12

Kültür Mantarları Sayı: 10

Embed Size (px)

DESCRIPTION

 

Citation preview

Page 1: Kültür Mantarları Sayı: 10
Page 2: Kültür Mantarları Sayı: 10
Page 3: Kültür Mantarları Sayı: 10

3

BaşlarkenKültür Mantarları

İçerik

Başlarken 3

Mantarın Günlüğü 4

Altın Oran 5

İçimizdekiler 6

Bu dergide yer alan her içerik, üretici-sinin izni alınmadan herhangi bir dilde ve

herhangi bir ortamda paylaşılamaz.

Kültür MantarlarıŞapkanın altında kalın.

Aylık dergi

Sayı: 10Haziran 2014

Yazı İşleri MüdürüUfuk Murat TAÇ

Yayın YönetmeniBetül TEZCAN

Yayın KuruluArca ALTUNAYCihan AŞIKEmre SÖNMEZUğur GÖNÜL

Yayın DanışmanlarıAta Alkan TÜRKER

Jiyan AKHANKoray TEKİN

EditörKardelen KAÇAN

Kapak TasarımıEmre GÜLSOYLU

İç Kapak GörselleriVarga Natália

İç TasarımEmre GÜLSOYLU

Katkıda BulunanlarGözde GÜNGÖRHille PAUL

Yüksel ARICAN

İletişim Adresiwww.kulturmantarlari.com

Page 4: Kültür Mantarları Sayı: 10

Mantarın Günlüğü

4

Eve yeni girdim, saat 03.01. Yine gece yoğun bir gece vardiyası bu saatte eve gelmemin sebebi. Yalnız geç kalmamı etkileyen başka bir şey daha var. Eve dönerken gözümün önünde bir kazanın olması. Hem de çok hafif bir virajda. Kaza olur olmaz olay yerine gittik işçiler olarak. Çünkü gecenin o saatinde yollar bomboştu boştu ve ambulansı arayacak bizden başka kimse yoktu. Kazayı gördüğümde aklıma ilk gelen şey, beyaz kısa saçlı, alkollü bir sürücüydü. Tabii kanlar içinde ve baygın. Hatta belki de ölü. Kazanın "geliyorum" dediği aşamasından olduğu aşamaya kadar her şeyi görmüş olmama rağmen arabanın en çok hasar alan yerini yalnış tahmin ettiğimi anladım aracın yanına vardığımda. Aracın ön tarafı en sağlam yeri, sağ tarafıysa en hasarlı yeriydi. Araçta dört kişi vardı ve kısa beyaz saçlı, alkollü adam, sürücünün arkasında oturuy-ordu. Yani kafamdaki kaza yapan alkollu adam tipi, kendisini tahmin ettiğim yerden sadece bir metre arkadaydı. Bilinci açık değildi ve anlamsız sesler çıkartıyordu. Sol arkada oturan kişinin böyle olduğunu görünce, asıl hasarı almış olan sağ taraftaki kazaze-deleri tahmin etmek istemedim. Neyse ki, sağ arkada oturan adamın bilinci açıktı ve kafasında küçük bir yarası vardı. O taraftan bu kadar az hasarla çıkabilmesi çok olanaksız gözüküyordu. Arabanın sürücüsü bir bayandı ve yanında da eşi oturuyordu. O ikisinin bilinci yerindeydi ve gayet sağlıklılardı. Sürücünün yanında oturan kişi, oldukça sakin bir şekilde eşini sakinleştiriyor ve yaralıların durumunu kontrol ediyordu. Adamın eşiyse, yani sürücüyse, kendinden geçti ve sorulmasi gereken soruyu sormaya başladı: Ne yaptım ben? Kadın ne yaptı? Yumuşak bir viraja süratli bir şekilde girdi. Direksiyonun hakimiyeti henüz ondayken anlamsız bir şekilde direksiyonu sola kırdı ve önce bir ağacı kökledi, sonra bir tabelayı yere yatırdı, sonra oldukça uzun bir ışık direğini yerinden tamamen çıkarttı ve nihayetinde bir başka ağacı kırıp yana yatırdı. Aracın hızını siz tahmin edin. Metrelerce uzunluktaki bir direğin bu şekilde köklenebileceği aklıma hiç gelmezdi. Öyle bir çarpışmadan sürücü ve yanındaki kişilerin sapa sağlam çıkacağı da aklıma hiç gelmezdi. Emniyet kemeri insanı cidden hayata bağlıyormuş. Eğer arkadaki yolcular da kemerlerini taksalardı çok eminim hiçbir yara almadan kurtulabilirlerdi. Fakat şimdi kafalarında yarık söz konusu. Umarım ciddi sağlık sorunları yaşamadan, kalıcı hasarları olmadan atlatmışlardır bu kazayı.

İçimizdekiler Kültür Mantarları

Page 5: Kültür Mantarları Sayı: 10

"Akıl yaşta değil baştadır" ilkesiyle paralel olarak çalışan ve çocuk ya da ebeveyn, herkesin birbirl-erinin görüşlerine saygı duyduğu, ailenin hiçbir üyesinin birbirinin fikrini "Sen daha ne anlarsın" ya da "Çağ dışı kalmışsın" benzeri örneklerle küçümsemediği bir aile bana kalırsa idealdir. Çünkü aile dediğimiz şey en nihayetinde toplum gibi bir sosyal topluluk. Aileyi toplu-mun minimize edilmiş hali olarak düşünebiliriz. Bir toplumun bireyleri nasıl birbirine saygı göstermek zorundaysa aile bireyleri arasında da saygı anahtar kavram. Aile bireyleri arasındaki saygıyı düşüren ana faktörlerden biri olarak da sevgisizlik ele alınabilir. Sevgi ve saygının birbiriyle anahtar-kilit gibi iç içe geçmiş olduğu ailelerde bu tarz bir şikayetten bahsetmek söz konusu olamayacaktır. Çünkü bu sevgi ve saygı birbirini eş zamanlı olarak besler. Aile kavramının sevgi-saygı arasındaki bir denge oyunu olması gibi ebeveynlik de bir denge oyunu. Fakat ebeveynlikteki denge oyununun tarafları daha farklı. Denge tahtasının bir ucunda serbestlik, diğer ucunda ise sıkılık var. Bu denge tutturulamadığı zaman başıboş bir çocuk ya da kendine güveni olma-yan, karar alamayan ve bağımlı bir çocuk ortaya çıkabilir. Her iki durumda da ebeveynler iyi ebeveynlik yapamamıştır. Bu dengenin kurulabilmesi için anne ve baba elbette çocuklarından görevlerini yerine getirmel-erini beklemelidir. Çocuğun yaşı ilerleyip sorumlulukları arttıkça ebeveynler beklentilerini yükseltebilir. Çünkü onlar çocuğun kişiliğinin temellerini atmışlardır ve bu atılan temelin sağlam olup olmadığı hakkında bir kontroldür. Mesela çocuk yere düştüğü zaman ilk seferde onu kaldırmak -ki bu bir öğretme aşamasıdır- ancak diğer her düşüşte çocuğa yardımcı olma miktarını azaltarak çocuğu kendi kalkacak düzeye getirmek bunun örneği olabilir. Çocukların çok küçük gelebilecek bu açılardan geliştirilmesi ilerleyen yaşlarında onların karşılarına dikilecek "karakter savaşı" için hazırlıklı olabilmelerini tetikler. Peki,yukarıda bahsettiğim anne babanın birincil görevleri neler? Anne babanın klasik görevlerini bir yana koyarsak, ebeveyn-lerin en önemli görevi çocuklarını her türlü zorluğa karşı karşıldığında verilebilecek ilk tepkiyi, bir bakıma refleksi öğretmektir bence. Çocuk bu refleksi kaptığı zaman tepki oluşturabilme temelini de almış olacaktır. Bu noktadan sonra artık çocukların otokontrolünün giderek gelişmesi de çocukların bağımlılığını azaltacaktır.

Uyuyordum, uyandım. Bir şey beni uyandırmıştı. O sırada saat 05:21di, fakat bunu bilmiyordum. Zaman size göre işlemez, siz saate bakmasanız da geçer. Ve her saniye yeni bir şeyin başlangıcıdır. Bu yüzden yuvarlamaları sevmem. Hangi insan doğum tarihini 2000e yuvarlar ki? Zaman önemlidir ve ben bilmesem de uyandığımda saat 05:21di. Kötü bir rüya yüzünden uyandığımı düşündüm, ya da boşluktan aşağı düşme hissi. Fark etmezdi, ne de olsa uyanmıştım. Her sabah 06:05de uyanıp banyo yapıyorum. Banyoya girmeden önce suyu ısıtıcıya koyup ısıtıcıyı bir fincan sıcak su için çalıştırıyorum. Her sabah 06:10da banyoya girmiş oluyorum. Bazen 2 dakika geç kalktığım için bu süre 06.12 de olabiliyor. Ama bundan benim haberim yok. Çünkü saate banyo-dan çıkınca, yani saat 06:50de bakıyorum. Fakat bu benim dakikliğimi değiştirmiyor. Ben dakik olduğunun farkında olmayan bir dakiğim. Ve bu bana zarar verm-eye başlayacak. Saat 5.21 olduğundan uyumaya soğuk bakıyorum. Yataktan kalktığımda vücudum tarafından eksi derecelerde algılanan bir soğuk hava dalgası beni benden alıyor. Aslında hava 7 derece ve ben bunun farkında değilim. Yine de bu havanın sıcaklık değerlerini değiştirmiyor. Mutfağa gidiyorum ve her sabah yaptığım gibi suyu ısıtıcıya koyuyorum. Yeterince suyu koyduktan

sonra ısıtıcıyı çalıştırıyorum. Banyo yapmak üzere yürü-meye başlamışken ayaklarım beni salona götürüyor. Hayatım boyunca hiçbir şeye bağımlı kalmadım. Hiç sigara içmedim, hiç alkol kullanmadım, hiç âşık olmadım. Ama vücudum okul hayatımdan beri tam bir zaman bağımlısı. Bunu bilmiyorum, bunu bilmemem olmadığı anlamına gelmiyor. Salonda uyuya kalıyorum ve saat 06:05de yeniden beni uyanmaya zorluyorum. Bu sefer nedenini hiç düşünmeden “az kalsın işe geç kalıyordum” diyo-rum. Ama ben işe hiç geç kalmadım. Bunu biliyorum, ama hatırlamıyorum. Çünkü hayatım boyunca buna dikkat etmemi gerektirecek bir nedenim olmadı. Kalkıyorum ve istemsizce ısıtıcının başına gidiyorum. İçinde su kalmamış, ekliyorum. Her sabah yaptığım gibi ısıtıcıyı su koyduktan sonra çalıştırıyorum ve banyoya doğru ilerliyorum. Her zamanki gibi banyodan çıkıp saat 06:50de saate bakıyorum. Giyinip evi işe gitmek üzere terk ediyorum. Hayat bana göre her zaman sıkıcıydı. Lisedeyken âşık olmamıştım, üniversitede yurtta kalmıştım ve iş hayatımda yükselmemi gerektirecek bir nedenim yoktu. Hayatım tam anlamıyla bir rutindi ve ben bunun farkında değildim. Farkına vardığımda çok zarar görmüş olacağım. Gelecekteki olayların yaşanmamış olması yaşanmayacakları anlamına gelmez. Ve bu hayat bana zarar verecek, başlangıcı doğduğum saniye olsa bile.

