96
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd ü senalar olsun… Allah’ım ! Tesbihlerin en güzeliyle seni tesbih eder, salatların en güzeliyle Rasûlüne salat ü selam ederiz. Rızanı kazanmak için çalışır, rızandan uzaklaştıracak her şeyden korkarak kaçarız. Allah’ım ! Her işimizin hayırlı sonucunu Senden bekleriz… Ya Rabb! Hayırlı işlerimizin sevgisini kalbimize yerleştir, sayılarını artır, Hayırlı işlerimize bıkmadan, usanmadan, her türlü engele rağmen devam etmeyi bizlere nasib eyle… Allah’ım ! Uğruna yola çıktığımız birtakım dünyalıkların ahiret sermayelerimizi eritip tüketmelerine fırsat verme… Dünyalık hırslar uğruna Sana kulluğumuzda bizleri zarara uğratma… Allah’ım ! Her şeyin en iyisini bilen Sensin, bizleri en doğru yola ilet, Ve o yolda bizi sabit kadem eyle… Amin…

Reyhan Dergisi 17. Sayı

  • Upload
    reyhan

  • View
    287

  • Download
    2

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Reyhan Dergisi

Citation preview

Page 1: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 1

Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd ü senalar olsun…

Allah’ım !Tesbihlerin en güzeliyle seni tesbih eder,

salatların en güzeliyle Rasûlüne salat ü selam ederiz.Rızanı kazanmak için çalışır,

rızandan uzaklaştıracak her şeyden korkarak kaçarız.

Allah’ım !Her işimizin hayırlı sonucunu Senden bekleriz…

Ya Rabb!Hayırlı işlerimizin sevgisini kalbimize yerleştir,

sayılarını artır,

Hayırlı işlerimize bıkmadan, usanmadan, her türlü engele rağmen devam etmeyi bizlere nasib eyle…

Allah’ım !Uğruna yola çıktığımız birtakım dünyalıkların

ahiret sermayelerimizi eritip tüketmelerine fırsat verme…

Dünyalık hırslar uğruna Sana kulluğumuzda bizleri zarara uğratma…

Allah’ım !Her şeyin en iyisini bilen Sensin, bizleri en doğru yola ilet,

Ve o yolda bizi sabit kadem eyle…

Amin…

Page 2: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/22

Page 3: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 3

REYHANDAN 5

FİTNE TUFANINDA TEVHİD GEMİSİNE SIĞINMAK / Ahmet YAŞAR Hocaefendi 6

FAYDALI İLİM YAŞANARAK ÖĞRENİLEN İLİMDİR / Niyazi KASAPOĞLU 12

İLİM NEDİR? / Prof. Dr. Yakup ÇİÇEK 14

İLİM VE KAYNAĞI / Mahmut TOPTAŞ 20

MÜSLÜMANIN MİHENK TAŞI KUR’AN VE SÜNNETTİR / Doç. Dr. Abdullah Emin ÇiMEN 24

İLİM KİMDEN ALINIR? / Ramazan ÖGTEM 28

MÜLÂKAT - EĞRİYİ DOĞRUDAN, SAĞLAMI ÇÜRÜKTEN AYIRT EDEBİLMEKEnver Baytan Hocaefendi ile ilim üzerine... / Ahmet ER 32

MÜLÂKAT - CENNETE GÖTÜREN YOLEmin Saraç Baytan Hocaefendi ile ilim üzerine... /M. Necmeddin ATTAR 38

MÜLÂKAT - AMELSİZ İLİM OLMAZ Cevat Akşit Hocaefendi ile ilim üzerine... / Hüseyin ALTINTAŞ 46

HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ’NİN İSMÂİL-İ ŞİRVÂNÎ’YE VERDİĞİ HİLÂFETNÂME / Prof. Dr. Ahmet Turan ARSLAN 50

KÂİNATIN ANAHTARI BESMELE / Mustafa AYKUL 58

MÜ’MİN AZİZDİR / Nureddin YILDIZ 64

UHUD SAVAŞINDA GALİBİYETİN MAĞLUBİYETE DÖNÜŞMESİ / SÜLEYMAN AKYÜZ 68

ŞÜKÜRLE TAMAMLANAN İBÂDET VE KULLUĞUMUZ / Hikmet ARSLANTÜRK 74

HANIMLAR İLAHİ KOROSU / Dr. Ahmet EFE 78

İSTANBUL NE İLE FETHEDİLDİ? / Halil İbrahim AKBULUT 82

RUHUMUZU VE BEDENiMiZi ARINDIRAN iBADET ABDEST / Ahmet AYDIN 86

BİR HÜCREDEN, HÜCRE DEVLETİ OLAN İNSANA / Uzm. Dr. Mehmet SARI 88

KUYUDAKİ YUSUF - CAEVABINI ARAYAN SORULAR / Ahmet YAŞAR Hocaefendi 94

IÇINDEKILER

Page 4: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/24

Page 5: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 5

Üç Aylık Dergi 2010/2

SahibiHüseyin YAVUZSorumlu Yazı İşleri MüdürüHüseyin YAVUZBaskıMilsan Basın San. A.ŞFiyatı /5 YTLAbone Ücreti (Yıllık, 4 sayı)/20 YTLHesab NoKuveyt Türk Fatih Şubesi 923479 IBAN TR82 0020 5000 0009 2347 9000 01(Hüseyin YAVUZ)Posta Çeki5825292 (Hüseyin YAVUZ) AdresYeni Mahalle Ensar Sok.3/1.2Buket Apt. Eyüp/Rami-İSTANBULGrafik TasarımAbdulehad Polat İletişimTel: 0212 581 21 15Cep: 0538 700 93 23Trabzon İrtibat0532 571 76 690538 700 93 [email protected]

REYHAN’da yayımlanan yazıların mesuliyeti yazarlarına aittir.Yazıların yayımlanmasındanyayın yürütme kurulu mesuldür.Yayımlanmayan yazılar iade edilmez.

Reyhan’dan...

Her sahada akıl tutulmalarının yaşandığı, fitne yağmurlarının sağanak halini aldığı bir zaman dili-mindeyiz. Tesirlerini cemiyet olarak iliklerimize ka-dar hissettiğimiz bu fitne tufanı ne yazık ki; ilmî sa-hada da yıkıcı etkisini göstermektedir.

İlmiyle âmil olmayan, yaşantısıyla söyledikle-ri tenakuz halinde olan niceleri peşlerine takılanları da ifsad ettiler, ediyorlar.

Bizler bu fitne tufanından tevhid gemisine sığı-narak kurtulmak istiyorsak doğru kaynaklara sarılıp berrak çeşmeler bulmak zorundayız.

Dünyevî işlerimizde gösterdiğimiz hassasiyeti dinimizi öğrenirken niçin gösteremediğimizi düşün-meli ve bu yüz kızartıcı durumdan kurtulma gayre-tinde olmalıyız. Bu çabamızda en önemli gücümüz hiç şüphesiz inandığımız gibi yaşama karar ve azmi-miz olacaktır.

Dergimizin bu sayısında sağlam bir inanca sahip olabilmemiz için sarılmamız gereken sağlam kay-nakları hatırlatmaya çalıştık. İlmin ne olduğunu ne şekilde faydalı hale büründüğünü satırlara taşıdık.

Çok muhterem hocalarımızla gerçekleştirilen mülâkatlarla zenginleştirdiğimiz Reyhan’ın bu sayı-sını da zevkle okuyacağınızı ümid ediyoruz.

Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle, Allah’a emanet olun.

Page 6: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/26

llah Teala Hazretlerine hamd ü senalar olsun.

Rasûlüne, âline, ashabına, tabiine, tebe-i tabiine kıyamet sabahına kadar salât ü selam-lar olsun.

İnsanoğlu her an, içinde bulunduğu za-mana ve zemine karşı uyanık olmalıdır. Çün-kü içinde bulunduğu zaman ve zeminde meydana gelen hadiseleri gerçek manada ta-nımadıkça, hayatını bir istikrar içerisinde de-vam ettirmesi mümkün olmaz.

Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimizin de işa-ret buyurduğu üzere zamanımızın ismi “Ahir zaman” dır

Rasûl-i Kibriya Efendimizin insanlığa ses-lendiği ilk günde bile, zamanın sonunun ne

kadar vahim olduğunu, insanlığa ifade ve izah buyurmuştur.

Bu tehlikeler karşısında kendisinin oku-duğu bir duayı okumalarını sahabelerine ve biz ümmetine de tavsiye etmiştir.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz duasında şöy-le buyurmuştur: “Ey Allah’ım! Hayatın fitne-sinden, kabrin fitnesinden ve ahir zamanın fitnelerinden sana sığınırım.”

Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz bizlere de bu duayı yapmayı tavsiye ederken ön-celikle beşeri irademizi kullanarak etrafı-mızı kuşatan fitneleri görüp, beşeri gücü-müzle bu fitnelerden kurtulmak için gay-ret ederek fiili duamızı yerine getirmemi-zi ve beşeri gücümüzün aciz kaldığı nok-tada acziyetimizi kabul ederek ellerimizi ihlâs ve samimiyetle dua kapısına kaldı-rıp tazarru ile dua ve niyaza devam etme-mizi buyurmaktadır.

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

FİTNE TUFANINDA TEVHİD GEMİSİNE SIĞINMAK

Ahmet YAŞAR Hocaefendi

A“

İnsanoğlu her an, içinde bulunduğu zamana ve zemine karşı uyanık olmalıdır. Çünkü içinde bulunduğu zaman ve zeminde meydana gelen hadiseleri gerçek manada tanımadıkça, hayatını bir istikrar içerisinde devam ettirmesi mümkün olmaz.

Page 7: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 7

Belki bu gayret ve dualarımız neticesinde Allah Zülcelâl Hazretleri bizleri cehennemin en derin çukuru olan fitne çukuruna düşmek-ten dünyada ve ahirette muhafaza buyurur.

Yaşadığımız dünyaya baktığımız za-man etrafımızı kuşatan fitneleri; eğer Nuh tufanında yerlerden fışkıran aman-sız sular ve semadan yağan oluk gibi yağ-murlardan daha vahim, daha korkunç ve daha büyük bir afat olarak göremiyorsak bir eksikliğimizin olduğunu anlamalı ve bunun sebeplerini araştırmalıyız.

Evet, etrafımızı kuşatan fitnenin bü-yüklüğünü kavrayamıyorsak ya aklımızı zayi ettik ya da tevhid inancından mah-rum kaldık demektir.

Nuh (a.s) oğluna “Ey oğulcuğum inat etme gel gemiye bin de kurtul” buyurun-ca, oğlu cehaletinden dolayı “Ben yüksek tepelere çıkarak kurtulurum” dediği gibi, bizler de acaba ilahi azab ve gazaptan kurtulunamayacağını bilemeyen cahille-rin seviyesine mi indik?

Muhakkak ki küfür, şirk ve nifak fitneleri, Nuh tufanında yerden suların fışkırdığı gibi etrafımızı sarmaktadır. Başımızı semaya doğ-ru çevirdiğimiz vakit ise fitne, küfür nifak ve şer akımlarının semadan üzerimize yağdığı-nı görmekteyiz. Bu fitne akımları Nuh tufa-nından daha küçük bir felaket değildir.

Aman Ya Rabbi, kurtuluşumuz nerede?

Kurtuluşumuzun nerede olduğunu dü-şündüğümüz vakitte, kurtuluşun Nuh’un ge-misinde yani İslam’ın hisarı olan bir gemide olduğunu görürüz.

Bu gemi Allah zülcelalin “La ilahe illallah benim hisarımdır. Onun içerisine giren aza-bımdan emin olur.” buyurduğu İslam’ın hisa-rı olan iman gemisidir.

Bu hadis-i kudsi; bizleri, etrafımızı kuşa-tan bu amansız fitnelerden kurtularak sığı-nağımıza ulaşmanın en kolay yolu olan tev-hid akidesine davet etmektedir.

Bundan dolayı bizlerde yerden fışkıran ve semadan yeryüzüne sağanak halinde ya-ğan bütün fitne ve fesatlar karşısında bu ilahi sedaya kulak vermeli ve yapılan dave-te icabet etmeliyiz.

Nuh tufanında gemiye binen seçilmiş, sü-zülmüş tertemiz insanları düşünelim. Bin-dikleri geminin onların kurtuluş ve saadete ermelerine vesile oluşunu da düşünelim.

Şimdi bir de günümüzdeki İslam gemisi-ne ve içerisindekileri düşündüğümüz ve hal-lerine baktığımız vakit; geminin içindekilerle dışındakilerin aralarında sadece bir isim far-kının olduğunu üzülerek görürüz.

Bu camia içerisinde kendilerini tasavvuf ve tarikat ehli olarak tanıtmaya çalışanla-rın varlığını da görmekteyiz. Onların arasın-daki fitne ve fesat yağmurlarının Nuh tufa-nındaki yağmurlardan farksız olduğunu da üzülerek görmekteyiz.

Bazıları kendilerini etrafa âlim tanıt-mak için sürekli konuşup yazmaktadır. Bu gibilerin fitneleri, fitnelerin en büyükle-rindendir.

AHMET YAŞAR HOCAEFENDİ

Page 8: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/28

Bu gibiler her gün Din-i Celili Muham-mediye’nin temel kaynağı olan ilahi kelam Kur’an-ı Kerim’i tahrif ve tağyir ederek ken-dilerinin ehli sünnet akide ve inancından mahrum olduklarını bütün insanlığa ilan ederek, insanları mahşer günü aleyhlerinde şahit kılmak için ve bu şahitlerinin çok olma-sı için çalıştıklarını da görmekteyiz.

Allah Teala Hazretleri, onların ne büyük bir fitne ve fesat oluşturduklarını ve bunun karşılığı olarak kendileri için cehennemde ne büyük fitne çukuru hazırladıklarını ilan etmek için, onları isyanlarında ısrarları se-bebi ile bu sapıklığa müptela kılmıştır. Tıp-kı şeytanın isyankârlığına bütün melekleri ve âlemleri şahit kılmak için şeytana “Âdeme secde etmesini” emretmesi fakat şeytanın bu emre itaat etmeyerek secde etmemesi gibi. Dolayısıyla bütün varlıklar şeytanın bu isyanına şahit olmuştur.

Bilmelisiniz ki, Kur’an-ı Kerim’i akli yorum-larıyla bir eğlence seviyesine indirenlerin akı-betleri, şeytanın akıbetinden daha kötüdür. Çünkü şeytan tek bir ilahi emre karşı yanlış yorum yaptığı için bu kötü akıbete uğramıştır.

Günümüzün kendini ilim adamı sanan cahilleri ise Kur’an-ı Kerim’in birçok hükmü-nü tahrif ve tağyirde bulunmaktadır. Tıpkı eski ümmetlerin âlimlerinin kitaplarını tah-rif ettikleri gibi.

Bu gibi insanların tahrifatlarından korun-mak için:

1. Akl-ı seliminizle ilahi vahiy olan Kur’-an-ı Kerim’e müracaat ediniz.

2. Kaynağı vahiy olan Rasulullah (s.a.v)’ ın sünnet hayatını da aynı şekilde, noktasından virgülüne, harfinden cümlesine kadar araştı-rınız. Böylece Rasulullah (s.a.v)’ın sünnet ha-yatını bütünüyle yanlış yorumlayanların fit-nelerinden korununuz.

Bu insanlar, Peygamber (s.a.v) Efendimi-zin sünnet hayatına karşı olan cehalet ve inkârlarında da sonuna kadar ısrar ederek yerleri ve semaları inkârlarıyla kirletmekte ve bu isyanları Nuh tufanı gibi etraflarını tahrip etmeye devam etmektedir.

Bazıları İslam gemisi içerisinde kendileri-ni tasavvuf ehli olarak tanıtma gayreti içeri-sinde bulundukları halde Kur’an ve sünnet hayatını, hayatlarına örnek kabul edip tat-bik etmemeleri bir yana cehaletleri sebebi ile kendilerini Nuh (a.s) gibi geminin kaptanı zannetme gafletine düşmüşlerdir.

Herkes kendini kâmil ve mükemmel bir kaptan görünce, geminin içindeki sofular dış sahnedekilerle aynı halde görülürler. Tıpkı İs-lam dünyasının birbirlerinden farklılıkları sa-dece isimde kaldığı gibi. Bu gafiller de sade-ce bir isim farkı ile bütün meseleleri halledip noksanlıklarını tamamladıklarını zannetme gafletindedirler.

Kendilerini keşf u kemalat ve keramet sa-hibi kabul eden bu zatlar hak ile batılı birbi-rine karıştırmış, doğruyu yanlıştan, iyiyi kö-tüden, haklıyı haksızdan ayıramayacak kadar zavallı bir hale gelmiştirler. Bunların da ilahi huzurda hesaba giderken şahitleri az dene-meyecek kadar çok olacaktır.

“Yaşadığımız dünyaya baktığımız zaman etrafımızı kuşatan fitneleri; eğer Nuh tufanında yerlerden fışkıran amansız sular ve semadan oluk gibi yağan yağmurlardan daha vahim, daha korkunç ve daha büyük bir afet olarak göremiyorsak bir eksikliğimizin olduğunu anlamalı ve bunun sebeplerini araştırmalıyız.

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 9: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 9

Bütün bu durum karşısında bizler önce-likle etrafımızı kuşatan bu fitne bulutlarının ne büyük bir felaket olduğunu tespit ede-rek Allah Zülcelal Hazretlerinin “Allah’a firar edin” emrine sımsıkı sarılmalıyız. Ardından bu fitne sağanağından kurtuluşumuz için ilim sahibi olmaya, muttaki tasavvuf ehlinin hallerini öğrenmeye gayret edelim.

Rasulullah (s.a.v) Efendimiz’in cehalet içe-risindeki insanları şirk ve nifaktan ne şekilde temizlediğini de öğrenerek, tertemiz insan-lar olmak için çalışalım ki sahibi olduğumuz iman ve İslam gemisini kirletmeyelim.

Allah Zülcelâl’ın “O Allah’tır. Okuryazar ol-mayanlara bile bir rasul gönderdi. O, Allah’ın ayetlerini onlara okudu. Onları küfürden, şirkten, nifaktan ve kötü ahlaklardan arındır-dı. Ve onlara kitabı ve hikmeti öğretti.”, buyur-duğu ayet-i celilesinin gölgesi altında ilk yeri-ni alan Hz. Ebu Bekir (r.a) ve diğer sahabele-re bakınız.

Bizler onların bu ayetin nurani gölgesi al-tında elde ettikler faziletleri öğrenelim ki; aynı şekilde ayet-i kerimenin nurundan fay-dalanarak kendimizi, ailemizi, neslimizi ve bütün ümmet-i Muhammedi fitne çukurla-rına düşmekten koruyarak ebedi olan ilahi azaptan kurtulabilelim.

Bu ayetten aynı zamanda kurtuluşun temelinin ilme bağlı olduğunu da öğ-renmekteyiz.

Okur yazar yani ilim sahibi olmayanların da muttaki bir muallim rehber bularak ona tabi olursalar kurtuluşa ermeleri mümkün olabilir.

Muallim dediğimiz vakitte tedbirli, uyanık ve dikkatli olmalıyız. Çünkü Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz “Kendini muallim olarak ta-nıtan her kişinin önüne asla diz çöküp otur-mayınız.” buyurmaktadır.

Bu hadis-i şerif, içinde bulunduğumuz ahir zamanın fitne ve fesat sahibi âlimlerle dolu olacağı hususuna işaret ederek bizleri uyarmaktadır.

Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz bizleri “Beş şeyden, beş şeye davet eden âlimin y a -nında oturun.” buyurarak da uyar-maktadır.

Meselelerinizi bu âlimlere soru-nuz, cevaplarınızı onlardan öğre-niniz, onların öğrettikleri re-fikiniz olsun, onların ilmi sizin koruyucu hisarı-nız olsun ve size ışık tutsun ki,

AHMET YAŞAR HOCAEFENDİ

Page 10: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/210

sapıkların sağanak halindeki sapık düşünce ve sözleri sizleri karanlığa sürükleyip fitne çu-kurlarına düşüremesin.

İbni Abbas (r.a) Hazretleri de şöyle buyur-muştur:

Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz bir gün bize şöyle buyurdu:

“Her âlimin yanında diz çökmeyin. Ancak sizi beş şeyden beş şeye davet eden âlimin yanında oturunuz.” Ardından da bu âlimin vasıflarını şu şekilde ifade buyurdular:

w Sizi şüpheden uzaklaştırıp, yakine da-vet etsin,

w Ucb ve kibirden uzaklaştırıp, tevazua davet etsin,

w Birbirinize düşmanlıktan kurtulmaya ve birbirinize nasihate davet etsin,

w Riyanın her türlüsünden uzaklaştı-rıp, ihlâsa davet etsin,

w Sizi cennet nimetleri ile meşgul olmak-tan uzaklaştırıp, Allah’a karşı saygıya da-vet etsin.

Muhakkak ki bu beş cümleyi izah için bu dergi sahifeleri yeterli değildir. Belki de her biri için birçok kitap yazmak gerekir.

Şimdi sizler günümüzün tasavvuf ve tari-katçı geçinenlerin hallerine bakınız da, say-dıklarımızın tek bir tanesinin karşısındaki durumlarını insafla düşününüz.

Bunlar insanları birbirlerine karşı düşman olmaya mı yoksa kardeş olmaya mı davet ediyorlar.

Bunların bazıları “biz tek bir sultanın mü-ridiyiz” derler. Ama ne kadar üzücüdür ki kendi aralarında bile muhabbetten mahrum olduklarından dolayı herkes kendisini gemi-nin kaptanı zannetmektedir.

Bu cehalet görüntüleri asla tarikat ve tasavvufla bağdaşan bir şey değildir. Ve olamaz da.

Çünkü İslam ve sırat-ı müstakim olarak kabul edilen tarikatlar insanları kurtuluşa ulaştıran birer gemidir. Bu geminin rehberi yani kaptanı Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) Efendimizin sünnet hayatıdır. Rasulullah (s.a.v) Efendimizin sünnet hayatı ise Kur’an-ı Kerim’dir.

Evet,

Bizim sizlere yaptığımız bu hatırlatma ve izahlar birer işarettir.

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 11: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 11

İlimden kastımız ise kişiyi Allah’ın koydu-ğu ölçüye ulaştıran ilimdir.

Çünkü Allah’ın koyduğu ölçüyü bulama-dan konuşulan sözlerin bütünü; hatalıdır, yanlıştır, yalandır, Allah ve Rasulüne saygısız-ca yapılan birer iftiradır.

Allah’ın koyduğu ölçüyü aşanlar, tahrif ve tağyir ederek konuşanlar da şeytanla eşittirler. Çünkü şeytan bir meselenin yo-rumunda yanılıp “ben daha hayırlıyım” deme gafletinde bulunmuştu.

Bundan dolayı akıllı insan bu ayet-i celile-yi dinlerken bu hakikati asla unutmamalıdır.

