama uzaktan göründüğü kadar derin değil. Sakinliği elden bırakmamaya çalışıyordum ki annemler bağırarak yanıma geldiler ve apar topar beni çıkardılar sudan. Anlaşılan bana bu park da yaramamıştı.

Aslında itiraf etmem gerekiyor. Suya zaafım vardır, gördüm mü dayanamam, çok net hatırlıyorum ki 4–5 yaşlarındayken oldukça sık Çubuk barajına giderdik. Barajın kenarında tüm normal aileler gibi güzel bir yer bulup pikniğimize başlardık. Ben suyu çok severdim, ama çok. Genelde hep kalabalık olduğumuz için bir fırsat bulup gölle yakınlaşamamıştık. Ama bir gün annemlerin sofra hazırlamaya daldığı bir anda, koşarak kendimi baraj gölüne attım. Yalnız bu sefer ki Kuğulu Park kadar sığ değilmiş ki, su boyumu geçti ve çevreden insanlar koşarak beni çıkardı. Zannediyorum boğulma tehlikesi atlatmışım. Olsun, yine suyla dans etmeye değerdi. Artık devam eden zamanlarda, piknik yerini çam ağaçlarının olduğu suya uzak taraflardan seçiyorlardı sevgili ailem.

Şimdi, aynaya baktığımda sağ ve sol alnımdaki dikiş izleri unuttuğum anılarımı canlandırıyor karşımda. Çocukluğumun şu anıma ve geleceğime olabilecek etkisini düşünüyorum ve gülümsüyorum hınzırca. Çocukluğumda kendimi bıraktığım suyun yerini müzik alıyor şu anda ve sözü Osbourne'e bırakıyorum : "Ben sadece bir hayalperestim. Ah evet! Kendi hayatımı hayal ederim; sadece daha iyi günleri hayal eden bir hayalperestim."* ♦

*Ozzy Osbourne Dreamer

Page 14: Kalemtiras Edited

14

aşk mahkemesi

bigvocate

ANKARA 2. AŞK MAHKEMES İ’NE

DOSYA NO : 2010/81 DAVACI : Kerem Tunç VEK İLİ : Av. Rüştü Zorlu KONU : Davaya karşı beyanlarımızın sunumudur. AÇIKLAMALAR :

1.Davalının, müvekkilim hakkında, karşı tarafın hayatını yönlendirmeye çalıştığı iddiaları gerçeği yansıtmamaktadır. İki insanın ilişki içinde olması her ne kadar birbirlerinin hayatına müdahale etme hakkı tanımayacak olsa da bu durum diğer tarafı yok saymayı da tabii kılmaz. Müvekkil, karşı tarafın hayatına müdahale etmemiş, sadece birlikte yapılması planlanın organizasyonlar konusunda daha hevesli davranmış, bu durum karşı tarafça müdahale olarak yorumlanmıştır. Bir insanın sevdiği kişiyle birlikte olma dileğinin bu şekilde yorumlanması iyi niyetli bir yaklaşım olamaz.

2.Müvekkil, ilişkinin ilerleyen aşamalarında karşı tarafa olan ilgi ve özenini kaybetmemiştir. Davalı tarafın ili şkinin başından beri süregelen soğuk davranışları karşısında müvekkil bir süre sonra hayal kırıklığına uğramış ve rahatsızlık verdiği düşüncesine kapılmıştır. Bu durum karşısında da artık davalı tarafı eskisi kadar sık aramamış, mümkün olduğu kadar davalının talepleri doğrultusunda birlikte olmuştur. Müvekkilimin, karşı tarafın kusurlu davranışları sebebiyle ve sırf rahatsız etmeme kaygısıyla ilk günlerdeki kadar yoğun görüşme ve birlikte olma talebi içinde olmaması yaşadıkları karşısında son derece doğaldır.

3.Davalının dilekçesinin 6’nolu bölümünde yaptığı açıklamaları sayın mahkemenin takdirine bırakıyoruz.

SONUÇ VE İSTEM : Beyanlarımızın kabulüyle talebimiz gibi karar verilmesini vekâleten arz ve talep ederiz.19.10.2010 Davacı Vekili Av. Rüştü ZORLU

Page 15: Kalemtiras Edited

15

T.C. ANKARA

2. AŞK MAHKEMESİ

DOSYA NO : 2010/81 HÂK İM : Hulusi Kentmen 92561 KÂT İP : Esra Beştepe TARİH : 27.10.2010 Belli gün ve saatte celse açıldı. Davacı vekili geldi, başka gelen yok. Açık yargılamaya devam olundu. Yazılan müzekkere cevaplarının döndüğü görüldü. Davalı vekilinin mazeret dilekçesi sunduğu görüldü, okundu dosyasına kondu. Davacı vekilinin 19.10.2010 tarihli 2 suret beyan dilekçesi sunduğu görüldü. Davacı vekilinden soruldu, mazerete karşı bir diyeceğimiz yoktur, dedi. Gereği düşünüldü;

1- Masrafı 5 gün içinde verildiğinde beyan dilekçesinin davalı tarafa tebliğe çıkarılmasına, 2- Davacı vekiline tanıklarını bildirip masraflarını yatırması için 20 günlük süre verilmesine, 3- Davalı vekilinin mazeretinin kabulüne, 4- Bu nedenle yargılamanın 11.11.2010 saat 10.05’e bırakılmasına karar verildi. 27.10.2010

Kâtip Hâkim 92561

Page 16: Kalemtiras Edited

16

inglorious basterds: inglorious basterds: inglorious basterds: inglorious basterds:

kendi savaş fantezisini kurmak kendi savaş fantezisini kurmak kendi savaş fantezisini kurmak kendi savaş fantezisini kurmak **** noxellnoxellnoxellnoxell

*Not: Okuyacağınız yazı eserin kendisine ve film uyarlamasının tamamına dair ayrıntılar (spoiler) içerir. —Bir zamanlar Nazi işgali altındaki Fransa-

Quentin Tarantino’nun giriştiği en çılgın ve en geniş kapsamlı film bu. Kendisi de bu filmi başyapıtı olarak gördüğünü söyleyerek film için çok fazla emek ve zaman harcadığını belirtiyor zaten. Film ‘nazik’ konusu itibariyle hem çok dikkat çekici hem de Tarantino için çok zor bir proje. II. Dünya Savaşı, Yahudi soykırımı, Nazi Almanyasını karalama gibi olaylar yıllarca popülerliğini korumuş. Tarantino da zaten eskiden çekilen filmlere yeni bir soluk getirmeye bayılan bir yönetmen. Tozlu arşivlerden çıkarıp getirdiği filmler, oyuncular nedeniyle 'kopyacı' olmakla bile suçlanmakta kendisi. Bu nedenle böylesine çok işlenmiş bir konuya el atması çok da sürpriz değil. Ben kendisinin ‘arakçı’ değil ‘yeniden yorumlayan biri’ olduğuna inanıyorum. Bu filmi de başarıyla kotardığını söylemeliyim.

İlk paragraftan oldukça ciddi bir giriş

yaptığımın farkındayım. Çünkü filmde aynen böyle başlıyor. Ama yazıma ve ilk sahnenin ağır havasına bakarak film hakkında kullanacağım kelime ‘ciddi’ olmayacak. Çünkü filmde tamamen mizah ve şiddet duygusu hâkim. Tarantino kendi arzu ettiği tarihi yazmış ve gerçek -daha doğrusu yazılmış olan tarihle dalgasını geçmiş. Fransa kırsalındaki bir kulübede geçen ve Albay Hans Landa’yı ilk gördüğümüz kısımdan söz ediyorum. Giriş kısmı çok başarılı. Gerek oyunculuklar gerek diyaloglarla gerilim en alt seviyeden doruğa ulaşmış. Ayrıca Hans Landa'nın kibar görüntüsünün altında yatan büyük manyaklıkla da tanışıyoruz. Christoph Waltz bu rolde resmen döktürüyor.

Filmde İngilizce, Almanca, Fransızca ve hatta bir sahnede İtalyanca konuşuluyor. Bu kadar çok

dil filme güzel yedirilmiş. Çünkü adı üstünde ‘dünya savaşı’. Birçok milletten insan katılmış ve elbette ki birçok dil konuşulacak. Almanya’yı anlatan ama İngilizce çekilmiş filmlere de gönderme de bulunmuş ustamız.

Tarantino hem yeni kurgu karakterler yazmış hem de gerçek tarihi karakterleri senaryoya

katmış. Bunların ortak özelliği abartılı, gerçekdışı yazılmaları. Mesela Hitler. Korkmak yerine garip garip bakıyoruz kendisine film boyunca. Hem kurgu hem de gerçek karakterlerin olması filmin alternatif bir gerçeklik yaratmasını sağlamış.

Page 17: Kalemtiras Edited

17

Filmin başrol oyuncusu Brad Pitt. Eğlenceli ama kaba saba Aldo Raine karakteri için Pitt iyi bir seçim gibi. Kendisi hafif salak, beyin gücünden çok kas gücüne önem veren, eğlenceli ve yakışıklı karakterleri iyi canlandırıyor. Aldo Raine’in de büyük bir psikopat olduğunu belirteyim bu arada.

Cilveli Bridget von Hammersmark'ı oynayan Diane Kruger'ın Hans Landa’yla yaşadığı Külkedisi ve Sindirella masalı da güzel düşünülmüş. O sahnede oyuncuların performansları da çok iyiydi. Ayrıca o sahne yönetmenin, ayak fetişizmine bir övgüsü.

Shosanna Dreyfus rolündeki Melanie Laurent intikamını aldığını göremeden öldüğü için gözleri

fal taşı gibi açık gitmiştir. Planı sonradan başarıyla tatbik edildi tabii, orası ayrı. Eli Roth aracılığıyla Scarface göndermesi yapılan sahne de güzeldi. Shosanna'nın Frederick Zoller’in filmine yaptığı katkı gene çok gerilimli bir sahne, insanın

tüylerini diken diken ediyor. Zaten filmin en etkileyici cümlesi de Melanie Laurent'in donuk ama insanı koltuğa mıhlayan sesinden çıkıyor: “My name is Shosanna Dreyfus, and this is the face of Jewish vengeance. (Benim adım Shosanna Dreyfus ve bu gördüğünüz de Yahudi intikamının yüzü.)” Hitler’i, yardımcılarını, önemli Nazi subaylarını ve ailelerini, aynı onların Yahudilere yaptığı gibi sinemadan bozma koca bir fırına atıp yakma fikrini Tarantino’dan başka kim gerçekleştirebilirdi ki? İntikamı sinema vasıtayla alması da çok zekice bir fikir.

Tarantino’nun kullanmayı pek sevdiği bir sahne

vardır: araba bagajından dışarıyı gösterme sahnesi. Bu filmde bu sahne biraz değişik olarak tezahür ediyor: Kamera alnına gamalı haç işareti çizilen askerin yerine geçiyor. Biz de Eli Roth ve Brad Pitt’in yüzlerini izliyoruz.