5

Hayvanlarla insanlar arasındaki en büyük fark düşünebilmek derler. Aslına bakarsanız hayvanlar da düşünür ama bu basit yapılı ve sınırlıdır. Bu sebeple onların düşünce sistemine içgüdü diyoruz. Düşünmek ve içgüdüyle yaşamak arasındaki farkın en büyük örneği benim için öldürme eğilimidir. Hayvanlar tok kaldıkça öldürme eğilimleri azalır, acıktıkça artar. Çünkü hayatta kalmak için et-ot yemesi gerekir. İnsanlardaysa öldürme eğilimi bence küçük yaşlarda atlatılan travmalar ve aile ortamıyla doğrudan ilişkilendirilmelidir. Buradan doğan sonuç ise biraz ürkütücü; ebeveynler kendi elleriyle mutsuz ve acımasız insanların hamurunu yoğuruyor! Hayatın en açık seçik doğrularından biri hepi-mizin aynı standartlarda yaşamadığı gerçeğidir. Bunun en büyük sebebi şans faktörü, fakat tartışma konusu olan nokta ise “insan kendi şansını yaratabilir mi?” sorusu. buradan sonra insanlar binlerce farklı cevapla birbirlerinden ayrılıyor. Bana kalırsa lüzumsuz bir ayrım, asıl olması gereken tüm insanlığın çocuklarının, hatta torunlarının şanslarını kendi elleriyle yarattığı gerçeğinde birleşmesidir. Bu şans sadece maddi anlamda algılanmamalı ayrıca en önemli noktası man-eviyat olmalıdır. Huzurlu bir ev ve huzurlu bir aile yapısı bir çocuk için ne yazık ki en büyük şanstır. Oysa bu şans değil doğal bir durum olmalıdır. Tıpkı yemek, barınmak gibi temel ihtiyaç liste-sinin maddelerinden biri de çocuk için huzurlu bir ortam. Çünkü birey yetişene kadar kendine huzurlu bir ortam yaratabilecek yetenekte olmayacaktır. Bu ortamı sağlamak ailenin en büyük görevidir. Huzur kadar önemli bir konu ise çocuğa basit bir gelecek yarabilecek kadar maddiyat sahibi olmak. Eğer çocuk yapmayı düşünen bir çift daha kendine bakamıyorsa bu istek bence dünyanın en büyük bencilliği ve hırsızlığıdır. Çocuklarını çalıştırmak için okula göndermeyen aileleri görüyoruz, o ebeveynler çocuğunu ne kadar severse sevsin bir nevi kendi çocuklarının hayatlarını çalıyorlar. Çünkü insanların doğuştan gelen haklarından biri de öğrenim görmek, öğrenmektir. Hiçbir çocuk 10lu yaşlarının başında okumak ve öğrenmek yerine çalışmak ve hırpalanmak zorunda kalacağı aileleri hak ederek dünyaya gelmez. Ülkemizde birçok insan boşanma tarihini ertelemek ya da çalıştırmak için çocuk yapıyor. Çocuklarına gösterdikleri sevgi ve ilgiye lafım yok fakat kimse insanların hayatını çalmamalı. En azından çocuklarının temel ihtiyaçlarını sağlayabilecek ve bu ihtiyaçlara saygı duyabilecek kadar bilgili ve zengin olmalıdır aile. Ancak bu şekilde ebeveynler kendi elleri-yle hapishaneleri doldurmaz, mutlu ve saygılı bir toplum yaratabilirler. Unutulmamalı ki bazen gecekon-dulardan mutlu doktorlar yetişebilirken, villalardan mutsuz ve acımasız iş adamları çıkabilir.

Altın OranKültür Mantarları

İşyerinden 19.00da çıkıyorum. Her gün aynı yolu takip ediyorum ve orada bir kitapçı var. Orada bir kitapçı olduğunu bilmiyorum, muhtemelen kitapçı da benim adımı bilmiyor. Kitapçının önünde bugün bir broşür dağıtıcısı var. Prensiplerim gereği broşür dağıtan insanları reddedemiyorum. Monoton hayatıma o broşürü alana kadar “prensipleri olan birinin hayatı” diyorum. Aslında böyle bir şey yok, fakat benim olduğunu düşünmem onu varmış gibi kılıyor. Eğer bir fili hiç aklınızdan çıkarmadan uzun süre düşünürseniz fil odanızın ortasında size el sallayabilir. Bu, filin olmadığı gerçeğini değiştirmez fakat sizin için salonun ortasında size el sallayan bir fil vardır. Gerçek şu ki orada hiçbir zaman bir fil olmayacak ve dünyanın sonuna kadar hiçbir fil el sallamayacak. Broşürü aldıktan sonra bir göz atıyorum. Her zamanki psikoloji bölümlerinin insanları soyarak rahat-latmak için verdiği birkaç konferanstan oluşan derslerden birinin broşürü bu. İçerik olarak hiç bu kadar enteresanını görmediğimi düşünüyorum ve gitmeye o an karar veriyorum. Oysaki dün de aynı broşürü alıp çöpe atmıştım. Dünden bugüne broşür değişmese de ben değiştim, zaman değişti. Bu yüzden her saniyenin ayrı bir önemi var. 3 gün sonra broşürdeki telefon numarasını arıyorum ve kayıt yaptırıyorum. O saniyeden sonraki 52 saat boyunca rutinime geri dönüyorum. 52. Saatin sonunda büyük bir alışveriş merkezine benzer bir hastanenin önündeyim. Bu saatte burada olmam vücu-dum için inanılmaz acı verici bir şey. Şu anda tüm kaslarım yatağa uzanmış televizyon seyrederek uyukla-mak istiyor. İçeri girdiğimde kayıt işlemlerinin geri kalanını tamamlamak için bir bayanla konuşuyorum. Buraya gelmemdeki amaç hayatımı değiştirmek değil, sadece broşürü aldığımdaki duygularım. Ama hayatımı kendi isteğimle değiştireceğim. Broşürü aldığımda bu duyguları daha önce yaşamadığımı düşünmüştüm, fakat hastanedeyken “keşke gelmeseydim” diyorum. Bu düşüncem psikiyatr bayanı 3. Dakikadan sonra dinlemeye başlamama sebep oluyor. O günkü ve şu anki duygularımı karşılaştırırken kaydımı tamamlamış, konuşmanın verileceği odaya yürümüş, yerimi almış ve psikiyatrı 3 dakika boyunca dinlememiştim. Psikiyatrı dinlemeye başladığımda bunları fark ediyorum. Sanırım hayatımın en büyük farkındalığı bu olacak. Çünkü ben hayatımı değiştirmeye hazırlanıyorum. Kadın kaba tabirle klişeleşmiş tespitleri bir bir

zırvalıyor. Birçok kişi telefonuyla uğraşmaya başlıyor. Fark ettiğim kadarıyla psikiyatr bu insanlara hiç bozul-muyor, anlatımında hiçbir değişikliğe gitmiyor. Bu, benim kadını daha dikkatle dinlememe sebep oluyor. Dikkatimin dağılması saatime bakmamla başlıyor. Saatin çok çabuk aktığını hissediyorum. Birkaç dakika sonra konferans sona eriyor. Son dakikalarda anlatılan şeyleri dinlediğim kadarıyla hayatını değiştirmek isteyenler için psikoloji bölümünün bir projesi var. Bu projenin adı “zaman”. Öncelikle kayıt yaptırarak bu topluluğa üye oluyorsun, daha sonra belirlenen zaman miktarında hayatını onların istediği gibi yaşıyorsun. Hayatını değiştirmen için gerekli şeyler bu psikoloji bölümü tarafından karşılanıyor. Kayıt yaptırmaya karar veriyorum. Hava artık karanlık. Kayıt yaptırdıktan sonra içimde garip bir ışık doğuyor. Bu ışık akşamın karanlığını yarmasa da beynimi aydınlatmaya yetiyor. Kendimi uzun süre sonra mutlu hissediyorum. Garipsiyorum. Garipsememe aldırış etmiyorum. Oysa mutlu olmayı garipsemek çok garip bir durum. Çok sonraları öğreniyorum. Duyguları birer birer öğreniyorum. Daha sonra o güne kadar hayatı yaşamamış, ezberlemiş olduğumu da öğrenecek ve değiştirmeye çalışacağım. Saat beni ilk defa yanıltıyor, işe gitmek için kalktığımda geç kaldığımı fark ediyorum. Bunun için şirkette müdürümden özür dilediğimde “olsun çok geç kalmıyorsun zaten, takma kafana” öğüdünü alıyorum. Benim için geç kalmakla çok geç kalmak arasında bir fark yok. Geç kalmak geç kalmaktır. İçinde bulunduğum duçların cezasını çekmek istiyorum. Özgürlüğüme kavuşana kadar mahcubiyet duygusundan nefret edene kadar hissetmiştim. Artık istemiyorum. Bunu müdürüme ifade etmiyorum. İşten çıktığımda saat zaman topluluğuna gitmek için uygun. Otobüse biniyor ve topluluğa karışmak üzere yola çıkıyorum. Yolda topluluk hakkında hiçbir şey düşünmemeye özen gösteriyorum. Eğer düşünürsem heyecanlanırım. Heyecan hayatıma uzun süredir uğramayan bir duygu. Belki duygu tanımını hayatımdan çıkarmak istiyorum. Duygusal olmaktansa mühendis olmayı küçük yaşta seçmiştim ne de olsa. Toplulukta gözlemlediğim kadarıyla insanlar çok heyecanlı. Kendimi farklı hissediyorum. Farklı hissetmeyi sevmediğimi bir kez daha anlıyorum. Nede-nini çok farklı yerlerde aradığımı sonradan öğreneceğim. İlk hafta için topluluk 10 saat diyor. Kabul

görüyor. Bu hafta 10 saatimi bu toplulukla azınlığın karar verdiği şekilde geçireceğim. Hayatıma yenilik neşe ve heyecan katacağım. Neler olacağını bilmiyo-rum, öğreneceğim. Günlerden pazartesi, ilk 2 saatimizi geçireceğiz. Bungee jumping gibi sert bir giriş yapıyoruz. En yaşlımız 35 yaşında olduğu için kalp krizi riski çok az. Yanımızda psikoloji dalından da olsa doktorlar var, herkes güvende hissediyor. İlk önce ben atlıyorum, uyandığımda saat 6:05, yatağımdayım. Hayatımda hiç yaşamadığım kadar heyecanı dün yaşadım, hatırlayamıyor sadece anımsıyorum. Salı günü fotoğraf çekerek geçiyor. Heyecanlı değil ama eğlenceli. Kimseyle konuşmuşluğum yok. Çarşamba günü motor yolculuğu yapıyoruz. Kullanan kişiler profesyonel ve biz onlara arkçıyız. Pazartesi kadar olmasa da heyecan veriyor. Perşembe günü uykusuzluk çekiyorum. Hafta sonu 5 saatlik bölümü kamp yaparak geçiriyoruz. Sessizim. Beni konuşturmak için eylemler bugün başlıyor. Haftalar ayları takip ediyor. Ben dümdüz bir hayat yaşarken bir adrenalin bağımlısına dönüşüyorum. Bunun yanı sıra 3. Hafta o gruptan ayrılıyorum. Kampta arkadaş olduğum biriyle neyin daha fazla heyecan verdiğini bulmaya çalışıyoruz bu süre zarfında. O grup ise bizden birkaç ay sonra monotona sarıyor. Topluluğu oluşturanlar amacı yok sayıyor, farklılığı değil alışılmışı istiyorlar ve başarıyorlar. 3 ayda bir haberlerini alıyoruz. Arkadaşım topluluğun kurucularından biri olduğu için ister istemez haber alıyoruz ama bunu 3 ay kadar uzun bir süreye de kimseyi kırmadan yayabilmeyi başarıyoruz. Topluluktan ayrıldıktan tam 3 yıl sonra dağa tırmanmaya karar veriyoruz. Oldukça karlı bir dağ ve kışın ortasındayız. 3 yıl içinde edindiğimiz amatör ruhu kaybetmemek adına fazla kişiyle değil kendi içimizde bir grupla, 4 kişi çıkıyoruz. Çığ düşüyor. Saat 6:05. Uyanmaya çalışıyorum. Olmuyor. Nedenini merak ediyorum. Işık var, çok canlı bir ışık. Işığın yaklaştığını hissediyorum. Kafamı geriye doğru çevirmeye çalışıyorum birkaç dakika sonra. Işığın yaklaşmadığını, benim ona doğru gittiğimi hissediyo-rum. Ardıma baktığımda karanlık görüyorum. Şeklini anlayamadığım iki cisim bana

yaklaşıyor, benimle konuşuyor. Anladığım tek şey birazdan bana sorular sorulacak olması. Daha da garip biri geliyor. Şeklini algılayabiliyorum. Şekli algılamaya çalışırken onun izin verdiği şekilde gözlerimi açabiliyo-rum. Sonunda gözlerim kapanıyor ve karanlıkta gördüğüm ilk şey bir bebek. Bu benim. Tüm hayatımı izliyorum, ağlamak istiyorum. Saniyesi saniyesine yaptığım her hareket bana biraz daha acı veriyor. Tek düze yaşamım, bağımlılıklardan uzak sade ve düz yaşamım, gördükçe bana acı veriyor. İzlemesi bile bu kadar sıkıcı ve acılıyken nasıl yaşadığımı düşünüyorum. Sonra o 3 yıl geliyor. İzlerken eğlendiğim tek yeri burası hayatımın. Sonrası bembeyaz kar. Gözlerimi açtığımda istemsizce neden sonuç ilişkileri kuruyorum. Hayatımın neden böyle geliştiğini, tercihlerimin nedenlerini, ve geride kalan tüm sonsuz olasılıkların nedenlerini bir bir düşünüp anlıyorum. Geride bıraktığım dünya ve yaşamım hakkında artık her şey neden sonuç ilişkileriyle düzenlenmiş yapıda beyni-min içinde, hissediyorum. Kafamda hiçbir soru işareti kalmıyor. Şeklini algılayamadığım cisim ilk defa konuşuyor ve benden bir şeyler söylememi istiyor. Söylemek istediğim tek şey tekrar yaşamak istediğim. Tekdüze yaşanmış her anın üzerine cırtlak mor kalemle küfürler yazmak istiyorum. Her anımı farklı her saniyeyi hiç tatmadığım şeylerle geçirmek istiyorum. Tüm nedenleri bildiğim için her şeyi istediğim gibi yapabileceğimi düşünüyorum. İçimde sonsuz bir güç hissediyorum. İsteğim kabul görüyor, ama tek bir şartla. Bilgi-min hepsinin silinmesi gerekiyor. Ya da tüm bildiklerimle burada yaşayabilirim. Aslına bakarsan burada kimse yok, sanırım herkes benim seçtiğim yolu seçmiş. Tekrar gitmeyi seçiyorum, burası çok sıkıcı ve tekdüze, burada durabileceğime inanmıyorum. Hayatı yeniden yaşamak ve yeni kelimesinin içini doldurmak istiyorum. İçimdeki istek tam anlamıyla bir tutku, sadece istiyorum. İsteklerim koşullu olarak kabul görüyor. Saat 6:05, işe gitmek için uyanıyorum, hayatımda daha önce hiç geç kalmadım.

