84

KöklüDeğişim 77.Sayı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

İslam Fikrine Dayalı Aylık Siyasi Dergi - Suskunluğun Kırılma Noktası - İslam ile Değişmek ve Değiştirmek İçin... Abone Olmak İçin... Ahmet Sivren Adına Posta Çeki Hesabı: 191 18 03 Ziraat Bankası Başkent Şb. 47475782-5002 TL Hesabı Ziraat

Citation preview

Page 1: KöklüDeğişim 77.Sayı
Page 2: KöklüDeğişim 77.Sayı
Page 3: KöklüDeğişim 77.Sayı

1 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

KÖKLÜDEĞİŞİM

Kuruluş: 2004İslâmî Fikirlere Dayalı

Aylık Siyâsî DergiSafer 1432Şubat 2011

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Ahmet Sivrenİdari İşler Müdürü

Hakkı ErenYayın Kurulu BaşkanıAbdulHamid Yazıcı

Kapak&Grafik TasarımKöklüDeğişim

Yönetim MerkeziG.M.K. Bulvarı No: 31/12

Kızılay/ANKARAİletişim&Abonelik&Reklam

Tel: (+90) 0 312 229 77 91Faks: (+90) 0 312 229 77 92

[email protected]

Temsilciliklerİstanbul

Bülent KurşunTel: 0 536 638 67 68

Abonelik ve Hesap Numaları

بسم اهلل الرحمن الرحيمŞubat Ayı Takdim

Gün geçmiyor ki, bir İslam beldesi karışmasın, Müslümanlara bir haksızlık yapılma-sın. Sömürgeci güçler tarafından Ümmetin zenginlikleri, servetleri ve de izzeti gasp edilmesin. Şanlı İslam ordusunun “Allah Allah” nidalarıyla, daha Hicret’in ilk yılla-rında fethettiği ve Dar’ul İslam’a kattığı Sudan toprakları, kara kıtanın tüm karanlıkla-rına rağmen İslam hadaratının nuru ile aydınlanmış ve bu toprağın insanı uzun yıllar boyunca güven içerisinde yaşamıştır. Ta ki sömürgecilerin bu coğrafyaya musallat ol-duğu zamana kadar! İşte o günden başlamıştır. Sudan topraklarının Güney ve Kuzey diyerek isimlendirilmesi, ayrılık ve fitne tohumlarının ekilmesi. O zaman ekilen bu to-humlar, verimli arazilere sahip olan Sudan’da hızlıca yeşermese de, işbirlikçi yönetici-ler tarafından biçilecek olgunluğa getirilmiştir. 9 Ocak 2011 günü yapılan formaliteden bir referandumla da bu İslam beldesi, kâfirlerin kucağına terk edilmiştir.

Biz de bu sayımızda; bölünmenin eşiğinde olan Sudan’ı unutanlara, bu durum karşı-sında vurdumduymazlığa, umursamazlığa ve nemelazımcılığa düşenlere isyan eder-cesine, yazarımız Hakkı Eren ile “Sömürgecilerin Son Hamlesi, Sudan” diyerek başladık. Sudan’a sahip çıkmanın dinî bir vecibe ve tüm Müslümanlar için şer’î bir vazife oldu-ğunu, bu yönüyle namaz gibi, hac gibi ilmihalini bilmemiz gereken bir durum olduğu-nu da, yine yazarımız A. Sadık Altınel ile anlatmaya çalıştık ve “Coğrafya’nın İlmihâli” dedik. Yaşadığı olaylarla gündem olan ve Sudan’ın bölünmesini bile gerisinde bıraka-rak tüm dikkatleri üzerine çeken Tunus’ta ise, zalim Zeynelabidin bin Ali devrilmiş ve yerine yeni zalimler geçmek için mücadele vermeye başlamıştı. Buna binaen Tunus meselesinin tarihî arka planını ve Tunus’ta değişenin neler olduğunu yine yazarımız Hakkı Eren,“Tunus’ta Değişen, Sadece Üsluptur” diyerek sizler için izaha çalıştı.

Türkiye’nin iç gündeminde ise epeyce tartışılan, CMK. 102 madde kapsamında gerçekleşen tahliyelerin yargı boyutunu “CMK. 102 Mülkün Temelinin Çöküşüdür” di-yen yazarımız İbrahim Er ve Müslümanlara yapılan zulüm boyutunu ise, “Üstünlük Hukukta Mı? Medyada Mı?” diye soran Ahmet Sivren kaleme aldı. Yine yeni yılın ilk günü, Mısır’ın İskenderiye kentinde bir kilisede gerçekleşen patlama ile alakalı olarak AbdulHamid Yazıcı, “İskenderiye Patlaması Batı’nın İslam’a Saldırısıdır” dedi. Özerklik ve dil tartışmaları konusunda “Tek Dil İslâm’ın Dilidir ve O’da Arapçadır” diyen Salih Çelik’i, yine geçen sayıdan devam eden “Adalet Arayışındaki Kürtler” başlıklı makale-siyle Salih Akkılıç destekledi.

“Akıl mı, Vahiy mi?” tartışmalarına cevap verir nitelikte olan ve modernizm kavra-mını detaylarıyla ela alan Cahit Toprak, “Modernizm, İslam’ı Bâtıla Uyarlama Projesidir” yazısıyla; gençliğin birilerini ‘rol model’ alarak onlara benzemek istemesinin teferrua-tını ve konuya nasıl bakmamız gerektiğini Fatma Nur Şahin, “Bana Rol Modelini Söyle, Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim” makalesiyle ve Fuad Hamidoğlu’nun yazı dizisi yaptı-ğımız eseri “Gücünün Sırrını Keşfet” makalesiyle de, yazılarımıza devam ettik.

Haber-Veri-Yorum ve Kısa-Yorum bölümümüz ile de 77. sayımıza devam edeceksiniz.

İslam ile değişmek ve değiştirmek için KöklüDeğişim başlıyor… Hazır mısınız?

Not 1: Abonelik ücretlerinizi yan tarafta tabloda bulunan banka ve PTT hesap numaralarına yatırabilirsiniz. Lütfen hesaba para yatırırken, adınızı, soyadınızı ve hangi il/ülke’den yatırdığınızı görevliye yazdırınız.

Not 2: Dergimiz, Kapitalist Sömürü ideolojisinin fikirlerinden olan, “telif hakları” kavramını İslâm reddettiği için kabul etmemektedir. Dergimizde yer alan yazılarımız, yazarının ve dergimizin ismi belirtilerek iktibas edilebilir. Dergimize gönderilen yazılar, yayın esaslarımıza uygun olması ve yazıların güncelliğini koruması kaydıyla, yayın kurulumuzun onaylaması halinde yayınlanır. Gönderilen yazıların içeriği bozulmamak kaydıyla- üzerinde değişiklik ve kısmen kısaltma yapma hakkımız vardır.

YurtdışıYurtiçi6 Aylık6 Aylık

30 EURO30 TLYıllık (12 Ay)Yıllık (12 Ay)

60 EURO60 TLZiraat

Bankası Euro Hesabı Başkent Şb. TR93000100

1683-47475782-

5001 TCZBTR2A

PTT Posta Çeki: Ahmet Sivren

Adına 1911803Ziraat

Bankası TL Hesabı

Başkent Şb. 47475782-5002

Baskı 01.02.2011Rulo Ofset ve Matbaacılık

Adres: K.Karabekir Cd.No: 120/86 İskitler-Ankara

0 312 312 50 75

Yerel-SüreliISSN: 1304 - 8274

Page 4: KöklüDeğişim 77.Sayı

2Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

İçindekilerSömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan”Hakkı EREN

GÜNDEM

3Coğrafyanın İlmihâliAhmet Sadık ALTINEL17Tunus’ta Değişen, Sadece ÜslupturHakkı EREN24Üstünlük Hukukta Mı, Medyada Mı?Ahmet SİVREN28

Tek Dil İslâm’ın Dilidir, O da ‘Arapça’dır!Salih ÇELİK

31 CMK 102, Mülkün Temelinin Çöküşüdürİbrahim ER

37

Adalet Arayışındaki Kürtler (2)Salih AKKILIÇ

41

Bana “Rol Modelini” Söyle, Sana “Kim Olduğunu” SöyleyeyimFatma Nur ŞAHİN

4449 Modernizm, İslam’ı Bâtıla Uyarlama Projesidir

Cahit TOPRAK

55

İskenderiye Patlaması Batı’nın İslam’a Yönelik SaldırılarındandırAbdulHamid YAZICI

“Mümtaz Şahsiyet” Erdoğan?Cuma CANPOLATBebeğini Çöpe Atan LiseliAhmet SİVREN

74

Gücünün Sırrını Keşfet (2)Fuad HAMİDOĞLU69

HABER-VERİ-YORUMKöklüDeğişim63

76 Orta Asya’da Radikal İslâm AtağıAleksandr SHUSTOV

İKTİBAS

TEFEKKÜR

Âl-i İmrân Sûresi 1-6. AyetlerEsad MANSUR78TEFSİR

Şubat 2011Safer 1432

17

3

31

24Ucube Siyaset Acayip Siyasetçiler (Doğuruyor)Erkan KARDELEN59

KISA-YORUM

Page 5: KöklüDeğişim 77.Sayı

3 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

Geçtiğimiz Ocak ayının dokuzun-da başlayan ve bir hafta sürerek 15 Ocak 2011 tarihinde tamam-

lanan referandum sonucunda, İslamî bir belde olan Sudan, maalesef parçalanmış ve ülkenin güneyi kuzeyinden ayrılmıştır. Böylece yıllardır süren hain plan nihaî he-define ulaşmış, sömürgeciler Sudan’ı parça-lama yolunda ilk adımı atmışlardır. Son iki asırdır “Beyaz adam” kara kıtanın tüm zen-ginliklerini elde etmenin peşini bırakmamış ve bırakacak gibi de gözükmemektedir.

İslamî bir belde olan Sudan’ın bölünme-sinin yanı sıra, bu meselenin Türkiye’de cid-di bir şekilde gündem teşkil etmemesi de, üzüntü duyduğumuz bir başka konudur. Zira çok basit kişilerin sıradan davranışları, futbolcu, oyuncu ve şarkıcıların yaşamları-na ait detaylar TV ekranlarında çokça yer bulurken, Müslüman bir ülkenin bölünmesi sıradan bir olay gibi bile görülmemiştir. İşte anlaşılması kolay ama kabullenmesi olduk-ça zor olan bu durum bize sorumlulukları-mızı hatırlatmış ve bu sorumluluk bilinci de

konunun gündem yapılması için bizleri ha-rekete sevk etmiştir. Bu hareket neticesinde KöklüDeğişim Dergisi olarak kapsamlı bir “Sudan Dosyası” hazırladık ve farklı medya mensuplarıyla irtibatlar kurmaya çalıştık. Çünkü bu konunun önemini kamuoyuna duyurmamız gerektiğine inanmıştık. Bu gayretlerimize Ülke TV’den Ersoy Dede ce-vap vermiş ve 5-6 dakika da olsa ekranların-da bize yer açmıştır. Kendisine bir kez daha buradan teşekkür ederek tekrar meselenin esasına dönüyoruz.

Siz değerli okuyucularımıza hazırladığı-mız Sudan dosyasının kısa bir özetini sunu-yor ve Müslümanların vahdete ihtiyaçları-nın had safhaya ulaştığı bu günlerde, artık başka bölünmeleri bize göstermemesi için Rabbimize niyaz da bulunuyoruz.

SUDAN’I TANIYALIM:A-

Sudan, çok eski bir İslâmî beldedir. Os-man RadiyAllahu Anh’ın Mısır Âmili Abdul-lah İbn-u Ebî Serah eliyle Hicrî 31. yılda çok erken denilebilecek bir dönemde İslam ile

Hakkı EREN

Page 6: KöklüDeğişim 77.Sayı

4Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

tanışmıştır. Müslüman Araplar Afrika’ya gir-dikten sonra zencilerin yaşadığı ve Kızıldeniz kıyılarından başlaya-rak Batı Afrika’ya kadar uzanan geniş bir alana “Biladu’s-Sudan” (Siyah-lar Ülkesi) adını ver-mişlerdir. Daha sonra “Bilad” kelimesi atılarak bu bölgeye sadece “Su-dan” denmiştir. Yakla-şık 2,506 milyon km2’lik yüzölçümü ile Sudan, Afrika’nın en büyük dünyanın ise onuncu büyük ülkesidir.

Resmî ve eğitim dili Arapçadır. Nüfus bakımından ise yaklaşık 39,4 milyon kişilik nüfusu ile dünyanın en büyük 32. nüfusu-na sahiptir. Halkın %70’i Müslüman, %25’i yerel dinlerin (animizm) mensubu, %5’i ise Hıristiyan’dır. Müslümanların çoğunluğu-nu Sünnî’ler oluşturmaktadır.

SUDAN’IN ÖNEMİ: B-

Sudan, Afrika’da önemli bir stratejik mevkide konumlanır. Aynı zamanda do-ğusunda önemli bir devlet olan Mısır’ın do-ğal bir uzantısıdır. Yine Kongo, Uganda, Kenya ve Orta Afrika ile birle-şerek Afrika’nın derin-liklerine kadar iner. Keza Kızıldeniz üzerinden Arap Yarımadası’nda Hicâz’a ve Tihâme’ye bakar. 853 km uzun-luğunda olan Kızılde-niz kıyısı onu daha da önemli kılar. Doğusun-da Etiyopya/Habeşis-tan ve Eritre ile komşu

iken, batıda da Çad ve Libya’ya komşudur. Tek başına bu coğrafî konum bile Sudan’a stratejik bir önem kazandırmaktadır.

Sudan bu büyük coğ-rafyanın yanı sıra, geniş ve muazzam kaynakla-ra, imkânlara ve elverişli iklime sahip bir ülkedir. Bu özellikleri onu, tarım ve hayvancılık alanında dünyanın en büyük ül-kelerinden birisi haline

getirmiştir. Bilhassa birçok kolları bulunan Nîl Nehri, Sudan topraklarına müthiş bir verimlilik kazandırmaktadır. Öyle ki, tüm İslâmî beldelerin temel gıda maddelerini sağlayabilecek bir bolluğa sahiptir. Bu ha-liyle Sudan, Müslümanlar için günümüz dünyasında askerî veya siyasî güvenlik ka-dar önemli olan gıda güvenliğini sağlama-ya da fazlasıyla ehildir. Ayrıca bu konuyla alakalı olarak Dünya Bankası’nın yaptığı bir araştırmada şöyle geçmektedir:

“Eğer bütün dünya kaynakları kurusa Sudan tek başına bir milyar insanı bir yıl boyunca do-yurabilir.”

Sudan’ın servetleri sadece tarımsal alan ile sınırlı değildir. Bilakis gövdesi, bilhassa sana-yi çarkının döndürüle-bilmesi için kaçınılmaz olan petrol, doğalgaz, altın, gümüş, nikel, mag-nezyum, demir, kurşun, uranyum, çinko, bakır, granit, mermer, kalay, vb. pek çok maden ya-takları ile doludur. 1999 yılında altın çıkarma

Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan”

Page 7: KöklüDeğişim 77.Sayı

5 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

ile ilgili alt yapısını ta-mamlamış, OPEC’e üye olduğunda ise, şu ana kadar tespit edilen pet-rol rezervini üç milyar varil olarak açıklamıştır. Tahmin edilen petrol re-zervinin daha da fazla olduğu aşikardır.

Tüm bunlara ilave olarak Sudan; nehir, göl ve yağmur suları bakı-mından da oldukça zen-gindir.

Bu denli zengin ve güçlü olan ülke, sö-mürgeci kâfir Batılılar tarafından kasıtlı ola-rak yardım fonlarına muhtaç gösterilmiştir. Çünkü fitne ateşini körükleyen ve savaşı destekleyen oyuncuları yönlendiren sömür-geci Batılı devletler, bu yardım kampanya-ları ile ayrılıkçı milisleri desteklemişlerdir. Böylece gıda yardımı adı altında askerî mal-zemeler bu kuvvetlere ikmal edilmiştir. Ay-nen bir zamanlar Türkiye’de “çekiç güç” adı altında faaliyet gösteren Amerikalıların, K. Irak’taki mültecilere insanî yardım yaptık-larını söylerken, PKK’lılara erzak ve askerî mühimmat sağlaması gibi…

Kısaca Sudan; Allah’ın bu topraklara verdiği bütün servetler bakımından oldukça önemli ve zengin olma-sına karşın, basiretli ve ihlaslı yöneticiler açısın-dan ise oldukça fakirdir.

GÜNEY SUDAN’I C- AYRILMAYA GÖTÜ-REN AŞAMALAR:

Günümüzde gerçek-leşen olayları daha iyi analiz edebilmek için,

tarihe bakmak fayda-lı olacaktır. Kimilerine göre tesadüf, bizlere göre ise tasarlanmış ha-reketler olarak gerçek-leşen bu siyasî vakıalar, esas itibariyle büyük benzerlik göstermekte-dir. Ne ilginçtir ki, bu-gün güneyi kendisinden bölünen Sudan da, bir zamanlar Mısır’ın güne-yinin bölünmesi sonucu kurulmuş bir ülkedir.

1882 yılında İngiltere, Mısır’ı işgal etti ve maslahatları doğrultusunda sömürmek için yeni bir plan hazırladı. Hazırladığı bu planı zamanla dünyaya ilan etti ve kısa bir süre içerisinde de uygulamaya koydu. Bu plan; siyasî açıdan bölgeye daha çok egemen ol-masını, iktisadî açıdan ise servetleri daha kolay sömürmesini sağlayacaktı ve bunun için de Mısır’ın bölünmesi gerekiyordu. Bu siyaseti çerçevesinde 1899 yılında İngiltere Mısır’ı iki bölgeye ayırdı. 22. enlemin güney kısmını birinci bölge addedip ona “Sudan” adı verildi. Şüphesiz bu sinsi ve şeytanî ic-raat, kendi sömürgeci varlığını dikkatler-den uzaklaştırmak içindi. Müslümanların Mısır’ın bölünmesine şiddetle karşı çıkması-

na rağmen, o zaman dünyanın birinci devleti konumunda olan İngil-tere, bu sinsi hilesini si-lah zoruyla uygulamaya koydu. Böylece yeni sı-nırlarıyla Mısır ve Sudan İngiltere’nin yönetimine teslim oldular.

Bölünme 1899 yılında yapılan bir antlaşmay-la yazıya dökülmüştü ve bu antlaşma Ocak

Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan”

Page 8: KöklüDeğişim 77.Sayı

6Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

1956’ya kadar sürdü. Bu tarih Sudan’ın güya bağım-sızlığını kazandığı ve “Su-dan Cumhuriyeti” diye isim aldığı tarihtir. Ardından ise Mısır ve İngiltere yöne-timleri, Sudan’ı birlikte sö-mürme kararına vardılar. Bugün Sudan’ın Güney ve Kuzey diye ikiye ayrılması-na dayanak olan self-determinasyon hakkı, o zaman da Sudan’ın Mısır’dan koparılması-na dayanak haline getirilmişti.

İngiltere’nin tarihî planı; Mısır’ı, biri Mı-sır diğeri Sudan olmak üzere ikiye bölmekle kalmıyordu. Biri Güney diğeri Kuzey olmak üzere Sudan’ı da ikiye ayırmayı öngörüyor-du. Birinci Dünya Savaşı akabinde Sudan, İngiliz sömürge otoritesi altındayken, İn-giliz yönetimi 1922 yılında, Güney Sudan’ı kapalı ve izole bir bölge haline getiren bir kanun çıkardı. Kuzeylilerin Güneylilerle birlikte birer esas vatandaş gibi ilişki kurup Güney bölgesine ait idarî mekanizmalarda yer almalarını engelleyerek “Kapalı Kapı Politikası’nı” uyguladı. Çölü ve Nil’in üst bölgesini vb. yerleri kuzeylilere yasakladı. Onların bu alana girip çalışmalarına ve ti-caret yapmalarına engel oldu. İslam’ın ya-yılmasına engel olduğu gibi kuzeye ait örf ve adetlerin bile taklit şeklinde de olsa, Gü-neye sirayet etmesine mani olmak için sert sınırlandırmalar getirdi. Güney’in kapalı-lığı, halkına yönelik geniş çaplı bir Hıristi-yanlaştırma operasyonu için misyonerlik faaliyetlerine her tür özgürlük tanınmasına da katkıda bulundu. Bu söylediklerimizi te-yit eder mahiyette olan şu satırlar oldukça önemlidir:

“Sudan halkı dışında hiç kimse buralara, ilgi-li izin belgesini almadıkça girip kalamaz, İngiliz idarî sekreteri ve bölge valileri Sudan halkından

diledikleri kimsenin bu bölgele-re girip kalmalarını men etme hakkına sahiptir”… “Arap dilinin Güney’de devamlı-lığını kabul etmek, İslâm’ın yayılmasına yol açacak, bu da bölgede fanatik Kuzey’e katıl-madık hiçbir alan bırakmaya-caktır.” (İngiliz İdarî Sekreteri Mr.

MacMichael’ın yazıları)

Bu arada İngiliz sömürgeciler, Kuzey’deki Müslümanların Güney’e İslâmî heyet-ler göndermelerini de yasakladılar. Nite-kim Mezunlar Konferansı Heyeti, 1938’de Hartum’dan Güney’e İslam’ı yaymak için İslâmî bir heyet gönderme girişiminde bu-lunduğunda böyle oldu. Güneylilerin Ku-zeylilere şüphe ile bakmasını sağladı. Sonra İngiliz subayların komutasında Güney hal-kından yerel bir ordu oluşturdu ki, henüz erken dönemde Kuzey ile Güney arasında bir ayrılık oluşturulabilsin. Güney Sudan’a ilişkin olarak sömürgeci ve işbirlikçileri ta-rafından uygulanan siyaset şu iki hususa odaklandı:

Kuzey’in Güney’deki Varlığını Zayıflatmak1.

Arap (İslam) Kültürünü Zayıflatmak2.

Yine bu söylemlerimizi kanıtlayacak şe-kilde dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Mr. Henderson’ın şu sözleri de günümüze ışık tutacaktır: “Hıristiyan misyonerleri halen gü-nümüze kadar dahi Güney’deki yegâne eğitim kurumu niteliği taşıyorlar… Mevcut koşullar altında, Sudan’daki Hıristiyanlaştırma çalış-ması, herhangi bir sınırlandırmayla karşılaş-maksızın bağımsızca sürmektedir. Hıristiyan misyonerleri, sağlık hizmetleri sunarak halkın güvenini kazanabilirler, Hıristiyanlık değerleri-ni basitleştirilmiş bir halde yayabilirler ve onları inançlarına musallat olmuş ilkel hurafelerden (İslam) kurtarabilirler.”

Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan”

İngiltere’nin tarihî planı; Mısır’ı, biri Mısır diğeri Sudan olmak üzere ikiye bölmekle kalmıyordu. Biri Güney diğeri Kuzey olmak

üzere Sudan’ı da ikiye ayırmayı öngörüyordu.

Page 9: KöklüDeğişim 77.Sayı

7 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

O günlerden bugünlere değin bütün mis-yoner teşkilatları, kontrolsüz ve gayet rahat bir şekilde Sudan’da, bilhassa Güney’de serbest olarak faaliyet göstermektedirler. Bu merkezler aynı zamanda hastane, ensti-tü, fakülte, hastalıklarla mücadele merkez-leri vb. kurumlar inşa edip yardım işleriyle de ilgilenmektedirler. Gösterdikleri bu fa-aliyetler bünyesinde aynı zamanda asilere gıda ve mühimmat sağlamaktadırlar. İlaç sandıklarına silah koyabilmektedirler. Ör-neğin; Kasım 1999’da Norveç Televizyonu yaptığı bir programda yalnız “Norveç Bey-bolz İdinyi İh” örgütünün 80 ila 100 ton silahı asilere ulaştırdığını be-lirtmiştir. Gerçek şu ki; bu güdümlü misyoner örgütler, asileri destek-lemek, bilgi toplamak, casusluk yapmak, adi düşünceler yayıp isyan ruhunu yaygınlaştırıp fitne uyandırmak için Sudan’a girmişlerdir.

İngiliz Sömürgecili-ği 1956 yılında Sudan’ı terk etmeden önce, 1955 yılında Güney Sudan’da bir ayaklanma ateşi tutuşturdu ve o zamandan beri Sudan’da kurulan tüm hükümetler, günümüze kadar bu isyan ile meşgul oldu. “Bağımsızlık” sonrasında İn-giltere, Güney Sudan’ı özel çözüm gerekti-ren kalıtsal bir sorun olarak kabul eden ve kendi güdümünde hareket eden kukla yöne-ticileri de tayin ederek çekildi. 1965 yılında Kuzey ve Güney partileri bir yuvarlak-masa toplantısında bir araya geldiler ve İngiltere tarafından belirlenen aynı esâs üzerindeki çözüm arayışına girdiler. Ne var ki bir an-laşmaya varamadılar ve böylece sorun daha da çetrefilli bir hale geldi.

Sudan’ın en bariz siyasîlerinden birisi olan Sâdık el-Mehdî, tâ o erken dönemler-de Kurucu Meclis önünde bu sorunu tanıdı. Sudan’ın birleşik bir cumhuriyetten federal bir cumhuriyete dönüştürülmesini ve özel bir konumu olduğu gerekçesiyle Güney Sudan’a özerklik verilmesini talep etti. 1965 yılı Aralık ayında şöyle dedi: “Şu anda Ku-zey ve Güney partileri, özel durumundan dolayı Güney’e bölgesel bir statü ve adem-i merkezi-yetçi (merkezî olmayan) bir yönetim veren bir anlaşma taslağına ulaşmış bulunmaktadırlar.” Bununla beraber Sudan’daki politikacılar, Sudan’ın bu özel statüsünün nasıl olacağı

konusunda anlaşmaz-lığa düştüler. 1967 yı-lında Başbakan İsmâ’il el-Ezherî, el-Mehdî’nin çağrıda bulunduğu bölgesel yönetim dü-şüncesine karşı çok sert bir saldırıya geçti ve sa-dece Güney’e özerklik vermekle yetinilmesine çağırdı.

Gelişen tarihi süreç-te el-Mehdî Hüküme-ti, temelde özerk veya

bölgesel yönetime dayalı bir diyalog yürüt-tü. en-Numeyrî Hükümeti de bölgesel yö-netimi uyguladı ve Güney’deki yönetimin idâresi için bir Yüksek Konsey atadı. Ömer Hasen Ahmed el-Beşîr liderliğindeki el-İnkâz Hükümeti ise federal yönetimi uygu-ladı ve Güney halkına self-determinasyon hakkı (bir halkın kendi geleceğine karar verebilme hak-

kı) tanınması düşüncesini ortaya attı. el-Beşîr’in Sudan’da iktidarı teslim almasın-dan itibaren, Güney’deki çatışmaların ve çarpışmaların tırmanışına paralel olarak müzâkerelerin, toplantıların ve girişimlerin dozajı arttı. Tâ ki bu hassas ve tehlikeli soru-

Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan”

Page 10: KöklüDeğişim 77.Sayı

8Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

nun yaşamsal gelişimini tamamlanması için bu müzâkerelere güvenilirlik ve meşruiyet kazandırılabilsin.

1989 yılında eski Amerikan Başkanı Jimmy Carter gözetiminde Kenya’nın baş-kenti Nairobi’de yapılan toplantılar, daha sonraki toplantıların, müzâkerelerin ve girişimlerin başlangıcı oldu. Carter gözeti-mindeki bu toplantılar, Albay Muhammed el-Emîn Halîfe başkanlığındaki Sudan Hü-kümet heyeti ile Lam Ekol başkanlığında-ki İsyancı Hareket heyeti arasında yapıldı. 1992 yılında Nijerya eski Devlet Başkanı İbrâhim Babangida’nın girişimleriyle, Mu-hammed el-Emîn Halîfe başkanlığındaki Hükümet heyeti, Garang grubunu temsilen William Non başkanlığındaki İsyancı Ha-reket heyeti ve en-Nâsır grubunu temsilen Lam Kol başkanlığındaki heyet arasında, Nijerya’nın başkenti Abuca’da başka görüş-meler yapıldı. Bu müzâkerelerde servetin paylaşılması ve Sudan’da ırksal, dilsel ve kültürel çoğulculuk esâsına göre çalışacak siyâsî bir kurum oluşturulması yoluyla so-runun çözülmesinin zaruri olduğu sonu-cuna varıldı. 1993 yılında Uganda Devlet Başkanı Yuri Mosivini’nin nezâretinde, Ali el-Hâcc Muhammed başkanlığındaki Hükü-met heyeti ile Garang başkanlığındaki Halk Ordusu (İsyancı Hareket) heyeti arasında da Uganda’nın Antibi kentinde görüşmeler yapıldı. Aynı yıl, bu görüşmelerden bir ay sonra Nairobi’de Ali Osman Muhammed Tâhâ başkanlığındaki Hükümet heyeti ile İsyancı Hareket heyeti arasında bir toplantı daha yapıldı.

Daha sonraki süreç ise şu şekilde gerçek-leşti:

- Kenya ve Nijerya’da süren müzâkereler; 17 Mart 1994’te Nairobi’de IGAD (InterGo-

vernmental Authority on Development: Hükümetlerarası

Kalkınma Otoritesi) komisyonunun girişimiyle,

Kenya Devlet Başkanı Danyel Erabmoyi li-derliğinde ve Uganda, Etiyopya ve Eritre devlet başkanları ile Ömer Hasan el-Beşîr ve İsyancı Hareketin komutanı Fâsılî’nin katılımıyla düzenlenen bir toplantıya kadar devam etti.

- Sözde muhalefet güçlerinin Haziran 1995’teki hayatî meselelere ilişkin Asma-ra Konferansı’nda Güney Sudan’a yönelik self-determinasyon -ayrılma- hakkını kabul etmesi.

- Hükümet ile bazı isyancı guruplar ara-sında Nisan 1997’de self-determinasyon hak-kını öngören Hartum Barış Anlaşması’nın imzalanması.

- Hükümetin Güney’in ayrılma hakkı-nı öngören 1997 yılındaki İGAD İlkeleri Bildirgesi’ni imzalaması.

- 18.07.1999 tarihinde Kenya’nın başken-ti Nairobi’de Sudan Hükümeti ile “Sudan Halk Kurtuluş Hareketi” arasında Güney Sudan sorununu çözüme kavuşturmak için bir anlaşma yapıldı. Bu görüşmeler Kuzey Sudan’da bir varlığın ve Güney Sudan’da ise bir başka varlığın var olduğu ve her ikisi arasında problemlerin bulunduğu dolayı-sıyla da görüşmelerin yapılması gerektiği ve her iki tarafın da razı olacağı bir çözüme ulaşılması esas alınarak gerçekleştirildi.

- Ümmet Partisi lideri Sadık el-Mehdi, Milliyetçi Birlik Partisi lideri Muhammed Osman el-Mirğani ve Güney Sudan isyan-cılarının lideri John Garang, 24.05.2003’te Mısır’ın başkentinde “Kahire Deklaras-yonu” denilen bir anlaşmayı imzaladılar. Anlaşma Sudan’ın siyasî güçlerinin, isyan-cıların Mişakus Protokolü’ndeki konumu-nu desteklemelerini ve Sudan’ın laikleş-tirilmesini içeriyordu. 3. Madde’de şöyle geçiyordu: “Taraflar, tüm dinlerin ve inanç-ların bulunduğu başkentin millileştirilmesi ko-

Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan”

Page 11: KöklüDeğişim 77.Sayı

9 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

nusundaki anlaşmanın, zorunlu ve yeni esaslara binaen ülkemizin birliğinin korunması için ge-rekli olduğunu teyit ederler.” Bu deklarasyon; Güney’de Hıristiyan bir devlet, Kuzey’de Laik bir devlet oluşturularak Sudan’ın par-çalanmasına dönük Amerikan planı ile ta-mamen örtüşüyordu.

- Hükümet ile isyancılar arasında imza-lanan Cidde Anlaşması’na binaen Aralık 2003’te Hartum’a gelen Güney Sudan is-yancıları heyeti, Hilton Otel’de beş gün sü-ren görüşmeler yaptılar. Heyet, gazetecilere yaptığı açıklamada son derece açık sözlü ve cüretkardı: “Eski Sudan’ı gömmek ve kalıntı-ları üzerine Yeni Sudan’ı kur-mak için geldik.” Bu cüretin kaynağını, Er-Ra’y-ul Âmm Gazetesi 05.12.2003 tarihli nüshasında heyete Ameri-kalı istihbaratçıların refakat ettiğini yazarak açıklıyor-du. Söz konusu anlaşma, Mişakus Protokolü’nü ta-mamlayıcı nitelikteydi ve Sudan’ın birliğinde muta-bakat, self-determinasyon hakkı, din-devlet ilişkileri ve benzeri konulara ilişkin-di. Anlaşmanın imzalanmasından sonra el-Cezire kanalına konuşan muhalif lider Mu-hammed Osman Mirğânî, otoritenin paylaş-masını kabul ettiklerini açıklıyordu.

- 07.01.2004 tarihinde Sudan Hükümeti ile İsyancı Hareket arasında Servet Payla-şım Anlaşması da imzalandı. Anlaşmaya göre Güney Sudan’da ve çekişmeye sahne olan diğer üç bölgede, petrol ve diğer ge-lirler Hükümet ile İsyancılar arasında eşit olarak paylaşılıyor ve biri Hükümet’e di-ğeri ise İsyancılara ait iki ayrı banka siste-mi kuruluyordu. Böylelikle ayrılma, askerî açıdan kökleştirildiği gibi ekonomik açıdan

da kökleştirilmiş oluyordu. Hatta isyancı-ların lideri John Garang er-Ra’y-ul Âmm Gazetesi’nde geçen açıklamasında şöyle diyordu: “Eğer bir bölünme gerçekleşecekse, borçlar Sudan Hükümeti’nin üzerine olacaktır, Güney Hükümeti’nin değil!”

- Hükümetin Güneyin ayrılma hakkını öngören Machakos Protokolü’nü sonra da 2005 yılındaki Nifaşa Anlaşması’nı imzala-ması. Nifâşâ Anlaşması olarak da bilinen ve IGAD himayesinde Sudan Hükümeti ile Güney Sudan isyancılarının Sudan Ulusal Kurtuluş Hareketi arasında 9 Ocak 2005’te imzalanan Kapsamlı Barış Anlaşması, İkin-

ci Sudan İç Savaşı’nın sona ermesi anlamına geliyordu. Anlaşmanın en kritik mad-desi, Güney Sudan’ı ayrılıp ayrılmama kararını vere-ceği referandum için Ocak 2011 tarihinin belirlenme-siydi. Bu anlaşma, protokol olarak da adlandırılan bir-takım anlaşmaların bileşke-siydi.

- Sudan Halk Kurtu-luş Hareketi’nin ve mu-halefet güçlerinin self-

determinasyon hakkını güvence altına alan Eylül 2009’daki Cuba Bildirgesi’ni imzala-ması.

- Güneyin ayrılması için gerekli meşrui-yeti sağlamak için 2010 yılı seçimlerinin ya-pılması ve,

- 9 Ocak 2011 tarihinde Güney Sudan’ın Kuzey’den ayrılma konusunda referandu-ma gitmesidir.

REFERANDUM SÜRECİNDE YA-D- ŞANANLAR:

9 Ocak 2011 tarihinde yapılan referan-dum öncesinde Sudan Devlet Başkanı Ömer

Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan”

9 Ocak 2005’te imzalanan Kapsamlı Barış Anlaşması, İkinci Sudan İç Savaşı’nın

sona ermesi anlamına geliyordu. Anlaşmanın

en kritik maddesi, Güney Sudan’ı ayrılıp

ayrılmama kararını vereceği referandum

için Ocak 2011 tarihinin belirlenmesiydi.

Page 12: KöklüDeğişim 77.Sayı

10Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

el-Beşir bölünmenin gerçekleşmesi için bir dizi ziyaretlerde ve demeçlerde bulunmayı da eksik etmedi. Referandum öncesi Güne-yi ziyaret eden Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir yaptığı konuşmada, ayrılmanın Gü-ney Sudanlıların hakkı olduğunu belirterek, “Kuzey ve Güney arasındaki bağlar çok güçlü. Güneyli kardeşlerimizle iki ayrı devlet bile olsak bu bağları nasıl koruyabileceğimizi konuştuk” dedi. Ömer el-Beşir, 2005 yılında Sudan Hü-kümeti ve güneydeki isyancı Sudan Halk Kurtuluş Hareketi arasında imzalanan Kap-samlı Barış Anlaşması’nı “bütün çıkan sorun-lara ve anlaşmanın hedeflerini gerçekleştireme-mesine rağmen bir başarı olarak” nitelendirdi.

Ayrıca Kuzey Sudan halkını teskin etmek ve Kuzey’de oy kullanacak olan Güneylileri ikna etmek için de; “Eğer bölünme gerçekleşir-se Kuzey’de Şeriat ilan edeceğim” diyerek ade-ta kandırmaya çalıştı. Ülkesini parçalamak için çalışan ve her iki halkı da ikna etmeye uğraşan başka bir devlet başkanı var mı-dır bilemiyoruz ama bir devlet başkanının bunları yapmasını da normal karşılamıyor ve haklı olarak arkasında başka şeyler arı-yoruz.

