22
Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk Ve Aziz Bekçilerin Ruhlarına İthafen!

Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

  • Upload
    others

  • View
    5

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

Tanrı’nın Güneş Krallığına,

Kâinatın Göksel Varlıklarına,

Evliya Dudu Hatun’un Anısına,

Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk

Ve Aziz Bekçilerin Ruhlarına İthafen!

Page 2: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

ÖNSÖZ

Naacal Güncesi-Son Çoban;

Yaratılış mitlerini ve yaratılışa dair söylemleri, farklı bir kavramsal pencereden yola

çıkarak, yeniden ele alır. Dinler ve medeniyetler tarihinin pek çok unsurundan bize

kesitler sunar. Kitabın çıkış noktası, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk

Dili ve Türk Tarihi (Güneş Dil Teorisi) üzerine yaptığı çalışmalara dayanır.

Naacal Güncesi-Son Çoban;

İnanç düzlemini baz alarak, insanoğlunun evrimsel süreçlerine, haklı eleştirisini

açıkça ortaya koyar. Bilinenin aksine; kavramlara, yeni ve benzersiz yorumlar getirir.

Okuyucu sistematiğini göze alarak, inisiye (Mürşid-i Kamil) evrelerini, kitap içinde

bölümlere ayırır. Her bölüm, kendi içinde öğretisini ve mesajlarını barındırır. Kutsal ve

gizemli bir dünyanın kapılarını aralar.

Naacal Güncesi-Son Çoban;

Hikâye, masal, deneme, şiir gibi çeşitli yazın türlerini, tam bir ahenkle, bir araya

getirir. Bu bağlamda, okuyucuya, hem yazın türü hem de üslup açısından zenginlik

sunar.

Naacal Güncesi-Son Çoban;

Kutsal üçleme serisinin ilki olup, Şeytani düzene ve uşaklarına hem zihinsel hem de

ruhsal bir meydan okuma özelliği taşır. Dünyevi hayata uyum sağlayan; uykuda olan

zihinleri karanlık uykusundan uyandırmayı ve acı çekmekte olan ruhların ızdıraplarını

dindirmeyi kendine nihai amaç edinir.

Page 3: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

İNİSİYE EVRELERİ

BÖLÜM - 1 TARİHÇE

BÖLÜM - 2 RİVAYET

BÖLÜM - 3 GÜNEŞ TEBLİĞİ

BÖLÜM - 4 GÜNEŞ TAPINAĞI

BÖLÜM - 5 BAKSI

BÖLÜM - 6 MİTOLOJİK YÖRÜNGE

BÖLÜM - 7 SÖZ ELBİSESİ

Page 4: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

BÖLÜM - 1

( TARİHÇE )

Tarih, öyle ecdatları neşreder ki

Kardeş, kardeşi katleder.

Mezarlar yabancılaşır,

O’nlar, birbirlerine düşmandır.

O tarih ki bu dağılmış aileleri,

Olası sonuç diye önümüze sunar.

Page 5: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

TARİHÇE “Efendiler, bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti

vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında tarih alanında da bir derinliği vardır. Türk milletinin

kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselamın oğlu Yafes'in oğlu

olan kişidir."

Atatürk 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 130. toplantısının birinci oturumunda yaptığı

konuşmada, Türklerin kökeni hakkında böyle diyordu. Bilinenlerin ve söylenenlerin aksine, engin bir

Türk tarihi söz konusuydu. 1930’larda, diplomat Tahsin Mayatepek’in Türk Tarih Tezine ilişkin sunduğu

ilginç dayanaklar, geçmişten günümüze kadar süre gelen bir tartışmanın fitilini ateşleyecekti. “Kayıp

Mu Kıtası” bir efsaneden öte bir şey olabilir miydi? Türkler tam 70 bin yıl önce, Pasifik’te batan bu

kıtadan dünyaya yayılmış olabilir miydi? Atatürk, bu iki sorunun cevabını açığa çıkarma ve tezlerine

bilimsel bir dayanak oluşturma arzusundaydı. Ona göre Türkler yalnız Orta Asya Kavimlerinin değil

Mayaların, Azteklerin, Kuzey Amerikalı Kızılderililerin de atası olması kuvvetle muhtemeldi. Bu, yeni bir

tarih anlayışı demekti. Atatürk, vakit kaybetmeden, devrim niteliğindeki bu tezin araştırılması için bilim

adamlarından oluşan bir grup kurmuştu. “ Kayıp Mu Kıtası” hakkında yapılan araştırmaları yakından

takip etmişti. Türk dili ve sembolleri ile Nven’in bulunduğu Naacal Tabletlerinin dili ve sembolleri