Muhakkak ki bu toplumda Allah Zülce-lâl Hazretlerinin bildirdiği hakikatleri ha-fızasına alıp, aklını Hakkın emrine teslim edenler de vardır.

Allah Teâlâ Hazretlerine hamdolsun ki bizleri akıl nimeti ile şereflendirmiştir.

Bilmelisiniz ki üç şeyden birinden mah-rum olan akıl; hem kendisi için hem de insanlık âlemi için bir tuzak vazifesi görür.

1. Allah’a itaatı, Allah’a isyana tercih eden akıl. İtaati, isyan üzerine tercih ede-meyen akıl, önce isyan yollarını araştırır, sonra da isyan kapılarını açarak kendini is-yana sürükler ardından da bütün insanları isyana teşvik eder.

2. İlmi, cehalet üzerine tercih eden akıl. Yukarıda ifade edildiği üzere ilim konulmuş ölçüleri bulmak demektir. Eğer kişi Allah’ın koyduğu ölçüleri bulamaz ise cehaleti, ilim üzerine tercih etmiş demektir. Bu yolda ça-lışan akıl, kişinin cehaletini artırır. Bu kişi in-sanlara cehaleti anlatarak toplumu cehalet bataklıklarına sürükler.

3. Dinini dünya üzerine tercih eden akıl. Dünyasını dini üzerine tercih eden akıl ise hem kendisi hem de insanlık için bir tuzak yumağı olur.

Şimdi etrafımızı kuşatan kendilerini âlim olarak tanıtanların yer aldığı sahneye bakı-

nız, bir de akıllıların feyz ve bereket saçtıkları sahneye bakınız.

O zaman Rasulullah (s.a.v)’ın sözlerinin bir mucize olduğuna olan inancınız daha da kuvvetlenir.

Kısaca bir hususu daha izah edelim.

Fitne ve fesat kaynaklarına karşı cevap vermek üzere herkesin başka vazifeleri yok-muş gibi düşünce ve zamanlarını meşgul et-mesi, ömrü zayi etmek demektir.

Allah Zülcelâl, Habibi (s.a.v)’ne:

“Ey Habibim, bizim ayetlerimiz içeri-sinde yanlış yalan yorumla batıla dalanla-rı gördüğünde onlardan hemen yüz cevir.” buyurmaktadır.

Bunları dinlemenin, sözlerine ve kendi-lerine iltifat etmenin haram olduğunu bi-lerek bizler de onların sözlerine sırt çevire-rek akidemizi kurtaralım.

Allah Teâlâ Hazretleri fitne tufanından ai-lece kurtulmayı İslam dünyasına nasip etsin.

Selam, hak ve hakikati öğrenerek fitne tufanından kurtulmak için okuyan ve din-leyenlerin üzerine olsun.

AHMET YAŞAR HOCAEFENDİ

“Allah’ın koyduğu ölçüyü aşanlar, tahrif ve tağyir ederek konuşanlar da şeytanla eşittirler. Çünkü şeytan bir meselenin yorumunda yanılıp “ben daha hayırlıyım” deme gafletinde bulunmuştu. Bundan dolayı akıllı insan bu ayet-i celileyi dinlerken bu hakikati asla unutmamalıdır.

Page 12: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/212

aydalı ve kalıcı olan ilim sadece ezberlenerek değil, aynı zamanda yaşana-rak, özümsenerek, hayatın her safhasına hâkim kılınarak öğrenilen ilimdir. Çünkü hayatımızda istifadesi olmayan yani fayda-sız ilim, sinede bir yük, bir vebal, bir me-suliyettir.

Faydasız ilmin ne denli büyük bir yük olduğunu anlamamıza Rasulullah (s.a.v) Efendimizin şu istiazesi (Allah’a sığınışı) en güzel yardımcı olmalıdır.

Hz. Ebû Hureyre (r.a) Rasulullah (s.a.v)’-ın şöyle buyurduğunu (dua ettiğini) riva-yet ediyor:

“Allah’ım dört şeyden sana sığınıyorum: Fayda vermeyen ilimden, korkmayan kalp-ten, doymayan nefisten, kabul olmayan duadan.”1

Hiç şüphesiz “İlim müslümanın yitiğidir ve onu nerede bulursa alır.” Ancak faydalı ilmi, faydasızından nasıl ayıracağız ve onu bulduğumuzda kimlerden alacağız?

Bu noktada en emin ve sağlam yol ilmi; edep, haya, iffet, şuur, hidayet ve dirayet sahibi, ihlas, haşyetullah, muhabbetullah, mehabet-i Rasulillah ve benzeri güzel me-ziyetlerle dopdolu, ilmi ile âmil, züht ve takvası ile temayüz etmiş hal ehli olan ilim erbabından ahz etmektir.

Rasulullah (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Si-zin için en çok korktuğum şey, deccal olma-yan deccaldır.” Yani deccal değildir ama za-rar verme bakımından deccale benzeme-sinden dolayı bu husustaki endişesini be-lirtiyor Aleyhissalâtü vesselam Efendimiz. Sahabe-i Kiram o kimdir Ya Rasulallah diye sorarlar. Rasulullah (s.a.v) de “ulema-u’s-sû” ( kötü ve zararlı âlimlerdir) diye cevap ve-rirler. Çünkü bunlar her ne kadar insanları dünya ve dünyanın aldatıcı ve geçici zevk-

FAYDALI İLİM YAŞANARAK ÖĞRENİLEN İLİMDİR

Niyazi KASAPOĞLU

F“

Hiç şüphesiz “İlim müslümanın yitiğidir ve onu nerede bulursa alır.” Ancak faydalı ilmi, faydasızından nasıl ayıracağız ve onu bulduğumuzda kimlerden alacağız?

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 13: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 13

lerinden; şan, şöhret ve makamından vâ’zu nasihatleri ile uzaklaştırmaya çalışsalar da, hal ve davranışları ile dünyanın geçici ve al-datıcı zevklerine adeta imrendiriyor ve teş-vik ediyorlar. Çünkü sözleri ile yaşantıları birbiri ile çelişmektedir. Çünkü bunlar gaf-letin, lüks ve debdebeli bir hayat yaşama-nın sarhoşluğu içerisindeler. Sözleri ile ya-sakladıklarını amel ve icraatlarıyla (lisan-ı halleriyle) meşrulaştırıp birçok yasağın ra-hatça işlenmesine zemin hazırlıyorlar. Ken-dileri bu konuda delil olarak da gösterile-biliyorlar. Çünkü lisan-ı hal (yaşantı ve icra-at) lisan-ı mekal (söylenen sözler) den daha müessir ve daha etkileyicidir. Böylece hal ve davranışları ile meydana getirdikleri tedavi-si güç, yıkım ve tahribatı; konuşarak, anla-tarak yapacakları yıkım ve tahribattan çok daha büyüktür. Kur’an-ı Kerim bu tip ilim erbabını şöyle dillendiriyor: “Biz dilesey-dik elbette onu bu ayetler sayesinde yük-seltirdik fakat o dünyaya saplandı ve (nefsi) hevâsının peşine düştü (takılıp kaldı). Onun durumu tıpkı (bir) köpeğin durumuna ben-zer. Üzerine varsan da dilini çıkarıp solur, bı-raksan da (yine) dilini çıkarıp solur.”2

Abdullah b. Amr b. Ass (r.a), Rasulullah (s.a.v)’ı şöyle buyururken dinlediğini riva-yet etmiştir:

“Muhakkak ki Allah (c.c) ilmi insanlar(ın kafaların)dan silmek suretiyle kaldırmaya-cak fakat gerçek alimler (ilmiyle amil, hal ehlin)in ruhlarını (birer birer) almak sure-tiyle kaldıracak hatta (böyle) bir alim kal-madığı zaman insanlar cahilleri (kendileri-ne) reis (baş) edinirler. Artık (dini müşkil-lerinin halini) o cahillerden sorarlar. (Onlar da) İlimsiz (mesnetsiz) olarak (heva ve he-veslerine göre) hemen fetva verirler. (Böy-lece) hem kendileri sapıtır hem de insanla-rı doğru yoldan saptırırlar.3

Sözlerimizi İmam-ı Gazali (r.a) Hazretleri-nin “Bidayetü’l Hidaye” isimli risalesinin gi-riş bölümünde yer alan şu satırlarla bitirelim:

İnsanlar ilim tahsilini şu üç gayeden biri için yaparlar:

1- İlmiyle amel etmek, ilmini hayatın her safhasına hâkim kılmak suretiyle sırf Allah’ın rızasını kazanmak ve Ahiret haya-tı için bir azık, bir sermaye olsun niyetiy-le yapar. Şüphe yok ki bu niyetle ilim tahsil edenler Allah’ın hidayet ettiği ve kurtuluşa erdirdiği en bahtiyar kimselerdir.

2- Dünyalık elde etmek, izzet, şeref, ma-kam, mansıp, insanların teveccühünü ka-zanabilmek ve insanlar arasında bir kariyer elde etmek için. Ancak bunlar bu maksat-la ilim öğrenmenin doğru olmadığını da bi-liyor ve sürekli bunun ezikliğini hissediyor-lardır. Eğer bu hallerinden nedamet duyup tevbe etmeden ölürlerse, sû-i hatime üzere (imansız) olarak ölmesinden korkulur. Şayet ölmeden önce nedamet duyup tevbe eder-lerse kurtuluşa eren birinci sınıftaki ilim er-babının zümresine iltihak etmiş olurlar.

3- Şeytanın tamamen çepeçevre kuşat-tığı kimselerdir ki; bunlar ilmi sadece mal, servet biriktirme, mal ve servetini çoğalta-rak insanlar arasındaki değerini yükselte-rek insanların takdir ve teveccühünü ka-zanmak, toplumu peşinde sürüklemek için öğrenirler. Bunlar ilim adına dünya karşılı-ğında ahiretlerini satılığa çıkaran bedbaht ve zavallı kimselerdir.

Allahım, rahmetinle bizleri ilmiyle amil, zühdü takvası ile temayüz etmiş mutlu ve bahtiyar kullarının arasına idhal eyle. Âmin.

(1) Ebû Davud İbni Mace Ahmet b. Hanbel Miş-kat’ül Mesabih c/5 s./320

(2) A’raf /176

(3) Buhari-Müslim Mişkat’ül Mesabih c./1 s./460

NİYAZİ KASAPOĞLU

Page 14: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/214

slâm’da ilâhî ve beşerî bilgi yanın-da bilim için de kullanılan ve pek kapsam-lı bir terim olan “ilim” ismi, sözlükte “bil-mek”, “bilgi” ve “bilim” karşılı ğında kullanılır. Daha kadim kaynaklarda “bir şeyi gerçek yö-nüyle kavramak, gerçekle örtüşen kesin iti-kad, bir nesnenin şeklinin zihinde oluşması, onu oldu ğu gibi bilmek, ondaki gizliliğin orta­dan kalkması, eşyanın külli ve cüz’i yönleriyle kavran masını sağlayan bir sıfat” gibi değişik şe killerde tarif edilmiştir. “Bilgisizliğin yani cehaletin karşıtı” biçiminde de tanımlanır.

Aynı kökten türeyen “âlim, alîm, allâm ve allâme, ma’Iûm, malûmat, muallim, müte-allim, muallem” kelimeleri “ilim” masdarın-dan türeyen kavramlardır. “Alîm” sıfatının

Allah (c.c) için kullanımı daha yaygındır. Aynı şekilde “allâm” da Allah (c.c.) için kullanılır-ken, “allâme” insanlar için kullanılmaktadır.

Kök harf leri aynı olmakla beraber “ilim” masdarından türemeyip bilgi anlamıyla do-laylı ola rak bağlantılı olan “alem, alâmet ve âlem” gibi kelimeler de vardır. İr fan /ma-rifet, fıkh /tefakkuh, hibre, şuûr ve itkân gibi kelimeler de, sözlük manaları itibariyle “bil-mek” mânasına gelir. Ancak kazandıkları an-lamları itiba riyle hem bilgi ve hem de bilgi-de kesinlik dereceleri bakımından farklı bağ-lamlarda kullanılmaktadırlar.

“Marifet” ilimden daha özel bir an lama sa-hiptir. Çünkü marifette bilme fii linin yöneldiği nesne tektir, ilimde ise bil menin konusu umu-midir. Ayrıca marifet te “unutulan şeyin hatırla-nıp tanınması” anlamı olduğundan marifetin kar şıtı inkâr, ilmin karşıtı ise cehil olarak gös terilir.

İLİM NEDİR?

Prof. Dr. Yakup ÇIÇEK

İ

“Âlimleri peygamberlerin vârisleri olarak gösteren hadis-i şerifler, âlimlerin de peygamberler gibi büyük sorumluluk taşıdıklarına işaret etmektedir. Buna göre ilim sahipleri, peygamberin artık cismen var olmadığı zamanlarda dinin değişmeyen ilkelerini yaymak, savunmak ve öğretmek durumundadırlar.

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 15: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 15

İlim ke limesi, ilimler tarihi boyunca “bel-li bir alana ait sistemli bilgi birikimini ifade eden disiplin” mânasında kullanılmıştır. Fen terimi ise herhangi bir ilmî disiplini yahut bir ilme ait alt disiplinlerin her birini ifade eder. Modern dönemde çok defa din ilimle-ri için “ilim”, modern bilim için “fen” isimle-rinin kullanımı tercih edilmiştir.

Kur’an’da İlim: Kur’ân-ı Kerîm’de ilim kökünden türeyen kelimele r yaklaşık yedi yüz elli yerde geçer. Bu durum, bilginin ve bilme faaliyeti nin Kur’ân açısından ne kadar önemli olduğunu gösterir. Kur’ân-ı Kerîm’de ilim kavramı çok defa “ilâhî bilgi” ya hut “vahiy” anlamında kul-lanılır. Ay rıca insanın va-hiy kaynaklı maluma-tını ve öğrenme me-lekesiyle kazandı-ğı dünyevî ilimleri ifade eden çeşit-li ayetler de vardır.

İlgili ayetler şu noktalara dikkat çeker: Gerçek ilim sahipleri, muhatap oldukları ilahi bilginin doğruluğuna inanırlar. Bunun yanında gerçeğin ne olduğu konusunda bilgisiz-ce tartışanlar ve Allah’a karşı muha-lif tu tum takınanlar kötü bir du rum ve anla-yışta bulunurlar. İlim sa hibi olmadıkları için bu hale düşenler sa dece zanna/vehimlere uy-maktadır. Hâlbuki onlar, acı azabı tatma vak-ti gel diğinde gerçeği kesin bir ilimle/ilme’l-yakin bilecekler, bu kesinliği müşahede/ayne’l-yakin ve yaşayarak bilme/hakka’l-yakin derecelerinde idrak edeceklerdir. Kıyamet gü-nünde her insan, gelecek yani Ahret için ne hazırladığını ve geride ne leri bıraktığını da bi-lecektir. İlâhî hakikat konu sunda kendilerine ilim verilenler ve o ilim de derinleşenler fark-lılık arzederler. Her âlimin üzerinde daha faz-la bil giye sahip başka bir âlim vardır.

Allah’ın ilmi, mutlak ve kâmildir. Her şey 0’nun ilmiyle gerçekleşmektedir. İnsan bir nimete ulaştığı zaman, “Bu bana kendi ye-teneğim ve bilgimden dolayı verildi” diye-rek yaratılışa hük meden ilâhî karar ve ka-nunları yok saymamalıdır. Çünkü Allah, Peygamber’inden, “Allah’ın hazineleri benim ya nımda değil, bende gaybın bilgisi de yok” demesini istemiştir. Al lah’ın mutlak ilmine göre olup biten ha diselerde âlimler için de-liller ve ibretler var dır. Allah’ın bir takım ha-kikatleri beyan için verdiği örnekleri ancak âlimler akleder ve yine âlimler, O’na hakkıyla

saygı duyarlar.

Kur’an’da, doğrudan doğ-ruya insanın zihnî meleke-

leri sayesinde elde etti-ği bil me, anlama, far-kına varma, hatırla-ma gibi faaliyetleri için de ilim kökün-den türeyen fiil ler kullanılmaktadır. Meselâ “sebt/cu-martesi günü”nün

kutsallığını ihlâl eden İsrâiloğulları’nın

bu dünyada aldıkla-rı ilâhî cezayı göz lemleyip

fark edenler için olayı ha-tırlayıp bilmişler, denilmiştir. Yine

İsrâiloğulları, kendileri için mucizevî şekil-de yerden fışkıran on iki pınarı görünce her kabile hangi pınar dan içeceğini bilmiştir, de-nildi. Hırsızlıkla itham edilen Yû suf’un kar-deşlerinin Mısırlı yetkililere tep kilerini ifa-de eden âyette “ilim” fiili, zihnî çıkarıma ya-hut göz leme dayalı bilgiyi; bir kimsenin ne dedi ğini bilmeyecek kadar sarhoş olduğu du rumda namaza durmaması gerektiğini belirten âyette de fiilî şu urluluk halini ifade etmektedir. Allah’ın gök cisimlerinin hare-keti için belirli ko naklar tayin etmiş olması-nın insanların takvim ve hesabı bilmelerine yönelik ol duğunu bildiren âyette sözü edi-

PROF. DR. YAKUP ÇİÇEK

Page 16: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/216

len ilim, sırf aklî bilgidir. İnsanın doğduğun-da hiçbir şey bilmediğini ileri yaşlılık döne-mine ulaşın ca da bildiklerini bilmez duruma geldiği ni ifade eden âyetlerde tecrübî biriki-me dayalı bilgilere işaret edil miştir. Kur’an’da bilenlerle bilmeyenle rin kesinlikle bir olma-yacağı belirtilmekte “Rabbim. İlmimi art tır!” diye Allah’a yakarmamız öğütlenmektedir. Kur’an, bir yö nüyle kendini Allah’tan gelmiş bir bilgi şeklinde tanımlarken ortadan kaldır-mayı hedeflediği zihniyeti de “câhiliye” ola-rak nitelemekle hem zihnî hem de ahlâkî ge-lişmişliğe vurgu yap maktadır.

Hadislerde İlim: İlmin anlamı, önemi ve işlevi hadisler de de vurgulanmıştır. Her şey-

den önce İslâm ümmetinin benimsediği de-ğerler sisteminin devamlılığı ilme bağlı ol-duğu için Hz. Peygamber ilmi yüceltmiş ve teş vik etmiş, meselâ özellikle öğrenme ihti-yacı olan insan için ilmin/öğrenmenin nafi-le ibadetten daha üstün olduğunu söylemiş-tir. Hadislerde, ilim öğrenme yolunda olanla-ra peygamberlerinin yaptığı gibi ilimlerinin artması için Allah’a yakarma ları öğütlenir. Âlimler, bildiklerini hem kendileri hem de in-sanlar için İslâmî ölçüler içinde ya rarlı kıldık-ları oranda ilim onlar için bir üstünlük vesi-lesi kabul edilir. Nitekim “İlim zeval bulmaz, ancak ulemâ zeval bulur.” denilmiştir. Ayrı-ca hadislerde, bilginlerin, ulemanın azalma-sı veya yok olmasının İslâm ümmetinin isti-kamet ve akıbeti için son derece kötü sonuç-lar do ğuracağı bildirilir. Âlimleri peygamber-lerin vârisleri olarak gösteren hadis, âlimlerin de peygamberler gibi büyük sorumluluk ta-şıdıklarına işaret eder. Buna göre ilim sahip-leri, peygamberin artık cismen var olmadığı zamanlarda dinin değişme yen ilkelerini yay-mak, savunmak ve öğ retmek durumundadır-lar. Böylece âlimler ilim sahibi olmakla belli bir görev ve sorumluluk yüklenmiş olurlar.

Rasûl-i Ekrem bilgi edinmenin, edinilmiş bilgileri öğret menin ve aktarmanın taşıdı-ğı önemi ifade buyururken, peygamberlerin mirasçısı olmaktan ge len söz konusu vazi-felerin yerine getirilme sini bildirmiştir. İlim bizatihi bir değer olsa da ilim-amel ilişkisi-ne vurgu yapan hadisler bilginin insanlığı itikadî, ahlâkî, estetik, ekonomik vb. yönler-den daha yüksek se viyelere taşıması gerek-tiğine işaret etmektedir. Nitekim davranış ve uygulama planında somutlaşmayan bilginin insan için yararı olmaz.

Sonuçta zihnini doğru bilgiler le, kalbini Allah’a karşı saygı ve sorumlu luk şuuruyla ve hayatını hayırlı amellerle donatanlar “faziletli ulema/erdemli bilginler”, ama sadece dünyevî emellere ulaşmayı amaçlayan ve zaman za-man bu amaç uğruna bilgisini kötüye kulla-nanlar da “erdemsiz bilgin ler” adını almıştır.

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 17: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 17

Şer’î İlim ler: İslâm kültüründe ilim kavra-mının çe şitli İlmî disiplinlerin gelişimiyle ka-zandığı terim anlamları kelimenin Kur’an ve ha disteki kullanımından geniş ölçüde etki-lenmiştir. Her ne kadar İslâm dünyasın da ge-lişen ilimler kendilerine has konu, amaç ve bakış açılarıyla ilim kavramını farklı problem-ler yönünden tahlil etmiş se de sonuç ola-rak ilmin tanımına yöne lik çabalar bir şekil-de Kur’an’ın anlam da iresiyle irtibatlı olarak gerçekleşmiştir.

“Kur’an ilimleri”, Kur’an’ın anla şılması ve tefsir edilmesi için gerekli olan ve daha sonraki dönemlerde tefsir usulü nün temel meselelerini teşkil eden “resmü’l-Mushaf, kırâatü’l-Kur’ân, esbâb-ı nüzul, nâsih ve mensuh, garibü’l-Kur’ân, i’câzü’l-Kur’ân, aksâmü’I-Kur’an, i’râbü’l-Kur’ân, vücûh ve nezâir, fezâilü’l-Kur’ân” gibi ilimlerdir

Kur’an ilimleri tabiri, ilk dönemlerde bel-li konulara ilişkin araştırmalara verilen bir isimken zamanla bü tün Kur’ânî meselele-ri kapsayan müsta kil tefsir usulü çalışmala-rının adı olmuş, sonraları Kur’an ilimleri ye-rine “tefsir usulü” tabirine de yer verilmiştir.

Hadis literatüründe ilim kavramı mer kezî önem taşıyan terimlerden biri ol muştur. Esa-sen ilk dönemlerde ilim keli mesinin kap-samına Kur’an, hadis ve fık hın girdiği, fakat sonraları bununla daha çok hadisin kastedil-diği anlaşılmaktadır. İmam Mâlik’in öğrenci-si İbn Vehb geniş hadis bilgisi sebebiyle “il-min divanı” diye anılmaktadır. Buhârî’nin el-Câmi’iı’s-sahîh’inde “Kitâbü’l-ilm”in “Kitâbü’l-îmân”dan hemen sonra gelmesi onun konuya ne ka dar önem verdiğini göstermektedir.