Film alışageldiğimiz bir şekilde Yahudilerin soykırım ve ezilme sahnelerini göstermiyor. Hatta tam tersine eline fırsat geçen Yahudilerin benzer soykırımı Nazilere yapabileceğini gösteriyor. Tarantino’ya göre insanlar saf iyi veya saf kötü değiller. Kendisine kötülük yapıldığını gören insanoğlu doğası gereği intikamını almaya, kendini korumaya çalışır. Yahudilerin, benzer işkenceyi Nazilere uygulaması. Zoller'in Shosanna'ya âşık olduğu halde kendisini vurduğu için onu öldürmesi, aktris-ajan Hammersmark’ın kendi gizli kimliğini öğrenen ve kendisine küfreden Wilhelm'i öldürmesi hep bu bakış açısıyla açıklanacak olaylar. Tarantino insan psikolojisi hakkında ders veriyor bizlere.

Tarantino tam bir bitpazarı dj’i. Kıyıdan köşeden bulduğu müzikleri, sahnelerine harika bir

şekilde montajlıyor. Bu filmde de gene harika sahneleri harika müziklerle izliyoruz. Son olarak güzel, çok eğlenceli, insanın aklını başından alacak derecede çılgın bir film bu. Nefis

diyaloglar ve nefis müzikler mevcut. 5 üzerinden 4,5’u hak ediyor. Yarım puanı da, sonlara doğru keskinleşen politik göndermelerin abartısı nedeniyle kırdığımı söylemeliyim. ♦

Page 18: Kalemtiras Edited

18

Küçüklüğümden İzler Taşıyorum Yanımda Batuhan Eren Engin

Küçükken bir amaç uğruna birikim yapmak her zaman ısıtırdı içimi, sevinçle dolardım

böyle anlarımda. Birikim yapamazdım aslında, küçük bakkalın yolunu bizim evde benden daha iyi bilen yoktu çünkü. Bir Biskrem’in değerini gerçekten sezdiğim ve onu yerken saygı gösterdiğim, çayıma banmaktan çekindiğim, çayın içine düştüğünde onun için üzüldüğüm, aslında yemeye kıyamadığım anları hiçbir şeyde bulamıyorum şimdilerde. Köşebaşı çekirdek sohbetlerini, tasoda ve bilyede abimin ustalığına nazaran benim sergilediğim çıraklık nedeniyle “ütüldüğüm” zamanları, akşamları mahalleler arası oynanan “Hos” oyununu, apartmanın hemen yan tarafında uzanan bahçesinde yapılan Hıdrellez şenliklerini, yazın bizi birinci kattan ıslatan teyzeyi ve o zamanlar çocukça bir sevgi beslediğim Bilge ablayı ve daha nicesini unutabileceğimi sanmıyorum.

Dişimin düştüğünü gören annem, “onu

yastığının altına koy ve bir dilek tut, belki gerçek olur” dediğinde bir çocuk olarak ne dileyeceğimi tahmin edersiniz. Çok geçmeden ilk bilgisayarımızı aldığımızda, sanıyorum dördüncü sınıfa gidiyordum, o vakitten beri kendimi bildim bileli net göremem dünyayı. Ondan sonraki hafta sonları sabahları güneşle birlikte uyanır, koşturarak çişimi yapar, annemin fırında yaptığı kara pastadan birkaç dilim alır ve kendimi Fifa 98’in jenerik müziğine bırakırdım. O günden sonra “A, S, D, W” tuşlarını ustalıkla kullanır olmuştum. Çok geçmeden öğrendiğim, internete bağlanmak için modemin çıkardığı sesleri ise özlüyorum ve unutabileceğimi sanmıyorum. Babamın Suzuki bir motoru vardı ve sesi sokağın başından kulağımıza çalınırdı, anlardık ki çoktan

vazgeçmek zorunda kaldığı ve o çok sevdiği boğazdan tuttuğu balıkları eve taze taze getiriyordu. Belki de bu annemin motor sesini algıladığı biçimdi, “yağı koy unu hazırla...” bizim ise testlerin cevaplarını arkadan geçirme saatimizin geldiğinin işaretiydi, “dur bakayım, ce de be a”...

Page 19: Kalemtiras Edited

19

Doğrusunu isterseniz, zamanla değişen şeyleri mumla arar olsam da, az ama değişmeyen benden parçaların benimle kalmasına seviniyorum. Birikimlerimi artık ulaşması güç hayallerimle yapmam çocukluğumdan bugünüme aktardığım bir özellikti; “uzaktaki hayallerimin” kendi üzerine hayaller katarak büyümesi belki de bu yüzdendi. Demek istediğim, çoğu zaman “Anı Yaşa” felsefesiyle yaşamayı kendime öğütlesem de, ne zaman içine düştüğüm “konum x zaman” değişkeninden zevk almasam gelecekte yaşamaya başlıyorum hemen. Yaşamdan zevk almak derken kastettiklerimi “dıp dıs”, “kakara kikiri” kategorisine endekslemek çok yanlış bir tutum olur. Benim eğlendiğimi, mutlu olduğumu hissettiğim tek zaman dilimi, kendime bir şeyler kattığım zamanlarda su yüzüne çıkıyor.

Kendiliğinden çığ gibi büyüttüğüm hayallerimin ilk

basamağında, başladığım işi, yüksek lisansı bitirmek var. İki senemi, koskoca iki senemi boşa harcadığımı hissedebiliyorum. Daha doğrusu, bir meslek edinmem gerektiğini bilmesem bırakıp da gideceğim, sonrası için ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim dahi olmasa da, şu anlık. Kendimi

kütüphanelerle bir bütün hissedip saat ve mekân kavramını yitireceğim günlerin geleceğini biliyorum. Kısaca hayatın tadının kursağımda kalmayacağı, sokakta yaşayan herhangi bir kimsesizin koluna girip evime getirerek onu doyurup mutlu olacağım(ız) günlerin gelmesi çok uzak değil. Yine de nefsinde kötü duygular barındırdığının farkında olan bir insan olarak arınmaya ihtiyacım var ve bunun pahası, bilgeliklerini kitaplarda okuduğumuz Doğu kültürüne ait insanlarla tanışmak için uzun seyahatlere çıkmak da olsa, bunu da bir gün deneyeceğimi umuyorum.

Ancak şundan eminim ki; annemin, kendimizi mahalle abilerine kanıtlamak için

mahalle maçlarında gözümüze budaktan esirgemediğimiz ve dikenlerin arasına daldığımız sırada evin penceresinden “Haydi yemeğeee, Ereeen, Emreeee” diye seslenişi ve beni sabahları küçük bir buseyle uyandırdıktan sonra yarım göz halimle hazırlayıp okula götürüşleriyle, babamın bizim Çanakkale’deki bir dershane sınavında dereceye girmemizden ötürü ısmarladığı ve o günden beri asla unutamadığım, hatırladığımda gözlerimden yaşlar getiren, hayatımda yediğim en lezzetli dürümün ve aynı gün aldığı seksen gram sütlü baton çikolatanın tadını, gideceğim her yere ve farkına varacağım her seneye, benimle birlikte götüreceğimi biliyorum. ♦

Page 20: Kalemtiras Edited

20

sorgu sual

efe karabulat

3. Bölüm: Oda

-1- İncecik kesilmiş et parçalarının üzerinde hafif hafif çıtırdayarak köpüren yağı dalgın gözlerle izlerken ‘’ara sıra tüm bu vahşetin ortasında insan olduğumuzu unutuyoruz değil mi?’’ demek istedim. İşin garibi yalnız biz değildik insan olduğumuzu unutan, çoğunlukla karşımızdakiler de bizim insan olduğumuzu unutuyordu. Bir insan işini yaparken gerçek olmaktan çıkıp bir hayal kahramanına dönüşüyor herkesin gözünde. Bu yalnız bir cinayeti soruşturan polisler için değil, aşağı yukarı tüm diğer mesleklerdekiler için de geçerli. Sahnedeki bir oyuncunun, bir davada savunmasını yapan bir avukatın, yahut ter içindeki bir sporcunun yaptığı iş kendisini o kadar sarıp sarmalıyor ki onun aslında yiyip içen, tuvalet ihtiyacı duyan, gece yatağına uzandığında kendisinden nefret eden biri olduğunu hayal etmek imkânsız. Biz onu bize verdiği kimlikle tanıyoruz ancak ve kimliği yalnızca işinden ibaret oluyor. Bizim meslekte bu durum biraz daha yoğun yaşanıyor elbette. Nihayetinde biz varlığı karşısında hiçbir başka gerçeklik tanımayan bir olgunun, yaşamla ölümün sorgucularıyız. Çatalımı hafifçe köfteme batırdım. Üstündeki yağın sıcaklığını sanki parmak uçlarımda hissediyordum. Çatalın uçları köftenin yumuşaklığını delip geçerken neredeyse içimdeki hafif ürpermeyi ağzımın sulanması takip etti. Bazen insan olduğumuzu hakikaten unutuyoruz. Nefis bir yemeğe karşı bile, bu en temel güdümüz olduğu halde, duyarlılığımızı yitiriyoruz. Allahtan Şevket, ‘’yahu Bursa’ya gelmişken bir İskender yemeyecek miyiz?’’ diye feryat etti de bu lokantaya gelebildik. ‘’Bu, yediğim en güzel et olabilir’’ dedim Komiser Haluk’a bakarak. Gülümseyerek başını eğdi. Getirdiği restoranın beğenilmesinden mutluluk duyduğu belliydi. O da benim başladığımı görünce yemeğine başladı. Bir süre üçümüz de sessizce iskenderlerimizi yedikten sonra sessizliği bozan yine ben oldum.

‘’- Şimdi Halukçuğum, elimizde ne var?’’ dedim suyumdan yudum aldıktan sonra. ‘’- Amirim, karmakarışık bir hikâye var elimizde. Adamımızın adı Rıfat Kaymaklı…’’ Şevket ‘’bunun üzerine de bir ekmek kadayıfı gider’’ diye mırıldandı, aklınca şaka yapıyordu

herhalde. ‘’… 3. evre akciğer kanseriydi. Doktorlarının söylediğine göre 8 ay falan ömrü kalmıştı.

Bursa Devlet Hastanesi’nde uzun süredir tedavi görüyordu. Olay tarihinden iki ay kadar önce kalıcı olarak hastaneye yatmak zorunda kalmıştı.’’ Haluk durdu, soluklandı, lafa nasıl devam edeceğini düşündü. Ben de ağzıma bir lokma et alıp ağır ağır çiğnemeye başladım.

Page 21: Kalemtiras Edited

21

‘’-Rıfat Bey 2 aylık bir sürenin sonunda hastaneden ayrılıyor, ayrılmasından birkaç gün sonra asılmış olarak bulunuyor.’’

Ağzı aşağı yukarı tamamen dolu olan Şevket ‘’Şimdi burada sorun ne?’’ diye homurdandı. ‘’-Sorun şu ağabey. Birincisi Rıfat Bey’in ailesi, onun dışarıda kendini asmadığını, hastanede

zaten ölmüş olduğunu iddia ediyor. İkincisi ve daha garibi adam kendi evinde değil, boş bir apartman dairesinde asılı bulunuyor. Üçüncüsü hastanenin iddiasına göre Rıfat Bey taburcu edilmiyor, hastaneden kaçıyor.’’

‘’-Emniyet ne yaptı?’’ diye sordum. ‘’-Önce intihar olduğu düşüncesiyle üstüne gidilmemişti. Merhumun ailesi suç duyurusunda

bulununca dava açıldı, dolayısıyla dosya şu anda yeniden inceleniyor. Ulaştığımız bilgilere göre bu olayın intihar olmadığı açık. Bununla birlikte ailenin ‘bu cinayeti hastane işledi’ iddiası da gerçekçi değil.’’

