84

KöklüDeğişim 74.Sayı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

İslam Fikrine Dayalı Aylık Siyasi Dergi - Suskunluğun Kırılma Noktası - İslam ile Değişmek ve Değiştirmek İçin... Abone Olmak İçin... Ahmet Sivren Adına Posta Çeki Hesabı: 191 18 03 Ziraat Bankası Başkent Şb. 47475782-5002 TL Hesabı Ziraat Bankası Başkent Şb. TR930001001683-47475782-5001 TCZBTR2A Euro GMK Bulvarı 31/12 Kızılay/ ANKARA Tel: 0 312 229 77 91 Fax: 0 312 229 77 92 [email protected] - [email protected]

Citation preview

Page 1: KöklüDeğişim 74.Sayı
Page 2: KöklüDeğişim 74.Sayı
Page 3: KöklüDeğişim 74.Sayı

1 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

KÖKLÜDEĞİŞİM

Kuruluş: 2004İslâmi Fikirlere Dayalı

Aylık Siyâsi DergiZilkade 1431Kasım 2010

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Ahmet Sivrenİdari İşler Müdürü

Hakkı ErenYayın Kurulu Başkanı

AbdulHamid YazıcıHaber Dairesi Müdürü

Hüseyin SivrenKapak&Grafik Tasarım

KöklüDeğişimYönetim Merkezi

G.M.K. Bulvarı No: 31/12Kızılay/ANKARA

İletişim&Abonelik&ReklamTel: (+90) 0 312 229 77 91

Faks: (+90) 0 312 229 77 [email protected]

Temsilciliklerİstanbul

Bülent KurşunTel: 0 536 638 67 68

Bursa0 532 627 35 89

[email protected] ve Hesap Numaları

بسم اهلل الرحمن الرحيمKasım Ayı Takdim

Öncelikle bütün İslam Âlemi’nin Iydu’l-Adha’sını kutluyor ve İslam Ümmeti’nin vahdet içerisinde hayır dolu bayramlar görmesini Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyoruz. Bayramlar; Ümmet’in en mutlu günleri olmalarına, Müslümanların sevinçlerine vesile olmasına rağmen, ne yazık ki günümüz dünyasında Müslümanlar olarak bu duygula-rı yaşayamamaktayız. Zira İslam Ümmeti’nin içerisinde bulunduğu vakıa buna engel olmaktadır. Allah Azze ve Celle’nin rızası için Müslümanlar kurban kesmek isteseler de, bunu birçok aile iktisadî imkanların kısıtlılığından ötürü gerçekleştirememektedir. İslâmî Beldelerin çok zengin kaynaklara sahip olmasına karşın, Müslümanlar kurban kesecek kadar finansa sahip değillerse, işin içinde başka işler var demektir. Dünyanın birçok köşesinde kardeşlerimiz aç, mazlum ve yardıma muhtaç bir halde iken; maale-sef yöneticiler zengin, zalim ve umursamaz bir haldedirler. Onların bu halleri her ne kadar Müslümanları üzse de, gerçek yüzlerinin görünmesi açısından faydalı olmakta-dır. Ülkemizde de durum İslam Coğrafyası’ndan farklı değildir.

Müslümanlar Iyd-ul Adha’ya hazırlanırken laik-Kemalistler de Cumhuriyet Bayra-mını(!) kutlayacaklardır. Ama yıllardan beri ne halk devletin bayramını, ne de devlet halkın bayramını isteyerek kutlamıştır. Bizde 87. yılı kutlanan Cumhuriyet’in geçmi-şini ve bugününü kıyaslayarak gerçekleri bir kez daha gözler önüne sermek ve bu temayı kapağa taşımak istedik.

İşte bu konuyla giriş yaptığımız gündem bölümümüze Ahmet Sivren tarafından kaleme alınan “Cumhuriyet Böyle Kuruldu ve Böyle Korunuyor” başlıklı makale ile baş-ladık. Ardından ise son günlerin en çok tartışılan konusu olan başörtüsü ile alakalı ola-rak Murat Savaş’ın “İktidara Giden Yol Başörtüsünden Mi Geçer?” ve Fatma Nur Şahin’in “Şer’i Hükme Bağlanmak Neden Provokasyon Olsun?” yazılarıyla devam ettik. ABD ta-rafından Türkiye’de konuşlandırılmak istenen füze kalkanı meselesini de sizler için Hakkı Eren kaleme alarak konu hakkında bilmemiz gerekenleri yazdı. Gündem bölü-münde daha sonra sırasıyla; 2011 seçimlerinden sonraya kalmış gibi gözüken Anayasa değişikliği ile alakalı “Evet Anayasa Değişsin Ama Nasıl?” başlıklı makaleyi, Kırmızı kitap olarak bilinen İGSB’nde gerçekleştirilen değişikliklerle alakalı “Kırmızı Kitapta Deği-şen Sadece Kelimeler” yazısını, “Ümmet Rabbani Âlimler Arıyor” makalesinde günümüz âlimleri ile örnek âlimlerin özelliklerini, “Toplumsal Düzen Kameralarla Sağlanamaz” ya-zısında ise son dönemde her tarafa yerleştirilen kamera sistemlerine dair bir değerlen-dirmeyi bulacaksınız. Devamında ise “Mevcut Paraları Altın ve Gümüşe Dönüştürmenin Metodu” ile “Hilafet Devleti’nin Hava Kuvvetleri Nasıl Olacak?” ve en son “Sömürgecilerin Değişen Stratejisi Köklü Değişimi Engelleyemez” başlıklı makaleleri bulacaksınız.

Okuyucudan Gelen bölümünde, “Kapitalizme Hizmet Etmenin Karşılığı: Sevilmek ve Övülmek!” yazısını ve Kısa Yorum bölümünde ise; “Suriye Amerika’nın Irak Hegemonya-sına Alet Olmaktadır” yazısını okuyacaksınız.

Haberiniz Olsun ve Tefsir bölümleri ile de beğeneceğinizi ve faydalanacağınızı um-duğumuz 74. Sayımızı tamamlayacaksınız.

İslam ile değişmek ve değiştirmek için, suskunluğun kırılma noktası olmaya devam ediyoruz… Değişime hazır mısınız?

Not 1: Abonelik ücretlerinizi yan tarafta tabloda bulunan banka ve PTT hesap numaralarına yatırabilirsiniz. Lütfen hesaba para yatırırken, adınızı, soyadınızı ve hangi il/ülke’den yatırdığınızı görevliye yazdırınız.

Not 2: Dergimiz, Kapitalist Sömürü ideolojisinin fikirlerinden olan, “telif hakları” kavramını İslâm reddettiği için kabul etmemektedir. Dergimizde yer alan yazılarımız, yazarının ve dergimizin ismi belirtilerek iktibas edilebilir. Dergimize gönderilen yazılar, yayın esaslarımıza uygun olması ve yazıların güncelliğini koruması kaydıyla, yayın kurulumuzun onaylaması halinde yayınlanır. Gönderilen yazıların içeriği bozulmamak kaydıyla- üzerinde değişiklik ve kısmen kısaltma yapma hakkımız vardır.

YurtdışıYurtiçi6 Aylık6 Aylık 24 TL24 TL

Yıllık (12 Ay)Yıllık (12 Ay)48 EUO48 TLZiraat

Bankası Euro Hesabı Başkent Şb. TR93000100

1683-47475782-

5001 TCZBTR2A

PTT Posta Çeki: Ahmet Sivren

Adına 1911803Ziraat

Bankası TL Hesabı

Başkent Şb. 47475782-5002

Baskı 01.11.2010Rulo Ofset ve Matbaacılık

Adres: K.Karabekir Cd.No: 120/86 İskitler-Ankara

0 312 312 50 75

Yerel-SüreliISSN: 1304 - 8274

Page 4: KöklüDeğişim 74.Sayı

2Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

İ Ç İ N D E K İ L E R

Cumhuriyet’i Böyle Kurdular,Böyle Koruyorlar..........................................Ahmet Sivren.........3

GÜNDEM

İktidara Giden YolBaşörtüsünden Mi Geçer?.............................Murat Savaş.........8Şer’î Hükme BağlanmakNeden Provokasyon Olsun!…............. Fatma Nur Şahin......12ABD’nin Füze Kalkanı’nın Hedefiİslam’ın Kalkanı Mı?........................................Hakkı Eren......16“Kırmızı Kitap”ta DeğişenSadece Kelimeler ......................................Haluk Özdoğan......21

Evet, Anayasa Değişsin, Ama Nasıl?.....Cuma Canpolat......24

Ümmet Rabbani Âlimler Arıyor!...........A. Sadık Altınel......28

Toplumsal Düzen KameralarlaSağlanamaz!........................................................Hakkı Eren......33Hilafet Devleti’nin Hava KuvvetleriNasıl Olacak?..............................................Nurettin Aydın......37

“Kürt Sorunu”na Köklü Çözüm (2)..............Talha Yaşar......41

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı,Garip Müslümanların Diyarı Irak (4)............İbrahim Er......45

Suriye Amerika’nın Irak HegemonyasınaAlet Olmaktadır............................................Bülent Karaca......74

Mevcut Paraları Altın ve GümüşeDönüştürmenin Metodu................................Yasin Yavuz......54

OKUYUCUDAN GELEN

Sömürgecinin Değişen StratejisiKöklü Değişim’i Engelleyemez!.............Hüseyin Sivren......51

TEFSİRBakara Suresi 282. Ayet.................................Esad Mansur......76

İKTİBAS

Türkiye’de Neler Oluyor?...............................Adnan Han......66

Kapitalizme Hizmet Etmenin Karşılığı:Sevilmek ve Övülmek!......................Hayreddin Karadağ......70

HABERİNİZ OLSUN..............................KöklüDeğişim......61

İşgal Altındaki Beyinlerimiz........................Esma Sıddık......59

KISA - YORUM

Hatırlatma...................................................................................80

Page 5: KöklüDeğişim 74.Sayı

3 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

Kurulduğu günden bu yana Müslü-man Türkiye halkını laik rejimine adapte etmeye çalışan Türkiye Cum-

huriyeti Devleti; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme yöntemlerinden herhangi biriyle bu ameliyesini hep gerçekleştirmeye çalıştı. Var-lık sebebini dayandırdığı kurucu zihniyeti inşa eden atalarının yolunda giden Kemalist zevatın, halka tepeden bakan bu küstah tav-rı, halk nezdinde hiçbir zaman kabul görme-di. Kurdukları bu yeni sistemin sahipliğinin verdiği ekâbirlik ve beldenin Müslüman hal-kına atfettikleri “kara cahil” gibi tanımlama-larla Müslümanlar hep aşağılandı; inançları, gelenek-görenekleri ve değerleri geri kalmış (irticaî) addedildi. Mezkûr zevatın böylesi tavırlarından dolayı Müslümanlar, sisteme karşı daha bir hırslandı ve sistemle arasında-ki mesafeyi daha da açtı; onu benimsemedi, kabul etmedi.

Zira Türkiye Cumhuriyeti Devleti, la-iklik esası üzerine kurulmuş bir devlettir. Türkiye’deki halk ise İslamî Akide’ye sahip olan Müslümanlardan müteşekkildir. Öyle

ki İslam, bu halkın nefislerinde, zihinlerinde, kalplerinde ve hayatlarında en üstün maka-ma sahiptir. Müslümanlar, fıtratlarına uygun ve akıllarına kanaat getirerek benimsedikleri İslam’a aykırı gördükleri her şeyden fersah fersah uzaklaşmışlardır. İşte laiklik akidesi de bu aykırı olan şeylerin en bariz olanıdır. Müslümanların laiklik akidesini benimseme-leri asla düşünülemez; bu veçhile, laiklik esası üzerine bina edilmiş bir devleti, Cumhuriyeti de benimsemeleri mümkün değildir. Üstelik bu sistemi bin bir hile ve desise ile adeta bir deli gömleği gibi giydirmeye çalışan Kema-list zevatın da bu zorba tutumları yara üze-rine tuz-biber olmuştur… Halk, zaten kendi rızası dışında transfer edilen bu rejime hiç ısınmamıştı. Bir de bu baskı, korkutma, sin-dirme muameleleriyle muhatap olması, sis-teme karşı olan kinini daha da arttırdı.

1923’te ilan edilen Cumhuriyet’in temel-leri üzerine çıkılan Devrim Kanunu sütun-ları, Anayasa Mahkemelerinin insaftan uzak kararlarıyla inşa edildi. Bu mazlum halkın ensesinde boza pişiren Dikta’nın birincil

Ahmet SİVREN

Page 6: KöklüDeğişim 74.Sayı

4Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

vazifesi, hâlâ sıcaklığını hissettikleri Hilâfet Makamı’nın milletin sinesindeki yüceliğini tarumar etmekti. Bu laik Dikta, halk ne kadar çabuk ilga edilen Hilafet sistemini unutursa, o kadar kısa sürede yeni Laik-Cumhuriyet’i benimsetebileceğini sanıyordu. Bu benim-setme çabasının üslubu olarak da ekseriyetle baskı unsurları kullanıldı.

Fakat hesaba katmadıkları çok önemli bir hakikat vardı ki, bu Laik zevat bunu hiç gö-remedi. Bu hakikat; Müslüman Türkiye Hal-kının İslam’a olan derin saygısı ve Allah’ın emri, Rasulullah’ın emaneti olması hasebiy-le Hilafet Makamı’na içten bağlılıklarıydı… Zaten Osmanlı liderliğinde verilen kurtuluş mücade-lesinde, İslamî Beldelerin dört bir yanından gelen di-rekt ve endirekt destek te, hep bu derin saygı ve içten bağlılıktan kaynaklanıyor-du. Bütün Ümmet, işgalle-re kadar tek bir vücuttu ve yeniden yekvücut olacağı günleri hasretle bekliyordu; Hindistan’dan Balkanlara, Endonezya’dan Endülüs’e ve tüm Müslümanlar…

Ama beklenen olmadı; Müslümanlar bü-yük bir ihanet ve aldatmacayla Hilafet’in il-gası ve Cumhuriyet’in ilanıyla şok oldular… Kandırıldılar. Dermanları kesildi ve iki yana düştü kolları. Kendilerinde biraz güç bulan-lar hemen, ya seslerini yükselttiler ya da kı-lıçlarını kınlarından çıkardılar. Zira İslam’ın Devleti’nin yıkıldığını görüp de öyle oturup duramazlardı. Fakat akıbetleri, ya sürgün oldu ya hapsedilmek ya da idam…

Dedelerinin başlarına gelenleri gören Müslümanlar, sinelerinde içten içe yanacak bir öfkeyi barındırdılar. Sistemin şirin görün-me tavırlarına aldanmadan, hırsla beslediler

içlerindeki nefreti. Babalar oğullarına, Laik Cumhuriyet’in kibirli sahiplerinin işledik-leri ihanetleri akşam oturumlarında anlattı durdu. Bizler, Cumhuriyetin Müslümanla-rın Kur’an öğrenmelerinin önüne nasıl setler çektiğini dinleyerek büyüdük; samanlıklarda gizli gizli Kur’an tedris eden çocuklar, şimdi-lerin babaları-dedeleri, hâlâ gözleri dolarak anlatır o yılları… Yaşananları bilsin de nef-retini her daim canlı tutsun diye çocukları, torunları… Hilafet Devleti’ne yapılan ihanet, böyle nesilden nesle anlatılır durur. İşte bu yüzden, seksen küsur senedir askeriyle, po-lisiyle, eğitimi-öğretimiyle yapılan baskılara,

dayatmalara rağmen Cum-huriyet Rejimi Müslüman Türkiye halkınca benim-senmemiştir.

Sömürgeci Kâfir İngil-tere’nin temellerini atıp, laiklik esası üzerine yük-selttiği Türkiye Cumhuri-yeti Devleti’nin, İslam Bel-deleri arasında barizleşen özelliği, Osmanlı Hilafet Devleti’nin yönetim vila-yeti ve Hilafet Sancağı’nın son olarak burada dalgala-

nıyor olmasıdır. İşte bu sebeple, hem Müslü-manlar nezdinde hem de sömürgeci kâfirler nezdinde Türkiye, mühim bir noktada dur-maktadır. Bu mühim nokta:

İslam Ümmeti zaviyesinden; Hilafet Sanc-ağı’nın yeniden dalgalanacağı umudunu ye-şertmektedir. Zira beklenti; “nasıl ki, Sancak son olarak burada dalgalanıyorduysa, şimdi de yeniden buradan göndere çekilmelidir”, şeklin-dedir.

Sömürgeci kâfirler zaviyesinden ise; Türki-ye; -bir önceki paragrafta zikredilen; İslamî Ümmet’in bakışından mütevellit- her zaman Raşidî Hilafet’in ikamesini potansiyelinde

Cumhuriyet’i Böyle Kurdular, Böyle Koruyorlar

Sömürgeci Kâfir İngiltere’nin temellerini atıp, laiklik

esası üzerine yükselttiği Türkiye Cumhuriyeti

Devleti’nin, İslam Beldeleri arasında barizleşen özelliği, Osmanlı Hilafet Devleti’nin yönetim vilayeti ve Hilafet

Sancağı’nın son olarak burada dalgalanıyor olmasıdır.

Page 7: KöklüDeğişim 74.Sayı

5 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

barındırması hasebiyle, bu potansiyeli, yok edilmesi, bu mümkün değilse -ki, değildir-, o hal-de sadece potansiyel halde yani gizli bir halde kal-ması sağlanacak bir beldedir.

Daha önce hiçbir şekilde anlaşamayan ve sürekli birbirlerinin kuyusunu kazan sömür-geci kâfir devletlerin, -özelde Türkiye ve ge-nelde diğer tüm İslam Beldeleri’nin herhangi birinde- 2. Raşidî Hilafet Devleti’nin kurul-ması potansiyeli/ihtimali karşısında hemen bir araya geldiklerini, ittifak ettiklerini görü-rüz. Hilafet’in ilga edilmesi ve Laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmen kurulma-sının ardından bugüne kadar geçen sürede Müslümanlar kendilerini 2. Raşidî Hilafet Devleti’ne hiç bu kadar yakın hissetmemiş-lerdi. Tabii ki sömürgeci kâfirler de… Zaten son zamanlar da Hilafet Projesi’nin yeni-den hayata geçirileceğinin sinyallerini alan, ayak seslerini duyan sömürgeci kâfir devlet-ler, bu devletlerin think-thank kuruluşları, STK’ları… hepsi pürtelaş raporlar yayınlı-yorlar, yerli işbirlikçilerine baskı kuruyorlar ve hiç ara vermeden İslam Ümmeti’ni bu po-tansiyelden uzaklaştıracak saptırıcı fikirler pompalıyorlar.

Yine bu minvalde Türkiye Cumhuri-yeti’nde yıllardan beri süregelen baskıcı İn-gilizci yapı şu anda yerini özgürlükçü Ame-rikancı yapıya -biraz da zoraki- terk ediyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin despot, ekâbir İngiliz muhibi Kemalistlerin ritüellerinin yerini, Amerikan muhibi Muhafazakâr De-mokratların özgürlükçü anlayışları alıyor. Önceki anlayışın kutsal saydığı ne varsa, bu özgürlükçü anlayış tarafından eleştirili-yor ve tahkir ediliyor. Böylesi bir çatışmanın İngiliz-Amerikan sömürü çatışması olarak değerlendirilmesi pek tabi mümkün fakat bu çatışmanın ortaya çıkardığı hakikat, daha ziyade; baskı ortamının, Müslüman Türkiye hal-kını, mevcut baskıdan kurtulmak için çeşitli ara-

yışlara ittiği, bu arayışlar içinde kendisini tatmin eden çözümün ise İslamî bir devletin gerekliliği olduğu, dolayısıyla gelinen süreçte Müslümanla-rı bu çözüme daha fazla itecek bir baskıcı anlayı-şın artık iflas ettiğidir.

Zaten özellikle dünya siyasetindeki ge-lişmeler, İngilizlerin baskıya dayalı sömü-rü üslubunun artık değiştiğini yerine daha ılımlı bir üslubun tesis edilmeye çalışıldığını göstermektedir. Türkiye’de baskıcı üslubun yerini alan ılımlı ve özgürlükçü Amerikan modelinin önceki senelere nazaran daha ra-hat uygulanabilmesi de, İngiltere’nin muva-fakatiyle mümkün olabilmektedir. Bu iki Sö-mürgeci Kâfir Devlet, Türkiye’de AKP eliyle yürütülen bu yeni üslubun işe yarayacağını; Müslüman halkın, Cumhuriyeti benimseyip Hilafet arzusundan vazgeçeceğini ummakta-dır.

Halkın, Hilafet arzusundan vazgeçmesi için ne gerekiyorsa, Efendi Devletler tarafın-dan yerli işbirlikçilerinden isteniyor. Öyle ki artık baskının bittiğini ve yerini özgürlükle-rin aldığını göstermek adına; “Kemalizm” bir tabu olmaktan çıkarılıp özellikle STK’larca, aydınlarca tartışmaya açılabiliyor, başörtü-sünün üniversitelerde serbest hale gelmesi için AKP’sinden CHP’sine herkes bir şeyler yapıyor, üniter devlet tartışılıp Anayasa’nın ilk 3 maddesinin bile değişebileceği artık rahatlıkla dile getirilebiliyor. Askeriye gibi “dokunulamaz” ve “sorgulanamaz” olan bir ya-pının, ileri demokrasilerde mümkün olama-yacağı, bunun “dokunulur” ve “sorgulanır” hale gelmesini sağlamak için gerekli revizyo-nun yapılmasının şart olduğu ortaya konu-yor. İlkokullarda “Andımız” çilesi, “Atatürk’ü Koruma Kanunu”, millî bayram törenlerine zorla katılım, resmî törenlerde Anıtkabir zi-yareti gibi gariplikler de zamanla elden ge-çirilecek meseleler gibi görünüyor. İslamî hassasiyeti olan ailelerin, hal-hareket, giyim-

Cumhuriyet’i Böyle Kurdular, Böyle Koruyorlar

Page 8: KöklüDeğişim 74.Sayı

6Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

kuşamlarıyla bu halkın içinden geldikleri belli olan çocukları bile iktidar olabiliyor ve hatta Cumhurbaşkanlığı bile yapabiliyor…

Tüm bunlar, Müslümanların sisteme en-tegrasyonu için yapıla gelen göz boyayıcı ha-reketlerdir. Tabi küfrün tabiatı belli; İslamî olana asla ve kat’a tahammülü yok. Yönetimi Müslümanların çocuklarına vermiş de olsa, Cumhuriyet’in esas sahipleri, DNA’larında olan; İslam ve İslamî olan düşmanlıklarını çok da gizleyemiyorlar. Halkın gözlerini bo-yamak için ortaya attıkları bütün argüman-lar, Müslümanların basiretleri açık, Furkan ile bakan evlatları tarafından bu göz boyayı-cıların suratlarına çarpılıyor. Tam burada bir soru akla geliyor:

“Değişen ne o zaman?”Cumhuriyet, kurulduğu

günden bugüne kadar man-tık ve esas itibariyle aynı yolunda seyrediyor. Ba-zen yolcuları rahatlatmak adına halktan birilerinin kaptan koltuğuna oturması-na izin vererek de olsa… Şimdi Cumhuriyet’in unu-tulmayacak, unutturma-yacağımız karanlık geç-mişinden bir nefeste sıralayabileceklerimizi sıralayalım ve değişen bir şeyin olmadığını göstermeye çalışalım:

1920’li yıllar, İslâmî Ümmet’in adeta idam sehpasına çıkartılıp boynuna ipin geçirildiği yıllardı. Halkın hiçbir şekilde rıza gösterme-mesine rağmen Cumhuriyet ilan edilmiş, bu ilana ilk karşı çıkan mebuslar olmasına rağ-men, onlar bile karşılarında meşhur üç silah-şoru bulmuştu: Kel, Kılıç ve Topal Ali’leri…

1923’te Cumhuriyet’in ilanının ardından 1924’te Hilafet’in ilgası; Ümmet’in yağlı ur-gan boynunda, ayakları altındaki taburenin tekmelenmesiydi adeta.

Devrim Kanunları da 20’li-30’lu yılların kâbuslarındandı muhakkak. Gerek bu ka-nunlara muhalefetten, gerekse de Devrim’in kendisine muhalefetten, İstiklal Mahkemele-ri kararlarıyla binlerce genç-yaşlının yanı sıra Ümmet’in saygıdeğer âlimleri şehit edildi. Yine bu senelerde Müslüman kadınlar, teset-türlü olmaları hasebiyle irticaî addedildiler; modernleştirilme(!) çabalarıyla tesettürü, ba-şörtüsü alındı, bu yarı çıplaklığa karşı çıkan-lar cezalandırılmaya devam edildi. Ümmet’i baskı altında tutabilmek için göstermelik kal-kışmalar, suikastlar de Cumhuriyet’in vaz-geçilmezleri arasındadır o yıllarda da; tıpkı bugünümüzde olduğu gibi.

1940’lar, bir idolün gizli kalmış potansiyelini açı-ğa çıkarır adeta; Milli Şef İnönü, Cumhurbaşkanı’dır artık. Gelen gideni aratır misali Millî Şef; ezan-ı Muhammediye’yi Türkçe okutur. Camiler ahır ola-rak O’nun döneminde kul-lanılır ve Kur’an-ı Kerim’in âşıkları Kitabullah’ı oku-mak için anca samanlıklar-da yer bulurlar kendilerine;

zira açıktan Kur’an tedrisi yine bu dönemin yasaklarındandır.

1950’lerde Müslümanlar, belki de daha önce adını hiç duymadıkları bir ülkeye asker olarak gönderildiler; Kore’ye… Şer yuvası NATO’ya da Türkiye, bu yıllarda üye oldu.

Darbeyle kurulan Cumhuriyet, özüne uy-gun olarak 1960’larda da Darbeden vazge-çemeyeceğini mazlum halka acı bir şekilde hissettirdi; askerî vesayetin korkusuyla halk daha da sindirilmeye çalışıldı.

1970’ler büyük bir fitneye sahne oldu; Ümmet’in gençleri batıl fikirler etrafında gruplaştırılarak birbirlerine kırdırıldılar.

Cumhuriyet’i Böyle Kurdular, Böyle Koruyorlar

Devrim Kanunları da 20’li-30’lu yılların kâbuslarındandı muhakkak. Gerek bu kanunlara

muhalefetten, gerekse de Devrim’in kendisine muhalefetten, İstiklal

Mahkemeleri kararlarıyla binlerce genç-yaşlının yanı sıra Ümmet’in saygıdeğer

âlimleri şehit edildi.

Page 9: KöklüDeğişim 74.Sayı

7 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

Sağ-Sol Çatışması adını alan bu olaylar, 80 Darbesinin en önemli gerekçesi olacaktı.

20 yılda bir Darbe yapılacağının sinyalleri 80’lerde net olarak anlaşıldı. 61 Darbesinin üzerinden 20 yıl geçmemişti ki, Müslümanla-ra göz açtırmaya hiç niyeti olmayan Cumhu-riyet Rejimi sahiplerince yeni bir darbe daha imal edildi. Yine 80’li yıllar bir başka fitneye gebedir; PKK terör örgütü eylemlerine baş-ladı. Akabinde bazı illerde “Olağanüstü hal” uygulamasına geçildi. PKK’ya karşı harekât bahanesiyle bazı köyler boşaltıldı.

90’lı yıllarda, uyanış ve bilinçlenme çabası içinde olan Müslümanlar, bu durumdan ra-hatsızlık duyan Cumhuriyet’in sahibi Laik Ordu’nun darbesinin post-modern yüzüy-le tanıştılar. Müslümanlara atılan çok farklı iftiralar, sindirme politikaları da bu yılların barizleşen yönlerindendir.

2000’lerde, Müslümanlar aleyhine bir fit-ne daha iktidara taşındı. Yapması gereken ne varsa hepsini yapmış olmasına, giydiği göm-leği de değiştirmiş olmasına rağmen, bir tür-lü Cumhuriyet’in gerçek sahiplerinin gözüne giremedi; İslamî geçmişinden ötürü, tutucu Laikler nezdinde her zaman kendisine şüp-heyle bakılan oldu.

Şuan 2010 yılının içindeyiz, Müslüman-ların lehineymiş gibi görünen birçok şeyin Müslümanların aleyhine sonuçlandığını gör-dük bugüne kadar. Cumhuriyet’i kuran, onu yöneten, onun yaşamasını sağlayan zevatın ise Müslümanların lehine hiçbir şey yapma-dıklarını da yaşayıp gidenler gördü, ömrü olanlar da görecek. Fakat zulüm payidar de-ğildir; en büyük zulüm ise şirktir. Hele hele, idam sehpaları üzerine kurulan bir zulmün; tebaasının en tabi haklarını bile gasp eden bir zulmün; halkına hizmet için var olacağı yerde halkını hizmetçi gören bir zulmün son nefesi soluması çok daha yakındır.

Bunlar Cumhuriyet’i, Ümmet’in samimi duygularından faydalanarak, onu yalanla-rıyla kandırarak; İstiklal Mahkemeleri’nin gayrihukukî kararlarıyla idam ederek, faili meçhul suikastlarla katlederek, Ordu’nun dipçiğiyle tehdit ederek, sindirerek kurdu-lar…

Yine baskılar, suikastlar, faili meçhuller, iftiralar, yalanlar, kandırmalarla da koruyor-lar.

Kurulduğu günden bu yana bu mazlum Ümmet’in, fikriyle, diliyle, kıyafetiyle uğra-şan Cumhuriyet, süslü ambalajlar içinde ye-niden sunuluyor bugün Müslümanlara; pa-ket değişik de olsa içindeki yine aynı. Yine iç-kiler içiliyor, yine zina evleri açık, yine bulüğ çağına girmiş kızlar tesettürleriyle okuyamı-yorlar, yine küfrî-tağutî hükümler tatbik edi-liyor, yine Müslümanlar kan ve gözyaşı dö-küyor, yine Müslümanlar aleyhine kafirlerle stratejik ittifaklar kuruluyor, yine… yine… “Değişen ne o halde?”

Zaman ilerledikçe geçmişte söylenen söz-lerin yalan olduğu çıkacak muhakkak. Müs-lümanların Cumhuriyeti benimseyecekleri umuduyla oynanan tüm oyunlar, kurulan tüm tuzaklar elbette iman duvarına çarpıp geri dönecek, şer’î hüküm gürzüyle küfrün bütün entrikaları paramparça edilecek.

بل نقذف بالحق على الباطل فيدمغه فإذا هو زاهق

“Hayır, biz hakkı batılın üzerine atarız da beynini parçalar. Bir de bakarsın yok olup gitmiş.” (el-Enbiya 18)

Cumhuriyet’i Böyle Kurdular, Böyle Koruyorlar

Page 10: KöklüDeğişim 74.Sayı

8Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

وقل للمؤمنات يغضضن من أبصارهن ويحفظن فروجهن ول يبدين زينتهن إل ما ظهر منها وليضربن بخمرهن على جيوبهن

“Mü’min kadınlara da söyle; gözleri-ni (harama karşı) sakınsınlar, namuslarını muhafaza etsinler ve ziynetlerini -görünen kısımlar müstesna- göstermesinler. Başör-tülerini yakalarının üzerine vursunlar…” (en-Nur 31)

Bu ayet-i celile nazil olunca, Mü’min ka-dınlar hemen o anda üzerlerindeki fazla kumaşları yırtarak başlarını örtmüşler ve teslimiyetlerini ortaya koymuşlardır. Ayet-i kerime ve onu tahsis eden hadis-i şerifler-le birlikte başörtüsünün farziyeti, kimlere karşı örtüneceği ve ne şekilde uygulanacağı da açıklanmıştır. Bu açıklama neticesinde Ashab-ı Kiram konuyu anlamış ve Rablerini razı edecek şekilde amel etmiştir. Asr-ı Saadet döneminden Osmanlı Hilafet Devleti’ne ka-dar da bu konuda hiçbir zaman Müslüman-lar arasında farklı bir düşünce ve uygulama görülmemiştir. Ta ki Cumhuriyet’in ilanın-dan sonra sırf çağdaşlaşmak adına başörtü-sünün ideolojik bir simge olarak görülüp ya-

saklanmasına kadar! Tabiri caizse, “köpeksiz köyü bulup, değneksiz gezenler”, Hilafet kaldı-rılınca İslamî şiarlara saldırmış ve başörtüsü dâhil pek çok dinî vecibeyi yasaklamıştır. Bu yasaklara itiraz eden ve hakkı haykıran nice âlimler ise devrim kanunlarına muhalefetten asılarak, idam edilmiştir.

Toplumun doğal liderleri, âlimleri ve mut-takiler geçmişte bu hususta can verirken, bu-gün başörtüsü, demokratik siyasî partilerin oy toplama aracı olarak kullandığı bir mal-zeme haline gelmiştir. Bu partiler tarafından iktidarı elde etme adına istismar edilmiştir. Ama hangi iktidar gelirse gelsin nüfusunun yüzde doksan sekizinin Müslüman olduğu bir ülkede okumak isteyen Müslüman bacı-larımız öğretim kurumlarına başörtüsüyle giremez olmuşlardır. Herhangi bir kılık-kıyafet kanunu olmamasına rağmen, söz ko-nusu başörtüsü olunca bin bir gerekçeyle ba-cılarımız engellenmiştir. Müslümanlar bir ta-raftan resmî ideolojinin zulmü, diğer taraftan da bu konuyu istismar eden fırsatçı demok-ratik partilerin sahte vaatleri arasında kalmış

Murat ŞAVAŞ

Page 11: KöklüDeğişim 74.Sayı

9 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

ve ne yapacağını bilemez bir hale gelmiştir. Otoriteye baş kaldırmaktansa, sahte olan va-atlere inanarak her seçimden önce “bu sorunu biz çözeceğiz” diyenlerin peşlerinden gitmiş ve oylarıyla onları iktidara taşımışlardır.

Yakın geçmişi hatırlayan herkes, bu fotoğ-rafı net bir şekilde görecektir. Refah Partisi (RP)’nin iktidar olmasındaki en etkili sebep de bu konuda Müslümanlara verdiği vaat-leridir. Ama RP tarafından sorunu çözecek irade ortaya konulamadığı için bu sefer de MHP sahneye çıkmıştır. Bu sorunu “biz erkek-çe çözeriz” vaatleri işe yaramış ve Müslüman-lar MHP’yi de iktidar ortağı yapmışlardır. Ama tabiî ki, MHP’nin ta-mamen yasaklayarak çöze-ceğini ummamışlardır. İşte Müslümanlar bu şok hali üzerindeyken bu sefer de yeni kurulan AKP konuya talip olmuş ve halk onları da iktidara taşımıştır. Fa-kat AKP’nin yaklaşık sekiz yıllık iktidarı döneminde yine nihaî bir çözüm bulu-namamıştır. Yani kısacası, vaatler vaatleri takip etmiş ama bir arpa boyu yol alı-namamıştır.

Bütün muhafazakâr ve sağ partilerin kul-landığı ve istismar ettikleri bu mesele, en sonunda “bu kadarına da pes” dedirtecek bir aşamaya, bu son günlerde gelmiştir: Kemal Kılıçdaroğlu ile üslup değiştiren CHP de “bu sorunu biz çözeriz” diyerek 2011 seçimleri öncesi meydanlara inmiş ve böylece bir sol parti de bu fırsattan yararlanmak için kolları sıvamıştır. Referandumun ardından halkın bu konudaki hassasiyetini gören ve tekrar halkla bütünleşmekten başka bir çıkar yol bulamayan CHP dahi bu sorunu çözeceğini iddia etmiştir. AKP ise CHP’yi lafının üzeri-

ne yıkmak istercesine, çözümün biran önce gerçekleşmesini arzulamakta ve sorunu ken-di iktidarı döneminde çözmek istemektedir.

Bizim endişe ve üzüntümüz ise, sadece sorunun çözülemeyişi değildir; Allah Azze ve Celle’nin farz kıldığı ve Müslümanların dinî bir vecibe olarak telakki ettikleri başör-tüsünün, siyasî bir rant olarak algılanması ve mevcut siyasî partilerin bunun üzerin-den oy toplamaya çalışmalarıdır. Bir başka önemli husus da, İslamî hareketlerin, dernek ve STK’ların, başörtüsü sorunu hakkındaki mücadele anlayışlarıdır. Maalesef buralarda-ki Müslümanlar, başörtüsü sorununu; “Ba-

şörtüsü, giyinme özgürlüğü-dür”, “Başörtüsü demokratik bir haktır”, “Başörtüsü insan haklarından bir haktır”, “Ba-şörtüsü Anayasal bir haktır”, “Başörtüsü kişisel hürriyetin bir parçasıdır” gibi söylem-lerle savunmaktadırlar. İs-lam Ümmeti, on dört asır-dır başörtüsünü Allah’ın bir emri olarak görürken, bugün Ümmet’in temsil-ciliğine soyunanlar bu şe-kilde dillendirmektedir. Maalesef başörtüsü, yeri

geldiğinde teferruat olarak görülmüş ve şer’î bir hüküm, demokratik bir hak olarak isimlen-dirilmiştir. Hâlbuki farzlar, Allah Azze ve Celle farz kıldığı için uygulanmalı ve Müslü-manlar bu konuda başka bir şey düşünme-melidirler.

وما كان لمؤمن ول مؤمنة إذا قضى الله ورسوله أمرا أن يكون ضلل فقد ضل ورسوله الله يعص ومن أمرهم من الخيرة لهم

بينا م“Allah ve Rasulü bir şeye karar verdiği

zaman, ne Mu’min bir erkek nede Mu’min bir kadın için, onlar için işlerinde seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasulü’ne is-

İktidara Giden Yol Başörtüsünden Mi Geçer?