İlim kelimesi ve türevlerinin hadis lite-ratüründe kazandığı terim anlamı genel ola-rak bütün yönleriyle din bilgisi, özel olarak da hadisler ve onların rivayetiyle ilgili olmuş-tur. “Talebü’l-ilm, tahammülü’l-ilm, takyîdü’l-ilm” gibi terim ler hadis İlminin öğrenim, öğ-retim ve ak tarım metotları için kullanılmıştır.

Fıkıhta ilim kavramının kullanılışı, fıkıh ve ilim kelimeleri arasındaki anlam ortak lığına dayalı olarak gelişmiştir. Fıkhın söz lük anla-mı “bir şey hakkındaki bilgi ve an layıştır. İlim ve fıkıh terimleriyle ilk dö nemde genel ola-rak dinin anlaşılması kastediliyordu. O devir-de “dini doğru an lamak, anlatmak, dinî bilgi-lerde derinleş mek” gibi manalarda kullanılan “tefakkuh fi’d-dîn” gibi tabirler, dinin hem itikad hem muamelât yönüne dair bilgilerin tamamını kapsamaktaydı; ilim kelime siyle de dinî konulardaki bilgiler kastedi liyordu. Nitekim Hz. Ömer’in vefatı üzeri ne İbn Mes’ûd’un, “Onunla birlikte ilmin onda do-kuzu gitti” dediği rivayet edil mektedir

Kelâm alanında ilim kavramı hem teolo-jik hem epistemolojik açıdan ele alın mıştır. Allah’ın ilim sıfatının ezelî olup ol madığı hak-kındaki tartışmalar kavramın teolojik boyu-tuna işaret etmekte, insan bilgisinin mahi-yeti ve kaynağı gibi mese leler ise epistemo-lojik çerçevede ele alın maktadır. Dolayısıyla kelâm geleneğinde ilim kavramı daima ilâhî ve beşerî bilgi problemine atıfta bulunmak-tadır. Hadis veya fıkıhtakinin aksine kelâm ko-nusu olarak ilim, bilgi kavramının analizini ge rektiren temel kelâmı meseleyi ifade eder. Kelâmcının sorusu neyin ilim oldu ğu değil, il-min ne olduğudur.

“İlimler öncelikle naklî ve aklî olmak üzere ikiye ayrılır. Naklî ilimler tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ve tasavvuftan oluşmaktadır. Bunlardan tefsir, hadis ve özellikle fıkıh için ayrıca usul ilmi söz konusudur. Aklî ilimler ise önce nazarî ve amelî olarak bölümlenir.

PROF. DR. YAKUP ÇİÇEK

Page 18: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/218

Kelamcılar, bilgi türlerini Allah’ın ilmi ve ya ratıkların ilmi şeklinde ikiye ayırmışlardır. İlki kadîmdir, in sanın bilgisi de kendi içinde zarurete da yalı bilgi ve istidlale dayalı bilgi olarak bölümlenmiştir.

Tasavvuf terminolojisinde ilim kavramı genellikle marifet kelimesiyle münasebe ti bakımından anlam taşımıştır. Bilgiyi, bir ri-vayetin aktarılmasına veya zihnî çı karıma dayalı bir hüküm olarak görmek ten ziyade “manevî aydınlanmaya yahut kesinlik tecrü-besine (yakin) yol açan bir nur” şeklinde ta-nımlayan tasavvuf ehli, Allah’ın nurundan yansıyan bu ışığı “kalp gözü” dediği manevî yeteneğin hakikati görmesi için zorunlu ka-bul etmektedir. Bu durumda sûfîlerin mari-fet dedikleri bilgi, manevî tecrübe (zevk) ola-rak yaşa nan zâhidâne hayat tarzının, ahlâkî te mizliğin arındırdığı insan ruhuna yansı yan aydınlanma sürecidir.

Kuşeyrî gibi tasavvuf geleneğinin tari-hini yazan âlimler marifeti ilimle eş an-lamlı saymış, Gazzâlî’nin önemli kaynak-larından olan Ebû Tâlib el-Mekkî’nin Kütü ‘l-kulûb’ünde ilim üstün bir değer olarak ele alınmış, tasavvufî bilgi de “marifet ve yakin ilim leri” şeklinde tanımlanmıştır. Bunların yanı sıra Muhâsibî’nin Kitâbü’l-İlm, Hakîm et-Tirmizî’nin Kitâbü Beyâni’l-ilm, Gazzâlî’nin

İhyâ’sının “Kitâbü’l-ilm” bölümü gibi çalış-malar, sûfîlerin ilim kavramına yaklaşımını ve ona atfettikleri önem gösterir.

İlimlerin Tasnifi: İlimlerin alan ve sınır-larını birbirinden ayırmak, bu alanlar ara-sındaki ilişkileri belirlemek, farklı ilimle-re ait birikimleri sistematik şekilde değer-lendirmek ve nihayet eğitim sisteminin te-mel müfredatını oluşturmak üzere İs lâm düşünür ve bilginleri çeşitli dönem lerde ilimleri tasnif etme yoluna gitmiş lerdir. Ay-rıca tarihî gelişimleri içinde ilim lerin Önce-likle din ilimleri ve felsefî ilim ler şeklinde temel bir ayırıma tâbi tutul ması din-felsefe ilişkisi problemini dai ma canlı tutmuş, bazı düşünürler tasnif lerinde dinî ilimleri, bazı-ları da felsefî ilim leri ön plana çıkarmış, bü-yük sentezler peşinde olanlar ise kapsamlı tasnifleriyle bu problemi aşmayı denemiş-lerdir. Fârâbî varlık alanlarını cismanî olan ve olma yan şeklinde ikiye ayırmış bu ayırım onun ilim ler sisteminin zeminini oluştur-muştur. Gazzâlî din ilimlerini yeniden can-landırma niyetinin gereği olarak bu ilimle-ri merkeze almış ve felsefî ilimlerin değeri-ni din bakımın dan ifade ettiği anlam ve ya-rar açısından belirlemiştir.

İlimler önce likle naklî ve aklî olmak üze-re ikiye ayrılır. Naklî ilimler tefsir, hadis, fı-

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 19: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 19

kıh, kelâm ve tasavvuftan oluşmaktadır. Bun-lardan tefsir, hadis ve özellikle fıkıh için ay-rıca usul ilmi söz konusudur. Aklî ilimler ise önce na zarî ve amelî olarak bölümlenir. Nazarî ilimler ilâhiyyât (metafizik disiplinler), riyâziyyât (matematik ilimler), tabîiyyât (fizik ilimler) şeklinde tasnif edilmiştir. Amelî ilim-lerse ahlâk ilmi, tedbîrü’l-menzil (ev idaresi) ve siyasetten teşekkül etmektedir. “Medenî ilim” (sosyal-siyasal bilim) ola rak da anılan ve erdem fikrini esas alan amelî ilimlere pa-ralel biçimde tarih yön temine dayalı olan ve iktisadî konuları da içeren sosyoloji, İbn Haldun’un verdiği “ümran ilmi” adıyla klasik şemaya dahil edilmiştir.

Naklî ilimlerden tefsir, esas itibariyle Kur’an ilimleri denilen çeşitli disiplinlerin bi-rikimi üzerine inşa edilmiş olduğundan bu ilimler tefsir ilmi için bir bakıma usu le ait di-siplinlerdir. Tefsir ilmi literatürü, kendi için-de rivayet ve dirayet tefsirleri olmak üzere iki kategoride değerlendiril miştir. Hadis ilmi de rivâyetü’l-hadîs ve dirâyetü’l-hadîs (ulûmü’l-hadîs) şeklînde ikiye ayrılır. Fıkıh ilmi, amelî hükümlerin feri denilen ayrıntılı kısmı nı in-celerken fıkıh usulü, bu fer’î hüküm lerin ke-sinlik ifade eden icmâlî delillerin den nasıl çı-karılacağını ortaya koyar. Fıkıh usulü içinde alt disiplinler arasında cedel ve hilaf ilmi ve ferâiz gibi disiplinler de vardır.

İslâm ve Modern Bilim: İslâm medeni-yetinin Ortaçağ insanlık birikiminin şart-larında parlak bir bilim geleneğine sahip oldu-ğu modern araştırmaların ortaya koyduğu bir gerçektir. Nitekim müslümanların Ortaçağ bo-yunca meydana ge tirdiği bilim mirasının La-tince ve İbrânîce’ye çevrilerek Batı’ya aktarıl-ması, Av rupa kıtasında yepyeni bir ilim ve eği-tim anlayışının doğmasında önemli rol oyna-mıştır. Batılı bilginlerin İslâm bilimine göster-diği yoğun ilgi bu birikimi önemli bulmaları-nın bir sonucudur. Çeşitli sosyal, siyasal ve kül-türel gerginliklerin ihtiyaçları, ihtiyaç ların ise çare arayışlarını belirlediği bu dö nemde yeni-likler peşinde koşma temayü lü artmıştır.

Batı’da söz konusu gelişmeler olurken İslâm toplumunun yeni medeniyetin men-supları karşısında mâruz kaldığı as kerî yenil-gilerin sebebini anlamaya çalış tığı döneme kadar bu gelişmelere kayıt sız kalması, Batı ve İslâm medeniyetleri nin arasında hızla artan bilimsel ve tek nolojik bir mesafenin oluşma-sına yol aç mıştır. XIX. yüzyılın sonları ile XX. yüzyı lın başlarında İslâm dünyasının bilgin ve düşünürleri bu mesafe karşısında İslâm ve bilim ilişkilerini yeniden ele alma ihtiya-cı duymuşlardır Gü nümüzde Seyyid Hüse-yin Nasr, Nakib el-Attâs, İsmail Râcî el-Fârûki gibi düşünür ler Batı biliminin değerden ba-ğımsız ol madığını, “Batı’nın bilimini alıp ahlâkını terketmek” şeklinde formüle edilen mo dern İslamcı tez yerine bilimin Batı’da gelişen modern biçimiyle İslâmîleştirilmesi gerektiğini sa vunmuşlardır. Nasr ve Attâs, İslâm’ın tasavvufî-irfânî geleneğine dayana-rak mo dern zihniyet dünyasını ve modern bilimi felsefî zeminde kullanan pozitivizmi eleş tirmişlerdir.

PROF. DR. YAKUP ÇİÇEK

Page 20: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/220

lmiyle kâinattaki esrar perdesini yırtan, bilinen âlemden bilinmeyene doğru kanat çırpan insan için Allah’ın en büyük ni-metlerinden birisi ilimdir.

Elest bezminde ruhen görmüş olduğu eği-tim ve öğretimden sonra dünyaya gelen insan şuur altında bir hazine gibi gizlediği bu bilgiyi ancak vücudundaki beş duyuyu harabelikten kurtarır ve onları ilim şehrinin fethi için hazır-larsa o hazineler şuur altından onu yönlendirir.

Hangi ırk ve dinden olursa olsun insanlar-daki iyiye ve güzele doğru bir meylin bulun-ması ve bir çiçeğin herkes tarafından sevilme-si ‘istisnalar hariç’ susuz kalmış bir ordunun suyu görünce hepsinin aynı istekle suya yönel-mesi gibi herkesin içindekinin dışa vurmasıdır.

Doğuştan bazı bilgileri beraberinde geti-ren insan daha ana rahminde canlandığı an-dan itibaren eğitime başlar.

Annenin günde beş vakit namazda belir-li hareketleri yaparken Allah’tan gelen bu ço-

cuğun ruhuna yine Allah’tan gelen Kur’an ayetlerini mırıldanarak bahar mevsiminde çam kokusu, güneş sıcaklığıyla yüklü seher yelinin toprak içinde çatlayan çekirdeği hare-kete geçirdiği gibi rahimdeki çocuğu da tatlı bir ihtizazın içine garkeder.

Dünyaya geldiğinde kulağına üflenen ilk söz on dört asır önce yanık Bilal’in dilinden çıkan ve gönülden gönüle yankılanarak ge-len Ezan-ı Muhammedi ile taze beyne ilk ka-yıt yapılır. Çocuğun kulağına ezan okundu-ğunu gören bir kısım mantıksızlar çocuk du-yar mı duysa anlar mı bu boş şeylere niçin inanırsınız dediler.

Fakat ilmî araştırmalar çocuğun ana rah-minde iken duydukları şuur altına yerleşir neticesini ortaya koydu.

Avrupalı filozoflar ilmin kaynağı konu-sunda ihtilafa düşerlerken, merkep sırtın-dan düşerek parçalanan mukaddes kitapla-rın yarımşar yaprağını buldular ve hepsi ha-kikat benimkisidir: Yani bütün ilim doğuş-tandır. Yok, bütün ilim beş duyu ve tecrübe-lerledir. Hayır, süje obje ilişkisidir, oda değil üstün bir varlığın bildirmesidir dediler.

İLİM ve kaynağı

Mahmut TOPTAŞ

İ“

İlim fazla rivayet bilmek değil, Allah’tan korkmaktır. Faydasız ilimden Allah’tan korkmayan kalbden Allah’a sığınmak gerekir. Allah’tan sakınanlara Allah bilmediklerini öğretir.

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 21: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 21

Ancak bu mukaddes peygamberler bina-sının son taşı olan Efendimiz’e verilen kitap ve o kitabı tefsir eden hadislerden anladığı-mıza göre bilgi; doğuştan gelendir. Allah’ın öğrettikleri, rasûlünün haber verdikleri, beş duyu ile sağladığımız süje obje ilişkisi ve bu ilişkileri idrak haline getiren kalb de bir nur gibi olan aklın o ilişkileri toplayarak hamur haline getirip içinde bir şekil verip dışında söze dönüştürmesidir.

İnsanın ten ve candan meydana gelmesi de bize ruha ait bilgi ve o bilginin yolları ol-ması gerektiğini, bedene ait bilgi ve ruha ait bilgi yollarının olması gerektiğini gösteriyor.

Gökleri bir dürbünün gözüyle yere indi-rirken gönül hep daha ötelerde kanat çırpı-yor. Demek ki beş duyusunun daima ilerisin-de olan ve ona yönlendiren Bir şey var biz-de. Gönlünün bilgi kanatlarını bu beş duyu-nun aldığı yanlışlarla besleyen tefekkür yok-sunu kuru mantığa yolduranlar dünyada katı mantık kurallarının mahkûmu ahirette de o duyu organlarının şehadetiyle Cehennemin mahpusu olurlar.

Âlimlerin peygamber varisi olduğunu bil-dirir Efendimiz. Eğer Peygamberimiz miras olarak Uhud dağı kadar altın bıraksa idi bin dört yüz sene sonra bize bir gramı gelmez-di. Ama Allah’a hamdolsun ki, hepimiz Fati-ha sûresini o mirasdan bir pay olarak almışız.

Her şey taksimle azalırken ilim çoğalıyor. O bereketli nisan yağmuru gibidir. Buhar ha-linde yükselir yağmur suyu olur. Çiçeği sular gül suyu olur. Kaybolmak yok. Yağmuru çöle akıtsanız yine yok olmaz buhar olur yükse-lir rüzgârdan atlara biner dağ yamaçlarındaki ağaçlara hayat kaynağı olur.

İlim nazariyatta kalmamalıdır. Hayat boyu okuyan ve kimseye faydası dokunmayanları ahirette kâfir çocuklarına öğretmen yapmaz-lar. Ashab ezberlediği ayetleri tatbikat sahası-na kor sonra tekrar ezberlerdi.

İlim fazla rivayet bilmek değil, Allah’tan korkmaktır. Faydasız ilimden Allah’tan kork-

mayan kalbden Allah’a sığınmak gerekir. Allah’tan sakınanlara Allah bilmediklerini öğ-retir. Bu ilim öğrenilmesin anlamına gelmez. Bir tefsire göre ilim imandan önce gelir. Çün-kü imanın ana rüknü olan Kelime-i Tevhid’i bilmek de bir ilimdir. O bilinmeden de dil ile ikrar yerine gelmiş olmaz.

Ebu Hanife: Farz ibadetlerden sonra en ef-dal ibadet ilimle meşgul olmakdır der.

Efendimiz de “Âlimin mürekkebi ile şe-hidin kanı tartıldığı vakit, mürekkeb ağır ge-lir” der. (Süyuti, ed Dürru-l-mensur A’raf ayet 8, Kenz-ül ummal hadis no 28715, 28899, 28901, 28902 Senedi zayıftır)

Ve bir hadisinde de âlimleri yıldızlara ben-zetir. Yıldızlar gökyüzünün süsü, âlimler yer-yüzünün süsüdür. Yıldızlar gece karanlığını aydınlatır. Âlimler cehalet karanlığını aydın-latır. Yıldızlar yolunu kaybedenlere yön gös-terir, âlimler de cennetin yolunu yitirenleri uyarır.

Allah (c.c.) Âdem’e eşyanın ismini öğret-ti o esma sebebiyle melekler ona secde etti. Sen de eşyanın ismini ve karakterini öğren ki, Rabbime boyun eğmeyenler Rabbimin kuluna boyun eğsin.

Allah (c.c.) Hızır’a firaseti öğretti, Musa gibi bir büyük peygamberi ona talebe yap-tı. Gönül aynanı kirletme taki gönlün göz ol-sunda başkaları taleben olsun.

Yusuf’a rüya tabiri öğretildi hapisden kur-tuldu. Sen de Kur’an’ın ta’birini öğrenki şeh-vet ve gaflet hapsinden kurtul.

Davud’a zırh yapması öğretildi devlet yö-netti. Sen de teknik bilgileri elde et de ülke-ler yönet.

Süleyman’a kuşdili öğretildi zaferi elde etti ve Belkısa sahip oldu. Asıl zafer iki dün-ya saadetidir. Sen de laboratuarda eşyanın di-lini öğren.

Efendimize Kur’an öğretildi de kıyamete kadar adı dillerde zikir oldu. Rabbinin adıy-la zikredildi.

MAHMUT TOPTAŞ

Page 22: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/222

Bu örnekler bize bir uyarıdır. Eşyanın isimlerini Âdem (s.a.v.) gibi bilmeli, çiçek-lerle Lokman gibi konuşmalı (laboratuarda). Davud (s.a.v.) gibi harp sanayiini öğrenmeli ve kurmalı. Efendimiz’in varisi olup geçmiş ve geleceğin ilmi olan Kur’an-ı öğrenmeli ve yeryüzünü mescid kılmalı.

İlimsiz kuvvetin değeri olmadığı gibi, kuv-vetsiz ilmin de değeri yoktur.

Allah’a götürmeyen ilim de ilim değil gö-nül bağıdır. Muaz İbni Cebel güzel söylemiş:

İlim öğrenin, öğrenmek iyiliktir. Talebelik ibadettir. Müzakeresi teşbihtir. Araştırması ci-haddır. Öğretmesi sadakadır. Gurbette yoldaş yalnızken arkadaşdır. Yalnız kaldığında konu-şuverir. Fakir kalırsan yol gösterir. Bela gelir-se yardım eder. Dostlar yanında süstür. Düş-manlara karşı silahdır. Allah milletleri ilimle yükseltir ve onları idareci kılar. (Şerh-u – Ha-disi Ebi-d Derda, İbni Receb- el- Hanbeli s:34)

Max Müller gibi araştırmacıların açıkla-masına göre dünyadaki bütün insanların ko-nuştuğu dillerde ortaklaşa kullandıkları dört-yüz kadar kelimenin her dilde kullanıldığı ve bu kelimelerin insan hançeresinden çıktığı sonradan öğrenmediği doğrultusundadır.

Bazılarının dediği gibi insan önce may-mundu sonra iki ayağı üzerine kalktı taştan taktak sesini kargadan gakgak sesini duydu

öğrendi konuşmaya başladı, kuyruğunu da tren yolunda kestirdi adam oldu safsatasını, Kur’an-ı Kerîm’in bu ayetîeriyle yalanlanıyor.

Maymundan geldiğini iddia eden insanlar babasının evini kaybeden çocuklar gibi za-vallıdırlar. Onların gönüllerinden tutarak ba-bası ve ilk peygamberi Âdem’i tanıtıveriniz.

İnsanın meleklere üstünlüğü ilimledir.

KURTULUŞUMUZ İLİMLE

Bu dünya yolculuğunda övünülecek ve se-vinilecek şeyler: ilim iman, ilim ve imanın ey-leme geçmiş hali olan amel ve amelin insana kazandırdığı salih bir kul olma özelliğidir. Bun-lara sahip olunca da Allah’a hamd etmelidir.

Hz. Âdem’in yaratılışı anlatılrken Âdem’in yeryüzünün halifesi olacağı vurgulanarak in-sanın değerine dikkat çekilirken bütün in-sanlığın atası olan Hz. Âdem kasdedilmiştir.

Dünyaya gelen her insan, rengi, dili, ırkı, top-rağı, tarihi ne olursa olsun Hz. Âdem’in çocu-ğudur ve hiç birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Ancak yaratanın koyduğu kurallara uygun ha-reket edenler Yaratıcı yanında daha değerlidir.

Maalesef Batının o kadar etkisinde kaldık ki Amerikada 11/09/2001günü öldürülen beş bin insana ağladığımız kadar Bosna’da, Irak-ta Keşmirde, Çeçenistanda öldürülen mil-yonlarca insana ağlayamadık. Amerikalının

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 23: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 23

ki can, öbürleri patlıcan gibi geliyor. Bu da Kur’anı bilmemekten kaynaklanıyor.

Melekler bile Rabbin huzurunda eksiklik-lerini arzederken Allah’ın öğrettiğinden baş-ka ilimlerinin olmadığını itiraf ederek ilmin önemine bizim dikkatimizi çekmiştir.

İlimle paradan birini tercih etmemiz isten-se ilmi tercih etmemiz bizim faydamıza olur.

Bu gün Türkiyenin en zengin insanı bü-tün servetini verse bir ilim adamının beyni-nin içindeki bilgileri bilgisayar disketindeki bilgiyi diğer diskete çeker gibi çekebilir mi?

İlim parayı kazanır ama para ilmi kazana-maz. Yardımcı olur. İlimin yollarını kolaylaştırır.

İlmiyle, imanıyla, irfanıyla Musa ve Ha-run (S.A.V) fakir olmalarına rağmen yöne-timi elinde tutan Firavun, ekonomik gücü elinde tutan Karun ve ateist eğitimi elinde tutan Haman’ın saltanatına son vermişlerdir.

Mal isteyenler bir tarafta, ilim iman ve ya-pıcı işleri isteyenler öbür tarafta. Şimdi bun-ların hangisi başarılı olabilir? Gölde boğulan: “Ne mutlu çölde susuz ölene” dermiş. Çölde susuzlukdan ölende: “Ne mutlu gölde boğu-larak ölene”dermiş.

İslâm’ın ilk emri “Oku” olduğundan Kur’an, ilimin önemine dikkat çekmiştir. Âlimler, Peygamberlerin varisi oldukları için hiçbir kral, sultan, şah ve padişahın sahip ola-madığı nimete ve şerefe sahiptirler. Zenginin malı yanar, eskir, çürür, çalınır ama âlimin ilmi çalınamaz. Alındığı oranda artar.