‘’Çapraz ateş’’ diye atıldı Şevket. Dönüp şimşek gibi bir bakış fırlatınca lafın devamını getiremedi. Haluk bir şey sormaya fırsat bulamadan ‘’ceset nasıl bulundu?’’ dedim.

‘’-Amirim bahsi geçen ev Malik Güngören’e ait. Bu adamın Bursa’nın çeşitli yerlerinde altı evi ve işyeri var. Bu gayrimenkuller yüklü bir banka hesabıyla birlikte kendisine babasından kalmış. Gayrimenkullerin kirası, bankadaki paranın faizi ve meşhur ipek üreticisinin kızıyla yaptığı evliliğin bir sonucu olarak zevk-ü sefa içinde yaşıyor. Söylediğim gibi, gayrimenkullerini kiraya vererek değerlendiriyor.

Cesedi emlakçı buluyor. Güngören’in evine müşteri getirdiğinde salonda asılı bir ceset görünce şoke olup hemen polisi arıyorlar.’’

‘’-Herhangi bir bulgu?’’ ‘’-Halı olmadığı için ayak izi bakımından şanslıyız. Merhumun üzerinde ve ipte parmak izleri de var. Parmak izleri şimdiye kadar bildiğimiz hiçbir sabıkalıyla uyuşmuyor tahmin edeceğiniz üzere.’’ ‘’-Otopsi raporu?’’ Bu kez soruyu soran Şevket’ti. ‘’-Henüz istendi. Fazla sürmez, en fazla birkaç gün içinde çıkar.’’ ‘’-Merhumun borcu harcı, gizli banka hesabı, kanlısı, düşmanı falan var mı? ‘’-Bilebildiğimiz kadarıyla yok amirim. Kendi halinde, oğluna üniversite okutmaktan başka bir derdi olmayan yaşlı bir adamcağız. Eşi ve oğluyla yaşıyor iki göz odada yaşıyor.’’ ‘’-Ne iş tutarmış bu adam?’’ Soruyu soran yine Şevket’ti. ‘’-Küçük bir bakkal dükkânı vardı. Şu sıra kimse ilgilenemiyor da tabii. Zaten aylardır oğlu bakıyormuş. Ailesi oldukça zor durumda kaldı denebilir.‘’ ‘’-Sağ ol Halukçuğum.’’ dedim. ‘’-Amirim, Şevket’in isteği üzerine bunu hazırladım’’ diyip bir dosya uzattı. ‘’İhtiyacınız olabileceğini düşündüğüm tüm adresler, cinayet mahallinin fotoğrafları, maktul ve ailesi hakkında bilgiler ve maktulün hastane kayıtları dosyadadır.’’

Page 22: Kalemtiras Edited

22

Şevket kafasını kaşıdıktan sonra ‘’Koçum bakar mısın?’’ diye seslendi. Gelen gençten garsona bir buçuk porsiyon daha sipariş ettikten sonra mutlu bir gülümsemeyle arkasına yaslandı. Allah’ım, hayatımda ilk kez birinin kafasında tabak kırmak istiyorum. Gülümsemesi daha da büyüyen Şevket ‘’Ne var aslanım? Sen nasılsa beni gece yarısına kadar hadi hastane, hadi maktulün evi, hadi cinayet mahalli diye aç biilaç koşturmayacak mısın? Şimdiden cephaneyi düzüyorum işte.’’ dedi. Ne diyeyim? ‘’Sen bize de birer buçuk daha getir canım’’ dedim. -2- Rıfat Kaymaklı’nın birkaç kilometre ötedeki evine giderken ‘’dök ulan kurtlarını şimdi’’ dedim, ‘’Çeneni bir tutamıyorsun adamın yanında’’. ‘’- Yahu bir şey demeyecektim ki! Çapraz ateş, aileyle hastane birbirini vurmaya çalışırken katil ortada kalıyor. Ortada kalması onun lehine tabii, kimse onun farkında olmuyor. Şimdi ben bunu söyleseydim ne olacaktı?’’ ‘’- Tamam tamam uzatma. Evde lafa karışmak yok ona göre.’’ Yolun geri kalanını sessizce gittik. Küçük bir semtin eski apartmanlarından biriydi aradığımız. Şevket arabayı park ederken ne soracağımı düşündüm. ‘Bir olay ne kadar büyük ve karmaşıksa nedenleri de o ölçüde basittir’ derdi lisedeki tarih hocamız. Cinayet de böyledir, dünyanın her yerinde basit ve benzer saiklerle işlenir. Cinayet muhakkak namus meselesidir, töredir, borçtur, kavgadır, birini susturmak içindir ya da kazayla olmuştur. Bu yüzden sorulacak sorular da bellidir. Ne var ki bu lanet sorular bizi başından beri hiçbir yere götürmüyor. Dik ve karanlık merdivenleri usulca çıktık. ‘’Sen mektubu ara, ben aileyle konuşurum’’ diye fısıldadım bir ara, Şevket başını sallayarak karşılık verdi.

Kapıyı da aynen böyle hafifçe vurduk. Ağır aksak açılan kapının ardından yaşlı ve yorgun bir yüz göründü. ‘’-Merhaba ablacığım’’ dedim. ‘’Biz cinayet masasından geliyoruz. Eğer seni üzmeyecekse birkaç sorumuz olacak sana.’’ Kadıncağız ne diyeceğini bilemez halde kapıda dururken genç bir erkeğin sert ve öfkeli yüzü kadının arkasında belirdi. Bu çocuk dosyada bahsi geçen Bahri olmalıydı. ‘’Tabii buyurun, hoş geldiniz’’ dedi sert yüzü

hafifçe aydınlanırken. Birkaç dakika sonra koltuklarımıza yerleşmiş sigaralarımızı içiyorduk. Oğlan ‘’anacığım hadi sen mutfağa git de bize çay yap’’ diyip onu gönderdikten sonra kendisi de bir sigara yaktı. Küçük ekran bir televizyon, büyükçe bir masa, koltukları ve bir vitrininden başka bir şeyi olmayan kapkaranlık bir salondu. O anda anladım apartmana girer girmez niye üstümüze bir kasvet çöktüğünü. Tüm bu eve ve apartmana bu salondan yayılan bir karanlık vardı.

Page 23: Kalemtiras Edited

23

‘’-Kimse bizi dinlemiyor Vedat ağabey’’ dedi dertli dertli. ‘’En başından beri anlatıp duruyoruz. Gazetelere, televizyonlara her gün mektup yazmaktan, polisin kapısını aşındırmaktan inan ben yoruldum. Herkes kulaklarını tıkıyor ağabey, herkes hastanenin arkasında. Para onlarda çünkü. Kim bilir kimlere neler yedirdi namussuz alçaklar!’’ ‘’-Rahat ol Bahri. Söz veriyorum ne dersen inanacağım ve üstüne gideceğim. Bu işten benim de canım yandı’’ dedim. ‘’Rıfat Bey hakkında gerekli tüm araştırmaları yaptık. Hakkında aşağı yukarı her şeyi de biliyoruz. Sen bana yalnızca hastanenin ne yaptığını anlat.’’ ‘’-Ağabey, benim büyük dayımın karısı da doktordur. O da söylüyor, hastanede babama yanlış dozda ilaç verdiler. Babam hastanede öldü.’’ ‘’-Dur bakalım, sakin sakin en başından anlat Bahri’’ diye durdurdum onu. ‘’Böyle bir şey anlamıyorum anlattıklarından’’ ‘’- Ağabey, babam akciğer kanseri için aylarca tedavi gördü. Sağ olsun iyi de ilgileniyordu doktoru. Operasyon yapamadıkları için kemoterapiyle devam ettik. Kurtulamayacağını fakat hiç değilse ömrünün uzayacağını söylemişlerdi, nitekim öyle de oluyordu. Babam solunum yetmezliğinden dolayı atak geçirince sürekli olarak hastanede yatmaya başladı. Ben okulu falan boş verip her gün yanına gidiyordum, kalan zamanda dükkâna bakıyordum.’’ Biliyorum dercesine başımı sallayınca devam etti ‘’Bir gün çok ağır bir atak geçirdi ben de oradayken. Beni hemen odadan çıkardılar. Dışarıda hüngür hüngür ağlıyordum ama duydum, ağabey, yemin ediyorum duydum. Doktor hemşirelerden birine ‘Ne yaptın sen?! Yanlış iğneydi o!’ diye bağırdı. Allah belamı versin ki bağırdı! Bunu duyunca çöktüm kaldım olduğum yere. Hayal meyal babamı odasından çıkarıp yoğun bakıma götürdüklerini hatırlıyorum. Birkaç gün yoğun bakımda kaldı. O arada hiçbir şekilde babamı görmeme izin vermediler. Sonra baban kaçtı dediler. İki gün sonra da ölüsü asılı bulundu. Allah aşkına sen söyle ağabey, insan yoğun bakımda yatarken hastaneden nasıl kaçar? Diyelim ki kaçtı kaçar kaçmaz karısına çocuğuna bile bir elveda demeden, bir sarılıp öpmeden nasıl kendini asar? Buna kim inanır!’’ Bahri sözlerini haykırışlarla bitirirken yine gözyaşlarına boğulmuştu. Elimi uzatıp omzunu sıvazladım. ‘’Eğer baban öldürüldüyse’’ dedim ‘’onu bulmadan ölen namerttir Bahri. Şimdi buradan çıkıp doğruca hastaneye gidiyorum. Doktorunu da hemşiresini de iyice bir silkeleyeceğim, gerekirse hepsini teker teker falakaya yatırıp konuşturacağım. İçin rahat olsun.’’ Merhumun karısı Züleyha hanım içeri girdi. Gözlerimin içine ‘niye ağlattınız oğlumu’ dercesine bakıyordu. Çay uzattı, aldım. Sonra usul usul, ayakları yere değmiyormuş gibi yine çıktı odadan.