İslam Ümmeti, on dört asırdır başörtüsünü

Allah’ın bir emri olarak görürken, bugün Ümmet’in

temsilciliğine soyunanlar bu şekilde dillendirmektedir.

Maalesef başörtüsü, yeri geldiğinde teferruat olarak

görülmüş ve şer’î bir hüküm, demokratik bir hak olarak

isimlendirilmiştir.

Page 12: KöklüDeğişim 74.Sayı

10Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

yan ederse, gerçekten apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.” (el-Ahzab 36)

Bu ve benzeri ayet-i kerimeler, Müslü-manlar için konuyu netleştirmektedir. Fakat asıl korktuğumuz husus, Müslümanların dinî vecibelerini yerine getirirken mevcut kuralların elverdiği kadarıyla yetinmeleri ve mücadelelerini demokratik yollarla çözüme kavuşturmaya çalışmalarıdır. Başını örtmek isteyen Müslüman bacılar bunu demokratik bir hak olarak algılayıp örtünürlerse, Allah katında bu makbul olacak mıdır? Ya da bu sorun bu şekilde çözülürse İslamî kitleler yıllardır “küfür” dedikleri demokrasiye daha çok meyleder ve daha başka sorunların çö-zümlerini de demok-raside ararlarsa bu doğru olacak mıdır?

Peki, mevcut parti-lerin tamamı demok-rasiden yana çözüm arayışında iken, hepsi meselenin demokratik bir zeminde çözüme ulaştırılmasının doğ-ru olacağını dillendi-rirken ve herkes de çözüm isterken ne-den bu mesele çözülememektedir? Başörtü-sü, neden bu kadar büyük bir sorun olarak algılanmakta ve niçin yıllardır engel olun-maktadır? Bu sorunun cevabı çok basittir. Çünkü başını örtmek ferdî bir eylem olsa da, etkileri ferdî değil, toplumsaldır. Şöyle ki; İslam Hilafet Devleti’ni yıkmak için çalışan -İngilizler başta olmak üzere- Batılı kâfirler 19. asırda Müslümanların topraklarına özel yetiştirilmiş ajanlar göndermiş ve Osmanlı Hilafet Devleti’ni nasıl yıkacaklarını tespit etmeye çalışmışlardır. Bu ajanlar Müslüman-ların arasına yerleşerek, kimi sıradan birisi, kimisi de güya âlim olarak görevlendirilmiş-tir. Bu ajanlara genellikle “oryantalist” denir.

İşte bu oryantalistlerden birisi, başörtüsüyle alakalı tespitlerini raporuna sıralarken; başör-tüsünün, kadın-erkek bütün Müslümanları iffetli yaptığını, zina ve fuhşiyattan alıkoyduğunu ve dolayısıyla kadının bu şekilde korunmasının top-lumun bozulmasının önünde bir engel olduğunu yazmaktadır. O dönemde dikkate alınan bu türden raporlar, kâfirlerin başörtüsüne bakı-şının günümüzdeki bazı Müslümanların ba-kışından daha isabetli olduğunu göstermek-tedir. Casusun tespitleri gerçekten doğru ve yerindedir. Zira İslam, zinayı yasakladığı gibi zinaya götüren vesileleri de yasaklamıştır. Kadının açık-saçık olması bunun en önemli-lerindendir. Buradan anlaşılıyor ki başörtüsü

bir sorun değil, bilakis Allah Azze ve Celle’nin asırlar öncesinden birçok meseleyi bir arada çözdüğü çözü-mün ta kendisidir. İn-sanların sorunlarını, insanı en iyi tanıyan Rab’lerinden gelme-sinden daha tabii ne olabilir ki zaten. Tabii olmayan insanın sınır-lı ve eksik olan aklı ile insanların sorunlarını

çözmeye çalışmaları ve inatla Allah’ı ilah ka-bul etmemeleridir.

Öte yandan, bu sorun çözülünce üniver-sitelere başörtüsüyle girilse bile ilk ve orta öğretimlerdeki yani liselerdeki kız çocukları-mız başlarını örtebilecekler mi? Yaşadığımız coğrafyada kız çocukları genelde on iki-on üç yaşlarında buluğ çağına girer. Bu ise orta öğretim dönemine denk gelir. Üniversiteye kadar başını açan kızlarımız bu hassasiyetle-rini yitirmezler mi? Ayrıca, yıllarca okuyan çocuklarımızın çoğu sonunda avukat, hâkim ve öğretmen vb. meslekler edinip kamu ku-ruluşlarında başını açarak çalışmayacaklar

İktidara Giden Yol Başörtüsünden Mi Geçer?

Page 13: KöklüDeğişim 74.Sayı

11 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

mı? Üniversitede hak olan, benzer durumda olan birisi için neden farklı ortamlarda hak olmaz? Görüldüğü gibi bu sorun demokra-siyle çözülecek bir sorun değil, yıllardır kök-leşmiş, hayat-memat meselesi olmuş ideolo-jik bir sorundur.

Aydın düşünen insan, sorun üzerinde ça-kılıp kalmaz; onun sebep ve müsebbiplerini araştırır. Böylece esas sorunun, bizzat Kapi-talist ideolojinin, demokratik nizamın kendi-sinden kaynaklandığını görür. Çünkü bu ve benzeri sorunlar, hain idarecilerin Batı’dan demokrasi ve cumhuriyeti iktibas etmeleriy-le ve Hilafet’i kaldırmalarıyla ortaya çıkmış-tır. Ümmet’in kalkanı olan Halife olmayınca Ümmet, kendi vatanında garip kalmıştır. Allah’ın emir ve nehiyleri bu kokuşmuş Ka-pitalist ideoloji sayesinde tartışılır, seçilir ve oylanır olmuştur.

Köklü olan bu başörtüsü meselesi hak-kında köklü çözümü ortaya koymadan önce AKP’nin konuya yaklaşımını da ele almak istiyorum. Öncelikle AKP’nin artık ABD güdümlü ve eksenli olduğu tartışmasız bir gerçektir. Dolayısıyla ABD’nin başörtüsü konusuna yaklaşımını bilmek, AKP’nin ko-nuya yaklaşımını bilmektir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın jandarmalığına soyunan ABD, rakibi olan İngiltere’nin hila-fına Müslümanların dinî duygu ve düşünce-lerinin ve İslamî şiarlarının tamamen bastırıl-masının veya yasaklanmasının Müslümanla-

rın uyanışına etki edeceğini gördü ve “siyasal (gerçek) İslam”a karşı “ılımlı İslam” projesini başlattı. Böylece Kapitalizmi yumuşatarak ve insanlara dinini yaşayabiliyor imajı vere-rek Kapitalizmi hedef olmaktan çıkarmayı planladı. Bu planı, Türkiye’de AKP eliyle ve diğer İslamî Beldelerde de yerli işbirlikçileri eliyle gerçekleştirmeye çalışıyor. Yani aynı zehirli şerbeti Müslümanlara kap değiştire-rek sunuyor.

Köklü ve kapsamlı çözüm ise; akidesi laik-lik olan bu Kapitalist ideolojiyi söküp atmak ve yerine Allah’ın emri ve İslam’ın yönetim sistemi olan Hilafet Devleti’ni kurmaktır. O zaman bırakın Allah’ın emirlerinin uygulan-mamasını, kimse bunların tartışılmasına dahi cüret edemez. Çünkü Halife, Allah Rasulü Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in de dediği gibi yeryüzünde Allah’ın gölgesi-dir, Müslümanların kalkanıdır ve İslam’ın bekçisidir. Ve en önemlisi Hilafet; başörtüsü gibi bütün cüz’î sorunları çözecek olan esasî çözümün kendisidir. Çözümün sıhhati için Müslümanlar bu meseleye bu açıdan bakma-lıdır. Selam ve dua ile.

لما دعاكم إذا وللرسول لله استجيبوا آمنوا الذين أيها يا يحييكم

“Ey iman edenler; Allah ve Rasulü sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığında ica-bet edin…” (el-Enfal 24)

İktidara Giden Yol Başörtüsünden Mi Geçer?

Page 14: KöklüDeğişim 74.Sayı

12Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Son günlerde siyaset dönüp dolaştı yine başörtüsü problemine kilitlendi. Siyasîler tarafından çözümsüzlüğün,

çözüm olarak görüldüğü problemlerden biri-dir, başörtüsü sorunu. Bu haliyle onların daha çok işlerine yaramakta olan bu problemi, çö-zümü çok kolay olsa da çözümsüz bırakmayı tercih etmektedirler. Yasal bir sorun olmayan ve uygulamada çözüme kavuşabilecek olan bu problem her dönemde üzerinden siyasî rant elde edilen ve her hamlede daha da de-rinleşen bir yara haline dönüştürülmüştür. Siyasetçiler ellerindeki bu önemli malzemeyi adeta kaybetmek istemezmişçesine meseleyi sakız gibi çiğnemeye devam edip durmuşlar-dır. Şimdi de “tam çözüme kavuşturuldu” der-ken farklı bir noktadan tıkanma sinyalleri ve-rilmeye başlamıştır. Bu yeni tıkanma noktası, güya ilköğretimdeki çocukların da bu taleple ortaya çıkmaları ve çözümün dışında kalma-mak için örtülü eğitim haklarını dile getirme-leri olmuştur. Bu çocukların haklı taleplerini çözüm sürecini tıkamak olarak değerlendiren

medya ve siyasîler, üç tane ilköğretim öğren-cisi üzerinden adeta fırtınalar koparmış ve konuyu istedikleri yönde saptırarak yeni bir tartışma ortamı oluşturmuşlardır. Böylelikle bu haklı istek, bir anda arkasında karanlık güçlerin olduğu provokatif bir eylem havası-na büründürülmüş ve insanların meseleyi bu şekilde değerlendirmeleri için her türlü yol denenmiştir.

Konu ile ilgili tüm haberlerde, Adana, Mersin ve Konya’da okula başörtülü giden ilköğretim öğrencileri, babalarının etkisinde kalan, hatta onların zoru ile bu şekilde hare-ket eden kızlar olarak gösterilmiş ve bu şekil-de kızlar üzerinden yeni senaryolar yazılıp çizilmiştir. Haberlerde; Adana’da okula ba-şörtüsü ilen giden kızın babasının, Hizbullah ile bağlantısı olduğu tespit edildiği için kapa-tılma kararı verilen Mustazaf-Der Adana Şu-besi Başkanı; Mersin’deki kızın babasının ise Hizbullah üyesi olmaktan 6 yıl hapis yatmış birisi olduğu yer almıştır. Böylelikle Hizbul-lah bağlantısı ortaya çıktı diye kızların baba-

Fatma Nur ŞAHİN

ŞER’Î HÜKMEBAĞLANMAK

NEDENPROVOKASYON

OLSUN!

Page 15: KöklüDeğişim 74.Sayı

13 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

larının geçmişi sorgulanmış ve buradan yola çıkarak bu isteğin masum bir istek olmadığı, arkasında provokatörlerin olduğu sonucuna varılmıştır. Ayrıca bu kızlardan bahseder-ken babalarının sahip olduğu ideolojiden yola çıkarak izleyenlerin zihninde olumsuz bir tablo oluşturmak için Hizbullah ile ilgili hatırlatmalar yapılmış ve işkenceler, mezar evler, domuz bağları, Gaffar Okkan suikas-tı gibi insanları tedirgin eden ve unutmaya çalışsalar da asla unutturulmayan örnekler arka arkaya sıralanmıştır. Böylelikle bu kız-lar ve onlara destek olan babaları ile alakalı zihinlerde olumsuz bir etki bırakılmaya ça-lışılmıştır. Örgütün JİTEM tarafından kurul-duğu iddiaları ile de bu yapılanın provokas-yon olduğu ihtimali kuvvetlendirilmiş ve bu konudaki adres de böylelikle gösterilmiştir. Yani bunun masum bir istek olma ihtimalini ortadan kaldırmak için her türlü olasılık dü-şünülmüş ve kurulabilecek tüm bağlantılar kurulmuştur. Zira bu türden bağlantılar kur-ma noktasında ustalık kazanmış medyaya sa-hip bir ülkede yaşıyoruz. Medya, bu konuda o kadar marifetlidir ki, sıradan bir vatandaşı, gerek görüldüğünde devletlerarası terörist gruplarla bağlantısı olan azılı bir suçlu gibi yansıtabilir ve akşam haberlerine bu yeni haliyle konu edebilir. Maalesef, bunlar artık olağan şeyler haline dönüştü, yaşadığımız bu ülkede.

Tüm bakışların üzerlerine yönlendirildi-ği bu babalar zaviyesinden empati yaparak meseleye baktığımızda şu soruyu soruyoruz: “Dünyaya getirdiğimiz çocukları kendi doğrula-rımıza yani sahip olduğumuz mefhumlara göre yönlendirmemizin neresi yanlış?“ Yoksa çocuk-ları biz dünyaya getiriyoruz da sonra onlar, bu sistemin çocukları mı oluyorlar? Bizler onları sadece dünyaya getirmekle mi görev-liyiz? Kendi öz çocuklarımızı tasvip etmedi-ğimiz bir sistemin istekleri doğrultusunda mı yönlendireceğiz? Onlardan, hem Allah

katında hem de insanlar nezdinde sorumlu değil miyiz?

Bununla ilgili şer’î hükme baktığımızda ebeveynin bu konudaki sorumluluğunu gö-rüyoruz. Çocuklarını Allah’ın emirleri doğ-rultusunda yönlendirmemiş ve onlara akide-leri ve şer’î hükümlere bağlanmaları nokta-sında doğru bir bakış açısı kazandıramamış ebeveynin Allah katında sorumlu olduklarını ve bundan hesaba çekileceklerini görüyoruz. Bu, meselenin şer’î boyutudur. Ayrıca aklen meseleyi değerlendirdiğimizde de, biz ör-tünün farziyetine inanmışken çocuklarımızı bundan men etmemizin nasıl bir açıklaması olabilir. Bu, aynen başı açık bir annenin kızını örtünmeye zorlaması gibidir. Oysa kişi neye inanıyor ve neyi uyguluyorsa, sorumluluğu altındaki çocuğunu da ona yönlendirmesi en doğal olandır ve insanlar bundan dolayı da kınanamazlar. Bu hadisede ise çocuklarına bu haklı isteklerinde destek olmuş ya da onları bu konuda yönlendirmiş olan babalar, sanki zalim ve bencil insanlar gibi yansıtılmıştır. Çocuklarını Cehennem azabından korumaya çalışan bu babalar -ne acıdır ki- sorumsuz, bencil ya da baskıcı olarak gösterilmeye çalı-şılmıştır. Hatta meseleyi değerlendiren Mec-lis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Zafer Üskül, çocuğunu türbanla okula yollayan ailele-rin bu şekilde hareket ederek çocuklarının eğitim hakkını engellediğini ve bu durumun devamı ha-linde de çocuğun ailenin yanından alınıp Sosyal Hizmetlere verilebileceğini, bildiriyor. Bu aile-ler, dünyaya getirdikleri çocuklara inançları gereği yaşamayı öğretmiş ve bu doğrultuda yönlendirmiş oldukları için çocukların eği-tim hakkını engellemiş sayıldılar. Yani suçlu yine vatandaş ilan edildi. Devletin bu konu-da hiçbir sorumluluğu yokmuş gibi sorunun kaynağı bu sorumluluk sahibi aileler olarak yansıtıldı. Yani yine hırsızın hiçbir kabahati ol-madığı ortaya çıkmış oldu.

Şer’î Hükme Bağlanmak Neden Provokasyon Olsun!

Page 16: KöklüDeğişim 74.Sayı

14Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Bu vesileyle, AKP ve yandaş medya bu haberlerden yola çıkarak; provokasyon, çö-züm sürecinin tıkanması, çözümsüzlükten yana olanların hükümeti köşeye sıkıştırmaya çalışması gibi söylemlerle mağdur edebiyatına soyun-du. Öyle ya, aslında sorunu çözecekler ama bir takım şer odakları buna izin vermiyor, onların da ellerinden gelen bir şey yok. Vatandaşın da şer’î hükümlerden taviz vererek, bu Hüküme-te daha fazla destek olması gerek. Şu ana kadar verilen tavizler yeterli olmadı, belki bundan sonra verilecekler sorunu çözer, diye bir umut bekler hale geldi insanlar. Ama Hükümet, her ha-lükarda mazlum ve çaresiz olmaya devam etmekte. Bunu destekle-mek için; kızlardan birsinin babasının Mustazaf-Der Adana Şubesi Başkanı ol-duğundan bahsedildikten sonra bu Derneğin adının 27 Nisan e-Muhtırası’na konu olduğu ve başları örtülü küçük kızların ila-hi söyleyerek programda yer almaları hatırlatılarak, AKP’nin kapatılması için bir argüman olduğu yeni-den gündem edilmiş oldu. Böylelikle atılan bu adımla-rın sonucunda ne ile karşılaşılacağı insanlara anımsatılmış, yine sabır ve anlayışla destek vermeleri telkin edilmiş oldu.

Bu konuda yorum yapan diğer Müslüman cemaatler ya da fertler açısından meseleye baktığımızda ise, medya ve siyasîler ile aynı noktada buluştuklarını görüyoruz. En iyi ih-timal ile “velev ki provokasyon olmasın” diye başlık atanlarda ailelere, oyuna gelmeyin ne-viinde tavsiyelerde bulundular. Bunun yeri-ne bu Müslümanların bu hak talebine destek verilseydi yalnızca üniversitelere has olma-yan bu sorun, belkide topluca çözüme kavuş-turulabilirdi. Aklıselim sahipleri, “bu problem

sadece üniversitelerde değil, ilköğretimde de aynı problem var” diye konuyu dile getirseler de, buna kulaklarını tıkayanlar şimdi ilköğre-time başörtüyle gitmeye çalışan bu kızların üzerinden üniversitede mağdur olan gençlerin de ümitlerinin yarım bırakılığını iddia ettiler. Hatta bu yorumların en iddialısı 28 Şubat sü-recinde başörtüsü yasağının ilk mağdurların-dan ve simge ismi Nuray Canan Bezirgan’dan geldi. Bezirgan, ilköğretime başörtüsü ile girme çabalarının provokasyon olacağı ve sorunun çö-zümsüz kalması için atılan adımlar olabileceğini söylüyor ve bu türden provokatif eylemlerin de-vamının gelebileceğini, iddia ediyordu. Açık-

lamasında CHP’nin “eğer üniversitelere başörtülü kız-ların girmesine izin verirsek, bunlar yarın kara çarşafla da girmeye çalışır” tespitine gönderme yaparak, sırf bu-nun için kiralık çarşaflı kız-ların tutularak üniversitelere girmeye çalışabileceği gibi bir tespitte bulunuyordu. Bu yaklaşımda da yapılanların samimi hak arayışları ve şer’î hükümlere bağlanarak eğitim alma isteği olma ih-timali üzerinde hiç durma-

dan, tamamen olumsuz düşünceler ile sadece provokasyon ihtimali üzerinde duruluyordu. Oysa bir zamanlar tıpkı kendilerinin istediği gibi eğitim hakkını talep eden bu çocukların seslerine kulak verselerdi, ortak bir sorun ile karşı karşıya olduklarını görecek ve tam des-tek verebileceklerdi. Her ne şekilde olursa ol-sun bu kızlar, bir zamanlar kendilerinin talep ettiği eğitim hakkını talep ediyor ve onların verdiği mücadeleyi veriyorlar. Meseleye bu-radan bakmak, sorunun çözümüne yardımcı olacaktır, diye düşünüyoruz.

Asıl üzerinde duracağımız mesele ise il-köğretimde başörtülü okumak isteyen ve bu

Şer’î Hükme Bağlanmak Neden Provokasyon Olsun!

Bu konuda yorum yapan diğer Müslüman cemaatler ya da fertler açısından meseleye baktığımızda ise, medya ve siyasîler ile aynı noktada

buluştuklarını görüyoruz. En iyi ihtimal ile “velev ki provokasyon olmasın” diye

başlık atanlarda ailelere, oyuna gelmeyin neviinde tavsiyelerde bulundular.

Page 17: KöklüDeğişim 74.Sayı

15 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

haklı isteklerini destekler doğrultuda hare-ket eden kızların babalarının geçmişi ortaya konularak bir takım sonuçlara ulaşmaya ça-lışmak, ne derece doğrudur. Bunlar, Allah’ın bir emrini yerine getirmeye çalışan ve başka hiçbir planları ya da gayeleri olmayan ma-sum çocuklar olamaz mı? Bu ihtimal neden göz ardı ediliyor ve neden bu haklı istek üze-rinde durularak sorun her yönüyle çözüme ulaştırılmıyor? Bu ülkede doğruyu söyle-yen ve haktan yana duruş sergileyerek batı-lı protesto eden herkes neden, ya provokatör ya da meczup olarak yaftalanıyor? Oysa bu damgalar ile kınanılacak bir duruma düşü-rülmeye çalışılan bu insanlar, aslında hakkı haykırmayı her türlü sonuca rağmen tercih edenlerdir. Haksızlık karşısında susarak dil-siz şeytan konumuna düşmemek için hakkı haykıranlardır.

من رأى منكم منكرا فليغيره بيده، فإن لم يستطع فبلسانه، فإن لم يستطع فبقلبه وذلك أضعف اإليمان

“Sizden kim bir münker görürse onu eliy-le değiştirsin, gücü yetmezse diliyle değiştir-sin, ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştir-sin (buğz etsin). Bu ise imanın en zayıfıdır.” (Muslim, İman, 70)

Münkerler karşısında susmamak, biz Müslümanlar için şer’î bir gereklilik iken şimdi susanlar alkışlanır, hakkı haykıranlar ise yuhalanır oldu. Artık bir münker karşı-sında sadece kalpten buğz ederek münkerle-re göz yummak yerine, dilimizle değiştirme-nin yeterli olmadığını gördüğümüz için eli-mizle müdahale etmek durumundayız. Eğer herkes bu düşüncede olur ve çocuklarını bu şer’î ölçüye göre yönlendirirse sadece üç-beş cılız ses ya da sınırlı tepki olmaktan çıkıp, hakkını arayan ve bu uğurda birlikte hareket eden güçlü bir ses olarak sonuca ulaşılabili-riz. Ancak ne bu sorun, ne de karşılaştığımız diğer sorunların bu türden yüzeysel uygu-lamalar ile çözülmeyeceğini, mutlaka köklü bir çözüme ihtiyaç olduğunu da göz ardı et-meden meseleye bakmamız gerekir. Zira bu sorunun çözülmesi diğer tüm sorunların çö-zümünü beraberinde getirmeyecek ve daha büyük sorunlar ile mücadele etmeye devam edip duracağız.

Şer’î Hükme Bağlanmak Neden Provokasyon Olsun!

Page 18: KöklüDeğişim 74.Sayı

16Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Türkiye’de gündem o kadar hızlı deği-şiyor ki, hangi konuyu takip edeceği-nizi şaşırıyorsunuz. İç siyasette taşlar

yerinden oynarken, dış siyasette de çok hızlı gelişmeler yaşanıyor. Bütün bu yoğunluğun yanında bazı konuların detaylı olarak irde-lenmemesi için de, sunî gündemler oluştu-rularak, dikkatler başka yöne çekilmek iste-niyor. Bu manada AKP iktidarı tarafından fazlaca konuşulmaması istenen konulardan biri de, ABD’nin Türkiye’de kurmak istediği Füze Kalkanı Projesi olarak göze çarpıyor.

Malum olduğu üzere Füze Kalkanı Projesi yeni bir proje değildir. Doğu Avrupa ülkele-riyle arası çok iyi olan ABD’nin bu ülkelere yerleştirmek istediği füzeler, bölge ülkelerini tehdit etmekte ve bölgede ciddi rahatsızlık-lar meydana getirmektedir. Peki, kâfir ABD neden bu bölgede böyle bir kalkan oluşturmak istemektedir? Bu Füze Kalkanı Projesinin amacı nedir? Bu soruların cevabını meseleyi birçok açıdan irdeleyerek bulmaya çalışacağız. Ama

önce proje tam olarak nedir, onu göstermeye çalışalım.

Füze Kalkanı Projesi; orijinal olarak “ABD Milli Füze Savunma Programı/National Missile Defence Programme” ismiyle adlandırılır. Kü-resel Füze Savunma Kalkanı (Missile Defense Shield-MDS) oluşturma girişimleri ise, ABD millî projesi olarak 1990’lı yılların sonlarında başlatılmıştır. Projenin genel amacı; dünyanın her bölgesinde Amerikan toplumuna yönelik füze saldırılarının hedefine ulaşmadan tespit ve imhası için küresel bir füze savunma kalkanı oluşturul-ması ve geliştirilmesi olarak tanımlanır. Yani okyanusun öbür ucunda bulunan kâfir Ame-rika, kendisinin ve halkının güvenliği için binlerce km. uzaklıktaki ülkelere savunma sistemi kurmaktadır. Dünyada yaptığı zu-lümler o kadar çok ve düşmanları da o kadar fazladır ki, bunu yapmayı kendisince bir zo-runluluk olarak görmektedir.

Amerika bu projeyi kendi savunma siste-mi için kurduğunu söylese de, buna kimseyi

Hakkı EREN

Page 19: KöklüDeğişim 74.Sayı

17 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

inandıramamaktadır. Zira en iyi savunmanın saldırı olduğunu herkes bilmektedir. Sömür-geciliğini sürdürebilmesi için de bu türden askerî gücünü dünyanın her tarafına yay-ması gerekmektedir. Dünyanın her tarafın-da askerî üsleri ve askerleri olmasına karşın bunlar yeterli gelmemekte ve füze kalkanla-rıyla bunu daha da güçlendirmek istemekte-dir. Bu projeyi güçlendirirken de kendince “haklı” nedenler bulmakta ve diğer devletle-ri buna inandırmaya çalışmaktadır.

Amerikan’ın bu projesine, bölge ülkeleri karşı çıkmakta ve rahatsızlıklarını dile getir-mektedirler. Bu ülkelerin başındaysa Rusya gelmektedir. Amerika -her ne kadar İran’ı ba-hane olarak gösterse de- bu bölgeyi güvenli bir bölge olarak görmek istemekte-dir. Zira Türkiye’nin geçiş koridoru olarak kullanıldı-ğı bölge, dünyanın en bü-yük enerji geçiş hatlarına ev sahipliği yapmakta ve ABD bu bölgede herhangi bir sorun istememektedir. ABD enerji geçiş hatların-da olduğu gibi bu konuda da Rusya ile karşı karşıya gelmektedir. Rusya’nın bölgedeki gücünü bilmekle birlikte, bu gücü kontrol altına almak istemesi bu nedenledir. O yüzden Rusya, bu füze kalkanı projesine en çok ses çıkaran ülke konumundadır. Rus-ya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 10 Şubat 2007’de Münih Güvenlik Zirvesi’nde yaptı-ğı konuşmasında; tek kutuplu dünyanın kabul edilemez olduğunu, uluslararası hukukun temel ilkelerinin her geçen gün artan bir şekilde küçüm-sendiğini, tek taraflı ve çoğu kez gayrimeşru olan eylemlerin hiçbir soruna çare olamadığını ve yeni gerilim noktaları yarattığını vurgulamış ve “bu koşullar altında, kendi güvenliğimizi sağlama konusunda bir kez daha düşünmemiz gerektiği

aşikârdır” diyerek düşüncelerini dile getir-miştir. Yine Başkan Putin, uzaydaki silahlan-manın uluslararası toplum için tahmin edileme-yecek sonuçlara sebep olacağına dikkat çekerek, “Füzesavar (anti-missile) savunma sisteminin belirli unsurlarını Avrupa’ya genişletme planları bize yardım etmez; tam tersine bizi rahatsız eder. Kimin, bu durumda kaçınılmaz bir silah yarışı olacak bir sonraki adıma, ihtiyacı var? Benim Av-rupalıların kendilerinin ihtiyaçları olduğuna dair derin şüphelerim var” diyerek duyduğu ra-hatsızlığı belirtmiştir. Gerçekten de Putin’in dediği gibi Avrupa’nın bu konuda ciddi bir isteği olmamakla birlikte, aksine rahatsızlığı söz konusudur.

ABD’nin NATO ya da AB’yi karar sürecine dâhil etmeyerek Polonya ve Çek Cumhuriyeti’yle ikili an-laşmalar yapması ve böyle bir Füze Kalkanı Projesi’ne girişmesi Avrupa’nın tep-kisine yol açmıştır. Ayrıca Avrupa ülkeleri kendi kıta-larında ve kendi kontrolleri dışında böylesi bir gücün bulunmasına, tabiî ki sıcak bakmayacaklardır. Konu ile alakalı olarak Almanya

Başbakanı Angela Merkel, “AB ülkeleri içinde Füze Kalkanı tartışmalarıyla bir bölünme yaşan-masını istememekte, söz konusu füze savunma sisteminin NATO çerçevesinde kurulmasından yana olduğunu” söylemektedir. İngiltere Hü-kümeti, ABD Füze Savunma Sistemi’nde ak-tif rol almakta, proje kapsamında bazı önle-yici füzelerin İngiltere’ye konuşlandırılması için ABD Hükümeti’yle toplantılar yapmakta ve kendince kendisini sağlama almaya çalış-maktadır. Dünyada her siyasî konuda oldu-ğu gibi bu konuda da İngiltere, ABD’yi yakın markajda takip etmektedir. Fransa Cumhur-başkanı Nicolas Sarkozy ise, ABD Füze Sa-

ABD’nin Füze Kalkanı’nın Hedefi İslâm’ın Kalkanı Mı?

Amerika -her ne kadar İran’ı bahane olarak gösterse de-

bu bölgeyi güvenli bir bölge olarak görmek istemektedir.

Zira Türkiye’nin geçiş koridoru olarak kullanıldığı bölge, dünyanın en büyük enerji geçiş hatlarına ev

sahipliği yapmakta ve ABD bu bölgede herhangi bir sorun

istememektedir.

Page 20: KöklüDeğişim 74.Sayı

18Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

vunma Sistemi konusunda “Avrupa Kararı (European Decision)’nda ısrar etmek-tedir. Öte yandan Çin, pro-jeden duyduğu rahatsızlı-ğı dile getirirken, Kanada projeye katılmayacağını bildirmiştir.

“Avrupa’nın ve dünyanın büyük ülkeleri bu konuya temkinli yaklaşırken neden Batı Avrupa ülkeleri projeye ev sahipliği yapmaktadır?”, diye sorulabilir. Sovyet Rusya’nın dağılmasından sonra ortaya çıkan Doğu Avrupa ve Baltık ülkelerinin, hem güvenlik, hem de ekonomik ihtiyaçları nedeniyle AB’ye ve NATO’ya üye oldukları herkesçe bilinmektedir. Hatta eski Komünist Rusya’dan kaçarcasına Batı’ya yaklaştıkları gözlemlenmiştir. Bu süre zarfın-da Rusya’nın bölgede daha çok güçlenmesi bu ülkelerin sırtlarını ABD’ye dayamalarına sebep olmuştur. Bu yüzden Çek ve Polonya Başbakanları Şubat 2007’de ortak bir basın toplantısı düzenleyerek, ABD’nin teklifine yanıtlarının olumlu olacağını açıklamışlardır. Pentagon’un bu ülkeler üzerindeki planı ise; gelecek beş yıl içinde kullanılabilir hâle gele-cek şekilde Polonya’ya 10 füze savunma sis-temi yerleştirilmesi ve Çek Cumhuriyeti’nde kurulacak radarlarla da Asya hava sahasının kontrol altına alınmasıdır. Ayrıca projenin Gürcistan ve Azerbaycan’ı da içerisine ala-cak şekilde genişletmesi söz konusudur.

Avrupa’da, Polonya ve Çek Cumhuri-yeti’nin ABD’ye yakın ve sorunları olmayan ülkeler olmaları nedeniyle tercih edildikle-ri anlaşılmaktadır. Füze Kalkanı Projesi’nde Türkiye’yi de öne çıkaran nedenler; NATO’ya üye olması, ABD’nin model ortağı olma rüt-besine yükselmesi, bölgesinde istikrarlı bir ülke konumunda bulunması, İran’a komşu olması ve Türkiye’de kurulabilecek sistemin erken uyarı bakımdan “İsrail”in de güvenli-

ğine katkı sağlayabilecek olmasından dolayıdır. Son günlerde ABD’li askerler ve bürokratlar tarafından dillendirilen hususun ar-kasında işte bu nedenler yatmaktadır. İç siyasette hâlâ istediği dengeleri ku-

ramayan ve tabir yerinde ise “dere geçmek üzere olan” AKP iktidarının ABD’den gelen bu talebe vereceği cevap çok önemlidir. Bu öneme binaen gerek Başbakan Erdoğan, ge-rekse de Dışişleri Bakanı Davutoğlu temkinli açıklamalarda bulunmuşlardır.

Bölgesinde İran ve Rusya ile ilişkileri iyi olan ve yeni bir süreç yaşayan Türkiye’nin bu konudaki kararı, bu ülkelerle ilişkilerinde ciddi bir değişkenlik arz edebilecektir. Zira Türkiye’nin de adının bu proje kapsamın-da geçmesinden sonra Rusya’nın yaklaşımı, Ankara Büyükelçisi Vladimir İvanovskiy tarafından ortaya konulmuştur. İvanovs-kiy, “ABD’nin füze kalkanıyla ilgili planları, Rusya’nın kaygıları göz önünde bulundurulma-dan gerçekleştirilirse bu durumun stratejik is-tikrarı olumsuz etkileyebileceği unutulmamalı.” uyarısı yaparak konuya dikkat çekmiştir. Fa-kat aynen Nabucco Projesi’nde olduğu gibi de, “Sürecin içinde olursak bundan rahatsız ol-mayız” diyerek mesajını, hem ABD’ye hem de AKP’ye vermiştir.

Füze Kalkanı Projesi ile alakalı başka bir husus da, projenin daha yeni geliştirilme sü-recinde olduğudur. Hayata geçirilmesi için de yoğun AR-GE masraflarına, süreye ve fi-nansa ihtiyaç vardır. Projeyle bir yandan da ABD savunma sanayinin güçlendirilmesi ön-görülmektedir. Obama döneminde savunma sanayi şirketlerinin çok da memnun olma-dıkları ve ABD içerisindeki silah lobilerinin Obama’ya baskıda bulundukları bilinmek-tedir. Bu baskıların hafifletilmesi adına da

ABD’nin Füze Kalkanı’nın Hedefi İslâm’ın Kalkanı Mı?

Bölgesinde İran ve Rusya ile ilişkileri iyi olan ve yeni bir süreç yaşayan Türkiye’nin bu konudaki kararı, bu ülkelerle ilişkilerinde ciddi bir değişken-lik arz edebilecektir.

Page 21: KöklüDeğişim 74.Sayı

19 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

proje yeniden canlandırılmak istenmiş olabi-lir.

Kısacası projeyle alakalı olarak söylenen-ler; bunun, enerji koridorlarının güvenliğinin sağlanması açısından, bölgede giderek güç-lenen Rusya’yı kontrol altına almak açısın-dan ve İran’ın elinde bulundurduğu nükleer silahlar açısından olduğu yönündedir. Biz ise tüm bunlara ilaveten şu sebebe de dikkat çekmek isteriz ki, bizce asıl sebep de budur. Bilindiği üzere ideolojik olarak hareket eden ve dış siyaseti olan büyük devletler, günlük planlar ve projeler yapmazlar. Onlar önlerin-deki 10 yıllık, 20 yıllık hatta bazı konularda 50 yıllık bile planlar yapmaktadırlar. Büyük devlet olmak da zaten bunu gerektirir. Hatta ihtimal dahi olabilecek konularda bile meseleyi es geçmeyerek ge-reken ciddiyeti verirler. İşte kâfir Amerika da böyle yap-maktadır. Zira Füze Kalkanı Projesi’ne ve yerleştirilece-ği güzergâha baktığımızda İslam Coğrafyası’nı hedef aldığını söyleyebiliriz. Hele ki, bu coğrafya’da İslamî mücadele ve uyanış, kendi-sini ürkütecek bir seviyeye ulaşmışken. Kendi think-thank kuruluşları da başta olmak üzere sosyal bilimciler ta-rafından yapılan tespitler, Ortadoğu ve Ön Asya denilen coğrafya’da yeniden bir İslam Devleti’nin kurulmasının ihtimal dâhilinde olduğudur. Hatta bu konuda sosyal bilim-ciler tarih vermekten dahi çekinmemişler ve 2020’lerde ABD için böylesi bir tehlikenin oldu-ğunu belirtmişlerdir.

İşte kâfir Amerika da şimdiden bu bölge-de kurulacak olan bir İslam Devleti’nin gele-ceğini baskı altına almak ve onu engellemek adına bu türden savunma hatları oluştur-maktadır. ABD, tarihinin herhangi bir döne-

minde kendi ülkesinde savaş görmemiştir. Dünyada çok savaşmış ama bunu genelde kendi topraklarının dışında yapmıştır. Onun-la kendi evinde savaşacak olan güçte, İslam Devleti’nden başkası olmayacak gibidir. “İşte şimdiden bunun önlemini alıyor” dememiz, üto-pik düşünüyor olduğumuz anlamına gelmez. Zira İslam İdeolojisine göre düşünenlerin he-defleri asla ütopya değildir. Aynen Rasulul-lah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Medine’de Hendek Gazvesi öncesinde Ashabı ile bera-ber açlıktan karınlarına taş bağlamış bir vazi-yette ve müşriklerden kendilerini savunmak için hendek kazıyorken yaşanan şu vakıanın ütopya olmadığı gibi… Berâ’ ibni Âzib, bu

hadiseyi şöyle anlatır:

“Rasulullah Aleyhi’s-Salatu ve’s-Selam, balyozu alıp “Bis-millah!” diyerek kayaya bir darbe indirdi. Kayanın üçte biri parçalandı! “Allahu Ekber! Bana Şam’ın anahtarları verildi! Vallahi, şu bulunduğum yer-den, oranın kızıl köşklerini görüyorum!” buyurdu. Son-ra “Bismillah!” deyip kayaya ikinci darbeyi indirdi. Kayanın üçte biri daha parçalandı! “Al-lahu Ekber! Bana Fars’ın anah-

tarları verildi! Vallahi, şu bulunduğum yerden, Medâin’i ve onun beyaz köşkünü görüyorum!” buyurdu. Daha sonra “Bismillah!” diyerek kaya-ya üçüncü darbeyi indirdi. Kayanın kalan son kıs-mını da parçaladı. “Allahu Ekber! Bana Yemen’in anahtarları verildi! Vallahi, şu bulunduğum yer-den San’a’nın kapılarını görüyorum!” buyurdu.” Rasulullah’ın bütün söyledikleri çok kısa bir zaman diliminde gerçekleşti. Düşmandan ko-runmak için hendek kazan ve açlıktan dolayı karnına iki taş bağlayan Nebi Aleyhi’s-Salatu ve’s-Selam’ın söyledikleri o gün etrafındaki-lere ütopik gelmediği gibi bugün de bizim yukarda söylediklerimiz bize ütopik gelmi-

ABD’nin Füze Kalkanı’nın Hedefi İslâm’ın Kalkanı Mı?