Rabbimiz Kur’anında artmasını istediği-miz şeyin ilim olmasını bildirmiştir. Çünkü âlimin mürekkebiyle şehidin kanı tartıldığın-da mürekkebin ağır geleceğini bildirmiştir Sevgili Peygamberimiz.

Mevlâna:

Ey oğul, âlemi ağzına kadar ilim ve güzel-lik dolu bir testi bil.

Bu ilim ve güzellik, cana ve tene sıkışmamış olan Allah’ın, güzellik deryasından bir damladır. (Mesnevi Amil çelebioğlu tercemesi 1/2963–64)

Hz. Âdemi meleklere üstün kılan, Onun Allah’dan öğrendiği ilim sebebiyledir. İlim bi-zim hayatımızın gönyesi, şâkülüdür. Eğrileri-mizi doğrultur.

Süleyman Aleyhisselam, kuşların dilini bi-lirdi. Rüzgâra yön verirdi. Hz. Lokman, çiçek-lerle konuşurdu.

Davud Aleyhisselam, demire mum gibi şekil verirdi. Şuayb Aleyhisselam uluslar ara-sı ticaret yapan kavmine doğruluğun yolları-nı gösterirdi.

İsa Aleyhisselama hastaların tedavisi öğ-retildi.

Bütün bunlar bize yol göstermesi için Kur’an tarafından bildirildi.

Bütün ilimler Rabbimizin yarattığını öğ-rettiğinden İslâmi ilimlerdir. Okulunuzda oku-makta olduğunuz her ilim dalına önem verin; bu arada Rabbimizin bizim bu dünyada neyi nasıl niçin yapacağımızı öğretmek üzere gön-derdiği Kur’ana daha çok önem verin.

“İlmiyle, imanıyla, irfanıyla Musa ve Harun (S.A.V) fakir olmalarına rağmen yönetimi elinde tutan Firavun, ekonomik gücü elinde tutan Karun ve ateist eğitimi elinde tutan Haman’ın saltanatına son vermişlerdir.

MAHMUT TOPTAŞ

Page 24: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/224

slam dini, insanoğlunun Allah, di-ğer insanlar, hayvanlar ve kainatta var olan diğer tüm varlıklarla ilişkilerini belli bir dü-zen ve ahenk içinde düzenleyen ilkeler orta-ya koyan ve bu ilkelere uyması karşılığında insanoğluna dünya ve ahirette mutlu olaca-ğı müjdesini veren vahiy kaynaklı bir dindir.

İslam, insanoğlunun gündemine Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) tarafından taşınmıştır. O, Allah’tan aldığı vahiyleri in-sanlara eksiksiz bir şekilde iletmiştir. Nite-kim Kur’an-ı Kerim O’nun görevinin ma-hiyetini ve kendisine verilen görevi eksik-siz bir şekilde yerine getirmiş olduğunu şu ifadelerle deklare etmektedir:

“(Ey Muhammed!) De ki: … Benim ya-pabileceğim, sadece Allah’tan (bana vah-

yedilenleri) size iletmek ve O’nun elçilik görevlerini yerine getirmektir.”1

“(Ey Muhammed!) De ki: Ben sadece bana vahyolunana uyarım.”2

“O (Peygamber) gayb hakkında cimri-lik etmez.”3

Ayrıca Kur’an-ı Kerim, Rasulullah’ın (s.a.v) en üstün ahlak üzere4 yaşayan bir kimliğe sahip olması sebebiyle insanoğ-lunun bireysel yaşamından toplumsal ya-şamına, hatta inşa edeceği dünya düze-nine varıncaya kadar insanı kuşatan tüm alanlarda örnek alınacak yegane kişi ol-ması gerektiği hususunu büyük bir özen-le vurgulamıştır.5

Kâinatta hayat süren varlıklar arasın-

1. Cin, 72/22-23. 2. Yunus, 10/15. 3. Tekvir, 81/24. 4. Kalem, 68/4. 5. Ahzab, 33/21.

MÜSLÜMANIN MİHENK TAŞI KUR’AN VE SÜNNETTİR

Doç. Dr. Abdullah Emin ÇIMEN

İ“

Müslümanlar arasında dinin öğrenilmesi gereken asıl kaynaklarının neler olduğu hususlarında bazen mihver kaymaları söz konusu olabilmektedir. Unutulmamalıdır ki, dinin aslını Allah’ın kitabı ve Rasulü’nün sünneti oluşturmaktadır. Müslüman için mihenk taşı Kur’an ve sünnettir.

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 25: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 25

daki ilişkileri genel anlamda sevgi, mer-hamet, ahlak, adalet, yumuşaklık ve şef-kat ilkeleri6 zemininde düzenleyen rah-met Peygamberi7, insanoğlunun günü-müzde belki de her zamankinden daha fazla rehberliğine muhtaç olduğu yegâne şahsiyettir.

Kur’an’dan sonra özellikle âlimlerin en çok okuduğu kitabın hangi kitap olduğu konusunda muhterem Emin Saraç hoca-efendiden duyduğum şu hatırayı naklet-mek istiyorum: Eski ulemamız Kur’an-ı hatim eder gibi Rasülullah (s.a.v)’ın haya-tından ve farklı özelliklerinden bahseden Kadı İyad’ın (ö. 544/1149) eş-Şifâ bi-Ta‘rîfi Hukûki’l-Mustafâ adlı kitabını okur-du. Suriyeli hadis alimi merhum Abdül-fettah Ebu Gudde, bir Pazar günü Fatih Camii’nde sabah namazından sonra bize Şifâ-i Şerîf’ten bir bölüm okuyarak açık-lamalar yapmıştı. Daha sonra Emin ho-camız, Ebu Gudde’nin Şifâ-i Şerîf’i hafta-da bir kez hatim ettiğini nakletmişti. Bun-dan dolayı olsa gerek ki eskilerin şöyle bir sözü vardır: Ulema Şifâ-i Şerîf’e, avam ise Evrâd-ı Şerîf’e devam eder. 6. Bkz. Al-i İmran, 3/159; Buhari, Menâkıb, 23, Fezâilü Ashâbi’n-Nebî, 27, Edeb, 38-39; Muvatta, II, 904. 7. Enbiya, 21/107.

Burada kısaca hadis ve sünnet kavram-larının mahiyeti hakkında bilgi vermek is-tiyoruz: Peygamber Efendimizin risaletten sonraki söz, fiil ve takrirleri bizzat kendi-si tarafından “hadis” diye isimlendirilmiş-tir. Rasulullah Efendimiz’in risaletten son-raki tüm hayatını kapsayan ve sonraki ne-sillere değişik yollarla intikal eden hadis-i şerifleri, ulemamız kaynağına göre kudsî, merfû ve maktû; sihhatine göre sahih, ha-sen, zayıf ve mevzû; ravi sayısına göre mü-tevatir, haber-i vahid, meşhur, azîz ve garîb; ittisaline göre muttasıl ve munkatı; kabul ve reddine göre ise makbûl ve merdûd diye değişik kategorilerde ele almış ve de-ğişik derecelendirmelere tabi tutmuştur. Rasulullah’ın ağzından çıkan sözlere kavlî sünnet, bir olay karşısında suskun kalarak onu onaylamasına takrîrî sünnet, hareket ve fillerine ise fiilî sünnet adı verilmiştir.8

Dünya bilim tarihinin en hassas kriter-leri olarak kabul edilen cerh ve tadil metot-ları, bir hadisin Peygamberimize ait olup olmadığını ortaya koymak için geliştirilmiş ve hadisler üzerinde uygulanmıştır. Bu me-

8. Geniş bilgi için bkz. Coşkun, Selçuk, Hadis Değer-lendirmelerinde Bütünlük, Aktif Yayınevi, Ankara, 2003, s. 70-71.

DOÇ. DR. ABDULLAH EMİN ÇİMEN

Page 26: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/226

totlar sayesinde bizler, peygamberimize at-fedilen bir hadisin gerçek olup olmadığını, sahih ya da mevzû (uydurma) olup olmadı-ğını kolayca öğrenebilmekteyiz.

Müslümanlar arasında da dinin öğrenil-mesi gereken asıl kaynaklarının neler ol-duğu hususlarında bazen mihver kayma-ları söz konusu olabilmektedir. Unutul-mamalıdır ki, dinin aslını Allah’ın kitabı ve Rasulü’nün (s.a.v) sünneti oluşturmak-tadır. Müslüman için mihenk taşı Kur’an ve sünnettir. Tüm bilgiler bu mihenk taşı-na vurup değerlendirilir, dine yakınlığı ve uzaklığı bu ölçüye göre belirlenir. Nitekim sevgili Peygamberimiz (s.a.v), vefatı önce-sinde ümmetine İslam adına bıraktığı iki önemli mirası şu şekilde açıklamıştır: “Size iki şey bıraktım, o ikisine sımsıkı yapıştığı-nız sürece sapıtmazsınız: Biri Allah’ın kita-bı, diğeri ise Nebisi’nin sünnetidir.”9

Allah katında çok değerli birer kul ol-duğumuzu iddia ettiğimiz bizlerin aca-ba Allah’ın kitabı ve Rasulullah’ın sünne-ti hakkındaki bilgimiz ne kadardır? Kur’an ve sünnet ile birlikteliğimiz, bunların öğre-nilmesi ve öğretilmesi adına ne tür çabala-

9. Muvatta, Kader, 3; ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Menâsik 56; Tirmizî, Menâkıb, 32; İbn Mâce, Menâsik 84.

rımız ve fedakarlıklarımız vardır? Örneğin hepimizin sık sık okuduğu Yasin suresinde Rabbimizin hangi konulardan bahsettiğini kaçımız biliyoruz? Hülasa Kur’an kültürü-müzün, hadis bilgimizin ne kadarıyla övü-nebiliriz? Acaba Müslümanlığımız kısmen ibadetlerle bezenmiş, ancak bilgi anlamın-da bazen yüzeysel düzeyde mi kalmakta-dır? Allah’ın kitabından ne kadar bir mik-tarı hafızamızda ve gönlümüzde taşıyo-ruz? Allah’ın yüce elçisi Hz. Muhammed (s.a.v)’in sahabe arasında meydana gelen bir olay karşısındaki şu tavrı, bu tür sorula-rı zaman zaman kendimize yöneltmemiz gerektiğini açıkça ortaya koyuyor:

Hz. Aişe’nin naklettiğine göre Rasulul-lah Efendimiz’in huzurunda bir gün in-sanlar bir adamdan övgüyle söz ederler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v), bir insa-nı değerlendirirken, onun Allah katında-ki değeri hakkında konuşurken göz önün-de bulundurulması gereken çok önem-li bir kriterden bahsederek arkadaşlarına şu ikazda bulunur: “Siz bu adamın Kur’ân öğrettiğini gördünüz mü (ki ondan öv-güyle söz ediyorsunuz)?”10

10. Ahmed b. Hanbel, VI, 66.

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 27: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 27

NİYAZİ KASAPOĞLU

Page 28: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/228

llah Teâla, yüce kitabın-da kendisinden ancak hakkıyla âlim kulla-rının koktuğunu1, bilenlerle bilmeyenlerin asla bir olmayacağını2, kime ilim verildiy-se ona hayırdan pek çok şey verildiğini3, il-min artması için nasıl dua edileceğini4 ve kendisine ilim verilenlerin derecelerinin yükseltileceğini5 beyan buyuruyor.

Rasulullah (s.a.v)’de muhtelif hadis-i şe-riflerde ilim tahsil etmek üzere yola çıkan kimsenin eve dönünceye kadar Allah yo-lunda olduğunu6, ilim öğrenmek için bir yola giren kimseye Allah’ın cennetin yolu-

1. Fâtır 35/28.

2. Zümer 39/9.

3. Bakara 2/269.

4. Taha 20/114.

5. Mücadele 58/11.

6. Tirmizi, Kitabu’l-ilm 7.

nu kolaylaştıracağını7, Allah’ın kimin hay-rını dilerse onu dinde derin anlayış sahibi kılacağını8, faydasız ilimden Allah’a sığınıl-ması gerektiğini9 ifade ediyor.

İlim yolu, yukarıda ifade edildiği üzere dinimizin oldukça önemsediği, teşvik etti-ği, peygamberlerin de miras bıraktığı yo-lun adı. İlim yolculuğuna çıkmak için bazı teçhizatları donanmak icap ettiği gibi bazı tercihleri de önceden yapmak gerekir. Bu-nun için kendisini yarı yolda bırakmaya-cak, nefesi tükendiğinde kendisinden ne-fes alacak, düştüğünde el verecek, heyeca-nı bittiğinde heyecanlandıracak sadık bir dost ile yolu daha önce geçen, yoldaki di-kenlerin yerlerini, yolda karşılaşılabilecek felaketleri, çıkıldığında yolcuyu yoran ram-paları, dinlenilebilecek konaklama mekan-larını bilen bir mürşidi aramak, bulmak ve tercih etmek bizim menzile varmamızı

7. Ebu Davud, İlm 1.

8. Buhari, Kitabu’l-ilm 15.

9. Tirmizi, Kitabu’d-daavat, 68.

ilim kimden alınır?

Ramazan ÖGTEM

A

“İlim; takva ehlinden, Allah korkusu taşıyandan, cehennemi anlattığında onun dehşetinden sesi titreyenden, cenneti an-lattığında onun güzelliği sebebiyle onu görmüş gibi yüzü ay-dınlanandan, Allah’ın en sevgili kulu Rasulullah (sav)’i an-dığında heyecanlanandan, hulefâ-i râşidîni, ashâb-ı kirâmı hatırladığında onlara gıpta edenden, İmam-ı Azamların, Şafiî’lerin yolundan yürümeye gayret edenlerden alınır.

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 29: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 29

sağlayacak en önemli adımdır. Çünkü yan-lış tercih bizi garabete, doğru tercih ise ha-kikate götürür. Nice ilim taliblerini, içtikle-ri su ayrı gitmeyen samimi arkadaşları ve çok sevdikleri hocalarının helak ettiği unu-tulmamalıdır.

İlim yolculuğuna adım atan bir talebe, bu yolda samimiyetle yürüyeceğine inan-dığı bir arkadaş bulduktan sonra, hayatını menzile varma gayretiyle tüketen hakiki bir mürşid aramaya koyulmalıdır. Zira ilim, ancak böyle bir mürşidden alınır.

İlim, ağzına bir damla ilim balı çalmak için gecesini gündüzüne katandan, Eyüp el-Ensari gibi bir hadis-i şerifi dinlemek için gerek deve sırtında gerek yayan bin-lerce kilometre yol gidenden, fakirliklerine ve dünyevi mahrumiyetlerine aldırmadan yıllarca aileden, eşden, dosttan ayrı kalma-yı göze alabilenden, kendisini Peygamber varisliğine adayandan alınır.

İlim; takva ehlinden, Allah korkusu ta-şıyandan, cehennemi anlattığında onun dehşeti ve ürkütücülüğü sebebiyle sesi tit-reyenden, cenneti anlattığında onun gü-zelliği ve çekiciliği sebebiyle onu görmüş gibi yüzü aydınlanandan, Allah’ın en çok sevdiği kulu, şefi-i zünûbumuz olan Ra-sulullah (sav)’i andığında heyecanlanan-dan, hulefa-i raşidini, ashab-ı kiramı ha-tırladığında onlara gıpta edenden, İmam-ı Azamların, Şafii’lerin yolundan yürümeye gayret edenden alınır.

İlmin önündeki en büyük engellerden birisi insanın kendi nefsidir. Kendi nefsi-ni terbiye edememiş bir üstadın, ilim ta-lebesinin nefsini terbiye etme gayretinde ona yardımcı olmasına, metod gösterme-sine imkan yoktur. Zira yüzmeyi bilmeyen yüzme hocasının yüzmeyi bir başkasına öğretmesinin mümkün olmadığı gibi her an boğulma tehlikesi yaşayacağı da herke-sin malumudur. Üstad da nefsi terbiye yol-larını öğrenmemiş ve bir adım sonrasın-

da nefsini terbiye etmemişse elbette ki, her an nefsin tuzaklarına düşebilir, ayağını kaydırabilir. O halde ilim, nefsin nasıl ter-biye edileceğini bilen ve nefsini terbiye et-meyi becerebilmiş olandan alınır.

İlim, binlerce defa Alemlere rahmet ola-nı anlattığı halde ‘sallallahu aleyhi ve sel-lem’ diyerek diline bile merhamet etmeyen-den, Ebu Bekir, Ömer (r. anhüm) dediğin-de arkadaşından bahseder gibi bahseden-den, ulema-yı kirâmın, selef-i sâlihinin ken-disi için bir anlam ifade etmediği kimseden değil, kalbi Efendimiz (s.a.v)’in aşkıyla dolu olandan, O’nun sünnetine itaat ve ittibada sahabeyi örnek alandan, geçmişteki ilim ta-liblerine olan tenkidlerini bile adab-ı ilme ri-ayet ederek yöneltenlerden alınır.

İlim, Allah’ın dini hakkında söz söyleme-yi politika hakkında yorum yapmakla bir tu-tan, ilmi nazari akıl ve düşünceden ibaret olarak anlayan, hakikati ıskalayıp atlayarak kendi heva ve heves dolu düşüncesini içti-had farklılığı kategorisine sokan, dini haya-tına uygulamadan çok dini hayata uyarla-ma gayreti içerisinde olandan değil, sorulan sorulara ‘belki isabet edemem, Allah’ın dini hakkında yanlış söz söylerim’ endişesiyle “La Edri!” diyenden, ilmini Kuran-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den süzenden, her iş, dav-

RAMAZAN ÖGTEM

Page 30: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/230

ranış ve düşüncesinde Allah’ın kendisini ha-kikate irşad etmesini dileyenden alınır.

İlim, derbi maçına yetişmek için ezanı hızlı okuyan, kıraati kısa tutan, namazı hız-lı kıldıran imamdan değil, ‘ben bu camiyi ömürlerini kahvehanelerde, internet kafe-lerde, köşebaşlarında tüketen gençlerle na-sıl doldururum’ diyerek gecesini gündüzü-nü ümmetin kurtuluşuna adayandan, kuru kalabalıklara baktığında Rasulullah (s.a.v)’in veda hutbesinde hitap ettiği muazzam kitle-nin taşıdığı iman ve şuuru taşıyan neslin bir benzerini karşısında görmeyi hayal eden-den ve bu gaye uğrunda çalışandan alınır.

İlim, onu sinede yük gibi taşıyandan, gerçekleri savunmak yerine tevil etmeyi maslahat bilenden, onlarca taviz verip ‘di-nime halel gelmesin’ diyerek kılıfını da ih-mal etmeyenden değil; nasibini Peygam-berlerden miras, değişmez gerçekleri mü-dafaa etmeyi her zaman ve mekanda izzet bilenden, bedeli ne olursa olsun dininden asla taviz vermeyenden alınır.

İlim, ticaret hukukunu ve adabını iyi bil-diği halde satıcı iken malını öven tüccar durumuna düşen, alıcı iken ‘Pazarlık, Pey-gamber sünnetidir.’ deyip Yahudi pazarlı-

ğını aratmayacak şekilde muhatabını sal-volarıyla zor durumda bırakan, yaşantısı dünyevileşmenin en ala numunesi olan-dan değil; kürsüde söylediğiyle alışverişte-ki muamelesi bir olan, ferdi ve içtimai iliş-kileri İslam’ın ölçülerine uygun olan, yatı-rımını ahirete yapandan ama dünyadaki nasibini de unutmayandan alınır.

İlim, geceleyin kalkıp Allah korkusundan iki damla gözyaşı dökemediği halde her TV ekranına çıktığında elinde mendil olan-dan, asıl pınardan mahrum kaldığı halde sözlerine hikmetli ifade süsü verenden, ri-yayı ve kibri ‘Allah’ın nimetini tahdis et!’ emr-i ilahisinin formatına sokan sözümo-na kıymetli hocalardan değil; samimiyeti ve Allah aşkı gözlerinden okunan, kayna-ğa en yakın, berraklığı en net olan Sünnet-i Seniyye’den gıdalanandan, tevazuyu zinet olarak koynunda taşıyandan alınır.

İlim, geceyi nimet bilip ihya edenden, gün-düzü ganimet bilip cihad edenden, sükûtu vesile bilip tefekkür edenden, her zamanı fır-sat bilip hayra davet edenden, her nefesi şü-kür bilip zikredenden, her meclisi cennet bi-lip nasiplenenden alınır. Velhasıl ilim, ehlin-den alınır, ilmiyle amel edenden...

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 31: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 31

? SORU İŞARETLERİNDEN BİRİ Zulümdür dinlenen başlarsa eğilmiş

Gömleğin üzerine kadar çıkmış kalbteki kara leke

Dikilsen dağların ötesini tutar elin

Bir iki tank çer çöp olmuş gözüne perde

Petrol ya da banker sellerinde boğuluyorsun

Külçe külçe dolar ya da sefalet secden olacak yerde

O eski kadim iklim kimbilir nerde sürer

Perişan birkaç evde kimbilir veliler dilinde

Oturup konuşalım şunu. Bulsun kelimem kelimeni

Eğer uyku daha aziz esirlik daha ehven değilse

Bir deli akıl çırpınıyor aramızda

Rızık korkusu can korkusu baş mesele

Çıplan dünyadan çıplan ve gövdenden

O büyülü çiçekleri yol arın bir kere

Başını eğmiş zalimleri dinlersin

Dersin ‘lokmam ellerinde’

Filistin bir sınav kâğıdı

Her mü’min kulun önünde

De gerçeği yaz: Hakikat şehitliğe koşmaktır

De isyan çağır yolun açılır cennet köşelerine

Cahit ZARİFOĞLU

Page 32: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/232

W Muhterem Hocam, kendisinden istifa-de edebileceğimiz “ehli-ilim”in tarifini ya-pacak olursak, bu kimselerde aranan şart-lar nelerdir?

Evet, ilim ehli: bir takım ilimleri, bilgileri kendisinde toplayan bir zat… İlim ehli böy-le bir zat demektir. İlim ehlinin bilmesi ge-reken ilimler nelerdir efendim? Alet ilim-leri diye ilimler vardır, “ulûm-i âliye” de-nir onlara. Sonra yüksek ilimler manasına “ulûm-i ‘âliye” vardır. Bunların sırası vardır. Ancak bu sıraya göre bunları sağlam bir şe-kilde tahsil eden, öğrenen zat ulemâ mer-tebesine erer. Bu şekilde ona âlim denebilir.

Ulemâda aranan edepler vardır. Bu çok geniş bir meseledir. Aranan şartlar vardır. Kısa zamanda, böyle bir madde içinde bun-lar söylenemez. Ancak ulemâ; gerek itikatta gerek amelde kumanda zincirine bağlı ola-

rak bilgi edinmiş kimselere denir. O kuman-da zincirini bozdu mu, ilmi yok gibi öyle sa-katlanır ve kendisine itimat edilemez.

