36

Siyasi Dergisi Sayı 1

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Siyasi Dergisi 2006-2008 yılları arasında Boğaziçi'nde çıkarılan bir fikir ve eylem dergisiydi. Siyasi dergisinin adını Kobane'de ölümsüzleşen Suphi Nejat Ağırnaslı belirledi. Son iki sayıda mizanpajı ve içerik düzenlemesini üstlendi. Hrant’ın avukatı Erdal Doğan ve İsmail Beşikçi ile röportajları gerçekleştirdi. Keyifli okumalar

Citation preview

Page 1: Siyasi Dergisi Sayı 1
Page 2: Siyasi Dergisi Sayı 1

“ Selam olsun dört bir yana

merhaba, akan kana düşen

cana merhaba Hesap

sorulacak güne merhaba, türkünü

söyleyen dile merhaba

Bir merhabadır belki Kawa’nın

ateşinin gökyüzüne söylettiği ilk güzel türkü; belki de Bedrettin’in yalın bir merhabasıdır Torlak Kemal ve Börklüce’ye yol gösteren; ya da belki Lenin’in devrim sabahında devrimi yaratan bir halkı selamlayışıdır merhaba; yahut Che’nin yoldaşlarına patikalarda gösterdiği bir umuttur merhaba; kim bilir belki de Fransa 68’inin en ateşli sözüdür bu merhaba…

Öyleyse biz de merhabayla başlayalım dedik kendimizi anlatmaya, dergimize ses olmaya…

Merhaba tüm dostlarımıza… Merhaba tüm okuyanlarımıza…

Yeni bir merhaba bu, tertemiz bir sayfaya başlamanın heyecanı ve titizliğiyle hazırlanmış bir merhaba…

“Temiz kalan tek

yerdir devrim / bütün bir yıl / kirlenen duvarda / ama görebilmek için/ asıldığı çividen indirilmelidir / yaprakları biten takvim” işte böyle bir merhaba bizim merhabamız… İsli pisli duvarlarda tertemiz kalmış tuğlaların üzerlerine yazılıp yola çıkacak bir merhaba… Duvar duvar kampüsü arşınlayıp temiz kalmış duvarları, devrim kokan takvimleri getirecek sizlere…

Bu yeni merhabayla “üflenmeli

artık birik(tiril)miş tozlar Marx’ın, Engels’in ve Lenin’in öğrettiklerinin üzerinden” diyoruz. Zorluğunun farkındayız söylediğimizin ve kendi yeteneklerimizin yetebileceklerinin de

bilincindeyiz. Ancak bizimkisi amatörce bir merhaba demeliyiz en başta. Belki nefesimiz ancak ortalığı tozutmaya yetecek ama ona da olsun diyoruz. Kendi nefesimizi tutarak boğulmaktansa, kendi üflediğimiz tozdan boğulmayı yeğleyenlerdeniz.

Bu merhaba bize dairdir, bu merhaba sana dairdir. Bu merhaba yaşadığımız okula, öğrendiğimiz hayatımıza dairdir; çay içtiğimiz kantine, manzaradan gördüklerimize ve de peteklerde demlendiklerimize dairdir.

Yeni bir merhabaysa bizimkisi okulumuza ayak bastığımız ilk yılda öğrendiğimiz yeniler olmalı ilk dosyamız diye düşünerek açtık -hiç

kimseyi yâd edememiş- YADYOK’un dosyasını ve gördük ki bu YADYOK’ta nasıl da

“yad”laştırılıyoruz kendimize, çevremize, insanlığımıza.

İlk sayımızda ilk eğitim bakanımız Rıza Nur’dan söz edeceğiz ve ne ilk olan ne de son olacak olan TMY’den bahsedeceğiz. Aziz Nesin Hocamızın 64’te kaleme aldığı amerikan salatası ile günümüz TMY’sinin geçmişin hangi

korkularıyla yoğrulduğunu göreceğiz. Geç kalmış da olsak İbrahim kardeşimize bir mektup yazıp boğazın esintilerine salıyoruz bir gün mutlaka buluşacağız diyerek.

Maddi manevi katkılarıyla bize destek olan TMMOB’a teşekkürü bir borç biliriz.

kırpık’a atfettiğimiz bu dergimizle tüm dostlarımızı ve okuyanlarımızı sımsıcak selamları-mızla kucaklıyoruz… Yeniden yeni sayılarda buluşmak üzere…

Page 3: Siyasi Dergisi Sayı 1

• İngilizce

öğretmenin ideolojisi for bigınırs

• İngilizce öğrenmenin ideolojisi at boun

• Kilyos kampı

• Boğaziçini dinliyorum gözlerim kapalı

Page 4: Siyasi Dergisi Sayı 1

ÖSS kâbusundan kurtularak Boğaziçi Üniversitesi’ne gelen, yani “şu üniversitenin şu bölümü için günde kaç soru çözersem yeterli olur, ailem dershane paramın taksitlerini ödeyebilecek mi” gibi soruları geride bıraktıktan sonra selamete eriştiğini sanarak gelen öğrenci için kabus aslında daha yeni başlar. Çünkü Boğaziçi Üniversitesi’nde eğitim dili İngilizcedir ve bölüm derslerine geçmek ancak yeterlilik sınavı denilen Proficiency verildikten sonra mümkün olabilir.

Öğrenci eğer İngilizceyi bir kolejde öğrenmemişse, öğrencinin bu sınavı geçmesi biraz zordur ve yeterli olmayanlar okul tarafından bir yıllık hazırlık eğitimine alınırlar. Bu eğitimin öncesinde yapılan seviye tespit sınavıyla da öğrenciler beginner, intermediate ve advanced kurlarına ayrılırlar.

Diğer iki kur bir yana, Beginner öğrencilerinin yaşadıkları sorunları anlamak ve bu sorunların hangi bakış açısından kaynaklandığını açıklığa kavuşturmak için YADYOK’da İngilizce öğretmede kullanılan yöntem ve yaklaşımın hangi ideolojik bakış açısına oturduğunu tespit etmek gerekiyor.

Öncelikle, burada Beginner öğrencisi büyük bir ön kabulle karşı karşıyadır. “Boğaziçi Üniversitesi’ne gelen öğrencinin İngilizceyi asgari düzeyde bilmesi gerekir” ve beginner programı da buradan başlar. Yani Üniversite yönetimi yaşadığımız ülkenin eğitim sisteminde yabancı dil

öğretimi bir yana normal derslerin bile öğretilmediği gerçeğini görmezden gelerek, gelen öğrencilerin İngilizceyi bilmeme seçeneğini göz ardı ederek başlar her şeye.

Ülkemizde pek çok üniversitede bu gerçeklikten hareketle kurların daha fazla tutulduğu ve İngilizceyi hiç bilmeyenlerin ayrı bir kurda eğitimlerine devam ettiği bilinmektedir. Boğaziçi Üniversitesi, bu noktada üstenci bakış açısıyla nasıl bir ideoloji doğrultusunda hareket ettiğini ele verir ve İngilizceyi hiç bilmeyenlere, yani lise eğitiminde (diğer dersler gibi) İngilizce dersleri boş geçenlere, büyük şehirlerin varoşlarından ve taşra bölgelerden gelen işçi-emekçi çocuklarına okulda yaşam hakkı

tanımaz. Sistemden kaynaklanan büyük engelleri aşarak, fırsat eşitsizliğine rağmen güç bela Boğaziçi Üniversitesi’ne gelen işçi-emekçi çocukları, İngilizceyi neredeyse hiç bilmediklerinden adeta aşağılanırlar. Buna neden

olan sistem yani suçlu ise savcı pozlarıyla mağdurları suçlar. Sistemin buradaki temsilcisi ise tabii ki Boğaziçi Üniversitesidir. Görüldüğü gibi daha baştan, yanlışlıklar zinciri bu katıksız elitizmle kurulur.

Writing: Diğer yandan amacı İngilizceyi

öğretmek olan İngilizce hazırlık programı daha çok proficiency’i geçmeye yönelik bir program olarak sunulur ama olayın ironik yanı o dur ki, bunda da pek başarılı olunduğu söylenemez. Beginner öğrencileri İngilizce bilgi açısından homojen olmadıklarından bazı öğrenciler başlangıçta dersleri kolay, bazıları zor bulabiliyor. Ancak iki ay sonra YADYOK hocaları olağanüstü bir geçişle öğrencileri düzeylerinin çok üstünde olan bir İngilizce’yle karşı karşıya bırakıyorlar ve dönem sonunda

Page 5: Siyasi Dergisi Sayı 1

advance öğrencilerinin düzeyinde olduklarını varsayarak “essay” yazmalarını istiyorlar. Daha İngilizce dilbilgisi tam oturmamış, cümle kurmayı bilmeyen beginner öğrencilerinden senenin hemen başında nasıl bir paragraf yazmaları isteniyorsa, programın başlangıcından iki-üç ay sonra, yani ikinci yarıda da “essay” yazmaları bekleniyor. İngilizce dilbilgisinin üzerinden hızlıca geçilmiştir ve bütün öğrenciler artık İngilizce’yi ‘öğrenmiş’tir ve sonuç olarak haziran sınavında beginner öğrencilerinin çoğu hezimete uğrar, ama bu hezimet her nedense bu saçma programı uygulayan YADYOK’un değil “tembel öğrencilerin” hanesine yazılır.

Reading:

Aynı çarpıklık Reading programında da sürer. Themes for today ile başlayan birinci aşama reading okumaları ile dönem kapatılır. İkinci dönem başladığında ise 2. ve 3. kitap atlanmıştır ve program 4.kitap olan (ki upper inter mediate seviyesidir) themes for today ile sürer. Yani normalde 1-1,5 yılda alınabilecek mesafe 2-3 ayda “geçilmiştir”. Eleştirilere ise yanıt hazırdır: “Evet bu normalde mümkün değil ama burası Boğaziçi ve siz de Boğaziçilsiniz…”

Sonuç olarak Boğaziçi Üniversitesi beginner programını İngilizceyi öğreten değil İngilizceyi geliştiren bir program olarak kurgulamıştır. Ve bu programda İngilizceyi hiç bilmeyenlere yer yoktur. Boğaziçi Üniversite’si Beginner öğrencilerine karşı taşıdığı önyargıyı, Remedial öğrencilerine ders takviyesi yapmak yerine dersleri tümüyle kaldırarak ve onların burslarını keserek belli etmiştir.

Listening: Bir başka merak edilen konu da

Note Taking meselesidir… YADYOK’un, İngilizce yeterlilik sınavı üç etaplıdır (reading, listening, writing) ve her etap kendi içinde iki bölümden oluşur. Listening aşamasının bir bölümü note taking şeklindedir. Yani konuşmacı elindeki metni okur ve siz not alırsınız ve aldığınız notlardan, size daha sonra verilen soruları yanıtlamaya çalışırsınız… Peki, bunun ne işe yaradığını biliyor musunuz? Okulunuz, sizin, derslerde, konferanslarda ve seminerlerde İngilizce olarak nizami bir şekilde not almanızı sağlamaya çalışmaktadır… Evet note taking tam

olarak bu iş için

öğretilir… Yani sizin eğitiminizin, bilip bilmediğini

zin ve sınavınızın

altı da biri budur. Okul bunu düşünerek büyük bir incelik göstermekte, size nizami bir şekilde not almayı öğretmektedir. Peki, okulda hiç speaking dersi olmamasını neye yormalıyız? Adı üstünde lisanın eşanlamlısı ‘dil’dir ve aynı zamanda konuşmaya yarayan organımızın da adıdır. Bütün dünyada ve bütün mesleklerde olduğu gibi dil öğreniminde de işle ilgili organ sürekli pratiğe tabi tutularak geliştirilir. Mesela hiç şut atmayan ve maça çıkmayan ama sürekli egzersiz salonunda form tutan bir futbolcu ya da basketçi düşünebiliyor musunuz? Evet, bizim okulumuz YADYOK’ta ortaya koyduğu performans ile bir organ olarak dilin hiç kullanılmadan da geliştirilebileceğinin düşünülebileceğini gösteriyor. Yani hiç konuşmayan ama mükemmel not tutan öğrenciler YADYOK Boun’un ve YÖK’ün hayalindeki öğrenci profilinin de göstergesi…

Bölgelere göre kur dağılımı yurtsuz

öğrenciler tarafından

yayınlanan Karakutu’

dan alınmıştır

Page 6: Siyasi Dergisi Sayı 1

Eğitimin toplumsallaşması kapitalizmle birlikte başlar ve kapitalizm eğitimi topluma yaydığı oranda ilericidir ama o eğitimi insanın varoluşunu tamamlamasının bir aracı olarak değil, insanı, kapitalist sistemin harcından yapılmış tuğlalar ve sistemini de o tuğlalardan yapılmış bir beton duvar olarak tasarladığı için de gericidir. Kuşkusuz bu onun ideolojisi yani sınıfsallığı ile alakalıdır… Lenin, her devrimin (ve devletin) temel sorunu iktidar sorunudur der, eğitim yaş ağaçların eği(ti)lme süreci olarak düşünüldüğünde, eğitim kapitalizm açısından iktidar sorununun kendi lehine çözümlenebilmesi için büyük bir fırsat, kendi varlığını üretme, o varlığı üretecek insanları yaratma sürecidir. Kapitalist eğitimin gerici niteliğine özellikle, tarih felsefe vb. sosyal alanlar üzerinden çok vurgu yapıldı. Oysa aynı gericileşme ya da başlığımızla doğru orantılı olarak burjuvazinin sınıfsal ideolojisi daha da ileri giderek emperyalizmin en çürüyen en kokuşmuş yüzü İngilizce öğreniminin içine de yedirilmiştir…

İngilizce öğrenim süreci kapitalist emperyalizmin ve burjuva ideolojisinin bilinçaltına empoze edilmesi için çok elverişli bir alandır, çünkü İngilizce öğrenimi yalnızca bilme ile değil ezberleme ile de ilerleyen bir süreçtir ve bu hem bilincin hem de bilinçaltının ikili bir kuşatma altına alınması demektir, zira bu süreçte tümüyle öğrenmeye kilitlenmiş olan bilinç analitik yeteneğini tümüyle yitirir ve kelimelerin öğretilme biçimiyle bağlantılı olarak yalnızca kelimelere

değil, emperyalizmin ideolojik hegomonik argümanlarına da maruz kalmış olur… İngilizce öğrenmenin kendisi zaten zor bir iştir ve bu zorluk bilince üstten büyük bir basınç uygulayarak, bilinci kuşatır ve onun gardını tümüyle düşürür böylelikle zaten önceden kurgulanmış veri tabanı oluşturulmuş olan ideolojik argümanlar hiçbir filtreye takılmadan bilinçaltına transfer edilir, böylelikle soylu bir öğrenme süreci, burjuva sınıfsallığının tetikçiliğine istihdam edilir…

İngilizce öğrenme programlarının tümü açısından bu durum böyledir, hatta ‘ilerici, özgürlükçü, liberal, akademist, elitist’ vb.. bir takım sıfatları (en azından görünüşte bile olsa tarafsız olmayı gerektiren sıfatları) taşıyan Boğaziçi Üniversitesi de bu ideolojik kirlenmenin bir parçası, üreticisi ve aleti olmaktan kendisini kurtaramaz.

Öncelikle belirtmek gerekir ki YADYOK’ta iki temel kamp vardır Amerikancı olanlar (Amerikan liberalizmini ve aksanını savunanlar) İngilizci olanlar, (İngiliz elitizmini ve aksanını

benimseyenler) YADYOK’ta sürmekte olan gerilimler başlıca bu iki kamp arasındaki sürtüşme tarafından

belirlenir ama bu iki kampın da birleşme noktası Anti-sosyalist olmasıdır. Sosyalizmin bütün kazanımları, sosyalist kültürün bütün yaratımları göz ardı edilir ve sosyalizm tarihinde yanlış olan, çarpıtmaya açık olan ne varsa orası kulağından tutulur ve götürülebilecek en son noktaya kadar götürülür. Örneğin reading (okuma) parçaları soğuk savaş metinleri gibidir. Bir yandan İngilizce öğretilirken, öbür yandan bilinçaltında liselerde oluşturulmuş olan anti-sosyalist veri tabanı daha ince argümanlarla estetize edilir, berkitilir.

Sosyalist kültüre karşı çok acımasızca yaklaşan YADYOK’un yargısız infaz metinleri, kapitalizm sözkonusu olunca tüm aklıselim’ini

Page 7: Siyasi Dergisi Sayı 1

kuşanır ve yapılan her yanlışlığı gerektiren şeyi, kapitalist örgütlenme içerisinde gereksiz gibi görünen her kurum ve uygulamanın ne kadar gerekli ve anlamlı bir sürecin ürünü olduğunu ispatlamak için kendisini parçalar. Trajedi mi diyelim yoksa wodvil mi, bu basit sahne oyununun en basitleştiği nokta, kapitalist kurumsallaşma ve örgütlenmeyi ulvi bir varlığın iradesi, ilahi bir hiyerarşinin tezahürü ve insan doğasının gerektirdiği ve yarattığı kaçınılmaz bir durum gibi ele almasıdır. Hazırlık eğitimi boyunca, kapitalizm insanlığın son durağı ve onun kaçınılmaz bir unsuru olarak hiyerarşi de son insanın varoluşsal bir parçası olarak sunulur.