İşte kâfir Amerika da şimdiden bu bölgede

kurulacak olan bir İslam Devleti’nin geleceğini baskı altına almak ve

onu engellemek adına bu türden savunma hatları oluşturmaktadır. ABD, tarihinin herhangi bir

döneminde kendi ülkesinde savaş görmemiştir.

Page 22: KöklüDeğişim 74.Sayı

20Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

yor; raporlarından anlaşılıyor ki, Amerikan sosyal bilimcilerine de ütopik gelmiyor.

Yine, Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in dile getirdiği, “…Sonra da tekrar Nübüvvet minhacı üzere Raşidî Hilafet olacaktır.” (Ahmed

ibni Hanbel) hadis-i şerifi bizlere ütopik gel-memektedir. O gün Ashab-ı Kiram ona na-sıl inandı ise, işte biz de öyle inanıyor ve yeryüzüne tekrar İslam’ın hâkim olacağına iman ediyoruz. Kâfir Amerika ve diğer Batılı ülkelerin de buna inandığını biliyoruz. Ayrı-ca Müslümanlara yaptıkları tüm zulümlerin hesabının kendilerine sorulacağına da inanı-yoruz. Müslümanların kalkanı olan bir Ha-life nasbedildiği zaman ABD’nin hazırladığı füze kalkanları Allah’ın izniyle işe yarama-yacaktır.

إنما اإلمام جنة يقاتل من ورائه ويتقى به

“İmam (Hâlife) ancak (bir) kalkandır, O’nun arkasında savaşılır ve O’nunla koru-nulur.” (Muslim, Ebu Hurayra)

Bu konudaki şer’i hükmü ise AKP iktida-rının verdiği cevaba göre yeniden kaleme al-maya çalışacağız, inşaAllah.

ABD’nin Füze Kalkanı’nın Hedefi İslâm’ın Kalkanı Mı?

Page 23: KöklüDeğişim 74.Sayı

21 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

Devletler, insanların benimsedikleri mefhum, ölçü ve kanaatlerin topla-mını uygulamak için yürütücü gö-

revini üstlenirler ve sağlıklı olan da budur. Eğer bu siyasî varlıklarla, işlerini yürüttükleri toplumun inandığı mefhum, ölçü ve kanaat-ler birbirine paralel değilse, toplumla devlet arasında -ister açık, ister gizli olsun- sürekli bir düşmanlık olacaktır. Tıpkı Türkiye’deki Müslüman halkla, laik-demokratik esasları benimsemiş Devlet arasında süregelen çatış-ma gibi. Hangi topluma bakarsak bakalım, yönetim gücünü elinde bulunduran tabaka, bekası gereği -ister kendisiyle çatışsın, isterse kendisiyle uyumlu olsun-, toplumun nabzını sürekli kontrol altında tutmak ister. Dolayı-sıyla Devlet aygıtı, toplumda lehine kamuo-yunu oluşturmak veya kendi siyasetine, ka-rarlarına ve icraatlarına destek sağlamak için kamuoyunu kazanmaya çalışır. Toplumuyla tezat halinde olan devletler, ya toplumu bas-kı altında tutarak, zorbalıkla boyun büktürür ya da aldatıcı üslup ve araçlarla toplumu ikna etmeye çabalar. Çünkü devlet ne kadar

güçlü olursa olsun, toplumun kızgınlıkların-dan çekinir, bu kızgınlığın kendi aleyhine bir eyleme dönüşmesinden korkar ki; böylesi bir durumda yönetimde bulunanlar düşecekler-dir. Devleti kendine ait gören tabaka, kendi-sini eleştiren, kendisine muhalefet eden ve kendisini muhasebe edenlerden korkar.

İnsanların İslâmî fikirler etrafında kitle-leşip, fikrî ve siyasî çalışma yoluyla Hilafet’i ikame etmek üzere İslâmî Ümmet’i örgütle-mesini ve bu kitlenin hareketini ve yürüyü-şünü daha bir ciddiyetle hesaba katar. Bu tür bir hareketlenme, sömürgeci kâfir Batı’nın Müslümanların başına musallat ettiği ve İslâmî Beldelerde efendilerinin maslahatla-rını gözeten yöneticiler bakımından iç tehdit olarak algılanır.

Kendine ait bir ideoloji üzerine kurulu olmayıp, jeostratejik-jeopolitik öneme sahip Türkiye gibi taklidî olarak Batı’dan ithal edi-len nizamlarla kaim olan ülkelerde -ki; bu devletler için “dünya siyasetine etki eden büyük devletlerin etkisi altında seyreden ‘uydu devlet’”

Haluk ÖZDOĞAN

Page 24: KöklüDeğişim 74.Sayı

22Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

tanımı daha uygun düşer- devletlerarası si-yasete etki etmek isteyen devletlerin çatışma-ları da eksik olmaz. Bu çatışmalarda etkinlik kazanan devletin stratejik çıkarlarına göre ülke içindeki kamuoyu da değişkenlik gös-terir. Böylesi devletler, yörüngesinde olduğu devletin çıkarlarına göre diğer devletlerle ilişki kurarlar yani dış tehdit algılamaları da yine etkisi altında kaldığı devlete göre şekil-lenir.

Türkiye Cumhuriyeti; Hilafet yıkılarak, İslâmî Ümmet’in bir daha bir araya geleme-yeceği vehmiyle sunî sınırlar ihdas edilerek, aralarına ayrılıkçı tohumlar atılarak, başta Sömürgeci Kâfir İngiltere olmak üzere, kâfir Batı’nın yerli uzantıları vasıtasıyla hayata ge-çirilmiş bir projedir. Dolayısıyla Cumhuriyet kurulduğundan bu yana, İslâm ve İslâm’a ait şiarlar hep tehdit olarak algılana gelmiştir. Bir avuç azınlığa dayanan, halk tabanı olma-yan Devlet, halkı potansiyel düşman olarak görme eğiliminde olmuştur hep. Halkın tep-kisini çekmemek adına “irtica/gericilik” keli-mesi üzerinden sürekli İslâm düşmanlığı ya-pılmıştır aslında. Ayrıca yine “gericilik” ya da “irtica” kelimesiyle daha ziyade Cumhuriyet öncesi Hilafet kastedilmiştir. İrtica/gericilik-ten bahsedilirken sürekli Batılıların Hilafet nizamını karalamak için ürettiği argümanlar gündeme getirilmiştir. “Hilafet” lafzı telaf-fuz edilmemiştir ki; Hilafet mana, mefhum ve bir nizam olarak akıllardan silinip gitsin. Bunun yerine, Hilafet’in geçmişteki kötü tatbiki ön plana çıkarılmış yani babadan oğla geçen (baskıcı/despot) bir sistem şeklinde algı-lanması sağlanmak istenmiş, İngilizce “em-pire” kelimesinden türetilmiş “imparatorluk” tabiriyle anılmasına çalışılmıştır. Resmî tarih kitaplarında Osmanlı Halifeleri, aşağılayıcı bir üslupla ele alınmıştır. Toplumun göste-receği tepki nedeniyle Hilafet ilga edilirken bile “Hilafet mülgadır; mana ve mefhum olarak Meclis uhdesinde mündemiçtir” denilerek sin-

si ve aldatıcı bir üslupla topluma, Halife’nin görevlerini güya bundan sonra Meclis’in ifa edeceği mesajı verilmeye çalışılmıştır. Hilafet’in ilga edildiği gün laikliği koruma görevi ile Diyanet Kurumu tesis edilerek, la-iklikle canciğer kuzu sarması bir din anlayışı yerleştirme işine girişilmiştir. Harf Devrimi ve Tevhid-i Tedrisat Yasası’nın temeli de, toplumun İslâm ve Onun kaynaklarından uzaklaştırılmasıdır. Öte yandan Hilafet’in ilga edilmesiyle kıyama kalkan Şeyh Said’in başına gelenler tek başına Cumhuriyet niza-mının Hilafet’e karşı nasıl bir refleks taşıdığı-nı anlatmaya yeterlidir.

Adnan Menderes döneminden bugüne, Kemalistler ile Demokratlar üzerinden süre-gelen İngiltere ve Amerika arasındaki nüfuz çatışması, Hilafet’e dair bir hareketlenme olunca, bir anda uzlaşmaya dönüşmektedir. Ekim ayı MGK Toplantısı’nda ele alınan ve AKP Hükümeti tarafından değiştirilmesi gündeme getirilen, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB)’yle sinsi bir plan geliştiril-mektedir. Daha doğrusu bu sinsi plan, AKP iktidarının başından beri uygulanmaktaydı. Sadece uygulana gelen bir stratejinin yazılı bir metinde yapılacak değişiklikle topluma duyurulmasıdır. Gizli olan bu metinde ya-pılacak değişikliğin genel olarak topluma duyurulmasının bir tek amacı vardır. Söz konusu değişiklik, MGSB’ne göre iç tehdit sıralamasında birinci sırada yer alan “irtica” kavramının metinden çıkarılarak yerine “dini istismar eden örgütler” tabirinin yerleştirilmesi şeklinde gündeme geldi. “Dini istismar eden örgütler” tabiri getirilip, “irtica tehdit olmaktan çıkarıldı” denilerek, “devlet artık halkını düş-man olarak görmüyor” mesajı verilmekte, Müs-lüman halkın demokratik-laik sistemle AKP üzerinden barışması ve sistemi sahiplenmesi hedeflenmektedir. Ayrıca “dini istismar eden örgüt” tabiriyle, sistemin demokratik-laik esasını benimsemeyen, onu değiştirmek iste-

“Kırmızı Kitap”ta Değişen Sadece Kelimeler

Page 25: KöklüDeğişim 74.Sayı

23 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

yen, İslâmî hayatı arzulayan, hatta Hilafet’i ikame etmek isteyen kitlelerin kastedildiği açıktır. Zira aksi halde tehdit olarak kabul edilmelerinin bir anlamı olmazdı. İşte bu kit-lelerle Müslüman halkın arasının ayrılması da hesaplanmaktadır ki; bu kitleler “din istis-marcısı” görülsün, taban bulamasın, marjinal bir konumda kalsın.

Mekke’de de, Kurayş’in liderleri Rasulul-lah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve davetine kar-şı böylesi çirkin kamuoyu oluşturmaya çalış-tılar. Bunun gereğince Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in sihirbaz, deli, şair, kâhin, v.b. olduğunu söylediler ve O Aleyhis-Selam’ı eski milletlerin masallarını anlatmakla itham etti-ler. Daveti yüklenenlere karşı şiddet, işkence, muhasara ve her türlü yanıltıcı üslup ve aracı kullanıyorlardı. Her gün baskılarını artırarak daveti kötülemek, mugalâta yapmak, insan-ların Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i dinlemelerini engellemek, göçe zorlamak, yanıltıcı propaganda hamlesini yürütmek gibi çirkin eylemlerde bulunuyorlardı. Rasu-lullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in insanlar arasında fitne çıkarttığı, birlik ve beraberlik-lerini bozduğu, çocukları babalarından uzak-laştırdığı iftiralarını atarak, ata ve babalarının üzerinde bulundukları din, âdet ve geleneğe karşı geldiğini her tarafta yayıyorlardı. An-cak bu çabaların hepsi boşa gitti.

Zaman ne kadar değişse de, fasit statüko sahiplerinin tavrı değişmemektedir. Acaba bugünküler geçmişteki atalarından neden ders almazlar? Korkunun ecele faydasının olmadığını neden anlamazlar?

Bu plan, “PKK” ve “Kürt Meselesi”nin bir-birinden ayrılmasında etkili olabilir ve “Kürt Meselesi”nin ayrı ele alınması sayesinde, PKK’nın Kürtler üzerinde meşruiyet sağla-masının önüne geçilebilir. Zira Kürt mese-lesi, sistem içinde esasî değil, cüz’î bir me-seledir. Kürtlere bir takım Anayasal haklar

tanıyarak, PKK’nın varlık sebebi boşa çıka-rılıp tasfiye edilebilir. Ancak, İslâmî bir hayat denilince, iş başkadır. Müslümanları sadece muhtemel bir başörtüsü serbestîsiyle kandı-ramazlar. Çünkü Türkiye’de yaşayan tüm Müslümanlar, akideleri gereği Allah’ın emir ve nehiylerine göre yaşanması gerektiğini bi-lirler. Artık İslâmî kamuoyu, İslâm’ı içeride bir bütün olarak tatbik edip, dışarıda da bir risalet olarak davet ve cihad yoluyla taşın-masının farziyetini işitip hatırlamaktadır. Bu farzın da ancak Hilafet’le mümkün olacağını anlamaya başlamıştır. Üzerlerine tatbik edi-len nizamların kokuşmuşluğunun da bugün artık farkına varmışlardır.

Öte yandan Demokratik nizamın, Cumhu-riyet’in bir gün daha fazla yaşaması için çırpınan statükocu yöneticiler, toplumu de-mokratik fikirlere adapte edip, İslâmî fikir-lerin kamuoyunu etkilemesini engellemek için düzenlenen Siyasî Partiler Kanunu’nun “Hilafet’i kurmayı amaçlayan parti kurula-maz” şeklindeki ifadesinin, sistemi güvence altına aldığını zannetmekteler. Sisteme adap-te edebildikleri çevrelere öğütleri; bu Müslü-manlara yardımı, desteği kesmeleri, lehinde ya da aleyhinde bahsetmemeleri, yokmuş gibi davran-maları, onlarla görüşmemeleri şeklinde olmak-tadır. Hilafet’i kamuoyu haline getiren Müs-lümanlara yönelik, her türlü karalama, iftira, “terörizm”le yaftalama, istihbarî teknik-takip ve dinleme, tutuklayıp hapse atma, rızık-larına mani olma gibi her türlü gayrimeşru yollara başvursalar da, İslâmî hayatı yeniden başlatmaya yönelik daveti durduramadıkları gibi, her geçen gün toplumda daha da fazla yer edindiğine de şahittirler. İşte bu Müslü-manların birinci iç tehdit olarak görülmeleri, sistemin çaresiz kalmasındandır. Sistemin sahiplerine hodri meydan; haydi bu davetin sahibi kitleyi ve neden tehdit oluşturduğunu da kamuoyuna açıklayın bakalım, toplum kimin ya-nında yer alacak?

“Kırmızı Kitap”ta Değişen Sadece Kelimeler

Page 26: KöklüDeğişim 74.Sayı

24Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

01.10.2010’da TBMM’nin yeni yasama yı-lının açılış konuşmasında Cumhurbaş-kanı Abdullah Gül, “Yeni yasama yılının

yeni Anayasa tartışmasına yer vermesi, geniş bir tartışma imkânı ve alanı oluşturması gerektiğini düşünüyorum” diyerek yeni bir Anayasa ha-zırlanması konusunda malumun ilamını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Başbakan Erdoğan ise 05.10.2010’da TBMM’deki AKP Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşmasında “Hemen Anayasa Uzlaşma Komisyonu kuralım, çalışarak güzel bir Anayasa oluşturalım. Yeni Anayasamızı bu şekilde meydana getirelim” diye-rek her kesime çağrıda bulunmuştur. Böylece devletin yönetim kadrosunda bulunanlar, 12 Eylül 2010’da yapılan referandum sonucun-da elde edilen %58’lik Evet oylarının yoru-munu yapmış ve kendilerine kısmî Anayasa değişikliği konusunda destek veren halkın, tamamı konusunda da destek vereceğini dü-şünmüştür. 12 Eylül 1980 Askerî darbesinin oluşturmuş olduğu 1982 Anayasası’nı tüm-den değiştirmek için de şimdiden düğmeye basmışlardır.

Bu start’ın ardından Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, 30 Eylül 2010’da refe-randuma ilişkin değerlendirmesinde tabula-rı yıkarcasına Anayasa’nın ilk 3 maddesinin dondurulmasının evrensel hukuka uygun olmadığını ifade ederek onların da değiştiril-mesini istemiş ve şöyle demiştir: “Bence ilk 3 maddeyi dondurmak, evrensel hukuk kurallarına uygun değil. Laikliğin, demokrasi ve hukuk dev-letini daha ileri götürecek düzenlemelere engel olmaması gerekir. Değişiklikler, ilk 3 maddedeki değerleri götürmüyorsa, Anayasa Mahkemesi izin veriyor. Bu değerlerin içini boşaltan düzenle-melere ise izin vermiyor. O nedenle gerektiğinde ilk üç maddeye de pozitif olarak dokunulabilir.” Bu ifadeye göre Anayasa Mahkemesi Başka-nı, yürürlükte bulunan 1982 Anayasası’nın “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” olan ilk üç maddesinin de yeniden yorumlanarak deği-şebileceğini belirtmektedir; tabiî ki Türkiye Cumhuriyeti’nin; demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olduğu esaslarını koruması kay-dıyla.

AKP Hükümeti, Anayasa’nın değişmesi

Cuma CANPOLAT

Page 27: KöklüDeğişim 74.Sayı

25 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

için sürecin 2011 yılında yapılacak genel se-çimlerden sonra başlamasını planlamaktadır. Bu plan, 29 Eylül 2010 akşamında Başbakan Erdoğan’ın başkanlığında yapılan AKP’nin Merkez Yürütme Kurulu toplantısından son-ra şöyle açıklanmıştı: ”İsteseniz de seçimden önce yetişmez. Anayasa değişikliği konusunda samimi olanlar gerekli hazırlıklarını yapsınlar, seçimden sonra oturalım bunları konuşup ger-çekleştirelim.” Ama bütün muhalefet partileri ise 2011 seçimleri öncesinde AKP’nin böyle bir vaatle topluma gitmesini engellemek ve seçimlerde kullanacağı bu argümanı elinden almak için bunun, seçimden önce olması ge-rektiğini beyan etmişler ve AKP’yi bu konu-da samimi olmamakla suçla-mışlardır.

Görünen odur ki, seçim-lerden sonra mevcut Anayasa değişecektir. Bu konuda par-tiler arasında ve toplumda da bir mutabakat söz konu-sudur. Anlaşmazlık yaşanan hususlar ise güçler dengesi-nin nasıl şekilleneceği yönün-dedir. AKP, bunu fırsat bilip “kendi nüfuzunu ve Amerikan hegemonyasını sağlam temellere nasıl oturturum da bu işi nihaî olarak bitiririm”in arayışındadır. Karşı taraf olan ulusalcı laik Kemalistler (asker, CHP, üst düzey bürokratlar) ise,

bunu engelleyemeyeceklerini görmekle bir-likte “en az zayiatla nasıl kurtuluruz”un peşin-dedirler. Yani verilen kavganın, halkın ihti-yaçlarıyla hiçbir alakası yoktur.

Biz ise, Türkiye’de yaşayan Müslüman-lar olarak bu konudaki taleplerimizi ve dü-şüncelerimizi, düşünülen değişikliğin nasıl gerçekleşmesini istediğimizi ve mesele hak-kındaki İslamî görüşün ne olduğunu beyan etmeye çalışalım.

İslam Nizamı’nda, devletin Anayasasının

ve kanunlarının, Allah’ın kitabı olan Kur’an-ı Kerim’den, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Sünneti’nden, Sahabe-i İcma’dan ve Şer’î Kıyas’tan iktibas edilmesi farzdır. Çün-kü Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle diyor:

إن الحكم إل لله

“Hüküm ancak Allah’ındır.” (el-En’am 57)

Buna göre Kur’an-ı Kerim’de geçen bü-tün hükümler, insanlar tarafından kesinlikle noksansız kabul edilmelidir ve ona uyulma-lıdır. Diğer bir ayette ise Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:

ذلكم حكم الله يحكم بينكم والله عليم حكيم

”Allah’ın hükmü budur. O, aranızda hüküm eder ve Allah Âlimdir, Hâkimdir.” (el-Mumtahine 10)

Böylece insanın yaratı-cısıyla, kendisiyle ve diğer insanlarla olan ilişkilerin-de hükümleri koyan yalnız Allah’tır. Ve başka bir sûrede Allahu Teâlâ şöyle buyur-maktadır:

وما اختلفتم فيه من شيء فحكمه إلى الله”Her hangi bir şeyde ihti-

lafa düştüğünüzde onun hakkında hüküm vermek Allah’a mahsustur.” (eş-Şûrâ 10)

İslam Ümmeti’nin Anayasasında ve ka-nunlarında hâkimiyet kayıtsız ve şartsız İs-lam Şeriatı’na aittir. Ayrıca Allah Subhanehu ve Teâlâ, Rasulü Muhammed SallAllahu Aley-hi ve Sellem’den Kur’an-ı Kerim’i insanlara beyan etmesini şöyle talep etmiştir:

وأنزلنا إليك الذكر لتبين للناس ما نزل إليهم ولعلهم يتفكرون

“Ve Biz, Sana zikri (Kur’an’ı) indirdik ki, insanlara, kendilerine indirileni beyan etmen içindir. Ve umulur ki onlar tefek-kür ederler.” (en-Nahl 45) Buna göre Rasulullah

Evet, Anayasa Değişsin, Ama Nasıl?

Görünen odur ki, seçimlerden sonra mevcut

Anayasa değişecektir. Bu konuda partiler

arasında ve toplumda da bir mutabakat söz

konusudur. Anlaşmazlık yaşanan hususlar ise

güçler dengesinin nasıl şekilleneceği yönündedir.

Page 28: KöklüDeğişim 74.Sayı

26Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

SallAllahu Aleyhi ve Sellem İslam’ı açıklamıştır ve O, vefat etmeden önce, on yıl boyunca Medine’de kendi-sinin kurmuş olduğu İslam Devleti’nin dâhilî ve haricî bütün siyasî işlerinde İslam Nizamı’nı tatbik etmiştir. İslam Devleti’nin şekli-ni oluşturmuş, İslam’ın hayat tarzını İslam Ümmeti’ne hem yaşatmış, hem de kendisi devlet Reisi olarak yaşamıştır. Zaten Allahu Teâlâ, O’na şöyle hitap etmiştir:

ن المر فاتبعها ول تتبع أهواء الذين ثم جعلناك على شريعة مل يعلمون

”Sonra Biz Seni emir (İslam) konusunda (bir) şeriat üzere kıldık, Sen ona tabi ol ve Sen, bilmeyenlerin (iman etmeyenlerin) he-valarına (keyiflerine) uyma.” (el-Casiye 18)

İslam Şeriatı, Müslümanların devletlerin-de ve o devletin mahkemelerinde muhakkak ve kâmilen tatbik edilmelidir. “İslam Şeriatı tatbik edilsin mi, yoksa tatbik edilmesin mi?” diye referanduma gidilmez. Herhangi bir mahke-meden izin alınmaz veya Ümmet Meclisi’ne sorulmaz. Allahu Teâlâ şöyle diyor:

أفحكم الجاهلية يبغون ومن أحسن من الله حكما لقوم يوقنون

“Yoksa onlar cahiliye hükmünü mü talep ediyorlar?! İman eden toplum için Allah’tan başka daha iyi hüküm koyan mı var?” (el-

Maide 50) Buna göre İslam dışı olan bütün Ana-yasalar ve kanunlar cahiliye yasalarıdır.

Velhasıl günümüz Müslümanlarını, gayri İslamî Anayasalarla ve sömürgeci kâfir dev-letlerin kanunları ile yönetenler, Allah’a nasıl hesap vereceklerini, şu imtihan dünyasında bir oturup düşünsünler. Cahiliye hükümle-ri ile yönetilen Müslüman halk da daha ne zamana kadar böyle sessiz ve böyle tarafsız kalacaktır? Hâlbuki imanlı olanlar için Alla-hu Teâlâ şöyle diyor:

إنما كان قول المؤمنين إذا دعوا إلى الله ورسوله ليحكم بينهم أن يقولوا سمعنا

وأطعنا“Onlar, Allah’a ve Ra-

sulü’ne davet edildiklerin-de Müminlerin kavli, an-cak “işittik ve itaat ettik” olmalıdır.” (en-Nur 51)

موك فيما شجر بينهم فل وربك ل يؤمنون حتى يحك

“Rabbine yemin olsun ki, onlar (insan-lar) kendi aralarında oluşan anlaşmazlık-larda (ilişkilerde) Seni (Rasulü) hakem kıl-madıkça iman etmiş olmazlar.” (en-Nisa 65)

Laiklik, Demokrasi ve Hukuk Devleti

Laiklik konusuna gelince; bu inanç, İslam’da küfürdür (dinsizliktir). Çünkü laiklik, İslamî hayatı hiçe saymaktadır. Devleti, İslam’dan (hayattan) ayırmaktadır. Allah’ın yeryüzün-deki hâkimiyetini inkâr etmektedir. Hâlbuki Allahu Subhanehu ve Teâlâ şöyle diyor:

ماء إله وفي الرض إله وهو الحكيم العليم وهو الذي في الس

“O, semada da İlah’tır ve yerde de İlah’tır. Ve O, Hâkim’dir, Âlim’dir.” (ez-

Zuhruf 84) Bu ayete göre; Allah’ın hak dini olan İslam Şeriatı’nın yeryüzündeki hâkimiyeti, asla inkâr edilemez. Müslümanların devleti-nin, dâhilî ve haricî siyasetinde fiilen İslam Şeriatı’nın hükümlerine göre hareket etmesi icap etmektedir. Böylesi bir devletinin olma-dığı bu gibi günlerde de Müslümanların, İs-lam Şeriatı’nın bir an önce hâkim olması için azamî gayreti göstermeleri üzerlerine farz-dır.

Demokrasi konusu ise, Laiklik inancından meydana gelmektedir ve tağutî bir rejim an-layışıdır. Demokrasilerde hâkimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir! Hâlbuki İslam’da sulta (otorite) ümmetindir; hâkimiyet ise, kayıt ve şartsız Allah’ındır. Buna göre İslam Ümmeti, kendi Halifesini seçecektir ve O’na, Allah’ın

Evet, Anayasa Değişsin, Ama Nasıl?

İslam Şeriatı, Müslümanların devletlerinde ve o devletin mahkemelerinde muhakkak

ve kâmilen tatbik edilmelidir. “İslam Şeriatı tatbik edilsin mi,

yoksa tatbik edilmesin mi?” diye referanduma gidilmez.

Page 29: KöklüDeğişim 74.Sayı

27 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

Kitabı’na ve Rasulü’nün Sünneti’ne göre hükmetmesi hususunda biat edecektir. İs-lam Hilafet Devleti’nin Halifesi ise, Ümmet Meclisi’nin seçimi ve teşkili için Ümmet’e başvuracaktır. Yine Halife, Devlet’in vilayet-lerine, valiler tayin edecektir.

Hukuk Devleti mefhumuna gelince; sömür-geci kâfir Batı devletlerinin hukuku, helal ve harama göre değildir. Onlar, helal ve haramı dikkat-i nazara almadan kendi menfaatleri-ne göre hareket etmektedirler. Bundan do-layı Birinci Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar Müslümanların memleketlerini işgal ederek sömürmektedirler. Müslümanların petrollerini, yeraltı madenlerini ve yerüstü servetlerini gasp etmek için, onların mem-leketlerini işgal, milyonlarca Müslüman’ı da Afganistan’da, Irak’ta, Keşmir’de, Filistin’de, Sudan’da, Çeçenistan’da katletmektedirler. Batı’nın hukuk anlayışı, sadece kendisinden yanadır. Onlarından ithal edilen hukuk ku-ralları ise gerçek hukuk (hak) değildir. Hak, ancak Allah’ın hak dediğidir. Onun dışında kalanların hepsi batıldır. İslam anlayışı bize bunu göstermiştir.

Bütün dünya, sömürgeci kâfirlerin İslam Coğrafyası’nda yaptıklarından dolayı onların nasıl bir hukuk anlayışına sahip olduklarını çok iyi bilmektedir. Kâfir devletlerin huku-ku kendi keyiflerine ve kendi arzularına göre hazırlanmıştır. İslam Hukuku ise, kâinatı, hayatı ve insanı yaratan Allah’ın kitabı olan Kur’an-ı Kerime istinat etmektedir. Zaten Al-lah, kâfir devletlerin hukukuna karşı, İslam’a iman edenleri şöyle uyarmaktadır:

ولئن اتبعت أهواءهم من بعد ما جاءك من العلم إنك إذا لمن المين الظ

“Ve Sana ilim (Kur’an-ı Kerim) geldikten sonra, eğer Sen onların (gayrı Müslimlerin) hevalarına (yaşam tarzlarına) uyarsan, o va-kit Sen kesinlikle zalimlerden olursun.” (el-Bakara 145) ve başka bir ayette Allahu Teâlâ şöyle diyor:

ماوات والرض ومن فيهن ولو اتبع الحق أهواءهم لفسدت الس

“Şayet Hak (Kur’an-ı Kerim hukuku) Onların (kâfirlerin) hevalarına (keyiflerine) uyarlanmış olsaydı, elbette semalar ve yer ve oralarda olanlar bozulmuş olurdu!” (el-

Mu’minûn 71)

Sonuç olarak, Müslüman Türkiye’nin Anayasası ve bütün kanunları kökünden Kur’an-ı Kerime ve Rasulullah’ın Sahih Sünneti’ne göre değiştirilmelidir. Zira gerçek kurtuluş ancak bundadır.

بل نقذف بالحق على الباطل فيدمغه فإذا هو زاهق ولكم الويل ا تصفون مم

“Hayır, Biz hakkı batılın üzerine ata-rız da beynini parçalar. O vakit yok olup gitmiş olur ve Allah’a karşı vasıflandırmış olduğunuzdan dolayı size azap olsun!” (el-

Enbiya 18)

Evet, Anayasa Değişsin, Ama Nasıl?

Page 30: KöklüDeğişim 74.Sayı

28Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Geçen ayki “Ümmet’in Âlimleri Eksen Kayması mı Yaşıyor?” başlıklı yazı-mızda İslâm Âlimlerinin Ümmet’in

can yakıcı sorunlarına bigâne kalmalarını gündemimize almıştık. Bu yazımızda -bir önceki yazının devamı niteliğinde- gerçekte âlimlerin nasıl bir misyon yüklenmeleri ge-rektiğini İslâm tarihinde salih ulemanın ha-yatından örneklerle anlatmaya çalışacağız.

İslâm tarihi, insanlığın aydınlanma tarihi-dir. İnsanlık, 14 asır gibi çok kısa bir zaman dilimi içinde böylesine geniş bir coğrafyada yayılmış, bu coğrafyaların insanlarını çok kısa bir süre içinde aydınlatmış ve başka bir hadarata daha tanık olmamıştır. İslâmî ay-dınlanma, M. 610 yılında vahyin inişiyle bir-likte başlamış ve M. 632 yılında Kur’an’ın ta-mamlanması ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in vefat etmesi ile birlikte nihayete ermiştir. Daha sonraki yüzyıllarda Allah Ra-sulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in deyişiyle “Nebilerin varisleri” olan âlimlerin İslâmî ay-dınlanmanın temel referansları olan Kur’an ve Sünneti anlama çabaları çerçevesinde zen-

ginleştirilmiş ve çok görkemli bir fıkıh mirası ortaya çıkmıştır. Özellikle İslâm fıkhî mez-heplerinin oluşum süreci olan Hicrî 2. ve 3. yüzyıllarda İslâm coğrafyası, temel İslâm bi-limlerinin şekillenmesi ve büyük eserler ve-rilmesi bağlamında müthiş bir hareketliliğe sahne olmuştur. Örneğin, sadece Endülüs’de -İspanyollar işgal ettiklerinde- Gırnata Kü-tüphanelerinde 600 bin el yazması eser bu-lunmuştur.

İslâm’ın kalkınmışlık dönemlerinde fıkıh, hayattan kopuk bir şekilde üretilen nazarî bir bilgi değildi. En öz ifadesiyle “kulların fiilleri ile ilgili Şari’in (Allah’ın) hitaplarından (şer’î hü-kümlerden)” oluşan fıkıh, bireysel, toplumsal, siyasî, iktisadî alanları kısacası bütünüyle hayatı dizayn ediyordu. İslâm âlimi fakih-ler ise, İslâmî hayatı yeryüzü coğrafyasında yaşanabilir kılan ve onu kuvveden fiile, te-oriden pratiğe aktaran çok önemli bir yerde duruyorlardı. Tabiri caizse, İslâm âlimleri toplumun, Allah’ın rızasını kazanabileceği bir hayatı nasıl yaşayabileceği konusunda, bir tür mühendislik çalışması yapıyorlardı.

Ahmet Sadık ALTINEL

Page 31: KöklüDeğişim 74.Sayı

29 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

Düşünebiliyor musunuz, İmam-ı Azam, kendisine teklif

edilen yargı kurumunun en üst noktasındaki kadılık görevini reddetmiştir. Kaldı

ki o dönemde İslâmî bir devlet vardı ve kanunlar

tamamıyla Kur’an ve Sünnet’e dayanıyordu. Ancak İmam-ı

Azam, Halife’nin yaptığı bazı yanlışları, meşrulaştırır

düşüncesi ile kendisine yapılan teklifi geri çevirmiştir.

Ümmet Rabbani Âlimler Arıyor!

Zira İslâm Toplumu’nu diğer beşerî toplum-lardan ayıran en belirgin özellik, onun ilahî vahiy ekseninde biçimlenmesi ve dizayn edi-liyor olmasıydı. İşte bu noktada ilahî vahyi anlayacak âlimler çok kritik bir yerde dur-maktadırlar.

Lakin din ile hayat ayrılınca İslâm âlim-lerinin fıkhî çabaları, geçmiş dönemdeki fıkhî çabalardan farklı bir niteliğe büründü. Geçmişte âlimler, yöneticilerin toplum ha-yatını tanzim ederken tatbik etmeleri için proje niteliğinde içtihatlarını yaparlarken ve bunları yöneticilere sunarlarken, şer’î hü-kümler şimdi, salt akade-mi dünyasında bir eğitim materyaline, cami kürsü-lerinde sohbet mevzuuna indirgenmiş durumdadır. Yani âlimlerimiz bugün, sistemlerin kendilerine biçtiği elbiseyi benimse-mişlerdir. Düşünebiliyor musunuz?! 19. yüzyılın başında İslâm Ümmeti’nin yaşadığı sarsıcı değişim-den sanki bîhaberlermiş gibi âlimlerimiz, Şer’î hü-kümleri, nesilden nesle; ilk nesil bir sonraki nesle, daha sonra gelenler kendi-lerinden sonrakilere, böylece Kıyamet’e ka-dar hayatın içinde yaşanıp-yaşanmamasına bakmaksızın nesilden nesle aktarılacak eği-tim materyaline dönüştürmüştür. Hatta kimi hocalarımız İslâmî ilimleri tahsil eden talebe-lerin ve öğrencilerin İslâm’ın hayatta yaşan-madığına ilişkin sorgulamalarını “Efendim sen önce ilmi öğren”, “Sen kendini yetiştir” vb. argümanlarla geçiştirmişler, fıkhı ve fıkıh ta-lebesini yıllarca hayattan tecrit etmişlerdir. Buna göre âlimlerimiz, laisizmin kendilerini ve âlim sıfatını almalarına kaynaklık eden İslâm’ı konumlandırdığı yeri benimsemiş

gibi bir haletiruhiye içindedirler. Hâlbuki sa-dece bu açıdan bile bakılacak olsa laisizme, sekülerizme; dini, Allah iradesini kendince bir forma sokmaya çalışan beşerî ideolojilere, en güçlü tepkiyi âlimlerimizin vermesi gere-kiyordu.