Esasen ilmin merkezi malum, Kur’ân-ı Azîmüş’şân’dır. Aynı zamanda onu tebliğ ve talim eden Rasûl-i Zîşân Efendimizdir. İtikat nasıl olacak, Rasûlullah (s.a.v) ashâb-ı kirâma öğretti. Onlar, Allah’a nasıl iman edilir, peygambere nasıl iman edilir, kita-ba nasıl iman edilir bizzat Rasûlullah’tan bunları öğrendiler. Amelde de aynı şey var-dır. Rasûl-i Zîşân Efendimiz (s.a.v) namazı güzelce talim etti. Kimden öğrendi, Cebra-il (a.s)’den. İlk vakitlerini Cebrail (a.s)’den öğrendi, son vakitlerini Cebrail (a.s)’den öğrendi. Sonra mesela, hangi namazı na-sıl kılacağını öğrendi. Ondan sonra ken-disi öyle kılarak ashâb-ı kirâma gösterdi ve “Ben nasıl namaz kılıyorsam beni gör-düğünüz gibi namazınızı kılın.” buyurdu.

EĞRİYİ DOĞRUDAN, SAĞLAMI ÇÜRÜKTEN AYIRT EDEBİLMEKenver baytan hocaefendi ile ilim üzerine...

Mülâkat: Ahmet ER“İlim deyince nedir? İlim elektir esasen. Bir elek. Sağlamı, çürüğü; eğriyi, doğruyu ayırt eden bir elek.

MÜLÂKAT

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 33: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 33

Onun için ulemâ kelimesinin yanında da-ima “ey: el-âmilûne bi’l-ilm” kaydı vardır. Ulemâ kelimesini şârihler, hadisleri şerh eden zatlar nerede şerh etmeye başlarlar-sa el-ulemâ kelimesinin yanına şerh olarak “ey: el âmilûne bi’l- ilmi” yani ilimleriyle amel eden ulemâ ibaresini koymuşlardır.

İlimleriyle amel eden deyince, onların ilimleri nereden başlıyor. Rasûlullah’tan ve ona uyan ashâb-ı kirâmdan. Sonra onları gözden geçirip de ictihadlar yapan İmâm-ı Azamlar. Zincir böyle geliyor günümü-ze kadar. Bu türlü edep içinde olan ulemâ hâkikaten âlimlerdir. Aynı zamanda uyul-maya da layıktırlar. Bana göre dediği yerde ise ulemâ duraklar. Bana göre dedi mi, so-rarlar, din sana göre mi olacak diye. ‘Bana göre’si olmaz. Daima deliller ortada, öğreti-lenler ortada. Buralardan mülhem olan bir yolda yürümek lazımdır.

Bir gün, İmam Ebu Yûsuf’a bir mesele-i di-niyye soruyor o devrin müslümanı. Düşünü-yor imam Ebu Yûsuf “Şu anda bunu bilemi-yorum.” diye cevap veriyor. Edebe bak. O da sert karşılıyor “Madem bu kadar bir meseleyi bilemiyorsun, ne diye devletin bütçesinden maaş alıyorsun?” deyince “Ben, devletin büt-çesinden bildiğimin maaşını alıyorum. Bil-mediğimin maaşını almaya kalkarsam orada mal kalmaz.” Böyle söylüyor, değil mi efen-dim. Nasıl, burada bir edep var mı? Var. At-masyon şeyler söylemedi onlar. Ulemâya ya-kışmaz. Ulemâ ilmin haddini bilecek. Nere-de bilgisi varsa orada gerekeni söyleyecek. Sorulursa cevap verecek. Sorulmasa bile ge-rekiyorsa söyleyecek. Ama hududu içinde. Ondan sonra hududunu aşan bir şey olursa mesela tıbba dair bir mesele sorulursa, “Ben doktor değilim, onu gidin doktora sorun.” di-yecek. Ulemâda edep budur.

W Hocasız ilim elde etmek, bunu taleb etmek ne derece sıhhatlidir ve de hoca-nın rahle-i tedrîsinde bulunmanın ehem-miyeti nedir?

Hocasız ilim, bizim bildiğimiz bu ilimler mümkün değildir. ‘İlm-i ledün’ diye bir ilim vardır mesela. Onu şöyle koyun, ilmin ka-nunu vardır. Cenabı Hak (c.c), peygamber-lerini peygamber olarak vazifelendirdiği za-man onlara muallimlik yapacak zatı gön-derdi değil mi? Kimdi? Cebrail (a.s.). Aynı zamanda bazılarına kitap vererek gönder-di. Diğer bazılarına da gönderdiğim kitap-la siz de amel edebilirsiniz, buyurdu. O da peygamber ama ona kitap gönderilmedi. Gönderilmişle amel etti. Aynı şeyi devam ederek insanlara öğretti. Şimdi, peygam-berlere muallim gönderilmiş, ondan son-ra o peygamberler insanlara muallimlik et-mişler, tebliğat yapmışlar. Onu güzelce an-latmışlar öğretmişler ve müteselsilen böy-le ulemâdan ulemâya, ulemâdan ulemâya ilim zamanımıza kadar gelmiş bundan son-ra da aynı minvâl üzere devam edecektir.

‘Rahle’ kelimesi mühim bir kelimedir. O rahleler bugün bile benim hoşuma gidiyor. Mesela medreselerin binalarını gidin görün.

ENVER BAYTAN HOCAEFENDİ

Page 34: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/234

Umumiyetle binaların pencereleri böyle ge-niştir, zaten aşağı yukarı hepsi yer evi gibi. Dışarıya doğru geniştir. Camın önünde rahle vardır. O rahleye bakarsınız camdan ışık alır. Etraf loş denilen karanlıkçadır. Etraf fazla gö-rünmez. Talebe gelir kitabını o rahleye koyar. Gelen ışık güzelce aydınlatır. Bu da o sayfa-ları okur. Etrafı seyretmez. Onu meşgul ede-cek bir şeyi görmez. Okur, orada fevkalade bir anlayış olur kendisinde ve okuduğunu anlar. Bu şekilde bir kıymeti vardır. Güneş-te bir kitap okuyun, aynı sayfayı gölgeye ge-lin de okuyun, aynı sayfaları gelin medrese odasında o rahleye koyarak okuyun, üçün-cüsünde daha iyi anlarsınız. Niçin? Çünkü zekâ bir noktaya toplanıyor. Güneşte okudu-ğunuz zaman her tarafı görüyorsunuz böy-le zaten yukarda da olduğu için zekâya te-sir ediyor. Ağaç gölgesine geldiğiniz zaman ona nispetle zekâ biraz daha belli noktaya geliyor. Ama medrese odasına girdiğiniz za-

man büsbütün bir noktaya toplanıyor. Bil-mem anlaşılıyor mu? Tatbikat edilerek ya-pıldığı kanaatindeyim. Bu şekilde böyle ted-risat devam ediyordu.

Hocasız da olur, deyince; ‘Nasıl olur?’ he-men sorulur. Yazı bilmiyorsa kendi kendi-ne öğrenecek mi? Hayır. Öyleyse ne lazım? Hoca lazım. Diğer ilimler de aynı. Hocalar-dan alma başkadır. Hocalar her zaman öğre-ticidir. Muallimi olmayan bir ilim düşünüle-mez. Gerçi görgüler var duygular var. Bunlar var… İlim deyince nedir? İlim elektir esasen. Bir elek. Sağlamı, çürüğü; eğriyi, doğruyu ayırt eden bir elek. Bizim tarafta, böyle buğ-dayı sallarlar, yaramaz şeyler alta geçer. İlim de böyledir. Bununla beraber ilmi üstâzdan almak vazifedir. Buna çok dikkat etmelidir. Üstâzın hali, üstâzın edebi, üstâzın konuş-ması, her şeyi tavrı hareketi o ilme dâhildir. Yani bu şekilde, böyle üstâza ihtiyaç vardır. Onu inkar etmek mümkün değil.

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 35: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 35

W Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in, duasın-da Allah Teala’ya sığındığı “fayda verme-yen ilim” hususundan bahseder misiniz?

Evet, “Allahumme innî eûzu bike min ilmin lâ yenfe’” “Allahım, ben fayda ver-meyen ilimden sana sığınırım.” buyuru-yor. Bir kere şöyle bir cümle aklımda. “El-ilmu bilâ amelin ke’ş-şeceri bilâ semerin.” (Amelsiz ilim meyvesiz ağaç gibidir.) Esa-sen ilimden maksat nedir? Ameldir. İlim-den maksat ameldir. Abdest almayı öğ-rendi. Abdest almıyor. Halbuki onu öğren-mekten maksat neydi? Abdest almak idi. İlim amelsiz olmamalıdır. İman bile böyle-dir. Yani oda mademki iman ettin, inanan-dan iş beklenir. Emredileni yap; yasak edi-lenden kaç. “Vel-asri, inne’l-insane lefî hus-rin, illellezine âmenû…” arkasından “ve amilussâlihâti..” buyruluyor. Kurtulanlar kim oluyor burada? İman edenler ve gere-ği olan amel-i sâlihi yapanlar. İlimden kasıt ameldir. Şimdi bir kimsenin, bir talebenin niyeti nasıl olmalı? Talebe ilme başlarken, ben ilme çalışıp kendimi cehaletten kurta-racağım sonra öğrendiklerimle amel ede-ceğim sonra başkalarına öğrendiğimi öğre-teceğim, onların da amel etmeleri için ça-lışacağım… Talebenin niyeti bu türlü ola-cak. Yoksa ‘ona buna çalım satmak için ilim tahsil edenlere ilim haramdır.’ deniyor. Ulemâ bunu söylüyor. İlim tahsil edecekte bu adam alimallah o ilimle makam zapte-decek. Halktan hürmet bekliyor. Böyle fa-sid bir niyetle okumak aslında yasaktır. İl-min bir şerefi vardır. Buna dikkat etmeli.

Kibir de olmamalı ulemâda. Devrimiz-de mesela bazı hocaefendiler gördük biz. Ömer Nasûhî Efendi Allah rahmet eylesin. Âlim miydi? Âlimdi. Fadıl idi aynı zaman-da faziletliydi. Müftüdür, makamında otu-ruyor. Bir Müslüman geliyor, fetva soruyor. Oda zile basıyor, yardımcısı var yardımcısı-nı çağırıyor. Ama o da hoca. Hangi mese-le hangi kitapta bulunur biliyor yani. “Bu kardeş şöyle bir şey soruyor efendi, açın ki-

tabı bakın bakalım ulemâ ne demişler.” O da gider kitapta yerini bulur getirir önüne verir. O da bakar “Kardeş, senin şu sualine ulemâ şu türlü cevap veriyor.” der, halbuki kendisi buraya bakmadan da bu cevabı ve-rir. Verir ama adam acaba doğrumu diye başkasına gidebilir. Ama kitaptan bakarak, ulemâ sana bu cevabı veriyor deyince ko-lay kolay başkasına gitmez. Öyle değimli-dir? Bu şekilde böyle bu tevazu onda vardı. Allah rahmet eylesin. Onun için kitaplarına itiraz yok. Kitaplarını yazmış güvenle oku-nur. Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmûsu gibi Büyük İslâm İlmihali gibi. Allah razı olsun…

W Az evvel bahsettiğiniz, Ömer Nasûhî Efendi gibi hayatınıza tesir eden ilim ehli şahsiyetlerden ve onların vasıflarından da bizlere bahsederseniz misiniz?

Onlarda beğenilecek çok şey var. Med-rese devrinin son zamanında ancak me-zun olabilmiş sonra medreseler kapanmış. O hocaları biz gördük. Elini öptük. Bekir Hâki Efendi keza, yakından gördük. Ömer Nasûhî Efendi geçmişe, temele bağlı; ver-diği fetvalarda daima kitabı esas almış, tes-limiyet içinde gereken fetvayı vermiş ya-hut yazacağı yazıyı yazmış. Fevkalade edep sahibi bir zat idi Ömer Nasûhî Efendi.

“Ulemâ; gerek itikatta gerek amelde kumanda zincirine bağlı olarak bilgi edinmiş kimselere denir. O kumanda zincirini bozdu mu, ilmi yok gibi sakatlanır ve kendisine itimat edilemez.

ENVER BAYTAN HOCAEFENDİ

Page 36: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/236

Bekir Hâki Efendi keza o da öyleydi. Yalnız biri kitap yazabilmiştir. Bekir Hâki Efendi biraz sıkıntılıydı onun için. Bize ders okuturdu. Hem tefsir okuttu bize hem hadis okuttu. Hadisten Buhârî’yi, tef-sirden Kâzî’yi bize okuttu efendim. Allah hepsine rahmet eylesin. Bekir Hâki Efen-di, o derece ibaresi düzgün ve doğru idi ki kolay kolay üstün ötresinde vesairesin-de yanlışlık yapmazdı. Hayret edersiniz. Şairlerin sözlerini bile, bir beytini mesela iki satırlık bir şiirini görse o kadar sırayla sıralanmış o şiirin içinden bir zamir çok önceki mısralara gitse onu bulur. O kadar kuvvetli. Sarfta kuvvetli, nahivde kuvvet-li, edebiyatta kuvvetli… Osmanlı edebi-yatını onun kadar bilen bir adam görme-dim. Fuzûlî’nin divanını onun kadar an-layacak bir zat görmedim. Bambaşkaydı o. Onları iyi anlardı. Cemiyetli insanlardı onlar. Ali Yektâ Efendi, Allah rahmet ey-lesin, Eminönü müftüsüydü. O zaman Ali Yekta Efendi’ye hocam dedim, bir fet-va gördüm. Behçetü’-Fetâvâ’da bir fet-

va gördüm. Orada diyor ki: Zeyd Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı Fatiha’dan bed’ edip, İhlâs’a kadar okusa, badehû Amr’a: sen itmam eyle deyu emretse, bu Amr dahî İhlâs-ı Şerîf’i ve muavvezeteyni okusa, Zeyd hatm-i Kur’ân etmiş olur mu? El cevap: Olmaz. Peki, hâkikaten bir sûre bile ek-sik okumuş olsa hatim olmuyor değil mi bu fetvaya göre? Onu o zaman bir dü-şündüm. Hocaefendiye sordum… On kişi toplanıyoruz biz imamlar müezzinler bir yere çağırıyorlar hatim okuyun diye. Üçer cüz taksim ediyoruz. Ona sorsalar hatim indirmedin. “Şimdi o hatim sevabını he-diye ediyorlar.” dedi “hatim değil”, dedi. Üç cüz okuyan sevap aldı mı? O üç cüz okuyan da bir sevap aldı mı, okuyanla-rın hepsi aldı mı? Evet, yekûn olarak ha-tim sevabı oluyor mu? Evet. Hediye edi-len odur dedi. Zeki insandı çok. Ali Yekta Efendi çok zeki bir insan. İlmi de iyiydi. Al-lah rahmet eylesin. Bunların hepsi edep-liydiler. İlimleri sağlam idi efendim. Evet efendim. O hoca efendileri gördük. Ömer

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 37: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 37

Nasûhî Efendi, Bekir Hâki Efendi, Ali Yek-ta Efendi, Ermenaklı Saffet Efendi ondan sonra mesela Hüsrev Hocaefendi vardı Al-lah rahmet eylesin. Fatih Camii’nde vaaz ederdi. Bunları hep biz gördük. Bunla-rın elini öptük zamanında ve bereketini gördük çok şükür. Bunu açık söylüyorum yani bereketini gördük. Konya Hadımlı Musa Kazım Efendi vardı. Fıkıhta hocala-rımızdan biri de odur. Başkasından da fı-kıh dersi aldık. Bu Hocaefendi’den de fı-kıh dersi aldık. Hocaefendi daveti ikramı severdi. Hayatta evlenememiş. 93 yaşın-da rahmetli oldu. Hep bekâr olarak yaşa-mış ve talebe okutmaya devam etmiş…

Aklıma geliyor epey de hatıramız var. Bir gün ben derse giderken, salla par-ti gitmezdim çok şükür. Önce okuyacağı-mız dersi gözden geçirirdim. İbarede be-nim çözemeyeceğim bir söz geçerse onu lügatten bakarım filan. Ahterî’ye baktım bir gün bir kelime için. Manayı öğren-dim. Derse gittim. Hocaefendi’ye mana verirken benim öğrendiğim manaya uy-madı. “Hocaefendi, dedim, bu kelimenin manası bu mudur?” “Evet.” dedi. “Ben Ahterî’ye baktım, orada bir başka mana verilmiş.” dedim. “Şu benim Ahterî’yi ver.” dedi. Onun el yazması Ahterî’si vardı bü-yük. Verdim, baktım onun dediği mana. “Gel bak bakalım.” dedi. Baktım. “Hoca-efendi sizin verdiğiniz mana buna göre doğru; ama ben de Ahterî’ye baktım…” kulağımdan tuttu “İşte medresede mü-rekkeb yalamanın faydası budur.” dedi. “Git bak bakalım hatası var mı, cetveli var mı yok mu onu yokladın mı?” dedi. Bak-tım, Hocaefendininki doğru, hayret eder-siniz… Allah hepsine rahmet eylesin… Bu şekilde, böyle bazı hatıralar da var…

Muhterem Hocam, vakit ayırıp sorula-rımızı cevaplandırdığınız için çok teşek-kür ederiz…

ENVER BAYTAN HOCAEFENDİ

““Vel-asri, inne’l-insane lefî husrin, illellezine âmenû…” arkasından “ve amilussâlihâti..” buyruluyor. Kurtulanlar kim oluyor burada? İman edenler ve gereği olan amel-i sâlihi yapanlar. İlimden kasıt ameldir.

Page 38: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/238

Muhterem hocam, Efendimiz (s.a.v) hayatını cehaletle mücadele ile geçirmiş ve bu yolda elinden gelen gayreti sarf et-miştir. Kendisini bütün insanlığa “Ben ce-haletle savaşmak için gönderildim.” diye tanıtmıştır. Ve bu savaşta kullanılacak olan en etkili silahın İLİM olduğunu bizle-re her noktada ifade etmişlerdir.

W Efendimizin dâr-ı bekaya irtihalinden asırlar sonra O’na ümmet olabilme ümi-diyle yaşayan bizler ilim denildiği zaman neler anlamalıyız?

İlim dendiği zaman aklımıza ilk gelen şey Allah celle ve âlâ’nın sıfatlarından birisi-nin Alîm olduğudur. Kur’an-ı Kerim’in bize öğrettiği doksan dokuz sıfatın her biriyle mütehallik olmamız için bize haddi hesabı olmayan terğib ve teşvikler vardır. İşte o ter-ğib edilen sıfatlardan birisi de ilimdir.

Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v) âlimin fazlını gökteki bedr-i münîr olan ayın on

dördüne teşbih etmiştir. İlme teşvik babın-da Ebu’d-Derda (r.a) Hazretleri tarafından nakledilen şu Hadis-i Şerif de calib-i dikkat-tir. Ne buyuruyor Rasûlullah (s.a.v) Efendi-miz: “Bir insan ilim yoluna girdiği zaman o kimse cennet yoluna girmiştir. O yolun sonu cennete ulaşır.”

W Bütün ilimleri, bu müjdeye kavuşturan yollar olarak değerlendirebilir miyiz peki?

Evet, bu kadar medh ü senâya layık görülen hangi ilimdir acaba? İlimlerin en mühimi di-yebileceğimiz ilim hangisidir? Tabi ki ilimlerin en mühimi “kale Allah, kale Rasûlullah” ile baş-layanıdır. Bu ilimden kimse müstağni olamaz. Bu ilim herkes için “alâ merâtibihim” lazımdır.

Bazı ilimler vardır ki herkes tarafından bi-linme zarûreti vardır. Mesela kişinin farz iba-detlerini yerine getirecek kadar ma’lumat sahibi olması onun üzerine farzdır. Amma bir de cemiyetin nizamını tanzim edecek, hatta bütün beşeriyetle alakalı meselelere

CENNETE GÖTÜREN YOLEMİN SARAÇ hocaefendi ile ilim üzerine...

Mülâkat: M. Necmeddin ATTAR“

Bir memlekette âlim olmazsa o memleket dalalete düşmüştür, karanlıkta kalmıştır. Ve o takdirde musibetler de o memleketin başına inmeye başlar. Zira en büyük musibet olan kıyamet âlimler bittiği zaman başlayacaktır.

MÜLÂKAT

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 39: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 39

ait ilimler vardır ki bunu da muayyen insan-ların öğrenmesi farz-ı kifayedir.

Bir memlekette âlim olmazsa o memle-ket dalalete düşmüştür, karanlıkta kalmıştır. Ve o takdirde musibetler de o memleketin başına inmeye başlar. Zira en büyük musi-bet olan kıyamet âlimler bittiği zaman baş-layacaktır. Ulemanın böyle zevale doğru git-mesinin kıyamet alametlerinden birisi ol-duğu kitaplarımızda yazılmaktadır.

W Ecdâdımızın, hayatlarını, bu düstu-ru yeryüzüne hâkim kılmak davasına feda ettiklerini söyleyebiliriz değil mi hocam. Tarihimizin şekillenmesinde bu düstur hep ilk planda ele alınmıştır di-yebilir miyiz?

Tabiki, bakın bütün İslâm tarihi bo-yunca neler yapmışlar ilim babında. Fatih Hazretleri’nin İstanbul’un fethinden son-ra ilk yaptırdığı iş Tophane Medresesi’dir ki önce onun temeli atılmıştır. Camiden evvel medreseyi başlatmıştır; ilme verdiği ehemmiyetinden dolayı. Bu cami-i şerif beş yüz sene bu memlekete, hem ulema-sını hem de devlet ricalini yetiştirmiştir. İşte karşımızda gördüğümüz en son alla-meler: Cevdet Paşa, Ömer Nasuhi Efendi, Zahid Efendi, Mustafa Sabri Efendi, Ham-di Efendi, Ali Haydar Efendi, içinde bulun-duğumuz Fatih Cami-i Şerifi’nin eserleri-dir. Bunların her biri bu memlekete çok büyük hayırları olmuş âlimlerdir. İlimsiz olan bir diyar artık dalalete düşer, rehber-siz kalır perişan olur. Nitekim bizim şimdi o güzel ilim erbabından mahrumiyetimiz büyük sıkıntılara sebep olmaktadır.

Dahası var! Bizim eski ulemamızın tedrisinde, tekmil-i nüsah denilen bir ta-bir vardır. Bir kitabı aldığı zaman başın-dan sonuna kadar hazmederek, gayet muhkem bir şekilde okur. O sağlam oku-yuşu sebebiyledir ki en son icazet aldığı, dersiâm olacağı zaman, kendisine birkaç ibare verilir, o da tahlil eder. Bunun mü-

zakeresi heyet huzurunda yapılırken oku-duğu ilimlerin hepsi o ibarelerde tatbik edilir. Yine hakkını verirse, o kimse tedris yapma ehliyetini kesb eder.

W Onların bıraktığı bu tedris metodları-na biz varisleri ne kadar sahip çıkabildik. Onlara layık torunlar olabildik mi acaba?