Tohumdan Fidana- Emre SÖNMEZ

- Yüksel ARICAN

Page 6: Kültür Mantarları Sayı: 10

"Akıl yaşta değil baştadır" ilkesiyle paralel olarak çalışan ve çocuk ya da ebeveyn, herkesin birbirl-erinin görüşlerine saygı duyduğu, ailenin hiçbir üyesinin birbirinin fikrini "Sen daha ne anlarsın" ya da "Çağ dışı kalmışsın" benzeri örneklerle küçümsemediği bir aile bana kalırsa idealdir. Çünkü aile dediğimiz şey en nihayetinde toplum gibi bir sosyal topluluk. Aileyi toplu-mun minimize edilmiş hali olarak düşünebiliriz. Bir toplumun bireyleri nasıl birbirine saygı göstermek zorundaysa aile bireyleri arasında da saygı anahtar kavram. Aile bireyleri arasındaki saygıyı düşüren ana faktörlerden biri olarak da sevgisizlik ele alınabilir. Sevgi ve saygının birbiriyle anahtar-kilit gibi iç içe geçmiş olduğu ailelerde bu tarz bir şikayetten bahsetmek söz konusu olamayacaktır. Çünkü bu sevgi ve saygı birbirini eş zamanlı olarak besler. Aile kavramının sevgi-saygı arasındaki bir denge oyunu olması gibi ebeveynlik de bir denge oyunu. Fakat ebeveynlikteki denge oyununun tarafları daha farklı. Denge tahtasının bir ucunda serbestlik, diğer ucunda ise sıkılık var. Bu denge tutturulamadığı zaman başıboş bir çocuk ya da kendine güveni olma-yan, karar alamayan ve bağımlı bir çocuk ortaya çıkabilir. Her iki durumda da ebeveynler iyi ebeveynlik yapamamıştır. Bu dengenin kurulabilmesi için anne ve baba elbette çocuklarından görevlerini yerine getirmel-erini beklemelidir. Çocuğun yaşı ilerleyip sorumlulukları arttıkça ebeveynler beklentilerini yükseltebilir. Çünkü onlar çocuğun kişiliğinin temellerini atmışlardır ve bu atılan temelin sağlam olup olmadığı hakkında bir kontroldür. Mesela çocuk yere düştüğü zaman ilk seferde onu kaldırmak -ki bu bir öğretme aşamasıdır- ancak diğer her düşüşte çocuğa yardımcı olma miktarını azaltarak çocuğu kendi kalkacak düzeye getirmek bunun örneği olabilir. Çocukların çok küçük gelebilecek bu açılardan geliştirilmesi ilerleyen yaşlarında onların karşılarına dikilecek "karakter savaşı" için hazırlıklı olabilmelerini tetikler. Peki,yukarıda bahsettiğim anne babanın birincil görevleri neler? Anne babanın klasik görevlerini bir yana koyarsak, ebeveyn-lerin en önemli görevi çocuklarını her türlü zorluğa karşı karşıldığında verilebilecek ilk tepkiyi, bir bakıma refleksi öğretmektir bence. Çocuk bu refleksi kaptığı zaman tepki oluşturabilme temelini de almış olacaktır. Bu noktadan sonra artık çocukların otokontrolünün giderek gelişmesi de çocukların bağımlılığını azaltacaktır.

6

Uyuyordum, uyandım. Bir şey beni uyandırmıştı. O sırada saat 05:21di, fakat bunu bilmiyordum. Zaman size göre işlemez, siz saate bakmasanız da geçer. Ve her saniye yeni bir şeyin başlangıcıdır. Bu yüzden yuvarlamaları sevmem. Hangi insan doğum tarihini 2000e yuvarlar ki? Zaman önemlidir ve ben bilmesem de uyandığımda saat 05:21di. Kötü bir rüya yüzünden uyandığımı düşündüm, ya da boşluktan aşağı düşme hissi. Fark etmezdi, ne de olsa uyanmıştım. Her sabah 06:05de uyanıp banyo yapıyorum. Banyoya girmeden önce suyu ısıtıcıya koyup ısıtıcıyı bir fincan sıcak su için çalıştırıyorum. Her sabah 06:10da banyoya girmiş oluyorum. Bazen 2 dakika geç kalktığım için bu süre 06.12 de olabiliyor. Ama bundan benim haberim yok. Çünkü saate banyo-dan çıkınca, yani saat 06:50de bakıyorum. Fakat bu benim dakikliğimi değiştirmiyor. Ben dakik olduğunun farkında olmayan bir dakiğim. Ve bu bana zarar verm-eye başlayacak. Saat 5.21 olduğundan uyumaya soğuk bakıyorum. Yataktan kalktığımda vücudum tarafından eksi derecelerde algılanan bir soğuk hava dalgası beni benden alıyor. Aslında hava 7 derece ve ben bunun farkında değilim. Yine de bu havanın sıcaklık değerlerini değiştirmiyor. Mutfağa gidiyorum ve her sabah yaptığım gibi suyu ısıtıcıya koyuyorum. Yeterince suyu koyduktan

sonra ısıtıcıyı çalıştırıyorum. Banyo yapmak üzere yürü-meye başlamışken ayaklarım beni salona götürüyor. Hayatım boyunca hiçbir şeye bağımlı kalmadım. Hiç sigara içmedim, hiç alkol kullanmadım, hiç âşık olmadım. Ama vücudum okul hayatımdan beri tam bir zaman bağımlısı. Bunu bilmiyorum, bunu bilmemem olmadığı anlamına gelmiyor. Salonda uyuya kalıyorum ve saat 06:05de yeniden beni uyanmaya zorluyorum. Bu sefer nedenini hiç düşünmeden “az kalsın işe geç kalıyordum” diyo-rum. Ama ben işe hiç geç kalmadım. Bunu biliyorum, ama hatırlamıyorum. Çünkü hayatım boyunca buna dikkat etmemi gerektirecek bir nedenim olmadı. Kalkıyorum ve istemsizce ısıtıcının başına gidiyorum. İçinde su kalmamış, ekliyorum. Her sabah yaptığım gibi ısıtıcıyı su koyduktan sonra çalıştırıyorum ve banyoya doğru ilerliyorum. Her zamanki gibi banyodan çıkıp saat 06:50de saate bakıyorum. Giyinip evi işe gitmek üzere terk ediyorum. Hayat bana göre her zaman sıkıcıydı. Lisedeyken âşık olmamıştım, üniversitede yurtta kalmıştım ve iş hayatımda yükselmemi gerektirecek bir nedenim yoktu. Hayatım tam anlamıyla bir rutindi ve ben bunun farkında değildim. Farkına vardığımda çok zarar görmüş olacağım. Gelecekteki olayların yaşanmamış olması yaşanmayacakları anlamına gelmez. Ve bu hayat bana zarar verecek, başlangıcı doğduğum saniye olsa bile.

İçimizdekiler Kültür Mantarları

Hayvanlarla insanlar arasındaki en büyük fark düşünebilmek derler. Aslına bakarsanız hayvanlar da düşünür ama bu basit yapılı ve sınırlıdır. Bu sebeple onların düşünce sistemine içgüdü diyoruz. Düşünmek ve içgüdüyle yaşamak arasındaki farkın en büyük örneği benim için öldürme eğilimidir. Hayvanlar tok kaldıkça öldürme eğilimleri azalır, acıktıkça artar. Çünkü hayatta kalmak için et-ot yemesi gerekir. İnsanlardaysa öldürme eğilimi bence küçük yaşlarda atlatılan travmalar ve aile ortamıyla doğrudan ilişkilendirilmelidir. Buradan doğan sonuç ise biraz ürkütücü; ebeveynler kendi elleriyle mutsuz ve acımasız insanların hamurunu yoğuruyor! Hayatın en açık seçik doğrularından biri hepi-mizin aynı standartlarda yaşamadığı gerçeğidir. Bunun en büyük sebebi şans faktörü, fakat tartışma konusu olan nokta ise “insan kendi şansını yaratabilir mi?” sorusu. buradan sonra insanlar binlerce farklı cevapla birbirlerinden ayrılıyor. Bana kalırsa lüzumsuz bir ayrım, asıl olması gereken tüm insanlığın çocuklarının, hatta torunlarının şanslarını kendi elleriyle yarattığı gerçeğinde birleşmesidir. Bu şans sadece maddi anlamda algılanmamalı ayrıca en önemli noktası man-eviyat olmalıdır. Huzurlu bir ev ve huzurlu bir aile yapısı bir çocuk için ne yazık ki en büyük şanstır. Oysa bu şans değil doğal bir durum olmalıdır. Tıpkı yemek, barınmak gibi temel ihtiyaç liste-sinin maddelerinden biri de çocuk için huzurlu bir ortam. Çünkü birey yetişene kadar kendine huzurlu bir ortam yaratabilecek yetenekte olmayacaktır. Bu ortamı sağlamak ailenin en büyük görevidir. Huzur kadar önemli bir konu ise çocuğa basit bir gelecek yarabilecek kadar maddiyat sahibi olmak. Eğer çocuk yapmayı düşünen bir çift daha kendine bakamıyorsa bu istek bence dünyanın en büyük bencilliği ve hırsızlığıdır. Çocuklarını çalıştırmak için okula göndermeyen aileleri görüyoruz, o ebeveynler çocuğunu ne kadar severse sevsin bir nevi kendi çocuklarının hayatlarını çalıyorlar. Çünkü insanların doğuştan gelen haklarından biri de öğrenim görmek, öğrenmektir. Hiçbir çocuk 10lu yaşlarının başında okumak ve öğrenmek yerine çalışmak ve hırpalanmak zorunda kalacağı aileleri hak ederek dünyaya gelmez. Ülkemizde birçok insan boşanma tarihini ertelemek ya da çalıştırmak için çocuk yapıyor. Çocuklarına gösterdikleri sevgi ve ilgiye lafım yok fakat kimse insanların hayatını çalmamalı. En azından çocuklarının temel ihtiyaçlarını sağlayabilecek ve bu ihtiyaçlara saygı duyabilecek kadar bilgili ve zengin olmalıdır aile. Ancak bu şekilde ebeveynler kendi elleri-yle hapishaneleri doldurmaz, mutlu ve saygılı bir toplum yaratabilirler. Unutulmamalı ki bazen gecekon-dulardan mutlu doktorlar yetişebilirken, villalardan mutsuz ve acımasız iş adamları çıkabilir.

İşyerinden 19.00da çıkıyorum. Her gün aynı yolu takip ediyorum ve orada bir kitapçı var. Orada bir kitapçı olduğunu bilmiyorum, muhtemelen kitapçı da benim adımı bilmiyor. Kitapçının önünde bugün bir broşür dağıtıcısı var. Prensiplerim gereği broşür dağıtan insanları reddedemiyorum. Monoton hayatıma o broşürü alana kadar “prensipleri olan birinin hayatı” diyorum. Aslında böyle bir şey yok, fakat benim olduğunu düşünmem onu varmış gibi kılıyor. Eğer bir fili hiç aklınızdan çıkarmadan uzun süre düşünürseniz fil odanızın ortasında size el sallayabilir. Bu, filin olmadığı gerçeğini değiştirmez fakat sizin için salonun ortasında size el sallayan bir fil vardır. Gerçek şu ki orada hiçbir zaman bir fil olmayacak ve dünyanın sonuna kadar hiçbir fil el sallamayacak. Broşürü aldıktan sonra bir göz atıyorum. Her zamanki psikoloji bölümlerinin insanları soyarak rahat-latmak için verdiği birkaç konferanstan oluşan derslerden birinin broşürü bu. İçerik olarak hiç bu kadar enteresanını görmediğimi düşünüyorum ve gitmeye o an karar veriyorum. Oysaki dün de aynı broşürü alıp çöpe atmıştım. Dünden bugüne broşür değişmese de ben değiştim, zaman değişti. Bu yüzden her saniyenin ayrı bir önemi var. 3 gün sonra broşürdeki telefon numarasını arıyorum ve kayıt yaptırıyorum. O saniyeden sonraki 52 saat boyunca rutinime geri dönüyorum. 52. Saatin sonunda büyük bir alışveriş merkezine benzer bir hastanenin önündeyim. Bu saatte burada olmam vücu-dum için inanılmaz acı verici bir şey. Şu anda tüm kaslarım yatağa uzanmış televizyon seyrederek uyukla-mak istiyor. İçeri girdiğimde kayıt işlemlerinin geri kalanını tamamlamak için bir bayanla konuşuyorum. Buraya gelmemdeki amaç hayatımı değiştirmek değil, sadece broşürü aldığımdaki duygularım. Ama hayatımı kendi isteğimle değiştireceğim. Broşürü aldığımda bu duyguları daha önce yaşamadığımı düşünmüştüm, fakat hastanedeyken “keşke gelmeseydim” diyorum. Bu düşüncem psikiyatr bayanı 3. Dakikadan sonra dinlemeye başlamama sebep oluyor. O günkü ve şu anki duygularımı karşılaştırırken kaydımı tamamlamış, konuşmanın verileceği odaya yürümüş, yerimi almış ve psikiyatrı 3 dakika boyunca dinlememiştim. Psikiyatrı dinlemeye başladığımda bunları fark ediyorum. Sanırım hayatımın en büyük farkındalığı bu olacak. Çünkü ben hayatımı değiştirmeye hazırlanıyorum. Kadın kaba tabirle klişeleşmiş tespitleri bir bir