Kapitalizmin İngilizce öğrenimi içerisinde kendi propagandasını yapmasının asıl yolu, sosyalist kültürün olumsuzlanması değil, kapitalist kültürün ve yaşam tarzının sonuna kadar olumlanmasıdır… İngilizce öğrenme bu olumlanmanın gerçekleştirilmesi için sonsuz olanaklar sunar. Boğaziçi’nde bilindiği üzere kelimeler kontexler etrafında öğretilir. Buna kavramın öğrenilmesini kolaylaştırmak için başka imgeler aracılığıyla kodlanması ve desteklenmesidir diyebiliriz. İşte bu kodlama süreci aslında büyük bir ideolojik saldırı ve işgal sürecidir. Bu tespit bizim açımızdan şizoit bir eğilimin belirtisi olarak görülmemelidir, kapitalist sistem gündelik bir şeydir ve her dakika kendisini yeniden üretir, elinin ve aklının yettiği her yeri işgal edebildiği oranda tecessüm eder ve kendini güvende hisseder, meğer ki bütün devrimler ve değişimler önce insanın beyninde tasarlanıyorsa, burası da diğer bütün alanlar gibi mesela Hindistan gibi işgal ve ilhak edilmek zorunda olan bir alandır

ve burada işgal kavramların hegomonik gücü ile gerçekleştirilir.

Bu tasarım içerisinde kapitalist yaşam tarzının desteklenmesi ve emperyalist sistemin propogandası her açıdan düşünülmüştür ve öğretilen kelimelerin tümü emperyalist ideolojinin propagandasını yapacak kavramlar ve kontexler ile birlikte dizayn edilmiştir.

Şimdi bakalım, sağlık ile ilgili kavramlar ve kelimeler öğrenilecek, normal bir düşünce ile insan bu konuyla ilgili meselelerin en fazla görüldüğü yerden ilerlemek ister. Yani sağlıksızlığın en yaygın olduğu üçüncü dünya ülkelerinden ve Afrika’dan başlamak daha öğretici olabilir. Ama YADYOK’un eğitim materyalleri bunu seçmez; sağlık

meselelerini Amerika’nın sorunları ile öğreniriz. Peki

sorun denilen şey nedir, Amerikalıların pisboğazlığı sonucu ortaya çıkan obezite, kalp krizi, yüksek tansiyon, hareketsizlik ve tüm bunlardan dolayı ortaya çıkan alık bir kuşak(Themes for today)…

Peki açlık (starvation) nasıl öğretilebilir sizce? Afrika mı? Yanılıyorsunuz! Starvation kavramını gene Amerikan yaşam tarzı sayesinde öğreneceksiniz. Toplum yaşamından bıkan bir genç ailesini terk eder, ormanda münzevi bir yaşama çekilir ama yaban hayatını bilmediğinden açlık çekerek ölür… ve biz İngilizce açlık kavramı ile tanışırız. Peki gerçek olup olmadığı bile belli olmayan bu hikaye yerine, her gün yüzlerce aç insanın öldüğü Afrikalıların açlığı ile tanışsak, açlık kavramı ile?

Kendisini devrimci olarak ifade eden ve 12 eylül kuşağı tarafından devrimi televizyonda ilk defa Banu Alkan’ın oynadığı bir reklam filminde duyan bir neslin ferdi olarak gayet tabi YADYOK’un bu sicilli kelimenin tehlikeli virajlarına nasıl gireceğini merak ediyorduk. Mesela Fransız devrimi iyi bir kontex olabilirdi ama yanılmışız, ne

Page 8: Siyasi Dergisi Sayı 1

güne duruyor, her biri devrim niteliğindeki bilimsel-teknik ilerleme… İnternet, telefon, bilgisayar, fotoğraf makinesinin icadından daha büyük bir devrim olabilir mi?

Biraz daha hızlı ilerlersek, yırtık pırtık, partal anlamına gelen meannes Amerikanın en zengin kadınlarından birisinin giyim tercihi olarak sunulur size, yardımseverlik deyince iki yüzlü burjuva yardımseverliğinin ikonu olan Lady Di’nin yardım organizasyonları, acı çekme deyince modern zamanların eldivenli gladyatörü Muhammed Ali’nin Parkinson ağrıları, tehlike deyince Amerikalı çocukların silahlanması, ağız tadı deyince fast food ve tabii ki coca cola, giyinmek fiilinin eski zaman hali için Vietnama giden deniz piyadelerinin nostaljik giyimleri, şimdiki hali için şuh liseli fashinable kızlar, eğlence deyince internet, sinemaya gitmek, müzik dinlemek gibi kapitalist toplum açısından katma değer yaratan ve kayıt altına alınabilen eğlenme türleri (mesela kitap okumak, bir enstruman çalmak bir eğlenme biçimi olarak öne çıkarılmaz); quarter sınavında, synonimler search ederken, yani can alıp verirken, Sovyetler Birliği’ndeki anti-hümanist, sömürgeci uygulamaların sizin sınavınızın bir parçası olduğunu şaşırarak görürsünüz; İngilizce öğrenmenin aşağı aşamalarında öğrenilmesi istenen başka bir ilginç kavramlar kümesi de hayaletler, cinler, periler, ruhlar vb. spirütüel-metafizik saçmalıklardır. İngilizce öğrenirken mesela terzinin ne demek olduğunu öğrenemeyebilirsiniz ya da manav ne demek bilemeyebilirsiniz, balık avcılığı yapanlara ne denir ya da okul müstahdemine ne denir bilemeyebilirsiniz ama bir başka ulvi meslek ile insanların olabilmek için yıllarca dirsek ve kafa çürüttüğü bir başka nezih meslek ile mutlaka

tanıştırılırsınız; HAYALET AVCILIĞI…(Nev Headway)

Tüm bunlar elbette tesadüf değildir ve bizim sosyalist bilincimizin şizofrenik atakları olamaz. Bu konteksler elbette büyük bir ideolojik saldırı ve işgalin veri tabanları ya da bilincimizin programlanmamış yerleri için tasarlanmış karşı devrimci programlar… Bu metinler; Amerikan emperyalizmini, insanlığın mezbahasını, bir kabeye dönüştürmeye çalışıyor, emperyalizmi insanlığın katilini bir kahramana dönüştürmeye çalışıyor, insanlığın büyük bir kısmının onları doyurmak için açlıktan öldüğü bir halkın açlıktan muzdarip olduğuna inanmamızı istiyorlar, ikiyüzlü yardımseverlikleri yüzünden minnetten ölmemizi bekliyorlar, bu dünyanın meselelerini bitirmeden hayalet avcılarının karanlık

dünyasına dalmamızı

istiyorlar, yani bizi biraz aptal yerine koyuyorlar… Bu konuda pek çok şey söylenebilir ama gerek yok.

Hollanda’nın medar-ı iftiharı

Girardinyo Erasmus’un;

“Kendini bilge sanmaktan büyük bir delilik yoktur ve en büyük bilgelik ise deliliktir…” aforizmasından yola çıkarak; insanları aptallaştırmaya çalışmak mı yoksa insanları aptal yerine koymak mı daha aptalcadır?gibi bir soruyu rahatlıkla sorabiliriz artık..

Bu soruyu biz tüm iyi niyetimizle soruyoruz ama, Yadyok’un sevgili hocaları bir argumentative essay topiği olarak da alabilirler. Pointler zaten yazının içerisinde var ve pek çok useful words ahalinin kullanımına açık halde… Eğer Türkçe yazmayı biliyorlarsa, öyle alalım, thesis statements, controlling idea, examples, conqlutions and other elements of essay which are necessary for excellent essay, should not be forgot…

Page 9: Siyasi Dergisi Sayı 1

ÖSS gibi eleyici ve rekabetçi bir sınavdan geçerek kendini ‘kahraman’ gibi gören Türkiye’nin “en iyi” öğrencileri büyük bir heyecanla kaydolur Boğaziçi Üniversitesi’ne başına geleceklerden habersiz. Elbette, Kilyos diye bir kampüs olup olmadığını bile bilmezler. Ama bir yıl boyunca yaşaya(maya)cağı yerdir Kilyos. İlk günler eğlencelidir, sahilde mehtaba karşı söylenen şarkılar, çalınan gitarlar doldurur geceyi. Sonra Kilyos ahalisi ikiye ayrılır: Kilyos’ta eğitim alanlar ve Kuzey’e giden “şanslılar”…

Öncelikle Kilyos’un öğrenci için öneminden bahsedelim, dahası Kilyoslu ne düşünür, ne yapar… Güney çimlerde uzanamamak haricinde Kilyos aslında birçok açıdan sisteme eklemlenmiş öğrenciler için sorun değildir, ama buna rağmen Kilyoslu olmanın hüznüyle yaşarlar.

Kilyos bu öğrencilere ne yapar? En başta hiçbir şekilde gazete

bulamazsın, okuyamazsın. Yani gerçek hayatta neler oluyor bilmeden yaşarsınız orada. Kilyos’ta alternatif iletişim aracı olarak akla gelen bilgisayar-internet ise yalnızca yozlaşmayı, yabancılaşmayı, izolasyonu derinleştiren bir role sahiptir (Bilgisayarıyla yatan öğrenciler vs…) İnsan ne kadar “iyi

niyetli” de olsa bunun bir tesadüf olmadığını, altında ideolojik sebepler yattığını düşünme-den edemiyor, bize göre okul yönetimi Kilyos’ta öğrenci-leri gerçek hayat-tan, bilhassa mu-halif düşünce-lerden izole ederek ehlileştirmek, ken-disinin istediği doğrultuda düşü-nen, davranan üni-versite öğrencileri yetiştirmek istiyor. Boğaziçi Üniver-sitesi’ne genelde elit tabakaya ait bireyler gelir. O yüzden onlar zaten Boğaziçili olmaya uygundur birkaç rütuşla sorun

Yıl 2004 “Ya o direk olmasaydı” Güney kampüsten Kilyos’a gidecek olan öğrenci servisi 45 dakikalık yolu flaşörlerini (dörtlü) yakarak “arızalıyım” dercesine bir saatten uzun bir sürede gitmiştir. Otobüs yurda vardığında daha öğrencilerin yarısı inmişken, frenleri boşalmış ve yokuş aşağı kontrolsüz bir şekilde hareket etmeye başlamıştır. Usta şoförün ‘usta’ca direksiyon manevrasıyla öğrenciler tehlikeye daha çok yaklaşmış ve otobüs uçurumun sınırındaki direğe çarparak durabilmiştir. Öğrenciler arasında büyük bir korku yaratan olay onları bu konuda bir ses çıkarmaya yönlendirmiş ve bu yönelim çoğunluğunun Kilyos’lu öğrencilerden oluştuğu bir eylemle devam etmiştir. Bu olayla öğrencilerin canlarını tehlikeye atmaktan hiç çekinmediklerini beyan eden ‘sayın’ ilgililer eyleme de dişe dokunur bir yanıt vermemişleridir. 2004 Yılı Kilyos defteri ya o direk olmasaydı sloganıyla kapanmıştır.

Page 10: Siyasi Dergisi Sayı 1

çözülür. İşte tam da bu noktada okulun gerçek niyeti ortaya çıkar: Taşradan gelen çocukları Kilyos aracılığıyla ‘rehabilite’ etme. Sözüm ona, Boğaziçili olmak yolunda ilk adımları Kilyos’ta attırılır, taşradan gelenlere.

Öte yandan servisler bir başka sorundur Kilyos’ta. Önceki yıllar bin bir rezaletle sürdürülen servis hizmetleri şimdi de herhangi bir yasallığı olmayan 2 YTL’lik ‘Biletler’le sürdürülür burada. Kuzey’de dersi olduğu halde parası olmayan ya da hafta sonu Kilyos cehenneminden kurtulmayı isteyen ve yine parası olmayan ne yapacak gibi sorular elbette yanıtsızdır burada, hatta bu yaptırımları uygulamak değil, sorgulamak yanlıştır. Tüm bunlar yine aynı elitizmden doğan ve ona hizmet eden uygulamalardır. Okulun tüm pervasızlığını ve yalancılığını Kilyos kampusünü tanıtan broşürde “servisler ücretsizdir” notu açıkça ortaya koyar.

Kısacası okul yönetimi Boğaziçi’ne gelen öğrenciyi bankada milyon dolarları yatan, milyarlarca lira değerinde gayri-menkullerin sahibi ailelerin ferdi olarak düşündüğünden, yurt ve ulaşım ücretlerinde “küçük” bir değişiklik yapmıştır.

Sonuç olarak Kilyos Kampüsü’nde, Kilyoslular farkında olsa da olmasa da sistemin içine sindirilmiş sinsi bir

hegemonya hesaplaşmasına maruz bırakılmaktadırlar.

Oysa biz biliyoruz ki elitizmin, liberalizmin kalesi olan Boğaziçi’nde devrimci öğrenciler vardı ve tüm bunlara rağmen devrimci, taşralı öğrenciler olarak

varlığımızı, taşralılığımızı ve muhalifliğimizi devam ettireceğiz.

Yıl 2005 “Kilyos’a Eşek Sırtında mı Gidelim?” Yıl geçmiyor ki Kilyoslular mağdur olmasın, sorun yaşamasın. Bu yılda da Kilyoslular servislerinin az sayıda olmasından, az olan servislere de öğrencilerin balık istifi dizilmesinden şikâyetçiydiler. Şikâyetler giderek büyüdü ve iş mağdurların organize olup bir eylem yapmasına kadar vardı. Eylemde öğrenciler “Kilyos’a eşeksırtında mı gidelim?” diyerek yetkililere seslendiler. Eylemin kazanımı olarak servis sayıları arttırıldı servislere mümkün olduğunca ayakta öğrenci alınmadı. Yine de rektörün okula özel helikopteri ile geldiği düşünülürse bu mağdurların birilerine kendi dertlerini ne kadar anlattığı şüphe duygusu uyandırmaktadır. 2005 yılının eylemcilerinin dediği gibi: Rektör Kilyos’a Eşekle Gitsin…

Yıl 2006 “Servis Parası Yüz Karası" 2004’te servisin eski ve arızalı olması sebebiyle ucuz atlatılan kaza, 2005’te sayıları azaltılan servisler ve bu servislerde tıkış tıkış dizilen öğrenciler hepsi Kilyos’un öğrencilerine Pandora’nın kutusu içinde sunduğu armağanlarıydı. 2006’da bunlara bir yenisi daha eklendi ve öğrencilerden her gidiş-gelişleri için 6 ytl istendi. Dersleri güney ve kuzey YADYOK’ta olan öğrenciler için “eğitim hak değildir, parayla satılır” demek olan bu uygulama maddi durumu kötü olan öğrenciyi de Kilyos’a hapsetmiştir. Bu koşullara daha fazla katlanamayan Kilyoslular eylem yaparak tepkilerini gösterdiler. Öğrenciler eylemde servis ücretlerinin tamamen kaldırılmasını talep ettikleri halde uygulamada çok büyük bir değişiklik yapılmamış, servis ücretleri 6 ytl’den 4 ytl’ye düşürülmüştür…

Page 11: Siyasi Dergisi Sayı 1

Bir garip hayal alemindeyim şimdi. Kaldırıyor ayaklarım beni yerden ve dinlettiriyor tınılarını, Boğaziçi’nin her bir mekânının.

Önce Güney (Merkez) kampüsündeyim Boğaziçi’nin. Beni sağ taraflardaki havuzlu villalarla ve boğaz manzarasıyla karşılıyor “kampüsüm”. Hayalim, manzaraya yakışık olsun diyorum ve ciks kız, etiler kızı oluyorum. Bakıyorum bir daha o değersiz saray yavrularına ve rüzgârda uçuşan saçlarımın fönü bozulmasın diye devam ediyorum. Çok kişiye geçit vermek istemezcesine dar, güney kampüs yolunda Peteklere varıyorum. Dalıyorum seyrine manzara-i boğazın. Tur yapan tekneler geçiyor, içinde de Serdar Ortaçların, Nezlerin son sesle çalındığı müzikle delicesine eğlenen insanlar. İçkiler, mezeler, kadınlar hepsi bir parçası olmuş o “delice” eğlencenin. Ben –Etiler kızı- bakıyor imrenerek o tekneye, insanlara. O an orda olamasa da benzeri anılarıyla avutuyor kendisini.

Vee devam ediyor kampüs yolculuğumuz. Garanti Bankası, Mühendislik binası çıkıyor karşıma. Mühendislik öğrencisi oluyor “ben”. E burayı kazanmak da kolay olmamış tabii. Sevgili babacığım az mı özel hocalar tutmuş bana, kolejlerde az mı ilgi görmüş “ben”. Bir soluk alıvereyim diyorum fakültemde. Lavaboya gidiyorum. Hoş bir müzik karşılıyor beni. Bana da bu yakışır zaten diyorum. Her bir tarafıyla bana hitap ediyor sanki kampüsüm. Sonra Mithat Alam Film Merkezi’ni görüyorum. Küçük oluşu çekse de dikkatimi, şık ve özenle yapılmış bir yapı oluşu daha bir baskın geliyor.