Durum ortada. Bugün mektepler-de hiçbir kitabı okuyamıyorsunuz. Bun-dan bin sene evvel yazılmış kitaplar bizim medreselerimizde tedris edilmiştir. Bakı-nız Teftazanî’nin eseri, Nesefî’nin eseri, Sadru’şşerîa’nın eserleri bütün İslâm dün-yasının hepsinde aynı şekilde okunmuştur. Niçin? Bütün İslâm dünyasının fikirleriyle birleşiyor, ulemanın efkârı ile birleşiyor. Her yerde Hanefi fıkhının Hidaye’si, Kuduri’si ve İhtiyar’ı okunmuştur. Bugün müftüleri-mizin hangisi Kuduri’yi okumuştur. Olma-yınca da bunlar ne ile fetva veriyorlar!

EMİN SARAÇ HOCAEFENDİ

Page 40: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/240

İnsanın bilmediğini bilmesi lazım. Bu çok güzel bir vasıftır. Bilmediğini bilmiyor ve ken-disini allame sanıyor ve başkasının sözlerini itibara almıyor. Kendisinin bildiklerini her şe-yin üzerinde zannediyor. Bu da yüz karasıdır.

Bugün hakikaten bize ilim eseri, iman eseri olarak bırakılan şu güzel diyarımız; onların ilim ve imanıyla fethedildi. Açın ba-kın ulemamızın sîretini; açın bakın Şakaik-i Nu’maniyye’yi veyahut Osmanlı Müellifle-ri vesaireyi ki bu diyar ne büyük âlimlere meydan olmuştur. Onların eseri olan Fatih İstanbul’u fethetti. Onun ilmi kudreti mü-kemmel; çok ulemayı hesaba çekecek ka-dar muktedir bir kimse.

Biz bunların hepsinden mahrum bir va-ziyetteyiz şu an. Bu ilmi ihyâ etmek için gayret etmek, zamanın en mühim vazifesi-dir. En salih ameldir.

W Peki, bu ihyâ faaliyetine nereden başla-malıyız. Bu yolun olmazsa olmazı nedir?

Evet bu yola adım atmak için evvela il-min de esası olan Arapça’yı iyi bileceğiz. Cenab-ı Hak; kelamını, beşeriyetin son ir-şad fermanını Arapça üzerine indirmiştir. Bakınız Hindistan uleması kendileri Urdu lisanı konuşurlar amma eserlerini Arap-ça veriyorlar. Her yerde bu şekildeyken biz şimdi bütün ilimlerimizi fikirlerimizi Türk-çe isar ettik. Arapça da bilmeyişimiz bu memleketin cehlini biraz daha artırmaya sebeb olmuştur. Hayır, öyle değil Arapça’yı bileceğiz; sarfı, nahvi bileceğiz.

Sarfı okumadan nahvi bilmeden ilimle-rin kaynağı olan Kitabımızı anlayamayız. Bu şekilde tefsir yapamaz, ve dinî mevzu-larda söz söylemeye gerçek mânâda yetkili olacak hakiki bir âlim yetiştiremeyiz.

İşte görüyoruz, böyle kimselerin tefsir-lerinin hangisi işe yarıyor. İşte son tefsirde görüldüğü gibi… Ben şahsen çok üzüldüm böyle bir tefsir nasıl çıkardılar, insanlarımız bu kadar mı gaflete düştü.

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 41: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 41

Efendim, bizim çocukluğumuz zama-nında bakıyye ulema vardı ki o eslafın ba-kıyyesi olan ulemayı gördük. Ali Haydar Efendi, Ömer Nasuhi Efendi… O zaman-ki Bekir Hâki Efendi, Ali Yekta Efendiler. İşte âlimler böyle olur. İslâm âlemine çık-tık; Mısır’da 9 sene kaldım, Hindistan’a, Pakistan’a gittim. Senelerce Hicaz’da ule-ma cemiyetlerine, toplantılara çağrıldım. Ve bizi onlarla mukayese ettiğiniz zaman halimizi görüyoruz. Suriye’deki âlimler bugün Türkiyemiz’de maalesef yok. İl-miyle, sülukuyle kendisini ispat edecek âlimlerimiz yok. Ne güzel salih âlimleri var.

Modern olacağız diyerek Sünnet-i Enbiya olan sakalı hiçe sayıyoruz. Ne kadar ayıp bir şey, ne kadar çirkin bir şey! Rasûlulah Efen-dimiz, “emerani rabbi” diye Allah’ın emrin-den bahsediyor, bizim ağalar ne diyor efen-dim bu bir Arap âdetidir. Peki, senin yap-tığın da Hıristiyan âdeti. Ne diyeceğiz hadi bakalım o Arap âdeti diye onu sen söylüyor-san, senin yaptığın da İslam düşmanlarının âdetidir, peki buna ne diyeceksin.

W Muhterem hocam hakiki ilmi elde etme yollarımız nelerdir. Bu konuda fikir-lerinizi bizimle paylaşır mısınız?

İlmin iki vasfı vardır efendim: Bir kesbî tarafı bir de vehbî tarafı. Kesbî tarafı, hoca-efendilerden aldığınız kelimâtı iyice zapte-dip öğrenmeniz; vehbî tarafı da “Bildiğiniz ile amel ederseniz Allah bilmediklerinizi de ihsan eder. İttikâ sahibi olursanız Allah size öğretir.” emrinin sırrında gizlidir. Bunun es-babını yerine getirdikten sonra bir de şerh-i sadr ile verilen ilimler var. Bu ikisi de bir arada cem olunduğu zaman o kimse hoca-efendi, âlim olur.

W Yalnızca ilimle arzulanan hedefe ulaşa-mıyoruz yani.

Tabiki, bu işin temelini sağlam tutmak için evvela ibadetlerimize dikkat edeceğiz. İbadetlerimize ferâiz-i evkât-ı salâtımızdan

başlarız. Kur’an tilaveti mânevî bir kuvvet-tir ki o kuvvet âdeta arabanın, uçağın git-mesi için benzin ne ise odur. Buradan başlarsak, takvaya ehemmiyet verirsek Cenab-ı Hak bizim önümüzü açar, inkişaf verir. Okuduklarımızı da anlamak husu-sunda bir basiret ve feraset sahibi oluruz. Vesvese-i şeytaniye ile kendimizi mağlup etmeyiz. Bizim bazı insanlarımızı görü-yoruz. Adamlar kendi hevayı heveslerine göre ahkâm kesiyorlar halkımıza.

Kendileri daal oldukları gibi mudill de oluyorlar. Hem dalalete düşmüş oluyorlar hem de başkalarını dalalete düşürüyorlar. Bir iş ibadetle başlayacak takva ile başlaya-cak. Eğer ibadetsiz, takvasız ilme başlarsak onun akıbeti kötü olur. Ben iyi hatırlıyo-rum bazı kardeşlerimiz hocasından aldı-ğı dersi sanki teyp gibi, böyle fotokopi gibi alıyordu; fakat namaz kılmıyordu. Bir ta-kım dünyevî şeyler aldılar ama neticesin-de onların ilimleri halâveti olmayan, fay-dası olmayan bir hale geldi. Talebelerimizi takva üzerine yetiştirmemiz, ibadetle, ta-atle teçhiz etmemiz zarureti vardır. Bu şe-kilde başlarsa o ilimler hayırlı olur. Bakı-nız, eskilerimiz bir taraftan sarf nahiv ile meşgul olurken talebelere bir taraftan da ahlaken güzel olmaları için bir ders oku-turlarmış. İkindi dersi ya da koltuk dersi olarak isim verirlerdi. Tarikat-ı Muhamme-

“İlk iş evden ve aileden başlar. Onun için hocazâdelerin hoca yetişmesi çok hayırlı bir iştir. Çünkü o birçok eseri okumadan bilir.

EMİN SARAÇ HOCAEFENDİ

Page 42: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/242

diyye okutulurdu. Niçin? Talebenin ahlakı güzel olsun diye. Talebenin ahlakının gü-zel olmasını önceden hocalar nizama, dü-zene koymuşlardı. Bu kubbenin altında yetişen ve kendini buraya vakfeden hoca-larımızdan biri olan Hüsrev Efendi Hoca-mız derdi ki 11 defa Tarikat-ı Muhamme-diyyeyi okuttum. Talebeye okutuyor tabi-ki. Şimdi var mı böyle ders okutan bir yer. Talebenin ahlakı güzel olsun diye bir ders bizim ilahiyatlarımızda vesairede okunu-yor mu, yok. Hele hele ehadîs-i nebeviye-yi ihmâl etmek, ona itibar etmemek de felaketlerin en büyüklerindendir. ehadîs-i şerifeyi reddettikten sonra, Âyet-i kerîme anlaşılmaz hale geliyor. O zaman da âyet-i kerîmeleri kendi sakîm ve akîm olan fikir-leri ile anlaşılmaz bir hale getiriyorlar.

W Güzel ahlak noktasında en büyük paylar-dan biri de aileye düşüyor diyebilir miyiz?

Elbette ilk iş evden ve aileden başlar.

Onun için hocazâdelerin hoca yetişmesi çok hayırlı bir iştir. Çünkü o birçok eseri oku-madan bilir. Kendi nefsimi düşünüyorum da ailemin, annemin, babamın, hocaları-mın üzerimdeki etkisi büyüktür. Onlardan gördüğüm şeyler zihnimde sabit kalmış. İlim ya müdareseden satırdan, ya da hoca-efendinin harekâtını görmek sureti iledir ki o harekât da insan için ilimdir. Rasûlullah Efendimiz’in harekâtının Ashab-ı Kirâm’a ilim olduğu gibi. Fakat hoca ki; kendisi iba-detini yapmıyor ondan sonra efendim han-gi ünvana sahip olursa olsun… Bir kere na-maz kılmıyor; öyle bir insanın hangi işini biz itibara alacağız. O da onları bildiği hal-de, bana okuttuğu halde tatbik etmiyor. O zaman efendim şeytanın vesvesesi geliyor: Sen de onun gibi ol canım, o da bak senin gibi okumuş da şu hale gelmiş.

W Hocalarımızın, öğrendikleri ilimleri tat-bik ederek insanlara örnek olma zaruret-leri vardır değil mi hocam?

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 43: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 43

Eski medreselerimize bakınız: Medrese ile cami bir araya getirilmiştir. Medresede oturup kalkıyor; camide ibadet ediyor, na-maz kılıyor ve ders okutuyor. Bu vecih ile hakikaten o medreseden yetişen hocaefen-di tam bu mesleğin ehli oluyor. Bugün ma-alesef, şimdiki hocalarımızın birçokları hiç-bir vecih ile camiye gitmemiş, camiden uzak kalmış, cemaatle namaz kılmayı hiç kendisine, nefs-i emmaresine alıştırmamış, ondan sonra da bu insan ümmetin önüne geçince ne yapacak? Kendisi o âdetini ta-kip ettiği zaman milletin üzerinde de hiç-bir etkisi olmaz. O sebeple bunu insanların düşünmesi lazım. Efendim bir tabir vardır ya “İlim müminin bir kaybıdır nerde bulur-sa kimde bulursa alır.” Amma bunu her za-man da insan tefrik edemez.

W Maalesef ümmet-i Muhammed’in kay-bı olan ilmi günümüzde herkes bulduğu-nu iddia ediyor. Ve buldukları bu ilimden kendilerince fetvalar veriyor. Halkımız da onların verdikleri fetvalarla baş başa bı-rakılıyor. Fetva vermek, fetva verebilmek kimlerin hakkıdır?

O fetva meselesi ayrı çok ince bir şeydir Çok mühim çok zor da bir meseledir. Fetva vermeye cüret ve cesaret göstermek -Hadis-i Şerif’te de beyan edildiği gibi- cehenneme cesaretle atılmaya benzer. Onun için Ashab-ı kiram bir fetvayı vermek için birbirlerine at-federler. O ona o ona havale ederlerdi. Her-kes ben bu işin ehliyim ben önce söyleye-yim demiyor çünkü olabilir ki benim zih-nimde farklı şeyler olmuştur isabet etmem diye kendisini vebale atmıyor. Zahid efendi hocamızın Makalat’ında Hutûratu’t-Teserrû’ fi’l-Fetva (Fetvada Acele Etmenin Tehlikele-ri) isimli makalesi vardır. Bu okunması gere-ken çok mühim bir makaledir.

W Bu şuura sahip bir ilim talebesinin mey-dana gelmesi nasıl mümkün olabilir, ilme talip bir kişide hangi vasıflar aranmalıdır?

İnsanoğlu, benî Âdem Allah’ın mümtaz

bir mahlûkudur. Hadis-i Şerif’te “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar. Fıtrat-ı İslâmiyye onda mevcuttur. Onun icaplarını yerine ge-tirir ama anne babası Yahudi olursa onu Ya-hudi yapar, Mecusi olursa onu Mecusi ya-par.” buyruluyor. Fakat onu kendi haline bı-rakırsan, ona kimse tesir etmezse Allah’ın tevhidini o bulur diye kitaplarda yazıyor. Çocuklarımızı filanın çocuğu falanın çocu-ğu diye ayırmadan Allah’ın halk ettiği o gü-zel yavruya güzel şeyler öğrettiğimiz taktir-de netice alabiliriz. Onun için biz tahdit et-meyiz. Bazı çocuklar var ki hazır kabiliye-ti itibariyle, aileden gelişi itibariyle aileden aldığı bir takım güzel meziyetleri muhafa-za etti ise o talebeyi tercih eder insan. Öne alır ki daha kolaydır bunu eğitmesi.

Meşhurdur Hz. Fatih devletin bütçesini tesbit edeceği zaman en çok masrafı tale-beye tahsis ettirirmiş. Demişler ki “Sulta-nım bu talebenin içerisinden ciddi yetişe-cek kimse ancak bunun onda biri kadardır.” Fatih şöyle demiş: “İşte o onda birini bul-mak için bu masrafın yerine koyulması la-zımdır. Hiç tenkis edilmeyecektir.”

Biz talebeyi, talebe geldiği zaman talim etmeye takat etmeliyiz, talebe reddedilmez, yeter ki talebe haylazlık yapmıyor olsun. Ta-lebelerimizi hoş karşılayacağız, onlara şef-kat edeceğiz. Bir anne baba evlatlarına na-sıl muamele ediyorsa biz de öyle yapacağız.

“Fetva vermeye cüret ve cesaret göstermek -Hadis-i Şerif’te beyan edildiği gibi- cehenneme cesaretle atılmaya benzer.

EMİN SARAÇ HOCAEFENDİ

Page 44: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/244

W Belirli bir yaşa ulaştığında anne baba tarafından çocuğa bir takım mesuliyet-ler verilir. Bu mesuliyetlerle çocuk her geçen gün biraz daha büyür ve cemiyet-te kendi kendine ayakta durabilecek se-viyeye ulaşır. İlim talebesi için de böyle bir yol izlenebilir mi. Öğrenirken öğre-ten bir talebe düşünebilir miyiz?

O çok çok güzeldir. O tedris meselesi efendim, eskiden bir medresede bir oda-nın sahibi var onun yanına çömez diye bir kimse verilir, o çömez denilen kimse odanın esas sahibi olan büyüğüne kar-şı hizmet etmekte. Mesela odayı silip sü-pürmekte, yemek hazırlamakta falan yar-

dımcı olur o da ona ders okutur. O şekilde onu yetiştirir nihayet bir gün hoca mezun olup gittiği zaman o odaya hâkim olur.

Bir başka husus daha vardı. Onu sonra-dan zem etmeye başladılar ama onun da mânâsı üç aylar geldiği zaman tatil yapılır, Ramazan Ayı girdi mi ders devam etmez. Biz Mısır’a gittiğimiz zaman Ezher’de usul öyleydi. Ramazan Ayı’nda ders tatil olur. Talebe tatbikata çıkar halk arasına dağılır; hafız ise mukabele okur, imam-lık yapar; hafız değilse vaaz eder. O vaa-zı eden hoca olacak talebeleri halk o çağ-dan tanır. Hem halk onların hem de on-lar halkın meziyetlerinden haberdar olur-du. Bunlar ileride halkın gönlünde yetiş-miş hocaefendiler olur. Biz yurtlarda ora-da burada çocukları kendi hallerine bıra-kıyoruz. Hazır yiyip içiyorlar. Fakat o mezi-yetler de bir insan yetiştiremiyoruz.

W Biliyoruz ki eski âlimlerimizin rahle-i tedrislerinden sayısız talebeler geçmiştir. Fakat onların her biri hocasına tam ma-nasıyla varis olamamıştır. Hocasına varis olabilecek, üstadının icazeti almaya lâyık bir talebede ne gibi vasıflar aranmalıdır?

Bir kere eski usûle göre tekmil-i nu-sah lazım. Tekmil-i nusah Emsile’de başlar Şerh-i Akaid’de biter.

Talebede icazet istihkakı tahakkuk et-tiği takdirde hocaefendi bu emaneti ona takdim eder. Ayrıca o icazetnamenin so-nunda nasihatler vardır, yine icazet veren hocadan Rasûlullah’a kadar bir silsile be-lirtilmektedir, bu silsile bizim rehberleri-miz, muhteda bihlerimizdir. Bu icazeti al-mayı hak eden talebe, silsiledeki hocala-rın isimlerini gördükçe kendisi de onlara layık bir talebe olma gayretinde olur. Ben o yolu takip edeceğim diye elinden gelen gayreti sarf eder. İcazet nihayetinde Rah-meten lil-âlemin olan Hatemu’l Enbiya (s.a.v) Efendimiz’e ulaşır. Bu aradaki vası-talar bizim ona ulaşmamız içindir.

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 45: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 45

Wisterseniz hocam. Yetişebildiğiniz, dersle-rinde bulunma imkânına sahip olduğunuz hocalarınızdan sizi en çok etkileyen bir ta-nesinden bizlere biraz bahseder misiniz?

Ben İstanbul’a geldiğimde ilk hocam Ali Haydar Efendi idi. Bu camide istifade edebildiğim hocalarım arasında Gümül-cineli Mustafa Efendi, Fatih Camii’nin baş imamı faziletli Ömer Efendi, Hüsrev Efendi ve Süleyman Efendi’yi - ki o cami-in baş kayyımı idi - sayabilirim. Bu hoca efendilerden tederrüs etmek suretiyle is-tifade etmişizdir. Bunlar bizzat ders al-dığım hocalarımdandır. Bu hocalarımın hallerinin bizim üzerimizde çok büyük tesirleri olmuştur. Âdeta ben babamdan gördüğümü burada daha te’kit etmiş ol-dum. Bizim evimizde elhamdülillah bir an’anemiz vardır. Babam, dedem, baba tarafım anne tarafım hep hocalardan müteşekkildir.

Ondan sonra Mısır’a gittiğimiz zaman Zâhid Efendi, Mustafa Sabri Efendi gibi ho-calarımızla bir arada bulundum. Sonra Ez-her ulemasından hocaefendiler mese-la Muhammed Abdulvehhab Buhayrî ho-camız… Ahmed Fehmi Ebu’s-Sunne ho-camız… Çok kâmil ve mükemmel zatlar-dı. Onların dersleri, meclisleri bizi zevk yâb ederdi.O meclislerin zevkini hiç unu-tamam.

Efendim hocalarımın her biri be-nim için anlatılmaz ehemmiyete sa-hiptir.

Allah cümlesine rahmet etsin.

Teşekkür ediyoruz.

EMİN SARAÇ HOCAEFENDİ

“Meşhurdur Hz. Fatih devletin bütçesini tesbit edeceği zaman en çok masrafı talebeye tahsis ettirirmiş. Demişler ki “Sultanım bu talebenin içerisinden ciddi yetişecek kimse ancak bunun onda biri kadardır.” Fatih şöyle demiş: “İşte o onda birini bulmak için bu masrafın yerine koyulması lazımdır. Hiç tenkis edilmeyecektir.”

Page 46: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/246

W Muhterem Hocam, ilim ve “ehl-i ilim” tarifi yapacak olursak; kendisinden isti-fade edebileceğimiz ilim ehlinde hangi vasıfları aramamız gerekir?

İlmi dini ilimler, din dışı ilimler diye ikiye ayırabiliriz. Gerçi ilimlerin hepsi insana hiz-met niyetiyle olursa dini olur ya, bir de doğ-rudan doğruya dini ilgilendiren ilimler var-dır. Bu ilimler hayatî öneme sahiptir. Çün-kü bu ilimlerle adamın inancını ya inşa edi-yor ya da yıkıyorsunuzdur. Bir insanın inan-cının olmadığı yerde öbür ilimler iyiye kulla-nılamaz. Zira adamın kendisi, karakteri sağ-lam değilse, kafa yapısı yanlışsa, hizmet et-mez, ilmini kötülükte kullanır. Bir ilim ehli öncelikle inancını sağlam inşa etmelidir de-mek ki. Ve hemen ardından bildiklerini ha-yata aktarmalıdır. Zira amelsiz ilim olmaz.

Kendisine faydası olmayan bir insa-nın etrafına nasıl faydası olsun… Amel-

siz ilim işe yaramaz. Mesela “Massignon”. İslâmî ilimlerle hayatını geçirmiş. Ama Ya-hudi. Şimdi biz onu çok makbul adam mı göreceğiz? Adam Yahudi. Belki çok hoca-dan daha çok bilgisi var. Tefsir, Hadis, Fı-kıh okuyor, biliyor ama hiç uygulaması yok. Biz bunları örnek alamayız. Kur’an-ı Kerim’de buna dair emir vardır: “Bilme-diğinizi ehl-i zikir âlimlere soracaksınız.” buyruluyor âyet-i kerimede. Bu âyet-i keri-me çok dikkat çekicidir. Bilenlere soracak-sınız denmiyor, ehli zikir olanlara, yani bil-diğini uygulayan, namazlı abdestli, Kuran’ı elinden düşürmeyen, Allah’ı zikreden kim-selere soracaksınız buyruluyor.

Rasulullah (s.a.v) Efendimiz zamanında camiler, camilerin bitişiğinde medreseler vardır. İslam’da uygulamasız ilim yok. Cami ile medresenin yan yana, iç içe olması. Bu, ilim-amel dengesinin en güzel ifadesidir.

AMELSİZ İLİM OLMAZCEVAT AKŞİT hocaefendi ile ilim üzerine...

Mülâkat: Hüseyin ALTINTAŞ“

Her kafadan bir ses çıkıyor. Bizim duyduğumuz okuduğumuz şeylerle alakasız şeyler konuşuluyor. Herkes kendi kafasına göre fetva veriyor, milletin kafasını karıştırıyor. Kendi sapıtıyor milleti saptırıyor.

MÜLÂKAT

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 47: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 47

W İnanç, ilim ve amel dengesini oluşu-racak sağlam bir fikir yapısının oluşma-sında hocanın rolü için ne diyebiliriz?

İnsanoğlu çevresinin etkisinde kalır. İk-lim olarak kalır, tabiat olarak kalır… Hal böyle olunca insanın, üstadının tesirinde kalması muhakkaktır. O sebeple bir hoca-nın kimden okuduğu bilinmeli, görülmeli ki; değerlendirmesi ona göre yapılsın.