zırvalıyor. Birçok kişi telefonuyla uğraşmaya başlıyor. Fark ettiğim kadarıyla psikiyatr bu insanlara hiç bozul-muyor, anlatımında hiçbir değişikliğe gitmiyor. Bu, benim kadını daha dikkatle dinlememe sebep oluyor. Dikkatimin dağılması saatime bakmamla başlıyor. Saatin çok çabuk aktığını hissediyorum. Birkaç dakika sonra konferans sona eriyor. Son dakikalarda anlatılan şeyleri dinlediğim kadarıyla hayatını değiştirmek isteyenler için psikoloji bölümünün bir projesi var. Bu projenin adı “zaman”. Öncelikle kayıt yaptırarak bu topluluğa üye oluyorsun, daha sonra belirlenen zaman miktarında hayatını onların istediği gibi yaşıyorsun. Hayatını değiştirmen için gerekli şeyler bu psikoloji bölümü tarafından karşılanıyor. Kayıt yaptırmaya karar veriyorum. Hava artık karanlık. Kayıt yaptırdıktan sonra içimde garip bir ışık doğuyor. Bu ışık akşamın karanlığını yarmasa da beynimi aydınlatmaya yetiyor. Kendimi uzun süre sonra mutlu hissediyorum. Garipsiyorum. Garipsememe aldırış etmiyorum. Oysa mutlu olmayı garipsemek çok garip bir durum. Çok sonraları öğreniyorum. Duyguları birer birer öğreniyorum. Daha sonra o güne kadar hayatı yaşamamış, ezberlemiş olduğumu da öğrenecek ve değiştirmeye çalışacağım. Saat beni ilk defa yanıltıyor, işe gitmek için kalktığımda geç kaldığımı fark ediyorum. Bunun için şirkette müdürümden özür dilediğimde “olsun çok geç kalmıyorsun zaten, takma kafana” öğüdünü alıyorum. Benim için geç kalmakla çok geç kalmak arasında bir fark yok. Geç kalmak geç kalmaktır. İçinde bulunduğum duçların cezasını çekmek istiyorum. Özgürlüğüme kavuşana kadar mahcubiyet duygusundan nefret edene kadar hissetmiştim. Artık istemiyorum. Bunu müdürüme ifade etmiyorum. İşten çıktığımda saat zaman topluluğuna gitmek için uygun. Otobüse biniyor ve topluluğa karışmak üzere yola çıkıyorum. Yolda topluluk hakkında hiçbir şey düşünmemeye özen gösteriyorum. Eğer düşünürsem heyecanlanırım. Heyecan hayatıma uzun süredir uğramayan bir duygu. Belki duygu tanımını hayatımdan çıkarmak istiyorum. Duygusal olmaktansa mühendis olmayı küçük yaşta seçmiştim ne de olsa. Toplulukta gözlemlediğim kadarıyla insanlar çok heyecanlı. Kendimi farklı hissediyorum. Farklı hissetmeyi sevmediğimi bir kez daha anlıyorum. Nede-nini çok farklı yerlerde aradığımı sonradan öğreneceğim. İlk hafta için topluluk 10 saat diyor. Kabul

Dormansi- Emre SÖNMEZ

görüyor. Bu hafta 10 saatimi bu toplulukla azınlığın karar verdiği şekilde geçireceğim. Hayatıma yenilik neşe ve heyecan katacağım. Neler olacağını bilmiyo-rum, öğreneceğim. Günlerden pazartesi, ilk 2 saatimizi geçireceğiz. Bungee jumping gibi sert bir giriş yapıyoruz. En yaşlımız 35 yaşında olduğu için kalp krizi riski çok az. Yanımızda psikoloji dalından da olsa doktorlar var, herkes güvende hissediyor. İlk önce ben atlıyorum, uyandığımda saat 6:05, yatağımdayım. Hayatımda hiç yaşamadığım kadar heyecanı dün yaşadım, hatırlayamıyor sadece anımsıyorum. Salı günü fotoğraf çekerek geçiyor. Heyecanlı değil ama eğlenceli. Kimseyle konuşmuşluğum yok. Çarşamba günü motor yolculuğu yapıyoruz. Kullanan kişiler profesyonel ve biz onlara arkçıyız. Pazartesi kadar olmasa da heyecan veriyor. Perşembe günü uykusuzluk çekiyorum. Hafta sonu 5 saatlik bölümü kamp yaparak geçiriyoruz. Sessizim. Beni konuşturmak için eylemler bugün başlıyor. Haftalar ayları takip ediyor. Ben dümdüz bir hayat yaşarken bir adrenalin bağımlısına dönüşüyorum. Bunun yanı sıra 3. Hafta o gruptan ayrılıyorum. Kampta arkadaş olduğum biriyle neyin daha fazla heyecan verdiğini bulmaya çalışıyoruz bu süre zarfında. O grup ise bizden birkaç ay sonra monotona sarıyor. Topluluğu oluşturanlar amacı yok sayıyor, farklılığı değil alışılmışı istiyorlar ve başarıyorlar. 3 ayda bir haberlerini alıyoruz. Arkadaşım topluluğun kurucularından biri olduğu için ister istemez haber alıyoruz ama bunu 3 ay kadar uzun bir süreye de kimseyi kırmadan yayabilmeyi başarıyoruz. Topluluktan ayrıldıktan tam 3 yıl sonra dağa tırmanmaya karar veriyoruz. Oldukça karlı bir dağ ve kışın ortasındayız. 3 yıl içinde edindiğimiz amatör ruhu kaybetmemek adına fazla kişiyle değil kendi içimizde bir grupla, 4 kişi çıkıyoruz. Çığ düşüyor. Saat 6:05. Uyanmaya çalışıyorum. Olmuyor. Nedenini merak ediyorum. Işık var, çok canlı bir ışık. Işığın yaklaştığını hissediyorum. Kafamı geriye doğru çevirmeye çalışıyorum birkaç dakika sonra. Işığın yaklaşmadığını, benim ona doğru gittiğimi hissediyo-rum. Ardıma baktığımda karanlık görüyorum. Şeklini anlayamadığım iki cisim bana

yaklaşıyor, benimle konuşuyor. Anladığım tek şey birazdan bana sorular sorulacak olması. Daha da garip biri geliyor. Şeklini algılayabiliyorum. Şekli algılamaya çalışırken onun izin verdiği şekilde gözlerimi açabiliyo-rum. Sonunda gözlerim kapanıyor ve karanlıkta gördüğüm ilk şey bir bebek. Bu benim. Tüm hayatımı izliyorum, ağlamak istiyorum. Saniyesi saniyesine yaptığım her hareket bana biraz daha acı veriyor. Tek düze yaşamım, bağımlılıklardan uzak sade ve düz yaşamım, gördükçe bana acı veriyor. İzlemesi bile bu kadar sıkıcı ve acılıyken nasıl yaşadığımı düşünüyorum. Sonra o 3 yıl geliyor. İzlerken eğlendiğim tek yeri burası hayatımın. Sonrası bembeyaz kar. Gözlerimi açtığımda istemsizce neden sonuç ilişkileri kuruyorum. Hayatımın neden böyle geliştiğini, tercihlerimin nedenlerini, ve geride kalan tüm sonsuz olasılıkların nedenlerini bir bir düşünüp anlıyorum. Geride bıraktığım dünya ve yaşamım hakkında artık her şey neden sonuç ilişkileriyle düzenlenmiş yapıda beyni-min içinde, hissediyorum. Kafamda hiçbir soru işareti kalmıyor. Şeklini algılayamadığım cisim ilk defa konuşuyor ve benden bir şeyler söylememi istiyor. Söylemek istediğim tek şey tekrar yaşamak istediğim. Tekdüze yaşanmış her anın üzerine cırtlak mor kalemle küfürler yazmak istiyorum. Her anımı farklı her saniyeyi hiç tatmadığım şeylerle geçirmek istiyorum. Tüm nedenleri bildiğim için her şeyi istediğim gibi yapabileceğimi düşünüyorum. İçimde sonsuz bir güç hissediyorum. İsteğim kabul görüyor, ama tek bir şartla. Bilgi-min hepsinin silinmesi gerekiyor. Ya da tüm bildiklerimle burada yaşayabilirim. Aslına bakarsan burada kimse yok, sanırım herkes benim seçtiğim yolu seçmiş. Tekrar gitmeyi seçiyorum, burası çok sıkıcı ve tekdüze, burada durabileceğime inanmıyorum. Hayatı yeniden yaşamak ve yeni kelimesinin içini doldurmak istiyorum. İçimdeki istek tam anlamıyla bir tutku, sadece istiyorum. İsteklerim koşullu olarak kabul görüyor. Saat 6:05, işe gitmek için uyanıyorum, hayatımda daha önce hiç geç kalmadım.

Page 7: Kültür Mantarları Sayı: 10

"Akıl yaşta değil baştadır" ilkesiyle paralel olarak çalışan ve çocuk ya da ebeveyn, herkesin birbirl-erinin görüşlerine saygı duyduğu, ailenin hiçbir üyesinin birbirinin fikrini "Sen daha ne anlarsın" ya da "Çağ dışı kalmışsın" benzeri örneklerle küçümsemediği bir aile bana kalırsa idealdir. Çünkü aile dediğimiz şey en nihayetinde toplum gibi bir sosyal topluluk. Aileyi toplu-mun minimize edilmiş hali olarak düşünebiliriz. Bir toplumun bireyleri nasıl birbirine saygı göstermek zorundaysa aile bireyleri arasında da saygı anahtar kavram. Aile bireyleri arasındaki saygıyı düşüren ana faktörlerden biri olarak da sevgisizlik ele alınabilir. Sevgi ve saygının birbiriyle anahtar-kilit gibi iç içe geçmiş olduğu ailelerde bu tarz bir şikayetten bahsetmek söz konusu olamayacaktır. Çünkü bu sevgi ve saygı birbirini eş zamanlı olarak besler. Aile kavramının sevgi-saygı arasındaki bir denge oyunu olması gibi ebeveynlik de bir denge oyunu. Fakat ebeveynlikteki denge oyununun tarafları daha farklı. Denge tahtasının bir ucunda serbestlik, diğer ucunda ise sıkılık var. Bu denge tutturulamadığı zaman başıboş bir çocuk ya da kendine güveni olma-yan, karar alamayan ve bağımlı bir çocuk ortaya çıkabilir. Her iki durumda da ebeveynler iyi ebeveynlik yapamamıştır. Bu dengenin kurulabilmesi için anne ve baba elbette çocuklarından görevlerini yerine getirmel-erini beklemelidir. Çocuğun yaşı ilerleyip sorumlulukları arttıkça ebeveynler beklentilerini yükseltebilir. Çünkü onlar çocuğun kişiliğinin temellerini atmışlardır ve bu atılan temelin sağlam olup olmadığı hakkında bir kontroldür. Mesela çocuk yere düştüğü zaman ilk seferde onu kaldırmak -ki bu bir öğretme aşamasıdır- ancak diğer her düşüşte çocuğa yardımcı olma miktarını azaltarak çocuğu kendi kalkacak düzeye getirmek bunun örneği olabilir. Çocukların çok küçük gelebilecek bu açılardan geliştirilmesi ilerleyen yaşlarında onların karşılarına dikilecek "karakter savaşı" için hazırlıklı olabilmelerini tetikler. Peki,yukarıda bahsettiğim anne babanın birincil görevleri neler? Anne babanın klasik görevlerini bir yana koyarsak, ebeveyn-lerin en önemli görevi çocuklarını her türlü zorluğa karşı karşıldığında verilebilecek ilk tepkiyi, bir bakıma refleksi öğretmektir bence. Çocuk bu refleksi kaptığı zaman tepki oluşturabilme temelini de almış olacaktır. Bu noktadan sonra artık çocukların otokontrolünün giderek gelişmesi de çocukların bağımlılığını azaltacaktır.