Düşünebiliyor musunuz, İmam-ı Azam, kendisine teklif edilen yargı kurumunun en üst noktasındaki kadılık görevini reddet-miştir. Kaldı ki o dönemde İslâmî bir dev-let vardı ve kanunlar tamamıyla Kur’an ve Sünnet’e dayanıyordu. Ancak İmam-ı Azam, Halife’nin yaptığı bazı yanlışları, meşrulaştı-

rır düşüncesi ile kendisine yapılan teklifi geri çevir-miştir. Sadece bazı yanlış-larını halkın gözünde meş-rulaştırabileceği düşünce-siyle kendisine teklif edilen en yüksek bürokratik göre-vi reddeden İmam-ı Azam bugün yaşasaydı, öncelikle İslâm’ın hayata müdaha-lesine engel olan, devletin -çok az bile olsa- işlerinin dine dayandırılmaması an-lamına gelen laiklik hak-kında gerekli şer’î hükmü Ümmet’e beyan etmez miy-di? Doğu’dan ve Batı’dan

transfer edilen beşerî hukuk sistemleri ile Ümmet’in hayatının şekillendirilmesine en güçlü tepkiyi vermez miydi? Halifesiz bıra-kılmış Ümmet’e ve yeniden Hilafet’in ikame-sine mani olan iktidarlara, “Bir Halife’ye be-yatsız ölen, cahiliye ölümüyle ölmüş gibidir” hadisince hâlihazırdaki durumları ile ilgili içtihatlarını beyan etmez miydi? Yani farklı bir ilmihal ortaya koymaz mıydı? Kanaatim-ce İmam-ı Azam ve onun gibi İslâm fıkhını üretmiş âlimler bugün yaşasaydı, kesinlik-le İslâmî hayatın önünde engel teşkil eden Batılı küfür ideolojileri hakkında Allah’ın

Page 32: KöklüDeğişim 74.Sayı

30Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Ümmet Rabbani Âlimler Arıyor!

hükmünü beyan ederek, bu noktadaki şer’î hükümleri içtihat edip kamuoyuyla paylaşa-rak işe başlarlardı. Bin bir entrika ve hile ile Müslümanların Halifesini ortadan kaldırıp İslâm coğrafyasını ellinin üzerinde karton devletçiklere bölmüş olan ulus devlet, milli-yetçilik vb. Batılı fikirler ve projeler hakkında fikrî içtihatlarda bulunurlardı. Ümmet’in bö-lük pörçük, ellinin üzerinde devletçik halin-de yaşamasının caiz olup-olmadığı ve buna benzer birçok can yakıcı sorunlar hakkında şer’î hükümleri ortaya koyarlardı. İslâmî ha-yatı yeniden başlatmanın metodunu Kur’an’ı ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in (Sünnetinden) Mekke’deki uygulamalarını esas alarak ortaya koyarlardı. Kısaca İslâm Ümmeti’nin içinde bulunduğu gerçek sorun-ları çözümleyici bir siyaset fıkhı üretirlerdi. İslâm’ın sorunlarına çözüm üretemeyeceği noktasında Ümmet’te oluşmuş yanlış kana-ati gidermek üzere küfür fikirleri, onlardan çıkarılmış yasaları ve kanunların bozukluğu-nu gözler önüne serip, hayatın her alanına ilişkin şer’î hükümleri, bir proje olarak orta-ya koyarak Ümmet’in İslâm Nizamı’na olan güvenini tazeler ve geniş halk kitlelerinin de desteğini arkasına alarak yönetimleri, bu hü-kümleri tatbik etmeleri noktasında baskı altı-na alırlardı.

İşte, Selef-i Salihîn Uleması’ndan Ahmed ibni Hanbel’e bakın. O, Mutezili bir Halife’nin Kur’an’ın mahlûk olduğu konusunda kendi-sinden bir değerlendirme yapmasını isteme-si karşısında nasıl dik durmuştu. Bu Celil Âlimin dik duruşu karşısında işkence gör-düğü, kolu kırıldığı hatta işkence sırasında aldığı yaralardan dolayı vefat ettiğini tarih kitaplarımız kaydetmektedir. İşte Rabbanî âlimler böyleydi.

يقول ثم والنبوة والحكم الكتاب الله يؤتيه أن لبشر كان ما للناس كونوا عبادا لي من دون الله ولكن كونوا ربانيين بما كنتم

تعلمون الكتاب وبما كنتم تدرسون

“Hiçbir insana yakışmaz ki kendisine kitap, hüküm ve nübüvvet verildikten son-ra insanlara dönsün de “Allah’ı bırakarak bana kul olunuz.” desin; tersine ona yakı-şan söz; “Okuyup öğrendiğiniz bu kitap gereğince Allah’a kul (Rabbanîler) olmayı benimseyiniz” demektir.” (Âl-i İmran 79)

Şimdi biz yazımızın kalan kısmında kendi-sine ilim verilmiş gerçek Rabbanî âlimlerden; ilmini yalnız Allah’a hasreden, kınayıcının kınamasından korkmadan hayatı İslâmî ek-sende yaşama ve yaşatma gayretinde olmuş âlimlerin hayatından bazı örnekleri paylaş-mak istiyoruz:

İbnu’l-Cevzî şöyle anlatır: “(Halife Harun) Raşid, Şeyban’a dedi ki: “Bana nasihat et.” Şey-ban, “Emanı buluncaya kadar seni korkutan bi-riyle arkadaşlık etmen, korkuya düşünceye kadar seni emin ettiren biriyle arkadaşlık etmenden daha hayırlıdır.” Raşid dedi ki: “Bunu izah eder mi-sin?” Şeyban dedi ki: “Nasihat bakımından sana “Sen halktan ve tebaalardan mesul olduğun için Allah’tan kork!” diyen kişi, “Siz Ehl-i Beyt’ten ve Nebi’nin akrabası olduğunuz için günahlarınız bağışlanmıştır.” diyen kişiden daha hayırlıdır.” Bunun üzerine Raşid o kadar ağladı ki etraftakiler ona çok acıdılar.”

Âlimlerin sultanı olarak bilinen el-İz ibni AbdusSelam’ın (D.1181-Ö.1262) talebelerinden biri kendisine; “Sen Sultan Eyyub’ü muhasebe ederken ondan korkmadın mı?” dedi. el-İz ibni AbdusSelam talebesine şöyle cevap verdi: “Oğulcağızım! Vallahi Allah’ın heybetini düşü-nünce sultan gözümün önüne bir kedi gibi gel-di.”

Fudayl ibni İyad uzun bir konuşmadan sonra Harun Raşid’e şöyle dedi: “Ey siması güzel olan! Allah sana bundan soracaktır. Eğer yüzünü ateşten sakındırabilirsen yap... Sakın sabahlarken veya akşamlarken tebalarına karşı kalbinde bir aldatma olmasın. Zira Allah Rasu-

Page 33: KöklüDeğişim 74.Sayı

31 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

Ümmet Rabbani Âlimler Arıyor!

lu şöyle buyurmuştur: “Kim onları aldatarak sabahlarsa cennetin kokusunu almaz.” (Buharî

7151, Muslim; İman 142)

Âlim ve İmam Cafer es-Sadık (D.80-Ö.148)

hak sözü söylemede Allah’tan başka -Halife Mansur dâhil- hiç kimseden korkmazdı. Ha-life Mansur ona bir gün şöyle sordu: “Allah neden sineği yarattı?’ Ona cevaben şöyle dedi: “Zâlimleri zelil etmek için.”

Bir gün Halife Süleyman b. AbdulMelik’e bir Arabî geldi ve dedi ki: “Ey Mu’minlerin Emiri! Ben sana bir söz söyleyeceğim, hoşuna gitmese de ona katlan. Eğer onu kabul edersen arkasında hoşuna gidecek şeyler vardır!” Halife Süleyman “Söyle.” deyince, Arabî şöyle dedi: “Ey Mu’minlerin Emiri! Seni, dinlerine karşılık senin dünyanı, rızana karşılık Rab-lerinin gazabını satın alan, Allah için senden korkan, se-nin için Allah’tan korkmayan, Ahiret’i harap edip dünyayı imar eden, Ahiretle savaş, dünya ile barışık halde olan adamlar kuşatmış. Allah’ın sana emanet ettiği şeyleri sakın onlara emanet etme, çünkü onlar emanetin zayi olmasına, Ümmet’in zillete düşmesine aldırış etmezler. Sen, onların işlediklerinden sorumlusun, onlar senin yaptık-larından mesul değiller. Ahiretini ifsat etmeye karşılık onların dünyalarını ıslah etme. Zira en fahiş aldanmış insan Ahiretini başkasının dün-yasına karşılık satan insandır.” Bunun üzerine Halife Süleyman Arabî’ye; “Sana gelince; sivri dilin, kılıcımdan daha keskindir.” dedi. Arabî de şöyle dedi: “Evet, ey Mu’minlerin Emiri! Senin lehine aleyhine değil.” Halife Süleyman ona “Zat-ı âlinize ilişkin bir ihtiyaç var mı?” dedi. Arabî; “Genelden başka, özel bir isteğim yok.” dedi. Sonra kalkıp gitti. Sonra halife Süley-man şöyle dedi: “Allah onun iyiliğini versin.

Soyu ne kadar asil, kalbi ne kadar yürekli, dili ne kadar keskin, niyeti ne kadar sadık ve nefesi ne kadar takvalı biri...”

Hak sözü söylemesiyle bilinen ve bu uğurda şehit edilen Iraklı Âlim AbdulAziz AbdulLatif el-Bedrî (D.1930-Ö.1969) Bağdat’ın Adile Hatun Camii’nin kürsüsünde konu-şurken dönemin Devlet Başkanı AbdusSe-lam Arif’in camiye girdiğini fark eder ve hiç çekinmeden şunu söyler: “Ey AbdusSelam! İslâm’ı tatbik et. Eğer, İslâm’a bir karış yaklaşır-san biz sana bir adım yaklaşırız. Ey AbdusSelam! Milliyetçilik bize yaramaz, bizim tek kurtuluşu-muz İslâm’dır.”

Mısır’da Cemaleddin AbdunNasr dikta hükümetinin büyük iş-kencelerine maruz kalmış, yıllarca hapislerde yatmış ve en sonunda iddiala-rına canını şahit kılarak şehit olmuş son dönem (1966) âlimlerinden Seyyid Kutub’a hapisteyken Mı-sır Diktatörü bir mektup gönderir. Mektupta Sey-yid Kutup’tan fikirlerin-den vazgeçtiğini deklare

eden bir makale yazmasını ister. Şayet bunu yaparsa kendisine Bakanlık, vb. tekliflerde bulunur. Şehit Âlimin cevabı tereddütsüz, “Eğer Allah kanunu ile mahkûm edilmişsem ben Hakk’ın hükmüne razıyım. Eğer batıl kanunlarla mahkûm olmuşsam ondan çok daha üstün bir dü-şünceye sahip olduğum için batıldan ve münafık-lardan merhamet dilemem. Allah’a şükürler olsun ki, on beş sene cihad ettikten sonra bu mertebeye ulaştım. Ben Allah yolunda yaptığım iş için asla özür dilemem. Namazda Allah’ın birliğine şaha-det eden parmağım asla bir tağutun hükmünü onaylayan tek bir harf bile yazmayacaktır.”

İslâmî bir hayatı başlatmak ve Nübüvvet minhacı üzere Raşidî Hilafet Devleti’ni ikame

Âlim ve İmam Cafer es-Sadık hak sözü söylemede

Allah’tan başka -Halife Mansur dâhil- hiç kimseden korkmazdı. Halife Mansur

ona bir gün şöyle sordu: “Allah neden sineği yarattı?’ Ona cevaben şöyle dedi:

“Zâlimleri zelil etmek için.”

Page 34: KöklüDeğişim 74.Sayı

32Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Ümmet Rabbani Âlimler Arıyor!

etmek üzere çalışan Âlim Şeyh Takiyyuddin en-Nebhanî de (D.1914-Ö.1977) bu şahsiyetler-den biridir. Dönemin Ürdün Kralı Huseyn’in oğlu 1. Abdullah her hafta Rağdan’da bu-lunan sarayında bazı âlimleri ağırlardı. Bu vesileyle bazı âlimler Kral’dan meslektaşları Âlim Takiyyuddin en-Nebhanî’yi hapisten çıkartmasını istediler. Bunun üzerine Kral, Takiyyuddin en-Nebhanî’nin huzuruna ge-tirilmesini istedi. Birçok âlimin bulunduğu ortamda Kraliyet Sarayı’na getirilen Şeyh Takiyyuddin en-Nebhanî’ye Kral, şu soru-yu yöneltir: “Ey Şeyh! Beni dinle. Benim dost edindiğime dost, düşman edindiğime de düşman edineceğine dair bana söz veriyor musun?” Âlim Şeyh Takiyyuddin en-Nebhanî ona bakarak hiçbir şey söylemez. İkinci sefer Kral aynı soruyu sorar. Üçüncü seferde Kral daha sesli olarak yine aynı soruyu tekrarlayınca Âlim en-Nebhanî başını kaldırarak Kral’a bakıp şöyle der: “Daha önce ben İslâm’ı dost edineni dost, İslâm’ı düşman edineni de düşman edinece-ğime dair Allah’a söz vermiştim.” Bunun üze-rine Kral kızarak Âlim Şeyh Takiyyuddin en-Nebhanî’nin tekrar hapse iade edilmesini emreder.

Tarihten ve günümüzden örneklerini ver-diğimiz Rabbanî âlimlerin duruşları bu şe-kildeydi. Onlar, münker ve münkeri tatbik eden yöneticiler karşısındaki tutumlarını konjonktüre göre değil hakikatte bir Müslü-man âlime, Nebi varisine yakışacak biçimde tamamen şer’î hükümler çerçevesinde be-lirliyorlardı. Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır:

“Şu muhakkak ki, sizin üzerinize birta-kım âmirler (yöneticiler) tayin olunacak da siz onların yaptıklarından bazısını maruf ve güzel göreceksiniz. Kim münker işi çirkin gö-rürse onun günahından berî (uzak) olur. İnkâr edip ondan sakındıran, (günaha katılmaktan) uzak olur. Ancak kim ona razı olur ve (onu

işleyenlere) uyarsa günahından kurtulamaz.”

“Fasık ve azgın yöneticiler olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik ederse ve onların zulmüne yardım ederse Benden değil ve Ben de ondan değilim. Benim Havz’ıma da gel-meyecektir.”

“İçinizden en çok sevdiklerim ve Kıyamet gününde bana en yakın olacak olanlar güzel ahlâk sahibi olanlarınızdır. “Güzel konuşu-yor” dedirtmek için uzun uzun ve edebiyat yaparak konuşanlar, sözünü beğendirmek için avurdunu şişire şişire laf edenler, bilgiç-lik taslayarak lügat parçalayanlar ise hiç sevmediğim ve Kıyamet günü bana en uzak olan kimselerdir.” (Tirmizî, Birr 71)

“Muhakkak ki Allah sığır cinsinin otu yerken ağzında evirip çevirdiği gibi sözü ağ-zında evirip çevirerek lügat parçalayan kim-selere buğz eder.” (Ebû Dâvud, Edeb 94; Tirmizî, Edeb 72)

Sonuç olarak; Ümmet’in düşünce siperle-rinde nöbet tutması gereken âlimler görev-lerini yerine getirmeyince Ümmet, deryada rotasını kaybetmiş bir kaptan gibi nasıl yol alacağını bilemedi ve kendisine dayatılan Batılı düşünce ve sistemlere mecbur oldu. Gerçek Rabbanî âlimlere düşen görev; İslâmî hayatın yeniden başlamasının önünde duran yöneticilere kırbaç gibi en ağır sözleri söyle-meleridir. Şayet âlimler haksızlık karşısında susarsa, Ümmet zelil yöneticilerin elinde zil-lete düşer.

الذين يستحبون الحياة الدنيا على الخرة ويصدون عن سبيل الله ويبغونها عوجا أولئك في ضلل بعيد

“Dünya hayatını Ahiret’e tercih edenler, Allah yolundan çevirenler ve onun eğriliği-ni isteyenler var ya, işte onlar derin bir sa-pıklık içindedirler.” (İbrahim 3)

Page 35: KöklüDeğişim 74.Sayı

33 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

İnsan, fıtratı gereği sosyal bir yaşam sür-mek ve diğer insanlarla beşerî münase-betler kurmak zorundadır. Bu sebeple ta-

rihin bütün dönemlerinde bir arada yaşamış ve cemaî bir hayat sürmüştür. Toplumdaki fertlerin birbirleri ile münasebetler kurması insanda fıtraten var olan ihtiyaçları karşıla-mak içindir. İnsan bir yandan bu ihtiyaçla-rını karşılarken diğer yandan da toplumsal anlamda huzur ve güven içerisinde yaşamak istemiştir. O zaman hem insanı hem de top-lumu bu güven ve huzura kavuşturacak olan bir kurallar manzumesi zorunlu olmaktadır. İşte ideolojiler de esasî bir fikir olmaları açı-sından bu ihtiyacı karşılamak için doğmuş-lardır ve İslam Dini de bu ihtiyacı doğru şe-kilde karşılayan tek ideolojidir.

İnsanın ve toplumun huzurunu sağlayan ideolojiler hayat sahasında bulunmuş olsa da her asırda ve her toplumda doğrudan yana meyil alabilen insanlar olduğu gibi, yanlıştan yana yön alabilen insanlar da olmuştur. İh-tiyaçlarını insana yakışmayacak şekilde kar-

şılamak isteyenler, fıtratlarına aykırı ameller işlemeyi özgürlük zannedenler, kendi ihti-yaçları için başka insanların haklarına teca-vüz edenler ve kolay olduğu için haram üze-rinde yürümek isteyenler her zaman olmuş-tur ve de olacaktır. Aynen Kur’an-ı Kerim’de belirtildiği gibi insan iki yol ile karşı karşıya-dır ve yaptığı tercih onu ya kurtaracak ya da cezalandırılmasına sebep olacaktır.

”.Biz insana iki yol gösterdik“ وهديناه النجدين(el-Beled 10)

İdeolojiler; insanın ihtiyaçlarının doğru bir şekilde nasıl karşılanması gerektiği yö-nünde hayat hakkında mefhumlar ortaya koydukları gibi, toplumsal huzurun sağlan-ması ve toplumun korunması konusunda da bir takım düzenlemeler belirleyerek insan ve toplum açısından kaosun çıkmasına engel olurlar. Toplumun huzurunun muhafaza-sına yönelik olan bu düzenlemeler insanın davranışlarını kontrol altına alır ve hatalı davranışlarda bulunanları düzeltir. Ancak insanın insan olması hasebiyle kendisinde

Hakkı EREN

Page 36: KöklüDeğişim 74.Sayı

34Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

var olan ihtiyaçları doğru şekilde karşıla-ması elbette onu yaratan ve müdebbir olan bir yaratıcı tarafından konulmalıdır. Çünkü o insanı yaratmış, heva ve hevesine göre de başıboş bırakmamıştır.

أحسب الناس أن يتركوا أن يقولوا آمنا وهم ل يفتنون

“Siz iman ettik demekle başıboş bırakı-lacağınızı mı zannettiniz.” (el-Ankebut 2)

İnsanın ihtiyaçlarının doğru bir şekilde karşılanması tabii olarak huzurlu bir toplu-mun oluşmasına vesile olacaktır. Tersinde ise, insanın ihtiyaçlarının yanlış ve sapıkça karşılanması huzursuz ve güven duyulma-yan bir toplumun doğ-masına sebep olacaktır. Aynen günümüzde Ka-pitalist ülkelerde oldu-ğu gibi… Kapitalizm ki onun akidesi olan laiklik ve yönetim nizamı olan demokrasiye göre Yara-tıcı, dünya işlerine karış-maz ve dünyanın sevk ve idaresini insana bırakır. Yani Allah’ın mülkünde Allah’a kafa tutma küs-tahlığını gösterir ve onu aciz olarak atfeder. İnsana ve hayata dair kuralları Yaratıcının değil de beşer olan insa-nın koymasının daha doğru olacağını söyler. İşte en büyük yanlışlık da burada başlar. Zira Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

ومن أحسن من الله حكما

“Allah’tan daha iyi kim hüküm koyabi-lir?!” (el-Maide 50)

Hüküm koyma merciinde insan olduğu zaman doğal olarak insanlar ihtiyaçlarını yanlış veya hatalı olarak karşılamış olurlar. Böyle olunca da toplumda anarşi, cinayet, intihar, hırsızlık, gasb, fuhuş, uyuşturucu, vb. gibi birçok cürüm işlenir olur. Devletler-

de bunları önleyemez ve sadece bu tür filleri işleyenleri yakalamaya çalışır. Yani bataklı-ğı kurutamaz ve sadece sinekleri öldürme-ye başlar. Oysaki suç ve suçla mücadelede esas olan, insanı suça iten sebepleri belirle-yebilmek ve onu bu düşünceden alıkoyacak olan bir otokontrol sistemi oluşturabilmektir. Yoksa suç işlendikten sonra suçluları yakala-mak suçu önlemek demek değildir.

“Ulusal çaptaki ortalama verilere göre; açı-lan dava larda ilk sırada hırsızlık, kapkaç gibi mal varlığına karşı suçlar yer alıyor. Bir yılda hır-sızlıktan dolayı açılan dava sayısı 235 bin 495. Buna göre; yaklaşık her 2 dakikada bir hırsızlık

suçundan dava açılıyor. 255 bin 344 olarak açıkla nan mağdur sayısı, yaklaşık 2 dakikada bir kişinin hırsızlık suçunun mağduru olduğu anlamına geliyor. İkinci sı-rayı yaralama suçları alıyor. Bir yılda yarala madan açı-lan dava sayısı 178 bin 111. Buna göre; her 2,5 dakikada 1 kişi de yaralama suçunun mağduru oluyor. Ha yata karşı suçların sayısı ise bir yolda 20 bin 520. Hırsız lık,

yaralama ve cinayet suçları, tüm suçların yüzde 62,8’ini kapsıyor. Üçüncü sırayı adam kaçırma, tehdit, şantaj gibi hürriyete karşı suçlar alıyor. Bu sayı 1 yıl içinde 70 bin 570. Araç kundaklama gibi genel tehlike yaratan suçlardan do layı dava açılma sayısı ise 27 bin 280. 1 yıl içinde 14 bin 337 cinsel suç işlenmiş. Bu suçun mağdur sayısı 20 bin 282 şeklinde açıklanırken, bu rakam her 26 dakikada 1 kişinin cinsel suç mağduru olduğunu gösteriyor.” (www.extrahaber.com/artikel.php?artikel_

id=534)

İstatistikî verilere göre hal böyle iken, yet-kililer mevcut demokratik düzende bu suç-ları nasıl engellemeyi düşünüyorlar acaba? Her tarafa mobese kameraları kurarak mı?

Toplumsal Düzen Kameralarla Sağlanamaz!

İnsanın ihtiyaçlarının doğru bir şekilde karşılanması tabii olarak huzurlu bir

toplumun oluşmasına vesile olacaktır. Tersinde ise, insanın ihtiyaçlarının yanlış ve sapıkça

karşılanması huzursuz ve güven duyulmayan bir toplumun doğmasına sebep olacaktır.

Aynen günümüzde Kapitalist ülkelerde olduğu gibi…

Page 37: KöklüDeğişim 74.Sayı

35 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

Mobese kameraları suç işlendikten sonra suçluların en yakın zamanda yakalanması için işletiliyor yoksa herhangi bir suç önleyici özelliği bulunmuyor.

Son günlerde gördüğümüz kadarıyla da üzeri kameralar ile donatılmış polis arabaları ve karayolları üzerine döşenen trafik kame-raları ile trafik ve asayiş sağlanmaya çalışılı-yor. Ama kameranın algılama alanına kadar kuralı hiçe sayan sürücüler o alana gelince fren yapıp 70 km/s hıza düşüyor ve kame-rayı geçince de hemen herkes gaza yüklenip tekrar hızlarını artırıyor. Yani devletin caydı-rıcı olma gücü, sadece kameranın o algılama sahası kadar olan 100 metrelik bir alanı kap-sıyor. Bu örnek bile ne kadar çarpıcı değil mi?

İnsanın, İslamî de-ğerlerden her geçen gün uzaklaştırıldığı ve Allah Azze ve Celle’ye edilen imanın her an daha da zayıflatıldığı günümüzde, kamera ile huzur ve güven sağla-ma yöntemine sadece devlet başvurmuyor. Allah ve Rasulü’nün koruma altına aldığı bir kale ve toplumun en mühim yapı taşı olma-sı açısından önem arz eden aile içerisinde de maalesef kamera ile huzur ve saadet aranı-yor. İslamî bir tabana oturmayan evliliklerde eşlerin birbirlerine güvenmedikleri ve kişiyi zinaya sevk edecek vesilelerin toplumda çok rahat bir şekilde TV ve internet ortamların-da alenen bulunması, evlere gizli kameralar takılmasına sebep oluyor. Çocuklarına bakıcı tutan aileler, gelen bakıcıya güvenmiyor ve eve gizli kamera yerleştirerek onu kontrol ediyor. Çalışan anne ve babalar, çocuklarına güvenmiyor ve evlerine gizli kamera yerleş-tirerek evlatlarını kötülüklerden uzak tutma-

ya çalışıyor. Patronlar, işçilerine güvenmiyor ve işyerlerine kamera, işyerine ait taşıtlara ise CPRS sistemi taktırıyor. Devlet, memu-runa güvenmiyor ve dairelerine kamera yer-leştiriyor. Esnaf, müşteriye güvenmiyor ve dükkanına kamera yerleştiriyor. Vali, meclis üyelerine güvenmiyor ve il meclis salonuna kamera taktırıyor. Nerede ise her apartman girişine, her daireye, her eve, her işyerine, her kavşağa ve her meydana onlarca kamera yer-leştiriliyor. Niye? Çünkü insana güvenilmi-yor! Çünkü insan birer suç mekanizması ha-line geldi de ondan! Neden? Çünkü Allah’ın insana ilişkin koyduğu kurallar uygulanmı-yor. İnsan neden bu kadar bozuldu kimse

umursamıyor, kimse düşünmüyor ve herkes esasî sorunu değil de tali sorunları tartışıyor.

Kamera ile sağlan-maya çalışılan huzur ve güven ortamı, elektrikler kesildiği veya kameralar devre dışı kaldığı zaman ise işlemiyor ve insanlar hemen kontrolsüz şekil-de suça meylediyor. Ay-nen kâfir Batı’da olduğu gibi… Batı toplumuna ve

onların yaşam biçimini bize gösteren bir va-sıta olması açısından sinema filmlerine bak-tığımızda bu, rahatlıkla görülebiliyor. Elekt-rikler kesildiği veya herhangi bir güvenlik zafiyeti oluştuğunda insanlar, hayvanlar gibi kontrolden çıkıyor ve yağma-talan yapmaya, çalmaya, gasb etmeye ve öldürmeye koşuyor. Böyle bir toplumu taklit eden, kalkınmayı bu taklitte arayan ve sistemini, yönetim şeklini, kıyafetlerini, harflerini, ölçülerini yani her şeyini Batı’dan ithal eden ve bu taklidi çağ-daşlık bilen bir toplum, belli bir zaman sonra da o toplumun özelliklerini taşımaya başlı-yor. İşte maalesef kapitalizm, özgürlükler ve

Toplumsal Düzen Kameralarla Sağlanamaz!

Page 38: KöklüDeğişim 74.Sayı

36Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

demokrasi, insanı bu hale getiriyor. Şimdi de Türkiye yavaş yavaş bu hale geliyor ve geti-rilmek isteniyor. Doğal afetlerden sonra in-sanlar o vahim duruma aldırış etmeden yağ-ma yapmaya başlıyor. Aynen depremden ve sel felaketinden sonra gördüklerimizde olduğu gibi…

Oysa İslam’ın egemen olduğu bir toplum-da insanları günah işlemekten alıkoyan en önemli unsur Allahu Teâlâ’ya olan imanları, yaptıkları her fiilin âlemlerin Rabbi tarafın-dan görüldüğü ve meleklerce kayıt altına alındığı ve bu kayıtlar neticesinde Ahiret hayatlarının belirleneceği inancıdır. Kalp-lerdeki, Allah korkusu ve insana ilişkin du-yulan sevgidir. Böylesi toplumlarda ferdî olarak cürüm işleyenler elbette olacaktır ama toplum, cemaî olarak böyle bir atmosferde bulunmayacaktır. İnsanlar tek başlarına kal-dıklarında Allah korkusu ve imanları saye-sinde suça meyletmekten geri duracaklardır. İnsanı günah işlemekten alıkoyan ilk unsur imanı, fikirleri ve bunlarla şekillenen vicdanı olacaktır.

لله Allah’a (O iman edenler ki)“ خاشعين itaatkârlar…” (Âl-i İmran 199)

İnsanı günah işlemekten alıkoyan ikinci unsur ise; birbirlerinden çekinmeleri ve ken-di aralarında bir otokontrol sistemi oluştur-malarıdır. Son günlerin popüler deyimi ile mahalle baskısıdır. Müslümanların kardeş-lerine karşı görevleri olan “emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-munker” ilahî düsturunu yerine getirerek kardeşlerini günahtan beri tutma-larıdır. Birbirlerine tavsiyelerde bulunmayı kendilerinin ve toplumun huzuru için şiar edinen Müslümanlar bu yönüyle de suçu en-gelleyeceklerdir. Bu sebepten dolayı da kim-se böylesi bir toplumda alenen günah işleye-meyecektir.

ة أخرجت للناس تأمرون بالمعروف وتنهون عن كنتم خير أمالمنكر

“Sizler insanlık için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder kötülükten alı-koyarsınız. ” (Âl-i İmran 104)

İnsanları suçtan alıkoyan bir diğer önemli unsur da, bu alanda Allah Azze ve Celle’nin koyduğu had cezalarıdır. Muhakkak ki bu cezaların caydırıcı olma gücü, bugün uygu-lanan ve her gün bir yenisi eklenen mevcut cezalardan daha da etkilidir. İslam’ın getir-diği bu cezalar ise toplumun muhafazası açısından kaçınılmaz olduğu kadar, insanlar açısından da rahmetin kendisidir. Zira onlar-da hayat vardır.

ولكم في القصاص حياة“Kısasta sizin için hayat vardır.” (el-Bakara

179)

İslam, kendi nizamına ve Müslümanla-ra o kadar güveniyor ki, insanlar hakkında gizli teftiş yapmıyor ve dört duvarın arasına yani özel hayatlarına karışmıyor. İnsanlarda öyle bir inanç oluşturuyor ki; Müslümanlar kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla bu ni-zamın ve düzenin korunması için her türlü fedakârlığı yapıyor ve şehit olmak için yarı-şıyorlar. Kendi aleyhlerine olsa da şahidlik yapıyor ve Ahiret’i dünyaya tercih ediyorlar. Aynen zina ederek zani hükmünde olan ve recm edileceğini bildiği halde Allah Rasu-lü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e itirafta bulu-nan kadının vakıasında olduğu gibi. Kadın Rasulullah’ın göndermek istemesi üzerine tekrar geliyor ve “ben zina ettim” diyor. Kim-se bilmediği halde gelip suçunu itiraf ediyor. Çünkü Allah katında temizlenmek ve gü-nahının hesabını dünyada çekmek istiyor. Ancak buna muadil uygulamalar, İslam’ın hâkim olduğu toplumlarda olur ve Müslü-manlar birbirlerini bir güven abidesi görerek gerektiğinde kardeşlerini nefislerine tercih ederler. İşte biz Müslümanlar, böylesi bir toplum istiyoruz. Hem de kameraların mer-cekleri önünde…

Toplumsal Düzen Kameralarla Sağlanamaz!

Page 39: KöklüDeğişim 74.Sayı

37 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

Modern çağda sınırlarının geçilmez olmasını sağlamak isteyen her-hangi bir millet, güçlü ve tekno-

lojik olarak gelişmiş bir hava kuvvetlerine muhtaçtır. Hava kuvvetleri, ülkenin hava sa-hasındaki güvenliği ve savunmayı sağlamak üzere silahlı kuvvetlerin bir parçasıdır. Bir milletin hava kuvvetleri, kendi silahlı kuv-vetlerine ve müttefiklerine yakın hava des-teği (CAS-Close Air Support) de sağlamakla yükümlüdür.

Günümüzdeki pek çok hava kuvvetle-ri; savaş uçaklarından, askerî kargo uçakla-rından, bombardıman uçaklarından, askerî keşif uçaklarından ve diğer muhtelif hava araçlarından oluşmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana hava araçları, pek çok savaşın ve çarpışmanın sonucunda kritik rol oynamıştır ve bu son derece önemli rol, Bi-rinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda, Falkland Savaşı’nda ve Körfez Savaşları’nda görül-müştür.

Hava üstünlüğüne sahip bir ülke, hava sahası üzerine hâkimiyet kurar ve dolayı-sıyla düşmanlarına karşı büyük bir avan-taj kazanır. Bütün bunlardan dolayı Hilâfet Devleti’nin gelecekte en gelişmiş hava kuv-vetlerine sahip olması kaçınılmaz bir zorun-luluk halini almaktadır. Hilâfet Devleti’nde hava kuvvetlerinden sorumlu en üst düzey yetkili Hava Kuvvetleri Komutanı’dır ve (idari olarak) Cihâd Emiri’ne ve (doğrudan) Başkomutan olan Halîfe’ye bağlıdır. Hava Kuvvetleri Komutanı’nın görevi, hava kuv-vetlerinin yönetimi ve geliştirilmesidir. Hava kuvvetleri içerisinde çeşitli kısımlar olacak ve her bir kısmın özel bir sorumluluk alanı bu-lunacaktır. Örneğin, bazı kısımlar murakabe ve muhaberata tahsis edilirken bazı kısımlar da hava savaşlarının icrasına ayrılacaktır ki, bu kısımlar ağırlıklı olarak savaş jetlerinden oluşmaktadır.

İslam Dünyası

Hilâfet Devleti, bugün İslâm Âlemi’nde

Nurettin AYDIN

Page 40: KöklüDeğişim 74.Sayı

38Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

tasarlanmış ve geliştirilmiş bulunan hava kuvvetleri altyapısını elbette değerlendire-cektir. Devlet mülkiyetinde olmaları bakı-mından hâlihazırda İslam Âlemi’nde mevcut bulunan hava kuvvetlerine el koyacak ve ilk etapta Hilâfet Devleti’nin savunmasında kul-lanacaktır. Nitekim Türkiye, İran, Pakistan ve Endonezya gibi ülkeler askerî havacılık alanında ciddi ilerlemeler kaydetmişlerdir.

Türk Havacılık ve Uzay Sanayii A.Ş. (TAI) lisanlı askerî hava araçları üretmiştir ve buna Türk Hava Kuvvetleri için ürettiği toplam 232 adet F-16 Fighting Falcon tipi savaş uçağı da dâhildir. TAI tarafından üretilen pek çok F-16 başka ülkelere de ihraç edilmiştir. TAI ayrıca şu donanımları da üretebilmektedir:

Airbus 319/320/321 tipi uçaklar için · paneller

Boeing 737 tipi uçaklar için kanat uçları · ve uçuş güverte panelleri

Eurocopter EC135 tipi helikopterler · için arka kapılar ve motor kaputları

Boeing 747 tipi uçaklar için burun iniş · takımları

UAV’ler (insansız hava araçları)· Pakistan’ın sahip olduğu Pakistan Ha-

vacılık Kompleksi (PAC) ise Pakistan Hava Kuvvetleri için uçak montajı ve üretimi yap-maktadır. PAC ayrıca Pakistan Hava Kuv-vetleri tarafından eğitim maksatlı kullanılan MFI-17 Muşşak tipi uçakları geliştirmiştir. Tesiste yine F-16 ve Dassault Mirage 5 tipi gibi çeşitli savaş uçaklarının bakımı ve ona-rımı gerçekleştirilmektedir. Keza Pakistan ve Çin ortaklaşa JF-17 Thunder tipi 4. Nesil savaş jetleri geliştirmişlerdir. Yine Pakistan nükleer başlıklar taşıyabilen Cruise füzeleri de üretmiştir.

Türk ve Pakistanlı savaş uçağı pilotları, dünyanın en iyi pilotları arasındadır. Pakis-tanlı pilotlar, diğer halkı Müslüman ülkele-

rin pilotlarını da eğitmektedir. Daha önce de Pakistanlı savaş pilotları 1967 Arap-“İsrail” (6 Gün) Savaşları sırasında Müslüman Arap ülkelerinin tarafında savaşa katılmışlardı.

İran da geliştirdiği çok sayıda füze sistem-lerinin yanı sıra tek kişilik Saika-80 tipi savaş jetleri geliştirmiştir. Endonezya Havacılık Şir-keti (IAE) ise çeşitli tip ve modelde uçakların parçalarını tasarlayıp geliştirmekte, şu anda da lisanslı olarak NC-212 tipi kargo uçakları-nın üretimini yapmaktadır. Hâlihazırda pek çok halkı Müslüman ülkenin hava savunma sistemleri vardır ve bunlar çeşitli türde yer-den havaya atılan füzeler (GTAM), sinyal/frekans bozucu aygıtlar, radarlar ve etkin bir hava savunmasının gerektirdiği diğer pek çok unsuru içermektedir. Hava savunma sistemleri, ülkenin sınırlarını korumak mak-sadıyla hava kuvvetleri ile bütünleşik olarak kullanılan sistemlerdir.

Keza İslam Âlemi’ni nokta nokta kapla-yan çok sayıda hava üsleri mevcuttur ve bu, her ne kadar şu anda başımıza bela olsa da Hilâfet Devleti için ilk etapta bir avantaja dö-nüşecektir. Bu hava üsleri Hilâfet Devleti’ne anında savaş uçaklarını ve kara kuvvetlerini herhangi bir yere konuşlandırma fırsatı tanı-yacaktır. Keza doğal afetlerin vuku bulması halinde de bu hava üsleri kurtarma operas-yonları için değerlendirilebilecektir.

Elbette Hilâfet Devleti, İslam Âlemi’nde mevcut bulunan bu altyapıyı geliştirmek du-rumunda olacaktır ki Devlet, dışarıdan yar-dım almak zorunda kalmaksızın askerî ve sivil havacılık alanlarında bağımsız tasarım-lar ve üretimler gerçekleştirebilsin. Böylece Hilâfet Hava Kuvvetleri şu avantajlara sahip olacaktır:

Stratejik niteliğe sahip uluslararası hava · sahası ve donanma geçitleri üzerinde hâkimiyete

Hava Kuvvetleri’nin gücü ve gelişimi için ·

Hilâfet Devleti’nin Hava Kuvvetleri Nasıl Olacak?