Page 24: Kalemtiras Edited

24

-3-

‘’-Ne buldun?’’ dedim. Sesim hala kısık çıkıyordu. ‘’-Evde bir şey yok’’ dedi. ‘’Telefon ilk geldiğinde mektup da evdedir diye düşünmüştüm ama belli ki öyle değil. Şu anda olağan şüphelilerimiz kapalı bakkal ve cinayetin işlendiği ev.’’ ‘’-Şu Rus tütününden ver bakayım bir tane’’ dedim. Sigarayı uzatıp devam etti. ‘’- Bana sorarsan bakkaldadır. O karmaşanın içinde ilk anda göze çarpmayacak ama yönlendirilmiş bir göz orada mektubu kolaylıkla bulacaktır. Başkaları için güzel bir kamuflaj, bizim içinse hızlı bir erişim imkânı. Katilin bize zaman kazandırmak istediğinde mutabıktık zaten. Üstelik katilimizin bakkala girmesi de bir eve girmesine kıyasla çocuk oyuncağı. Kısacası mükemmel görünüyor.’’ ‘’-Boş eve girmek de zor olmasa gerek. Oraya adam astığına göre mektup da bırakabilirsin. Hem eve zaten girmiş, bir de bakkala girmekle niye uğraşsın?’’ Diye karşılık verdim dalgınca. Aklım hala Bahri’deydi. ‘’-Fakat o mektubu diğer gözlerden saklayamazsın. Bomboş ev, parkenin üzerine mi bırakacaksın? Polisler elli kere bulurdu şimdiye kadar.’’ ‘’-Tuvalet lambası’’ dedim. ‘’Şu lambalı dolaplardan görmedin mi hiç? Dolabın çekmecesine bırakırsın mektubu olur biter. Bana sorarsan her mektubu maktulün bulunduğu yerde bulacağız.’’ ‘’-Ah, affedersin. Adamı tuvalette astığını unutmuşum. Yok yahu salonda asmıştı sanki!’’ ‘’-Başka işimiz yok mu bizim?’’ dedim. ‘’Bir yerde bulacağız işte.’’ ‘’-Haklısın’’ dedi Şevket. Sonra gülümsemesini tutamayarak ‘’Vedatçığım, beni bilirsin anlatmadan duramam. Sana gerçekleşmesi imkânsız bir teoriden bahsedeyim mi?’’ Sonra cevabımı beklemeden devam etti: ‘’-Hastane hastaya yanlış bir ilaç veriyor. Bu eninde sonunda hastanın ölümüne neden olacak. Hasta ölünce dava açılacak, yüklü bir tazminata mahkûm olacaksın. Ne yaparsın bu durumda? O parayı ödeyeceğine bir kiralık katil tutarsın –ki piyasası 20.000 lira şu anda- ve adamı hastane dışında öldürürsün. Otopside de başka bir nedenden öldüğü ispatlanınca hem hastane hem de doktor yırtar.’’ ‘’-Ulan her yanlış tedavide böyle yapılsa kiralık katiller ihya olurdu be! Hadi diyelim dediğin doğru, katil hıyar mı tutup bize bunu ben öldürdüm diye mektup yazsın.’’ dedim. ‘’-O yüzden gerçekleşmesi imkânsız diyorum ya zaten. Zihnini açacaksın Vedatçığım, mantıksız da olsa her ihtimali düşüneceksin. Gerçek olmadığını adın gibi bilsen de düşüneceksin ki gerçeği bulabilesin. Yoksa her cinayetin ardında aynı sebepleri görür, maktulün amcasının oğluna ‘acaba bilmem kim beyin bir düşmanı var mıydı?’ diye sormakla yetinirsin.’’ Ben cevap vermeyince devam etti. ‘’-Kırılma, ben de aynı şeyi yapıyorum tabii. Ben de bir cinayet gördüğümde aklıma binlercesi geliyor, onlardan yola çıkarak hareket ediyorum. Her cinayetin içinde diğerlerinden parçalar bulmak mümkün. İnsanın hayal gücü pek çok alanda hayal kırıklığı yaratıyor. Dünyanın her yerinde cinayetler o kadar birbirine benziyor ki! Kendini pek orijinal sanan katiller aslında

Page 25: Kalemtiras Edited

25

onlarca kez yapılmış bir ritüeli tekrarlamaktan fazlasını yapmadıklarını bilselerdi inan dünyada seri katil kalmazdı.’’ Arabayı durdurdum. ‘’-Sen buradan bakkala git. Buranın hemen paralel sokağındaymış. Kim haklı kim haksız görelim. Hastanedekiler anasının gözüdür, seni görmeleri onlara koz vermekten fazlası olmayacaktır.’’ ‘’-Sen hastanedekilerin suçlu olduğuna inanıyor musun gerçekten? Gizemli mektuplar yazan seri katilimize ne oldu?’’ ‘’-Sana gerçekleşmesi imkânsız bir teoriden bahsedeyim mi? Katil iğnelerin yerini değiştirmiştir.’’ ‘’…’’ ‘’Ben sadece işin içinde başka bir iş olduğunu düşünüyorum. Katil yürürken ardında görebileceğimiz bir iz bırakıyor. Biz onun bıraktığı izi takip edersek hep arkasında kalacağız. Etrafından dolaşıp önüne çıkabilmeliyiz. Bunu yapmanın yolu da hastaneden geçiyor. Çünkü orası boş bir ev değil, orayı tamamen kontrol edemez. Muhakkak bir yerlerde hata yapmıştır. Muhakkak eninde sonunda biri çıkıp konuşacaktır.’’

-4- Haluk’u kutlamak lazım, Şevket’in ayrılırken avcuna sıkıştırdığı 200 liranın hakkını sonuna kadar vermişti. Dosyada öyle inanılmaz sırlar yoktu ama gerekli olması muhtemel her şey satır satır yazılmıştı. Buna Rıfat’ın doktorunun –ev adresi ve cep telefonlarına kadar- bilgileri de dâhildi. Hastaneye girdikten sonra onkoloji bölümünü sorup 4. kata çıktım. Ardından Dr. Latif Rami’nin cep telefonu numarasını tuşladım. Bu basit numara meslek yaşamımın devamında bana katilden hatıra olacaktı. ‘’-Latif Bey, ben cinayet masasından Baş komiser Vedat. Sizi odanızda bekliyorum.’’ Birkaç dakikaya kalmadan Dr. Latif karşımda tedirgin bir biçimde dikiliyordu. Oldukça yaşlı, saçları tamamen ağarmış ve kısmen dökülmüş, kamburu çıkmış, elleri daima titrek bir adamdı. İnsandan çok fareye benziyordu şu haliyle. Onu karşıma buyur ettim. Henüz ilk dakikadan böyle bir üstünlük kurmam iyi olmuştu. ‘’-Rıfat Kaymak. 61 yaşında, 3. derece akciğer kanseri. Yoğun bakımda yatarken mucizevî bir performansla hastaneden kaçmayı başarıyor. Hemen ardından kendini asıyor. Açıklayın.’’ Dr. Latif’in karşımda yaprak gibi titrediğini görmek hoşuma gitti. ‘’-Efendim inanın bizim bir suçumuz yok. Müsaade ederseniz anlatayım.’’ ‘’-Acele edin’’ dedim.

Page 26: Kalemtiras Edited

26

‘’-Hastamız solunum yetmezliğine bağlı olarak krize girdi. Biz de ilk müdahaleyi yapıp hastayı yoğun bakıma aldık. Yoğun bakımda iki gün geçirdi, hatta durumu stabildi. Eğer raporları incelerseniz anlayacaksınız, durumu düzelecekti. Gelin görün ki 2. günün sonunda hastabakıcılardan biri hastanın yerinde olmadığını söyledi. Hemen güvenliğe haber verip hastanenin her yerini aradık ama Rıfat Bey’i bulamadık. Daha sonra bize kendini astığı haberi geldi. Kendini asmasıyla bizim ne ilgimiz olabilir?’’ Bu noktada Bahri’nin bana yönelttiği soruları iletmem yerinde olacaktı. ‘’-Söyleyin bana doktor, bu adam sizce o halde yerinden kaçabilir mi?’’ ‘’-Sanmıyorum efendim.’’ ‘’-Peki neden kendini assın bu adam hiç kimseyle görüşmeden?’’ ‘’-O konuda bir şey söyleyebilirim efendim. Bakın bu tip akciğer kanserinde hastalar genellikle çok acı çekerler. Kendilerine morfin verilir ama çoğu zaman yeterli olmaz. Rıfat Bey de bu acılarından çok şikâyet ediyordu. Hatta bana defalarca kendisine aşırı dozda morfin vermem için bana yalvarmıştı. Tabii bizde ötenazi yasak olduğu için her seferinde geri çevirmiştim. Acılarına dayanamayıp kendini öldürmüş olması muhtemeldir.’’ ‘’-Başhekimi buraya çağırın. Hemen.’’ Dr. Latif öyle bir şartlanmıştı ki bu emrimin doğruluğunu hiç sorgulamadan dosdoğru başhekimi bulmaya gitti. O arada telefonumu çıkarıp Behnan’a ‘’Bir saat sonra beni ara’’ yazdım. Mesajı henüz gönderememiştim ki Dr. Latif yanında kır saçları geriye doğru taranmış, şahin gagasına benzer bir burnu ve kendinden emin bakışlarıyla hastanenin başhekimi olduğunu hiçbir söz söylemesine gerek kalmadan belli eden uzun boylu ve otoriter tavırlı bir adamla içeri girdi. ‘’-Merhaba Vedat Bey. Ben Prof. Dr. Ali Türkali Beni arıyormuşsunuz.’’ ‘’-Rıfat Kaymaklı’dan söz ediyorduk. Kendisini hatırlıyor musunuz?’’ ‘’-Evet.’’ ‘’-Sevindim. Durumu ikinizin beraber anlatmasını daha uygun gördüm. Şimdi siz doktor, bana yanlış tedavi iddiasından söz edecek, ve siz sayın başhekim bana bu adamın hastaneden nasıl olup da kaçtığını anlatacaksınız.’’ Önce doktor söze girdi telaşla: ‘’-Verdiğimiz adrenalinin hastayı kötüye götürdüğü doğrudur fakat bunun cinayetle en ufak bir ilgisi yok.’’ ‘’-Savunmanızda bundan bahsetmemişsiniz’’ diye yanıtladım onu. Başhekim ‘’-Vedat Bey, burada çok ciddi bir suçlamayla karşı karşıyayız. Hastanın hastaneden çıkar çıkmaz kendini asması doğal olarak bizimle ilişkilendiriliyor. Takdir edersiniz ki cinayet suçlamasıyla yanlış tedavi suçlaması birbirinden çok farklı şeyler. Yeni bir adım atmadan önce durumun aydınlanmasına çalışıyoruz.’’

Page 27: Kalemtiras Edited

27

‘’-O halde durumun aydınlanmasına yardımcı olun Ali Bey. Şimdiye kadar anladığım kadarıyla maktulün yanlış tedavi edildiği iddiası doğru. Peki bu adam hastaneden nasıl kaçıyor? Nasıl ruhunuz bile duymuyor? Nasıl oluyor da bu adam kimseyle görüşmeden, konuşmadan, kimse onu görmeden gidip boş bir evde kendini asıyor?’’ Maktul lafını duyunca bir an için ikisi de donup kaldı. ‘’-Bakın Vedat Bey’’ dedi yine Başhekim ‘’Durumun mantıksızlığının siz de farkındasınızdır. Tamam burası Türkiye ama bu mesele de bir can meselesi. Kimse böyle bir işin peşini bırakmaz. Biz bir hastayı yanlış tedavi edip öldürdükten sonra hemen hastaneden kaçırıp asılmış süsü verecek değiliz. Şimdiye dek yüzlerce hasta yanlış tedavi edildi ve bunun sonucunda hayatlarını kaybettiler. Hiçbirinde böyle olaylar olmadı. Hasta yakınlarına tazminatları ödendi ve gerekli cezalar verildi. Yalnızca bu olayda mı böyle bir plan yapmayı akıl edebildik?’’ ‘’-Kamera kayıtlarını görmek istiyorum’’ dedim. ‘’Bu adam hastaneden kendi mi çıkmış yoksa bir başkası tarafından mı çıkarılmış bilmeliyim.’’

‘’-Sistemimiz o hafta arızalıydı. Hiçbir kayıt yok elimizde.’’ Öfkeyle ‘’Sen benimle alay mı ediyorsun ulan!’’ diye bağırdım. Sonra kendimi zorlukla zaptederek ‘’çıkabilirsiniz’’ dedim. Başhekim sessizce odadan çıktı. Ben de hemen arkasından çıktım. Bu adamlar bana yapacak fazla bir şey bırakmamıştı.

-5- Kamera kayıt odasının kapısını çaldım. Bir güvenlik görevlisi kapıyı açtı. İçeri girip kapıyı

kapadım. Kimliğimi çıkarıp ‘’Cinayet masasından Başkomiser Vedat’’ ve suratına okkalı bir Osmanlı tokadı vurdum.