Uyuyordum, uyandım. Bir şey beni uyandırmıştı. O sırada saat 05:21di, fakat bunu bilmiyordum. Zaman size göre işlemez, siz saate bakmasanız da geçer. Ve her saniye yeni bir şeyin başlangıcıdır. Bu yüzden yuvarlamaları sevmem. Hangi insan doğum tarihini 2000e yuvarlar ki? Zaman önemlidir ve ben bilmesem de uyandığımda saat 05:21di. Kötü bir rüya yüzünden uyandığımı düşündüm, ya da boşluktan aşağı düşme hissi. Fark etmezdi, ne de olsa uyanmıştım. Her sabah 06:05de uyanıp banyo yapıyorum. Banyoya girmeden önce suyu ısıtıcıya koyup ısıtıcıyı bir fincan sıcak su için çalıştırıyorum. Her sabah 06:10da banyoya girmiş oluyorum. Bazen 2 dakika geç kalktığım için bu süre 06.12 de olabiliyor. Ama bundan benim haberim yok. Çünkü saate banyo-dan çıkınca, yani saat 06:50de bakıyorum. Fakat bu benim dakikliğimi değiştirmiyor. Ben dakik olduğunun farkında olmayan bir dakiğim. Ve bu bana zarar verm-eye başlayacak. Saat 5.21 olduğundan uyumaya soğuk bakıyorum. Yataktan kalktığımda vücudum tarafından eksi derecelerde algılanan bir soğuk hava dalgası beni benden alıyor. Aslında hava 7 derece ve ben bunun farkında değilim. Yine de bu havanın sıcaklık değerlerini değiştirmiyor. Mutfağa gidiyorum ve her sabah yaptığım gibi suyu ısıtıcıya koyuyorum. Yeterince suyu koyduktan

sonra ısıtıcıyı çalıştırıyorum. Banyo yapmak üzere yürü-meye başlamışken ayaklarım beni salona götürüyor. Hayatım boyunca hiçbir şeye bağımlı kalmadım. Hiç sigara içmedim, hiç alkol kullanmadım, hiç âşık olmadım. Ama vücudum okul hayatımdan beri tam bir zaman bağımlısı. Bunu bilmiyorum, bunu bilmemem olmadığı anlamına gelmiyor. Salonda uyuya kalıyorum ve saat 06:05de yeniden beni uyanmaya zorluyorum. Bu sefer nedenini hiç düşünmeden “az kalsın işe geç kalıyordum” diyo-rum. Ama ben işe hiç geç kalmadım. Bunu biliyorum, ama hatırlamıyorum. Çünkü hayatım boyunca buna dikkat etmemi gerektirecek bir nedenim olmadı. Kalkıyorum ve istemsizce ısıtıcının başına gidiyorum. İçinde su kalmamış, ekliyorum. Her sabah yaptığım gibi ısıtıcıyı su koyduktan sonra çalıştırıyorum ve banyoya doğru ilerliyorum. Her zamanki gibi banyodan çıkıp saat 06:50de saate bakıyorum. Giyinip evi işe gitmek üzere terk ediyorum. Hayat bana göre her zaman sıkıcıydı. Lisedeyken âşık olmamıştım, üniversitede yurtta kalmıştım ve iş hayatımda yükselmemi gerektirecek bir nedenim yoktu. Hayatım tam anlamıyla bir rutindi ve ben bunun farkında değildim. Farkına vardığımda çok zarar görmüş olacağım. Gelecekteki olayların yaşanmamış olması yaşanmayacakları anlamına gelmez. Ve bu hayat bana zarar verecek, başlangıcı doğduğum saniye olsa bile.

Hayvanlarla insanlar arasındaki en büyük fark düşünebilmek derler. Aslına bakarsanız hayvanlar da düşünür ama bu basit yapılı ve sınırlıdır. Bu sebeple onların düşünce sistemine içgüdü diyoruz. Düşünmek ve içgüdüyle yaşamak arasındaki farkın en büyük örneği benim için öldürme eğilimidir. Hayvanlar tok kaldıkça öldürme eğilimleri azalır, acıktıkça artar. Çünkü hayatta kalmak için et-ot yemesi gerekir. İnsanlardaysa öldürme eğilimi bence küçük yaşlarda atlatılan travmalar ve aile ortamıyla doğrudan ilişkilendirilmelidir. Buradan doğan sonuç ise biraz ürkütücü; ebeveynler kendi elleriyle mutsuz ve acımasız insanların hamurunu yoğuruyor! Hayatın en açık seçik doğrularından biri hepi-mizin aynı standartlarda yaşamadığı gerçeğidir. Bunun en büyük sebebi şans faktörü, fakat tartışma konusu olan nokta ise “insan kendi şansını yaratabilir mi?” sorusu. buradan sonra insanlar binlerce farklı cevapla birbirlerinden ayrılıyor. Bana kalırsa lüzumsuz bir ayrım, asıl olması gereken tüm insanlığın çocuklarının, hatta torunlarının şanslarını kendi elleriyle yarattığı gerçeğinde birleşmesidir. Bu şans sadece maddi anlamda algılanmamalı ayrıca en önemli noktası man-eviyat olmalıdır. Huzurlu bir ev ve huzurlu bir aile yapısı bir çocuk için ne yazık ki en büyük şanstır. Oysa bu şans değil doğal bir durum olmalıdır. Tıpkı yemek, barınmak gibi temel ihtiyaç liste-sinin maddelerinden biri de çocuk için huzurlu bir ortam. Çünkü birey yetişene kadar kendine huzurlu bir ortam yaratabilecek yetenekte olmayacaktır. Bu ortamı sağlamak ailenin en büyük görevidir. Huzur kadar önemli bir konu ise çocuğa basit bir gelecek yarabilecek kadar maddiyat sahibi olmak. Eğer çocuk yapmayı düşünen bir çift daha kendine bakamıyorsa bu istek bence dünyanın en büyük bencilliği ve hırsızlığıdır. Çocuklarını çalıştırmak için okula göndermeyen aileleri görüyoruz, o ebeveynler çocuğunu ne kadar severse sevsin bir nevi kendi çocuklarının hayatlarını çalıyorlar. Çünkü insanların doğuştan gelen haklarından biri de öğrenim görmek, öğrenmektir. Hiçbir çocuk 10lu yaşlarının başında okumak ve öğrenmek yerine çalışmak ve hırpalanmak zorunda kalacağı aileleri hak ederek dünyaya gelmez. Ülkemizde birçok insan boşanma tarihini ertelemek ya da çalıştırmak için çocuk yapıyor. Çocuklarına gösterdikleri sevgi ve ilgiye lafım yok fakat kimse insanların hayatını çalmamalı. En azından çocuklarının temel ihtiyaçlarını sağlayabilecek ve bu ihtiyaçlara saygı duyabilecek kadar bilgili ve zengin olmalıdır aile. Ancak bu şekilde ebeveynler kendi elleri-yle hapishaneleri doldurmaz, mutlu ve saygılı bir toplum yaratabilirler. Unutulmamalı ki bazen gecekon-dulardan mutlu doktorlar yetişebilirken, villalardan mutsuz ve acımasız iş adamları çıkabilir.

7

İşyerinden 19.00da çıkıyorum. Her gün aynı yolu takip ediyorum ve orada bir kitapçı var. Orada bir kitapçı olduğunu bilmiyorum, muhtemelen kitapçı da benim adımı bilmiyor. Kitapçının önünde bugün bir broşür dağıtıcısı var. Prensiplerim gereği broşür dağıtan insanları reddedemiyorum. Monoton hayatıma o broşürü alana kadar “prensipleri olan birinin hayatı” diyorum. Aslında böyle bir şey yok, fakat benim olduğunu düşünmem onu varmış gibi kılıyor. Eğer bir fili hiç aklınızdan çıkarmadan uzun süre düşünürseniz fil odanızın ortasında size el sallayabilir. Bu, filin olmadığı gerçeğini değiştirmez fakat sizin için salonun ortasında size el sallayan bir fil vardır. Gerçek şu ki orada hiçbir zaman bir fil olmayacak ve dünyanın sonuna kadar hiçbir fil el sallamayacak. Broşürü aldıktan sonra bir göz atıyorum. Her zamanki psikoloji bölümlerinin insanları soyarak rahat-latmak için verdiği birkaç konferanstan oluşan derslerden birinin broşürü bu. İçerik olarak hiç bu kadar enteresanını görmediğimi düşünüyorum ve gitmeye o an karar veriyorum. Oysaki dün de aynı broşürü alıp çöpe atmıştım. Dünden bugüne broşür değişmese de ben değiştim, zaman değişti. Bu yüzden her saniyenin ayrı bir önemi var. 3 gün sonra broşürdeki telefon numarasını arıyorum ve kayıt yaptırıyorum. O saniyeden sonraki 52 saat boyunca rutinime geri dönüyorum. 52. Saatin sonunda büyük bir alışveriş merkezine benzer bir hastanenin önündeyim. Bu saatte burada olmam vücu-dum için inanılmaz acı verici bir şey. Şu anda tüm kaslarım yatağa uzanmış televizyon seyrederek uyukla-mak istiyor. İçeri girdiğimde kayıt işlemlerinin geri kalanını tamamlamak için bir bayanla konuşuyorum. Buraya gelmemdeki amaç hayatımı değiştirmek değil, sadece broşürü aldığımdaki duygularım. Ama hayatımı kendi isteğimle değiştireceğim. Broşürü aldığımda bu duyguları daha önce yaşamadığımı düşünmüştüm, fakat hastanedeyken “keşke gelmeseydim” diyorum. Bu düşüncem psikiyatr bayanı 3. Dakikadan sonra dinlemeye başlamama sebep oluyor. O günkü ve şu anki duygularımı karşılaştırırken kaydımı tamamlamış, konuşmanın verileceği odaya yürümüş, yerimi almış ve psikiyatrı 3 dakika boyunca dinlememiştim. Psikiyatrı dinlemeye başladığımda bunları fark ediyorum. Sanırım hayatımın en büyük farkındalığı bu olacak. Çünkü ben hayatımı değiştirmeye hazırlanıyorum. Kadın kaba tabirle klişeleşmiş tespitleri bir bir

zırvalıyor. Birçok kişi telefonuyla uğraşmaya başlıyor. Fark ettiğim kadarıyla psikiyatr bu insanlara hiç bozul-muyor, anlatımında hiçbir değişikliğe gitmiyor. Bu, benim kadını daha dikkatle dinlememe sebep oluyor. Dikkatimin dağılması saatime bakmamla başlıyor. Saatin çok çabuk aktığını hissediyorum. Birkaç dakika sonra konferans sona eriyor. Son dakikalarda anlatılan şeyleri dinlediğim kadarıyla hayatını değiştirmek isteyenler için psikoloji bölümünün bir projesi var. Bu projenin adı “zaman”. Öncelikle kayıt yaptırarak bu topluluğa üye oluyorsun, daha sonra belirlenen zaman miktarında hayatını onların istediği gibi yaşıyorsun. Hayatını değiştirmen için gerekli şeyler bu psikoloji bölümü tarafından karşılanıyor. Kayıt yaptırmaya karar veriyorum. Hava artık karanlık. Kayıt yaptırdıktan sonra içimde garip bir ışık doğuyor. Bu ışık akşamın karanlığını yarmasa da beynimi aydınlatmaya yetiyor. Kendimi uzun süre sonra mutlu hissediyorum. Garipsiyorum. Garipsememe aldırış etmiyorum. Oysa mutlu olmayı garipsemek çok garip bir durum. Çok sonraları öğreniyorum. Duyguları birer birer öğreniyorum. Daha sonra o güne kadar hayatı yaşamamış, ezberlemiş olduğumu da öğrenecek ve değiştirmeye çalışacağım. Saat beni ilk defa yanıltıyor, işe gitmek için kalktığımda geç kaldığımı fark ediyorum. Bunun için şirkette müdürümden özür dilediğimde “olsun çok geç kalmıyorsun zaten, takma kafana” öğüdünü alıyorum. Benim için geç kalmakla çok geç kalmak arasında bir fark yok. Geç kalmak geç kalmaktır. İçinde bulunduğum duçların cezasını çekmek istiyorum. Özgürlüğüme kavuşana kadar mahcubiyet duygusundan nefret edene kadar hissetmiştim. Artık istemiyorum. Bunu müdürüme ifade etmiyorum. İşten çıktığımda saat zaman topluluğuna gitmek için uygun. Otobüse biniyor ve topluluğa karışmak üzere yola çıkıyorum. Yolda topluluk hakkında hiçbir şey düşünmemeye özen gösteriyorum. Eğer düşünürsem heyecanlanırım. Heyecan hayatıma uzun süredir uğramayan bir duygu. Belki duygu tanımını hayatımdan çıkarmak istiyorum. Duygusal olmaktansa mühendis olmayı küçük yaşta seçmiştim ne de olsa. Toplulukta gözlemlediğim kadarıyla insanlar çok heyecanlı. Kendimi farklı hissediyorum. Farklı hissetmeyi sevmediğimi bir kez daha anlıyorum. Nede-nini çok farklı yerlerde aradığımı sonradan öğreneceğim. İlk hafta için topluluk 10 saat diyor. Kabul