üzerine derinlemesine çalışmalarda bulunmuştu. “Kayıp Mu Kıtası” hakkında yapılan araştırmaları

incelemiş ve kendi kayıtlarını tutmuştu. Öyle ki, Afet İnan, Türk Tarih Kurumu’nun ikinci dil kurultayında

yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu:

“Arkadaşlar; asırlık işleri yıllara sığdıran Türk İnkılabı kendi mihrabının bizzat Güneş olduğunu

bulmuştur. Tarih yolculuğunda Güneş'in ilham izlerine en çok biz Türkler tesadüf ediyoruz. Türk ırkı

kültürünü öyle bir yerde buldu ki orada Güneş ona en verimli oldu. İlk yurttan ayrılmaya mecbur olan

Türkler başlıca göç yolları için yine Güneş'in kılavuzluğundan istifade etti. Doğu ve batı ellerine

yayıldılar; o geniş ülkelerde yüksek varlıklarının ebedi vesikalarını bıraktılar. Öz yurdumuz Anadolu'nun

ilk kültürünü kuran cetlerimiz Güneş'i sembolize etti.”

Günümüzde “Kayıp Mu Kıtası” tezinin geçerliği hakkında çeşitli şüpheler söz konusu olsa da ortada bir

gerçek vardı. Asırlar önce bu uygarlık ve halkı tarihe notlar ( Naacal Tabletleri ) bırakarak esrarengiz

şekilde bir anda ortadan kaybolup gitmişti. Yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık geçmişine sahip olan Mu,

zaman içeresinde tüm dünyada birçok koloniler ve imparatorluklar kurmuştu. Onlarınki, insanlık

tarihinin bilinen ilk uygarlığıydı. Bu uygarlık bir imparatorluktu. İmparatorun unvanı, güneşin oğlu da

Page 6: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

denilen "Ramu" idi. Mu imparatorluğunun diğer bir adı da “Güneş Krallığıydı. ” İmparatorun altında,

hem bilim adamı hem de rahip olan "Naacaller" bulunurdu ve yönetici sınıfı teşkil ederlerdi. Onlar:

“Kutsal Sırlar Kardeşliğinin üyesi ”, “Mu Dinini ” yaymakla görevli kişiydiler. "Mu Dini", belki de

insanlığın tanıdığı ilk tek Tanrılı dindi. Naacaller, Mu Dinini sıradan insanlara, anavatan ve koloniler

halklarına anlatırken, anlaşılması daha kolay olan semboller dilini kullanmayı tercih ederlerdi.

Sembollerin içrek anlamlarını sadece inisiye edilmiş kardeşler ve imparator Ramu bilmekteydi.

15 bin yaşında oldukları bilinen Naacal Tabletleri, evrenin başlangıcı ve ortaya çıkışı konusunda

ayrıntılı bilgilere sahipti. Tabletlere göre, evrenin başlangıcında yalnızca ruh vardı. Daha sonra bu

ruhtan, bir kaosun hâkim olduğu uzay var oldu. Kaos, yerini giderek düzene bıraktı ve uzaydaki şekilsiz

ve dağınık gazlar bir araya geldi. Sonra bu gazlar, güneş sistemlerini ve gezegenleri oluşturmak için

katılaştı. Önce hava, sonra su oluştu. Dünya’yı sular kapladı. Güneş ışıkları havayı ve suyu ısıttı. Bu

ışıklar ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yükseltti ve bunlar açık toprak oldu.

Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat yumurtalarını (Rna - Dna) oluşturdu. İlk hayat

sudan çıktı ve yeryüzüne yayıldı.

Naacal öğretisi, evrenin ortaya çıkışında en önemli görevin Tanrı’nın geometri ve mimarlık vasıflarına

düştüğünü öngörmekteydi. Tanrı o kadar kutsal bir varlıktı ki, doğrudan ağza alınamazdı. Mutlaka bir

sembol vasıtasıyla, ifade edilirdi. İşte bu Yüce Varlığın sembolü, Güneş yani "Ra" idi. Güneş doğrudan

Tanrı’yı değil, onun birliğini, bilgeliğini ve hâkimiyetini simgelerdi. Sembollerin kullanılmasındaki diğer

bir amaç ise belirli ifade tarzlarının kalıplaşmasını önlemek, öğretinin kutsal sırlarını korumak ve

gelişmeler doğrultusunda sembollere yeni anlamlar yükleyerek, Dinin bağnazlıktan ve doğmalardan

kurtulmasını sağlamaktı.