Yere yıkılmasıyla birlikte üstüne atladım, kendimi tamamen serbest bırakmıştım. Neresine

gelirse vuruyor, vuruyordum. Güvenlik görevlisi altımda ‘’ah..abi..amirim..aah..ben ne yaptım?’’ diye bağırıyordu. O bağırdıkça ben ‘’bağırma it!’’ diyerek daha fazla vuruyordum. En sonunda onun posası çıkmış bense sinirimi atmış olarak halının üzerinde yan yana oturduk. ‘’-İlk yalanında gebertirim seni’’ dedim. ‘’Sana yemin ediyorum, en ufak bir yalan söylemeyi aklından geçirdiğin anda göreceğin işkenceyi rüyanda bile göremezsin.’’ Biraz blöf yaptığım doğruydu tabii ama işe yarayacaktı. Bu soruşturmada zaten batmıştım, kaybedecek fazla bir şeyim yoktu.

Page 28: Kalemtiras Edited

28

‘’-Kamera kayıtlarına ne oldu?’’ dedim yumruğum havada. ‘’-Başhekim’’ dedi köpek gibi soluyarak. ‘’Başhekim tüm haftanın kayıtlarını yok etmemi

söyledi. Biri sorarsa arıza var diyecekmişiz amirim.’’ ‘’-Neden?’’ ‘’-Çünkü’’ dedi nefes nefese ‘’cuma gecesinin kayıtları silinmiş’’ ‘’-Kim yaptı?’’ ‘’-Bilmiyoruz. Kanserli adam hastaneden kaçınca Başhekim gelip olayı öğrenmek istedi. O

iki günün kayıtlarını beraber izledik.’’ Sustu. Başını duvara yasladı. Burnundan oluk oluk kan akıyordu. Kendini toparlayıp devam etti: ‘’Ama adamın hastaneden çıkışını göremedik çünkü cuma gecesinin tüm kayıtları silinmişti. Başhekim bu durumda hastanenin suçlanacağını, o yüzden haftanın tüm kayıtlarını yok etmem gerektiğini söyledi. Ben de öyle yaptım.’’

‘’-Kim girebilir bu odaya?’’ ‘’-Çift vardiya çalışıyoruz. Ben ve Mithat’tan başka kimse bu odaya giremez. Tabii bir de

başhekim. O geceleri burada, ben gündüzleri.’’

‘’-Kayıtlar ne zaman silinmiş.’’ ‘’-Bilmiyoruz’’ ‘’-Odadan çıkıyor musun?’’ ‘’-Sigara içmek için sadece. Bir seferinde biraz uzun süre dışarıda kalmıştım, hay Allah belamı versin. Çıkarken kapıyı da kilitlerim ama her seferinde.‘’ O sorun değil diye geçirdim içimden. ‘’-Amirim, başhekim kimseyi öldürmedi inan bana. O da kayıtların silindiğini görünce benim kadar şaşırdı. Bu işte onun bir payı olmadığına kalıbımı basarım.’’ ‘’-Öyle olsun’’ dedim. ‘’Bana bak, bu olayla ilgili ağzından en ufak bir şey çıksın gebertirim seni. Bunları öğrendiğimden kimsenin haberi olmayacak.’’ ‘’-Şerefsizim kimseye söylemem amirim. Bizim bir suçumuz yok, ekmek paramızı kazanıyoruz şurada.’’ Hepiniz hatalısınız, hepiniz suçlusunuz. Hepiniz bana bir yerlerde yalan söylüyorsunuz. Bu olayda hiç kimse suçsuz değil. O başhekim de, Latif denen itoğlu it de… Şu işi bir çözeyim, o zaman size neler edeceğimi bilirim ben.

Page 29: Kalemtiras Edited

29

-6-

‘’-Şevket ne yaptın?’’ ‘’-Bakkaldan hiçbir şey çıkmadı. Kraker çıktı gerçi. Biraz aldım, bir parkta oturdum onları yiyorum. Arabamı da sen aldın ne yapayım?’’ ‘’-Ben Güngören’in evine geçiyorum o zaman. Sen Naim’le görüşüp Lale’den haber al. Behnan diğer kızı araştırmaya gidecekti.’’ ‘’-Tamam işin bitince görüşürüz. Emlakçının numarasına dosyadan bak da kapıyı kırmak zorunda kalma.’’ Telefonu kapadıktan sonra arabaya bindim. Adresi aşağı yukarı biliyordum, yolda giderken emlakçıyı da arayıp kendisini durumdan haberdar ettim. Biraz oflayıp puflayarak da olsa gelmeyi mecburen kabul etti. Yolda giderken ‘bu böyle gitmeyecek’ diye düşündüm. Katil ellerimi kirletmeyi başarmıştı, üstelik de daha ona bir adım bile yaklaşamamışken. Gerçi muhtemelen onun bile öngörmediği bir bataklığın içine düştüğüm için olmuştu bu ama ne fark eder? Böyle devam edemezdim. Gariban bir güvenlik memurunun ağzını burnunu kırmak belki vicdanımı sızlatmanın ötesine geçmezdi ama Dr. Latif’i de aynı şekilde konuşturamazdım. Belki konuşurdu ama bunun da bedeli ağır olurdu benim için. Gerçek katille muhtemelen uzaktan yakından alakası olmayan bir adamı konuşturmak için işimden olmuş olurdum. Şevket de kendine bir iş ortağı bulduğu için sevinçten ne yapacağını şaşırırdı. Bunların hiçbiri olmasa bile, bu ne kadar böyle sürebilir? Şu anda varlığımı inkâr eden bir tavır içindeyim. Bize ta ilkokulda öğretilen şey ihkak-ı hakka modern bir toplumda yer olmadığıydı. Ah rahmetli Nuri Hoca ne de tatlı anlatırdı duraklaya duraklaya: ‘’-Çocuklarım, söyleyin bakalım şimdi. Diyelim ki yanınızda oturan arkadaşınız size bir yumruk attı. Ne yaparsınız?’’ Arka sıralardan gelen cevap herkesin tahmin edeceği gibi: ‘’Ben de ona vururum öğretmenim!’’ Gülüşmeler yükselirdi. ‘’-Olmaz yavrum, olmaz. Gelip öğretmeninize söylersiniz, cezayı o verir değil mi çocuklarım?’’ ‘’-Evet!’’ bu kez koro halinde.

Page 30: Kalemtiras Edited

30

‘’-İşte bizi eski insanlardan ayıran şey de budur. Eskiden bir toplumda birisi öldürülürse, öldürülenin akrabalarından biri de gidip öldüren kişiyi katledermiş. Olmazsa katilin akrabalarından birini öldürür, öcünü öyle alırmış. Böylece sorun çözülürmüş.’’ Bir kız sesi heyecan içinde yükselir: ‘’Ama öğretmenim o zaman da ilk öldürenin akrabaları diğer öldürenin… Yani şey… İlk katilin akrabaları da ikinci katili öldürür o zaman!’’ Nuri Hoca’nın bembeyaz saçlarıyla uyumlu bembeyaz dişleri gözükür böyle akıllı bir cevap alınca. Yine öyle olmuştu: ‘’İşte kan davası dediğimiz şey böyle başlamıştır çocuklar. Devlet, cezalandırma yetkisini insanların elinden almıştır. Bugün birisi öldürülürse mahkemelerde yargılanıp ceza alır değil mi? Çünkü artık devletin elindedir bu yetki. Sınıfta da devlet ben olduğuma göre yumruk atanı cezalandırmak bana düşer’’ dedi gülerek ve sonra yeniden ciddileşti: ‘’- Eğer bu yetki insanların elinde kalsaydı toplumda karmaşa hâkim olurdu çocuklar. Herkes aklına estiği gibi suç yaratıp ceza verirdi. İyi ki bizim bugün devletimiz, polisimiz, mahkemelerimiz bu işler için çalışıyor değil mi?’’ Ben bir polisim, yani devletin kolluk kuvvetiyim. Benim işim kamu düzenini sağlamak, yargısız infaz yapmak değil. Ben bir polisim ve polisler olmasaydı yapmam gereken şeyleri yapıyorum şu anda. Buna bir an önce son vermeliyim. İnsanlarla konuşma işini Şevket’e bırakmalıyım belki de. Hatta bu soruşturmayı ona devredip elimi eteğimi çekmeliyim.

Bu düşünceler içerisinde Güngören’in evine kadar gelmiştim. Emlakçı beklenmedik bir şekilde benden önce apartmanın önüne varmıştı. Kendisiyle selamlaştıktan sonra beni daireye çıkarmasını söyledim. O kapıyı açtıktan sonra beni yalnız bırakmasını, inceleme yapacağını söyledim. ‘’-Gelip anahtarı alsaydınız ya o zaman’’ diye söylendi. Vaktim olmadığını söyleyerek özür diledim. Anahtarı getirip ellerimle teslim edeceğime de söz verince uzatmadı, asansöre binip gitti. Önce kapıyı inceledim. Beklediğim üzere hiçbir

zorlama emaresi, çizik vesaire yoktu. Kapı belki anahtarla, belki de maymuncukla açılmıştı. Tıpkı Lale’nin evinde olduğu gibi. Sahi Behnan neden hala aramadı? Kapıyı kapatıp önce evi şöyle bir kolaçan ettim. Dört oda bir salon muazzam genişlikte, gerçekten şahane bir evdi. Bilhassa ışıklar içindeki salonu o kadar geniş ve o kadar güzel manzaralıydı ki hayran olmamak elde değildi. İçinde hiçbir eşya yokken daha da heybetli duruyor, bana İstanbul seyahatlerim sırasında birkaç kez uğradığım kiliseleri anımsatıyordu. Odaları dolaştım. Pencerelerden dışarı baktım, dalgınlaştım bir anda. Ne için burada olduğumu unutmuştum sanki.

Page 31: Kalemtiras Edited

31

Ensemde peşimi bırakmayan bir ürpertiyle ilk kez boş bir evi gezdiğim gün geldi aklıma. Mesleğe yeni başlamıştım ve ailemden ayrı bir ev tutmam şart olmuştu artık. Emlakçının peşinde anlamadan dolaşırken tüylerim diken diken olmuştu. Bu boş ev bana o zamanlar yeni yeni alıştığım morgları anımsatıyordu çünkü, odalarsa cesetleri. Odalar boşken birbirlerine çok benziyorlardı, onları birbirinden farklı kılan şey içini nasıl doldurduğumuzdu. Lale’nin açık pembe duvarlı, eşyaları yumuşak tüylerle süslü odası benim şampanya tonlu yatak ve çalışma masasından başka pek bir şeyi olmayan odamın ikiziydi gerçekte. Bizler, kendi odalarımızın ruhlarıyız. Onu dolduran eşyalarla birlikte. Bir gün çekip gittiğimizde arkamızda birbirinin aynı boş odalar kalıyor yalnızca. Morgdaki cesetler de tıpkı böyle birbirine benziyordu işte. Onları birbirinden ayıracak kıyafetleri, sesleri, tavırları, ruhları yoktu. Boş bir odaya dönüşme fikri beni o kadar ürpertmişti ki emlakçı evi beğenmediğimden kuşkulanıp hemen başka bir ev önermişti. Bense bu çileyi bir daha kaldıramazdım, ter içinde evi tutacağımı bildirmiştim hemen. Şimdi morglar ve boş evler sıradan ayrıntılara dönüştü hayatımda. Bunları o kadar kanıksadım ki dolu evlerden uzaklaştım. Bazen insan olduğumu bile unutuyorum, içi yalnız mesleğiyle doldurulmuş boş bir odaya dönüşüyorum. Belki de evden çok, bir yazıhaneyim ben artık.