Page 41: KöklüDeğişim 74.Sayı

39 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

gerekli olan muazzam petrol rezervlerine ve diğer doğal kaynaklara hızlı erişime

Dünyanın en büyük ve teknolojik olarak en · gelişmiş hava kuvvetlerinden birine sahip olmaya

Potansiyel Güçler

İslâmî topraklar, Hilâfet Devleti’ne stra-tejik bir hava kontrol sahası kazandıran son derece stratejik bir coğrafi konumda yer al-maktadır. O nedenle diğer ülkelerin gerek askerî gerekse sivil havacılığı, hava sahası-nın kullanımı için Hilâfet Devleti’nden izin almak zorunda kalacaktır. Bugün, Birleşik Devletler ve müttefikleri, Müslümanların ba-şındaki hain yönetimlerin kendilerine hava sahalarını kullanma izni verdiklerin-den ötürü Irak ve Afganis-tan gibi halkı Müslüman topraklara hava saldırıla-rı düzenleyebilmişlerdir. Amerika ve müttefiklerinin izin talepleri reddedilebil-miş olsaydı, ne Irak’a ne de Afganistan’a tek bir hava saldırısı düzenlemeye güç yetiremezlerdi. Çünkü her-hangi bir hava kuvvetinin herhangi bir ülkeye saldırı operasyonu dü-zenleyebilmesi için, saldıracağı ülkeye yakın hava sahasını kullanabiliyor olması gerekir. Örneğin, bir AWACS (Hava Uyarı ve Kontrol Sistemi) uçağı veya hava ikmal uçağı görevi-nin icrası için “dost” hava sahasına muhtaçtır ve bu tür hava araçları “düşman” bölgelerin-de uçamaz.

Şu anda halkı Müslüman ülkeler, güçlü bir hava kuvvetinin geliştirilmesi için elzem olan pek çok kilit sahada gelişmemiş du-rumdadır. Keza uçak gemileri, (bunlar, te-mel maksadı uçakların konması ve kalkması olan savaş gemileridir) havadan havaya ik-mal teknolojisi, AWACS teknolojisi ve hava

üstünlüğü için gerekli diğer pek çok yönden mahrumiyet içerisindedir. İşte Hilâfet Devle-ti, hava üstünlüğünü kazanması için ihtiyaç duyacağı elzem teknolojinin tasarlanıp ge-liştirilmesi yönünde ilerlemesini sağlayacak politikalar icra edecektir. Devlet, havacılık mühendislerinin yetiştirilmesine hasredilmiş kurumlar inşa edecek, bu mühendisler de-ğişik türde (askerî ve sivil) hava araçlarının, uçak gemilerinin, güdümlü füzelerin, uçak motorlarının, helikopterlerin, tahrik birim-lerinin (uçak, füze, uydu vs. araçların fırla-tılmasını sağlayan sistemlerin) ve diğer ilgi-li aparatların tasarlanıp geliştirilmesinden

sorumlu olacağı gibi sivil havacılık pilotları ve savaş uçağı pilotları yetiştiril-mesinden de sorumlu ola-caktır. Hilâfet Devleti, bu kurumlara dünyanın en iyi eğitim kalitesini kazandır-mak durumunda olacaktır. Keza Devlet, dosta düş-mana gücünü göstermek ve dünya çapında sarsıcı bir imaj oluşturmak üzere müttefiklerine askerî do-nanım sağlayacak, onlarla

askerî tatbikatlar yapacaktır.

Hilâfet Devleti’nin hava üstünlüğü kazan-ması tabiatıyla zaman alacaktır. Amerika Bir-leşik Devletleri’ne baktığımızda sahip oldu-ğu hava üstünlüğüne düşe kalka geçirdiği on yıllardan sonra ulaşabilmiştir. Başlarındaki bozuk yönetimlere rağmen İslam Âlemi’nde havacılık alanında sınırlı da olsa bazı başa-rılar elde edilmiştir. Bozuk yönetimlerle bu başarılar elde edilebilmişse, ihlâslı bir yöne-timle neler başarılamaz ki? Muhlis bir Halîfe başkanlığında İslâmî Devlet, tüm Müslü-manların birleştirilmesine liderlik edecek, İs-lam Ümmeti’nin dünyanın en gelişmiş hava kuvvetlerine sahip olma hedefiyle Ümmet’in

Hilâfet Devleti’nin Hava Kuvvetleri Nasıl Olacak?

İslâmî topraklar, Hilâfet Devleti’ne stratejik bir hava kontrol sahası kazandıran

son derece stratejik bir coğrafi konumda yer

almaktadır. O nedenle diğer ülkelerin gerek askerî

gerekse sivil havacılığı, hava sahasının kullanımı için Hilâfet Devleti’nden izin almak zorunda kalacaktır.

Page 42: KöklüDeğişim 74.Sayı

40Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

evlatları arasından nice pilotlar ve havacılık mühendisleri çıkaracak, Allah’ın lütfu olan doğal kaynakları bu yönde en verimli şekilde değerlendirecektir. Amerika’nın dünyadaki en iyi hava kuvvetlerine sahip olmasının ne-deni, dünya hâkimiyeti ve lider millet olma vizyonudur. Küresel bakışa sahip herhangi bir millet, hakimiyete ulaşma çabasında er-geç başarı elde eder, çünkü sahip olduğu vizyon, süper güç haline gelmesi için gerek-li ekonomik ve teknolojik kudrete ulaşmaya sevk edecektir.

İşte Hilâfet Devleti, İslâm’ı tüm dünya-ya yayma vizyonuna sahiptir ve bu vizyon doğal olarak Hilâfet Devleti’ni teknolojik ve ekonomik kuvveti elde etmeye sevk ede-cektir. Nitekim zirvede olduğu dönemlerde Hilâfet Devleti, dünyanın geniş bir çevresini elinde tutuyor, zamanının teknolojik ilerle-melerinin büyük çoğunluğu onun bağrın-dan çıkıyordu. İşte bunun sebebi, Hilâfet Devleti’nin İslâm’ın nurunu dünyaya taşıma vizyonuna sahip olmasıydı.

Hilâfet Devleti’nin Hava Kuvvetleri Nasıl Olacak?

Page 43: KöklüDeğişim 74.Sayı

41 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

men hiçbir problem çözüme kavuşmamıştır. Çözüme kavuşamayan problemlerden biri de bahsettiğimiz “Kürt Sorunu” konusudur. Bu meseleyi çözmek için ister AKP’nin or-taya koyduğu Kürt açılımı olsun, isterse de meseleyi İslam’ın ön gördüğü şekilde çö-züme kavuşturmaya çalıştığını iddia eden derneklerin ve vakıfların çalışmaları olsun, bunların hepsi sistem içi çözümler olması iti-bariyle hiçbir hastalığa şifa olamaz. Aksine bunlar, hastalığın daha da ilerlemesine yol açan melanetler olmuştur. Bugünkü hükü-metlerin, siyasî partilerin ve de bu anlayışta olan insanların demokratik düzen içerisinde bu meseleyi halletmeye çalışmaları kadar do-ğal bir şey olamaz. Fakat Müslümanların bu meseleyi demokrasi düzeni içerisinde çöz-meye çalışmaları kadar da abes bir durum olamaz. O halde Müslümanlar, karşılaştık-ları problemlerin çözümünü akidelerinden çıkan hükümler doğrultusunda çözsünler ki, hayatlarında sorunlar ve sıkıntılar dallanıp

Talha YAŞAR

Sorunun çıktığı yer ve zaman, sorunun kaynağının ortaya konulması bakı-mından bizlere her zaman ışık tut-

maktadır. Bu cüzî sorunun da kaynaklandığı yer yani esasî sorun, kurulduğu günden bu yana yine Laik-Kemalist Sistemin kendisidir. İşte bu meyanda sorunu “Kürt Sorunu” ola-rak isimlendirmek şahsımca yanlış olsa da, meselenin okuyucularımız tarafından daha net anlaşılması için yaygın olarak kullanılan ismiyle kullanılmıştır. Zira yaşanan sorun sadece Kürtlerin sorunu olmadığı gibi, soru-nun oluşmasındaki etken de sadece Kürtlerin etnik kimliği değildir. Sorun, mevcut rejimi devam ettirmek adına devletin halkına karşı uyguladığı siyasetin kendisidir.

Kürt halkının, zulüm ve zorbalıklara kar-şı çözüm arayışı -Müslüman olmaları itiba-riyle-, akidelerinden olmalıdır. Bugüne ka-dar Müslümanların problemlerine yönelik Demokratik-Laik Düzen içerisinde birçok çö-züm önerileri sunulup uygulanmasına rağ-

Page 44: KöklüDeğişim 74.Sayı

42Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

budaklanmasın. Bu meselede de olduğu gibi bütün sorunların çözüm adresi, İslam’dır.

ل ثم بينهم شجر فيما موك يحك حتى يؤمنون ل وربك فل ا قضيت ويسلموا تسليما يجدوا في أنفسهم حرجا مم

“Hayır, Rabbine andolsun ki; aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem etmedikçe sonra haklarında verdiği hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan kendilerini tamamen teslim etmedikçe iman etmiş ol-mazlar.” (en-Nisa 65)

Zulme uğrayan ve çözüme muhtaç olanın Müslüman olması hasebiy-le muhakeme olacağımız yerin adresi Rabbimiz ta-rafından bu ayetle açıkça ifade edilmiştir. Bu merciin dışında başka bir muha-keme adresi veya çözüm mercii aranması, beyhude-liği ortaya koymaktadır. Binaenaleyh bizim de, bu problemin şifaî çözümü için problemi Rabbimizin emrettiği şekilde netice-lendirmemiz gerekiyor. İslam’ın meselelere bakışı sunî olmadığı için ortaya koyduğu çözümler de yü-zeysellikten uzak, insan fıtratına uyumlu, insanın kendisiyle teskiye bulacağı kalıcı çözümler-dir. Bu minval üzere İslam’ın, insanı Allah’ın kulu olarak görmesi, insan olması hasebiyle hiçbir insan arasında ayrım yapmaması, bi-rinin diğeri üzerindeki üstünlüğünü kabul etmemesi, insana bakışın ne kadar yüksek olduğunu ortaya koymaktadır. Lakin bugün hiçbir beşerî sistem, insana bakışını İslam’ın baktığı seviyeye çıkaramamıştır. Milliyetçi, ırkçı, kabileci anlayışlar, mensubu oldukları ırkı, diğerlerinin üzerinde görerek kendileri-ne yaşam hakkı tanırken ötekilerin ise yaşam

haklarını ellerinden almak için her türlü zul-me, zorbalığa, hile ve desiseye başvurmuş-lardır. Burada İslam, insana renginden, dilin-den, kavminden, vatanından dolayı farklı bir şekilde bakmaz. İslam, insana üstünlüğün, şerefin, ancak takva ile olacağını beyan etmiş yani kul olan insanın kulluğunu yapmasıyla bir değerin/kıymetin, üstünlüğün onun için söz konusu olduğunu belirtmiştir. Bunun dı-şındaki hiçbir şeyin üstünlük için söz konusu olmadığı, birçok nassla sabit olmuştur.

Allahu Teâlâ, farklı renkteki ve dildeki insanların Kendisinin ayet-lerinden olduğunu belirtip beyazın siyaha, Arap’ın, Fars’ın, Kürt’ün, Türk’ün birbirlerine üstünlüğünün olmadığını açık bir şekilde belirtmiştir. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

والرض ماوات الس خلق آياته ومن واختلف ألسنتكم وألوانكم

“Gökleri ve yeri yarat-ması, dillerinizin ve renk-lerinizin muhtelif olması da O’nun ayetlerinden-dir.” (er-Rum 22)

Bu ayetten açık bir şekil-de anlaşılmaktadır ki, yara-tılmış olan insanın rengini,

dilini de Allahu Teâlâ yaratmıştır. Bu haki-kati görmezlikten gelen beşerî düzenler, in-sanlar arasına milliyetçilik, ırkçılık gibi gayri İslamî birçok fitne ve fesadı, ellerindeki dev-let gücüyle yaymaya çalışmışlar ve bu çaba-nın neticesinde yeryüzünün tamamına bu ve benzeri melanetleri baş belası ederek insan-lar arasına kin ve nefret tohumları ekilmesi-ne sebep olmuşlar.

Yine Allahu Teâlâ farklı renk ve dilde ya-ratılmış olan insanların farklı kabilelere, mil-letlere sahip olduğunu beyan ederek, bunun

“Kürt Sorunu”na Köklü Çözüm (2)

...İslam’ın, insanı Allah’ın kulu olarak görmesi, insan

olması hasebiyle hiçbir insan arasında ayrım yapmaması, birinin diğeri üzerindeki üs-tünlüğünü kabul etmemesi,

insana bakışın ne kadar yüksek olduğunu ortaya koymaktadır.

Milliyetçi, ırkçı, kabileci anlayışlar, mensubu oldukları

ırkı, diğerlerinin üzerinde görerek kendilerine yaşam hakkı

tanırken ötekilerin ise yaşam haklarını ellerinden almak için her türlü zulme, zorbalığa, hile

ve desiseye başvurmuşlar.

Page 45: KöklüDeğişim 74.Sayı

43 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

insanlar arasında bir husumet sebebi değil, aksine birbirleri arasında kardeşlik bağları-nın oluşturulması için tanışmaya, İslam’ın rahmetini insanlar arasında tesis etmek için çalışmaya bir vesile olarak görülmesi gerek-tiğini beyan ediyor.

شعوبا وجعلناكم وأنثى ذكر من خلقناكم إنا الناس أيها يا وقبائل لتعارفوا إن أكرمكم عند الله أتقاكم إن الله عليم خبير

“Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir ka-dından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en değerli olanınız Allah nezdinde en takvalı olanınızdır. Allah bilendir, haber alandır.” (el-Hucurat 13)

Her şeyden ha-berdar olan Allahu Teâlâ’nın bizlerden istediği, kardeşlik hukuku çerçevesinde birbirimize yaklaş-mamız, birbirimizin hakkını tanımamız, fiziksel farklılıkların üstünlük veya alçak-lık vesilesi olarak gö-rülmemesidir. Çünkü yaratılan insan, kendi anne-babasını seçemediği gibi, belli bir mil-lete, belli bir renge sahip olmayı da kendisi seçememiştir. O halde insanın, kendi çaba-sıyla ortaya koyamadığı bu unsurları, bir üs-tünlük olarak görmesi kadar abes bir durum olamaz. Lakin İslam, üstünlüğün Allahu Teâlâ’dan ittikada yani emir ve yasaklarına uymaya çalışmakta olduğunu belirtmiş, ne Arap’ı Arap olduğu için diğer milletlerden üstün görmüş, ne Kürt’ü Kürt olduğu için, ne Acem’i Acem olduğu için, ne de Türk’ü Türk olduğu için üstün görmüştür. Üstünlük, sa-dece ve sadece bütün işlerini Rabbinin emir-leri doğrultusunda yapıp Allahu Teâlâ’dan en çok sakınmış olanlarındır.

Bu mesele, İslam’ın ortaya çıkardığı bir mesele olmayıp tamamıyla bugünkü demokratik-laik düzenlerin varlığından kay-naklanan bir sorundur. Meselenin çözümüne yönelik olarak, ne demokrasi aşığı AKP’nin demokratik açılımları, ne de İslamcı yazar-çizerlerin, dernek ve vakıfların sistem içi, statükoyu rahatsız etmez bir biçimde ortaya attıkları sözde çözümlerle çözebilecekleri bir mesele olmadığı gün gibi ortaya çıkmıştır. Nasıl ki, 1400 yıl boyunca insanlar arasında adaletle hükmetmiş olan, insana insan ola-rak bakan, gayri Müslimlerin dahi adaletiyle hükmolunmak istedikleri İslam, bugün ye-niden hortlatılan meselelerin kökünü asırlar

öncesinde köklü bir şekilde kuruttuysa, bugün de kurutma-ya muktedirdir. Me-selenin çözümünün İslam’ın mecrasında aranmayıp sorunun kaynağı olan demok-rasi mecrasında aran-ması oldukça gariptir.

Sorun, ulus devlet anlayışını benimseyen ve bunu diğer etnik

unsurlar üzerine dayatan Laik-Kemalist Sis-tem sorunudur. Sorun, demokrasi düzenleri içinde daha çok özgürlük, daha çok hak yalanla-rıyla topluma zehir aşılama sorunudur. So-run, demokrasinin varlığıyla ortaya çıkmış olan kan, gözyaşı, asimilasyon ve ırkçılığı or-taya koyan şovenist anlayış sorunudur. Yine sorun, demokrasinin ortaya çıkardığı sorunu bunun mağduru olduklarını iddia edenlerin çözümü demokraside aramaları sorunudur. Ve yine sorun, Müslüman kanaat önderle-rinin hiçbir kalıcılığı olmayan kendilerinin dahi inanmadıkları sistem içi çözüm arayış-ları sorunudur. En nihayetinde sorun, laik-demokratik sistemlerin hâkim olup, Hilafet

“Kürt Sorunu”na Köklü Çözüm (2)

Page 46: KöklüDeğişim 74.Sayı

44Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Devleti’nin olmaması sorunudur.

Evet, İslam’ın böyle bir sorunu olmadığı için ne halkın, ne de devletin bugünkü sis-temler gibi bu meselelerle uğraşı yoktur. Çünkü İslam, insana Arap, Kürt, Türk, siyah, beyaz olarak bakmayıp insan olarak bakar; milliyet, ırk ve kavmiyetin ön plana çıkarıl-masını kesin naslarla haram kılar.

Farklı renk, dil ve kavimden olan insanla-rın birbirleriyle tanışıp birbirlerinin hukuku-na riayet etmesini istemesi, kardeşlik bağının kurulmasını sağlayarak birbirlerinin dert-leriyle dertlenmelerini, aralarında sevginin, saygının, merhametin tesis edilmesini sağ-laması; üstünlüğün takvaya bağlanmasıyla merkeze İslam’ın alınmasını sağlayarak, ca-hiliye ürünü olan düşünce ve davranışlara girilmesi engellenerek asabiyette yarışma yerine, hayırda yarışmanın önünün açılmış olması; ırkçı, kavmiyetçi, milliyetçi gibi hu-susların yerine ümmet bilinci ön planda oldu-ğundan Müslümanların, İslam Devleti’yle bir bütünlük oluşturarak onu korumak için her şeylerini feda edebilecek duruma gelmesi… İslâm’ın hâkimiyeti altındaki tebaada böylesi etnik ayrımcılığın, faşizan yaklaşımların or-taya çıkmasını engeller.

Devlet’in, bütün tebaanın eğitim, öğretim, sağlık, hukuk, iktisat, yönetim gibi hususla-rı en üst derecede ve adilane yerine getirme zorunluluğu, tebaanın devlete olan güvenini artırarak, Devlet’e sadakatin yıkılmaz bir ka-lesi olmasını sağlar.

Sonuç olarak; bu topraklar üzerinde yaşa-yan Müslüman Kürt, Türk ve diğer halkların, mevcut demokratik düzenlerin tatbiki neti-cesinde ortaya çıkmış olan bu zorbalıkları, bu kin ve nefret tohumlarını İslam’ın hakkı ve hukuku tesis eden nizamıyla bünyele-rinden söküp atacakları gün yakındır. İşte o gün, hem Kürtler, hem Türkler, hem de di-ğer Müslüman unsurlara ve insanlığa adalet, huzur, güven ve mutluluk bu Hak Nizam’ın gölgesinde yaşatılacaktır, inşaAllah... Zulme-denler ise Allahu Teâlâ’nın şu ayetine duçar olacaklar, muhakkak:

وسيعلم الذين ظلموا أي منقلب ينقلبون

“Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp-devrileceklerini pek yakında bile-ceklerdir.” (eş-Şuara 227)

“Kürt Sorunu”na Köklü Çözüm (2)

Page 47: KöklüDeğişim 74.Sayı

45 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

Yapılan seçimler açısından değerlendi-rildiğinde, 2005 yılı ABD’nin Irak iş-galinin meyvelerini toplama gayret-

lerini sarf ettiği bir yıl olarak dikkati çekmek-tedir. Bu yılın hemen başında yapılan yeni anayasa için gerçekleştirilen halk oylaması ile yılın sonuna denk gelen bir dönemde yani 15 Aralık 2005 tarihinde yapılan genel seçimler, Irak açısından demokratik sürecin başlaması anlamına gelmektedir. Bu ise orada yaşayan Müslümanlar açısından işgalden sonra yaşa-nan bir başka büyük yıkımdır. Çünkü daha işgalin yaraları sarılamadan oluşturulmaya çalışılan demokratik ortamın meydana getir-diği kaos, Müslümanlara aynı büyük acıları yaşatmaya devam etmektedir. O tarihten bu yana binlerce insan meydana gelen patlama-larda hayatını kaybetmiş yada sakat kalmış, toplumun neredeyse yarısı işsizliğin pençe-sinde kıvranır halde en temel ihtiyaçlarını bile karşılamaktan aciz bir hale düşmüş, sö-mürgeci kafirin kışkırttığı mezhep ve fırkacı-

lık yüzünden kardeşler birbirlerine düşman hale gelmişlerdir. İster demokrasinin çürük ve kokuşmuş vakıası ile ABD’nin yapmak istedikleri açısından değerlendirilsin, isterse beş yıldan bu yana Irak’ta yaşananlar açı-sından değerlendirilsin sonuç tek kelimey-le hüsrandır. Sonuçta ortaya çıkan devlet, ABD’nin kuklalarından meydana gelen bir güruhun bizzat oluşturduğu ve kendisinde yönetici olduğu bir “işgal devletidir”.

Irak, bugün sömürünün başı olan ABD açısından dünya üzerinde bulunan birkaç önemli bölgeden birisidir. Onun sahip oldu-ğu bu önem, sömürgeciler tarafından üzerin-de ince plan ve projelerin oluşturulmasını da beraberinde getirmektedir. İşte bu plan ve projelerin sorunsuz şekilde hayata geçirilmesi için; sömürgecilerin silahlarının ve oluşturu-lan fitne ortamının sebep olduğu katliamlara, toplumun parçalanmasıyla birlikte birbirine olabildiğince düşman olmuş toplulukların meydana getirilmesine ve sahibine (ABD’ye)

İbrahim ERGeçen Sayıdan Devam...

Page 48: KöklüDeğişim 74.Sayı

46Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

düşman olmasına rağmen, onun getirdiği de-mokrasi ve insan hakları gibi sahte söylemle-re ve kavramlara yönelmiş bir halk kitlesinin oluşturulmasına ihtiyaç vardır. Bu durum kesinlikle bu şekildedir ve bu açıklamalarda herhangi bir abartı da söz konusu değildir. Bunu anlamak istemeyen bazı çıkar sahip-leriyle, Batı kültürünün ve nizamlarının yo-bazlaştırdığı düşük şahsiyetli insanların bu meseleye bakış biçimleri meselenin özünü değiştirmez. Burada önemli olan Müslüman halkların uyanık olmaları ve üzerlerinde dö-nen tezgâhları fark edebilmeleridir. Aksi tak-dirde yaşananlar, bugün Irak’ta olduğu gibi sömür-geci devletlerin işlerini ko-laylaştırmaktan başka bir işe yaramaz.

Onlar her ne kadar “de-mokratik serbest seçim” olarak isimlendirmiş olsa-lar da, bu seçimlerin Ame-rika’nın silahlarının gölge-sinde yapıldığı aşikârdır. ABD’nin Irak’ı sivil otori-teye devretmeye başladığı 2004 yılından bu yana; ge-rek yeni anayasa oluştur-ma ve onu halk oylamasına sunma meselesinde ve gerekse o günden bu-güne kadar yapılan genel ve yerel seçimlerde neleri amaçladığını anlayabilmek için, önce-likle ABD’nin Irak’ta oluşturmak istediği yapı hakkında fikir sahibi olmak gerekir:

Ortadoğu, ABD’nin ”21. Yüzyıl Projesi” olarak adlandırdığı bu sömürü projesinin Amerika açısından dünyada birinci devlet konumunun devamlılığını sağlayabilecek en önemli ayağıdır. Bu proje kapsamında iş-gal öncesi Irak’ın durumu, O’nu Ortadoğu hâkimiyetinin tesisi açısından Amerika’nın ilk hedefi haline getirmiştir. Çünkü Irak, sa-hip olduğu zenginliklerin ve bulunduğu coğ-

rafi konumun önemiyle birlikte, o dönemde İngiltere’nin Ortadoğu’daki en önemli iki ayağından (Türkiye ve Irak) bir tanesi konu-mundadır. Sonuçta o günkü Irak yönetimi köklü bir İngiliz geleneğine sahip olan Baas Partisi’nin adamı Saddam Hüseyin’in elinde-dir ve bu yüzden de Amerika açısından ke-sinlikle tasfiye edilmesi gerekmektedir.

Her ne kadar temelleri ve hakkında ya-pılan planları çok daha eskilere dayanıyor olsa da, 11 Eylül 2001 tarihini Amerika’nın 21. Yüzyıl Projesi’ni fiilen hayata geçirmeye başlamasının miladı olarak kabul edebili-

riz. Bu doğrultuda O’nun Ortadoğu’daki Irak ve Tür-kiye hamlelerine ideolojik bir bakış açısıyla bakacak olursak; bizlere Türkiye ve özellikle de Irak’la ilgili yapmak istedikleri husu-sunda çok net bilgiler vere-cektir. Burada bu meseleyi ele alırken dikkat etmemiz gereken noktalardan biri de, Ortadoğu Projesini ha-yata geçirme hususunda Amerika’nın Türkiye ve Irak’ta aynı anda harekete geçmiş olmasıdır. Ancak bu

iki devletin sahip olduğu yapılar göz önünde bulundurulduğunda, her iki devlet üzerin-deki nüfuz elde etme girişimlerinin birbirin-den tamamen farklı üsluplarla yürütülmesi gerekliliği de kaçınılmaz bir gerçektir. Bu ne-denle de ABD Irak’ta fiili işgal yoluna giderek askeri bir güçle mevcut yapıyı tasfiye edip nüfuzunu yerleştirme yoluna giderken, aynı işi Türkiye’de iktidara taşımayı başardığı kendi işbirlikçileri eliyle yani bugün iktidar-da bulunan AKP yönetimi eliyle uygulamaya çalıştığı siyasi manevralar sayesinde gerçek-leştirmeye çalışmaktadır. Ancak gerek askeri müdahalelerle ve gerekse de siyasi manevra-

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak... (4)

Ortadoğu, ABD’nin ”21. Yüzyıl Projesi” olarak

adlandırdığı bu sömürü projesinin Amerika

açısından dünyada birinci devlet konumunun

devamlılığını sağlayabilecek en önemli ayağıdır. Bu proje

kapsamında işgal öncesi Irak’ın durumu, O’nu

Ortadoğu hâkimiyetinin tesisi açısından Amerika’nın ilk hedefi haline getirmiştir.

Page 49: KöklüDeğişim 74.Sayı

47 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

larla nüfuz elde etme girişimi bu işin birinci aşamasıdır. Asıl önemli olan aşama atılan bu birinci adımdan sonraki aşamadır yani o böl-gede istikrarı sağlayıp kalıcı olabilme aşama-sıdır. Geriye dönüp baktığımızda ABD’nin bu iki ülke üzerinde daha önceki dönemler-de de defalarca nüfuz sağlama girişimleri ol-muş fakat bunların hiçbirisinde kalıcı olmayı başaramamış ve İngiltere’nin askeri ve siyasi manevraları karşısında çaresiz kalmıştır.

Sonuçta 1948 yılından bu yana dünyanın sömürü sahnesinin baş aktörü olan ve özel-likle de İngiltere’nin sahip olduklarına yö-nelik kıyasıya bir mücadeleye girişen Ame-rika, şu ana kadar elde ettiklerini tekrar kay-betmeye hiç de niyetli görünmemektedir. Bu süreçte kaybettikle-ri hususlardan dola-yı kendisinde önemli tecrübeler oluşmuştur. Aynen Türkiye’de si-yasi otoriteyi ele ge-çirmekle Türkiye’yi ele geçiremeyeceğini, gerçekleştirdiği hamle-lerle birlikte iki önemli adamını kaybettikten sonra anladığı gibi. Ancak İslami Beldeler-deki devletlerin yapıları ve sömürgeci kâfir Amerika’nın oralarda kalıcı olabilmesi için uygulayacağı yeni stratejileri tespit edebil-mesi için normalde bu kadar büyük tokatlar yemesine gerek yoktur. Bu durum aslında onların bu konuda; oluşturdukları yüzlerce araştırma ve düşünce kuruluşlarının varlık-larına, bütün imkânlarını seferber etmelerine ve bütün teknolojik gelişmeleri sonuna kadar kullanmalarına rağmen ne kadar da becerik-siz olduklarının bir göstergesidir. Onların, İslam Hilafet Devleti’nin yıkılmasıyla bir-likte sahipsiz kalan Müslümanların üzerine

hücum ederek yapabildikleri ortadadır. Bir avuç direnişçi Müslüman ile baş etmekten bile acizdirler. Karşılarında henüz güçlü bir İslami siyasetin olmamasına rağmen, ancak işbirlikçilerinin kendi ümmetlerine karşı yaptıkları ihanetlerle siyasi açıdan mesafe kat edebilmektedirler.

Amerika’nın önümüzdeki dönemde Irak’ta uygulamayı düşündüğü yapı aslında parçalara ayrılmış bir Irak şeklindedir yani amaç Irak’ı bölmektir. Ancak bu bölünme; her birinin ayrı bir devlet haline geldiği açık bir bölünme değil, devlet içinde devletlerden meydana gelen ve ”yumuşak bölünme” diye

tabir edilen bir yön-temle gerçekleştirilecek olan bir bölünmedir. Bu bölünme şekline göre Irak’ta zayıf bir merkezi hükümet oluşturulacak ve bu hükümet kendi-sine bağlı olan bölgeler içerisinde en zayıf halka konumunda olacaktır. Bugün de olduğu gibi bu otorite, etrafındaki-leri toplayabilme gücü-ne sahip olamayacaktır. Aslında amaç hep aynı-

dır; bölgeleri yutulması daha kolay lokmalar haline getirmek yani gücünü olabildiğince kırabilmek ve kendi kontrolünde daha kolay tutabilmektir. Amerika’nın bu güçlü bölge-lerden ayrı ayrı devletçikler oluşturmayıp onları zayıf bir halkaya bağlamasının sebebi ise iki şekilde değerlendirilebilir:

Bunlardan birincisi; bu bölgelerin bağım-sız birer devlet haline gelmesi durumunda, özellikle İngiliz nüfuzunun hâlâ etkisini sürdürdüğü bölgelerin elde tutulması konu-sunda Amerika açısından ciddi sorunların oluşmaması, ikincisi de; Amerika’nın Irak’a

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak... (4)

Page 50: KöklüDeğişim 74.Sayı

48Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

müdahale kastına ters düşen bir durumun ortaya çıkmaması yani bölücülüğünün ve bozgunculuğunun ifşa olmaması içindir.

İşte ABD’nin 20 Nisan 2003 tarihinden itibaren Irak’ta oluşturmaya çalıştıklarının kanlı özeti kısaca bu şekildedir. Bu zamana kadar yapmış oldukları; milyonlarca insanın başına bombalar yağdırması, savaşın baş-ladığı tarihten bu yana yaklaşık 1,5 milyon Müslüman’ı katledip milyonlarcasını sakat bırakması, inşa ettiği cezaevlerinde tutukla-dığı Müslümanları akıl almaz muamelelere maruz bırakması, pislik Amerikan askerleri tarafından birçok Müslüman kadının ırzına geçilmesi, ocakların yerle bir edilip malların yağ-malanması, kadın, çocuk ve yaşlı demeden insan-ların açlık ve sefalete terk edilmesi… Peki ya kukla sivil otoriteler devreye girdikten sonra yakılan fitne ateşleriyle Müslü-manların birbirlerine dü-şürülmeleri, bu yüzden de hemen her gün bir yer-lerde patlayan bombalarla binlerce Müslüman’ın ha-yatını kaybetmesi, şu an ekonomik açıdan yaşanan sıkıntılar, tavan yapan işsizler ordusu ve daha nice felaket-lerin Irak’lı Müslümanların başından eksik olmamasının sebebi yalnızca ve yalnızca yu-karıdaki iki paragrafta bahsedilen Amerikan projesinin gerçekleşebilmesi içindir.

Bu nedenle de askerlerini de büyük oran-da çekeceğini daha önceden ilan etmiş oldu-ğu 2010 yılı, Amerika açısından Irak’ta yeni projelerin devreye gireceği bir yıl olarak plan-lanmıştır. Nitekim de öyle olmuştur ve Ağus-tos sonu itibariyle ABD askerleri Irak’tan çe-kilmeye başlamıştır. Ancak bu çekilmelere

rağmen hâlâ 50.000 Amerikan askeri Irak’ta kalmaya devam edecektir. Obama’nın açık-lamalarına göre bu askeri kuvvet; Irak Bir-liklerine, eğitime ve terörle mücadeleye des-tek vermek ve Amerika’nın sivil ve askeri değerlerini korumaya devam etmek üzere Irak’ta kalmaya devam edecektir. Ama asıl ilginç olanı Obama’nın o konuşmasında ge-çen “Ancak Irak’a karşı sorumluluğumuz devam etmektedir… Şirketlerimiz uzun vadede Irak’la birliktedir” ifadeleridir. Bu ifadelerden anla-şılacağı üzere bundan sonra Irak’ın inşası ve Irak halkının refah düzeyinin yükseltilmesi için Amerikan şirketleri seferber olacaktır.

Bunun anlamı ise yedi yıl-dan bu yana Amerika’nın askeri alanda yaşamış ol-duğu başarısızlıkların ye-rini, bölgedeki ajanları va-sıtasıyla oluşturmuş oldu-ğu mevcut siyasi durumla birlikte yavaş yavaş eko-nomik alandaki girişim-ler alacaktır. Obama’nın konuşmasında geçen bu cümleler, Amerika’nın bölgeye gerçekten çörek-lenmeye başlayacağını ve O’nun tarafından fiili sö-

mürünün devreye gireceğini çok net bir bi-çimde ifade etmektedir.

Bugün gelinen noktanın siyasi açıdan baş-langıcını oluşturan 2005 seçimlerinin gayesi; Sömürgeci kâfir ABD’nin zalim Saddam re-jiminin toplum üzerindeki etkilerini silmek-ten ziyade, kendi yapmış olduğu pisliklerin üzerini demokratik ortam oluşturma safsa-talarıyla hem Irak halkı ve hem de dünyada oluşan aleyhte kamuoyu nezdinde örtmek is-temesidir. Ayrıca bir diğer hedef de; demok-ratik hayata geçişi başlatmak suretiyle ortaya çıkacak yeni hayat tarzı ve bu hayat tarzının kaynağı olan kültürün yer etmeye başlama-

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak... (4)

Bugün gelinen noktanın siyasi açıdan başlangıcını oluşturan

2005 seçimlerinin gayesi; Sömürgeci kâfir ABD’nin zalim

Saddam rejiminin toplum üzerindeki etkilerini silmekten ziyade, kendi yapmış olduğu pisliklerin üzerini demokratik ortam oluşturma safsatalarıyla

hem Irak halkı ve hem de dünyada oluşan aleyhte kamuoyu

nezdinde örtmek istemesidir.

Page 51: KöklüDeğişim 74.Sayı

49 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

sıyla toplumda var olan İslami hassasiyetle-ri ve İslami hayatı başlatma gayretlerini de tamamen devre dışı bırakabilmektir. Aynı yıl içerisinde oluşturulan yeni demokratik anayasa ve bu anayasanın devreye girmesi için yapılan referandumla, 2005 yılı sonunda yapılan demokratik parlamento seçimleri bu gayenin en etkili adımını oluşturmaktadır. Böylece 2010 seçimlerine kadar olan 4,5 yıl-lık süre zarfında; İşgalci, bir taraftan kendi-sine ve oluşturacağı kukla otoriteye yönelik direnişleri kırıp yok etmeye çalışacak, diğer taraftan da serpeceği nifak tohumları vasıta-sıyla Müslümanlara hedeflerini şaşırttırarak birbirlerine düşürecektir. Bu hamleleri ger-çekleştirmek suretiyle de, oluşturmayı plan-ladığı bizim “Yumuşak Bölünme” diye tabir ettiğimiz bölünmüş bir Irak modelinin zemi-nini oluşturacaktır.

Sahip olduğumuz bu bilgiler ve ortay çı-kan siyasi tahliller neticesinde Irak’taki 7 Mart 2010 seçimlerini değerlendirmek bizle-re en doğru sonucu verecektir. Öncelikle bu seçimler neticesinde parlamentoda oluşan tabloya bir göz atmak, Irak’ı planlandığı şe-kilde bölmeye götürmek için oluşturulmuş üç farklı kutbu ortaya koyacaktır. Bu seçim sonuçlarına göre parlamentoda elde edilen sandalye sayıları:

- Iyad Allavi (Irakiyye) 91 Sandalye- Nuri el Maliki (Kanun Devleti Koalis-

yonu) 89 Sandalye- Kürdistan Koalisyonu 43 Sandalye- Goran (Değişim) Partisi 8 Sandalye- Irak Uzlaşısı (Tavafuk) 6 Sandalye- Irak’ın Birliği İttifakı 4 Sandalye- Kürdistan İslam Birliği 4 Sandalye- Kürdistan İslami Cemaati 2 SandalyeYukarıda görünen seçim sonuçlarına göre

ittifakların parlamentoda elde ettikleri san-dalye sayısına bakıldığında ortada üç tane güçlü oluşumun varlığı dikkati çekmektedir.