Mu Dininin dört temel kavramı vardı:

Tanrı, tektir. Her şey ondan var olmuştur ve ona dönecektir.

Ruh ile beden birbirinden ayrıdır. Beden ölür ve ayrışırken ruh ölmez.

Ruh, mükemmelliğe ulaşmak için değişik bedenlerde yeniden doğar.

Mükemmelliğe ulaşan ruh, Tanrıya döner ve onunla birleşir.

Naacal öğretisine göre, sevgi Tanrı merkezliydi. Tüm evren, o sevgi merkezinin üzerine kurulmuştu. Bu

evrensel sevgiye nail olan ruhlar ona geri dönebilecek ve onla bütünleşebilecek yeterlikteydi. Bu ancak

“Kutsal Sır Kardeşliği” üyesi olmak ve aydınlanma evrelerini eksiz bir şekilde tamamlamakla

Page 7: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

mümkündü. Bunun içindir ki; öğretilerini yaydıkları ve yeni üyelerini inisiye ettikleri tapınaklar, kıtanın

her yerine ve kolonilere dağılmış vaziyetteydi. Bu dev blok taşlardan yapılan tapınakların damları yoktu

ve bunlara “ Şeffaf Tapınaklar ” deniyordu. Güneş ışıklarının, inisiyeler üzerine doğrudan ulaşması için

mabetlere dam yapılmıyordu. Naacal mabetlerinde, Ay bir sembol olarak Güneş’in yanında yer alırdı.

Hem baba hem ana olan Tanrı’nın eril sembolü Güneş, dişil sembolü Ay’dı.

Türk Bayrağımız, Ay ve Yıldız sembolleri taşır. Buradaki yıldız, kapalı güneş sembolüdür.

(Güneş de bir yıldızdır) Kırmızı rengi, uğruna dökülen kanları betimler. Biz, bayrağımız uğruna

can verenleri “Şehitlik” mertebesine yükseltiriz. Bilinçaltımız, “ Türk Bayrağına” kutsiyet atfeder.

O’nun adına yapılan her savaş bir bakıma Tanrı adına yapılmış bir savaştır. “Bu savaşta can

verenlerin yeri, Tanrı’nın yeridir” görüşü halk içinde bu yüzden hâkimdir.

Mu dini sembollerinin en önde geleni, "Mu Kozmik Diyagramıydı”. Bu diyagramda, tam merkezdeki

daire Güneşin, “Ra’nın” yani tek Tanrının kolektif simgesiydi. Üçgen içindeki daire, Tanrı’nın gözünün

daima insanların üzerinde olduğunun, iç içe geçmiş iki üçgen, iyiliğin ve kötülüğün bir arada

bulunduğunun simgesiydi. Onların her biri, tek bir bütünün parçalarından ibaretti. Bu üçgenlerden

yukarı dönük olanı iyiye, sevginin merkezi olan Tanrı’ya ulaşmayı; aşağı dönük olanı ise yeniden

doğuş yasası gereğince geri dönüşü remzederdi. Bu iki üçgenin ortaklaşa oluşturduğu altı köşeli yıldız,

adaletin sembolüydü. Ayrıca bu yıldızın her bir ucu, ulaşılması gereken fazileti remzederdi çünkü insan

ancak bu faziletlere sahip olunca Tanrı’ya ulaşması mümkündü. Faziletler, çember içine alınmış

vaziyetteydi. Altı köşeli yıldızın dışındaki bu çember, dünyanın dışında âlemlerin de bulunduğunu ve

çemberin üzerindeki on iki fisto ise, insanın uzak durması gereken on iki kötü eğilimi simgelerdi. Ruh

diğer âlemlere geçmeden önce, on iki kötü eğiliminden arınmak zorundaydı. Ve son olarak aşağı doğru

inen sekiz şeritli yol ise, ruhun Tanrıya ulaşması için tırmanması gereken aşamaların ifadesiydi. Ruh,

en alt kademeden, cansız varlıktan mükemmele yani kâmil insana ulaşmak zorundaydı.

Naacal öğretisinin önemli diğer temel dayanağı, Tanrısal Nurdan çıkmış olan dört gücün kâinatı

kaostan düzene geçirmiş oldukları teorisiydi. Tanrı’nın kendi asli nitelikleri olarak kabul edilen bu dört

temel güç: "dört büyük inşaatçı", “dört büyük mimar", “dört büyük geometri üstadı” olarak adlandırılırdı.