-7- Dosyada olay yeri fotoğraflarının olduğunu biliyordum. Çıkarıp onlara baktım. Cinayet salonda işlenmişti. Lambanın olması gereken yerden bir ip sarkıtılmış ve Rıfat Bey orada ayağının dibinde bir tabureyle asılı bulunmuştu. Bu ilginç işte, katilimiz evden eve yanında bir de tabureyle dolaşıyor demek. Fotoğraflarda bir mektup gözükmüyordu, ki bulunmuş olsa zaten dosyada çoktan yerini almış olurdu ve hatta biz burada olmazdık. Salonda mektubun içine konulabileceği herhangi bir eşya yoktu. Mektup bir benzetme olabilir diye duvarları da inceledim. Herhangi bir yazıya rastlamayınca diğer odalara geçtim. Mutfaktan umutluydum ama hiçbir dolaptan en ufak bir şey çıkmadı. Tuvalette anlattığım gibi bir dolap yoktu bile. Diğer odalarda da salonda yaptığım aramanın aynısını uyguladıysam da bir sonuca varamadım. Balkonlarda da bir mektuba rastlayamayınca umutsuzluk içinde oturdum. Şevket’i aramak iyi olacaktı bu durumda. Cep telefonumu çıkarıp Şevket’i aradım fakat telefonu meşguldü, söylediğim üzere Naim’le görüşüyor olmalıydı. ‘’Hay aksi!’’ dedim içimden. Kafayı çalıştır oğlum Vedat, bu herifin kaç saat konuşacağı belli olmaz şimdi.

Page 32: Kalemtiras Edited

32

Mektubu aklıma getirdim, lambanın altına bakmamı istiyordu. Evde herhangi bir masa lambası, spot, ayaklı lamba vesaire olmadığına göre her odada bir lamba vardı. Demek ki o lambaların altına bakmam gerekiyordu. ‘’Ulan iyi ki bu eve birisi taşınmamış’’ diye geçirdim aklımdan. Hemen ardından durdum, gülümsedim. Anlamıştım. Katil bunu göz ardı etmiş olamayacağına göre mektubun yeri apaçıktı. Salona girip lambanın –ve bir zamanlar taburenin- tam altına geçtim. Yere eğilip tırnağımla parkelerin arasındaki boşluğa tırnaklarımı takıp çektim. Parkeler yavaşça kalkarken ‘’bakkalmış, enayi Şevket seni!’’ diyip güldüm kendi kendime. Artık hafifçe sararmaya başlamış mektup bir sonbahar yaprağı gibi gülümsüyordu bana. ‘’Size bir iyi bir de kötü haberim var’’ diye başlıyordu mektup. ‘’Size bir iyi bir de kötü haberim var. İyi haber, sizi fazla uzağa göndermeyeceğim. Kötü haberi ise tek cümleye sığdırmak zor olacak. O yüzden uzun uzun anlatayım. Bazen gerçek toprağın altındadır, gömülüdür. Bu mektubu bulabildiğinize göre bu gerçeği kendi kendinize anlayabildiniz. Toprağın altından gerçekleri çıkarmaksa onları toprağa gömmekten çok daha zordur. Bir şey ne kadar uzun süre toprağın altında kalırsa o kadar yıpranır. Yıprandıkça unutulmaya yüz tutar, unutuldukça değeri artar. Yüzyıllarca toprağın altında kalan tarihi eserleri düşünün. Onlara değer katan güzelliklerinden çok ne kadar uzun süredir orada yattıklarıdır. Toprağın altından çıkanlar o kadar değer kazanır ki çıkarıldıklarında dokunulmaz olurlar, hatta henüz toprağın altındayken dokunulmaz olanlar bile vardır.

Ben deniz kenarında büyüdüm, herhalde bundan bir yere varamazsınız. Çok yakın bir arkadaşım vardı, onunla en büyük zevkimiz sahilden denizyıldızı toplamaktı. Bir süre sonra bundan sıkılıp kumdan kaleler yapmaya başladık. Bir seferinde o kadar büyük bir kale yapmıştık ki tüm çocuklar hayran olmuştu hatta. Benimse aklım kaleye değil, toprağın ne kadar derine gittiğine takılmıştı. O günden sonra her fırsatta sabahtan akşama kadar toprağı kazdım, her seferinde ertesi gün kapanmış oluyordu kazdığım minik çukur. Tırnaklarımın altı su toplayıp kanlar içinde kalana kadar en baştan yaptım bunu. Sonra annem durumu fark

etti, toprağı fazla kazarsam altından akreplerin, yılanların çıkıp beni sokacağını anlatarak iyice bir korkuttu beni. Çocuk aklıyla inandım tabii, şimdi olsa beni bu kadar kolay korkutamazdı. Yoksa korkutabilir miydi? Büyüdükçe işler değişiyor, annenizin yerini başkaları alıyor. Annenizin yerini alanlara karşı cesaretle durabilecek misiniz? Eminim annemle olan mücadeleden daha zor olacaktır bu. Dedim ya gerçek toprağın altında durduğu sürece değeri artar ve çocukluğumdan bugüne çok zaman geçti. Gücünüze güveniyorum.

Not: Bu kez tuzaklı bir yolda olduğunuzu lütfen göz önünde bulundurun. ♦

Page 33: Kalemtiras Edited

33

bir özlem denizlere... nurşah sak

Bir yudum deniz kokusuna hasret nice ruhlar yaşar engin şehirlerde. Orada burada görürsünüz onları, olmadık zamanlarda gözleri dalar belirsiz noktalara, boş boş bakarlar. Hatta öyle derin bakarlar ki, ‘onların görüp de benim göremediğim ne olabilir ki’ diye düşünmeden edemez o bakışları gören biri. Akla gelmeyecek çeşit çeşit düşünceler geçiyordur muhtemelen akıllarından. Geçmişten sürükledikleri nice acı, yaşanmışlık, varlık şekillendirir o bakışları. Onları besleyen, özlemlerini yumuşacık elleriyle usulca dindirmeye çalışan hayaller vardır bir de. Tabi ya, boşlukta gördükleri başka bir şey olabilir mi sanki, iki nokta arası zaman dilimlerini tozlu belleğin renkli resimleriyle bezeyen? İfadelerinin son halinde suratları önlerine düşer çaresizce. Anlarız ki ruhların üstünde sert ayazlar eser çoğu kez, açık yaraları kavurup geçer her seferinde. İçeride tek hayal

vuslat iken olmazlar olmayıverir, devam eder bütün umutsuzluk. Ruhun dünya üzerindeki konaklaması boyunca umut verici ne olursa olsun hiçbiri o kavuşmanın getireceğinden daha büyük olamaz. Her bir ayrıntısına kurbandır oysa ruh, çiçeklerle, koku sandığından mis kokularla allayıp pullar her yanını sevgili mavisinin. Her fırsatta soluğu hayalinin yanında alır, elinden tutup kayıp bakışların ötesinde sanal kavuşmaların tutsaklığına götürür. Yanında minicik kalır öylesine, bir kucak kelebek olur, bir de gerçek olsa kavuşmaları o vakit seyreyleyin gümbürtüyü. Kokusunu içine çekebilse, gözlerini azad etse üzerinde, minik

kanatlardan tacını hayranlıkla izleyebilse... Bu yol ona yepyeni kapıları açsa, kaçsa kanser gibi büyüyen tahammülsüzlükten çok çok uzağa, denizle ruhun olanca masumiyeti bir olsa ikisinin de, dünyayı pamuktan bir bulut kucaklasa o an. Oysa her şey umutlardan ibaretti, gerçeklikler de insanın en savunmasız anında patlayan fazla şişirilmiş şakacı balonların elde bıraktığı acı. Ruh, özlemini umuduna demirlemeden nasıl daha fazla tahammül edebilirdi ki bu yoksun oluşa? Yine o engin şehirlerden birinde, küskünlüğü özlemi ve umuduna baskın çıkmış bir ruhun, içinde hissettiği eksiklikle olan kavgasını gördü bu dünya. Tuhaf bir adamdı onların gözünde, akranlarının evi barkı yıllandırıp çoluğa çocuğa karıştığı zamanlardı ömründe bu zamana denk gelen. O ise tek başınaydı kendini bildiğinden beri, anası, babası, kardeşleri olmasına rağmen tek başınaydı. Böyle dendiğinde de hep sessiz sedasız, içine kapanık biri sanılırdı Cemil bey. Oysa o hayatını ‘tuttuğunu koparan’ biri olmak üzerine kurdu hep. Kimse şahit olmamalıydı onun iç savaşına, diplomatik ve saygın bir duruş yeterdi bunun için, tıpkı doğduğundan beri ayrılmadığı bu şehir gibi. Küçük bir muhasebe ofisinin çalışanıyken de, büyükçe bir şirkette mali işlerden sorumlu müdürken de böyleydi bu. Konuşmaları yerinde ve sadeydi, gereksiz lakırdıdan hoşlanmaması nedeniyle, başkaları hakkında yapılan çoğu konuşmayı kendince sonlandırır, ısrar eden olursa da sert ve otoriter bir tavırla keserdi karşısındakinin sözünü.

Page 34: Kalemtiras Edited

34

Kendince yarattığı korkuyla karışık hürmet uyandıran o duruşu nedeniyle kimse onun hayatı hakkında fazla bir şey sorgulamamıştı. Öyle ki etrafında çalışanlardan kimi onu evli barklı bir adam, kimi de eşini kaybettikten sonra bir daha evlenmemiş biri olarak görüyordu. Hiçbiri doğru değildi elbette, evlenmemişti hiç. Yakınları bunun nedenini eski bir gönül ilişkisine bağlıyordu, anlattıklarına göre bir kadınla ciddi bir ilişkisi varken aldatılmış, o günden bu güne de düşünmemişti şansını tekrar denemeyi. Cemil bey bunları duydukça dişlerini sıkarak gülüyordu içinden. İnsanlar neden ısrarla aralamaya çalışırlardı ki başkalarının ruhlarındaki sır perdelerini? Anlatmak istese şimdiye anlatırdı elbet birine, ama ne diye izin versindi lafın lafı doğurmasına? Baş ağrısı istemezdi. İnsanların onun hayatına böylesine teklifsizce yanaşmalarına tahammül edemiyordu epeydir. İş yerinde de, hısım akraba yanında da ona kendi hayatıyla ilgili hiçbir şey sorulmazdı bu nedenle. Hoş, sorsalar bile belliydi alacakları yanıt: “Size ne efendim”, diyecekti, “size ne benim ne yaptığımdan? Herkes işine baksın.”