Tüm bu gelişmeler ışığında gerçekleşen referandum sonuçları biz bu yazıyı kaleme alırken resmen açıklanmasa da, yaklaşık olarak dört milyon kişinin katıldığı refe-randumda yetkililerin açıkladığı ilk sonuç-lara göre; Merkez Ekvatorya, Birlik, Göller, Jonglei, Warrap, Batı Bahrül Gazel ve Doğu Ekvatorya eyaletlerinde bağımsızlığa bü-yük oranda destek verildiği söylendi. Batı Ekvatorya, Yukarı Nil ve Kuzey Bahrül Ga-zel eyaletlerindeki durumla ilgili herhangi bir bilgi açıklanmadı. Resmî olmamakla birlikte oy kullananların %90’ı ‘Evet’, %10 ise ‘Hayır’ oyu kullandı. Böylece Temmuz 2011’de resmen devlet olacak olan Güney Sudan devletinin ilk adımı atılmış oldu.

Referandum sürecinde Kuzey’de ve Güney’de İslamî partiler de kendi görüşleri ışığında çalışmalar gerçekleştirdiler. Bunlar-dan bazıları bölünmeyi desteklerken bazıla-rı da buna karşı çıkarak kampanyalar dü-zenlediler. Sudan ulusal gazetelerine göre bölünmeyi engellemek için en geniş çaplı kampanyalar Sudan’da siyasî bir parti olan Hizb-ut Tahrir tarafından gerçekleştirildi. Sudan al-Akhbar gazetesinin haberine göre; “Hizb-ut Tahrir Sudan Resm’i Sözcüsü İbrahim Osman, bölünmeyi engellemek için 1 milyon ki-şiden topladıkları imzaları Sudan Hükümeti’ne teslim etti.” Referandum öncesinde birçok STK önderlerini toplayarak bir basın top-lantısı yapan Hizb-ut Tahrir Sudan Resmî Sözcüsü İbrahim Osman; “Bu yılı hüzün yılı” olarak gördüklerini bildirdi.

E- TÜRKİYE - SUDAN İLİŞKİLERİ VE MUHTEMEL RİSK:

Türkiye ile Sudan arasındaki ilişkiler Su-dan Devlet Başkanı Ömer el- Beşir’in 18 ila 21 Ağustos 2008 tarihinde İstanbul’da yapı-lan Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi’ne katı-lımı sırasında ortaya atılan iddialar dolayı-sıyla gündem olmuştu. Devletlerarası Ceza Mahkemesi’nde suçlu bulunan ve tutuklan-ması gündemde olan el-Beşir’in Türkiye’de nasıl karşılanacağı merak edilmiş ve bazı Avrupa ülkeleri bu karşılamadan ötürü Türkiye’yi kınadıklarını açıklamışlardı. Bu hadisenin dışında ve Başbakan Erdoğan’ın Hartum’da düzenlenen Arap Ligi Zirve-si vesilesiyle 27-29 Mart 2006 tarihlerinde Sudan’a gerçekleştirdiği ziyaret dışında medyaya yansıyan ciddi bir ilişki yumağı söz konusu olmamıştır.

Türkiye ile Sudan arasında karşılıklı olarak gerçekleştirilen ticarî ilişkiler ise ge-nellikle tarım, sağlık, güvenlik ve eğitim alanlarında olmaktadır. Ayrıca Sudan’da

Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan”

Page 13: KöklüDeğişim 77.Sayı

11 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

yaşayan üç binden fazla Türk vatandaşı bu-lunmaktadır. Son yıllarda gerçekleşen ticarî faaliyetlerde ciddi bir artış gözükmektedir. Aynen aşağıdaki tabloda görüldüğü gibi:

Güney Sudan’ın gerçekleştirilen referan-dum neticesinde Batılı sömürgeci ülkeler ta-rafından tasarlanan bir senaryo sonucunda bölünmesi, Türkiye gibi birçok ülkeyi de ya-kından ilgilendirmektedir. Zira farklı etnik yapıların bir arada yaşamaları mümkün gö-zükmemekte ve sömürgeciler istediklerinde bu farklı etnik ve dinî yapılanmaları kışkır-tarak istedikleri yönde hareket ettirebilmek-tedirler. Bu da farklı halk kökenlerine sahip olan devletler için bir zafiyet oluşturmakta-dır.

Son günlerde Türkiye’de dillendirilen özerlik tartışmaları, ilerisi için bu türden vakıaların oluşmasını sağlayacak türdendir. Bu konuda Türkiye’deki mevcut yönetimin uyanık olması gerektiği gibi halkın da uya-nık olması gerekir. Yeryüzünde bu şekilde bölünen, kendi ayaklarının üzerinde du-ran, sömürgeci ülkelerin güdümüne girme-

yen ve halkını kalkındıran bir ülke yoktur. Önemli olan başka bir ülkede yaşamak de-ğil, bağımsız, müreffeh ve kalkınmış bir ül-kede yaşamaktır.

GÜNEY’İN AYRILMASININ AR-F- DINDAN SUDAN’I BEKLEYEN TEHLİ-KELER:

Güney Sudan’ın ayrılması, Sudan için yeni tehlikeleri beraberinde getirecek olan vahim bir dönemeçtir. Bu hadiseden sonra Sudan’ı bekleyen tehlikeleri şu beş başlıkta toplayabiliriz.

BİRİNCİSİ: Sudan için Güney’in ayrıl-ması emsal teşkil edecek ve bu yolla dur-madan ilerleyip duran parçalanma talep-leri, O’nu bu girdabın içerisine girmekten alıkoyamayacak gibi görünmektedir. Zira Sudan’da oyunun dizginlerini elinde bulun-duran Amerika, Güney’in ayrılmasının ar-dından marjinalleşme talepleriyle Darfur’u, ardından Kordufan’ı, el-Nil el-Ezrak’ı ve Doğu Sudan’ı koparmaya hazırlanmakta-dır. Bunun içindir ki Nifaşa Anlaşması’nın

Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan”

Page 14: KöklüDeğişim 77.Sayı

12Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

kalıcı barışı getireceğini söylemek büyük bir yanılgı ve yalandır. Bilakis o, Sudan’ın her parçasına kapsamlı savaş tohumlarını ek-meye ve bölmeye dönük bir anlaşmadır.

Darfur Bölgesi:

Bu bağlamda Güney’den sonra gözüken ilk tehlike Darfur bölgesidir. Darfur, baş-kent Hartum’un 1300 km batısında yer alan bir bölgedir. Bu meselenin ortaya çıkışında ve kötüleşmesinde üç faktör bulunmakta-dır: Araziler ve mer’alar konusundaki ye-rel çekişme, soruna yapılan dış müdâhale ve tahrik ile bunun öncesinde ve sonrasın-da Sudan Hükümeti’nin İslam’ın emrettiği adâlet ve ihsan anlamında vatandaşlarının işlerini gö-zetmedeki ihmâlkârlığıdır.

Dârfur’da; Afrikalı el-Fur kabîleleri ve diğer Arap asıllı kabîleler ikâmet et-mektedir. Dârfur’daki an-laşmazlık, hayvanların ve işlenmiş arazilerin geniş bolluğuna rağmen doğal kaynakların azalmasıyla birlikte baş gösterdi. Deve-lerini otlatmak isteyen bazı Arap kabîlelerinin arzusu kendi otlak arazilerine sahip olmak iken, dedelerinden kalan bir mîras olarak kendi-lerinin sahip olduğu düşüncesiyle, Afrika-lı el-Fur kabîleleri ise arazileri ve mer’aları Araplar ile paylaşmayı reddediyorlardı. İsyan ise ez-Zeğave kabîlesine bağlı olarak baş gösterdi. Onlar diğer kabîlelerin kendi-lerine katılmalarını istediler. Bunun için hü-cumlarla ve tekliflerle bunu terörize etmeye başladılar. O kadar ki kabîleler kendilerini iki alternatif ile baş başa buldular: Ya isyana katılacaklar ya da hücumlardan kendilerini muhafaza etmek için milisler oluşturacak-

lardı. Böylece bu kabîleler hızla kuvvetlenen milisler oluşturmaya karar verdiler. Buna ilâveten Dârfur’da komşu ülkelerden gelen silahlar yayılmaya başladı. Bu da durumun ağırlaşmasına, daha da kötüleşmesine ve her geçen gün daha da karmaşıklaşmasına yol açtı. Binlerce cana kıyıldı. Yüzlerce köy yakıldı.

Dârfur hâdiselerini körükleyen ve krizi icad eden Avrupalılar, bizâtihi Fransa ve İngiltere’dir. Bunun delili, Afrikalı el-Fur kabîlelerinden kaynaklanan isyana Çad devleti ve yöneticilerinin destek vermiş olmasıdır ki bunlar erzak, destek ve barı-

nak noktası bakımından Fransa’nın güdümündedir-ler. Londra ise, adeta isyan hareketinin liderleri için bir medya kürsüsü olarak işlev görmüştür.

Güney Sudan gibi bu bölgenin de bölünmesine yol açacak olan destek yine Yahudi devleti “İsrail”den gelmektedir. Nitekim bu-nun en çarpıcı örneği eski Yahudi Başbakanı katil Şaron’un 2003 yılında -kötü

hatıratlı- hükümetinin toplantısında sarf et-tiği şu sözleridir: “Sudan’ın batısına müdaha-le etmenin zamanı gelmiştir. Sudan’ın ‘İsrail’e düşman olan Arap devletlerini destekleyen böl-gesel bir devlete dönüşmemesi için aynı araçlar vesileler ve aynı hedeflerle Sudan’ın güneyine müdahale edeceğiz.” Yahudi devletinin o za-manki İç güvenlik Bakanı Avi Dichter ise bir toplantısında şöyle demiştir: “Güney Sudan gibi Darfur da ayrılma hakkına sahip olmalı-dır.”

Ayrıca Sudan’ı parçalama konusunda en aktif rol alan Amerika’nın Sudan’dan so-

Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan”

Güney Sudan gibi bu bölgenin de bölünmesine

yol açacak olan destek yine Yahudi devleti “İsrail”den

gelmektedir. Nitekim bunun en çarpıcı örneği eski Yahudi Başbakanı katil Şaron’un 2003

yılında -kötü hatıratlı- hükümetinin toplantısında

sarf ettiği sözleridir.

Page 15: KöklüDeğişim 77.Sayı

13 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

rumlu eski Temsilcisi ve Nifaşa’nın mimar-larından bir olan Andrew Natsios, 2009 Ni-san ayında, Washington’daki Georgetown Üniversitesi’nde yaptığı konuşmasında bu hususa ilişkin şöyle demiştir: “Birleşik Dev-letler ile uluslararası toplumun amacı, aşamalı olarak self-determinasyon hakkı üzerinde re-ferandumun yapılacağı 2011 yılında Güney’i ayırmaktır. Bundan sonra da Darfur sorununun çözümüne, (yani ayrılmasına) girişmektir.”

Mavi Nil Bölgesi:

Sudan Halk Kurtuluş Hareketi, 06.03.2010’da er-Rusayris şehrinde düzen-lediği sempozyumda en-Nil el-Ezrak Valisi Malik Akar, Güney İsyancı Hareketi’ni tem-silen kendi vilayetinde laik esas temelinde Hartum’dan bağımsız bir devlet kurul-masını talep etti ve bu maksatla en-Nil el-Ezrak’ın güneyindeki Kermak şehrinde 20 bin savaşçı topladığını teyit etti. Zira Âhir Lahza gazetesinin 07.03.2010’da belirttiğine göre bu sempozyumda Siyonist varlıkla iliş-kisi olduğunu da itiraf etti.

Doğu Sudan Bölgesi:

01.04.2005 tarihli el-Elvân Gazetesi birin-ci sayfasından şu haberi veriyordu: “Doğu Sudan Cephesi, İngiliz girişimi yoluyla Hükü-met ile müzâkere etmeyi kabul ettiğini duyur-du. Ancak el-Bicâ Konferansı ile Hür Lionslar gibi grupları bünyesinde barındıran Cephe, Hükümet ile masaya oturmak için, Port Sudan olaylarına karışanların âdil bir mahkemeye sevk edilmesi, siyâsî tutukluların serbest bırakılma-sı ve self-determinasyon ilkesinin onaylanması gibi birtakım şartları önceden öne sürmüştü.” Bu haberde geçen en tehlikeli husus, Doğu Sudan’ın self-determinasyon hakkı yani “ayrılma hakkı” talep etmiş olmasıdır ve elbette 2002 tarihli Mişâkus Protokolü’nün Güney Sudan’a bu hakkı vermesine dayanı-yordu.

İKİNCİSİ: Güneyin ayrılması yeni bir komplo kurma, savaşları ve çatışmaları tah-rik etme yuvası olması için Güney Sudan’da sözde yeni bir Yahudi varlığının kurulması demektir. Zira Güney Sudan İsyancı Hare-keti ile Yahudi devleti arasındaki tarihi iliş-kiyi hepimiz bilmekteyiz. Öyle ki Yahudi devleti, kurulmasından bu yana çevreleme stratejisi diye bir şey ortaya atarak bunun-la Arap dünyasını çevreleyen devletlerle ittifak kurmayı ve önce tarafları daraltma, sonra da parçalama politikasını tatbik etme-yi amaçlamaktadır. Böylece Yahudi devle-ti, Güney Sudan’a müdahale ederek gerek eğitmek, gerek uzmanlar göndermek, ge-rekse ağır makinelerle desteklemek yoluyla isyancı hareket ile güçlü ilişkiler kurmuştur. Mesela, Etiyopya eski devlet başkanı Men-gistu döneminde, Yahudi devleti tarafından kendisine gönderilen silahların bir kısmını Güney Sudan’daki isyancı harekete vermesi şartıyla Etiyopya ile Yahudi devleti arasında büyük anlaşmalar imzalandığı gibi, Yahudi devleti uydu fotoğraflarını da isyancı hare-kete göndermiştir. Ayrıca Garang, Yahudi devleti ile ordusuna birçok Yahudi askerî uzmanların tedarik edilmesini içeren bir an-laşma imzalamıştır.

Garang, 1992 yılında Nairobi ziyaretinde Kenya’daki Yahudi büyükelçisi ile görüş-mesi sırasında yaklaşık 4 milyon EK-47 tipi makineli tüfek mermisi, 130 milimetrelik top, bu toplar için 6 bin adet mermi tedarik etmesinin yanı sıra, 5 milyon dolar tutarında malî yardımda bulunmasını talep etmiştir. Tüm bunlar, Güney Sudan’daki Kapoeta ve Torit şehirlerini geri almak için yapılmıştır.

Geçtiğimiz aylarda Yahudi varlığı Başba-kanı Benyamin Netanyahu’nun katılımıyla Washington’da düzenlenen Amerikan “İs-rail” Kamu İşleri Komitesi [AİPAC] konfe-ransında Yahudi hükümeti, Güney Sudan’ın

Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan”

Page 16: KöklüDeğişim 77.Sayı

14Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

bağımsızlık arzularını desteklemeye, siyasî, ekonomik ve güvenlik olmak üzere ortaya çıkacak olan devlete her türlü desteği ver-meye hazır olduğunu belirtmiştir. Dahası Yahudi Ulusal Güvenlik Danışmasını Gori Arad, Halk Hareketi’nin Washington’daki temsilcisi Paul Ezekiel ile konferansın otu-rum aralarında üç saat süren bir görüşme yapmıştır. Zira hareketin temsilcisi Ezekiel, geniş çaplı bir Yahudi deneyiminin ortaklığı ve su alanlarında önemli projeler sunulması ve bunların uygulanması yoluyla devletin inşasına dönük sivil ve güvenlik kurum-larının inşasını kapsayan Güney’in ihtiyaçlarına iliş-kin Yahudi hükümetine ya-zılı bir istekte bulunmuş ve kendilerine verilen Yahudi desteğini övmüştür. Sudan Halk Kurtuluş Hareketi’nin temsilcisi, konferansın açı-lış oturumunda bir konuş-ma yaparak, Yahudilerin otuz yıl boyunca Güneyde-ki silahlı direniş hareketine ve hareketin özgürlük sa-vaşındaki zaferine verdiği destekten övgüyle söz et-miştir.

Yahudi asıllı olan “İsra-il”li Moshe Faraji, “İsrail” Afrika ilişkileri hakkında yazdığı bir kitapta, “İsrail”in Su-dan Kurtuluş ordusu subayları ve komu-tanlarının maaşlarını ödediğini belirtmiştir. Yine “İsrail”de yayınlanan askerî Markhot Dergisi, “İsrail”in Güney Sudan Kurtuluş ordusuna 500 milyon dolardan fazla para ödediğini yazmıştır. Tüm bu Yahudi deste-ğine cevap olması bakımından ise, Güney Sudan Hükümeti Başkanı ve aynı zamanda Sudan Başkanı Birinci Yardımcısı Salva Kiir, 9 Ocak’ta yapılması planlanan referandum

öncesi çıkıp hiçbir giriş yapmaksızın refe-randumun sonuçlanması halinde Güney’in başkenti Juba’da “İsrail” konsolosluğu aç-maya hazır olduklarını söylemiştir. Bu er-ken ilanın anlamı, duyulan sevgiden başka ne olabilir?

ÜÇÜNCÜSÜ: Güney Sudan’da yeni bir Yahudi varlığının kurulması, Yahudi-lerin Nil havzasına uzanması ve Mısır ile Sudan’ın güvenliğini doğrudan tehdit etme-leri demektir. Zira bazı kaynaklar, Amerika ile Yahudi devletinin ya Yahudi devletinin su ihtiyacını Nil sularından temin etmesine

ya da (Yahudilerle seçkin ilişkileri olan) Etiyopya’da dev barajların inşa edil-mesine muvafakat etmesi için Mısır’a baskı yapma-ya çalıştıklarını belirttiler. Böylece Yahudi devleti, Mısır’dan Nil’in ağzının Akdeniz’den Negev çölü-ne döndürülmesini talep etmişken Sudan ve Mısır’a akan su oranı minimum orana düşecektir. Nitekim Mısır Dışişleri Bakanlığı, Ekim 2009’da Yahudi devle-tinin hem Tanzanya hem de Ruanda’dan su depolamak

için dördü Tanzanya’ya ve biri Ruanda’ya ait olmak üzere beş adet baraj yapılmasını finanse etmeye muvafakat ettiğini ortaya çı-karmıştır. Tüm bunlar ise 1929 yılı Nil Sula-rı Anlaşması’nın öngördüğü üzere Mısır’ın onayını almadan gerçekleşmiştir. Bilindiği üzere Yahudi devleti, Yahudi Dışişleri Ba-kanı Liberman’ın, Eylül 2009’da Nil havza-sındaki üç ülkeye yaptığı ziyaretin sonra-sında buna muvafakat etmiştir.

Güney Sudan’da bir devletin kurulması, Nil havzasındaki devletlerin su paylarının

Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan”

Yahudi asıllı olan “İsrail”li Moshe Faraji, “İsrail”

Afrika ilişkileri hakkında yazdığı bir kitapta,

“İsrail”in Sudan Kurtuluş ordusu subayları ve

komutanlarının maaşlarını ödediğini belirtmiştir.

Yine “İsrail”de yayınlanan askerî Markhot Dergisi, “İsrail”in Güney Sudan Kurtuluş ordusuna 500

milyon dolardan fazla para ödediğini yazmıştır.

Page 17: KöklüDeğişim 77.Sayı

15 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

yeniden gözden geçirilmesi için güçlü bir argüman ve gerekçe oluşturacaktır. Çünkü ortaya çıkan yeni bir devlet vardır. Dolayı-sıyla onun payının belirlenmesi ve bundan en çok zarar görecek olanların Sudan ve Mı-sır olması kaçınılmazdır.

DÖRDÜNCÜSÜ: Müslümanlara dile-diklerini yapmaları için Güney Sudan’daki Müslümanları kâfirlerin otoritesine teslim etmektir. Zira Güney hükümeti başkanı Salva Kirr, Müslümanlara genel hayatta İslam’ı terk etmelerini ve dinin mescitle-re hasredilmesini şart koşmuştur. Nitekim 01.03.2010’da Güneyli Müslümanlarla buluş-masında onlardan dini siyasete sokmamalarını talep etti.

Dahası Güney’in ay-rılması, Afrika’nın derin-liklerine açılan kapıları Güneyli Müslümanlara kapatmak demektir.

BEŞİNCİSİ: Geçmiş-te olduğu gibi bir dev-let ile isyancı bir cemaat arasında değil de Kuzey ve Güney devletleri ara-sında sınır savaşlarının ortaya çıkması demektir. Güney Sudan’ın Kuzey’den ayrılmasına karar veren Nifaşa Anlaşması, Ebiyi meselesini ortaya çıkarın-ca bölgenin Kuzey’deki Güney Kurdufan Vilâyeti’ne mi yoksa Güney’deki Bahr-ul Ğazal Vilâyeti’ne mi bağlı olup olmadığı hakkında tartışmalar ortaya çıkmıştır. Hatta Ebi’yi bölgesi içinde hangi tarafa katılacağı-nı belirlemek üzere bir referandum yapıl-ması bile öngörülmektedir. BM’nin seçim gözlemcileri heyeti başkanlığını yürüten eski Tanzanya Devlet Başkanı Benjamin

Mkapa, başkent Hartum’da düzenlediği bir basın toplantısında sınırdaki petrol zengini Ebi’yi bölgesiyle ilgili büyük endişeleri ol-duğunu beyan etmiştir.

MESELENİN ŞER’Î HÜKMÜ:G-

Müslüman olmamız hasebiyle her me-seleye ilişkin esas bakışımız, muhakkak ki şer’î hükümler zaviyesinden olmalıdır. Bu nedenle İslam hükümleri, kanunları ve ni-zamları vakıa zeminine indirgenmelidir. Zira Sudan’da, Müslümanıyla, gayri Müs-limliyle devletin tebaası arasında adaleti

yaymanın ve ülkede teh-likeli bir şekilde yayılan zulmü bitirmenin tek yolu budur.

Güney Sudan arazi-si haracî olan İslamî bir arazidir. Onun gözetimi Beyt-ul Mâl’e ait olup menfaati Müslümanıyla, kâfiriyle üzerinde otu-ranlara aittir. Ne hükü-metin, ne Sudan halkının ne de tüm Müslümanla-rın İslamî olan bir arazi-nin herhangi bir karışın-dan dahi taviz vermesi asla caiz değildir.

Müslümanların topraklarından herhangi bir karışını dâhi, kâfir düşmanın otoritesi altına terk etmek İslam’da büyük bir cürümdür. Kaldı ki bu, diğer bölgeleri de ayrılmaya iter ve daha fazla taviz istemede düşmanın cesaretini artırır. Çünkü taviz tavizi doğurur ve en ufak bir taviz daha fazla tavizin kapılarını ardına kadar açmaya kâfidir. Filistin’de ve Endonezya’da verilen ve Sudan’da verile gelen tavizler bunu kanıtlamaktadır. Şüphesiz ki bizler Müslümanız ve Kavî olan Allah Azze ve

Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan”

Page 18: KöklüDeğişim 77.Sayı

16Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Celle şöyle buyurmaktadır:

ولن معكم والله العلون وأنتم لم الس إلى وتدعوا تهنوا فل يتركم أعمالكم

“Sakın gevşekliğe kapılmayın ve sakın üstün olduğunuz halde barışa çağırmayın. Muhakkak ki Allah sizinle beraberdir ve o, amellerinizi asla heder etmeyecektir”. (Muhammed 35)

Şaşırtan ve acı veren şey şu ki, Sudan’lı yöneticilerin, askerlerin ve siyasî partilerin Müslümanların topraklarından vazgeçme hususunda Allah’tan hiç korkmadan hareket etmeleri ve bölünmeye verdikleri açık des-tektir. Ülkelerinin zenginliklerini kâfirlere teslim etmeleri ve İslamî bir beldeden ko-layca vazgeçebilme konusunda takındıkları tavırdır. Hâlbuki Müslümanların arazisinin korunması meselesi, karşısında ölüm-kalım tavrı takınılacak hayatî bir meseledir!

SONUÇ:F-

Neredeyse Türkiye büyüklüğündeki ara-zisi, sahip olduğu yer altı ve yerüstü zen-ginlikler açısından ise çok kıymetli olan Gü-ney Sudan, maalesef sömürgeci kâfirlerin yüzyıllar öncesinden tasarladıkları sinsi bir plan neticesinde Sudan’dan ayrılmıştır. Müslümanların azınlık statüsünde buluna-cakları bu ülke, Sudan petrollerinin yüzde 80’inin çıkartıldığı bölgedir. Tek başına bu bilgi bile, bölünmenin maksadını anlamak için yeterlidir. Tarihî süreçte önce İngilte-re, sonra Amerika ve “İsrail” olmak üzere sömürgeci ülkeler, Güney Sudan’ı ayırmak için çok çalışmışlar ve sonunda işbirlikçi hain yöneticiler vesilesiyle bu şerir planla-rında muvaffak olmuşlardır. Müslüman-lar için bu durumdan çıkarılması gereken muhtemel sonuçlar ve takınılacak izzetli ta-vır şunlar olmalıdır:

Yeni oluşan “Güney Sudan” devletini 1- tanımamak ve onu gayrimeşru olarak gör-mek gerekir.

Bu durumu düzeltmek ve hain planı 2- tersine çevirmek için, ivedi olarak Ömer el-Beşir Hükümetine tavsiyelerde bulunmak ve baskı yapmak elzemdir.

Sudan örneğinden yola çıkarak; Sö-3- mürgeci Batılı ülkeler ile olan ilişkileri ye-niden gözden geçirmek, sömürgecilerin her haliyle gözüken kirli ve sinsi yüzlerini deşifre etmek, onları asla müttefik, dost ve güvenilir olarak görmemek gerekir.

Sömürgeci kafir ülkelerin, kendileri 4- için siyasî ve ekonomik birliktelikler oluş-turma çabası içerisinde oldukları halde, Müslümanları zayıflatmak, vahdetlerini bozmak ve var olan güçlerini de bölmek için çalıştıklarının artık farkına varmak gerekir.

Kendisini çevreleyen ülkeleri zayıflat-5- mak ve içlerinde fitne ateşini tutuşturmak için çalışan yahudi varlığı “İsrail” ile olan tüm ilişkileri kesmek ve gasp ettiği kutsal olan topraklardan onu çıkarmak için ordu-ları harekete sevk etmek gerekir.

Farklı etnik yapıların yaşadığı ülkeler, 6- sömürgecilerin icat ettiği ve çıkarları lehin-de kullandığı self-determinasyon hakkı ile parçalanmak istenmektedir. Bütün Müslü-manların bu tür tuzaklara karşı uyanık ol-ması gerekir.

En önemlisi ise; Müslümanları eski-7- den olduğu gibi güçlü kılacak, zenginlikle-rini çaldırmayacak, can ve mal emniyetleri-ni sağlayacak olan Hilafet nizamını yeniden inşa etmek için çalışmak gerekir.

هذا بيان للناس وهدى وموعظة للمتقين“İşte bu, insanlar için bir açıklamadır

ve muttakiler için de bir yol gösterici ve bir öğüttür.” (Âl-i İmrân 138)

Sömürgecilerin Son Hamlesi “Sudan”

Page 19: KöklüDeğişim 77.Sayı

17 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

İslam Ümmeti, kendisine “seçkin üm-met” vasfını kazandıran Rabbimizin son ilahî dini İslam’la hayatın arasını

ayıran küfür akidesi laiklik ve ondan türe-yen sistemler ile yönetilmeye başladığı gün-den beri “seçkin” olma vasfını kaybetmiştir. İslam’ı -Müslüman kimliği-, salt vicdana hapseden veya dar alanda bireysel ibadet-ler düzeyine indirgeyen “modern” yaşam, İslamî şahsiyette yırtılmalar ve parçalanma-lar meydana getirmiştir. Bunun en çarpıcı sonuçlarını; toplumsal, siyasal, ekonomik ve devletlerarası ilişkiler alanında karşı karşıya kaldıkları sorunlara ilişkin çözümler üretir-ken ya da önüne konulan çözümler üzerin-de değerlendirmeler yaparken, günde beş vakit huzurunda divan durduğu Rabbinin emirlerini esas almayışında görmek müm-kündür.

Bu noktada, modernizm eleştirisi yapan Müslüman aydınlarımızın da bu büyük fo-toğrafı görmezden gelerek eleştirilerini salt giyim kuşama, marka düşkünlüğüne, kısa-

ca popüler kültürün zevahirine yöneltmele-ri, hayatın esaslı sorunlarına ilişkin görüş-leri sorulduğunda onların da pragmatist, reel-politikten yana, liberal, “ortalama” bir çözüm üretme hastalığından kendilerini bir türlü alıkoyamamaları, gerçekten moder-nizmin düşünen(?)lerimizi bile nasıl kendi sarmalı içine aldığına ilişkin trajedik bir du-rumu gözler önüne sermektedir. İdeolojik kölelik öylesine kök salmış ki; artık alda-nanı da -farkında olmadan- aldatır duruma düşürmektedir.

İşte yine böylesi bir trajedinin yaşandı-ğı zaman dilimlerine şahit oluyoruz. Ma-kalemize verdiğimiz başlıktan anlaşılacağı üzere mesele bölünmenin arafesinde olan Sudan meselesidir. Günlerdir, görsel ya da yazılı medyada bu mesele teknik detayları, oyunun aktörleri açısından tartışıldı, yazıldı ve gelecek öngörülerinde bulunuldu. Bizler konuyu bu açıdan ele almayacağız.

Hayatlarında bağlı kalmakla yükümlü oldukları şer’î hükümleri sadece taharet,

Ahmet Sadık ALTINEL

Page 20: KöklüDeğişim 77.Sayı

18Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

abdest, namaz, vs. gibi “ilmihal” düzeyine indirgeyen yaygın anlayışa bir ironi olsun diye bu başlığı kullandık. Zira Müslüman-lar başta kanaat önderleri olmak üzere taha-ret ve kişisel ibadet meselelerinin dışında-ki meselelere, şer’î hükümler zaviyesinden bakmayı unutalı uzun zaman geçti. Bundan dolayı bizler şu sorular çerçevesinde mese-leye İslamî bir bakış sunmak istiyoruz:

“İslam toprağı” diye bir olgu var mı? Varsa nedir? İslam toprağından ödün verilebilir mi? Müslüman toprağı üzerinde hele taraflarının ABD ve “İsrail” gibi devletler ya da bu devletle-rin çıkarlarına hizmet ettiği açıkça bilinen BM, Dünya Bankası ve Uluslar Arası Ceza Mahkemesi gibi İslam Ümmeti’ne düşman olan aktörler ile diplomatik görüşme yapılabilir mi? Kı-saca coğrafyanın ilmihali var mı? Varsa nedir?

Mısır’ın, Amr b. el-As RadiyAllahu Anh tarafından 639’da fethedilmesinden sonra İslam, Sudan’a daha çok Müslüman tüccarlar aracılığıyla ulaştı. İlerle-yen yıllarda, 1172’de Sala-haddin Eyyubî’nin kardeşi Turan Şah ve 1260’da Melikü’l-Muzaffer lakaplı Memlük Halifesi Baybars, bugünkü Sudan topraklarına fetihler düzenlediler. Bu fetih hareketleri ile birlikte İslam, Sudan’da kuvvetlenmeye başladıysa da nihaî olarak 1821’de Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından Osmanlı İslam Devleti’nin sınırları içine katılmıştır.

Sudan’ın İslam’ın egemenliğine girmesi ile ilgili bu bilgileri paylaştıktan sonra şu soruyu soralım: Bir toprak İslam toprağı hüvi-yetini ne zaman alır?

Temel bir prensip olarak İslam’da ara-ziler, statülerini başlangıçtaki fethediliş bi-çimlerine göre almaktadır. Buna göre, arazi ile ilgili fıkıh kitaplarında yer alan hüküm-leri incelediğimizde arazilerin üç kategoriye ayrıldığını görmekteyiz. Bunlar:

Öşür Arazileri: Halkının İslam’a girmeyi · kabul ettiği araziler.

Haraç Arazileri: Halkının İslam’a girmeyi · kabul etmediği fakat toprakları sulh yolu ile fet-hedilmiş araziler.

Haraç Arazileri: Halkının İslam’a girmeyi · kabul etmediği ve savaşarak fethedilen araziler,

topraklar.

Bu üç arazi ile ilgili hü-kümlere gelince;

Halkının İslam’a girme-· yi kabul ettiği topraklarla ilgi-li hüküm şöyledir:

“İnsanlarla “Lailahe illAllah Muhammed’un Rasulullah deyinceye ka-dar savaşmakla emrolun-dum. Şayet bunu söylerler-se canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar.” hadis-i şerifince kendi rızaları

ile İslam’a giren halklar, mallarını ve canlarını korumuş olurlar. Menkul-gayrimenkul bütün malları onların mülkiyetinde kalır. Bu araziler, bireysel mülkiyeti devam eden ve tapulu olan arazilerdir.

Halkı İslam’a girmeyip de sulh yoluyla top-· raklarını teslim etmişse o zaman yapılan anlaşma gereğince araziler hükmünü alır. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

“İleride siz bir toplulukla savaşacaksı-nız, onlar mallarını bazı durumlarda kal-kan olarak kullanmak suretiyle canlarını

Coğrafyanın İlmihali

Temel bir prensip olarak İslam’da araziler, statülerini

başlangıçtaki fethediliş biçimlerine göre almaktadır.

Buna göre, arazi ile ilgili fıkıh kitaplarında yer alan

hükümleri incelediğimizde arazilerin üç kategoriye ayrıldığını görmekteyiz.

Bunlar: Öşür, Haraç (Sulh ile), Haraç (Fethedilen).

Page 21: KöklüDeğişim 77.Sayı

19 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

ve ailelerini koruyacak-lar ve sizinle sulh anlaş-ması yapacaklardır. Bu takdirde onlardan yaptı-ğınız anlaşmanın dışında bir şey istemeyin. Çünkü bu sizin için helal olmaz.” Bu şekilde gayri Müslimle-rin elinde kalan araziler “Haraç arazisi”dir.

Toprakları zorla fethedilmiş arazilerle ilgili · hüküm ise -ki bizim konumuzla ilgili olan da bu tür arazilerdir- şu şekildedir:

a) Topraklar eski sahiplerinin ellerinde bıra-kılır ve halk İslâm’a girince bunlar öşür arazisi olur. Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Mekke arazileri için uygulaması bu yolda olmuştur.

b) Bu araziler ganimet sayılarak, beşte dör-dü gazilere, beşte biri Beytu’l-Mâl’e bırakılır. أنما غنمتم من شيء فأن لله خمسه وللرسول ولذي القربى واليتامىبيل الس وابن ele geçirdiğiniz gan…“ والمساكين -met mallarının beşte biri Allah’a, Rasul’e, Rasul’in yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalanlara aittir…” (el-Enfal 41) Böyle-ce bu topraklar Müslüman gazilerin mülkü ve öşür arazisi olur. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem zorla fethedilen Hayber arazisini eski sahiplerinin ellerinde bırakmamış, beşte dördü-nü bu gazveye katılan gazilere, beşte birini ise Beytu’l-Mâl’e tahsis etmiştir.

c) Ömer RadiyAllahu Anh’in ilk olarak Su-riye ve Irak toprakları için ortaya koyduğu içti-hadı, daha sonra fethedilen ülkelerin toprakları hakkında uygulanan genel kaide olmuştur. Irak, Suriye ve Mısır toprakları fethedilince Zubeyr, AbdurRahman b. Avf ve Bilal RadiyAllahu Anhum ile aynı görüşü paylaşan bir grup Sa-habi, bu toprakların ganimet olarak kabulü ile Rasulullah’ın Hayber topraklarını dağıttığı gibi dağıtılmasını istediler. Halife Ömer RadiyAlla-hu Anh, bu teklifi kabul etmedi. Muaz b. Cebel ve Ali RadiyAllahu Anhum gibi Sahabe büyük-

leri de Ömer RadiyAllahu Anh’i destekledi.

Müzakereler sonucun-da Ensar’ın ileri gelenle-rinden on kişi şûrâ için çağrıldı. Şûrâ, Ömer Radi-yAllahu Anh’i dinledikten ve işi müzâkere ettikten

sonra, Ömer RadiyAllahu Anh’in içtihadına uydu. Yani bu bölgelerin arazileri, (mülki-yeti Müslümanların olmak üzere işletme yetkisi) gayr-i Müslim olan eski malikle-rinin elinde bırakıldı. Kendilerine arazile-ri için haraç vergisi, şahısları için de cizye bağlandı. Böylece bu topraklar haraç arazisi statüsüne girdi. Ömer RadiyAllahu Anh’in bu uygulamasıyla arazilerin geliri Müslü-manlar için harcanacak şekilde bir statüye kavuşturuldu. (Prof. Dr. Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı An-

siklopedisi, Arazi maddesi) Buna göre bu arazilerin mülkiyeti bütün Ümmet’in yani kamunun-dur.

Görüldüğü gibi, İslam arazi hukukunda, araziler savaşla ya da savaşsız elde edilen araziler olarak belli bir statü kazanmakta-dır. Bu arazilerin mülkiyeti kamunundur. Devlet, yararlanma hakkını -Ömer RadiyAl-lahu Anh’in uygulamasında olduğu gibi- haraç vergisi karşılığında eski sahiplerine verebilir. Devlet buradan elde ettiği gelirleri yine kamunun ihtiyaçlarını karşılamak üze-re harcar.

Yukarıda arazilerin statüsü hakkında özet bilgileri verdikten sonra, Sudan top-raklarının savaş sonrası elde edildiği gerçe-ğini de göz önünde bulundurduğumuzda, bu topraklar ile ilgili şer’î hüküm açıklığa kavuşmuş olur ki, o da şudur: Sudan top-rakları mülkiyeti bütün Müslümanlara ait olan haracî arazilerdendir. Yani bu araziler kamu malıdır. Ümmet’in ortak mülküdür. Hatta

Coğrafyanın İlmihali

Görüldüğü gibi, İslam arazi hukukunda, araziler savaşla ya da savaşsız elde edilen

araziler olarak belli bir statü kazanmaktadır. Bu arazilerin

mülkiyeti kamunundur.