Bu ilahi dört temel eleman: ateş, su, hava ve topraktı.

Page 8: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

Bu sıra dışı uygarlık, bilim adamları ve aynı zamanda din adamları da olarak bilinen Naacaller, askerler

ve yönetici sınıftan oluşmakta idi. Bu kutsal üçlüye imparator “ Ramu ” yani Tanrı’nın hükümdarı, onun

yeryüzündeki temsilcisi başkanlık ederdi. Bilimsel gelişme ve teknolojide insanoğlunun varabileceği en

üst sınıra çoktan varmışlardı. “Kutsal Sır Kardeşliği” üyesi olmayan sıradan halk, onlara göre yoldan

sapmış bir sürü gibi kontrol edilmeye ve güdülmeye layıktı. Bu yüzden onlara yazıyı yasakladılar. Uzun

bir süre, onları bilim ve teknolojiden mahrum bıraktılar. Günümüze kadar bir efsane olarak gelen

büyük felaketle sıra kadem bastılar. Bu felaketin adı: “Mahabharata “ efsanesiydi. Tarihin sisli

perdesinden bize şöyle seslendi: “ Dumansız bir ateşin ışıltısına sahip olan ve alevler saçan bir mermi

atıldı. Birden her yer karanlığa gömüldü. Daha sonra, gözleri kör eden bir ışık ve kulakları sağır eden

bir gürültü çıktı. Ardından meydana gelen büyük ısıda sular buharlaştı. Filler, atlar, insanlar bir anda

kavruldu. Ağaçlar tamamen yandı. Her yer yeniden aydınlandığında koca ordudan geriye sadece bir

avuç kül kalmıştı"

Rivayet odur ki;

Kayıp Mu Kıtasının yok oluşundan sonra bile bu süreç devam etti. Dünyada var olan ve süre gelen

bütün sistemleri besledi. O’nların akıl öğretisi olmaktan vazgeçmedi. O’nlar: Tanrı’nın Düşünürleri ve

Yasaklı Yasanın tek hâkimiydiler. Tanrı’nın sonsuz hâkimiyetini, Naacal Tabletlerine işlediler. Hem iyi

( Bekçi) hem de kötü( Hasatçı ) idiler. Tanrı’nın her iki yüzünü de temsil ettiler.

Page 9: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

BÖLÜM – 2

( RİVAYET )

“Söz gümüşse, sükût altındır. ”

Yalan! Her şey, yalan!

Ben, size yüzyıllardır dışlanan bakırın

Gerçek altın olduğunu sunuyorum.

Artık kalıplarınızı yıkın.

Siz işlemeli doğrular peşindesiniz.

Oysaki doğrular, gösteriş saltanatı sürmez.

Yıkın kalıplarınızı artık.

Çekinmeden, yüksek sesle tekrarlayın:

Bin yıla sarkan bu taş heykellerin bize öğrettikleri

Dilimizde küfürden başka bir şey değildir.

Yalan! Her şey, yalan!

O biri, dilimizi küfürden arındırmaya geldi.

Page 10: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

RİVAYET

Rivayet odur ki;

Zaman bile yenik düştü akla.

Kudurmuş yıkıntılarını gömdü tapınağa.

Tohumları, lanetli bir lahittin kucağında

Geleceğini saçtı etrafa, eşsiz karanlıkta

Ve çürümüş zamanın dilinden

- Ortak oldu yaşama!

***

Rivayet o dur ki;

O’nlar, karanlığın süfli sefilleriydiler.

Lanetli Lahittin ’den feyiz alıp

Karanlık vakitleri müjdelediler.

Akıldan ve iradeden yoksundular.

Onlar, karanlığın sefil köleleri

Güneş’in isyankâr çocuklarıydılar.

***

Rivayet o dur ki;

Ramu, Tanrı’nın batmaz güneşiydi.

Bu lanetli kavme sonsuzdu öfkesi

O’nun derdi: Tanrı’nın yeni düzeni

Ve Krallığından çok uzaklarda

Terkedilmiş, yasaklı topraklarda

Page 11: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

O, güneşten yoksun düşünceyi

Diri diri mezara gömmek istedi.

Lakin Ramu, yine de bağışlayandı.

“O’nlara son bir fırsat”, dedi.

Kutsal Öğretisini yaymakla görevli

Naacal Rahiplerini gönderdi.