Ruhuyla içindeki boşluk arasındaki savaş başlayalı hayli olmuştu Cemil beyin. Gençlik, olgunluğa erişmek, bunlar hep gizlenen şeylerdi âyinesinin ardında. Ilık bir sabah, şakaklarda beyaz telleri ilk kez gördüğü sabah aklına olur olmadık şeyler gelmeye başladı. Her zaman on sekiz dakikada yürüyerek geldiği iş yerine bugün mesai saatinden yarım saat sonra gelmişti ilk kez, üstelik masasında çizelgeler, hesaplar, çeşitli evrak arasında düşünecek başka bir şey vardı kafasında o gün. Ruhunun alıp veremediği ne vardı onunla? Bu kavga nereye kadar sürecekti? Nereye gidiyordu başı böylesine kalabalıkken, hayat onu nereye sürüklüyordu? Bu güne kadar insanlarla süregelen soğuk

savaşı aslında içindekinin bir yansımasından başkası değildi işte. Umutsuzluk temelli kurmuştu hayatında ne varsa, olur da herhangi bir şey mutlu ederse onu, çekip gidecekti nasıl olsa ya, boşu boşuna heveslenmezse canı da yanmazdı. Böyle böyle kurutmuştu içindeki denizi, o yok olduğunda derdi de kuruyup gider sanmıştı hep. Şakaklarındaki beyaz teller, ona genç yaşında vefat eden amcasını hatırlattı, tam da o sabah. Ailesinin pek de bağrına basmadığı ama yüzünü hep gülerken anımsadığı Sedat amcası. O da çok sevdiği hayatı bir kaza sonucu terk ettiğinde bu yaştaydı, saçında tek tük beyazlarla. Ardından ağlayıp ağlamadıklarını bile bilmiyordu, Cemil bey yalnızca onun ölmeden bir gün önce babaanne evinin bahçesinde otururken saçlarını karıştırdığını ve derinden gülümseyerek “Küçüğüm, aklın varsa kaç denizlere. Anlamak, anlaşılmak, hissetmek, hissedilmek ancak denizle güzel.” dediğini hatırlıyordu. Bu öyle bir gülümsemeydi ki, kendi savaşın en büyük nedenlerinden biri olmuştu hayatının içinde. Soğukluğu, nefreti, umutsuzluğu o gülümsemeden yadigârdı. Yaşamaya bu kadar sıkıca bağlanmış biri bile ardında bir gülümseyişten başka iz bırakmadan koparılıyorsa toprağından, suyundan; yeniden başlamak için tek bir sebep gelmiyordu aklına. Öyleyse bu dünyadaki zamanı öyle ya da böyle geçirmekten başka şansı yoktu. Zamanı bozuk para gibi harcamaya öylesine kaptırmıştı ki kendini, elinde ne kadarının kaldığını fark etmek için ona sağlam bir kanıt gerekliydi. O sabah fark etti içinde kullanılmamış, beyhude duran bir yerin olduğunu. Özlediği bir şey, çok şey vardı. İçindeki boşluk, bu özlemlerin yerine konacak bir şey bulamayışındandı elbette. Neydi özlediği mesela, bir can yoldaşı, kapılıp gideceği yeni bir mecra, kaygısızca iki çift kelam edilecek içten bir insan, saatlerini bugüne dek boşuna harcamanın verdiği suçluluğu giderecek birkaç parça keyif… Elde edebileceği şeyler miydi bunlar?

Page 35: Kalemtiras Edited

35

Hepsini geçse, elde etse bunları, çözebilecek miydi aklında yer etmiş o gülümseyişin donuk izini? Bu soruların yanıtını ne çalıştığı masada, ne de ona komşu olan diğer çalışma arkadaşlarında bulabilirdi. Birden doğruldu, etrafına bakındı. Kimsenin dikkatini çekmiyordu o an. İşe geleli henüz bir saat oluyordu. Önündeki cam bölmenin ötesinde insanlar işlerine, hesaplarına gömülmüştü. Yavaşça ayağa kalktı, masasının yanındaki askıdan ceketini alıp sırtına geçirdi. Hızlı ama sakin adımlarla dikkat çekmeden ofisten çıkıp caddede yürümeye başladı. Her zaman geçtiği yol, cadde üzerindeki dükkânlar, arabalar, esnaf, yolda yürüyen insanlar daha başka görünüyordu bugün. Yüzü her zamanki gibiydi ama içinde devinip duran bir şeyler vardı, tavırlarına yansıyordu bu da. Yolunun biraz ötesindeki parka gitmeye karar verdi, bir yandan da hayret ediyordu, insanlar nasıl böyle hareketli, konuşkan, hiç ölmeyecekmiş gibi duruyorlardı? Bir adam şaka yollu takılıyordu tavla oynadığı eski dostuna. Tezgâhtar kız elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyordu dükkâna gelen insanlara, işine yeni başlamış gibi de durmuyordu üstelik. Simitçi tabladaki simitleri dizip ayırırken bir türkü tutturuyor, büfedeki gazeteci elindeki yayınları ayırıp

geleni geçeni selamlıyordu. Şurada elinde dosyalarla anket yapan çocuğun nazik tavırları hiç de yapmacık durmuyordu. Onları kaçamak bakışlarla izlerken parka ulaştı. Biraz ilerleyip küçük havuzun kenarındaki banklardan birine oturdu. Başını öne eğecek gibi oldu ellerinin arasına alıp düşünmek için, ama güçsüz görünmek en son isteyeceği şeydi o haldeyken bile. Dimdik oturuyordu arkasına yaslanmadan, gözleriyse dalıp gitmişti bir noktaya. Bu güne kadar zamanını nasıl harcadığını, emeğinin karşılığını gerçekten alıp alamadığını, yapmak istediği ama küsüp de yapamadığı şeyleri düşündü. Onca yıl suya sabuna dokunmadan yaşayışının ağırlığını daha belirgin hissediyordu şimdi omuzlarında. Ardından da çocukluk hayalleri… Üzerinden onca yıl geçse de unutamayacağı o yıllar bu günkü halinin sebebi miydi gerçekten? Bu küskünlüğün önüne geçebilir miydi eğer isteseydi? Cemil bey

biliyordu aslında bu savaşı bitirebilecek şeyi, ama cesareti öyle güdük kalmıştı ki, nasıl harekete geçeceği konusunda bir fikri yoktu. Boğazı kurudu, yutkundu. Amcasını, o akşamı, ailesinin onu ciddiye almayışını düşündü durdu. Dalgın hali parkın içinden geçen insanları da tedirgin etmişti. Önünden geçen insanlar ona bakıyor, alçak sesle söylüyorlardı akıllarından geçenleri. “Vah adamcağıza, yakınlarından birini kaybetti herhalde.” “Gururlu da bir beyefendi belli, söyleyemiyordur kesin.” “Borcu mu vardı kim bilir?” Bunların hiçbirini ne duyacak, ne de işinize bakın diyecek haldeydi şu anda. Aklından yağmur gibi geçiyordu bunca soru ve istemsizce öne doğru eğildi başı. Tam o haldeyken birinin dizine dokunduğunu hissetti. Baktı, 12–13 yaşlarında bir çocuk duruyordu yanında. Kolunda küçük bir sepet, sepetin içinde de güneşin ışığıyla parlayan cam su şişeleri vardı. Çocuk, bir şişeyi ona uzatıyordu. “Amca, su içer misin?” Cemil bey doğruldu, sesini çıkarmadan şişeyi aldı, suyu yavaş yavaş içmeye başladı. Çocuk sepeti yere indirdi, cebinden çıkardığı temiz mendille ellerini, yüzünü sildi, mendili katlayıp cebine koydu.

Page 36: Kalemtiras Edited

36

Cemil bey suyu bitirmişti. Boş şişeyi uzattı çocuğa. “Teşekkür ederim” dedi. “Nereden alıyorsun bu şişeleri?” “Bizim sokakta lokantacı Ekrem abi var. Babam beni ona götürdü, konuştuk, anlaştık. Her gün şişeleri dükkândan alır, öğleye kadar gezerim buraları. Ekrem abi bana sattığım kadar şişenin parasını verir, o da benim harçlığım olur işte. Sonra da dükkânda önlüğümü giyer okula giderim.” Çocuğun konuşmaları, tavrı hoşuna gitmişti Cemil beyin. “Peki, arkadaşların yok mu senin, seni böyle görürlerse?” “Ne var ki bunda? Çalışmak ayıp değil ki. Hem böyle olunca istediğim kadar gazoz içebiliyorum. Çizgi roman alıyorum okul dönüşlerinde.” “Peki neden su satıyorsun? Şeker, balon değil de, neden su?” “Hiç düşünmedim. Aaa, aslında evet biliyorum nedenini. Evde annem, okulda öğretmenim su olmadan hayatın olmayacağını söyler hep. Burada bir yudum su, belki başka yerlerde kocaman bir deniz. Sahi ya, ben görmedim hiç, sen büyüksün, bilirsin, deniz nasıl bir şey amca? Öyle merak ediyorum ki…” Cemil bey yutkundu, boğazına taş gibi bir şey oturmuştu sanki. Biraz sessiz kaldıktan sonra gücünü toparladı, konuşmaya başladı: “İnanır mısın, ben de hiç görmedim denizi. Bu güne kadar da merak etmedim hiç. Hayatın kaynağı derler, doğru. Ama böyle olduğunu hiç düşünmemiştim doğrusu. Yalnızca bir söz var aklımda denize dair. Çok sevdiğim bir büyüğüm vardı, senin kadarken. Bir akşamüstü, saçlarımı okşamış ve gözlerimin içine bakarak gülümsemişti. “Küçüğüm, aklın varsa kaç denizlere.” demişti. “Anlamak, anlaşılmak, hissetmek, hissedilmek ancak denizle güzel.” Çocuk atıldı: “Peki neden gitmedin hiç?” Bunu itiraf etmekteydi asıl mesele işte. Üzgün ama kabullenmiş bir sesle “Ben onun ne demek istediğini hiç anlamamıştım bu güne dek.” “Ya amca, ne var bunda anlamayacak? Suyun olduğu yerde insanlar daha çok kıymet biliyordur bence. Sana bunu söyleyen kişi de bunu demek istemiş besbelli.” Cemil bey belli belirsiz gülümsedi, başını salladı. Elini cebine atıp bir kâğıt para çıkardı. “Al bakalım.” “Yok amca, ben ikram ettim bunu. Başka zaman. Hem sen bana çok önemli bir şey öğrettin bugün. Ne olursa olsun gideceğim ben de. Görmediğim, özlediğim bir şeyleri bulurum belki. Haydi iyi günler.” Çocuk sepeti koluna aldı, parkın içinde gözden kayboldu. Cemil bey kalakalmıştı oturduğu yerde. Bunca yılın anlamsızlığını, içindeki boşluğun nedenini anlamak bu kadar kolay olabilir miydi? Kendine sinirlenmekle harekete geçmek arasında bocaladı biraz. Sonra ayağa fırladı, koşar gibi parktan çıktı. Sağına soluna bakmadan eve doğru yol aldı. Eve geldi, merdivenleri yürür gibi çıktı, kapıyı açıp yatak odasına girdi. Küçük bir çantaya birkaç eşya koyup dışarı çıktı tekrar. Ofise gitti bu sefer. Öğle paydosuydu ofiste, pek kimse kalmamıştı. Hızla odasına girdi, masasının kilitli çekmecesinden biraz para alıp cebine koydu, yine sağa sola bakmadan çıktı. Şehrin otobüs garajına doğru ilerledi, en erken hareket edecek arabaya bir bilet alıp bindi otobüse. Parktan garaja gelişi arasında geçen zamanda hiçbir şey düşünmemiş, hiçbir soru sormamış, hiçbir sözü işitmemişti. Başını koltuğa yasladı, otobüsün hareket etmesiyle hafif bir uykuya daldı. Gözlerinin önünde Sedat amcası, onu en son gördüğü gün olduğu gibi duruyordu. “Amca?” “Cemil… Seni burada bulacağımı biliyordum. Er ya da geç. Nasılsın? Aklın karmakarışık, biliyorum. İçindeki kavgayı görmezden geldin bunca zaman, onu da biliyorum. Haklıydın belki de, ben olsam bu kadar kararlılıkla görmezden gelemezdim hayatın getirdiği bunca sıkıntıyı. Yukarıdaki de biliyor olmalı ki erkenden çekip aldı beni. Bana sorsalar gitmek istemezdim, o ayrı