Page 22: KöklüDeğişim 77.Sayı

20Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

tüyü bitmemiş, henüz doğmamış Müslü-man nesillerin dahi hakları vardır. Bundan dolayı hiçbir otorite, devlet yetkilisi bu ara-zilerin mülkiyetini verme veya kısmen dahi olsa vazgeçme hakkını kendinde göremez. Bu şekilde, bir kere İslam toprağı olmuş bir beldenin, Müslüman toprağından koparıl-masının bir tek yolu vardır ki; Müslüman-ların bedenlerinin çiğnenerek paramparça edilmeleridir. Bir Müslüman toprağı ancak yeryüzünde onu savunacak bir tek Müslü-man kalmayınca Müslümanların elinden çıkabilir. İslam’da toprağın hükmü, mül-kiyet hakları ve tasarruf yetkisi ile ilgili hü-kümler bunlardır.

Peki, Müslüman toprağı üzerinde hele taraflarının ABD, İngiltere ve “İsrail” gibi devletler ya da bu devletlerin çıkar-larına hizmet ettiği açıkça bilinen BM, Dünya Bankası ve Uluslar Arası Ceza Mahkemesi gibi İslam Ümmeti’ne düşman olan aktörler ile diplo-matik görüşme yapılabilir mi?

İslam Ümmeti’ne düşmanlığı ile bilinen ABD, “İsrail” ve kimi küresel kuruluşlarla Ümmet’in mülkü üzerinde diplomatik iliş-kiler geliştirmek, Müslüman toprağını pa-zarlık konusu yapmak kesinlikle caiz olma-dığı gibi bu hadise tarihe bir ihanet olarak kaydolacaktır. Rabbimiz şöyle buyurdu:

ولن يجعل الله للكافرين على المؤمنين سبيل

“Allah kâfirlere müminler üzerinde bir yol (egemenlik) edinmelerine asla izin ver-mez.” (en-Nisa 141) Yani kâfirler, ne müminler ne de onların toprakları üzerinde herhangi

bir söz, yetki, statü, vs. hakkına sahip değil-dir. Elbette bu hüküm, sadece parçalanma-nın arafesinde olan Sudan için geçerli değil-dir. Bu hüküm fiilî ya da kapitalist siyaset ve politikalarının uygulanmasıyla dolaylı olarak işgal altında olan bütün Müslüman coğrafyalar için geçerlidir. Müslümanlara ve onların yöneticilerine düşen, behemehâl bu toprakları İslam’ın hükmüne döndür-mek ve İslam’ın hükmünü bu coğrafyalarda geçerli kılmaktır.

Hal böyle iken referandumdan birkaç gün önce güney bölgesini ziyarete giden Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir ayrılıp-ayrılmama noktasındaki kararı verecek

olanın Güneyliler olduğunu, ayrılma kararı verecek olsa-lar dahi kendilerinin Güney’in kalkın-ması için ellerinden geleni vereceklerini söylüyordu. Nere-deyse “Ayrılın…” demeye getiriyor-du. Buradan sormak istiyorum: “Kimin malını, mülkünü ve-

riyorsun sen!! O topraklar, Müslümanların tertemiz kanları dökülerek fethedildi. Çok merak ediyorum, acaba Ömer Beşir’in evi-nin bahçesindeki tavuğa “kışş” deseniz, bu kadar soğukkanlı davranır mı? Söz konusu bir Müslüman toprağı… Hem de Türkiye kadar yüz ölçümüne sahip bir toprak. Ken-di Müslüman halkını ve İslam Ümmeti’ni de sürece hazırlamak için Ömer Beşir, refe-randum öncesi şu demeçleri verdi:

“Güney ayrılırsa -Sudan’ın geri kalanında- Şeriat’a geçeriz.” Bu söz, ne büyük cürüm-dür. Yani Allah’ın Şeriatı ile yönetilme nok-tasındaki İslamî talebi, Müslüman toprağı

Coğrafyanın İlmihali

Page 23: KöklüDeğişim 77.Sayı

21 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

satmak ve Müslümanları Allah’ın diniyle aldatmak. Ömer el-Beşir’in Şeriatı uygula-ma diye bir düşüncesi varsa Güney’le, Müs-lüman toprağı ile ilgili Şeriat’ın gereklerini yerine getirmesi gerekmiyor mu?!

Bir de, burada değinmeden geçemeye-ceğim; elim bir hadise olan Mavi Marmara olayının ardından Konya’da halka hitaben yaptığı heyecanlı konuşmasında “Konya’nın kaderi neyse, Gazze’nin kaderi de odur!” diyen Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Recep Erdoğan, neden Güney Sudan’ın kaderi ile Konya’nın kaderi aynıdır, demiyor. Bunu demediği gibi şimdiden Güney Sudan’a gönderilen Türk Konsolosu, referandum sonrası gelişme-lere hazırlık yapıyor.

İngiliz sömürge yöne-timinin Sudan’ı terk ettiği 1956’dan beri, başta İngil-tere olmak üzere ABD ve “İsrail”in güneyi bölme planını uyguladığı bilinen bir şey. Özellikle “İsrail”in -ayrılıkçı hareketleri destek-lemesi vs.- Sudan’ın güne-yinin parçalanması nokta-sında sistemli bir politika izlediği herkesçe malum. Gazze konusunda “İsrail”le -sözüm ona- gerilimi göze alan Türkiye yöneticile-ri, neden Sudan’ın bölünmesi karşısında sus-pus beklemektedirler?! Yoksa Türkiye kadar yüzölçümüne sahip Güney Sudan, Gazze kadar değerli değil mi? Yoksa Gazze meselesi, Türkiye’nin Amerikancı politika-larını kamufle etmek için şimdilik yeterli bir malzeme mi?

Statüsü şer’î hükümlerce belirlenmiş olan topraklarımızı, kâfirlerin necis varlıkların-dan temizleyerek birleştirecek, Müslüman beldelerde uygulanan sömürge sistemlerini

sökerek tarihin çöp sepetine atacak ve top-raklarımızda Ümmet’in refahını temin ede-cek şekilde İslam’ın siyasetini uygulayacak olan Müslümanların Halifesi’dir.

İşte Osmanlı İslam Devleti’nin en zayıf/hasta olduğu dönemlerde Halifesi II. Ab-dulHamid, Filistin’e -bırakın sahip olma-yı- kutsal mekânları ziyaret ettikleri sırada konaklamak üzere kendilerine kanton bir bölge tahsis etmesini isteyen Yahudilerin bu küstah politikalarına karşı nasıl bir siyaset izliyor.

Siyonizm’in fikir babası olarak bilinen Teodor Hertzl, kendilerine Filistin’de top-

rak verilmesi için Sultan II. AbdulHamid’le görüşmeler yapmak istemiştir. Osmanlı Halifesi AbdulHamid on-larla görüşmeyi dahi kabul etmemiştir. Bunun üzeri-ne Yahudi heyeti Başbakan Tahsin Paşa yoluyla teklif-lerini iletmişlerdir. Yahudi-ler 1902 yılında Tahsin Paşa yoluyla Padişah’a ilettikleri tekliflerinde şunları bildiri-yorlardı:

Yahudiler aşağıda bulunan hususları ta-ahhüt ederler:

Osmanlı Devleti’nin otuz üç milyon İn-1. giliz altınına ulaşan borçlarının tamamını öde-meyi,

İmparatorluğu korumak için 120 milyon 2. altın franka mal olacak deniz filosu yaptırmayı,

Devletin malî durumunu canlandırmak 3. için otuz beş milyon altın lira faizsiz borç ver-meyi.

Bütün bunlar Yahudilerin, yılın herhan-gi bir gününde Filistin’e ziyaret maksadıy-la girmelerine müsaade edilmesine ve Ya-

Coğrafyanın İlmihali

...Müslüman beldelerde uygulanan sömürge sistemlerini sökerek tarihin çöp sepetine

atacak ve topraklarımızda Ümmet’in refahını temin edecek şekilde İslam’ın siyasetini uygulayacak olan Müslümanların

Halifesi’dir.

Page 24: KöklüDeğişim 77.Sayı

22Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

hudilerin Kudûs-i Şerif’te kendi dinlerine mensup olanların ziyaretleri esnasında için-de kalabilecekleri bir müstemleke (kanton) kurmalarına izin vermesine karşılıktır. Sul-tan II. AbdulHamid’e böyle bir teklifte bu-lunan heyetin başında Siyonizm’in babası, Hertzl vardı. İttihat ve Terakki’nin önde ge-len liderlerinden biri olan Emanuel Karaso da bu heyetin içinde bulunuyordu. Yahudi-lerin bu teklifine Sultan II. AbdulHamid’in cevabı şu olmuştur:

“Tahsin! Onlara de ki: Devletin borçları onun için bir ayıp değildir. Çünkü Fransa gibi başka devletlerin de borçları vardır ve borçları onlara zarar vermemektedir. Kudûs-i Şerif’i ilk önce Hz. Ömer Ra-diyAllahu Anh fethetmiştir. Burayı Yahudilere satma kara lekesini ve Müslümanların ko-rumam için bana tevdî ettikle-ri emanete ihanet etme suçunu yüklenemem. Yahudiler, mal-larını kendilerine saklasınlar. Devlet-i Âliye’nin İslam düş-manlarının mallarıyla yapılan kalelerin arkasına sığınması mümkün değildir. Emret çık-sınlar! Bir daha benimle gö-rüşmeye veya buraya girmeye uğraşmasınlar.”

Siyonist lider Teodor Hertzl de anıların-da, Sultan II. AbdulHamid’in kendilerine şu cevabı verdiğini yazmaktadır:

“Doktor Hertzl’e bu konuda yeni adımlar at-mamasını öğütleyin. Çünkü ben bir karış toprak dahi veremem. Orası benim kendi mülküm de-ğil milletimin mülküdür. Milletim bu yer için savaşmış ve orayı kanı ile sulamıştır. Yahudiler milyonlarını kendilerine saklasınlar. Bir gün ge-lir de İmparatorluğum parçalanırsa işte o zaman Yahudiler, Filistin’i para ödemeden alabilirler.

Fakat ben sağ olduğum müddetçe bedeni-min neşterle yarılması, Filistin’in İmpara-torluğumdan koparılmasından benim için daha kolay bir hadisedir. Bu imkânsız bir şeydir. Ben daha sağ iken bedenimizin üze-rinde otopsi yapılmasına asla müsaade edemem.”

Sultan II. AbdulHamid, hatıralarında da Yahudilerin Filistin’e yerleşme fikirleri hakkında oldukça ilginç noktalara parmak basmaktadır. Şöyle diyor Sultan II. Abdul-Hamid:

“Yahudiler, Avrupa’da Doğu’da olduğun-dan daha fazla bir kudrete sahiptirler. Bu sebeple

de birçok Avrupalı devlet çok artmış olan Semit (Yahudi) ırkından kurtulabilmek için Yahudilerin Filistin’e mu-haceretini iyi karşılayacak-lardır. Fakat bizim memleke-timizde kâfi Yahudi vardır. Eğer Filistin’de Müslüman Arap unsurunun faikıyetini (üstünlüğünü) muhafaza et-mesini istiyorsak, Yahudile-rin yerleştirilmesi fikrinden vazgeçmeliyiz. Aksi takdirde yerleştirildikleri yerde çok kısa zamanda bütün kudreti elde

edeceklerinden dindaşlarımızın ölüm kararını imzalamış oluruz... Siyonistler Filistin’de yal-nız ziraat yapmak değil, orada hükümet kurmak, siyasî temsilcilerini seçmek gibi şeyler de arzu-luyorlar.”

İşte Osmanlı Hilafet Devleti’nin Hali-fesi AbdulHamid, Yahudilerle bu konuda görüşmeyi dahi kabul etmeyerek bu konu-da gerekli olan şer’î hükümler doğrultu-sunda hareket etmiştir. Gerçekte mülkiyeti Ümmet’in tümüne ait olan Müslüman top-rağı üzerinde Ümmet’in düşmanları ile dip-

Coğrafyanın İlmihali

...Fakat ben sağ olduğum müddetçe bedenimin neşterle yarılması, Filistin’in İmparatorluğumdan

koparılmasından benim için daha kolay bir

hadisedir. Bu imkânsız bir şeydir. Ben daha sağ

iken bedenimizin üzerinde otopsi yapılmasına asla

müsaade edemem.”

Page 25: KöklüDeğişim 77.Sayı

23 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

lomatik hiçbir ilişki içine dahi girmemiştir.

Cennet mekân AbdulHamid’in meseleyi ölüm-kalım meselesi olarak değerlendirdi-ğini ise şu sözlerinden anlayabiliyoruz:

“Ben sağ olduğum müddetçe bedenimin neşterle yarılması, Filistin’in İmparatorlu-ğumdan koparılmasından benim için daha kolay bir hadisedir. Bu imkânsız bir şey-dir. Ben daha sağ iken bedenimizin üzerin-de otopsi yapılmasına asla müsaade ede-mem.”

Ayrıca AbdulHamid’in Müslüman top-rağını şu ya da bu sebeple gözden çıkart-manın kelimenin tam anlamıyla Ümmet’in emanetine ihanet etmek anlamına geleceği-ni şu sözleri ile anlamış bulunuyoruz:

“Burayı Yahudilere satma kara lekesini ve Müslümanların korumam için bana tevdi ettik-leri emanete ihanet etme suçunu yüklenemem. Yahudiler, mallarını kendilerine saklasınlar.”

İhanete denk, bu elim hadise, Sudan’ın güneyinin kirli bir referandum sonucunda Ümmet’ten gasp edilmesi ile birlikte bir kez daha anlamış oluyoruz ki, Ümmet’in ema-netlerine, canlarına, mallarına, servetlerine,

onur ve haysiyetlerine ancak Allah’ın indir-dikleri ile hükmedecek olan bir Halife sahip çıkabilir. Çünkü O, Ümmet’in maslahatları-na iman saikiyle sahip çıkacaktır. Kendisine yüklenen emanete ihanet ettiğinde huzur-u İlahî’de, Yüce Divan’da işlediği cürümler-den dolayı Rabbine hesap vereceğinin bilin-cindedir. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

ما من عبد يسترعيه الله رعية يموت يوم يموت وهو غاش لرعيته إال حرم اهلل عليه الجنة

“Allah kime bir yöneticilik verir de, o öldüğü gün halkını aldatmış olarak ölürse, Allah ona Cenneti haram kılar.” (Muslim 142)

Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

إنما اإلمام جنة ، يقاتل من وراءه ، ويتقى به

“Kuşkusuz İmam, kalkandır. Ancak onunla (düşmanlara karşı) savaşılabilir. An-cak onunla (canlar, servetler, topraklar) koru-nulabilir.” (Buharî, Muslim)

لمثل هذا فليعمل العاملون

“Çalışanlar, böylesi bir kurtuluş için ça-lışsın.” (es-Saffat 61)

Coğrafyanın İlmihali

Page 26: KöklüDeğişim 77.Sayı

24Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

rı neticesinde göstermelik savaş ve yapay kahramanlar eliyle de bu işgallerden kur-tulmuşlardır. Fakat bu bölgelerden kalkan sadece askerî işgaller olmuş, siyasî işgaller ise iyice kalıcı hale getirilmiştir. Müslüman-ların özellikle Hilafet varken sahip olduğu güçten korkan Batılı kâfirler, bu vakıayı bir daha yaşamamak adına, kültürel ve fikrî iş-gallerini halen daha sürdürmektedirler.

İşte Tunus da bu işgali yaşamış ülkeler-den biridir. Sömürgeciler bu ülkeden çeki-lirken sadece askerlerini çekmişler, yerlerine manda valisi konumunda olan yöneticiler bı-rakmayı ihmal etmemişlerdir. Bir de askerî kuvvetleri kendilerine tam bağlı hale getir-mişlerdir. Halkının %99’unun Müslüman olduğu bir ülke olan Tunus, Arap coğrafya-sında Anayasası laik olan tek ülkedir. Nasıl bir yönetim anlayışına sahip olduğunun ve halkına hangi gözle baktığının anlaşılma-sı için şu veriler yeterlidir: Tunus’ta 30 bin asker bulunurken, 120 bin polis bulunmaktadır. Yani aynen Türkiye’de olduğu gibi halk,

Hakkı EREN

Bazı bilgiler vardır ki, onların asla unutulmaması gerekir. Gelişen bü-tün olaylar, o bilgilerin üzerine in-

tibak edilmeli ve değerlendirme, o bilgilerin oluşturduğu zaviyeden yapılmaya çalışıl-malıdır. Bu bilgiler İslam hükümleri olduğu gibi, aklın ortaya koyduğu yalın gerçekler de olabilir. İşte bu bilgilerden yola çıkarak Tunus’ta ortaya çıkan karmaşayı ve arkasın-da neler olabileceğini irdelemeye çalışalım.

Sömürgecilik, Batılı kâfir devletlerin ade-ta aslî işi olmuştur. Kapitalizm’in felsefesi gereği bu kaçınılmaz bir olgudur. O yüzden batılı kâfir devletler, coğrafî keşifler netice-sinde keşfedilen bölgelere, bir takım fennin dışında zulüm, talan ve sömürü götürmüş-lerdir. Dönemin, güneşi batmayan impara-torluğu olan İngiltere, bu alanda en büyük sömürgeci devlet olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti’nin yı-kılmasıyla, O’nun hâkimiyeti altında bulu-nan coğrafyalar askerî işgallerle tanışmış-lar, daha sonra yine kâfirlerin sinsi planla-

Page 27: KöklüDeğişim 77.Sayı

25 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

Tunus, Fransız işgalinden dolayı kültürel olarak

Fransız kültürünü taşımakla birlikte, Fransız askerî sömürgeciliğinin

topraklarından çıkmasından sonra yine

İngiliz ve Fransız nüfuzuna boyun bükmüş bir ülkedir.

potansiyel düşman olarak görülmekte ve kamusal alanlarda İslamî hükümlerin uygu-lanmasına izin verilmemektedir. Bu hikâye bizlere hiç de yabancı gelmiyor değil mi? Bu gerçeklerden yola çıkarak şunu söylemek mümkündür. Tunus, Fransız işgalinden do-layı kültürel olarak Fransız kültürünü taşı-makla birlikte, Fransız askerî sömürgeciliği-nin topraklarından çıkmasından sonra yine İngiliz ve Fransız nüfuzuna boyun bükmüş bir ülkedir. Aynen Orta Doğu’daki diğer bazı ülkeler gibi…

Fakat daha sonra dünya sahnesine güçlü bir giriş yapan Amerika, bu planları darbe-lerle ve siyasî çekişmelerle değiştirmeye ça-lışmıştır. Bazı ülkelerde ba-şarılı olmuş, bazılarında da halen başarılı olmak için ça-lışmaktadır. İşte Tunus bu ülkelerden biridir. Tunus’a tesir etmeyi planlayan Amerika, seksenli yılların sonunda 61 milyon dolar tutarında cömert güvenlik yardımları vermeye baş-lamıştır. Ayrıca Amerikan eski Başkanı Bill Clinton’ın 1995’te Tunus duvarını del-me girişimi de başarılı olamamış ve döne-min Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı Pellitro’nun çabaları boşa çıkmıştır. Fakat daha sonra Amerika’nın bölgeye bakışı farklı bir hal almış ve BOP çerçevesinde böl-ge devletlerine sunduğu reformların ger-çekleştirilmesine dönük baskılarını daha da artırmıştır. 11 Eylül hadisesi de bu sürecin başlamasına vesile olmuştur. Fakat tüm bu çalışmalara rağmen Amerika, Tunus’ta so-mut sonuçlar elde edememiştir.

Amerika’nın özgürlükçü, yenilikçi ve ılımlı İslam sentezi ekseninde uygulamaya çalıştığı bu baskılar ve değişen yeni dünya

düzeni, Avrupalı devletleri, kendi sömürü kalelerini korumaya ve sağlamlaştırmaya itmiştir. Bu nedenle İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci ülkeler, çağın ve konjonktürün gerektirdiği üzere bir takım değişiklikler yapma ihtiyacı hissetmişlerdir. Zira bu yeni dünya düzeninde, artık diktatör rejimlere yer bulunmamaktadır. Bu minvalde mevcut coğrafyalarda bazı yönetim değişikliklerinin olması kaçınılmazdır. Dünya artık diktatör-lük vb. gibi yönetim şekillerini kaldırabile-cek durum ve şartlarda değildir. O yüzden bu türden yönetimler, ya Amerika’nın bas-kıları ve sistemli planları neticesinde değişi-me zorlanacak, ya da İngiltere gibi mevcut sömürgeci ülkeler bu tehlikeyi bertaraf ede-

cek değişiklikleri kendileri gerçekleştireceklerdir.

Muhakkak ki Avru-palı sömürgeci ülkeler, Amerika’nın Tunus’a, hat-ta tüm Kuzey Afrika’ya ciddî bir önem verdiğinin farkındadırlar. İşte bunun içindir ki Avrupalılar, daha önce Tunus’taki otoritenin, kendi siyasetleri ışığın-da hareket eden Habib

Burgiba’dan alınıp onun güvenini kazanmış olan Zeynelâbidin’e aktarılmasını tertiple-dikleri gibi, benzer şekilde şimdi de otori-tenin Zeynelâbidin’den alınıp yine kendile-rine bağlılığını sürdürerek ona halef olacak kişiye aktarılmasını tertiplemektedirler.

Tunus’da meydana gelen olaylar, işte bu türden bir değişimin tabanını oluştur-mak için tertiplenmiştir. Zira yaptığı zu-lüm, katliam ve baskılar had safhaya ulaşan Zeynelâbidin bin Ali, artık yaşlanmıştır ve bu değişimi algılayabilecek birisi değildir. Aynen Habib Burgiba ile değiştiği gibi, o da şimdi yeni halefi ile değişecektir. Bu geliş-

Tunus’ta Değişen, Sadece Üsluptur

Page 28: KöklüDeğişim 77.Sayı

26Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

melerden yola çıkarak farklı bir devrim bek-lemek çok yanlıştır. Burada tam bağımsız bir halk hareketinden bahsetmek de müm-kün değildir. Zira yapısı ve anlayışı itibariy-le Türk ordusuna benzeyen Tunus ordusu, gelişen olaylara müdahale etmemiş ve sey-retmekle yetinmiştir. Şu da unutulmamalı-dır ki Tunus, gerçek bir halk hareketini çok kanlı bir şekilde bastıracak kadar acımasız yöneticilerin ve komutanların yaşadığı bir ülkedir. Değişen büyük ihtimalle sadece Zeynelâbidin bin Ali ve onun yönetim an-layışı olacak gibi gözükmektedir. Zira yeni hükümet modellerinde Zeynelâbidin ile gö-rev yapan önemli isimlerin yer alması buna bir delildir.

Tüm bu yaşanan olayların ardından “Muhammed Gannuşî” ve diğer azgın bir mücrim olan “Abdul-lah Kallal” Tunuslula-rın yarasına merhem olmayacak, hatta tam tersine kanayan yara-larını daha da çok acı-tacaktır. Her iki isim de zalim Zeynelabi-din bin Ali ile zamanında çalışmış ve aynı zalimane uygulamalarda bulunmuş olan kişilerdir. Tunus’ta dikkat edilmesi gereken isimlerden bir tanesi de eski Savunma Baka-nı en son ise Dışişleri Bakanlığı ile meşgul bulunan “Kemal Mercan”dır. Kemal Mercan, Tunus’ta oldukça yetkin bir diplomattır ve yurtdışı görevleri ile şöhret kazanmıştır. Bir de Zeynelâbidin bin Ali ile nesep, akrabalık ve aşiret bağı vardır. Her ikisi de Hammân Sûse şehrindendir. Kemal Mercan’ın hanı-mı, Zeynelâbidin’in bacısının kızıdır. Üste-lik tilki kurnazlığı ve İngiliz siyasî şirreti ile meşhur Zeynelâbidin, Savunma ve Dışişleri

Bakanlığı gibi kilit konumları kendisine tes-lim edecek kadar Kemal Mercan’a güven-mektedir. Uzun yıllardır üstlendiği yurtdışı görevlerinden dolayı, devletlerarası top-lumda meşhur ve saygın bir konuma da sa-hip olmuştur. En önemlisi Tunus devletinin iç politikalarından uzak olmasından dolayı, -her ne kadar bilhassa Birleşmiş Milletler önün-de yaptığı konuşmalarda ülkesini savunmuş olsa da- Tunus devletinin halkına ve ülkesi-ne karşı işlediği zulümlere ve cürümlere adı doğrudan karışmamıştır. Bu bakımdan yerel ve devletlerarası düzeyde kabulünün daha rahat ve daha kolay olması mümkündür. Bu yüzden Zeynelâbidin bin Ali’den boşalan

makama onun geç-mesi de olasılıklardan biridir. Ancak ister Kemal Mercan olsun, ister Kallal, isterse de Gannuşî, değişen sa-dece üslup olacaktır. Çünkü eksen de, zih-niyet de aynıdır. Bu sebeple Tunusluların dikkatli hareket etme-si gerekir.

Tunus’ta meyda-na gelen olaylara bu pencereden bakmak gerekir. Meselenin daha net anlaşılması için Türkiye’den örnek verecek olursak, CHP’deki yönetim ve üslup değişikliğini gösterebiliriz. CHP, AKP iktidarı karşısın-da varlık gösterebilmek için yeni bir değişi-mi zorunlu görmüştür. Ancak CHP, Deniz Baykal gibi eski bir yüzle yenilenemeyeceği gibi, Önder Sav gibi bir zihniyetle de asla üslup değiştiremezdi. Bu sebeple AKP’nin daha fazla güçlenmemesi ve en azından tek başına iktidar olmaması için zoraki de olsa bir değişiklik gerçekleştirilmiş ve bu iki isim CHP’den uzaklaştırılmıştır. Bu min-

Tunus’ta Değişen, Sadece Üsluptur

Page 29: KöklüDeğişim 77.Sayı

27 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

valde Amerika’nın dünyada sahip olduğu konumundan rahatsız olan Avrupalı ülke-ler de, mecburen de olsa hareket tarzlarını değiştirmek zorunda kalmışlardır. Tunus’ta Zeynelabidin bin Ali ile bu değişikliklerin olmayacağını ve kimsenin de buna inanma-yacağını bildikleri için de oyuncusunu de-ğiştirmişlerdir.

Ancak medya tarafından “yasemin dev-rimi” olarak adlandırılan bu ayaklanma, sanki Avrupalılar tarafından kasıtlı olarak uzatılmakta ve olayların diğer komşu ül-kelere sıçraması istenmektedir. Özellikle de Amerika’nın bölgedeki baş aktörü olan Mısır’a. Çünkü İngiltere ve Fransa gibi Avrupalı ülkeler, Mısır’ın bölgedeki ABD yanlısı siyasetinden oldukça rahatsızdır. Bölgeye baktığımız da “İsrail”den sonra en çok Amerikan yardımı alan ülkenin Mısır olduğu görülecektir. Zalim Mübarek’in yaşı ve durumu da, bu hamleleri cesaretlendir-mektedir. Ayrıca Arap ülkelerinde oluşan

bu doğal atmosferi değerlendirmek isteyen sömürgeci kâfirler; Yemen, Ürdün, Libya, Cezayir, Suudi Arabistan gibi ülkelerde he-gemonya mücadelesine karşılıklı olarak de-vam edeceklerdir.

Tüm bu üslup değişiklikleri sorunlara çözüm getirmeyeceği gibi, Kapitalizmin ister diktatör, isterse ılımlı siyaset güden yönetim anlayışları, asla insanlara refah sağlamayacaktır. O yüzden de bu yönetim-lerin hepsi bir gün yıkılmaya mahkûmdur. Türlü oyun ve hilelerle, halklarını sokakla-ra dökerek, yapay çatışma ortamları oluş-turarak hâkimiyetlerini pekiştirmeye çalı-şan bu yöneticiler, çok yakında gerçek bir inkılâpla karşı karşıya kalacaklardır. Gün gelecek eskiden olduğu gibi bu coğrafyalar tekrar İslam nizamı ile şereflenecek, huzura ve refaha kavuşacaklardır. Allah’ın izni ile örümcek ağı misali olan bu diktatör rejimler yıkılacaktır ve o günler Allah’ın izniyle çok yakındır…

Tunus’ta Değişen, Sadece Üsluptur

Page 30: KöklüDeğişim 77.Sayı

28Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Hizbullah mensuplarının CMK 102. Madde kapsamında 10 yıllık tutukluluk sürelerinin ardından,

tutuksuz yargılanmak üzere salıverilmeleri, gündemi bir hayli meşgul etti. Özellikle Laik medya ve CHP zihniyetinin veryansın etmesiyle, serbest bırakılanların bir kısmı-nın da içerisinde olduğu daha fazla sayıda kişi gözaltına alınarak tutuklandı.

Bizler KöklüDeğişim ailesi olarak, CHP zihniyetinin ve Laik medyanın bu çığırtkan-lığının, Türkiye’deki yargı sistemi üzerinde ne kadar etkili olduğunu zaten biliyorduk. Zira 2005 senesinde izin alınarak yapılan ba-sın açıklamamızın akabinde, bu zevat “Baş-kentin Göbeğinde Hilafet İstediler” veryansını ile yargı mekanizmasını harekete geçirmiş ve ertesi günün sabah namazı vaktinde kol-luk kuvvetlerini operasyona sevk etmişti.

Bu CHP’nin, bu Laik medyanın, bu yar-gının nasıl bir anlayışla hareket ettiği her yö-nüyle ayın on dördü gibi ortadadır: İslam’a ve Müslümanlara karşı kinleri ağızlarından

taşmakta, kalplerinde olan ise daha fazladır. Fakat bu türden zulümlere maruz kalmış ve kalanların da destekçisi olacağını beyan eden AKP, burada daha net bir tavır ortaya koymalı ve yapılan hukuksuzluklara, Müs-lüman kardeşlerine yapılan bir zulüm ola-rak ses çıkarmalıydı. En azından hukukun genel normlarının esasî bir kaidesi olan ada-letin tesisi açısından ses çıkarmalıydı.

Ama öyle olmadı. Maalesef AKP Hükümeti, çığırtkanların vaveylasına karşı duramayarak onların hezeyanları yönünde eğildi. İşte en son, Hizbullah operasyonları… Hacı İnan, Doğru Haber Gazetesi yazarı Mehmet Eşin ve STK’lara yapılan yeni operasyonlar… Hacı İnan, tahliye olduktan sonra kendisinden istenen haftalık karakol imzasını attığı halde bu sefer yeni bir dosyadan dolayı tutuklandı. 10 yılı aşkın bir süredir kesinleşmemiş iddialar yüzünden tutuklu bulunacaksınız, hem de bu 10 yılın sonunda yine yasal düzenlemeler çerçevesinde tutuksuz yargılanmak üzere

Ahmet SİVREN

ÜSTÜNLÜKHUKUKTA MI,MEDYADA MI?

Page 31: KöklüDeğişim 77.Sayı

29 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

serbest bırakılacaksınız ama bir hafta son-rasında yeniden gözaltına alınacaksınız. İşte bu katmerli bir zulümdür. Zira kişi eğer suçlu ise, hükmünü kesin ve cezasını verin. Yok, eğer suçsuz ise, o halde serbest bırakın ve dosyayı kapatın. Ama öyle olmuyor maalesef… Türkiye Cumhuriyeti’nde taraf-lar, hep işlerine geldiği zaviyeden bakıyorlar hadiselere.

Laik CHP ve medya, Ergenekon Sanığı Mehmet Haberal’ın hastane odasının savcı gözetiminde polis tarafından aranmasını utanç verici olarak değerlendirirken, gerek Hizbullah cemaatinin olsun, gerek diğer başka cemaatlerin olsun, üyelerinin evlerinin saba-hın 5’inde, kapıları kırıla-rak, uzun namlulu silah-larla, yatak odalarına bile “destursuz” girilmek sure-tiyle aranmasını görmez-den gelebilmektedir. Yine aynı CHP, eğer bir yargı kararı Müslümanların lehi-ne çıkarsa ortalığı kasıp ka-vururken, Müslümanların aleyhine çıkan kararlarda “yargı kararlarına saygılı ol-mak lazım” diyerek meseleyi geçiştirebilmektedir. Hâlbuki mesele yargı alanında olan bir konu ise, bırakın buna yar-gı karar versin. (Tabii ki yasalar çerçevesin-de. Zira malumdur ki, Türkiye’nin hukuk sisteminde de kararlar, çoğunlukla keyfî uygulamalar ve hevaya dayanan içtihatlarla alınmaktadır. Maddî bir faaliyetleri olmadı-ğı halde, cezaevlerinde “terör örgütü üyesi” yaftasıyla yıllardır tutuklu/hükümlü olarak yatanlar, bu sözümüzün en bariz delilidir.)

Müslümanların genelinin, zulüm kar-şısındaki tavırları bellidir. Fikrî ve me-totsal farklılıklara rağmen, Müslümanlar

arasında zulüm karşısında bir kenetlenme kendiliğinden zuhur etmeli, zulmü dindir-mek için Müslümanlar, diğer kardeşleriyle omuz omuza dayanışabilmelidir… Bugün İslamî Ümmet’in içinde bulunduğu du-rum, bu minvalde de kendini göstermekte ve Ümmetteki bu parçalanmışlık hali zul-mün, günbegün daha da güçlü bir halde mazlumları ezebilme cüretinin sırtını okşa-maktadır. Ama bu böyle gitmez; zira zulüm ebedî değildir. Gerek Hizbullah mensupla-rının vakıasında, gerek diğer Müslüman-ların yargılandıkları davalarda ve gerekse diğer herhangi bir haksızlık-hukuksuzluk

karşısında Müslümanlar seslerini yükseltmeli ve bu konudaki duruşlarını açık-net bir biçimde ortaya ko-yabilmelidirler.

Beşerî hukukta adalet aramak abesle iştigaldir; bu muhakkak! Fakat yine beşerî hukukun bile ken-di ilkeleri, esasları ve ka-nunları vardır. Bu yasalara bile uyulmadığı, bu ilkeler-den bile taviz verildiği, bu esaslardan bile farklı farklı uygulamalar ittihaz edil-

diği bir ortamda, elbette zulüm diş biliyor demektir. Haberallar, Cihanerler, Çiçekler, Doğanlar gibi örnekler bir yanda dururken, diğer yanda; “hukuk aleyhlerine işleyenler”, Müslümanlar duruyorlar. Zira İlhan Ciha-ner davası, 2 ay gibi kısa bir sürede sonuç-landırılırken, Hizbullah dosyası 10 yıldır sürüncemede bekletilebiliyor; Mehmet Ha-beral rahatsızlığı(!) sebebiyle özel hastane odasında ağırlanırken, cezaevindeki on-larca tutuklu/hükümlü kanser gibi birçok illetli hastalığın pençesinde kıvrandırıla-biliyor, hatta kimi dayanamayıp canlarını

Üstünlük Hukukta Mı, Medyada Mı?

Gerek Hizbullah mensuplarının vakıasında, gerek diğer Müslümanların

yargılandıkları davalarda ve gerekse diğer herhangi bir haksızlık-hukuksuzluk karşısında Müslümanlar seslerini yükseltmeli ve bu konudaki duruşlarını

açık-net bir biçimde ortaya koyabilmelidirler.

Page 32: KöklüDeğişim 77.Sayı

30Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

teslim ediyorlar. Dursun Çiçek ve Çetin Do-ğan hadiseleri ise dillere destan! Aynı yargı toplumda o kadar haber yapılmış olmasına, onca deliller ortaya konmuş olmasına rağ-men bu şahısları içerde tutmayı bir türlü ba-şaramamışken, Hizbullahçıları bir hafta bile dışarda tutamamıştır.

Peki, Müslümanlar nereye gitsin ve kimi kime şikâyet etsin? Yargıya gitseler, yargı-nın İstiklal Mahkemeleri’nden beri Müslü-manlara takındığı tavır bellidir. Hükümete gitseler, onlar laik Kemalistler kadar cesur değillerdir. Aman bize bulaşmayın yoksa bizim de İslamcı olduğumuzu zanneder-ler diyerek büyük bir korku içerisindedir-ler. Hâlbuki hangi taraf olunursa olunsun, hukuk’tan bahsedenlerin kendi aleyhinde de olsa adaleti ayakta tutabilmeleri gerek-mektedir.

وال بالقسط شهداء لله قوامين كونوا آمنوا الذين أيها يا يجرمنكم شنآن قوم على أال تعدلوا اعدلوا هو أقرب للتقوى واتقوا

الله إن الله خبير بما تعملون

“Ey iman edenler; adaleti gözeten şa-hitler olun. Ve bir topluluğa karşı olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adalet edin. Bu, takvaya daha yakındır. Ve Allah’tan korkun. Muhakkak ki Allah; işlediklerinizden haberdardır.” (el-Mâide 8)

Başbakan Erdoğan referandum mitingle-rinde, “Üstünlerin hukuku değil, hukukun üs-tünlüğü olacak” demişti. Fakat uygulamalar-da görüyoruz ki; hukukun değil, medyanın üstünlüğü söz konusudur.

Üstünlük Hukukta Mı, Medyada Mı?