***

Rivayet odur ki;

Naacal Rahibi,

Güneş Krallığının seçilmişiydi.

Ramu’nun hem bilim adamı

Hem de rahibiydi.

Kutsal Sır Kardeşliği üyesiydi

Ayaklı Ruhlar Meclisinin ferdiydi.

“Mu dinini” yaymakla görevliydi.

Şüphesiz, Ramu’nun mesajını iletti.

Lanetli Kavme, Güneş’i getirdi.

Kalplerindeki karanlığı lanetledi.

***

Rivayet odur ki;

Ramu, öfkesi örselenmiş bir Kraldı.

Merhameti, hiç batmayan bir güneşti.

O, Tanrı’nın bağışlayıcı bir sevgilisiydi.

Page 12: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

Acımasız kuşaklara doğar,

İnsanlık tohumlarını ekerdi.

Lanetli kavme bile merhamet etti.

Öyle ki O’nlara, Aden’i bahşetti.

***

Rivayet odur ki;

Ramu, O’nlara şöyle seslendi:

Çılgın tohumlarınızla üreyin

Akıldan ve iradeden yoksun

Sizi, çılgınlar sizi.

Evet, ben bağışlayanım.

Dindi Tanrı’nın öfkesi,

Sizi de bağışladım.

İşte yeni evi çılgınlığın…

Gün gelir, sizi yakalarım.

Size, bir nefes kadar yakınım

Siz, siz olun, sakın ama sakın!

Asla, emirlerimi unutmayın.

O’nları tartışmaya açmayın.

Olur da yasaklarımı tatmayın.

Gün gelir, hesabını sorarım.

Dile gelir, saklı ne varsa

Kâinat şahittir zamana!

Page 13: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

Zaman eşlik eder varlığa.

Ve siz üreyin zamanla!

Huzuruma çağırırım nasılsa,

Sizlere, hasat vaktini müjdelerim.

Page 14: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

BÖLÜM - 3

( GÜNEŞ TEBLİĞİ )

Ey, ruhu karanlıkta kalanlar!

Güneş’e çıplak koşmak, bedeni kanser yapar.

Dökülür pulları bedenin, geride bir ruh kalır.

O da Güneş’e boyun eğer!

Karanlıktan kaçıp, ona sığınır.

Oysa en büyük karanlık bu güneştir.

Sizden dileğim,

Her güneşi aynı kefeye koymayın.

Page 15: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

GÜNCEM

Yazmaların ziyaretçisi

- satırlarımın yolcusu…

Güncem tuzaksız, apaçık satırları

Okunur karanlık vakti

Öncüsü, Ayaklı Ruhlar Meclisi’nin

***

Yazmaların ziyaretçisi

- satırlarımın yolcusu…

Bil ki dalıp gittiğin anlam denizi

Aydınlık adımları, zihnine yakın

Yasaklı Yasa’nın incileri

***

Yazmaların ziyaretçisi

- satırlarımın yolcusu…

Zulmü sağırdır, duymaz kulakların

Yangın yeridir, duraksadığın yerin

Korkma yolcu! Durma, devam et.

Yolun doğruluktur;

Anlamı açık, eksiktir Cennet’in

***

Page 16: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

Yazmaların ziyaretçisi,

- satırlarımın yolcusu.

O, Cennet’in büyülü sesi

O’ndan beş vakit öncesi,

Hecele yolcu!

Yüksek sesle hecele!

Güncem tuzaksız, sarsılmaz satırları

Anlamı açık, eksiktir Cennet’in

***

Yazmaların ziyaretçisi,

- satırlarımın yolcusu.

Bilgi, esaretini çözer ruhun

Sen, özgürlüğe adım adım.

Güncem, sessiz ve kimsesiz

İşte, Yasaklı Yasam!

O’nun başkaldıran satırları:

Korkma yolcu! Işığa gel!

Güncem “Özgürlük! ” der.

Bil ki O, bizdendir.

Page 17: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

BÖLÜM - 4

( GÜNEŞ TAPINAĞI )

Oyun içinde oyun olursun.

Bu oyun için alt tarafı bir oyuncusun.

Sen istediğin sürece bu oyun bitmez.

İstemeyi bırak da bitsin bu oyun.