Page 37: Kalemtiras Edited

37

mevzu. Neyse, böylesi daha iyi. Fark etmedin ya, seni, büyüdüğünü, küskünlüğünü, çırpınışını ve sonra usta bir siyasetçi gibi olayın bütününü görmezden gelişini izledim hep. İnsanların arasına

karışmakta çekingen olmadın ama kendi hayatını keskin çizgilerle ayırdın diğerlerinin hayatından. Süregelen zamandan intikamını böyle alacağını düşündün. Elinde bulunan zaman sana sadece harcanmak için verilmiş gibi geliyordu değil mi? Oysa bak, etrafta o kadar çok şey olup bitiyor ki, kendini soyutladığında hiçbir şey anlayamıyor insan. En son ne zaman keyif aldın yaptığın bir şeyden? Ne zaman sebepsizce, sadece içinden geldiği için güldün? Ama bir dakika, bunlar ciddiyetsizce şeylerdi değil mi? Kendini öyle ciddiye aldın ki yaşamak ciddiye alınmayacak kadar önemsizleşti. Annemin, babamın, kardeşimin

bana haksız yere kızması bundandı. Ben yaşamayı sevdim hep, ama herkes gibi ‘dünya güzel, can tatlı’ diye değil. Kitaplarda yazan her anın kıymetini bilme işi gerçekten işti bana göre. Anlatamadım. O kazanın olduğu gün kendime yeni bir hayat kuracaktım. Dünya üzerinde en sevdiğim yere, bir kıyıya gidip sürdürecektim hayatımı, benim gibi gerçekten yaşamanın değerini fark etmiş insanlarla. Kısmet değilmiş. Belki sen anlarsın diye söylemiştim sana o gün, aklın varsa denize git diye. Düşünmek istemedin belki, anlarım bunu da. Bugün de seni görmeye gelmemin nedeni uyandırmaktı seni. Zaman geçiyor. Saçları beyazlıyor insanların. Bunu göre göre nasıl uzak durup can yakabiliyorlar hâlâ anlamıyorum. Sen farklı ol. Konuş, hisset, yaşa; gözlerini, ruhunu kavuştur enginliklerle. Başka dillerle, başka kalplerle buluşmak ancak böyle mümkün. Belki o zaman kötü tesadüflere tahammülümüz artar, onlara inadımızı gösteririz, ne dersin? Kendi içindekiyle değil, dışındaki olumsuzluklarla savaşmanın vakti geldi de geçiyor bile. Benim fırsatım olmadı pek fazla ne yazık ki… Ama senin fırsatın var. Haydi! Dünyanın nasıl bir yer olduğunu öğrenmek mümkün hâlâ.” Ellerinde bir ürperti hissetti. İrkilerek uyandı, kafası iyice karman çorman olmuştu. Gözlerini ovuşturdu. Arabanın durduğunu, yolcuların otobüsten indiğini gördü. Çantasını yukarıdaki bölmeden alıp otobüsten indi, iner inmez yüzüne çarpan temiz havayla kendine gelmişti. Nereye gittiğini bilmeden yürümeye başladı. Küçük caddeleri geçti, ara sokaklardan birine daldı. Evlerin bahçelerinde oturan, gazetesini okuyan adamlar, akşamki yemeğin sebzesini ayıklayan kadınlar, toprakla oynayan çocuklar gördü. Yürüdü, kumandayı ayaklarına devretmiş gibi yürüdü. Konuşan, çalışan insanlar gördü sağında solunda. Ağlamaktan gözleri küçülmüş bir kadını teselli eden eller, böcekten korkmuş küçük bir kızı sakinleştiren bir kucak, içindekini söyleyemeyen bir delikanlının söylemek istediğini anlayıp gülümseyen genç bir kadın… “Bir koku, bir renk ne başka anlamlar katıyor hayatlara… Demek ki insan içinde taşımalıymış denizlere çıkan sokağını. ” Önünde kocaman, engin bir mavilik belirdi. O an, içinde, kurumaya yakın denizinin yeniden yükselmeye başladığını fark etti. İçinde bunca yıldır özlediği, hasretini çektiği şeye kavuşmuş bir benliğin safça sevinciyle, anlatacakları bir bir döküldü ortaya, sulu sepken. Dünya bir ateşkese daha şahit olmuştu. Kendi kendine konuştuğu için kimse garipsemedi onu. ♦

Page 38: Kalemtiras Edited

38

bbbbir viski söyle bakalım…ir viski söyle bakalım…ir viski söyle bakalım…ir viski söyle bakalım…

fckfckfckfck

-Kim gelmiş?

—Genç nasılsın bakayım?

—Aaa Can Abi ne oldu? Ya dur dur nerden buldun bizim evi?

—Ne abisi? Lan oğlum yavrum abi mabi deme bana! Sanki yirmi yaş mı var aramızda?

—E tamam abi demem de...

—Ev meselesini soracaksın değil mi? Tamam lan romantik geç otur şöyle. Ağzını da kapa sinek minek kaçacak. Şimdi gencolar, evi senin sınıftaki Esra'dan öğrendim.

—Nasıl Esra?

-Yav dur anlatırım. Gencolar benim bu gün kalacak yere ihtiyacım var uygun musunuz?

-E tabi abi uygunuz uygunuz da sen hele anlat ne oldu merakta bırakma bizi

-Şimdi koçlar benim alttaki bakkalla aram iyidir. Bu beni aradı. "Oğlum eve gelme, ordu yığdılar senin evin önüne" dedi.

-Neden ordu dizmişler?

-Nerden bileyim ben! Bu genelde olan bir durum zaten. Eve gelen kızlardan birinin kuyruk acısı tutmuştur gene. Benim evin önü hep böyle, kaç defa bakkal sayesinde yırttığımı ben bilmiyorum. Birinin kuyruk acısı kabarır, o da yeni bulduğu herifi benim eve yollar. Doğal süreç yani.

-Haa anladım. Abi peki ne yapacaksın? Hani bir endişen olmasın, istediğin kadar kal ama ya adamlar peşini bırakmazsa?

-Onun kolay çözümünü de buldum genç! Benim bir arkadaşım var o bir iki gün takılır sevgilisiyle evde. O gelenleri karşılayınca sorun olmaz pek.

-Adam herhalde ızbandut.

-Yok be! Gay herif, evde de sevgilisiyle görünce bir daha uğramıyorlar.

Page 39: Kalemtiras Edited

39

-Hahaha iyiymiş

-Tabi oğlum en kolay kurtulma yolu bu. Neyse salla da evi falan bak torbada bir büyük var. Yanında da mezeleri açın, kuralım sofrayı.

-Muhabbette bir de büyük olsun dedin... Tamam tamam bakmayın öyle pis pis.

-Lan romantik olum senide adam edersem var ya kontenjandan cennetliğim. Neyse genç sen koy bardakları.

-İlk büyük biter, ikincinin sonları üçüncünün başları -

-Şimdi gençler bundan beş altı sene evvel ben garsonluk yapıyorum. Tabi bir yandan da mühendislikle cebelleşiyoruz. Sınıfta kız yok zaten.

-Nasıl ya kız yok muydu sizin sınıfta?

-Vardı vardı da -illa klişeye daldıracaksın değil mi beni- iki tane vardı. Biri benden yakışıklıydı, diğerinden de ben. Neyse hem okul hem iş anamdan emdiğim süt burnumdan geliyor. O zamanlar hem bu kadar çalışıyorum hem babadan para geliyor. Amma velâkin harcayacak kız yok. E ne yapalım bizde okuldan ümidi kesince iş yerine sarmaya başladık gelen her kıza abazan abazan bakıyorum. Ama sadece bakıyorum o zamanlar. İşin yolunu yordamını bilmiyoruz tabi. Baktım olacak gibi değil. Gittim saçı sakalı kestirdim kendime bir çeki düzen verdim. Kızlara yavşamaya başladım. Ulan birinciye gittim tokadı yedim. İkinciye gittim gene tokat. Üçüncüye gittim zaten karizma yerlerde millet bana bakıyor. Kız bunu görünce halime acıdı. O bir şey demedi. Oturduk sohbet ediyoruz. "Bizim evde yarın parti var gelsene" dedi. E tabi beyin döndü. Ergenlikte indiği yerde kaldığından, fazla da çalışmadığından hemen "gelirim tabi" diye zorlamaya başladı. Hay ben o beynin içine sıçayım.

-E abi gittin mi?

-Gittim tabi. Girdik içeriye evden bunlar bir ikram bir ikram. İçimden diyorum ki: "Olum bak nasıl ihtimam gösteriyorlar, sevdiler demek ki". Ulan içkiler geliyor, içkiler gidiyor. İç iç, sonra ben bir yere çöktüm. Yanımdakiler kendi aralarında konuşuyor. Hani benim kafa iyi ama gayet kendimdeyim. Biri ötekine diyor ki: "Hacı sakın şu sarı kokteyllerden içme bir sakatlık var onda" öbürü "Nerden anladın?" "E baksana içeni arka odaya çekiyorlar on kişi oldu giden, biri çıkmadan diğeri giriyor içeri. Ne bu anasını satayım içerde hipodrom mu var? O kadar adam ne yapıyor içerde". Benim bunları duymamla ayılmam bir oldu. Anında çıktım evden, karıymış kızmış uçtu gitti aklımdan.

-E ne yapıyorlarmış ki içerde?

-Valla ben "Zaman kötü kolla götü" olayına istinaden çıkıp gitmiştim. Ama olayın sonradan kokusu

Page 40: Kalemtiras Edited

40

çıktı. Adamlar evde sakatat işine girmişler.

-Ne?

-Lan oğlum adamlar böbrek alıp satıyorlar.

--üçüncü büyük biter dördüncünün ortası--

-Abi çok güzel kız ya. Gittim öğrendim de öğrenciymiş.

-E ne güzel oğlum işte

-Abi beni beğenir mi? Beğenmez mi? Belli değil ki

-Ulan bu kafayla anlatsam da anlamayacaksın da, gene de anlatayım. Oğlum beğenme durumu yoktur, beğendirme durumu vardır. Şimdi kız seni tanıyor mu?

-Hayır

-E ona o zaman kendini istediğin gibi tanıtabilir misin?

-Evet

-E tanıt o zaman. Dik dur! Kendinden emin konuş! Bunları yapıp da vermezse, gel ben sana vereceğim.

--dördüncü büyük biter, sabaha karşı Can'ın çantasından çıkan konyak içilmektedir--

-Abi var ya babam beni hiç sevmedi

-Aha bu cümleyi duyunca ardından on beş dakikaya ya sızılır ya da kusulur. Ben sızıyorum romantiğim, sana iyi kusmalar. Şunun da üstünü ört.

♦http://fanzin-kalemtiras.blogspot.com/♦