Page 33: KöklüDeğişim 77.Sayı

31 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

2011 yılının girmesiyle birlikte, Hü-kümet ile Yargıtay arasında gerili-me neden olan ve sonuçları alenen

karşılıklı suçlamalara kadar varan büyük bir yargı krizi gündemdeki yerini aldı. Tu-tukluluk sürelerini düzenleyen CMK 102. Maddesi çerçevesinde, üzerlerine çok ağır suçların da atılı olduğu ve haklarında mah-kemelerce hüküm kesilip Yargıtay sürecini beklemekte olan sanıkların bir kısmı tahliye edilmişlerdir. Bu tahliyeler de doğal olarak toplumsal bir huzursuzlukla birlikte ciddi tepkileri de beraberinde getirmiştir. Çünkü devletin güvenlik birimleri tarafından kuv-vetli suç zannıyla yakalanıp adalete teslim edilen insanlar, yine aynı devletin adaleti tesis etmekle yükümlü birimleri tarafından tahliye edilmektedirler. Üstelik bu tahli-yelere muhatap olan şahıslar ve yaptıkları iddia edilen suçlar kamuoyunu günlerce meşgul etmişken... Bu meşguliyet, bugün gelinen noktada; devlete karşı suç işleyen-lerin, katillerin, canilerin, çete üyelerinin, tecavüzcülerin, gaspçıların, vb. suçluların toplumun içerisine karışması anlamına gel-

mektedir. Neticede mesele toplumun temel ihtiyaçlarından birisi olan “güvenlik” ihtiya-cının ihlal edilmesi ve buna bağlı olarak da “adalet” kavramına olan güvenin sarsılması meseledir. Bu yüzden bu mesele toplumsal bir duyarlılık oluşturmuştur.

“Medenî Hukuk” diye adlandırılan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk sistemi-nin de dâhil olduğu hukuk sistemlerinde, kolluk kuvvetlerinin gözaltı ve sorgu süre-ciyle başlayıp mahkemelerin kararlarının ardından Yargıtay onayı ile son bulan uzun soluklu bir hukuksal süreç söz konusu-dur. Bu süreç, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun (CMK) 250. maddesi ile tan-zim edilen hususlar gereğince tutuklu veya tutuksuz olarak geçirilebilmektedir. Bu ya-saya göre; kuvvetli suç şüphesi, suçun niteliği, delillerin karartılma olasılığı ve sanıkların kaç-ma ihtimallerinin bulunması gibi hususların varlığı, tutuklamaya neden oluşturmakta-dır. İşte bu tutuklama sürecinin AB kriter-lerine uygun bir hale getirilmesine yönelik yapılan yasal düzenlemelerle tutukluluk sürelerine getirilen sınırlamalar kapsamın-

İbrahim ER

Page 34: KöklüDeğişim 77.Sayı

32Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

da, yıllardan bu yana karara bağlanamayan davaların sanıkları tahliye edilmişlerdir. Bu şahıslar, şu an için aynı hukuk çerçevesinde birer “zanlı” konumundadırlar ve üzerleri-ne atılı “iddialar” vardır yani henüz suçları kesinleşmemiştir. Zaten bizim konumuz da bu sanıkların suçluluğu veya suçsuzlu-ğu meselesi değildir. Bu hususta karar ver-mesi gerekenler, suç iddialarını ortaya atan hukuk sisteminin yargı mekanizmasıdır. Ancak bu mekanizmayı oluşturan bağımsız yargı(!), bu konuda yıllardan beri bir karar vermeyi başaramamıştır.

Tutukluluk sürelerinin sınırlandırılması-na yönelik yapılan bu düzenleme, tutuklu-luk sürelerini düzenleyen 5271 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun (CMK) 102. Maddesi’nde yapılan değişiklik netice-sinde yürürlüğe girmiştir. Madde kısaca şu şekildedir: “Ağır Ceza Mahkemesi’nin görevi-ne girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok bir yıldır. Ancak bu süre, zorunlu hallerde gerekçe-leri gösterilerek 6 ay daha uzatılabilir. Ağır Ceza Mahkemesi’nin görevine giren işlerde, tutuklu-luk süresi en çok 2 yıldır. Bu süre, zorunlu hal-lerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam 3 yılı geçemez. Bu maddede ön-görülen uzatma kararları, cumhuriyet savcısı-nın, şüpheli veya sanık ile müdafiinin görüşleri alındıktan sonra verilir.” Bu maddeye bağlı olarak, terör suçlarını düzenleyen CMK’nın 252. maddesinde de tutukluluk süreleri ile ilgili olarak; “Kanunda öngörülen tutuklama süresi, devletin güvenliğine, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine ve millî savunmaya karşı suçlar ile devlet sırlarına karşı suçlarda 2 kat ola-rak uygulanır” şeklinde bir ifadeye yer veril-miştir. Yapılan bu değişikliklerin Yürürlük ve Uygulama Şekli hakkındaki kanun da 4 Aralık 2005 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Ancak Kanun’un 12. Maddesiyle, CMK’nın tutukluluk sürelerini belirleyen maddesinin

31 Aralık 2010 yılında yürürlüğe girmesi hükme bağlanmıştır. İşte Türkiye’yi büyük bir yargı çıkmazına sürükleyen yasal dü-zenleme kısaca bu şekildedir.

Bugün kamuoyunda bu mesele ile ilgili olarak ortaya çıkan tartışmaların üzerine yo-ğunlaştığı hususlar, asıl bakılması gereken noktayı gölgelemektedir. Toplum bazında ortaya çıkan tepkiler ise bilinçsiz tepkiler-dir. Çünkü şu anda konu tamamıyla suçun kimde olduğu noktasında düğümlenmiştir. Suçluyu ortaya koyma işi de, bu işi yapan tarafın sahip olduğu anlayışa göre farklılık arz etmektedir. Mesela, Ulusalcılara göre suçlu Hükümet’tir. AKP yanlılarına göre de suçlu Yargıtay’dır. Bütün meselelerde ve ortaya çıkan bütün problemlerde olduğu gibi suçlu, hep diğer taraftır ve iki tarafın da ortaya koydukları, fikir ve yorum açısın-dan kesinlikle doğrudur. Ancak bu iki taraf; siyasî, ekonomik, askerî, hukukî ve içtimaî alanlar başta olmak üzere hiçbir konuda ortak fikir ve çözümler ortaya koyama-maktadırlar. İki taraf açısından da doğru-lar çoktur ama bütün uygulamalar toplum açısından fiyaskoyla sonuçlanmaktadır. Bu yüzden yıllardan beri bu toplum, iki tarafın doğruları arasında sırtına vurulan yüklerin oluşturduğu kamburlarla yaşam mücadele-si vermektedir. Sonuçta Ulusalcı ve Liberal anlayışların ortaya koyduğu doğruların bu Ümmet’e vermiş olduğu zararları birkaç cümleyle ifade edebilmek mümkün değil-dir. Ancak bu doğruların da artık bir Türki-ye klasiği olduğunu kabul edip, bu konuda ve diğer bütün konularda kesinlikle itibar edilmemesi gereken safsatalar olduğunu aklımızın bir kenarına yazmamız ve mese-leleri değerlendirirken dikkate almamamız gerekmektedir.

Büyük bir yargı krizi olarak karşımıza çıkan bu gelişmenin sebebi, bizzat sistemin

CMK 102, Mülkün Temelinin Çöküşüdür

Page 35: KöklüDeğişim 77.Sayı

33 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

kendisidir. İşte üstü örtülmek istenen husus da budur, zaten. Bugün Türkiye’de devletin eğitim sistemi ile adalet mekanizması iflası-nı ilan eden ilk yapılardır. Bu yüzden dik-katleri suçlu aramak yerine sisteme ve siste-min kurumlarına yöneltmek daha gerçekçi bir yaklaşım olacaktır. Böylece gerçeklerin üstünün örtülmesi engellenerek toplumun yanıltılmasının önüne geçilecektir.

Adalet mekanizmasının işleyişi ve aksak-lıkları ile ilgili sorun, Cumhuriyet ile birlikte kendisini göstermeye başlamıştır. Sadece bi-rer iddiadan ibaret olan “bağımsız yargı, hu-kukun üstünlüğü, hukuk devleti” gibi söylem-ler hayat sahasına hiçbir zaman indirileme-miştir. Çünkü Türkiye’de yargı, vatandaşın huku-kunu gözetmek ve adalet-le hükmetmek için değil, Laik-Kemalist düzeni ko-rumak için vardır ve bu kasıtla oluşturulmuştur. Yargı mekanizması da do-ğal olarak bu minvalde iş-lemiştir. Kolluk kuvvetle-ri ve yargı, o günden beri yalnızca bu yöne odak-lanmışlardır. Meclis açılır açılmaz, 2 numaralı kanun olarak çıkarılan ve devrim kanunlarının ilki olan “Hıyanet-i Vataniye” kanunu ile başlayan bu süreç, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ve inkılâplar sırasında çıkarılan ve adına “Devrim Ka-nunları” denilen kanunlarla devam etmiş-tir. Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin Kaldırılması, Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birliği), Hilafet’in Kaldırılması, Medenî Kanun, Tekke ve Zaviye-lerin Kapatılması, Şapka İktisası (Giyilmesi), Aşar’ın Kaldırılması, Bazı Lakap ve Unvanların Kaldırılması ve Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceği ile ilgili hususlar hakkında yapılan kanun-lar Devrim Kanunları’nı oluşturmaktadır.

Görüldüğü üzere bu maddelerin tamamı-nın hedefinde İslam ve O’na samimiyetle bağlı olan Müslümanlar vardır. Daha sonra bu kanunların uygulanma yetkisinin İstiklâl Mahkemeleri’ne verilmesiyle, Hukuk Devleti’nin(!) adalet mekanizması, gelişimi-ni tamamlamıştır. Nitekim bu gelişmelere paralel olarak, Cumhuriyet’in ilk yıllarında süreç sürekli olarak Müslümanların aleyhi-ne işlemiş ve binlerce Müslüman’a irticacı ve yobaz damgaları vurularak, özellikle de İstiklâl Mahkemeleri eliyle çok ağır bedeller ödettirilmiştir. Ancak gelişmeler bunlar-la sınırlı kalmayacak; o günler için “irtica” olan İslam, ilerleyen dönemlerde irtica ile

birlikte “terör” vasfını da alacak, İstiklâl Mahke-meleri önce Devlet Gü-venlik Mahkemesi, sonra da CMK 250. Madde ile görevli Ağır Ceza Mahke-mesi haline gelecek ve 87 yıl sonra “irtica” yine en büyük tehdit olacaktır. Bu bakış açısı üzerine kurul-muş bir yapının ve işleyi-şini bu bakış açısı üzerine sürdürmeye çalışan bir anlayışın tarafsız olabilme

olasılığı nedir? Böyle bir ortamda üstün ola-cak hukuk; hangi yetkiyle, kim tarafından ve nasıl oluşturulur? “Hukukun üstünlüğü” gerçekten ilke edinilmişse, bu husus hayata nasıl geçirilebilir?

Diğer taraftan liberal bir anlayış üzerine kurulmuş olan ve ABD’nin bölge projeleri hususunda “stratejik ortak” vasfını bünye-sinde barındırma onurunu taşıyan AKP Hükümeti de bu yargı probleminin çözüm-leyicisi olamayacaktır. Her ne kadar “bağım-sız yargı” söylemi dillerden hiç eksik olmasa da, “adalet ve bağımsız yargı” kavramları sa-

CMK 102, Mülkün Temelinin Çöküşüdür

Adalet mekanizmasının işleyişi ve aksaklıkları ile

ilgili sorun, Cumhuriyet ile birlikte kendisini göstermeye

başlamıştır. Sadece birer iddiadan ibaret olan “bağımsız

yargı, hukukun üstünlüğü, hukuk devleti” gibi söylemler hayat sahasına hiçbir zaman

indirilememiştir.

Page 36: KöklüDeğişim 77.Sayı

34Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

hip oldukları anlamlar itibariyle Kapitalist İdeolojinin yapısında yer bulmaları müm-kün olmayan kavramlardır. AKP’nin, Ka-pitalizmin özgürlükçü versiyonu olan Libe-ral anlayışa göre hareket etmesi bu gerçeği değiştirmez. Çünkü Kapitalist İdeolojide, hayatın her alanında hâkimiyet kesinlik-le kapital sahiplerinindir. Bu, yönetimde ve ekonomide böyle olduğu gibi kesinlikle yargıda da bu şekildedir. Bunun aksini id-dia etmek, yalnızca gerçek vakıayı örtmeye çalışmaktır. Dolayısıyla yargı bağımsızlığın-dan ve adaletten bahsetmek suretiyle yargı-ya ve özellikle de yüksek yargıya el atmaya çalışan AKP Hükümeti, bu söylemlerinde samimi değildir. O’nun içinde bulunduğu vakıa, izlemiş olduğu yol ve sahip olduğu hayat anlayışı adalet kavramıyla bariz şekil-de çelişmektedir.

Yargı krizinin ve tartışmalı tahliyelerin faili olan iki taraf açısından durum böyle iken, tatbik açısından bakıldığında bugün artık yargının tamamen tıkanmış olduğu görülecektir. Bunu anlamak için bir hukuk-çu olmaya gerek yoktur. Şu an Türkiye’nin hiçbir yerinde yargının vermiş olduğu hü-kümden hoşnut olan bir mağdur bulmanız mümkün değildir. Bu yüzden de adalete duyulan güven tamamen ortadan kalk-mıştır. En basit davalar bile yıllarca sürüp gitmektedir. Davanın nihayetinde verilen kararların, olayın soğumasından ve nere-deyse unutulduktan sonra verilmesinden dolayı küllenen acıların yeniden alevlenme-sine ve verilen adaletsiz kararlardan dolayı da mağdur tarafın bir kez daha yıkılmasına neden olmaktadır. Adalete duyulan güven-sizlikten veya verilen kararlardaki adalet-sizlikten dolayı bir taraftan kan davaları, töre cinayetleri, kanlı infazlar ileri boyutlara ulaşmışken, diğer taraftan yaptıkları yanına kâr kalanlar, toplum içerisinde elini kolunu

sallayarak dolaşmaktadırlar. Yargıtay’da karar için biriken yüzbinlerce dosya ise hu-kuk sisteminin yanlışlığının bir neticesidir. Bu sistem yüzünden işlediği suç ne olur-sa olsun, suçluluğu kesin olarak ispatlan-mış kişilere bile yıllarca hüküm giydirmek mümkün olmamaktadır. Mahkemelerin ka-rara bağlamış olduğu davaların neredeyse tamamı için temyiz yolu açıktır. Bu da da-vanın Yargıtay’a aksetmesi demektir. Suç oranlarının son derece yüksek olduğu bir ülkede böyle bir adalet sisteminin tıkanma-sı son derece normaldir. Yıllarca karar ve-rilememiş yüzbinlerce dava, mağdur olmuş ve zulme uğramış milyonlarca insan demek olduğuna göre, mülkün temeli gerçekten çökmüş demektir.

Bütün mahkeme salonlarında yazılı ola-rak bulunan ve esasen Ömer RadiyAllahu Anh’e ait olan “el adl’u, esâs’ul mulk’’ yani “Adalet Mülkün Temelidir” sözü, bugünün çağdaş(!) hukuk sistemi için de temel kıstas olarak kabul edilmektedir. Burada bahsi ge-çen “mülk” kelimesi “devlet”i ifade etmekte-dir. Dolayısı ile bugünün hukuk sistemi de devletin bekasını ve üzerine oturduğu teme-li adalete dayandırmaktadır. Ancak mevcut hukuk sisteminin insanlar arasında adaletle hükmetme konusunda özürlü olduğu da bir hakikattir. Her şeyden önce hukuk üzerin-deki siyasî yön son derece barizdir. Bu siyasî yönün etkisiyle de taraflar arasındaki suç ve suçlu kavramları ile bu husustaki hukukî değerlendirmeler taban tabana zıttır. Mese-la; sırf bir Müslüman olarak Allah Subhane-hu ve Teâlâ’nın emri gereği İslamî bir hayat nizamı istiyor ve bu hususta bir çalışma ya-pıyorsanız, karşınızdaki muhatabın anlayışı ne olursa olsun (Ulusalcı, Liberal ve -her na-sıl oluyorsa- Ilımlı İslamcı), siz peşin olarak terör suçlusu olarak değerlendirilmeye mah-kumsunuzdur. Bu iddiamızın ispatı, bugü-

CMK 102, Mülkün Temelinin Çöküşüdür

Page 37: KöklüDeğişim 77.Sayı

35 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

ne kadar bu değerlendirme kapsamındaki binlerce Müslüman’a açılan terör davaları ve yüzlercesi ile ilgili verilen mahkûmiyet kararlarıdır. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti cezaevlerinde bu konudan muzdarip çok sayıda tutuklu ve hükümlü Müslüman bu-lunmaktadır. Sonuçta devlet kendi güven-liğini her zaman tebaasının güvenliğinin üzerinde tutmuştur. Kıstas olarak gördüğü devletin temelinin adalet olduğu ilkesini de; adalet kurumunu kullanarak kurulduğu günden bu yana, başta İslamî Hayat Nizamı ve O’nu isteyenler olmak üzere, kendisi için tehdit gördüğü her şeyi yok etmek olarak algılamış ve bu şekilde de hayata indirmeye çalışmıştır. Zaten sistemin hantallığı ve her şeyden önemlisi de tatbik edilen hukukun insan aklının bir ürünü olması, bu ya-pının adalet dağıtmasının mümkün olmadığının bir göstergesidir. Bu yüzden de on yıllardır işlenen hu-kuk cinayetlerinin haddi hesabı yoktur. Hukuk cinayetleriyle başlayan, yapılan yüzlerce yamayla ayakta durmaya çalışan hukuk sistemi bugün artık tıkanmıştır. Yani adalet, bir başka ifade ile de mülkün/devle-tin temeli çökmüştür. CMK 102 ise; yaklaşık doksan yıldan bu yana devam eden bu ma-lum sürecin ilanı niteliğindedir.

Olayın siyasî boyutu da oldukça vahim-dir. Türkiye’de artık kronikleşmiş olan İngi-liz güdümlü Ulusalcı yapı ile Amerika des-tekli AKP iktidarının mücadelesi neticesin-de ortaya çıkmış olan bir görüntüdür. Sırf bu çekişmenin sonucu olarak toplumda bir huzursuzluk ortamı oluşturulmuştur. CMK 102. Madde üzerindeki değişiklileri gerçek-

leştiren elbette ki Hükümet’tir. Hükümet, bu yasa değişikliklerini, tutukluluk süre-lerini AB kriterlerine uygun hale getirmek gerekçesiyle Meclis’teki sayısal ağırlığını kullanarak gerçekleştirmiştir. Bu yasayla il-gili düzenlemenin tarihi, Aralık 2005’tir ve yürürlüğe gireceği tarih de, yasal bir düzen-lemeyle 31 Aralık 2010 olarak belirlenmiş-tir. Dolayısı ile altı yıl içerisinde Yargıtay’ın elinden geçip onaylanmayan her dosyanın tutukluları, yeni yasayla belirlenen tutuk-luluk sürelerini doldurduklarında tahliye edileceklerdir. Ancak Yargıtay’ın önündeki ağır iş yükü, bu işin altından kalkmasına engel olmuş ve bu durum gerek YARSAV

Başkanı ve gerekse Yar-gıtay Başkanı tarafından defalarca dile getirilmiş, pis ortamlarda biriken yıpranmış dava dosyaları yandaş televizyon kanal-larında sıkça gösterilerek mağduriyet ortamı oluş-turulmaya çalışılmıştır. Bu arada Yargıtay, top-lumda çok tepki çekeceği malum olan Hizbullah ve çetelerle ilgili dosyalara da devreye alıp bakabile-

ceği halde bakmayarak, yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte bu tahliyelerin gerçek-leşmesini sağlamış ve Hükümeti bu işin sorumlusu olarak toplumun önüne atmaya çalışmıştır. Nitekim ilk günlerde bunda da başarılı olmuş ve toplumda bu tahliyeleri “Hükümet gerçekleştirdi” havası oluşturarak tepkileri Hükümete yönlendirmeyi başar-mıştır.

Hükümet ise, Türkiye’deki Amerikan re-formları çerçevesinde tasfiye etmeye çalıştı-ğı Ulusalcı yapının son kalesi olan yargıya el atmaya çalışmaktadır. Bu girişimin ilk

CMK 102, Mülkün Temelinin Çöküşüdür

...Yargıtay, toplumda çok tepki çekeceği malum olan

Hizbullah ve çetelerle ilgili dosyalara da devreye

alıp bakabileceği halde bakmayarak, yasanın yürürlüğe

girmesiyle birlikte bu tahliyelerin gerçekleşmesini

sağlamış ve Hükümeti bu işin sorumlusu olarak toplumun

önüne atmaya çalışmıştır

Page 38: KöklüDeğişim 77.Sayı

36Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

hamlesini 12 Eylül’de yapılan referandum-da gerçekleştirmeye çalışmıştır. Hüküme-tin hedefi yüksek yargıdır ve bu konuda da Yargıtay ilk sırada gelmektedir. CMK 102. Madde’nin yürürlüğe girmesiyle birlikte, zaten dillendirilmekte olan Yargıtay’ın mev-cut yapısıyla ilgili yetersiz durumu gözler önüne serilmiştir. Bu durum da mevcut ya-pının değiştirilmesi hususunda Hükümete meşru zemin hazırlamaktadır. Kısacası Hü-kümetin sıradaki hedefi Askerî Yargı’dan sonra Yargıtay’dır. Yargıtay’ın yapısını de-ğiştirmek suretiyle kendi yandaşlarını yer-leştirebileceği yeni bir yapı oluşturmaya çalışmaktadır. Yargıda gerçekleştirilecek bu yapısal yenilikler, yapılacak yeni bir Ana-yasa veya kapsamlı bir Anayasa değişikliği ile gerçekleştirilebileceğinden, Hükümetin gerek Askerî Yargı’ya ve gerekse Yüksek Yargı’ya yönelik bu taarruzları, seçimlerden sonraki döneme yönelik birer yatırım olarak kendisini göstermektedir.

İşte Türkiye’deki adalet mekanizması ve uygulanan hukuk sistemi ile ilgili vakıa bu şekildedir. Gerçekte ise adalet kavramı, zul-mün zıttı olan bir kavramdır. Zulüm ise en yalın haliyle; Allah Subhanehu ve Teala’nın belirlemiş olduğu çizgileri aşmaktır ve O’nun hükmüne muhalefet etmektir. Bu nedenle adalet yalnızca Allah’ın emir ve ne-hiylerine tabi olmakla gerçekleşir. Bu emir ve nehiyler üzerine oturtulmamış bütün mülkler temelsizdirler yani adaletten yok-sundurlar.

المون ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الظ

“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmez-se işte onlar zalimlerdir.” (el-Maide 45)

CMK 102, Mülkün Temelinin Çöküşüdür

Page 39: KöklüDeğişim 77.Sayı

37 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

Son günlerde medyada ‘resmî dil’, ‘iki dillilik’ ve ‘anadil’ meseleleri üzerine bir çok şeyler söylendi ve

yazıldı. Biz medyada yer aldığı vechile bu hususları ‘tartışılması istenen’ boyutundan ele almayıp Müslüman olmamız hasebiyle bir Müslüman’dan beklenen tavrı sergile-yip bu konularda İslâm’ın görüşünün ne olduğunu ve buna paralel olarak biiznillah kurulmasını pek yakın gördüğümüz İslâmî Hilafet Devleti’nin resmî dil anlayışının ne olduğunu ve İslâm’ın dil meselesine bakışı-nı ele alacağız. Yine şuan hâlihazırdaki Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘resmî dil’ algısını mercek altına alıp bunun fasidliğini ortaya koymaya çalışacağız, İnşaAllah.

İslâm’ın dil meselesine bakışını inceledi-ğimizde öncelikle şunu görürüz ki, Allahu Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de bütün insanlara ırk, renk, dil ayırımı yapmaksızın hitap et-mektedir. Farklı dilleri konuşan halklar ol-malarına rağmen Allahu Teâlâ’nın hitabı,

Arap olanı ile Kürt olanı veya Türk veya İn-giliz olanı arasında bir ayırım yapmaksızın Arap Lisanı’yla gelmiştir.

إنا أنزلناه قرآنا عربيا لعلكم تعقلون

“Şüphesiz, Biz onu, anlayasınız diye Arapça Kur’ân olarak indirdik.” (Yusuf 2)

وكذلك أنزلناه قرآنا عربيا

“Ve böylece biz onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.” (Taha 113)

نزل به الروح المين على قلبك لتكون من المنذرين بلسان بين عربي م

“Uyarıcılardan olasın diye Ruhu’l-Emîn (Cebrail Aleyhi’s-Selam) onu senin kalbine apaçık Arap lisanıyla indirdi.” (Şuara 193-195)

Allahu Teâlâ, her insana onların diliyle hitap etmeyip bütün insanlara Arap Dili ile hitap etmiştir. Bu nedenle Arapça İslâm’da cevherî bir cüzdür, İslâm’ın dilidir. Yine bu sebepten ötürü Hilafet Devleti’nin de tek dili Arapça’dır.

Salih ÇELİK

Page 40: KöklüDeğişim 77.Sayı

38Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Bu husus yeni baskıya giren “İslam Dev-leti Anayasa Tasarısı ve Esbabı Mucibesi” adlı kitapta, şöyle izah ediliyor:

“Arapça’nın devletin tek dili olmasına gelince: Bunun delili;

Rasulullah, Kayser’e ve Kisra’ya ve Mukav-kıs’a içerisinde kendilerini İslâm’a davet ettiği mektuplar göndermişti. Bu mektuplar o kralların dillerine tercüme edilme imkânı olmasına rağ-men Arapça lisanı ile yazılmıştı. Rasulullah’ın, Kayser’e, Kisra’ya ve Mukavkıs’a yazdığı mek-tupları, onlar Arap olmadığı halde ve onlara İslâm’ı tebliğ için yazdığı halde; onların dilleriy-le yazmamış olması, Arapça’nın devletin tek dili oluşuna bir delildir. Çünkü Rasulullah’ın bunu yapması ve tebliğ için tercümeye büyük ihtiyaç olduğu halde tercüme yaptırmaması; ister Arap olsun ister Arap olmasınlar devletin insanla-ra hitabının ancak Arapça ile hasredilmesinin farziyetine bir karine olur. Bunun için Arap olmayanlardan bütün müslümanlar Arapça’yı öğrenmelidirler ve devletin dilinin Arapça olma-ması helâl değildir. Nitekim İmam Şafi, Usul-ul Fıkıh hakkındaki meşhur ‘Risale’ isimli kitabında şöyle açıklama yapmıştır: “Allahu Teâlâ bütün ümmetler üzerine Arapça lisanını öğrenmelerini farz kıldı. Çünkü onlara Kur’an’la hitap etti ve onunla ibadet etmeyi gerekli kıldı.”

Bütün bunlardan dolayı devletin dilinin yal-nız Arapça olması farzdır. Fakat Arapça’nın, devletin tek dili olmasının; devletin Arapça dı-şında başka dil kullanmasını engellemediğinin vazıh olması gerekir. Çünkü resmî hitaplarda tahriften (değiştirme ve saptırmadan) korkul-masından dolayı veya zarurî bilgiler almak için veya dışarıda davayı tebliğ etmek için veya bun-lara benzeyen şeyler için devletin Arapça dışında bir dil kullanması caizdir. Zira Rasul, İbranice ve Süyanice kullanmıştı. Böylece devletin, devlet dili olarak sadece Arapça’yı almasına dair bu hü-küm, devletin Arapça dışında dil kullanmasına mani değildir.

Şimdi varid olan soru şudur: İslâm Devleti’nin hükmettiği beldelerde Arapça dışında kendisiyle yazılacak ve konuşula-cak başka dilin olması caiz midir?

Buna cevap: Arapça dışındaki başka dillerle ya devletin kendisi ile alakalı olan konuşma ve yazışma olur, ya tebaanın devlet ile alakalarıyla ilgili olur veya sadece tebaa ya da tebaanın bazı fertleri arasındaki alakalarla ilgili olur. Eğer devletin kendisi ya da onunla olan alakalarla il-gili olursa; bunların tümünde devletin dili dı-şında yani Arapça dışında bir dilin kullanılması caiz değildir. Çünkü tebliğ etmek için tercüme edilmesine çok gerek olmasına rağmen Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Arap olmayan-lara yazdığı mektupları tercüme ettirmemesi; devletin işlerinde ve alakalarında veya onunla ilgili herhangi bir şeyde yalnız Arapça’nın kul-lanılmasının (devlet dili olmasının) farz oluşuna bir delildir. Buna binaen devletin eğitim prog-ramında Arapça dışında dilleri öğretmesinin bir yeri yoktur. İster bu diller, İslâm Devleti göl-gesinde yaşayan Arap olmayan halkların dille-ri olsun ister ise İslâm sultası dışında yaşayan halkların dilleri olsun fark etmez. Aynı şekilde mahallî özel okullarda Arapça dışında başka bir dilin öğretim dili olmasına ve eğitim maddele-rinden herhangi bir madde olmasına müsaade edilmez. Çünkü o okullar da devletin programı-na bağlıdırlar. İşte böylece devletle veya alaka-ları ile veya onunla tebaanın alakaları ile ilgili olan her şey veya devletle ilgili olan herhangi bir şeyde sadece Arapça’nın konuşma ve yazma dili olması vacip olmaktadır.

Arapça’nın dışındaki bir dille konuşma ve yazışma, eğer sadece tebaa ile veya insanların birbirleriyle alakalarıyla ilgili olursa, bu caizdir. Çünkü Rasulullah, Arapça olmayanın Arapça’ya tercüme edilmesini ve onun öğrenilmesini mu-bah kıldı. Bu ise, onunla konuşma ve yazışmanın mübah olduğuna delâlet eder. Zeyd İbni Sabid hadisinde şöyle geçiyor: “Rasulullah, ona emret-

Tek Dil İslâm’ın Dilidir, O da ‘Arapça’dır!

Page 41: KöklüDeğişim 77.Sayı

39 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

ti, o da Yahudi yazısını öğrendi. O şöyle dedi: “Hatta Rasulullah için mektuplarını yazdım ve onların ona yazdıkları mektuplarını da ona oku-dum.” Ve Ebu Yale, bu hadisi şu lafızla çıkarttı: “Ben bir kavme yazıyordum. Fakat yazdığıma ilâve yapmalarından ve noksanlaştırmalarından korkuyordum. (Rasulullah) “Süyaniceyi öğren” dedi.” Bu, Arapça dışında bir dille konuşma ve yazmanın caiz olmasına bir delildir.

Nitekim Sahabeler döneminde Arapça dı-şında konuşan insanlar vardı. Bunlar, Arapça öğrenmeye cebredilmediler. İdareci kendisi için tercüme edecek bir kişi hazır bulunduruyordu. Buharî şöyle dedi: “Ömer b. Hattab, yanında Ali, Osman ve AbdurRahman b. Avf varken şöyle dedi: “Bu kadın ne söylüyor?” Abdurrah-man b. Avf şöyle dedi: “Onunla olanı size ha-ber veririz” dedim.” Buharî, devamla şöyle dedi: “Ebu Cemre şöyle dedi: “İbni Abbas ile insanlar arasında tercüme ediyordum.”

Ömer b. Hattab’ın buradaki, “Bu kadın ne diyor?” sözünün manası; hamile olarak bulunan bu kadının maksadı nedir, demektir. AbdurRah-man da ona tercüme ediyordu. Ebu Cemre’nin, İbni Abbas’a insanların konuşmasını tercüme etmesi, orada Arapça dışında konuşan insanla-rın bulunduğunu göstermektedir. Buna binaen hadis ve Sahabelerin icmaı ile, Arapça dışında konuşmak ve yazmak mübah olmaktadır.

Buna binaen devlet, Arapça dışında bir dille gazeteler, kitaplar, dergiler çıkarılmasına müsa-ade eder ve bunların çıkarılması için izin alın-masına gerek yoktur. Çünkü bu iş, mübah olan-lardandır. Bir televizyon, bir kişinin ve insan-lardan bir cemaatın olursa Arapça olmayan bir dil ile programlar yayınlamasına müsaade edilir. Ancak devletin radyolarında ve televizyonların-da bu yasaklanır. Çünkü, devletle alakalı olan her şeyde sadece Arapça’nın olması vacibtir. Fa-kat insanların aralarında olan şeylerde Arapça dışında bir dili kullanmaları mübahtır. Ancak bu mübah, fertlerden bir ferdi zarara götürürse o

zaman sadece o fert bu mübahtan men edilir.”

İşte İslâm’ın ve Raşidî Hilafet Devleti’nin dil anlayışı budur ve bu anlayış, çirkef De-mokratik kanunlar üzerine mebnî olan Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin dil algısından da başkadır. Nitekim bu sistemin ‘resmî dil’den anladığı, sınırları içerisinde yaşan herkesi Türkleştirmektir.

Bakınız, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ana-yasası’nda şöyle geçiyor:

“Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” (T.C. Anayasası, Madde 66)

İşte bu ve benzerleri olan diğer maddeler T.C’yi üzerine kurulu olduğu topraklarda yaşayan etnik grupları Türkleştirmeye ve bu topraklardaki Türkçe dışındaki dilleri, bağnazlığının ve Şovenist zihniyetinin bir neticesi olarak yok etmeye sevk etmiştir.

Nitekim Türk Dil Kurumu (TDK)’nın ha-zırlamış olduğu Türkçe Sözlük’te Kürt keli-mesi şu şekilde geçmekteydi:

Kürt: öz. is. Çoğu dillerini değiştirmiş Türk-lerden ibaret olup bozuk bir Farsça konuşan ve Türkiye, Irak ve İran’da yaşayan bir topluluk adı ve bu topluluktan olan kimse.

Daha sonraları bu madde sözlükte yapı-lan bir güncelleme ile;

Kürt: öz. İs. Ön Asya’da yaşayan bir toplu-luk ve bu topluluktan olan kimse.

Şeklinde değiştirilmiş olsa da Laik Dev-let’in zihniyetini yansıtması yönünden önemlidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin dil anlayışını yansıtan bir başka örnek ise 1930’lu yıllar-da Mustafa Kemal tarafından bizzat destek-lenen ve geliştirilen Güneş-Dil Teorisi’dir. “Güneş’in bütün varlıklara ışık ve hayat ve-riciliği gibi Türkçe’nin de bütün dillere hayat veren dil olduğunu ve yer küredeki dillerin

Tek Dil İslâm’ın Dilidir, O da ‘Arapça’dır!

Page 42: KöklüDeğişim 77.Sayı

40Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Türkçe’den türediğini” iddia eden Güneş-Dil Teorisi, safsatası bugün T.C.’nin üniversi-telerinde ‘bilimsel’ bir teori olarak takdim edilmektedir. Bu teorinin uydurulmasının tek gerçek sebebi İslâm’ın dili olan Arapça karşısında Türkçe’nin yetersizliğini örtbas etmektir. Özellikle Cumhuriyet’in ilk yılla-rında 1928’deki Harf Devrimi’nden sonra Tükçe’nin yabancı kelimelerden (özellikle Arapça) arındırılması için yapılan “dilde sadeleştirme” çalışmalarının desteklenmesi için uydurulmuştur. “Türkçe’yi sadeleştir-me” adı altında yapılan bu çalışmalar Laik Devlet’i Arapça başta olmak üzere bu top-raklarda yaşayan dillerle savaşmaya sevk etmiştir. Buna paralel olarak da bu beldede-ki halkaları organizeli bir asimilasyona tâbi tutmuştur.

Bugün, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Müslüman halkın bakışlarını farklı yönlere kanalize ederek sunî tartışmalarla oyala-maktadır. Anadilde eğitim, iki dillilik gibi gay-ri İslâmî mefhumlarla zihinleri bulandırmak istemektedir. Hâlbuki bir Müslüman’ın han-gi dilden olursa olsun birinci dili, İslâm’ın dili olan Arapça’dır. Aynı şekilde devletin de tek dili Arapça’dır. Ne Türkçe’nin ne de Kürtçe’nin ne de başka bir dilin devletin dili olması Müslümanlara helal değildir!

Buna binaen şuandaki mevcut Anaya-sa’da şöyle geçmektedir:

“Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölün-mez bir bütündür. Dili Türkçedir.

Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.” (T.C. Anayasası, Madde 3)

“Anayasa’nın 1’inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2’nci maddesindeki Cumhuriyet’in nitelikleri ve 3’üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.” (T.C. Anaya-

sası, Madde 4)

İşte Anayasanın bu maddeleri bizlere şunu göstermektedir ki;

Bu maddeleri de dâhil olmak üzere Anayasa’nın bütün maddeleri İslâm dışı bir kaynaktan, heva ve hevesten beslen-mektedir ve bu Anayasa’nın Müslümanlar üzerinde uygulanması, Müslümanların bu Anayasa’nın uygulanmasına karşı sessiz kalması kesinlikle haramdır. Yine mesele anayasada yapılacak birkaç değişiklik ile de halledilemez, çözüm ancak “değiştiril-mesi teklif dahi edilemeyen maddelerin” de-ğiştirilmesi teklif dahi edilmeden topluca İnkîlâbî bir şekilde değiştirilmesidir.

وسيعلم الذين ظلموا أي منقلب ينقلبون

“Zalimler, pek yakında nasıl bir inkîlap ile devrileceklerini bileceklerdir.” (Şuara

227)

ألم تر إلى الذين يزعمون أنهم آمنوا بما أنزل إليك وما أنزل اغوت وقد أمروا أن يكفروا من قبلك يريدون أن يتحاكموا إلى الط

يطان أن يضلهم ضلال بعيدا به ويريد الش

“(Ey Muhammed!) Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandık-larını iddia edenleri görmedin mi? Onlar, tağuta muhakeme olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Halbuki şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister.” (Nisa 60)

Tek Dil İslâm’ın Dilidir, O da ‘Arapça’dır!