Page 18: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

BOYACI TAPINAĞI

Naacal Rahibi “ Yasaklı üç kelimem var! ” dedi. Sonrası derin bir sessizlikti. O

sessizdi, zihnindeki sesleri dinlemeye sadık kalacak kadar sessiz... Ne var ki her şey

önem yitirmiş zamanın süzgecinden doğmak üzere bir anı kollar gibiydi. Zaman

yenik düşmüş, feri sönmüştü düşünce mutfağında... Ve bozguna uğradı sessizlik.

Yasaklı üç kelime dirildi tapınağın duvarlarında: Kirpik, boya ve duvar... Söz sırası

Naacal Rahibi’nindi. “ Ben, Tanrı’yı sonsuz günahlarımla da sevebilirim” dedi. Üç

yasağını kutsadı böylece, karanlığın içinden seslendi:

1. CELSE

Bir cümle kuruyorum ben:

- Alın terinin, kirpiklerinden boya olarak aktığına tanık oldum. Bu duvarlar, tam

bir sanat eseridir.

Bu cümleyle - ben merkezinden - çıkıyorum şimdi. Tanık olan benim. Peki, neye

tanığım ben?

- Alın terine, kirpiklerden akan boyaya ve sanat eseri duvarlara…

Her şeyin farkındayım. Bu sıra dışı bir dava, erken hüküm vermekten kaçınmalıyım.

Tarafları dinliyorum iyice ve aralarında ilişki merkezi kuruyorum.

Alın teri: Kirpiklerden akan boya

Sanat eseri: Duvarlar

İlk celse sona eriyor, şaşırtıcı bir sonuçla karşılaşıyorum. Dönüp dava tutanağına

bakıyorum defalarca - düşünce mutfağının notlarına. Yok! Yok, bir hata! Sonuç

olarak diyorum ki, “ Alın teri, bir sanat eseridir. ”

Page 19: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

2. CELSE

Dava kaldığı yerden devam ediyor; kelimelerle oynuyorum ben. Yapmam gereken bir

hikâye kurgulamak yalnızca. Zaman belirsiz, başlangıç noktası koymuyorum O’na.

Ne zaman başladığı ve ne zaman sona ereceği hakkında bir fikrim yok daha. Ben

cümleme sadığım hala. Cümleme şöyle bir göz atıyorum. Tarıyorum O’nu baştan

sona... Geçmiş bir zaman, ama hangi zamanda geçtiği belirsiz. Ve birden zamansız

bir düşünce alıkoyuyor beni. Şunu fark ediyorum sonunda: Cümlemin vermek istediği

mesaj zamandan bağımsız. O’nu bağlayan mesajın önceden verildiği… Evet, geçmiş

bir zaman ama hangi zamanda geçtiği belirsiz. Oysa diyebilirdim ki, saat beşten ona

kadar geçen sürede ben bu olaya tanığım. O zaman, belirli bir süreci, bilinçli olarak

bu cümlede kullanmadım. Hikâyem de, tıpkı cümlem gibi zamandan bağımsız olmak

zorunda. Öyleyse, hikâyem sonsuz bir zamanda geçsin. Cümleme dönüyorum

yeniden. “ Bu duvarlar, tam bir sanat eseridir” derken, ben duvarların niteliğini ve

niceliğini tasvir etmediğimi fark ediyorum. Belki ben, duvarların nasıl olduğunu

bilmiyordum. Belki de anlatamayacağım güzellikteydi. Güzel olduklarını düşünüyorum

ki, O’nlara - sanat eseri- demişim. Bildiğim bir şey var elbette. Ben, o duvarları

gördüğümde, O’nlar vardı benden önce. Bir de, alın terini kirpiklerinden boya olarak

akıtan – o gizli özne : “ Muazzam Boyacı ”… Sanırım o da, benden önce vardı. Belki

duvarlar O’ndan önce; belki de O, duvarlardan önce. Mantık tuzağa sürüklüyor beni,

ikilem yaratıyor zihnimde. İkilemim şu:

- Boyacının varlığı söz konusu olduğunu göre; O’ndan önce boyanacak bir

duvar olmalıydı elbette.

- O duvar, boyacının varlığı yüzünden oluşturulmuş ise?

İkilemi bir kenara itiyorum. Ben bildiklerimle devam ediyorum. Bildiğim şey: Duvarın

ve boyacının kesin var olduğu gerçeği. İkinci adımı atıyorum, ben cümleme sadığım

hala. Atıflarda bulunuyorum O’na : “Alın terinin, kirpiklerinden boya olarak aktığına

tanık oldum. ‘ Duvarı, sanat eseri kılan ne? Üzerindeki saf boya mı; Boyaca’nın, O’na

karışan alın teri mi? Can alıcı bir soru daha: Ben, duvarda ne görüyorum? Boyayı

mı? Boyayla karışık alın terini mi? ( Boyacı’yı mı? )

Page 20: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

Cümlemi irdelemeye devam ediyorum. İçindeki nesnelerle ve öznelerle oynuyorum.

O’nu özgür bırakma eğilimindeyim. Bu yaman uğraş içeresindeyken; bir şeyin daha

farkına varıyorum: Araç ve amaç arasındaki o ince detay, dikkatimi çekiyor benim.

Evet, cümlem amacına sadık! Amacı: sanat! Yöntemi: Sanat için alın teri dökmek.

Peki, araç? O’nu gizlediğini görüyorum. Alın teri, kirpiklerinden, boya olarak akıyor. O

kirpikler, evet işte O’nlar: gizli nesnemin ta kendisi, gözümün önünde duran saklı

fırçam... Anlıyorum ki, bu sıra dışı bir dava, erken hüküm vermekten kaçınmalıyım.

Tarafları dinliyorum iyice ve aralarında ilişki merkezi kuruyorum.

Boyacı: Duvar

Boya: Fırça

Basit ve sıradan metaforlarla yoluma devam ediyorum. Ben, o boyacıyı zihnimde

nasıl kurgulamışım? Acaba Boyacı, nasıl kullanmıştı fırçayı? Duvarlara dokunuşları

nasıldı? Boyayı yedirirken, kendinden geçmiş bir halde miydi? Yoksa tamamen

kendinde miydi? Bildiğim tek şey: Duvarları, boyayan kirpikleriydi (fırçasıydı ) Bu tam

bir delilikti. Boya, Boyacı ve Duvarlar sürecin yalnızca araçlarından biri miydi?

Nesnelerle, objeler yer değiştirebilir miydi? Değer yargılarım alt üst olmak üzereydi,

ben zihnimde fırçanın izlerini taşıyordum. Ben, kimi ya da neyi düşündüm? Fırçayı

mı, boyacıyı mı? İlginç bir ana tanık oluyordum. Ve dedim ki : “ Zihnimdeki fırça

darbeleri değil mi, Boyacı’yı düşünme kaynağım? O’nun kirpiklerinde boya olmasa,

ben O’nu düşünür müydüm? ” Merkeze bir adım daha yaklaştım. “ Tıpkı O’nun gibi

benim de kirpiklerimde boya olsa, O’nu düşünür müydüm? ” Elbette düşünmezdim.

Tek düşüncem duvar olurdu ve O’nu boyamak… Boyacı’ya yaklaşmıştım artık. Her

ikimizde duvarları düşünüyorduk. İkimizin de kirpiklerinde boyalar vardı. Düşüncemiz

bir alın teriydi. Fakat başlangıca yakın bir mevzide siper halindeydik. “Savaşa son

vermek gerek! Yaşasın barış” dedik, siperlerden çıktık.

3. CELSE

Bir şeyin farkındayım, hala hikâye yazmadık. Tüm süreci boyalı kirpiklerle, duvarlara

bakmakla tükettik. Hatasız, pürüzsüz ve güzel bir iş olmasını ölçüt aldık. Duvarlar

rengârenk, belli ki işimize son noktayı koyduk. Pürüzsüz, güzel bir iş... Tam bir sanat

Page 21: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

eseri… Boya, Boyacı, Duvar ve Kirpikler ( Fırçalar) her birini ortak bir düzleme

yatırıyorum. “ Bu düzlem - Zaman - olmalı. ” diyorum. İçimde geçici bir cümle kurma

isteği doğuyor. Duvarlardan gözümü alamıyorum. Ağızım çıktığı kadar haykırıyorum.

- Alın terinin, kirpiklerinden Cennet’in boyası olarak aktığına tanık oldum. Bu

Cennet, tam bir sanat eseridir.

Bu cümleyle - ben merkezinden - çıkıyorum şimdi. Tanık olan benim… Peki, neye

tanığım ben?

- Alın terine, kirpiklerinden akan Cennet’in boyasına ve sanat eseri Cennet’e…

Her şeyin farkındayım. Bu sıra dışı bir dava, erken hüküm vermekten kaçınmalıyım.

Tarafları dinliyorum iyice ve aralarında ilişki merkezi kuruyorum.

Alın teri: Kirpiklerden akan Cennet’in boyası

Sanat eseri: Cennet

Üçüncü celse sona eriyor, şaşırtıcı bir sonuçla karşılaşıyorum. Dava tutanağına

bakıyorum defalarca - düşünce mutfağının notlarına… Yok! Yok, bir hata! Sonuç

olarak diyorum ki, “ Cennet, bir alın teridir. ”

4. CELSE

Dava kaldığı yerden devam ediyor; kelimelerle oynuyorum ben. Yapmam gereken bir

hikâye kurgulamak yalnızca. Zaman belirsiz, başlangıç noktası koymuyorum O’na.

Ne zaman başladığı ve ne zaman sona ereceği hakkında bir fikrim yok daha. Ben

cümleme sadığım hala. Cümleme şöyle bir göz atıyorum. Tarıyorum O’nu baştan

sona. Geçmiş bir zaman, ama hangi zamanda geçtiği belirsiz… Ve birden zamansız

bir düşünce alıyor beni. Şunu fark ediyorum sonunda: Cümlemin vermek istediği

mesaj zamandan bağımsız. O’nu bağlayan mesajın önceden verildiği… Evet, geçmiş

bir zaman ama hangi zamanda geçtiği belirsiz. Oysa diyebilirdim ki, saat beşten ona

kadar geçen sürede ben bu olaya tanığım. O zaman, belirli bir süreci, bilinçli olarak

Page 22: Mustafa Kemal Atatürk... · 2018. 5. 16. · Tanrı’nın Güneş Krallığına, Kâinatın Göksel Varlıklarına, Evliya Dudu Hatun’un Anısına, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal

bu cümlede kullanmadım. Hikâyem de tıpkı cümlem gibi zamandan bağımsız olmak

zorunda. Öyleyse, hikâyem sonsuz bir zamanda geçsin.

Cümleme dönüyorum. “Bu Cennet, tam bir sanat eseridir” derken, ben Cennet’in

niteliğini ve niceliğini tasvir etmediğimi fark ediyorum. Belki ben, Cennet’in nasıl

olduğunu bilmiyordum. Belki de anlatamayacağım güzellikteydi. Güzel olduğunu

düşünüyorum ki, O’na - sanat eseri- demişim. Bildiğim bir şey var elbette. Ben, o

Cennet’i gördüğümde, O vardı benden önce... Bir de alın terini, kirpiklerinden

Cennet’in boyası olarak akıtan – o gizli özne : “ Muazzam Boyacı ” Sanırım o da

benden önce vardı. Belki Cennet, O’ndan önce; belki de O, Cennet’ten önce… Beni

tuzağa sürüklüyor mantık, ikilem yaratıyor zihnimde. İkilemim şu:

- Boyacının varlığı söz konusu olduğunu göre; O’ndan önce boyanacak bir

Cennet olmalıydı elbette.

- Bu Cennet, Boyacı’nın varlığı yüzünden oluşturulmuş ise?

İkilemi kenara itiyorum. Ben bildiklerimle devam ediyorum. Bildiğim şey: Cennet’in ve

Boyacı’nın kesin var olduğu gerçeği. İkinci adımı atıyorum, ben cümleme sadığım

hala. Atıflarda bulunuyorum O’na : “Alın terinin, kirpiklerinden, Cennet’in boyası

olarak aktığına tanık oldum ” Cennet’i sanat eseri kılan ne? Üzerindeki saf boya mı;

Boyacı’nın, O’na karışan alın teri mi? Can alıcı bir soru daha: Ben, Cennet’te ne

görüyorum? Boyayı mı? Boyayla karışık alın terini mi?(Boyacı’yı mı? )

Cümlemi irdelemeye devam ediyorum. İçindeki nesnelerle ve öznelerle oynuyorum.

O’nu özgür bırakma eğilimindeyim. Bu yaman uğraş içeresindeyken; bir şeyin daha

farkına varıyorum: Araç ve amaç arasındaki o ince detay, dikkatimi çekiyor benim.

Evet, cümlem amacına sadık! Amacı: sanat! Yöntemi: Sanat için alın teri dökmek.

Peki, araç? O’nu gizlediğini görüyorum. Alın teri, kirpiklerinden, Cennet’in boyası

olarak akıyor. O kirpikler, evet işte O’nlar: gizli nesnemin ta kendisi, gözümün önünde

duran saklı fırçam... Anlıyorum ki, bu sıra dışı bir dava, erken hüküm vermekten

kaçınmalıyım. Tarafları dinliyorum iyice ve aralarında ilişki merkezi kuruyorum.