İçimizdekilerKültür Mantarları

görüyor. Bu hafta 10 saatimi bu toplulukla azınlığın karar verdiği şekilde geçireceğim. Hayatıma yenilik neşe ve heyecan katacağım. Neler olacağını bilmiyo-rum, öğreneceğim. Günlerden pazartesi, ilk 2 saatimizi geçireceğiz. Bungee jumping gibi sert bir giriş yapıyoruz. En yaşlımız 35 yaşında olduğu için kalp krizi riski çok az. Yanımızda psikoloji dalından da olsa doktorlar var, herkes güvende hissediyor. İlk önce ben atlıyorum, uyandığımda saat 6:05, yatağımdayım. Hayatımda hiç yaşamadığım kadar heyecanı dün yaşadım, hatırlayamıyor sadece anımsıyorum. Salı günü fotoğraf çekerek geçiyor. Heyecanlı değil ama eğlenceli. Kimseyle konuşmuşluğum yok. Çarşamba günü motor yolculuğu yapıyoruz. Kullanan kişiler profesyonel ve biz onlara arkçıyız. Pazartesi kadar olmasa da heyecan veriyor. Perşembe günü uykusuzluk çekiyorum. Hafta sonu 5 saatlik bölümü kamp yaparak geçiriyoruz. Sessizim. Beni konuşturmak için eylemler bugün başlıyor. Haftalar ayları takip ediyor. Ben dümdüz bir hayat yaşarken bir adrenalin bağımlısına dönüşüyorum. Bunun yanı sıra 3. Hafta o gruptan ayrılıyorum. Kampta arkadaş olduğum biriyle neyin daha fazla heyecan verdiğini bulmaya çalışıyoruz bu süre zarfında. O grup ise bizden birkaç ay sonra monotona sarıyor. Topluluğu oluşturanlar amacı yok sayıyor, farklılığı değil alışılmışı istiyorlar ve başarıyorlar. 3 ayda bir haberlerini alıyoruz. Arkadaşım topluluğun kurucularından biri olduğu için ister istemez haber alıyoruz ama bunu 3 ay kadar uzun bir süreye de kimseyi kırmadan yayabilmeyi başarıyoruz. Topluluktan ayrıldıktan tam 3 yıl sonra dağa tırmanmaya karar veriyoruz. Oldukça karlı bir dağ ve kışın ortasındayız. 3 yıl içinde edindiğimiz amatör ruhu kaybetmemek adına fazla kişiyle değil kendi içimizde bir grupla, 4 kişi çıkıyoruz. Çığ düşüyor. Saat 6:05. Uyanmaya çalışıyorum. Olmuyor. Nedenini merak ediyorum. Işık var, çok canlı bir ışık. Işığın yaklaştığını hissediyorum. Kafamı geriye doğru çevirmeye çalışıyorum birkaç dakika sonra. Işığın yaklaşmadığını, benim ona doğru gittiğimi hissediyo-rum. Ardıma baktığımda karanlık görüyorum. Şeklini anlayamadığım iki cisim bana

yaklaşıyor, benimle konuşuyor. Anladığım tek şey birazdan bana sorular sorulacak olması. Daha da garip biri geliyor. Şeklini algılayabiliyorum. Şekli algılamaya çalışırken onun izin verdiği şekilde gözlerimi açabiliyo-rum. Sonunda gözlerim kapanıyor ve karanlıkta gördüğüm ilk şey bir bebek. Bu benim. Tüm hayatımı izliyorum, ağlamak istiyorum. Saniyesi saniyesine yaptığım her hareket bana biraz daha acı veriyor. Tek düze yaşamım, bağımlılıklardan uzak sade ve düz yaşamım, gördükçe bana acı veriyor. İzlemesi bile bu kadar sıkıcı ve acılıyken nasıl yaşadığımı düşünüyorum. Sonra o 3 yıl geliyor. İzlerken eğlendiğim tek yeri burası hayatımın. Sonrası bembeyaz kar. Gözlerimi açtığımda istemsizce neden sonuç ilişkileri kuruyorum. Hayatımın neden böyle geliştiğini, tercihlerimin nedenlerini, ve geride kalan tüm sonsuz olasılıkların nedenlerini bir bir düşünüp anlıyorum. Geride bıraktığım dünya ve yaşamım hakkında artık her şey neden sonuç ilişkileriyle düzenlenmiş yapıda beyni-min içinde, hissediyorum. Kafamda hiçbir soru işareti kalmıyor. Şeklini algılayamadığım cisim ilk defa konuşuyor ve benden bir şeyler söylememi istiyor. Söylemek istediğim tek şey tekrar yaşamak istediğim. Tekdüze yaşanmış her anın üzerine cırtlak mor kalemle küfürler yazmak istiyorum. Her anımı farklı her saniyeyi hiç tatmadığım şeylerle geçirmek istiyorum. Tüm nedenleri bildiğim için her şeyi istediğim gibi yapabileceğimi düşünüyorum. İçimde sonsuz bir güç hissediyorum. İsteğim kabul görüyor, ama tek bir şartla. Bilgi-min hepsinin silinmesi gerekiyor. Ya da tüm bildiklerimle burada yaşayabilirim. Aslına bakarsan burada kimse yok, sanırım herkes benim seçtiğim yolu seçmiş. Tekrar gitmeyi seçiyorum, burası çok sıkıcı ve tekdüze, burada durabileceğime inanmıyorum. Hayatı yeniden yaşamak ve yeni kelimesinin içini doldurmak istiyorum. İçimdeki istek tam anlamıyla bir tutku, sadece istiyorum. İsteklerim koşullu olarak kabul görüyor. Saat 6:05, işe gitmek için uyanıyorum, hayatımda daha önce hiç geç kalmadım.

Page 8: Kültür Mantarları Sayı: 10

"Akıl yaşta değil baştadır" ilkesiyle paralel olarak çalışan ve çocuk ya da ebeveyn, herkesin birbirl-erinin görüşlerine saygı duyduğu, ailenin hiçbir üyesinin birbirinin fikrini "Sen daha ne anlarsın" ya da "Çağ dışı kalmışsın" benzeri örneklerle küçümsemediği bir aile bana kalırsa idealdir. Çünkü aile dediğimiz şey en nihayetinde toplum gibi bir sosyal topluluk. Aileyi toplu-mun minimize edilmiş hali olarak düşünebiliriz. Bir toplumun bireyleri nasıl birbirine saygı göstermek zorundaysa aile bireyleri arasında da saygı anahtar kavram. Aile bireyleri arasındaki saygıyı düşüren ana faktörlerden biri olarak da sevgisizlik ele alınabilir. Sevgi ve saygının birbiriyle anahtar-kilit gibi iç içe geçmiş olduğu ailelerde bu tarz bir şikayetten bahsetmek söz konusu olamayacaktır. Çünkü bu sevgi ve saygı birbirini eş zamanlı olarak besler. Aile kavramının sevgi-saygı arasındaki bir denge oyunu olması gibi ebeveynlik de bir denge oyunu. Fakat ebeveynlikteki denge oyununun tarafları daha farklı. Denge tahtasının bir ucunda serbestlik, diğer ucunda ise sıkılık var. Bu denge tutturulamadığı zaman başıboş bir çocuk ya da kendine güveni olma-yan, karar alamayan ve bağımlı bir çocuk ortaya çıkabilir. Her iki durumda da ebeveynler iyi ebeveynlik yapamamıştır. Bu dengenin kurulabilmesi için anne ve baba elbette çocuklarından görevlerini yerine getirmel-erini beklemelidir. Çocuğun yaşı ilerleyip sorumlulukları arttıkça ebeveynler beklentilerini yükseltebilir. Çünkü onlar çocuğun kişiliğinin temellerini atmışlardır ve bu atılan temelin sağlam olup olmadığı hakkında bir kontroldür. Mesela çocuk yere düştüğü zaman ilk seferde onu kaldırmak -ki bu bir öğretme aşamasıdır- ancak diğer her düşüşte çocuğa yardımcı olma miktarını azaltarak çocuğu kendi kalkacak düzeye getirmek bunun örneği olabilir. Çocukların çok küçük gelebilecek bu açılardan geliştirilmesi ilerleyen yaşlarında onların karşılarına dikilecek "karakter savaşı" için hazırlıklı olabilmelerini tetikler. Peki,yukarıda bahsettiğim anne babanın birincil görevleri neler? Anne babanın klasik görevlerini bir yana koyarsak, ebeveyn-lerin en önemli görevi çocuklarını her türlü zorluğa karşı karşıldığında verilebilecek ilk tepkiyi, bir bakıma refleksi öğretmektir bence. Çocuk bu refleksi kaptığı zaman tepki oluşturabilme temelini de almış olacaktır. Bu noktadan sonra artık çocukların otokontrolünün giderek gelişmesi de çocukların bağımlılığını azaltacaktır.

Uyuyordum, uyandım. Bir şey beni uyandırmıştı. O sırada saat 05:21di, fakat bunu bilmiyordum. Zaman size göre işlemez, siz saate bakmasanız da geçer. Ve her saniye yeni bir şeyin başlangıcıdır. Bu yüzden yuvarlamaları sevmem. Hangi insan doğum tarihini 2000e yuvarlar ki? Zaman önemlidir ve ben bilmesem de uyandığımda saat 05:21di. Kötü bir rüya yüzünden uyandığımı düşündüm, ya da boşluktan aşağı düşme hissi. Fark etmezdi, ne de olsa uyanmıştım. Her sabah 06:05de uyanıp banyo yapıyorum. Banyoya girmeden önce suyu ısıtıcıya koyup ısıtıcıyı bir fincan sıcak su için çalıştırıyorum. Her sabah 06:10da banyoya girmiş oluyorum. Bazen 2 dakika geç kalktığım için bu süre 06.12 de olabiliyor. Ama bundan benim haberim yok. Çünkü saate banyo-dan çıkınca, yani saat 06:50de bakıyorum. Fakat bu benim dakikliğimi değiştirmiyor. Ben dakik olduğunun farkında olmayan bir dakiğim. Ve bu bana zarar verm-eye başlayacak. Saat 5.21 olduğundan uyumaya soğuk bakıyorum. Yataktan kalktığımda vücudum tarafından eksi derecelerde algılanan bir soğuk hava dalgası beni benden alıyor. Aslında hava 7 derece ve ben bunun farkında değilim. Yine de bu havanın sıcaklık değerlerini değiştirmiyor. Mutfağa gidiyorum ve her sabah yaptığım gibi suyu ısıtıcıya koyuyorum. Yeterince suyu koyduktan

sonra ısıtıcıyı çalıştırıyorum. Banyo yapmak üzere yürü-meye başlamışken ayaklarım beni salona götürüyor. Hayatım boyunca hiçbir şeye bağımlı kalmadım. Hiç sigara içmedim, hiç alkol kullanmadım, hiç âşık olmadım. Ama vücudum okul hayatımdan beri tam bir zaman bağımlısı. Bunu bilmiyorum, bunu bilmemem olmadığı anlamına gelmiyor. Salonda uyuya kalıyorum ve saat 06:05de yeniden beni uyanmaya zorluyorum. Bu sefer nedenini hiç düşünmeden “az kalsın işe geç kalıyordum” diyo-rum. Ama ben işe hiç geç kalmadım. Bunu biliyorum, ama hatırlamıyorum. Çünkü hayatım boyunca buna dikkat etmemi gerektirecek bir nedenim olmadı. Kalkıyorum ve istemsizce ısıtıcının başına gidiyorum. İçinde su kalmamış, ekliyorum. Her sabah yaptığım gibi ısıtıcıyı su koyduktan sonra çalıştırıyorum ve banyoya doğru ilerliyorum. Her zamanki gibi banyodan çıkıp saat 06:50de saate bakıyorum. Giyinip evi işe gitmek üzere terk ediyorum. Hayat bana göre her zaman sıkıcıydı. Lisedeyken âşık olmamıştım, üniversitede yurtta kalmıştım ve iş hayatımda yükselmemi gerektirecek bir nedenim yoktu. Hayatım tam anlamıyla bir rutindi ve ben bunun farkında değildim. Farkına vardığımda çok zarar görmüş olacağım. Gelecekteki olayların yaşanmamış olması yaşanmayacakları anlamına gelmez. Ve bu hayat bana zarar verecek, başlangıcı doğduğum saniye olsa bile.