Page 43: KöklüDeğişim 77.Sayı

41 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

1 Ocak 2011 günü İskenderiye kili-sesindeki patlama haberi duyulur duyulmaz dünya devletlerinden,

kurumlarından ve borazanlarından herhan-gi bir delil veya delil şüphesi olmaksızın “İslamî aşırıcılık” ithamlarıyla suçlamalar da peş peşe gelmeye başladı. Zira onlar bu it-hamlarla İslam’ı terörle irtibatlandırmaktan başka bir şeyi kastetmediler. Amerika ve Avrupa ve diğer çevrelerden en üst düzeyde çok sayıda saptırıcı açıklamalar geldi. Buna tâbi olan medya “İslamî Terör” kavramları-nı kullanarak iftira konuşmalarıyla gürültü çıkartarak bu çirkin iddianın Mısır Kıbtîleri üzerindeki tehlikesini gündeme getirdiler. Bunun öncesinde 31 Ekim 2010 tarihinde Bağdat’taki kilisede meydana gelen patla-manın hemen ardından Irak Hıristiyanla-rı hatta doğu Hıristiyanları ile ilgili olarak da benzeri suçlamaları yaptılar. Aynı gü-nün akşamında Amerikan Başkanı, Birleşik Devletler’in bu olaya karşı gerekli olan her türlü yardımı yapacağını vaat eden bir açık-lama yaptı ve bu “çirkin, vahşi” patlamadan

sorumlu olanların yargılanmalarının zarurî olduğunu vurguladı. Ve Fransa Dışişleri Bakanı Michele Alliot-Marie 4 Ocak 2011 tarihinde Avrupa Birliği devletlerini “Orta Doğu’da Hıristiyanlara karşı yapılan saldırılar nedeniyle ciddi yardımlaşma yapılması çağrısın-da bulundu.”

Biz, gerek Kıptilerden olsun ve gerek-se diğer Hıristiyanlardan olsun Hilâfet Devleti’nin gölgesinde, İslam’ın hükmü al-tında asırlar boyunca “adalet ve merhamet ölçüleri çerçevesinde bizim için geçerli olan hususlar onlar için de geçerlidir” kaidesi ile; “gayri Müslimler genel nizam çerçevesinde inançlarında ve ibadetlerinde serbest bı-rakılırlar” kaidesi gereğince emin ve mut-main bir şekilde yaşadıklarını vurgulamak, âlimleriyle ve geneliyle bütün Müslüman-ların bu patlamayı hoş karşılamadıklarına dikkatleri çekmek isteriz. Zira bu suçları yalnızca İslam reddetmiyor, aynı zamanda Müslümanlar arasında buna ait kökler ol-madığı gibi bunu ortaya çıkaracak ortam da bulunmamaktadır.

AbdulHamid YAZICI

Page 44: KöklüDeğişim 77.Sayı

42Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Şüphesiz ki bu saldırılar, İslam’a ve Müslümanlara yönelik, dünyanın her bir

yanında herkesin şahit olduğu sayısız saldırılardan birisidir. Bunlar, İslam’la

ilişkilendirmek için başını Amerika’nın çektiği Batılı

devletlerin uyguladığı uzun terörist suçlar zincirinin bir

halkasıdır.

Bu patlamalar, ancak Amerikalı ve Avru-palı Batılıların kanlı, insanlık ve ahlak dışı planları ve cürümleri çerçevesinde yapıl-makta ve bununla İslam’a ve Müslümanlara saldırmak için bir bahane oluşturmak iste-mektedirler.

Şüphesiz ki bu saldırılar, İslam’a ve Müs-lümanlara yönelik, dünyanın her bir yanın-da herkesin şahit olduğu sayısız saldırılar-dan birisidir. Bunlar, İslam’la ilişkilendir-mek için başını Amerika’nın çektiği Batılı devletlerin uyguladığı uzun terörist suçlar zincirinin bir halkasıdır. Böylelikle bir sap-tırmaca ile sanki terörist İslam’ı, aşırı İslam, şiddet… İslam’ı varmış gibi bir hususa dikkat çekmek ve böylece de Müslüman-ların ilerlemelerini, İslamî hayatı yeniden başlatacak olan Hilafet’in geri dön-mesi yönündeki çabaları-nı yok etme saldırılarına bahane oluşturacak zemin hazırlamak istemektedir-ler. Aynı zamanda Müslü-man toplumların hayatla-rını detaylarıyla doğrudan kontrol etmek suretiyle hadaratlarını, metotlarını, yaşantılarını Müslümanlara uygulamaktır amaçları. Bu ve benzeri suçlarla şu hususla-ra zemin oluşturmayı hedeflemektedirler:

İslam saldırısı ile karşı karşıya oldukla-1- rı gerekçesiyle sert adımlar atmalarının ve ağır yaptırımlar uygulamalarının desteklenmesi için Batı toplumlarını İslam’la korkutmak (İslama fobia).

2- Müslümanların topraklarını parçalayıp üzerinde egemenlik kurabilmek için etnik, dini ve mezhep ihtilaflarını kışkırtma çerçevesinde uydurdukları tehditlere göre Müslümanları za-

yıflatmak ve yok etmek için dünya ve Batı kamu-oyunu oluşturmak ve devletlerarası yardımlaş-ma sağlamak. Güney ve Kuzey olarak ayrılması olayına Sudan’ın şahit olması gibi. 14.12.2010 tarihinde emekli Amerikan Büyükelçisi Dean Smith’in (Sudan için değil) Darfûr için özel temsilci olarak tayin edilmesinin ilan edilmesin-de olduğu gibi. Amerikan’ın Sudan temsilcisi Scott Gration’un, “Darfûr yerleşimcilerinin unutulması mümkün değildir.” sözünde oldu-ğu gibi ifadeler bu parçalanmayı göstermektedir. Dolayısıyla İskenderiye patlaması da Mısır’da mezhepçiliğin kışkırtılması yoluyla bu amaca hizmet etmesi için yapılmıştır.

Bu hususta Amerika 3- ve işbirlikçilerinin işlemiş oldukları suçların sorumlu-luğunu Müslümanların üze-rine yüklemek suretiyle Müs-lümanların yöneticilerine, organlarına ve borazanlarına doğrudan baskı için bir baha-ne olarak kullanmak. İslam hükümlerinin tahrif edilmesi, düşünce atmosferinin şekil-lendirilmesi ve Müslüman toplumlardaki dönüşümünün kontrolünü, sağlanması için Batı’nın doğrudan denetleme-

sini kolaylaştırmak ve zemin hazırlamak. Şiddet ve aşırılık isimlendirmeleri altında İslam’la ve Ümmeti kurtarmak için çalışanlarla savaşmakla görevli olan emniyet birimlerini gözetlemek ve uygulamaları gereken hedefleri çizmek.

Bu alanda önemsediğimiz husus, gayri Müslimlerin haklarının Allah’ın Şeriatı’nda korunmuş, onlara eziyet etmenin Allah’a ve Rasûlü’ne eziyet etmek anlamına geldi-ğini tekit etmektir. Rivayet edildiğine göre Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır:

İskenderiye Patlaması Batı’nın İslam’a Yönelik...

Page 45: KöklüDeğişim 77.Sayı

43 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

“Kim bir zimmîye eziyet ederse bana ezi-yet etmiş olur. Kim de bana eziyet ederse Kıyamet Günü onun hasmı olurum.” İslam Devleti’nde ise, “Müslümanların lehine olan-lar gayri Müslimlerin de lehine, Müslümanla-rın aleyhine olan hususlar gayri Müslimlerin de aleyhinedir.” Bu husus, tarih boyunca Hali-felerin ve yöneticilerin uygulamış oldukla-rı hususlardır. Ve fakihler, İslam otoritesi altında yaşayan gayri Müslim halktan olan zimmîlere saldırmanın haram olduğunu be-lirtmişlerdir.

Irak’ta ve Mısır’da meydana gelen ve suçsuz kimseleri hedefleyen patlamalar; ülkeleri mezhep ve etnik esasa dayalı kan-tonlara parçalamak için çalışan Amerikancı müdahalelere birer bahane oluşturması için Amerika liderliğindeki Haçlı saldırılardan başka bir şey değildir. Amerika işgali altın-da olmadıkça herhangi bir yere göç etmeyi kabul etmeyen Irak Hıristiyanlarının tavır-larını daha başka nasıl yorumlayabiliriz?

Vatan birliği söylemleri çerçevesinde yar-dımlaşma gösterisiyle Müslümanların gayri Müslimlerle beraber ibadetlerini eda etme çağrısında bulunan kimselerin çabaları, Müslümanların cahilliklerindendir. Zira ba-tıl ve fasit akideler üzerine kurulu bulunan ve İslam’ın üzerine kurulu bulunduğu Tev-hid Akidesi ile tenakuz halinde olan, Müs-lümanlar dışındaki, diğer milletlerin ibadet-lerine katılmak şer’an caiz değildir. Mesih’i ve annesi Meryem’i (Allah’ın selamı ikisinin de üzerine olsun) Allah’ın oğlu ve kızı kabul eden bir inanç ile her ikisini de Allah’ın sa-lih kullarından sayan inanç arasında dağlar kadar büyük bir fark vardır. Hıristiyanlara iyi davranmak, namuslarını, ailelerini ve mallarını korumak, onların dalâlet üzere olan akidelerini kabul etmek anlamına gel-mez. Biz onlara ancak Kur’an’ın seslenişiyle hitab ederiz:

قل يا أهل الكتاب تعالوا إلى كلمة سواء بيننا وبينكم أال نعبد إال الله وال نشرك به شيئا وال يتخذ بعضنا بعضا أربابا من دون الله فإن تولوا فقولوا اشهدوا بأنا مسلمون

“De ki: “Ey kitap ehli! Bizimle sizin ara-nızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koş-mayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz ki-mimizi ilâh edinmesin.” Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: “Şahit olun, biz Müslümanlarız.” (Âl-i İmran 64)

Ey Müslümanlar! Amerika ve Batı dini-nizle savaşmak, Hilâfetinizi boşa çıkarmak, kuvvetlerinizi kullanarak sizleri zayıflatmak için koşuşturmaktadır. Bizler bu gerçekleri sizlere açıklıyor ve Allah’ın ipine sarılmanız için çağrıda bulunuyoruz. Şüpheli çağrılar-dan sakınınız. Amerika’nın gerçekleştirdiği cürümler karşısında uyanık ve delil üzere olunuz. Bu savaşta hakkın safında subay-lar ve askerler olarak yer alalım ve Allahu Teâlâ’nın, ونريد أن نمن على الذين استضعفوا في الرض الوارثين ونجعلهم ة أئم Biz de istiyorduk“ ونجعلهم ki, o yerde ezilmekte olanlara lütuf yapa-lım, onları hayırda önderler yapalım ve kendilerini (Firavun’un yerine Mısır’da) mirasçılar kılalım.” (el-Kasas 5) ayetindeki hususların eninde sonunda gerçekleşeceği müjdesine kulak verelim.

İskenderiye Patlaması Batı’nın İslam’a Yönelik...

Page 46: KöklüDeğişim 77.Sayı

44Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

O dönemde işçi sorunu olmamasına rağmen PKK’nin, (Partiye Karkeren

Kürdistan/Kürdistan İşçi Partisi) işçi parti-si ismini alması bile, örgütün sosyalist fikir-ler üzerine kurulu olduğunu gözler önüne sermektedir. Ayrıca örgütün kurucularının sözlerine baktığımızda, onlar dahi bunu inkâr etmemekte ve üstüne üstlük dillendir-mektedirler. PKK’nin kurucu kadrolarından ve KCK Yürütme Konseyi Üyesi olan Cemil Bayık, 27 Kasım 1978’den günümüze kadar gelişen süreci şöyle anlatmaktadır:

“1978’lerde kuruluşu gerçekleştirilen PKK, I. ve II. Partileşme hamlesi döneminde, Mark-sist Sosyalizm’in devlet ve iktidarı amaçlayan paradigmasına dayanan çizgisi ile Kürdistan’da devlet ve iktidarı esas alan, bunun için ordu ve savaş örgütlenmesini geliştiren bir hareket olmuştur. Kürt toplumu ve insanı için meşru savunma duygusunu, bilincini, örgüt ve eylem-liliğini bu paradigma temelinde geliştirmiştir. Kürdistan’da sömürgeci devleti, iktidarı yıkarak yerine proletarya öncülüğünde proleter devlet ve

iktidarını kurmayı hedeflemiştir. Bu temelde öz-gürleşmeyi, demokratikleşmeyi, eşitliği ve barışı gerçekleştirmeyi istemiştir. PKK’nin III. Parti-leşme hamlesi döneminde, Önder Apo, Sosya-lizmin devletle iktidarı hedefleme ve bunun için ordu örgütleyip savaş geliştirme paradigmasıy-la demokrasi, özgürlük, adalet, eşitlik ve barışa ulaşılamayacağını ortaya koyarak Sosyalizmin yeni paradigmasını geliştirmiştir. Devletin, örgütlenmiş üst toplumun savunulması ve bu-nun sürdürülmesi olduğunu, bunun egemenliği ve köleliği içerdiğini, savaşı ifade ettiğini orta-ya koyan Önder Apo, demokrasi ve özgürlüğü, adaleti, eşitliği, barışı oldukça zayıf düşüren bu durumun bütün çabalara rağmen özüne uygun bir Sosyalizmin gerçekleşmesini önlediğini çar-pıcı bir şekilde çözümlemiştir.” (www.dozaciwanan.

com) Böylelikle bu düşüncelerini, hedeflerini ve ortaya çıkış amaçlarını kendi ağızlarını ile açıklamaktadırlar.

Yine bu düşünceyi temsil eden partinin milletvekillerinden Hasip Kaplan, 12 Kasım 2007’de Diyarbakır’daki bir konuşmasında;

Salih AKKILIÇ

ADALET ARAYIŞINDAKİ KÜRTLER

Geçen Sayıdan Devam...

Page 47: KöklüDeğişim 77.Sayı

45 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

“DTP olmasaydı doğuya İslam gelirdi, Biz ol-masak, meydan dincilere kalırdı. Diyarbakır’da şeriatçılar nasıl miting yaptılar! Biz olmazsak laikliği kim koruyacak? Laikliğin gerçek kalesi bizleriz!” söylemi sisli perdeyi açmamızı ol-dukça kolaylaştırmaktadır. Alelade söylen-memiş bu söz, DTP’nin gerçek mahiyetinin demokrasi havariliği ve düzen koruyucusu olduğu gerçeğini göstermesi için yeterliydi. İşte asıl itibari ile baktığımızda PKK’nin he-defi Kürtleri kalkındırmak değil, tam tersi-ne Kürtleri oyalamak ve Kürtlerin düşünce yapılarını değiştirip farklı düşünce yapısı-na büründürmektedir. Laik-Kemalistler ile PKK kendi paradigması uğrunda on binlerce insa-nın ölümüne neden olmuş-tur. Baktığımızda iki taraf demokrasi için mücadele etmekte ve demokratik öl-çüler çerçevesinde çözüm bulmaya çalışmaktadırlar. Türk ulusalcıları ile Kürt ulusalcıları arasında aslın-da dünya görüşü olarak bir farklılık yoktur. Sorun, Abdullah Öcalan’ın teklif ettiği “Tek Devlet, Tek Bay-rak, İki Ulus” teklifi ile Kürtleri Türk Ulusu olarak belirlemeye çalışma inadı ve Türk ırkçısı reflekslerden kaynaklanmaktadır. Ama ne kadar örtülmeye çalışılırsa çalışıl-sın, ulus olgusunu ister Türk, ister Türkiyeli, ister Türk ve Kürt şeklinde üst kimlik olarak dayatan Batıcı anlayışla, İslamî Akide’ye inanan ve İslamî Akide’yi kendilerine asıl çözüm olarak gören ve inanan Müslüman-lar arasında ciddi bir çatışma potansiyeli vardır. Kürtlerin temsilcisi gibi özel bir gay-retle gösterilmeye çalışılan siyasî grupların ne kadar samimi oldukları ve ne kadar Kürt halkını temsil ettikleri şüphelidir. Sapkın bir ideolojinin öğretisi altında Kürt siyaseti yap-

mak, dindarlığı konusundaki samimiyeti en sağlam zemin üzerine oturmuş Müslüman Kürtler için ne kadar bağlayıcı olur.

“En iyi Kürt, ölü Kürt’tür” diterek kafatas-çılık yapanlar, yıllardır Kürt milliyetçiliğini ve demokrat Kürtçülüğü işleyebilmek için farklı varyasyonlar geliştirmiştir. Tek ama-cı, Kürtleri İslamî kimliklerinden asimile etmek olan bu zevat, Kürtlerin tutunduğu her dalı kesmişlerdir. Ne yeni bir parti, ne yeni bir açılım, ne de yeni bir demokrasi ba-kışı, Kürtlerin tutunmasına yetmeyecektir. Ayrıca PKK’nin ortaya çıkması ile Müslü-manlar daha fazla asimilasyona uğramış,

değiştirilmiş ve Batı’ya entegre edilmiştir. Bir toplumu değiştirmenin en iyi yolu, onlardan olan insanları kullanmaktır ki, PKK bunu çok iyi yapmış ve Kürtlerden görünüp Kürtleri değiştirmiştir. Özellikle birçok Müslü-man gencin Sosyalist fikir-leri savunması, İslam’dan uzaklaşması, Müslüman-ları hor görmesi ve ba-zılarının ateist olmasına

varıncaya kadar etkili olmuştur. Ayrıca en etkili olduğu veya olmak istediği alanda, bayanları değiştirme ve Batı’ya uyarlama görevi olmuştur. Bununla alakalı olarak Ab-dullah Öcalan, “PKK bir kadın partisidir” be-lirlemesini yapıyor ve ekliyor: “Kürdistan’da bir kadının dört duvar arasından çıkarak dağlar-la buluşması, başlı başına bir devrimdir. PKK bu devrimi gerçekleştirmiştir.”

İşte tarih boyunca, ne Cumhuriyet’in ilk yıllarında Mustafa Kemal’in, İsmet İnönü’nün ve son olarak CHP ve diğer sol partilerin yıllardır yapamadığını PKK 30 yılda gerçekleştirmiştir. Böylelikle Kürt ka-

Adalet Arayışındaki Kürtler (2)

“En iyi Kürt, ölü Kürt’tür” diterek kafatasçılık yapanlar, yıllardır Kürt milliyetçiliğini

ve demokrat Kürtçülüğü işleyebilmek için farklı

varyasyonlar geliştirmiştir. Tek amacı, Kürtleri İslamî

kimliklerinden asimile etmek olan bu zevat,

Kürtlerin tutunduğu her dalı kesmişlerdir.

Page 48: KöklüDeğişim 77.Sayı

46Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

dınından hayâ perdesini kaldırmaya çalış-mış, kısmen başarılı da olunmuştur. Fakat muhlis saliha kadınlar buna uymamış ve inançlarından taviz vermemiştir. Genel iti-bari ile baktığımızda da PKK, ne istediğinin ve neyin mücadelesini verdiğinin adını ko-yamamakta ve kendisi için net bir metot be-lirleyememektedir. Bunu kendileri de ifade etmektedir. Bu konuda PKK’nin yöneticile-rinden Cemil Bayık şöyle demektedir:

“Stratejik değişim süreci ile birlikte PKK, eski PKK gibi iktidarı, devleti hedefleyen bir PKK değil, toplumun özgürleşmesini, demok-ratikleştirilmesini, toplumun devlet karşısında güç haline getirilmesini, toplumdaki bi-reyin özgürleşmesi ve güç ha-line getirilmesini hedefleyen bir PKK’dir.” İşte Bayık’ın bu ifadesi, sürekli hedefin değiştiğini ve daha doğru-su devletlerarası konjoktü-re göre hareket edildiğini gözler önüne sermektedir. Bir dönem Kürdistan slo-ganı, daha sonra federal devlet ve özerklik sloganı, sonra demokratik konfede-ralizm ve son olarak devlet fikrinden vazgeçip demok-ratik açılım sloganını dillendirmeleri bunu ortaya koymaktadır. Böylelikle ne BDP, ne de PKK, Kürt Müslüman kardeşlerimizin hakkını, hukukunu koruyacak kadar ehil yapılar değildir. Ayrıca daha önce birçok siyasî parti geldi geçti; DEP, HADEP, DE-HAP, DTP şimdi de gündemde BDP. Han-gisi sözde temsil ettiği Kürtleri kalkındırdı? Dağda savaşmak, ölmek, öldürmek, şehri savaş alanına çevirmek, arabaları kundak-lamak, Kürt milliyetçiliğinin yapılması, on binlerce insanın ölümü, hangi yasayı değiş-

tirdi ve Kürtlerin hangi haklarını elde et-mesini sağladı? Halüsinasyona uğramış bir millet, büyük devletlerin çıkarları doğrultu-sunda ezilirken, alt kimlik-üst kimlik çatış-ması akan kanı durdurmayacak, daha çok akıtacak ve Kürtlerin yeniden yükselmesini haklarına kavuşmasını sağlamayacaktır. Bu yapıları temelinin nereye ait olduğunu gö-rebilmek için aydın bir bakış açısı ile bak-mak lazımdır.

Osmanlı Hilafeti’ni yıkan Büyük Bri-tanya, 2. Dünya Savaşı sonrasında sömür-gelerinden gelen payını, ABD ile paylaş-

mak zorunda kalmıştır. İngiltere’nin bütün sö-mürgelerinde olduğu gibi, Amerika Türkiye’ye de gözünü dikti ve buradan da payına düşeni hatta buranın tamamını almak için harekete geçti. En kri-tik konumlara, en stratejik mevkilere derinlemesine yapışan İngilizciler -özel-likle ordu ve yargıda halen varlıklarını devam ettir-mektedirler-, Amerikan politikalarının Türkiye’ye girmesiyle oldukça kan kaybetmiş ve en son Erge-

nekon olayları ile askerlerin de sivil yargıda yargılanmasıyla ABD ufak da olsa bir adım ilerleme kat etmişti. Böylelikle Amerika AKP eli ile demokratik açılım projesini gündeme getirip Kürt sorununu az da olsa halledip İn-giliz egemenliğine son vermek istedi. Fakat Askeriye’den yargıya kadar her yerde ada-mı olan İngilizler, nizamı liberalleştirmek ve açılımlarla demokratikleşmek isteyenlerin istikrarını kırmak, onların amaçlarını sabote etmek ve bunu ortadan kaldırmak için gi-rişimlerde bulundular. Önce Reşadiye’deki

Adalet Arayışındaki Kürtler (2)

...Amerika AKP eli ile demokratik açılım projesini

gündeme getirip Kürt sorununu az da olsa halledip

İngiliz egemenliğine son vermek istedi.

...İngilizler, nizamı liberalleştirmek ve

açılımlarla demokratikleşmek isteyenlerin istikrarını

kırmak, onların amaçlarını sabote etmek ve bunu ortadan kaldırmak için

girişimlerde bulundular.

Page 49: KöklüDeğişim 77.Sayı

47 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

terör saldırıları, ardından DTP’nin kapatıl-ması, Açılım’ı sorgulatır hale getirdi. Em-peryalist ve kan emici devletlerin ülkedeki derin varlıkları; gençlere, çocuklara alttan alta kin ve nefret tohumları ekerken, bu nes-lin yetişmesine seyirci kalmak, ana-baba ka-tillerinin üremesini arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Bölge halkının yıllardır kanayıp/kanatı-lıp duran, haklı-haksız olarak hemen hemen her grubun üzerinden propagandalarını yaptıkları belli başlı sorunlar şunlardır:

Katliamlar: Şeyh Said Kıyamı ve sonrasın-1. da yaşanan katliamlar, vahşet nitelemesini dahi aşacak boyutlardadır. Ki o dönemde on binlerce insanın toplu şekilde İstiklal Mahkemeleri’nde veyahut anlık olarak öldürülmüşlerdir.

Sürgünler ve tehcirler: Kürt bölgelerinde 2. yapılan haksızlıklara karşı duranlar, sürgünlerle “terbiye” edilmişlerdir. Bunun yanı sıra, en kü-çük bir başkaldırı veya muhalif bir hareket baha-ne edilerek Kürt halkı, neredeyse bütün bir halk olarak zorunlu göçlere tâbi tutulmuştur. Bu zo-runlu göçlerde inanılmaz zulümler yapılmış, ai-leler parçalanmış, aşiret yapıları yıkılmış, Kürt halkı yaşadığı topraklardan koparılıp vatansız, topraksız, aşsız-işsiz bir şekilde sefalete mahkûm edilmiştir.

Köy boşaltmalar: İnsanın yaşadığı top-3. raklardan güvenlik bahanesiyle zorla çıkarılması büyük bir zulümdür. Bunun ne büyük bir zulüm olduğu, izaha ihtiyaç duymayacak kadar açıktır. Bunun sonuçları çok ağır olmuş ve sorunlara çö-züm olarak geliştirilen köy boşaltmalar, zaman içinde devletin sırtına ayrı bir sorun olarak bin-miştir.

Ekonomik geri bırakılmışlık: Alt yapı ve 4. sanayileşmeye önem verilmemesi, işsizlik soru-nu…

Kürt bölgelerinin sürekli sıkıyönetim ve 5.

OHAL altında kalması: Bundan dolayı yaşanan hukuksuzluk, çifte standart, ev basmalar, adam kaçırmalar, yargısız infazlar, köy yakmalar, gö-zaltına almalar, vs.

Asimilasyon: Cumhuriyet’in kurulma-6. sıyla beraber, “tek devlet, tek bayrak, tek millet” olarak formüle edilen ve bütün Kürtleri ‘Türk-leştirip’ tek bir millet yapma çabaları, Kürtlerin asimilasyona tâbi tutulmasına neden olmuştur. Bu doğrultuda Müslüman Kürt halkına reva gö-rülen zulümleri şu şekilde sıralamak mümkün-dür:

Türklüğü zorla kabul ettirme çabalarıa)

Kürt kavmini ‘yok’ kabul etmeb)

Kürtçeyi yasaklamac)

Türkçe konuşmasını bilmeyen Kürt ço-d) cuklarına Türkçe eğitim verilmesi, böylece Kürt çocuklarının yeteri derecede eğitim alamaması yüzünden geride kalması

Yeni doğan bebeklere Kürtçe isim koyma e) yasağı

Kürtçe coğrafik isimlerin değiştirilmesif)

Bu sorunları incelediğimizde gerçekten de bir halkın ezilmişliği gözler önüne seril-mekte ve bunun sebebinin de T.C. Hükü-metleri tarafından uygulanan politikalar ol-duğu ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu konuya çözüm arayışı içerisinde olan bazı STK’lar da çalıştaylar yapmaktadırlar. Bu çalıştay-larda ortaya konan çözümlerden bazıları şunlardır:

TSK operasyonları durdurmalı ve PKK ateş-kes ilan etmeli, cezaevindeki tüm siyasî tutuklu-lar serbest bırakılmalı, Kürtçe her alanda serbest bırakılmalı, anadilde eğitim verilmeli, Kürtçeye getirilen yasaklar kaldırılmalı, ilköğretim öğ-rencilerine okutulan “Andımız” kaldırılmalı, çeşitli yerlerde yazılan -özellikle Kürtlerin yaşa-mış oldukları bölgeler- “Ne Mutlu Türküm Di-

Adalet Arayışındaki Kürtler (2)

Page 50: KöklüDeğişim 77.Sayı

48Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

yene” gibi yazılar silinmeli, Anayasa’da var olan “Türk” ibaresi kaldırılıp yerine “Türkiye” ibaresi getirilme-li böylelikle herkes “Türkiye vatandaşı” kabul edilmeli, kimliklerde “Kürt” ibaresinin bulunması, Öcalan muhatap alınmalı ve Öcalan’ın yol ha-ritası incelenmeli, BDP Kürt-lerin temsilcisi olmalı ve AKP ile birlikte uzlaşmacı bir tavır içerisine girmeli ve zulme maruz kalan Kürtlere devlet tarafında acıların unutulması için yardım yapılmalı… İşte genel itibari ile baktığımızda sorunlar ve ortaya konulan çözümler bunlardır.

Ortaya konulan sorunları incelediğimiz-de, hepsinin Cumhuriyet’le birlikte ortaya çıktığını görmekteyiz. 1300 seneye yakın bir İslam Devleti egemenliğinde kalan Müslü-man Kürtler, başta dil sorunu olmak üzere yaratılışı gereği Allah Subhanehu ve Teâlâ tarafından kendilerine verilen haklarından mahrum bırakılmamış, böyle bir sorun ya-şamamıştır. Yine ortaya konulan çözümlere baktığımızda, bunların hepsinin demokra-tik çevrede ele alındığı ve Kapitalist zaviye-ye göre değerlendirdiğini görmekteyiz. Ne yazık ki bunlar, “sorun”un aslının, “çözüm” diye sunulmasıdır. Tüm bu sorunların mü-sebbibi, demokrasi ve Cumhuriyet rejimi iken bugün yine de çözüm olarak demokra-siden bahsedilmesi çok gariptir.

Sorunun kendisi Demokrasi ile çözüle-meyeceği gibi milliyetçilik fikri esası üzeri-ne de doğru bir çözüm gerçekleşemez. Çün-kü milliyetçilik, dar bir fikir olup kalkınma yolunda giden insanı hedefine ulaştırmaz. İnsanları birbirine bağlamaz. Sadece kabile bağı üzerine kurulu bir bağdır. Yine insan-lar arasında kibre ve üstünlük sevgisini or-

taya çıkarmaya sevk eden duygusal bağın kendi-sidir. Ayrıca bir kavmin liderliği için mücadele edilen insanlık dışı bağın adıdır. Onun için insanlar arsındaki milliyetçi esa-sa dayalı kalkınma fikri, insanları kalkınmaya gö-türmeye elverişli olamaz.

İnsanları kalkındıra-cak yegâne çözüm; insa-nın yaratılışına uygun,

aklını ikna eden ve bunlarla birlikte kalbi-ne huzur veren çözümdür. Bakıldığında, İslam, yaratılıştan kaynaklanan ve İslam’ a aykırı olmayan bütün bu meseleleri sahih bir şekilde çözüme kavuşturmuş ve toplu-munu 1300 seneye yakın bir süre korumuş-tur. O halde bizlerin bu kalkınmayı gerçek-leştirmesi lazım. Aslımıza, yani bu sorunları ortadan kaldıracak huzurlu hayata dönme çalışması içinde olmalıyız. Bu çalışma da, adalet üzerine kaim olacak Raşidî Hilafet Devleti’nin kurulmasıdır. Zira Halifemiz sürgün edilince ve Hilafet kaldırılınca biz bu hale düştük.

İslam Devleti’nin kendisinde bu sorunlar devede kulak misali çok ufak sorunlar olup rahatlıkla halledilebilecek meselelerdir. Ama ne yazık ki, Hilafet’in yokluğu sonucu ortaya çıkan zalim devletçikler ve bunların başındaki yöneticiler(!) yıllardır bunları çöz-memekte, Ümmetin evlatlarını bilerek kaosa sürüklemektedirler. Evet, Müslüman Kürt kardeşlerim sizleri ve diğer Müslümanları kurtaracak tek çözüm, Hilafet’tir.

لمثل هذا فليعمل العاملون

“Çalışanlar, böylesi bir kurtuluş için ça-lışsınlar.” (es-Saffat 61)

Adalet Arayışındaki Kürtler (2)

...Osmanlı da görülmeyen sorunlar, Cumhuriyetle

birlikte ortaya çıktı. Osmanlı Devleti döneminde Kürtlerin

sahip olduğu haklar, diğer Müslümanlarla birlikte sahip oldukları haklardır ve hepsi de Cumhuriyet döneminde Kürtlerin ellerinden alınmış,

yasaklanmıştır.

Page 51: KöklüDeğişim 77.Sayı

49 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

1789 Fransız İhtilali ve akabinde ger-çekleşen Sanayi Devrimi, Avrupa’da farklı fikir akımları doğurmuş ve

Avrupa’yı ekonomik gelişmişlik düzeyine çıkarmıştır. O dönemde meydana gelen Rö-nesans hareketleri, insanı tanrının boyun-duruğundan çıkarıp özgürleştirirken, Re-form hareketleri de Avrupa halklarının dini öcü olarak görmelerine, Katolik Hıristiyan din anlayışına ve kralların despotik “tan-rı adına” zulüm yapma keyiflerini de akim bırakmıştır. Ardından bir isyan ateşi yakıl-mış, dahası liberal bir yaklaşımın doğması-na ve aklın hâkimiyetine götürecek bir yol haritası belirlenmiştir. Akabinde kralların otoritesini tasfiye etme çalışması başlamış ve 19. Yüzyıla damgasını vuracak bir liberal demokratik görünüme kavuşturulmuştur.

Osmanlı’da ise Arapçanın ihmali ve yeni meselelere İslamî çözümlerin istinbat edil-diği içtihat mekanizmasının gereği gibi kul-lanılmaması, Avrupa’ya nazaran bir adım

geride durulmasına ve onların gelişmişlik düzeyine yetişilememesine sebep olmuştur. İşte tam da bu noktada, İslamî Ümmet’in âlimleri, Müslümanların düştüğü bu vahim durumdan kurtulması için çareler aramış ve ne yazık ki sömürgeci kâfirlerin altın ta-baklarla sunduğu menhus ecnebi fikirleri, derman olsun diye yarasına basmaya başla-mıştır.

Kapitalizmi benimsemiş olan dönemin sömürgeci kâfir devletleri, daha da ileri gi-derek “madem istiyorsunuz, o halde kazanmak için daha çok çalışmalısınız” diyecek kadar da ukalalaşmıştır. Dönemin Batı kültürünün et-kisinde kalmış kanaat önderleri ve âlimleri ise; İslamî kalkınma için Müslümanların da Avrupalılar gibi dinin katı tahakkümünden kurtulması gerektiğini, dinin tutucu ve katı tahakkümünden kurtulunması sayesinde aklın, “fikir” üretebildiğini, bu sayede tek-nolojik buluşlar yaptığını, aklın öncülleş-mesi sayesinde kendisi hakkında en doğru

Cahit TOPRAK

Page 52: KöklüDeğişim 77.Sayı

50Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

kararı verebildiğini, dahası özgürleşebildi-ğini, taklitçilikten kurtulabildiğini ve kalkı-nabildiğini iddia ederek, bu fasit düşünce-lerini İslamî Ümmet’e de anlatmaya ve tüm bunlara ikna etmeye çalıştılar.

Bu mana ekseninde sömürgeci kâfirlerin allayıp-pullayıp Ümmet’e sundukları, yer-li destekleyicilerinin de yardımıyla İslamî Ümmet’e benimsetmeye çalıştıkları en önemli kavramlardan biri, modernizm kav-ramı olmuştur. Modernizmin savunucula-rı, “akıl, hüküm koyucu olabilir mi? Taklitten kurtulmak mümkün olabilir mi? Zamanın de-ğişimi ve gelişimiyle hükümler farklılaşabilir mi?” gibi sorulara buldukları aklî çıkarım-larla Ümmet’i ikna etmeye başlamış ve hâlihazırdaki temsilcileriyle halen de bunu devam ettirmektedirler. Hatta şu günlerde büyük kentlerin meydanlarında, “Akıl mı? Vahiy mi?” başlıklı dergiler dağıtmaktadır-lar.

Modernistler tarafından meşru göste-rilmeye çalışılan bu düşüncenin dayandı-rılmaya çalışıldığı ama asla sağlam bir yer bulamayacağı iddiaları ise şunlardır:

“İslam milleti (kale alınmayacak bir azın-1- lık dışında) ittifak etmiştir ki, akıl ve nakil ça-tıştığında, aklın delaleti esas alınır.” (Muhammed

Abduh, el-A’mâlu’l-Kâmile, III, 301)

Bu iddia, aklın ve naklin çatışma halin-de olduğu kanaatini oluşturur ki, bu tama-men yanlıştır. Eğer aklın ve naklin faaliyet alanları aynı olsaydı, çatışma doğal olurdu. Ancak nakil, müçtehidin şer’î hükümle-ri istinbat kaynağı iken, akıl bu hükümleri anlama, hikmetlerini düşünme mecrasıdır. Akıl, yaratıcı ve müdebbir olan Allah Celle Celalehû’yu bularak, O’nunla bağını kurma vesilesiyken, nakil ise, bağını kurduğu Ya-ratıcının, kulun fili ile alakalı hitabının ta kendisidir. Kul, acizliğini hissedip kendin-

den daha güçlü bir yaratıcı arayışına girdi-ğinde aklıyla tefekkür edip yaratıcının bir ve düzen koyucu olduğunu kavrar. İşte akılla idrak edilen yaratıcı, gerek kulun akidesiy-le alakalı (Cennet, Cehennem gibi) gerek kulun fiilleriyle alakalı (namaz, oruç gibi) hitabı devreye girer ki bu, vahiydir. Hâsılı “aklın delaleti esas alınır” sözü sadece Akide için, dahası Akide’nin Yaratıcıya götürecek aklî muhakemede delaleti esastır. Yoksa Yaratıcının talep ettiği fiilin husn mü, kubh mu, olduğuna karar vermek için değil. Şer’î açıdan mesele irdelendiğinde ise durum iddia sahibi açısından daha da vahim hale gelmektedir. Ahzab Suresi 36. ayette Rabbi-miz, وما كان لمؤمن وال مؤمنة إذا قضى الله ورسوله أمرا أن فقد ضل ورسوله الله يعص ومن أمرهم من الخيرة لهم يكون بينا Allah ve Rasulü, bir işte hüküm“ ضلال مverdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasulü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” buyurmamış olsaydı, yine Nisa sure-si 59. ayetinde:

فإن تنازعتم في شيء فردوه إلى الله والرسول إن كنتم تؤمنونبالله واليوم اآلخر

“Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlı-ğa düşerseniz, Allah’a ve Ahiret Günü’ne gerçekten inanıyorsanız, onu Allah’a ve Rasulü’ne götürün.” buyurmamış olsaydı, iddia sahibinin ‘aklın delaleti esas alınır’ sözü-ne itibar edilebilirdi.