Bunlar; Iyad Allavi liderliğindeki Sünni İtti-fak, Nuri el Maliki liderliğindeki Şii İttifak ve Mesut Barzani’nin önderliğindeki Kürdistan Koalisyonudur. Ortaya çıkan bu tablo, 7 Mart 2010 tarihinde yapılan seçimlerin neticesin-de bugün hala Irak’ta bir hükümetin kurul-mamasını sağlayan tablodur. Irak’ta şu an itibariyle çözülemeyen bu denklemin etkin elemanları Maliki ve Allavi taraflarıdır. Ku-zey Irak Kürt Yönetimi ise önemli bir ittifak olmakla birlikte O’nun yapısı ve varlığı çok daha eskilere dayanmakta olup parlamento-da kazanmış olduğu sandalye sayısı doğrul-tusunda iki tarafın da kendisiyle görüştüğü desteği alınmaya çalışılan gurup konumun-dadır.

Bugüne kadar kurulamayan hükümet hakkında kamuoyunda binlerce haber ve yoruma yer verilmiştir. Özellikle Başbakan Nuri el Maliki’nin hükümet kurmaya yöne-lik girişimleri başta ABD olmak üzere bütün dünya tarafından çok yakından takip edilmiş ve bu gelişmeler “cesaret verici” olarak değer-lendirilmiştir. Bu gelişmeler doğrultusunda Maliki’nin Suriye ve Türkiye ziyaretleri ile bu meselenin masaya yatırdığı hususu gün-deme gelirken, daha öncesinde 2008 yılında yaşananlar sebebiyle en büyük rakibi olarak nitelendirilen Şii Lider Mukteda es Sadr ile görüşerek destek araması yine bu meseley-le ilgili ilginç gelişmelerdir. Bu krizin çözü-müne yönelik Türkiye Dışişleri Bakanı Ah-met Davudoğlu’nun da iştirak ettiği ve Iyad Allavi’nin sonradan katılıp hem Sadr ve hem de Davudoğlu ile görüştüğü ve Lübnan Baş-bakanı Hariri’nin de hazır bulunduğu bir mini “Şam Zirvesi” gerçekleşmiştir. Bu gö-rüşmelerden önce Sadr Allavi’ye destek ver-meyeceğini açıklamıştır. Aynı zamanda hem Malik’nin ve hem de Allavi’nin Kuzey Irak Kürt Federasyonu ile devam eden temasları bu sürecin göze çarpan diğer gelişmeleridir. Görüldüğü gibi bu meseleyle ilgili birçok de-

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak... (4)

Page 52: KöklüDeğişim 74.Sayı

50Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

ğişik çözüm hamlesi yapılmıştır ancak 2010 seçimlerinden hedeflenen gayeyi ve bugün gelinen noktayı analiz edebilmek için bu gö-rüşmeleri tek-tek ele almak da çok anlamlı değildir.

Sonuçta 2005 seçimleri nasıl demokratik hayata ayrılan ilk adım niteliği taşımış ise, 2010 seçimleri de Irak’ta oluşturulacak güç dengelerinin barizleştirilmesi ve zayıf bir devlet otoritesi altında yumuşak bölünme-nin gerçekleşeceği altyapıyı oluşturmaktır. Bu yüzden 2005 yılı seçimlerinde oluşturu-lan ittifaklarla 2010 yılı seçimlerinde oluştu-rula ittifaklar arasında çok büyük farklar var-dır. Irak’ta çok daha ağır şartlar söz konusu olduğu halde hükümetler kurulabilmişken, katılımın en yüksek olduğu bu seçimler son-rası hükümet kurulamamış ve bu suretle de ittifakların oluşturduğu yapılar arasında bu mücadeleden ve geçen zamandan dolayı daha belirgin çizgiler oluşmuştur. Bu keskin çizgiler ise her bir ittifakı kendi içinde bir güç haline getirirken, diğerinin kurmuş olduğu

hükümete de itibar etme olasılığını düşür-mektedir. Böyle bir ortamda koalisyonlar-dan meydana gelen hükümetler ise çekişme-lerden başka bir şey içermeyecektir. Bu ise otoritesi zayıf bir hükümet ve bu otoriteye bağlı gözüken ancak her biri kendi içerisin-de ayrı bir otorite olan yapılar demektir. İşte bu Irak’ın nihai şekli hakkındaki Amerikan planıdır. Bu yapı O’nun kolayca kontrol al-tında tutabileceği ve olası bir kaybetme riski karşısında devlet içerisindeki güçleri birbiri-ne düşürerek sonra da çözüm için devreye girebileceği yapıdır.

2010 yılı seçimleriyle birlikte bu planla ilgili olarak ittifakların çizgileri belirginleş-tirilmiş ve hükümet sürecinin uzatılmasıyla yapıları sağlamlaştırılarak kurulacak hükü-metin güçlü olma olasılığı da ortadan kaldı-rılmıştır.

Devam Edecek…

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak... (4)

Page 53: KöklüDeğişim 74.Sayı

51 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

Yıllardır süren terör faaliyetleri Türkiye’deki Müslüman halkın canı-nı ve malını kaybetmesine yol açmış-

tır. Birileri canından ve malından olurken diğer yandan birileri de, terörü bir sektör haline getirip hem mal-mülk sahibi hem de itibar sahibi olmuşlardır. Bugüne kadar kişi-sel menfaatler için kurulan çeteler, devletin maddi ve manevi desteği ile yaptıkları terör olaylarını devam ettirebilmişlerdir. Bu ne-denle terör, yıllardır süren ticari bir menfaat kaynağı olarak görülmüştür.

Bu sektörde çalışan birinci dereceli fa-illere, eylemleri vatan-millet adına yapılı-yormuş gibi gösterilerek böylesi bir anlayış verilip azimleri arttırılmaya çalışılmıştır. Bu sayede sektörün taşeronları hem toplumu yönetmeye devam etmiş hem de servetleri-ne servet katmışlardır. Fakat bu sektörün en büyük menfaatini ise bu işin asıl failleri elde etmişlerdir ki bunlar, sömürgeci, kapitalist Batılı devletlerdir.

Şimdilerde ise terör sektörü bitirilmek istenmektedir. Bu cümleye binaen şu soru sorulabilir: “Böyle bir sektörü bahsettiğimiz devletler neden bitirmek ister?” Daha düne ka-dar etnik, mezhepsel veya siyasi görüş fark-lılıkları üzerinden terör olayları ile menfaat sağlayanlar, bugün ise “demokratik açılım” adı altında daha büyük menfaatler elde etmeye çalışmaktadırlar. İşte girilen bu yeni sürecin oluşumunu sağlayacak, devamını getirecek ve bu süreci koruyacak yeni figüranların ortaya çık(arıl)ması bahsettiğimiz devletler açısından zaruri hale gelmiştir. İnsanları bir-birine düşman etmek için bomba attıranlar, cami-köy yaktıranlar… özetle kaos ve terör ortamının varlığını ve devamını sağlayanla-rın kullanım süreleri dolmuştur. Ya saf de-ğiştirip bu yeni süreçte oluşan menfaatlerde birleşecekler ya da emekli olacak veya ettiri-leceklerdir.

Bunların içerisinde çete liderlerinden si-yasi partilere, askerlerden medya mensupla-rına ve öğretim görevlilerinden işadamlarına

Hüseyin SİVREN

Page 54: KöklüDeğişim 74.Sayı

52Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

kadar uzanan geniş bir kitle bulunmaktadır. Değişen ve değişecek olan parti programla-rı nedeniyle değişen ve değişecek olan parti başkanları da bu çerçevede değerlendirilme-lidir. Sansasyonel tutuklamaların arkasında-ki hakikatin de bu olduğu kanaatindeyim. Esasen bu yeni süreci en iyi özetleyen cümle şu olsa gerek: “Bîtaraf olan bertaraf olur.”

Girilen bu süreçle birlikte gelişen olaylara bakarak şöyle bir tez öne sürülebilir: “Bütün bunlar yaşanırken toplumunda bir takım men-faatleri var.” Bu doğrudur fakat yeni süreci başlatanlar büyük bir mugalâta yaparak bu şekilde düşünülmesini istemektedir. Bunu şöyle bir cümle ile özetlersek daha net anla-şılacaktır: “Türkiye gibi nizamını Batılı devlet-lerden ithal eden devletler ancak Batılı devletlerin menfaatini gö-zetebilirler”.

Terör ve savaşlarla men-faatleri ve devamını sağla-yan bu devletlerin yeni men-faatleri terörsüz, savaşsız bir ortam olmasını gerektiriyor-sa, Türkiye’de olduğu gibi terör sonlandırılmak istenir. Tıpkı Irak’ta olduğu gibi milyonlarca Müslüman’ı canlarından, mal-larından, yurtlarından eden savaşla başlayan süreç kısmen sonlandırılıp, savaşı başlatan devlet(ler) kendi menfaatini gözetecek olan nizamı kurmak için savaşı sonlandırırlar. Bu aşamayı uygulayacak olan partileri icat edip, bunları da destekleyecek olan asker, polis, medya, işadamı, v.b. gibi unsurları da oluş-turup ondan sonra savaşı tamamen sonlan-dıracaklardır.

Bunun gibi, Batılı devletlerin menfaat-leri planlı ve programlı devam ederken (et-tirilirken), planların uygulanacağı Türkiye gibi devletler bu planlara göre yeni şekiller almaktadır. Sonra da ülkenin sözde elitleri,

süslü laflarla halka yeni süreçte daha çok menfaatinin olduğunu anlatmaya başlar. Hatta “bunun kaçırılmaması gereken bir fırsat olduğu” gibi cümlelerle söze başlarlar. Ar-dından da birileri çıkıp bu fırsat dedikleriniz Batılı ülkelerin planlarıdır, bu planlar onla-rın menfaatleri içindir dediğinde, savunma olarak kullanılan “Batılı ülkelerin menfaatleri ile Türkiye’nin menfaatleri paralel olabilir. Fakat bu bizim de planımızdır.” lafı (cümle dikkatle okunduğunda) aslında anlatmak istedikleri-mizin özetidir.

Fakat toplumu kandırmaya yönelik mugalâta, güçlü bir şekilde medya ve siya-si partiler tarafından öylesine pompalanır ki, doğru sözler neredeyse duyulamayacak

kadar sessiz kalır. Bu mana-da Türkiye’de terörün son-landırılmak istenmesinin de birçok sebebi vardır. İşte bu sebeplerden biri de İslâmî Beldelerden elde edilen pet-rol ve doğalgazın, Batılı ül-kelerin menfaatlerine sunul-ması için enerji koridorunun güvenliğinin sağlanmasıdır. Türkiye’yi bir devlet değil,

bir köprü olarak gören sömürgeci kâfir Batılı devletler, boru hatlarının geçtiği topraklar-da terör olaylarını en aza indirgemek, hatta bitirmek zorundadırlar. Çünkü kendileri ta-rafından oluşturulan yeni dünya düzeninde yeni senaryolar ve yeni roller oluşturulmuş-tur. Köprünün başında duranlar, toplumsal huzurlarının sağlanması adına geçen serve-te ses çıkarmayacak ve bu köprüde bekçilik yapmaya devam edeceklerdir. Yaptıkları bekçilik ise belki de onlara görevlerini yerine getirmenin huzurunu verecektir. Bu köprü-nün altında yaşamaktan başka çare bırakıl-mayan halkın ise “en azından analarımız ağ-lamasın, evlatlarımız ölmesin” demeleri kadar haklı bir gerekçesi olmayacaktır.

Sömürgecinin Değişen Stratejisi Köklü Değişim’i Engelleyemez!

Terör ve savaşlarla menfaatleri ve devamını sağlayan bu devletlerin

yeni menfaatleri terörsüz, savaşsız bir ortam olmasını gerektiriyorsa, Türkiye’de

olduğu gibi terör sonlandırılmak istenir.

Page 55: KöklüDeğişim 74.Sayı

53 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

Peki, köprünün bilet kesenleri şimdiler-de “analar ağlamasın” derken, yarın yeni bir süreç işlemeye başladığında “biz artık bölge-sel bir gücüz, güçlü bir ordumuz ve ekonomimiz var. Bundan dolayı bölgemizde olup-bitenlere, sa-vaşanlara kayıtsız kalamayız, NATO ve BM’nin savaş bölgelerine muharip asker göndermeliyiz” gibi içi boş sözlerle bu toplumdaki anaları ağlatmaya devam ederlerse hiç şaşırmayın. Yine Batı’nın İslâm ile olan savaşını gözler-den uzaklaştırmak için Batılı askerlerin ye-rine Müslüman askerlerinin gönderilmesi, Müslüman’ın Müslüman’a kırdırılması da kimseyi şaşırtmasın. Afganistan, Pakistan, Irak gibi ülkelere Batılı devletlerin menfaat-leri için muharib asker gönderilmek istenirse “bunu kimseye kabul ettiremezler” denebilir. Bu

toplum bugüne kadar neyi sinesine çekme-di ki, bunu da kabullenmesin. Emin olun bu günlerde yaptıklarından daha süslü yalan-larla bunu da kabul ettireceklerdir.

Sonuç olarak, Türkiye halkının düşünce-lerine taban tabana zıt olan ve Batı’dan ithal edilen demokrasi bu toplumun menfaatleri-ni değil, sahiplerinin (Batı’nın) menfaatlerini koruyup gözetecektir. Yapılan planların, de-ğiştirilen süreçlerin esasî sebebi de işte bu-dur.

Kim bilir yapılan bu planları, değiştirilen süreçleri alt-üst edecek köklü bir değişim belki de çok yakındır. Ne dersiniz?!

Sömürgecinin Değişen Stratejisi Köklü Değişim’i Engelleyemez!

Page 56: KöklüDeğişim 74.Sayı

54Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

bu paralarda hızlı bir şekilde çöküntü oluş-makta, değerleri düşmekte, bu paralara sa-hip olanlar bunların değerinden büyük bir bölümünü kaybetmekte ve enflasyon denilen şey meydana gelmektedir. Nitekim şu anda-ki tüm ülkelerin ellerinde bulunan yerel para birimlerinin döviz karşısındaki değerinde bir düşüş meydana geldiği gibi aynı şekilde bir-çok döviz de büyük oranda değer kaybetmiş-tir. Dolayısıyla İslam Beldelerindeki mevcut devletlerde bulunan insanlar bu durumdan ve bu sorundan dolayı bir hayli sıkıntı çek-mektedirler. Mesela, Suriye’de, geçen yüz-yılın seksenlerinde yaklaşık 4 Suriye lirası 1 dolar ederken liranın çöküşünden sonra şu anda 50 Suriye lirası yaklaşık 1 dolar eder olmuştur. Bu ise büyük miktarda lira ba-sılması ve piyasalara sürülmesinden sonra meydana gelmiştir. Aynı şekilde yaklaşık 4 Lübnan lirası 1 dolar ederken şu anda 1500 Lübnan lirası yaklaşık 1 dolar eder olmuş-tur. Yine 88 yıl önce 1 Ürdün dinarı 3 dolar

İkinci Raşidî Hilafet Devleti kurulduğun-da karşı karşıya kalacağı sorunlardan biri, mevcut paraların İslamî madenî

para sistemi olan “altın ve gümüş”e dönüş-türülmesidir. Bu sorun, en görünür olarak devletin ilk kurulduğu günlerde özellikle de devletin ilan edileceği bölge veya bölgelerde ortaya çıkacaktır. Bu sorunun çözülmesi ve soruna hâkim olunması için önce sorunun vakıasının anlaşılması, onun teşhis edilmesi ve içerisinde bu gibi bir durumun ortaya çık-tığı yöntemlerin mülahaza edilmesi ve sonra da bu soruna ilişkin kesin çözümün tanım-lanması kaçınılmazdır.

İster yabancı ister yerel olsun mevcut pa-raların tamamı yasayla korunmakta olup onun değeri bu korumadan kaynaklanmak-tadır. Dolayısıyla bu paralar altın ve gümü-şe konvertibl değildir (yani altın ve gümüş karşılığı yoktur). Bunun içindir ki para piya-salarında herhangi bir siyasî veya ekonomik sarsıntının meydana gelmesi durumunda

Yasin YAVUZ

Page 57: KöklüDeğişim 74.Sayı

55 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

ederken şu anda 1 Ürdün dinarı yaklaşık 1,5 dolar eder olmuştur. Bu durumun aynısı Irak’ın Kuveyt’e girdiği sırada Kuveyt para-sında da meydana gelmiştir. Hatta Kuveyt’e girildiği ilk günlerde Kuveyt dinarı taşıyan bazı insanlar yaklaşık 25 dinarı 1 dolara de-ğiştirmişlerdir. Sudan, Türkiye, Endonezya ve benzeri ülkelerin parası gibi İslam Dünya-sındaki ülkelerde tedavülde olan paralar da bu çöküntüden kurtulmuş değildir.

Bütün bu olanlara rağmen mevcut bu nizamlar ve devletlerin başındakiler hiç de-ğişmemiştirler. Bu durum İslamî olmayan dünya devletlerinde özellikle de Sovyetler Birliği’nin çökmesinden ve Komünizmin yok olmasından sonra Sosyalist sistemin var olduğu devletlerde de meydana gelmiştir. Lübnan lirası veya Irak dinarının başına ge-lenin aynısı hemen hemen Rus rublesinin de başına gelmiştir. Zira o zaman enflasyon ina-nılmayacak bir boyuta ulaşmıştır ve sayıla-mayacak kadar çok örnek olmasından dolayı başka örnekler vermeye bile gerek yoktur.

Bundan dolayıdır ki bu sorun, yeni bir sorun veya kurulduğu anda Raşidî Hilafet Devleti’ne has olan bir sorun değildir. Zira yukarıdaki tüm örneklerde görüldüğü üzere neticede paranın değerinin düşmesinin do-ğurduğu sonuçlara katlananlar bizzat insan-lar olmuştur. O halde bu paraların değerinin düşmesinin doğurduğu sonuçların sorum-luluğunu bu paraların varlığı ile hiçbir ilgisi olmayan Hilafet Devleti’ne mi yükleyeceğiz? Bu soruya cevap vermek için zararın devletin ilan edildiği bölge veya bölgelerdeki insan-larda ya da bankalarda toplanmış olan yerel para birimlerinde olacağını dikkate almakla birlikte insanların zarara uğramasına sebep olan en önemli durumların gözden geçiril-mesi kaçınılmazdır.

Aynî para, altın, gümüş, döviz, bölgeler ve diğer devletlerin yerel paralarına gelince; Hilafet

Devleti bunların değerini koruyacaktır.

İnsanların Zarara Uğramasına Sebep Olan En Önemli Durumlar Şunlardır:

Tüccarlarda ortaya çıkacak birinci durum: - İşyerinde on bin dinar eşdeğerinde emtia ve eş-yası ile bin dinar nakit parası bulunan bir tücca-rın hiçbir zararı olmayacakken kârı ise çok yüksek olacaktır.

Arazi, gayrimenkul ve aynî mal sahiplerinde - ortaya çıkacak ikinci durum: Elli bin dolar değe-rinde bir ev veya araba ile on bin dolar eşdeğerin-de yerel paraya sahip olan kimsenin sahip olduğu aynî malı onun nakitteki zararını telafi edecektir.

Memurlarda ortaya çıkacak üçüncü durum: - Bunların geneli aylık veya haftalık harcamaları-na yeterli paranın dışında nakde sahip olmayan kimselerdir.

İşsiz ordularda ortaya çıkacak dördüncü du-- rum: Bunların ellerinde değerini kaybedecekleri her hangi bir nakit bulunmamaktadır.

Büyük oranda nakit parası bulunan şahısla-- rın olduğu beşinci durum: Bunların paralarının geneli yerel para birimi ve bazıları da döviz ola-rak yerel ve yabancı bankalarda bulunmakta olup yerel paralardan oluşan zararlarını telafi edecek altın, gümüş, mücevherat ve aynî mala sahip-tirler. Yerel para biriminin düşmesinin etkisi iç ticaretten daha çok dış ticarette daha belirgin bir şekilde olacaktır. (Yani ithal mallarının fiyatları içerideki malların fiyatlarından kat be kat fazla olacaktır.) Bu nedenledir ki bu sorun; yeni bir sorun ve kurulduğu anda Hilafet Devleti’ne has bir sorun olmayıp kesinlikle tabii ve eski bir so-rundur ve günümüzün kalıcı olaylarındandır. Dolayısıyla Hilafet Devleti’nin paraya ilişkin bu değişimin doğurduğu sonuçları yüklenmesi caiz değildir. Çünkü bu paraların varlığı ile onun il-gisi yoktur.

Sorunun vakıasının açıklanması, onun teşhis edilmesi ve onda meydana gelen bazı örneklerin etüt edilmesinin ardından

Mevcut Paraları Altın ve Gümüşe Dönüştürmenin Metodu

Page 58: KöklüDeğişim 74.Sayı

56Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Hilafet’in ilan edileceği bölge veya bölgeler-deki yerel para biriminin değiştirilmesinde aşağıdaki hususlar takip edilecektir:

İnsanlarda bulunan yerel paralar toplana-1- rak kaydedilip belgelenecek ve herkese teslim ettik-leri miktarı gösteren bir belge verilecektir. Ancak bu miktar on bin doları veya onun eşdeğerindeki miktarı geçmeyecektir. Şayet bu meblağ on bin doları geçerse genel olarak bireyler veya şirketler ellerinde büyük miktarda paralar bulundurmaya-cağından dolayı sahteciliği önlemek için bu para-ların seri numaraları ve kaynağı araştırılacaktır.

Merkez ve ticarî bankalardaki yerel pa-2- ralardan oluşan nakit paralar toplanarak bütün bankalardaki gerçek kişi-ler, kurumsal borçlular, alacaklılar ve hissedarlar adına belgelenip muha-faza edilir. Çünkü ban-kadaki paraların geneli hisse olarak kamu ve özel mülkiyet alanında çalı-şan şirketlere yatırılma-sının yanı sıra şirketlere ve bireylere kredi olarak verilmektedir.

Anonim şirketleri gibi olan ticarî bankalara anonim şirketleri muamele-si yapılacak olup kamu mülkiyeti alanı dâhilinde çalışan anonim şirketleri ise kaldırılacaktır. Pet-rol, doğalgaz, demir, fosfat, potas ve benzerlerini çıkarma alanında çalışan şirketler gibi şirketlerin, mal varlıklarının ve fonlarının denetimi ise dev-let tarafından yapılacaktır. Ferdî mülkiyet alanı dâhilinde çalışan anonim şirketlere gelince; bunla-rın İslamî şirketlere dönüştürülmesi için çalışma başlatılacak ve İslamî şirketlere dönüştürülmesi imkânsızlaşırsa bu şirketler tasfiye edilecektir. Bu şirketler, tasfiye edilecek ve hakları mümkün olduğunca sahiplerine geri verilecek olan ticarî bankalar gibidir. Devlet, el verdiği oranda tas-fiye edilen şirketlerin sahiplerine haklarını geri

vermek amacıyla her türlü anonim şirketlerdeki hissedarların, mudilerin, alacaklıların, gerçek ve tüzel borçluların adlarını muhafaza edecektir. Ayrıca bankaların sabit mal varlıklarının satı-şı ilan edilecek, bunların değeri birleştirilecek ve bunlar, bankalar ile diğer devletlerin döviz ve ye-rel paralarının değiştirilmesiyle elde edilen altın ve gümüşe eklenecektir. Mudilerin ve hissedarla-rın bankalardaki paraları, bu bankalarda bulunan paraların, satılan sabit mal varlıklarının, tazmin edilen kredilerin, toplanan döviz ve benzeri ya-bancı paraların ve bu bankalarda toplanan altın ve gümüşün oranıyla hesaplanacaktır.

Diğer devletlere ait döviz ve yerel paralar 3- meşru bir yolla komşu ülkelere gönderilerek kar-

şılığında altın, gümüş ya da Müslümanların ve Hilafet Devleti’nin ihtiyaç duyduğu malze-meler alınacaktır.

İçeride insan-4- ların ellerinde bulunan yerel paraların teslim edilmesi için iki hafta müddet tanınacak ve dışarıda bulunan yerel paralar bundan istisna tutulacaktır.

Devletin ilanı öncesindeki bölgenin genel 5- bütçesine ait paralar, asker ile memurların maaş-ları, cihat, eğitim, tıbbî tedavi ve benzerleri için şer’î doğrultuda harcanması amacıyla muhafaza edilecektir.

İçeride toplanan altın ve gümüş, toplanan 6- yerel para arasındaki oranla işlem görecek olup belge sahiplerine bu oran miktarı dağıtılacaktır. Bu ise gözetim ve tazminat babından olup devle-tin yapması gereken zorunluluk babından değil-dir.

İnsanlar arasındaki borçlar, paranın ken-7- disiyle değiştirildiği aynı oranda altın ve gümüş göre hesaplanacaktır.

Mevcut Paraları Altın ve Gümüşe Dönüştürmenin Metodu

Page 59: KöklüDeğişim 74.Sayı

57 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

Hilafet Devleti’nde muamele edilecek olan şer’î para birimi, saf altından oluşan 4.25 gr. dinar ile saf gümüşten oluşan 2. 975 gr. dirhem esası üzerine olacaktır.

Bunlar, Hilafet Devleti kurulduğu esnada dev-let dâhilinde bulunan insanlar açısındandı. Yakın bir vakitte Hilafet Devleti’ne katılabilme ihtimali olan bölgelerdeki Müslümanlar açısından olana gelince; aşağıdaki hususlar takip edilecektir:

Bu bölgelerde bulunan insanlara ellerinde 1- bulunan paraları altın ve gümüşe çevirmelerinin zarureti anlatılacaktır.

Bankalardaki paralarını çekmeleriyle bir-2- likte hesaplarını tasfiye etmeleri anlatılacaktır.

Anonim şirketlerinde sahip oldukları his-3- selerinden hızlı bir şekilde kur-tulmalarının zarureti anlatıla-caktır.

Tüm bunlar ise Hilafet Devleti’ndeki medya organ-ları yoluyla, art arda yayın-ların çıkarılmasıyla ve geniş fısıltı kampanyalarının ya-pılmasıyla olacaktır. Bu ça-lışmanın başka bir faydası daha olacaktır; o da bölge-deki mevcut nizamın yıkılması sürecini hız-landıracaktır. Hele ki bu neşriyatlar ve fısıltı kampanyaları, halkın temsilcileri olmaları vasfıyla halk meclisi üyelerinden veya toplum temsilcilerinden, bölgenin Hilafet Devleti’ne dâhil edilmesini ilan etmelerine dönük bir ta-lep ile vilayetteki hizbin şebabının bu bölge içerisinde liderliğini yapacağı katılım süreci-ne karşı koyma noktasında devlet başkanını, başbakanı, güvenlik birimlerini ve orduya yönelik bir uyarı içermişken.

Aynı şekilde görünür gelecekte katılma ihtimali olmayan bölgelerdeki mevcut ni-zamları panikletmek ve katılım sürecine

dâhil olmalarını hızlandırmak için aynı üs-lup kullanılacaktır.

Dünya çapındaki muameleyi altın ve gü-müş sistemine dönüştürmek için aşağıdaki hususlar takip edilecektir:

Devlet dâhilindeki (petrol, fosfat, demir ve 1- benzerleri) gibi tüm maddeler, dışarıya sadece altın ve gümüşe göre ya da devletin veya devlet içerisindeki insanların ihtiyacı olan maddelerle takas edilmesi üslubuyla ihraç edilecektir.

Devlet içerisinde bulunan yabancı parala-2- rın bitirilmesinin ardından dışarıdan ithal edilen her türlü malın bedeli sadece altın ve gümüş ola-rak ödenecektir.

Dış borçlarda altın ve gümüş esası üzerine 3- muamele edilecektir.

Diğer devletler, altın ve 4- gümüş sistemini benimsemeye davet edilecektir.

(İki haftalık) değişim sü-5- recinin sona ermesinden sonra devlet içerisindeki kâğıt para-ların alınması yasaklanacaktır. Çünkü insanların kâğıt paraya, özellikle de Hilafet Devleti’nin ilan edildiği ülkenin parasına

olan güvenleri otomatikman kaybolacak ve diğer hiçbir ülke dış ticarette onu kabul etmeyecektir. Bu da “kâğıt paraya göre muamelenin belirli bir süre daha devam etmesinde bir mânia yoktur” diyenlerin görüşünün hatalı bir görüş olduğunu göstermektedir.

İslam Ülkelerinde bulunan altın ve gümü-şe gelince; İslam Ülkelerinde bulunan altın ve gümüş miktarı, iç ve dış muamelele-ri karşılamak için yeterlidir. Mesela, Arap Emirlikleri’nde dünyadaki altın rezervinin üçte biri bulunmaktadır. Altın ve gümüşün devlet içerisinden devlet dışına kaçırılmasına ge-lince; kesinlikle bunun aksi bir durum ortaya

Mevcut Paraları Altın ve Gümüşe Dönüştürmenin Metodu

İslam Ülkelerinde bulunan altın ve gümüş miktarı,

iç ve dış muameleleri karşılamak için

yeterlidir. Mesela, Arap Emirlikleri’nde dünyadaki altın rezervinin üçte biri

bulunmaktadır.

Page 60: KöklüDeğişim 74.Sayı

58Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

çıkacaktır. Çünkü altın ve gümüşün devlet içerisindeki değeri devlet dışındaki değerin-den çok daha yüksek olacaktır. Yani bu da demektir ki, altının kaçırılması dışarıya de-ğil, içeriye olacaktır.

Son olarak şunu söylemek isteriz ki, ortaya koyduğumuz bu metot; tartışmaya, araştır-maya ve ele almaya açıktır. Kâğıt para siste-minin altın ve gümüş sistemine dönüştürül-mesinde takip edilecek metodun belirlenme-sinde tek yetki sahibi olacak olan Müslüman-ların yakın gelecekteki Raşid Halifesi’dir.

Başta Amerika olmak üzere Batı devletlerinin, mevcut para sisteminin madenî para sistemi olan (altın ve gümüş) sistemine dönüştürülmesini engellemek amacıyla De Gaulle’nin karşısında durdukları(*) gibi Hilafet Devleti’nin de karşısın-da durmaları ihtimaline gelince; bu gayet tabii bir husus olup sadece para mevzusu ile sı-nırlı değildir. Bilakis bu devletler, Hilafet Devleti’ni ortadan kaldırmak için tüm alan-larda onun karşısında duracaklardır. Ancak Hilafet Devleti, Allah’ın izniyle kapsamlı ambargo, Amerika, müttefikleri ve ona tabii olanlar tarafından Hilafet Devleti’ne karşı savaş ilan edilmesi, nükleer, kimyasal, bak-teriyel, balistik füzeler, kıtalararası balistik füzeler, konvansiyonel silahlar ve benzerleri gibi tüm kitle imha silahlarının kullanılma-sı da dâhil en kötü tüm olasılıklar ile başa çıkmak için hazırlıklı olacaktır. İşte tüm bu beklenen hususlar ile bunlara karşı alınacak önlemler Allah’ın izniyle hizbin liderliğinde mevcuttur.

_____(*)Altına dayalı para sisteminin 1944 yılında Amerika

Birleşik Devletleri’nin aldığı bir kararla değiştirilmesinin ardından dünya ekonomik sistemi ABD dolarına dayalı bir hale geldi. ABD ile ekonomik ilişki içinde olan çoğu ülkeler, ABD doları bloke ederek para basma yoluna gittiler. Böylece dünyada altına ayarlı para sistemi, ABD dolarına bağımlı hale geldi. Bu durum ABD’ye bağımlı bütün ülkelerin malî durumlarını bozdu. Dünyada rezerv para haline gelen doları basan ABD, petrole para vermeden petrol faturasını diğer ülkelere ödetir oldu.

1968 yılında Fransa’da De Gaulle, Almanya’da Ade-naur bir araya gelip, ABD’nin bu yanlış ve dünyanın malî yapısını bozan para sistemine karşı harekete geçtiler. Fransa ve Almanya hükümetleri, ABD’nin uygulamak istediği pa-rasal politikaların tutarsızlığını göstermek için dolar topla-yıp, karşılığında ABD’den altın talep edeceklerdi. ABD altın veremeyince de sistemin tutarsızlığı ortaya çıkacaktı.

Dünya altın rezervlerinin en çok olduğu Rusya’dan ABD’nin altın alamaması için De Gaulle derhal Rusya’ya gitti. De Gaulle daha havaalanında iken, ABD’li bir gazeteci; “Rusya’dan Komünizm mi ithal edeceksiniz?” sorusunu De Gaulle’e sordu. General De Gaulle; “Dünyayı bizim siste-mimiz ve Rusların sistemi mutlu edemedi. İnsanlık ancak başka bir sistemle mutlu olabilir.” dedi. Bu gelişmeler üzeri-ne CIA harekete geçerek, Avrupa Komünizmini ortaya attı. Fransa’da 68 Kuşağı sokağa düştü. De Gaulle istifa etmek zorunda kaldı. Böylece ABD, Fransa ve Almanya’nın dola-ra bağlı para politikasını engellemelerine imkân bırakmadı.” (www.sevkicobanoglu.com)

Mevcut Paraları Altın ve Gümüşe Dönüştürmenin Metodu

Page 61: KöklüDeğişim 74.Sayı

59 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

Günümüzde insanlık; maddi ve fikri olarak işgal edilmiştir. Fikri işgal sadece işgal altında olan, kolonileş-

tirilmiş topraklarda yaşayan halklarla sınırlı değildir. Dünya genelinde tüm halkların be-yinleri kapitalizmin işgali altındadır.

Kapitalizm, beyin işgaline çok büyük önem vermektedir. Çünkü beyinleri işgal edip içerisindeki fikirleri belirlemek, insanı istenilen noktaya getirmek ve kontrol etmek yani kolayca sömürebilmek demektir. Bu iş-gal ise detaylı kültür faaliyetleri ve medya or-ganları ile güçlendirilmektedir. Planlı, prog-ramlı, doğrudan hayat sahasına indirilen ve çok sinsi hamlelerle gerçekleştirilmektedir.

İslam akidesine iman etmiş beyinlerde bu zulümden paylarına düşeni almışlardır. Ve halen, dört bir yandan gelen fikri saldırılara maruz kalmaktadırlar.

İnsanın hayatına yön veren, hayatını şe-killendiren fikirlerin bütünü, insanın mef-humlarını oluşturmaktadır. Mefhumları boz-

mak, insanın davranışlarını bozmak demek-tir. Beyin işgali çerçevesinde, Müslümanların davranışlarına yön veren ve onları harekete iten fikirleri, yani İslami mefhumları saptı-rılmaya ve içi boşaltılmaya çalışılmaktadır. Böylelikle Müslümanların kendilerine hayat veren vahiyden uzaklaştırılıp, kapitalizmin boyunduruğu altına alınmaları kolaylaşa-caktır. Oysaki İslam ve Ümmet için esaret altına girmek tabiatlarına aykırıdır. Zira ha-kikatler asla kötülüğün karanlığına mağlup olmazlar.

Bazı İslami mefhumlar aslından uzaklaş-tırılmaya veyahut da manasından eksiltme yoluyla saptırılmaya çalışılmaktadır. Aynı zamanda birçok İslami mefhumun içi boşal-tılmaya çalışılmaktadır. Mesela; Kur’an-ı Ke-rim süslenip, en gözde köşelere asılmaktadır. Fakat içeriği unutturulmuştur. Hac sadece ruhani birliğin değil, siyasi birliğinde mey-dana gelmesi gereken bir yerdir. Camiler sadece kapılarına kilit vurulan ibadethaneler değil, ilim yuvalarıdır. Medreseler defilelerin

Esma SIDDIK

Page 62: KöklüDeğişim 74.Sayı

60Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

yapıldığı otantik yerler değil, âlimlerin yetiş-tiği, İslami ilimlerin kaynaklarıdırlar. Sadece kalp temizliği değil, davranışlarda da Şeri-ata uygunluk şarttır. Ezanlar minarelerden yükseldiğinde saygıyla sesleri kısmak değil, ezanın davetine icabet etmek gerekmektedir. Ebeveynler arkadaş değil, itaat ve razı edil-mesi gereken ailenin sütunlarıdır. İslam sis-teminin, demokrasi veya başka herhangi bir sistemle uzlaşan hiçbir yanı yoktur. Çünkü İslam sisteminin temeli vahye dayanır. Kul-ların akılları, heva ve heveslerine değil.

Fikri saldırıların ve neticesinde meydana gelen beyin işgallerinin önüne geçmenin tek yolu Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu sözlerinde yatmaktadır:

“Size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmazsınız: Allah’ın Kitabı ve Rasul’ün Sünneti.” (Muvatta)

Atasözünde de geçtiği gibi, Kapitalizm’in sunduğu, küçük büyük dini bilgileri, hatta tüm bilgileri ince eleyip sık dokumak gereklidir. Fikirlerimize, hadiste geçen ölçüyü koymalı, ancak oradan çıkacak fikirleri mefhum edin-meliyiz. Başka bir deyişle, pazarlanmaya ça-lışılan bilgilerin, Rasulullah SallAllahu Aley-hi ve Sellem’in gösterdiği ölçüye dayanarak, şer’î hüküm olup olmadığından emin olmalı, ardından varılan şer’î hükmü, tekrar Allahu Teâlâ’nın istediği ve gösterdiği şekilde haya-tımızda uygulamalıyız.

İslami mefhumların asıllarından uzaklaş-tırılmaları, insanoğlunun fıtratına uygun bir şekilde, kalkınmış bir varlık olarak yaşama imkânından uzaklaşması demektir. İnsanın özüne uygun tek yaşam biçimi, vahye dayalı bir yaşam biçimidir. Zira insanoğlu da yara-tılmıştır ve Rabb’e ait delillerdendir. Dolayı-sıyla ancak Rabb’in gösterdiği yoldan gittiği zaman fıtratına uygun yaşamış olur ve böy-lece dünya ve ahirette gerçek saadete ulaşır.