Hayvanlarla insanlar arasındaki en büyük fark düşünebilmek derler. Aslına bakarsanız hayvanlar da düşünür ama bu basit yapılı ve sınırlıdır. Bu sebeple onların düşünce sistemine içgüdü diyoruz. Düşünmek ve içgüdüyle yaşamak arasındaki farkın en büyük örneği benim için öldürme eğilimidir. Hayvanlar tok kaldıkça öldürme eğilimleri azalır, acıktıkça artar. Çünkü hayatta kalmak için et-ot yemesi gerekir. İnsanlardaysa öldürme eğilimi bence küçük yaşlarda atlatılan travmalar ve aile ortamıyla doğrudan ilişkilendirilmelidir. Buradan doğan sonuç ise biraz ürkütücü; ebeveynler kendi elleriyle mutsuz ve acımasız insanların hamurunu yoğuruyor! Hayatın en açık seçik doğrularından biri hepi-mizin aynı standartlarda yaşamadığı gerçeğidir. Bunun en büyük sebebi şans faktörü, fakat tartışma konusu olan nokta ise “insan kendi şansını yaratabilir mi?” sorusu. buradan sonra insanlar binlerce farklı cevapla birbirlerinden ayrılıyor. Bana kalırsa lüzumsuz bir ayrım, asıl olması gereken tüm insanlığın çocuklarının, hatta torunlarının şanslarını kendi elleriyle yarattığı gerçeğinde birleşmesidir. Bu şans sadece maddi anlamda algılanmamalı ayrıca en önemli noktası man-eviyat olmalıdır. Huzurlu bir ev ve huzurlu bir aile yapısı bir çocuk için ne yazık ki en büyük şanstır. Oysa bu şans değil doğal bir durum olmalıdır. Tıpkı yemek, barınmak gibi temel ihtiyaç liste-sinin maddelerinden biri de çocuk için huzurlu bir ortam. Çünkü birey yetişene kadar kendine huzurlu bir ortam yaratabilecek yetenekte olmayacaktır. Bu ortamı sağlamak ailenin en büyük görevidir. Huzur kadar önemli bir konu ise çocuğa basit bir gelecek yarabilecek kadar maddiyat sahibi olmak. Eğer çocuk yapmayı düşünen bir çift daha kendine bakamıyorsa bu istek bence dünyanın en büyük bencilliği ve hırsızlığıdır. Çocuklarını çalıştırmak için okula göndermeyen aileleri görüyoruz, o ebeveynler çocuğunu ne kadar severse sevsin bir nevi kendi çocuklarının hayatlarını çalıyorlar. Çünkü insanların doğuştan gelen haklarından biri de öğrenim görmek, öğrenmektir. Hiçbir çocuk 10lu yaşlarının başında okumak ve öğrenmek yerine çalışmak ve hırpalanmak zorunda kalacağı aileleri hak ederek dünyaya gelmez. Ülkemizde birçok insan boşanma tarihini ertelemek ya da çalıştırmak için çocuk yapıyor. Çocuklarına gösterdikleri sevgi ve ilgiye lafım yok fakat kimse insanların hayatını çalmamalı. En azından çocuklarının temel ihtiyaçlarını sağlayabilecek ve bu ihtiyaçlara saygı duyabilecek kadar bilgili ve zengin olmalıdır aile. Ancak bu şekilde ebeveynler kendi elleri-yle hapishaneleri doldurmaz, mutlu ve saygılı bir toplum yaratabilirler. Unutulmamalı ki bazen gecekon-dulardan mutlu doktorlar yetişebilirken, villalardan mutsuz ve acımasız iş adamları çıkabilir.

İşyerinden 19.00da çıkıyorum. Her gün aynı yolu takip ediyorum ve orada bir kitapçı var. Orada bir kitapçı olduğunu bilmiyorum, muhtemelen kitapçı da benim adımı bilmiyor. Kitapçının önünde bugün bir broşür dağıtıcısı var. Prensiplerim gereği broşür dağıtan insanları reddedemiyorum. Monoton hayatıma o broşürü alana kadar “prensipleri olan birinin hayatı” diyorum. Aslında böyle bir şey yok, fakat benim olduğunu düşünmem onu varmış gibi kılıyor. Eğer bir fili hiç aklınızdan çıkarmadan uzun süre düşünürseniz fil odanızın ortasında size el sallayabilir. Bu, filin olmadığı gerçeğini değiştirmez fakat sizin için salonun ortasında size el sallayan bir fil vardır. Gerçek şu ki orada hiçbir zaman bir fil olmayacak ve dünyanın sonuna kadar hiçbir fil el sallamayacak. Broşürü aldıktan sonra bir göz atıyorum. Her zamanki psikoloji bölümlerinin insanları soyarak rahat-latmak için verdiği birkaç konferanstan oluşan derslerden birinin broşürü bu. İçerik olarak hiç bu kadar enteresanını görmediğimi düşünüyorum ve gitmeye o an karar veriyorum. Oysaki dün de aynı broşürü alıp çöpe atmıştım. Dünden bugüne broşür değişmese de ben değiştim, zaman değişti. Bu yüzden her saniyenin ayrı bir önemi var. 3 gün sonra broşürdeki telefon numarasını arıyorum ve kayıt yaptırıyorum. O saniyeden sonraki 52 saat boyunca rutinime geri dönüyorum. 52. Saatin sonunda büyük bir alışveriş merkezine benzer bir hastanenin önündeyim. Bu saatte burada olmam vücu-dum için inanılmaz acı verici bir şey. Şu anda tüm kaslarım yatağa uzanmış televizyon seyrederek uyukla-mak istiyor. İçeri girdiğimde kayıt işlemlerinin geri kalanını tamamlamak için bir bayanla konuşuyorum. Buraya gelmemdeki amaç hayatımı değiştirmek değil, sadece broşürü aldığımdaki duygularım. Ama hayatımı kendi isteğimle değiştireceğim. Broşürü aldığımda bu duyguları daha önce yaşamadığımı düşünmüştüm, fakat hastanedeyken “keşke gelmeseydim” diyorum. Bu düşüncem psikiyatr bayanı 3. Dakikadan sonra dinlemeye başlamama sebep oluyor. O günkü ve şu anki duygularımı karşılaştırırken kaydımı tamamlamış, konuşmanın verileceği odaya yürümüş, yerimi almış ve psikiyatrı 3 dakika boyunca dinlememiştim. Psikiyatrı dinlemeye başladığımda bunları fark ediyorum. Sanırım hayatımın en büyük farkındalığı bu olacak. Çünkü ben hayatımı değiştirmeye hazırlanıyorum. Kadın kaba tabirle klişeleşmiş tespitleri bir bir

zırvalıyor. Birçok kişi telefonuyla uğraşmaya başlıyor. Fark ettiğim kadarıyla psikiyatr bu insanlara hiç bozul-muyor, anlatımında hiçbir değişikliğe gitmiyor. Bu, benim kadını daha dikkatle dinlememe sebep oluyor. Dikkatimin dağılması saatime bakmamla başlıyor. Saatin çok çabuk aktığını hissediyorum. Birkaç dakika sonra konferans sona eriyor. Son dakikalarda anlatılan şeyleri dinlediğim kadarıyla hayatını değiştirmek isteyenler için psikoloji bölümünün bir projesi var. Bu projenin adı “zaman”. Öncelikle kayıt yaptırarak bu topluluğa üye oluyorsun, daha sonra belirlenen zaman miktarında hayatını onların istediği gibi yaşıyorsun. Hayatını değiştirmen için gerekli şeyler bu psikoloji bölümü tarafından karşılanıyor. Kayıt yaptırmaya karar veriyorum. Hava artık karanlık. Kayıt yaptırdıktan sonra içimde garip bir ışık doğuyor. Bu ışık akşamın karanlığını yarmasa da beynimi aydınlatmaya yetiyor. Kendimi uzun süre sonra mutlu hissediyorum. Garipsiyorum. Garipsememe aldırış etmiyorum. Oysa mutlu olmayı garipsemek çok garip bir durum. Çok sonraları öğreniyorum. Duyguları birer birer öğreniyorum. Daha sonra o güne kadar hayatı yaşamamış, ezberlemiş olduğumu da öğrenecek ve değiştirmeye çalışacağım. Saat beni ilk defa yanıltıyor, işe gitmek için kalktığımda geç kaldığımı fark ediyorum. Bunun için şirkette müdürümden özür dilediğimde “olsun çok geç kalmıyorsun zaten, takma kafana” öğüdünü alıyorum. Benim için geç kalmakla çok geç kalmak arasında bir fark yok. Geç kalmak geç kalmaktır. İçinde bulunduğum duçların cezasını çekmek istiyorum. Özgürlüğüme kavuşana kadar mahcubiyet duygusundan nefret edene kadar hissetmiştim. Artık istemiyorum. Bunu müdürüme ifade etmiyorum. İşten çıktığımda saat zaman topluluğuna gitmek için uygun. Otobüse biniyor ve topluluğa karışmak üzere yola çıkıyorum. Yolda topluluk hakkında hiçbir şey düşünmemeye özen gösteriyorum. Eğer düşünürsem heyecanlanırım. Heyecan hayatıma uzun süredir uğramayan bir duygu. Belki duygu tanımını hayatımdan çıkarmak istiyorum. Duygusal olmaktansa mühendis olmayı küçük yaşta seçmiştim ne de olsa. Toplulukta gözlemlediğim kadarıyla insanlar çok heyecanlı. Kendimi farklı hissediyorum. Farklı hissetmeyi sevmediğimi bir kez daha anlıyorum. Nede-nini çok farklı yerlerde aradığımı sonradan öğreneceğim. İlk hafta için topluluk 10 saat diyor. Kabul

8

görüyor. Bu hafta 10 saatimi bu toplulukla azınlığın karar verdiği şekilde geçireceğim. Hayatıma yenilik neşe ve heyecan katacağım. Neler olacağını bilmiyo-rum, öğreneceğim. Günlerden pazartesi, ilk 2 saatimizi geçireceğiz. Bungee jumping gibi sert bir giriş yapıyoruz. En yaşlımız 35 yaşında olduğu için kalp krizi riski çok az. Yanımızda psikoloji dalından da olsa doktorlar var, herkes güvende hissediyor. İlk önce ben atlıyorum, uyandığımda saat 6:05, yatağımdayım. Hayatımda hiç yaşamadığım kadar heyecanı dün yaşadım, hatırlayamıyor sadece anımsıyorum. Salı günü fotoğraf çekerek geçiyor. Heyecanlı değil ama eğlenceli. Kimseyle konuşmuşluğum yok. Çarşamba günü motor yolculuğu yapıyoruz. Kullanan kişiler profesyonel ve biz onlara arkçıyız. Pazartesi kadar olmasa da heyecan veriyor. Perşembe günü uykusuzluk çekiyorum. Hafta sonu 5 saatlik bölümü kamp yaparak geçiriyoruz. Sessizim. Beni konuşturmak için eylemler bugün başlıyor. Haftalar ayları takip ediyor. Ben dümdüz bir hayat yaşarken bir adrenalin bağımlısına dönüşüyorum. Bunun yanı sıra 3. Hafta o gruptan ayrılıyorum. Kampta arkadaş olduğum biriyle neyin daha fazla heyecan verdiğini bulmaya çalışıyoruz bu süre zarfında. O grup ise bizden birkaç ay sonra monotona sarıyor. Topluluğu oluşturanlar amacı yok sayıyor, farklılığı değil alışılmışı istiyorlar ve başarıyorlar. 3 ayda bir haberlerini alıyoruz. Arkadaşım topluluğun kurucularından biri olduğu için ister istemez haber alıyoruz ama bunu 3 ay kadar uzun bir süreye de kimseyi kırmadan yayabilmeyi başarıyoruz. Topluluktan ayrıldıktan tam 3 yıl sonra dağa tırmanmaya karar veriyoruz. Oldukça karlı bir dağ ve kışın ortasındayız. 3 yıl içinde edindiğimiz amatör ruhu kaybetmemek adına fazla kişiyle değil kendi içimizde bir grupla, 4 kişi çıkıyoruz. Çığ düşüyor. Saat 6:05. Uyanmaya çalışıyorum. Olmuyor. Nedenini merak ediyorum. Işık var, çok canlı bir ışık. Işığın yaklaştığını hissediyorum. Kafamı geriye doğru çevirmeye çalışıyorum birkaç dakika sonra. Işığın yaklaşmadığını, benim ona doğru gittiğimi hissediyo-rum. Ardıma baktığımda karanlık görüyorum. Şeklini anlayamadığım iki cisim bana

yaklaşıyor, benimle konuşuyor. Anladığım tek şey birazdan bana sorular sorulacak olması. Daha da garip biri geliyor. Şeklini algılayabiliyorum. Şekli algılamaya çalışırken onun izin verdiği şekilde gözlerimi açabiliyo-rum. Sonunda gözlerim kapanıyor ve karanlıkta gördüğüm ilk şey bir bebek. Bu benim. Tüm hayatımı izliyorum, ağlamak istiyorum. Saniyesi saniyesine yaptığım her hareket bana biraz daha acı veriyor. Tek düze yaşamım, bağımlılıklardan uzak sade ve düz yaşamım, gördükçe bana acı veriyor. İzlemesi bile bu kadar sıkıcı ve acılıyken nasıl yaşadığımı düşünüyorum. Sonra o 3 yıl geliyor. İzlerken eğlendiğim tek yeri burası hayatımın. Sonrası bembeyaz kar. Gözlerimi açtığımda istemsizce neden sonuç ilişkileri kuruyorum. Hayatımın neden böyle geliştiğini, tercihlerimin nedenlerini, ve geride kalan tüm sonsuz olasılıkların nedenlerini bir bir düşünüp anlıyorum. Geride bıraktığım dünya ve yaşamım hakkında artık her şey neden sonuç ilişkileriyle düzenlenmiş yapıda beyni-min içinde, hissediyorum. Kafamda hiçbir soru işareti kalmıyor. Şeklini algılayamadığım cisim ilk defa konuşuyor ve benden bir şeyler söylememi istiyor. Söylemek istediğim tek şey tekrar yaşamak istediğim. Tekdüze yaşanmış her anın üzerine cırtlak mor kalemle küfürler yazmak istiyorum. Her anımı farklı her saniyeyi hiç tatmadığım şeylerle geçirmek istiyorum. Tüm nedenleri bildiğim için her şeyi istediğim gibi yapabileceğimi düşünüyorum. İçimde sonsuz bir güç hissediyorum. İsteğim kabul görüyor, ama tek bir şartla. Bilgi-min hepsinin silinmesi gerekiyor. Ya da tüm bildiklerimle burada yaşayabilirim. Aslına bakarsan burada kimse yok, sanırım herkes benim seçtiğim yolu seçmiş. Tekrar gitmeyi seçiyorum, burası çok sıkıcı ve tekdüze, burada durabileceğime inanmıyorum. Hayatı yeniden yaşamak ve yeni kelimesinin içini doldurmak istiyorum. İçimdeki istek tam anlamıyla bir tutku, sadece istiyorum. İsteklerim koşullu olarak kabul görüyor. Saat 6:05, işe gitmek için uyanıyorum, hayatımda daha önce hiç geç kalmadım.