Kur’an’ın tarihsel süreç içinde belli 2- toplumlarda farklı uygulanabileceğini ileri süren bir başka modernist yazar kitabında şu ifadelere yer vermektedir:

“Kur’an’da az sayıdaki “yasama ile ilgili” ayetler de Arap toplumunun örfü ve tatbikata ilişkin kuralları ile bağlantısı içinde doğmuştu.” (Fazlu’r-Rahman, İslam, 99)

Oysa bu ifadeler Arap toplumunun örfü

Modernizm, İslam’ı Bâtıla Uyarlama Projesidir

Page 53: KöklüDeğişim 77.Sayı

51 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

ve gelenekleri incelendiği zaman, Kur’an’ın Arap toplumunun yapısıyla alakalı ayetleri incelendiği zaman hiç de ifade edildiği şe-kilde olmadığı açığa çıkar. Mesela;

Arabistan’da insanların genel ahlâkı-a) nın bozulmuş olması nedeniyle fuhşun her çeşidi yaygındı. Kadın hamile kalıp çocuk doğurunca, çocuğunun kime ait olduğunu söylerse, o kişi çocuğun babası olurdu. Bu yaşam tarzı cahiliye döneminde Arapla-rın örfündendi. Oysa bu gelenek, Kur’an-ı Kerim’de Rabbimizin المؤمنات من والمحصنات آتيتموهن إذا قبلكم من الكتاب أوتوا الذين من والمحصنات أخدان متخذي وال مسافحين غير محصنين M“ أجورهن -min kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden if-fetli kadınlar da, mehirlerini vermeniz şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir…” (el-Mâide 5) buyruğu ile kaldırılmamış olsay-dı ve yine سبيل وساء فاحشة كان إنه الزنى تقربوا وال “Zinaya yaklaşmayın gerçekten o ‘çirkin bir hayâsızlık’ ve kötü bir yoldur.” (el-İsrâ 32) buyruğu ile hayâsızlık ve çirkin bir fiil ola-rak tarif edilmeseydi, bu örfe alışmış olan Araplar bu hükümlerden sonra da aynı fi-illeri işler, onlardan uzaklaşmazlardı. İşte o zaman yasama ile örfü doğru orantılı olarak ilişkilendirmekte haklı olunabilirdi.

Müşrik Araplar arasında yaygın olan b) batıl inançlardan biri, hac niyetiyle ihram giydikten sonra, evlerine kapılardan değil arka kapıdan, pencereden veya duvarı atla-yarak girmeleriydi. Arap’lar, ayrıca hac yol-culuğundan sonra evlerine döndükleri za-man da ana kapıyı kullanamazlardı. İşte bu örf, eğer ki Rabbimizin, وليس البر بأن تأتوا البيوت أبوابها واتقوا من ظهورها ولكن البر من اتقى وأتوا البيوت من İyi davranış, asla evlere ark“ الله لعلكم تفلحون -larından gelip girmeniz değildir. Lâkin iyi davranış, korunan (ve ölçülü giden) kim-senin davranışıdır. Evlere kapılarından

girin, Allah’tan korkun, umulur ki kurtu-luşa erersiniz.” (el-Bakara 189) ayet-i celilesiy-le kaldırılmamış olsaydı, yasamaya ilişkin hükümlerin toplumun örfüyle iç içe olduğu ve dahi örfünden kaynaklandığı fikri doğru olabilirdi.

Cahiliyye döneminde kan davası, c) Arapların en önemli özelliklerinden biriydi. Bir aile veya kabile, kendi fertlerinden biri veya birden fazlasının öldürülmesinin bede-lini takdir ettikleri ölçüde alırlardı. Yani bir insanın kanı ne kadar kıymetliyse, o kadar bedeli alınırdı. Bazen bir kişinin canı daha değerli sayılırdı ve karşılığında tek bir can alınması yetmezdi. O kadar ki, bir kabile re-isi veya ileri geleni öldürülmüşse, öldüren kabile veya aileden 5-10 kişi, hatta yüzlerce-si öldürülürdü. Bu Araplardaki yaygın örf şayet Rabbimizin, لوليه جعلنا فقد مظلوما قتل ومن القتل في يسرف فل Kim mazlum olarak“ سلطانا öldürülürse biz onun velisine (mirasçısına öldürülenin hakkını talep hususunda) bir yetki vermişizdir. O da öldürmede ileri gitmesin.” (el-İsrâ 33) ayeti olmasaydı ve yine “Her kimin bir yakını öldürülür ise o, iki hayırlı şeyden birisini yapmakta serbesttir. Ya fidye alır ya da (kısas gereği onu) öldü-rür.” İbni Mace hadisinde olduğu gibi kısası tek kişi ile sınırlandıran nasları olmasaydı, iddia sahibi haklı olurdu.

Mekke de kız çocuklarını diri diri gö-d) men Arapların bu örfleri Rabbimizin, وال تقتلوا ياهم واإ نرزقكم نحن إملق ن م Fakirlik y...“ أوالدكم -zünden evlatlarınızı öldürmeyin. Sizin de, onların da rızkınızı biz veririz” (el-En’am 151)

ayeti inmemiş olsaydı ve Araplar bu örfle-rini terk etmemiş olsaydı iddia sahibi haklı olmuş olurdu.

Modernistler, Müslümanların bir 3- müçtehidin mukallidi olmasını da eleştire-rek, ”Çünkü kesinlikle bilinmektedir ki, Hıris-tiyanlar ve Yahudiler haham ve rahiplerine iba-

Modernizm, İslam’ı Bâtıla Uyarlama Projesidir

Page 54: KöklüDeğişim 77.Sayı

52Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

det etmemekte, ancak onlara itaat ederek onların haram kıldıklarını haram, helal kıldıklarını da helal kabul etmektedirler. Bu Ümmet’in mu-kallid kesiminin yaptığı da budur. Hatta onlar, hahamlarını ve rahiplerini Rabb edinen Yahudi ve Hristiyanlara, yumurtanın yumurtaya, hur-manın hurmaya ve suyun suya benzemesinden daha fazla benzemektedirler…” (eş-Şevkânî, Fethu’l-

Kadîr, II, 403-4) sözünü delil getirmektedirler. Ancak yanıldıkları nokta şudur; eğer tak-lit edilenler kendi hevalarına göre hüküm koymuş olsalardı yani hükmü açığa çıka-rırken edille-i şeriye olan Kur’an, Sünnet, Sahabe’nin icması ve şer’î illete bağlı şer’î kıyas esaslarına bağlı olun-mamış olsaydı haham ve rahipleri ilah edinmek me-sabesinde olan taklit, körü körüne taklit ve haram bir taklit olurdu. Oysaki mü-min, iman edeceği akide ile alakalı ve amel edece-ği şer’î hükümlerle alakalı hususlarda nasslarla kayıt-lıdır. Bu hususlarda haddi aştığında ise baği hükmüne girer. İslam müminden öz-gür olmasını değil, Rabbine kulluk vazifesini yapması-nı talep etmektedir. Bu taleple karşı karşıya kalan kul ise, Rabbinden kendisine indirilen vahyi anlamak durumundadır. Müslüman-lar nasslardan hüküm çıkaracak yetide ol-muş olsaydı, zaten müçtehid olurdu. Ancak bu yetiye sahip değilse bir müçtehidi taklit etmesi kaçınılmaz olmaktadır. Zaten nass-lar da dediğimiz hususu desteklemektedir. Rabbimiz, فاسألوا أهل الذكر إن كنتم ال تعلمون “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” (en-Nahl

43) yine Allah Rasulü “Madem bilmiyorlardı niye sormadılar? Şüphe yok ki, cehaletin şi-fası sormaktır.” (Ebu Davud) yine “Allah kime hayır dilerse, onu dinde fakih yapar.” (Buharî,

Kitabu’l-İlm) hadisi dediğimiz hususu destekle-mektedir. Zaten vakıası gereği de ‘anlama’ ancak ‘vukufiyet’ ile gerçekleşmektedir.

Bir başka iddia da, Allah’ın mümin 4- için kolaylık dilediği, zorluk dilemediğidir. Bunu da Mecelle’deki “Ezmânın tegayyürü ile ahkâmın tebeddülü inkâr olunamaz”, “Âdet muhakkemdir”, gibi kaidelere dayandırarak, zamanın değişmesiyle ihtiyaçların ve hükümle-rin değişebileceğini ve Müslümanın geleneksel olarak yapa geldikleri amellerinin zamana ve mekana göre değişebileceğini ve dahi İslam’ın kolaylık dini olduğunu söylediler. Mecelle’deki bu kaidelerin amellerde esas kılınması gerektiği,

ancak kesin nasslarla belirtil-memiş ve Müslümanların ter-cihine bırakılmış olan meşru seçenekler hakkında kolaylık ilkesinin işletilmesi gerekti-ğini söylediler. Bu iddiayı ispat etmek için de, الله يريد ضعيفا اإلنسان وخلق عنكم يخفف أن “Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır.”

(en-Nisa 28) gibi ayetleri de delil olarak kullandılar. Bu iddiaya cevap ise şöyledir:

Öncelikle “Ezmânın tegayyürü” yani “za-manın değişmesi” ile “ahkamın tebeddülü” yani hükümlerin değişmesi inkar olunamaz ifadesi, hem vakıayla hem de şer’î hüküm-lerle çelişmektedir. Şöyle ki; hükümlerin değişkenliği zamanın değişmesine bağlı kılındığı için hata yapıldı. Çünkü hüküm-ler insanın fiilleri hakkında inmiştir, zaman hakkında değil. “Hükümlerin değişmesi için zamanın değişmesi gerekir” diyerek cümleyi tersten okursak o zaman her bir dakika ya-hut her bir saat yahut her bir yıl yahut her bir asır için Rabbimizin Kitab-ı Kerimi’nde zaman belirterek “filan zamanda şu hükmüm

Modernizm, İslam’ı Bâtıla Uyarlama Projesidir

...Mümin, iman edeceği akide ile alakalı ve amel edeceği şer’î hükümlerle

alakalı hususlarda nasslarla kayıtlıdır. Bu hususlarda haddi aştığında ise baği hükmüne girer. İslam

müminden özgür olmasını değil, Rabbine kulluk

vazifesini yapmasını talep etmektedir.

Page 55: KöklüDeğişim 77.Sayı

53 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

geçerlidir, filan zamana eriştiğinizde ise şu hük-müm geçerlidir.” demesi icap ederdi. Bu ise vakıayla çelişmektedir. O zaman insan Rab-binden gayb hakkında bilgiler almış olur ve zamana göre de kendini hazırlardı. Bu kai-denin şer’î açıdan izahına gelince; Rabbimiz, وأن احكم بينهم بمآ أنزل الله وال تتبع أهواءهم واحذرهم أن يفتنوكإليك الله أنزل ما بعض Aralarında Allah’ın“ عن indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dik-kat et.” (el-Maide 49) أن أمره عن يخالفون الذين فليحذر Onun emrine (g“ تصيبهم فتنة أو يصيبهم عذاب أليم -tirdiği dine) muhalefet edenler, kendisine musibet (sıkıntı) veya acıklı bir azabın ge-lip çatmasından sakınsınlar.” (en-Nur 63) diye buyurmaktadır. Yine Allah Rasulü, “Kim bizim bu emrimizde (dinimizde) olmayanı (dindendir diye) icad ederse, o reddolunur.” (Muslim, Akdiyye) diyerek hükümlerin ancak Allah ve Rasulü’nden alınması gerektiğini ifade etmektedir. “Âdet muhakkemdir” sözü ise âdetlerin hükmün kaynağı olduğunu sa-lık verilmektedir ki, bu da batıldır; yukarıda izahını yapmaya çalışmıştık.

“Kesin nasslarla belirtilmemiş ve Müslü-manların tercihine bırakılmış olan meşru seçe-nekler” derken de “mubah” hükmünün kas-tedildiği aşikardır. Yani onlara göre mubah; Allah’ın hükmünü naslarda belirtmediği daha doğrusu hakkında hükmün olmadığı alandır. İşte tam da bu noktadan yaklaşarak “kolaylık” ilkesini “mübahlık” hükmüyle bi-tiştirerek güya Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın hakkında hükmünün olmadığı alanlarda Müslümanlara kolaylık tanıdığı düşüncesi salık verilmektedir. Oysaki bir şeyin mubah olabilmesi için onun mubah olduğuna dair Şari’in hitabını gösteren bir şer’î delilin bu-lunması mutlaka lazımdır. “hakkında haram kılıcı delil olmadıkça, eşyada asıl olan mubah-lıktır” şer’î kaidesi gereği delil aranmayan

mubahlığın sadece eşya hakkında olması gerekirken insanın fiillerini de kapsamı-na alacak şekilde genişletmeleri de ayrı bir handikaptır. Şu, “deliller” dediğimiz hususu netleştirmektedir. Rabbimizin, “(İhramdan) çıkınca avlanınız.” (el-Maide 2) yine “Namaz kılınca, dağılın.” (el-Cuma 10) buyrukları gibi. Yani illaki hakkında bir nass varit olması gerekir. Hâsılı gerçek anlamda Rabbe iman etmiş bir kul, ihlas ile samimiyet ile Rabbine iltica eden bir kul, Rabbinden gelen bütün emir ve yasakları kendisine kolay gelir, ko-laycılığa(!) kaçmaz.

Modernistlerin en çok Sünnet hakkın-5- da ileri-geri konuştukları gözlemlenmiştir. Sünnet’in bağlayıcılığı hakkında, Kur’an’ın “herşeyi açıklayıcı” (en-Nahl 89) olduğunu “hiç-bir şeyi eksik bırakmadığı” (el-En’âm 38), “ihtilaf-ları açıklamak için” (en-Nahl 64) gönderildiği, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in bile “Kur’an’dan başka hakem aramadığı” (el-En’âm

114) gibi hususları anlatan ayetlerin, Kur’an dururken Sünnet’e veya bir başka kaynağa müracaat edip onu bağlayıcı kabul etmenin yanlış olduğu şeklindedir. Bu iddia, Moder-nistlerin en çok dillerine pelesenk yaptıkları hususlardan biridir. Acaba Rabbimizin, كما يكم ويعلمكم الكتاب نكم يتلو عليكم آياتنا ويزك أرسلنا فيكم رسوال ما لم تكونوا تعلمون Nitekim kendi“ والحكمة ويعلمكم مiçinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi tez-kiye eden/arındıran, size Kitabı ve hikme-ti öğreten ve bilmediklerinizi size öğreten bir Rasul gönderdik.” (el-Bakara 151) ayetinde-ki hikmetin manasını anlamışlar mı? Yahut Kur’an’ın ayetlerini açıklarken kendi sözle-rini hikmetli söz olarak mı telakki etmekte-dirler. Acaba Rabbimizin, بالبينات والزبر وأنزلنا إليك İnsanlara“ الذكر لتبين للناس ما نزل إليهم ولعلهم يتفكرونkendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da zikri/risa-leti indirdik.” (en-Nahl 44) buyruğunda olduğu üzere Rasul’ün açıklamalarını yeterli bulma-

Modernizm, İslam’ı Bâtıla Uyarlama Projesidir

Page 56: KöklüDeğişim 77.Sayı

54Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

mışlar mı? Acaba Rabbimizin, الرسول آتاكم وما Rasul size ne verdiyse“ فخذوه وما نهاكم عنه فانتهواonu alın, size neden nehy etti ise ondan sakının.” (el-Haşr 7) buyruğunda olduğu üze-re acaba sakındırmayı sadece Kur’an-ı Zişan ile mi sınırlandırmışlar. Rasul’ün Sünneti’ni bir an bile olsa bir kenara bıraktığımızı farz etsek, namazımızı nasıl kılacak, haccımızı nasıl ifa edeceğiz ve yiyecek-giyecek vs. ile ilgili pek çok unsurlarla ilgili helal-haramlar neye göre belirlenecek? O halde Modernist-lerin bu iddiası, cevaplandırılmaya dahi ih-tiyacı olmayan kelimeler toplamından baş-ka bir şey değildir.

Böylelikle Modernistlerin göze çarpan belli başlı iddialarını incelemeye çalıştık. Ancak şu hususun bilinmesi elzemdir ki, o da; bu iddia sahiplerinin çoğunun vefat et-miş olmalarına rağmen, iddialarının İslamî mefhumlar açısından kıymeti haiz olma-dıkları bilinmesine rağmen, Batılı Müşteş-riklerce desteklenerek İslamî Ümmet’in ev-latlarının İslamî değerleri ihmaline ve dahi terk etmelerine sebep olduğu bilinmesine rağmen ısrarla kitapları, tozlu raflardan in-dirilerek yeniden defaatle yorumlanıp pa-zarlanmaktadır.

Bu tespitin izlerini, Allah Rasulü SallAl-lahu Aleyhi ve Sellem “…bir kimsenin kanı(nın akıtılması) şu üç hal dışında helal değildir: Zina eden dul, (öldürdüğü bir) cana can ve cemaat-tan (İslâm’dan) ayrılarak dinini terk eden kim-

se.” (Buharî, Diyat) buyurduğu halde aklı bir çıkarımla “Eğer dininden dönen, din değiştiren kimse bu yüzden öldürülseydi; yani din değiştir-menin cezası idam olsaydı, o zaman dinde zor-lama olurdu.” (Hayrettin Karaman, “İrtidad’ın Cezası

Ölüm müdür?” isimli makale) sorgulama yapan an-layışta görmek mümkündür. Yine aynı an-layış, Allah Subhanehu Teâlâ’nın farz kılmış olduğu şer’î hükümlerden bir hüküm olan Hilafet hakkında aklî yorumlar yaparak şu cümleleri kullanmakta da bir beis görme-mektedir: “…Böyle yapmaz da önce “Hilafet, İslam Devleti vb.” derlerse İslam’a ve Müslü-manlara zarar verirler.” (Hayrettin Karaman, “İslam

Devleti ve Hilafet” isimli makale)

Son olarak, şunu ifade etmekte fayda var-dır: İslamî kesimin, “Modernistler” ve “Gele-nekçiler” diye sınıflara bölündüğü müşahede edilmektedir. Bu durum, Müslümanlar açı-sından çok tehlikeli olmakla birlikte, Müslü-manların esasî uyanışına vesile olacak olan, vahdetini vakıasıyla hissettirecek olan, yeni-den eski izzetli günlerine kavuşturacak olan Raşidî Hilafet Devleti’ni kurma farziyetin-den de uzaklaştırmakta, onları bölmekte ve zayıf bırakmaktadır. Müslümanların bu süreçte siyasî ferasete sahip olmaları elzem bir durumdur.

Modernizm, İslam’ı Bâtıla Uyarlama Projesidir

Page 57: KöklüDeğişim 77.Sayı

55 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

Rol model”, insanların müspet ya da menfî anlamda değişimleri söz konusu olduğunda ya da toplum

önünde örneklik teşkil edecek olan şahsiyet-ler üzerine yapılan değerlendirmelerde sık-lıkla karşılaştığımız kavramlardan birisidir. Her dönemde canlılığını koruyan başörtüsü tartışmalarında, ilköğretimdeki çocukların ve kamu çalışanlarının başörtüsü ile kamu-sal alanda örneklik teşkil edeceklerine dair vurgu yapıldığında, örnek lider olarak gös-terilen Erdoğan’ın İslam Âlemi tarafından hayranlıkla takip edilmesiyle ilgili yapılan değerlendirmelerde, Türkiye’nin diğer hal-kı Müslüman olan ülkeler için model ülke olarak gösterilmesi gibi birçok konuda “rol model” kavramı ile karşılaşıyoruz. Çeşitli yerlerde duyduğumuz veya okuduğumuz bu kavram ile kastedilenin ne olduğunun bilinmesi, tüm bu meselelerin anlaşılması ve doğru bir bakış açısı ile değerlendirilme-sinde yardımcı olacaktır. Buradan yola çıka-rak bu kavramın ne anlama geldiğini ve bu

meselelerin izahında nasıl bir paya sahip ol-duğunu farklı bir bakış açısıyla değerlendir-mek faydalı olacaktır, diye düşünüyorum.

Yaşam tarzlarıyla, hal ve hareketleriy-le çevrelerindeki insanlar tarafından örnek alınan, taklit edilen insanlar bu özellikleriy-le “rol model” olma sorumluluğunu taşıyan insanlardır. Her insanın çocukluk yaşların-dan başlayarak hayatının her döneminde değişkenlik gösteren ve kendisine örnek olarak seçtiği “rol modeli” vardır. Bu seçim ilk etapta aile içerisindeki bireyler ile başlar. Küçük bir çocuk için hayranlık duyduğu ve davranışlarını taklit ettiği, sürekli görüp gözlemleyebildiği en yakınındaki insanlar olan ebeveyni ve aile içerisindeki diğer bi-reyler “rol model” olarak seçtiği ilk insanlar olmaktadır. Bunlar genellikle anne veya baba olduğu gibi aile yapısına göre değiş-kenlik göstermektedir. Çocukların benlik, kişilik, kimlik, karakter yapıları üzerinde öncelikli rol modelleri olan annelerin büyük payı vardır. Bunun için annelik sanatını en

Fatma Nur ŞAHİN

Page 58: KöklüDeğişim 77.Sayı

56Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

güzel şekilde icra eden kadınlar, Rableri ta-rafından Cennet ayaklarının altına serilerek ödüllendirilmişlerdir. “İyi bir anne yüz öğret-mene bedeldir” diyenler de, annenin çocuğu için “rol model” olmasındaki önemi vurgu-lamışlardır.

Bu seçim, yaşın büyümesi ve çocuğun ailesinin dışında beraber vakit geçirdiği di-ğer insanlarla tanışması ile değişim gösterir. Okul ortamında, arkadaş ortamında, çev-resinde gözlemleyebildiği insanlar veya iz-lediği televizyon programlarında gördüğü ünlü insanlar, starlar, sanatçılar, sporcular vb. davranışlarını, yaşam tarzlarını örnek alacağı yeni insanların var-lığı, kendisine yeni bir “rol model” edinmesini berabe-rinde getirmektedir. Bu “rol model” olarak seçilen kişinin takip edilmeye değer bir özelliğinin veya başarısının olması onun tercih edilmesi için yeterlidir. Çocukların bu dışarı açılma dönemlerinde genellikle tercih ettikleri rol modelleri okulda sürekli va-kit geçirdikleri öğretmenleri olmaktadır. Onları örnek al-maları, davranışlarını taklit etmeleri ve onlar gibi olmaya gayret gös-termeleri gayet doğal bir durumdur. İşte bu noktada örnek alınacak bu kişilerin, çocuk-larımızı teslim ettiğimiz bu insanların, bi-zim hassasiyetlerimize sahip insanlar olup olmadığı meselesi ortaya çıkıyor. Bizler şer’î hükümlere bağlanırken çocuklarımızı tes-lim ettiğimiz bu insanlar, şer’î hükme bağ-lanmayan insanlar olduğunda, bu duruma nasıl müdahale edeceğiz ve çocuklarımızın onları örnek almasına nasıl engel olacağız. İşte “başörtüsü ve kamusal alan” konusunun tartışıldığı yerlerde dile getirilen kaygı bu temele dayandırılarak, okullarda başörtüsü

ile görev yapacak olan öğretmenlerin çocuk-lar için rol model olacakları ve bu durumun doğal, olağan, talep gören ve yaygınlaşan bir durum olacağı korkusu, dile getirilmek-tedir. Yani şer’î hükümlere bağlanan ailele-rin çocuklarını kendileri gibi düşünmeyen ve yaşamayan insanlara teslim etmeleri ve bu çocukların onları “rol model” olarak belir-lemelerini doğal karşılayanlar, tam tersi söz konusu olduğunda buna itiraz edip korku-larını dile getiriyorlar.

Bu korkuların tezahürü olarak da, günü-müzde Kapitalist ideolojinin hâkim olduğu kamusal alanda dine dayalı en ufak bir de-

ğerin bile varlığına taham-mül edemez hale gelmiştir, mevcut sistem ve bu sistemi ayakta tutan hâkim zümre. Dinden tamamıyla arındırıl-mış bir kamusal alanda, dine dair bir örnekliğin varlığı, sistem için tehlike olarak al-gılanmaktadır. Dolayısıyla bu hâkim zümre için kamu-sal alanda başörtüsüne izin vermek demek, bu yeni rol modellerin bir değişime ve-sile olmasına göz yummak anlamına gelmektedir. Peki,

çocuklarımızın rol model olarak aldığı öğretmen-lerle ilgili aradaki bu ihtilafı ne kaldıracak? Yani başörtülü anneler çocukları için başörtülü örnek öğretmenleri tercih ederken, başı açık anneler de kendileri gibi açık öğretmenleri tercih ettiğinde bu ihtilafa son verecek olan nedir, dediğimiz-de iman edenler için elbette ki Rablerinin kendileri için gönderdiği şu ayet-i kerime olacaktır:

موك فيما شجر بينهم ثم ال فل وربك ال يؤمنون حتى يحكا قضيت ويسلموا تسليما يجدوا في أنفسهم حرجا مم

“Hayır, Rabbine andolsun ki; araların-da çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin

Bana “Rol Modelini” Söyle, Sana “Kim Olduğunu” Söyleyeyim

...Şer’î hükümlere bağlanan ailelerin

çocuklarını kendileri gibi düşünmeyen ve

yaşamayan insanlara teslim etmeleri ve bu çocukların onları “rol model” olarak

belirlemelerini doğal karşılayanlar, tam tersi söz konusu olduğunda buna

itiraz edip korkularını dile getiriyorlar.

Page 59: KöklüDeğişim 77.Sayı

57 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

edip sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan ken-dilerini tamamen teslim etmedikçe iman etmiş olmazlar.” (en-Nisa 65) Elbette ki bu ko-nuda çözümü, şer’î hükme bağlanmak ge-tirecektir. Yani Âlemlerin Rabbi olan Allah kadın için örtünmeyi emrettiğinden dolayı tüm kadınların bu buyruğa uymalarından başka bir çare ve çıkar yol yoktur. Şer’î hük-mü kabul etmeyen insanlar içinse bu soru-nun akla ve mantığa yatar bir çözümünün olamadığını kabul etmekten başka bir yol kalmıyor. Zira meseleye özgürlükler zavi-yesinden bakıldığında da her iki tarafında isteğinin makul olduğu düşünülürse herke-si memnun edecek bir çözüme ulaşılmasının mümkün olmadığı açıkça ortadadır.

Ayrıca insanların birbirleri için örneklik teşkil etmeleri ve hayatlarında kendileri için rol modeller belirlemeleri hususunda öz-gürlükçü düşünceye sahip insanların “hiçbir insanın böyle bir sorumluluğu yoktur. İnsanlar kendisini örnek alıyor diye kendini kontrol et-mesi ve belli kalıplar içerisinde hareket etmesi insanın özgürlüğünü kısıtlamaktır” diye dü-şünenler de vardır. Bu Batı’nın geliştirdiği, hiç kimsenin kimseye karşı sorumluluğu yoktur, herkes duygu düşünce ve hareketlerinde hür-dür, düşüncesinin bir sonucudur. Bugünkü gençliğin içine düştüğü durumun önemli etkenlerinden birisi de bu düşüncedir. Bu konuda kişisel gelişim uzmanı olan Stephen R. Covey de şöyle söylüyor:

“Hollywood, genelde sorumlu olmadığımıza, duyguların bir ürünü olduğumuza bizi inandı-ran senaryolar üretti. Ancak Hollywood senar-yosu gerçeği tanımlamaz. Duygularımız, ey-lemlerimizi denetliyorsa, bunun nedeni sorum-luluklarımızı terk etmemiz ve duygularımıza bu yetkiyi vermemizdir. Duyguları zekice kullan-mayı, aklı da rastgele duygularla değil, hakka-niyet duygusuyla ve ahlakî değerlerle yönetmeyi

öğrenmek ve değerleri ön plana çıkaran yeni bir eğitim yaklaşımını gündeme getirmek zorunda-yız.” (Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı, İstanbul 1999, S. 79)

Batı’nın geliştirdiği bu düşüncenin yan-lışlığını bugün artık uzmanlar da kabul et-mekte ve insanların model olma gibi bir so-rumluluğa sahip olduğunu ve ancak bu so-rumluluğunun bilincinde olursa toplumsal sorun olarak kabul edilen birçok sorunun aşılabileceğini görmektedirler. Toplumsal değişim üzerine araştırmalar yapan ve bu konuda fikir ortaya koyan birçok düşünür bu konuda aile ilişkileri ve ebeveyn-çocuk ilişkisinin önemi üzerinde önemle durmuş-lardır. Bizler, toplumsal değişimin fertten yola çıkarak mümkün olamayacağını düşü-nüyoruz. Ancak fertlerin “rol model” olma bilinciyle hareket ettiklerinde veya kendi-lerine doğru örnekler seçtiklerinde, bunun genel manada değişime yardımcı olacak önemli bir etken olduğunu da düşünüyo-ruz. Zira bu konuda ayet-i kerimede, الله إن ذا أراد الله بقوم سوءا ال يغير ما بقوم حتى يغيروا ما بأنفسهم واإوال من دونه من لهم وما له مرد Şüphesiz ki…“ فل bir kavim, kendini değiştirmedikçe; Allah da onları değiştirmez. Ve Allah, bir kavi-min fenalığını dileyince; artık onun önüne geçilemez. Allah’tan başka onları koruya-cak birisi de bulunmaz.” (er-Ra’d 11) buyrul-maktadır. Bu ayet-i kerimede de insanların müspet ya da menfî anlamda kendilerinde olanı değiştirmelerinden bahsedilmektedir. Bu değişim ise toplumu oluşturan duygu, düşünce nizam ve insanların bir bütün olarak değişmesiyle mümkün olacaktır. İşte bu de-ğişim içerisinde fertlerin değişimi ve düzel-mesinde bu “rol model” kavramının önemli bir yeri olduğuna inanıyoruz. Yani eğiticile-rin eğitilmesi gereklidir ve insanların kendi-lerinde olanı değiştirmeleri, kendilerini örnek alanları da değiştirmeleri anlamına gelmek-tedir. Aile içerisinde öncelikle çocuklarının

Bana “Rol Modelini” Söyle, Sana “Kim Olduğunu” Söyleyeyim

Page 60: KöklüDeğişim 77.Sayı

58Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

kendilerini model olarak aldığı ebeveynle-rin, bu bilince sahip olarak hareket etmeleri gerekmektedir. İslam âlimlerinin paylaştığı bir ifade şudur: “Allah’ın Rahman, Rahim ve cemal sıfatlarının kendisinde tecelli ettiği kadın ile, Kahhar, Muntakim ve Celal sıfatlarının ken-disinde tecelli ettiği erkek” arasındaki birbirini tamamlayıcı bu mükemmel uyumdan yola çıkarak, yeni nesil için örnek ebeveynler ol-mak, farklı rol modeller edinen çocuklarımı-zın kontrolden çıkmalarına engel olacaktır, diye düşünüyorum.

Meseleyle ilgili başka bir konu ise; insa-nın tutum ve davranışlarını denetleyen ve böylelikle ona yön veren siyaset ve eğitim alanındaki aksaklıklar ve sorunlar, örnek şahsiyetlerin oluşumunun önünde önem-li bir engel teşkil etmektedir. İslam’da tüm hükümler ve siyasî düzenlemeler ile siya-setin insan davranışlarını denetlemede en etkin şekilde faydalandığı eğitim sistemi, insanı örnek bir şahsiyet yapma yolunda Âlemlerin Rabbi tarafından mükemmel bir nizam ile düzenlenmiştir. Ayrıca insa-na, hayata dair bir bakış açısı kazandıran, fikrî liderlik olarak tüm insanlığa taşınması gereken İslam ideolojisi örnek İslam şahsi-yetlerinin yetişmesi konusunda aile yapı-sına, eğitim kurumlarına, kamusal alana dair gerekli düzenlemeleri getirmiştir. Bu minvalde siyaset adamlarını ve yürütülen mevcut siyaseti değerlendirdiğimizde, ör-neklik teşkil etme konusunda liderlerin de sınıfta kaldıklarını söyleyebiliriz. Ancak bu konuda, Türkiye’nin Arap ülkeleri tarafın-dan “rol model” olarak seçilmesi, Türk dizi-lerinin bu ülkelerde büyük ilgi ile izlenmesi, Erdoğan’ın bu ülkelerde örnek lider olarak teveccüh görmesi, akıllara gelecektir elbette. Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: “Bu örnek-leri model olarak Müslümanların önüne koyan güçlerin amacı nedir? Bu tercih, Müslümanla-

rın bilinçli bir şekilde yaptığı bir tercih mi yoksa her zamanki gibi bir yönlendirme ve dayatma mı söz konusudur?” Evet, örnek olmak yani “rol model olmak” beraberinde sorumluluk ge-tirir. Rol modellerin sorumluluk bilincine sahip olmaları gerekir. Onların hata yapma gibi bir lüksleri yoktur ve kendilerini örnek alanları düşünerek hareketlerine, söylem-lerine, yaşantılarına dikkat etmeleri gerek-mektedir. Tüm bunları göz önünde bulun-durduğumuzda bu örneklerin kesinlikle Müslümanlar için rol model olma özelliği-ne sahip olamadıklarını açıkça görebiliriz. Müslümanların kendileri için örnek olarak seçmeleri gereken gerçek modeller ise Allah Rasulü tarafından bizlere şöyle bildirilmiş-tir; “Benim Ashabım gökteki yıldızlar gibi-dir, hangisine uyarsanız hidayeti bulursu-nuz.” (Deylemi, Beyhaki)

“Ashabım hakkında Allah’tan korkun, Ashabım hakkında Allah’tan korkun! Ben-den sonra onları kendinize hedef haline ge-tirip düşmanlık etmeyin! Kim onları severse bana olan sevgisinden dolayı sever. Kim de onlara kin beslerse, bana olan kini dolayı-sıyla böyle yapar. Kim onlara eziyet eder-se bana eziyet etmiş olur. Kim bana eziyet ederse Allah’a eziyet etmiş demektir. Her kim de Allah’a eziyet ederse, çok geçmeden Allah onun belâsını verir.” (Ahmed b. Hanbel)

Yine Müslüman kadınlar için kendileri-ne örnek alacakları kadınlar, Allah Rasulü tarafından şöyle bildirilmiştir: İbn-i Cerir kendi tefsirinde Enes İbni Malik’den nakle-diyor ki:

“Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: “Âlemlerin kadınlarının en iyileri (ve faziletlileri) dört kişidir: İmran kızı Meryem, Mezahim kızı ve Firavun’un hanımı Asiye, Huveylid kızı Hatice ve Mu-hammed kızı Fatıma’dır.” (Taberî Tefsiri, c.3, s.180.)

Bana “Rol Modelini” Söyle, Sana “Kim Olduğunu” Söyleyeyim

Page 61: KöklüDeğişim 77.Sayı

59 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

Siyaset belirli bir fikir ile Ümmet’in işini tanzim etmek demektir. Tabiî ki Ümmet’in işlerini tanzim eden-

lerin belirli bir fikirleri ve ideolojileri yoksa devşirme fikir ile tanzim edilen devşirme bir siyaset ortaya çıkacaktır. Bu siyasette Türk Dil Kurumuna göre: “Çok acayip, şaşılacak kadar çirkin olan şey” anlamına gelen ucube gibi bir siyaset olacak ve böyle ucube siya-set, acayip siyasetçiler doğuracaktır. Tıpkı yaşadığımız vakıada, işlerimizin tanzim edildiği ucube siyaset ve bu siyaseti tatbik eden acayip siyasetçiler gibi…

Bu devletin insanlara taşıyabileceği bir fikri ve ideolojisi yoktur. Siyasetçiler de, hayran oldukları fikri ve bu fikirden türe-yen siyaseti tatbik edeceklerdir. Şu an yaşa-dığımız ortamda Kapitalist siyaset ve onun yönetim nizamı olan Demokrasi tatbik edil-mektedir. Bu da İslamî Akide ve İslamî fi-kirden çıkan bir siyaset ve yönetim nizamı değil, sömürgeci kâfir devletlerden ithal edi-len bir siyaset ve yönetim nizamıdır. Bu si-

yaset nizamı, ne insanlara insan olduğu için değer verir, ne de Yaratıcının değerli olarak gösterdiği değerlere değer verir. O ancak ve ancak maddiyata değer verir. Bu yönüyle O, ucube bir siyasettir. Zira insan aklına ve fıt-ratına aykırılıklar göstermektedir.

İşte o ucube siyasetten doğan acayip icra-atlardan örnekler:

- İnsanlar, futbol denilen uyuşturu-cu sayesinde uyumaya devam etsinler diye bir futbol sahası yapıldı ki, orası için Başbakan’ın belirttiğine göre 600 Trilyon Lira harcanmıştır. Acayip bir siyaset örne-ği… Peki, burada sormak gerek her şey bitti de bir bu mu eksik kaldı? Yani insanların sırtı pek, karnı tok, hiç kimsenin derdi kal-mamış ve her şey yolunda öyle mi? Oraya harcanan paraya, düşünün kaç tane fabrika açılırdı ve aile efradı ile birlikte kaç kişiye iş ve aş fırsatı üretilebilirdi? Oraya harca-nan para zaten yeterince aç olan insanları biraz daha aç kalmaya mahkûm ederek bu

Erkan KARDELEN

UCUBE SİYASET ACAYİP SİYASETÇİLER

(DOĞURUYOR)

Page 62: KöklüDeğişim 77.Sayı

60Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

insanlardan toplanan vergilerle karşılandı. Ne kadar tuhaf bir iş ve ne kadar acımasız bir tanzim yapılmış değil mi? Üstüne üstlük bir de açılışında yapılan protesto haftalarca gündem yapıldı ve üzerinde yazıldı, çizildi, konuşuldu.