Aynı zamanda bir ümmetin kötü halden iyi hale geçebilmesi, doğrudan nefsindekilerini değiştirmesine, yani bozuk mefhumları atıp yerine doğru mefhumları oturtmasına bağ-lanmıştır. Allah Celle Celaluhu şöyle buyur-muştur:

إن الله ل يغير ما بقوم حتى يغيروا ما بأنفسهم

“Bir toplum bünyesinde olanları değiş-tirmedikçe Allah o toplumun halini değiş-tirmez.” (er-Ra’d 11)

Bu Ayet-i Kerime’nin pratiğini Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bizzat göstermiş-tir. Cahilce yaşayan Mekkelileri, “La İlahe İllallah” dedikleri takdirde, onlara “bütün insanların arkalarında yürüyecekleri”, “boyun eğecekleri”, liderler olmayı vaad ediyordu. Akabe’de Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e biat edilmesinin ardından Abbas b. Ubade, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i himayelerine almanın, “dünyaya meydan okumak” anlamına geldiğini söyle-mişti. Verilen vaadler ve söylenen cümleler gerçekleşti... 1400 yıllık Hilafet!

İşte bu nedenle Kapitalizm, Müslüman-ların beyinlerinin işgal edilmesine ayrı bir önem vermektedir. Tıpkı Kureyş gibi zulmü-ne karşı koyup, saltanatını sonlandıracak bir devletin kurulmasına götürecek yolların İs-lam ideolojisinde mevcut olduğunu bilmekte ve bu yolları kapatmak için azami derecede çaba göstermektedir. Bilmektedir ki, Müs-lümanlar bunu yapmaya muktedirlerdir. Ayet-i Kerime’de de belirtildiği gibi, Müslü-manlar yanlış mefhumlarını, doğru mefhum-larla değiştirdikleri takdirde, Allah mutlaka onlara yardım edecek ve batıl zayi olacaktır.

İşgal Altındaki Beyinlerimiz

Page 63: KöklüDeğişim 74.Sayı

61 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

YAHUDİ VARLIĞI “İSRAİL” ASKERİNDEN SKANDAL GÖBEK DANSI

“İsrail”li askerlerin, Filistinli tutukluları küçük düşürmeye yönelik eylemlerine bir yenisi daha eklendi. Son olarak YouTube’da paylaşılan bir videoda bir “İsrail” askeri, el-leri ve gözleri bağlı bir Filistinli kadının et-rafında Arap müziği eşliğinde dansöz gibi dans ederken görülüyor. Bu görüntüyü kay-da alan diğer “İsrail”li asker ise tezahürat ya-parak olaya eşlik ediyor.

Skandal videoyu “İsrail”in Kanal 10 tele-vizyonu yayınladı. “İsrail” Savunma Bakan-lığı ise bu görüntünün ortaya çıkmasının ar-dından konuyla ilgili soruşturma açtıklarını duyurdu.

“İsrail” askerleri geçtiğimiz aylarda da Filistinli tutuklulara davranışları dolayısıyla soruşturmalarla ve hatta cezalarla karşı kar-şıya kalmıştı.

Son olarak Ağustos ayında Eden Abergil isimli askerin, elleri ve gözleri bağlı Filistin-li askerlerin yanında çektirdiği fotoğrafları sosyal paylaşım sitesi Facebook sayfasında yayınlaması büyük tartışma yaratmıştı.

Hürriyet - 06.10.2010

KD: Yahudilerin, İslam Topraklarını kirleten necisten başka bir şey olmadığı her yaptığı ha-rekette kendini göstermektedir. Her ameli onun sonunu yaklaştırmakta, Müslümanların kinini arttırmakta ve vereceği hesabı daha da kabart-maktadır.

ABD, İNSANSIZ UÇAKLARIYLA PAKİSTAN’I VURMAYA DEVAM

EDİYOR

ABD’nin insansız uçakla Pakistan’ın Ku-zey Veziristan aşiret bölgesinde dün düzen-lediği 2 ayrı füze saldırısında 9 kişi öldü.

İsimleri gizli tutulmak koşuluyla açıkla-mada bulunan Pakistan istihbarat yetkilileri, ABD’nin Kuzey Veziristan aşiret bölgesinde-ki Mir Ali Kenti’ne bağlı Maçi Hel Köyü’ne düzenlediği ilk saldırıda, insansız uçaktan atılan füzenin bir araca isabet etmesi sonucu 3 kişinin öldüğünü belirtti. İstihbarat yet-kilileri, bu saldırıda ölenlerin kimliklerinin belirlenemediğini, ancak saldırının yapıldı-ğı köyün, Afganistan Talibanı ile Pakistanlı yerel militanları barındırdığının bilindiğini söyledi.

Başka kaynaklar, bu saldırıda ölenler ara-sında Pakistan Talibanının en çok aranan

Page 64: KöklüDeğişim 74.Sayı

62Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

liderlerinden Hafız Hüseyin’in de bulundu-ğunu ileri sürmüşlerdi.

ABD’nin düzenlediği ikinci saldırıda yine Mir Ali Kenti’ne bağlı Aziz Hel Köyü’nde bir evin isabet aldığını belirten istihbarat yetkili-leri, bu saldırıda militan olduğundan şüphe-lenilen 6 kişinin öldüğünü kaydetti.

ABD, son iki ayda Pakistan’ın kuzeybatı bölgesinde Taliban ve El Kaide hedeflerine yönelik saldırılarını artırdı. Pilotsuz uçaklar bu ay bölgede şimdiye kadar 17 saldırı dü-zenledi. Washington yönetimi, saldırılar ve saldırılarda kimlerin hedef alındığı konusun-da açıklama yapmıyor. Pakistanlı yetkililer ise ülke egemenliğinin ihlali olarak gördük-leri saldırılara karşı çıkıyor, ancak İslamabad yönetiminin saldırılar için CIA’ye yardım et-tiğini düşünüyor.

ABD insansız uçaklarınca Pakistan’ın aşi-retler bölgesinde yılbaşından beri düzenle-nen 50’ye yakın saldırıda 220’den fazla kişi öldüğü, 2008 yılından bu yana ise toplam 110 saldırıda 1000’den fazla kişinin öldüğü ifade ediliyor. ABD’nin Pakistan topraklarına dü-zenlediği saldırılar, kamuoyunda Amerika karşıtı tepkilere yol açıyor.

AA - 16.10.2010

KD: Kâfir Amerika, İslam’ın kıyamını gecik-tirebilmek için kendisine hedef seçtiği beldelerde-ki savaşını aralıksız devam ettirmektedir. ABD, kendisine terör tehdidi olarak sadece İslam’ı ve

Müslümanları görmekte ve kendi avenelerine de Müslümanlarla yaptığı savaşı teröristlerle yapmış olduğu bir savaşmış gibi göstermeleri-ni emretmektedir. ABD, yapmış olduğu savaşı, müttefiki ilan ettiği Türkiye ile meşrulaştırıyor, Türkiye ise Müslümanlara karşı savaşan ABD’ye bu desteği vermekten geri durmuyor…

ÖZBEKİSTAN’DAN BİR MEKTUP

es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuh,

Sizlere Özbekistan’daki mevcut otoritenin bizlere yapmış olduğu takibat, hapsetme ve çoğu zaman ölüm derecesine varan işkence gibi muamelelerin sadece bir kısmını gönde-riyorum. Hizb-ut Tahrir’li olmamızdan do-layı bize yapılan bu muamele sadece bizlerle sınırlı değildir. Bilakis İslam daveti için çalı-şan herkesi kapsamaktadır. Şu an itibarıyla Özbekistan hapishanelerinde hiçbir şiddet eyleminde bulunmamasına rağmen sadece Hizb-ut Tahrir’den dolayı yatanların sayısı yaklaşık 8.000’e ulaşmıştır.

Bu Özbekistan rejiminin zulmü, diğer mevsimlere göre yazın daha çok şiddetlen-mektedir. Nitekim bu yaz başında önceki sorumluların tutuklanmasının ardından be-lirlenen yeni yardımcıların hepsi tutuklan-dığı gibi aktif şebabımızın çoğu da tutuklan-mıştır. Bu tutuklamalar ise başkent Taşkent, Vadi Fergana, Andican ve Özbekistan’ın di-ğer vilayetlerinde meydana gelmiştir.

Haberiniz Olsun

Page 65: KöklüDeğişim 74.Sayı

63 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

Şebabımızın birçoğu sırf tutuklanmamak ve gittiği yerde çalışmak için ülke dışına çıkmaktadır. Ancak bu halde bile otoritenin adamları, ülke dışına çıkanları takip etmek-teler ve casusluk yapmaktalar. Bu günlerde, bu mübarek Ramazan ayında bile otoritenin adamları, ülke dışına çıkanları sormaktalar ve bulamadıkları zaman akrabalarını alarak evlatlarının nereye gittiklerini öğrenmek için onları merkezlerinde alıkoymaktalar ve ev-latları dönünceye kadar onları tutuklamakla tehdit etmektedirler. Hatta bazıları baygın düşünceye ve yaşlılar yorgunluktan yere yı-ğılıncaya kadar onlara acımasızca ve vahşice muamele etmekteler.

Hatta otorite, su, doğalgaz idaresinde ça-lışan memurları ve Mahalli Şura Meclisi’nin erkek ve kadın üyelerini cezaevinde yatan mahkûmların ailelerinin nafakalarını nere-den temin ettiklerini, nereden yiyip-içip gi-yindiklerini ve nasıl yaşadıklarını öğrenme-leri için ajanlık yapmakla görevlendirmekte-dir.

Mahkûmiyet süreleri biten mahkûmların “Hizb-ut Tahrir” ile çalışmayı terk etmesi ve hizbe karşı ajanlık yapmak üzere otorite ile birlikte çalışması için onlarla pazarlık yap-maktalar. Bunu reddeden şebaba da “Seninle hala işimiz bitmedi” diyerek ona ek olarak üç yıl hapis vermekteler. Bu ek süreyi geçirdi-ği halde serbest bırakılmayıp tekrar pazarlık yaptıkları şebab bile vardır.

İşte Özbekistan’daki mevcut otoritenin hali budur. Buna rağmen bizler, onun zulmü karşısında zinhar durmayacağız, bu otorite-yi değiştirmek için şer’î çalışmamıza devam edeceğiz, Allah’ın, beldemiz ve diğer İslam beldelerindeki kardeşlerimizin yardımı saye-sinde Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredeceğiz. Şüphesiz Allah, hâkimlerin hâkimidir!

www.islamdevleti.org - 04.09.2010

KD: İslam’a ve İslam’ın hâkimiyetine da-vet eden Müslümanlara yapılan bu zulümler, Allah’ın izni ile zaferin yakın olduğunu bizle-re hatırlatmakta. Ancak bize düşen ise kardeş-lerimize yapılan zulümlerin son bulması ve İslam’ın nurunun ve adaletinin hâkim olması için yapılan mücadeleleri daha da hızlandır-mak.

SİYONİSTLER CAMİ KUNDAKLADI KUR’AN-I KERİM’İ ATEŞE VERDİ

Siyonist “İsrail”lilerin Batı Şeria’da Müslü-manlara ait bir camiyi kundakladığı, içindeki Kur’an-ı Kerimleri ateşe verdiği belirtildi.

İşgalci “İsrail”liler Müslümanların kut-sallarına yönelik saldırgan tavırlarından geri durmuyorlar. Yahudiler yine Batı Şeria’da bir camiyi kundakladı ve duvarlarına İbrani-ce küfür yazdı.

Olay, Beytüllahim yakınlarındaki Beyt Feccar Köyü’nde meydana geldi. Köy halkı, camiye giren kundakçıların bazı Kur’anları ve cami halısını yaktıklarını söylediler. “İs-rail” polisi olayı soruşturduklarını açıkladı ancak kimden şüphelendiklerini belirtmedi.

Dün de Ürdün nehri batı yakasında bir Fi-listinli genç ırkçı “İsrail” rejimi askerlerinin açtığı ateş sonucu hayatını kaybetmişti.

Bir süre önce Arap Birliği bir bildiri yayın-layarak Siyonistlerin Kudüs’ü Yahudileştir-

Haberiniz Olsun

Page 66: KöklüDeğişim 74.Sayı

64Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

me ve Filistinlileri göçe zorlama çalışmaları hususunda uyardı.

Öte yandan bölgede temaslarını sürdüren Amerika’nın Ortadoğu özel temsilcisi Geor-ge Mitchell, Kahire’de yaptığı açıklamada hem “İsrail” hem de Filistinlilerin, kendisin-den doğrudan görüşme zemini oluşturmak için dolaylı müzakereleri devam ettirmesini istediklerini belirtti.

İlke Haber Ajansı - 04.10.2010

KD: Yahudiler bu küstahça ve korkusuz-ca tavırlarını Müslümanların gözleri önünde sergilemekten geri durmuyor. Hâlbuki Hilafet Devleti’nin var olduğu ve Müslümanların İslam ile izzetli olduğu dönemlerde başını kaldırıp yu-karıya bakamayacak derecede korkmaktaydılar…

HİZB-UT TAHRİR, KUR’AN’IN YIRTILMASINI DEĞERLENDİRDİ

Yahudilerin Kur’an-ı Kerim’i yırtmasını değerlendiren Hizb-ut Tahrir, bu durumun Yahudiler için şaşılacak bir durum olmadığı-nı açıkladı.

Dün bir grup yahudinin Kudüs Kenti’nde Kur’an-ı Kerim nüshalarını yakmasının aka-binde Filistin’de bulunan Hizb-ut-Tahrir, si-tesinde “Bu, Kuran-ı Kerim’in kendilerini ‘iman edenlere karşı en fazla düşmanlık edenler’ olarak tanımladığı bir topluluk için şaşılacak bir olay de-ğildir” ifadelerini kullandı.

Siteden yapılan açıklamada ayrıca, “Bu suç, öncekileri de sonrakileri de daima İslam’a ve Müslümanlara düşmanlık etmiş, Allah Rasulü’nü öldürmek için komplo kurarak yemeğinin içine zehir koymuş, Allah’ın fazlından Müslümanla-ra bahşettiği şeylerde çekememezlik göstermiş ve halen de Allah Rasulü’nün İsra ve Mirac’ı ger-çekleştirdiği toprakları işgal etmeye devam eden bir topluluk için hiç şaşırtıcı değil” ifadeleri yer aldı.

Kur’an-ı Kerim’in yırtılması olayı üzerine hâlâ devam eden müzakere turlarını kınayan Örgüt, iktidara karşı şiddetli bir hücum baş-lattı. Örgüt, Ümmeti, sırtına binmiş rejimle-rin kökünü kazımaya, İslam Hilafeti’ni tekrar kurmaya, Yahudilerin Kutsal Topraklardaki varlıklarını sona erdirmeye, mukaddesatı-na sahip çıkmaya ve şeytanın vesveselerini kâfirlerin kulaklarından silmeye davet etti.

İsra Haber - 16.09.2010

HİZB-UT TAHRİR’DEN MİLLETVEKİLLERİNE DAVET

Eylül ayı başında iftar yemeği ile günde-me gelen Danimarka Parlamentosu şimdi de Hizb-ut Tahrir tarafından gönderilen bir konferans daveti ile gündemde. Danimarka Parlamentosu’nda Milletvekillerine Hizb-ut Tahrir örgütü tarafından gönderilen bir kon-ferans davetiyesi sinirleri bozdu.

Hizb-ut Tahrir tarafından düzenlenen ve “Batıda İslam’ın Durumu” adlı konferansa Danimarkalı Milletvekilleri de davet edildi. Konferansta tartışılacak konular arasında “İslamî Mücadelede Kadının Rolü” ve “Batılı Yaşam Stilinin Müslüman Kadının Kurtuluşu Olduğu Düşüncesi İle Hesaplaşma” gibi alt baş-lıklar da bulunuyor.

Davetiyeyi alanlardan biri olan Sosyalist Halk Partisi Kadın-Erkek Eşitliği Sözcüsü Pernille Vigsö Bagge, davetiyeyi alınca şoke

Haberiniz Olsun

Page 67: KöklüDeğişim 74.Sayı

65 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

olduğunu ve çok kızdığını belirterek, dave-tiyeyi Batılı değerlere ve özgürlüklere yapıl-mış bir hakaret olarak yorumladığını söyle-di. Vigsö Bagge,”Boşuna bir çaba içerisindeler, ülkemizdeki kadınlar elde ettikleri sosyal hakları bırakmaya hiç niyetli değiller, Hizb-ut Tahrir’in cehennemin dibine kadar yolu var.” dedi.

Haber Gazetesi - 21.09.2010

KD: Kendi fikirlerinin doğru olduğuna körü körüne inan Batılılar, fikir özgürlüğüne inandık-larını iddia etseler de farklı görüşlere tahammül-leri yoktur. Hele ki bu görüşler İslam’ın, insan fıtratına en uygun olan dosdoğru fikirleri oldu-ğunda, kinleri ağızlarından taşar hâle gelmekte-dir, kalplerinde ise daha fazlasını barındırırlar…

MISIR’DA ÜNİVERSİTE KAPISINDA TÜRBANLI KIZLARA COPLU DAYAK!

Mısır’ın Zakazik Vilayetinde El-Ezher Üniversitesi İslamî Araştırmalar Fakültesi Bölümü’nün kapısında 10 Ekim’de çekildi-ği iddia edilen görüntülerde görevli yüzbaşı polis, aranmayı reddeden bir grup türbanlı kız öğrenciyi tekme tokat dövüyor.

Şiddetten payını alan 22 yaşındaki Sümey-ye Şerif’in beyin kanaması geçirdiği, diğer bir öğrencinin de kolunun kırıldığı belirtiliyor. Olayla ilgili görüntüler Facebook’da ve diğer video paylaşım sitelerinde yayınlandı.

DHA - 15.09.2010

KD: İslam Beldeleri’ndeki uşak yöneticiler ve onların zalim iktidarları yüzünden Müslümanlar hem kâfirlerden zulüm görmekte hem de kendi hal-kından olan güvenlik güçlerinden zulüm görmek-te… İslam’ın hâkim olmadığı bir yerde Müslü-man Müslüman’a zulüm edebilmekte. Ümmet’in içinde bulunduğu durumun en acı göstergesi bu. Kurtuluşumuz olan İslam’a ve onun yönetimine can pahasına ihtiyacımız var.

Haberiniz Olsun

Page 68: KöklüDeğişim 74.Sayı

66Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

12 Eylül 2010 günü Türkiye’de seçmen-lerin %78’i anayasal reformlara ilişkin bir referandumda oy kullandı. Referan-

dum %58 reformlar lehine ve %48 aleyhine sonuçlandı.

Türkiye’nin iktidar partisi olan Erdoğan’ın AKP’si 30 Mart 2010’da anayasal düzenleme-ler içeren paketi Meclis’e sunmuş, değişiklik-ler Nisan sonu ile Mayıs başı arasında 330’un üzerinde lehte oyla geçirilmiş, ancak bu oran üçte iki çoğunluk olan 367’ye ulaşmadığı için doğrudan yasalaşamamış, yine de referan-dum için yeterli gelmişti. İşte bu referandum 12 Eylül 2010’da yapıldı.

Her ne kadar mevcut anayasa 1980’de düzenlenen bir askeri darbeden sonra hazır-lanmış olsa da ordu ve laik devlet kurumla-rı Hilafet’in yıkıldığı 1924’ten beri kontrolü ellerinde tutmaktadır. 26 maddelik bu ana-yasa değişiklik paketi ise Türkiye’deki güç dengesini sarsabilecek birtakım reformlar içermektedir. Başta darbecilere anayasal zırh kazandıran geçici 15. Maddenin kaldırılması olmak üzere kişisel özgürlüklere dönük pek

çok yeni ekonomik ve sosyal haklar getiren bu paket, Anayasa Mahkemesi ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu gibi Türk yargı sisteminin ve laik cumhuriyetin iki kilit ku-rumunun yapısına yönelik temel değişiklik-ler de içermektedir.

Önerilen değişikliklere göre Anayasa Mahkemesi’nin 11 yerine 17 üyesi olacak ve çoğunluğu AKP milletvekili olan TBMM, ba-ğımsız baroların önereceği adaylar içerisin-den Mahkeme’nin üç üyesini seçebilecek.

Erdoğan 2003’te Başbakan olur olmaz Türkiye’deki güç dengesini değiştirmeye girişti. Attığı ilk adımlardan biri, Milli Gü-venlik Kurulu’nun hükümete müdahalesi-nin yasal dayanağını kısıtlamak oldu. Keza Erdoğan bu Kurul’un bileşimini, asker-sivil dengesi sağlanacak şekilde de değiştirdi. Mil-li Güvenlik Kurulu; Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları, Bakanlar Kurulu’nun belirli üyeleri ve –başkomutan sıfatı da ta-şıyan- Cumhurbaşkanı’ndan müteşekkildir ve başka ülkelerdeki milli güvenlik kurulları gibi ulusal güvenlik politikası geliştirir.

Adnan HAN

Page 69: KöklüDeğişim 74.Sayı

67 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

Ordu ve Laikler Neden Bu Reformlara Karşı?

AKP iktidara geldiğinden bu yana ordu-nun Türkiye üzerindeki elini zayıflatmak ve Milli Güvenlik Kurulu içerisinde hükümetin elini güçlendirmek için çalıştı ve AKP bunu, demokratikleşme adı altında ve reformlar yoluyla gerçekleştirmeye yöneldi. Meclis Anayasa Komisyonu üyesi ve CHP Konya Milletvekili Atilla Kart, Hürriyet Daily News ve Economic Review’e şöyle konuşuyordu: “(İktidar partisinin) anlayışına göre Başkanlık Sistemi, kontrol edilemez bir tek adam yönetimi getirecektir. Hukuki özgürlükler daha az korunur

hale gelecektir. Bu sistem, demokrasi adı altında kuş-ku doğuran gelişmelere yol açacaktır. Böyle bir sistem Türkiye’ye uygun değil.”

AKP, ordunun aşırı gü-cünün azaltılması, rolü-nün kısıtlanması ve mah-kemeler yoluyla sorgula-nabilir, hesap verebilir bir hale getirilmesi yönünde şu anda yoluna iyi devam etmektedir. Hükümet’in yargı üyelerinin bileşimi-

ni değiştirebilir hale gelmesiyle birlikte artık yargının sınırlı bir bağımsızlığı var ve bu da uzun süredir laikliğin güvenilir kalelerinden biri olan yargının bir dönüşümden geçeceği anlamına gelmektedir.

Bu çatışma 2007 yılında kaynama nokta-sına erişti. O zaman askerî ve laik unsurlar, AKP’yi mahkemeler yoluyla kapatma ça-bası içine girip AKP’yi laik anayasaya ay-kırı davranmakla suçladılar. Bu aşırı tepki, AKP’nin başörtülü kızların üniversitelere girişine yönelik kısıtlamaları hafifletme ça-basına tepki mahiyetindeydi. Laik unsurlar, sırf Türkiye’nin kontrolünü kaybetmekten

2007’de düzenlenen kitlesel gösterilerde (Cumhuriyet mitingleri) pek çok Türk milli-yetçisi, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı koltu-ğuna oturması ihtimali durumunda, o koltu-ğun laik cumhuriyetin bekçisine ait olduğu inancıyla laikliğin tehdit altında olacağını inandığını gösterdi. Sonunda AKP, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanlığına aday gösterince, Gül’ün hanımının başörtü-lü olması ve İslami bir geçmiş sahip olması nedeniyle Cumhurbaşkanlığı seçimleri siyasi bir krize dönüştü. Anayasa Mahkemesi, üçte iki çoğunluğu gerekli saydığı ve muhalefet partilerinin boykotu nedeniyle bu orana ula-şılamadığı için seçim so-nuçlarını geçersiz saydı.

Bunun üzerine AKP, Temmuz 2007’de yapılan baskın seçim kararını aldı ve genel seçimler hükü-metin daha büyük bir oy oranıyla devam etmesini sağladı.

Çatışmanın Oyuncu-ları Kimler?

Bu kriz; bir başka AKP atağı sonucu, bilhassa 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde önerileri doğrultusunda bir aday belirleme yeteneğini kaybetmelerinden beri zemin kaybede gelen Silahlı Kuvvetler liderliğin-deki Kemalist Laikler arasındadır. Bu Laikler Cumhuriyet’in, Türkiye’yi İslamî bir devlete çevirmeye dönük gizli bir gündemleri oldu-ğunu ileri sürdükleri İslamcıların tehdidi al-tında olduğu inancındadırlar. Diğer tarafta ise Amerikancı Pragmatistler vardır ve bun-lar Erdoğan liderliğinde, yargının ve ordu-nun ulusal politikalardaki nüfuzu üzerinden laiklerin nüfuzunu kaldırmak için çalışmak-tadırlar.

Türkiye’de Neler Oluyor?

Bu çatışma 2007 yılında kaynama noktasına erişti. O

zaman askerî ve laik unsurlar, AKP’yi mahkemeler yoluyla kapatma çabası içine girip

AKP’yi laik anayasaya aykırı davranmakla suçladılar. Bu

aşırı tepki, AKP’nin başörtülü kızların üniversitelere girişine yönelik kısıtlamaları hafifletme çabasına tepki mahiyetindeydi.

Page 70: KöklüDeğişim 74.Sayı

68Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

arasındaki dolaylı müzakerelerde de kilit bir rol oynadı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğ-lu İran hakkındaki bir konuşmasında şunla-rı söylüyordu: “Türkiye ve ABD, (İran) İslam Cumhuriyeti konusunda görüş birliği içindeydi. Biz bölgemizde herhangi bir devletin nükleer si-lahlara sahip olmasını istemiyoruz ve İran’ın nükleer sorunu için diplomasi yoluyla bir çözüm arzuluyoruz.” (HaberTürk, 15.09.2010)

Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan Fazi-let Partisi’nden ayrılıp Adalet ve Kalkınma Partisi’ni Erdoğan liderliğinde kurar kurmaz

Amerika ile bağları kuv-vetlendirmeye başladı-lar. Silahlı kuvvetlerin siyasi iktidar üzerin-deki nüfuzunu kırma-ya dönük pek çok re-formlara girişirlerken, AKP’nin izlediği strate-jinin köşe taşını, 5 Tem-muz 2006’da Abdullah Gül ve Condoleezza Rice tarafından Türk ve Amerikan hükümetle-ri arasında imzalanan “Stratejik Vizyon Bel-gesi” teşkil etti. Belgede şöyle denildi: “Bu Stra-tejik Vizyon Belgesi, etkin işbirliği ve yapıcı diyalog

yoluyla, paylaştığımız ortak vizyonun ortak çaba-lara yöneltilmesine ilişkin Türk-Amerikan görüş birliğini teyit eder.”

Bu Çatışmanın Devletlerarası Bir Boyu-tu Var Mı?

Türkiye’nin devletlerarası meselelerde-ki özgüveni, harici bir payanda olmaksızın mümkün olmazdı. Geleneksel olarak Tür-kiye Cumhuriyeti bir İngiliz müttefikidir. Hilâfet’in yıkmasından sonra Mustafa Ke-mal, laik cumhuriyeti Batı’ya ve bilhassa

korkmadılar, dahası kamusal hayata her tür İslamî görüntünün yayılmasına karşı da katı bir duruş sergilediler.

Laikler AKP’yi gizli bir İslami gündeme sahip olmakla suçluyorlar suçlamasına ama bunun gerçeklik payı nedir?

Laikler AKP’yi Şeriat yanlısı olmakla it-ham etmeyi sürdürüyorlar. Elbette Erdoğan ve Abdullah Gül’ün hanımlarının başörtülü olduğu ve Türkiye’de kamu kurumlarında başörtüsü üzerinde süregelen yasağı gevşet-me girişiminde bulundukları doğru olmakla birlikte, İslami derslere (Kur’an kurslarına) izin vermek ve başörtüsüne yönelik zalimane yasa-ğı hafifletmek (kaldır-mak değil) vs. dışında AKP’nin İslami eğilim-li olduğu yönünde pek fazla bir kanıt yoktur.

Türkiye-“İsrail” iliş-kileri, AKP döneminde daha da derinleşti. Bazı Türk yetkililer, Mavi Marmara baskını hadi-sesini “iki dost” arasın-daki bir sıkıntı olarak değerlendirdiler.

Ayrıca AKP’nin ik-tidara geldiğinden beri Türk yasalarını Av-rupa Birliği yasalarına uyumlaştırmak yö-nünde son derece açık ve net bir planı vardır ve bunun dik alası zinanın yasallaştırılması olmuştur.

Öte yandan AKP, Amerika’ya giderek yakınlaştı. Bilhassa Amerika’nın Irak’ta tam da ihtiyaç halinde olduğu dönemde Türkiye Amerika için vazgeçilmez hale geldi. Türki-ye Amerika’nın İran’daki ve Ortadoğu’daki çıkarlarını koruduğu gibi Filistin ile “İsrail”

Türkiye’de Neler Oluyor?

Page 71: KöklüDeğişim 74.Sayı

69 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

enerji bağımlılığını kesmeye yönelik alterna-tif bir rotadır. Obama’nın Nisan 2009’daki ta-rihi Türkiye ziyareti akabinde ABD Temsilci-ler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin, Avrupa Alt Komitesi Başkanı Robert Wexler başkan-lığında düzenlenen “ABD ve Türkiye: Model Bir Ortaklık” başlıklı oturumunda şu sonuca varıldı: “Bu işbirliği; Afganistan, Irak, İran, Bal-kanlar, Karadeniz, Kafkaslar ve Ortadoğu’da karşı karşıya olduğumuz ciddi güvenlik meselelerinin yanı sıra küresel bir finans krizinin de yaşandığı bir ortamda her iki devlet için de hayatîdir.” (Wex-

ler ABD’yi Türkiye’nin Değerini Anlamaya Teşvik Ediyor’,

Sunday’s Zaman, Mayıs 2009)

İşte bunun içindir ki Amerika’nın Irak’tan güvenle çıkabilmesinde ve Rusya’nın Kaf-kasya ve Doğu Avrupa’da çevrelenmesinde Türkiye’nin oldukça önemli bir rol oynaya-cak olması itibariyle ABD’nin bu mücade-lenin neticesinde son derece kritik bir çıkarı vardır.

Adnan Han, International Issues,www.international-issues.org

İngiltere’ye yanaştırdı. İkinci Dünya Savaşı akabinde İngiliz tâcının düşüşü ve Amerika Birleşik Devletleri’nin yükselişi ile birlikte Türkiye NATO’ya katıldı ve Sovyet yayıl-macılığına karşı bir siper gibi davrandı. Şu anda dünya çapında Türk dış politikasının pozisyonları tümüyle Amerika’nın çıkarları ekseninde dönmektedir. Ortadoğu’da Tür-kiye, barış sürecine can vermede kilit bir rol oynadı. RAND Corporation’da Avrupa Gü-venliği masası eş başkanı Stephen Larrabee, Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolü konusuna şunları söylüyordu: “Türkiye’nin yeni aktiviz-mi, Soğuk Savaş’ın sonundan beri kendi güvenlik çevresindeki yapısal değişimlere bir tepkidir. Ve düzgün yönetilebilirse bu, Washington ve Batı-lı müttefikleri açısından, Ortadoğu’ya varan bir köprü olarak Türkiye’yi kullanmak için bir fırsat-tır.” (F. Stephen Larrabee, ‘Türkiye Ortadoğu’yu Yeniden

Keşfediyor’, Temmuz-Ağustos 2007)

Kafkasya’da da Türkiye, Rus yayılmacı-lığına karşı kendi periferisini (çevresini) gü-vence altına almaya yönelik bir siper konu-mundaydı. Keza Türkiye, Batı’nın Rusya’ya

Türkiye’de Neler Oluyor?

Page 72: KöklüDeğişim 74.Sayı

70Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

قد كانت لكم أسوة حسنة في إبراهيم والذين معه إذ قالوا لقومهم ا تعبدون من دون الله كفرنا بكم وبدا بيننا وبينكم إنا براء منكم ومم

العداوة والبغضاء أبدا حتى تؤمنوا بالله وحده“İbrahim’de ve onunla beraber olanlar-

da, sizin için gerçekten iyi bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: “Biz siz-den ve sizin Allah’tan başka taptıklarınız-dan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim ara-mızda sürekli bir düşmanlık ve nefret be-lirmiştir. “ (el-Mumtehine 4)

Allah Subhanehu ve Teâlâ Kur’an’ın birçok yerinde bizlere nebilerin kıssalarından ör-nekler verir. Bu kıssalarda Müslümanlar için büyük bir rahmet bulunmaktadır. Çünkü bu kıssalarda Müslümanların ibret alacakları sahneler ve öğütler çoktur. Yukarıdaki ayet-i kerimede Allah Subhanehu ve Teâlâ, İbrahim Aleyhi’s-Selam ve onunla birlikte iman eden-lerin kâfirlere karşı kesin bir tavır alışlarını, kâfirlerin taptıkları şeylerden beri oluşlarını, onlara düşmanlıklarını kesin bir şekilde or-taya koyuşlarını övüyor ve kâfirlerden uzak

durma, onlara düşmanlık besleme ve onla-rı dost edinmeme hususunda Mu’minlerin, İbrahim Aleyhi’s-Selam’ı ve onunla birlikte iman edenleri örnek almalarını emrediyor. Çünkü onların bu hali, Kıyamet’e kadar ge-lecek Mu’minlerin yoluna ışık tutmakta ve aydınlatmaktadır. İbrahim Aleyhi’s-Selam ve onunla birlikte iman edenler, kâfirlerin dini-ni, yolunu, nizamlarını inkâr etmiş ve onların belirledikleri küfür nizamlarından fışkırıp hayatı sulandıran siyasal yapılanmalarından, hukuklarından, ekonomik düzenlemelerin-den, eğitim ve öğretim programlarından, evlenme ve boşanma anlayışlarından uzak olduklarını onların yüzlerine haykırmışlardı. Bütün hayat işlerini el-Mudebbir olan Allah Azze ve Celle’nin hükümleri doğrultusunda yapan Müslümanlar, Allah’ın istediği bir şe-kilde hayat yaşamayı kabul edene kadar da kâfirlere karşı sürekli bir düşmanlık ve öf-kelerinin bulunduğunu, yalnızca ilah olarak Allah’ı ve O’nun indirmiş olduğu nizamı ka-bul ettikleri takdirde, bu kinlerinin son bula-cağını, ifade etmişlerdi.

Hayreddin KARADAĞ

Page 73: KöklüDeğişim 74.Sayı

71 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

Fakat günümüz Müslümanları, bazı âlimlerinin ve işbirlikçi yöneticilerinin sap-tırmalarıyla, değer yargılarını unuttular. Allah’a olan tevekkülleri ciddi bir zaafa uğ-radı. Kimin safında yer aldıklarının farkında olmadılar; kâfirlerin ellerindeki ekonomik ve siyasal güce aldanan yöneticilerin ardına takılarak Allah’ın ayetlerinden neredeyse tamamen yüz çevirdiler. İşte yaşadığımız zaman böyle bir zaman. Bu zamanda birta-kım yöneticiler, bizlere imanımızdan dolayı düşman olan kâfirler lehine hareketler içine girdiler, onların davalarını güttüler.

Küfürlerinden dolayı bizimle aralarında ebedî düşmanlık olması gerekenler, imanı-mızdan dolayı bizi sindirmek ve silindir gibi ezmek istiyor; bizim başımızdaki yöneticiler de girmiş oldukları girdaplı yollardan çık-mayıp bizleri kâfirlerin egemenliği altında onlara kul olmaya zorluyorlar. Zamanın de-ğişmesiyle medeniyetin gelişmesini, Allah’ın -hâşâ- yenilmesi olarak yorumlayanlar, kâfirlerden gelebilecek tehlikelere karşı ken-dilerini sağlama alabilmek için onlarla dost-luk kurup gözlerine girmeye çalışıyorlar ve onların değer yargılarıyla hayatı değerlendir-meye, onların küfür nizamları olan demokra-si vb.ni Tevhid pazarında pazarlamaya kal-kışıyorlar. Allah’ın indirdiğinden başkasına çağırıp insanları dalalete düşürüyorlar. Ve bütün bu halleriyle de övünüyorlar. Şaşıla-cak şey doğrusu!

Kâfirlerden olan dostları ise, kendilerine sunulan bu üstün hizmetten dolayı, onları na-sıl da seviyorlar. Sevgilerini her fırsatta nasıl da dile getiriyorlar. Son zamanlarda yabancı basında çıkan yazılara dikkat eden Mu’minler görmüşlerdir ki, sanki Kıyamet kopmuş da dünya tersine dönmüş… Asırlardır imanları yüzünden Müslümanlara kin besleyen ve bu kinlerinden dolayı Müslümanları aşağılayıp gericilikle yaftalayan kâfirler, bu tavırlarından vazgeçmiş görünmekteler sanki. Zira artık

hemen hemen hepsi de özellikle Türkiye’ye muhabbet besler olmuşlar; onun yöneticileri-ni sever bir hale gelmişlerdir. Bu yöneticileri sevmeleri ve onların yolundan gitmeleri için de diğer ülkelerde yaşayan Müslümanlara örnek göstermeye başlamışlardır. Bu örnek gösterilen yöneticilerin fikirleri, çok acı kötü yemeklere; kendileri ise güzel kıyafet giyen nazik garsonlara benziyor. Servis ettikleri bu fikirlerin, kâfirlerin hoşuna giden fikirler ol-duğu, hatta bizzat kâfirlerin fikirleri olduğu ve bu fikri taşıdıklarından dolayı da onları yere göğe sığdıramadıkları besbelli.