İslam’da güzel bir usul vardır: İcazet usu-lü. Bu biz Müslümanlara mahsustur. İcazet, talebe sadece bazı kuru bilgilerle yüklü ol-duğu zaman verilmez. Bazı bilgileri ezberle-miş, onları elde etmiş olana verilmez. İcazet almaya layık görülen talebeye hocası hem bilgi vermiştir, hem de ona ahlak aşılamıştır, talebesinin şahsiyetini oluşturmuştur.

İcazet usulünde hocalar, belli bilgileri sı-rayla basitten zora doğru verirken aynı za-manda talebesinin kişiliğini de oluşturur-lar. Kendisi örnek oluyor. Okuttuklarını da talebesinde görmek istiyor. İcazet verirken bunlara dikkat ediyor. Bu en sağlam, en sağlıklı sistem. O kalkınca ne oluyor. Adam süper zeki, okuduğunu ezberliyor, elde ediyor ama hocası yok, öğrendiklerinin uy-gulaması yok. Ortaya yanlış şeyler çıkıyor. Günümüzdeki bazı insanların acayip aca-yip konuşmaları bundan ileri geliyor. Ho-casız… İcazet aldığı bir hoca yok.

Görüyorsunuz ortalık toz duman. Her şey birbirine karışmış. Her kafadan bir ses çıkıyor. Bizim duyduğumuz okuduğu-muz şeylerle alakasız şeyler konuşuluyor. Herkes kendi kafasına göre fetva veriyor, milletin kafasını karıştırıyor. Kendi sapıtı-yor milleti saptırıyor. İşte bunlar olmasın diye, icazet usulü vardır İslam’da. Hoca bilgi verirken talebesinin fikir dünyasını da şekle sokar, törpüler, aşırılıkları gide-rir, bir sisteme sokar. Bu sebeple muaz-zam bir usuldür icazet usûlu. Şimdi bun-lar kalktı. Onun için herkes, isteyen istedi-ğini söylüyor. Ortalık karma karışık.

CEVAT AKŞİT HOCAEFENDİ

Page 48: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/248

Böyle ehliyeti olmadan konuşan insan-ların hatalarına defaatle şahit olmuşum-dur: İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu bir mühendis arkadaşım vardı. Çok zeki birisiydi. Bir süre onunla aynı mahallede de kaldık. Namazında, abdestinde bir ar-kadaş. Kendi kendine Arapça öğrenmiş. Bu Arapça ile tefsirleri devirmiş, Fıkıh, Ha-dis kitaplarını okumuş. Ama mesleği yine elektrikçilik idi. Bir hoca önüne diz çöküp okumamış. Bir hocanın icazetini almamış, kendi kendine, kendi zekâsıyla öğrenmiş. Tefsir yapıyordu, Kuran’ı açıyor ayetlerden direkt mana veriyordu. Bu arkadaş daha sonraları bir kitap yazdı. Bakın kitabında ne diyor: “Peygamberimiz bizim kadar bil-mez. Çünkü o cebir denklemi çözmesi-ni bilmiyordu. O’nun devrinde bilgisayar yoktu.” Bu kadar söyleyebilmişti, kitabında var bunlar. Ben adamın beş namaz kıldığı-nı görmesem, bu satırların yazarına yüzde yüz “kâfir” derim. Hocasız oldu mu, niyet iyi olsa bile abuk subuk konuşur insan. Fa-kat bir hocayla irtibatı olsa, böyle durum-larda hocası onun kulağını tutar, “Bak, sen tehlikeli bölgeye girdin.” der, ona yanlışını gösterir. Hoca böyle durumlarda gereklidir.

Maalesef bizim bazı hoca arkadaşlarımı-zın durumu da aynı. Önemli yerlerde gö-revli arkadaşlarımızın ağzından duymu-şumdur, bilimsel kongrelerde tartışmışız. Birisine “Yahu, senin söylediklerin hiçbir kitapta yok.” dedim de bana hocam dedi: “Biz Ortaçağ kitaplarını okuyarak zaman öl-dürmeyiz.” Şimdi bunlar İngilizce, Fransızca vs. Arapça’nın dışında iki yabancı dil biliyor. Zeki kimseler, hatta hafız, Kuran’ı tersinden okuyacak kadar kuvvetli hafız olanları var. Ama o eskilere bakmayınca, onlarla irtiba-tını kesince, üstad da onun kulağını tutma-yınca görüyorsunuz nasıl konuşuyorlar. Bi-zim bin senedir kitaplarımızda yazılı gelen hakikatlerin tersine laflar ediyorlar, iddia da ediyorlar, kendilerine çok güveniyorlar.

W Peki iddia ettikleri fikirler gerçekten yeni ve kendi çalışmalarının ürünü olan fikirler mi? Yoksa geçmişin bir tekrarı mı?

Bu arkadaşların pek çoğu mazide söy-lenen fakat Ehl-i Sünnet âlimlerince ka-bul edilmeyip reddedilen fikirleri tek-rar gündeme taşıyorlar. Fakat televizyon-da konuşurken “Bu Mutezile mezhebinin görüşüdür. Ben de bu akla uygun olduğu için kabul ediyorum.” demiyorlar. Böyle dese problem yok. İlim budur. Ama bunu söylemiyor. Doğrusu budur, diyor. Hafı-zım diyor, birtakım bilgiler vererek mille-te kendisini inandırıyor, kafalara soru işa-reti, şüphe sokuyor. Bizim milletimiz Ehl-i Sünnet’tir, ben Mutezile’yim dese biliyor ki; kimse dinlemeyecek onu. Bu sebeple saklıyor kendisini, bu çok yanlış bir yol.

Hiç bir kurumdan ihtar almadıkları için de rahatça konuşabiliyorlar.

Efendim başka konularda bir şey der-seniz kanun, nizam derler, sizi yakalar-lar. Ama din konusunda ne söylerseniz söyleyin bir korkunuz yok. Kanunlar laik olduğu için dini koruma amacı diye bir şey yok. Onun için serbest her şey. Orta-da hiçbir otorite yok. Kitap yazmış birisi “Allah’ın doğum günü” diye. Tövbe estağ-firullah. Bu denli saçmalıklar ortaya çıkı-yor işte. Niye yazmış bunu, satacak, ilgi uyandıracak. Para için, meşhur olmak için böyle şeyler yapıyorlar.

Hocam sizlere çok teşekkür ediyoruz.

DOSYA İLİM KİMDEN ALINIR?

Page 49: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 49

CEVAT AKŞİT HOCAEFENDİ

Page 50: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/250

Bilindiği gibi İbnülemîn Mahmut Ke-mal İnal’ın eserleri genel olarak kültürü-müz ve özellikle de yakın tarihimiz için paha biçilemez kaynaklardır. Aslında on-ları takdir etmeye kendimi ehil görmüyo-rum. Onların takdirini ehline bırakıyorum. Ancak dikkatimi çeken bu eserlerden Son Sadrazamlar’a bakarken İbnülemîn’in Amasya’da bulunan İsmâil-i Şirvânî’nin kabrini ziyaret ettiğini ve Hâlid-i Bağdâ-dî’nin ona verdiği hilâfetnâmeyi (tasavvufî anlamda icâzetnâme) türbenin duvarın-da asılı gördüğünü okudum. Bunun üze-rine bu kıymetli eseri bulma ve neşre ha-zırlayarak kaybolmaktan kurtarma düşün-cesi aklıma geldi. 2000 yılında Amasya’ya

gittim ve kıymetli dostum Amasya Lisesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi öğret-meni Mehmet Yüksek’in fedâkarca yar-dımlarıyla türbeye ziyaret ettik. Fakat lev-hayı duvarda asılı bulamadık. İlgililerden de sadra şifa bir cevap alamadan dönmek üzereyken çarşıda o zaman Taşova müf-tüsü olan Ali Aslan beye rastladık. Ali Bey kendisinin o mescitte imamlık yaptığı-nı ve hilâfetnâmenin 1981 yılına kadar orada durduğunu söyledi. Bunun üzerine aramalarımız üzerine hilâfetnâme levha-sının kabrin yanına konulmuş olduğunu bulduk ve bir resmini alarak yine bulun-duğu yere koyduk. Bunun neşre hazırlan-ması şimdi nasip oldu.

HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ’NİN İSMÂİL-İ ŞİRVÂNÎ’YE VERDİĞİ HİLÂFETNÂME

Prof. Dr. Ahmet Turan ARSLAN

Page 51: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 51

İcâzetnâme geleneğinin İslam öğretim tarihinde önemli bir yere sahip olduğu eh-lince bilinmektedir. İslam ilim adamları, icâzetnâme geleneğine ilimlerinin nesebi olarak bakacak kadar önem vermişlerdir. Nitekim bu hususa başka bir vesile ile de temas etmiştim. (Bkz. “Gümüşhânevî’nin verdiği bazı icâzetnâmeler”, Ahmed Ziyâuddin Gümüşhânevî Sempozyum Bil-dirileri, Yayına hazırlayan: Necdet Yılmaz, Seha Neşriyat, İstanbul 1992).

İsmâil-i Şirvânî’ye verilen hilâfetnâmenin tercümesini vermeden önce Hâlid-i Bağdâdî ve İsmâil-i Şirvânî’nin kimlikleri hakkında özetle bilgi vermemiz uygun olacaktır:

Hâlid-i Bağdâdî:

Ebü’l-Behâ Ziyâüddîn Hâlid b. Ahmed b. Hüseyin eş-Şehrezûrî, 1193’te (1779) Irak’ın Süleymaniye şeh rine bağlı Karadağ kasaba-sında dünyaya geldi. “Şeşangost” (altıparmak) lakabıyla tanınan babası Pir Mîkâil muhte-melen Kâdirıyye tarikatına bağlı bir sûfî idi; an nesi de bu bölgenin ünlü bir sûfî aile sine mensuptu. Soyunun baba tarafın dan Hz. Osman’a, annesi tarafından ise Hz. Hüseyin’e ulaştığı rivayet edilir. Hâlid-i Bağdâdî, Nakşi-bendiyye mensupları arasın da “Mevlânâ” unvanıyla tanınmaktadır. Karadağ’da, Ber-zenc ailesinden Şeyh Abdürrahim ve karde-şi Şeyh Abdülkerim başta olmak üzere çeşitli hocalardan ders alıp öğrenimini tamamladı. Daha sonra mantık ve kelâm ilmi üzerine yo-ğunlaşarak bölgedeki diğer ilim merkez lerini dolaştıktan sonra Bağdat’a gitti. Şeyh Abdül-kerim Berzencî’nin 1213’te (1798-99) veba-dan ölmesi üzerine onun Süleymaniye’deki medresesinin sorumluluğunu üstlenerek bu-rada yaklaşık yedi yıl müderrislik yaptı.

1805’te hac niyetiyle çıktığı yolculuk sı-rasında tasavvufa ilgi duymasını sağ layan olaylar yaşadı. Medine’de, şeriata zahiren muhalif gördüğü şeyleri alelace le kınama-ması hususunda kendisini uya ran Yemen-li bir zatla karşılaştı. Mekke’ ye ulaştığında

Kâbe’ye giden Hâlid-i Bağdâdî, yüzü kendi-sine, sırtı Kabe’ye dönük vaziyette oturan bi-rini görünce, Medine’de kendi sine yapılan tavsiyeyi unutarak, Kabe’ye saygısızlık ola-rak düşündüğü bu tavrı se bebiyle içinden adamı kınadı. Bu zâtın kendisine “Allah in-dinde mümin bir ku lun değerinin Kabe’nin değerinden daha yüksek olduğunu bilmi-yor musun?” de mesi üzerine hayret ve piş-

manlık duy guları içinde ondan af diledi ve kendisini mürîd olarak kabul etmesini rica etti. Söz konusu kişi, mürşidinin kendisini Hindistan’da beklediğini söyledi. Hâlid hac-dan sonra medresedeki vazifesine döndü. 1809’da Süleymaniye’yi ziyaret eden Mirza Rahîmullah Azîmâbâdî adındaki Hindistanlı bir derviş kendisine Hindis tan’a giderek Del-hili Nakşibendî şeyhi Abdullah-ı Dihlevî’den el almasını tavsiye etti. Bunun üzerine der-hal yola çıkan Hâlid, İran ve Afganistan üze-rinden altı ay kadar sonra Delhi’ye ulaş-tı. Delhi’de Abdullah-ı Dihlevî ile görüşe-rek ona intisap etti. Nakşibendiyye’nin seyr ü sülûk mertebelerini beş ayda katet-ti ve şeyhi tarafından halife olarak Kuzey Irak’ta bulunan Süleymaniye’ye geri gönde-rildi. Kendisine Nakşibendiyye’nin yanı sıra Kâdiriyye, Sühreverdiyye. Kübreviyye ve Çeş-tiyye tari katlarından da irşad için izin verildi.

PROF. DR. AHMET TURAN ARSLAN

“İcâzetnâme geleneğinin İslam öğretim tarihinde önemli bir yere sahip olduğu ehlince bilinmektedir. İslam ilim adamları, icâzetnâme geleneğine ilimlerinin nesebi olarak bakacak kadar önem vermişlerdir.

Page 52: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/252

Muskat, Yezd, Şîraz, İsfahan, Hemedan ve Senendec’de Şiî ulemâ ile giriştiği tar-tışmalar sebebiyle aksayan dönüş yolculu-ğu yaklaşık elli gün sürdü. Süley maniye’ye vardıktan sonra Bağdat’a gi dip kısa bir süre orada kaldı. Mevlânâ Hâlid’in Nak-şibendiyye tarikatını yaymaya başlaması Süleymaniye’deki Kâdirî şeyhlerini ra hatsız etti; bunlar valiyi ona karşı kullan maya ça-lıştılar. Bu durum karşısında Hâ lid, 1813’te tekrar Bağdat’a gitti; orada satın aldığı bir medreseyi Nakşibendî zâviyesine çevirerek irşad faaliyetine baş ladı ve çok sayıda mü-rid topladı. Süleymaniye’de Şeyh Ma’rûf

Berzencî onu sahtekâr, sapık olmakla suç-ladı; bu arada Tahrîrü’l­hitâb fi’r­radd ‘alâ Hâlidi’l­kezzâb adlı bir de risale yaza rak bunu Bağdat valisi Said Paşa’ya gön derdi. Ancak Hâlid’in sâlih bir kişi oldu ğuna ina-nan Said Paşa, Hille müftüsü Topukçu-lu Muhammed Emin Efendi’ye, Mevlânâ Hâlid aleyhindeki suçlamalara reddiye ola-rak el­Kavlü’s­savâb bi­reddi mâ sümmi-ye bi­Tahrîri’1­hitâb adıyla bir risale yazdır-dı. Bu olaydan sonra Süleymani ye’ye giden Hâlid için Vali Mahmud Paşa bir zaviye yap-tırdı. Ancak Hâlid-i Bağdâdî, bir süre sonra Bağdat’a dönerek irşad faaliyetle rini yine burada sürdürdü. Osmanlı top raklarında sa-

yıları gün geçtikçe artan mensuplarını irşad etmeleri için birçok halife tayin etti. Şam’a gönderdiği Şeyh Ahmed Kâtib el-Erbîlî, Şam müftüsü Hüse yin Murâdî Efendi’yi Hâlid’e intisap ettir meye muvaffak oldu. Murâdî, 1823’te Hâlid’i Bağdat’tan Şam’a gelmeye ikna etti. Burada saygıyla karşıla-nan Hâlid, Ümeyye Camii’ndeki Benî Gazzî Halvethânesi’ne yerleşti. Bu arada Şeyh İs-mail Gazzî’nin kız kardeşi Ayşe Hanım’la ev lendi ve daha sonra satın aldığı bir eve taşındı. Halifelerinden Abdülvehhâb es-Sûsî’yi bağımsız bir şeyh gibi hareket et-mesi üzerine hilâfetten azletmesi, Sûsî’nin şeyhi aleyhinde bulunmasına ve onu ağır bir şekilde suçlamasına sebep oldu. Ünlü Hanefî fakihi İbn Âbidîn, Sellü’l­hüsâmi’l­Hindî li­nusreti Mevlâna’ş­Şeyh Hâlid en­Nakşbendî adıyla yaz dığı risalede bu suçla-maları reddederek onu savundu.

Ömrünün geri kalan yıllarını Şam’da ge-çiren Mevlânâ Hâlid, sadece ikinci de fa hac yapmak için Şam’dan ayrıldı ve halifesi Şeyh Abdullah Ferdî ve cemaati tarafından bü-yük bir coşkuyla kar şılandığı Kudüs’e gitti. 1826’da Şam civarında yayılan veba salgının-dan öleceğini anlayınca İs mail Enârânî, Mu-hammed en-Nâsıh ve Abdülfettâh el-Akrî’nin kendisinin yerine geçmelerini, Karadağ’daki emlâkinin ye ğeni Mahmûd es-Sâhib’e veril-mesini va siyet etti. Gömüleceği yerin tesbiti ve defniyle ilgili hazırlıkların tamamlanma-sından sonra 14 Zilkade 1242’de (9 Hazi ran 1827) vefat etti. Bahâeddin ve Abdurrahman adındaki çocukları da aynı yıl vebadan öldüler. Şam yakınlarındaki Cebelükâsiyûn’un tepele-rinden birine def nedilen Hâlid-i Bağdâdî’nin kabrinin üzerine daha sonra bir bina inşa edil-di. Günümüzde ziyaret edilmektedir. Şam’da Hâlid-i Bağdâdî değil de Hâlid-i Nakşibendî olarak tanınmaktadır. (Ziyaret ettiğimizde türbedâr kendisinin Mevlânâ Hâlid’in soyun-dan olduğunu söyledi).

Mevlânâ Hâlid’e nisbet edilen ve Nak-şibendiyye’nin bir kolu olan Hâlidiyye ta-

“Hâlidîler, müslümanların birlik ve kuvvetinin odak nokta-sı olarak Osmanlı Devleti’ne kesin bağlı¬lık göstermişler ve bunun sonucunda Avrupa’nın sömürgeci güçlerine karşı daha uyanık olunmasını tavsiye etmişlerdir.

Page 53: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 53

rikatın geleneksel inanç ve uygulamala-rı yanında şeriata bağlılığa ve cehrî zikir-den kaçınmaya özel bir önem vermesiy-le tanınmıştır. Bununla beraber Hâlid-i Bağdâdî’nin görüşlerinde Nakşibendîler arasında bile ihtilâf konusu olan yeni un-surlar da var dır. Bunların başında râbıta yo-rumu ge lir. Tasavvufî meselelerle ilgili tek risale sinde rabıtayı “şeyhin suretinin mü-ridin gözleri arasında (zihninde) tasavvur edil mesi” olarak tanımlamış ve rabıtanın irtihâlinden sonra bile sadece kendine ya-pılabileceğini söylemiştir. Hâlidî kolunun kimliği açısından aynı derecede önemli olan bir diğer husus da bu kolun benim-sediği siyasî tavırdır. Hâlidîler, müslüman-ların birlik ve kuvvetinin odak nokta sı ola-rak Osmanlı Devleti’ne kesin bağlı lık gös-termişler ve bunun sonucunda Avrupa’nın sömürgeci güçlerine karşı daha uyanık olunmasını tavsiye etmişlerdir. Bundan dolayı Dağıstan’dan Sumatra’ya kadar Hâlidiyye’nin yayıldığı hemen her yerde tarikat mensupları Osmanlılar le hindeki faaliyetleriyle öne çıkmışlardır.

Hâlidiyye, Mevlânâ Hâlid’in yüzlerce halifesi aracılığı ile son derece geniş bir alana yayıldı, Balkanlar ve Kırım’dan Gü-neydoğu Asya’ya kadar ulaştı. Ancak ta-rikatın asıl etki alanı Osmanlı Devleti’ne bağlı Kuzey Irak, Güneydoğu Anadolu ile Kuzeybatı İran bölgeleriydi. Araların-da İbn Âbidîn. Rûhu’l­me’ânî adlı tefsirin müellifi Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî, II. Mahmud’un şeyhülislâmı Mekkîzâde Mustafa Âsım Efendi gibi tanınmış isim-lerin de bulunduğu pek çok Osmanlı ule-mâsı Hâlidiyye’ye mensuptu. Bu şekil-de Hâlidiyye hem Anadolu’da hem de İs tanbul’da çok büyük bir yayılma göster-di. Yi ne bu kol sayesinde Nakşîler Suriye, Filis tin ve Irak’taki tasavvuf ehli arasında ilk defa önemli bir yer edindiler.

Hâlid el-Bağdâdî. Kürtler’in yoğun ola rak yaşadığı Kuzey Irak’ın dinî hayatı üzerinde özel bir etkiye sahipti. Tarih bo yunca hâkim tarikat olarak Kâdiriyye’nin faaliyet göster-diği bu bölgede Hâlidiyye’ nin doğuşuyla hâkimiyet Nakşibendiyye’ye kaymıştır.

PROF. DR. AHMET TURAN ARSLAN

Mevlana Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerinin Kabri Şerifi

Page 54: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/254

Eserleri:

1. Dîvân (Bulak 1260). Ağır lıklı olarak Farsça, ayrıca Arapça ve Kürt çe şiirlerden oluşur. Farsça şiirler, Sadrettin Yük sel ta-rafından Mevlânâ Hâlid­i Bağdadî’nin Di-van ve Şerhi adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir (İstanbul 1977)

2. Risale fî isbâti’r-râbıta (İstanbul 1284; Kazarı 1890; Şam 1289). Eser Türkçe’ye ter-cüme edil miştir (Tercüme­i Reşehât kena-rında, İs tanbul 1291).

3. Buğyetü’l-vâcid fî mektûbâti’t-Mev-lânâ Hâlid (Şam 1334). Hâ lid el-Bağdâdî’nin mürid ve halifelerine hitaben yazdığı bir kıs-mı Farsça, çoğu Arapça mektuplardan oluşur. Yeğeni Muhammed Es’ad Sâhibzâde tarafın-dan derlenen eser Mektubât­i Mevlânâ Hâlid adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir (trc. Dilaver Sel-vi - Kemal Yıldız, İstan bul 1993).

4. Risale fî âdâbi’z-zikr (Buğyetü’l­vâcid içinde).

5. Risale fî âdâbi’1-mürid ma‘a şey-hih (Kazan, ts.).

6. Risale fi’t-tarîk (Bulak 1262). 1257’de (1841) Şerif Ahmed b. Ali tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.

7. Cilâ’ü’l-ekdâr: Bedir gazilerinin isim-lerini ihtiva eder. (İstanbul’da İhlas Vakfı ta-rafından 1991 yılında neşredilmiştir).