- İçki yasası ile alakalı olarak gelen tepki-lere karşı Başbakan Erdoğan; “Herkesin yaşam tarzı giyimi kuşamı, yeme içmesi, inancı, ibadet özgürlüğü, ifade özgürlüğü bizim teminatımız altındadır. Biz ne müdahale ettik ne de müdaha-le edilmesine müsaade ettik.” (16.01.2011 Yeni Şafak) tarzında bir açıklama yapmıştı. Ne kadar tuhaf ve anlamsız! Hepimizce malumdur bu ülkede Müslüman bayanla-rın giyimi ve kuşamından dolayı okullara gidemedik-leri… Ayrıca Hayrunnisa Gül hanımın ilkokuldaki başörtüsü cehaletini orta-dan kaldıracağız sözüne Cumhurbaşkanı’nın destek verdiği ülke burası değil mi acaba? Ve yine Rablerine iman eden Müslümanların çalıştıkları fabrikalarda na-maz kılmalarının yasaklan-dığı ve gizli gizli kılmaya çalışıp yakalananların işine son verildiği ülke neresi acaba? Ve yine “ifade özgürlüğü bizim teminatımız altındadır” denildiği hal-de sırf Hilafet arzularından dolayı insanlar Mars’ta mı ceza evine atılıyor acaba?

Medyanın yönlendirmesi sonucunda - baskıları kırmak ve kendilerini rahatlatmak adına Hacı İnan’lar bu ülkede tutuklanmı-yor mu? Yasal değişiklik neticesinde tahliye olan, ardından yasal mevzuatlara göre imza vermeye devam eden, ama sırf tutuklamak için 13 gün içerisinde yeni bir dosya kap-samında aynı suçtan isnad ile tutuklanan Müslümanlar kimin vatandaşı?

Maalesef bu ucube siyasetin uygulandı-ğı ülke Türkiye’dir. Bu ülkede İslamî bütün değerler yasaktır. Esasen bu yöneticiler, her ne kadar Müslümanların duygularını İslamî söylemlerle okşayıp sömürseler de, aslında gayri İslamî yaşam tarzını güvence altına al-mışlardır. Acaba kendilerini Allah’ın azabı-na karşı güvence altına alabilmişler midir? Sanmıyorum… Bir yandan ya Allah Bis-millah diyecek kadar İslamî, diğer yandan İslam’a zıt olan yaşam tarzını güvence altı-na alacak kadar gayri İslamî bir siyaset güt-mektedirler. Ucube siyaset, elbette ki acayip siyasetçiler doğuracaktır. Doğurmak zorun-

dadır da. Çünkü bu acayip siyasetçiler olmazsa, insan-ların İslamî duygularını kim sömürecek ve Müslü-manları aldatarak bu ucu-be siyaseti devamını kim sağlayacak? Başbakan daha sonra başka bir söylemin-de şöyle diyor: “Her zaman söylediğim şu, eninde sonun-da hepimiz öleceğiz. İki met-reküp bir yer açacaklar bize, çukur, o çukura gömecekler. Bu gök kubbede hoş bir seda bırakabilmişsen, bu millete

hizmetkâr olabilmişsen, bizim bir başbakanımız vardı. Allah ondan razı olsun dedirtebiliyorsan ne âlâ.” (16.01.2011 Yeni Şafak) Anlaşılan öleceğini biliyor ama öldükten sonra nasıl hesap ve-receği konusunda endişeleri var. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyor: “Yöneticileriniz olacak ve onları tanıyacak ve inkâr edeceksiniz. Kim tanırsa beri du-rur. Kim inkâr ederse kurtulur.”

Evet, bu ülkede ucube bir siyaset tatbik ediliyor ve bu gök kubbede hoş bir seda değil, Amerikan kültürü bırakılıyor. Ve bu insanların arzuladıklarını yapıp onlara

Ucube Siyaset Acayip Siyasetçiler (Doğuruyor)

Maalesef bu ucube siyasetin uygulandığı ülke

Türkiye’dir. Bu ülkede İslamî bütün değerler

yasaktır. Esasen bu yöneticiler, her ne kadar

Müslümanların duygularını İslamî söylemlerle okşayıp

sömürseler de, aslında gayri İslamî yaşam tarzını güvence altına almışlardır.

Page 63: KöklüDeğişim 77.Sayı

61 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

hizmetkâr olmak yerine Amerikan projeleri gerçekleştiriliyor. Söylemler hoş ve İslamî, yapılanlar tuhaf ve gayri İslamî… Acayip bir siyaset işte!

Ayrıca başka bir konuya dönecek olur-sak Yeşilay ve Tüketiciler Birliği’nin yaptığı araştırmaya göre, Türkiye’de alkol kullan-ma yaşı 11’e düşmüş ve 7 yılda alkol tüketi-mi %133 artarak 1 milyar 902 milyon litre’ye ulaşmış. Yani AKP hükümeti dönemine denk gelen sürede…

Yine Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) bir raporunda ise: “cinayetlerin %85’i, tutuk-lamaların, ırza tecavüzlerin ve şiddet olaylarının %50’si, trafik kazalarının %60’ı, işe gitmeyen-lerin %60’ı, eşlerini dövenlerin %70’i, intihar edenlerin %58’inin sebebi alkol olarak gösteri-liyor ve rapor uzayıp gidiyor.

Şimdi de sanki bu alkol tüketimini sağla-yanlar bu acayip siyasetçiler değilmiş gibi, bununla ilgili bir yasa hazırlığındalar. Bunu da o kadar gündem yaptılar ki sanki alko-lün reklâmı yapılmak isteniyor. Ve bu yasa-yı hazırlarken bile Avrupa’nın şu ülkesinde şöyle, bu ülkesinde böyle diyerek bu ucube siyaseti uygularken nereye dayandıklarını da yani ucube siyasetin kaynağını da ken-dileri belirtiyor. O kaynak Batıdır. İslamî ol-mayan siyaset ucube siyasettir. Hâlbuki bu yöneticiler İslamî hükümleri tatbik etmek ve alkol üretimini ve satışını yasaklamak zorundadırlar. Çünkü Allah Azze ve Celle onu haram kılmış ve yasaklamıştır.

الخمر والميسر والنصاب والزالم إنما أيها الذين آمنوا يا يطان فاجتنبوه لعلكم تفلحون ن عمل الش رجس م

“Ey iman edenler; içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları; ancak şeytan işi pislik-lerdir. Bunlardan kaçının ki, felaha eresi-niz.” (el-Mâide 90)

Yukarıdaki her iki raporda da alkole başlama yaşının 11’e düşmesinin nedenle-

ri sıralanırken en büyük nedeninin manevi boşluk, kolay erişilebilirlik, alkolü özendiri-ci diziler ve filmlerin olduğu vurgulanıyor. İşte burada da gayri İslamî, batıl, ucube si-yasetin ve insanların davet edildiği ve sü-rekli reklâmı yapılan gayri İslamî kültürün önemi yatıyor. Çünkü Batı kültürü, Batı’nın hayata bakış açısı, sınırsız özgürlükleri ve hayat nizamı demektir. Ve bu ucube niza-mın tatbik edilmesidir çocuklarımızı bu hale düşüren, toplumu fesada uğratan bu kültür, İslam’ı yok etmek için kullanılan Batı’nın en önemli silahıdır. Evet, insanları bu hale bu ucube siyaset getirmiştir.

Bunun için bir Nasranî bayramı olan yıl-başı kutlamalarında, sadece İstanbul Taksim Meydanını hatırlamak yeterlidir. İnsanların düştükleri hallere bakın. Kutlamalar, deli-ler gibi eğlence, yarı çıplak insanlar, içki ve polisler… Bu insanlara yıllarca gayri İslamî kültürün diğer bir ifade ile Amerikan kültü-rünün reklâmını yaptılar. Kadınları bir meta haline getirdiler. Onları yarı çıplak insanla-rın içine attılar. Sonra da içki ve o kültürle donanması sağlanan insanlar azgınlaştıkça azgınlaştılar. Sivil polisler de sözüm ona huzuru sağlamak ve yarı çıplak kadınları korumak uğruna kendilerini paraladılar. Bu durum, bir kediyi yıllarca özendirildiği bir ciğerle aynı kafese koymaya ve onu yediği için kedinin cezalandırılması gibi ucube bir uygulamaya benziyor. Yazık… O insanlara da, o polislere de yazık oluyor. Ne kadar acayip bir uygulama.

İstanbul’u fetheden ve Ayasofya’yı cami yapan şanlı komutan Fatih Sultan Mehmet Han, İslambol’u feth etmiş ve Rasulullah’ın övgüsüne mazhar olmuştur. Bu güzel şe-hir, yüreğinde İslam’ın bol olduğu bir ko-mutan ve yüreğinde İslam’ın bol olduğu mücahitlerden oluşan bir ordu ile fethedil-miştir. Nadide şehir, belki de İslam Ümme-

Ucube Siyaset Acayip Siyasetçiler (Doğuruyor)

Page 64: KöklüDeğişim 77.Sayı

62Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

ti için Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra en önem-li yerlerdendir. Zamanın-da Hilafetin merkezi olan bu şehir, şimdilerde ise 2010 Avrupa Kültür Baş-kenti ilan edilmiş ve bir yıl boyunca Batı kültürü-nün insanlarımıza daha da çok yerleştirilmesi için, 760 sergi, 1584 konser, 1130 tiyatro gösterisi de dâhil toplam 9677 etkinlik gerçekleştiril-miştir.

Elbette ki bu geldiğimiz noktada biz Müslümanların hiç de azımsanmayacak ka-dar payı vardır. Yönetim işini ehil olmayan insanlara vererek bu işte bu Müslümanlar da pay sahibi olmuştur. Ve artık mücadele etme vakti gelmiştir. Yapılacak ilk iş, hük-metme işini hüküm verme konusunda tek söz sahibi olan Allah’a, yönetimi de ehil yö-neticilere vermektir.

ذا حكمتم بين إن الله يأمركم أن تؤدوا المانات إلى أهلها واإكان الله إن به يعظكم ا نعم الله إن بالعدل تحكموا أن الناس

سميعا بصيرا

“Gerçekten Allah, size, emanetleri ehli-ne vermenizi ve insanlar arasında hükmet-tiğiniz zaman, adaletle hüküm vermenizi emreder. Hakikaten Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah, hükümlerinizi hakkıyla işiticidir.”(en-Nisa 58)

Asıl mesele; ehil yö-neticileri bulmak değil, İslam Akidesi’nden fış-kıran, İslamî hayatı ye-niden başlatacak, İslam’ı topluma tamamen tatbik edecek ve akıllara, nefisle-re işledikten sonra O’nun davetini âleme taşıyacak olan bir devlet kurmak

için çalışmaktır. Allah’ın hükmünü hayata hâkim kılmaktır, asıl mesele... İşte ancak bu ucube siyaset ve bu acayip siyasetçilerden böyle kurtulabilir, dünyada izzete Ahiret’te kurtuluşa ulaşabiliriz.

ولن يجعل الله للكافرين على المؤمنين سبيل“Allah, müminler aleyhine kâfirlere

hiçbir yol vermeyecektir.” (en-Nisa 141)

يريدون أن يطفؤوا نور الله بأفواههم ويأبى الله إال أن يتم نوره ولو كره الكافرون

“Onlar, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Ama kâfirler isteme-se de Allah nurunu mutlaka tamamlaya-caktır.” (et-Tevbe 32)

هو الذي أرسل رسوله بالهدى ودين الحق ليظهره على الدين كله ولو كره المشركون

“Müşrikler istemese de O dini (İslam’ı) bütün dinlere üstün kılmak için Rasulü’nü hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur.” (et-Tevbe 33)

Ucube Siyaset Acayip Siyasetçiler (Doğuruyor)

Elbette ki bu geldiğimiz noktada biz Müslümanların

hiç de azımsanmayacak kadar payı vardır. Yönetim işini ehil olmayan insanlara vererek bu işte bu Müslümanlar da pay

sahibi olmuştur.

Page 65: KöklüDeğişim 77.Sayı

63 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

EMNİYET BU İDDİAYI NAMUS MESELESİ YAPIP, AYDINLATMALI!

...Sanık avukatlarının Telekomünikas-yon İletişim Başkanlığı’ndan (TİB) aldıkla-rını söyledikleri rapor, kapatılan telefonun, sanık gözaltındayken, birileri tarafından İs-tanbul Emniyet Müdürlüğü’nde 1 dakika 22 saniye süreyle usulsüz bir şekilde açıldığını gösteriyormuş... Sanık avukatları mahke-meye şu bilgileri vermiş:

“Müvekkilimiz 18.09.2008 tarihinde gö-zaltına alınmış ve aynı gün cep telefonuna da el konulmuştur. Merkez Komutanlığı tarafından el konulan telefonun İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde görevli polislere teslim edilme zamanı 19.09.2008 günü saat 17.50’dir. Bilirkişi raporu incelendiğinde cep telefonu üzerindeki incelemenin 20.09.2008 tarihinde yapıldığı görülmektedir. Bu kap-samda el koyma ve bilirkişi incelemesi ara-sında geçen zaman diliminde ise cep tele-fonunun delil bütünlüğü ve sağlığının mu-hafazası için, mühürlü bir torba içerisinde koruma altında tutulması gerekmektedir.

Ancak mahkemeye ulaşan TİB rapor-ları incelendiğinde 19.09.2008 tarihinde müvekkilimize ait cep telefonunun 1 da-kika 22 saniye süreyle İstanbul Emniyet

Müdürlüğü’nün bulunduğu Fatih Metro İs-tasyonu Baz İstasyonu’ndan sinyal verdiği anlaşılmaktadır. Bir başka ifade ile müvekki-limizin telefonu el koyma işleminden sonra götürülen İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde açılmıştır. Telefonun sinyal verdiği saatten 5 saat sonra bilirkişiye teslim edildiği ise bi-lirkişi raporundan anlaşılmaktadır.

Daha da ilginç olan bir başka konu ise TİB raporu ile sabit olduğu üzere müvek-kilimiz ile sonradan kaydedilen 139 tane telefon numarası arasında hiçbir iletişimin gerçekleşmemiş olduğu hususudur. Yine bilirkişi tarafından tespit edildiği şekliyle bu 139 tane telefon numarası 1 dakika 1 saniye-lik süre içinde kaydedilmiştir ve kaydediliş zamanına bağlı olarak rehberin en sonunda yer almaktadır.

Tesadüf eseri müvekkilimizin telefonu-nun 19.09.2008 günü Fatih’ten sinyal verdiği süre de 1 dakika 22 saniyedir. Bir başka ifa-de ile bu iki süre birbiri ile örtüşmektedir.”

www.gazetevatan.com - 22.01.2011

KD: Eylül 2008’de gerçekleştirilen bir ope-rasyonla Hizb-ut Tahrir ile Ergenekon Terör Ör-gütünü ilişkili göstermeye çalışan medya ve bazı emniyet mensuplarının iftiraları, her geçen gün

Page 66: KöklüDeğişim 77.Sayı

64Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

ortaya çıkan yeni belgelerle deşifre oluyor. Ta-mamen bir tevafuk neticesinde gerçekleşen taksi-ci- müşteri ilişkisinden yola çıkarak, dünyada 40 ülkede faaliyet gösteren ve siyasi bir parti olan Hizb-ut Tahrir, cürümleri hat safhaya ulaşan ve İslam düşmanı oldukları her faaliyetlerinden belli olan Ergenekon ile bağlantılı gösterilmiş ve 5 kişi tutuklanarak cezaevine konulmuştu.

Fakat İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi ver-diği bir kararla bu iki örgüt arasında bir bağ ol-madığını ve tutuklanan sanıkların dosyalarının Ergenekon davasından ayrılmasını talep etmişti. Sadece Mehmet Ali Çelebi’yi taksisine müşteri olarak alan ve kendisiyle düşüncelerini paylaşan Süleyman Solmaz, Ergenekon davasına dâhil edilmişti. Çıkarıldığı ilk duruşmada tahliye edi-len Solmaz ile Çelebi’nin ifadeleri örtüşüyor ve Çelebi: “Taksiye bindiğinde kendisine düşün-celerini anlatan Solmaz’a kendisini muhasebeci olarak tanıttığını, daha sonra ise bir kez buluşup kendisinden kitap almak istediğini” söylüyordu.

Tüm bunları teyit edici nitelikte olan ve hazırlanan kirli tezgâhı gösteren bir vakıa da, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı tara-fından İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilen yazıda ortaya çıktı. Çelebi’nin tele-fonu kendisi gözaltında iken, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün bulunduğu Fatih Metro Baz İstasyonu’ndan 1 dakika 22 saniye sinyal ver-miş. Bu sırada da Hizb-ut Tahrir üyesi olduğu gerekçesiyle gözaltına alınan Mahmut Oğuz Kazancı’ya ait 139 numara, Çelebi’nin telefonu-na yüklenmiş. Bu yolla Hizb-ut Tahrir ile Çelebi arasında bir bağ kurulmak istenmiş.

Müslümanları, Ergenekon gibi İslam düşma-nı illegal yapılarla bir arada göstererek kamuo-yuna şaibeli göstermeye çalışanların, hak hukuk gözetmeksizin yaptıkları elbette sonuca tesir ede-meyecektir. Zira gerçek güneş gibi ortadadır.

* * *

BAŞÖRTÜSÜ ZULMÜ ŞİMDİDE AZERBAYCAN’DA

Azerbaycan’daki başörtüsü yasağına artan tepkilere kulağını tıkayan yönetim, başörtülü öğrencilerin feryadını da duymu-yor.

Azerbaycan’da aylar önce okullarda ba-şörtüsü yasaklandı. Yasak ülkede büyük bir tepkiyle karşılandı. Birçok kentte halk sokaklara döküldü. Halkın tepkisi yönetim tarafından dikkate alınmıyor ancak tepkiler her geçen gün daha da büyüyor.

Kendilerine yapılan haksızlığı kabulle-nemeyen başörtülü öğrenciler ve yakınları feryatlarını duyacak birilerini arıyor. Hakla-rının ellerinden alınmasına isyan eden genç bir kız şöyle feryat ediyor: “Biz bu ülkenin vatandaşı değil miyiz? Bizim haklarımız nere-de? Biz devletten sadece haklarımızı talep ediyo-ruz? Bizi neden cahil bırakmak istiyorlar, biz ne istiyoruz ki? Biz sadece okumak istiyoruz…”

Dünya Bülteni - 01.01.2011

KD: İslam beldelerinin başında bulunan hain yöneticilerin çağdaşlaşmak adına algıladıkları tek husus, yüzyıldır aynı minvalde seyretmekte-dir. M. Akif’in bundan yüz yıl önce yazdığı şu mısralar, bu yöneticilerin durumunu da, zihni-yetini de ortaya koymaktadır:

Haber-Veri-Yorum

Page 67: KöklüDeğişim 77.Sayı

65 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

“İş bizim Avrupa hayranlarına benzer son-ra! / Durumu düzeltecekler diyerek kaç senedir, / Bekleyip durduğumuz züppelerin tavrı nedir? / Geldi bir tanesi akşam, saçmalıklar kustu! / Dö-vüyordum, bereket versin, edepsiz sustu. / Bir kurtuluş yolu varmış... O da neymiş: Mutlak, / Dini kökten kazımak, sonra, evet, Ruslaşmak! / O zaman iş bitecekmiş, o zaman kızlarımız, / Şu tutundukları gayet kaba, pek anlamsız / Örtü-den sıyrılacak... Sonra da erkeklerden, / Analık ilmini öğreneceklermiş... Zaten, / Müslümanlar o sebepten bu sefalette imiş: / Ki kadın “sosyete bilmezmiş” esarette imiş!

Haydar Aliyev ve ekibi, Azerbaycan’da esa-rette olan vatandaşlarını kurtarmak için mi ça-balıyor? Ne dersiniz?

* * *

ATATÜRK’TEN ŞEYH’E HALİFELİK TEKLİFİ

ABD arşivlerinden 867.00/1801 sayılı “Gizli” ibaresiyle 17 Haziran 1924’de gön-derilen bir yazı, Mustafa Kemal Atatürk’ün 3 Mart 1924’de Halifeliği kaldırmadan önce, Halife Abdülmecit’i değiştirip yerine Kuzey Afrikalı Şeyh Ahmet el- Sunusi’nin İslam Halifesi seçilmesine destek vermeyi teklif ettiğini iddia ediyor.

ABD Yüksek Komiseri Amiral Mark L. Bristol tarafından Amerikan Dışişle-

ri Bakanı’na (adı yazılmamış ama Char-les E. Hughes olmalı) gönderilen raporda Amiral Bristol kendisine Şeyh Sunusi’nin özel sekreteri Osman Fahrettin tarafından İstanbul’daki büyükelçilik binasında bir zi-yaret yapıldığını anlatıyor ve bu görüşme-nin sonunda topladığı bilgileri aktarıyor.

İlgili kısmın tercümesi şöyle: “Geçenlerde Ahmet Şerif el Sunusi’nin özel sekreteri Osman Fahrettin Bey ile birkaç görüşme yaptım. Size “çok gizli” statüsünde gönderdiğim bu bilgiler Türkiye’deki politik ve dini konular üzerinedir. Çok iyi bilindiği gibi Şeyh Sunusi Türkiye’deki milliyetçi hareketin ilk aşamalarında bu hareke-tin dini konulardaki danışmanı olarak önemli roller oynadı. Saltanatın kaldırılmasını ve ha-lifeliğin tamamen manevi bir alanda kalmasını onayladı. Aynı zamanda, İslam’ın Türkiye’deki modernleştirilmesi çabalarına sempati ile bak-maktaydı. Halifeliğin geçen Mart ayında kaldırı-lıp Abdülmecit’in sınır dışı edilmesinden kısa bir süre önce Mustafa Kemal Paşa Şeyh Sunusi’ye, eğer Türkiye dışında yaşamayı kabul ederse, ha-life olmasını destekleyeceğini söyledi. Bu teklifi şeyh reddetti ve Abdülmecit’in manevi kapasi-tede halife olarak İstanbul’da oturması taraftarı olduğunu açık bir şekilde izah etti. Bunun üzeri-ne Ankara Şeyh Sunusi’ye verilen ödeneği iptal etti.”

Bu iddia eğer doğru ise ki doğru olma ih-timali kesinlikle var, Mustafa Kemal’in ilk tercihinin halifelik müessesesinin tamamen kaldırılmasından ziyade, Osmanlı hanedanı dışından daha uysal bir halife bulmak oldu-ğunu düşünebiliriz. Abdülmecit’in Mustafa Kemal’i rahatsız edecek seviyede ruhani li-derlikten daha fazlasını istediğini gösterir tavırlar içinde olduğunu biliyoruz. Bu yüz-den Ankara’nın Abdülmecit’i değiştirmek istemesi anlaşılır bir şey.

Dini olarak Türkiye içi ve dışındaki Müs-lümanlar arasında bir karizması olan Şeyh

Haber-Veri-Yorum

Page 68: KöklüDeğişim 77.Sayı

66Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Sunusi, Kemalist hareketin bir sempatizanı ve hatta bu rapora göre maaşlı bir destek-leyicisi olarak Ankara’nın düşündüğü yeni halife imajına uyuyor. Kökleri İstanbul’dan çok uzaklarda olan bu şeyhin İstanbul’da oturan Osmanlı hanedanı kadar yeni rejime tehdit oluşturması imkânsız. Fakat Ankara her ihtimale karşı Sunusi’nin Türkiye dışın-da yaşaması şartını koşuyor. Bu, o dönemde-ki güç kavgası göz önüne alındığında, daha da anlaşılır hale geliyor. Yani bu raporda anlatılanlar o zamanın dinamikleri ile örtü-şüyor. Yine de aşağıda değineceğim gibi bu tür belgelere eleştirisel bakma alışkanlığını edinmemiz lazım. Ben bu raporun ardından bu konuda başka bilginin olup olmadığını öğrenmek için sonraki yazışmalara daha bir alıcı gözüyle baktım. 867.00/1812 numaralı ve 26 Temmuz 1924 tarihli yine Bristol tara-fından Dışişleri Bakanı’na gönderilen başka bir kriptoda şunlar kayıtlı: Fahrettin Bey’in anlattığına göre Mustafa Kemal Paşa dini konulardan dolayı Türkiye’de problem-ler çıkmasından tedirgin olduğu için Şeyh Sunusi’nin desteğini arıyor. Mustafa Kemal, Şeyh Sunusi’ye birkaç hafta önce şunu teklif etti: Eğer dini karizmanı kullanıp Türkiye’deki dinci unsurları yatıştırırsan, ben de Kahire’de yeni halifeyi seçmek için toplanacak olan Pan İs-lam Kongresi’ne bir heyet gönderip senin halife seçilmene yardım ederim. Eğer halife seçilirsen İstanbul’da ikametine de rıza gösteririm.

Star - 11.01.2011KD: Lozan antlaşmasının gizli maddelerinin

nasıl uygulandığını, Mustafa Kemal’e verilen misyonun ne olduğunu ve Hilafet’i ona hizmet etmeyi şeref bilerek onu benimseyen bu milletten hangi desiselerle ilga edildiğini gösteren bu bel-ge, bizler için malumun ilamı’dır. Umarız böyle düşünmeyenler için de en azından bu konuda gerçeği görmelerini sağlayacak bir kâğıt parça-sı” olabilir.

* * *

“İSLAM KAHRAMANI PAŞA HAZRETLERİ’NE...”

Said-i Nursi’nin Atatürk’e 88 yıl önce yazdığı mektuptan: “Ey şanlı gazi. Zat-ı ali-niz muzaffer ordunun ve muazzam Meclis’in şahsiyetini temsil ediyorsunuz.”

“Hür Adam” filminde Atatürk’le olan sahneleri tartışma yaratan Said-i Nursi’nin Atatürk’e yazdığı 1922 tarihli özel mektup bulundu.

Habertürk gazetesinden Güntay Şim-şek’in haberine göre, Çankaya Köşkü arşi-vine kayıtlı 3 sayfalık mektup, “Alem-i İslam Kahramanı paşa Hazretleri’ne” diye başlıyor.

“Duacınız Said-i Kürdi” diye biten mek-tupta Said-i Nursi şöyle diyor:

“İki cihanda mutluluk ve başarılarınızı can-ı gönülden dileyen bu fakirin, birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum.

Sizin bu başarınızı ve büyük hizmetinizi takdir eden müminler, sizi ciddi sever, tutar ve minnettardırlar.”

Üzerine iki not düşülen mektup, Cum-hurbaşkanlığı arşivinde Mustafa Kemal’in özel evrakı arasında saklanıyor. Mektup-ların üzerinde Osmanlıca ‘çok mühim bir mektup’, Latince “mühim” ibareleri dikkat çekiyor.

Haber-Veri-Yorum

Page 69: KöklüDeğişim 77.Sayı

67 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

Adı isyancı Şeh Said’le karıştırılan Said-i Nursi, Milli Mücadele’yi desteklemişti. 1960’ta öldü. 27 Mayıs yönetimi Urfa’daki mezarını yıktırıp cenazeyi bilinmeyen bir yere gömdürdü.

NTV - 04.01.2011

KD: Cumhuriyet tarihinin aydınlatılması gereken birçok olayı ve kişisi bulunmaktadır. Bu tarih üzerinde koruyucu görevi yapan sır perde-si aydınlatılırsa, Şeyh Said ve Said’i Kürdi gibi birçok âlimin gerçek yüzleri ortaya çıkacaktır.

* * *

BANGLADEŞ’TE HİZB-UT TAHRİR’İN 9 ÜYESİ TUTUKLANDI

Dün, ikisi Dakka Üniversitesi (DÜ) öğ-rencisi olan 9 kişi Hizb-ut Tahrir Bangladeş (HTB) üyesi olduğu şüphesiyle başkentin Dakkhinkhan ve Hazaribagh bölgelerinde tutuklandı.

Şehrin farklı yerlerinde devlet karşıtı propaganda yaptıkları gerekçesiyle tutukla-nan bu kişilerle birlikte 2 bilgisayar ve çok sayıda bildiri ve posterlere el kondu.

Saat 5’te Hazaribag’da tutuklanan HM Şemsudduha (24) ve Aşikar Rahman (24) DÜ Siyaset Bilimi Bölümü öğrencisi, Mu-hammed Mesud Alam (22) ve Muhammed Firoz Alam ise Titumir Koleji öğrencisi.

Saat 4:30 civarında ise Aşkona’da Kazım Abid Nur (20), Muhammed Saidul İslam (22), Ebu Tahir Muhammed Mesud (23), Muhammed Mahmud Hasan (22) ve Rahil Ahmed (22) tutuklandı.

Uttara Bölümü başkan yardımcısı Ni-sarul Arif, Aşkona’da tutuklanan beş HTB üyesinden dördünün farklı üniversitelerde öğrenciler olduğunu söyledi. Onlar, devlet karşıtı posterler asıyor ve hükümet karşıtı sloganlar atıyorlardı diye ekledi.

The Daily Star - 20.01.2011

KD: Asli işi, müreffeh bir yaşam tarzından uzak olan ülkelerini böyle bir hayat standardı ile buluşturmak olan yöneticilerin, ülkelerini sömürgeci kâfirlere karşı koruması gerekirken, üzerlerinde sadece İslami fikir taşıyan Müslü-manların peşine düşmesi abesle iştigallin ta ken-disidir.

* * *

TÜRBAN’A YİNE FRENDanıştay’dan, YÖK ve ÖSYM’nin türban-

lı sınav uygulamasına ilk fren geldi. Danış-tay 8’inci Dairesi, 2010 Akademik Personel ve Lisans Üstü Eğitim Giriş Sınavı (ALES) sonbahar dönemi kılavuzundaki türbanla sınava girilmesine vize veren düzenleme-nin yürütmesini, “Hukuken kabul edilebilir dayanağı yok” diye durdurdu. YÖK Başka-nı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, Twitter’daki sayfasında, bu karara karşı temyiz hakkını kullanacaklarını açıkladı. ALES sınavı 19 Aralık 2010’da yapılmış, bazı adaylar, sı-nava türbanlı olarak katılmıştı. Yürütmesi durdurulan kılavuzun olası iptali halinde, sınavı kazanan türbanlı adaylar ile diğer adaylar yönünden fiili ve hukuki sonucu-nun ne olacağı merak ediliyor. Danıştay’ın bu kararının, üniversite sınavı için de emsal teşkil etmesi bekleniyor.

Hürriyet - 20.01.2011

Haber-Veri-Yorum

Page 70: KöklüDeğişim 77.Sayı

68Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

KD: Türban üzerinden siyaset ve çekişme de-vam ediyor. 87 yıldır yapılan uygulamaların de-ğişmesi, meseleye demokratik bir hak olarak değil de, ancak Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın bir emri olduğu zaviyesinden bakmakla değişir. “Değişe-rek geliştiklerini” söyleyenlere ithaf olsun…

* * *

“TÜRKLERE GÖRE EN BÜYÜK TEHDİT ABD”

ABD’de ekonomi çevrelerinin gazetesi Wall Street Journal (WSJ), ‘Metropoll’ adlı stratejik ve sosyal araştırma merkezi tarafın-dan yapılan ankete göre, Türkler’in, ABD’yi en büyük tehdit olarak gördüklerini yazdı.

Gazetenin internet sitesinde “Türkiye’nin En Büyük Tehdidi: Sam Amcaya Sorun” baş-lığıyla çıkan yazıda, Metropoll tarafından aralık ayında 31 ilde 1,504 kişiye yöneltilen sorulara verilen yanıtlara göre, ankete katı-lanların yüzde 43’ünün, ABD’yi Türkiye’ye karşı en büyük tehdit olarak gördüğü, ikinci sırada yüzde 24 oranla İsrail’in yer aldığı be-lirtildi. Haberde, ankete katılanların sadece yüzde 3’ünün İran’ı büyük bir tehdit olarak algıladığı da kaydedildi.

Ntvmsnbc - 08.01.2011

KD: Sömürgeci kâfir ve büyük şeytan Ame-rika; hangi kisveye bürünürse bürünsün, hangi maskeyi takarsa taksın, Müslümanları kandır-mak için hangi ılımlı şahsiyetlerle çalışırsa çalış-sın, bizleri asla kandıramayacak ve kendini hoş görmemizi sağlayamayacaktır.

* * *

ABD BAŞKAN YARDIMCISININ PAKİSTAN ZİYARETİNE PROTESTO

11 Ocak’ta Hizb-ut Tahrir Pakistan Vila-yeti, ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın Pakistan ziyaretini protesto eden gösteriler düzenledi. İslamabad, Lahor ve Karaçi’de düzenlenen gösterilerde pankartlar açıla-rak, “Biden’e itaat eden hain yöneticilerden kurtuluş için Hilafet’i ikame edin” ve “Pakistan Ordusunu Amerika’nın emrine vermeyin” slo-ganları atıldı.

Protestocular ayrıca, Pakistan Ordusun-dan Hizb-ut Tahrir’e Hilafet’in yeniden ku-rulması noktasında yardım etmesi çağrısın-da bulundular.

İslamdevleti.org - 13.01.2011

KD: Son bir ayda NATO ve Amerikan as-kerleri tarafından yapılan saldırılarda, Pakistan halkından yüzlerce Müslüman katledilmişken, birde bu kâfirlerin pervasızca İslam toprakları-nı kirletmelerine izin vermeyenlerden Allah razı olsun diyoruz.

* * *

Haber-Veri-Yorum

Page 71: KöklüDeğişim 77.Sayı

69 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

2- Sebep-Sonuç Prensibi, İslâm Üm-meti’nin Hayatında En Önemli Mefhum-lardan Biridir!

Sebep-sonuç prensibi, “hayatı başarmak” demektir. Bu itibarla baktığımızda sebep-sonuç prensibinin Müslümanların belki en önemli ve esas kavramlarından/mefhum-larından biri olduğunu görürüz. Bu mef-humun Müslümanların zihinlerinde her zaman arı, duru, anlaşılır ve net olması ge-rekir. Çünkü bu dünya hayatında belli ve yüce bir gaye için yaşayan İslâm Ümmeti Risalet Ümmeti’dir. Bu Risalet ise, amel ve amel eden taşıyıcılar gerektirir. Hayatta İslâm Ümmeti’nin ana rol oynaması ve dün-yaya liderlik yapması buna bağlıdır. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

ة وسطا لتكونوا شهداء على الناس ويكون وكذلك جعلناكم أمالرسول عليكم شهيدا

“İşte böylece sizin insanlığa şahitler ol-manız, Rasul’ün de size şahit olması için sizi adil bir ümmet kıldık.” (el-Bakara 143)

Bazı müfessirlerin bu ayet ile ilgili Arap-

ça olarak tefsirlerine göz atmak gerekirse şöyle açıklamaktadırlar:

Kurtubî Tefsiri:1-

“Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört baş-lık halinde sunacağız:

1) Vasat Ümmet: “Vasat, adaletli ve den-geli demektir. Bunun asıl anlamı ise her şeyin en övüleninin vasatı olduğundan dolayıdır. Tirmizî’nin Ebu Said el-Hudrî’den rivayetine göre Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem yüce Allah’ın, “Böylece sizi vasat bir ümmet kıl-dık” buyruğu hakkında, yani “adaletli ve den-geli bir ümmet kıldık” dediği ni nakletmektedir. Tirmizî, “Bu, hasen, sahih bir hadistir.” demiş-tir...”

Fahruddin er-Razî Tefsiri:2-

“Vasat’ın Manası: …Âlimler, kelimenin açıklanması hususunda ihtilâf ederek, şu husus-ları zikretmişlerdir:

1) (âdil, dosdoğru) demektir...”

Taberî Tefsiri:3-

Ebu Said el-Hudrî, Rasulullah SallAllahu

Fuad HAMİDOĞLU

Geçen Sayıdan Devam...

Page 72: KöklüDeğişim 77.Sayı

70Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Aleyhi ve Sellem’in, ayette zikredilen “Sizi orta yolu tutan bir ümmet kıldık.” ifadesini, “Biz sizi, adaletli bir ümmet kıldık.” şeklinde izah et-tiğini rivayet etmiştir. Ebu Hurayra da Rasulul-lah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in, bu ifadeyi, bu şekilde izah ettiğini, rivayet etmiştir.

‘Mücahid, Katade, Rebi’ b. Enes, Abdullah b. Abbas, Ata ve Abdullah b. Kesir de ayette zik-redilen ve “Orta yolu tutan” şeklinde tercüme edilen kelimesini “Adaletli davranan” diye izah etmişlerdir. Taberî buradaki “adalet”ten maksa-dın “seçkinlik” olduğunu söylemiş bu İfadenin manasının, “Biz sizi seç kin bir ümmet kıldık” demek olduğunu beyan etmiştir.”

İbni Kesir Tefsiri:4-

“Vasat Ümmet: “Böy-lece sizi vasat bir üm-met kıldık ki insanların üzerine şahitler olasınız. Rasul de sizin üzerinize şahit olsun.” Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Sizi İbrahim Aleyhi’s Selam’in kıblesine döndürmekle ve orayı si-zin için kıble yapmakla sizi Kıyamet gününde bütün milletlere şahadet eden, üm-metlerin en hayırlısı kılmak üzere seçtik. Bütün ümmetler sizin faziletinizi kabul ederler.” Buradaki “vasat” kelimesi “en seçkin” ve “en iyi” demektir. Nitekim “Kurayş soy ve yurt bakımından Arapların vasatıdır” denildiği zaman, “en iyisidir” denilmek istenir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem da kav-minin arasında vasat idi. Yani nesep bakımın-dan en şereflisi idi. Orta namaz, “namazların en efdali” olarak belirtilir ki bu, “ikindi namazı”dır. Sahih hadislerde böyle sabit olmuştur. Allah Teâlâ bu ümmeti, en seçkin ümmet yapınca, ona şeriatların en mükemmelini, sistemlerin en doğ-rusunu, yolların en açığını vermiştir.”