İçimizdekiler Kültür Mantarları

Page 9: Kültür Mantarları Sayı: 10

9

Kimilerince yeni dünyanın modern gladyatörleri futbolculardır ya da “futbol asla sadece futbol değildir.” Futbol gün geçtikçe her şeyle biraz daha ilgili olur hale geldi. Hatta bu konu hakkında iyi bir kaleci olan Albert Camus, “Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam onu futbola borçluyum,” ve “Filozoflar ve siyasetçilerin dediklerine bakacağınıza, futbola bakın” demiştir. Yani anlayacağınız futbolun felsefesi hücum pres ya da orta alanı kalabalık tutmaktan öte fikirler barındırıyor. Dünyada en çok ilgi çeken spor dalı olan futbol, aynı zamanda en çok para dönen spor dallarından biri belki de. Türkiye’de sadece şanslı bir grup insanın iyi para kazanabildiği, Brezilya ve Arjantin gibi güney Amerika ülkelerinin ise en büyük pazarlarından biri olan bu oyuna artık halk bir spor dalı olarak bakmıyor. Kimisi transfer piyasasıyla, kimisi işin magazinsel yönüyle, kimisi antrenörlerin antrenman teknikleri ve oyun bilgisiyle ilgileniyor. Kısaca futbolu yalnız futbol olarak izleyen insan sayısı yok denecek kadar az. Bunların yanında bir de futbolun edebi yönü de son yıllarda ilerlemeye başladı. Artık eski futbolcuların ya da teknik direktörlerin kariyerlerini çoğunlukla kendi ağızlarından okuyabiliyoruz. Bu durum futbolun daha da efsaneleşmesini sağlıyor. insanlar artık yalnızca futbol maçlarını konuşmuyor, kişilerin ve kurumların hikayelerini de sohbetlerinden eksik etmiyor. Bence futbol gün geçtikçe efsaneleşiyor, kendi mini dünyasını genişletiyor. Artık futbolculara insanlar deyim yerindeyse Pokemon'lar gibi bakıyorlar. Saçı, sakalı, dövmeleri ve tarzıyla halktan kopan futbolcular birer kahraman haline geliyor. Bu kahramanların da tıpkı Pokemon'lar gibi bizim için varını yoğunu ortaya koymalarını bekliyorlar. Bunun yanında futbolcuların tüm özel hayatı takip ediliyor, göbek yaptığında sövülüp antrenmanlara takımdan bir hafta önce başladığında seviliyorlar. Bu sevgi ve yergi çoğunlukla seviyesiz bir biçimde oluyor, tıpkı çocukların oyuncaklarına davrandığı gibi. Her şeye rağmen futbol hayatlarımızın büyük bir parçasını oluşturuyor. Bu büyük parça 4 senede bir içimizdeki ülke sevgisiyle birleşerek daha da büyüyor. Dünya Kupası'yla birlikte insanlık çığırından çıkıyor ve hayat her sabah santra vuruşuyla başlıyor!

Bu yıl o kutsal dört seneden biri, 2014. Dünya Kupası brezilyada başlamak üzere. Kimisi şimdiden kola ve cips stoğu yapıyor kimisiyse yeni büyük bir televizyon peşinde. Sayısı azımsanmayacak kadar çok kişiyse kahramanlarını en yakından yani brezilya’dan takip etme peşinde. Kendilerini boyayarak ya da farklı kostümler giyerek stada gelen her taraftar futbolun sadece futbol olmadığını yine kanıtlar nitelikte olacak. Gelişen teknolojiyle birlikte geceleri maçlarımızı izlerken gündüzleri bilgisayarlarımızdan taraftarları ve maç hikayelerini takip ediyor olacağız. Bu büyük karna-val bir ay boyunca hayatımızın belki de tamamını işgal edecek.

Kupa sırasında muhtemelen futboldan nefret eden insanlar bile maç sonuçlarını biliyor hale gelecek. İnsanlar televizyon karşısında sohbet ederken konu meşin yuvarlak ve ömer üründül olacak. Maçlardan sonraki günler insanlar biraz yorgun ve uykulu gözük-seler de çok geçmeden gollerden ve pozisyonlardan bahsetmeye başlayacaklar. Kimileri yeni keşfettikleri süper kahramanlarını arkadaşlarına anlatacak, kimisi oyunlarda kullanmaya çalışacak. İşler aksayacak, konu hakemler olunca seviye düşecek. Gün içinde her ne yaşanırsa yaşansın bu ay saat 19:00’a gelmeden çoğunlukla bir torba abur cuburla eve yetişilecek. Dünya Kupası başladıktan kısa bir süre sonra ise kafalarda dünya tarihi toplar ve kale direkleriyle yazılmış olacak! Her ne kadar geceleri maç izleyip gündüzleri normal hayatlarımıza dönerek uzaktan Bruce Wayne gibi gözüksek de biraz yakından bakınca aslında tüm dünyanın bir futbol topuna dönüştüğünü görmek güç değil. Ünlü gıda üreticilerinden tutun da giyim sektörüne kadar Dünya Kupası'nı yaşamaya şimdiden başladık. Uzaylılar için dünyayı işgal etmenin tam sırası aslında, çünkü tüm insanlığın yemekleri Brazuca köfteli, t-shirtleri portakal rengi oldu bile!

Uzaylı İstılası- Emre SÖNMEZ

İçimizdekilerKültür Mantarları

Her ne pahasına olursa olsun, İzin veriyorum hayatıma girmesineİyinin de, kötünün de. Örselemek isterken besliyor beniAcılar, ayrılıklar, yalanlar…Hayatıma girmelerine ses çıkarmıyor,Yollarına halılar seriyorum.Her ne pahasına olursa olsunİzin veriyorum hayatıma girmesineİyinin de, kötünün de. Son nefesi vereceğim o büyük gündeBir bilge gibi yaşadım demek istiyorum, Bir gölge gibi yaşadım demek yerineVe bu yüzden,İyinin de, kötünün de, teklifsizce,İzin veriyorum hayatıma girmesine

Albert Camus, “Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında

güvenebileceğim ne biliyorsam onu futbola borçluyum,” ve “Filozof-lar ve siyasetçilerin dediklerine

bakacağınıza, futbola bakın” demiştir. Yani anlayacağınız fut-bolun felsefesi hücum pres ya da orta alanı kalabalık tutmaktan öte fikirler barındırıyor.

Page 10: Kültür Mantarları Sayı: 10

Kimilerince yeni dünyanın modern gladyatörleri futbolculardır ya da “futbol asla sadece futbol değildir.” Futbol gün geçtikçe her şeyle biraz daha ilgili olur hale geldi. Hatta bu konu hakkında iyi bir kaleci olan Albert Camus, “Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam onu futbola borçluyum,” ve “Filozoflar ve siyasetçilerin dediklerine bakacağınıza, futbola bakın” demiştir. Yani anlayacağınız futbolun felsefesi hücum pres ya da orta alanı kalabalık tutmaktan öte fikirler barındırıyor. Dünyada en çok ilgi çeken spor dalı olan futbol, aynı zamanda en çok para dönen spor dallarından biri belki de. Türkiye’de sadece şanslı bir grup insanın iyi para kazanabildiği, Brezilya ve Arjantin gibi güney Amerika ülkelerinin ise en büyük pazarlarından biri olan bu oyuna artık halk bir spor dalı olarak bakmıyor. Kimisi transfer piyasasıyla, kimisi işin magazinsel yönüyle, kimisi antrenörlerin antrenman teknikleri ve oyun bilgisiyle ilgileniyor. Kısaca futbolu yalnız futbol olarak izleyen insan sayısı yok denecek kadar az. Bunların yanında bir de futbolun edebi yönü de son yıllarda ilerlemeye başladı. Artık eski futbolcuların ya da teknik direktörlerin kariyerlerini çoğunlukla kendi ağızlarından okuyabiliyoruz. Bu durum futbolun daha da efsaneleşmesini sağlıyor. insanlar artık yalnızca futbol maçlarını konuşmuyor, kişilerin ve kurumların hikayelerini de sohbetlerinden eksik etmiyor. Bence futbol gün geçtikçe efsaneleşiyor, kendi mini dünyasını genişletiyor. Artık futbolculara insanlar deyim yerindeyse Pokemon'lar gibi bakıyorlar. Saçı, sakalı, dövmeleri ve tarzıyla halktan kopan futbolcular birer kahraman haline geliyor. Bu kahramanların da tıpkı Pokemon'lar gibi bizim için varını yoğunu ortaya koymalarını bekliyorlar. Bunun yanında futbolcuların tüm özel hayatı takip ediliyor, göbek yaptığında sövülüp antrenmanlara takımdan bir hafta önce başladığında seviliyorlar. Bu sevgi ve yergi çoğunlukla seviyesiz bir biçimde oluyor, tıpkı çocukların oyuncaklarına davrandığı gibi. Her şeye rağmen futbol hayatlarımızın büyük bir parçasını oluşturuyor. Bu büyük parça 4 senede bir içimizdeki ülke sevgisiyle birleşerek daha da büyüyor. Dünya Kupası'yla birlikte insanlık çığırından çıkıyor ve hayat her sabah santra vuruşuyla başlıyor!

Bu yıl o kutsal dört seneden biri, 2014. Dünya Kupası brezilyada başlamak üzere. Kimisi şimdiden kola ve cips stoğu yapıyor kimisiyse yeni büyük bir televizyon peşinde. Sayısı azımsanmayacak kadar çok kişiyse kahramanlarını en yakından yani brezilya’dan takip etme peşinde. Kendilerini boyayarak ya da farklı kostümler giyerek stada gelen her taraftar futbolun sadece futbol olmadığını yine kanıtlar nitelikte olacak. Gelişen teknolojiyle birlikte geceleri maçlarımızı izlerken gündüzleri bilgisayarlarımızdan taraftarları ve maç hikayelerini takip ediyor olacağız. Bu büyük karna-val bir ay boyunca hayatımızın belki de tamamını işgal edecek.

Kupa sırasında muhtemelen futboldan nefret eden insanlar bile maç sonuçlarını biliyor hale gelecek. İnsanlar televizyon karşısında sohbet ederken konu meşin yuvarlak ve ömer üründül olacak. Maçlardan sonraki günler insanlar biraz yorgun ve uykulu gözük-seler de çok geçmeden gollerden ve pozisyonlardan bahsetmeye başlayacaklar. Kimileri yeni keşfettikleri süper kahramanlarını arkadaşlarına anlatacak, kimisi oyunlarda kullanmaya çalışacak. İşler aksayacak, konu hakemler olunca seviye düşecek. Gün içinde her ne yaşanırsa yaşansın bu ay saat 19:00’a gelmeden çoğunlukla bir torba abur cuburla eve yetişilecek. Dünya Kupası başladıktan kısa bir süre sonra ise kafalarda dünya tarihi toplar ve kale direkleriyle yazılmış olacak! Her ne kadar geceleri maç izleyip gündüzleri normal hayatlarımıza dönerek uzaktan Bruce Wayne gibi gözüksek de biraz yakından bakınca aslında tüm dünyanın bir futbol topuna dönüştüğünü görmek güç değil. Ünlü gıda üreticilerinden tutun da giyim sektörüne kadar Dünya Kupası'nı yaşamaya şimdiden başladık. Uzaylılar için dünyayı işgal etmenin tam sırası aslında, çünkü tüm insanlığın yemekleri Brazuca köfteli, t-shirtleri portakal rengi oldu bile!

İzin Veriyorum- Ufuk Murat TAÇ

10

Her ne pahasına olursa olsun, İzin veriyorum hayatıma girmesineİyinin de, kötünün de. Örselemek isterken besliyor beniAcılar, ayrılıklar, yalanlar…Hayatıma girmelerine ses çıkarmıyor,Yollarına halılar seriyorum.Her ne pahasına olursa olsunİzin veriyorum hayatıma girmesineİyinin de, kötünün de. Son nefesi vereceğim o büyük gündeBir bilge gibi yaşadım demek istiyorum, Bir gölge gibi yaşadım demek yerineVe bu yüzden,İyinin de, kötünün de, teklifsizce,İzin veriyorum hayatıma girmesine

İçimizdekiler Kültür Mantarları

Page 11: Kültür Mantarları Sayı: 10
Page 12: Kültür Mantarları Sayı: 10

Şapkanın altında kalın.Kültür Mantarları