Yeşillikler arasındaki yoldan biraz ilerleyip varıyorum nihayet meydana. Yıllarca American Robert College’a ev sahipliği yapmış Güney Meydan! Kendisini ve daha sonra ülkesini küçük Amerika yapmak isteyen öğrencilere kucak açan Güney Meydan… Dahası “Mimari eskiyi yaşatmaktır” sözünü doğrularcasına her binada, her kantinde, her bankta eskiyi Robert College’ı hatırlatan ve yaşatan Güney Meydan!

Evet, 1863’lerin American Robart College’ı bugünün Boğaziçi Üniversitesi Güney kampüsü. Ama yapısı aynı, ama dili aynı, ama atmosferine kadar her şey aynı. Bu kadar aynılık içinde bir farklılık olmasın diye de kuruluş tarihi de aynı. Boğaziçi Üniversitesi -1863.

Tam da benim yaşadıklarıma, yaşamak istediklerime denk diyor “ben”. İçinde önemli faaliyetler sergileyen Albert Long Hall ya da başka bir deyişle Criton Curiler, boğaz manzaralı yurtlar, “Burada yiyen az olur” dercesine küçük ama özenle döşenmiş bir yemekhane, geleceğin patronlarını, ekonomistlerini, bilim insanlarını yetiştiren o güzel binalar. İlerdeki “Kariyer”im bir yana okulun da balını kaymağını yiyenlerdenim yani, diyor, “ben”.

Manzarada oturuyorum şimdi. Beylerbeyi Sarayı’nı görüyorum, kıyıdaki yalıları görüyorum. Boğazı seyrediyorum. “Bize” Güney kampüsün biricik öğrencilerine, armağan edilmiş o güzel boğazı. Bakmaya doyulmayan o mavi cennet. Hava da kararmış artık. Ayrılıyorum bu cennetten diğer gün görüşmek üzere. Otoparka park ettiğim arabamı da alıyorum ve akıyorum gecenin içine…

Page 12: Siyasi Dergisi Sayı 1

Şimdi ise kuzey kampüsteyim. Önceleri çiftlik olarak kullanılan kuzey kampüste. Kütüphane tüm yakıcılığıyla karşımda. Duruşu, rengi üzerindeki çatlaklar işçileri hatırlatıyor bana. İşçi çocuğu oluyorum birden. Kütüphanenin rengini babamın toza bulanmış pantolonunun rengine benzetiyorum. Üzerindeki çatlaklar ise annemin; tekelde çalışan bir işçinin kasa taşımaktan, tütün seçmekten çatlamış ellerini. Annem, babam, kütüphanemiz hepsi yorgun görünüyorlar. Hayat onlar için çok daha yorucu ve ağır olsa da, verdikleri emeklerine bakarak gülümsüyorlar bizlere.

Biraz daha ilerliyorum kampüste, soldaki onarımı henüz tamamlanmış binayı görüyorum, kare blok önünde çalışan işçileri de… Yorulmuş çay molası vermiş, beyaz önlüklü yemekhane görevlilerini de. Babamın işçi pantolonunu, annemin çatlamış ellerini hatırlamaya gerek yokmuş aslında, bu kampüste emeği de işçiyi de görmek mümkünmüş diyorum kendime.

Kuzey kantin “Sosyete” olmayan, olamayan bir kantin. Kuzey yemekhane, bütün öğrencilere kucak açabilecek büyüklükte olan; masasıyla, sandalyesiyle, hatta yemek tabaklarıyla sıradanlığı ve özensizliği hatırlatan bir yemekhane. Murat Dikmen Salonu Kuzey’in yegâne salonu. Dış görünümüyle insanı cezp etmeyen, kadife minderli koltukları olmayan bir salon.

Sonra eğitim fakültesi… Öğrencilerine anayasanın 657 No’lu maddesindeki memurluğu, az maaşlı bol dolambaçlı bir hayatı vadeden eğitim fakültesi… Ya da Kuzey YADYOK; orda taşranın yüzü kavruk çocukları İngilizce bilmeyen, bilmediği için fişlenen beginnerları. Hepsi bir bütün sanki Armutlu manzaralı Kuzey kampüste. Hepsi ezilmişliği, emeği, yorgunluğu anlatmakta sanki… Güneş vurmakta tüm dünyaya, güneş vurmakta güneye ve kuzeye. Güney serinlerken Boğaz’dan gelen esintiyle Kuzey yanmakta bu güneş altında. Yine de gülümsüyor Kuzey çünkü umutlu çünkü biliyor ki, yanmasa, yanmasak kavuşamayacak bu karanlıklar aydınlığa… Şîmel

Page 13: Siyasi Dergisi Sayı 1

Bayram Kaya

Bilimdeki gelişmeler karşısında diyalektik

tutumun ne olacağı sorusu, geçmişte olduğu gibi günümüzde de uzun tartışmalara ve karışıklığa yol açıyor. Bunun başlıca nedenlerinden birisi, diyalektik materyalist araştırmacıların, atom fiziği ve atom altı dünyadaki gelişmelerin dışında veya gerisinde kalmasıdır.

Kuantum fiziğinin, diyalektiğin en elementer unsurlarından maddeyi belirsiz gördüğü, Determinizmi, Nedenselliği geçersiz kıldığı yazılıp söyleniyor. Bu iddiaların bir nesnelliği var mıdır? Kuantum Fiziğine dayanarak ileri sürülen belirsizlik ilkesi diyalektiğe uygun mudur yoksa idealist bir ilke midir? Nedensellik, Determinizm gibi kategorilerle, özne-nesne ilişkisine diyalektik yaklaşım nasıl olmalıdır?

Bu sorunu doğru bir yaklaşımla ele almak sağlam dayanaklara sahip bir dünya görüşü gerektirir. Dünyanın ve insanlığın tarihini açıklamada iki dünya görüşü var: İdealizm ve Materyalizm. Bu iki temel eğilim arasında bilinemezciliğin de olduğu birçok felsefi akım mevcut. Dünyanın bilimsel açıklamasının sağlam temelini bu iki temel eğilimden ancak, materyalist dünya anlayışında bulabiliriz.

Materyalizm, çağdaş düşüncenin yaratıcı yöntemlerinden diyalektik ile buluştuğunda tez (Sav), Anti-tez (karşı sav)ve sentezli (bireşim) bir nesnel gelişim yasası ortaya çıkar. Diyalektik , doğa ve toplumdaki değişimi sürekli sayan, tarihsel öngörmeleri olanaklı kılan bir yöntemdir. Evrendeki her şeyin sav karşı çatışmasından bir bireşime ve yeni bir bireşimden de daha üst düzeyde tekrar bir sav karşı sav çatışması yaratarak durmadan değişeceğini ifade eder.

“Dünyadaki tek değişmeyen şey değişimin kendisidir” (Marks) sözü Diyalektik Materyalizmi yansıtan en özlü ifadedir. İnsanların, doğayı yararlı ve anlaşılır kılmak için üzerinde uyguladıkları eylem ve ona verdikleri isim, ideolojilerin ve fikirlerin temelini oluşturur. Fakat bunlar insansal isimler olup göreli gerçeği ifade eder, tek sözcükle “ Her ideoloji tarihsel olarak görelidir ama her ideolojiye bir nesnellik düştüğü” (Lenin) de kesindir. Doğa ve

toplum gibi bilim ve ideolojiler de sürekli değişim ve dönüşüm halindedir. Diyalektiğe göre, hiçbir şekilde değişmez bir doğa, toplum ya da bilinç söz konusu değildir. Doğayı yansıtan bilinçle, bilinç tarafından yansıtılan doğa arasındaki uyum temel noktadır. Bu karmaşık fakat anlaşılmaz bir durum değildir. Özne-nesne diyalektik ilişkisi de bu uyumla yerli yerine oturtulabilir.

İnsanlık tarihinde sarsıntılar yaratan, “Göz kamaştıran” düşünüş sınırımızı genişleten bilimdeki yeni bulguları bu diyalektik anlaşıla değerlendirmeliyiz. Bilim, doğa ve toplum üzerindeki insan etkinliğinden başka bir şey değildr. Bilimlerdeki gelişim, Engels’in dikkat çektiği gibi, son tahlilde pratik gereksinmeler ve üretim tarafından belirlenir. “İhtiyaç icadın anasıdır” sözü burada anlamlıdır. Ayrıca bilim, niteliği gereği teknolojiye sağlam bir temel sağlayarak, toplumsal değişimler üzerinde de etkili olur. Diyalektik Materyalizm toplumdaki değişimler karşısında ilgisiz kalmadığı gibi doğa bilimlerinde boyutu gittikçe genişleyen ve derinleşen gelişmeler ve yeni bulgular karşısında ilgisiz değildir. Engels: “Her büyük bilimsel buluş yapıldıkça, doğa bilimlerindeki her dönüşümde Materyalizm , yenidene le alınmalır, derinleştirilmeli onun temel kavramları doğrulanıp geliştirilmelidir” der. Bu bakış Marksizmin felsefesinin temel bir gereğidir. Doğa kendisinin bir yansıması olan diyalektik yasaya uyar, doğanın en derin en geniş açıklaması, Marksizmin felsefesi Diyalektik Materyalizmdedir.

HEISENBERG’İN BELİRSİZLİK İLKESİ Batı’da 11.yüzyılda başlayan canlanma ile 18.yüzyıla

kadar süren Rönesans ve Aydınlanma ağı boyunca toplumsal düşüncede görülmemiş boyutta bir gelişim yaşanır. Kopernik, Kepler, Galileo, Newton, Descartes ve Leibniz’in bu gelişime büyük katkıları olur.

Bilimin yeni bulguları ve teknolojik gelişmeyle, durağan ve dünya merkezli evren kuramının yırtılmaya başlaması, skolastik düşünce sistemini sarsar, metafizik düşünüş yönteminde de gedikler açar. Matematiksel fizik ile evrensel varlığın hareketi yeniden tanımlanır. Fakat maddi

dünyanın nesnelliği kabul görmüşse de, ruhsal dünyada tanrı egemenliği geçerlidir. O günün düşünce eğilimlerinde; Descartes’in rasyonalist dünya anlayışından, Humme, Kant ve Hegel’in felsefesine kadar her eğilimde Düalizm (İkicilik) hakimdir.

18.Yüzyılda, Fransız matematikçi Laplace, “Evrence her parçacığın hızı ve konumu verildiğinde zamanın geri kalan kısmında geleceğin öngörülebileceğini” söyler. Bu bakış açısı, dünyanın mekanik yorumu denilen, Kaba Determinizmden başka bir şey değildir. Mekanik yasalar ancak durağanlık, atalet (tembellik, işlemezlik) ortamlarında geçerlidir.

Bilimin, teknolojiye sağlam bir temel kazandırması ve bunun da 19.yüzyılda sanayi devrimi olarak boyutlanmasına koşut olarak, toplumsal bilinçte de yeni gelişmelere yol açılmıştır. İnsanlığın ulaştığı en ileri düşünce biçimi Marksizm bunun örneğidir. Marks, insan davranışının belirlendiği felsefi sonucuna yol açan mekanik yoruma karşı; özne, nesne, özgürlük ve zorunluluk gibi kavramlara yeni

Page 14: Siyasi Dergisi Sayı 1

yaklaşım ve usavurma yöntemi geliştirmiştir. Marksizm ile insan ilk defa doğüstü güçlere ihtiyacı olmadan, evrenin ve toplumların gelişim süreçlerini bilimle kavrayabileceğini, iradesi dışında var olan maddi ünyayı Marks, insan özgürlüğünü ve kurtuluşunu tanrılardan alır, insanın kendi ellerine teslim eder. Ayrıca Marks, diyalektik öngörüyle, toplumun sürekli gelişiminin nihai aşama olarak sınıfsız topluma varacağı belirlemesini yapmıştır.Doğa bilimlerindeki ilerleme ise Diyalektik Materyalizmin doğuşuna bilimsel bir zemin oluşturur ve Diyalektik Materyalizmin doğuşuna bilimsel bir zemin oluşturur ve Diyalektik Materyalizm çağa damgasını vurur.

Fakat 19. Yüzyıl sonu ile 20.yüzyıl başındaki bilimsel gelişmelerin (Planck’ın Kuantum Teorisi, Einstein’in görelilik teorisi) teknolojide yeni bir atılıma yol açması (seri üretim, elektrikli ve içten yanmalı motorlar vs..) kapitalizme sıçramalı gelişim zemini yaratıp daha ileri bir sanayi üretiminin önünü açmıştır. Gericileşen ve emperyalist aşamaya yükselen burjuvazi, bilimsel çalışma alanı ve üretimde kazandığı taze kan ile Diyalektik Materyalizme karşı bir felsefi yapı oluşturma çabasına girer. Bunu da Diyalektik Materyalizmden bazı kavramları aşırarak yapar. Bu Lenin’in Amririo-Kritisizm (görgücü-deneyci-bilinmezci)dediği idealizmin yeni bir biçimi ve türevidir.

Bilim ve teknolojideki ilerlemeler, yeni bulguların önündeki yasaları yok sayması ile değil, kendine katıp aşması ile anlamlıdır. Mekanik yasalar dünya üzerinde kabul görür, ama evren ve doğanın derinlikleri söz konusu olduğunda yetersiz kalır. Fizikte artık, evrenin oluşum ve hareket yasaları Newton mekaniği ile değil, görelilik kuramı ile açıklanmaktadır. Atom altı dünyada ise elektron, proton, nötron ve sonrada daha küçük parçacıklar kuark ve leptonlar keşfedilir. Kısaca evrene dönük görelilik, atom altı parçacıklara yönelik kuantum fiziğinde ifadesini bulan bilimsel gelişmeler evreni ve doğayı açıklamada ufkumuzu oldukça genişletmiştir.

Warner, Haisenberg, bu dev atılımların yerini durgunluk ve krize bıraktığı bir dönemde belirsizlik ilkesini bilimsel literatüre sokmuştur. “Haisenberg, 1927’de temel parçacıkların devinimi ile bunların deneysel ölçümünün kuramsal olarak önceden görülmesi arasındaki ilişkileri düzenlemeye çalışan kesinsizlik bağıntılarını formüle etmiş ve bir parçacığın bir devinim bileşeni ile bir yer bileşeninden etkilenmekte olduğunu göstermiştir. Daha sonra bu iki bileşenden birini net bir biçimde tanımaya çalıştığında, öbürünün bilinmesinin güçleştiğini saptamıştı… Burada bilinmeyeni güçleştiren ölçüm araçlarının yetersizliği değildir” (N.Bozkurt, 20.Yüzyılda Düşünce Akımları).

Kuantum teorisini Haisenberg’in belirsizlik ilkesine dayandırmak kuantumun farklı yorumlarını ve tarihsel gelişimini bilmeme anlamı taşır. Kuantum teorisi, Planck, Einstein, Bohr, Broglie, Schrödingir,

Born ve Haisenberg gibi bilim insanlarının katkılarıyla oluşmuştur.

Belirsizlik ilkesi, kısaca, “Bir kuantumun belli bir andaki konumu ve hızının aynı anda ölçülemeyeceği şeklinde ifade edilir.” Atom altı parçacığın konum ve hızının doğru ölçülebilmesinin temel bir sınırı olduğunun kabulü bu ilkenin çıkış noktasıdır. Fakat, kendi içinde boşluklar ve çelişkiler taşıdığından, çok küçük olan parçacığı belirlemede istatistik olasılık ve geometrik gibi ince işlemlere dayanır. Bu da bir belirsizliğin değil, ölçüm problemenin olduğunun göstergesidir.

Belirsizlik ilkesi’nin mevcut şekliyle bir gerçekliğe denk düştüğü söylenemez. Parçacığın konum ve hıza sahip olduğu ama hız ve konumunun aynı anda ölçülemeyeceği yaklaşımı belirsizlikte değil, ölçüm aletleri yetersizliği ile açıklanabilir ancak. Parçacığın üzerinde olasılıksal işlemlerin bir ‘kesinsizlik’ yarattığı da bu teoriyi savunanların savları arasındadır. Fakat belirsizlik ilkesinden önce de olasılık

istatistikleri kullanıldığı, hava tahmini ve şans içeren olaylarda Determinizmin, olasılık ve istatistikten hatta geometrik özelliklerden yararlandığı bilinmeyen şeyler değildir. Burada yanlış olan doğanın bir parçasında bulunan belirsizlik kesintisizliği yine doğa ve evrene genelleştirmektir. Belirsizlik kavramı, her şeyin göreceli olduğu diyalektik yaklaşımın içinde kalır. Görecelik, belirsizlik ve kesintisizliği de kapsayan ve aşan bir yaklaşımdır.

Belirsizlik ancak 20.yüzyıl burjuvazisini ve emperyalist

kapitalizmin içinde bulunduğu bunalımını ve onun ruh halini ifade eder, çünkü çağımızda sanayi uygarlığı gelişim değil, tıkanma ve çürüme sürecini yaşamaktadır. Burjuvazi, zihniyetiyle, kültürüyle, üretim-tüketim şekli ve siyasi yapılarıyla bitmiştir. İnsanlığa hiçbir umut sunmamakta dır. Belirsizlik ilkesi de bu çürüme ve eskimeden kopuk bir anlayış değildir. Heisenberg, Nazi Almanya’sı döneminde , bilimsel çalışmalarını Hitler’in silahlanma çabalarına sunmuş, din ve faşizm propangandası yapmaktan da geri kalmamıştır: Onun bu politikasının bilimsel çalışmaları üzerinde etkili olmadığı söylenemez. Belirsizlik İlkesi’yle o kendi politikasını felsefesini yapmaktadır. Heisenberg, gerçekten var olanla gözlemlediğimiz arasındaki farkı, gözlem yaptığı fiziksel sistemle gözlem araçları arasındaki uyumsuzluğu diyalektik yöntemle çözme yerine, çözümsüzlük ve yetersizlikleri Materyalizme karşı bir saldırı aracı yapar. Kuantum dünyasındaki yeni bulguları; bilimi maddenin nesnelliğinden ayrı tutmak ve maddenin ötesinde belirsiz, ruhsal, tinsel bir yöne kaydırmak için kullanır.

BELİRLENİM VE BELİRSİZLİK İLKESİ Heisenberg, madde tanımında bilinemezcilerin

(Humme, Kant, Mach vb.) ardılıdır. Ona göre madedin kendisi belirsizdir. Atomdan elektrona ve kuarklara giden kuantum dünyası, madde hakkında bilgimizin artması demektir. Diyalektik oluşum, atomları maddenin son bilgisi ve sınırı görmemişti, kuarkları da maddenin son sınırı görmez, madde sonsuzdur. Maddenin en son bilgisi gerçek bilgidir, atomların bilgisi maddenin belli bir durumuna özgü bilgidir.

Page 15: Siyasi Dergisi Sayı 1

Felsefi materyalizm maddenin temel özelliği olarak nesnel bir gerçeklik olmasını ve zihnimizin dışında var olma özelliğini alır. Feuerbach’a göre, doğa ancak kendisiyle anlaşılabilir. Doğayı anlaşılır kılmak için isimler verirsek de bu zorunlu insansal isimler ve kavramlar gerçekliği ancak yaklaşık olarak yansıtırlar. Doğa ‘kendisine hiçbir insansal ölçünün uygulanamayacağı tek varlıktır’: Doğa, sürekli oluşum içindedir, sonsuzdur. Doğaya ilişkin bilgilerimiz, ona verdiğimiz isimler, doğa üzerinde bulunduğumuz etkiyle ilişkili ve kavramlarda içkindir. Madde ne denli küçülürse küçülsün bilincimizde bir yansıması olacktır. Madde belirsiz demekle doğadaki yasaların nedenselliğin ve nesnel zorunluluğun yadsınması ortaya çıkar ki, bu idealizmdir. Heisenberg, kesinsizlikle bilimin önüne tinsel bir engel dikiyor, gerçekliği tersine çeviriyor. Bilimin 20.yüzyıl başında karşılaştığı sorunların benzerini bugün yaşıyoruz. Bu sorun, ancak materyalist önderlerin öngörülerinden yararlanarak aşılabilir yaksa belirsizliği fetişleştirerek (putlaştırma)değil.

Determinizm, diyalektiğin en temel ilkesidir. Buna göre herşey birbiriyle ilişki (neden /sonuç ilişkisi) içindedir. Ve her şey değişir. Bu ilke bilimde değişmezliği kabul etmez. Toplumsal yaşam bilincinde doğmalara, kalıplaşmış düşünce sistemlerine karşıdır. Dereminizm hala bilimin temel bir basamağı olmaya devam etmektedir. Determinizim olasılık, istatistik ve geometrik yöntemleri dıştalamaz, fakat dünyanın açıklanmasını salt olasılığı matematiğe ve simgesel düşünceye indirgeyenlere karşı açımlaş bir engel oluşturur.

Dünyanın mekanik yorumuyla, her şeyi bilinemez olarak açıklayan belirsizlik İlkesi’nin yol açtıkları felsefi sonuç arasında bir fark yoktur. Biri evreni makineye benzetip makinenin gerisine tanrıyı geçirirken, diğeri belirlenemez olana övgüler yağdırarak, öngörü ve bilgiyi sınırlayarak ‘inanca’ yol açar.

Belirsizlik ilkesi, Determinizmi geçersiz görünürken (kuantum değişik yorumları determinizmi geçerli sayar) mekanik bir biçimde bilince dokunur: “eğer evrenin en temel parçası şimdi ölçülemiyorsa gelecekte de ölçülemez ve olaylar, nesneler bilinemez” der. Toplumsal yaşamı toplumsal belirsizlik ile açıklar, kavranamaz belirlenemez olanı göklere çıkarır. Belirsizliğin bilime yaygınlaştırılması dinin yükselişine tarikatçılığın güçlenmesine ve her türlü metafizik yaklaşımlara büyük bir katkı yapar. Hayata yeni bakış penceresi haline gelen belirsizlik ilkesi, ayrıca, sosyalizmden umudu kalmayanlara, Marks’tan, Kant ve Hegel’e dönüş rotasında olanlara solcu bir kılıf oluşturur.

Kuantum fiziği, anlayış ve düşünce sınırlarını genişletirken görülebilen gerçeklikten, araçlara, tespit edilebilen gerçeğe doğru değişmeyi gerektirir. Nesnel

gerçeklik bilgisinde ilerleme sağlar. Fakat tam bu noktada maddenin yorumunun içine Heisenberg, zihinsel, tinsel, belirsiz olanı sokuşturur. Diyalektikçinin görevi yeni bilgiden tinsel ve mistik olanı yakalamaktır. Örneğin yeni bulgulardan heyecana kapılan farklı bir bilinemezci ; “Görülebilen dünya ne made ne de ruhtur” (Kozmik Kod, I.H.R. Pakles) diyor. Pakles, bilinemezci E.MAch’ın üç boyutlu uzay konusunda kuşku duyduğu için bilimibırakıp dinsel düşünceye dönmesi gibi idealizm ve maddecilik üstü bir yaklaşım sergiler.

Doğada, insanın fikirlerinde yaklaşık olarak yansıyan nesnel nedensellik bağıntısı da geçerlidir. Tutarlı materyalistler bunu kabul der. Bir şeyin nedeni onun bağlantısıdır. İnsan sadece doğanın bir parçası, bir ürün, yaratılan bir sonuç değil, aynı zamanda yaratan bir nedendir. “Nesnel dünyayı sadece yansımakla kalmaz insan, bilinci yaratır aynı zamanda” (Lenin). Bu bakış açısı hem bilincin nasıl bir yansı olduğunu, hem de nedensellik bağıntısını çok iyi açıklar. Nesnenin bir parçası ve gelişimi olan özne, nesne üzerinde belirleyicidir; politika, ekonomik temelde yansır ama ekonomi üzerinde belirleyicidir. Koşulların ürünü olan

insan, o koşulları aynı zamanda değiştirendir. Bu diyalektik bağıntıyı görmeden edemeyiz, nedensellik insan pratiği açısından çok önemlidir.

Belirsizlik ilkesi, nedensellik sorununda, Humme ve Kant’ın felsefi idealizminin bir biçimidir, Mach’ın öznel nedensellik teorisi ile özdeş gibidir. Kant, Hume ve MAch gibi Heisenberg de öznel eğilimi yansıtarak teoriyi imancılığa indirger. Kant’a göre madde bilinemez bir dış gerçekliktir, bilinebilirliği olanaksızdır, özne bu nedenle maddeyi kendi niyetine göre etkiler ve belirler. Özne-nesne sınırı ortadan kalkar, özne lehine özne-nesne bütün

kılınır, varoluş özneye indirgenir. Kısaca Kant, doğa ürünü insan aklını ön plana taşıyarak doğayı aklın karşısına koyar; doğa ürünü olan insan aklının doğayla bütünüyle uygunluk durumunu göz ardı eder. Heisenberg’e göre de madde belirsizdir. Ona göre insan bir özne olarak deneylerin sonucu üzerinde kendi niyetine göre etkide bulunur. O, “Bakmakla yarattığımız dışında hiçbir gerçeklik yoktur” der ve “bilgiyi sınırlayarak imana yol açar”. Heisenberg için doğanın nasıl olduğu önemli değildir, o nasıl görmek istiyorsa öyle bakar, hareketten öznel sonuçlar çıkarır.

SONUÇ Her şey görecelidir… Bilgilerimiz değişen yaşam

karşısında, geleceği öngörmede yetersiz olabilir: Bu durumda yüzümüzü diyalektik yönteme çevirmeliyiz. Diyalektik yöntem “hayatın yeni gerçekleri karşısında derinleşip zenginleşen”, kendi kendini aşan Marksizmin metodudur. Bilimle pratik eylemin birliğini içerdiği için yeni gerçekler karşısında tutunabileceğimiz tek bilimsel yöntemdir. Her yeni buluş, mutlak nesnel bilginin bir ilerlemesidir (Lenin). Her önemli buluş diyalektik materyalizmin yeni bir biçimini yaratır (Engels). Bilimdeki yeni gelişmeler karşısında diyalektik tutum bu olmalıdır…

[email protected]

Page 16: Siyasi Dergisi Sayı 1

Neo liberal zamanlardayız, gasp

edilmiş artı-değerin korunma biçimi olan devletin bir formu olan sosyal refah devleti karşıtının ortadan kalkmasıyla kendini hızla tasfiye ediyor.

Okulumuz da modaya uyuyor. Öğrencilere geçmişte bir avantaj olarak sunulan ama aslında bir bilim üretim merkezinin olmazsa olmazları arasında sayılan yerleşim, ulaşım ve eğitim gitgide daha pahalı ve paralı hale getiriliyor.

İngilizce’yi öğrenememiş öğrenciler önce beginner sonra remedial ardından da irregular edilerek pejmürde yoksulluklarını okula taşımış olduklarından bursları kesiliyor, dersleri kaldırılıyor, yurtlardan atılıyorlar… Öğrenciler Kilyos’tan 2 ytl’ye taşınıyorlar günde üç saatlik eziyet için üste 4 ytl ödüyorlar. Gerekçe basit; artan maliyetler ve azalan gelirler, çözüm ise klasik; asgari yaşam standartlarından fedakarlık beklenen öğrenciler. Elitler ise elbette lükslerinden feragat etmezler; Mediko’da ödeneksizlikten randevu kâğıdının üzerine ‘lütfen peçetenizi yanınızda getirin” yazıyormuş ne gam, rektörlüğün helikopteri boğaz semalarında süzülüyor ya, gerisinin anlamı yok… Aslında bu genelin ‘özel bir görünümünden başka bir şey değil.

Kampüslerde ÖGB, Çevik Kuvvet, milliyetçi gençlik zorbalığı katlanarak artıyor. İşçiler ve memurlar, işten çıkarılma, kadrosuzlaştırma, zorla tayin; köylüler, kota, taban fiyat, zam ve tefeci tüccar cenderesinden; küçük esnaf ise her türden büyük alışveriş merkezlerinin ve dolaylı dolaysız vergilerin eziciliğinden başını kaldıramıyor. Kürt halkı dilini, türkülerin geçmişini ve geleceğini istediği için büyük baskılarla yüz yüze geliyor, öyle ki devlet gökten inen yağmuru bile bölge halkı için işkenceye dönüştürüyor. Tüm bunlara karşı çıkan, değiştirmeye çalışan devrimciler, yeni bileylenmiş TMY ile tehdit ediliyor ve devrimcilere yönelik eylül saldırıları

boyunca gördüğümüz gibi 12 Eylül hukuksuzluğu cari hale getirilerek devrimci muhalifler yüzer yüzer toplanıyor, gizli iddianamelerle suçlanıp, gerekçesizce tutuklanıyor. Öte yandan AB destekli Avrupacılar demokrasicilik oynarken, genelkurmayca tahkim edilmiş Kızıl Elmacı güruh inkâr ve imha politikasında ısrar ile Ermeni soykırımını kendileri için mağduriyete; maktül ve müşkül Kürtleri ise lahmacun ve patlıcan kebabından kaptıkları nemle, kültürel ilhaka azmetmekle suçlayıp, linçle terbiye etmeye çalışıyorlar.

Emperyalist saldırganlık neo-liberalizmin doğal sonucu olarak kendi içlerinde giriştikleri amansız rekabetin bedelini savaşta askerlere, küresel fabrikatif ucuz emek sömürüsüyle de yoksul halklara ödetiyor. Adettendir, egemenler büyük İskender’den bu yana hasımlarına karşı kesinmiş gibi sonuçlar aldıkça tarihin sonunu ilan ederler ama halen tarihin sınıflı versiyonunda

yaşadığımız için tarihin tekerlekleri sınıf savaşımlarının yaşlı kağnılarının arkasından sürüklenmeye devam ediyor. Fukuyama, Hegel’e öykünerek tarihin sonuna vehmettikten hemen sonra devletlû fermanı, Soros’un içini boşalttığı borsaların tahvilleri kıymetsiz kâğıtlara dönüştü… Fukuyama için üzgünüz ama Lenin hala haklı, Manifesto hala doğru, Ortadoğu direnişi ve Filistin İntifada’sı süpersonik hayalet uçaklarınızı, kurşungeçirmez tanklarınızı, think tank’lerinizi, konserve kutularına çeviriyor. Yıllarca afyon ve ölüm yetiştirdiğiniz arka bahçeniz Latin Amerika’da üzerine beton döktüğünüz unitad popular, Sandino’nun gül bahçeleriyle yeniden filizleniyor; Bolivya ve Venezüella’nın ardından Nikaragua’da, Küba’nın dümen suyuna giriyor. Oaxaca halkının onurlu direnişiyle tarih ve umut birbirine gülümsüyor, dünya dönüyor, tarih sürüyor…

Page 17: Siyasi Dergisi Sayı 1

“ Emperyalizm, başka milletleri ezen milletlerin

bu baskıyı yayma ve arttırma ve sömürgeleri aralarında yeniden pay etme çabasıdır. Bu yüzdendir ki bugün milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı sorunu hakim milletlerin sosyalistlerinin davranışına bağlıdır. Hakim milletlerden herhangi birinden (İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya, Rusya ve ABD’den) hangi sosyalist eğer ezilen milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkını (ayrılma hakkını) tanımıyor, o uğurda savaşmıyorsa, gerçekte o bir sosyalist değil, bir şovendir. İkiyüzlü lafazanların, parlak sözler ve vaatlerle, demokratik bir barışın mümkün olabileceğine halkı inandırmalarına meydanı boş bırakmaktansa, sosyalistler, bir dizi devrim olmadıkça ve her ülkede o ülke hükümetine karşı devrimci bir mücadele yürütülmedikçe demokratik bir barışa benzer hiçbir şeyin söz konusu olamayacağını yığınlara anlatmalıdırlar. Burjuva siyaset adamlarının milletlerin özgürlüğünden dem vurarak, halkı aldatmalarına göz yummaktansa sosyalistler, diğer milletlerin ezilmesine yardım ettikleri sürece ve o milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkını, yani ayrılma özgürlüğünü tanıyıp savunmadıkları sürece, kendilerinin kurtulma umutlarının sıfır olduğunu hakim milletlerin yığınlarına anlatmalıdırlar. Barış sorunu ve milli meselede bütün ülkelere uygulanması gereken ve emperyalist siyasetten ayrılan sosyalist siyaset budur.

Page 18: Siyasi Dergisi Sayı 1

Kısa süre önce yoğun

tartışmalarla Türkiye gündemine oturan ‘Terör’le mücadele yasası(TMY) devletin ezilenlere yönelik saldırıları ve emperyalistlere yalakalıkları dışında hiçbir icraatında göremediğimiz bir hızla aktifleştirildi. Türkiye içerisinde de, toplumun her türlü muhalif soluğu; adaletsizliğin, hukuksuzluğun dışına bu kadar açıktan taşan ve insanlığın asil direnişlerle elde ettiği özgürlükleri gözeneklerine kadar tıkamayı hedefleyen bu uygulamayı protestolarla karşıladı.

Genel anlamda eleştiriler Toplumla Mücadele Yasası’nın uygulamaları üzerine oluştu ancak, neden ilgili konudaki yasalar cezalandırmak için yeterli iken egemenler böyle bir yasayı yürürlüğe sokmak istediler? Bu noktada elbette harekete geçirici öğe sınıfsal çıkarların güçlülüğü konusunda ki tereddütler ve bu çıkarların yasalar aracılığı ile daha da güçlendirilmesiydi.

Daha genel anlamda irdelemeyi istersek; Dünya üzerinde sarsıcı bilimsel dinamiklerden biri olan Evrim Teorisi’nin kurucusu Darwin güçsüzlerle güçlülerin

yeryuvarlağı üzerinde verdikleri varolma mücadelesini anlatmak için “Struggle for existence” (yaşam için savaş) deyimini kullanır. Elbette Darwin’in teorisi canlılık açısından incelenirse canlı türlerinin yaşam savaşını varoluşlarının ilk anlarından beri aynı şekilde (ya da kimi değişikliklerle) sürdürdüğü görülür. Ancak söz konusu insan olunca bu “yaşama savaşı” kavramı zamanla değişerek, zenginliği yüzyıllar boyunca garantiye alma, boyunduruk altına alınmak istenen sınıflarla kendileri arasındaki farkı yüzlerce kez katlama anlamına gelmektedir. Konuya daha temelli bakarsak bu yaşam savaşında “terör” ya da “tehdit” olarak algılanan birimlerin aslında kime ve neye karşı bir tehdit

oluşturduğu ise gayet açıktır: burjuvaziye ve onun malına, mülküne, çıkarlarına. Tabi ki burjuvazi milyonlarca dolar para akıtılacak olan projeleri protesto eden, savaşların ve militarizmin borozanı ve ABD’ nin olay yeri inceleme ekipliğine soyunan NATO’ya dil çıkaran ve sınıf farklılıklarına karşı meşru başkaldırışlar geliştiren kitleleri

istemeyecektir. Bu çıkarların bekçiliğini de

tabiyetiyle kendisi yapamayacaktır. O zaman kim yapmalı bunu? Asırlardır ezilenlerin boğazına sarılan bu gerçekliği düşündüğümüz zaman burjuvaziyle birlikte “devlet” kavramı da karşımıza dikiliyor. Yüzlerce yasa ile insanları “hizaya sokmaya” çalışan, “üç-beşini sallandırıp rehabilite ederim” mantığıyla kendini kurumsallaştıran ve meşrulaştıran devlet elbette TMY gibi bir vahşeti de

Page 19: Siyasi Dergisi Sayı 1

bu “yola getirme” perspektifiyle sahiplenmektedir.

Devletin kimin ve neyin çıkarlarını koruduğunu onyıllar öncesinden keşfeden F. Engels de devletin varlığı için şunları aktarır:

"Devlet, sınıf karşıtlıklarını

frenleme gereksiniminden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, ekonomik bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir..."

İşte tam da

bu nokta da TMY çığırtkanlığı ya-pan T.C devletinin Engels’in bahset-tiği karakterde bir devlet anlayışı ile TMY ve benzeri işleri yapmakta olduğunu söyle-mek kaçınılmaz olacaktır.

Rejimin TMY ile ulaşmak istediği bir diğer önemli nokta da altmışlı yıllar ve sonrasında belirginleşerek toplumun değişik kesimlerinden yükselmiş/ yükselegelen muhalif seslerin susturulması ve bunu insanlara karşı haklı göstermek istemesidir. Mesela son dönemde milliyetçilik üzerine söylemler (Vatan haini, Türk düşmanları) ve 301 gibi maddelerle halkı demokratik kesimlere karşı saldırıya teşvik eden rejimin böyle bir meşrulaştırma ereği taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. “Terörist”-liği, “tehditvari”liği yasalarla bu denli ispatlanmış kesimlerin “güvenlik sorunu oluşturmuyor olması” burjuvazi için eşi bulunmaz bir fırsat olacaktır. Böyle sessiz, sakin bir ortamda Dubai Towers’ın imar

planları, Arap krallarının nal izleri, hızlı kovboy Bush’un torbaları, n-kanatlı yıldız ülkesinin Lübnan eskiciliği ve Bakü-Ceyhan’ın boruları daha rahat yer bulacaktır egemenlerin gönlünde! Bu şekilde tüm itirazlara rağmen ağır yaptırımlarıyla demokrasi mücadelelerinin bağrına saplanan bir yasanın salt bir güvenlik argümanıyla açıklanması mantığın sınırlarında taklalar atmaya benzer herhalde. Böyle bir yasaya muhalif olan kesimlerinde yine TMY’ye sadece içerdiği uygulamaların hukuk dışılığı üzerinden mevzilenmeye niyetlen-mesinin de konuya sadece yüzeysel bir

balıklama dalış olacağının altını çizmek gerekir. O açıdan TMY’ye karşı böyle bir duruşu Konfüç-yüs’ün ünlü öner-mesiyle örersek bu bakış insana sa-dece bir balık vermek olacaktır. Balık tutmayı

öğrenmek ise TMY’nin tam olarak kime ve neye karşı bir uygulama olduğunu kavrayabilmek olacaktır. RASTGELE!...

Xyna

Page 20: Siyasi Dergisi Sayı 1

Kumar günümüzde İDDİA

aracılığıyla hiç olmadığı kadar yaygınlaştı ve daha da yaygınlaşıyor. Bu yaygınlaşmanın sebebi AKP icraatı olan İddia oyunu sayesinde lotaryanın yaş oranının düşürülüp ilkokul öğrencilerine kadar inmesi…

Aslında devlet ve onların erdemli yöneticileri kumara karşıdır fakat fiili olarak kumarın önünü açarlar ve desteklerler çünkü devletin karşı olduğu kumar kayıt dışı kumardır ve haramdır çünkü vergilendirilmemiştir. Türkiye’nin erdemli esnafı ve vergi rekortmeni Madam Manukyan’ın ofisinde yazan ‘vergilendirilmiş kazanç kutsaldır’ aforizması ricalimizi daha iyi anlatır herhalde…

Kumar her yerde oynanır ve her yerde devletin yetkilileri insanları haramdan sakındırmak, devletin kutsiyeti ile takdis etmek için kumarı vergiye tabi tutar; cezaevinde gardiyan, köylerde jandarma ve gece bekçisi; kentlerde polis, turistik yerlerde üst düzey bürokratlar. Türkiye’nin en büyük kumarhanesi şüphesiz Başbakanlık’a bağlı (yani günümüzde Tayyip Erdoğan’a bağlı) Milli Piyango kurumudur. Envai çeşit piyango burada oynatılır ve devletin gelirler kaleminde önemli bir yer tutar… Buna rağmen kumardan sağlanan gelir, günümüz cari hükümeti muhafazakâr demokrat ve siyasal İslamcı ve fazilet abidesi bir güruhu tatmin etmemiş olmalı ki ve özellikle öğrencilerin cep harçlıklarını gasp edecek şekilde bir oyun olan iddiayı tasarlamışlardır…

70-80’li yıllarda batakhaneler ve panayırcılık çok yaygındı buralarda derin dekolte, derin yırtmaç giyinmiş zavallı şuh kadınların aklını başından

Bir gün, Büyük İskender’in karşısına

bir korsan getirirler. Korsan, Akdeniz

açıklarında korsanlık yaparken

yakalanmıştır. İskender, korsana bağırır,

neden korsanlık yapıyorsun, neden dürüst bir

işte çalışmıyorsun… Korsan da yanıt olarak;

benim bir yelkenlim var ve bana korsan diye

bağırıyorsunuz, sizin ise bir filonuz ve size

imparator deniliyor…

Page 21: Siyasi Dergisi Sayı 1

aldığı yine zavallı adamlar, yevmiyelerini kumarhane bitirimlerine söğüşletirlerdi… Bu bitirimler toplumun en lümpen en netameli kesimiydi, onlar kumar oynayarak ya da kumarhaneyi koruyarak ortada dönen paradan haraç alırlardı. Milli Piyango idaresinin işleyişi de çok farklı değil aslında, bitirimlerden daha netameli genelkurmay kumardan pay alır ve şovenizmin kıblesi Mehmetçik vakfı (ki bu vakıf oyak’ın paravanı ve genelkurmay elitinin çoluk çocuk eğlendiği zevk-ü sefa organizasyo-nudur) aracılığıyla aklar… Her konuda birbirini yiyen AKP ve Genelkurmay öğrencilerin cep harçlıkları İDDİA aracılığıyla gasp etmek söz konusu olunca can ciğer, kuzu sarma oluyorlar…

Kumardan pay alanlar yalnızca bunlar değildir elbette. İddia başta olmak üzere bütün lotaryaları oynatan makinelere sahip olabilmek kolay değildir. Bunun için akreditesi olan bir tanıdığınız, bir bürokrat, bir mebus bir AKP yetkilisi vb.. bulunmalıdır. Bu işler de elbette siyasal ya da ekonomik değerden ödenen bir komisyona mukabil yapılır…

Rantiye burada da bitmez: Hakemler, oyuncular ve kulüp yöneticileri de kendilerince siftlenmek isterler ve onlar da maçlarda şike yaparak maçların kendi iddialarındaki gibi sonuçlanmasını sağlamaya çalışırlar (bkz. Trabzonsporlu Gökdeniz olayı) En garanti şike elbette kendi takımına mağlubiyet verip karşı takıma çalışmak olacağına göre, artık sahalarda hangi oyuncu hangi

takımda oynuyor anlamak bayağı güç oluyor…

Meselenin asıl önemli tarafı ise ideolojiktir zira lotaryalar gemisini kurtaran kaptanlar çağının en büyük halüsinasyonudur: Zira lotarya aracılığı ile bile olsa ayda 3–5 kişinin yırtabileceği empoze edilir. Milyonlarca insan, ne kadar çok insan oynarsa o kadar azalan bir umudun esiri yapılırlar..

Diğer kumarlardan farklı olarak iddia lotarya çürümesini teorik

ideolojik bir düzleme de taşıdı. Artık kampüslerde, lise ve ilkokul kantinlerinde adını bil duymadığımız ülkelerin takımları arasında oynanacak maçlar tartışılıyor. Hakim medya’nın iddia profesörleri (evet günümüzün en gözde mesleği de budur ve ordinaryüs

kürsüsü Erman-Hıncal kliği tarafından gasp edilmiştir.) tarafından hazırlanan kalıp bahisler ve yabancı ülke liglerinden sorumlu kişilerin hazırladığı veriler ışığında bahisler hazırlanıyor. İddia oynanıp bittikten sonra, maçların takibi başlıyor ve her maç 90 dakika olduğuna göre 5–6 maçın takibi yaklaşık dört saat alıyor. Yani 3–4 saatte hazırlanan ve 3–4 saatte de sonucu alınan ve haftada yedi gün ve yirmi dört saat süren iddialaşma tam bir zaman katili ve halkın bilincini bütünüyle işgal eden bir virüs. Şüphesiz, General Franco’nun takdirlerini hak eden bir icat. Tam da hiçbir konuda iddiası olmayan ama her konuda iddialaşabilen günümüz insanına göre… Ö. A. Akgül

Page 22: Siyasi Dergisi Sayı 1

“Kirpiklerini örtünmüş ne çare Yakamozdur yanaklarında gözyaşları

Ağla çocuk ağla Dağılsın sisler, gölgeler”

Sevgili İbrahim kardeşim, Seni bir kaç ay önce tanıdım her

gün savaş çığlıkları atan gazete manşetlerinden. Ne bir resmini görebildim ne de her hangi bir yerde sesini duyabildim. Adından başka bir bildiğim yoktur senin hakkında. Yalnız senin iki ablan varmış, sen daha bir yaşına yeni bastığın sıra, daha sen onların kim olduklarını dahi kavrayamadan, senden ayrılmak zorunda kalmışlar. Annenle baban çok üzülmüşler bu duruma. Muhakkak çok uğraşmışlardır, kardeşlerin seni yalnız bırakmasın diye nafile… Bu dünyada bazen böyle kadere boyun eğmek zorunda kalıyorsun işte ufaklık. Büyüyünce anlarsın diyeceğim ama…?

Ablalarının birinin adı Zehra diğerininki ise Zeynep. Dedim ya pek fazla bilgim yok senin ve ailenin hakkında ama tahmin edebiliyorum annenle babanın hissettiklerini, Zeynep açlıktan gözlerini bir daha hiç açmamacasına yumduğunda. Tahmin edebiliyorum dedim ama nasıl hisseder ki insan kapıcısı olduğu apartmanda, insanlar obeziteden dolayı tedavi görürken senin çocuğun açlıktan ölürse? Hayır! Anlayamam ben senin aileni ben hiçbir çocuğumu kaybetmedim ki yanlış aşıdan dolayı…

Bana kızmıyorsun değil mi İbrahim sana böyle haberleri aniden yazıyorum diye? Evet, İbrahim annenle baban sen daha bir yaşında bile değilken hatta Zeynep’e döktükleri

gözyaşı daha kurumamışken Zehra’yı kaybettiler bir hastane köşesinde. Hangi hastane şimdi hatırlamıyorum ama aylar önce yazıyordu renkli bir gazete zafer kazanmış edasıyla hem de tam magazin haberlerinin yanındaki sayfada…

İşte böyle bir memleketti burası İbrahim üzülme sen çok şey kaybetmedin diyesim geliyor ama diyemiyorum utanıyorum kendimden, aldığım soluktan, utanıyorum…

Magazin haberleriyle yan yanaydı Zehra’nın ölüm haberi ve o renkli magazin sayfasında insanların bir gecede milyarlar harcadığı eğlence merkezlerinden haberler vardı…

İşte böyle bir yerdi İbrahimciğim senin evinin hemen yanı başındaki gürültü çıkaran yer. Senin evin iki odalı bir barakaydı renkli gazetelere göre,

belki sana göre içinde yüzlerce gizli geçidi olan senin gibi bir süper kahramanın gizli karargâhıydı… Ya da belki senin için en güzel oyunların oynandığı dev bir eğlence merkeziydi o iki oda… Belki annenin güvenli kokusuydu senin için o küçük iki oda, orada huzur buluyordun, oradan gülümsüyordun hayata.

Evinin hemen yanı başında yüksek duvarlar vardı İbrahim, hatırlıyor

musun? Hani geceleri ardından seni uyutmayan gürültüler çıkaran kocaman duvarlar vardı… Ne kadar çok merak ederdin değil mi o duvarların ardında neler olduğunu. Hatta hayaller kurardın oralara dair.

“Bir gün” derdin “büyünce gideceğim o duvarların ardına ve annemle babamı uyutmayan gürültü canavarını bulup susturacağım onu.” Olmadı ama İbrahim hiçbir zaman öğrenemedin o duvardakilerin ardını ama ben sana anlatacağım İbrahim o duvardakilerin ardını ve onlarında ardındakileri…

Page 23: Siyasi Dergisi Sayı 1

Sen o duvarın ardına geçemedin ama İbrahim o duvar buldu seni. Sen uyuyordun o vakit saat sabahın altısı ya vardı ya yoktu… Birden bir gürültü koptu nazlı nazlı salınan boğazın serin sularına karşı, sonra bir toz bulutudur aldı ortalığı… ve işte sen o zaman uyandın mı uyanmadın mı bilmiyorum İbrahim ama ondan sonra bir daha hiç uyanamadın İbrahim sen de yumdun bu sefer gözlerini tıpkı ablaların gibi…. O duvar İbrahim senin üzerine yıkılmıştı, senin küçücük bedeninin üzerinde tonlarca ağırlıkta ne olduğunu ne işe yaradığını dahi bilmediğin koskocaman beton blok duruyordu…

Offf İbrahim Offf! Bu memleket işte böyle bir memleket İbrahim. Bu sefer annenle baban üzülmediler, üzülemediler çünkü onlar da seninle beraber o duvarın altındaydılar. Belki de o gece çileli yaşamları boyunca en rahat uyudukları geceydi…

İbrahim kardeşim benim canım ciğerim o duvarın ardına Reina derler bu memlekette. Zenginlerin eğlence mekânıdır orası. Zehra ablan can verdiğinde gazetelerde yan yana çıktığı renkli eğlence merkezlerinin en büyüklerindendi burası. Zeynep ablan açlıktan ölürken, zayıflamak için milyarlar harcayan kadınların gittiği bir yerdi burası sevgili İbrahim.

İşte böyle bir yer senin canını aldı senin anneni aldı bu dünyadan ve babanı. Zeynep’in bu dünyadan ayrılmasında da pay sahibi gibi görünüyor o mekân, Zehra’nın bu dünyadan ayrılmasında da pay sahibi…

Sana daha vahim bir olay anlatayım sevgili İbrahim senin bütün aileni dünyadan silen o Reina, senin

üzerine yıkılan duvarı yapıldıktan birkaç ay sonra yeniden açıldı. O sıralar dünyanın başka bir yerinde senin dilini anlamayacağın çocuklar yine senin dillerini anlamayacağın insanlar tarafından öldürülüyordu.

Ölen çocukların dilini anlamasan da senin onlarla çok ortak yönün vardı İbrahim onlar da senin gibi fakirdi ve onlar da senin gibi ne olup bittiğini anlamıyorlardı. Onlar Lübnanlıydı İbrahim, öldürenlerse muhtemelen adını hiç duymadığın İsraillilerdi. Bombalarla öldürdüler yüzlerce masum insanı.

Ve sonra… Ve sonra seni ve aileni öldüren bu lanet olası Reina yeniden inşa edilmiş o duvarın iç tarafına İsrailliler gibi zenginleri toplayıp onlara bol içki içirdi. Seni ve aileni unutturmak için yaşadığımız bu dünyaya, o gece kazandıklarını toplayıp

götürdüler ölen çocukların yanına. Ne işe yarardı ki o paralar? Üzerine kan akıttıkları paraların kanını kurutmak için paralarını seriyorlardı gözü yaşlı çocukların üzerine.

‘Ben sana daha ne anlatayım’ İbrahim işte böyle bir dünyaydı burası ve kanla dönüyordu buranın çarkı. Ve sana sözümüz olsun İbrahim bu kanla dönen çark

durdurulmadıkça haram olsun bize uyumakta, senin adını bir kez daha ağzımıza almakta...

...jsf...

REINA, toplumsal sorumluluk projeleri kapsamında bu geceki gelirini savaş tehditi altında yaşayan Lübnanlı çocuklara bağışlayacak. Geceyi UNICEF Türkiye Milli Komitesi'yle hazırladıklarını belirten Reina'nın işletmecisi Mehmet Koçarslan, şunları söyledi: "TEKLİF UNICEF Türkiye Milli Komitesi'nden geldi. Biz de seve seve kabul ettik." Gecede sosyolog Nükhet Aksu Sebükcebe tasarımı Nukha markalı tişörtler ile UNICEF kartları da çocuklar için satışa çıkarılacak. Milliyet gazetesinden alınmıştır Eylül 2006

Page 24: Siyasi Dergisi Sayı 1

Pek de olağan olmayan bir sakinlikle odanın penceresinden az önce başlayan

sağanak yağmuru izliyordu. Nazilli’de Eylül ayında yağmurun tadının farklı olduğunu da düşünerek, bir an düşen yağmur damlalarının durakta minibüse binmek için didişen insanları andırdığını düşündü. Bu enteresan benzetmesine dudak ucuyla gülümsedi. Yaz boyunca kavrulan minik, şirin bahçenin yağmurla bu denli ahenkli dansı hoşuna gitmişti. Kapı, dışarıda sırılsıklam olmuş birinin tellallığını yaparcasına çaldı. Koşup kapıyı açınca karşısında büzüşmüş haliyle çok sevdiği arkadaşı Ayten’i gördü. “Merhaba canım, yol ver, öldüm bittim. Bende talih olsa anam beni kız doğurmazdı” diyerek içeri girdi Ayten. Esma sakin bir kahkaha atıp: “Niye ne oldu ki?” dedi.

—Görmüyor musun halimi? Yolun ortasında lanet yağmura yakalandım işte. Akılsızlık bende ama bir tişörtle dışarı çıkılır mı bu havada.

—Neyse al şunu da kurulan bakayım. Ayten, havluyu kıvırcık, gür saçlarının arasında gezdirirken oturma salonuna

geçtiler. —Gözün aydın, tayinin çıkmış, artık ıslatırız değil mi? —Islatırız ıslatmasına da pek ıslatılacak bir tarafı yok ki. Biliyorsun Adıyaman’ın

bir köyüne çıkmış tayinim. —Niye, nankörlük etme canım, nesi var? Esma oturduğu yerden doğrularak, —Ne demek nesi var yaa? Adıyaman’ın nasıl bir yer olduğunu bilmiyorsun galiba.

Soruşturdum, Güneydoğu’da fazla gelişmemiş ve çoğunluğu Kürt olan bir yermiş. O çocuklara Türkçe öğretmenin ne kadar zor olacağını biliyor musun sen?

—Sıkma canını, ne olacak, bir yıl kalır idare edersin. Daha sonra da atamanı istersin, gelirsin bu taraflara olur biter. Yüz şeklini değiştirerek, hem şimdi onların ‘vayyy… hoca hanım hoş gelmişsen!’ diye karşılarlar seni… Ayten’ in bu sözü üzerine katıla katıla güldüler bir süre ve derin bir sohbete daldılar. ...

Diğer gün Esma 18.30’da tüm ısrarlarına rağmen annesinin hazırladığı yolluklar ve üç büyük valizi ile birlikte otogardaydı. Tüm aile onu uğurlamaya gelmişti. Annesi ağlamaktan kendini alamıyordu. Hâlbuki Esma, üniversitedeyken alışmış olması gerekiyordu ayrılıklara ama bu gidişin farklı olduğunu da hissettirmekten geri kalmıyorlardı. Üniversitedeyken dillendirilen idealist köy

öğretmeni tipinin üzerindeki yoğunluğu hissederken aklı adeta Adıyaman-Nazilli arasında mekik dokuyordu. Canı sıkılınca kitabına kaldığı yerden devam ediyordu. Sayfalar arasında dolaşırken düşüncelerini Güneydoğu’daki öğretmenliğine kaydırmaktan kendini alamıyordu. Kültürü ve özgünlüğüyle şehirde kolayca ayırt edilebilen o insanları, kendi topraklarında görmek, işitmek, sofralarında bağdaş kurmak nasıl olacaktı? O insanları bir kültürleriyle, bir ideolojileriyle hayal ediyor, şehit asker ailelerini düşündükçe öfkesi kabarıyordu. Akşam yemeklerinden sonra TV’lerinde masalarına konuk olan teröristlerin, katillerin memleketi? Ve onların esmer, donuk bakışları! Şimdiden sanki yakasına yapışıyor rahatsız ediyordu Esma’yı. Bu karmakarışık düşünce sıçramaları arasında uykuya daldı. Mola da uyanıp bir şeyler yedi ve yarım bıraktığı uykusuna geri döndü. Bir saat sonra arka koltuktaki bebeğin ağlamasıyla uyandı. Sonra kitabına bin bir türlü hayallerle kaldığı yerden devam etti...

Diğer gün öğle saatlerinde ilerledikçe çorağa kesen Güneydoğu topraklarında buldu kendini mesleğinin ilk memleketi Adıyaman’a az kalmıştı. Bir tütün efkârıyla terk etmeye hazırlanıyordu kenti Ağustos’tan kalan korkutucu sıcak. Şehrin anlatılandan daha küçük oluşu Esma’yı şaşırtmıştı. Ürkek adımlarla dar bir alana çevrilmiş çukurlarla dolu otogara indi. Yalnızlaşmak, kendi kendiyle konuşmaktan başka bir seçeneğe sahip olmamak canını sıkmıştı. Ama bir an önce görev yapacağı Kömür köyüne ulaşmak istiyordu. Muavine ‘Kömür köyüne nasıl ulaşabilirim ‘ dedi.

—Karşı sokağa gir, hemen sağ köşeden minibüsler kalkar abla, oradan gidebilirsin.

öykü

Page 25: Siyasi Dergisi Sayı 1

Minibüs duraklarını kolaylıkla buldu. Arabada, birkaç kişiyle sohbet eden şoföre —Merhaba, Kömür köyüne değil mi? — Evet buyurun. Valizleri arabanın bagajına koyarken, “hayrola ne işiniz var Kömür’de “ —Ben öğretmenim de, tayinim Kömür köyüne çıktı. —Ha öyle mi, güzel hayırlı olsun, küçük bir yerdir ama güzel köydür. —Sağ olun, ne zaman kalkar araba? Yarım saatten gideriz hanımım —Tamam, ben bir turlayıp geleyim —Oldu geç kalmayın ama! Valilik konağının sağından karşıya daldı. Ufak mütevazı dükkânlar, şekilsiz

kaldırımlar yol boyunca dizilmişlerdi. Çoğu güneydoğu ilinde olduğu gibi devlet kurumları birbirine yakın yerlerde konumlanmışlardı. “ Merkez böyleyse köyünü düşünmek bile istemiyorum” diye geçirdi içinden. On beş-yirmi dakika çarşıda turladıktan sonra geri döndü minibüs duraklarına. Döndüğünde araba tıklım tıklım doluydu. Esma içeri girince ortalığı bir sakinlik kapladı. Şoför gencin birine işaret etti ve genç Esma’ya yer verdi. Belli ki şoför önceden bahsetmişti Esma’dan. Erkeklerden birkaçı bozuk Türkçeleriyle “Hoş gelmişseniz” dediler. Yeni öğretmen bu karşılamayı kafa sallayarak cevapladı. Ve arkada sarışın yeşil gözlü bir kız çocuğu annesinin eteklerinden tutup baktı bu yeni gelen kumral kıza. Kısa süren sessizliğin ardından yeni gelen yabancıyı süzerekten aralarında konuşmaya başladı köylüler. Konuşuyorlardı konuşmasına da, Esma hiçbir şey anlamıyordu cümlelerinden. İlk defa yakın ve yakın olduğu kadar uzak olduğu dilde, Kürtçe’de tam bir diyaloga tanık oluyordu Esma. Gerçekten bu farklı dünyaya ve dile çok sinir olmuştu ama o an için nasıl bir tepki verebilirim ki diye içinden geçirdi. Merkeze bağlı Kömür köyü onu Adıyaman’a giriştekinden çok daha ağır bir tütün kokusuyla karşıladı. Romanlarda bahsedilenin köylerin aksine Kömür’ün pek az ağacı vardı ve kavruk, telaşsız yüzleriyle köylüler Esma için çok farklı şeyler ifade ediyordu. Şoför yeni öğretmeni okulun önüne kadar bıraktı. Okula geldiğinde onu köyün tek öğretmeni ve dolayısıyla okul müdürü olan Hikmet Bey(Aynı zamanda okulun yarı hademesi) karşıladı. Hikmet Bey otuz beş-kırk yaşlarında, esmer, güler yüzlü bir öğretmendi ve Esma’nın gözünde bulunduğu ortama iyice uyum sağlamış biri imajı bıraktı. Merdivenlerden hızla indi ve eliyle ceketinin önünü tutarak:

— Hoş geldiniz Hoca’anım, ben bu okulun tek öğretmeni ve müdürü Hikmet Tanrıkulu.

—Hoş bulduk, bende Esma Çiçekçi. Türkçe öğretmeni olarak buraya atadılar beni.

—Buyurun içeri geçelim şöyle, dinlenin biraz. …

Esma öğretmen derslere girmeye başlamış, Kömür köyünü kısa sürede her yönüyle tanır olmuştu. Yalnız içini kemiren bir şey vardı ki bu insanlara, bu başka dünyaya, başka dile, başka kültüre, başka gülüşlere bir türlü alışamıyordu. İçini dökebileceği tek kişi, köyde kendinden başka tek Türk olan Hikmet Bey’di.

Üniversite de hocalarının anlattığı şirin ve tertemiz öğrenciler olarak göremiyordu bu dağ çocuklarını. Yok, olmuyordu ne yapsa, ne etse bir türlü bağrına basamıyordu bu veletleri. Birleştirilmiş sınıflarda yarı yırtık elbiseleriyle birbirine yapışan çocuklarsa sırf ırklarından dolayı alıştırılmış gözlerle bakıyorlardı ilimi, hayatı öğretmesi üzerine köylerine gönderilen ve üstünde Türk bayrağıyla Atatürk resminin asılı olduğu kara tahta önünde ki öğretmenlerine. Yalnız içlerinde Abuzer denen biri vardı ki bakışlarıyla ayrılıyordu diğerlerinden, sınıfa girişiyle, oturuşuyla, kalkışıyla ayrılıyordu. Arkadaşları Abu diye çağırıyorlardı onu. Beşinci sınıfta olan Abu ilkokulda dört yıl ara verip ailesi tarafından Kuran kursuna gönderilmişti. Her nedense ciddi duruşu, olgunluğu ve her halinden boş bir çocuk olmadığı belli olan Abu’ya Esma öğretmen içten içe bir haset besliyordu. Ona ters ters hareketler yapıyor, sınıf içerisinde yüklenebildiği kadar yükleniyordu. Ama Abu her seferinde sanki daha da olgunlaşıyor, sınıf içerinde neredeyse hiç bir hata yapmıyordu.

Page 26: Siyasi Dergisi Sayı 1

Esma’nın bu Kürt köyüne olan nefreti hergün daha da artıyor, bu dildeki her sözcük sanki boğazına sarılıyor ve Türkçe öğretmeni olduğu vatana ihanet etmiş hissi veriyordu. İstemiyordu bu durumu ya sınıfta konuşturmuyordu zaten. Yanlız dışarı çıkar çıkmaz derste tek kelime etmeyen bu çocuklar şen şakrak dilleriyle koşuyorlardı tütün diyarı topraklara. Bu durumu içini dökebileceği tek kişi, köyde kendinden başka tek Türk olan Hikmet Bey’e dertli bir dille anlattı. Hikmet Bey:

—Ezeceksin bunları hoca’anım, daha ilk günden ezeceksin kafalarını. Burası bildiğiniz gibi bir köy değil yahu. Hepsi bebek katili bunların, benden duymuş olma ama korucu Halis’in söylediğine göre de geceleri gelip yardım topluyormuş teröristler. Bununla kalsa iyi bu köyden bayağı giden olduğunu da söyledi. Böyle kendi vatanında, ekmeğini yediği devlete silah çeken zihniyetten ne bekleyeceksiniz? İyisi mi yılanın başını küçükken ezmeli.

—Hiç sormayın, böyle kendi aralarında Kürtçe konuşuyorlar, deliriyorum. —Aman ha hoca’anım, hele buna kesinlikle izin vermeyin. Bakanlıktan da yazı geldi geçenlerde zaten. Dışarıda da Kürtçe konuşan öğrencilere müdahale etme hakkınız var bilesiniz. Eğer bir sorun olursa jandarmaya kadar varsın bu işin sonu.

Bunu duyan Esma öğretmen çok sevindi. Biraz daha Hikmet Bey’le sohbet ettikten sonra okuldan ayrıldı. Kendini kâh Çanakkale’de kağnılarla mermi taşıyan bir Türk anası hissediyor, kâh Halide Edip’in Anadolu kadını gibi hissediyordu. Şimdi içi daha rahat, toprağına karşı kendini daha bir huzurlu hissediyordu. Ve bu Türkçe kurtarıcılığı için beklemeye hiç mahal yoktu. Diğer gün okula gitti ve köy muhtarının oğlu Said’i ayağa kaldırdı: —Bundan sonra sınıfta ya da sınıfın dışında herhangi bir yerde Kürtçe konuşmayacaksınız. Konuşan olursa konuştuğu kelime başına iki cetvel yiyecek benden ona göre! Şimdi, Said seni bundan sonra Türkçe başkanı seçiyorum,eline bir defter alacaksın ve bu sınıfta ki herkesi gözetleyeceksin.Eğer Kürtçe konuşan olursa onu konuştuğu kelime sayısıyla birlikte bana bildiriyorsun. Anlaşıldı mı? —Tamam öğretmenim. —Evet, şimdi dersimize geçelim. Nerede kalmıştık?

... İki gün sonra Said elinde listesiyle Esma öğretmenin karşısındaydı; —Kimler, kaçar kelime Kürtçe konuştu söyle bakalım Said. —Öğretmenim, Zilan on iki, Aynur on altı, Ali de sekiz kelime Kürtçe konuştu. “Listedekiler tahtaya gelsin”,dedi soğuk sesiyle öğretmen. Ve her bir öğrenciye

kelime başına iki cetvel indirerek vatani görevini yerine getirdi. Arkasını döndüğünde sınıfta ki çocukların bir kısmı büzüşmüş ağlıyor, bir kısmı da korkulu gözlerle öğretmenlerine bakıyorlardı. Ancak bir çift göz vardı ki çelikten bir ağ gibi sardı Esma’nın bakışlarını: Abu’nun gözleri.

Daha düne kadar birlikte oynadıkları Türkçe başkanı bir süre sonra tüm çocukların kaçtıkları bir korku oldu. Said’i kimse oyunlara almak istemiyor, eğer o sokaktaysa kimse sokağa çıkmak istemiyordu. Artık çocuklar okul yoluna zorla düşer olmuşlardı. Cetvel şaklamasının derin görüntüleri ve ana dillerinin sıcaklığı arasında çıkmazlardaydı kafaları.

Yine birgün Esma öğretmen Said’e kara listeyi sordu. —Abu, dedi Said, yalnız Abu! —Ne dedi, o geri zekâlı, koca kafa? Said, Abu’nun gözlerinden aldığı ateşle baktı Esma’ya: — “ Li devara ku zimanemin u azadiyamin nebe we bedenamın ji tunebe!”* dedi ve

gitti! Rüzgâr, jandarmanın yeni boyadığı okul duvarının kokusunu, usulca içeri

getiriyordu yarı açık gri pencereden. Umut Yetiş

* Dilimin ve özgürlüğümün olmadığı yerde etimin ne işi var!

Page 27: Siyasi Dergisi Sayı 1

Lakin …Eylüller’e Arkamı döndüm Hayret! Sakalsız tüm çocuklar Merhamette dilenmiyor Dilbaz ruhunda Köşe kapmaca kurmacasından Özürler dökülüyor Tarihin kırık dişlerinden Pardonlar:pardon Bilmiyorduk Öyle narin oldugunu Pardon! İlmik değil boynundakin Çiçek zannettik Belkide şampiyon saydık seni! Direngenliğin gölgesi çokluğunda

On yedi mi? Ne de küçüksün sen Süt kekremsiliği ağzında On yedi mi? Beşiğinden niye kalktın ki sen Başını çarparsın şimdi dar ağaçlarına Ya da emeklerken, Zindanlara düşersin ne bileyim Lakin,lakini de olmasa iş tamam da Var işte ne yaparsın Lakini var bu işin Emziği kandan çıkarıp Yeni çocuklara verecekler var Lakini olmasa güzelde İnatçılığı işte sözcüklerin, Mektup yazmayı öğretenler var Hele şu kaskatı,kısa Son mektuplar olmasa iyi ama Kınında kalem kanatan son mektuplar…

Umut Yetiş Ocak 2006

Page 28: Siyasi Dergisi Sayı 1

Siyasi dergisi olarak, yakında yeni

kitapları Komünist Parti Manifestosu’nu yayınlamaya hazırlanan genç devrimci entelektüeller Marx ve Engels ile konuştuk. Bahsedilen fikirlerin gelecekte çok önemli olayların temeli olacağı düşüncesindeyiz.

SİYASİ: Duyduk ki, mensubu bulunduğunuz İngiliz Haklılar Birliği sizi bir manifesto yazmakla görevlendirmiş.

MARKS: Doğrudur, böyle bir çalışma içindeyiz şu anda ve 1848 yılının ilk aylarında tahminen şubat gibi

yayınlamış olmayı planlıyoruz. Biz bu çalışmayı yapıyoruz çünkü Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor — Komünizm hayaleti. Eski Avrupa'nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek üzere kutsal bir ittifak içine girdiler: Papa ile çar, Metternich ile Guizot, Fransız radikalleri ile Alman polis ajanları.

Bu olgudan şunu rahatlıkla çıkarabiliriz ki Komünistlerin açıkça, tüm dünyanın karşısında, görüşlerini, amaçlarını, eğilimlerini yayınlamalarının ve bu Komünizm Hayaleti masalına partinin kendi Manifestosu ile karşılık vermelerinin zamanı çoktan gelmiştir.

SİYASİ: En baştan başlarsak komünistlerle ilgili en tedirgin edici mesele olan özel mülkiyet meselesini nasıl ele alıyorsunuz?

ENGELS: Komünizmin ayırıcı özelliği, genel olarak mülkiyetin kaldırılması değil, burjuva mülkiyetinin kaldırılmasıdır. Ama modern burjuva özel mülkiyet, ürünlerin üretilmesinin ve mülk edinilmesinin sınıf karşıtlığına, çoğunluğun azınlık tarafından sömürülmesine dayanan sisteminin nihai ve en tam ifadesidir.

Bu anlamda, komünistlerin teorisi tek bir tümcede özetlenebilir: Özel mülkiyetin kaldırılması. Biz komünistler, insanın kendi emeğinin meyvesi olarak, kişisel mülk edinme hakkını kaldırmayı istemekle suçlandık; o mülkiyet ki, her türlü kişisel özgürlüğün, eylemin ve bağımsızlığın temeli olduğu iddia edilir.

Güçlükle elde edilmiş, bizzat edinilmiş, bizzat kazanılmış mülkiyet! Burjuva biçimden önceki bir mülkiyet biçimi olan küçük zanaatçı ve küçük köylü mülkiyetinden mi söz ediyorsunuz?

Bunu kaldırmaya gerek yok; sanayideki gelişme bunu zaten büyük ölçü de yok etmiştir ve hâlâ da gün be gün yok ediyor.

Yoksa modern burjuva özel mülkiyetten mi söz ediyorsunuz?

İyi ama, ücretli emek, emekçi için herhangi bir mülkiyet yaratır mı? Asla. Bu, sermaye, yani ücretli emeği sömüren ve yeni sömürü için yeni bir ücretli emek arzı doğuran koşullar dışında çoğalamayan türden mülkiyet yaratır.

SİYASİ: Özel mülkiyetten yola çıkarak sizin kadın-erkek ilişkileri ve aile kurumsallığına ilişkin ilginç görüşlere sahip

olduğunuzu biliyoruz bu konuya biraz açıklık getirebilir misiniz?

ENGELS: Bugünün ailesi, burjuva aile, hangi temele dayanıyor? Sermayeye, özel kazanca. Bu aile tam gelişmiş biçimiyle, yalnızca burjuvazi arasında vardır. Ama bu durum, taydaşını, proleterler arasında ailenin fiilen varolmayışında, ve açık fuhuşta bulmaktadır. Taydaşı yok olunca, burjuva ailesi de doğal olarak yok olacaktır ve sermayenin yok olmasıyla her ikisi de yok olacaktır.

Bizi, çocukların ana-babaları tarafından sömürülmesine son vermeyi istemekle mi suçluyorsunuz? Bu suçu kabulleniyoruz.

Ama, ev eğitiminin yerine toplumsal eğitimi koymakla, ilişkilerin en kutsalını yok ettiğimizi söylüyorsunuz.

Ya sizin eğitiminiz! O da toplumsal değil mi? O da, içerisinde eğitim yaptırdığınız toplumsal koşullarla, toplumun dolaysız ya da dolaylı müdahalesiyle, okullar aracılığıyla belirlenmiyor mu? Eğitime toplumun müdahalesini komünistler icat etmedi. Yaptıkları şey, bu müdahalenin karakterini değiştirmeye ve eğitimi egemen sınıfın etkisinden kurtarmaya çalışmaktan ibarettir.

Ama siz komünistler, kadınların ortaklığını getirmek istiyorsunuz, diye bağırıyor tüm burjuvazi bir ağızdan.

Burjuva, karısını, salt bir üretim aracı olarak görüyor. Üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duyuyor ve, doğal olarak, ortaklaşa olma yazgısından kadınların da aynı şekilde paylarına düşeni alacaklarından başka bir sonuca varamıyor.

Marx Engels

Page 29: Siyasi Dergisi Sayı 1

Hedeflenen gerçek noktanın, kadınların salt üretim araçları olma durumuna son vermek olduğunu aklına bile getirmiyor.

Burjuvalarımız, kendi proleterlerinin karılarını ve kızlarını ellerinin altında bulundurmakla yetinmiyorlar ve resmi fuhuşu bir yana bırakırsak, birbirlerinin karılarını baştan çıkarmaktan büyük zevk duyuyorlar.

SİYASİ: Eee şimdi tarihin sonu… MARX: Bir dakika bir dakika oraya

gelmeden Komünistler, ayrıca, vatan ve milliyeti kaldırmayı istemekle de suçlanıyorlar.

İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olmadıkları bir şeyi alamayız. Proletarya, her şeyden önce, siyasal gücü ele geçirmek, ulusun önder sınıfı durumuna gelmek, bizzat ulusu oluşturmak zorunda olduğuna göre, kendisi, bu ölçüde, ulusaldır, ama sözcüğün burjuva anlamında değil.

Halklar arasındaki ulusal farklılıklar ve karşıtlıklar, burjuvazinin gelişmesi ile, ticaret özgürlüğü ile, dünya pazarı ile, üretim biçimindeki ve buna tekabül eden yaşam koşullarındaki tekdüzelik ile her geçen gün biraz daha yok oluyor.

Bu konuda bir de Rus bir çocuk var, Lenin. Ona da sorabilirsiniz o da bu konuda yetkindir.

SİYASİ: Şimdi tarihin sonu meselesine dönelim. Bu sorumuz size Bay Marx. Bir zamanlar sizin de hocanız olan Hegel Jena savaşının ardından galibi mutlak güç ilan ederek tarihin öznesi ve filozofun buluştuğu noktada tarihin sonuna vehmetti. Bu konuda hocanıza katılıyor musunuz?

MARX: Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir. Feodal toplumun yıkıntıları arasından uç vermiş olan modern burjuva toplumu, sınıf karşıtlıklarını ortadan kaldırmadı. Yeni sınıflar, yeni baskı koşulları, eskilerin yerine yeni savaşım biçimleri getirmekle kaldı.

Ne var ki, bizim çağımızın, burjuvazinin çağının ayırıcı özelliği, sınıf karşıtlıklarını basitleştirmiş olmasıdır. Tüm toplum, giderek daha

çok iki büyük düşman kampa, doğrudan birbirlerinin karşısına dikilen iki büyük sınıfa bölünüyor: Burjuvazi ve Proletarya.

SİYASİ: Yani bu bölünmeyi tarihin değil ama burjuvazinin sonu olarak değerlendirebilir miyiz?

MARX: Bu konuda, tüm burjuva toplumunun varlığını dönemsel yinelenmeleriyle her keresinde daha tehdit edici bir biçimde sorguya çeken ticari bunalımların sözünü etmek yeterlidir. Bu bunalımlar sırasında, daha önceki bütün çağlarda anlamsız görülecek bir salgın baş gösteriyor —aşırı üretim salgını. Toplum kendisini birdenbire, gerisin geriye, geçici bir barbarlık durumuna sokulmuş buluyor; sanki bir kıtlık, genel bir yıkım savaşı, bütün geçim araçları ikmalini kesmiştir; sanki sanayi ve ticaret yok edilmiştir; peki ama neden? Çünkü çok fazla uygarlık, çok

fazla geçim aracı, çok fazla sanayi, çok fazla ticaret vardır da ondan. Toplumun elindeki üretici güçler, burjuva mülkiyet ilişkilerinin ilerlemesine artık hizmet etmiyor; tersine, bunlar, kendilerine ayak bağı olan bu ilişkiler için çok güçlü hale gelmişlerdir ve bu ayak bağlarından kurtuldukları anda, burjuva toplumunun tamamına düzensizlik getiriyor, burjuva mülkiyetinin varlığını tehlikeye sokuyorlar. Burjuva toplum koşulları, bunların yarattığı zenginliği kucaklayamayacak denli dardır. Peki, burjuvazi bu bunalımları nasıl atlatıyor? Bir yandan üretici güçlerin büyük bir kısmını zorla yok ederek; öte yandan yeni pazarlar ele geçirerek, ve eskilerini de daha kapsamlı bir biçimde sömürerek.

Yani, daha yaygın ve daha yıkıcı bunalımlar hazırlayarak, ve bunalımları önleyen araçları azaltarak.

SİYASİ: Eee peki durum bu kadar vahimken insanlık bu kısır döngüden nasıl kurtulur?

MARX: Burjuvazinin feodalizmi yerle bir ettiği silahlar, şimdi, burjuvazinin kendisine karşı çevrilmiştir.

Ama burjuvazi kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamış; bu silahları kullanacak insanları da varetmiştir, —modern işçi sınıfını— proleterleri.

SİYASİ: Bu güzel söyleşi için her ikinize de teşekkür ederiz. Umarız tarih fikirlerinizi haklı çıkartır. Size çalışmalarınızda başarılar diliyoruz….

MARX: Bu güzel sohbet için biz de size teşekkür ederiz ve yayın hayatına yeni başlayan derginize başarılar dileriz…

İtalikler Komünist Manifesto’dan alınmıştır…

Page 30: Siyasi Dergisi Sayı 1

Türkiye’nin dış politikasında bir

“Amerikan Salatası” dönemi vardır. Türk dış politikasının yeniden biçimlendiril-mekte olduğu bu günlerde, Amerikan Salatası dönemini bir daha gözden geçirmemiz gerekir.

4 Aralık 1945’de bugün artık herkes bilir ki, CHP’nin el altından çabalarıyla, yardımlarıyla, kışkırtmasıyla Tan Gazetesi ve basımevi, polislerin gözleri önünde ve onların korumaları altında, özendirmeleriyle yıktırıldı. Bu olayın ertesi gü-nü, yani 5 Ara-lık1945 günü, İstanbul’daki bütün lokanta-ların yemek lis-telerinde çok ö-nemli bir deği-şikli yapıldı. Bu yemek listesi değişikliği bir-denbire olu-verdi. Bütün dünyanın her yerde “Rus Salatası” olarak bildiği, tanıdığı, yediği salatanın adı, bizim lokanta ve meyhanelerin listesinden silindi ve Rus Salatası yerine “Amerakin Salatası” diye yazıldı.

Bu olayı, bir mizah olsun diye abartarak yazmıyorum; bu gerçekten böyleydi, böyle oldu. Hiç kimse ağzına, içinde ‘Rus’ sözü olduğu için artık Rus Salatası sözü bile alamıyor, Amerikan Salatası diyordu.

Bu komünizmle mücadele adı altında, bir budalalık dönemidir, bundan hiç şüphe yok… Bu dönemi, Tan Basımevinin yıktırılmasının verdiği korku yaratmıştır. Size, sözde komünizmle mücadele adına yapılan o Amerikan Salatası döneminden, yaşadığım, gördüğüm, duyduğum birkaç gerçek olayı anlatacağım. Bu olaylar, hayali geniş hiçbir kafanın uyduramayacağı kadar korkunç gülünçlüklerle doludur. Bunlar toparlansa

Amerikan Salatası adlı bir mizah romanı olabilir.

Tan Gazetesinin yıktırıldığı gün, evet o gün, öyle bir korku yayılmıştı ki, Galatasaray Lisesi’nin karşısında ‘Rus Çorap Pazarı’nın büyük tabelasından R harfinin bulunduğu kocaman siyah cam hemen kaldırıldı ve böylece Us çorap pazarı oldu; yani ‘Akıl Çorap Pazarı’

İstanbul’daki bütün Tan yazılı ne kadar pastane, kahvehane, lokanta varsa, baştaki T harfi silinip, kazınıp, çizilip Can, Yan,Han, Kan, Şan pastanesi, lokantası, kahvehanesi oldu.

Budalalalık bitmedi, yayılıp genişleyerek resmi makamlara girdi. Emniyet müdürlüğünün birinci şubesinde sırılsıklam cahil bir önemli görevli beni;

-Demek sen borjiyalara düşmansın?diye sorguya çekiyordu.

-Neden borjiyalara düşman olayım? dedikçe, anlamlı anlamlı kurnazca gülümseyip, -düşmansın düş-mansın, elde ra-porlarımız var… Seni borjiya düş-manı seni… deyip duruyordu.

Neden son-ra, yine kendi söz-lerinden adamın bana ‘burjuva düş-manı’ demek iste-

diğini, burjuva diyeceği yerde borjiya dediğini anladım.

Sorguya çekilen bir aydın: -Efendim ben antikomünistim!

dedikçe onu sorguya çeken. -Antikomünist mantikomünist, ben

anlamam, sen komünistsin ya, ona bak.. Nasıl komünist olursan ol, orası beni ilgilendirmez… diyordu.

Evimi aramaya gelen polisler, Karl Marks’ın resmi diye, sakallı gördükleri babamın resmini almaya kalkışları.

Kitapları arasında bulunan resmin kimin olduğu sorulan adam Engels deyince, ona ‘Demek İngiliz.. Sen ecnebiye ile mektuplaşıyorsun demek… Çabuk bu İngilizin adresini ver’ diye baskıya uğramıştı.

Evime gelen polisin ‘Larousse’ içinde ‘Rusça’ kelimesi geçiyor diye alıp

Page 31: Siyasi Dergisi Sayı 1

gitmesini, eski bir olaydır diye yazmıyorum.

1950 yılında ikinci ağır ceza mahkemesinde bana, çıkardığım bir derginin kapağındaki bir kadın resminde, niçin kadının dudağının üç sayısına benzediği, benzetildiği sık sık sorulmaktaydı. Mahkeme başkanı bu soruyu birkaç oturum tekrarlayınca dayanamayıp:

-Resimdeki kadının dudağı üç biçiminde olsa ne çıkar, beş biçiminde olsa ne çıkar efendim? diye sormuştum da başkan da bana

-Çünkü demişti, kadının dudağının üçe benzemesi, üçüncü enternasyonale işaret deniliyor…

Bu olaya inanmayacaksınız, uyduruyorum sanacaksınız. Ama şimdi elimde bulunan bilirkişi raporunda da aynen yazılıdır bu.

Başka bir adam resmi vardı dergide… Bu adamın göğsündeki çizgileri de Lenin’in profiline benzettikleri için, az çile çekmedim…

Amerikan salatası döneminin budalalıkları saymakla bitmez. Bir uzatmalı jandarma çavuşu ihbarla bastığı bir öğretmenin evinde, elle yapılmış bir Avrupa haritası bulunca, ona şöyle bağırmıştı:

-Vay komünist vaaaay Haritada Rusya’yı kocaman gösterirsin, Türkiye’yi de küçük yaparsın ha…

Öğretmenin kendini kurtarması kolay olmamıştı.

Ucuza satılan çukulataların içinde devlet bayrakları arasında Sovyetler Birliği’nin de bayrak kartı var diye, Türkiye’de birçok çukulata yapımcısı tevkif edilmiş, aylarca hapis yatmışlardı. Bunlardan enfarktüs geçirmiş bir adamın başına gelenleri Cemil Sait Barlas 10 Mart 1957 tarihli Pazar postası’nda anlatmıştır.

Bu Amerikan salatası döneminin budalalığı öylesine yaygındı ki, Bolşoy balesi artistleriyle resim çektirdiği için İnönü’ye, muhalifleri Mareşal Çakmak’a daha önce de Celal Bayar’a ve daha birçoklarına komünist denildi.

Hangi birini anlatayım, sözde komünizmle mücadele diye yapılan bu saçmalıkların?

Kompartımanda, elindeki portakalı soyan bir yurttaşın, portakalın kabuğunu orak-çekiç biçiminde soyuyor diye trende ihbar edilip de Eskişehir’de tevkif edilmesini mi? Yoksa meyhanede bir sarhoşun, antialkolizm için yapılan yayınlara kızıp ‘yaşasın alkolizm’ diye bağırdığı için, yaşasın komünizm diye bağırdı diyerek ihbarla cezaevinde aylarca kaldığını mı anlatayım?

Birbirine kızan işçilerin, fabrikalardaki tramvay depolarındaki hela duvarlarına orak-çekiç resmi yaparak, arkadaşlarının ihbarları sonunda cezaevlerini dolduran, üstelik birçok anti-komünist kişinin gözyaşlarını mı anlatayım size?

İstanbul Emniyet Müdürlüğünde, komünist masası şeflerinden Komiser

Rüştü, bana gelen bir okur mektubundaki Y harflerinin kuyrukları-nın neden uzun yazılmış ve orağa benzetilmiş olduğunu sorarak, beni iki gün hücrede tuttu. Çarlık Rusya’sının yazarlarının eserleri çevrilmedi, tiyatrolarda yasaklandı. Yine Çarlık Rusya bestecilerinin eserleri, radyoda çaldırılmadı..

Bütün bunlar, eski, geçmiş olaylar mı? Kim demiş… İşte en yenisi 16 Ağustos1964

tarihli Akşam Gazetesinde: Gümrükten çıkarılan film ve teyp

bantlarını sansürden geçiren heyet, film ve diğerlerinde komünizm propagandası olup olmadığını tespite çalışmaktadır. Vilayet, Emniyet, Turizm ve tanıtma bakanlığı temsilcilerinden kurulu sansür heyeti, ilk olarak Sovyetler birliği ve Macar pavyonlarında fuar süresince çalınacak teyp bantlarındaki eserlerin ünlü kompozitör Çaykovski ve rapsodiler kıralı Lizst’e ait olduğunu görüp sansüre tabi tutmuşlardır. Radyolarda çalınmakta olan bu eserlerin sansürü hayretle karşılanmıştır.

Yön Dergisi 1964

Page 32: Siyasi Dergisi Sayı 1

Aslında bizler sınıfsal konum-larından dolayı burjuva siyasetçilerin, özellikle Türkiye’deki gibi feodal, taşra uyanığı, lafazan siyaset erbabının öyle çok üsluplu konuşmalarını beklemeyiz. Zira bu üslupsuzluk onların gen haritalarının en müstesna çizgilerinden birisidir. Fakat, AKP iktidarından bu yana AKP elitinin siyasal üslupsuzluğu daha özel bir hal alarak küfürbazlık ve küstahlık sınırına dayandı. Eskiler zaten genelde doğru söylemişlerdir ve uslub-u lisan aynıyla insandır ve ayriyeten merd-i kıbti şecaatin arz edeyim derken sirkatin söylemektedir…

AKP elitinin incilerinden bir kuble derlemek istedik ama itiraf

etmeliyiz ki seçerken çoook zorlandık, hepsi birer aforizma değerinde olan bu inciler aynı zamanda günümüz siyasileri için mükemmel birer turnusol kağıdı. Kasımpaşalıyım, Eli Maşalıyım (9/8’lik roman havası)

Yurt gezisi sırasında “anamız ağlıyor” diyen vatandaşa “terbiyesiz… artistlik yapma lan… ananı da al da git” diye azarlayan başbakan hızlandırılmış tren kazasından sonra, ulaştırma bakanını görevden alıp almayacağını merak eden gazeteciye ‘haddini bil, herkes haddini bilecek’ diye bağırdı.

Babalar Gibi Satarım (trip intro) Özelleştirmeler ve orman vasfını

yitirmiş arazilerin satılmasına yöneltilen eleştiriler karşısında Maliye Bakanı icraatını bu sözlerle savundu… Hamdık Piştik Elhamdülillah (ilahi)

İhtiyar Osmanlı trenlerini hızlandırmak suretiyle onlarca kişinin ölümünü azmettirdiği için istifa edip etmeyeceği merak edilen Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım; “Böyle zor günlerde koltuğunu bırakan tabansız bakanlardan değilim, biz zor günlerin adamıyız elbet böyle zamanda görevimi bırakacak değilim” diye yanıt verdi… Yardımcıdır Bize Kırklar Yediler (Mehter)

Profesör Dr. İsmail Tun-cay’ın, gördüğü rüya ve rüyanın dayattığı lüzum üzerine Başbakan Erdo-ğan’a yolladığı mektup: “pek muhterem başkanım kader dostum. Daha önce Uzanlar hakkındaki uya-rımı Mehmet Zait Koktu (merhum) hazretlerinin rüyamdaki emirleri üze-rine zat-ı üstadelerinize arz etmiştim, yaptığınız müdahaleleriniz sayesin-de ülkemize, ulusumuza, hükümetimize partimize çok büyük yararlar sağlanmıştı. Evliyamızın emirleri üzerine parti faaliyetlerine katkıda bulunmak üzere Beşiktaş AKP merkez şubemize dahil oldum. Gerek YÖK

teşkilatının gerekse Sağlık Bakanlığı’nın yaptığı uygulamaların çok yanlış olduğu yine evliyamız tarafından ben fakire ikaz edilmektedir. Görevim size duyurmaktır. İstanbul Çapa İngilizce öğretmeni yetiştiren bölümde kasten bekletilen YÖK’ün merkezi sistem soruları nedeniyle 69 barajını geçemeyen 5 bin öğrenci için yeniden sınav yapılarak, ülkemize kazandırılması ulusumuz ve parti menfaatleri açısından yarar sağlaya-caktır… Sağlık bakanlığımız genelde sefilleri yaşayan doktorlara Türk tarihinde görülmemiş bir aşağılama ve baskı politikasıyla aileleri bölmekte hiçbir

Page 33: Siyasi Dergisi Sayı 1

meslek sahibine uygulanmayan yaptırım-ları tatbik etmeye hazırlanmakta, 18 ay şark hizmetine zorlanmaktadır. Doktor halk arasını açacak uçurumların yerleşmesine se-bep olunmakta. Profesör ve do-çentlerin dışında uzman, yan dal yapan doktorlarla baş asistanlara merhum Mehmet Zahit Koktu haz-retleri behemehal talep etmekte. Saygıyla iletirim aziz kardeşim…” Canım Dediklerim Canımı Aldı (Arabesk) Dinçer: Alo.. F.B.: Ne Yapıyorsun? Dİnçer: Abi şimdi kızla konuşacağım, ben 500 olarak düşünüyorum, çok mu fazla gelir size 500 dolar? İki defa kalsın kız… F.B. Ya gelsin bir saat kalsın, gitsin Dinçer: Ya tamam işte 500 dolar diyorum 200 dolar kıza ver… 200 dolar Ramazan öncesi benim cebi girsin, hayrına abi… F.B.: Tamam hadi peki. Dinçer: Tamam abicim Telefondaki fuhuş pazarlığı polisçe böyle tespit edilen Feyzi Berdibek kendini şöyle savundu: “Benim adıma kayıtlı 4-5 ayrı telefon var. Bunları hep sağda solda unuturum. Herhangi bir yerde bıraktığım telefonla biri konuş-muş olabilir. Ama benim olaydan kesin-likle haberim yok. Benim bu tarz işlerim asla olmaz. Telefon benim olabilir ama konuşan kesinlikle ben değil mi? Benim bilgim dışında biri telefonumu alıp bu konuşmayı yapmışsa, bu işlere karışmışsa, benim ne günahım var?...” Şiir de yazarım Kanun da…(Arya)

AKP Aksaray milletvekili Ramazan Toprak tarafından yazılan ve Meclisin Şair Milletvekilleri adlı kitapta yer alan şiir şöyle: “minibüse biniyorum, 175.000 tl uzatıyor ve sesleniyorum/ 4.levent alır mısın?/ diğer yolcu:/bir

Beşiktaş lütfen/ bir diğeri: bir Maslak alır mısın?/ Şoför soruyor: Maslak iki tane mi?/ Arka koltuktaki: Beşiktaş ne kadar?/ Şoför110,000 lira/ Minibüs doluyor,

hareket ediyoruz/ Motor sesi/ Rrnnn! Rrrnnn!” Takdir-i İlahi (Sufi Nefesi)

AKP’li bir Belediye başkanı geçtiğimiz yıl belediye suyundan

kaynaklandığı ispatlanan Kolera salgının ısrarla bir kısım medyanın uydurması olduğunu iddia etti ve ne hastalığı ne de salgını kabul etmedi, sonunda kendi karısı ve çocukları da kolera yüzünden hastanelik oldu… Erkek erkeğe Konuşalım (Er Meydanı Operası-Uvertür)

Mir Dengir Fırat, CHP’li Haluk Koç’u kast ederek yanlış cinsel tercihler içinde olan bir erkek gibi hareket ediyor, bir de profösör olacak dedi. Bu Akp için feodal taşra kıraathanesi ağzının elbette ilk örneği değildi; bir kararnamenin kendilerine gelmediğini iddia eden chp’lilere Abdullah Gül ‘kutunuza koyduk, isterseniz bir dahakinde elinize verelim’ diyerek yanıt verdi… Teşekkürler; Geri Vokal: Fethullah Gülen, Enver Ören, Abdürrahim Albayrak

Prodüktör: ABD-CIA Finansör: Dünya Ban-kası ve IMF Aranje: Cüneyt Zapsu Koreografi: AB Dümbelek: Kemal Un-akıtan The Best Of AKP tüm AKP büroları, zaman gazetesi temsilcilik-

leri, hizmet yurtlarında, ısrarla isteyin.

Page 34: Siyasi Dergisi Sayı 1

Bilinir ki biçimle içerik

arasında, konsept ile kadro arasında doğrudan bir ilişki vardır. Bir durum hakkında malumat sağlamak için, aksiyonerini tanımak yeterince açıklayıcı olabilir. Türkiye’yi ve eğitim sistemini anlamak için de eğitim sistemine yön veren insanların hayat ve hatıratlarına bakmak aynı şekilde ön açıcı olabilir. Bu bakımdan Rıza Nur güzel bir örnektir ve Maarif Vekaleti’nden YÖK’e uzanan periyodun köşe taşlarından birisidir.Rıza Nur, M.Kemal ile arası bozulana kadar Maarif Vekilidir. Cumhuriyet paradigmasının oturmasında özellikle Türk Şovenizmini (ki aynı zamanda dolaylı olarak faşizmi de) sistematize ederek önemli katkılar sunuyor. Sovyetler ile “Doğu sınırları anlaşması” ve dünya emperyalizmi ile, TC. arasında imzalanan Lozan Anlaşmalarında, Türkiye’yi temsil eden heyette yer alıyor. Dört ciltlik bir hatıratı bunuyor ve bu hatırat pek çok açıdan değerlendirilmeli ama, olaylara yaklaşımındaki ciddiyetsizlik ve paparazi üslubu öncelikle vurgulanmaya değer. “...Mustafa Kemal ziraat mektebinden istasyon binasına göç etti. Artık hanesi orası. Ankara’da S .adında biri var. Romanyalı bir Müslüman zabit imiş, harbı umumida Bükreşe giden ordumuza iltihak etmiş. Yanında güzelce bir karı da var. Zevcem diyor. Kadın Macar imiş: Akşamdan sabaha kadar istasyon binasında vur patlasın çal oynasın gidiyor. Hatta haremi ile Mustafa Kemal’in yanına yerleşmiş beraber içiyorlar,

oynuyorlar, bağırıyorlar. Bari kör olasılar, pencereleri kapatın! Hayır pencereler fora.Halk geceleri evin etrafına toplanıp rezaleti seyrediyor. İşret ve şehvetin türlü çığlık ve nefeslerini dinliyorlar... Halk bizi dinsizler, ahlaksızlar diye kesecek. Bazıları bana şu adama söyle de yapmasınlar dedi. Düşündüm, dedim: “İsmet’in bu adama söz anlatması mümkündür. Ona söyleyeyim nasihat etsin... Hiç olmazsa bu işler gizli kapaklı yapılsın.” İsmet’ i buldum. Dert yanıp, kemali safiyetle anlattım. Birden hiç ummadığım bir cevap aldım. İsmet kızdı. Sert bir tavır aldı. Ben de Mustafa Kemal’e kızdı zannettimdi: Meğerse bana kızmış imiş. “Herkesin s..inin kahyası mıyız? Yapar yapsın. Herkese ne oluyor?” dedi... Bir erkan-ı Harbiye reisinin hükümet reisine böyle endirekt pezevenklik edeceğini zannetmezdim. Vay halimize!... (Cilt 3 sayfa 642)

Anlaşıldığı üzere magazin kültürü dünden bugüne gelişmiş bir şey değil. Paparazi- televolenin köklerinin beslendiği damarlar, basının henüz tefrika, mecmua, neşriyat olduğu zamanlara kadar uzanıyor. TC. nin ilk Milli Eğitim Bakanı olarak karşımıza çıkan şahsiyetin Kenan Erçetingöz ya da Aykut Işıklar ayarında bir magazinci olması ya da en azından anlattığı olaylar gerçekse bile bunları Şamdan’ın TOP SECRET dosyası kıvamında sunması biraz ilginç. İmam ve cemaat arasındaki doğru orantıyı da elbet hepimiz biliriz dolayısıyla Milli Eğitimin pedegojiyi tahayyül ederken, sirkte hayvan ehlileştiren bir bakıcıdan daha geniş düşünememesi; Tevhid- i Tedrisatın geldiği son noktanın YÖK’e dayanması bahsettiğimiz doğru orantılı denklemin bir tezahürü sadece.

Rıza Nur elbette yalnızca ülke magazininin kurucusu değildir ve ülke

Page 35: Siyasi Dergisi Sayı 1

MEB’nin müfredatı magazinden de ibaret değildir. O’nun tarihsel rolü, milli eğitim bakanlığı süresince Kürtlüğün inkarı, burjuva düşüncesinin kitlelere enjekte edilmesi ve MEB’in pedegojik temellerinin atılmasıdır.

Müfredatın en önemli yönelimi elbet şovenizmdir ve diğer bütün öğeler bu sisteme içkindir. Rıza Nur hatıratı boyunca mütemadiyen bütün Osmanlı tebasına küfreder Araplar arsız ve ahmak, Balkanlar ise haindir…

Öte yandan şovenizm elbette ataerkil bir sistemdir ve Rıza Nur’da öyledir. Pedegojik olarak kadınlara dayak atmak mümkün ve gereklidir, ve perıyodık olmalıdır. Ayrıca Rıza Nur bir pedegog olmasının yanında doktordur ve bir vekil olarak halkın ihtiyaçlarını gözeterek her Türk’ün evinde bulunması gereken bir ecza dolabı tasarlar ve bu dolap için en elzem şey sublimedir (Limon Suyu)… Bu solüsyon Rıza Nur için çok önemlidir zira Türk erkeği çapkındır ve hovardalık yoluyla kapılan hastalıklardan dolayı salgın hastalıklar başgösterebilir… Buna karşı Türk erkeği her ilişkiden sonra sublime ile cinsel organına kompres yapmalıdır.

Bu sistem içerisinde eşcinsellik elbet cehennemlik bir günahtır ve Osmanlı’dan günümüze uzanan devlet geleneği içerisinde Rıza Nur’da hasımlarını harcamak için hasımlarının cinsel tercihini kullanmış ya da onlara iftira etme yoluna gitmiştir…“Derken Mustafa Kemal Latife hanımla evlendi. Latife haremimle ahbap idi. Ona Mustafa Kemal’in kocalık yapamadığından şikayet etmiş. O da bana söyledi.

Latife bu şikayeti Fethi beyin refikası Galibe hanıma da yapmış. Fethi’ den işitti. Demek ki Ali Fuad’ ın sözü tamammış. Demek bu adam ibnedir. Ve hali gençliğinden beridir. Şimdi fuhşa inhimakini tabii bir surette izah mümkündür. Anadan doğma uzvu kalkmayanlar, ya ahmak doğmuş veya diğer bir dimağı tereddiye düçar kimselerdir. Kadına bir şey yapamayanlar, yapamadıkça azar. Ve daha ziyade bu işin üstüane düşerler. Artık deli gibi bir şey olurlar. Her kadına saldırırlar. Akıllarına ziyan gelir. Namuslu, namussuz yeri veya değil bilmezler.... (cilt 3 776)

Rıza Nur yalnızca müfteri, dedikoducu bir maarif vekili değildir, aynı zamanda cumhuriyetin ilk önemli diplomatlarındandır. Lozan görüşmelerinde o vardır ve hatıratının önemli bir kısmı bunun için ayrılmıştır. Fakat , Rıza Nur ülkenin geleceğinin ve bağımsızlığının masaya yatırldığı görüşmelerde konuyla pek ilgilenmez kişilerin davranışlarını

gözler ve ilginç tahliller yapar mesela görüşmelerin bir yerinde burnunu karıştıran Türk ve Fransız delegeler üzerinden kültürel çözümlemelere gider. Görüşmelerde konu ile ilgilinmeyen Rıza Nur ülkenin geleceğini, geceleri İngiliz temsilcisi Lord Curzon ile yaptığı gizli pazarlıklara bağlar ve ona Ortadoğu’da İngiliz emperyalizminin karakolluğunu yapabileceklerini açık açık söyler… Sonuç olarak Rıza Nur, bu ülkenin kurucularındandır ve bu ülke onun hatıralarındaki ve hayallerindeki gibidir hala, bu bakımdan, bugünün egemenleri kendisiyle, emeğiyle ne kadar iftihar etseler azdır… Şakir Mithat

Page 36: Siyasi Dergisi Sayı 1

İSTA

NB

UL T

ÜR

İsta

nb

ul’d

a B

azi

çi’n

de

Bir

fakir

Orh

an

Veliyim

,

Veli’n

in oğ

luyu

m,

Tari

fsiz

ked

erl

er

için

de.

Uru

meli

His

arı

’na o

turm

uşu

m;

Otu

rmuşt

a b

ir t

ürk

ü t

utt

urm

uşu

m:

'İst

an

bu

l’u

n m

erm

er

taşl

arı

;

Başı

ma d

a k

on

uyo

r ko

nu

yo

r am

an

martı kuşl

arı

;

zleri

md

en

boşa

nır

hic

ran

yaşl

arı

;

Ed

alım

Sen

in y

üzü

nd

en

bu

halım

.

''İs

tan

bu

l’u

n o

rta y

eri

sin

em

a;

Gari

pliğ

im,

mah

zun

luğ

um

du

yu

rmayın

an

am

a;

El ko

nuşu

r, s

eviş

irm

iş;

ban

a n

e?

Sevd

alım

Bo

yn

un

a v

eb

alım

!”

İsta

nb

ul’d

a B

azi

çi’n

deyim

Bir

gari

p O

rhan

Veli;

Veli’n

in oğ

lu;

Tari

fsiz

ked

erl

er

için

deyim