Zira sebep-sonuç prensibi, Müslüman’ın günlük hayatını ve davranışını yakından il-gilendiren bir mefhumdur. Çünkü o, gün-lük hayatında sebep-sonuç prensibi olma-dan hiçbir işleme girişmemektedir. Yüksek kalkınma kuşağı ve İslâm’ın ilk kuşağı olan Nübüvvet kuşağı, ondan sonra gelen kuşak-lar; Selef-i Salihîn, Tâbi’în ve Tabe’it Tâbi’în kuşakları, bu sebep-sonuç prensibini çok net ve tam olarak idrak edip, kendi hayat-larında canlı olarak tatbik ettiklerinden do-layı -günümüzün tabiriyle- “olağanüstü ve muhteşem” işler yaparak tarihe imzalarını atmışlardır. Onlar, İslâm Risaleti’ni muaz-

zam, parlak ve arı duru olarak kavrayıp, İslâm Davası’nı dünyanın her tarafına taşıdılar ve en büyük fetihleri gerçek-leştirdiler. Bütün bunları, bulundukları zamanın kısıtlı teknik imkân ve şartlarına rağmen başar-mışlardır. Allahu Teâlâ onlar hakkında şöyle bu-yurmuştur:

الحات إن الذين آمنوا وعملوا الصعند جزاؤهم البرية. خير هم أولئك تحتها من تجري عدن جنات ربهم

النهار خالدين فيها أبدا رضي الله عنهم ورضوا عنه ذلك لمن خشي ربه

“İman edip salih ameller işleyenlere gelince; halkın en hayırlısı da onlardır. Onların Rableri katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devam-lı olarak kalacakları Adn Cennetleri’dir. Allah kendilerinden razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Bu söylenenler hep Rabbinden korkan içindir.” (el-Beyyine

7-8)

Ne var ki, bu kuşaklardan sonra gelen Müslümanlar bir takım önemli mefhum-

Gücünün Sırrını Keşfet (2)

Yüksek kalkınma kuşağı ve İslâm’ın ilk kuşağı olan Nübüvvet

kuşağı, ondan sonra gelen kuşaklar; Selef-i Salihîn, Tâbi’în ve Tabe’it Tâbi’în kuşakları, bu sebep-sonuç prensibini çok net ve tam olarak idrak edip, kendi hayatlarında canlı olarak tatbik

ettiklerinden dolayı -günümüzün tabiriyle- “olağanüstü ve

muhteşem” işler yaparak tarihe imzalarını atmışlardır.

Page 73: KöklüDeğişim 77.Sayı

71 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

ların parlaklığını ve sadeliğini kaybedince sebep-sonuç prensibini de; ‘Tevekkül’, ‘Kaza ve Kader’ ve ‘Allah’ın ilmi’ ile karıştırarak hayatlarında ihmal edip kendilerini kader-ciliğe ve işlerin oluruna vermişlerdir. Bu se-beple günümüzde İslâm Ümmeti, ne yazık ki tarihi işler ve yüksek hedefler gerçekleş-tirmenin gerisinde kalıp asıl risaletini (da-veti taşıma görevini) yapmamaktadır. Hat-ta küfür nizamının varlığını, canavarlığını, kokuşmuşluğunu, zalimliğini ve tehlikesini hayatının her alanında gördüğü halde ha-rekete geçip onu değiştirme ihtiyacını bile duymamaktadır. Bu ise gerçekten içler acısı-dır. Ayrıca İslâm Ümmeti askerî, ilmî, fikrî, iktisadî ve siyasî alanlarda ciddi gerileme kaydedip sahip olduğu servetler, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri hain yöneticiler saye-sinde sömürgeci kâfir devletler tarafından çalınmakta ve sömürülmektedir. Allah’ın kanunu olan sebep-sonuç prensibini ihmal etmenin faturası oldukça ağır ödetilmek-tedir: İslâm toprakları işgal edilmiş durumda, İslâm Beldelerinde Allah’ın indirdiğiyle hükme-dilmemekte, Müslümanların iç ve dış güvenlik-leri kendileri tarafından sağlanmamakta, tatbik edilmek üzere indirilen Kur’an-ı Kerim raflara kaldırılmış bulunmakta, korunulması gereken ırzlar ve namuslar kirletilmekte, İslâm’ın kutsal bütün prensipleri ayaklar altına alınmakta ve kırmızıçizgiler aşılmaktadırlar...

İslâm Ümmeti; İslâm’ı, bir hayat nizamı olarak terk etti, İslâm’ın hayat ortamından uzaklaştırılmasına sessiz kaldı, hayatının her alanında Batı’yı taklit etti, İslâm’ın net fikirlerini bırakıp Batı’nın hadaratını ve ya-şam tarzını aldı ve gayri İslâmî bir hayat ya-şamayı garipsemez duruma geldi.

Yaşadığımız hayatta bulunan yüksek değerler ve yüce hedeflere sahip olan ki-şilerin, şahsiyetlerin, dava taşıyıcıları gibi gerçek manada ideolojik bir hayat bilincine

sahip olup belli bir gaye için yaşadıklarını görürüz. Zira onlar, diğer insanlar gibi ba-sit işleri ve asalak olarak yaşamayı kabul etmezler. Aksine onlar, hayatın terk edilmiş köşelerinde yaşamaya asla rıza göstermez-ler; hayat ortamında etkilenen kişiler değil, etkileyen ve aktif rol oynayan şahsiyetler olarak yaşamak isterler. Belirledikleri hede-fe ulaşmak ve tayin ettikleri gayeyi gerçek-leştirmek uğruna gerekli ve ilgili işlemleri yapmaya azamî gayret gösterirler. O kadar ki, yapmaya giriştikleri her işte asıl hedefi ve gayeyi canlı tutarlar. Ta ki, işleri gerçek-leştirene ve yüksek hedeflere ulaşana ka-dar… Onlar sonucu ve meyveyi elde etmek üzere işlere; tahrik edilerek ve tepkisel ola-rak değil, planlı projeli, işlerin mahiyetini inceleyip araştırdıktan, sebep-sonuç prensi-bi gereği olarak sebepleri bilip sonuçlarına sahih olarak bağladıktan sonra girişirler. Bu işlemi ve prensibi, küçük-büyük her işte ve amelde gözetirler. Zira sebep-sonuç prensi-bi, hayatta büyük işleri başarmanın ve yük-sek hedeflere ulaşmanın kuralı ve sırrıdır.

3- Tarihî ve Büyük İşlerin Gerçekleş-mesinde İnsan Faktörünün Gerekliliği

İnsanı diğer hissettiğimiz varlıklardan ayırt eden en belirgin özelliği; yaptığı işle-rin genelde düşünülerek tanzim ediliyor olması ve bu işlerin merkez kararının akıl olmasıdır. Yani insanoğlu, genelde bir işi düşünerek, araştırarak yapan sosyal bir var-lıktır. Her ne kadar insan, bazı zamanlarda saçma-sapan ve değersiz dediğimiz işler-le uğraşıp, bu işleri düşünmeden ve aklını kullanmadan yapar görünse de, böylesi bir davranışı genelde aklıselim ve idrak kabili-yeti yüksek olan bir insan yapmaz. Ayrıca bunun da insanın güncel hayatında çok faz-la bir tesiri de yoktur.

Zira insan; içten gelen eğilimlerle -ki on-

Gücünün Sırrını Keşfet (2)

Page 74: KöklüDeğişim 77.Sayı

72Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

lar eşyalar hakkında insan-da var olan mefhumlarla bağlantılı olarak, ihtiyaç-larını doyurmaya yönel-ten yönelticilerdir- kendi içgüdü ve uzvî ihtiyaçla-rını düşünerek, aklını ve seçme hakkını kullanarak doyurmaya yeltenir. Bu ise onun davranış biçimidir. Bu davranış biçimi de, bir fikre göre meydana gelmektedir. Hayvan ise, içgüdü ve uzvî ihtiyaçlarını sadece içten gelen eğilimlerle doyurmaya yönelir. İşte bu yüzden mertebe bakımından hayvan insandan daha aşağı-dadır. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Biz, hakikaten insanoğl“ ولقد كرمنا بني آدم -nu şan ve şeref sahibi kıldık.” (el-İsra 70)

‘İnsanın diğer varlıklardan farklı ve üstün olan tarafları, akıl sahibi olması, konuşabilmesi, iyiyi kötüden seçebilme yeteneğine sahip olması, şeklinin güzel olması, boyca uzun olması, işleri-ni elleriyle görüp diğer ihtiyaçlarını onlarla gi-dermesi gibi meziyetlerdir.” (Ebu Cafer Muhammed

b. Cerir et-Taberî, Taberî Tefsiri, Hisar Yayınevi: 5/301-302)

“Bu hususta doğruya en yakın olmak üzere şöyle denilebilir: Allah Teâlâ, insanı diğer can-lılara akıl, konuşma, yazı yazma, güzel bir suret ve dik yürüme (ayakta yürüme) gibi tabii-zati olarak yaratılmış olan meziyetlerle üstün kılmış, daha sonra ona, bu akıl ve anlayışı sebebiyle, ger-çek inançları ve üstün huy ve güzellikleri kaza-nıp elde etmesini teklif etmiştir. O halde, birin-cisi, tekrim; ikincisi de tafdil (üstün kılmak)dir.” (Fahruddin er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ

Yayınları: 14/543-544)

“...Burada itimat edilecek en doğru görüş şüphesiz ki, üstünlüğün akıl ile olmasıdır. Zira o teklif alanı. Onunla hem Allah tanınır, hem ke-lamı anlaşılır, hem nebileri tasdik edilir, hem de O’nun nimetine ulaşılır.”(Kurtubî Tefsiri)

En önemli ve tek fark, seçme iradesi ve akıl farkı-dır. Nitekim karşılaştırma açısından insanın yaptığı işlerin, içgüdü ve uzvî ih-tiyaçların neticesi olan eği-limlerin akıl merkezinde hâsıl olmasıdır. Hayvan ise, akıl alanı olmaksızın sadece eğilimler merkezinde do-

yumlarını sağlar. Lakin şu da bir gerçektir ki insan yükselme sürecinde davranış biçimini belirleyen fikrin kalitesine göre farklılık arz eder. Diğer bir ifadeyle fikir bakımından ka-liteli düşünenin, kalitesiz düşünenden far-kıdır. Fakat her iki durumda insanın bir işe yönelmesinden veya bir eyleme girişmesin-den amacı belli bir hedefe ulaşmak ve onu gerçekleştirmektir. Yani insanın bir işe ko-yulmasının amacı bu işin verimi olan sonu-cuna ve semeresine ulaşmaktır. Bu açıdan baktığımızda ticaret ve ziraat gibi dünyada var olan bütün işler ikiye ayrılır:

Birincisi; “verimli olan”, ikincisi; “verim-siz olan”dır.

Bu nedenle sonuca ulaşmadan bir işe gi-rişmek abesle iştigal etmekten başka bir şey değildir. Amaçsız iş ise insanın yapacağı bir iş değildir. Bu da aklıselim bir insanın tabiatına aykırıdır. Bazı zamanlarda da elde edilen sonuçlar yapılan işlerin doğruluğuna delalet eder. Çünkü insanın canlılığını sağ-layan onun davranışı yani yaptığı fiillerdir. İnsan fiillerden soyutlandığı takdirde cansız varlıklardan hiçbir farkı kalmaz. Yine insan, yaptığı fiillerin asıl amacı olan sonucundan soyutlandığı zaman da onun hayvandan hiç-bir farkı kalmaz. Aynı şekilde insanı insan-dan farklı kılan husus da yapılan işlerin veya elde edilen sonuçların çeşitli olması, söz ko-nusu bu işlerin ağır-hafif veya büyük-küçük olmasıdır. Bunun sebebi ise insanların sahip

Gücünün Sırrını Keşfet (2)

Bu nedenle sonuca ulaşmadan bir işe girişmek

abesle iştigal etmekten başka bir şey değildir. Amaçsız iş ise insanın

yapacağı bir iş değildir. Bu da aklıselim bir insanın

tabiatına aykırıdır.

Page 75: KöklüDeğişim 77.Sayı

73 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

oldukları anlama gücünün farklılık arz et-mesidir. İnsanlardan kimisi düşük zekâlı, kimisi orta zekâlı, kimisi de dehasıyla meş-hur olan üstün zekâlıdırlar. Aralarında bu-lunan bu farklılık da olayları kavramakdan, şart koşulan bağlama gücünden ve bu olay ile ilgili bilgilerin muhtelif olmasından kay-naklanmaktadır. Ayrıca sonuç bakımından yapılan işlerin birbirlerinden farklı oldu-ğunu görürüz. Kimi işler -günlük bir öğün yemeği yemek gibi- çok basit ve sadedir. Bu tür işlerin tahakkuk etmesi için uzun zaman düşünüp karar vermek gerekmez. Kimi iş-ler de -aya çıkmak veya uzayı derin bir şe-kilde araştırmak gibi- zor ve meşakkatlidir. Bu tür işlerin fazla zamana ihtiyacı vardır. Kimi işler de -toplumları değiştirmek gibi- her ikisinden çok daha zor ve gayret gerek-

tirir. Bu işlerin sorumluluk bakımından de-ğil tahakkuk etmesi bakımından, belki yıl-lara ve nesillere ihtiyacı vardır. Dolayısıyla insanların ve yapılan işlerin farklı olmaları doğaldır. Şu halde işlerin sonucunun tahak-kuk etmesi için insan faktörünün bulunma-sı kesin ve kaçınılmazdır. Önemli fırsatların değerlendirilmesi, ilgili şartların oluşturul-ması, hayatî kararları alma tekniği/becerisi ve kritik durumlarda riskin asgariye düşü-rülmesiyle ilgili davranış şekli gibi durum-larda insanın oynayacağı rol çok önemlidir. Çünkü hiçbir işlem ve eylem kendiliğinden meydana gelmez. İnsan faktörü olmadan iş-ler gerçekleşmez ve işler olmadan da sonuç meydana gelmez.

Devam Edecek…

Gücünün Sırrını Keşfet (2)

Page 76: KöklüDeğişim 77.Sayı

74Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

“MÜMTAZ ŞAHSİYET” ERDOĞAN?

Başbakan Erdoğan’a, Kuveyt’te Şeyh Fe-ded el-Ahmed Uluslararası Hayır İşleri Ödülü Kurulu tarafından “Üstün Müslüman Şahsi-yet Ödülü” verileceği açıklandıktan sonra Erdoğan, 9-11 Ocak 2011 tarihleri arasında Kuveyt’e resmî bir ziyarette bulundu ve ödülünü düzenlenen bir törenle aldı. Bu ödülün yanı sıra önceki yıllarda Başbakan Erdoğan’a çeşitli yabancı kuruluşlar ve ülke yöneticileri tarafından da başka ödüller verilmişti. İşte Başbakan Erdoğan’ın aldığı ödüllerden bazıları:

- Lübnan’da, Arap Bankalar Birliği’nden “2010 Liderlik Öngörü Ödülü”,

- Libya’da, Devlet Başkanı Muammer Kaddafi tarafından, “Üstün Devlet Adamı Ödülü”,

- Suudi Arabistan’da, Kral Faysal Vakfı’nca, “Kral Faysal Uluslararası Ödülü”,

- Amerika’da, ADL’den II. Dünya Savaşı’nda Musevilerin hayatlarını kurtaran Türk diplomatları adına, “Courage to Care / Umursamayı Cesaretlendirme Ödülü”,

- Amerika’da, Yahudi Kongresi AJC tara-fından “Profiles of Courage” Cesaret Karakteri Ödülü”, (Bu ödül daha önce Türkiye’den sa-

dece 28 Şubat’ın baş aktörü Çevik Bir’e ve-rilmişti.)

- İtalya’da, Akdeniz ülkeleri arasındaki kültürel işbirliği ve ilişkilerin geliştirilmesi için çalışan Akdeniz Laboratuvarı Vakfı ta-rafından, “Avrupa Kurumlar Ödülü”,

- İspanya’da, Medeniyetler İttifakı pro-jesinin harekete geçirilmesinde üstlendiği “önemli rolü” nedeniyle, “Sevilla, Nodo ent-re Culturas/ Sevilla, Kültürler Arasındaki Bağ ödülü”.

Bütün bu ödüllendirilmelerin arkasında-ki siyasî hedef’e gelince; bu ödüller, özellik-le Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ndeki faal aktörün yıldızının parlatılması çabalarının bir parçasıdır. Bugüne kadar gecesini gündü-züne katarak çalışan Başbakan Erdoğan’dan daha iyi biçilmiş bir kaftan pek gözükme-miştir. Ama tüm bunlar eş başkanlığını yap-tığı BOP’nin mimarı olan Amerika tarafın-dan tertiplenmektedir. Burada Erdoğan’ın samimiyeti esasa ilişkin değil, sadece usule ilişkin olmaktadır. Zira Gazze ve Lübnan konusunda gösterdiği tavrı diğer İslam coğ-rafyası için göstermemektedir. “İsrail”e ver-diği tepkiyi, daha büyüklerini yapan Ameri-ka, İngiltere ve Çin’e verememektedir. Müs-lümanların beldelerini ve topraklarını, kâfir devletlerinin işgalinden kurtarmamak için

Page 77: KöklüDeğişim 77.Sayı

75 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

ordusunu kışlalarda hapsetmektedir. Müs-lümanların çıkarlarına sahip çıkmamakta, sömürgeci kâfir Amerika’nın, Afganistan’ı işgalinde olduğu gibi bilakis kâfirlere des-tek olmaktadır. Filistin toprağını gasp eden Yahudi varlığının kökünden yıkılması için hareket etmemektedir.

Cuma CANPOLAT

BEBEĞİNİ ÇÖPE ATAN LİSELİSonunda olan oldu… İstanbul Beykoz

Çavuş Paşa Çok Programlı Lisesi’nde 16 yaşındaki sınıf arkadaşı C.Ş.’den hamile ka-lan 15 yaşındaki liseli genç kız H.K., doğum yapmasının ardından çocuğunu çöpe attı. H.K’nın hamile olduğunu ne ailesi, ne de öğretmenleri fark edemedi. Buraya kadar olan kısmı her ne kadar medyada yer bul-masa da, laik eğitim kurumlarının başlıca rezaletlerindendi ve zaten biliniyordu. Zira lise hatta ortaokul (eski tabirle) seviyesinde-ki kız çocuklarının bile hamile kalıp çeşitli teknikler kullanarak rahimlerindeki cenin-leri düşürmeleri fısıltı gazetesiyle yayılan bir hakikatti. Ancak işin vahim olan yanı normal doğum gerçekleştikten sonra 15-16 yaşındaki gençlerin günahsız bir bebeği öl-dürebilecek kadar bir açmazın içine düşmüş olmalarıydı.

CHP, AKP gibi çeşitli çevreler suçu farklı farklı yerlere atıyorlar ama gerçek suçlunun karma-laik eğitim olduğunu görmüyorlar, göstermek istemiyorlar. Bu çevrelerin bu hakikati dile getirmeleri bile, onların batıl esaslar üzerine dayalı sistemlerinin ne ka-dar çürük, ne kadar rezil ve gayri insanî olduğunu gözler önüne sermeye yeterlidir. Ama ölseler bile bu hakikati dile getirmez-ler; hep suçlayacak birilerini bulup suçu on-lara yıkmaya çalışırlar.

Bu laik beşerî sistemin bu tıkanmışlığı ve gayri insanîliğinin aksine İslam Nizamı, so-runlara köklü çözümler sunan, insan fıtra-tına uygun olarak tatmin edici bir biçimde meseleleri halleden kapsamlı ve kuşatıcı bir nizamdır. İslam’ın eğitim-öğretim nizamı da aynı minval üzere, fıtrata uygunluk esa-sına göre hareket eder. Onda karma eğitime yer yoktur, zira karma eğitim toplumu ifsat eden Laik anlayışın bir tezahürüdür. Onda toplumun bozulması, gençliğin ifsat olma-sı kaçınılmazdır. İslam ise kadın ve erkeği belirli özel haller dışında toplumsal hayatta sürekli ayrı tutar; mümkün mertebe safların ayrı olmasını sağlar. Karşı cinslerin birbirle-rini tahrik edecek bir halde -bugün okullar-da olduğu gibi- dolaşmalarını yasaklar. Ki bu tedbirlerle toplumu; aileyi ve nesli korur. (Kadın-erkek ilişkileri hakkında bkz: İslam’ın İçtimaî Niza-

mı, Takiyyuddin en-Nebhanî, KöklüDeğişim Yayıncılık)

Peki, suçlu kimdi? Gençler mi? Anne-Baba mı? Okul yönetimi mi? Hayır! Bu so-rumluluk bütün Ümmetin boynundadır. Bu ve daha bu olay gibi yüzlercesi, binlercesi Türkiye’de, diğer İslamî beldelerde ve dün-yanın dört bir yanında yaşanıp durmakta-dır. Sorumluluk bilincine sahip ve “Şahit” Ümmet olarak bunlardan sorumluyuz. Zira Müslümanlar sahip çıkmazsa bu gençliğe, bu nesle, bu insanlığa, laik zevat hiç sahip çıkmayacaktır. Gözlerinin önünde eriyip durduğu halde gençlik, kendilerinin boş ve fasit laik anlayışlarından vazgeçmeyecek-lerdir. Bu sebeple artık çocuklarımızın ge-leceklerine, eğitim-öğretimlerine sahip çıka-lım; onları laik eğitim kurumlarının öğütücü çarkları karşısında sahipsiz bırakmayalım...

Ahmet SİVREN

Kısa-Yorum

Page 78: KöklüDeğişim 77.Sayı

76Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Hizb-ut Tahrir ve benzeri uluslara-rası radikal İslamcı siyasî örgüt-lerin, orta Asya’daki faaliyetleri

yoğunlaşmaktadır, Tacikistan’da ise on-larca Hizb-ut Tahrir üyesi tutuklandı. Bu tutuklamalar sırasında polis genellikle ra-dikal İslam’ın propagandasına yönelik top-lu halde kitaplar, broşürler, CD’ler buldu. Ağustos ayında, Tacikistan’ın kuzeyinde bir mahkeme Hizb-ut Tahrir’in 10 Üyesini 3 ila 15 yıl hapis cezasına çarptırdı, Selefiye ve Tebliğ Cemaati üyeleri hakkında da dava açılıyor. Geçen sene Hizb-ut Tahrir üyeleri ve bunun yanı sıra, bu örgütlerin destekçisi olan yüzden fazla kişi mahkûm edildi.

22 Kasım günü, Kırgızistan’da Hizb-ut Tahrir’in üst düzey bir temsilcisinin gözal-tına alındığı bildirildi. Bir Hizb-ut Tahrir üyesinin tutuklanması sırasında polis ta-rafından Rus, Kırgız ve Özbek dillerinde partinin fikirleri teşvik edici bir dizi stan-dart kitap, dergi, broşür ve dijital medya malzemeler bulundu. Hizb-ut Tahrir’in “Kırgızistan’ı İşgal ettiği, amacının devlet

kademelerine sızmaya çalışmak ve partiyi yasadışı örgütler listesinden çıkarmak oldu-ğu bildirildi. Nitekim Hizb-ut Tahrir, İslam devleti yolunu açmak için kendi saflarına devlet memurları, işadamları, parlamenter-ler katıyor. Hizb-ut Tahrir nüfuz elde ede-bilmek için misyonerlerin taktiklerini uy-guluyor -onlar insanların, sosyal ve günlük ihtiyaçlarını karşılamak, yiyecek ve kıyafet satın almak için para toplama ve faizsiz mini kredi tahsis etmek- tüm bunları, parti Kırgızistan’daki faaliyetlerinde yasadışılığı önlüyor ve gelecekteki devlette yani hilafet devletinde uygulanacak adil bir toplumsal modeli halka göstererek yeni taraftarlar ka-zanıyor. Kırgızistan’daki uzun vadeli siyasî krizin ortasında ve yaşam standartlarının dibe vurduğu bir sırada bu taktik başarıyla işliyor.

Kırgızistan, radikal İslam’ın aktif des-tekçilerinin sayısı hakkında farklı rakam-lar yayınlandı. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın terörizme ilişkin 2009 yılı raporuna göre, Hizb-ut Tahrir üyelerinin 2006-2008 yıl-

Aleksandr SHUSTOV

Page 79: KöklüDeğişim 77.Sayı

77 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

güven eksikliğinin egemen olduğu bir or-tamda gençler radikal İslamî organizasyon-lara rahatlıkla katılıyor. Bu eğilim olağandır, Kırgızistan’a özgü de değildir. Hoçand’daki bir terörist saldırı ve Raşt Vadisinde İslamcı silahlı gruplarla –ki bunların pek çoğu yurt-dışında dini eğitim almışlardı- meydana ge-len çatışmalar akabinde Tacikistan yetkilileri Tacik öğrencilerin yurtdışındaki dini eğitim kurumlarından geri dönüşlerine yönelik bir kampanya başlattı. Kasım ayı ortalarında 500’den fazla öğrenci ülkeye döndü ve bir-kaç gün sonra 136 öğrenciden oluşan başka bir grup geldi. Bununla birlikte yurt dışın-da dini eğitim alma ve geleneksel kıyafetler giyme yasağı veya camilerin ve medresele-rin nüfuzunu kısıtlama girişimlerinin, Orta Asya toplumunun İslamlaşma eğilimini ter-sine çevirebilmesi mümkün değildir. Orada Yetkililerin zayıflıkları ve sosyo-ekonomik çöküntü, radikal İslamî organizasyonların güçlenmesini kaçınılmaz hale getirmek-tedir. (www.strategic-culture.org/news/2010/11/26/

radical-islam-attacks-central-asia.html)

Strategic Culture FoundationNovember 26, 2010

ları arasındaki sayısının, Kırgızistan’da 13 bine ulaşarak üç kat arttığı ifade edi-liyor. Institute of War and Peace (Savaş ve Barış Enstitüsü)’nden S. Muhammed Rahimova’ya göre, Kırgızistan’da Hizb-ut Tahrir destekçilerinin sayısı 20.000’e ula-şıyor. Azamî tahminlere göre de Hizb-ut Tahrir’in Kırgızistan’da dolaşan adamları-nın sayısı bu sonbahar itibariyle 100.000’e ulaşmış durumda. (Muhtemelen ölçüsüz resmî verilere göre) Kırgızistan ulusal gü-venlik güçleri, partinin 1.700 kalıcı üyesi olduğunu tespit etti. Önceleri radikal İslam aktivistleri yalnızca ülkenin güneyinde fa-aliyet gösterip esas olarak Özbek nüfusu üzerinde çalışmış sayılsalar bile şu anda Hizb-ut Tahrir fikirlerini Rusça ve Kırgızca dillerinde yayarak kuzeye doğru ilerliyor. Hizb-ut Tahrir’in yoğunlaşması Kırgız top-lumunun İslamileşmesinin genel eğilimini yansıtıyor.

Taze Din Hareketi, Akıl-Ruh-İman Hare-keti gibi ideolojik partiler, Hizb-ut Tahrir’in ideolojisine oldukça yakınlar ve Kırgızistan’ı İslam Dünyasının bir parçası olarak görü-yorlar…

Radikal İslami hareketlerin içine Kırgı-zistan gençlerinin katılımı ciddi bir kaygı uyandırıyor. Yüksek işsizlik oranı, düşük yaşam standartları ve yöneticilere duyulan

Orta Asya’da Radikal İslâm Atağı

Page 80: KöklüDeğişim 77.Sayı

78Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

İmran’dan söz etmiştir. Bu nedenle, surenin ismi oldu. Ek olarak “Elif, Lam, Mim” harf-leri surenin başına geçti. Bu üç harfin su-renin adına bağlı olduğunu kabul ediyoruz. Bu sure Medine’de nazil oldu, bu nedenle Medeni sure olarak sayıldı.

Bu surenin ilk ayetinde, Allahu Teâlâ ilahlığın vahdaniyetinden söz eder. Tevhid akidesi İslam’ın temeli olduğu için başta bundan söz ederek pekiştirmektedir. Çünkü bu surede İsrailoğullarından, Hz. Meryem, Hz. Mesih’le ilgili fikirlerden ve tevhid aki-desini bozan Hıristiyanlardan söz etmekte-dir. Hz. Mesih’in getirdiği tevhid akidesini bozan Hıristiyanların akidesini çürütmekte-dir. Onlar şirk koşup Hz. İsa’yı ilahlaştırdı-lar. Bundan dolayı Allahu Teâlâ bu surenin başında; Allah tek ilahtır, O’ndan başka İlah ve tanrı yoktur, O diridir, hep uyanıktır, uyumaz. Oysa Mesih Aleyhi’s-Selam bir be-şerdir, uyur, uyanır, yer, içer ve ölür. ‘Tev-hid’ akidesi budur. Hz. İsa bu akideyle gön-derildi ve Allah Subhanehu ve Teâlâ, O’na İncil’i verdi. Aynen Hz. Musa’ya Tevrat’ı

بالحق الكتاب عليك نزل القيوم الحي إال هو إله ال الم للاهمصدقا لما بين يديه وأنزل التوراة واإلنجيل من قبل هدى للناس وأنزل الفرقان إن الذين كفروا بآيات الله لهم عذاب شديد والله

عزيز ذو انتقام

“Elif Lam Mim, Allah kendisinden başka ilah yoktur. O diridir, Ölmez, da-ima uyanık ve gözetleyicidir. Sana bu Kitabı (Kur’an’ı) hakla indirdi. Bu kitap daha önce indirilen kitapları tasdik eder. Tevrat’ı ve İncil’i daha önce indirmişti. İnsanlara hidayet olarak onları indirdi. Furkan’ı (Kur’an’ı) da indirmiştir. Şüphe-siz ki Allah’ın ayetlerini inkâr edenler için şiddetli azap hazırlanmıştır. Allah güçlü-dür, intikam sahibidir.” (Âl-i İmrân 1-4)

“Elif, Lam, Mim” surenin ismine bağ-lıdır. Böylece bu surenin ismi “Elif, Lam, Mim Âl-i İmran” olur. Âl-i İmran’ın manası İmranoğulları’dır. Meryem Aleyhi’s-Selam, İmranoğulların ailesinden gelmiştir. Harun Aleyhi’s-Selam’ın neslinden gelen bir ailedir. Allahu Teâlâ, İsa Aleyhi’s-Selam’ın annesi olan Meryem’den bahsederken ailesi olan

Esad MANSUR

بسم الله الرحمن الرحيم

Page 81: KöklüDeğişim 77.Sayı

79 KÖKLÜDEĞİŞİM - Şubat 2011

Hz. Muhammed’e Kur’an’ı verdiği gibi. Kendisine bir kitap indirilen Rasul ve Peygamber olur, ilah veya ilahın oğlu olmaz. Buna göre ikinci ve üçüncü ayete, daha önce Tevrat’ı ve İncil’i nasıl indirdiyse Kur’an’ı da aynı şekilde indirdi. Hem de bu Kur’an O kitapları tasdik etmektedir. Bunun mana-sı; Tevrat’ta ve İncil’de geçen tevhid akide-si Kur’an’da da geçti. Bu kitaplarda geçen hakikatler Kur’an’da da geçti demektir. Öy-leyse Kur’an’da geçen akide ve hakikatlere ters düşen her akide ve her husus reddedi-lir. Şimdi Tevrat ve İncil adını alan kitaplara bakarız, eğer Kur’an’da geçen akide ve haki-katlere ters düşüyorsa onu reddederiz. Zira Kur’an, ‘Furkan’ olarak adlandırıldı. Bunun manası; hakkı batıldan ayırandır. Hak ölçü-sü Kur’an’dır.

Ey Muhammed! Allah sana bu kitabı Furkan adını alan Kur’an’ı indirdi. Onu Furkan olarak adlandırdım ki doğruyu ve hakikati göstersin, gerçek Tevrat ve İncil bilinsin. Bunu kabul et-meyen kâfirdir. Allah’ın ayetlerini inkâr edip kabul etmeyenler kâfir olmuştur ve bunlar için şiddetli azap hazırlanmıştır. Kur’an’a uygun olan Tevrat ve İncil’de geçen haki-katleri değiştirdiler. Bu hakikatleri değişti-renlerden ve Kur’an ayetlerini inkâr eden-lerden Allah intikam alacaktır. Zira Allah pek güçlüdür ve onun intikamı büyüktür. Bu Kur’an insanlar için bir hidayettir, insan-lara doğru yolu gösterir, insanları sapıklık-tan ve şaşkınlıktan kurtarır. Tamamen daha önce Tevrat’ı ve İncil’i indirdiği gibidir.

‘Allahu Teâlâ, Tevrat’ı ve İncil’i tasdik eden hakla kitabı sana indirdim Ey Muhammed’ de-dikten sonra tekrar ‘Furkan’ı indirdim’ dedi. Böylece Kur’an hakkında şu hususiyetle-

ri gösterdi: Hak kitaptır, Tevrat ve İncil’i tasdik edendir, insanlara bir hi-dayettir, hakkı batıldan ayıran bir Furkan’dır. İn-sanlar hakkı ve hakikatleri ancak Kur’an’da bulurlar. Yahudiler ve Hıristiyanlar gerçek Tevrat’ı ve İncil’i öğrenmek istiyorlarsa

Kur’an’a baksınlar gerçekleri ve hakikatleri bulurlar. Kur’an’da bu gerçek ve hakikatleri gösteren Allah’ın ayetlerini reddeden kafir olup cehennemliktir. Allah onlardan inti-kam alacaktır. Onların kâfirliklerine karşılık onlara şiddetli ve acılı azap verecektir.

ماء الس في وال الرض في شيء عليه يخفى ال الله إن هو الذي يصوركم في الرحام كيف يشاء ال إله إال هو العزيز

الحكيم“Şüphesiz ki ne yeryüzünde nede gök-

te Allah’tan hiçbir şey gizli kalmaz. Oysa kendisi siz annelerinizin rahimlerindey-ken suretlerinizi istediği şekilde yarat-maktadır. Çünkü ondan başka ilah yoktur ve yalnız kendisi Aziz ve Hâkim’dir.” (Âl-i

İmrân 5-6)

Allahu Teâlâ kendi azameti ve üstünlü-ğünü göstermeye devam ediyor. Buna göre şöyle dedi: “Şüphesiz ne yerde ne gök-te kendisinden hiçbir şey gizli kalmaz.” İnsanları bu ayetle de uyardı ve özellikle Kur’an’a inanmayan ve Allah’ın kitaplarını değiştiren Yahudi ve Hıristiyanları uyardı. Bu hareketle onlar kâfir oldular. Allah on-lardan intikam alacaktır. Kâfirler ne iş ya-parlarsa Allah bilir, ilminden gizlenemezler. Zira yer, gök ve insanları yaratan Allah’tır, kendisinden bir şey gizlemek mümkün de-ğildir. Bundan dolayı insan Allah’tan kor-kup O’nun emrine uymalı ve nehiylerinden (yasaklarından) sakınmalıdır. Bu emir ve nehiylerin hepsi insanlara indirilen hidayet

Âl-i İmrân Suresi 1-6. Ayetler

Zira yer, gök ve insanları yaratan Allah’tır, kendisinden

bir şey gizlemek mümkün değildir. Bundan dolayı insan

Allah’tan korkup O’nun emrine uymalı ve nehiylerinden

(yasaklarından) sakınmalıdır.

Page 82: KöklüDeğişim 77.Sayı

80Şubat 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

olarak Kur’an-ı Kerim’de ve onun açıkla-ması olan Hadis-i Şerifler de geçmektedir. Buna inanmayan ve uymayanlara acılı bir azap vardır.

Yine Allahu Teâlâ kendi Azamet ve üs-tünlüğünü ondan sonraki ayette beyan et-mektedir: “Annelerinizin rahimlerinde sizi yaratıp size suret veren odur.” Hem de istediği şekilde size suret veren odur. O, Aziz ve Hâkim’dir. O’ndan başka yaratıcı yoktur. Buna rağmen insan yaratıcısına na-sıl isyan eder? İsyan ettiği zaman kendisini yoktan yaratan ve annesinin rahminde ken-disine suret verenin azabından nasıl kaça-bilecektir? Oysa Allah bu insanın büyüyüp akıl sahibi olunca kendisine inanmayacağı veya isyan edeceğini onu yaratmadan önce

bilir. Allah isteseydi onu yaratmazdı. Ayrı-ca insanın canını her an çekebilir ve ona ne kadar ömür verirse versin yine onun canını alacak olan O’dur ve alacaktır. Bu sebeple, insan Allah’ın azabından kaçamaz. Yüce Allah Hâkim’dir, hikmet sahibidir. İnsanın kendine inanmayacağını veya isyan edece-ğini bildiği halde onu yarattı. Peki niçin onu yarattı diye sorulmaz, çünkü O hikmet sa-hibidir ‘niçin onu yarattı’ ancak hâkim olan Allah bilir. Nitekim birçok ayeti kerimede bütün insanları hidayete erdirebileceği açık-lanıyor. Ama bunu yapmıyor, insanları ser-best bırakıyor, kendi iradeleriyle kâfir veya mü’min olsunlar ki hesap ve ikapta adalet gerçekleşsin.

Âl-i İmrân Suresi 1-6. Ayetler

Page 83: KöklüDeğişim 77.Sayı
Page 84: KöklüDeğişim 77.Sayı