Buyurun, son zamanlarda Batılı medyada çıkan bazı haberlere bir göz atalım:

25.02.2010 tarihinde Reuters Haber Ajansı’ndan Simon Akam’ın Türkiye’deki imam-hatip okulları üzerine yapmış olduğu tespit “Türkiye’den model olabilecek bir İslamî eğitim sistemi mi?” başlığıyla yayınlanmış. Reuters’ın haberine göre; Afganistan, Pakis-tan ve hatta Rusya Eğitim Bakanlığı heyet-leri, imam-hatip okullarına gelerek incele-melerde bulundular ve radikalleşmeyle savaş için bu okulların kendi ülkelerinde bir model ola-bileceğini açıkladılar. Reuters, medreselerden farklı olarak imam-hatiplerde müfredatın sa-dece yüzde 40’ının Kur’an ve İslam eğitimi-ne ayrıldığını, geri kalanının “laik” konular olduğunu ve her sınıfta Atatürk’ün fotoğra-fının asılı olduğunu kaydetti. Öğrencilerin, hem Hicret’i hem de Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni öğrendiğine dikkat çekti. Bu özel-likleriyle imam-hatiplerin bazı kişiler tarafın-dan “radikal İslam’ın panzehiri” olarak görül-düğünü kaydetti. Tayyip Erdoğan ve Kabine-sindeki bakanların yüzde 30’unun da bu okuldan mezun olduğuna vurgu yaptı. Reuters’a göre, Türkiye’deki imam-hatip okulları son dö-nemde “model olarak” birçok ülkenin dikka-tini çekiyor. Afganistan Eğitim Bakanı Faruk Wardak, Ankara’da bu okullardan birini ziyaret etti ve kendi ülkesinde de bu sistemin

Kapitalizme Hizmet Etmenin Karşılığı: Sevilmek ve Övülmek!

Page 74: KöklüDeğişim 74.Sayı

72Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

ılımlı din eğitimi için model olabileceğini söyle-di. Ardından Pakistan’ın Ankara Büyükelçisi bu okulu ziyaret etti ve aynı şekilde imam-hatiplerle ilgili kendi ülkesinde üst düzey yet-kililer arasında görüşmeler yapıldığını söyledi. Afgan Eğitim Bakanı, imam-hatiplerle ilgili olarak “Okul sadece eğitim için değil radikalleş-meyle savaş için de çok önemlidir” dedi.

Türkiye’nin ve şu an iktidarda olan AKP’nin, Batılılar tarafından niçin bu kadar çok sevildiğini ve övüldüğünü üstteki ha-berden anlayamadıysanız, aşağıda geçen ha-berlerden mutlaka anlayacaksınız. Bir diğer haber şöyle:

15. 06. 2010 tarihinde Financial Times Gazetesi, Türkiye’yi; bağımsızlığı, dinamik ekonomisi ve gelişen demokrasisiyle “hayran olunacak” bir ülke olarak gösterdi. Gazete’nin “Türkiye’nin Bağımsız Rolünden Ders Çıkar-mak” başlıklı makalesinde, Başbakan Recep Erdoğan’ın “İsrail”e yönelik sert eleştirisi ile Ortadoğu’daki Müslümanların kalbini ka-zandığı kaydedildi. “Ortadoğu’da kahraman olmak için çok şey yapmaya gerek yok, sadece “İsrail”e meydan okuyup ABD’ye karşı durmak yeterli. Erdoğan, her ikisini de yaptı.” denilen makalede, şu ifadeler kullanıldı: “Türkiye iyi bir model.”, “İslamcı mirasın Arap komşularıyla yakınlaşmayı sağladığı Erdoğan’ın Adalet ve Kal-kınma Partisi, İslamcı partilerin modern siyasî sistemlerde nasıl entegre olunacağını gösteren bir modeli temsil ediyor.” Financial Times’taki makale şu ifadelerle son buluyor: “Erdoğan’ın amacı kuşkusuz ki “İsrail”in eylemlerine sorum-luluk getirmektir, Yahudi devletinin düşmanı olmak değil.” Bu haberin çıktığı 15.06.2010 tarihinde Partisi’nin Grubunda yaptığı ko-nuşma da ise eksen kayması eleştirilerini ya-nıtlayan Erdoğan, “Uluslar arası basında adeta düğmeye basılmış gibi Türkiye hakkında haber-ler ve yorumlar çıkmaya başladı.” dedi. İran’la imzalanan Tahran Anlaşması’nda, kendi baş-larına bu adımı atmadıklarını bizzat Obama’nın

kendisine yazmış olduğu mektupta geçen direk-tiflere göre hareket ettiklerini söyledi. Erdoğan, Türkiye’nin misyonunu en iyi idrak edebile-cek ülkelerden birinin “Şüphesiz ki kadim dos-tumuz ve Sayın Obama’nın ifadesiyle, “model or-taklık” kurduğumuz Amerika Birleşik Devletleri” olduğunu söyledi. Erdoğan, “ABD hedefi ve vizyonu ile Türkiye’nin vizyonu örtüşmektedir” diyerek ABD ile sadece kâğıt üzerinde bir model ortaklığı yapmadıklarını, bilakis bu müttefikliğin devam ettiğini ve işbirliklerinin çok boyutlu oldu-ğunu dile getirdi.

Erdoğan’ın, Allah ve Rasulü’ne düşmanlık yapan ABD’yi “kadim dost” ilan edip aynı viz-yon dahilinde hareket etmesi, Kapitalizm’in yayılmasını kendisi için ölüm-kalım meselesi olarak gören Kapitalistler için bulunmaz bir fırsattır. Zira üstteki makalede de ifade edil-diği gibi, Müslümanlara sevdirilen Erdoğan eliyle bir çok İslamî hareket, tağutî sisteme entegre edilmiştir. Demokrasi ile İslam’ın bir arada Türkiye’de güzelce yaşandığı bahane-siyle de diğer İslamî Beldelerin demokrasiyi benimsemesine çalışılmaktadır. Bu gerçeği 18.06.2010 tarihli makalesinde Philip Stevens şu şekilde dile getirmiştir:

“İşin ironik yanı, bu yeni kendine güvenen Türkiye’nin Batı’ya verebileceği daha çok şey olması. Bu haliyle Ortadoğu ve Müslüman dün-yasında daha çok itibarı var. Batı’nın gerçekten kaybetmemesi gereken Türkiye budur.” Yine Bu kapsamda Carnegie Endowment for Interna-tional Peace’de Misafir Akademisyen olarak bulunan Lehigh Üniversitesi’nden Profesör Barkey’in özel bir gazeteye vermiş olduğu şu demeç de konumuza ışık tutmaktadır:

“AKP, Türkiye’yi modernleştirmek ve devleti demokratikleştirmek için çok şey yaptı, bu sadece dindar ve muhafazakâr bir partinin başarabileceği çok zor bir şeydi.” Referandum sonrasında da kâfirler Türkiye’deki dostlarına medyaları yoluyla teşekkür etmeyi ihmal etmedi. Oba-ma, referandum sonucunu “Türk demokrasisi-

Kapitalizme Hizmet Etmenin Karşılığı: Sevilmek ve Övülmek!

Page 75: KöklüDeğişim 74.Sayı

73 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

nin zaferi” olarak yorumlarken, New York Ti-mes gazetesi de “Daha Demokratik Bir Türkiye” (16.09.2010) başlıklı yazısında Türkiye’ye övgü-ler yağdırdı. Başbakan Erdoğan’ın, “Anayasa ve ekonomik reformcu olarak takdire şayan bir geçmişinin olduğu” da vurgulanan yazıda, AB Komisyonu tarafından da desteklenen Anayasa paketinin geçmesinin, Türkiye’nin Anayasal olarak AB’ye girmeye hazır olduğunu gösterdiği, Avrupa’nın artık bu konuda baha-ne uydurmayı sürdüremeyeceği vurgulandı. ABD’nin en prestijli haftalık dergilerinden Time’da çıkan yazıda ise “Kazanmak işin ko-lay tarafıydı. Kilit bir referandumla güçlenen Türkiye’nin liderinin şimdi kendi halkını birleş-tirmesi gerekiyor.” denildi.

Kapitalist Batı’nın Türkiye’den, “Senin ne müthiş demokrasin var, yavrum!” makası al-ması kendi sistemini Türkiye’ye dayatıp uy-gulattığı içindir. Böylelikle onlar yeni dünya düzenini oluşturma yolunda egemenliklerini pekiştirmekte, kendi iradelerini kabul ettir-mektedirler. “Demokrasi” denilen halkın, kendi belirlemiş olduğu hükümlerle kendini yönetmesi mefhumunu Türkiye’ye kâfirlerin soktuğu-nu, yeni dünya düzeninin bu şekilde olması gerektiğini savunduğunu bilmeyen yokken, Mu’min nasıl olur da bunu kabul eder? Hük-mü, gerçek hakim olan Allah’tan alıp da nasıl halka verir? İslâm’da halkın çoğunluğunun mu, Hakk’ın mı hükmü önemlidir? Halbu-ki halk, Hakka kul olmalı, O’nun hükmüne teslim olmalıdır. Çünkü, أكثر الناس ل يعلمون “İn-sanların çoğu bilmezler.” (Câsiye 26), الناس أكثر -İnsanların çoğu iman etmezler.” (el“ ل يؤمنون

Ğâfir 59) كفورا إل الناس أكثر İnsanların çoğu“ فأبى nankördür.” (el-Furkan 50) ve في من أكثر تطع ن واإهم ن واإ ن الظ إل يتبعون إن الله سبيل عن يضلوك الرض يخرصون Yeryüzünde bulunanların çoğ“ إل -na uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka (söz de) söylemez-ler. “ (el-En’âm 116) الحق من ربك “Hak Rabbinden-

dir.” (el-Bakara 147) buyrulur. O yüzden halkın çoğunluğuna uymak dalâlettir. Allah’ın hük-müne rağmen alternatif hüküm çıkarmak sa-pıklıktır. Demokrasi virüsü girdiğinden bu yana, demokrasi yalanı ile kandırılmış halk, kurtuluşun İslâm’da, öze dönüşte, Hilafet’te olduğunu bu hain yöneticilerin ve şaşkın hoca-âlim takımının gölgelerinden göremedi. Onların yönlendirmelerine kanarak Batı’da, Batılılaşmada görmeye başladı.

Şeytan’ın ordusunda neferlik yapanlar ancak beşerî ideolojilere ve onun nizamlarına davette bulunurlar; Hilafet’in karşısında yer alırlar. “Referandum günü şimşekler “elhamdü-lillah” diye çaktı” diyecek kadar, “Mezardakile-ri bile kaldırıp “evet” dedirtmek lazım.” diyecek kadar ileri gidenlerin -kafaları bu kadar ney-le yumuşadıysa artık!- bir an önce silkelenip kendilerine gelmeleri ve Allah’a tövbe etme-leri gerekir.

Eğer bir yerde övgü bulunuyorsa orada ilk önce sevginin olması şarttır. Çünkü sevgi-siz övgü olmaz. İnsan bir kişiyi veya herhan-gi bir şeyi överken, öveceği varlığın bir veya birkaç özelliğinden etkilenir. Etkilendiği özellik onda bir tür hoşluk uyandırarak bunu sevgiye dönüştürür, bu sevgi de yüreğin de-rinliklerinden kopup gelen kelimelerin dile övgü olarak yansımasını sağlar. Kapitalist kâfirlerle aramızda onların küfürleri yüzün-den ebedî düşmanlık bulunurken ve onlar Kapitalizm yerine İslam’ı seçinceye kadar da onlara karşı tavrımızı değiştirmeyecekken, onların bizi, bizim de onları sevmemiz dü-şünülemez. Çünkü saflarımız farklıdır aynı değil. Bugün Kapitalist Batı’nın Türkiye’yi ve Başbakanını övmeleri, bunların kafirlerin saflarında yer aldığı ve Müslümanlara iha-net ettiği içindir. Hakkın safında bulunup Hilafet’i tesis etmek için çalışmak yerine ba-tılın safında bulunup demokrasi için çalıştığı ve Kapitalizm’e hizmet ettiği içindir!

Kapitalizme Hizmet Etmenin Karşılığı: Sevilmek ve Övülmek!

Page 76: KöklüDeğişim 74.Sayı

74Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Ortadoğu’da Mısır olmadan savaşamaz-sınız, Suriye olmadan da barış yapa-mazsınız.” (Henry A. Kissinger)

Bu ay sizlere 2008 yılında meydana gelmiş bir olay üzerinden İslamî beldelerden olan Suriye gibi yönetimlerinin nasıl Amerikalı efendilerine ajanlık yaptıklarını izah edece-ğim.

26 Ekim 2008 günü 4 ABD helikopteri Irak’tan Suriye içine doğru 8 km uçuş ya-parak Suriye’nin doğusunda bulunan bir çiftlikteki binalara saldırıda bulundu. (www.

cbsnews.com/stories/2008/10/26/world/main4546279.sht

ml?source=RSSattr=HOME_4546279) Operasyon ABD özel harekatı tarafından yürütüldü ve dördü çocuk, biri el-kaide üyesi olan Ebu Gadiya da dahil 8 kişi öldürüldü. Baskının hemen ardından Suriye rejimi egemenliğinin ihlali gerekçesiyle saldırıyı şiddetle kınadı ve pro-testo etmek için misilleme niteliğinde bir dizi önlem aldı. Bu önlemler Irak sınırından Su-riye askerlerinin geri çekilmesini, kalabalık-

ları Amerika aleyhinde harekete geçirmeyi, Amerikan okulunun ve ABD kültür merke-zinin kapatılmasını içeriyordu. Bunlara ek olarak Esad rejimi ABD yetkililerinden resmi bir özür ve mağdurlara tazminat ödenmesi talebinde bulundu. Hâlbuki bu öfkeli tavır-ların arkasındaki bazı detaylar Suriye’nin bu saldırıda Amerika ile işbirliği yapmış olabile-ceği izlenimini uyandırıyor.

2 Kasım 2008’de İngiliz basınından The Times; Suriye’nin baskının yapılmasına izin verdiğini, fakat operasyonu ellerine yüzlerine bulaştırınca pisliği temizlemek ve bölgedeki köylülerin ağzını bağlamak için Suriye’nin adı çıkmış gizli istihbaratının bölgeye akın et-tiğini deşifre etti. Gazete, çiftlik alanının eği-tim yapmak ve Irak sınırına geçmek isteyen mücahidler için bir cennet olduğunu da ifşa etti. Bazılarının da belirgin bir Irak aksanı ile konuştuklarını belirtti. Bu ifşaatlar yeni değil ve uzun süredir var olan Suriye’nin gizlice ABD’nin Irak’a yerleşmesine destek olduğu kuşkularını destekler mahiyettedir.

Bülent KARACA

Page 77: KöklüDeğişim 74.Sayı

75 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

Saddam’ın düşmesinden sonra, birçok Irak vatandaşı Irak’tan kaçtı ve Suriye’den iltica talebinde bulundu. Günümüzde bu mültecile-rin sayısı yaklaşık olarak 1,5 milyonu bulmaktadır. Suri-ye; Amerika himayesinde, amacı çok bariz bir şekilde Irak’lı mültecileri toplamak ve Irak direnişinin içine sızarak ABD yet-kililerine eşzamanlı istihbarat sağlamak ve özellikle mezhepsel anlaşmazlıkları tetikle-yen Irak’taki gizli operasyonlarını gerçekleş-tirmek olan militan eğitim kampları kurdu. Suriye aynı zamanda Irak sınırlarında her 4 kilometrede bir kontrol noktaları oluştur-du. Bu çabalarıyla Suriye rejimi sınır boyun-ca hareket eden mücahidlerin izlerini takip etme ve gözetleme imkânı bulmaktadır. Bu düzenleme sayesinde birkaç bin bağımsız direniş savaşçısını ve son örneği Ebu Gadiya olan üst düzeyli hedeflerin yok edilmesi ile sonuçlandı.

Bu tedbirlerden sonra Suriye, belli ölçü-lerde Irak’ın batı sınırlarını sakinleştirmiş ve ABD’nin bölgeyi kontrol etmesine yardımcı olmuş oldu. ABD yanlısı Irak’ın hasta hükü-metine daha ileri düzeyde siyasi meşruiyet sağlamak için Suriye; 2008 yılında diploma-tik ilişkileri normalize etmek için 26 yıl sonra

ilk defa Bağdat’a büyükelçi gönderdi. Daha sonra çok şaşırtıcı olmayan bir geliş-me oldu ve Eylül ayında Irak Başbakanı Celal Tala-bani, efendisi Başkan Geor-ge Bush’a Suriye’nin artık Irak’ın güvenliği için tehdit oluşturmadığını söyledi. Mademki tehdit oluşturmu-

yordu neden ABD bu baskını düzenledi?

Görünüşe göre saldırının zamanlaması 3 amaca ulaşmayı hedefliyordu.

Birincisi, ABD’ye Ebu Gadiya’nın tutuk-lanması için geçerli bilgiler sunuldu. Birkaç hafta öncesinde Irak’taki bir el-Kaide savaş kampı olan Baküba’da bazı militanlar tutuk-landı ve onlardan elde edilen istihbarat bas-kını teşvik etti.

İkincisi, sınırdaki Suriye askerlerinin geri çekilmesi ABD’ye askerlerini resmi olarak 2011’e kadar Irak’ta tutmasını sağlayacak yeni bir güvenlik anlaşması imzalamak için Irak’lılar üzerinde bir baskı unsuru oluştur-maya yardımcı oldu.

Üçüncü olarak da, ABD genişletilmiş önle-yici savaş doktrinini ilan etmek için bu baskı-nı istismar etmiş oldu.

Suriye Amerika’nın Irak Hegemonyasına Alet Olmaktadır

ABD yanlısı Irak’ın hasta hükümetine daha ileri

düzeyde siyasi meşruiyet sağlamak için Suriye; 2008 yılında diplomatik ilişkileri

normalize etmek için 26 yıl sonra ilk defa Bağdat’a

büyükelçi gönderdi.

Page 78: KöklüDeğişim 74.Sayı

76Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

unuttuğu zaman diğerinin ona hatırlatma-sı için iki kadın (şahit de olabilir). Şahitler çağrıldıklarında (şahitlik etmekten) kaçın-masınlar. Küçük olsun, büyük olsun borcu süresiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu, Allah katında daha adaletli, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için de en isabetli olandır. Ancak aranızda yaptığı-nız alışverişin peşin bir ticaret olması ha-linde onu yazmamanızın bir günahı yoktur. Alışveriş yaptığınız zaman da şahit tutun. Yazana da şahide de zarar verilmesin. Eğer bir zarar verirseniz bu şüphesiz, sizin yol-dan çıkmanız demektir. Allah’tan korkun. Allah (bunları) size öğretmektedir. Allah her şeyi bilendir.” (el-Bakara 282)

Bu ayete, “borçlanma ayeti” denilip Kur’an’ın en uzun ayetidir. Borçlanmakla ilgili önemli ve değerli hükümleri içerir. Al-lahu Teâlâ, iman edenlere seslenip borçlan-dıkları, zaman yazmalarını talep etti. İşte; ilk talep, borcu yazmaktır.

İkinci talep ise, udul olan (dürüst) bir kâtip tarafından bu borçlanmayı yazmaktır. Bu kâtip,

فاكتبوه أجل مسمى إلى بدين تداينتم إذا الذين آمنوا أيها يا وليكتب بينكم كاتب بالعدل ول يأب كاتب أن يكتب كما علمه الله منه يبخس ول ربه الله وليتق الحق عليه الذي وليملل فليكتب شيئا فإن كان الذي عليه الحق سفيها أو ضعيفا أو ل يستطيع أن يمل هو فليملل وليه بالعدل واستشهدوا شهيدين من رجالكم فإن لم هداء أن تضل يكونا رجلين فرجل وامرأتان ممن ترضون من الشهداء إذا ما دعوا ول ر إحداهما الخرى ول يأب الش إحداهما فتذكتكتبوه صغيرا أو كبيرا إلى أجله ذلكم أقسط عند الله تسأموا أن هادة وأدنى أل ترتابوا إل أن تكون تجارة حاضرة تديرونها وأقوم للشبينكم فليس عليكم جناح أل تكتبوها وأشهدوا إذا تبايعتم ول يضآر ن تفعلوا فإنه فسوق بكم واتقوا الله ويعلمكم الله كاتب ول شهيد واإ

والله بكل شيء عليم

“Ey iman edenler, belirli bir süreye ka-dar borçlandığınız zaman onu yazın. İçi-nizden bir kâtip doğru olarak yazsın. Kâtip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmak-tan kaçınmasın, yazsın. Borçlu olan da yaz-dırsın. Rabbi olan Allah’tan korksun da ondan hiçbir şeyi eksiltmesin. Eğer borçlu cahil veya zayıf olursa, ya da bizzat kendi-si yazdırmaya gücü yetmezse, velisi (onu) dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit bulundurun. Eğer iki erkek yoksa razı olacağınız şahitlerden, bir erkek ve biri

Esad MANSUR

BAKARA SURESİ282. AYET

بسم الله الرحمن الرحيم

Page 79: KöklüDeğişim 74.Sayı

77 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

ancak iki tarafın anlaştıkları hususları ya-zacaktır, fazla veya eksik yazmayacaktır. “Allah’ın kendisine öğrettiği şekilde kâtibin yaz-masının” manası budur. Allah’ın kendisine öğrettiği şey, yalan bir şey yazmamak, fazla veya eksik yazmamak, değişik bir şey yaz-mayıp sırf anlaştıkları hususları yazmaktır.

Üçüncü talep ise; borçlu kimsenin, kendi üzerindeki hakkı borcu olduğu gibi yazdırması-dır. Allah’tan korkarak haktan veya borçtan hiçbir şey yazdırmaktan sakınmayacaktır, hiç eksik yazdırmayacaktır.

Dördüncü talep şöyledir: Borçlu olan kimse; eğer sefih veya zayıf veyahut yazdıramayan ise velisi yerine geçip borcu yazdıracaktır.

Sefih olan kimse, para ve malı idare etmek veya tasarruf etmekten men edilen kimse-dir. Eğer, bir kimse savurgan veya müsrif veyahut para veya malın idaresini bilmeyip boşuna malını ve parasını harcarsa, İslam Devleti’ndeki hâkim bunun hakkında hacr (tasarruftan men etmek) kararı çıkarır. Böyle kimselere sefih denilir, akılsızlık yapan veya aptal gibi bir kimse olur. Doğru dürüst dü-şünemeyen veya idareyi yapamayana da se-fih denilir. Kur’an-ı Kerim’de, münafıklara ve kâfirlere sefih lakabı verilmiştir. Para ve malın idaresini bilmeyenler de olarak sefih adlandırıldı. Münafıklar ve kâfirler, inanma-yıp İslam’ın fikir ve ahkâmını doğru şekilde düşünmeyip mugalâta veya yanıltma yaptık-ları için beyinsiz oldular. Zayıf olan kimseler, çocuklar ve delilerdir. Onlar borcu yazdıra-mazlar. Bu sebeple zayıf kimseler sayıldılar.

Yazdıramayan borçlular ise, cahil veya dilinde bir sakatlık olan kimselerdir; bunlar, yanlış yazdırabilirler veya sözlerinden yanlış şeyler anlaşılıp bu nedenle başka şeyler yaz-dırabilirler. Bu durumda, bu kişilerin borcu-nu velileri yazdırır.

Beşinci talep; iki adamı şahit tutmaktır. “Adam”ın manası, Arapça’da “teccül”dür;

âkil ve baliğdir. Âkil olan kimse, dengeli ve aklıselime sahiptir. Sefih veya zayıf veya cahil veya dilinde, aklında ve kavrayışında sakatlık yoktur. Bu iki şahit bizden olacak-tır. Ayette; “Sizden iki şahit tutun” denil-mektedir. Buna göre şahitler, Mü’minlerden olmalıdır. Çünkü ayetin başında, “Ey iman edenler” hitabı geçmiştir. Eğer iki adam bu-lunmazsa, bir adam ile iki kadın şahit tutu-lur. Ayette iki kadın söylendi; “kadın” akıl-baliğ bir insan demektir.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, “kadınların akıl ve din hususunda eksik” olduklarını söyleyince, bir kadın Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e bunun sebebini sormuştur. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle cevap verdi:

“Aklın eksikliği; iki kadının şahitliği, bir erkekliğin şahitliği eder. İşte, aklın noksan-lığı budur. Namaz kılmadan geceleri geçirir, Ramazan’da orucu bozar, bu ise; dinin nok-sanlığıdır.” (Muslim)

İki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine eşit geldiği için aklen eksik sayıldı. Ayette, bunun hikmeti gösterildi; “biri onu unutursa diğeri ona şahitliği hatırlatsın.” Bu ise, maliye ve onunla ilgili hususlarda geçerlidir. Fakat birtakım hususlarda, özellikle kadınlarla ilgi-li hususlarda sadece kadının şahitliği kabul edilir, erkeğin şahitliği hiç kabul edilmez. Misal olarak; kadınlar hamamında bir ci-nayet veya vukuat meydana gelirse, yalnız kadının şahitliği kabul edilir. Fakat maliye ve ticaret muamelelerinde kadının esas yeri burası olmadığı ve ekseriyetle buralarda bu-lunmadığı için unutkanlığı söz konusu ola-bilir. Bu hikmete dayanarak, iki kadının şa-hitliği bir erkeğin şahitliği yerine tutuldu ki o, unutkanlığa karşı bir tedbir mesabesinde olsun. Çünkü kadınlar, malî ve ticarî alan-larda az iştigal ettikleri için büyük ihtimal unutabilirler. Emzirme konusunda ise, tek

Bakara Suresi 282. Ayet

Page 80: KöklüDeğişim 74.Sayı

78Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

bir kadının şahitliği kabul edilebilir. Zira bu alan, kadınların alanıdır. Buna göre, aklın noksanlığı, unutkanlıktan ileri gelir. Çünkü insan hep unutursa, düşünme eylemini etki-ler. Misal olarak; hadis rivayetini kabul etme konusunda eğer bir kişi, erkek olsa da ziya-desiyle unutkan ise onun rivayeti reddedilir, kabul edilmez. Hâkim de onun şahitliğine karşı şüpheyle bakar.

Bu ayet ve o hadis kadının değerini düşür-mez, sadece, insanların haklarını korumak için alınmış bir tedbirdir. Zira -erkek olsun kadın olsun- akılları, tam yerinde değilse, çok unutkanlığı varsa veya aşırı sinirlilik ve kızgınlık durumlarında meseleler değişken-lik arz eder. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem; “Hâkim kızgın iken hüküm veremez.” (Buharî) buyurdu.

Kızgınlık ve sinirlilik esnasında akıl sağ-lam çalışmaz, hâkim o halde hüküm verince bir ihtimal, yanlış hüküm verebilir. Kadının dinen noksanlığı ise, doğum yapınca veya âdetli olunca, namaz kılmaz ve oruç tutmaz. Namaz tamamen ondan sâkıt olur, oruç ise, bilhassa bozulduğu günleri kaza eder. Ayet-te; “…razı olacağınız şahitler” denilmesi, şahitlerin udul olmalarına, güvenilir olma-larına delalettir. Zira udul veya güvenilir ol-mayınca onların şahitliğine razı olmayız.

Şahitler, şahitliklerini yerine getirmek için çağırılınca hemen gelip şahitliklerini yeri-ne getirirler, kaçmazlar. Şahitliği yerine ge-tirmekten kaçıyorsa günahkâr olur. Çünkü Allah “şahitliklerini yerine getirmekten kaçma-sınlar” diye emir veriyor. Kaçtıkları zaman insanların haklarını kaybettirmeye ve onla-rın da çekişmenin husulüne sebep olurlar. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem söyle buyurdu:

“En hayırlı şahitleri size göstereyim mi? Çağrılmadığı halde şahitlik etmek için ko-şan kişidir.” (Muslim)

Eğer, şahit tutulursa veya insanların hak-larıyla ilgili bir şey bilirse, bu bildiği mesele hakkında insanlar arasındaki çekişmeyi kal-dırtmak ve hakları sahiplerine iade etmek için, şahit olduğu olaylarla ilgili olarak di-rek gören ve direk duyan kimse hemen ge-lir, direk gördüğünü veya direk duyduğunu söyler. Ama direk görmezse ve duymazsa şahit olamaz ve hiçbir şey söylemeye hakkı yoktur, yoksa günahkâr olur. Çünkü işi daha fazla karıştırır ve çekişmeyi arttırır.

İnsanların hakları dışında olup gizlice iş-ledikleri günahlar hakkında şahitlik yapmak için koşmak mekruhtur. İnsanların ayıp, ku-sur ve gizlice işledikleri günahları örtmek daha efdal, üstündür. Gizlice, o Müslüman’la konuşulur ve ıslah etmeye çalışılır. Nitekim Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bu hu-susla ilgili şöyle buyurdu:

“Şahitliği yapmak için çağrılmadan şa-hitliği yapan birtakım insanlar ortaya çıka-caktır.” (Buharî ve Muslim)

Borcun küçük veya az veya çok olmasına bakmaksızın yazılması daha iyidir. Birçok insan borcu yazmaktan üşenirler veya sev-mezler. Birbirlerine güvendikleri için yazma-ya yönelmez veya lüzum görmezler. İleride bunun üzerine bir ihtilaf olabileceğini veya unutabileceklerini düşünmezler. Bu nedenle Allahu Teâlâ borcun az veya çok olmasına bakmaksızın yazılmasını, üşenilmemesini ta-lep etmiştir. Zira bu, Allah indinde daha ada-letli ve şahitlik için daha sağlamdır, şüpheye düşmemek içindir. Borcun miktarı, tarihi, ne zaman ödeneceği ve şahitler yazılınca iş sağlam olur, ilerde pek şüphe olmaz, haklar kaybolmaz ve yerine getirilir. İnsanları yara-tıp hallerini ve gelecekte ne olup biteceğini bilen Allahu Teâlâ insanlar arasındaki ihtilaf-ların kaldırılmasını ister. Çünkü insanların dünyada huzurlu yaşamalarını ister. Bunun için dosdoğru ahkâm indirdi. Allah’ın hük-

Bakara Suresi 282. Ayet

Page 81: KöklüDeğişim 74.Sayı

79 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

münden daha güzel hüküm var mı? Elbette, hayır!

Ancak, hali hazırda ticaret ayrıdır; bura-da mal teslim edilir ve parası hemen verilir. Borçlanma davası yoktur, bir el malı teslim eder, başka bir el malın parasını hemen tes-lim eder. Bunun yazılması gerekmez. Çünkü satıcı, malı teslim edip bunun parasını aldı. Ama yazılırsa da olur. Çünkü ayette “bu hal-de, hazır ticareti yazmasanız da bir sakınca yok-tur” denilmiştir. Ancak, her alışveriş türünde de şahit tutulursa daha iyidir. Böyle alışve-rişler daha sağlam olur, ilerde ihtilaf ve çe-kişmelerin meydana gelmesi ihtimali azalır. Şahit tutmanın her alışverişte daha güzel ve mendup (sünnet) olduğuna dair şu hadiste Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

“Üç kişi vardır; Allah’a dua ederler, Al-lah onların duasını kabul etmez: Bir adam, ahlakı ve huyu kötü olan kadınla evli olup onu boşayamıyor. Başka adam, yetim baliğ olmadan ona parasını veriyor. Öbür adam ise başka bir adama, şahit tutulmadan borç veriyor.” (Buharî ve Muslim’in şartlarına göre sahih olan

hadistir. Hâkim rivayet etmiştir).

Bu hadisteki “duası kabul edilmiyor”un ma-nası, mekruhtur. Bu adamlar, iyi olmayan durumdadırlar, demek isteniyor. Zira şahit tutmak farz kılınmadı ve tutulmanın haram kılınmadığı için şahit tutmak mendup oldu. Ayrıca, insanın karısı kötü ahlaka ve huya sahip olunca onu boşamamak haram değil-dir veya onu boşamak farz değildir. Onu bo-şamamak mekruhtur. Yine, baliğ olmadan yetime parasını vermek de mekruhtur.

Ayette, “şahide ve kâtibe (yazana) zarar veril-mesin” ifadesinin manası; kâtibe, yazdırılan şeyler dışında yazması için baskı yapmak ve şahide, duyduğu veya gördüğü şey dışın-da söylemesi için ona baskı yapmaktır. Bu,

kesinlikle haramdır. Çünkü Allahu Teâlâ, “Eğer bunu yaparsanız sizde fasıklık var demektir” buyurmuştur.

Sözleşmeyi yazana ve buna şahit olana, yazdıkları ve taraflardan işittiklerini değiş-tirmek için onlara baskı yapmak fasıklıktır. İnsan fasık olunca, bir daha şahitliği ve sözü kabul edilmez olur. Ta ki tövbe edince, yaptı-ğını düzeltince ve kendisinin düzeldiğini en az bir sene boyunca ispat edinceye kadar tek-rar udulluğuna dönecektir. Ancak o zaman şahitliği kabul edilir.

Allah, Kendisinden sakındırıp O’nun em-rine muhalefet etmemizin büyük bir günah olduğunu göstermektedir. “Allah size öğ-retiyor.” Bu ifadenin manası; Allah bize öğ-retince ondan sakınırız ve korkarız. Allah’ın hükmünü öğrenmeden nasıl ondan sakını-lacaktır? Bundan dolayı, insan bir iş yapa-caksa veya bir şeye yönelecekse önce bu iş ve bu şey hakkında Allah’ın hükmünü bil-melidir. Yoksa günahkâr olur. Zira Allah’ın hükmünü bilmezse, ona uygun amel ortaya koyamaz. Bu ise büyük günahtır. Ayetin şu “Allah’tan korkun Allah size öğretiyor” ifadesinden, özellikle fıkhı öğretmek anlaşı-lır. İnsanın, yapacağı işler hakkındaki şer’î hükümleri öğrenmesi kastedilir. Fıkıh ise; Kur’an’dan ve Sünnet’ten pratik meselelerle ilgili hükümlerin ilmidir.

Allah her şeyi bilir, ne olacağını bilir, in-sanlar bilemezler, tahmin ederler, Allah kesin olarak ne olup biteceğini bildiği için yukarı-da ahkâmı indirmiştir. Bu ahkâma tabi oldu-ğumuz zaman hem dünyada hem Ahiret’te mutlu oluruz. Dünyada işlerimiz düzgün olur. Ahiret’te Allah bizden razı olur ve bizi Cennet’e sokar, ebedî saadete sahip oluruz.

Bakara Suresi 282. Ayet

Page 82: KöklüDeğişim 74.Sayı

80Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Bayramlar Allah Azze ve Celle’nin Müslümanlar için tayin ettiği kutlama günleridir. Bu günlerin hangi günler olduğunu da Rasululllah SallAllahu Aleyhi ve Sellem; İydu’l-Fıtr’ın Şevval ayının ilk günü, İydu’l-Adha’nın ise Zilhicce ayının 10. günü olarak bildirilmiştir. Bu konuda Müslümanlara düşen sorumluluk, hem Şevval hilalini hem de Zilhicce hilalini gözlem-lemektir. Zira hangi günün bayram olduğu bu gözlem sonucunda ortaya çıkacaktır.

ذا رأيتموه فأفطروا إذا رأيتموه فصوموا واإ“Hilal’i görünce oruç tutunuz, tekrar görünce de iftar ediniz (bozunuz).” (Buharî)

Müslümanlar için Ramazan Orucunun, Ramazan ve Kurban Bayramı’nın başlama günü-nün tespitinde hilalin gözlemlenmesi, bunun ilan edilmesi ve bütün Müslümanların bugünler-de ortak hareket etmeleri Şer’an farz ve Müslümanların vahdetinin bir emaresi olması açısından da mühim bir ameldir. Bunun önüne geçmek isteyenler, bu vahdetten korkan sömürgeci kâfirler ve onların yerli uşak yöneticileridir. İşte bugün öylesi bir gündür ki, Müslümanlar yeniden ayağa kalkacaklarının bir nişanesi olarak bu günleri, vahdetin bir emaresi olarak birleştirebilme-li, tek hilale tabi olup, tek Ramazan’da oruç tutmalı, aynı bayramda bayram etmeli, Haccetmeli ve kurban kesmelidirler.

İşte bu sebeple okurlarımıza konuyla ilgili olarak bazı mühim hatırlatmalarda bulunmak is-tiyoruz.

İydu’l-Adha (Kurban Bayramı) -nasipse- Zilhicce ayında 10. günü olduğundan o günün - tespitinin yapılması elzemdir. Kurban kesilecek günler İslam fıkhında bellidir ve o gününün tespit edilmesi ibadettin sahih olmasını sağlayacaktır. Bu sebeple Bayram gününün tespiti açı-sından Zilhicce hilalinin takip edilmesi bütün Müslümanlar üzerinde bir mesuliyettir.

Hilal’in takibinin yapılması başka bir konu açısından da kaçınılmazdır. Zira Müslümanlar - İydu’l Adha’nın arifesinde kurbet kastıyla oruç tutarlar. Çünkü İydu’l-Adha’nın arifesinde de oruç tutmak menduptur. Fakat Zilhicce hilalinin görülememesi dolayısıyla Bayram günlerinin tespitinde olacak bir sapma, Müslümanları bayram gününde oruç tutmuş olmaya götürebilece-ğinden, haram işleme riski ile karşı karşıya getirebilir. Yani Müslümanlar sevap umarken, ika-ba muhatap olabilirler. Konuyla alakalı olarak Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

يوم عرفة، ويوم النحر، وأيام التشريق عيدنا أهل اإلسلم، وهي أيام أكل وشرب“Arefe günü, Nahr günü (Adha Bayramı) ve Teşrik Günleri biz Ehl-i İslâm’ın bayra-

mıdır. Bunlar; yemek, içmek günleridir.”

Bu hatırlatmaların ardından, Zilhicce hilalini dünyadaki bütün Müslümanlar gibi bizler de gözlemleyecek ve ulaştığımız sahih sonucu inşaAllah internet sitemizden siz-lerle paylaşacağız.

Iydu’l-Adha’nız mubarek ve hayırlara vesile olsun inşaAllah…

Page 83: KöklüDeğişim 74.Sayı

81 KÖKLÜDEĞİŞİM - Kasım 2010

Page 84: KöklüDeğişim 74.Sayı

82Kasım 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM