Upload
secrettime
View
1.253
Download
15
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Lyotard'a göre "modern" terimi bu anlamda kendini —Aklın ilerlemesi ve Özgürlük, Tinin Özgürleşimi türünden— büyük anlatılara müracaat yoluyla meşrulaştıran tüm bilgi biçimlerine uygulanabilir. Bunun aksine eğer bir söylem "metaanlatılara karşı bir güvensizlik" içindeyse ona postmodern denilebilir.
Citation preview
Postmodern durumu sistematik bir akademik ilginin kaynağı haline ilk getiren herhalde Lyotard’dır. Analizinin odağı olarak şimdiye kadarki modernlik eleştirmenlerinin yaptığı gibi "iktidar istenci" veya "araçsal akıl"ı değil "meşruluk ilkesini" seçer ve onu "anlatısallık" terimleriyle açıklar. Bu bakışaçısına göre modernlik bilimsel bilginin gelişmesinin ardından gelen bir "anlatısal bilginin çözülüşü"yle tanımlanmıştır. Anlatıya karşı radikal kuşku ve bilimsel olanın "bilimsel-öncesi" bilgiye karşı muhalefeti bir paradoksla sonuçlanmıştır: Tabiatı gereği tüm anlatısal türden meşrulaştırımaları reddetmiş olan modern bilimin kendisi nasıl meşrulaştırılacaktı? Bu paradoksun çözümü genelde modernliğin, özelde de modern felsefî düşüncenin karakteristik bir söylem biçiminin yaratılmasıydı: "".Metasöylemlere" başvuran "metaanlatılar" (kendilerine eşlik eden tarih felsefeleriyle birlikte) meşrulaştırmanın dil oyunundaki sıradan anlatıların yerini almak üzere inşâ edildi.
Lyotard'a göre "modern" terimi bu anlamda kendini —Aklın ilerlemesi ve Özgürlük, Tinin Özgürleşimi türünden— büyük anlatılara müracaat yoluyla meşrulaştıran tüm bilgi biçimlerine uygulanabilir. Bunun aksine eğer bir söylem "metaanlatılara karşı bir güvensizlik" içindeyse ona postmodern denilebilir. Hakikat ve özgürlük metaanlatılarının yerine postmodern söylem Lyotard'ın bu kitapta yer alan "Postmodernizm nedir?" isimli yazısının sonunda sarılmaya çalıştığı bir dizi tezatla tanımlanabilir: "Gelin bütünlüğe karşı bir savaş başlatalım, gelin sunulamıyana tanıklık edelim, farklılıkları etkin kılıp, adın onurunu kurtaralım"
Postmodern Durum, postmodernizm tartışmaları için oldukça geniş bir bilişsellik boyutlarını ortaya koyuyor. Tartışmasının alanı bilgisayarlaştırılmış toplumlarda bilgi, sorunsalı meşrulaştırım, metodu ise (Wittgenstein'den esinlendiği) dil oyunlarıdır. Ürettiği sonuçlar hem bilgi teorisinin günümüzdeki temellendirimi açısından hem de postmodernizmin kavranması bakımından eleştirel bir yaklaşımın geliştirilmesi için neredeyse vazgeçilmez öğeler içermektedir.
Vadi/felsefeISBN: 975-7726-57-5 91.06 Y .215.59
POSTMODERN DURUMBilgi Üzerine Bir Rapor
J. F. LYOTARD
İngilizce'den Çeviren Ahmet Çiğdem
VADİ YAYINLARI
Vadi Yayınları: 59 Felsefe Dizisi: 16
J. F. Lyotard Postmodern Durum
İngilizce'den Çeviren Ahmet Çiğdem
Yayıma Hazırlayan Murat Güzel
© Vadi yayınları, 1994
1. Basım: Ara Yayınları, 1990 Vadi Yayınlarında Düzeltilmiş, Gözden Geçirilmiş 2. Basım
Şubat, 1997
Dizgi, Sayfa düzeni:ES AM
Kapak Tasarımı Zeki T uman
Montaj, Baskı ve Cilt Feryal Matbaacılık 0 (312) 229 36 96
ISBN 975.7726.57-5 91.06Y .215.59
VADİ YAYINLARIMeşrutiyet Cad. Bayındır II, 60/5 Kızılay/ANKARA TEL: 435 64 89 FAX: 425 63 45
Çizgi Kitabevi, Zafer Meydanı Kitapçılar Çarşısı KONYA Tel: 353 10 22
J. F. LYOTARD, Paris Üniversitesi III'ten emekli felsefe profesörü ve Californiya Üniversitesinde de Profesördür. Postmodern Durum'dan ayrı olarak dil, modernlik ve meşruiyet üzerine yayımlanmış bir çok eseri vardır.Yayımlanmış bazı eserleri şunlar: Discourse, Figure (Paris: Klueksieek, 1971); Dérive à Partie de Marx et Freud (Paris: Union Générale d'Edition, 1973); Economic Libidinale (Paris: Editions Minuit, 1974); "Analyzing Speculative Discourse as Language Game" (Oxford Literary Review 4 , 1981); Just Gaming (J. L. Thébaud'la birlikte, Minneapolis: University of Minnesota Press); The Differend: Phrases in Dispute Manchester University Press, 1988).
İÇİNDEKİLER
Çevirenin Notu / 7 Giriş /111. Alan: Bilgisayarlaştırılmış Toplumlarda Bilgi / 162. Sorun: Meşrulaştırma / 243. Yöntem: Dil Oyunları / 294. Toplumsal Bağın Tabiatı: Modern Seçenek / 345. Toplumsal Bağın Tabiatı: Postmodern Seçenek / 416. Anlatısal Bilginin Pragmatiği / 497. Bilimsel Bilginin Pragmatiği / 598. Anlatısal İşlev Ve Bilginin Meşrulaştırılması / 679. Bilginin Meşrulaştırılmasmın Anlatıları / 74
10. Meşruluk Giderimi / 8511. Araştırma Ve İşlersellik Meşrulaştırması / 9312. Eğitim Ve İşlersellik Meşrulaştırması / 10513. Kararsızlıkların Araştırılması Olarak Postmodern
Bilim / 11714. Paralojiyle Meşrulaştırma / 130 Ek: Postmodernizm Nedir? / 144 Bir Talep / 144Realizm / 147 Postmodern / 155
ÇEVİRENİN NOTU*
Elinizdeki metin postmodern toplumlarda bilgi sorunu ve bilginin konumuyla ilgilidir. Lyotard tartışmasının nesnesi olarak "bilgi'yi, sorunu olarak "meşrulaştırım"! ve yöntem olarak da "dil oyunları'nı seçmiştir. Günümüzde önemli tartışmalara sebep olan postmodernizm kavramına ilişkin oldukça radikal yargılar içeren bir ek bulunmasına rağmen, kitap doğrudan postmodernizm tartışmalarını içermemektedir. Ancak modernizm/postmodernizm ikileminin ana damarını oluşturan bilgi sorunu oldukça geniş ve zengin bir çerçevede değerlendirilmekte, bilgi üretiminin varolan (postmodern) şartları sorgu-
* Bu not çevirinin ilk baskısında yer almaktadır. Ancak metin içerisinde ilk çeviride yer alan kimi kavram tercihleri, yayınevinin tercihleri doğrultusunda değiştirilmiş; ilk çeviride rastlanan eksiklikler ve yanlış anlamaya yol açabilecek kısımlar düzeltilmiştir, (y.h.n)
7
lanmaktadır.Postmodern dönemde bilgi denilince akla yüksek moderni-
tenin dolaysız bir ürünü olan bilimsel bilgi gelmektedir. On- dokuzuncu yüzyıldan bu yana bilgi, bilimsel bilgiyle özdeşleştirilegelmektedir. Oysa bildiğimiz ya da bilemediğimiz tek bilgi türü bilimsel bilgi değildir ve olmamıştır da. Anlatısal bilgi postmodern toplumlarda gücünü yitirmiştir - ya da daha doğrusu bu güç elinden alınmıştır. Bunun nedeni bilginin meşrulaştırımı sorununda yatmaktadır. Anlatısal bilginin meşrulaştırım kaynakları ve malzemeleri bilimsel bilginin kazandığı güç ve itibarla tüketilmiştir. Bizler bu tükenişin doğrudan tanıkları olmak durumundayız —bizler yani bütün modernistler ve postmodernistler. Bilimsel bilgi kendisinin dışında kalan bütün bilgi türlerini yeterlik ve işlersellik ölçütü temelinde değerlendirip bir kenara fırlattığı için artık bütüncül bir anlatısal bilgi kavramına sahip de değiliz. Tıpkı anlatısal bilginin dayandığı bütüncül bir geleneğe de artık sahip olmadığımız gibi. Bütün eğitim kurumları, bu arada üniversiteler bu bilgi türü ve geleneğinin ortadan kaldırılması için büyük bir seferberliğe girişmişlerdi —şimdi bu girişiminin sonuçlarını yaşamaktayız, trajik ve ölümcül olsa bile.
Meşrulaştırım bilginin temellendirilmesiyle ilgili bir sorundur. Anlatısal bilginin temeli, özgürleşim, adalet, mutluluk, haz, yücelik vb. büyük anlatılardır ve bunların yeterlik ve işlersellik ölçütüyle alıp vereceği hiç bir şey yoktur. Ne bir teknik üretebilirler ne teknoloji. Oysa bilimsel bilgi kendisini kanıtlamış ve tersine çevrilemez bir durumlar ve süreçler toplamıyla meşrulaştırmıştır. Öyle ki bütün düşünsel etkinlikler ve bu arada felsefe de bu meşrulaştırım işlemine gönüllü olarak katkıda bulunmuştur —oysa felsefe, kendi meşrulaştırı- mını modernizm içerisinde bile büyük anlatılara bağlanarak gerçekleştirmişti.
Lyotard'ın tartışması bu noktada Hâbermas'la kesişmektedir ama genel olarak meşrulaştırım bunalımıyla Lyotard ve Habermas farklı şeyleri kastetmektedirler. Doğal olarak Lyo- tard'ın seçtiği dil oyunlarının çoğulluğunun tanınması ve desteklenmesi bir çözümken, Habermas dile dayalı evrensel bir uzlaşım peşindedir. Son yapıtlarında büyük anlatıların oluştuğu hümanist geleneğe, sınırlarını Aydınlanma ilkeleri çerçevesinde çizdiği modernist bir bakış açısıyla sırt çeviren Habermas neredeyse modernliğin bir kere ve bütün zamanlar için dondurulmasını istemektedir. Lyotard meşrulaştırıcı bir güç olarak metaanlatıların tükenişiyle modernitenin bittiğini düşünmeye yatkındır. Oysa Habermas için modernite hâlâ bitmemiş, tamamlanmamış bir projedir ve Aydınlanma’nın tarihi kesintilerle birlikte sürmektedir. Aydınlanma'nın özgürleşimci anlatısı konusunda Lyotard ve Habermas arasında büyük farklılıklar bulunmasına rağmen, aynı anlatının bilimsel bilgiye teslim edilip edilmemesi hususunda bir tavır farklılığı vardır. Bir ve bütün olana yönelik saldırıları özdeş olsa bile, bütünün doğru olmadığını söyleyen Adorno'yu terkeden Habermas'tır, Lyotard değil.
Bütün bunlardan kitabın Lyotard ve Habermas arasında bir polemik olduğu izlenimi edinilmemelidir. Kitabın kavgası aslında bilimsel bilgi tekeliyledir ve bilimsel bilginin kör olumsallığıyla. "Kendinde bir amaç olarak tanımlanmaktan uzaklaştırılan" bilgi yani postmodern bilgi yine de özgürleştirici boyutlar içermektedir. Bunun için bu bilginin üretim şartları, ehliyet ve liyakat ölçütleri aranmaksızın, herkese açık olmalıdır —bu da düz anlamda bir bilginin demokratikleştirilmesi süreci anlamına gelmez.
Bu demokratikleştirme anlatısı modernizmin bir ürünüydü ve iflas etti. Dil oyunları çerçevesinde algılandığında, alıcı, gönderilen ve gönderen arasında bilgiye ait tüm ilişkiler modernite öncesinden bile daha karanlık, daha ulaşılmaz ve ulaş-
9
tırılamazdır artık. Bilgi üreticileri ve satıcıları, bilgi pazarını otorite ve güç odaklarının denetiminden kurtarmak için mücadele etmelidirler. Lyotard haklı: Evrensel uzlaşım, güç ilişkileri ve dengelerinden bağımsız olarak gerçekleşemez, tam tersine bunlara karşı verilecek savaşın bir ürünü olabilir. "Adı olanların, adlarının onurunu kurtarmaya" yönelik verecekleri bir savaşın ürünü.
Meşrulaştırım süreci toplumsal bağı kurmayı amaçlar; amaçladığı sürece de işlersellik (performativity) kazanır. Post- modern bilgi yeni meşrulaştırım kanalları bulabilir —üniversitenin dışında. Yeterlik ölçütü tek ölçüt olarak ele alınmayabilir. Bunlar için hemen her yönden eksiksiz olarak bilgilendirilmiş, eksiksiz enformasyonlu öznelere gerek vardır. Yerleşik eğitim kurumları bunu sağlamaktan uzaktır. Çünkü örgütlenmeleri bu amaç esasında gerçekleşmemiştir vb. Bu savlar Lyotard için tartışmasının önemli savları olmaktadır. Bu savların katılımcı oyuncular tarafından desteklenmesi şarttır. Kitap bu yönde bir çağrıdır. Bunun için yeni kurumsal örgütlenmeler (enstitü vb.) gerekebilir.
İçeriği ve üslubuyla postmodernizm için Türkçeye çevrilmiş ilk kitap olma özelliğine sahip olacak elinizdeki metnin, zaten bilindiğini varsaydığım bir takım çeviri güçlükleri nedeniyle zor gelebilecek bölümlerini yukarıda sıralanmaya çalışılan noktaların ve tartışmaların ışığında değerlendirilmesi sanırım faydalı olacaktır. Türkçe düşünerek ve yazarak biz de postmodern dil oyunlarına katılabilirz -aksi, bizi kendi "adımızdan" vazgeçmeye götürebilir. Kişisel olarak, bu çevirinin böylesi bir vazgeçişe tepki olarak okunmasını dilemekteyim. Çeviriyi çok sevdiğim kedim Birdy'ye adıyorum, okuyamayacak olsa bile.
Ahmet Çiğdem Bahçelievler, Ankara, 1990.
1 0
GİRİŞ
Bu çalışmanın nesnesi, son derece gelişmiş toplumlarda bilginin durumudur. Bu durumu tasvir etmek üzere postmodern kelimesini kullanmaya karar verdim. Kelime Amerika'da sosyologlar ve eleştirmenler arasında kullanılagelmekte ve ondoku- zuncu yüzyılın sonundan bu yana, edebiyat, güzel sanatlar ve bilimdeki oyun kurallarını değiştiren dönüşümleri izleyen kültürümüzün konumunu belirlemektedir. Elinizdeki çalışma, bu dönüşümleri anlatılar (narratives) krizi bağlamına yerleştirmeye çalışacaktır.
Bilim her zaman anlatılarla çatışma içinde olmuş; bilim ölçütü tarafından yargılanan anlatıların çoğunluğunun masal olduğu görülmüştür. Ancak bilim, kendisini yararlı düzenlilikleri koymakla sınırlandırmadığı ölçüde ve hakikati aradıkça, kendi oyununun kurallarını meşrulaştırmakla yükümlü kılınmıştır. Bilim böylece kendi konumuna bağlı olarak bir meşru-
1 1
luk söylemi üretmekte, bu söylem felsefe olarak adlandırılmaktadır. Modern terimini, kendisini bu tür Tinin diyalektiği, anlamın yorumbilimi, rasyonel ya da çalışan öznenin özgürle- şimi ya da zenginliğin yaratımı gibi temel anlatılara açık başvurularda bulunan bir metasöyleme gönderme yaparak meşrulaştıran herhangi bir bilimi belirlemek üzere kullanacağım. Sözgelimi bir önermenin doğruluk değeriyle göndereni ve alıcısı. arasındaki uzlaşımın kuralı, eğer rasyonel zihinler arasındaki mümkün bir oybirliği çerçevesinde tutulmuşsa, kabul edilebilir olarak farzedilebilir: Bu, bilgi kahramanının iyi bir etikopolitik amaç -evrensel barış- uğruna çaba sarfettiği Aydınlanma anlatısıdır. Bu örnekten görüleceği gibi, eğer bir meta- anlatı bilgiyi meşrulaştırmaya koyulan bir tarih felsefesini imâ ediyorsa, toplumsal bağı yöneten kuramların geçerliliğine ilişkin sorular ortaya çıkmaktadır ki bunlar da meşrulaştırılmalı- dır. Böylece adalet, hakikatle aynı biçimde, temel bir anlatıya emanet edilmektedir.
Ekstrem olanı basitleştirmek amacıyla, postmodern'i meta- anlatılara yönelik inanmazlık (ineredulity) olarak tanımlayacağım. Bu inanmazlık kuşkusuz bilimlerdeki ilerlemenin bir ürünüdür. Ancak bu ilerlemedir ki, akabinde, inanmazlığı öngörür. Meşruluğun metaanlatısal aygıtının eskimişliğine, en başta metafizik felsefenin ve geçmişte üzerinde yükseldiği üniversite kurumunun krizi karşılık gelmektedir. Anlatısal işlev, işlevcilerini (functors), en büyük kahramanını, tehlikelerini, yolculuklarını ve amacını kaybediyor. Anlatısal dil ögele- rinin-anlatısal ancak düzanlamsal (denotative), buyurucu (prescriptive) ve betimsel vb. - bulutları arasında kayboluyor. Her bulutun içerisinde saklanan pragmatik değerlikler (valencies) onun türüne özgüldür. Her birimiz bunların çoğunun kavşağında yaşamaktayız. Bununla birlikte zorunlu olarak sabit dil bireşimleri kurmamaktayız, kurduğumuz bireşimlerin özellikleri de zorunlu olarak iletimlenebilir değildir.
1 2
Böylece geleceğin toplumu, bir Newtoncu-antropolojinin (mesela yapısalcılık ya da sistem teorisi) ihtisasından çok dil takılarının pragmatiği içerisine düşmektedir. Bir çok ve farklı dil oyunları vardır -bir öğeler heterojenliği. Yalnızca bunlar yaralar halinde kurumlar, ortaya çıkarırlar -mevzi belirlenimcilik (local determinism).
Karar vericiler bununla birlikte toplumsallığın bu bulutlarını, girdi/çıktı matrislerine göre ve onların öğelerinin ölçüle- bilirliğini ve de bütünün belirlenebilir olduğunu imâ eden bir mantığı izleyerek yönetmeye teşebbüs, hayatlarımızı da iktidarın büyümesi için seferber ederler. Benzeri şekilde bilimsel hakikat ve toplumsal adalet konularında, iktidarın meşrulaştı- rılması, onun sistemin işlerliğini (performance) sağlamasına dayalı olarak gerçekleşmektedir (yeterlik). Bu ölçütün bizim bütün oyunlarımıza uygulanması zorunlu olarak yumuşak ya da katı bir terör düzeyi içermektedir, bu terör işlersel, yani ölçülebilir de olabilir, gözden de kaybolabilir.
Maksimum işlerlik mantığı şüphemiz bir çok bakımdan tutarsızdır, özellikle de sosyo-ekonomik alandaki çelişkiye ilişkin olarak: Hem az (en az üretim maliyeti) hem de çok (aylak kesimin toplumsal baskısını azaltmak) çalışma talep etmektedir. Ancak bizim inanmazlığımız şimdi öyle bir hale gelmiştir ki Marx'ın yaptığı gibi bu tutarsızlıklardan kaynaklanacak her hangi bir selâmet beklememekteyiz.
Hâlâ postmodern durum, meşruluk gideriminin (delegitimation) kör olumsallığına olduğu kadar büyüden kur- tulmuşluğa da yabancıdır. Meta-anlatılardan sonra meşruluk nerede kalabilecektir?
İşlerlik ölçütü teknolojiktir, doğru ve adil olanı yargılamakla ilgisi yoktur. Uzlaşımda bulunacak meşruluk Haber- mas'ın sandığı gibi tartışmayla mı elde edilmiştir? Böyle bir uzlaşım dil oyunlarının heterojenliğine karşı şiddet uygular. Ve yenilik daima ayrışmadan doğmuştur. Postmodern bilgi
1 3
otoritelerin basit bir aracı değildir. Farklılıklara olan duyarlılığımızı arındırmakta, karşılaştırılamazlığımız, hoşgörme yetimizi pekiştirmektedir. İlkesi, uzmanın homolojisi değil, yeni- likçinin paralojisidir .*
Sorun şu: Toplumsal bağın meşrulaştırılması yani adil bir toplum tasarısı bilimsel etkinliğin paradoksuna benzer bir paradoks çerçevesinde' mümkün müdür? Böyle bir paradoks ne olacaktır?
Elinizdeki metin bir tesadüfün ürünüdür. Son derece gelişmiş toplumlarda bilgi üzerine bir rapordur ve başkanının isteği üzerine Quebec Hükümeti Üniversiteler Korıseyi'ne sunulmuştur. Başkanın metnin basımına verdiği müsaadedeki inceliğinden dolayı teşekkür etmek isterim.
Söylenmesi gereken, bu raporun yazarının bir uzman değil felsefeci (philosopher) olduğudur. Uzman neyi bilip neyi bilmediğini bilir, felsefeciyse neyi bilip neyi bilmediğini bilmez. İlki sonuçlandırır, İkincisi sorgular. İki farklı dil oyunu yani. Burada, onları bütünüyle başarılı olmayan bir sonuçla birleştirmeye çalıştım.
Bir felsefeci kendisini hiç olmazsa, belirli felsefi ve etiko- politik meşruiyet söylemlerinin formel ve pragmatik analizinin -ki raporda bu tavır sözkonusudur- giderek gün ışığına çıkacağı düşüncesiyle uyumlayabilir. Rapor bu analizi biraz sosyolojikleştirici bir eğilimden sunmaya hizmet edecektir, budayan ancak aynı zamanda konumlandıran bir rapor yani.
Bu sıfatla, raporu, Enstitü tam başlıyorken, Üniversiteyi sonu olabilecek şeye yaklaşmış olarak bulan bu gerçek postmodern uğrakta, Paris VIII (Vincennes) Üniversitesi, Felsefe Politeknik Enstitüsü'ne adıyorum.
J. F. Lyotard
* Homoloji: benzeşim; benzeşme üzerine söylem, paraloji; yanlış ve akla karşı olma riskiyle birlikte farklılık ve aykırılık söylemi (y.h.n.)
14
POSTMODERNDURUM
I. ALAN: BİLGİSAYARLAŞTIRILMIŞ TOPLUMLARDA BİLGİ
Bizim çalışma hipotezimiz, toplumlar postendüstriyel; kültürler de postmodern olarak bilinen çağa girdikçe bilginin konumunun değiştiğidir.1 Bu geçiş, Avrupa için yeniden-inşanın tamamlanışını işaret eden 1950'lerin sonundan beri yürürlüktedir: Hızı, daha çabuk ya da yavaş ülkelere bağlı olup, bu ülkeler içerisinde etkinlik sektörüne göre değişmektedir. Genel durum, özetleyici bir bakış açısını güçleştiren geçici bir kopuş durumudur.2 Betimlemenin bir parçası zorunlu olarak
1. Alain Touraine, La Société Postindustrielle (Paris, Denoel, 1969; Daniel Bell, The Coming of Post-Industrial Society (New York, Basic Books, 1973); Ihab Hassan, The Dismemberment of Orpheus: Toward a Post Modern Literature (New York, OUP, 1971); Michael Menamou and Charches Caramello, eds., Performance in Postmodern Culture (Wisconsin, Coda Press, 1977); M. Kohler, "Postmodernismus: ein begriffgeschichtlier Überlick11, Amerikastudien 22, 1 (1977).2. Bunun klasik edebi bir ifadesi Michel Butor, Mobile: Etude pour une rep-16
tahmini olacaktır. Ne olursa olsun, fütürolojiye çok büyük bir inanç beslemenin akıllıca olmadığını biliyoruz.3
Kaçınılmaz olarak eksik kalacak bir resmi boyamaktan çok, çalışmamızın nesnesini dolaysız olarak tanımlayan basit bir özelliği hareket noktam olarak alacağım. Bilimsel bilgi bir söylem türüdür. Ayrıca son kırk yıl içinde "önde gelen" bilimler ve teknolojiler dille ilgilenmek durumunda kalmışlardır: fonoloji ve linguistik teorileri.4 iletişim ve sibernetik problemleri,5 modern cebir ve bildirişim (informaties) teorileri,6 bilgisayarlar ve onların dilleri,7 tercüme sorunları ve bilgisayar dilleri arasındaki yarışma alanlarının araştırılması,8 enformasyon, birikim ve veri bankalarına ilişkin sorunlar,9 telematik ve zeka terminallerinin kusursuzlaştırılması,10 ve
résentation des Etats-Unis (Paris, Gallimard, 1962)'de bulunmaktadır.3. Jib Fowles, ed., Handbook of Futures Research (Westport, Conn.: Gre- envvood Press, 1978).4. Nikolai S. Trubetskoi, Grundzüge der Phonologie (Prague, cilt 7, 1939).5. Norbert Wiener, Cyberbetics and Society: The Human Use of Human Seings (Boston, Houston Mifflin, 1949); William Ross Ashby, An Introduction to Cyberbetics (London, Chapman and Hall, 1956).6. Johannes von Neumann'in (1903-57) çalışmasına bkz.7. S. Bellert, "La Formalisation des systèmes cybernétiques, "in Le Concept d'information dans la science contemporaine (Paris, Minuit, 1965).8. Georges Mounin, Les Problèmes théoriques de la traduction (Paris, Gallimard, 1963). IBM 360'lann yeni bir türüyle bilgisayar devrimi 1965'e kadar uzanır: R. Moch, "Le Tournant informatique", Documants contributifs, Annex 4, L'Informatisation de La société (Paris, 1978), R. M. Ashby, "La Seconde Génération de la micro-électronique", La Recherche 2 (June 1970), 127 vd.9. C. L. Gaudfernan and Taib, "Glossarie", in P. Nora and A. Mine, L'Informatisation de la société (Paris, 1978); R. Béca, "Les Banques de données" Nouvelle informatique et nouvelle croissance, Annex 1, L'Informatisation de la société.10. L. Joyeux, "Les Applicaitons avancées de l'informatique", Documents contributifs. Ev terminalleri (Uyumlanmış Video Terminalleri) 1984'den önce ticarileştirilmiş bulunup, Uluslararası Kaynak Gelişimi'nin bir raporuna göre 1.400. dolar dolayında bir fiyata malolmaktadır: The Home Terminal (Conn., l.R.D Press, 1979).
17
paradoksoloji.11 Olgular kendileri için konuşmaktadır (ve bu liste de tüketici değildir).
Bu teknolojik dönüşümlerin bilgi üzerinde hatırı sayılır bir etkiye sahip olması beklenilebilir: Bunun iki esas işlevi —araştırma ve kazanılmış öğrenmenin aktarımı— zaten etkiyi hissediyor ya da gelecekte hissedecektir. İlk işleve bağlı olarak, genetik bilimi sokaktaki adam için algılanabilir bir örnek sunmaktadır. Genetik bilimi, teorik paradigmasını sibernetiğe borçludur. Bir çok diğer örnek zikredilebilir. İkinci işlev içinse, makinelerin küçültülmesi ve ticarileştirilmesinin, zaten öğrenmenin kazanıldığı, sınıflandırıldığı, tüketime sunulduğu ve sömürüldüğü yolları değiştirmesinin ortak bir bilgi haline gelmesi örneği verilebilir.12 Enformasyon-sağlayıcı makinelerin verimli kılınmasının insan dolaşımı (taşıma sistemleri) ve sonra da ses ve görsel imgelerin (medya) dolaşımında olduğu kadar öğrenim dolaşımı konusunda da bir etkiye sahip olduğunu ve olmayı sürdüreceğini varsaymak akla uygundur.13
11. Paul Watzlawick, Janet Helmick-Beavin, Don D. Jackson, Pragmatics of Human Communication: A Study of Interactional Patterns, Pathologies, and Paradoxes (New York, Norton, 1967).12. Groupe D'analyse et de perspective des systèmes économiques et tech- nologiques'den J.M. Treille şunu söylemektedir: "Özelde yarı kondüktör ve lazer teknolojisinin kullanılması olmak üzere, birikmiş enformasyonun (bildirişim) yayılmasının yeni imkanları konusunda herşey söylenmemiştir... Yakında herkes ucuz yolda enformasyonu arzu ettiği yerde depolamaya ve dahası özerk bir şekilde işletmeye muktedir olacaktır" {La Semaine Media, 16, 16 Şubat 1979). Ulusal Bilim kurumu tarafından yapılan bir çalışmaya göre, iki yüksek okul öğrencisinden biri bunu başarabilecektir. (Le Semaine media, 13, 25 Ocak).13. L. Brunei, Des Machines et des hommes (Montreeal, Québec Science, 1978); Jean-Louis Missika and Dominique Wolton, Les réseaux pensants (Libraire technique et documentarie, 1978). Québec Eyaleti ve Fransa arasında video koferanslarının kullanılışı sıradan hale gelmiştir. Diğer bir örnek elektronik gazetecilik tarafından verilmektedir. Üç büyük Amerikan şirketi (ABC, NBC ve CBS) bütün dünyadaki üretim stüdyolarının sayısını, hemen hemen uyduyla tüm olayları elektronik olarak kaydedip Amerika'ya
18
Bilginin tabiatı bu genel dönüşümler bağlamında değişmeksizin kalamaz. Eğer öğrenme sadece enformasyon niceliklerine dönüştürüldüyse, yeni kanallara uyup, işlersel olabilir.14 Bu kurulmuş bilgi bütününde bu yolda tercüme edilemeyecek herhangi bir şeyin ortadan kaldırılacağını ve yeni araştırma yönünün, bilgisayar diline tercüme edilebilir olgusal sonuçlarının mümkünâtı tarafından belirleneceğini kestirebiliriz. Şimdi bilginin "üreticileri" ve kullanıcıları, öğrenmeyi ya da bulmayı istedikleri ne olursa olsun, bu dillere tercüme araçlarına sahip olmalıdırlar ve olmak zorunda kalacaklardır da. Tercüme makineleri üzerindeki araştırma zaten ilerlemiş durumdadır.15 Bilgisayarların hegemonyasının yanısıra belirli bir mantık ve dolayısıyla hangi önermelerin "bilgi" önermeleri olarak kabul edileceğini belirleyen bir buyurucu hükümler kümesi gelmektedir.
Böylece "bilgi kullanıcı" ya (knower) ilişkin olarak —bilgi sürecinin hangi noktasını işgal ediyorsa etsin— bilginin bütünüyle bir dışsallaştırılması olayıyla karşılaşabiliriz. Bilginin kazanılmasının zihinlerin ve hatta bireylerin yetiştirilmesi
transfer edilebilecek düzeyde arttırmıştır. Yalnızca Moskova'daki büro hâlâ film üzerinde çalışmaktadır, bu filmler uydu nakli için Frankfurt'a gönderilmektedir. Londra büyük bir "paketleme noktası" olmuştur.14. Enformasyon birimi parçacıldır. Bu tanımlamalar için bkz. Gaudfernan and taib, "Glossaire". Bu konu René Thom'da tartışılmaktadır. "Un prut cede la sémantique" l'information" (1973) in Modeles math'mathématiques de la morphonogenese (Paris, Union Générale d’Edition, 1974). Özelde mesajların kodlara geçirilmesi çift anlamlılıkların ortadan kaldırılmasına izin vermektedir, bkz., Watzlavvick et. al., Pragmatics of Human Communication, s.98.15. Craig ve Lennox firmaları paket tercümanların ticari üretimini ilan etmişlerdin anında alımlama ve herbiri için 1500 kelime içeren dört farklı dil için hafızalı dört modül. Weidner İletişim Sistemleri Şirketi saat başına 600'den 2400'e çoğaltılacak normal bir tercüman kapasitesine ulaşan ve bir Multilingual Word Processor (Çokdilli Kelime İşleticisi) geliştirmiştir; ikidilli sözlük, eşanlamlılar sözlüğü ve gramatik dizinden oluşan üç boyutlu bir hafızayı içermektedir; (La Semaine media 6,6 Ekim, 1978, 5).
19
(Bildung) sürecinden ayrılamayacağı hakkında eski ilkenin modası geçmektedir ve bundan sonra daha da geçecektir. Bilgi kullanıcıları ve arzedicilerinin arzettikleri ve kullandıkları bilgiyle olan ilişkileri, mal üretici ve tüketicilerinin, ürettikleri ve tükettikleri mallarla olan ilişkisinin gerçekleştiği bir (ekonomik) değer formunda gerçekleşmektedir. Bilgi satılmak üzere üretiliyor ve satılmak üzere üretilecek, yeni bir üretimde kıymetlendirilmek üzere tüketiliyor, tüketilecek. Her iki durumda da amaç mübadeledir. Bilgi kendinde bir amaç olmaktan uzaklaşmakta, "kullanım-değerini" kaybetmektedir.16
Bilginin son bir kaç on yıl içerisinde üretimin esas gücü olduğu yaygın bir şekilde kabul edilmektedir.17 Bu durum zaten yüksek derecede gelişmiş ülkelerdeki işgücü kompozisyonu üzerinde kaydedilebilir bir etkiye sahiptir18 ve gelişen
16. Jürgen Habermas, Erkenntis und Interesse (Frankfurt, Suhrkamp, 1968).17. İnsanın tabiat anlayışı ve toplumsal bir beden olarak varlığı aracılığıyla tabiat üzerindeki efendiliği... üretim ve zenginliğin büyük temel-taşı (Grundpeeller) olarak gözükmektedir", öyle ki "genel toplumsal bilgi bir doğrudan üretim gücü olmaktadır", diye yazar Marx, Grundrisse’de (Berlin, Dietz Verlag, 1953 s.593). Bununla birlikte Marx, "yalnızca bilgi formunda değil, aynı zamanda toplumsal pratiğin dolaysız organları olarak” öğrenme “makineler biçiminde güç haline gelmektedir: Makinalar "insan eli tarafından yaratılan insan beyninin organları, nesneleştirilmiş bilgi gücüdürler" sonucuna varmaktadır. Bkz. Paul Mattick, Marx and Keynes: The Limits of the Mixed Economy (Boston: Extending Horzion Books, 1969). Bu nokta Lyotard'da tartışılmaktadır, "La Place de l'aliénation dans le retournement marqxiste" (1969) in Dérive a partir de Marx et Freud (Paris, Union Générale Edition, 1973), ss. 78-166.18. ABD'de işgücü görünümü yirmi yıllık bir dönemde aşağıda belirtildiği gibi değişmiştir. (1950-71):
1950____________ 1971
% 62_____________ % 51.4 Fabrika, hizmet sektörü ve zirai işçiler7.5 14.2 Profesyoneller ve teknisyenler
20
ülkeler için temel bir inkitayı oluşturmaktadır. Postendüstriyel ve postmodern çağda bilim, millî-devletlerin üretici kapasite alanındaki önceliğini koruyacak ve şüphesiz onu güçlendirecektir. Gerçekte bu durum gelişmiş ve gelişen ülkeler arasındaki boşluğun gelecekte eskisinden daha geniş olarak büyüyeceği sonucuna götüren sebeplerden birisidir.19
Ancak sorunun bu boyutu kendisi için tamamlayıcı olan diğer boyutunu gölgelememelidir. Enformasyon malı formundaki bilgi, üretici güçlerden ayrılamaz bir biçimde güç için dünyanın her tarafındaki rekabetin zaten esas bir parçasıdır ve belki de esas parçası olmaya devam edecektir. Millî-devletlerin bir gün geçmişte toprak denetimi ve daha sonra ham maddeler ve ucuz emeğin ele geçirilmesi ve sömürülmesi için savaştıkları gibi enformasyonun denetimi için de savaşacakları inandırıcı gözükmektedir. Yeni bir alan bir taraftan endüstriyel ve ticari stratejiler diğer taraftan ise askeri stratejiler için açılmış bulunmaktadır.20
Ancak yukarıda özetlediğim perspektif benim gösterdiğim kadar basit değildir. Çünkü bilginin ticarileştirilmesi (merkantilizasyonu), öğrenimin üretim ve dağıtımına ilişkin olarak millî-devletin hoşlandığı ve hoşlanacağı önceliği etkilemek durumundadır. Öğrenimin, toplumun zihni ya da
30.0 34.0 Bürokratlar(Statistical Abstracts, 1971)
19. Yüksek düzeyde bir teknisyen veya normal bir bilim adamının "yetiştirilmesi" için gereken zamanın, ham maddelerin çıkartılması ve para-serma- yeye dönüştürülmesi için gereken zamana olan mukayesesi nedeniyle. 1960'ların sonunda Mattick, net yatırım oranını az gelişmiş ülkelerde GSMH'nın % 3-5, gelişmiş ülkelerde % 10-15 olarak tahmin etmiştir ( M a r x and Keynes, s.248).20. Nora et Mine, L'Informatisation de la société, özellikle 1. Bölüm, "Les défis"; Y. Stourdzé, "les Et ats-Unis et la querre des communications". Le Monde, 13-15 Ekim 1978. 1979'da dünya telekomünikasyon araçlarının pazar değeri 30 milyar dolardır; takip eden on yılda bu rakamın 68 milyondolara ulaşacağı tahmin edilmektedir (La Semaine media 19, 8 Mart 1979).
2 1
beyni olarak Devlet'in denetimine bırakıldığı düşüncesi karşıt bir ilkenin çoğalan gücüyle birlikte çok ama çok modası geçmiş olacaktır. Bu karşıt ilkeye göre toplum yalnızca içerisindeki dolaşan mesajların enformasyon olarak zengin ve kod-çö- zümü kolay olduğunda varolacak ve ilerleyecektir. Bilginin ti- carileştirilmesiyle el ele giden iletişimsel "geçirgenlik" (transparency) ideolojisi Devleti bir "gürültü" ve bir donukluk faktörü olarak algılamaya başlıyacaktır. Bu bakış açısından ekonomi ve Devlet arasındaki ilişki sorunu yeni bir aciliyetle ortaya çıkma tehdidinde bulunur.
Zaten son yirmi-otuz yıl içerisinde ekonomik güçler, çokuluslu şirketler tarafından işleyen sermaye dolaşımının yeni biçimleri aracılığıyla Devletin konumunu tehlikeye sokma noktasına ulaşmışlardır. Bu yeni dolaşım biçimleri yatırım kararlarının hiç olmazsa kısmen millî-devletlerin denetiminin dışına çıktığını imâ etmektedir.21 Bu tehdit edici sorun telematik ve bilgisayar teknolojisinin gelişimiyle birlikte eskisinden daha çok ortaya çıkmaktadır. Sözgelimi IBM gibi bir firmanın yeryüzünün mahrek alanında bir kuşak işgal etmek ve iletişim uyduları ya da veri bankası uyduları fırlatmak üzere yetkili kılındığını farzedin. Kim bunların gücüne sahip olabilecektir? Hangi kanal ya da verinin yasak olup olmadığını kim belirleyecek? Devlet mi? Veya devlet sadece diğerlerinin arasında bir kullanıcı mı olacak? Yeni yasal sorunlar ve bunlarla birlikte "kim bilecek" meselesi ortaya çıkacak.
Bilginin tabiatındaki dönüşüm o zaman, varolan kamusal güçler üzerinde hem fiilî hem hukukî olarak geniş şirketler ve çok genel biçimde sivil toplumla olan ilişkilerini gözden geçirmeye zorlayacak tepkilere yol açabilir. Dünya pazarının ye-
21. F. De Combret, "Le redéploiment industriel", Le Monde, Nisan 1978; M. Lepage, Domain le capitalisme (paris. Le Livres de Poche, 1978); Alain Cotta, La France et l'impératif mondial (Paris, PUF, 1978).
22
niden açılması, daha tutarlı bir ekonomik rekabete geri dönüş, Amerikan kapitalizminin hegemonyasının kırılışı, sosyalist bir alternatifin çöküşü, muhtemel bir Çin pazarının açılışı —bunlar ve bir çok diğer etmen 1970'lerin sonlarında Devletleri 1930'lardan bu yana oynamaya alıştıkları yatırımlara kılavuzluk etme ve yönlendirme rolü konusunda ciddi bir değerlendirmeye hazırlamaktadır.22 Bu bakımdan, yeni teknolojiler sadece böyle bir yeniden gözden geçirmenin âciliyetini arttırabilirler, çünkü bunlar karar vermede (dolayısıyla denetim araçlarında) kullanılan enformasyonu eskisinden daha hareketli ve intihale elverişli yapmaktadır.
"Eğitimsel" değeri ve siyasal (idari, diplomatik, askeri) öneminin yerine parayla benzer dolaşım çizgilerine sahip öğrenimi, görselleştirmek zor değildir. Kalıcı ayırım bilgi ve cehalet arasında olmayacaktır artık ancak tıpkı para konusunda olduğu gibi, "ödeme bilgisi" ve "yatırım bilgisi" arasında, bir başka deyişle, bir projenin işlerliğini sağlamaya adanan bilgi fonlarına karşı gündelik hayatın sürdürülmesi çerçevesinde mübadele edilen bilgi birikimleri (işgücünün yeniden inşası, "varkalmak") arasında olacaktır.
Eğer olay buysa, iletişimsel geçirgenlik liberalizme benzer olacaktır. Diğerleri sadece borçları ödeme eşyası olurken liberalizm, içerisinde bazı kanalların kullanıldığı para akışı örgütlenmesine engel olmaz. Benzeri şekilde, diğerleri her şahsın toplumsal bağa sürekli borcunu yeniden ödemek üzere kullanılırken, bazılarının "karar vericiler" için ayrıldığı, özdeş tabiatın özdeş kanalları boyunca hareket eden bilgi akışları da tahayyül edilebilir.
22. Bu bir “yönetimin zayıflatılması" ve "minimal devlete" ulaşılması sorunu; 1974'de başlıyan "bunalıma" eşlik eden Refah Devleti'nin çöküşüdür.
23
2. SORUN: MEŞRULAŞTIRMA
Meşrulaştırma, içerisinde bilginin konumu sorununu irdelemek istediğim alanı tanımlıyan çalışma hipotezidir. Bu senaryo, bizimkinden bütünüyle farklı bir ruhta ilerlemiş olmasına rağmen, "toplumun bilgisayarlaştırılması" adıyla varola- gelen senaryoya yakın olup, ne özgün olma iddiasındadır ne de doğru. Bir çalışma hipotezi için gerekli olan, ayırdetme için yeterli bir kapasiteye sahip olmasıdır. En yüksek derecede gelişmiş toplumların bilgisayarlaşması senaryosu, abartılı bir anlamlandırma riskine rağmen, bize bilginin dönüşümünün belirli boyutları ve onun kamusal güç ve sivil kurumlar üzerindeki etkilerini ortaya koymaya izin vermektedir —bu etkilerin başka bakış açılarından algılanması güç olacaktır. Bizim hipotezimiz buna göre, gerçekliğe ilişkin olarak öndeyileyici bir değer uyarlamamalı, fakat ortaya çıkan sorunlar hakkında
24
stratejik bir değer koymalıdır.Buna rağmen, bu hipotezin güçlü bir güvenilirliği vardır
ve bu anlamda bizim onu seçmemiz keyfî değildir. Sorun uzmanlar tarafından geniş bir biçimde tasvir edilmektedir23 ve tele-iletişim endüstrisinin işletilmesi gibi hükümet kurumları- nın ve özel firmaların oldukça doğrudan ilgilendiği belirli kararlara kılavuzluk etmektedir zaten. Bir dereceye kadar gözlemlenebilir gerçekliğin bir parçasıdır. Nihayet sözgelimi dünyanın enerji problemlerini çözmedeki sürekli bir başarısızlıktan kaynaklanan ekonomik durgunluk veya genel bir geri- çekilmeden öte, bu senaryonun yürürlüğe girmesi için iyi bir şans vardır. Çağdaş teknolojinin, toplumun bilgisayarlaştınl- masına bir alternatif olarak hangi yönü tutturacağını tahmin etmek zordur.
Bütün bunlar hipotezin banal olduğunu söylemek gibi bir şey oluyor. Ancak ekonomik büyüme ve sosyopolitik gücün birbirinin tabii tamamlayıcıları olduğu bilim ve teknolojideki genel ilerleme paradigmasına meydan okumayı başaramadığı ölçüde böyle. Bilimsel ve teknik bilginin birikimli olması hiç bir zaman sorgulanmamıştır. En fazlası, tartışılan şey birikimin aldığı biçim olmuştur. Bazıları düzetjli, sürekli ve benzersiz, bazıları ise dönemsel, süreksiz ve çatışmalı olarak res- metmişlerdir.24
Ancak bu herkesçe bilinen önermeler yanıltıcıdır. İlkin, bilimsel bilgi, bilginin bütünlüğünü temsil etmez, başka tür bir bilgiye ilave olarak, onunla rekabet ya da çatışma içerisinde
23. "La Novelle Informatique et ses utilisateurs", Annex 3, L'Informatisation de la société (8. not)24. B.P. Lecuyer, "Bilan et perspectives de la sociologie des sciences dans les pays occidentaux", Archives européennes de sociologie 19 (1978): 257-336 (Bibliografya). Amerikan ve İngiliz örnekleri üzerine iyi bir enformasyon, 1970'lerin başına kadar Merton okulunun hegemonyası, ve özellikle Kuhn'un etkisi altındaki mevcut ayrışma. Ancak Alman bilim sosyolojisi hakkında çok bilgi verilmemiş.
25
bir bilgi biçimi olarak varolmuştur. Bu başka tür bilgiyi ben yalınlık istemlerindeki anlatı olarak adlandıracağım (karakteristikleri sonra tasvir edilecektir). Bununla anlatısal bilginin, bilim üzerinde egemen olacağını kastetmiyorum, ancak anlatısal bilginin modeli, çağdaş bilimsel bilginin yoksul bir figür olarak (özellikle "bilen"e ilişkin olarak bir dışsallaş- maya uğrayan ve daha öncekinden çok daha büyük bir oranda kullanıcısından yabancılaşan) gözüktüğü duruma yakın içsel bir denge ve şenliklilik düşüncesine yakındır.25 Araştırmacı ve öğretmenlerin demoralize edilmesi sonucu önemsiz sayılamaz. 1960'larda, yüksek derecede gelişmiş toplumların hepsinde olayın, bu meslekleri icra etmeye hazırlananlar arasında patlayıcı noktaları yakaladığı bilinen bir olgudur. Bu beladan kendilerini kurtaramayan üniversite ve laboratuvardaki verimlilikte hatırı sayılır bir düşüş olmuştur.26 Bunun bir ümit veya korkuyla bir devrime yol açacağını ummak (60'larda böyle olmuştu) sorunun dışına çıkmak demektir: Bu tavır, bir gecede post-endüstriyel toplumdaki nesnelerin düzenini değiştiremeyecektir. Bilim adamlarının üzerindeki bu şüphe, bilimsel bilginin bugünkü ve gelecekteki durumunu değerlendirmede temel olarak ele alınmalıdır.
İkinci nokta olarak yani bilim adamlarının demoralizasyo- nunun merkezi meşrulaştırma sorunu üzerindeki etkisi nedeniyle de bu ele alış bütünüyle zorunlu olmaktadır. Bu kelimeyi otorite sorununu tartışan çağdaş Alman teorisyenlerden daha geniş bir anlamda kullanıyorum.27 Herhangi bir medeni
25. Terime Ivan Illich tarafından ağırlık verilmiştir, Tools for Conviviality (New York, Harper and Row, 1973).26. Bu "demoralisation" hakkında bkz. A. Jaubert et J.M. Levy, Leblonds, (eds)., (Auto) Critique de la science (Paris, Seuil, 1973) 1. Bölüm.27. Jiirgen Habermas, Legitimationsprobleme in Spätkapitalismus (Frankfurt, Suhrkamp, 1973).
26
kanunu örnek olarak alınız: Bu kanun belirli bir kategori içindeki yurttaşların özgül bir eylem türünü yerine getirmeleri gerektiğini vurgulamaktadır. Meşrulaştırma, bir kanun koyucunun, böylesi bir kanunu norm olarak çıkarmaya yetkili kılındığı bir süreçtir. Şimdi de bir bilimsel önerme örneğini ele alınız: Bu önerme, bilimsel olarak kabul edilmek için, 'bir önerme belirli bir şartlar kümesini yerine getirmelidir' kuralına uymak zorundadır. Bu durumda meşrulaştırma, bilimsel söylemle ilgilenen bir "kanun koyucunun" konulan şartlarda (genelde içsel tutarlılık ve deneysel doğrulama şartları) bir önermenin bilimsel cemaat tarafından ele alınması için bilimsel söyleme içerilip içerilmeyeceğini belirlediği bir süreçtir. Konulan bu paralellik zorlama gözükebilir. Ancak görüleceği üzere böyle değildir. Bilimin meşruluğu sorunu Platon'dan beri kanun koyucunun meşruluğuna ayrılmaz bir biçimde bağlıdır. Bu bakış açısından neyin doğru olduğuna karar vermek, önermelerin tabiatları gereği farklı bu iki otoriteye bağlanması durumunda bile, neyin adil olduğuna karar vermekten bağımsız değildir. Burada önemli olan, etik ve politik olarak adlandırılan dille, bilim olarak adlandırılan dil arasında belirli bir içsel bağlantı olduğudur. İkisi de aynı perspektiften, aynı "seçişten" kaynaklanmaktadır —denilebilirse Batı adı verilen seçişten.
Bilimin daha önce olduğundan çok daha fazla ve bütünüyle, yeni teknolojilerin yanısıra egemen güçlere teslim olmuş gözüktüğü ve bunların çatışmalarında başat bir unsur olma tehlikesini içerdiği bir zamanda, bilimsel bilginin varolan konumunu incelediğimizde, çifte bir meşrulaştırma sorunu, arkaplana geri çekilmekten öte, zorunlu olarak öne çıkmaktadır, çünkü sorun kendisinin en eksiksiz formunda, yani tekrar eski halinde ortadadır: Bilginin ne olduğuna kim karar verecektir ve hangi ihtiyaçların karara bağlanacağını kim bilecektir? Bilgisayar çağında, bilgi sorunu şimdi
27
eskisinden daha çok bir hükümet sorunudur.
3. YÖNTEM: DİL OYUNLARI
Bu sorunu ileriye sürülen çerçeve içerisinde analiz ederken belli bir prosedürü tercih ettiğimi okuyucu farkedecektir: Dil olgularını, özelde de onların pragmatik boyutunu vurguladım.28 Bundan sonra ne söyleneceğini açık kılmak için kısa ol-
28. Peirce'ün semiyotiğinin izinde sentaktik, semantik ve pragmatik alanların ayrımı Charles W. Morris tarafından yapıldı: "Foundations of the Theory of Signs", in Otto Neurath, Rudolp Carnap, and Charles Morris, eds., International Enclopedia of Unified Science, vol. 1, Bölüm 2 (1938): 77-137. Bu terimin kullanılmasında özellikle Ludwig Wittgenstein, Philosophical Investigations'a (New York, Macmillan, 1953) gönderme yapıyorum; J.L. Austin, How to Do Things with Words (Oxford, Oxford University Press, 1962); Jürgen Habermas, “Unbereitende Bemerkungen zu einer The- orie der kommunikativen kompetens" in Habermas and Luhmann, Theorie der Gesellchaft oder Sozialtechnologie (Stutgart, Suhrkamp, 1971); J. Poulin, "Vers une pragmatique nucleaire de la communication" (Üniversite de la Montreal, 1977). Bkz. Watzlavvick et. al. Pragmatics of Human Communication (11. not).
29
makla birlikte pragmatik terimiyle neyin kastedildiğini özetlemek faydalı olacaktır.
"Üniversite hastadır" gibi düzanlamsal bir ifade (denotative utterance)29 bir mülakat ya da konuşma bağlamında sarfedilmiş olup, göndericisini (önermeyi dile getiren kişi) ve alıcısını (bu önermeyi algılayan kişi) ve de önermenin ilgilendiği şeyi yani göndermenin nesnesini özgül bir yolda konumlamaktadır: İfade göndericiyi, "bilicinin" (üniversitenin hangi durumda olduğunu bilen) konumuna yerleştirir ve açımlar. Alıcı, bilicinin kabul edilmesi ya da reddedilmesi durumuna konulmuştur. Önermenin nesnesi (referent) düzanlamlara özgü bir yolda ele alınmıştır; kendisine göndermede bulunan önerme tarafından açıklanan ve doğru olarak özdeşleştirilmeyi talep eden bir şey olarak.
Eğer "üniversite açıktır" gibi bir açıklamayı (declaration) düşünecek olursak (bir tören sırasında dekan ya da rektör tarafından dile getirilmiştir) önceki özgülleştirmelerin artık uygulanmayacağı açıktır. Doğal olarak ifadenin anlamı anlaşılmak zorundadır, fakat bu genel bir iletişim durumudur ve bize farklı tür ifadeleri veya onların özgül etkilerini ayırdetmede yardım etmez. Bu ikinci 'İşlersel"(performative) ifadenin ayır- dedici özelliği30, dile getirilmesiyle çakışan önermenin nesnesi üzerindeki etkisidir. Üniversite açıktır çünkü yukarıda
29. "Düzanlam" (Denotation) burada mantıkçıların klasik kullanışındaki "betimlemeye" karşılık gelmektedir. Quine, "düzanlamı" herhangi bir şeyin "doğruluğu"yla değiştirir; bkz, W.V. Quine, Word and Object (Cambridge, Mass.: MIT Press, 1960). J.L. Austin, How to Do Things with Words, s.39, "betimsel" yerine "kalıcıyı" yeğlemektedir.30. "İşlersel" (performative) terimi Austin'den bu yana dil teorisinde sarih bir anlam temelinde ele almaktadır. Bu kitapta, kavram, bir girdi/çıktı oranına göre ölçülen yeni ve muteber yeterlilik anlamındaki, özelde bir sistemin "işlerselliği" terimiyle birlikte yeniden ortaya çıkacaktır. İki anlam birbirinden çok uzak değildir. Austin'in işlemsel kavramı optimal işlemi yerine getirmektedir.
30
zikredilen şartlarda açık olduğu ilan edilmiştir. Bunun böyle olması, önermenin gönderildiği yer (alıcı) açısından doğrulamaya ya da tartışmaya tabi değildir, çünkü dolaysız olarak ifade tarafından yaratılan yeni bağlam içerisine yerleştirilmiştir. Gönderici için olduğu gibi, alıcı da böyle bir önermeyi kuracak otoriteyle yüklemlenmelidir. Gerçekte bunu başka bir biçimde söyleyebilirdik: Gönderici dekan ya da rektör yani bu türden önermeyi dile getirecek otoriteyle yükümlenmiş kişi, yalnızca doğrudan gönderileni (önermenin nesnesi, référant, burada üniversite) ve alıcıyı (üniversite personeli), işaret ettiğim biçimde, etkileyebildiği sürece bu konuma sahiptir.
Farklı bir durum "üniversiteye para ver" türünden ifadeleri içermektedir, bunlar buyuruculardır ve emirler, komutlar, tavsiyeler, istekler, dualar ve ricalar vb. biçiminde tanzim edilebilirler. Terimi geniş anlamda (örneğin bir günahkarın ba- ğışlayıcılık iddiasındaki bir tanrı üzerindeki otoritesini de içerecek biçimde) kullanırsak, burada gönderici açıkça bir otorite konumuna yerleştirilmiştir: yani, gönderici, alıcının kendisine gönderme yapılan eylemi yerine getirmesini beklemektedir. Buyurmanın pragmatiği alıcı ve gönderilenin durumlarında çok büyük değişiklikler gerektirmektedir.31
Başka bir düzende tekrar bir sorun, vaad, edebi bir tasvir, bir anlatılama vb.'nin yeterliliğini (efficiency) özetliyorum. Wittgenstein, dil incelemesini bir sıyrıktan alıp, dikkatini farklı söylem biçimlerinin etkileri üzerinde yoğunlaştırır. Dil oyunları32 (bir kaçını ben yukarıda sıralamıştım) etrafında özdeşleştirdiği muhtelif türden ifadeleri ortaya koyar. Dil oyunlarıyla kastettiği, çeşitli ifade kategorilerinin her birinin, bunların özelliklerini belirleyen kurallar ve konulabilecekleri ya-
31. Bu kategorilerin yeni bir analizi Habermas'ta bulunmakta, "Unbere- itende Bemerkungen", ve Poulain tarafından tartışılmaktadır, "Vers une pragmatique nucléaire".32. Philosophical Investigations, 23. kısım.
3 1
rarlar çerçevesinde tanımlanabilir olmasıdır —tıpkı her parçanın özelliklerini belirleyen bir kurallar kümesiyle tanımlanan satranç oyununda olduğu gibi; bunları hareket ettirmenin en uygun yoluyla.
Dil oyunları hakkında şu üç gözlemde bulunmak faydalı olacaktır: Birincisi, bunların kuralları kendi içerisinde kendi meşruluklarını taşımazlar, ama açık ya da örtük bir anlaşmanın (oyuncular arasındaki bir anlaşmanın) nesnesidirler —bu oyuncuların kuralları keşfettiğini söylemek _doğru değildir. İkincisi eğer kurallar yoksa oyun da yoktur.33 Hatta bir kuralın son derece küçük tâdili bile oyunun tabiatını değiştirir; bir "hareket" ya da ifade kuralları tatmin etmiyorsa, tanımladıkları oyuna ait değildirler. Üçüncü nokta biraz önce söylenilen şey tarafından önerilmektedir: Her ifade bir oyundaki "hareket" olarak düşünülmelidir.
Bu son gözlem bir bütün olarak yöntemimizin altını çizen ilk ilkeyi vermektedir: Oynama ve genel agonistik (cedel) alanına düşen konuşma edimleri34,35 anlamında konuşmak, dövüşmektir. Bu zorunlu olarak kazanılmak üzere oynanıldığı anlamına gelmez. Bir hareket, keşfedilmesinden dolayı duyu-
33. John von Neumann and Oskar Morgensternn, Theory of Games and Economic Behavior (Princeton University Press, 1944), s.49: "Oyun kendisini betimleyen kuralların bütünlüğüdür". Bu ifade Wittgenstein’in yaklaşımına yabancıdır, zira onun için oyun kavramı, tanımlama zaten bir dil oyunu olduğundan, bir tanım tarafından kuşatılamaz (Philosophical Investigations, özellikle bkz. 65-84. kısımlar).34. Kavram Searle'den gelmektedir: "Konuşma edimleri... dilsel iletişimin temel ya da en küçük birimleridir" (Speech Acts, s.16). Bense bu edimleri iletişim alanından çok agon (oyunlardaki tartışma) alanına yerleştiriyorum.35. Agonistik (oyun ve ödül-kazanma teori ve sanatı) Heraklitus'un ontolojisinin temelidir. Sadece tragedyanlar olmaksızın, Sofistlerin diyalektiğinin de. Aristo'nun Topics'lerdeki ve Sophistici Elenchi'deki düşüncelerinin büyük bir kısmı bu konuya ayrılmıştır. Bkz. F. Nietzsche, "Homer’s Con test"in Complete Works, vol. 2, New York, Gordon Press, 1974).
lan taze haz yüzünden yapılabilir: Peki popüler konuşma ve edebiyat tarafından üstlenilen dilsel taciz işinde başka ne içe- rilmektedir? En büyük zevk, dilin parole (söz) düzeyindeki evriminin arkasındaki süreçtir, yani anlamların, kelimelerin ve deyimlerin dönüşümlerindeki sonsuz keşiftir. Ancak şüphesiz ki bu zevk bile bir hasım kazanma pahasına elde edilen bir başarı hissine bağlıdır —hiç olmazsa bir ve heybetli bir düşman kazanmak pahasına: Kabul edilen dil ya da işaret (ler sistemi).36
Bu dil agonistiği düşüncesi ikinci ilkeyi gözden kaçınmamalıdır, çünkü ona bir tamamlayıcı olarak durmakta ve bizim analizimizi yönetmektedir: Gözlemlenebilen toplumsal bağ dil "hareketlerinden" mürekkeptir. Bu önermenin aydınlığa kavuşturulması bizi elimizdeki meselenin özüne götürecektir.
36. Lous Hjelmslev, Prolegotne.ua to a Theory of Langııage (Madison: Uni- versity of Wisconnin Press, 1963) tarafından kurulduğu anlamda ve Roland Burthes, Eléments de sémiologie (1964) (Paris: Scuil 1966), 4: 1
33
4. TOPLUMSAL BAĞIN TABİATI:MODERN SEÇENEK
Eğer en yüksek derecede gelişmiş toplumlarda bilginin konumunu tartışmak istiyorsak, öncelikle bu topluma hangi metodolojik tasarımın uygulanacağı sorusunu cevaplandırmalıyız. Basitleştirme pahasına, ilke olarak, hiç olmazsa son yarım yüzyıldır toplum için iki temel tasarımsal model olduğunu söylemek uygun düşebilir: Toplum ya işlevsel bir bütün oluşturmakta ya da ikiye bölünmektedir. İlk modelin bir örneği Tal- cott Parsons (hiç olmazsa savaş sonrasındaki Parsons) ve onun okulu tarafından, ikinci model Marksist oluşum (bu oluşumun bütün tamamlayıcı okulları arasındaki farklılıklar ne olursa olsun sınıf savaşı ilkesi ve toplum içerisinde işleyen bir ikilik olarak diyalektiği kabul edenler) tarafından önerilmiştir37.
37. Özelde bkz. Talcott Parsons, The Social System (Glencoe, III : Free
34
Toplum üzerine bu iki büyük söylemi tammlıyan metodolojik uçurum ondokuzuncu yüzyıldan devralınmıştır. Toplumun organik bütün oluşturduğu ve bu bütünün yokluğunda toplum olmaktan uzaklaşacağı düşüncesi Fransız okulunun kurucularının zihnini belirlemiştir. Eklenilen ayrıntı işlevselcilik tarafından sunulmuş, buna rağmen 1950'lerde Parsons'ın ken- dini-düzenleyen bir sistem olarak toplum kavramıyla başka bir yön tutturmuştur. Teorik hatta maddî model artık yaşayan bir organizma değildir. Bu model İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında modelin uygulamalarını yayan sibernetik tarafından sağlanmıştır.
Parsons'ın çalışmalarında sistemin arkasında yatan ilke, eğer denilebilirse, hâlâ iyimserdir ve temkinli bir refah devletinin korunması altındaki bolluk toplumlarının ve büyüme ekonomilerinin durağanlaşmasına karşılık gelmektedir38. Çağdaş Alman teoristlerin eserlerinde, systemtheorie teknokra- tik, hatta, ümid kırıcı olduğu zikredilmese bile, müstehzidir: Bireylerin ve grupların ihtiyaçları ve ümitleri arasındaki uyum ve sistem tarafından garanti edilen işlevler şimdi yalnızca, sistemin işlemesinin ikincil bir tamamlayıcısıdır. Sistemin gerçek amacı, kendisini bir bilgisayar gibi programla-
Press, 1967), ve Sociological Theory and Modern Society (New York, Free Press, 1967). Çağdaş topluma ilişkin Pierre Souyri tarafından hazırlanmış (dosyalan ve eleştirel bir bibliografyası ile) kullanışlı özete başvurulabilir: Le Marxisme après Marx (Paris, Flammerion, 1970). Sosyal teorinin bu iki büyük akımı arasındaki çatışmaya ilişkin ilginç bir görüş A.W. Gould- ner tarafından sunulmuştur: The Coming Crisis of Western Sociology (New York: Basic Books, 1970). Bu çatışma, Frankfurt Okulu'nun mirasçısı ve özellikle Luhmann'la olmak üzere Alman toplumsal sistem teorisiyle polemik içinde olan Habermas'ın düşüncesinde önemli bir yer tutmaktadır.38. Bu iyimserlik açıkça Robert Lynd'in vardığı sonuçlarda gözükmektedir: Knowledge for What? (Princeton, N.J.: Princeton University Press, 1939), s.239; zikreden M. Horkheimer, Eclipse of Reason (Oxford University Press, 1947): Modern toplumda, bilim hayatın amaçlarını tanımlamada dinin yerini kaplamalıdır.
35
ması, girdi ve çıktı arasındaki bütüncül ilişkinin, bir başka deyişle işlerselliğin optimizasyonudur. Hatta kuralları değişme sürecindeyken ve yenilikler ortaya çıkmış ve grevler, krizler, işsizlik ve siyasal devrimler gibi karşı işlevler ümidi canlandırmakta ve bir alternatif inancına yol açmaktayken bile halihazırda gerçekleşen şey sadece içsel bir yeniden düzenlemedir; bunun sonucuysa sistemin "hayatiyetindeki" (viability) bir artıştan daha fazla bir şey olamaz. Bu tür bir işlem gelişimine yegane seçenek entropi ya da çöküştür.39
Burada tekrar, bir toplumsal teori sosyolojisinde içkin olan basitleştirmelerden kaçarken, hiç olmazsa, 1960'lardaki ekonomik dünya savaşının yeniden başlaması çerçevesinde, yüksek derecede gelişmiş endüstriyel toplumları rekabetçi yap-
39. Helmut Schelsky, Der Mensch in der Wissenschaftlichen Zivilisation, (Köln und Opladen, Geistesvissenchaften Heft 96), ss.24 vd: "Devletin egemenliği artık şiddetin kullanılışındaki tekele sahip olması (Weber) ya da güçlerin doğuşuna malikliği (Carl Schmitt) gibi olgularca açığa vurul- mamaktadır. Bu öncelikle, devletin, içerisinde bulunan teknik araçlar bütününün etkililik derecesinin, en büyük elverişliliği kendisine ayırarak belirlemesi ve aynı zamanda, bu araçların başkaları tarafından kullanılışına koyduğu sınırlamalardan kendi kullanışını müstağni kılmasıdır1'. Bunun bir istem değil Devlet teorisi olduğu söylenecektir. Ancak Schelsky şunu da eklemektedir: "Süreç içerisinde Devletin amaçlar seçimi yasaya tabi kılınmaktadır ki ben zaten bu durumu bilimsel uygarlığın evrensel yasası, yani araçların amaçları belirlemesi ya da dahası, teknik imkanların bunlardan elde edilecek yararı dikte etmesi olarak zikretmiştim". Habermas bu yasaya karşı, teknik araçlar kümesi ve amaçlandırılmış ussal eylemin hiç bir zaman özerk olarak gelişmediği olgusunu koymaktadır, "Theory and Practice in Our Scientific Civilizaion" in Theory and Practice (Boston, Beacon, 1973). Yine bkz, Jacques Ellul, La Technique ou l'enjeu du siecle (Paris, Armond Colin, 1954) ve Le Systeme technicien (Paris, Calmann Levy, 1977), Grevler ve genelde güçlü sendikalar tarafından oluşturulan baskılar, bir sendika lideri C. Levinson tarafından açıkça ortaya konulduğu gibi uzun vadede sistemin yararına olacak bir gerilim üretmektedir. Levinson Amerikan endüstrisinin teknik ve işletmese! ilerleyişini bu gerilime bağlanmaktadır (zikreden H.F. de Virieu, Le Matin, özel sayı, "Que veut Giscard?" Ekim, 1978).
36
mak dolayısıyla "millîliklerini" optimal kılmak yolunda taleb edilen asketik çaba ve "katı" teknokratik toplum anlayışı arasındaki paralelliği inkar etmek güçleşmektedir.
Hatta Comte gibi bir adamın düşüncesi ve Luhmann'ın düşüncesi arasında müdahele eden yoğun yerdeğiştirimi değerlendirirken, ortak bir 'toplumsal' kavramını sezinleyebiliriz: Toplum birleştirilmiş bir bütünlüktür, bir "birleşmişliktir". Parsons bunu açıkça formüle etmiştir: "Başarılı dinamik bir analizin en esas şartı, her sorunun bir bütün olarak sistemin durumuna sürekli ve sistematik gönderilmesidir... Bir süreç ya da sistemin sürdürülmesi ya da geliştirilmesine katkıda bulunan veya sistemin uyumu, etkililiği vb. özelliklerinden ayrıştırımında işlevsizleştirici olan bir şartlar kümesi".40 "Teknokratlar” da bu düşünceye boyun eğerler.41 Sistem bir gerçeklik olacak araçlara sahipse, güvenilirliği oluşmuş demektir; bu da ihtiyaç duyduğu tek kanıttır: Horkheimer'in aklın "paranoyası" olarak adlandırdığı şeydir bu.42
Ancak bu sistemik kendini düzenlemenin gerçekçiliği ve olgu ve yorumlamaların kusursuz olarak mühürlenmiş çevresi, eğer sadece birinin emrinde ilke olarak bunların cazibesine bağışık bir görüşe sahipse ya da sahip olma
40. Talcott Parsons, Essays in Sociological Theory Pure and Applied, gözden geçirilmiş baskı, (Glencoe, Free Press, 1954), ss.216-18.41. Bu kelimeyi Galbraith'in technostructure (teknikyapı) kavramını The New Industriel State'de sunulduğu (Boston, Houghton Mifflin, 1967) ya da R. Aron'un technico-bureacratic structure (teknik-bürokratik yapı) Dix-huit leçons sur la société industrielle, Paris, Gallimard, 1962) kavramıyla aynı anlamda kullanıyorum, bürokrasi terimin çağrıştıran bir anlamda değil. Bürokrasi terimi çok daha "katıdır" -çünkü ekonomik olduğu kadar politiktir, çünkü İşçi Muhalefeti (Kollontai) tarafından Bolşevik iktidarın eleştirisi ve Troçkist muhalefetin Stalinizm eleştirisinden çıkmıştır. Bu konu üzerinde bkz., Claude Lefort, Elements d'une critique de la bureaucratic (Geneve, Droz, 1971). Kitapta eleştiri bir bütün olarak bürokratik toplumu da kapsamaktadır.42. Eclipse of Reason, s. 183.
37
iddiasındaysa paranoid olarak yargılanabilir. Bu da Marx'ın düşüncesine bağlı toplum teorilerindeki sınıf çatışması ilkesinin işlevidir.
"Geleneksel" teori her zaman toplumsal bütünün proglam- lanmasının içerisine basit bir araç olarak, bu bütünün işlerliğinin optimizasyonu amacıyla işe sokulma tehlikesiyle yüzyüze- dir; çünkü geleneksel teori kendi birleştirici ve bütünleştirici hakikat arzusunu sistem işletmecilerinin birleştirici ve bütünleştirici pratiğine ödünç vermektedir. "Eleştirel" teori43 uzlaşma ve bireşimlerin tedbiri ve ikiliği ilkesine bağlı olarak bu kaderden kaçınır bir konumda bulunmalıdır. Öyleyse Mark- sizme kılavuzluk eden, toplum ve ondan üretilebilecek farklı bir toplum modeli ve farklı bir bilginin işlevi kavramıdır. Bu model, kapitalizmin geleneksel sivil toplumlar üzerindeki gasp sürecini gerçekleştiren mücadelelerinden doğmuştur. Burada toplumsal, siyasal ve ideolojik tarihin bir yüzyıldan daha fazlasını dolduracak bu mücadelelerin kurbanlarını ortaya koyacak bir yere sahip değiliz. Kendimizi şimdilik bizim için çı karması mümkün olan (çünkü bu mücadelelerin kaderi bilinmektedir) bilançoyla, bir bakışla doyurmak zorunda kalacağız. Liberal ya da ileri liberal bir işletmeye sahip toplumlarda mücadeleler ve onların araçları sistemin düzenleyicilerine dönüşmüşlerdir; komünist ülkelerde bütünleştirici model ve totali- taryan etkisi Marksizmin kendi adında bir geridönüşe yolaç- mış ve sorun üzerindeki mücadeleler basitçe haklardan yoksunluğa dönüşmüştür.44 Ekonomi politiğin eleştirisi (Marx'ın Das Kapital'inin altbaşlığı) ve onun mütekabili, yabancılaşmış toplum eleştirisi şu veya bu biçimde her yerde siste-
43. Max Horkheimer, "Traditionelle und kritische Theorie" (1937) in Critical Theory (New York, Herder and Herder, 1972).44. Bkz. Claude Lefot, Elements d'une critique Un homme en trop (Paris, Seuil, 1976): Cornelius Castroriadis, La Société bureaucratique (Paris, Union Générale d'Edition, 1973).
38
min programlanmasında yardımcılar olarak kullanılmaktadır.45
Tabiatıyla Frankfurt Okulu ya da Socialisme ou Barbarie46 gibi bu sürece muhalefet ederek eleştirel modeli koruyan ve yenileyen belirli azınlıklar vardır. Ancak sınıf çatışması veya bölümlenmesi ilkesinin toplumsal temeli bütün radikalliğini kaybetme noktasına gelmiştir; sonunda eleştirel modelin teorik konumunu kaybettiği ve bir "ütopya" veya "ümid”47 durumuna indirgendiği, insan ya da akıl veya yaratıcılık ve Üçüncü Dünya ya da öğrenciler gibi eleştirel öznenin bundan böyle gerçekleşemez işlevinin uçnoktalarında açığa vurularak yükselen hazır bir protesto haline geldiği olgusunu gizleyemeyiz.48
Bu şematik veya kalıpsal hatırlatmanın tek amacı, ileri endüstriyel toplumlarda bilgi sorununu koymayı istediğim sorunsalı özgülleştirmek olmaktadır —çünkü bilginin konumlandığı toplumun özelliklerini bilmeksizin, bilginin hangi konumda olduğunu, bir başka deyişle, bilginin gelişmesi ve dağılımının bugün karşılaştığı problemleri bilmek mümkün değildir. Ve bugün daha öncekinden daha fazla olarak, toplum hakkında bir şey bilmek, herşeyden önce bu çabanın hangi
45. Örnek olarak bkz. J.P. Garnier, Lé Marxisme lénifiant (Paris, Le Sycomore, 1979).46. Bu 1949 ve 1965 arasında yayınlanan "eleştirel ve devrimci yönelimin organı"nın adıydı. Grubun önde gelen yazarları -çeşitli takma adlar kullanılmakta birlikte- C.de Beamont, D. Blanchard, C. Castoriadis, S. de Dies- bach, C. Lefort, J.F. Lyotard, A. Maso, D. Mothe, P. Simon, P. Souyri'ydi.47. Ernst Bloch, Das Prinzip Hoffnung (Frankfurt, Suhrkamp Verlag, 1959). Bkz. G. Raulet éd.. Utopie, Marxisme selon E. Bloch (Paris, Payot, 1976).48. Bu, 1960'lardaki öğrenci hareketi ve Vietnam ve Cezayir savaşları tarafından yaratılan teorik beceriksizliklere bir kinayeydi. Bunların tarihsel bir dökümü Alain Schapp ve Pierre Vidal-Naquet tarafından, Journal de la Commune édudiante (Paris, Seuil, 1969) adlı kitapta yazdıkları girişte verilmektedir.
39
yaklaşımı kullanacağı ve zorunlu olarak toplumun bunu nasıl cevaplayacağını seçme anlamına gelmektedir. Bilginin öncel rolünün toplumun işlemesinde ayrılmaz bir öğe olduğu ve bu kararla uyum içinde hareket ettiğine karar verilebilir —eğer toplumun dev bir makine olduğuna zaten karar verilmişse.49
Bunun tam tersine, bilginin eleştirel işlevine değinilebilir; toplumun uyumlu bir bütün oluşturmadığı ve karşıtlık ilkesi tarafından büyülenmiş olarak kaldığına karar verildiğinde de, gelişimi ve dağılımının bu yönde olması hesap edilebilir.50 Seçenek açıkça gözükmektedir. Bu işlevsel ve eleştirel bilgi arasında, toplumsal olanın türdeş ve içkin ikiliği arasındaki bir seçimdir. Karar güç ya da keyfi gözükmektedir.
Bu karardan iki bilgi türünü birlikte ayırdederek kaçınmak çekici gelmektedir: Birisi doğrudan insan ve maddelere uygulanabilecek ve kendisini sistem içerisinde vazgeçilmez bir üretici güç olarak işlemeye hasredecek pozitivist bilgidir; diğeri ise doğrudan ya da dolaylı olarak değerler ve amaçlar üzerinde durarak bu türden herhangi bir "hizmete koşulmayı" reddedecek olan eleştirel, düşünsel ve yorumsamacı bilgi.51
49. Lewis Mumford, The Myth of the Machine, 2 vols, (New York, Harco- urt, Brace, 1967).50. Entellektüellerin sistemdeki katılımlarını güvence altına almaya yönelen bir girişim, bu iki varsayım arasındaki aceleyle doldurulmuştur: P. Nemo, "La Nouvelle Responsibilite des clercs", Le Monde, 8 Ekim 1978.51. Naturwissenschaft ve Geisteswissenchaft arasındaki teorik ayrışmanın başlangıcı Wilhelm Dilthey'in yapıtlarında bulunmaktadır.
40
5. TOPLUMSAL BAĞIN TABİATI:POSTMODERN SEÇENEK
Bu bölünmüş çözümü kabul edilemez buluyorum, çözmeye giriştiği, ancak sadece yeniden ürettiği seçenek artık bizim ilgilenmekte olduğumuz toplumlar için geçerli değildir; çözümün kendisi, postmodern bilginin en hayati biçimleriyle oluşan basamağın dışında kalan bir tür muhalif düşünüş içerisinde hapsedilmiştir. Daha önceden de söylediğim gibi, iktisadi "yeniden işsizleştirme" kapitalizmin bugünkü aşamasında, Devletin işlevinde ortaya çıkan bir değişmeyle el ele gitmekte, tekniklerdeki ve teknolojideki dönüşümle de desteklenmektedir. Bu sendromun toplum imgesi ele alınan alternatif yaklaşımlarda ciddi bir gözden geçirmeyi zorunlu kılmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse, düzenleme dolayısıyla yeniden üretim işlevlerinin idarecilerden uzaklaştırılıp, makinalara devredilmesi de
4 1
vam edeceğe benzemektedir. Giderek, merkezi sorun, kendisinde doğru kararların alınmasını garanti etmesi gereken bu makinalardaki enformasyona kimlerin girebileceği şeklinde belirmektedir. Verilere giriş, bütün çizgilerin uzmanlarının ayrıcalığıdır ve olmayı sürdürecektir. Egemen sınıf karar vericilerin sınıfıdır ve olacaktır. Şimdi bile bu sınıf geleneksel siyasal sınıftan değil, şirket öderleri, yüksek-düzey idarecileri,
mesleki, sendikal, siyasal ve dini örgütlerin başlarından ibaret bir tabakadan oluşmaktadır.52
Bütün bu söylenenlerde yeni olan, millî-devletler, partiler, kurumlar, meslekler ve tarihsel gelenekler tarafından temsil edilen eski cazibe kutuplarının artık, cazibelerini kaybetmesidir. Hiç olmazsa, eski biçimlerinde yerlerinin değiştirilebileceği de belli değildir. Trilateral Komisyonu cazibenin popüler kutbu değildir. En büyük isimlerle, yani çağdaş tarihin kahramanlarıyla "özdeşleşmek" oldukça güçleşmektedir.53 Bu kitabın Fransa'da basılması sırasında Fransa Cumhurbaşkanı olan Giscard d'Estaing’in vatandaşlarına bir hayat amacı olarak önerdiği "Almanya'yı yakalama" ya kendini adamak kesinlikle heyecanlandırıcı değildir. Ancak o zaman da bu yine, tam olarak bir hayat amacı değildir. Her bireyin bireysel yeteneğine bağlıdır. Her bireye kendisine göndermede bulundur- tulur. Ve her birimiz yine de kendi benimizin pek bir şey
52. M. Albert, Fransız Planlama kurumunun bir komisyon üyesi, şöyle yazmaktadır: "Plan idari bir araştırma bölümüdür... Fikirlerin birbirine karıştığı, bakış açılarının birbiriyle çarpıştığı ve değişimin hazırlandığı büyük bir toplantı yeridir de... Yalnız olmamalıyız, diğerleri bizi aydınlatmalı..." (L'Expansion, Kasım 1978). Karar verme sorunu üzerine bkz. G. Gafgen, Theorie der wissentcaftlichen Entscheidung (Tübingen, 1963); L. Sfez, Critique de la décision (1976).53. Son yirmi yılda devrime adını vermiş insanlar olarak Stalin, Mao ve Castro'nun isimlerinin sönüşünü ve Watergate olayından bu yana ABD'de başkanlık imgesindeki erozyonu düşününüz.
42
ifade etmediğini de biliyoruz.54
Aşağıda anlatılacak olan bu büyük anlatılardan kopuş, bazı yazarların toplumsal bağın çözülüşü ve Brownian bir hareketin saçmalığına55 fırlatılan bir tikel atomlar kitlesinin içindeki toplumsal bütünlerin çözülüşü çerçevesinde inceledikleri bir duruma yol açmaktadır. Bu türden bir şey olmamaktadır: Bana bu bakış açısı, kayıp bir "organik" toplumun cennetsel tasarımı tarafından belirlenmiş gözükmektedir.
Bir ben (self) çok şey ifade etmez, ancak bir ada olan ben de yoktur. Her ben eskisinden daha çok hareketli ve karmaşık olan bir ilişkiler yumağında varolmaktadır. Genç ya da yaşlı, kadın veya erkek, zengin ya da yoksul her şahıs, ne kadar ince olursa olsun, özgül bir iletişim çerçevesinin "düğüm noktasında" yerleşmiştir daima.56 Ya da daha iyisi: Herkes muhtelif türden mesajların geçtiği bir konumdadır. Aramızda en az öncelikli olanlar da dahil hiç kimse onu, alıcı, gönderilen ve gönderen durumuna dönüştüren ve konumlandıran mesajlar üzerinde bütünüyle güçsüz değildir. Herhangi birisinin bu dil
54. Bu konu Robert Musil'de merkezi bir tema olmaktadır, Der Mann ohne Eigenschaften, Hamburg, Rowolt, 1952). Serbest bir yorumda, J. Bouve- resse bu, 'ben'in "terkedilişi" temasının yirminci yüzyılın başında Mach'ın epistemolojisiyle birlikte ortaya çıkan "bunalımıyla" olan yakınlığının altını çizmekte, bunun için şu kanıtı ileri sürmektedir:"Özelde bilimin verili durumunda, bir insan yalnızca başkalarının onun ne olduğu ve bu oluşuyla yaptığı şeyle belirlenmektedir... Dünya, yaşanılan olayların insandan bağımsızlık kazandığı bir dünyadır... Olanın herhangi birisine ilişkisi olmaksızın ve herhangi birinin sorumluluğunda bulunmaksızın olduğu bir oluş dünyasıdır" ("La problématique dans du sujet dans L'Homme sans qualités", Noroit (Arras) 234 ve 235 Ekim 1978 ve Ocak 1979); yayımlanan metin yazar tarafından gözden geçirilmemiştir.55. Jean Baudrillard, A l'ombre des majorities silencieuses, ou la fin du social (Fonterassous-bois: Cahiers Utopie. 4, 1978.56. Bu sistem teorisinin sözlüğüdür. Örnek olarak bkz. "La Nouvelle Responsabilité": "Sibernetik anlamda toplumu bir sistem olarak düşünün, bu sistem, mesajların uzlaştığı ve yeniden dağıtıldığı bölünmelerle kesişen bir iletişimdir..."
43
oyunu etkilerine yönelik hareketliliği (dil oyunları yani bütün söylemek istediğimiz) hoşgörülebilir, hiç olmazsa belirli sınırlar içerisinde (ancak sınırlar belirsizdir): Bu hareketlilik düzenleyici mekanizmalar, özelde de sistemin kendi işlerliğini geliştirmek üzere deruhte ettiği kendine yönelik düzenlemeler tarafından taleb edilmektedir. Hatta sistemin kendi entropisiyle savaştığı ölçüde bu türden hareketleri cesaretlendirebileceği ve cesaretlendirmesi gerektiği söylenebilir; beklenmedik bir "hareketin" yeniliği, eşler grubunun ya da bir eşin karşılıklı yer değiştirmesiyle, sistemin sonsuza dek talep edip tükettiği çoğalan işlersellikle onu besleyebilir.57
Şimdi hangi bakış açısından dil oyunlarını benim genel metodolojik yaklaşımım olarak seçtiğim açığa çıkmış olmalıdır. Açık bir sorun olarak kalacak, bu nitelikteki toplumsal ilişkilerin bütünlüğünü iddia etmiyorum. Ancak dil oyunlarının, toplumun varolması için gerekli en küçük ilişki olduğuna müracaat etmek bile gereksiz: doğmadan önce bile, yalnızca kendisine verilen ad dolayısıyla, çocuk etrafındakiler tarafından oluşturulan öyküde zaten gönderilen olarak konumlandırılmış- tır. Çocuk kaçınılmaz olarak bu öyküye karşı kendi yolunu çizecektir.58 Ya da çok daha basit olarak, bir sorun olarak durduğu sürece, toplumsal bağ sorununun kendisi bir dil oyunu, bir uğraşı oyunudur, dolaysız olarak alıcı ve gönderilen kadar soran kişiyi de konumlandırır: o zaten toplumsal bağdır.
57. Bunun bir örneği Garnier tarafından verilmiştir. Le Marxisme Lénifiant, "H. Dougier ve F. Blooh-Laine tarafından yönetilen Toplumsal Yenilik Enformasyon Merkezi'nin rolü, gündelik yaşamdaki yeni deneyimler (eğitim, sağlık, adalet, kültürel etkinlikler, şehir planlaması, mimari vs.) üzerine enformasyon sağlamak, analiz etmek ve dağıtmaktır. 'Alternatif pratikler' hakkındaki bu veri bankası, işi 'sivil toplumun' Sivil Toplum olarak kalmasını sağlamak olan devlet organlarına hizmetlerini kiralamaktır: Plan Komiserliği, Sosyal Eylem Sekreterliği, DATAR vs".58. Freud özelde bu "kader" biçimini vurgulamıştır. Bkz. Marthe Robert, Roman des origines, origine du roman (Paris, Grasset, 1972).
44
Diğer taraftan günden güne bir gerçeklik ve sorun olarak59 iletişim bileşeninin çok daha öndegelen bir bileşen olduğu bir toplumda, dilin yeni bir önem kazandığı açıktır. Dilin anlamlılığını, yönlendirici konuşma ve mesajların taraflı geçişmesi bir tarafta, diyalog ve serbest açıklama diğer tarafta olmak üzere geleneksel bir seçeneğe indirgemek yüzeysellik olacaktır.
Bu son nokta üzerine bir kelime daha: Sorun basit olarak bir iletişim teorisi çerçevesinde betimlenirse, iki şey gözden kaçırılır: Birincisi mesajlar bütünüyle farklı biçimlere sahiptirler ve sözgelimi gösterici, buyurucu, değerlendirici ve işler kılıcı olup olmadıklarına bağlı olarak etkide bulunurlar. Burada mesajların enformasyonu iletmeleri olgusunun önemli olmadığı açıktır. Onları bu işleve indirgemek haksız yere sistemin çıkarlarını ve bakış açısını önceleyen bir perspektifi uygulamak demektir. Sibernetik bir makina gerçekte kendisine yüklenen enformasyonla çalışır, ancak ona programlanmış amaçlar buyurucu ve değerlendirici önermelerde ortaya çıkarlar. Makina, işleme biçimini değiştirme, sözgelimi kendi kendine işlerliğini en çoğa çıkartmada düzeltici bir güce sahip değildir. Toplumsal sistem için her durumda işlerliğin maksimum noktaya çıkartılmasının en iyi amaç olduğu nasıl garanti edilebilir? Herhangi bir durumda sistemin maddesini biçimlendiren "atomlar", bu gibi ifadelere —özelde de bu soruna— değinmeye ehildir.
İkincisi, enformasyon teorisinin geçici sibernetik versiyonu, benim toplumun agonistik boyutu olarak dikkat çektiğim ve hayati değere haiz, önemin bir kısmını gözden kaçırmaktadır. Atomlar pragmatik ilişkilerin kesişen yollarında yer almaktadırlar, ancak sürekli bir hareket içerisinde kendilerini dönüştü-
59. Bkz Michel Serres'in çalışması, özellikle, Hermes I-IV (Paris, Editions de Minuit, 1969-77).
45
ren mesajlar tarafından yersiz de bırakılmaktadırlar. Kendisiyle ilgili bir "hareket" gerçekleştirildiğinde, dil oyununda taraf olan eş, sadece alıcı ve gönderilen değil aynı zamanda gönderici olarak da kapasitesini etkileyen bir tür değişime, bir "yer değiştirmeye" maruz kalır. Bu "hareketler" zorunlu olarak "karşı hareketleri" doğurur ve herkes bir karşı-hareketin "iyi" bir hareket değil tepkisel olduğunu bilir. Tepkisel karşı-hare- ketler, karşıtın stratejisindeki programlanmış etkilerinden daha fazla bir şey değildir; onun elinde oynarlar ve böylece güç dengesi üzerinde bir etkileri yoktur. Bu da oyunlardaki yer değiştirmeyi çoğaltmanın ve hatta yönelimini bozmanın, beklenmedik bir "hareket" (yeni bir önerme) oluşturacak biçimdeki önemini vermektedir.
Biz toplumsal ilişkileri bu biçimde anlamak istiyorsak, seçtiğimiz ölçüt ne olursa olsun, gereken sadece bir iletişim teorisi değil, agonistiği kurucu bir ilke olarak kabul eden bir oyunlar teorisidir. Bu bağlamda, yeniliğin asıl öğesinin sadece "keşfetme" olmadığını görmek kolay olacaktır. Bu yaklaşım için destek, dil bilimci ve dil felsefecilerine ilave olarak, çağdaş bir çok sosyologun çalışmalarında da bulunabilir.60
Toplumsal olanın esnek dil oyunları şebekesine "atomize edilmesi", bürokratik felçle bağlanmış olarak ele alınan61 modern gerçeklikten fazla uzaklaşmış gözükebilir. Hiç olmazsa bazı kurumların ağırlığının oyunlarda sınırlar koyması ve böylece oyuncuların hareketlerini yaparken yeniliklerini sınır-
60. Örnek olarak Erving Goffman, The Presentation of Self in Everyday Life (Garden City, Doubleday, 1959); Gouldner, The Coming Cirisis of Western Sociology (not 37), 10. bölüm; Touraine et. al, Lutte étudiante (Paris, Seuil, 1978); M. Callon, "Sociologie des techniques?" Pandore 2 (Şubat 1979); Watzlawick et. al, Pragmatics of Human Communication (not 1 1 ) .61. 41. nota bkz. Modem toplumların geleceği olarak genel bürokratikleşme teması ilkin B. Rizzi tarafından geliştirilmiştir., La Bureaucratisation du monde (Paris, B. Rizzi, 1939).
46
ladığı itirazı yapılabilir. Ancak bu durum sanırım herhangi bir tikel güçlüğe yol açmaksızın değerlendirilebilir.
Söylemin sıradan kullanılışında, sözgelimi iki arkadaş arasındaki bir tartışmada, muhataplar herhangi bir ulaşılabilir cephaneyi, oyunları bir ifadeden diğerine değiştirerek kullanırlar. Sorunlar, istekler, iddialar ve anlatılar karmakarışık bir şekilde şişeye konulmuşlardır. Savaş kuralsız değildir62 ama kurallar mümkün ve en büyük ifade esnekliğine izin verip, cesaretlendirirler.
Bu bakış açısından, bir kurum, sürekli olarak, önermeler için kendi sınırları içerisinde kabul edilebilir olarak açıklanması için ek sınırlayıcılar gerektirmesi bakımından bir konuşmadan farklılaşır. Sınırlayıcılar iletişim şebekelerindeki muhtemel bağlantılara engel olarak, söylemsel gizli güçleri doldurmak üzere iş görürler: Söylenmemesi gereken şeyler vardır. Bunlar yine öncelikleri tikel bir kurumun söylemini niteleyen belirli önerme sınıflarını (bazen sadece bunları olmak üzere) ayrıcalıklı kılarlar: Söylenmesi gereken şeyler ve bunları söylemenin yolları vardır. Böylece, orduda emirler, kilisede dua, okullarda düzanlam, ailelerde anlatılama, felsefede sorunlar ve iş hayatında işlerlik ortaya çıkar. Bürokratikleşme bu eğilimin dışsal sınırıdır.
Buna rağmen kurum hakkındaki bu hipotez hâlâ çok "kabadır"; kopuş noktası kurumsallaşmış olanın abartılı "şeyleşti- rici" bir görüşüdür. Bugün, kurumun gizli dil "hareketleri" üzerine koyduğu sınırların bir kere ve bütün zamanlar için asla konulmadığını (hatta biçimsel olarak tanımlandıklarında bile) biliyoruz.63 Dahası, kurum içi ve dışında sınırların ken-
62. Bkz.H.P. Grice, "Logic and Conservation” in Peter Cole and Jeremy Morgan eds, Speech Acts III, Syntax and Semantics (New York, Academic Press, 1975), ss. 59-82.63. Soruna fenomenolojik bir yaklaşım için bkz. Maurice Merleau-Ponty, Resumes de cours, ed. Claude Lefort (Paris, Gallimard, 1968). Psiko-sosyo-
47
dileri dil stratejilerinin geçici sonuçlan ve aşamalarıdır. Örnek: Üniversite dil deneyleri için bir yere sahip midir (poetik)? Kabine toplantısında hikaye anlatabilir misiniz? Cevaplar açıktır: evet, eğer üniversite yaratıcı workshoplar açarsa; evet, eğer, eski kurumun sınırları ortadan kalktıysa.64 Karşılık olarak, sınırların oyun içerisinde bir parça olmaktan uzaklaştıklarında, sadece durağanlaştıkları söylenebilir. Bu, sanırım, çağdaş bilgi kurumuna uygun yaklaşımdır.
lojik bir yaklaşım içinse, R. Louer e au, L. Analyse institutioneelle (Paris, Edisions de Minuit, 1970).64. M. Callon, "Sociologie des techniques?", s.30: "Sosyolojik (sociologies), aktörlerin imgesel ve gerçek, teknik olan ve olmayan, toplumsal ve toplumsal olmayan arasında sınırlar ya da farklılıkları kurumsal taştırma ve oluşturulması hareketidir: bu sınırların durumu tartışmaya açıktır ve total egemenlik durumları istisna olmak üzere herhangi bir uzlaşma (consensus) elde edilemez". Bu noktayı Touraine'nin La Voix et le regard'- daki sürekli sosyoloji kavramıyla karşılaştırın.
48
6. ANLATISAL BİLGİNİN PRAGMATİĞİ
1. bölümde, ileri derecede gelişmiş toplumlarda araçsal bir bilgi kavramının sorgulanmaksızm kabulüne karşı iki itiraz ortaya koydum. Bilgi, özellikle çağdaş biçiminde bilimin aynısı değildir; ve bilim başarılı bir şekilde kendi meşruluğunu gizlemekten öte, bu sorunu epistemolojik nitelikten az olmamak üzere, bütün sosyopolitik görünümleriyle ortaya koymaktan kaçamaz. Konuya "anlatısal" bilginin tabiatının bir analiziyle başlayalım. Bizim incelememiz, bir karşılaştırma noktası sunarak, çağdaş toplumda bilimsel bilgi tarafından öngörülen biçimin bazı özelliklerini açıklığa kavuşturacaktır. İlave olarak, bugün ortaya çıkacak meşruluk sorununun nasıl ortaya çıktığı ya da geri çekildiğini anlamada bize yardım edecektir.
Bilgi (savoir) genelde bilime, hatta öğrenime (connaisance) indirgenemez. Öğrenim, diğer bütün önermelerin dışta bırakılmasını gösteren ya da nesneleri betimleyen, doğruluğu ya
49
da yanlışlığı açıklanabilen bir önermeler kümesidir.65 Bilim, öğrenmenin bir altkümesidir. O da düzanlamsal önermelerden ibarettir, ancak bunların kabul edilebilirliği için iki destekleyici şart ileri sürmektedir: Bunların göndermede bulunduğu nesnelerin tekrarlanılan girişinin elde edilebilir olması, bir başka deyişle, açık gözlem şartlarında elde edilebilir olmaları; ve verili bir önermenin uzmanlar tarafından geçerli olarak değerlendirilen dille nüfuzunun mümkün olup olmadığına karar verilmesi.66
Bununla birlikte bilgi kavramıyla kastedilen sadece bir düzanlamsal önermeler kümesi değil, bundan ötede bir şeydir, "nasıl yapılacağını bilme", "nasıl yaşanacağını bilme" ve "nasıl dinlenileceğini bilme" düşüncelerini de içermektedir (savoir-faire, savoir-vivre, savoir-ecouter). O zaman bilgi, bir ses ya da rengin güzelliği (görsel ve işitsel duyarlılık), adalet ve/veya mutlulukla (etik bilgelik) ve yeterlilik (teknik nitelleştirme) ölçütlerinin uygulanması ve belirlenimine uzanarak, hakikatin yalın belirlenimi ve uygulanımının ötesine giden bir ehliyet sorunudur. Bu biçimde anlaşıldığında, bilgi her-
65. Aristo'da bilginin nesnesi, apofantik (apophanties) olarak tanımladığı şeyle tam manasıyla sınırlanmıştır: "Her cümlenin anlamı olmakla birlikte (semantikos)... bütün cümleler bir önerme olarak tanımlanamazlar (apophantilkos). Örneğin dııa bir cümledir ancak ne doğruluğu vardır ne de yanlışlığı”, (apofantik önermelerle ilgilenen uğraşı -çev.) "De Interpretati- one",4, 17a, The Organon, vol.l (Cambridge, Mas.: Harvard, 1938) (İng. çevirenin notu: connaisance'ın "öğrenme" olarak tercüme edilmesi kesin değildir. Bazen bu kelimeyi "bilgi" olarak (özellikle çoğul olarak gözüktüğünde) tercüme etmek zorunludur: bağlamdan çıkartılacağı gibi, bu bir con- naisance (Lyotard'ın kullanışında, kurulu düzanlamsal önermeler toplamı) ya da savoir (çok genel anlamda bilgi) sorunudur. Savoir bir biçimli olarak "bilgi" diye tercüme edilmektedir).66. Bkz. Karl Popper, Logik der Forschung (Wien, Springer, 1935) ve "Normal Science and its Dangers", in I. Lakatos and Alan Musgrave eds., Criticism and the Growth of Knowledge (Cambridge, Cambridge University Press, 1970).
50
hangi birini "iyi" düzanlamsal, buyurucu ve değerlendirici ifadeler oluşturmaya ehliyetli kılan bir öğe olmaktadır. Diğer bütün önermeleri dışta bırakacak tikel bir önermeler sınıfına göreli (sözgelimi bilişsel önermeler) bir ehliyet değildir. Aksine, mümkün söylem nesnelerinin bir çeşitliliğine ilişkin olarak "iyi" işler yapar. Bilinecek üzerinde karar verilecek, değerlendirilecek ve dönüştürülecek söylem nesneleri... Bundan bilginin ilkesel özelliklerinden birisi türetilir: Bilgi ehliyet-inşa- edici ölçülerin geniş bir dizimiyle uzlaşır ve kendisini oluşturan muhtelif ehliyet alanları tarafından kurulan bir öznede müseccem yegane biçimdir.
Özel bir dikkat gerektiren diğer bir karakteristik bu tür bilgi ve adetler arasındaki ilişkidir. Düzanlamsal ya da teknik konularda "iyi" bir betimleyici ya da değerlendirici önerme nedir? Bunların hepsinin iyi olduğuna hükmedilir, çünkü, "bilicinin" diyalogda bulunduğu kişilerin toplumsal çevresinde karşılıklı olarak adalet, güzellik, hakikat ve yeterliliğin geçerli ölçütlerine uymaktadır. İlk filozoflar bu meşrulaştırım biçimini görüş olarak adlandırmışlardır.67 Bilginin bu sıfatla dolaştırılmasına izin veren ve bileni bilmeyenden (yabancı, çocuk) ayırdetmeyi mümkün kılan uzlaşım, bir halkın kültürünü oluşturan şeydir.68
Kültür ve yetiştirme biçiminde bilginin ne olabileceğine ilişkin bu kısa hatırlatma bilginin haklılaştırılmasının etnolojik betimini vermektedir.69 Gelişmekte olan toplumları nesnesi olarak alan antropolojik çalışmalar ve birikim, hiç olmazsa bazı bölümlerinden ve bunlar içerisinden bu tür bilginin yaşama-
67. Bkz. Sean Beaufret, Le Poème de Parménide (Paris, PUF, 1955).68. Tekrar Bildung anlamında (ya da İngilizcedeki "kültür") ve kültüralizm tarafından değerlendirildiği şekliyle, terim preromantik ve romantiktir. Krş., Hegel'in Volksgeist.69. Bkz. Amerikan kültüralist okulu: Core Dubois, Abram Kardiner, Ralph Linton, Margaret Mead.
5 1
sına katkıda bulunabilir.70 Gerçek gelişme düşüncesi, çeşitli ehliyet alanlarının bir geleneğin birliğinde saklı kaldığı ve özgül yenilikler, tartışmalar ve uğraşılara bağlı ayrışık nitelemelere göre faklılaşmamış olduğunun varsayıldığı yerde bir gelişme-olmayan ufuk öngörmektedir. Bu karşıtlık zorunlu olarak "ilkel" ve "medeni" insan71 arasında doğada bir farklılık olduğunu göstermez, ancak bilimsel düşünce ve "ilkel zihniyet" arasındaki biçimsel özdeşlik öncülüyle rekabet edebilir;72 hatta ehliyetin çağdaş ayrışması73 üstündeki an'anevi bilginin üstünlüğü öncülüyle (görünür biçimde karşıt olmakla birlikte) rekabet bile edebilir.
Hangi senaryoyu yürürlüğe koyacaklarına bakılmaksızın bütün soruşturmaların katılacağı ve bilginin alışılmış durumunu bilimsel çağdaki durumundan ayırdeden uzaklığı anlayacağı bir noktanın bulunduğunu söylemek mümkündür: geleneksel bilginin biçimlendirilmesinde anlatısal formun önceliği.74 Bazıları bu formu onun hatırına inceler. Bazıları kendilerince sorunlu bilgiyi tam olarak oluşturan yapısal işleyicile- rin ardzamanlı görünümü olarak görürken,75 bazıları da kavramın Freudcu anlamıyla "ekonomik" bir yorumunu getirmektedir.76 Burada önemli olan, onun formunun anlatısal olması
70. Romantizmle ilişkili olarak onsekizinci yüzyılın Avrupa folklor geleneği kurumuna ilişkin çalışmalara bakılmalı, mesela Grimm kardeşler ve Vuk Karadik (Sırpça halk hikayeleri).71. Bu nokta özel olarak Lucien Lévy-Bruhl'un tezinde ortaya konulmuştur: La Mentalité pirimitive (Paris, Alcan, 1922).72. Claude Lévi-Strauss, La Pensée sauvage (Paris, Plan, 1962).73. Robert Jauxlin, La paix blanche (Paris, Seuil, 1970).74. Vladimir Propp, Morphology of the Folklore (Bloomigton, 1958).75. Claude Lévi-Strauss, "La Structure des Mythes" (1955) in Anthoropolo- gie Structurale (Paris, Plan, 1958) ve "La Structure et la forme: Réflexions sur un ouvrage de Vladimir Propp, Cahiers de l'Institut de science èconomi- gue appliquée, 99 M serisi, no.9.76. Geza Rôheim, Psychoanalysis and Anthropology (New York, Interna tional Universities, 1959).
52
olgusudur. Anlatım birden daha çok olmak üzere an'anevi bilginin gizli bir biçimidir.
İlkin popüler hikayeler olumlu ya da olumsuz olarak adlandırılabilecek çıraklıklar (Bildungen, yetişme), başka bir deyişle kahramanın yaptıklarını kutlayan başarı ya da başarısızlıkları sıralamaktadır. Bunlar toplumsal kurumlar üzerindeki meşruluğu yaymak (mitlerin işlevi) ya da yerleşik ku- rumlarla (kahramanlar ve hikayeler) uyumun olumlu veya olumsuz modellerini (başarılı veya başarısız kahraman) temsil etmektedirler. Böylelikle anlatılar söylendikleri toplumda bir taraftan ehliyet ölçütlerini tanımlamaya diğer taraftan bu toplumda içerisinde işleyen ya da işletilebilecek olanı bu ölçütlere göre değerlendirmeye izin verirler.
İkincisi, anlatısal form, bilgi söyleminin gelişmiş biçimlerinin aksine, kendisini büyük bir dil oyunları çeşitlemesine bırakmaktadır. Sözgelimi gökyüzünün ve kolaylıkla akıp gidecek hayvanat ve nebatatın durumuyla ilgili düzanlamsal önermeler. Aynı gönderilenlere ya da akrabalığa, cinsler ve çocuklar, komşular ve yabancılar arasındaki farklılıklara ilişkin olarak ne yapılmasını gerektiğini vurgulayan buyurucu deontik önermeler de aynı şeyi yapmaktadırlar. Sorgulayıcı önermeler, sözgelimi meydan okumalar içeren kıssalarda (bir soruna karşılık verme, bir yığın şeyden birini seçme) imâ edilmektedir; değerlendirici önermeler de aynı sürece katılırlar. Ölçütü anlatı tarafından arzedilen ya da uygulanan ehliyet alanları böylece, anlatının oluşturduğu, bu türden bilginin karakteristiği olan bir bakış açısı tarafından düzenlenen bir ağ içerisinde birlikte sıkıca dokunmaktadır.
Üçüncü bir özelliği yani anlatıların aktarımıyla ilgili özelliği biraz daha ayrıntılı bir şekilde inceleyeceğiz. Anlatıların anlatılanması, aktarımlarının pragmatiğini tanımlayan kurallara genellikle itaat etmektedir. Bununla verili bir toplumda, kurumsal olarak anlatılayıcının rolünü, yaş, cinsiyet ya da aile
53
veya mesleki grup temelinde belirli kategorilere irca etmeyi kastetmiyorum. Yaptığım popüler anlatıların kendilerine içkin olan pragmatiği ortaya koymaktır. Sözgelimi bir Cashinahua77 hikaye-anlatıcısı anlatılamaya daima belirli bir formülle başlamaktadır: "İşte şunun hikayesi -her zaman söylenildiğini duyduğum gibi. Size onu kendi üslubumla anlatacağım. Dinleyin". Aynı kişi hikayeyi yine değiştirilemez bir formülle sona erdirir: "İşte bu hikayenin sonu. Bu hikayeyi size söyleyen insan şudur (bir Cashinahua ismi) ya da Beyazlara söyleyen adam şudur (bir İspanyol veya Portekiz ismi)."78
Bu çifte pragmatik eğitimin çabuk bir analizi şunları ortaya çıkarmaktadır: Anlatılayıcının hikayeyi söylemek için başvurduğu ehliyet iddiası, hikayeyi kendisinin işittiği olgusudur. Varolan dinleyiciler aynı otoriteye dinlenme yoluyla gizil bir giriş elde ederler. Yine anlatının sadık bir aktarım olduğu iddia edilmekte (hatta anlatısal işlerliğin yüksek düzeyde yenilikçi olması durumunda bile) ve "sonsuza kadar” söylenmektedir. Dolayısıyla kahramanın, bir Cashinahualı, kendisi de bir zamanlar dinleyiciydi (anlatılanan), belki de gerçekten aynı hikayenin bir anlatılayıcısı. Ortamın bu benzerliği varolan an- latılayıcının, ondan öncekinin olduğu gibi bir anlatının kahramanı olabilme ihtimaline izin vermektedir. Gerçekte, o zorunlu olarak böyle bir kahramandır, çünkü anlatılamasının sonuna düşürülen bir isim taşımaktadır. Bu isim ona, Cashina- hualar arasında atalığın vazedilmesini meşrulaştıran ilke koyucu anlatıyla uygunluk içerisinde verilmiştir.
Bu örnekle izah edilen pragmatik kural, tabiatıyla evrenselleştirilemez.79 Ancak genellikle, geleneksel bilginin özelliği
77. Andre M. d'Ans, Le Dit des vrais hommes (Paris, Union Generale d'E- ition, 1978).78 Ibid, s.7.79. Burada kavramdan, anlatıların geçişini kuşatan pragmatik "etiketinden" dolayı yararlanıyorum; antropologlar büyük bir dikkatle
54
olarak kabul edilen şeye dair bir işaret verir. Anlatı "konumları" (gönderici, alıcı, kahraman) öyle örgütlenmiştir ki gönderen konumunu işgal etme hakkı şu çifte temellendirmeyi kapsamaktadır: önceki bir anlatı, taşınılan bir ad dolayısıyla kendisinin hesaba katılması ve alıcının konumun işgal etmesi olgusu üzerine temellenmiştir; başka bir deyişle diğer anlatısal olayların anlatısal göndericisi olarak konumlandırılmış olması üzerine. Bu anlatılamalar tarafından aktarılan bilgi herhangi bir şekilde beyan ediş işlevleriyle sınırlandırılmamıştır. Bu bilgi tek bir darbede işitilmek için ne söylenmesi, konuşmak için, ne dinlenilmesi ve bir anlatının nesnesi olmak için anlatı- sal gerçeklik sahnesinde hangi rolün oynanılması gerektiğini belirler.80
Böylece bu bilgi biçimine ait konuşma edimleri81 sadece konuşan tarafından değil fakat aynı zamanda dinleyici tarafından da işler kılınmaktadır —kendisine gönderme yapılan üçüncü taraf kadar. Böylesi bir aygıttan ortaya çıkan bilgi benim "gelişmiş" bilgi diye adlandırdığımla karşılaştırıldığında "yoğunlaştırılmış" gözükebilir. Bizim örneğimiz açıkça bir an- latısal geleneğin aynı zaman da üç boyutlu bir ehliyeti tanımlayan ölçütlerin geleneği olduğunu göstermektedir. Bu ehliyet alanları, "nasıl yapılacağını bilmek","nasıl konuşulacağını bilmek" ve "nasıl dinleyeceğini bilmek" (savoir-faire, savoir-dire, sa- voir-entendre), topluluğun kendisi ve çevresiyle varolan ilişkilerin gerçekleştirildiği alanlardır. Bu anlatılarla aktarılan, toplumsal bağı oluşturan pragmatik kuralların kümesidir.
Dikkatli bir incelemeyi hakeden anlatısal bilginin dördüncü özelliği zaman üzerindeki etkisidir. Anlatısal form bir
ayrıntıyı koymaktadırlar. Bkz. Pierre Clastres, Le Grand Parler: Mythes et chants sacrés des Indiens Guarani (Paris, Seuil, 1972).80. Pragmatik boyutu ele alan bir anlatıbilim (narratology) için, bkz. Gérard Genette, Figures ill (Paris, Seuil, 1972).81. Bkz. not 35.
55
ritim izlemektedir; düzenli periyodlarla zamana vuran bir ölçü ve bu periyodların belirlediği yükseklik ya da genişliğini düzenleyen aksanın sentezi olmaktadır.82 Anlatının bu müziksel, delici özelliği açıkça bazı Cashinahua hikayelerinin ritüel işlerliklerinde ortaya çıkmaktadır. Bu hikayeler başlangıç seremonilerinde mutlak olarak belirli bir biçimde, leksikal ve sentaktik düzensizlikler tarafından karartılan bir anlama sahip dilde sunulmakta, monoton ve değişmez şarkılar olarak söylenmektedir.83 Bunun garip bir bilgi dalı olduğunu ve gönderildiği genç insanlara bile kendisini anlaşılır kılmadığını söyleyebilirsiniz!
Ancak bu tür bilgi yine bütünüyle ortak bir bilgidir. Çocuk yuvaları şiirleri bu türdendir, çağdaş müziğin tekrara dayalı biçimleri bu türü kapsamaya hiç olmazsa yaklaşmaya çalışmakta, şaşırtıcı bir özellik sergilemektedir. Söylenen ya da söylenmeyen sesin üretiminde aksan üzerinde ölçü öncelik kazandıkça, zaman, dönemler arasında hatırı sayılır bir bölünmenin yokluğunda, bu dönemlerin sıralanmışlığına engel olan ve bunları unutmaya terkeden ve ezberlenemeyecek bir vuruş olan hafızanın destekçisi olmaktan uzaklaşmaktadır.84 Popüler söyleyişleri, atasözlerini ve maksimleri düşününüz: Bunların düzenlenmesinde garip bir zamansallaştırmanın işareti farke- dilebilir; bizim bilgimizin altın kuralına "asla unutma" kuralına karşıtlık oluşturan bir işaret.
Şimdi daha önce belirtildiği gibi anlatısal bilginin bu bilinen işlevi ve toplumsal düzenleme, ehliyet alanlarının birleşti-
82. Ritmi bozan ve oluşturan ölçü ve aksan arasındaki ilişki Hegel'in spekülasyon üzerindeki düşüncesinin merkezini teşkil eder. Bkz, Phenomolo- gie des Geistes'in önsözündeki dördüncü kısım.83. André M. d'Ans'a bu bilgiyi verdiğinden ötürü teşekkür etmek isterim.84. Daniel Charles, Le Temps de la voix (Paris, Delarge, 1978)'deki analizleri ve Dominique Avron'un L'Appareil musical (Paris, Union Générale, d'E- dition, 1978).
56
rilmesi ve ölçütlerin biçimlenmesinin işlevleri arasında bir uygunluk olmalıdır. Kurguyu basitleştirme yoluyla, bütün beklentilere karşı anlatıyı anahtar bir ehliyet formu olarak alan bir birlikteliğin kendi geçmişini hatırlama ihtiyacı duymadığını varsayabiliriz. Kendi katı materyalini toplumsal bağı için, sadece değerlendirdiği anlatıların anlamında değil, aynı zamanda bunları seslendirme ediminde de bulan bir birliktelik. Anlatıların gönderimi geçmişe ait gözükebilir, ancak gerçekte her zaman inşat (okuma) edimiyle çağdaştır. Görüntülerinin her birinin "işittim" ve "işiteceksiniz" arasındaki uzam ikamet eyleyen geçici zamansallıkta teşrifatçılık yaptığı çağdaş bir edimdir.
Bu tür anlatılamanın pragmatik merasimi hakkındaki önemli şey, anlatının görünümlerinin her birinin özdeşliğini önceden bildirmesidir. Bu gerçekte böyle olmayabilir ve sıklıkla değildir de. Öyleyse kendimiz bu etiketin telkin ettiği açıdaki korku ya da hümora kapalı tutmamalıyız. Buradaki olgu, vurgulananın bir işlerliğin aksandaki farklılıkları değil, anlatısal görünümlerin ölçülü vuruşudur. Bu anlamda, geçiciliğin bu kipinin eşzamanlı olarak ezberlenemez ve hatırlana- mayacak kadar eski olduğu söylenebilir.85
Nihayet anlatısal biçime öncelik veren bir toplum artık, kendi geçmişini hatırlamak zorunda kalmaktan dolayı anlatılarını resmileştirecek özel işlemlere kuşkusuz ihtiyaç duymamaktadır. Böyle bir kültürü, ilkin anlatılayıcının konumunu, ona anlatısal pragmatikte ayrıcalıklı bir statü vermek için ayır- deden, sonra, böylece anlatılananlar ve anlatı sanatından kopartılan anlatılayıcının neyi değerlendirdiğini, hangi hakla değerlendirmek zorunda kalacağını sorgulayan ve sonuçta kendi kişisel meşrulaştırmasının analizini ya da hatırlamasını
85. Bkz. Mircae Elidae, Le Mythe de l'eternal retour (Paris, Galimard, 1949).
57
yerine getiren bir kültür olarak tahayyül etmek güçtür. Bir anlamda, insanlar (halk) yalnızca anlatıları gerçekleştirenlerdir: Bir kere daha söylersek, insanlar anlatıları sadece tafsil ederek değil, aynı zamanda dinleyerek ve bunlarla kendilerini tafsil ederek bunu yaparlar; bir başka deyişle, kendi kurumlarında anlatıları "oyuna" koyarak ve böylece kendilerini anlatılayıcı- nın konumu kadar, anlatılananlar ve anlatı sanatı konumuna da yerleştirerek bunu yaparlar.
O zaman dolaysız meşrulaştırma sunan popüler anlatı pragmatiği ve meşruluk olarak meşruluk sorunu biçiminde Batıda bilinen dil oyunu arasında bir karşılaştırılamazlık vardır: Gördüğümüz gibi, anlatılar ehliyet ölçütlerini belirler ve/veya onların nasıl uygulanması gerektiğini gösterirler. Böylece sorgulanan kültürde ne söylenilmesi ve yapılması gerektiğini belirleme hakkına neyin sahip olduğunu tanımlarlar; kendileri bu kültürün zaten bir parçası olduklarından, yaptıklarını yapmaları olgusu tarafından meşrulaştırılmış olurlar.
58
7. BİLİMSEL BİLGİNİN PRAGMATİĞİ
Şimdi de sadece özetleyici bir biçimde klasik bilimsel bilginin pragmatiği kavramını nitelendirmeye çalışalım. Süreç içerisinde araştırma oyunu ve öğretim oyununu birbirinden ayıracağız.
Kopernik, gezegenlerin çizdiği yolun çevrimsel olduğunu söylemiştir86. Bu önermenin doğru olup olmadığı bir yana, harekete geçirdiği pragmatik konumların her birini etkileyen bir gerilimler kümesi içerisinde ortaya atılmıştır (pragmatik konumlar: gönderici, alıcı, gönderilen). Bu "gerilimler", bir önermenin "bilimsel" olarak kabul edilebilirliğini düzenleyen buyurucu önermeler sınıfına aittir.
İlkin, gönderici gönderilen hakkındaki hakikati söylemeli-
86. Bu örnek Frege'den ödünç alınmıştır: "Über Sinn und Bedeatung" (1928).
59
dir, gezegenlerin takip ettiği yol. Bu ne anlama gelir? Bir taraftan gönderen ne söylediğinin kanıtını sunmaya muktedir sayılmakta, diğer taraftan ise aynı gönderilene ilişkin karşıt ya da çelişkili herhangi bir önermeyi, yanlışlamaya muktedir kılınmaktadır.
İkincisi, alıcı geçerli olarak işittiği önermeye kabulünü ya da reddini verebilme ihtimaline sahip olmalıdır. Bu da gösterir ki, alıcının kendisi, gizil bir göndericidir: bir önermeye ilişkin onayını ya da onaylamamasının nedenini formüle ettiğinden, Kopernik'in karşı karşıya geldiği aynı çifte gerekliliğe, Kopernik'in sahip olduğu niteliklere gizil olarak sahip olduğu varsayılmaktadır, yani Kopernik'e eşittir. Ancak bu gönderen, yalnızca yukarıdaki şartlar altında konuştuğunda bilinebilir olacaktır. Bundan önce, onun bilimsel insan olup olmadığını söylemek mümkün değildir.
Üçüncüsü, gönderilen (gezegenlerin izlediği yol) Kopernik'in önermesinde gerçekte olduğuyla uygunluk içerisinde "ifade edilmiş" sayılmaktadır. Fakat Kopernik'inkiyle aynı düzeydeki önermeler aracılığıyla bilinebilen uygunluk kuralı sorunsal olmaktadır. Söylediğim doğrudur çünkü doğru olduğunu kanıtlıyorum -peki ama hangi türden bir kanıt vardır ki benim kanıtım doğru olmaktadır?
Bu güçlüğün bilimsel çözümü iki kuralın gözlemlenmesinden ibarettir: Bunlardan birincisi yargılama anlamında87 diyalektik hatta retoriktir. Kanıtlamaya uygun bir gönderilen bir tartışmada delil olarak kullanılabilir. Herhangi bir şeyi kanıtlayabilirim çünkü gerçeklik benim söylediğim biçimdedir. Fakat; ben kanıt üretebildiğim müddetçe gerçekliğin benim
87. Bruno Latour and Paolo Fabbri, "Rheüorique de la Science", Actes de la recherce en scences sociales 13 (1977): 81-95.60
söylediğim gibi olduğunu söylemeye izin verilir.88 ikinci kural metafiziktir. Aynı gönderilen çelişkili ya da tutarsız kanıtların çoğulluğunu arzedemez. Farklı bir şekilde söylersek, "Tanrı" aldatıcı değildir.89
Bu iki kural ondokuzuncu yüzyıl biliminin doğrulama, yirminci yüzyıl biliminin yanlışlama90 olarak adlandırdığı şeyin altını çizmektedir. Bunlar eşler (gönderici ve alıcı) arasındaki tartışmadan türetilecek olan uzlaşımın bir ufkunu çizerler. Her uzlaşım hakikatin bir işareti değildir. Ancak bir önermenin doğruluğunun zorunlu olarak bir uzlaşım türettiği varsayılmaktadır.
Bu özellik araştırmayı kapsamaktadır. Araştırmanın zorunlu tamamlayıcısı olarak öğretime başvurması açık olmalıdır. Bilim adamları akabinde gönderici olabilecek bir alıcıya ihtiyaç duyarlar, bir eşe yani. Yoksa önermelerinin doğrulanması mümkün olmayacaktır, çünkü zorunlu becerilerin yeni- lenmeyişi giderek, zorunlu ve çelişkili tartışmayı sona erdirecektir. Yalnızca bilim adamının önermelerinin hakikati değil, ehliyeti de bu durumda adı geçen tartışmanın içerisindedir. Herhangi birinin ehliyeti de hiç bir zaman tamamlanmamış bir olgu değildir. Önerilen önermenin, tartışma ve yanlışlama sırasında herhangi birinin eşitleri tarafından tartışmaya değer görülüp görülmemesine bağlıdır. Önermenin doğruluğu ve göndericinin ehliyeti şu halde eşit bir temel üzerinde, ehil olan bir grup insanın kollektif onayına bağlıdır. Eşitlere ihtiyaç vardır ve yaratılmalıdırlar.
Didaktik bu yeniden üretimin oluşmasını güvence altına almaktadır. Diyalektik araştırma oyunundan farklıdır. Kısaca söylendikte, ilk varsayımı, alıcının (öğrenci) göndericinin ne
88. Gaston Bachelard, Le Nouvel Esprit scientifique (Paris, PUF, 1934).89. Descartes, Méditations métaphysique (1641), Médiation.90. Örnek olarak bkz. Karl G. Hempel, Philosophy of Natural Science (Enalewood Cliffs, N.J.: Prentice-hall, 1966).
61
bildiğini bilmemesidir. Bu da açıkça neden öğrenmek zorunda olduğunun nedenidir. İkinci varsayım, alıcının-öğrenci, gönderenin bildiğini öğrenebileceği ve ustasının ehliyetine eşit bir ehliyetle bir uzman olabileceğidir91. Bu çifte gereklilik bir üçüncüsünü getirir: Araştırmanın pragmatiğini oluşturan kanıt üretimi ve iddiaların değişimi için varolan önermeler yeterli olarak düşünülmekte ve dolayısıyla tartışılmaz hakikatlerin ışığı altında oldukları gibi öğretim yoluyla aktarılabilmek- tedir.
Bir başka deyişle, bildiğinizi öğretirsiniz. Böylesi uzmandır. Ancak öğrenci (didaktik sürecin alıcısı) becerilerini geliştirdikçe, uzman ne bilmediğini fakat öğrenmeye çalıştığını (hiç olmazsa eğer uzman da araştırmaya katılmışsa) öğrenciye gösterebilir. Bu yolla, öğrenci araştırmanın diyalektiğine ya da bilimsel bilgi üretimi oyununa sokulmaktadır.
Eğer bilimin pragmatiğini anlatısal bilginin pragmatiğiyle karşılaştıracak olursak, şu özellikleri belirleyebiliriz:
1. Bilimsel bilgi kazanılacak ve diğerlerini dışta bırakacak bir dil oyununa-düzanlama ihtiyaç duymaktadır. Bir önermenin doğruluk değeri kabul edilebilirliğini belirleyen ölçüttür. Tabiatıyla, diğer önerme sınıflarını da bulabiliriz, sözgelimi sorgulayıcılar ("şunu nasıl açıklayabiliriz?") ve buyurucular ("sınırlı bir öğeler dizisini alınız") gibi. Ancak bunlar da düzanlamsal bir önermede sona ermesi gereken dönüm-noktaları olarak vardırlar.92 Bu bağlamda, eğer bir gönderilen hakkında doğru bir önerme üretilmişse, bir şey "öğrenilmiştir" ve eğer uzmanlara açık gönderilenler hakkında doğrulanabilir ya da
91. Burada bu çift varsayım tarafından çıkartılan güçlükleri tartışmayacağız. bkz. Vincent Descombes, L'Inconscient malgré lui (Paris, Editions de minuit, 1977).92. Bu nokta temel bir güçlülüğü gözden uzak tutmaktadır. Bu güçlük anlatı- lamanın incelenmesinde de ortaya çıkacaktır: söylemsel oyunlar ve dil oyunları arasındaki ayrım. Bu ayrımı burada tartışmayacağım.
62
yanlışlanılabilir önermeler üretilmişse bir bilim adamından sözedilebilir.
2. Bilimsel bilgi bu yolla toplumsal bağı biçimlendirmek üzere bir araya gelen dil oyunlarından ayrı kılınmaktadır. An- latısal bilginin aksine, toplumsal bağın doğrudan ve paylaşılmış bir tamamlayıcısıdır çünkü bir meslek geliştirmekte ve kurumlar yaratmaktadır. Modern toplumlarda dil oyunları kendilerini nitelikli eşler tarafından çalıştırılan kurumlar biçiminde pekiştirirler (profesyonel sınıf). Bilgi ve toplum arasındaki ilişki (yani mesleki kapasitelerindeki bilim adamlarını dışta bırakan genel agonistikteki eşlerin bütün toplamı) karşılıklı dışsallığın birisi olmaktadır. Burada yeni bir sorun görünmektedir: Toplum ve bilimsel kurum arasındaki ilişki. Bu sorun didaktik tarafından çözümlenebilir mi, sözgelimi herhangi bir toplumsal atomun bilimsel ehliyet kazanabileceği öncülüğüyle?
3. Araştırma oyununun sınırları içerisinde, gerekli ehliyet yalnızca göndericinin konumuyla ilgilidir. Alıcının tikel olarak gerekli bir ehliyeti yoktur (sadece didaktikte gereklidir -öğrenci zeki olmalıdır). Gönderilene ilişkin bir ehliyet gerekliliği de yoktur. Beşeri bilimlerde bile, (insan hayatının bir boyutu olmakla birlikte) gönderilen, ilke olarak, bilimsel diyalektikte bağlanmış eşlere dışsaldır. Burada anlatısal oyuna karşıt olarak, bir şahıs ne olduğunu söyleyen bilginin nasıl olacağını bilmek zorunda değildir.
4. Bir bilim önermesi, kaydedilmiş olması olgusundan geçerlik kazanmaz. Pedagoji olayında bile, bir şey varolan durumda eğer hâlâ tartışma ve kanıt yoluyla doğrulanabilirse öğretilmektedir. Kendinde, hiç bir zaman "yanlışlamadan" kurtulma garantisine sahip değildir.93 Halihazırda kabul edilmiş önermeler biçiminde biriken bilgiye her zaman meydan oku-
93. 90. notta işaret edildiği anlamıyla
63
malar olabilir. Ancak tersine, aynı gönderileni ele alan ve daha önceden kabul edilmiş bir önermeyle çelişen yeni bir önerme, eğer önceki önermeyi iddialar ve kanıtlar üretme yoluyla yanlışlarsa geçerli olarak kabul edilebilir.
5. Şu halde bilim oyunu ardzamanlı bir zamansallık yani bir hafıza ve tasarı zamansallığı imâ etmektedir. Bilimsel bir önermenin şimdiki göndereni, gönderileniyle (bibliyografya) ilgili önceki önermelerle bir yakınlık sahibi sayılmakta ve sadece konu üzerinde öncekilerden farklıysa yeni bir önerme getirmektedir. Burada, her işlerliğin "aksam" olarak adlandırdığım, oyunun polemik işlevi bu araç yoluyla "ölçü" üzerinde öncelik kazanmaktadır. Bu ardzamanlılık yenisi için bir araştırma ve hafıza varsayarak ilkede birikimli bir süreci temsil etmektedir. "Ritmi" ya da ölçü ve aksan arasındaki ilişki değişkendir.94
Bu özellikler iyi bilinmektedir. Ancak iki sebepten dolayı yeniden düşünülmelidir. Birincisi, bilim ve bilimsel olmayan (anlatısal) bilgi arasında bir paralel çizmek, bize öncekinin varlığının sonrakinin varlığından daha az ya da çok zorunlu olmadığını anlama veya hiç olmazsa sezmede yardım eder. İkisi de önermeler kümesidirler, önermeler genel olarak uygu- lanılabilir kurallar çerçevesinde oyuncular tarafından gerçekleştirilen "hareketlerdir". Bu kurallar her tikel bilgi türüne özgüdürler. Bir keresinde "iyi" olarak yargılanan "hareketler" bir diğerinde "iyi" olarak yargılananlarla, ancak şansla bu ortaya çıkmadıkça, aynı türden olamazlar.
Buna göre bilimsel bilgi temelinde anlatısal bilginin, anla- tısal bilgi temelinde bilimsel bilginin geçerliliğini ve varlığını yargılamak mümkün değildir. Geçerli ölçütler farklıdır. Bütün yapabileceğimiz, tıpkı gezegen ya da hayvan türlerinin farklı-
94. Thomas Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions (Chicago, University of Chicago Press, 1962).
64
lığında yaptığımız gibi, söylemsel türlerin farklılığındaki şaşırtıcılığa bakmaktır. Postmodernlikteki "anlam kaybından" şikayet ediş ilke olarak bilginin artık anlatısal olmadığı olgusunu anlamayı artırmaktadır. Böyle bir tepki zorunlu olarak gelmez. Herhangi bir teşebbüs de (gelişme gibi araçları kullanarak) embriyonik bir durumda, bilimsel bilgi anlatısal olanı içeriyormuşcasına onu anlatısal bilgiden türetmeye ya da güçlendirmeye kalkışmaz.
Buna rağmen, yaşayan diğer türler gibi dil türleri de birbirleriyle ilişkilidir ve bunların ilişkileri uyumlu olmaktan uzaktır. Bilimin dil oyunu özellikleri hakkındaki bu acele hatırlatmayı haklılaştıran ikinci nokta açıkça anlatısal bilgiye olan ilişkisiyle ilgilidir. Anlatısal bilginin kendi meşrulaştırma sorununa öncelik vermediğini söylemiştim; kendisini, tartışma ve kanıta başvurmaksızın aktarımının pragmatiğinde tasdik etmektedir. Bu da bilimsel söylemin sorunlarının anlaşılama- masının belirli bir hoşgörüyle karşılanmasının nedenidir. Böyle bir söyleme öncelikle anlatısal kültürler ailesinde bir değişken olarak yaklaşılmaktadır.95 Bunun tersi doğru değildir: Bilim adamı anlatısal önermelerin geçerliliğini sorgular ve bunların hiç bir zaman tartışma ve kanıtlamaya bağlı olmadığı sonucuna varır.96 Bunları farklı bir zihniyete ait olarak sınıflar: yaban, ilkel, gelişmemiş, gerici, yabancılaşmış, farklı görüş-
95. krş. çocukların ilk bilim derslerine olan tavırları ya da yerlilerin etnologun açıklamalarını yorumlama biçimleri.96. Bu Melraux'un Clastres'i yorumlama nedenidir: "İlkel bir toplumu çalışmaya muktedir olmanın kendisi zaten biraz bozulmuş durumdadır. Gerçekte, yerli kendi toplumunu etnologun gözleriyle görmeye muktedir, ku- rumlarının işlevselleşmesini, bunların meşruluğundan önce sorgulamaya yeterli olmalıdır. Ache kabilesiyle ilgili çalışmasındaki başarısızlığı üzerine Clastres şöyle bir sonuca varmaktadır: "Ache kabilesi istemedikleri hediyeleri kabul etmelerine rağmen, aynı zamanda diyalog kurmaya yönelik girişimleri reddettiler. Çünkü buna ihtiyaç duymayacak kadar güçlüydüler: Onlar hastalandığında biz konuşmaya başlayacaktık" (zikreden M. Carty in "Pierre Clastres“, Libre 4 (1978).
65
lerden ibaret, adetler, otorite, önyargı, cehalet, ideoloji. Anlatılar, masallar, mitler, efsaneler olarak yalnızca kadınlar ve çocuklar için uygundur. En iyisi, bu karanlıkçılığı (obscurantism) medenileştirmek, eğitmek ve geliştirmek için ışık tutmaktır.
Bu eşitsiz ilişki her oyuna özgü kuralların içsel bir etkisidir. Bunu bütün semptomlarıyla biliyoruz. O, Batı medeniyetinin doğuşundan başlayan kültür emperyalizminin bütün tarihidir. Kendisini diğer bütün emperyalizm biçimlerinden ayır- deden özel vurgusunu kavramak önemli, çünkü meşrulaştır- maya yönelik bir talep tarafından idare edilmektedir.
8. ANLATISAL İŞLEV VE BİLGİNİN MEŞRULAŞTIRILMASI
Bugün meşrulaştırma sorunu, bilimin dil oyununun bir başarısızlığı olarak düşünülmektedir. Sorunun bir sorun ya da araştırmacı ve itici bir güç olarak meşrulaştırılmakta olduğunu söylemek çok daha doğru olacaktır. Ancak, durumu tersine çevirerek bu sorunla ilgilenmenin bu biçimi, eski bir tarihe aittir. Bu noktaya gelmeden önce (bazılarının pozitivizm olarak adlandırdıkları) bilimsel bilgi diğer çözümleri aramıştır. Uzun bir zaman bilimsel bilgi, çözümlerinin açık ya da kapalı olarak anlatısal bilgiye ait işlemlere müracaatına yardımcı olamamıştı.
Anlatının bu anlatısal-olmayandaki geri dönüşü şu ya da bu biçimde bir kere ve bütün zamanlar için aşılmış olarak düşünülmemelidir. Bunun açık bir kanıtı: Bilim adamları bir "keşif" yaptıktan sonra televizyona çıktıklarında ya da gazetelere
67
mülakat verdiklerinde ne yaparlar? Gerçekte tamamiyle epik olmayan bir bilgi epiği sunarlar. Anlatısal oyunun kurallarıyla oynarlar; etkisi sadece medyanın kullanıcıları üzerinde değil bilim adamlarının duygularında da müessir kalmaktadır. Bu olgu ne geçicidir ne de görüntüye aittir: Bilimsel bilginin "popüler" bilgiye ya da ondan ne kalmışsa onunla ilişkisine bağlıdır. Devlet bilimin kendisini bir epik olmaktan kurtarması için büyük para sarfeder, oysa devletin kendi güvenilirliği, karar vericilerinin ihtiyaç duyduğu kanıtsal onayı elde etmek için kullandığı bu epiğe dayalıdır.97
Anlatıya başvurmanın, hiç olmazsa bilimin dil oyununun önermelerinin doğru olmasını arzu ettiği ancak kendinde bunları meşrulaştıracak kaynaklara sahip olmaması derecesinde kaçınılmaz olduğu anlaşılabilirdir. Eğer olay buysa, yukarıda özetlenildiği gibi, hatırlatmaya ya da yansıtmaya (tarihilik ve aksan ihtiyacı) değil fakat aksine unutmaya yönelik bir ihtiyaç (ölçü ihtiyacı) olarak anlaşılan tarih kavramına giderilemez bir biçimde ihtiyaç duyulduğunu kabul etmek zorunludur (Bkz. Bölüm 6).
Bizler kendimizi beklemekteyiz. Ancak hareket ettikçe, meşrulaştırma sorunu için bulunmakta olan açıkça modası geçmiş çözümlerin ilke olarak değil ancak ifade edilme biçimlerinde modası geçmiş olduğunu aklımızda tutmalıyız. Eğer bugüne kadar değişik biçimlerde direnebildiklerini görürsek şaşırmamalıyız. Şu anda kendimizi bilimsel bilginin Batıdaki konumunu açığa çıkarmak üzere onun bir anlatısını seslendirme ihtiyacıyla yükümlü hissetmiyor muyuz?
Bilimin yeni dil oyunu kendisini meşrulaştırma sorununu daha başlangıçta Platon'da ortaya konulmuştu. Burası Diyalog-
97. Bilimselci ideoloji üzerine bkz., Survive 9 (1971), yeniden basımı in Jaubert et Levy-Leblond, (Auto) crıtique (not 26) ss. 51 vd. Bu derlemenin sonunda bilimin sistemin emrine verilmesinin çeşitli biçimlerine karşı savaşan grupları ve dergileri sıralayan bir bibliyografya vardır.
68
lar'daki ya açık bir tema veya örtük bir varsayım olarak harekete geçirilen bilim pragmatiği yorumunun tam yeri değil. Özgül gerekleriyle diyalog oyunu, kendisi içerisinde araştırma ve öğretim işlevlerini saklayarak bu pragmatiği bir kılıfa sokmaktadır. Daha önceden sayılmış aynı kurallardan bazılarıyla karşılaşmıştak: sadece uzlaşıma (homologia) yönelik bir görüşle tartışma, anlaşmanın mümkün olabilmesi için bir garanti olarak gönderilenin birliği, eşler arasındaki eşitlik, hatta kuralları kabul etmeyi reddedenlerin zayıflık ve kabalık dışında bir nedenle hariç tutulması, dolayısıyla bir kader değil oyun olduğunun dolaylı bir şekilde kavranılması.98
Burada oyunun bilimsel tabiatı verildiğinde, bilimin meşruluğu sorunu diyaloglarda ortaya çıkartılan sorunlar arasında olmalıdır. Bunun iyi bilinen bir örneği (sorunu sosyo-antropo- lojiye başlangıçtan itibaren bağladığından bütünüyle en önemlisi) Cumhuriyet'in 6. ve 7. kitaplarında bulunmaktadır. Bildiğimiz gibi cevap, hiç olmazsa cevabın bir parçası, bir anlatı formunda gelmektedir. İnsanların nasıl ve niçin anlatıları özlediği ve bilgiyi tanımayı başaramadığını açıklayan mağara al- legorisi. Bilgi şu halde anlatının şehadeti üzerine temellenmiş- tir.
Dahası da var. Platon'un Diyaloglar'ındaki meşrulaştırım çabası anlatıya biçim sayesinde bir cephane vermektedir. Diyalogların her birisi bilimsel tartışmanın bir anlatısı formunu almaktadır. Buradaki küçük sonuç, tartışmanın hikayesinin kaydedilmekten çok gösterildiği, anlatılanmaktan çok aşama- landırıldığı99 ve dolayısıyla epikten çok trajediyle yakın olarak ilişkide bulunduğudur. Bilimi başlatan Platonik söylemin bilimsel olmaması olgusu, açıkça bilimi meşrulaştırmaya girişmesi düzeyindedir. Bilimsel bilgi, kendi bakış açısından hiç
98. Victor Goldschmidt, Les Dialogues de Platon (Paris, PUF, 1947).99. Bu terimler Genette'den ödünç alınmıştır, Figures III.
69
bir şekilde bilgi olmayan başka bir bilgi türüne, anlatıya başvurmaksızın doğru bilgiyi bilemez ve bilinir kılamaz. Böyle bir müracaat olmaksızın, bilimsel bilgi kendi geçerliliğini varsayma konumunda ve lanetlediği şeyi, önyargıya dayanarak, sorun dilenerek, durduruyor olacaktır. Ancak anlatıyı otorite olarak kullanarak aynı çıkmaza düşmemekte midir?
Antik, ortaçağ ve klasik felsefelerde içerilen ancak sınırlanmayan bilimin meşrulaştırılması söylemleri yoluyla bilimsel olandaki anlatısal yeniden görünümü belirtmenin yeri burası değil. Sonsuz bir işkence olur bu. Çözüm olarak Descartes- 'in felsefesi gibi bir felsefe, Valery'nin zihnin hikayesi100 olarak adlandırdığı ya da Metod Üzerine Risale'nin baliğ olduğu bir Bildungsroman'daki bilimin meşruluğunu yalnızca gösterebilirdi. Aristotoles şüphesiz bilimsel olarak açıklanmış önermelerin uyması gereken kuralları (Organon) Varlık üzerine bir söylemdeki meşrulukların araştırılmasından (Metafizik) ayırdet- mede en modern olanlardan birisiydi. Daha da modern olan, bilimsel bilgiyi gönderilenin varlığını açıklayacak hak iddiasını da içermek üzere, sadece iddialar ve kanıtlardan, bir başka deyişle diyalektikten ibaret sayan önerisidir.101
Modern bilimle birlikte, meşrulaştırma sorununda iki yeni özellik gözükmektedir. Herşeyden önce, "kanıtın nasıl sağlanabileceği" ya da çok genel olarak "hakikatin şartlarını kimin belirleyeceği" sorusuna bir karşılık olarak bir ilk kanıt ya da aşkın otorite için metafizik bir arayıştan vazgeçilmektedir. Hakikatin şartları, bir başka deyişle bilim oyununun kuralları bu oyuna içkindir. Bunlar tabiatında zaten bilimsel olan bir tar-
100. Paul Valéry, Introduction à la Méthode de Léonarde Vinci (1894) (Paris, Galimard, 1957). Bu cilt şu denemeleri de içermektedir: "Margina- lia” (1930), "Note et digression" (1919) "Leonerd et les philosophes" (1929).101. Pierre Aubenque, Le Problème de l'Etre chez Aristote (Paris, PUF, 1962).
70
tışmanın bağları içerisinde oluşturulabilirler. Kuralların uzmanlar tarafından kendilerine yayılan uzlaşımdan daha güzel olduklarına ilişkin başka bir kanıt yoktur.
Bu şartlar hakkındaki bir söylemdeki, bir söylemin şartlarını tanımlayacak modern temayülü destekleyiş, Rönesans Hümanizmi, Aydınlanma'da Alman idealist felsefesi, Sturm und Drang ve Fransa'daki tarihsel okulda zaten farkedilebilir olan anlatısal (popüler) kültürlerin yenilenen bir itibarı olmaktadır. Anlatılama artık meşrulaştırma sürecinde gayri iradi bir kusur değildir. Bilgi sorunsalında anlatıya açık başvuru, geleneksel otoritelerden burjuva sınıflarının kurtulmasıyla birleşmiştir. Anlatısal bilgi Batı'da yeni otoriteleri meşrulaştırma sorununun bir çözüm yolu olarak bir yeniden doğuş yaşamıştır. Böyle bir sorun için, anlatısal bir sorunsaldaki karşılığı olarak bir kahramanın ismini taleb etmek tabiidir: Toplum için karar verme hakkına kim sahiptir? İtaat etmesi gerekenler için buyrukları norm olan özne kimdir?
Sosyopolitik meşruluğun bu biçimde sorgulanması yeni bilimsel tavırla birleşir: Kahramanın adı halktır, meşruluğun işareti halkın bilincidir, normları yaratma biçimleri ise müzakeredir. İlerleme düşüncesi bunun zorunlu bir büyümesidir. Bilginin biriktirmekle yükümlü kılındığı hareketten başka bir şey temsil etmemektedir, ancak bu hareket yeni sosyopolitik özneye de uzanmaktadır. Halk, bilimsel topluluğun neyin yanlış neyin doğru olduğunu tartıştığı biçimde, kendi arasında, neyin adil olup olmadığını da tartışmaktadır. Bilim adamlarının bilimsel yasaları biriktirdikleri gibi halk da medeni yasaları biriktirmektedir. Bilim adamlarının öğrendiklerinin ışığı altında kurallarını gözden geçirecek yeni "paradigmalar" üretmesi gibi, halk uzlaşıma ilişkin kuralları tamamlamaktadır.102
102. Pierre Duhem, Essai sur le notion de théorie physique de Platon à Gali-
7 1
Burada "halk"tan ne kastedildiği geleneksel anlatısal bilgide imâ edildiğinden bütünüyle farklıdır. Gördüğümüz gibi, bu anlatısal bilgi kurumsallaştırıcı müzakereye gerek duymaktadır, birikimli ilerleme ya da evrenselliğe ilişkin bir hak talebine değil. Oysa bunlar bilimsel bilginin işleticileridir. Yeni meşrulaştırım sürecinin "halktan gelen" temsilcilerinin aynı zamanda etkin bir biçimde halkların geleneksel bilgisini tahrip etmeye katılmaları kesinlikle şaşırtıcı değildir. Bu durum, azınlıklar ve gizil ayrılıkçı hareketler yalnızca obskürantizmi yaymaya itildiklerinden bu noktadan daha ileride algılanmaktadır.103
Bu zorunlu olarak soyut öznenin gerçek varlığının, bu öznenin düşünmek ve karar vermekle yükümlü kılındığını ve devletin bir kısmını ya da bütününü oluşturan kurumlara bağlı olduğunu da görebiliriz. Bu özne soyuttur çünkü özgül olarak bilgi öznesi paradigması ve doğruluk-değerleriyle düzanlamsal önermeleri gönderen-alan bir öznedir. Öte yandan Devlet sorunu içsel olarak bilimsel bilgi sorunuyla kaynaşmış olmaktadır.
Ancak bu içiçe geçmenin çok boyutlu olduğu da açıktır. "Halk" (millet ya da insanlık) ve özellikle halkın kurumları bilmeye doymazlar -yasalar üretirler. Norm konumuna sahip buyurucular formüle ederler.104 Sadece neyin doğru olduğuna ilişkin ifadeler söylenimler değil, adalete yönelik hak iddiasında bulunan buyurucu önermeler açısından da ehliyetlerini sınarlar. Söylendiği gibi, anlatısal bilgiyi niteleyen, bu bilgiye
lee (Paris, Hermann, 1908); Alexandre Koyre, Etudes Galile'ennes (Paris, Hermann, 1966;); Thomas Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions.103. Michel de Certeaul, Dominique Julia, Jacques Revel, Une Politique de la langue: La Révolution Française et les patois (Paris, Galimard, 1975).104. Hükümler ve yargılar arasındaki ilişki üzerine bkz. G. Kalinowski "Du Métalanguage en logique. Réflexions sur la logique dè ontique et son rap port avec la logiuqe des normes", Documents de travail 48 (Università Ur- bino, 1975).
ilişkin kavramımızı biçimlendiren şey açıkça, diğerlerini zikretmeye gerek kalmaksızın bile, bu iki tür ehliyet alanını birleştirmesidir.
Tartıştığımız meşrulaştırma biçimi anlatıyı, bilginin geçerliliği olarak yeniden başlatmakta ve anlatının özneyi bilişsel ya da pratik, bir bilgi ya da özgürlük kahramanı olarak temsil edip etmediğine bağlı kalarak iki yön tutturmaktadır. Bu seçenek yüzünden, yalnızca meşrulaştırmanın anlamı değişmekle kalmamakta, ve zaten gözükmekte olduğu gibi, anlatının kendisi de bu anlamı yeterli bir biçimde betimlemekten uzaklaşmaktadır.
73
9. BİLGİNİN MEŞRULAŞTIRILMASININ ANLATILARI
Meşrulaştırma anlatısının iki temel boyutunu inceleyeceğiz. Birisi çokça siyasal, diğeriyse aynı derecede felsefidir. İkisi de, özelde, bilgi ve bilgi kurumları tarihinde olmak üzere, modern tarih içerisinde büyük öneme sahiptirler.
Bu boyutlardan birincisinin öznesi, özgürlük kahramanı olarak insanlıktır. Eğer toplumsal özne zaten bilimsel bilginin öznesi değilse, bu rahipler ve tiranlar tarafından yasaklanmış olması sebebiyledir. Bilimin hakkı yeniden keşfedilmelidir. Bu anlatının yüksek okullardan ve üniversitelerden çok bir ilköğretim piyasasına yöneltilecek olması anlaşılırdır.105 Üçüncü
105. Bu politikanın bir değerlendirmesi Fransız Felsefe Kurumu'nda ikincil çalışmaların sonunda ve felsefe eğitimi araştırma grubu tarafından ikincil çalışmaların başlangıcında "biraz" felsefe öğretmek amacıyla verilen önerilerde bulunmaktadır. Bkz. Oui a peur de la philosophie? (Paris,
74
Fransa Cumhuriyeti'nin eğitim siyaseti güçlü olarak bu varsayımları yansıtmaktadır.
Bu anlatının yüksek eğitimi vurgudan uzak tutmak zorunda kalacağı gözükmektedir. Uygun şekilde, Napoleon tarafından yüksek eğitime ilişkin olarak uygulanan ölçülerin Devletin bekası için gerekli idari ve mesleki becerileri üretme arzusundan kaynaklandığı düşünülmektedir.106 Bu tavır, özgürlük anlatısı bağlamında, Devletin meşruluğunu kendinden değil, halktan aldığı olgusunu gözden kaçırmaktadır. Böylece eğer emperyal siyaset yüksek eğitim kurumlarını ilkin Devlet görevlileri sonra da sivil toplumun yöneticileri için besleyici bir zemin olarak görmüşse, bunu milletin bir bütün olarak özgürlüğünü yeni bilgi alanlarının halka yayılması aracılığıyla kazanması öngörüldüğünden dolayı yapmıştır. Bu süreç, adı geçen kadroların işlevlerini yerine getireceği aracılar ve meslekler vasıtasıyla etkilenecektir. Aynı akıl yürütme, önsel olarak bilimsel kurumların eksiksiz şekilde kurulması için de geçerlidir. Devlet, "millet" adı altında, ilerleme yolunu göstermek için "halkın" eğitimi üzerinde doğrudan bir güç kazandığı her durumda özgürlük anlatısına müracaat etmektedir.107
İkinci meşrulaştırma anlatısıyla bilim, millet ve Devlet arasındaki ilişki bütünüyle farklı olarak gelişti. Berlin Üniversite-
Flammarion, 1977), Bölüm 2, "La Philosophie déclassée". Yine Quebec'deki CEGEP'in program yönelişi de bu yöndedir, özellikle felsefe kurslarında, bkz, Cahiers de l'eseignement collégial (1975-76).106. Bkz. H. Janne, "L'Université et les besoins de la société contempo- rine", Cahiers de L'Association internationale desUniversitiés 10 (1970): 5; zikreden, Commision d'ètude sur les universités, Document de consultation (Montreal, 1978).107. "Katı" hemen hemen mistik-askeri bir ifadesi şurada bulunabilir. Julio de Mesquita Filho, Discorso de Paraninfo da primerio turma de licenciados pela Faculdade de Filosofía, Ciencas e Letras da Universidade de Sao Pauló (25 Ocak 1937) bunun bir açıklaması Brezilya'nın gelişiminin modern problemlerine uyarlanmıştır, Relatarlo do Grupo de Rabalho Reforma Universitaria (Brezilya, Eğitim ve Kültür Bakanlıkları, 1968).
si'nin 1807 ve 1810 arasındaki kuruluşuyla ilk defa ortaya çıktı.108 Bu üniversitenin dünyanın genç ülkelerindeki yüksek öğretimin örgütlenmesindeki etkisi ondokuzuncu ve yirminci yüzyılda hatırı sayılır ölçüdeydi.
Üniversitenin kurulması sırasında Prusya vekaleti önceden Fichte tarafından önerilen ve karşı-teklifi Schleiermacher’ca hazırlanan bir projeyle ilgilenmekteydi. Wilhelm-von Humboldt konu üzerinde bir karar vermek durumunda kalmış ve Schlei- ermacher'ın daha "liberal" seçiminden yana tavır almıştır.
Herhangi birisi Humboldt'un raporunu okurken onun bilim kurumunun siyasetine ilişkin bütün yaklaşımını şu ünlü mütalaaya irca edebilir: "Bilim bilim içindir". Fakat bu onun siyasetinin yüce amacını yanlış anlamak olur; ki bu amaca rehberlik eden, tartıştığımız meşrulaştırma ilkesidir ve Schlei- ermacher'in izah ettiği ilkeyle örtüşür.
Humboldt, bilimin kendi ve "ne olursa olsun belirli bir amaç veya bir sınır olmaksızın yaşayan ve kendisini sürekli olarak yenileyen" bilimsel kurumun kurallarına itaat ettiğini açıklamaktadır. Ancak üniversite gerçek kurucu öğesini, bilimi, "milletin ahlaki ve ruhsal eğitimine" yönlendirmelidir109. Bu Bildung-etkisi çıkar gözetmeyen öğrenme arayışından nasıl türemektedir? Devlet, millet bütün insanlık kendisi hatırına bilgiye kayıtsız değil midir? Humboldt'un kabul ettiği gibi bunları ilgilendiren öğrenme değil, "karakter ve eylemdir".
Bakanın danışmanı şu halde bir biçimde Kantcı eleştiri tarafından bilme ve isteme arasında geliştirdiği karşıtlığı hatırla-
108. Bu belgeler Felsefe Koleji ve Miguel Abensour'ın sayesinde Fransızca'da okunabilmektedir: Philosophes de l'Université L'idealisme allemand et la question de l'universitèé (Paris, Payot, 1979). Derleme Schelling, Fichte, Schleiermacher, Humboldt ve Hegel'in denemelerini içermektedir.109. "Uber die innere und äussere Organization der höheren wissenchaftlic- hen Anstalten in Berlin" (1810), in Wilhelm von Humold (Frankfurt, 1957), s. 126.
76
tan temel bir güçlükle karşılaşmaktadır; sadece hakikat ölçütüne cevaplandırılabilir düzanlamlardan oluşmuş bir dil oyunu ile zorunlu olarak kararları ve mükellefiyetleri içeren ahlaki, toplumsal ve siyasal pratiği yöneten bir dil oyunu, başka bir deyişle, doğru olmaktan çok uygun olması umulan, nihai olarak bilimsel bilginin alanının dışında kalan ifadeler arasında gerçekleşen bir çatışma olan güçlükle.
Bununla birlikte, bu iki söylem kümesi, sadece bireylerin öğrenime katılmasını değil, aynı zamanda bilginin ve toplumun bütünüyle meşrulaştırılmış öznesinin yetiştirilmesini de ihtiva eden Humboldt'un projesiyle amaçlanan Bildung için vazgeçilmezdir. Humboldt böylelikle Fichte’nin Hayat olarak adlandırdığı ve üç başarma arzusu ya da daha iyi bir deyişle üç boyutlu bir etkileşim tarafından canlandırılan bir Tin geliştirmektedir: "herşeyi bir ideale ilişkili kılan" (ahlaki ve toplumsal pratiği yöneten) ve "bu ilkeyi ve bu ideali tek bir ide- ada birleştiren" (gerçek nedenlere yönelik bilimsel araştırmanın daima moral ve siyasal hayattaki adil amaçların aranmasıyla uzlaşacağını garanti eden) bir Tin. Bu yüce bileşim meşru özneyi kurmaktadır.
Humboldt geçerken bu üçlü etkilenimin doğal olarak "Alman milletinin entellektüel karakterini" devraldığını eklemek tedir.110 Bu başka bir anlatıya verilmiş, bilginin öznesini halk olduğu düşüncesine verilmiş bir tavizdir. Ancak gerçekte bu düşünce Alman idealizmi tarafından geliştirilmiş bilginin meş- rulaştırılması anlatısından bütünüyle uzaktır. Schleiermacher, Humboldt ve hatta Hegel gibi insanların Devlete yönelttikleri şüphe bunun bir göstergesidir. Eğer Schleiermacher bilim konularında kamusal otoritelere kılavuzluk eden dar milliyetçilik, korumacılık, yararcılık ve pozitivizmden korkuyorsa, bu dolaysız olarak bile bilim ilkesinin bu otoritelerde bulunma-
110. Ibid, s.128.77
ması sebebiyledir. Bilginin öznesi halk değil, spekülatif (düşünsel) ruhtur. Devrimden sonra Fransa'da olduğu gibi Devlette değil bir Sistemde mücessemdir. Meşrulaştırmanın dil oyunu devlet-siyasetine ilişkin değil, felsefidir.
Üniversiteler tarafından gerçekleştirilen en büyük işlev, "bütün öğrenim yapısını açık kılmak ve bütün bilginin temellerini ve ilkelerini yaymaktır". Çünkü "spekülatif" ruh olmaksızın yaratıcı bilimsel çalışma yoktur".111 Burada "spekülasyon" bilimsel söylemin meşrulaştırılması söylemine verilen addır. Okullar işlevseldir; Üniversite ise spekülatiftir yani felsefidir. Felsefe laboratuvarlarda ve üniversite-öncesi öğretimde ayrı bilimlere parçalanmış öğrenmeye yönelik birliği yeniden kurmalıdır. Felsefe bunu bilimleri bir ruh oluşumundaki uğraklar olarak, bir başka deyişle, ussal bir anlatı ya da daha ilerisi bir metaanlatıda birbirine bağlayan bir dil oyununda gerçekleştirilebilir. Hegel'in Ansiklopedisi (1817-27), Fichte ve Sc- helling'de Sistem ideası formunda varolan bu bütünleştirme tasarısını gerçekleştirmeye girişmektedir.112
Burada aynı zamanda Özne olan bir Hayat geliştirme mekanizmasında anlatısal bilginin bir geridönüşünü görmekteyiz. Tinin evrensel bir "tarihi" vardır, tin "hayattır", hayat em- pirik bilimlerde içerilen tüm biçimlerin düzenlenmiş bilgideki kendini tasarımlama ve dile getirmelerinin bütünüdür. Alman idealizminin ansiklopedisi bu hayat öznesinin "tarih-hikayesi- nin" (histoire) anlatısıdır. Ancak hikayenin anlatılayıcısı ne geleneksel bilginin tikel olumsallığında çamurlaşmış bir halk ne de bir bütün olarak alman bilim adamları olması gerektiğin-
111. Friedrich Schleiermacher, "Gelegentliche Gedanken über Universitäten in deutschen Sinn, nebst einem Anhang über eine neu zu errichtende" (1808) in E. Spranger, ed., Fichte, Schleiermacher, Steffens über das Wesen der Universität (Leipzig, 1910). s.126 vd.112. "Felsefe öğretimi genellikle bütün üniversiter etkinliklerin temeli olarak kabul edilmektedir" (ibid, s.128).
78
den, ürettiği bir metaanlatıdır, çünkü bunlar özelleşmelerine karşılık gelen mesleki çerçevelerinde haczedilmektedir.
Anlatılayıcı hem ampirik bilim hem de popüler kültürlerin esas kurumlarının meşruluğunun ifade edilmesi sürecindeki bir metaözne olmalıdır. Bu metaözne kültürlerin ve bilimlerin ortak temeline ses verişte örtük amaçlarını gerçekleştirmektedir. Spekültatif, üniversiteyi yurt edinir, pozitif bilim ve halk onun, sadece kaba versiyonlarıdır. Millî devletin kendisi için halkı söz söylemeye yöneltmenin tek geçerli yolu spekülatif bilginin dolayımı aracılığıyla olanıdır.
Berlin Üniversitesi'nin kuruluşunu meşrulaştıran, çağdaş bilginin gelişimi ve üniversitenin gelişiminin motoru anlamına gelen felsefeyi açıklamak zorunlu olmaktadır. Daha önceden söylediğim gibi, ABD'yle başlayarak, ondokuzuncu ve yirminci yüzyılda bir çok ülke kendi yüksek öğretim sistemlerinin reformu ya da kurulması için bu üniversite modelini uyarladılar.113 Herşeyin ötesinde özellikle üniversite çevrelerinde hâlâ yaşayan bu felsefe,114 bilgi meşruluğu sorununa ilişkin çözümün özellikle yaşayan bir tasarımını önermektedir.
Araştırma ve öğrenimin yayılması bir yararlılık ilkesi geliştirilerek haklılaştırılamaz. Buradaki düşünce kesinlikle bilimin Devletin ve/veya sivil toplumun çıkarlarına hizmet etmesi gerekliliği değildir. İnsanlığın özgürlük ve şerefte bilgi aracılığıyla yükseleceği şeklinde hümanist ilke bir kenara bırakılmıştır. Alman idealizmi kendiliğinden, Fichte tarafından "İlahi Hayat", Hegel tarafındansa "Tinin Hayata" olarak adlandırılan bir öznenin "hayatının" gerçekleşmesinde Devletin ve toplumun öğreniminin gelişmesini temellendiren bir metail-
113. Touraine nakilde yer alan çelişkileri analiz etmiştir: Université et société aux Etats-Unis (Paris, Seuil, 1972), ss. 32-40.114. Bu, Robert Nisbet'in sonuçlarında bile vardır. The Dégradation of the Academic Dogma (London, Heinemman, 1971).
keye müracaat etmektedir.115 Bu bakış açısından, bilgi ilkin kendisinde varolan meşruluğu bulmaktadır. Devlet ve toplumun ne olduğunu söylemekle yükümlü kılınan şey bilgidir. Ancak bilgi bu rolü, düzeyleri değiştirerek ve gönderilenin (tabiat, toplum ve Devlet) pozitif bilgisi olmayı azaltarak ve buna ilaveten, gönderilenin bilgisinin bilgisi yani spekülatif olmasıyla yerine getirebilir. "Hayat" ve "Ruh'un adına, bilgi kendisini adlandırmaktadır.
Spekülatif aygıtın bu kaydedilmeye değer sonucu her mümkün gönderilen hakkındaki öğrenim söylemlerinin hepsinin dolaysız doğruluk-değerlerinin bakış açısından değil, Ruhun ya da Tinin yolunda belirli bir yeri işgal etmeleri aracılığıyla ya da eğer tercih edilirse, spekülatif söylem tarafından tafsil edilen Ansiklopedi'deki belirli bir konum çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu söylem kendisi için ne bildiğini açıklama yani kendini ortaya koyma sürecinde bunları zikretmektedir. Bu bakımdan doğru bilgi her zaman dolaylı bilgidir, bir öznenin metaanlatısına katılan kaydedilmiş önermelerden mürekkeptir. Özne bu önermelerin meşruluğunu garanti etmektedir.
Aynı şey söylemin bir öğrenme söylemi olmaması durumunda bile her söylem çeşitlemesine uygulanabilir, örnekler hukuk ve Devlet söylemidir.116 Çağdaş yorumsamacı söylem, bilinmesi gereken bir anlam bulunduğunu garanti eden ve öylece meşruluğunu tarih üzerinde müzakere eden (özellikle öğrenim tarihinde) bu varsayımdan doğmuştur. Önermeler kendi otonimlerinde ele alınmışlar117 ve kendilerini karşılıklı
115. Bkz. Hegel, Philosophie des Rechéts (1821).116. Bkz. Paul Ricoeur, Le Conflict desinterperétations (Paris, Seuil, 1969. İng. tere., The Conflict of Interpretation Nortvvestern University Press, 1974); Gadamer, Warheit und Methode (Tübingen, Mohr, 1965).117. Şu iki önermeyi ele alalım: 1) "Ay doğdu"; 2) "Ay doğdu, önermesi bir düzanlamsal önermedir”. 2 no'lu önermedeki sentagm, /Ay doğdu/, 1 no'lu önermenin otonimi (Autonym) olmaktadır. Bkz. Josette Rey-Debo\e. l.e Métalangage (Paris, Le Robert, 1978) Bölüm 4.
80
olarak güçlendirmekle yükümlü varsayıldıkları bir biçimde harekete geçirilmişlerdir: Bunlar spekülatif dilin kurallarıdır. Adının gösterdiği gibi Üniversite, dilin en başta gelen kurumudur.
Ancak daha önceden söylediğim gibi, meşruluk sorunu diğer işlemleri kullanarak da çözülebilir. Bunlar arasındaki farklılık akılda tutulmalıdır. Bugün bilginin konumu dengesizdir ve bilginin spekülatif birliği kırılmıştır. Meşruluğun ilk versiyonu yeni bir tutarlılık kazanmaktadır.
Bu versiyona göre, bilgi geçerliliğini kendinde ya da öğrenme imkanlarını güncel kılarak gelişen bir öznede değil, pratik bir öznede, insanlıkta bulmaktadır. Halkı canlandıran hareket ilkesi bilginin kendisini meşrulaştırması değil, özgürlüğün kendisini temellendirmesi, ya da denilebilirse, kendisini yönetmesidir. Özne somuttur ya da öyle varsayılmaktadır; epiği öznenin kendisini yönetmekten engelleyen herşeyden özgürleşmesinin hikayesidir. Öznenin kendisi için koyduğu yasaların, dışardaki tabiata uygunluk göstermesinden dolayı değil, yasa koyucuların anayasal olarak kanunlara tâbi gerçek yurttaşlar olmaları nedeniyle adil olması istemi, yasayı isteyen ve buna göre de itaat eden yurttaşların istemiyle daima uzlaşmaktadır.
Açıkça, bu meşrulaştırım biçimi istemin özerkliği aracılığıyla118 bütünüyle farklı bir dil oyununa, Kant'ın emperatif olarak adlandırdığı ve bugün buyurucu olarak bildiğimiz şeye öncelik vermektedir. Önemli olan, "yeryüzü güneş etrafında bir yörünge izlemektedir" gibi bir hakikate ilişkin düzanlamsal ifadeleri meşrulaştırmak değildir ya da sadece bu değildir;
118. İlkesi hiç olmazsa aşkın etik konularında Kantçıdır, bkz. Kritik der Reinen Vernuft. Siyaset ve empirik etiğe gelindiğinde, Kant daha basiretlidir. Hiç kimse kendisini aşkın normatif özneyle özdeşleştiremeyeceğinden, teorik olarak varolan otoriteyle uzlaşmak daha uygundur. Bkz. "Antwort an der Frage: 'Was ist "Aufklarung?" (1784) .
ancak önemli olan daha da ileri giderek "en düşük ücret şu düzeyde tutulmalıdır" ya da "kürtaj yasaklanmalıdır" gibi adalete ilişkin ifadeleri meşrulaştırmaktır. Bu bağlamda pozitif bilginin oynayabileceği tek rol, pratik özneyi içerisinde buyurmanın yerine getirilişinin kaydedildiği gerçeklik hakkında en- forme etmektir. Özneye yerine getirilebilir ya da yapılması mümkün olanı belirlemeye izin vermektedir. Ancak ne yapılması gerektiği pozitif bilginin saltgörüş alanı içerisinde değildir. Herhangi bir şeyi deruhte etmek mümkün de olabilecektir adilane de. Bilgi artık özne değil, öznenin hizmetindedir. Bilginin yegane meşruluğu, korkunç olmakla birlikte ahlakın gerçeklik olmasına izin vermesi olgusu dolayısıyladır.
Bu da bilginin topluma ve Devlete, ilke olarak araçların amaca ilişkisi anlamına gelen ilişkisini başlatmaktadır. Ancak bilim adamları eğer Devletin siyasetinin, bir başka deyişle devletin bütün buyruklarının doğru olduğunu hükmüne varırlarsa, işbirliği yapmalıdırlar. Eğer kendilerinin de üyesi bulundukları sivil toplumun Devlet tarafından kötü bir şekilde temsil edildiğini hissederlerse, Devletin buyruklarını reddedebilirler. Bu meşrulaştırma biçimi bilim adamlarına, adaletsiz olarak, bir başka deyişle gerçek bir özerklikte temellenmemiş olarak pratik insan özneleri olarak politik güce verdikleri desteği geri çekmelerini sağlayacak bir güç vermektedir. Hatta bilim adamları gerçekte böyle bir özerkliğin toplumda gerçekleşmediğini göstermek üzere uzmanlıklarını kullanma yoluna bile gidebilirler. Bu da bilginin eleştirel işlevini oluşturmaktadır. Ancak bilginin pratik özne ya da özerk kollektiflik tarafından öngörülen amaçlara hizmet etme dışında nihai bir meşruluğu olmaması olgusu bakidir.119
119. Bkz. Kant, "Antwort”; Jürgen Habermas, Strukturwandel der Öffentlichkeit (Frankfurt, Lueterhand, 1962). Öffentlichkeit ("kamuyu özel bir taraf yapmak" anlamında "kamusallık" ya da "kamu" veya "kamusal tartışma") 1960'ların sonunda bir çok bilim adamı grubunun eylemlerini yön-
82
Meşrulaştırım girişimindeki bu rollerin dağılımı bizim bakış açımızdan ilginç olmaktadır, çünkü, sistem-özne teorisine karşıt olarak dil oyunlarının herhangi bir metaanlatıda bütün - leştirilebilmesi ya da birleştirilebilmesinin imkanının olmadığını varsaymaktadır. Bütünüyle tersi: burada pratik özne tarafından ifadelendirilen buyurucu önermelere uyarlanan öncelik; dil oyunlarını ilke olarak, kalıcı tek işlevi bu özneye enformasyon arzetmek olan bilim önermelerinden bağımsız kılmaktadır.
İki nokta daha:1. Marksizmin anlatısal meşrulaştırılmasının (ki bunları za
ten tasvir etmiştim) bu iki model arasında dalgalandığını göstermek kolay olacaktır. Parti üniversitenin, proletarya halkın ya da insanlığın, diyalektik materyalizm spekülatif materyalizmin yerini almaktadır. Stalinizm bilimlerde kurduğu özgül ilişkilerle bir sonuç alabilir. Stalinizmde bilimler, ruhun hayatına eşit olan sosyalizme doğru yürüyüşün metaanlatısından kaynaklanan takrirler olarak vardırlar yalnızca. Ancak diğer taraftan Marksizm, ikinci boyuta uygunluk içinde, sosyalizmin özerk öznenin inşa edilmesinden başka bir şey olmadığını ve bilimlerin yegane haklılaştırımının ampirik özneye (proletarya) yabancılaşma ve baskıdan kendisini kurtaracak araçları Verdiğinde sözkonusu olabileceğini açıklayarak bir eleştirel bilgi formunda gelişmektedir. Bu da kısaca Frankfurt Okulu'nun tezidir.
2. Heidegger’in 27 Mayıs 1933'de Freiburg Üniversitesi rektörü olması dolayısıyla yaptığı konuşma120 meşrulaştırma tarihinde kadersiz bir kıssa olarak okunabilir. Burada speküla-
lendiren bir ilkedir. Bu gruplar, "Survivre" (Fransa), "Sosyal ve Politik Eylem için Bilim Adamları ve Mühendisler" (ABD) ve "İngiliz Biliminin Toplumsal Sorumluluğu Topluluğu".120. Bu metnin Fransızca tercümesi, Phi, Annalès de l'université de Toulo- useLe Mirail (Toulouse, 1979)'de bulunabilir.
tif bilim varlık sorununu sorgulama olmuştur. Bu sorgulama, "tarihsel-ruhsal bir varlık olarak" konulan Alman halkının "kaderidir". Bu özneye emek, savunma ve bilgi gibi üç hizmet borçtur. Üniversite bu üç hizmetin yani bilimin metabilgisini garanti etmektedir. Burada idealizmde olduğu gibi, meşrulaştırım ontolojik hak iddialarıyla bilim olarak adlandırılan bir metasöylem aracılığı sayesinde kazanılmaktadır. Ancak yine burada metasöylem sorgulayıcıdır, bütünleştirci değil. Bu me- tasöylemin evi Üniversitedir. Bilgisini, "tarihî misyonuna", bu metasöylemi çalışma, mücadele etme ve bilme yoluyla verimli kılmak olan halka borçludur. Bu halk-özneyi çağırmak insanlığı özgürleştirmek değil, "kan ve toprağın güçleri içerisinde bulunacak en köklü koruma gücü" olan "gerçek dünya ruhunu" gerçekleştirmektir. Bilgiyi meşrulaştırmanın yolu olarak ırk ve çalışma anlatısının bu birbirine geçişi ve bu geçişin kurumları çifte talihsizliktir; teorik olarak tutarsız ve politika alanında yeteri kadar korkunç yankılar bulmuş bir aldanıştır.
X I
10. MEŞRULUK GİDERİMİ
Çağdaş toplum ve kültürde -postendüstriyel toplum, postmodern kültür-121 bilginin meşrulaştırılması sorunu çeşitli biçim lerde formüle edilmektedir. Hangi birleştirme türünü kullandığına ve spekülatif ya da bir özgürleşim anlatısı olup olmadığına bakılmaksızın, büyük anlatı güvenilirliğini kaybetmiştir.
Anlatının çöküşü, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri teknoloji ve tekniklerin tomurcuklanmasının eylemin amaçlarından araçlarına bir vurgu değişikliği yapan bir etkisi olarak görülebilir; aynı zamanda 1930-60 döneminde Keynesciliğin koruması altındaki gerileyişinden sonra ileri liberal kapitalizmin kaynak değiştirmesinin bir etkisi olarak da. Bu yenileme ko-
121. 1. nota bakınız. Postmodernizmin belirli bilimsel boyutları Ihab Hassan tarafından keşfedilmiştir: "Culture, Intereminacy, and Immanence: Margins of the (Postmodern) Age", Humanities in Societv I (1978): 51:85.
85
münist seçeneği ortadan kaldırarak mal ve hizmetlerden bireysel hoşlanımı kıymetlendirdi.
Bu biçimde nedenleri aradığımız her zaman hayal kırıklığına uğrayabiliriz. Bu hipotezlerden birini veya diğerini uyarladığımızda, önceden zikredilen eğilimler arasındaki karşılıklı ilişkiyi, spekülasyon ve özgürleşim gibi kökel anlatıların birleştirici ve meşrulaştırıcı gücünü ayrıntılandırmak zorunda kalacağız.
Doğal olarak hem kapitalist yenileme ve gönenç hem de teknolojinin bozucu dalgalanması bilginin konumu üzerinde bir etkiye sahip olacaktı. Ancak çağdaş bilimin, bu etkilere, bunlar varolmadan çok önce, nasıl müsait olabildiğini anlamak için, ilkin ondokuzuncu yüzyılın büyük anlatılarında içkin olan nihilizm ve "meşruluk giderimi"nin (deligitimation) köklerini bulmalıyız.122
Herşeyden önce spekülatif aygıt bilgiyle belirsiz bir ilişki barındırmaktadır; bilginin bu adı, kendi önermelerini, bunları meşrulaştıran ikincil-düzeyde kaydederek kendisini ikiye katladığı ("yukarıya kaldırdığı", nebt sich auf: tasfiye ettiği) derecede hak ettiğini göstermektedir. Bu da bilginin dolayımsızlı- ğında, belirli bir gönderilene (yaşayan bir organizma, kimyasal bir özellik, fiziksel bir olay vb.) dayanan düzanlamsal söylemin gerçekte bildiğini sandığı şeyi bilmez, demektir. Pozitif bilim bir bilgi biçimi değildir ve spekülatif düşünce onun aşılmasıyla beslenir. Böylece Hegelci spekülatif anlatı, kabul ettiği gibi, pozitif öğrenmeye karşı belirli bir şüphecilik taşımaktadır.123
122. Claus Muller; "meşruluğun giderilmesi (delegetimation) süreci" ifadesini kullanmaktadır: Politics of Communication (New York, Oxford University Press, 1973), s. 164.123. "Kuşku yolu... ümitsizlik yolu... şüphecilik", diye yazar, Pheneomo- logie des Geistes'in önsözünde; amaç doğal bilgi üzerindeki spekülatif itkinin tesirini betimlemektedir.
86
Kendisini meşrulaştırmamış bir bilim gerçek bir bilim değildir. Eğer bir söylem meşrulaştırmakla yükümlü sayılıyorsa, bilim öncesi bir bilgi biçimine ait gözükmekte, "avami" anlatılar gibi, bir ideoloji ya da güç aracı derecesine yani en aşağı
dereceye yerleştirilmektedir. Eğer söylemin ampirik olarak kınadığı bilim oyununun kuralları, bilimin kendisine uygulanıyorsa, bu daima olacaktır.
Şu spekülatif önermeyi örnek olarak alalım: "Bir bilimsel önerme eğer sadece evrensel bir üretim sürecinde yerini alabiliyorsa bilgidir". Sorun şu: Bu önerme kendisinin tanımladığı biçimiyle bir bilgi midir? Eğer sadece evrensel bir üretim sürecinde yerini alabiliyorsa, ki alabiliyor, bu durumda yapacağı tek şey, böyle bir sürecin varolduğunu (ruhun hayatı) ve kendisinin bu sürecin bir ifadesi olduğunu varsaymaktır. Bu varsayım gerçekte spekülatif dil oyunundan ayrılamaz; onsuz, meşrulaştırmanın dili, meşru olmayacaktır. Bilimi, eğer idealizmin kelimesini kullanacak olursak, bir pike içerisinde anlamsızlığa götürecektir.
Ancak bu varsayım bizi postmodern kültür istikametine götüren bütünüyle farklı bir anlamda anlaşılabilir. Daha önceden uyarladığımız perspektifi koruyarak bu varsayımın, spekülatif bir oyun oynamak için uyulması gereken kurallar kümesini tanımladığını söyleyebilirdik.124 Böylesi bir karşılık ilkin bizim "pozitif" genel bilgi kipini bilimlerin temsil ettiğini, sonra da, bu dili her zaman açık kılması gereken belirli biçimsel ve koyutsal (axiomatic) varsayımları imâ etmek üzere anladığımızı kabul ettiğimizi göstermektedir. Bu da farklı bir terminolojiyle olmakla birlikte bütünüyle Nietzsche'nin yaptığıdır —"Avrupa nihilizminin" kendisine karşı çevrilen
124. Bu değerlendirmeye engel olmak korkusuyla, bu kurallar grubunun açıklanmasını ilgili sonraki bir çalışmaya kadar ertelemiştim. (Bkz. "Analyzing Speculative Discourse as Language-Game", The Oxford Literary Review 4. no. 3 (1981): 59-67.
87
bilimin hakikat gereksemesinden sonuçlandığını gösterdiği zaman.125
Burada hiç değilse bu bakımdan dil oyunları düşüncesinden fazla uzak olmayan bir bakış açısı ortaya çıkmaktadır. Burada sözkonusu olan, meşrulaştırımın kendisi tarafından harekete geçirilen, meşrulaştırmanın giderilmesi talebidir. Ondokuzuncu yüzyıldan beri göstergeleri biriken bilimsel bilginin "krizi", bilimlerin verimli kılınması şansından doğmuş olmayıp, teknolojinin ilerlemesi ve kapitalizmin yayılmasının bir sonucu niteliğini taşımaktadır. Dahası, bilgi meşruluğu ilkesinin içsel bir çöküşünü temsil etmektedir. Spekülatif oyunun içerisindeki çalışmada bir erozyon vardır. Her bilimin kendi yerini bulduğu ansiklopedik ağ dalgasını kaybederek, bunları tedrici olarak serbest bırakmaktadır.
Çeşitli bilim dalları arasındaki klasik ayırdedici çizgiler böylece sorgulanmaktadır; disiplinler ortadan kalkmakta, bilimler arasındaki sınırlarda karışmalar oluşmakta ve bu gelişmelerden yeni bölgeler doğmaktadır. Öğrenmenin spekülatif hiyerarşisi bir içkin ve eskiden olduğu gibi araştırma alanlarının yavan şebekesini, sürekli bir değişim içerisinde olan mütekabil sınırları ortaya çıkarmaktadır. Eski "fakülteler" her türden kuruluş ve kurumlara dönüşmekte ve üniversiteler spekülatif meşrulaştırma işlevini kaybetmekte, spekülatif anlatı tarafından nefesi kısılan araştırmanın sorumluluğundan kurtulduklarında, kendilerini yerleşik bilgi olarak değerlendirilen şeylerin aktarımıyla sınırlandırmakta, didaktik aracılığıyla araştırmacıların üretiminden çok öğretmenlerin tekrar yetişti-
125. Nietzsche, "Der Europäische Nihilismus" (MS.N VII 3); "der Nihilism, ein normaler zustand" (MS. N W II 3); "Kritik der Nihilism" (MS. W VII 3); "zum plane" (MS. N V II I) in NietzschesWerke Kritsche Gesamtausgabe, vol. 7, pts. 1 ve 2 (1887-89) (Berlin, De Gruyter, 1970). Bu metinler bir yorumlamanın nesnesi olmuşlardır; bkz. K. Ryjik, Nietzsche, le manuscrit de Lenzer Heide (çoğaltma, Üniversite de Paris VIII-Vincennes).
88
rilmesini garanti etmektedirler. Bu Nietzsche'nin içinde bulunduğu ve lanetlediği bir durumdur.126
Diğer meşrulaştırma sürecine içkin olan çöküşün gizilgücü, Aufklärung'dan (Aydınlanma) kaynaklanan özgürleşim aygıtı spekülatif söylem içerisindeki bir çalışmadan daha az yoğun değildir, ama farklı bir boyuta dokunmaktadır. Ayırdedici özelliği, bilim ve hakikatin meşrulaştırılmasını, ahlaki, toplumsal ve politik praksisde içerilen muhatapların özerkliğinde temellendirmesidir. Gördüğümüz gibi, bu meşrulaştırma biçimiyle ilgili dolaysız sorunlar vardır: pratik değerli buyurucu bir önerme ile bilişsel değerli düzanlamsal bir önerme arasındaki fark bir liyakat, dolayısıyla ehliyet farkıdır. Eğer gerçek bir durumu betimleyen önerme doğruysa, onun üzerinde temellenmiş bir buyurucu önermenin (gerçekliği zorunlu olarak düzenlemenin bir etkisi) uygun olmasını gerektirecek bir şey yoktur. Örnek olarak kapalı bir kapıyı alınız. "Kapı kapalıdır" ve "kapıyı aç" arasında, tasarımsal mantıkta tanımlandığı gibi bir ardıllık ilişkisi yoktur. İki önerme farklı türden liyakat ve ehliyet alanını tanımlayan iki özerk kurallar kümesine aittir. Burada aklı bir taraftan bilişsel ya da teorik, diğer taraftan pratik akıl olarak bölmenin etkisi bilim söyleminin meşruluğuna saldırıda bulunmaktadır. Doğrudan değil ancak dolaylı olarak, dil oyununun kendi kurallarıyla (Kant'ta bilginin a priori koşullarını veren bir ilk bakış) var-olduğu ve praxis oyununu denetleyecek özel bir çağrıda bulunmadığını (bu sebepten estetik oyunu için de) göstererek. Böylece bilim oyunu diğerleriyle bir dengeye sokulmaktadır.
Eğer bu "meşruluk giderimi" en küçük zerresinde araştırılır ve alanı (Wittgenstein, Martin Buber ve Emmanuel Levinas-
126. "On the future of our educational institutions", in Complete Works (not 35), vol. 3.
89
'ın kendi yollarında yaptığı gibi127) genişletilirse postmodernli- ğin varolan önemli bir görünümü için yol açılmış olur: bilim kendi oyununu oynar, diğer dil oyunlarını meşrulaştırmaya muktedir değildir. Örneğin buyurma oyunu onu kaçırır. Her- şeyin ötesinde, spekülasyonun varsaydığı gibi, kendisini meşrulaştırmaya muktedir değildir.
Toplumsal özne dil oyunlarının bu yayılmasında kendisini çözüyor gözükmektedir. Toplumsal bağ dilbilimseldir, ancak basit bir iplikle dokunmamıştır. En azından farklı kurallara itaat eden iki (gerçeklikte sonsuz sayıdaki) dil oyununun bö- lümlenmesiyle biçimlenen bir kumaştır. Wittgenstein şöyle der: "Bizim dilimiz eski bir şehir olarak görülebilir: küçük sokak ve meydanların, eski ve yeni evlerin ve çeşitli zamanlarda muhtelif ilavelerle inşa edilen evlerin bir labirenti. Bu labirent birbiçimli evler ve doğru ve düzenli caddelere sahip yeni bir kasabalar çokluğuyla kuşatılmış durumdadır".128 Bir bütünlük ilkesinin -ya da bir bilgi metasöyleminin otoritesi altındaki bileşimin- uygulanamaz olması dolayısıyla, dil "şehrini" eski döngüsel kıyas paradoksuna, "bir şehir, şehir olmaya başlamadan önce kaç tane ev veya sokak almaktadır?" sorusunu sorarak bağlı kılmaktadır.129
Eski şehre varoşlar katarak, eski dil oyunlarına yeni dil oyunları eklenmektedir: "kimya sembolizmi ve sonsuz küçüklükler terkibi".130 Otuzbeş yıl sonra listeye, makina dilleri, oyun teorisi matrisleri, müziksel terkibin yeni sistemleri, mantığın düzanlamsal olmayan formlarının terkib sistemleri (modal mantık, deontik mantık, temporal mantık), genetik
127. Martin Buber, lch und Du (Berlin, Schocken Verlag, 1922) ve Dialo- gisches Leben (Zürich, Müller, 1947); Emmanuel Lèvinas, Totalité et Infinité (La Haye, Nijhoff, 1961).128. Philosophical investigations, s. 8.129. Ibid.130. Ibid.
90
kodların dili ve fonolojik yapıların grafiklerini de ekleyebiliriz.
Bu tomurcuklanmanın kötümser bir izlenimini de verebiliriz: Bu dillerin hepsini konuşan bir kimse yoktur, evrensel bir metadile sahip değillerdir; sistem-özne tasarımı bir başarısızlıktır; özgürleşme hedefinin bilimle alıp vereceği hiç bir şey yoktur; hepimiz öğrenimin bu veya şu disiplinindeki pozitivizme batmış durumdayız; gerçek alimler bilim adamlarına dönüşmüşlerdir; araştırmanın küçültülen görevleri birbirlerinden ayrılmışlardır ve bunların hepsine birden hükmedile- mez.131 Spekülatif ya da hümanistik felsefe, bu türden işlevlerini yerine getirmekte ısrar ettiği her yerde felsefenin neden böylesi bir bunalımla karşılaştığını açıklayan meşrulaştırım görevlerinden ayrılmaya zorlanmış132 ve mantık sistemleri incelemesi ya da düşünceler tarihi gibi felsefenin bunlara teslim olmasını gerektirecek kadar gerçekçi olduğu özelliklere indirgenmiştir.133
131. Örnek olarak bkz. "La taylorisation de le recherce", in (Auoto) critique de la science ss. 291-3. Özellikle D.J. de Solla Price, Little Science, Big Science (New York, Columbia University Press, 1963). Düşük verimli çalışmalar, yüksek verimli çalışmaların karesi kadar bir büyümeye sahiptir, böylece yüksek verimli araştırmalar gerçek olarak sadece her yirmi yılda bir çoğalmaktadır. Price toplumsal bir birim olarak düşünülen bilimin "demokratik olmadığı" ve "kendine güvenen bilim adamının", "en küçük birimin yüzlerce yıl ilerisinde olduğu" sonucuna varır (s. 56-69).132. Bkz.J.T. Desanti, "Sur le rapport traditionnel des sciences et de la philosophie", in La Philosophie silencieuse, ou critique des philosophies de la science (Paris, Seuil, 1975).133. Bu bakımdan beşeri bilimlerden birisi olarak akademik felsefenin yeniden sınıflandırılması, mesleki ilgilerden uzakta bir anlam taşımaktadır. Meşrulaştırma olarak felsefenin ortadan kalkmaya yüz tuttuğunu sanmıyorum ancak bu görevi ifa edememesi söz konusudur, hiç olmazsa üniversiteyle kurduğu bağları gözden geçirmeksizin ilerletmesi mümkün değildir. Bu konu üzerinde bkz. Projet d'un institut polytechnique de la philosophie (çoğaltma, Department de philosophié, Uniiversite de Paris VIII, Vincennes, 1979).
Yüzyılın dönümünde Viyana bu kötümserlikten beslenmişti, sadece Musil, Kraus, Hofmannsthal, Loos, Schönberg ve Broch gibi sanatçılar değil, aynı zamanda Mach ve Wittgenstein gibi filozoflor da dahil olmak üzere.134 Olabildiği kadarıyla meşruluk giderimindeki teorik ve sanatsal sorumluluğun bilincini taşımışlardı. Bugün artık ağlama sürecinin tamamlandığını söyleyebiliriz. Tekrar başlamaya da ihtiyaç yoktur. Wittgenstein'in gücü, Viyana Çevresi135 tarafından geliştirilmekte olan pozitivizmi seçmemesinden kaynaklanıyordu; ancak bu güç bir meşrulaştırma türü olarak dil oyunlarını incelemesinde özetlenilmişti ve işlersellik üzerine de temellendirilmiş değildi. Bu da postmodern dünyanın ne olduğudur. Bir çok insan kayıp anlatı için nostaljilerini yitirmiştir. Bir biçimde barbarlığa indirgendikleri söylenemez. Onları koruyan, meşrulaştırmanın yalnızca bunların dilbilimsel pratik ve iletişimsel etkileşimden kaynaklanabileceği bilgileridir. Diğer her inançta "kendi sakalına gülümseyen" bilim, bunlara gerçekliğin keskin sertliğini öğretmiştir.136
134. Bkz. Allan Janik and Stephan Toulmin, Wittenstein's Vienna (New York, Simon and Schuster, 1973) ve J. Piel, ed., ''Vienne début d'un siècle", Critique, 339-40 (1975).135. Bkz. Jürgen Habermas, "Dogmatismus, Vernunft unt Entscheidung-Zu Theorie und praxis der Werwis wissenschaftlichen Zivilisation" (1963), in Theorie und Praxis.136. "Bilim kendi sakalına gülümsüyor" Musil'in Niteliksiz Adam romanının 72. bölümünün başlığıdır. Zikreden ve tartışan, J. Bouveresse, "La Problémetique du sujet" (not 54).
11. ARAŞTIRMAVE İŞLERSELLİK MEŞRULAŞTIRMASI
Şimdi araştırma pratiğini incelemekle başlayıp, bilim konusuna dönelim. Bilim kendi esas mekanizmalarında halihazırda iki önemli değişime uğramaktadır: tartışma yöntemlerinde bir çoğalma ve kanıtlama sürecinde artan bir komplekslik düzeyi.
Aristotales, Descartes ve John Stuart Mili diğerleri arasında, düzanlamsal bir ifadenin, alıcısının onayını nasıl alabildiğini yöneten kuralları ortaya koymaya girişmişlerdi.137 Bilimsel araştırma bu yöntemlerle büyük bir birim oluşturmaz. Daha önceden de söylenildiği gibi, bilimsel araştırma klasik akla meydan okuyor gözüken düzanlamsal özellikler metodunu kullanabilir ve kullanmaktadır da. Bachelard bunların bir listesini yapmıştı ve liste zaten eksiktir.138
137. Aristotle, Analytics, Descartes, Regulae ad directioneın ingenii (1941) ve Principles de la philosophie (1644) ve John Stuart Mill, System of Logic (1843).138. Gaston Bachelard, Le Rationalisme appliqué (Paris, PUF, 1949); Mic-
93
Bununla birlikte bu diller tesadüfen işgörmezler. Kullanılışları bizim pragmatik olarak adlandırdığımız bir şarta bağlıdır. Her biri kendi kurallarını ve alıcısının bunları kabul etmesi isteğini formüle etmelidir. Bu şartı yerine getirmek için, önerilen dilde kullanılacak sembollerin bir tanımını içeren bir aksiyomatik, tarif edilmektedir. Bu, kabul edilebilmek için (iyi-biçimlenmiş ifade şekilleri) dilde alması gereken açıklama formlarının bir betimi ve kabul edilmiş açıklamalarda (dar anlamda aksiyomlar) işlerlik kazanan işlemlerin bir sıralanmasını içermektedir.139
Ancak bir aksiyomatiğin ne içermesi gerektiğini ya da gerçekte ne içerdiğini nasıl bilebiliriz? Yukarıda sıralanan şartlar biçimsel şartlardır. Verili bir dilin bir aksiyomatiğin biçimsel şartlarını yerine getirip getirmediğini belirleyecek bir metadil olmak zorundadır, bu metadil mantıktır.
Bu noktada kısa bir aydınlatma zorunludur. İşe bir aksiyomatik kurarak başlayıp, sonra kabul edilebilir önermeler olarak tanımlanmış önermeleri üretmek için kullanan birisiyle, olguları koymakla başlayıp, sonra önermelerini oluştururken kullandığı dilin aksiyomatiğini keşfetmeye uğraşan bir bilim adamı arasındaki seçenek mantıksal değil, sadece ampirik bir seçenektir. Kesinlikle araştırmacı ve de felsefeci için büyük bir öneme sahiptir ancak her durumda önermelerin geçerli kılınması sorunu aynı kalmaktadır.140
Şu soru meşrulaştırma sorunuyla çok ilgilidir: mantıkçı hangi ölçütlerle bir aksiyomatik için gerekli özellikleri tanım-
hel Serres, "La Réforme et lessept péchés", L'Arc 42, 1970.139. David Hilbert, Grundlagen der Geometrie (1899) (İngb terc., Foundations of Geometry, La Salle, Open Court, 1971). Nicolas Bourbaki, L'architecture des mathématiques", in Dionnais, éd., Les Grands Courants de la pensée mathématique (Paris, PUF, 1955; Ing. terc. Axiomatics, New York, Free Press of Glencoe, 1962).140. Btz. Blanche, L'Axiomatique.5. bölüm.
94
lamaktadır? Bilimsel diller için bir model var mıdır? Eğer öyleyse, sadece bir tane midir? Formel bir sistemin sentaksı için genel olarak gereken özellikler,141 tutarlılık (sözgelimi olum- suzlamaya ilişkin olarak tutarsız olan bir sistem bir önermeyi ve de karşıtını kabul edecektir), sentaktik tamamlanmışlık (eğer bir aksiyom eklenirse, sistem tutarlılığını kaybedecektir), karar verilebilirlik (verili bir varsayımın bir sisteme ait olup olmadığına karar vermek için etkili bir işlem olmalıdır) ve bir diğerine ilişkin olarak aksiyomların bağımsızlığıdır. Gödel böylelikle sistem içerisinde ne reddedilebilen ne de gösterilebilen bir varsayımın aritmetik sistemdeki varlığını etkili bir biçimde kurmuştu. Bu da aritmetik sistemin tamlık şartını yerine getirmeyi başaramadığını kanıtlar.142
Bu durumu genellemek mümkün olduğundan, bütün formel sistemlerin içsel sınırlamaları bulunduğu kabul edilmelidir.143 Bu mantığa da uygulanabilir. Mantığın yapay (aksiyomatik) bir dili betimlemek üzere kullandığı metadil "doğal" ya da "gündelik" dildir. Bu dil diğer bütün diller kendisine çevrilebileceğinden evrenseldir, ancak olumsuzlamaya ilişkin olarak tutarlı değildir -paradoksların oluşmasına izin vermektedir çünkü.144
Bu da bilginin meşrulaştırılması sorununun yeniden biçim- lendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Düzanlamsal bir önerme-
141. Burada Robert Martin'i izliyorum. Logique contemperaine et formalisation (Paris, PUF, 1964), ss.33-41 ve 122 vd.142. Kurt Gödel, "Über formal unentscheidbare Satze der Principia Mathe- metica und vewandter Systeme", Monatshefte für Mathematik undPhysik 38 (1931).143. Jean Ladrière, Les Limitations internes des formalismes (Louvain, E. Nauwelaerts, 1957).144. Alfred Tarski, Logic, Semantics, Metamathematics (Oxford, Claren- don Press, 1956): J.P. Desclès ët Z. Guentcheva-Descles, "Metalangue, mé- talangage, métalingiustique", Documentsde travail 60-61 (Universita di Ur- bino, Ocak-Subat, 1977).
nin doğruluğu açıklandığında, içerisinde karar verilebilir ve gösterilebilir bir ön-varsayımın varolduğu aksiyomatik sistem, zaten ifade edilmiş olmakta, yani muhataplara bilinir kılınmakta ve onun biçimsel olarak mümkün olduğunca tatmin edici olduğu kabul edilmektedir. Bourbaki grubu matematiğinin geliştiği ruh budur.145 Ancak benzeri gözlemler diğer bilimler için de yapılabilir. Bu bilimler işlevselleşme kuralları gösterilemeyen ancak uzmanlar arasında bir uzlaşımın nesnesi olan bir dile borçludurlar. Bu kurallar, hiç olmazsa bazıları, bir istektir. İstek bir buyurma tarzıdır.
Kabul edilecek bilimsel bir önerme için gerekli tartışma böylelikle, izin verilebilir tartışma araçlarını tanımlayan kuralların "ilk" kabul edilişine bağlanmaktadır. Gerçekte bu ilk kabul, tekrarlanış ilkesi tarafından düzenli olarak yemlenmektedir. Bilimsel bilginin iki kaydadeğer özelliği buradan kaynaklanmaktadır: araçlarının esnekliği yani dillerinin çoğulluğu ve pragmatik bir oyun olarak karakteri -kendinde eşler arasında çizilen bir anlaşmaya bağımlı kılınan "hareketlerin" (yeni önermeler) kabul edilebilirliği. Bir başka sonuç bilgide iki farklı tür "ilerlemenin" olmasıdır: birisi yerleşik kurallar içerisinde yeni bir harekete (yeni bir iddia) karşılık gelmektedir, diğeriyse yeni kuralların keşfine, başka bir deyişle yeni bir oyun değişikliğine.146
Açıkçası, akıl düşüncesindeki büyük bir değişim bu yeni düzenlemeye eşlik etmektedir. Evrensel metadil ilkesinin yeri, düzanlamsal önermelerin hakikatini ortaya koymaya yeterli formel ve aksiyomatik sistemlerin çoğulluğu ilkesi tarafından
145. Les Eléments des mathématiques (Paris, Hermann, 1940). Bu çalışmanın kopuşunun ayırdedici noktaları Öklidyen geometrinin belirli "koyutla- rını" göstermeye yönelik ilk girişimlerde bulunmaktadır. Bkz. Leon Brunschvicg, Les Etapes de la philosophie mathématique (Paris, PUF, 1947).146. Thomas Kuhn, The Structure of Scientific Révolutions (not 94).
96
değiştirilmektedir. Bu sistemler evrensel ancak tutarlı olmayan bir metadil tarafından tasvir edilmektedir. Klasik ve modern bilimde paradoks hatta paralojizm olarak varolan, bu sistemlerin bazılarında, yeni bir inandırma gücü elde edebilir ve böylelikle uzmanlar topluluğunun onayını kazanabilir.147 Burada izlediğim dil oyunu metodu, bu düşünce oluşumunda geçerli bir yer iddiasında bulunabilir.
Araştırmanın diğer temel boyutu, kanıt üretimi, bizi bütünüyle farklı başka bir yöne götürmektedir. Bu da ilkede, yeni bir önerme için onay kazanmak için tasarlanmış tartışma sürecinin bir parçasıdır, sözgelimi hukuksal retorik olayında bir sergilemeyi sunma ya da tanıklık etme gibi.148 Ancak burada özgül bir sorun daha var: Gönderilen ("gerçeklik") bilim adamları arasındaki tartışmada kaydedilen ve ayakta kalmaya çağrılan bir gönderilendir.
Biraz önce kanıt soruşturmasının, delillerin kanıtlamaya ihtiyaç duyması yüzünden sorunsal olduğuna işaret etmiştim. Kanıtın nasıl elde edildiğinin betimlenmesiyle işe başlanabilir, ama bu durumda diğer bilim adamları aynı süreci tekrarlayarak sonucu kontrol edebilirler. Ancak olgu hâlâ kanıtlanmış olmak için gözlenilmek zorundadır. Bilimsel bir gözlemi ne oluşturmaktadır? Kulak, göz ya da bir duyu organı tarafından kaydedilen bir olgu mu? Oysa duyumlar aldatıcıdır, bunların derecesi ve ayırdetme güçleri sınırlıdır.149
Burada teknoloji devreye girmektedir. Teknolojik araçlar insan organları için sentetik yardımcılar ya da işlevleri veri
147. Mantıksal-Matematiksel paradoksların bir sınıflandırılışı şurada bulunabilir; F.P. Ramsey The Foundations of Mathematics and Other Logical Essays (New York ,Harcourt and Brace, 1931).148. Bkz. Aristotle, Rhetoric, 2.1393a vd.149. Sorun bir tanıklık ve de tarihsel kaynak sorunudur. Olgu söylentiden mi bilinmektedir yoksa de visu (görme) kanalıyla mı? Ayrım, Herodotus tarafından yapılmıştır. Bkz. F. Hartog, "Herodote rapsode et arpenteur". He- rodote 9 (1977): 55. 65.
97
elde etmek ve zemin oluşturmak olan fizyolojik sistemler olarak ortaya çıkmıştır150. En uygun işlerlik ilkesini izlemektedirler; çıktıyı en çoğa çıkartmak (kazanılan enformasyon ve düzenlemeler) ve girdiyi en aza indirmek (süreçte harcanılan enerji)151. Teknoloji doğru, adil, güzel vb.'ne değil yeterliğe ilişkin bir oyundur. Teknik bir "hareket" daha iyisini yaptığında ve/veya bir başkasından daha az enerji harcandığında "iyidir".
Teknik ehliyetin bu tanımı geç bir gelişmedir. Uzun bir zaman önce yenilikler tesadüfen gelmekteydi, araştırma şansının ürünleri ya da araştırma, bilgiden çok zenaatlarla (technai) ilgili olurdu. Klasik dönemdeki Grekler, sözgelimi, bilgi ve teknoloji arasında yakın bir ilişki kurmamışlardı.152 Onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda, "perspektörlerin" çalışmaları hâlâ bir merak ve sanatsal yenilik153 konusuydu ve bu durum onsekizinci yüzyılın sonuna kadar sürdü.154 Bugün bile, teknik yeniliğin bazı zamanlar bricolage'a (küçük alet yapım meşguliyetleri) ait "yaban" etkinlikleri, hâlâ bilimsel tartışmanın buyruklarının dışında devam etmektedir.
Bununla birlikte, bilimsel bilginin pragmatiği geleneksel bilginin ya da ilham üzerine temellenmiş bilginin yerini aldıkça kanıta duyulan ihtiyaç çoğalarak güçlenmektedir. Metod Üzerine Risale'nin sonunda Descartes zaten laboratuar serma-
150. A. Gehlen, "Die Technik in der Sichtweise der Anthropologie", Antropologische Forschung (Hamburg, Rowohlt, 1961).151. Andre Leroi-Gourhan, Milieu et Techniques (Paris, Albin-Michel, 1945) Le GEste et la parole, I, Technique et langage (Paris, Albin-Michel,1964).152. Jean Pierre Vernant, Mythe et pensée chez les Grecs (Paris, Maspero,1965) özellikle bölüm 4. "Le Travail et le pensée technique".153. Jurgis Baltrusaitis, Anamorphoses, ou magie artificielle des effects merveilleux (Paris, O. Perrin, 1969).154. Lewis Mumford, Technics and Civilization (New York, Harcourt and Brace, 1963); Bertrand Gille, Historie des Techniques (Paris, Galimard; Ple- iade, 1978).
98
yesi peşindeydi. Burada yeni bir sorun gözükmektedir: Kanıt üretme amacıyla insan bedeninin işlerliğini optimal kılan araçlar ilave harcamalar gerektirmektedir.155 Para yoksa, kanıt da yoktur; önermeleri doğrulayacak araçlar ve hakikat de. Bilimsel dil oyunları zenginin oyunları olmuştur. Kim ki en zengindir, haklı olmanın en iyi şansına sahiptir. Böylelikle zenginlik, yeterlilik ve hakikat arasındaki denklem kurulmaktadır.
Onsekizinci yüzyılın sonunda ilk endüstriyel devrimle birlikte gerçekleşen, bu denklemin karşılığının keşfedilmesidir: zenginlik olmaksızın teknoloji yoktur, ancak teknoloji olmadan da zenginlik varolamaz. Yatırım için teknik bir aygıt gerekmektedir fakat uygulanacağı görevin yeterliliğini optimal kıldığından, bu aygıt geliştirilmiş işlerlikten türeyen artı-değeri de optimalleştirmektedir. Artı-değer için ihtiyaç duyulan tek şey gerçekleştirilmesidir; yani yerine getirilen görevin ürününün satılması. Sistem şöyle konulabilir: satışın bir parçası, daha ileri derecede işlerlik geliştirilişine ayrılan araştırma fonu içerisine geri çevrilmektedir. Bu noktada, bilim bir üretim gücü, bir başka deyişle sermayenin dolaşımında bir uğrak olmaktadır.
Teknolojiye başlangıç olarak yüklenilen işlerlik geliştirme buyruğu ve ürün gerçekleştirilişi bilgiden çok zenginliğe yönelik bir tutkudur. Teknoloji ve kâr arasındaki "organik" bağ, bilimle birleşmesiyle daha da ilerlemiştir. Teknoloji yalnızca genelleştirilmiş bir işlersellik ruhunun dolayımıyla çağdaş bilgi için önemli olmaktadır. Bugün bile bilgideki ilerleme bütünüyle teknolojik yatırıma bağlanmamıştır.156
155. Bunun çarpıcı bir örneği, amatör radyoların izafiyet teorisinin belirli göstergelerini doğrulamak üzere kullanılışıdır; konu M.J. Mulkay and D.O. Edge tarafından çalıştırılmıştır: "Cognitive, Technical and Social Factors in the Growth of Radio-Astronomy", Social Science Information 12, no. 6 (1973): 25-61.156. Mulkay, bilimsel bilgi ve teknolojinin göreli bağımsızlığının esnek
99
Kapitalizm bilimsel araştırma sorununu kendi özel yolunda çözmektedir. İlkin ve öncelikle araştırmayı "teknolojik" uygulamaya yönelten işlersellik ve ticarileştirme talepleriyle özel şirketlerdeki araştırma bölümlerini finanse ederek doğrudan; dolaylı olarak da program harcamalarını, çalışmanın sonuçları üzerinde dolaysız bir dönüş beklentisi olmaksızın üniversite bölümlerine, araştırma laboratuarlarına ve bağımsız araştırma gruplarına, tahsis ederek, özel, devlet ve karma- sektör araştırma kurumları yaratarak.157 Bunun yapılmasının arkasındaki teori, araştırmanın hayati ve böylelikle yüksek derecede kâr getirebilir bir yeniliği güçlendirme ihtimalini çoğaltmak için belirli bir zaman diliminin kaybı pahasına finanse edilmesinin gerektiğidir.158 Millî-devletler özellikle
bir modelini sunmaktadır: "The Model of Branching", The Sociological Review 33 (1976): 509-26. Ulusal Bilimler Akademisi Kamu Komitesi Başkanı H.Brooks, 1960'larda araştırma ve geliştirmedeki yatırım yöntemini eleştirerek şunları söylemektedir: "Ay yarışının etkilerinden birisi de teknolojik yeniliklerin fiyatını bütünüyle çok pahalı olduğu noktaya kadar artırmak olmuştur... Araştırma tam anlamıyla uzun dönemli bir etkinliktir. Hızlı çoğalma ya da azalma gizlenmiş masraflara işaret etmekte ve büyük oranda bir yetersizliği ifade etmektedir. Entellektüel üretim belli bir aşamanın ötesine geçemez". (Le-Etats-unis ontils une politique de la science?" La Recherche 15 (1971): 611. Mart 1972'de Beyaz Saray'ın bilim danışmanı E. E. David, Jr. bir Milli İhtiyaçlar Uygulamalı Araştırma programı önererek, aynı sonuçlara varmaktadır: Gelişme için daha sınırlayıcı taktikler, araştırma için geniş ve esnek bir strateji (La Recherche 21 (1972) 211).157. Bu, 1937'de Princeton'daki Kitle İletişimi Araştırma Merkezi olacak projeye katılma nedenlerinden birisidir. Bu durum biraz gerilim yaratmıştır, çünkü radyo endüstrileri projeye katılmayı reddetmişlerdi. Bir kısım insan Lazarsfeld'in bir çok şeyi başlattığını ancak hiç bir şeyi bitirmediğini söylemektedir. Lazarsfeld'in kendisi Morrison'a "genellikle olayları biraraya getirdiğini ve bunların çalışmasını timid ettiğini" söylemişti. Zik, D. Morrison, "The Beginning of Modern Mass Communication Research”, Archives europennes de sociologie 19, no. 2 (1978): 437-59.158. ABD'de araştırma ve geliştirmeye federal hükümet tarafından ayrılan fonlar 1956'da özel sermayeden gelen fonlara eşitti, o zamandan beri de
100
Keynesyen dönemlerinde aynı kuralı izlerler: uygulamalı araştırma bir taraftan, temel araştırma diğer taraftan yürütülür. Bunlar aracıların düzenlenmesi yoluyla kuruluşlarla işbirliği yaparlar. İş yönetiminin varolan ortak normları uygulamalı bilim laboratuarlarına yayılmaktadır: hiyerarşi, merkezileştirilmiş karar süreçleri, takım çalışması, bireysel ve kollektif çabaların birleştirilmesi, satılabilir porgramların gelişmesi, pazar araştırması vb.159 "Temel" araştırmaya yönelik merkezler bu olaydan daha az etkilenmekte, ancak daha az mali kaynak almaktadırlar.
Kanıt üretimi, bilimsel iletilerin alıcılarındandan onay kazanmaya tasarlanmış tartışma sürecinin ilke olarak sadece bir parçasıdır, ve böylece amacın artık hakikat değil işlersellik yani girdi/çıktı denklemindeki en iyi imkanı elde etmek olduğu başka bir dil oyununun denetimi altına girmektedir. Devlet ve/veya şirket bu yeni amacı haklılaştırmak için, meşrulaştırmanın idealist ve hümanist anlatılarını ortadan kaldırmalıdır. Bugünün finansal araştırma destekleyicilerinin söylemindeki tek geçerli amaç güçtür. Bilim adamları, teknisyenler ve araçlar hakikati bulmaya değil, gücü artırmaya zorlanmak- tadırlar.
Sorun güç söyleminin nelerden oluştuğu ve bir meşrulaştırma kurup kuramayacağıdır. İlk bakışta, güç ve hak, güç ve bilgelik bir başka deyişle, güçlü, adil ve doğru olan arasındaki geleneksel ayrım tarafından güç söylemi bunu yapmaktan alıkonulmaktadır. Geçerli olanın doğru/yanlış ayrımı olduğu dü-
daha da yükselmektedir (OCDE, 1956).159. Robert Nisbet, (Degradation (not 1114), 5. bölüm) "İleri kapitalizmin" bağımsız araştırma bölümleri biçiminde üniversiteye nüfuz etmesinin daha kısa bir tasvirini sunmaktadır. Bu tür merkezlerdeki toplumsal ilişkiler akademik geleneği rahatsız etmektedir. Bkz. (Auto) Critique de la science (not 26), "Le prolétariat scientific", "Les chercheur", "La Crise des mandarins" bölümleri.
1 0 1
zanlamsal oyunu, adil olan / olmayanın nüfuz ettiği buyurucu oyun ve yeterli/yetersiz ayrımının ölçüt olduğu teknik oyundan ayırdığımda, buna daha önceki dil oyunları teorisi çerçevesinde karşılaştırılamazlık olarak göndermede bulunmuştum. "Zor" (force) ayırdedici şekilde son oyuna, teknoloji oyununa ait gözükmektedir. Zorun terör aracılığıyla işlediği durumları dışarda bırakıyorum, çünkü dil oyunları alanının dışında kalmaktadır ve böyle bir zorun yeterliliği muhalif oyuncuyu onun yaptığından daha iyi bir "hareket" gerçekleştirmeksizin ortadan kaldırılmaya dayalıdır. Yeterlilik, yani arzulanan sonucu elde etmek "bunu söyle ya da yap, yoksa hiç bir zaman tekrar konuşmayacaksın" buyruğundan türetildiğinde, biz tekrar terör alanına girmekteyiz, burada toplumsal bağ artık tahrip olmuştur.
Ancak işlersellik kanıt üretmeye muktedir olmayı artırdığında, haklı olmaya muktedir oluşu da artırması olgusu yine devam eder. Bilimsel bilgiye geniş bir ölçek üzerinde katılan teknik ölçüt, hakikat ölçütünü etkilemeyi başaramaz. Aynı şey adalet ve işlersellik arasındaki ilişki hakkında da söylenmektedir: adil olduğu telaffuz edilen bir düzenin, akabinde buyurucunun işlerlik kapasitesini artıracak, tamamlanmış olma şanslarını çoğaltacağı olasılığı. Bu olasılık Luhmann'ı posten- düstriyel toplumlarda yasaların normatifliğinin yerinin, işlemlerin işlerselliği tarafından değiştirildiğini varsaymaya yöneltmiştir.160 "Bağlam denetimi" başka bir deyişle bu işlerlik gelişimi, bir tür meşrulaştırmadan geçebilen bağlamı ("tabiat" ya da insanlar olabilir) kuran eş veya eşler pahasına kazanılmıştır.161 Bu, fiilî meşrulaştırmadır.
160. Niklas Luhmann, Legitimation durch Verfahren (Neuweid, Luchter- hand, 1969).161. Luhmann yorumunda Mueller şöyle yazmaktadır: "İleri endüstriyel toplumda, yasal-ussal meşrulaştırma,yurttaşların inançlarına ya da ahlaka kendilisinden herhangi bir anlam atfetmeven teknokratik meşrulaştırma ta-
Bu işlem şu çerçevede işgörmektedir: "Gerçeklik" bilimsel tartışmada kanıt olarak kullanılan verileri ve sonuçlarıyla, bir hukuki, ahlaki ve siyasal tabiatın öncüllerini ve buyruklarını hazırlayan bir şey olduğundan, bu oyunların hepsine, "gerçekliğe" hükmederek, hükmedebilir. Bu da tam teknolojinin yaptığıdır. Teknolojiyi pekiştirerek, gerçeklik de "pekiştirilir" ve eş şekilde çoğalan adil ve doğru olma şansı da. Karşılık olarak, eğer bilimsel bilgiye ve karar verme otoritesine sahip olunursa, teknoloji her şeyiyle çok etkili bir biçimde pekiştiril- mektedir.
Bu da güçle meşrulaştırmanın nasıl biçimlendiğidir. Güç sadece iyi işlersellik değil, etkili doğrulama ve iyi hüküm verme demektir. Güç, bilim ve hukuku yeterlilik temelinde, bu yeterliliği de bilim ve hukuk temelinde meşrulaştırmaktadır. Kendisini de işlerliğin en yükseğe çıkartılması etrafında örgütlenmiş bir sistemle aynı biçimde meşrulaştırıcıdır.162 Şimdi bu tür bağlam denetiminin genellleştirilmiş bir toplumsal bilgisayarlaştırma sayesinde yapılabilebileceği açıktır. Düzanlamsal ya da buyurucu bir ifadenin işlerselliği, oransal olarak gönderileni hakkında herhangi birinin sahip olduğu enformasyon oranıyla artmaktadır. Böylece şimdi gücün büyümesi ve kendisini meşrulaştırması, veri birikimi ve elde edilebilirliğiyle, enformasyonun işgörürlüğü yolunu tutmaktadır.
Bilim ve teknoloji arasındaki ilişki tersine çevrilmiştir. Burada tartışmanın karmaşıklığı önemli olmaktadır. Özellikle kanıt elde etme araçlarında daha büyük sofistikasyonu zorunlu
rafından kaplanmaktadır". (Politics of Communication not 122, s. 135). Habermas'da (Teori ve Pratik, not 39) teknokratik sorunsal üzerine Alman materyalin bir bibliografyası vardır.162. Gilles Faucannier hakikatin denetiminin dilbilimsel bir analizini vermektedir: "Comment cotroler la vérité? Remarques illustrées par par des assertions dangereuses et pernicieuses en rout genre". Actes de la recherche en sciences sociales 25 (1979): 1-22.
103
kıldığı ve akabinde işlerselliğe katkıda bulunduğunda. Araştırma fonları güç büyümesinin mantığıyla uyum içerisinde Devlet, işletmeler ve millî şirketler tarafından sağlanmaktadır. Sistemin işlerliğinin dolaylı olarak bile optimal kılınmasına katkıda bulunduklarını iddia etmeye muktedir olmayan araştırma sektörleri, sermayenin akışı tarafından ortadan kaldırılmış ve yaşlılığa terkedilmiştir. İşlerlik ölçütü belirli araştırma merkezlerini desteklemeyi reddetmelerini haklılaştıran otoriteler tarafından açıkça yardıma çağrılmaktadır.163
163. Böylece 1970'lerde İngiliz Üniversitesi Bağış Komitesi, "konuların yoğunlaştırılması, özelleştirilmesi, üretkenliği ve fiyat sınırlarıyla inşa denetiminde daha olumlu bir rol oynamaya ikna edilmiştir". (The Politics of Education: Edward Boyle and Anthony Crosland in Conservation with Maurice Kogan, Penguin, 1971, s.196). Bu tavır Brooks'ın yukarıdan alıntılanan açıklamalarıyla çelişiyor gözükebilir (not 156) ancak 1) Edvvards'ın başka bir yerde söylediği gibi "strateji" liberal, "taktikler” otoriteryan olabilir. 2) Kamusal otoriteler arasındaki sorumluluk sık sık en daraltılmış anlamında alınmaktadır, yani bir projenin biriktirilebilir işlerliğini cevaplandırma kapasitesi olarak. 3) Kamu otoriteleri, işlem ölçütleri dolaysız olarak bağlayıcı olan özel gruplardan daima bağımsız değildir. Eğer yeniliğin araştırmadaki şansları biriktirilemiyorsa, o zaman kamusal çıkar bütün araştırma sürecinde yardımda bulunuyor gözükmektedir. Belirli bir dönemden sonra yeterlilik öngörüsü şartlarından başka şartlar altında tabii.
104
12. EĞİTİM VEİŞLERSELLİKLE MEŞRULAŞTIRILMASI
Bilginin diğer yüzünün -aktarılmasının veya eğitiminin- işlersellik ölçütünün önceliği tarafından nasıl etkilendiğini betimlemek kolay olacaktır.
Yerleşik bir bilgi birikimi olduğu düşüncesini kabul edersek, bilginin aktarımı sorunu pragmatik bir bakış açısından bir sorular dizisine bölünebilir: Öğrenmeyi kimaktarmaktadır? Ne aktarılmaktadır, kime aktarılmaktadır? Hangi araçla? Hangi biçimde? Hangi etkiyle?164 Bir üniversitenin politikası bu sorulara verilen tutarlı bir cevaplar kümesi tarafından biçimlenmektedir.
Eğer varsayılan bir toplumsal sistemin işlerliği geçerlilik
164. 1939-40 yıllarında Princeton Radyo Araştırma Merkezi'nde Lazarsfeld tarafından yürütülen seminerler sırasında, Laswell iletişim sürecini şu formülde tanımlamıştır: "Kim, kime hangi etkiyle, hangi kanalda ne söyledi?" Bkz. D. Morrison, "Beginning".
105
ölçütü olarak alınırsa (yani sistem teorisinin perspektifi uygulandığında), yüksek eğitim toplumsal sistemin bir alt sistemi olmakta ve aynı işlersellik ölçütü bu sorunlardan her birine uygulanmaktadır.
Arzulanan amaç yüksek eğitimin, toplumsal sistemin en iyi işlerselliğine optimal katkısı olmaktadır. Uygun şekilde, sistemden ayrılamaz olan becerileri de yaratmak zorunda kalacaktır. Bunlar iki türlüdür. İlk türden olanlar çok özgül bir biçimde dünya rekabetiyle ilgilenmek üzere tasarlanmışlardır, millî devletler veya büyük eğitim kuruluşlarının dünya pazarında satabileceği "özelliklere” göre değişirler. Eğer genel hipotezimiz doğruysa, bu çalışmanın başlangıcında zikredilen ve eylemin gelecek yıllarda ortaya çıkacağı önde gelen sektörlerde yüksek ve orta derecedeki işletme yöneticileri ve uzmanlara olan talepte bir büyüme olacaktır. "Telematikteki" yetiştirmeye uygulanabilirlik niteliği taşıyan her disiplin muhtemelen eğitimde bir öncelik kazanacaktır (bilgisayar bilimcileri, sibernetikçiler, dilbilimciler, matematikçiler, mantıkçılar...) Nitekim öyle olmaktadır: Tıp ve biyolojide örneklendiği üzere, bu uzmanların sayısındaki bir artış, diğer öğrenme sektörlerindeki araştırmaları da hızlandırmalarıdır.
İkincisi, hâlâ aynı genel hipotez içerisinde yüksek öğrenim, toplumun içsel akışını beslemede merkezileşen ve toplumun ihtiyaçlarını karşılayıcı becerilerle toplumsal sistemi desteklemeye devam etmek zorunda kalacaktır. Önceleri, sıklıkla özgürleşim anlatısı tarafından meşrulaştırılan genel bir hayat modelinin biçimlenmesi ve yayılmasını bu görevi icap ettirmekteydi. Meşruluğun giderilmesi bağlamında üniversiteler ve yüksek öğrenim kuruluşları beceriler yaratmaya çağrılmaktadır artık, fikirler değil. Belli bir disiplinde bir çok doktor, bir çok öğretmen ve bir çok mühendis ve idareciler vb. Bilginin aktarımı artık bir milleti özgürleşime götürecek kılavuzluğa muktedir bir elit grubu yetiştirmeye göre tasarlanmamaktadır.
106
Tasarlandığı şey, sistemi, kurumları tarafından gereksinen pragmatik konumlardaki rollerini kabul edilebilir bir şekilde yerine getirmeye muktedir oyuncularla desteklemektir.165
Yüksek öğrenimin amaçları işlevselse, alıcısı ne olmaktadır? Öğrenci zaten değişmiştir ve kesinlikle daha çok değişecektir: "Özgürleşim çerçevesinde anlaşılan en büyük toplumsal ilerleme göreviyle az ya da çok ilgili '‘liberal elit"den gelmemektedir artık.166 Bu anlamda "demokratik" üniversite (giriş gereklilikleri olmayan, öğrenci başına ücret toplandığında bile topluma ve öğrenciye aza malolan ve yüksek kayıt oranı bulunan)167 Özgürleşimci hümanist ilkeler etrafında modelleşti- rilmesine rağmen, bugün işlerlik yolunda çok az şey sunmaktadır.168 Gerçekte yüksek eğitim, yeni kullanıcılarından kay-
165. Bu Parsons'ın "araçsal aktivizm" olarak tanımladığı ve "bilişsel ussallıkla" karıştırma noktasında kutsadığı şeydir: "bilişsel ussallığın yönlenimi, araçsal aktivizmin ortak kültüründe gizli olmakla birlikte, entellektüeller ve eğitilmiş sınıflar arasında yüksek derecede algılanıp ve az ya da çok sarih olarak bunların mesleki araştırmalarında çok açık bir şekilde uygulanmaktadır". (Talcott Parsons, Gerald K. Platt, "Considérations on the American Academic Systems", Minerva 6 (Yaz, 1968): 507; zik, Alain Touraine, Université et société (not 113). s. 146.166. Mueller profesyonel entelijansiya'yı teknik entelijensiya'ya karşıt olarak kavramsallaştırır. Galbraith'ı izleyerek, teknokratik meşrulaştırım boyutunda profesyonel entelijensiyanın direniş ve uyarısını betimlemektedir (Politics of Communication (not 122) ss. 172-177.167. 1970-71 akademik yılı başlangıcı 19 yaşındakilerin % 30-40'ı Kanada ABD, SSCB, Yugoslavya gibi ülkelerde yüksek eğitimde kayıtlıydı. Bu oran, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya ve Hollanda'da % 20 dolayındadır. Bu ülkelerin hepsinde bu sayı 1959'dan bu yana iki ya da üç katına çıkmıştı. Yine aynı kaynağa göre (M. Devezè.. Histoire contamporaine de l’université (Paris, SEDES, 1976, ss. 439-40). Öğrencilerin tüm nüfusa oranı, % 4'den % 10 dolaylarına (Batı Avrupa için), Kanada'da % 6.1'den % 21.3'e, ABD'de % 15.1'den % 32.5'e yükselmiştir.168. Fransa'da CNRS hariç, total yüksek eğitim bütçesi 1967'de 3.075 milyar frank, 1975'de 5.454 milyar franka ulaşmıştır ancak : 0.55'ten % 0.39'a bir düşüş göstererek. Mutlak rakamlardaki çoğalmalar, maaş, iş masrafları ve burslara aittir. Araştırma ödenekleri tutarı az ya da çok aynı almıştır. (Devè ze, Histoire, ss. 447-50). E.E. David, 1970'lerde doktora derecesi
107
naklanan ve hem ileri derecede denetimden çıkan toplumsal talepler hem de idari ölçümler tarafından dikte edilen büyük bir yeni-bağlanma süreci yaşamaktadır: yüksek öğrenimin işlevlerinin iki büyük hizmet kategorisine bölümlenmesi eğilim.
Yüksek öğrenim, mesleki yetiştirme işlevinde hâlâ kendisini liberal elit gençliğine sunmakta ve onlara her meslek tarafından zorunlu olarak değerlendirilen ehliyeti aktarmaktadır. Gençlik şu veya bu yolla (sözgelimi teknoloji enstitüleri) hepsi aynı didaktik modele uyan, yeni teknik ve teknolojilere bağlı yeni bilgi alanlarının alıcıları tarafından birleştirilmiş durumdadır. Onlar bir kere daha "etkin" olmak zorunda kalan genç insanlardır. .
Bu iki öğrenci kategorisi dışında kalan (ki bunlar mesleki ve "teknik entelijansiyayı" yeniden üretirler169) genç insanların arta kalan üniversitedeki varoluşlarıyla, güzel sanatlar ve beşeri bilimlerdeki açılışların sayısını çoğaltmalarına rağmen, istatistiklerde iş arayanlar grubuna dahil edilmemekle birlikte çoğu işsizdir. Yaşlarına rağmen, gerçekte bilgi alıcılarının yeni kategorisine aittirler.
Mesleki işlevine ek olarak üniversite, sistemin işlerliğini geliştirmede yani iş eğitimi ve sürekli eğitimde yeni bir rol oynamaya başlıyor ve başlamalıdır da.170 Üniversitelerin mes-
olan talebin 1960'lardan pek fazla olmadığını belirtmektedir (s.212).169. Mueller'in terminolojisinde, Politics of Communicaiton.170. J.Dofny ve M. Rioux'un "kültürel yetişme" başlığı altında tartıştıkları konu. Bkz. inventaire et bilan de quelqes experiences d'intervention de l'universite in L'Université dans son milieu: action et responsibilité (AUPELF Konferansı, Üniversite de Montrea, 1971) Yazarlar Kuzey Amerika Üniversitelerinin iki türü olarak adlandırdıkları öğretim ve araştırmanın bütünüyle toplumsal talepten bağımsızlaştığı beşeri bilimler kolejleri (liberal arts colleges) ve kendisine ödeme yapılacak herhangi bir öğretim kadrosunu dağıtmaya yönelmiş" multiversity'yi eleştirmektedirler. Bu son sistem üzerine bkz. Clark Kerr, The Uses of the University: With a Poscript-1972 (Cambridge, Mass.: Harvard Üniversitenin müdaheleciliği olmaksızın işle-
leki bir yönelimle kurulan enstitü ve bölümlerinin dışında, bilgi artık bir blok olarak, bir kere ve bütün zamanlar için, genç insanlara iş gücüne katılmadan önce aktarılmamaktadır. Dahası bilgi ya zaten çalışan ya da çalışmaları beklenen yetişkinlere "a la carte" hizmet vermektedir ve verecektir de. Amaç bunların becerilerini ve yükselme şanslarını artırma yanında, bunlara hem mesleki ufuklarını genişletme hem de teknik ve etik yaşantılarını eklemlemeye izin veren dil oyunları, dil ve enformasyon kazanmada yardımcı olmaktır.171
Bilgi aktarımının tutturduğu yeni yol çatışmasız değildir. Sistemin dolayısıyla, "sistemin karar vericilerinin" çıkarlarını ilgilendirdikçe, mesleki ilerlemeyi teşvik etmek (sadece bütünün işlerliğini geliştirebildiğinden), söylem, kurum ve değerlerdeki herhangi bir deneyimleme (sosyo-politik geri tepmeleri zikretmeksizin bile, pedagoji, öğrenci değerlendirme ve test edilmesinde, müfredatta yaratacağı kaçınılmaz "aksaklıklarla") küçük bir etkiye sahip olmasıyla ya da işlersel bir etkisinin yokluğuyla değerlendirilmekte ve sistemin ciddiyeti adına hiç bir itibar gösterilmemektedir. Böyle bir deneyim iş- levselcilikten bir kaçış sunmaktadır. İşlevselciliğin kendisi süreci işaret ettiğinden, elden kolayca bırakılmamalıdır.172 Sorumluluğun ekstra üniversite şebekeleri üzerinde intikal
yen bir model Dofny ve Riou tarafından önerilmiştir. Üniversitenin geleceğinin bir tasviri aynı konferansta M. Alliot tarafından verilmiştir. Bkz. "Structures optimales de I institution universtaiere", ibid, ss. 145-54. Alliot, "mümkün olduğunca, gerçekten olması gerektiğini varolan bir kaç tane örnek bulundukça yapılara inanıyoruz" sonucuna varır.171. Yazarın kişisel deneyimi bunun Vincennes'deki bir yığın bölümle ortaya çıkan durumla örtüştüğü şeklindedir.172. 12 Kasım 1968'deki yüksek eğitim reform kanunu, sürekli eğitimi profesyonel bir anlamda algılanan yüksek eğitimin görevleri arasında saymaktadır. "Yüksek eğitim, önceki öğrencilere ve üniversite eğitimine fırsat bulamıyanlara, yeteneklerine göre mesleklerini değiştirme ya da geliştirmeyi sağlamak üzere açık olmalıdır".
109
edeceğini varsaymak güvenli bir tutum olacaktır.173
Ancak, eğer işlersellik ilkesi takip edeceği politikanın hedefini her zaman tuttaramazsa, genel etkisi yüksek öğrenim kurumlarını varolan iktidarlara bağlı kılmak olacaktır. Bilginin kendinde bir amaç olmaktan uzaklaştığı uğrak-insanla- rın özgürleşimi ya da ideanın gerçekleşmesi- ve bilgi aktarımı, artık bilim adamları ve öğrencilere düşen münhasır bir sorumluluk değildir. "Üniversite imtiyazı" düşüncesi şimdi artık geçmiş bir döneme aittir. 1960'lardaki bunalımdan sonra üniversitelere bahşedilen "özerklik", pratikte hiç bir yerde öğretmen gruplarının, içinde bulundukları kurumun bütçesinin ne olacağına karar verme gücünde olmadığı olgusuna çok az anlam atfetmektedir.174 Bütün yapabildikleri kendilerine ayrılan fonları o zaman sadece süreç içerisindeki son durak olarak kullanabilmektir.175
Yüksek öğrenimde ne öğretilmektedir? Mesleki eğitim durumunda, kendimizi dar bir işlevselci bakış açısıyla sınırlandırarak, yerleşik bilginin örgütlü bir stoğunun aktarılan esas şey olduğunu söyleyebiliriz. Yeni teknolojilerin bu stoğa uygulanması, iletişim ortamı üzerinde hatırı sayılır bir etkiye sahip olabilir. Ortamın, susan öğrenciler önünde bir asistan tarafın-
173. Tele-sept-jours'la bir mülakatında resmî olarak Holocaust dizisini 2. kanaldan halk okulu öğrencilerine tavsiye eden Fransa Eğitim Bakanı eğitim sektöründen kendisi için özerk bir görsel-işitsel araç yaratma girişimin başarısızlığa uğradığını ve "eğitimin ilk görevinin televizyonda çocuklara nasıl program seçeceklerini öğretmek olduğunu" açıklamıştır.174.İngiltere'de Devlet'in üniversitelere katkısı 1920 ve 1960 arasında % 30'dan % 80'e yükselmiştir, üniversite Bağış Komitesi (Bilim ve Üniversiteler Bakanlığı'na bağlıdır) üniversiteler tarafından belirtilen ihtiyaç ve gelişme planlarını inceledikten sonra yıllık yardımları dağıtmaktadır.175. Fransa'da fonları bölümler arasında dağıtma araçları, işletme ve teçhizat masrafları için tahsisat ayırmaktadır. Geçici personellik durumunda öğretmenlerin sadece maaşlar üzerinde güçleri vardır. Projeler ve idari yemden örgütlenmenin finanse edilmesi vs. gereken mali kaynak üniversiteye tahsis edilen genel öğretim bütçesinden alınmaktadır.
110
dan yöneltilen "pratik çalışma" oturumları veya bölümleri için ayrılan sorunlarla birlikte verilen bir ders olması mutlak olarak zorunlu gözükmemektedir. Öğrenimin bilgisayar diline çevrilebilmesi ve geleneksel öğretmenin yerinin hafıza bankalarınca alınabilmesi derecesinde, didaktik, geleneksel hafıza (kütüphaneler vb.) ve bilgisayar veri bankalarını öğrencinin sunumuna verilen zeka terminallerine bağlayan makinalara devredilebilir.
Pedagoji zorunlu olarak bu süreçten zarar görmeyecektir. Öğrencilere hâlâ bir şeyler öğretilmek zorunluluğu olacaktır, ancak bu içerik değil, terminallerin nasıl kullanılacağıdır. Bir taraftan yeni dilleri öğreten araçlar, diğer taraftan soruşturma dil oyunuyla ilgilenecek incelikli bir yeterlik. Soruşturma, sorunun nereye gönderileceği (alıcısının kim olacağı) bir başka deyişle bilinmeye ihtiyaç duyulan şey, geçerli hafızanın ne olduğudur. Sorunun yanlış anlamalardan kaçınmak üzere nasıl ifade edilmesi gerektiğidir?176 Bu bakış açısından, enforma- tikte özellikle telematikte ilk öğretim, şimdi sözgelimi yabancı bir dilde akıcılığın sağlanmasının olduğu gibi üniversitelerde temel bir zorunluluk olmalıdır.
Sadece büyük meşrulaştırma anlatıları bağlamında —insanlığın özgürleşimi ve /veya tinin hayatı— öğretmenlerin yerinin makinalar tarafından kısmî olarak alınması kaçınılmaz hatta tahammül edilemez gözükebilir.177 Ancak bu anlatıların artık bilginin kazanılmasındaki istemin arkasında duran ilkesel itici güç olmadığı da muhtemeldir. Eğer güdülenmeyi sağlayan güçse, o zaman klasik didaktiğin bu boyutu geçerli olmaktan uzaklaşmaktadır. Şimdi açık ya da örtük bir şekilde
176. Marshall McLuhan, Essays (Montreal, Hartubise Ltd., 1977); P. Antoine, "Comment's informer" Projet 124 (1978): 395-413.177. Zeka terminalleri kullanılışının Japonya'da okul çocuklarına öğretildiği bilinmektedir. Kanada’da ayrı üniversite ve kolej bölümleri tarafından düzenli olarak kullanılmaktadır.
1 1 1
öğrenci tarafından sorulan Devletin yüksek eğitim kurumları- nın, "doğru"luğu değil, "faydasının ne olduğudur". Bilginin merkantilizasyonu bağlamında bu soru, "bilginin satılabilir- liği" sorusuna çok seyrek olmayan bir biçimde eşittir. İktidar- büyümesi bağlamında soru, "bilgi elverişli midir?" İşlerlik -yönlendirmeli bir becerideki ehliyete sahip olarak, bilgi gerçekten yukarıda betimlenen şartlarda satılabilir gözükmekte ve tanımı dolayısıyla elverişli olmaktadır. Bilginin değerini oluşturan artık doğru/yanlış, adil/adaletsiz ve tabiatıyla genelde düşük işlersellik gibi başka ölçütler tarafından tanımlandığı şekliyle ehliyet değildir.
Bu durum işlersel becerilerdeki ehliyet için geniş bir pazar manzarası yaratmaktadır. Bu türden bilgiye sahip olanlar tekliflerin hatta baştan çıkarmaların nesnesi olacaklardır.178 Bu açıdan bakıldığında, yaklaştığımız bilginin sonu değildir- tam tersine. Veri bankaları yarının Ansiklopedileridir. Bunlar kullanıcılarının her birinin kapasitesini aşmaktadır. Postmodern insanın "tabiatlarıdırlar".179
Bununla birlikte didaktik, basit olarak enformasyonun aktarımından ibaret değildir ve ehliyet, bir işlerlik becerisi olarak tanımlandığında bile, veri için iyi bir hafızaya sahip olmayı veya kolaylıkla bir veriye girebilmeyi bir bilgisayara indirgemez. En başta gelen önemi, "burada ve şimdi" bir sorunu çözecek ilgili veriyi gerçekleştirme ve etkili bir strateji içerisinde örgütleme kapasitesi olan ortak bir noktadır.
Oyun tam bir enformasyon oyunu olmadığı müddetçe,
178. Bu politika İkinci Dünya Savaşı'ndan beri Amerikan araştırma merkezleri tarafından izlenmektedir.179. Nora ve Mine (L'Informatisation de la société, not 9, s. 16) şöyle demektedir: "Gelecek onyıllarda insanlığın ilerleyen kutupları için esas meydan okuma egemen bir konunun meydan okuyuşu değildir artık çünkü böyle bir egemenlik zaten kurulmuştur. Bu meydan okuma bildirişim ve daha ileri gidecek bir örgütlenmeye izin verecek bir bağlantılar şebekesinin kurulmasıyla ortaya çıkmaktadır".
1 1 2
avantaj bilgiye sahip ve enformasyon elde edebilen oyuncunun olacaktır.180 Tanım gereği, bu durum öğrenme sürecindeki bir öğrencinin durumudur. Ancak tam enformasyon oyunlarında,181 en iyi işlersellik bu yolda ilave enformasyonu elde etmeden ibaret olamaz. Tam olarak söylersek, bir "hareketi" oluşturan yeni bir yolla veriyi düzenlemekten gelmektedir. Bu yeni düzenleme genellikle, önceden bağımsız olarak tutulan veriler dizisini birbirine bağlayarak sağlanmaktadır.182 Ayrı olarak yerleşeni eklemleme kapasitesi imgelem olarak adlandırılabilir. Hız özelliklerinden birisidir. Verinin ilke olarak herhangi bir uzmana (bilimsel sır yoktur) açık olduğu anlamında, tam bir enformasyon oyununda yöneltildiği biçimiyle postmodern bilginin dünyasını kavramak mümkündür. Denk bir ehliyet verildiğinde (artık bilginin kazanılmasında değil fakat üretilmesinde), son tahlilde ekstra işlerselliğin bağımlı olduğu, ya yeni bir hareket yapmaya veya oyunun kurallarını değiştirmeye izin veren "imgelemdir".
Eğer eğitim sadece becerilerin yeniden üretimini değil aynı zamanda bunların ilerlemesini sağlayacaksa, bilgi aktarımının enformasyon aktarımıyla sınırlanmaması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Eğitim, geleneksel bilginin örgütlenmesi tarafından bir diğerinde devasa ölçülerde sakınılan alanları birleştirme iktidarını çoğaltabilen bütün işlemlerdeki yetiştirmeyi de içermelidir. 1968 bunalımından sonra özellikle popüler olan "disiplinler arası çalışmalar" sloganı bundan çok zaman önce
180. Anatol Rapoport, Fights Games, and Debates (ann Arbor: University of Michigan Press, 1960).181. Bu Mulkay'ın Branşlaşma modelidir (bkz. not 156). Gilles Deleuze Logique du sens (Paris, PUF, 1968) ve Différence et répétition (Paris, PUF, 1968) başlıklı kitaplarında dizilerin kesişmesi çerçevesinde olayları analiz etmiştir.182. Zaman dinamikteki güç faktörünün belirlenmesinde bir değişkendir. Bkz.Paul Virilio, Vitesse et politique (Paris, Galilee, 1976).
1 1 3
geliştirilmekte birlikte, bu istikamette hareket ediyor gözükmektedir. Bunun üniversitelerin feodalizmine karşı ayaklanma olduğunu söylemektedirler, bundan daha fazlasına karşı ayak- lanılmıştır oysa.
Humboldt'un Üniversite modelinde her bilim düşünce tarafından zenginleştirilen bir sistem içerisinde kendi yerine sahiptir. Bir bilimin diğerinin alanına yönelik güçlenmesi sadece düzensizlik ve sistemde bir "gürültüye" yol açacaktır. İşbirliği sadece düşünce düzeyinde ve filozofların kafasında yer alabilir.
Bir disiplinler arası yaklaşım düşüncesi meşruluğun giderilmesi çağma ve onun güçlenen ampirizmine özgüdür. Bilgiye yönelik ilişki, insanlığın özgürleşimi veya tinin hayatının gerçekleşmesi çerçevesinde değil, karmaşık bir kavramsal ve maddi makina aygıtının kullanıcıları ve bunun işlerlik yeterliliklerinden kâr elde edenler çerçevesinde eklemlenmektedir. Bunların içerisinde nihai amacın ifade edileceği ve sözkonusu mekanizmanın doğru kullanılacağı bir metadil ve metaanla- tıya yer yoktur. Ancak işlerliğini geliştirecek beyin fırtınasına sahiptirler.
Ekip çalışmasına yönelik vurgu, bilgide işlersellik ölçütünün üstünlüğüyle ilgili kılınmaktadır. Hakikati söylemeye ya da adaleti buyurmaya geldiğinde, rakamlar anlamsızdır. Eğer adalet ve hakikat başarı olasılığı çerçevesinde düşünülürse, bir fark yapabilirler. Genelde, ekip çalışması, toplum bilimciler tarafından çok önceden ayrıntılandırılmış belirli şartlar altında yapılırsa işlerliği geliştirmektedir.183 Özelde, takım çalışmasının bilhassa verili bir modelin alanı içerisindeki işlerselliğin geliştirilmesinde, belirli bir görevin tamamlanmasında başarılı olduğu görülmektedir. Yararları, yeni modelleri "imgelemeye" yönelik bir ihtiyaç duyulduğunda, başka bir deyişle kavram-
183. Jacob L. Moreno, Who shall survive (Beacon, 1953).
1 1 4
lar düzeyinde daha az belirgin gözükmektedir. Somut olarak bunun işlediği yerde bile bazı olaylar olmaktadır, ancak ekip kuruluşuna neyin atfedilebileceğini ve takım üyelerinin bireysel yeteneklerinden neyin türetildiğini birbirinden ayırdetmek güçtür.
Bu yönelimin bilginin aktarılmasından çok üretilmesiyle (araştırma) ilgilendiği gözlemlenecektir. Bunları birbirinden ayırdetmek soyutlamaya düşmek demektir ve muhtemelen iş- levselcilik ve profesyonalizm çerçevesinde bile verimliliği düşürmektedir. Dünyanın her tarafındaki bilgi kurumlarının yöneldiği çözüm henüz didaktiğin bu iki boyutunu ayırmaktan ibarettir: "basit" yeniden üretim ve "geniş" yeniden üretim. Bu ayırma kurumlar, kurumlar içerisindeki programlar ve onların yeniden üretilmesi veya düzeylerin, kurumların gruplaşması, ya mesleki becerilerin seçilmesi ya da "yaratıcı" zihinlerin "uyarılması" ve geliştirilmesi için disiplinlerin gruplaşması gibi belirli bir amaç için tahsis edilen bütün varlık türleri tarafından yapılmaktadır. İlk kategorinin verili giriş olduğu aktarım kanalları geniş bir ölçek üzerinde basitleştirilip, kullanıma sokulabilir. İkinci kategori, aristokratik eşitlikçiliğin şartlarındaki daha küçük bir ölçek üzerinde çalışma ayrıcalığına sahiptir184. Bu son kategorinin resmi olarak üniversitelerin bir parçası olup olmadığı çok küçük bir sorundur.
Açıkça belirgin olan, her iki durumda da meşruluğun giderilmesi ve işlerlik ölçütünün üstünlüğü ve profesör çağının matem çanının çalışını dile getirmesidir: bir profesör, yeni hareketleri ya da dil oyunlarını imgelemedeki disiplinler arası takımlardan ve yerleşik bilgiyi aktarmadaki hafıza bankası
184. En iyi bilinenler arasında:Kitle İletişimi Araştırma Merkezi (Princeton), Zihinsel Araştırma Enstitüsü (Palo Alto), Masschusetts Teknoloji Enstitüsü (Boston), Institut für Sozialforcshung (Frankfurt). Clark Kerr'in İdeapolis (düşünkent) olarak adlandırdığı argümanın bir kısmı kollektif araştırmanın yenilikleri artırdığı ilkesine dayalıdır.
1 1 5
1 1 6
şebekelerinden daha yeterli değildir artık.
13. KARARSIZLIKLARIN ARAŞTIRILMASI OLARAK POSTMODERN BİLİM
Daha önceden işaret edildiği gibi, bilimsel araştırma pragmatiği, özellikle yeni tartışma yöntemleri araştırmasında, yeni "hareketlerin" hatta dil oyunları için yeni kuralların keşfedilmesini vurgulamaktadır. Şimdi biz, bilimsel bilginin bugünkü durumunda çok önemli olan sorunun bu boyutuna daha yakın olarak bakmalıyız. Bilimsel bilginin bir "kriz çözümü" (determinizm krizinin çözümü) aradığını söyleyebilirdik. Determinizm, meşrulaştırmanın işlersellik sayesinde üzerinde temellendirildiği hipotezdir. İşlersellik girdi/çıktı oranıyla tanımlandığında, girdinin verildiği sistemin sabit olduğu varsayımı sözkonusudur. Sistem düzenli bir "yol” izlemelidir; çıktının açık bir öndeyilemesinin yapılabileceği bir türeve sahip olarak sürekli bir işlev olarak açıklanmasının mümkün olduğu
1 1 7
bir yol.185
Bu, pozitivist verimlilik "felsefesidir". Bu felsefeye karşı olarak nihai meşrulaştırma tartışmasını kolaylaştıracak bir yığın önemli örneği kanıt olarak belirteceğim. Kısaca söylemek gerekirse, amaç, bir kaç örnek esasında, postmodern bilimsel bilginin pragmatiğinin kendiliğinden işlersellik araştırması için çok az bir yakınlığı olduğunu göstermektir.
Bilim, verimlilik pozitivizmi tarafından geliştirilmez. Tersi doğrudur: araştırma anlamında bir kanıt ya da karşı-örnekle- rin, bir başka deyişle kavranılamaz olanın "keşfedilmesi" üzerine çalışma, bir "paradoks" arama anlamına gelen bir iddiayı destekleme ve bu iddiayı uslamlama oyunlarındaki yeni kurallarla meşrulaştırma. Bu durumların hiç birisinde verimlilik kendi hatırına aranmamıştır; bağışta bulunanların sonuçta olaydan bir çıkar elde etmeye karar verdiklerinde186 fazladan bir etken olarak ve bazen gecikmiş olarak gelmektedir. Her yeni gözlem, önerme, hipotez ve teoriyle gelmeyi hiç bir zaman başaramayan meşruluk sorunudur. Felsefe bu bilim sorusunu sormadığından, bilim bu soruyu kendisi sormaktadır.
185. Solla Price, Little Science, Big Science (not 131). Burada Price bir bilim kurmaya girişmekte, toplumsal bir nesne olarak bilimin (istatistiksel)yasalarını kurmaktadır. 131. notta bunu zaten demokratik olmayan bir görüş yasası olarak belirlemiştim. Başka bir yasa, yani "görülmez kolejler" yasası, bilimsel kurumlardaki bildirişim kurallarının artışı ve çoğalan sayıdaki yayınların etkisini tasvir etmektedir: Bilgi "aristokratları" bu sürece, yüz dolaylarında seçilmiş bir üye içeren kişiler arası ilişki ağları kurarak karşılık vermeye yönelmektedirler. Diana Crane bu kolejlerin sosyopetik bir analizini sunmuştur: Invisible Colleges (Chicago and london, University of Chicago Press, 1972). bkz. Lecuyer, "Bilan et pers- pectives" (not 24).186. Fractals Form, Chace and Dimension (San Fransisco, Freean, 1977). Benoit Mandelbrot, ilgililerin alışılmamış olması dolayısıyla araştırmalarının verililiğine rağmen sonraları tanınan ya da hiç tanınmayan matematik ve fizikçilerinin bir "biyografik ve tarihsel taslaklarının" bir ekini sunar (s. 249,73).
1 1 8
Modası geçmiş olan, Alman idealistlerin yaptığı gibi, bilimi pozitivist olarak görerek, meşrulaştırılmamış bir öğrenme, yarı-bilgi statüsüne indirgemektir, neyin doğru ve adil olduğunu sormak değil. "Senin iddianın değeri nedir, kanıtının değeri nedir?" sorusu bu kadarıyla bilimsel bilginin prag- matiğinin bir parçası olarak, belli bir iddianın alıcısının dönüşümünü ve kanıtın, yeni bir iddia ve kanıt göndericisine dönüşmesini, dolayısıyla her kuşak bilim adamlarının yer değiştirmesini ve bilimsel söylemin yenileşmesini sağlamaktadır. Bilim gelişir (hiç kimse bilimin geliştiğini inkar edemez); bu soruyu sorarak gelişir. Bu soru geliştikçe şu soruyu ortaya çıkarır, yani metasoruyu, bir başka deyişle meşruluk sorununu: "Değer mi sorusunun değeri nedir?”187
Postmodern bilimsel bilginin en çarpıcı özelliğinin, kendisini geçerli kılan kurallar üzerindeki söylemin (açıkça) bilimsel bilgiye içkin olduğunu belirtmiştim.188 Ondokuzuncu yüzyılın sonunda, meşruluğun bir kaybı ve felsefi "pragmatizme" ya da mantıksal pozitivizme bir düşüş olarak düşünülen, bilimsel söylemin içerisindeki yasa olarak konulan önermelerin geçerli kılınması söylemini de içererek bilimin tekrar ayağa kalktığı bir dönemdir yalnızca. Gördüğümüz gibi, bu içerme basit bir işlem olmayıp, son derece ciddiye alman "paradokslara" ve gerçekte bilginin tabiatındaki değişmeler olan, bilginin alanı üzerindeki "sınırlamalara" yol açmaktadır.
Gödel'in teoremini doğuran matematiksel araştırma, bu değişmenin tabiatta nasıl yer aldığını açıklayan gerçek bir pa-
187. Bunun meşhur bir örneği quantum mekaniği tarafından ortaya çıkartılan determinizm tartışmasıdır. Örnek olarak bkz, J.M. Levy-Leblond'un Born-Einstein yazışmasının sunumu (1916-55), "Le Grand débat de la méc- hanique quantique", La Recherce 20 (1972): 137-44. Son yüzyılda beşeri bilimlerin tarihi bu tür antropolojik söylemden metadil düzeyinde geçişlerle doludur.188. Ihab Hassan immanence (içkinlik) olarak kavramsallaştırdığı şeyin bir imgesini vermektedir (not 121).
radigmadır.189 Ancak dinamiğin uğradığı dönüşüm, yeni bilimsel ruhun daha az bir örneği değildir ve burada özel bir ilgiye mazhar olmaktadır, çünkü, bizi daha önce gördüğümüz gibi, özellikle toplumsal teori alanındaki işlerlik tartışmasında öncelikle ortaya çıkan sistem düşüncesini yeniden ele almaya çekmektedir.
İşlerlik ilkesi, teoride daima biriktirilebilen, canlılık ve çalışma, sıcak ve soğuk kaynak, nihayet girdi ve çıktı arasındaki ilişkide temellenmiş yüksek derecede düzgün bir sistem imâ etmektedir. Bu fikir termo dinamikten gelmekte ve eğer bütün değişkenler biliniyorsa, bir sistemin işlerliğinin evrimi öndeyi- lenebilir düşüncesiyle de birleşmektedir. Bu durumun ideal anlamda gerçekleştirilişi açıkça Laplace'ın "şeytan" kurgusunda ifade edilmiştir.190 Kişi, bir t anında evrenin durumunu belirleyen bütün değişkenleri bildiğinde, bir t1>t anında evrenin durumunu da öndeyileyebilir. Bu kurgu, evren olarak adlandırılan sistemler sistemini de içererek, fiziksel sistemlerin, evrimlerinin de düzenli bir yol izlediği sonucuyla, düzenli örüntüler takip ettiği ve "normal" sürekli işlevlere (ve fütürolojiye) yol açtığı ilkesi tarafından desteklenmektedir.
Quantum mekaniği ve atomik fiziğin yolculuğu, alanları farklılaşan karşılıklı göstergelerin ve bu ilkenin uygulanabilirliğinin derecesini iki biçimde sınırlandırmıştır. Birincisi, bir sistemin başlangıç durumunun (veya bütün bağımsız değişkenlerin), tam bir tanımı, hiç olmazsa sistem tarafından tanımlanırken tüketilene eşit bir enerji sarfiyatı gerektirecektir. Bir sistemin herhangi bir verili durumunun tam bir ölçümünü başarmanın fiili imkansızlığı Borges tarafından bir notta an-
189. Bkz. not 142.190. Pierre Simon Laplace, Exposition du système du monde, 2 vols (1796).
120
latılmıştır. Bir imparator, imparatorluğun kusursuz ölçüde açık bir haritasının yapılmasını arzular. Projesi ülkeyi sefalete sürükler —çünkü herkes bütün enerjisini kartografiye harcar.191
Brillouin'in iddiası192 işlerliğini geliştirmekle yükümlü sanılan bir sistem üzerindeki eksiksiz bir denetim ideasının (veya ideolojisinin) çelişki yasasıyla tutarsız olduğu sonucuna varır: gerçekte artırmayı amaçladığı işlerlik düzeyini düşürmektedir. Bu tutarsızlık devlet ve sosyo-ekonomik bürokrasilerin zayıflığını açıklamaktadır; denetledikleri sistemleri ya da altsistemleri boğmakta, süreç içerisinde (negatif geribildirim) kendi nefeslerini tıkamaktadırlar. Böyle bir açıklamanın istemi, sistemin kendi dışında herhangi bir meşrulaştırma biçimini yardıma çağırmaya ihtiyaç duymamasıdır (Sözgelimi, insanların özgürlüğü, sınırsız otoriteye karşı ayaklanmaya teşvik etmektedir). Toplumun bir sistem olduğunu kabul ettiğimizde bile toplum üzerinde başlangıç durumunun tam bir tanımını gerektirecek eksiksiz bir denetim, böyle bir tanımın daha önceden de etkili kılınamaması sebebiyle mümkün olmamaktadır.
Ancak bu sınırlama sadece eksiksiz bilgi ve bundan kaynaklanan gücün uygulanabilirliğini sorgulamaktadır. Bunlar teoride mümkün olmayı sürdürmektedirler. Klasik determinizm, bir sistemin total bilgisinin ulaşılamaz fakat kavranılabi- lir sınırı içerisinde işlemeye devam etmektedir.193
Quantum teorisi ve mikrofizik sürekli ve öndeyilenebilir
191. "Del Rigor en la ciencia" in Historié Universal de la lnfamia (Buenos Arires, Eméce, 1954, ss. 131-32; ).192. Enformasyonun kendisi enerji tüketmekte, oluşturduğu negentropi, entropiye yol açmaktadır. Michel Serres sık sık bu iddiaya gönderme yapmaktadır, örnek olarak bkz, Hermès III: La Traduction Paris Editions de Minuit, 1974, s. 92).193. Burada llya Prigogine ve I. Stengers'i izliyorum, "La Dynmique, de Leibniz à Lucrèe", Critique 380 (1979):49.
1 2 1
bir biçimde yörünge düşüncesinin çok radikal bir gözden geçirilmesini gerektirmektedir. Açıklık arayışı, fiyatla değil, konunun gerçek niteliğinden ötürü sınırlanmaktadır. Belirliliğin yükselmesiyle, belirsizliğin (denetim yokluğu) azaldığı doğru değildir; belirsizlikte aynı ölçüde yükselmektedir. Jean Perrin buna bir örnek olarak, bir alanda içerilen verili bir hava miktarının gerçek yoğunluğunun (kütle/hacim) ölçülmesini vermektedir. Alanın hacmi 100 m3'den 1 cm3'e düşürüldüğünde büyük oranda değişmektedir. 1 cm3 'den 1/1000 mm3'e düşürüldüğünde ise bu oranda zaten milyon kere milyon oranında düzensiz değişmeler gözlemlenilebilmesine rağmen, çok küçük bir değişme vardır. Alanın hacmi düştükçe, değişmelerin ebadı çoğalmaktadır. Bir kübik mikronun 1/10 hacmi için değişmeler yüz oranında, kübikmikronun hacmi 1/100 olduğunda ise 1 /5 oranındadır.
Hacmin daha ileri oranda düşürülmesi bizi moleküler ölçüye götürmektedir. Eğer küçük bir alan havadaki iki molekül arasındaki boşluğa yerleştirilirse, havanın gerçek yoğunluğu o zaman sıfırdır. Ancak yüzde bir gibi bir zaman dolayında küçük alanın merkezi bir molekül içerisine "düşecek" ve böylelikle ortalama yoğunluk gazın gerçek yoğunluğyla karşılaştırılabilecektir.
İntra-atomik boyutlara indirgendiğinde, şanslar daha yüksektir: bu küçük alan bir kere daha sıfır yoğunlukla boşluğa yerleştirilecektir. Ancak milyonda bir kere, merkezi bir zerreye ya da atomun çekirdeğine düşecektir ve bunu yaptığında, yoğunluk suyun yoğunluğundan milyonlarca kez daha büyük olacaktır. "Eğer küçük alan hâlâ daha ileriye sıkılırsa, ortalama ve gerçek yoğunluk muhtemelen çok geçmeden sıfır olacak ve sıfırda kalacaktır, ancak daha önce elde edilen değerlerden önemli ölçüde daha yüksek değerleri
122
yakaladığı yerlerdeki bazı çok istisnâî durumlar hariç."194
Havanın yoğunluğu hakkındaki bilgi böylece mutlak olarak uyuşmaz önermelerin çoğulluğunda çözülmektedir. Bu önermeler eğer konuşan tarafından seçilen bir ölçüye görelileştirilirse, uyumlu kılınabilir. İlave olarak, belirli düzeylerde yoğunluk önermesi yalın bir ileri sürme biçiminde değil, sadece türünün modelleştirilmiş bir iddiası olarak ifade edilebilir. Yoğunluğun sıfıra eşit olacağına inanılabilir, ancak n'in çok geniş bir rakam olduğu yerde 10n oranında gerçekleşebileceği de tartışılamaz.
Burada bir bilim adamının önermesi ve "tabiatın söylediği" tam enformasyonsuz bir oyun olarak örgütlenmiş gözükmektedir. Bilim adamının önermesinin modalizasyonu, tabiatın üreteceği gerçek tekil önermenin (işaret) öndeyilenemez olduğu olgusunu yansıtmaktadır. Hesaplanabilen tek şey önermenin, başka bir şeyden çok, sadece belli bir şeyi söyleyeceği olasılığıdır. Mikrofizik düzeyinde "en iyi" enformasyon, bir başka deyişle, ‘daha yüksek bir işlerlik ehliyetine sahip enformasyon elde edilemez. Sorun karşıtın ("tabiat") ne olduğunu öğrenmek değil, oynadığı oyunu tanımlamaktır. Einstein, "Tanrı'nın zar attığı" düşüncesine engel olmuştur.195 Ancak zar atmak açıkça bu türden "yeterli" istatistiki düzenliliklerin kurulabileceği bir oyundur (bu kadarıyla eski nihai Belirleyici imgesi için). Eğer Tanrı kağıt oynasaydı, o zaman bilim tarafından hesaplanan "öncel şans" düzeyi, zarın yukarıya gelen yüzüne kayıdsızlığına isnad edilemez; ancak bir hileye, başka bir ifadeyle bir, yığın mümkün ve salt stratejiler arasındaki bir şansa bırakılmış bir seçime atfedilmek zorunda kalacaktı.196
194. Jean Baptiste Perrin, Less Atomes (Paris, PUF, 1970), ss. 14-22. Bu metin Endelbrot tarafından Fractals' a bir giriş olarak kullanılıştır.195. Zikreden Werner Heisenberg, Physiscs and Beyond (New York, Harper and Row, 1971).196. Bilimler Akademisine sunulan (Eki 1921) bir tebliğde Borel, "oyun-
Genellikle tabiatın kayıtsız ancak aldatıcı olmayan bir karşıt olduğu ve bu temel üzerinde doğal ve beşeri bilimler arasındaki ayrımın yapıldığı kabul edilmektedir.197 Pragmatik kavramlarla bu, doğal bilimlerde "tabiatın", hakkında bilim adamlarının birbirlerine karşı yaptıkları hareketleri oluşturan düzanlamsal ifadeleri değiş-tokuş ettikleri (sessiz, bir çok kereler atılmış bir zar kadar öndeyilenebilir) bir gönderilen olması anlamına gelir. Beşeri bilimlerde, gönderilen (insan) oyuna katılan bilim adamının stratejisini karşılayan bir strateji (belki de karmaşık bir strateji) geliştiren ve konuşan bir gönderilendir oysa; burada bilimadamının karşı karşıya bulunduğu şans türü, nesne esaslı ya da kayıtsız değil fakat davranışsal veya stratejiktir198 —yani agonistik.
Bu sorunların mikrofiziği ilgilendirdiği ve verili bir sistemin evrimi için ihtimali öndeyilemelerin temelini biçimlendirecek kadar tam, yeterli ve sürekli işlevlerin kuruluşunu engellemediği iddia edilecektir. Bu sistem teorisyenlerinin akıl yürütme biçimidir. Bunlar haklarını tekrar kazanmak için kullandıkları işlerlik aracılığıyla meşrulaştırmanın da teorisyenle-
larda en iyi oynama biçiminin olmadığını" (tam bildirimsiz oyunlar), "bir kere ve bütün zamanlar için seçilmiş bir kodun yokluğunda, birinin oyununu değiştirerek avantajlı bir şekilde oynanıp oynanılamayacağı şüphe konusudur." demektedir. Bu ayrım temelinde von Neumann kararın bu olası- lıklaştırılmasının kendisinin belirli şartlarda "oynamak için en iyi yol" olduğunu göstermektedir. Bkz. Georges Gulbaud, Eléments de la théorie des jeux (Paris, Dunod, 1968), ss. 14-21, ve J.P. Séris, La Théorie des jeux (Paris, PUF, 1974). "Postmodern" sonuçlar bu kavramları seyrekçe kullanmaktadırlar, örnek olarak bkz. John Cage, Silence ve A Year from Monday Middletown, Conn.: Wesleyan University Press, 1961 ve 1967).197. I. Epstein, "Jogos" (çoğaltma, Fundaça Armando alvares Penteado, 1978).198. "Olasılık burada bir nesnenin yapısının kurucu ilkesi olarak değil, bir davranış yapısının düzenleyici ilkesi olarak gözükmektedir" (Gilles-Gas- ton, Granger, Pensée formelle et sciences de l'homme, Paris, Aubier-Mon- taigne, 1960, s. 142). Tanrıların oyun oynadığı düşüncesi bir pre-Platonik Grek hipotezi olacaktır.
ridir. Bununla birlikte çağdaş matematikte açık ölçümün gerçek olasılığını ve böylece insan ölçeğinde bile nesnelerin davranışını öndeyilemeyi sorgulayan bir oluşum vardır.
Mandelbrot, Perrin tarafından yazılmış, yukarıda tartışılan metni bir kaynak olarak zikreder. Ancak analizi beklenmedik bir yönde geliştirir. Mandelbrot, "türevlerle fonksiyonların çalışılacak en kolay ve en basit şeyler olmakla birlikte, bunların istisnai" olduklarını yazar. "Geometrik bir dil kullanıldığında, teğeti olmayan eğriler kuraldır ve düzenli eğriler (çevrim gibi) ilginç ancak bütünüyle özeldir."199
Bu gözlem sadece boş bir merakın nesnesi olmayıp, bir çok deneysel veri için geçerlidir. Tuzlanmış su ve sabunlanmış bir zerrenin farklı renkleri, göz için yüzeyindeki herhangi bir noktada teğet çizmenin olmadığı düzensizlikleri göstermektedir. Burada uygulanabilen model Brownian hareketin modelidir: Belirli bir noktadan bir parçacığın hareketin vektörünün izotropik, bir başka deyişle bütün muhtemel yönlerin eşit derecede olası olduğu şeklinde iyi bilinen bir özelliğe dayanan model.
Ancak çok daha benzer düzeylerde aynı sorunla karşılaşmaktayız, sözgelimi eğer Britanya sahillerinin sarih bir ölçümünü yapmak istiyorsak, ayın kraterle dolu yüzeyi, stelar (yıldızlara ait) maddenin dağılımı, bir telefon konuşması sırasındaki müdahalelerin oranı, genelde gürültü ve bulutların biçimi gibi etmenleri hesaba katmak durumundayız. Kısaca, taslakları ve dağılımları insanın ellerinde düzenlenmeyen bir nesneler toplamı söz konusudur.
Mandelbrot bu türden verilerin türevsel varlıkları bulunmayan sürekli fonksiyonlarınkine benzer eğrileri betimlediğini göstermektedir. Bunun basitleştirilmiş bir modeli Koch'un
199. Mandelbrot, Fractals, s. 5.
125
eğrisidir200- Kendine benzeşiktir ve bu benzeşikliğin içerisinde inşa edildiği boyutunun 10g4/10g3'den başka bütün bir numara olmadığı gösterilebilir. "Boyutlarının sayısı" bir iki arasındaki bir yere yerleştirilen ve böylece içsel olarak bir çizgi ve yüzeyarasında bulunan bir eğriyle haklılaştırılacaktır. Çünkü bunların kendine benzeşikliğinin ilgili boyutu bir kırılmadır ve Mandelbrot bu türden nesneleri kırılmalar olarak adlandırır.
René Thom benzer bir yönde gitmektedir.201 Doğrudan Laplace'ın determinizmi ve hatta olasılık teorisinde bir varsayım olan sabit bir sistem düşüncesinin geçerliliğini sorgular.
Thom belirli bir görüngüde ortaya çıkan ve ona beklenmedik bir biçimde neden olan süreksizliklerin formel bir betimine izin veren matematiksel bir dil geliştirir; bu dil katastrof teorisi olarak bilinen şeyi oluşturur.
Saldırganlığı bir köpeğin değişken durumu olarak alınız: Saldırganlığı köpeğin kızgınlığı (denetleme değişkeni) oranında artacaktır.202 Köpeğin kızgınlığının ölçülebilir olduğunu varsayınız, belirli bir eşiğe ulaştığında bir saldırı biçiminde ifade edilecektir. İkinci denetleme değişkeni korkunun karşıt bir etkisi vardır, eşiğine ulaştığında kaçış olarak belirir. Kızgınlık ya da korku yokluğunda, köpeğin davranışı durağandır (Gaussun eğrisinin tepe noktası). Ancak eğer iki denetleme değişkeni çoğalırsa, iki eşiğe de eş zamanlı olarak yaklaşılmaktadır. Burada köpeğin davranışı öndeyilenemezdir, ve
200. Sürekli ve düzeltilemez, kendine-benzer bir eğire Mandelbrot tarafından betimlenip (s. 38 vd), von Koch tarafından 1904'de kurulmuştur. Bkz. Fractals'ın bibliografyası.201. Modèles mathématiques de la morphogenèse (not 14) Katastrof teorisinin popüler bir değerlendirilmesi K. Pomian tarafından verilmiştir: "Catastrophes déterminisme". Libre 4 (1978): 115-36.202. Pomia bu örneği E.C. Zeeman'dan almıştır: "The Geometry of Catastrophe", The Times Literary Supplement, 10 Ekim 1971.
126
kaçıştan saldırıya, saldırıdan kaçışa değişebilir. Sistemin durağan olmadığı söylenmişti, denetleme değişkenleri süreklidir ancak durum değişkeni süreksizdir.
Thom bu türden bir hareketliliği ifade eden bir denklem yazmanın ve köpeğin davranışını, bir davranış tipinden diğerine ani geçişleri de içermek üzere köpeğin davranışını gösteren bütün hareket noktalarını çizen bir grafiği oluşturmanın mümkün olduğunu gösterir. Denklem, denetim ve durum değişkenlerinin sayısıyla (burada 2 + 1) tanımlanan bir katastrof- lar sınıfının karakteristiğidir.
Bu durum bize, determinizm ve nondeterminizm, durağan ve hareketli sistemler arasındaki tartışmada bir cevap sunmaktadır. Thom bunu bir koyut (postülat) olarak formüle eder: "Bir sürecin az ya da çok belirlenmiş karakteri, sürecin mevzi durumu tarafından belirlenmektedir."203 Determinizm kendisi de belirlenmiş bir işleme türüdür. Her olayda tabiat başlangıçtaki mevzi görünümlerle uzlaşabilir en az karmaşık morfolojiyi üretmektedir.204 Ancak bu görünümlerin sabit bir formun üretimini engelleyebileceği de -gerçekte çok sık olarak böyle olmaktadır- mümkün gözükmektedir. Bu olmaktadır çünkü görünümler genellikle çatışma içerisindedir: "Katastrof" modeli bütün nedensel süreçleri tek ve sezgisel olarak haklılaştırma- nın kolay olduğu sürece, Heraklitus'a göre bütün nesnelerin babası olan çatışmaya indirgemektedir.205 Denetim değişkenlerinin durum değişkenlerinden daha uzlaşmaz olması muhtemeldir. Varolan herşey "determinizm adalarıdır". Katastrofik çatışma lafzi olarak kuraldır: Bir oyundaki değişkenlerin sayısıyla belirlenen genel agonistik dizileri için kurallar vardır.
203. René Thom, Stabilité structurelle et morphogenèse (reading, Mass.: W.A. Benjamin, 1972). Zik, Pomian, "Catastrophes", s. 134.204. René Thom, Modèles mathématiques, s. 24.205. Ibid, s. 25.0zellikle bkz. Watzlawick et. al., Pragmatics of Human Communication (not 11) 6. bölüm.
Thom’un çalışması ve Palo Alto araştırma okulunun özellikle şizofreninin incelenmesine paradoksiyolojiyi uygulaması (Çift Bağ Teorisi olarak bilinmektedir) arasında bir paralellik (zayıf da olsa) kurmak sorunun dışına çıkmak değildir.206 Burada, bu bağlantıya işaret etmekten daha fazlasını yapmıyaca- ğım. Teori bize, düzenlilikler ve "ortak bir ölçüye vurulamaz- lıklar" üzerinde yoğunlaşan araştırmanın en gündelik sorunlara nasıl uygulanabilir olduğunu anlamada yardım etmektedir.
Bu araştırmadan çıkartacağımız sonuç, sürekli farklılaşabi- len bir işlevin bir bilgi paradigması ve*öndeyi olarak önceliği kaybediyor olmasıdır. Postmodern bilim kendisini, karar verilemezler, açık denetimin sınırları, eksik enformasyon tarafından karakterize edilen çatışmalar, "fracta", katastroflar ve pragmatik paradokslarla ilgili kılarak, kendi evrimini süreksiz, katastrofik, yenilenemez ve paradoksal olarak kurumsallaştırıyor ve bilgi kelimesinin anlamını değiştiriyor, böyle bir değişimin nasıl yer alabileceğini açıklıyor. Bilineni değil, bilinmeyeni üretiyor. Postmodern bilim, en çoğa çıkartılmış işlerlikle yapacak hiçbir işi olmayan, paraloji olarak anlaşılan esas bir farklılığa sahip bir meşrulaştırma modeli önermektedir.207
Çalışması bu istikamette giden bir oyun teorisi uzmanı konuyu iyi belirtmiştir: " O zaman oyun teorisinin yararlığı nerede yatmaktadır? Sanıyoruz, oyun teorisi bir fikir türeticisi olarak herhangi bir sofistike teorinin yararlı olması anlamında
206. Özellikle bkz. Watzlawick et. al., Pragmatics of Human Communication (not 11) 6. bölüm.207. "Bilimsel bilginin üretim şartlan üretilen bilgiden ayırdedilmelidir. Bilimsel etkinliğin iki kurucu aşaması vardır: Bilineni bilinemez kılmak ve sonra bu bilgi-olmayanı bağımsız bir sembolik metasisteme yeniden götürmek... Bilimin özgüllüğü onun öngörülemezliğindendir" (P. Breton, in Pandore 3 (1979): 10).
128
yararlıdır."208 P.13. Medawar kendi adına "idealara sahip olmanın bilim adamının en yüksék görevi"209 olduğunu ve "Bilimsel bir yöntemin"210 bulunmadığını, bilim adamının her- şeyden önce "hikayeler anlatan" bir kişi olduğunu söylemektedir. Tek fark, bilim adamının, bu hikayeleri doğrulamakla kayıtlı olmasıdır.
208. Anatol Rapport, Two-Person Game (ann Arbor, University of Michigan Press, 1966), s. 202.209. P.B. Medawar, The Art of the Soluble (London, Methuen, 1967), s. 116; bkz, özellikle "Two Conceptions of Science" ve "Hypothesis and Imagination" başlıklı bölümler.210. Paul K. Feyerabend tarafından açıklanmıştır, Against Method (London, New Left Booss, 1975). Örnek Galileo'dur. Popper ve Lakatos'a karşılık, Feyerabend epistemolojik "anarşizmin” sözcülüğünü üstlenmiştir.
129
14. PAROLOJİYLE MEŞRULAŞTIRMA
Bu noktada günümüzde bilgi meşrulaştırması sorunuyla ilgili sunduğumuz olguların hedeflerimiz açısından yeterli olduğunu söyleyelim. Artık büyük anlatılara müracaat etmiyoruz -postmodern bilimsel bilginin geçerli kılınması olarak ne Tin- 'in diyalektiğine ve hatta ne de insanlığın özgürleşimine başvurabiliriz. Ancak daha önceden gördüğümüz gibi, küçük anlatı (petit récit), çok özel bir biçimde bilimde, muhayyel yeniliğin esas formu olarak kalmaktadır.211 Buna ek olarak, uzlaşım ilkesinin, bir geçerlileştirme ilkesi olarak uygun gözükmemektedir. Uzlaşım ilkesinin iki ifade edilme biçimi vardır: İlkinde, uzlaşım, bilen zekalar ve özgür iradeler olarak tanımlanan insanlar arasında, diyalogda kazanılan bir
211. Bu çalışmanın sınırları içerisinde, meşrulaştırma söylemlerindeki anlatının dönüşü tarafından öngörülen biçimi analiz etmek mümkün gözükmemektedir. Örnekler, açık sistemlerin çalışılması, yerel belirlenimcilik, karşıyöntem genelde paroloji adı altında gruplandırdığın herşey.
130
anlaşmadır. Bu Habermas tarafından geliştirilen bir açıklamadır ancak onun kavramı özgürleşim anlatısının geçerliliğine bağlıdır. İkincisinde, uzlaşım, kendisini işlerliğini korumak ve geliştirmek üzere yönlendiren sistemin bir öğesidir.212 Luhmann'ın geliştirdiği anlamda, idari işlemlerin nesnesidir. Bu durumda, uzlaşımın yegane geçerliliği, sistemi meşrulaştıran gerçek amaca ulaşmakta bir araç olarak kullanılan güçtür.
Sorun buna göre sadece paraloji-üzerinde temellenmiş bir meşrulaştırma biçimine sahip olmanın mümkün olup olmadığını belirlemektir. Paroloji yenilikten ayırdedilmelidir: yenilik, sistemin komutası altındadır ya da hiç olmazsa sistem tarafından kendi yeterliliğini artırmak için kullanılmaktadır; paraloji, önemi son dönemlere gelinceye kadar pek sık anlaşılmayan ve bilgi pragmatiğinde gerçekleştirilen bir harekettir. Gerçeklikte hipotez için güçlükler sergilemeyen başka bir harekete dönüştürülen zorunlu değil fakat sık sık ortaya çıkan bir olaydır.
Bilimsel pragmatiğin betimine dönerek (Bölüm 7), ihtilaf (anlaşmazlık) kavramını vurgulamalıyız. Uzlaşım hiç bir zaman ulaşılamayan bir ufuktur. Bir paradigmanın koruması altında yer alan araştırma durağanlaşmaya yönelir;213 teknolojik, ekonomik ya da sanatsal bir "ideanın" sömürüsü gibidir,
212. Örneğin Nora ve Minc Japonların bilgisayar alanındaki başarısını, Japon toplumunun özgüllüğü olarak değerlendirdikleri "toplumsal uzlaşı- mın yoğunluğuna" atfetmekte (not 9), sonuçta şöyle demektedirler: Yayılmış toplumsal bir bilgisayarlaşmanın dinamiği kırılgan bir topluma yol açmaktadır, böyle bir toplum, uzlaşmayı kolaylaştırıcı bir görüşle kurulmakta ancak böyle bir toplumun varlığını zaten öngörmekte, uzlaşma sağlanamazsa da bir durgunluğa sürüklenmektedir" (s. 125). Y. Stourdzé, "les Etats-Unis" (not 20), yönetimi zayıflatma, dinginliğini bozma, düzenleş- tirmeye karşı varolan eğilimin, toplumun, Devlet'in işlerlik ehliyetine duyulan güvenin yitirilmesi tarafından desteklenmesi olgusunu vurgulamaktadır.213. Kuhn'un kastettiği anlamda.
1 3 1
azaltılamaz. Şaşırtıcı olan, birilerinin her zaman "aklın" düzenini bozma peşinde olmasıdır. Anlama için yeni normlarının ilan edilişinde ya da bilim dilinin yeni bir alanının araştırılmasını belirleyen yeni kuralları inşa edecek bir öneride açığa çıkan açıklamanın kapasitesini sabitleştiren bir gücün varlığını konumlamak zorunludur. Bu bilimsel tartışma bağlamında Thom'un morfojenesis olarak adlandırdığıyla aynı süreçtir. Kuralsız değildir (katastrof sınıfları vardır) ancak daima mevzi olarak belirlenmektedir.214 Bilimsel tartışmaya uygulanmış ve geçici bir çerçevede yerleştirilmiş olarak, bu özellik "keşiflerin" öndeyilenemez olduğunu ima etmektedir. Açıklık düşüncesi bağlamında, kör noktalar türeten ve uzlaşıma boyun eğen bir etmendir.
Bu özet, sistemler teorisinin ve önerdiği meşrulaştırma türünün ne olursa olsun bilimsel bir temeli olmadığım görmemizi kolaylaştırmaktadır. Bilimin kendisi, bu sistem teorisinin paradigmasına göre işlemez ve çağdaş bilim böyle bir paradigmanın toplumu betimlemek üzere kullanma imkanını dışta bırakmaktadır.
Bu bağlamda, Luhmann'ın savındaki iki önemli noktayı inceleyelim. Bir taraftan, sistem sadece karmaşıklığı indirgeyerek işlemekte, diğer taraftan kendi amaçlarına göre tekil etki- lenimlerin uyarlanmasını geliştirmek durumunda kalmaktadır.215 Karmaşıklıktaki indirgeme, sistemin güç yeterliliğini
214. Pomian ("Catastrophes") bu tip işlevleşmenin Hegelci diyalektikle ilişkisinin olmadığını göstermektedir.215. "Kararların meşruluğunun uygun surette gerektirdiği şey esas olarak minimum bir kopmayla, toplumsal sistem içerisinde etkili bir öğrenme sürecidir. Bu çok daha genel bir sorunun bir boyutudur: "Etkilenmeler nasıl değişir, nasıl siyasal idari alt sistem, (sadece toplumun bir parçasıyken) toplumda, kararlan aracılığıyla beklentileri yapısallaştırılabilir? "Sadece bir parça olanın faaliyetinin etkinliği bütün için geniş ölçüde, yeni beklentileri zaten var olan sistemlere uyarlamada nasıl başarılı olduğuna bağlıdır. Bu sistemler şahıslar ya da toplumsal sistemler olabilir, ancak önemli iş-
beslemek için gereklidir. Eğer bütün mesajlar bütün bireyler arasında serbestçe dolaşabiliyorsa, doğru seçim yapmadan önce ele alınmak zorunda olunan enformasyonun niteliği hatırı sayılır ölçüde kararları geciktirecek, dolayısıyla işlerselliği düşürecektir. Hız, çalışırken, sistemin güç öğesidir.
Bu çekirdek düşüncelerin, ciddi bozulmaların riskinden kurtulunmak isteniyorsa gerçekten değerlendirilmesi gerektiği itirazı yapılacaktır. Luhmann şöyle karşılık verir -bu da ikinci nokta-: Bireysel etkilenimleri sistemin kararlarıyla uzlaşabilir kılmak için, "bütün bozulmalardan serbest" bir "çıraklık eğitim kabilinden" süreç aracılığıyla, bu etkilenimlere kılavuzluk etmek mümkündür. Kararlar bireylerin etkilenim- lerine saygı göstermek zorunda değillerdir, etkilenimler kararlara, hiç olmazsa etkilerine telkinde bulunmak zorundadırlar. İdari işlemler, sistemin daha iyi işlerlik kazanması için, bireylere sistemin ihtiyaç duyduğu şeyi istetmelidir. Telematik teknolojisinin bu süreçte hangi rolü oynayabildiğini görmek kolaydır.2'6
Bağlam denetimi ve egemenlik içsel olarak yokluklarından çok varlıklarının daha iyi olduğu düşüncesinin yanında inandırıcı bir gücün bulunduğu inkar edilemez. İşlersellik ölçütü kendi "avantajlarına" sahiptir. İlke olarak metafizik bir söyleme başvurmayı dışta bırakmakta; masallardan feragat etmeyi gerektirmekte, açık zihinler ve soğuk iradeler talep etmekte, özlerin tanımının yerini eylemlerin birikimiyle değiştirmekte, "oyuncuların" sadece ortaya koydukları önermeler için değil, aynı zamanda, bu önermeleri kabul edilebilir kıl-
levsel rahatsızlıklara yol açmadan uyarlama gerçekleşmelidir". (Niklas Luhmann, Legitimation durch Verfahren, not 160, s. 35.216. Bu David Riesman'ın ilk çalışmalarında eleştirilen bir hipotezdir. Bkz. Riesman, The Lonely Crowd (New Haven, Yale University Press, 1950); W.H. White Organizaton Man , New York, Simon and Schuster, 1956; Herbert Marcuse, One-Dimensional Man (Boston, Beacon, 1966).
133
mak için itaat ettikleri kurallar içinde sorumluluk sahibi kılmaktadır. Bilginin pragmatik işlevlerini, yeterlilik ölçütüyle ilişkili gözükecek şekilde aydınlığa kavuşturmaktadır. Bunlar, tartışma, kanıt üretimi, öğrenimin aktarılması ve imgelemin eğitimi pragmatikleridir.
Bütün dil oyunlarının bir kendi-bilgisine (hatta yasa koyucu bilgi alanına girmeyenleri bile) yükselmelerine katkıda da bulunmaktadır. Gündelik söylemi bir tür metasöyleme doğru sarsmaya yönelir. Sıradan önermeler şimdi kendini kaydetme için bir eğilim göstermekte, çeşitli pragmatik postlar, kendilerini ilgilendiren cari mesajlarda bile dolaylı bir bağ kurmaya gitmektedir.217 Çalışmasını parçalara ayırma ve dillerini birleştirme çabası yolunda bilimsel topluluk tarafından deneyimlenen içsel iletişim sorunlarının, anlatısal kültüründen yoksunlaştırılmış bir toplumsal birlikteliğin kendi içsel iletişimini ve sorgulama süreci içerisinde adına verilen kararların meşruluğunun tabiatını yeniden incelemesi gerektiğinde deneyimlediği sorunlarla doğaları gereği karşılaştırılabilir olduğunu önermektedir.
Okuyucuyu hayrete düşürme riskiyle, sistemin avantajları arasındaki şiddeti hesaba katabileceğini de söyleyecektim. Güç ölçütü çerçevesinde, bir istek (yani bir buyurma biçimi), karşılanmış bir ihtiyacın katılığı üzerine temellenmiş olması sayesinde oluşan meşruluktan hiç bir şey kazanmaz. Haklar katılıktan değil, zorluğun sistemin işlerliğini geliştirmesi tesellisinden kaynaklanmaktadır. En ayrıcalıksızın ihtiyaçları bir ilke konusu olarak sistem düzenleyicisi biçiminde kullanılmamalıdır. Çünkü bunları tatmin etmenin araçları zaten bilindiğinden, bunların gerçek doyumları sistemin işlerli-
217. Josette-Rey- Debove (Le Metalangage, not 117, s. 228 vd) Çağdaş gündelik hayattaki otonomik ifade ve dolaylı söylem işaretlerinin canlandırılmasına işaret etmektedir. Bize hatırlattığı üzere, "dolaylı söyleme gü- venilemez".
134
ğini geliştirmeyecek, sadece harcamalarını artıracaktır. Bunun tek karşı göstergesi, en ayrıcalıksızların tatmin edilmemesinin bütünü bozabileceğidir. Güçsüz tarafından yönetilmek, gücün tabiatına aykırıdır. Ancak bu tabiat içerisinde yeni istekleri ortaya koymak "hayat" normlarının yeniden tanımlanmasına yol açmak anlamına gelmektedir.218 Bu anlamda sistem, insanlığı farklı bir normatif kapasite düzeyinde insanileştirmek için, insanlığı gideren ve bundan sonra ilaçlayan öncü bir makina olarak gözükmektedir. Teknokratlar, toplumun ihtiyaçları olarak ortaya koyduğu şeye güvenemediklerini açıklamışlardır: teknokratlar, toplumun kendi ihtiyaçlarını, bu ihtiyaçlar yeni teknolojilerden bağımsız değişkenler olmadığından dolayı bilemeyeceğini "bilmektedirler".219 Bu karar verenlerin ve onların körlüğünün bir kendini bilmezliğidir.
Teknokratların "kibri"nin anlamı, kendilerini, en mümkün işlersel birliğin araştırılmasında bir bütünlük olarak algılanan toplumsal sistemle özdeşleştirmeleridir. Eğer bilim pragmati- ğine bakacak olursak, böyle bir özdeşleşmenin imkansız olduğunu öğreniriz. İlke olarak, hem bilgi tekeline sahip bir bilim adamı yoktur; hem de bir bilim adamı bir bütün biçiminde
218. Georges Cangulheim'in söylediği gibi, "insan yalnızca normalden daha fazla bir şey olup, bir dizi norma muktedir olduğunda gerçekten sağlıklıdır". ("Le Normal et la pathologique" (1951) in La Connaisance de la vie, Paris, Hachette, 1952, s. 210).219. E.E. David (not 156), toplumun sadece teknolojik çevresinin varolan durumunda hissettiği ihtiyaçlarının farkına varabildiği yorumunu yapar. Temel bilimler teknik çevreyi yeniden modelleştiren ve öngörülemeyen ihtiyaçlar yaratan, bilinmeyen özellikleri keşfeden bir mahiyete sahiptir. Örnek olarak katı maddelerin amplifer olarak kullanılmasına ve katı hal fiziğinin hızlı gelişimini belirtmektedir. Toplumsal etkileşimlerin bu "olumsuz düzenlenişi" ve çağdaş tekniğin nesnesi tarafından oluşturulan ihtiyaçlar R. Jaulin tarafından eleştirilmiştir. "Le Mythe technologique", Revue de I'enterprise 26 (Mart 1979):49-55. Bu metin A.G.H. Audiricourt'un bir değerlendirmesidir.: "La technologie culturelle, essai méthodologie", in Gille, Historié des techniques (not 154).
135
"bilimin" işlerliğine bir ekleme yapmadıkları maskesiyle, bir araştırmacının etkilerini, bir araştırma projesinin "ihtiyaçlarını" yadsımaz. Bir araştırmacıya genellikle verilen karşılık, "Görmemiz gerekecek, bana şimdi hikayeni anlat"tır.220 İlke olarak, bir olayın kapanmakta olması ya da "bilimin" gücünün, yeniden açıldığı takdirde tehlikeye gireceği şeklinde bilim adamının bir önyargısı yoktur. Gerçekte, bunun tam tersi doğrudur.
Doğal olarak, bu gerçeklikte her zaman böyle olmaz. Bir yığın bilim adamı, bazen yıllarca "hareketlerinin" görmezlikten gelindiğini ya da bastırıldığını görmüşlerdir. Çünkü, sadece üniversite ve bilimsel hiyerarşide değil, aynı zamanda sorunsalda da,221 kabul edilen konumları birdenbire yerlerinden etmişlerdir. "Hareket" ne kadar güçlüyse, çok muhtemel olarak, en küçük uzlaşım tarafından inkar edilecektir, çünkü uzlaşımın temellenmekte olduğu oyunun kurallarını değiştirmektedir. Ancak bilgi kurumu bu biçimde işlediğinde, davranışı bir içdenge ilkesi tarafından idare edilen sıradan bir güç merkezi gibi hareket etmektedir.
Bu türden bir davranış, Luhmann tarafından betimlenen sistemin davranışı gibi yıldırıcıdır. Yıldırıcılıkla (terör), bir oyuncuyu paylaşılan bir dil oyunundan uzaklaştırmakla ya da
220. Medawar (Art of the Soluble, ss. 151-52.) bilim adamlarının yazma ve konuşma üsluplarını karşılaştırmaktadır. Yazma üslubu kıyası olmalıdır; aksi takdirde bilim adamları dikkate alınmayacaklardır. İkincisi yani konuşma üslubu için Medawar sık sık laboratuvarlarda işitilen ifadelerin, "sonuçlarım henüz bir hikaye oluşturmaz"ı da içeren bir listesini çıkartır. Medawar, "bilim adamları, hikayeler söyleyerek açıklayıcı yapılar kurarlar" sonucuna varır.221. Meşhur bir örnek için bkz. Lewis S. Feuer, Einstein and the Generation of Science (New York, Basic Books, 1874). Moscovici'nin kitabın fransızca tercümesine yazdığı girişte vurguladığı gibi (Einstein et le con- flictde générations, Bruxelles, 1979) "görelik aralarında hiç kimsenin fizikçi olmadığı arkadaşlar tarafından kurulan bir geçici 'akademide' doğmuştur; bunların hepsi mühendis ya da amatör felsefecilerdi".
136
uzaklaştırma amacıyla tehdit etmekle elde edilen yeterliliği kastediyorum. Oyuncunun dilsizliği ya da geri çekilmesi, yan- lışlanmakta oluşundan gelmektedir (herhangi birini oyundan engellemenin bir çok yolu vardır). İlke olarak bilimlerde denkliği bulunmayan karar vericilerin kibri, terörün uygulanmasından oluşmaktadır. Şöyle denmektedir: "Etkilenmelerini bizim amaçlarımıza uyarla ya da başka bir şey yap."222
Hatta çeşitli oyunlara yönelik verilen izin, işlerselliğe bağlı kılınmıştır. Hayat normlarının yeniden tanımlanması, sistemin güç için ehliyetinin büyüselleştirilmesinden ibarettir. Bu özellikle telematik teknolojisinin başlangıcındaki olaydır: Teknokratlar, telematikte bir özgürleşme vaadi ve bağlayıcılar arasındaki etkileşimlerde bir zenginlik görmektedirler. Bu süreci onlar için çekici kılan, sistemde, işlerselliğini geliştirmeye yol açacak yeni gerilimlerin ortaya çıkmasıdır.223
Bilimin farklılaştırıcı olduğu düzeyde, onun pragmatiği, sabit bir sistemin karşı modelini sunmaktadır. Bir önerme, bilinenden bir farklılık gösterdiği uğrakta ve bulunmasındaki süreçte yer alan kanıt ve savdan sonra ele alınmaya değer görülmektedir. Bilim, içerisinde bir önermenin, eğer "idealar tü- rettiyse" yani önermeler ve oyun kuralları türettiyse geçerli olan bir "açık sistem"224 modelidir. Bilim kendisinde diğer bü-
222. Orwell'in paradoksu. Bürokrat şöyle der: "Bizler ne olumsuz itaatle hatta ne de adi bir başeğmeyle memnun olabiliriz. Bize nihai olarak teslim olduğunuzda bu sizin hür iradenizin bir neticesi olmalı" (1984, New York, Harcourt and Brace, 1949, s. 258). Bir dil oyunu terminolojisinde aynı paradoks şöyle açıklanacaktır: "Özgür ol" ya da "Ne istediğini iste"; bunlar Watzlawick tarafından analiz edilmiştir (not 11) ss. 203-7. Bu paradokslar üzerine bkz, J.M. Slanskis, "Genèses 'actuelles' et Genèses 'sérilles' de l'inconsistant et de hétérogeme", Critique 379 (1987): 1155-73.223. Bkz. Nora ve Minc'in, kitle bilgisayarlaşmasının Fransız toplumunda kaçınılmaz olarak üreteceği gerilimleri betimleyişleri. (L'Informatisation de la société (not 9).224. Bkz. not 181. Krş, Watzlawick'deki açık sistemlerin tartışılması: Pragmatics of Human Communicaiton, s. 117-48. Açık sistemler teorisi
137
tün dillerin çevrilebildiği ve değerlendirildiği genel bir meta- dile sahip değildir. Bu da bilimi sistemle, terörle birlikte ele alınan bütün şeylerle özdeşleşmekten alıkoyan bir şeydir. Eğer bilimsel bir toplulukta karar alıcılar ve uygulayıcılar arasındaki bölümleme varsa (ki vardır), bilim pragmatiğinin kendisinin değil, sosyoekonomik sistemin bir olgusudur bu; ancak bilginin muhayyel gelişimine büyük engellerden birisi olarak.
Burada genel meşrulaştırma sorunu, toplum ve bir bilim pragmatiğinin karşı modeli arasındaki ilişkinin niteliği olmaktadır. Bir toplumu oluşturan dil materyalinin geniş bulutlarına uygulanabilir mi? Öğrenme oyunuyla mı sınırlıdır? Eğer öyleyse, toplumsal bağa ilişkin olarak hangi rolü oynamaktadır? Toplum üzerinde kendileri için yadsıdıkları işlerlik ölçütünü zorlayan karar vericiler altkümesinin asli bir öğesi midir? Yahut tersine, otoritelerle işbirliği yapanın reddedilişi midir? Mali kaynak yokluğu nedeniyle araştırmanın imkansızlaşması ihtimaline refakât eden riske katlanarak, karşı kültür yönünde bir hareket midir?225
Bu çalışmanın başlangıcından beri, çeşitli dil oyunları arasında, özellikle düzanlamsal ya da bilim oyunlarıyla, buyurucu ya da eylem oyunları arasında olmak üzere, sadece for- mel değil aynı zamanda pragmatik farklılıklar bulunduğunu vurguladım. Bilim pragmatiği, üzerinde öğrenme kurumları (enstitüler, merkezler ve üniversiteler) inşa ettiği temel olan düzanlamsal ifadeler üstüne bina edilmiştir. Ancak postmodern gelişim, önemli bir "olguyu" açığa çıkarmaktadır: Düzanlamsal önermelerin tartışılması bile kurallara sahip olmak ihti- yacındadır. Kurallar düzanlamsal değil, karmaşadan kurtul-
kavramı Salanskis'in çalışmasının konusudur: Le Systématique ouvert.225. Kilise ve Devletin birbirinden ayrılmasından sonra Feyerabend, aynı sağduyuyla, Devlet ve Bilimin birbirinden ayrılmasını talep eder. Peki Para ve Bilim hakkında ne söylenebilir?
138
mak için metabuyurucu ifadeler olarak adlandırmakla çok iyi ettiğimiz, buyurucu ifadelerdir (dil oyunları hareketlerinin kabul edilebilirliği için ne olmaları gerektiğini buyurmaktadırlar). Varolan bilim pragmatiğinin farklılaştırıcı, muhayyel ya da paralojik etkinliğinin işlevi, bu metabuyuruculara (bilimin "varsayımları") işaret etmek ve oyunculara farklı olanların kabul edilmesi için istekte bulunmaktadır.226 Bu türden kabul edilebilir isteğin yapabileceği yegane meşrulaştırma, idealar yani yeni önermeler türeteceği özelliği olmaktadır.
Toplumsal pragmatik, bilimsel pragmatiğin "yalınlığına" sahip değildir. Farklı biçimli ifade sınıflarının (düzanlamsal, buyurucu, işlersel, teknik değerlendirici vb.) çeşitli şebekelerin birbirine girmesiyle biçimlenmiş bir azmandır. Bütün bu dil oyunlarına ortak metabuyurucuları belirlemek ya da bilimsel toplulukta belli bir anda işleyen gözden geçirilebilir bir uzlaşımın toplumsal birliktelikle dolaşan önermeler bütünlüğünü düzenleyen metabuyurucular bütünlüğünü kapsayabilmesi için bir neden yoktur. Nitekim, geleneksel ya da "modern" (insanlığın özgürleşimi veya ideanın gerçekleşmesi) meşrulaştırma anlatılarının günümüzdeki çöküşü, bu inancın ortadan kalkmasına uygundur. "Sistemin" ideolojisinin, bütünlüğe yönelik hak iddialarıyla doldurmaya çalıştığı ve işlerlik ölçütünün iki yüzlülüğünde ifade ettiği, yokluğudur.
Bu nedenle, meşrulaştırma sorununu ele alışımızdaki227
226. Bu hiç olmazsa bu kavramı anlamanın, Ducrot'nun sorunsalından gelen bir yoludur. Dire (not 28).227. Legitimationsprobleme (not 27), passim, özellikle s. 21-22: "Dil bir dönüştürücü biçiminde, bilişleri önermelere, ihtiyaç ve hisleri normatif beklentilere (emir ve değerler) değiştirerek işlemektedir. Bu dönüşüm bir taraftan haz, istem ve yönelim öznelliği arasındaki kapsayıcı ayrımı, diğer taraftan evrenselliğe yönelik bir hak talebiyle ifadeleri ve normları üretmektedir. Evrensellik bilginin nesnelliği ve geçerli normların meşruluğuna işaret etmektedir. Her ikisi de topluluğun kurucu, yaşanmış toplumsal dene
139
yönlenmede Diskurs bir başka deyişle bir tartışma diyalogu228 olarak adlandırdığı şey aracılığıyla evrensel bir uzlaşımı araştırma yönünde Habermas'ı izlemek ne mümkün hatta ne de basiretli gözükmektedir.
Bu, iki varsayım ileri sürmek demektir: İlkin, dil oyunları farklı biçimli ve pragmatik kuralların türdeş olmayan kümelerine bağlı olduğunda bütün konuşmacılar için evrensel geçerli dil oyunlarının kurallar ya da metabuyurmalar olması temelinde anlaşılması mümkündür.
İkincisi, diyalogun hedefinin uzlaşım olmasıdır. Ancak bilim pragmatiğinin analizinde gösterdiğim gibi, uzlaşım tartışmanın tekil bir durumudur, amacı değil. Amacı, aksine pa- ralojidir. Bu çifte gözlem (kuralların türdeş olmayışı ve muhalefet arayışı) hâlâ Habermas’ın araştırmasının altını çizen bir inancı tahrip etmektedir. Bu inanç özetle, kollektif (evrensel) bir özne olarak insanlığın, ortak özgürleşimini bütün dil oyunlarında müsaade edilen "hareketlerin" aracılığıyla aradığı ve herhangi bir önermenin meşruluğunun özgürleşime katkıda bulunmasına bağlı olduğu şeklindedir.229
yimini güvence altına alırlar. Sorunu bu biçimde formüle ederek, meşruluk probleminin bir karşıtlık türüne, evrenselliğe bağlandığını görmekteyiz. Bu tutum bir taraftan, Kant'ın eleştirisine karşılık olarak, (ki bu eleştiri kavramsal evrenselliği, bilginin öznesine uygun tutarak ve ideal evrenselliği ya da eylemin öznesinin ufkunu belirleyen "supra-duyumlanabilir tabiatı ayrıştırmaktadır) bilginin öznesini meşruluğuyla eylemin öznesinin meşruluğunu özdeş varsaymakta, diğer taraftan uzlaşımın sadece insanlığın hayatının mümkün tek ufku olduğunu öngörmektedir.228. İbid, s. 20. Buyurucu önermelerin metabuyuruculuğunun (yani yasaların normalleştirilmesinin) Diskurs’a ikincil kılınması açıktır, sözgelimi bkz, s. 144. "Geçerliliğe yönelik normatif hak iddiasının kendisi, her zaman ussal bir tartışmada kabul edilebileceğini varsayması anlamında bilişseldir".229. Garbis Kortian, Me'tacritique (Paris, Editions de Minuit, 1979), bölüm 5. Kortian Habermas'ın düşüncesinin bu aydınlanma boyutunu incelemektedir. Yine bkz. aynı yazarın "Le Discours philosophique et son object", Critique 384 (1979): 407-19.
140
Habermas'ın Luhmann'a karşı bu başvurmasının hangi işlevi yerine getirdiğini görmek kolaydır. Diskurs, durağan bir sistem teorisine karşı nihai silahtır. Neden güzeldir, fakat sav değil230. Uzlaşım modası geçmiş ve şüpheli bir değer olmuştur, ancak adaletin ne modası geçmiştir ne de şüpheli. Şu halde, uzlaşım ideasına bağlanmayan bir adalet ideası ve pratiği yakalamalıyız.
Dil oyunlarının farklı biçimliliğinin tanınması bu yöndeki ilk duraktır. Bu açıkça, dil oyunlarının eşbiçimli olduğunu varsayan ve öyle yapmak için uğraşan terörün bir reddini göstermektedir. İkinci durak, bir oyunu tanımlayan kurallar üzerindeki herhangi bir uzlaşım ve onun içerisinde gerçekleştirilebilir "hareketler" mevzi olmalı, başka bir deyişle, mevcut oyuncular tarafından üstünde anlaşılmalı ve muhtemel bir ilkeye bağlı kalmalıdır. O zaman yönelim (orientation) metaargü- manların çoğulluğundan yana olmalıdır. Yönelimle metabuyu- ruculara ait tartışmayı kastediyorum ve bu zaman ve mekanla sınırlı olmaktadır.
Bu yönelim toplumsal etkileşimin şimdilerde aldığı evrimin istikametine karşılık gelmektedir. Pratikteki geçici anlaşma, siyasal olaylarda olduğu kadar, mesleki, duygusal, cinsel, kültürel, ailevi ve uluslararası alanlardaki sürekli kurum- ların yerini almaktadır. Bu evrim tabiatıyla çift anlamlıdır: geçici anlaşma, en büyük esneklik, en düşük fiyat ve güdülenmeleri sağlayan yaratıcı karışıklık nedeniyle sistem tarafından tercih edilmektedir -bu etmenlerin hepsi çoğalan işlemselliğe (operativity) katkıda bulunmaktadır. Ne olursa olsun, burada sisteme "yalın" bir seçenek üretme sorunu yoktur. Hepimizin bildiği gibi, 1970'ler yaklaştıkça bu türden herhangi bir seçe-
230. Bkz, J. Poulai, not 28. Pragmatiğin Searle ve Gehlen tarafından çok daha genel bir tartışması için bkz, Poulain, "Pragmatique de la parole et pragmatique de la vie". Phi zéro 7. no. 1. (Université de Montreal, ekim, 1978): 5-50.
1 4 1
nek yaratmaya girişmek, yerini değiştirmeye kasteden sistemi andırmakla sonuçlanacaktı. Geçici anlaşmaya yönelik eğilimin de çift anlamlı olmasıyla mutluluk duymalıyız, çünkü bütünüyle sistemin amacına bağlanmamıştır, ve henüz sistem bu girişimi hoşgörmektedir. Bu da sistem içerisinde başka bir amacın varlığına tanıklık etmektedir.
Bu türden dil bilgisi oyunları ve bunların kuralları ve etkileri için sorumluluk yüklenilmesi kararı. Bunların en anlamlı etkisi, açıkça kuralların uyarlanmasını geçerli kılan şeydir, yani paraloji arayışı.
Nihayet bizler, toplumun bilgisayarlaştırılmasının bu sorunsalı nasıl etkilediğini anlamak durumundayız. Bu süreç bilginin kendisini de içermeye kadar uzanan ve işlersellik ölçütü tarafından başka herşeyi dışta bırakacak şekilde idare edilen pazar sistemini düzenleyen ve denetleyen bir "rüya" aracı olabilirdi. Bu durumda kaçınılmaz olarak, terörün kullanılışını içerecekti. Ancak gruplara, genellikle bilgileştirilebilir kararları alırken yokluğunu duydukları enformasyonu sağlayarak, metabuyurucuları tartışmalarında yardımcı oldu. Bilgisayarlaşmanın bu yollardan İkincisini seçmesi için izlenecek yol ilkede çok basittir: halka hafıza ve veri bankalarına serbest giriş imkanı veriniz.231 O zaman dil oyunları, belirli bir zamanda,
231. Bkz, Tricot et. al. Informatique et libertés, hükümet raporu (La Documentation françaiese, 1975); L. Joinet, "les pièges liberaticides' de l'informatique", Le Monde diplomatique 300 (Mart 1979): bu tuzaklar "nüfusun büyük bir kesiminin yönetimine 'toplumsal profiller' tekniğinin uygulanmasıdır; güvenliğin mantığı toplumun otomatizasyonu tarafından üretilmiştir". Bkz, Inférences 1 ve 2 (Kış 1974 Bahar 1975). Multimedya iletişim şebekelerinin kurulması konuyla ilgili belge ve analizler. Ele alınan konular şunlar: Amatör radyolar (özellikle bunların ekim 1970'lerde FLQ ve Fransa'da Mayıs 1972'deki "Komün cephesi" olayları sırasındaki rolleri); ABD ve Kanada'da cemaat radyoları; bilgisayarların basım işindeki editör- yal çalışma üzerindeki etkisi; İtalya'daki gelişmelerinden önce korsan radyolar; idari dosyalar, IBM tekeli, bilgisayar sabotajı. Bir bilgisayar almak için referandum yapan Yverdon belediyesinin belirli kurallar yürürlüğe
142
tam enformasyon oyunları olacaktır. Ancak sıfır-çözüm oyunları olmayabilirler de; bu yüzden, tartışma hiç bir zaman küçük büyük bir denge durumunda saplanmak riskini almayacaktır, çünkü erzaklarını tüketmiştir. Erzak bilgi olabileceğinden (eğer isterseniz, enformasyon), bilgi kaynağı, dilin mümkün sözceler kaynağı tüketilemezdir. Bu da hem adalet tutkusunu hem de bilinmeyen tutkusunu dikkate alan bir siyasetin taslağını çıkarmaktadır.
koyması, belediye meclisinin hangi verilerin toplanacağına ilişkin mutlak otoritesi; bu otorite hangi şartlar altında bu verilerin iletişime sunulabileceğini de içermekteydi. Belli bir ücret karşılığında yurttaşların bütün verilere girişinin sağlanması. Her yurttaşın kendi dosyasındaki maddeleri görme hakkı. Bunları düzeltme ve gerektiğinde Belediye meclisine şikayet etme hakkı. Eğer gerekirse şikayetin Devlet Konseyi'ne yapılabilmesi. Bütün yurttaşların istek üzerine kendilerini ilgilendiren verilerin iletişiminden haberdar olması ve bunların kime verildiğini bilmesi (La Semaine me- ida 18, 1 Mart, 1979, 9).
143
EK:POSTMODERNİZM NEDİR?
Bir Talep
Bu bir durgunlaşma dönemidir -bunu söylerken, zamanların rengine göndermede bulunuyorum. Her taraftan, sanatlarda ve başka yerlerde deneyimlemeye bir son vermeye zorlan- maktayız. Realizmi yücelten ve yeni bir öznelliğin yükselişinin militanı olan bir sanat tarihçisini okudum. Resim pazarında, "Transavangardizmi" paketleyen ve satan bir sanat eleştirmenini okudum. Deneyimleme çocuğunu, işlevselcilik kirli suyuyla leğenden fırlatarak Bauhaus projesinden, postmodernizmin adı altında uzaklaşan mimarları okudum. Gülünç şekilde Judaeo-Christianism olarak adlandırdığı bir felsefe keşfederek, bununla, yaymaktan yükümlü tutulduğumuz dinsizliğe bir son vermeye yönelen yeni bir felsefeci okudum. Haftalık bir Fransız dergide, bazılarının Deleuze ve Guattari'nin
144
Mille Plateaux'dan hoşnutsuzluk duyduklarını, çünkü özellikle felsefi bir yapıt okurken, küçük bir anlamla doyurulmayı umduklarını okudum. Saygıdeğer bir tarihçinin kaleminden, 1960 ve 1970'lerin avantgard düşünürlerinin dilin kullanılmasında bir terör saltanatı sürdürdüklerini ve verimli bir etkileşimin şartlarının entellektüeller üzerinde ortak bir konuşma biçiminin yani tarihçilerin konuşma biçiminin empoze edilmesiyle yeniden kurulması gerektiğini okudum. Konuşan makinaların meydan okuması altında, Kıta Avrupası düşüncesinin, gerçekliğe ait makinalara teslim olmasından, gönderme paradigması için, dilbilimsellik paradigmasının (konuşma üzerine konuşulur, yazma hakkında yazılır, metinler arasılık) yerinin değiştirilmesinden şikayet eden ve şimdi, gönderilendeki katı dil demirleme harcını düzenlemenin zamanının geldiğini düşünen genç bir dil felsefecisini okumaktayım. Postmodernizmin kendisi için, özellikle şaşkın bir kamu oyu, nükleer savaş tehditleri altında, otoriteyi totaliter bir gözetme siyasetine cesaretlendirdiğinde, oyunları ve fantazileriyle politik otorite önünde çok az bir ağırlığa sahip olduğunu söyleyen yetenekli bir teat- rolojist (tiyatro bilimci) okudum.
Modernliği muhafazakârlar olarak adlandırdığı kişilere karşı savunan şöhretli bir düşünürü okudum. Postmodernizmin yasaklayıcılığı altında, neomuhafazakarların, modernizm- den yani Aydınlanmanın tamamlanmamış projesinden kurtulmak istediklerine inanmaktadır. Ona göre, Popper ve Adorno gibi Aufklarung'un son yandaşları bile, bu projeyi sadece hayatın bir kaç özel alanında [The Open Society (Açık Toplum) yazarı -Popper- için siyaset ve Aesthetische Theorie (Estetik Teori) yazarı Adorno içinse sanat alanı] savunmaya muktedirdiler. Jürgen Habermas (herkes kendisini tanıyacaktır), eğer modernlik başarısız olduysa, bu başarısızlık, somut bireysel yaşantılar, "aşağılanmış anlam" ve "tahrip edilmiş biçim"in, özgürleşme olarak değil, Baudelaire’in bir yüzyıl önce betim-
145
lediği sonsuz bir ennui (aşınmışlık hissi) biçiminde, hayatın bütünlüğünün uzmanların dar ehliyetine terkedilen bağımsız özelliklere dağıtılmasına izin verilmesinde yatmaktadır diye düşünür.
Albercht Wellmer’in bir isteğini takip ederek, Habermas, kültürün bu parçalanması ve hayattan koparılmasının çaresinin, "artık öncelikle zevk yargılarında ifade edildiğinde değil", "yaşanan tarihsel durumu açıklamak için kullanıldığında yani "varlık sorunlarıyla ilişkili kılındığında", sadece "estetik deneyimin değişen konumundan" gelebileceğini düşünmektedir. Çünkü bu deneyim o zaman "estetik eleştirinin değil, bir dil oyununun parçası olmaktadır"; "bilişsel süreçler ve normatif beklentilerde" yer almaktadır; "farklı uğrakların birbirlerine gönderme yaptıkları biçimi değiştirmektedir". Habermas'ın sanatlardan ve onların sunduğu deneyimlerden gereksindiği, kısaca bilişsel, etik ve siyasal söylemler arasındaki boşluğu doldurmak, böylece deneyimin birliğine yol açmaktır.
Benim sorunum, Habermas'ın zihninde yatan birliğin hangi türden olduğunu belirlemektir. Modernlik projesinin amacı olan sosyokültürel bütünlüğün kurulması sırasında, bu bütünlüğün içerisindeki gündelik hayat ve düşüncenin bütün unsurları organik bir bütünde olduğu gibi yerlerini alacaklar mıdır? Ya da farklı türden dil oyunları -biliş, etik ve siyaset- arasında çizilmek zorunda olan geçiş bundan farklı bir düzene mi aittir? Eğer öyleyse, bunlar arasında gerçek bir bileşimi etkilemeye muktedir olacak mıdır?
Hegelci bir etkilenmeden gelen ilk hipotez, diyalektik olarak bütünleştirici bir deneyim düşüncesine meydan okumaz: ikinci hipotez, Kant'ın, Yargıgücünün Eleştirisi'ndeki ruha çok yakındır ancak tıpkı Eleştiri gibi, postmodernliğin Aydınlanma düşüncesi ve bir özne ve birleştirici bir tarihin sonu ide- ası üzerine empoze ettiği keskin yeniden incelenmeye tâbi tu
146
tulmalıdır. Sadece Wittgenstein ve Adorno değil, Habermas tarafından okunma şansına sahip olamayan başka bir kaç düşünür (Fransız ya da değil) tarafından da başlatılan bu eleştiri, hiç olmazsa onları neomuhafazakârlıklarından dolayı düşük bir not almaktan korumaktadır.
Realizm
Belirlemeye başladığım taleplerin hepsi eşit değildir. Çelişkili bile olabilirler. Bazıları postmodernizm adına ileri sürülmektedir, bazıları da onunla savaşmak için. Bir gönderge (nesnel gerçeklik), bir anlam (ve inanılır aşkınlık) bir alıcı (ve dinleyiciler) veya gönderici (ve öznel açıklayıcılık) veya iletişimsel uzlaşma (ve genel bir değişimler kodu, tarihsel söylemin tarzı gibi) için bir talep formüle etmek zorunlu olarak aynı şey değildir. Ancak sanatsal deneyimlemeyi yayacak farklı davetlerde, düzen için özdeş bir çağrı, birlik, özdeşlik, güvenlik veya kamusallık (Öffentlichkeit ve "bir kamu bulma" anlamında) içinse bir arzu vardır. Sanatçılar ve yazarlar cemaatin sinesine geri getirilmeli, eğer cemaat hasta olarak değerlendiriliyorsa, hiç olmazsa onu iyileştirme görevine tahsis edilmelidir.
Bu ortak düzenin yanlışlanamaz bir işareti vardır: Bu yazarların hepsi için avantgardların mirasını tasfiye etmekten daha acil bir şey yoktur. Özellikde sözde-transavangardizmin yaptığı tam da budur. Achille Bonito Oliva'nın Bernard La- marche -Vadel ve Michel Enric'in sorduğu sorulara verdiği cevaplar bu olay hakkında bir şüpheye yer bırakmamaktadır. Ancak avantgardları karıştırarak bir araya koymakla, sanatçı ve eleştirmen, karşı bir atak geliştirmeden onları aşabilecekleri yolunda kendilerini daha emin hissederler. Çünkü daha önceki deneylerin parçalayıcı karakterinin ötesine gitmenin bir
147
yolu olarak en çok iki yüzlü eklektizme atlayabilirler. Ancak açık bir şekilde onlara arkalarını dönerlerse, görünür bir biçimde saçma ve yeni akademik tavrın riskini üzerlerine alacaklardır. Burjuvazinin kendisini tarihsel süreç içerisinde inşa ettiği bir zamanda Salonlar ve Akademiler, realizmin örtüsü altında güzel plastik ve edebi tavırlar için ödüller sağlamaya ve geçici bir ıstırap merkezi olarak işlemeye muktedirdiler. Ancak kapitalizm içsel olarak benzer nesnelerin, toplumsal rollerin ve kurumların gerçekliğini giderecek bir güce sahiptir. Öyle ki gerçeksi (realistic) tasarımlar diye bilinen tasarımlar artık, nostalji veya istihza hariç, doyumdan çok acı çekmenin bir fırsatı olarak gerçekliği çağıramamaktadır. Klasizm, gerçekliğin deneyimleme ve oranlamadan başka bir yaşantıya fırsat bırakmayacak şekilde durağanlaştırıldığı bir dünyada yöneltiliyor gözükmektedir.
Bu konu Walter Benjamin'in bütün okuyucularına tanıdık gelmektedir, ancak konunun gerçek boyutunu görmek zorunludur. Fotoğraf resim sanatına dışarıdan bir meydan okuma olarak gözükmemiş, endüstriyel sinemanın anlatısal edebiyata yaptığından daha fazlasını yapmamıştır. Fotografi, sadece on- beşinci yüzyıl sanatı (quattrocento) tarafından geliştirilen görünür olanın düzenlenmesi programına nihai dokunuşu koymaktayken, sinema, onsekizinci yüzyıldan beri en büyük terbiye (Bildung) romanlarında varolan idealde -ardzamanlılıkları organik bütünler halinde dönemselleştirme- son duraktı. Bir bakıma mekanik ve endüstriyel olanın el ve zanaat işlerini yedeklemesi kendinde bir felaket değildir; eğer sanatın Özünde bir seçkin zanaatkârlığınca yardım olunan bireyselliğin ifadesi olduğuna inanılıyorsa.
Değişiklik esas olarak, fotografik ve sinematografik sürecin, akademizmin gerçekçiliğe yüklediği çeşitli bilinçlilikleri şüpheden korumak görevini anlatısal ve resimsel gerçeklikten yüzbin kere daha geniş bir dolaşımla daha iyi ve daha hızlı
148
bir şekilde yerine getirebilmesinde yatmaktadır. Endüstriyel fotografi ve sinema, amacı ne zaman olursa olsun göndergeyi sabitleştirmek ve tanınabilir bir anlamla yüklenmiş bir bakış açısına göre düzenlemek, alıcıyı imgeler ve aşamaları çabucak çözmeye ve böylece diğerlerinden aldığı onay kadar kendi kimliğinin bilincini de yakalamaya muktedir kılacak sentaks ve sözlüğü yeniden üretmek olduğunda resme ve romana üstün olacaktır. Çünkü, bu tür imge ve aşama yapıları bunların hepsinin arasında ortak olan bir iletişim kodu yaratacaktır. Bu gerçekliğin etkilerinin ya da tercih edilirse, gerçekçiliğin fan- tazilerinin çoğalma biçimidir.
Eğer varolanın (ehemmiyeti küçük) destekleyicileri olmayı arzu etmezlerse, ressam ve romancı kendilerini bu tür terapa- tik kullanılışlara bırakmayı reddetmeli, kendilerinden önce gelenlerden anlatılama ya da resmetme kurallarını öğrendikçe, bu kuralları sorgulamalıdırlar. Çok geçmeden de bu kurallar onlara, kandırmanın, ayartmanın ve itimadı yenilemenin bir aracı olarak görünmelidir. Bu da onların, ressam ve romancı için "doğru" olmasını imkansız kılmaktadır. Resim ve edebiyatın ortak adı altında, öncesi olmayan bir çatlak yer almaktadır. Sanatın kurallarını yeniden incelemeyi reddedenler, iletişim ve "uygun" kurallar aracılığıyla, gerçekliğe yönelik kendisini memnun etmeye muktedir nesne ve durumlarla hastalıklı bir tutkuyla kitle uyumculuğunda başarılı kariyerler peşinde koşmalıdırlar. Pornografi, fotografi ve filmin böyle bir amaç için kullanılmasıdır; kitle iletişim araçlarının meydan okuyuşuna karşılık vermeyen görsel ya da anlatısal sanatların genel bir modeli olmaktadır.
Plastik ve anlatısal sanatların kurallarını sorgulayan sanatçılar ve yazarlar muhtemelen çalışmalarını dolaşıma sokarak şüphelerini paylaştıkça "gerçeklik" ve "özdeşlikle" ilgilenenlerin gözünde az bir güvenilirliğe sahip olma kaderiyle başbaşa, bir izleyici kitlesine sahip olma garantisinden yoksundurlar.
149
Böylece avantgardların diyalektiğini, endüstri ve kitle iletişimi realizmi tarafından resim ve anlatı sanatlarına yöneltilen meydan okumaya atfetmek mümkün olmaktadır. Duchamp'ın "hazır yapım" iddiası, resim sanatının hatta bir sanatçı olmanın bu sabit sahiplenememe sürecini etkin ve gülünç bir şekilde imlemekten başka bir şey yapmamaktadır. Thierry de Duve'ün olaya nüfuz eden bir şekilde gözlemlediği gibi, Modern estetik sorun, "Güzel nedir?" değil, "Neyin sanat (ve edebiyat) olarak belirlenebileceğidir?"Yegane tanımı, sanatın gerçekliğinde ima edilen gerçeklik sorunundan kaçmak olan realizm, daima akademizm ve kitsch arasında bir yerde durmaktadır. Güç bir partinin adını üstüne aldığında, realizm ve onun neoklasik tamamlayıcısı deneysel avantgard üzerinde, onu yasaklayarak ve iftira ederek zafer kazanmaktadır. Partinin istediği, seçtiği ve propaganda ettiği hazır "doğru" imgeler, "doğru" anlatılar, ve "doğru" biçimler, kamunun deneyimlediği korku ve yıkım için uygun bir çare olarak kendilerini arzulayacak bir kamusal alan bulabilir. Gerçeklik talebi -yani birlik, basitlik ve iletişimlenebilirlik vb. ta- lebi- Devrim sonrası Rus toplumu ve iki dünya savaşı arasındaki Alman toplumunun ne sürekliliğine sahiptir ne de yoğunluğuna. Bu olgu Nasyonel Sosyalist ve Stalinist realizm arasındaki ayrım için bir temel sağlamaktadır.
Açık olan, politik aygıt tarafından dile getirildiğinde, sanatsal deneyimlemeye yönelik saldırının özellikle gerici olduğudur. Estetik yargı, sadece bu ya da bu türden bir çalışmanın güzele ilişkin yerleşik kurallarla uyum için olup olmadığına karar vermek için gerekli olacaktır. Politik akademizm, sanat çalışmasının neyi bir sanat nesnesi yaptığını ve bir izleyici kitle bulmaya muktedir olup olamayacağını incelemek yerine, bazı çalışmaları ve kamuyu ve bütün zamanlar için tayin edilen güzel bir sanat eseri için a priori ölçütlere sahiptir ve bunları empoze etmektedir. Estetik yargılamadaki kategorilerin
150
kullanılışı böylece bilişsel yargılamada kullanılan kategorilerle aynı olacaktır. Kant gibi konuşursak, ikisi de belirleyici yargılar belirleyici olacaktır. İfade etme ilkin anlayışta "iyi biçim- lenmekte"dir. O zaman sadece deneyimde elde edilen olaylar bu ifade altında sınıflandırılabilir olaylar olmaktadır.
Güç partinin değil de sermayenin olduğunda, "transavant- gardist" ya da "postmodern" (Jencks'in kastettiği anlamda) çözüm, antimodern çözümden daha iyi uyarlanmış olduğunu is- bat etmektedir. Eklektizm çağdaş genel kültürün sıfır derecesidir. Reggae dinlenilir, bir western seyredilir, öğle için McDonald's ve akşam için yerel mutfaklar tercih edilir, Tokyo'da Paris parfümü kullanılır ve Hong Kong'da "retro" elbiseler giyilir. Bilgi, tv oyunlarının konusudur. Eklektik çalışmalar için kitle bulmak kolaydır. Bir kitsch olmakla sanat patronların "zevkinde" hüküm süren karmaşaya pezevenklik etmektedir. Sanatçılar, galeri sahipleri, eleştirmenler ve kitle, "herşeyin idare ettiği" yaklaşımda birlikte savrulmaktadırlar. Ve dönem bir durgunlaşma dönemidir. "Her şeyi idare ederim" realizmi, gerçekte paranın realizmidir. Estetik ölçütlerin yokluğunda, sanat çalışmalarının değerini, sağladıkları kâra göre belirlemek yararlı ve mümkün kalmaktadır. Bu türden bir realizm, sermayenin bütün "ihtiyaçları" uzlaştırması gibi, varolan eğilim ve ihtiyaçların satın alıcı bir güce sahip olmasını sağlayarak, bütün eğilimleri uzlaştırmaktadır. Beğeni içinse, herhangi biri üç kağıt açar ya da kendisiyle eğlenirse, zevk sahibi olmaya ihtiyaç yoktur.
Sanatsal ve edebi araştırma bir keresinde "kültürel siyasa" bir keresinde sanat ve kitap pazarı tarafından olmak üzere iki kere tehdit edilmiştir. Bazen bu, bazen başka bir kanalla tavsiye edilen, ilkin, gönderildikleri kamunun gözünde varolan konulara göre çalışmalar ortaya koymaktır. Sonra çalışmalar öyle iyi kotarılacaktır ki ("iyi yapım") kamu, bu çalışmaların ne hakkında olduğunu görecek, neye işaret ettiğini anlayacak,
151
bilerek onaylayacak ya da onaylamayacak, hatta eğer mümkünse bu tür bir çalışmadan belli bir derecede konfor da türe- tebilecektir.
Endüstriyel ve mekanik sanatlar ve edebiyat ve güzel sanatlar arasındaki bağa ilişkin verilen bu yorum, taslak olarak doğru, ancak sınırlı bir şekilde sosyolojikleştirici ve tarihselleştirici, bir başka deyişle, tek taraflı olmaktadır. Benjamin ve Adorno'nun ketumluklarının üzerinden geçerek, bilim ve endüstrinin gerçeklikle ilgili şüpheden, sanat ve yazıdan daha çok özgür olmadığı hatırlanmalıdır. Başka bir şeye inanmak, bilimler ve teknolojilerin mefistofolesci işlevciliklerinin hüma- nistik bir yorumuyla abartılı şekilde eğlenmek olacaktır. Bugün egemen varlığını, tekno-bilimin yani bilişsel önermelerin, en mümkün işlerliğin erekselliğine (teknolojik ölçüt) yoğun biçimde ikincil kılınmasının olduğu inkar edilmiyor. Ancak mekanik ve endüstriyel olan, özellikle geleneksel olarak sanatçılara ayrılmış alana girdiklerinde, bunlarla birlikte güç etkilerinden daha fazla bir şeyi taşımaktadırlar. Bilimsel bilgi ve kapitalist sistemden türeyen nesne ve düşünceler, olabilirliklerini destekleyen kuralların birisiyle bunları aktarabilir. Bu kural, belirli bağlanmalar ve belirli bilgilere sahip eşler arasındaki bir uzlaşma tarafından test edilmedikçe gerçeklik yoktur kuralıdır.
Bu kuralın sonuçları küçük değildir; çünkü bu kural, zihnin sahip olduğuna inandığı metafizik, dinsel ve siyasal kesinliklerin dışına bir tür gerçeklik kaçışıyla sermaye yöneticileri ve bilim adamının politikası üzerine bırakılan izdir. Bu geri çekiliş bilimin ve kapitalizmin doğuşu için mutlak olarak zorunludur. Aristoteles'in hareket yasasından şüphe edilmeksizin, korporatizm, merkanitilizm ve fizyokrasi reddedilmeksi- zin endüstri mümkün değildir. Hangi çağda gözükürse gözüksün, modernlik bir inanç sarsılması olmaksızın ve gerçekliğin "gerçeklik yokluğu" keşfedilmeksizin ve diğer gerçeklikler
152
icad edilmeksizin varolamaz.Eğer dar ve tarihselleştirilmiş bir yorumdan kurtarılmaya
çalışılırsa, bu "gerçekliğin yokluğu" kavramı neyi imlemektedir? İbare kuşkusuz Nietzsche'nin nihilizm olarak adlandırdığı şeye yakındır. Ancak ben, Nietzschecil bakış açısının Kantçı Yücelik temasında çok erken bir biçimlenmesini görmekteyim. Sanıyorum, özelde Yücenin estetiğinde, modern sanat (edebiyatı içererek) kendi itkisini, avantgardların mantığı da koyutlarını bulmaktadır.
Yücelik duygusu (ki yüceliğin duygusudur da) Kant'a göre, güçlü ve eşit hacimli bir histir. Hem acı hem de zevk taşımaktadır. Hâlâ daha iyi olan, onda zevkin acıdan türemesidir. Augustine ve Descartes'dan gelen ve Kant'ın radikal bir biçimde meydan okumadığı öznenin geleneği içerisinde, bu çelişki (bazıları nevroz ya da mazoşizm olarak adlandırılacaklardır) bir öznenin yetileri arasındaki çatışma olarak gelişmektedir: bir şeyi algılama yetisi, ve onu "sunma" yetisi arasındaki çatışma. Bilgi, ilkin eğer önerme anlaşılabilirse, İkincisi eğer "olaylar" kendisine "karşılık gelen" deneyden türetilebiliyorsa, vardır. Güzellik eğer, herhangi bir kavramsal belirlenim ve sanat yapıtının meydana çıkarabileceği herhangi bir istemden bağımsız zevk hissi olmaksızın, duyarlık tarafından verilen belirli bir "olay" (sanat yapıtı) (hiç bir zaman elde de edilemi- yebilen) evrensel bir uzlaşım ilkesine başvurursa, vardır.
Buna göre zevk kavrama karşılık gelen bir nesneyi sunma ve algılama kapasitesi arasındaki kuralsız, belirlenmemiş bir uzlaşımın, Kant'ın düşünümsel olarak adlandırdığı bir yargıyı oluşturan ve haz olarak deneyimlenebileni test etmektedir. Yüce farklı bir duygudur ve aksine, imgelem eğer sadece ilkede, bir kavramı karşılayabilen bir nesneyi sunmayı başaramadığında yer almaktadır. Dünyanın ideasına sahibiz (olanın bütünlüğü) fakat bunun bir örneğini gösterme kapasitesine sahip değiliz. Kırılamıyan, ayrıştırılamıyan bir 'yalın'ın ide-
153
asına sahibiz, ancak onu, bir "olayı" olabilecek duyumlanabilir bir nesneyle gösteremeyiz. Sonsuz derecede büyük ve sonsuz derecede güçlü olanı algılayabiliriz fakat bu mutlak büyüklüğü veya gücü "görünür kılmakla" yükümlü her sunum bize acı verecek kadar yetersiz görünmektedir. Bunlar sunumu mümkün olmayan idealardır. Dolayısıyla gerçeklik (yaşantı) hakkında bilgi vermezler; güzelduygusunu yaratacak yetilerin serbestçe birleşimini de engellerler. Zevkin sabitleştirilmesi ve biçimlenmesini de. Bunların sunumlanamaz oldukları söylenebilir.
Diderot’nun söylediği gibi, modern sanatı, "küçük teknik uzmanlığı"nı (son "petit technique"), sunumlanamıyanın varolduğu olgusuna adayan bir girişim olarak adlandıracağım. Algılanabilen, ancak ne görülebilen ne de görünür kılınabilen bir şeyin olduğunu gösterme girişimi. Bu modern resimde olan bir şeydir. Görünür bir şeyin olmadığı nasıl görünür kılınabilir? Kant'ın kendisi "biçimsizlik, biçiminin yokluğu"nu adlandırdığında, sunulamıyana mümkün bir endeks olarak gidecek yolu gösterir. Yine Kant imgelemin, bitimsizin (diğer bir sunumlanamaz) sunumlanmasını araştırdığında deneyimlediği boş "soyutlama"dan da bahsetmektedir: bu soyutlamanın kendisi bitimsizin bir sunumu gibidir, yâni "negatif" sunumu. Incil'de Mutlakın bütün sunumlanımının yasaklandığı, en yüce pasaj olarak "suret yapmayacaksın" (Exodus, 20/4) emrini zikreder.* Büyük resimler estetiğini özetlemek için bu gözlemlere küçük ihtiyaçlar eklenecektir. Resim sanatı tabiatıyla olumsuz bir biçimde olmasına rağmen bir şey "sunacaktır". buna göre biçimlendirme ya da sunumlamadan kaçınacaktır. Malevitch'in köşelerinin birisi
* Anılan pasaj Ahd-i Atik’in 20. babında yer alır: “Kendin için put oyma, yukarda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın...” (y.h. n)
gibi beyaz olacak, sadece görmenin imkansız olduğunu tesbit ederek görmemizi sağlıyacaktır. Ancak acıya yol açarak zevk verecektir. Resimdeki avantgardların aksiyomları, kendilerini görünür sunumlamalar aracılığıyla sunulamıyana ima yapmaya adadıkları sürece bu buyruklarda tanınır olacaklardır. Bu görevin desteklemeye ya da kendisini haklılaştırmaya yeterli olduğu ad ya da bu adla varolan sistemler büyük bir dikkati hak etmektedirler, ancak bunlar yalnızca meşrulaştırmak yani gizlemek üzere yücenin işlemesinde ortaya çıkabilirler. Gerçekliğin karşılaştırılamazlığı olmaksızın Kant'ın yücelik felsefesi de varolan kavrama açıklanamaz kalmaktadırlar.
Burada çeşitli avantgardların, bizi inandırmak için birçok araca sahip olan resimsel teknikleri inceleyerek gerçekliği niteliksiz kıldıkları ve dilsizleştirdikleri yolu ayrıntılı bir biçimde ele almaya niyetim yok. Mevzi ton, çizim, renklerin karışımı, aracın ve desteğin tabiatı, anlaşma, gösterme, müze: Avant- gardlar sürekli olarak düşünceyi bakışa ikincil kılmayı ve onu sunulamayandan uzaklaştırmayı mümkün kılan sunumlama- nın araçlarını uzaklaştırıyorlar. Eğer Habermas, Marcuse gibi, bu gerçekliğin giderilmesi görevini, avantgardı niteleyen (baskıcı) "aşağılamanın" bir boyutu olarak anlıyorsa, Kantçı yüceleştirmeyi Freudcu yüceltmeye karıştırmasından ve estetiğin onun için güzelin estetiği olarak kalmasından ileri gelmektedir.
Postmodern
O zaman postmodern nedir? İmge ve anlatılamanın kurallarında ortaya atılan sorunların başdöndürücü incelenmesinde ne gibi bir yer işgal etmekte ya da etmemektedir? Şüphesiz modernin bir parçasıdır. Devralınan tek şey, eğer sadece
155
dünse (modo, modo Petronius'un hep söylediği gibi) şüphe edilmelidir. Cezanne'ın meydan okuduğu uzam hangisidir? Empresyonistlerin. Picasso ve Braque hangi nesneye saldırdılar? Cezanne'ın nesnesine. Duchamp 1912'de hangi savdan ayrıldı? Kübist bile olsa resim yapılmalı savından. Buren, Duchamp'ın çalışmasıyla dokunulmaz olarak kaldığına inandığı diğer varsayımı sorgulamaktadır: Yapıtın sunumlama yeri. Korkunç bir hızlanma içerisinde, kuşaklar kendilerini çökertmektedirler. Bir yapıt eğer ilkin postmodernse modern olabilir. Böyle anlaşılan postmodernizm, amacında modernizm değildir oluşumunda modernizmdir ve bu oluşum durumu süreklidir.
Ancak kelimenin bu zayıf mekanik anlamıyla kalmayacağım. Modernliğin gerçeğin uzaklaştırılmasında ve sunulabilir ve algılanabilir arasındaki yüce ilişkiye göre yer aldığı doğruysa, bu ilişki içerisinde, (müzikçinin dilini kullanırsak) iki modu birbirinden ayırdetmek mümkündür. Vurgu, sunumlama yetisinin güçsüzlüğü, insan tarafından varlığı hissedilen nostalji ve herşeye rağmen kendisini (insanı) içerisinde oturtan boşluk ve karanlık istemi üzerine konulabilir. Dahası algılama yetisinin gücü, "insandışılığı" (Apollinaire'in modern sanatçılardan taleb ettiği özellik) üzerine de konulabilir, çünkü bu, bizim duyarlığımız ve imgelememizin algıladığını karşılayıp karşılayamadığına ilişkin anlayışımızın işi değildir. Resimsel, sanatsal, ya da her neyse, oyunun yeni kurallarının bulunmasından kaynaklanan oluşun artması ve büyük sevince de yönelebilir. Kafamdaki şey, avantgardların tarihindeki satranç tahtasından bir kaç ismi çok şematik olarak çekersek açığa çıkacaktır. Melankoli boyutunda, Alman Ekspresyonistler, no- vatio (yenilik) boyutunda Braque ve Picasso, ilk boyuttan Ma- levitch sonrakinden Lissitsky. Birinden Chirico diğerinden Duchamp. Bu iki modu birbirinden ayıran nüans sonsuz olabilir; sık sık hemen hemen ayrılamaz biçimde aynı parçada bir
156
likte vardırlar ve ancak, deneme ve pişmanlık arasında düşüncenin kaderinin bağlı olduğu, uzun bir sürede bağlı kalacağı bir farklılığa (un differend) tanıklık etmektedirler.
Hem Proust'un hem de Joyce'un yapıtları, kendisini sunulur kılmaya izin vermeyen bir şeye imâda bulunmaktadır. Pa-
olo Fabbri'nin yenilerde dikkatimi çektiği bu imâ, bir yüce estetiğine ait çalışmalardan ayrılamaz olan bir açıklama biçimidir. Proust'ta bu imâ için ödenmesi gereken bedel olarak kaçınılan, zaman fazlalığına kurban bir olan bilincin özdeşliğidir (au trop de temps). Ancak Joyce'da edebiyat ya da yapıt fazlalığına bir kurban olarak yazmanın özdeşliğidir (au trop de livre).
Proust, içerisinde, bir çok işleyicisinin hâlâ romansı anlatı- lama tarzına dahil olduğu bir yazı ve sentaks ve sözlüğünde değişmemiş bir dil aracılığıyla sunulamayanı daha da ileri götürmektedir. Proust'un Balzac ve Flaubert'den devraldığı edebi kurum, kabul edilen bir şekilde altüst olmuştur; kahramanın bir karakter değil, zamanın bilinci olması ve bu noktada anla- tılanan olayların ardzamanlılığının zaten Flaubert tarafından tahrip edilmesi, anlatısal ses nedeniyle sorguya alınmıştır. Buna rağmen, kitabın bütünlüğü, bilincin yolculuğu bölümden ertelense bile, ciddi olarak bir meydan okumayla karşılaşmamıştır. Yazının kendisiyle özdeşliği, sonsuz anlatılama- nın labirenti boyunca Tinin Görüngübilimi'nin birliğiyle karşılaştırılmakta olan bu tür bir birliği çağrıştırmaya yeterlidir.
Joyce sunulamayanın yazısında, imleyende (işaret eden) algılanabilir olmasına izin vermektedir. Eldeki anlatının ve hatta üslubcu işleyicilerin bütün alanı, bütünün birliğine yönelik bir ilgi olmaksızın oyuna konulmuştur, ve yeni işleyiciler yorulmuştur artık. Gramer ve edebi dilin sözlüğü artık veri olarak kabul edilmemektedir. Dahası bunlar, akademik biçimler, sunulamayanı ileri götürülmekten alıkoyan (Nietzsche’nin dediği gibi) takvada türeyen ritüeller olarak gözükmektedir.
O zaman burada farklılık sözkonusudur: modern estetik,
157
nostaljik olmakla birlikte yüceliğin estetiğidir. Sunulamayana sadece kayıp içerikler olarak ileri götürülme izni vermektedir. Ancak farkedilebilen tutarlığından dolayı biçim, okuyucuya ya da görücü-maddeye haz ve teselli sunmaya devam etmektedir. Haz ve zevkin içsel bir bireşimi olan gerçek yüce duygusunu, bu duygular oluşturmamaktadır ama. Aklın bütün sunumlamayı artırması ihtiyacından doğan haz ve imgelemenin ya da duyarlığın kavrama eşit olmaması gerektiğinden doğan acının bireşimi.
Postmodern, modemin içerisinde sunulamayanı, sunumla- manın kendisinde ileri götüren olacaktır: güzel biçimlerin tesellisini, ve elde edilemez olanın kollektif nostaljisini paylaşmayı mümkün kılan bir zevk uzlaşımını inkar edecektir; .bunlardan hoşlanmak için değil, sunulamayanın güçle bir anlamını veren yeni sunumlamaları araştıracaktır. Postmodern sanatçı veya,yazar, felsefecinin konumundadır. Yazdığı metin, ürettiği çalışma ilke olarak daha önceden yerleşmiş kurallar tarafından yönetilemez; benzer kategorilerin metne ya da çalışmaya uygulanmasıyla belirleyici bir yargıya göre yargılana- mazlar. Bu kurallar ve kategoriler sanat yapıtının kendisi için aradığı kural ve kategorilerdir. O zaman yazar ve sanatçı, yapılacak olmakta olanın kurallarını formüle etmek için kuralsız çalışmaktadır. Böylece çalışma ve metnin bir o l a y ı n karakterlerine sahip olması olgusu doğar. Böylece onlar daima yazarları için geç gelecekler, veya aynı ölçüde olmak üzere, gerçekleşmeleri (mise en oeuvre) daima hemen başlayacaktır. Postmodern, geleceğin (post) evvelkiliği (modo) paradoksuna göre anlaşılmak zorunda kalacaktır.
Parça (Athaneum-Alman romantiklerinin dergisi) modernken, bana, deneme (Montaigne) postmodern gözükmektedir.
Nihayet, burada bizim işimizin gerçekliği arzetmek değil, algılanabilen ancak sunulamayan imâları keşfetmek olduğu açığa çıkmalıdır. Bu görevin dil oyunları arasında (yetiler adı
158
altında Kant'ın bir boşluk tarafından ayrıldığını bildiği) varolan son uzlaşmayı etkileyeceği beklenmemelidir. Sadece aşkın bir yanılsama (yani Hegel’in yanılsaması) bunları gerçek bir birlik içinde bütünleştirmeyi ümit edebilir. Ancak Kant böyle bir yanılsama için ödenmesi gereken fiyatın terör olduğunu biliyordu. Ondokuz ve yirminci yüzyıllar bize tahammül edebildiğimizden daha fazla terör getirdi. Bütün ve bir nostaljisi, kavram ve duyumlanabilenin, şeffaf ve iletimlenebilir deneyimin uzlaşması için yeteri kadar bedel ödedik. Genel teskin- lik ve durgunluk talebi altında, gerçekliği yükseltecek fantazi- nin gerçekleşmesi için terörün geri dönmesi arzusunun mırıltılarını işitebiliriz. Cevap: Gelin bütünlüğe karşı bir savaş başlatalım, gelin sunulamayana tanıklık edelim, farklılıkları etkin kılıp, adın onurunu kurtaralım.