8. Ferâ’idü’l-fevâ’id: Cibril hadisinin Farsça şerhidir.

9. Vasiyyetü’ş-Şeyh Hâlid (İstanbul 1284).

10. Risâletü’l-’ikdi’l-cevherî (İstanbul 1259; Şam 1334). Eş’arîler’le Mâtürîdîler’in kesb ve irâde-i cüz’iyye konusundaki gö-rüşlerini inceleyen bir risaledir. Hâlid-i Bağdâdî’nin bunların dışında akaid, fıkıh ve kelâma dair birkaç sayfalık risale, ha şiye ve şerh tarzında yazıları bulunmak tadır. Mevlânâ Hâlid’in Arapça, Farsça ve Kürt-çe bütün eserleri Molla Abdülkerîm Müder-ris tarafından Kürtçe uzun bir girişle birlik-

te Yâd-ı Merdân: Mevlânâ Hâlid-i Nakşibendî adıyla yayımlan mıştır (Bağdat 1979).

Hâlid el-Bağdâdî ve tarikatı hakkın-da müstakil eserler de yazılmıştır:

1. Şeyh Osman b. Sened el-Basrî, Asfa’l­mevârid min selsâli ahvâli’î­îmâm Hâlid (Kahi-re 1313). Eser, Ebû Bekir el-Ahsâî tarafından en­Neşrü’l­verdî bi­ahbâri Mevlânâ eş­Şeyh Hâlid en­Nakşbendî el­Kürdî adıyla kısaltılmış tır.

2. İbrahim Fasîh el-Hayderî, el­Mecdü’t­tâlid fî menâkibi’ş­Şeyh Hâlid (İstanbul 1292). Yenişehir Fener Mekteb-i İdâdî Müdürü Mahmud Hamdi tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiş Hüdavendigar Vilâyet-i Celîlesi matbaasında 1307’da basılmış, Yakup Çiçek tarafından da yeni harflerle neşredilmiştir. (İstanbul, ts.).

3. Şehâbeddin Mahmûd el-ÂIûsî. el­Fey­zü’1­vârid ‘alâ ravzi mersiyyeti’1­Mevlânâ el­Hâlid (Kahire 1278). M. Cevâd Siyahpûş’un yazdığı mersiyenin şerhidir.

4. Dâvûd b. Şeyh Süleyman b. Circîs (Ge-orge), Müsellî’l­vâcid ve müşîrü’t­tevâcüd fî taştîrî merşiyyeti Mevlânâ Hâlid. İbn Âbidîn’in yazdığı mersiyenin taştiri olup her ikisi birlikte yine İbn Âbi dîn’in Sellü’l­hüsâmi’l­Hindî adlı ri salesinin sonunda ba-sılmıştır (Dımaşk 1331).

5. Muhammed b. Süleyman el-Bağdâdî, el­Hadîkatü’n­nediyye fi’t­tarîkati’n­Nakşiben­diyye ve’1­behceti’1­Hâlidiyye (Aşfa’l­mevârid’in kena rında. Kahire 1313; İstanbul 1986).

6. Muhammed b. Abdullah el-Hânî, el­Behcetü’s­seniyye fî âdâbi’t­tarîkati’l­‘aliyyeti’l­Hâlidiyyeti’n­Nakşbendiyye (Ka-hire 1303, 1319).

Şimdi de burada, derli toplu bir tercüme-i hâl olarak gördüğümüz için İbnülemin Mah-mut Kemal İnal’ın Son Sadrazamlar adlı eserinde İsmail-i Şirvânî hakkında verdiği malumâtı nakledeceğiz:

Page 55: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 55

İsmâil-i Şirvânî:

“Seyyid İsmail Sirâcuddîn Efendi, Hicrî 1197 senesinde Şirvân muhâfazasının Şemahî kasabasına tabi Kürdemir karye-sinde doğdu.

Âbâ u ecdâdının isrine ittibâ ile Şemahî ulemâsından Mehmed Nuri Efendi’den tahsil-i ilme başladı. 1215’te Erzincan’a git-ti. Meşhur fâdıllardan Evliyâzâde Abdurrah-man Efendi’nin dersine devam ederek icâzet aldı. Müahharen Tokad’a ve birkaç sene son-ra Bağdat’a azimetle Şeyh Yahya el-Mervezî el-İmâdî’den ilm-i hadîs ve Molla Mehmed b. Âdem’den ulûm-i hikemiyye okudu.

1220’de Burdur’a gitti. Erbâb-ı ilimden bazılarına fıkıh okudu. Memleketine avde-tinde yedi sene tedris ile meşgûl olduktan sonra farîza-i haccı edâ ve ravza-i mutahha-rayı ziyâretle 1228’de İstanbul’a geldi. Bir-kaç ay oturduktan sonra Mevlânâ Abdullah-ı Dihlevî –kuddise sirruhu- enfâs-ı kudsiyye-sinden istifâde etmek üzere Basra’ya gitti. Vaki olan şikayet üzerine Bağdat’a azîmet ve Mevlânâ Ziyauddîn Hâlid’i –kuddise sirruh- ziyaret etti. Seyr ve sülûktan sonra ulûm-i zâhire ve bâtına ile halkı irşâda me-zuniyet ve hilâfet-i mutlaka aldı. Mürşidi-nin emriyle 1233’te Şirvan’a giderek dokuz sene havas ve avâmı irşâd ve tedris ile meş-gul oldu. Orada evlendi.

Şirvânî, Muhammedü’l-Yerâgî’ye o da meşhur Şeyh Şamil’e hilafet verdi. Bu zatlarla ve yirmi bin müridi ile beraber Rus harbinde bulundu. Ruslar tarafından habs olundu. Halifelerinden Ahmed Efen-di, ona bedel kendini hapsettirdi. Hazret, ıtlâk olunarak 1242’de Ahısha’ya ve Rus-lar, orayı işgal edince Amasya’ya gitti. Ora-da dört ve Sıvas’ta dokuz sene ikâmet ve neşr-i marifet etti. Bilâhare Amasya’ya döndü. 17 Ramazan 1264’de irtihâl eyle-di. Kasabanın üstündeki mahalle defno-lundu. Oğlu Rüşdi Paşa tarafından müah-haran türbe yaptırıldı.

Tarikat-ı Hâlidiyye meşâyihinin her su-retle ekâbirinden bir mürşid-i kâmil ve mefhar-i efâdıldır. Mürşidi Mevlânâ Halid Hazretleri hilâfetnâme’de

“el-âlimu’l-fâdıl, merciu’l-urafâ ve’l-efâdıl, habîbune’l-ecellu’l-ekram”

Vasıflarıyla izâz ediyor.

Büyük oğlu Abdülhamid Efendi 1262’de garîkan (soda boğularak) vefat etti. İkinci oğlu Rüşdi Paşa’dır. Üçüncü oğlu Anadolu kadıaskerliği payelülerinden Ahmed Hulûsî Efendi’dir. Mecelle cemiyetinde ve meclis-i tedkîkât ve intihâb-ı hükkâm riyâsetinde bu-lunduktan sonra suret-i teb‘îdde (başkentten uzaklaştırılarak) Dıyarıbekir niyâbetine (kadı naibliği) tayin olundu. Niyâbet müddetinin hitâmında Amasya’ya gitti. 1306’da vefat etti. Dördüncü oğlu Mustafa Nuri Bey tica-ret ve nafia muhasebecisi iken 1316’da ve-fat etti. Kızı Şerife Fatma Hanım, Haremeyn payelülerinden Şirvânî İsa Ruhi Efendi’nin zevcesidir. Oğlu Mehmed Nuri Efendi’nin Safranbolu niyâbetinde bulunduğu esnada 1321’de vefat etti.”

(Bkz. İbnu’l-Emin, Mahmud Kemal İnal, Son Sadrazamlar, Dergah Yayınları, İstan-bul, 1982 (Üçüncü Baskı), I, 436)

Şeyh İsmail-i Şirvânî Efendi’nin, günü-müzde Amasya’da Yukarı Türbe Camii diye bilinen yerde inşa ettirdiği Tekke Camii halen mevcut olup son senelerde tamir edilmiştir. Ancak Amasya Müftülüğü’nden öğrendiğimize göre tekke kütüphanesin-de bulunan kitaplar ve bazı levhalar, Va-kıflar Genel Müdürlüğü’nin 9.5.1996 ta-rih ve 1817 sayılı yazısına cevaben Amas-ya Müftülüğü’nün 31.05.1996 tarihli tu-tanağıyla Vakıflar Genel Müdürlüğü Kül-tür ve Tescil Dairesi Başkanlığı’na gönde-rilmiştir. (Teslim alanlar: Ali Çakır [müter-cim] ve şoför İbiş Şentürk).

PROF. DR. AHMET TURAN ARSLAN

Page 56: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/256

Page 57: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 57

BİBLİYOGRAFYA :• Algar, Hamid, “Hâlid el-Bağdâdî”, DİA, İstanbul 1997, c. XV, s. 283–5.

• Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1333, c. I, s. 66-7.

• Hânî, Abdülmecid, el­Hadîkatü’l­verdiyye, (Nakşi-bendîlerin Kitabı), Çeviren: Abdülkadir Akçiçek, Rehber Yayıncılık, İstanbul, 1986, s. 971.

• Hür Mahmut Yücer, Tasavvuf, İnsan Yayınları, İstanbul 2003.

• Hüseyin Vassaf (Osmanzâde), Sefîne­i Evliyâ, (Hz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Kitabevi, İstanbul 2006, c. II, s. 304-6; 363.

• İnal, İbnulemin, Mahmud Kemal, Son Sadra-

zamlar, Dergah Yayınları, İstanbul, 1982 (Üçün-cü Baskı), I, s. 436-482; IV, s. 2181.

• Pakalın, Mehmed Zeki, Sicill­i Osmânî Zey-li Son Devir Osmanlı Meşhurları Ansiklopedisi, (Haz: Cengiz Karten), Türk Tarih Kurumu, Ankara 2008, c. XII, s. 106-7.

• Server Revnakoğlu Koleksiyonu, Dosya no: 181 (İstanbul’da Divân Edebiyatı Müzesinde iken Süleymaniye Kütüphanesine Nakledildi).

HİLÂFETNÂMENİN TERCÜMESİ

Bismillahirrahmânirrahîm

Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla

Allah’a, kendi zâtına lâyık gördüğü şekilde hamd olsun…

Salât ve selâm, vahyi ve hitabı için seçtiği (ve) Allah’ın yarattıkları içinde halîfesi olan Muhammed’e ve O’nun âline ve ashâbına olsun!

Bundan sonra (derim ki): Şefkatli kardeş, çok dürüst yoldaş, âriflerin ve fazîlet sahiplerinin başvur-duğu kişi, Nakşibendî tarîkatinin efendilerinin imdâdıyla desteklenmiş olan en büyük ve en değer-li dostumuz Hacı İsmail Efendi’ye, -ki Allahu Teâlâ lütfuyla (manevî) derecelerini ve hallerini arttır-sın ve talebelerine olan feyzini ve nasîbini bol bol ve noksansız eylesin!- talebelere nazarının tesîrini, nurlârı öğretmeye (ilkâu’l-envâr) ve (manevî) perdeyi kaldırmaya (ref‘u’l-hicâb) güzelce muktedir olu-şunu denedikten sonra pek yüce Nakşibendî Tarîkati’nde zikir telkîni, teveccüh ve irşâd husûsunda icâzet verdim. Ona bu icâzeti ancak, silsile-i ‘aliyye(yi teşkil eden) Efendiler(im)den izin aldıktan ve sünnete uygun şer‘î istihâreden sonra verdim. Bu sebeple evliyânın yoluna sarılıp yapışmak iste-yen herkes ona dost ve arkadaş olmayı (sohbetini) ganîmet bilsin. Onun emrini tutup hizmetinden ayrılmayan herkese akıllıların aklının kuşatamayacağı ve âlimlerin ilminin yetmekten âciz kalacağı (manevî) nimetleri elde edeceğine kefil olurum.

Kendisine (de) Kitap ve Sünnete sımsıkı sarılmasını ve keşf ve vicdan imamlarının ittifak etti-ğine göre fırka-i nâciye (kurtulan fırka) olan ehl-i sünnetin görüşlerine uygun olarak akâidi (inanç-ları) tashîh etmeyi emretmesini tavsiye ederim. (Yine) ona Kur’ân’ı ezberleyen (ve onunla amel ederek Kur’ân ehli olanlara), fakîhlere (âlimlere), (ihtiyacını Allah’a arz eden) fakirlere/dervişlere saygılı olmayı, gönlün (manevî kirlerden) arındırılmasını, nefsini itaatkâr kılmayı, eli açık ve gü-ler yüzlü olmayı, iyilik severliği, kimseye eziyet etmemeyi, kardeşlerin hatalarını affetmeyi, bü-yük küçük herkese nasihat etmeyi (onlara karşı samimi olmayı), düşmanlıkları ve tamahkârlığı (dünyaya düşkünlüğü) terk etmeyi tavsiye ederim. Ayrıca ona ihtiyaçların giderilmesinde Alla-hü zü’l-celâl’e güvenmesini –zira O’na güvenen asla ziyan etmez!-, kurtuluşu ancak doğruluk-ta, Allahü Teâlâ’ya vâsıl olmayı ise ancak Muhammed –sallallâhu aleyhi ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellem-’e tâbi olmakta ummasını, kendisinin hiç kimseden daha üstün olduğunu zannetmemesi-ni hatta nefsi için bir varlık görmemesini, söz taşıma ve hasetle kendisine karşı büyüklenen her-kesin durumunu Allah’a havâle etmesini ve onun şerrini gidermek için yok yere gayretini harca-mamasını tavsiye ederim. Zira bu pek yüce tarîkatın meşâyıhı içinde öyle adamlar vardır ki, dile-seler Allahü Teâlâ’nın kudretiyle onun fesâdına (sebep olan) şeyi olabilecek en süratli bir şekilde kökünden söküp atarlar.

Allah ümmî peygamber Muhammed’e ve O’nun âline ve ashâbına, mahlûkâtın sayısınca ve kendisinin rızâsına uygun şekilde, Arşı’nın ağırlığınca, kelimelerini yazılması için kullanılan mü-rekkep miktarınca salât eylesin ve aynı şekilde selâm eylesin.

Hamd âlemlerin rabbi Allah’a mahsustur.

Ben bîçâre derviş

Hâlid en-Nakşibendî el-Müceddidî el-Mazharî, kerem sahibi Mevlâ’dan (gelecek) büyük lütufla affedilsin! (Mühürde yazılanlar):

Hâlid en-Nakşibendî el-Mücediddî

el-Kâdirî es-Sühreverdî

el-Kübrevî el-Çeştî

Page 58: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/258

Elhamdulillahi Rabbi-l âlemin, vessala-tu vesselamu ala Rasûlina Muhammedin ve alihi ve sahbihi ecmain.

Elhamdulillah’a Hamdele, Salavatullah’a Salvele, Lailaheillallah’a Hellele, Lahavle velakuvvete illabillah’a Havkale dendiği gibi, Bismillahirrahmanirrahim’e de Bes-mele denir.

Bismillah, İsim kelimesinin, Lafza-i Ce-lal olan “Allah” ismi şerifine muzaf olma-sıyla, meydana gelmiş bir terkiptir. Mana-sı ise Allah’ın adıyla demektir. Rahman ve Rahim isimlerinin Allah ismi şerifine sı-fat olarak gelmesiyle de cümlenin manası “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” demek olur. Hangi iş yapılıyorsa, o işin fi-

ilinin manasını alır. Misal olarak, yemeye başlayan, besmeleyi çektiğinde manası, Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla yi-yorum, hayvan boğazlayan, Allah’ın adıy-la kesiyorum, okuyan kimse, Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla okuyorum, su içen, Allah’ın adıyla içiyorum, manalarını içerir. Hulasa, hangi iş yapılıyorsa, o işin fi-ilinin manasıyla demek olur.

Besmele, Fatiha-ı Şerife’nin birinci ayeti mi, yoksa her surenin başında o sureden bir ayet mi veya daha sonra nazil olan Neml su-resinden bir ayet olup, aynı zamanda diğer sureleri birbirinden ayıran birer fasıla olarak mı kullanılmıştır. Bu husus, İslam âlimleri arasında farklı görüşlerle izah edilmiştir.

KÂİNATIN ANAHTARI BESMELEMustafa AYKUL

Page 59: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 59

Medine, Basra, Şam kurra ve fakihleri besmele, ne Fatiha’dan bir ayet ne de baş-ka surelerden bir ayettir. Ancak besmele, su-releri birbirinden ayırt etmek ve teberrük maksadıyla başlamak içindir. O bakımdan namazlarda aşikâr olarak okunmaz. Ebu Ha-nife hazretleri ve ona tabi olanların mezhe-bi de böyledir. İmam Muhammed’in, “Bes-mele iki kapağı arasındaki Kuran’dan bir ayeti kerime’dir.” diyerek, Neml suresindeki besmeleye işaret etmesi ve sureleri birbirin-den ayıran birer fasıla olduğu görüşü bunun en uygun olanıdır.

Mekke, Kufe kurra ve fakihlerine göre ise, besmele Fatiha’dan ve her sureden birer ayettir. O bakımdan namazlarda aşikâra okurlar. İmam Şafi ve talebeleri-nin görüşü de böyledir.1

İbn-i Abbas’dan rivayet edildiğine göre; Besmele-i Şerife, nazil oluncaya kadar Rasûlullah (s.a.v), Kuran surelerinin ne ile ayırt edileceğini bilmiyordu. Besmele-i Şerife inince, dokuzuncu sure olan Tevbe suresi hariç, diğer sureler birbirinden bes-mele ile ayrılmış oldu. Rasûlullah (s.a.v) bir şey yazdıracağı zaman Alak suresinde-ki -Yaratan Rabbi’nin adıyla oku- emrine binaen Bismillah, Bismikellahumme veya Bismillahirrahman diye yazdırırdı. Neml Suresi nazil olduktan sonra, Bismillahir-rahmanirrahim diye yazdırmaya başladı.

Gelen ilk vahiyle Peygamberimiz (s.a.v), Allah (c.c)’ın ismiyle okumakla emrolun-muştu. Bundan sonra inen diğer sureler -Fatiha da dâhil olmak üzere- Neml suresi nazil oluncaya kadar, başlarında haliyle bes-mele bulunmuyordu. Nüzul sırasına göre tertip olunmuş Hz. Osman Mushafı’nda Fatiha beşinci, Neml suresi kırk sekizin-ci sırada, İbn-i Abbas Mushafı’nda ise, Fa-tiha altıncı, Neml suresi ise, kırk beşinci, Cafer-i Sadık Mushafı’nda ise, Neml suresi, kırk yedinci sıralardadır. Bu durumda, di-ğer surelerin başından birer ayet olmadığı

gibi, Fatiha-ı Şerife’nin de birinci ayeti ol-madığı ortadadır. İbn-i Abbas’ın rivayeti de bunu teyit etmektedir.

İmam Ahmet, İmam Buhari, Ebu Davud, Nesei ve İbni Mace’nin Said İbn-i Mualla’dan rivayet ettikleri bir Hadis-i Şerifte, Peygam-berimiz (s.a.v) Said İbn-i Mualla’ya: “Mes-citten çıkmadan önce sana Kuran’da ki en büyük sureyi haber vereyim mi diye sor-du. Ve O ‘Elhamdü lillahi rabbil âlemin’dir. O, Seb’al-Mesani ve Bana verilen en büyük Kuran’dır” dedi ve besmeleyi Fatiha’dan bir ayet olarak saymadı.

İmam Müslim’in, Enes İbni Malik (r.a)’dan rivayet ettiği bir Hadis-i Şerifte Enes (r.a): “Ben Rasûlullah (s.a.v)’ın, Ebu Bekir ve Ömer’in arkasında namaz kıldım. Onlar ‘Elhamdulillahi rabbil alemin’le na-maza başlarlar, ne kıraatin başında, ne de, sonunda Bismillahirrahmanirrahim’i oku-mazlardı.” demiştir.

Yine İmam Müslim, Ebu Hureyre (r.a)’den naklettiği bir Hadis-i Kudsi’de Al-lah Teala şöyle buyurur: “Ben namazı ku-lumla kendi aramda ikiye böldüm. Kulu-ma da, istediği vardır. Kul ‘Elhamdulilla-hi rabbil âlemin’ derse, Allah Teala buyu-rur ki, kulum bana hamdetti, beni övdü. Kul ‘Errahmanirrahim’ dediğinde, Al-lah Teala buyurur ki, kulum beni övgüde aşırı gitti. Kul, ‘Maliki yevmiddin’ deyin-

MUTAFA AYKUL

““Hangi iş olursa olsun, o işe, Bismillahirrahmanirrahim diyerek başlanmazsa, o işin sonu bereketten kopuktur.”

Page 60: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/260

ce, Cenab-ı Hak buyurur ki, kulum beni yüceltti, beni ululadı. Başka bir rivayette ise, kulum işini bana havale etti. Kul,’ İy-yake na’budü ve iyyake nestei’n’ deyin-ce, bu kulumla benim aramdadır ve kulu-ma da istediği vardır. Kul, ‘İhdinessırata’l-müstekim sıratallezine en’amte aleyhim ğayri’l-meğdubi aleyhim vele-ddallin’ deyince bu kulumadır. Kendisine de iste-diği vardır.” Buradan da, anlaşıldığı üze-re Fatiha’nın kul ile Mevla arasındaki bö-lüştürülmesinde besmele Fatiha’dan bir ayet sayılmamıştır.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimizden günü-müze kadar uzun zamanlar, asırlar geç-mesine rağmen, Medine-i Münevvere’de, O’nun Mescid-i Saadeti’nde günümüze kadar Fatiha-i Şerife, imamlar tarafından cehri namaz kıratlarında aşikâra okunur-ken, Besmele hala gizli okunmaya devam etmektedir. Bütün bunlardan anlaşılan Besmele’nin ne Fatiha-i Şerife’den ne de, diğer surelerin başından birer ayet olma-yıp sadece kurandan bir Ayet-i Kerime ol-duğu kanaatini kuvvetlendirmektedir. Val-lahu A’lemü bissevap.

Besmele bütün kitapların anahtarı ol-duğu gibi Kur’an-ı Kerim’in de anahta-rıdır. Levh-i mahfuza kalemin ilk çekil-diğinde yazılandır. Âdem aleyhissela-ma ilk inen besmeledir. Müşrikler işleri-ne başladıklarında kendilerinin kabul et-tikleri ilahlarının adlarıyla - bismillat vel uzza- diye başlarlarken, Muvahhitlerin de işlerine başlarken besmele ile başlamala-rı istenmiştir.’’Yaratan Rabbinin adıy-la oku’’2 Burada sıfat isim olan, Rab isim sıfatı kullanılmak suretiyle, yaratan Rab-bin özel adı olan –Allah- İsmi Şerifi ile başlanması istenmiştir. Bir hadis-i Şerif-te: “Önem arz eden her işin başında, Allah’ın zikriyle başlanmazsa, o işin so-nunda bereket olmaz.”3 buyrularak bu is-min Allah İsmi Şerifi olduğu açıklanmıştır.

Besmelenin fazileti;1- Her işe ve söze besmele ile başlama-

lıdır. Bir Hadis-i Şerifte: “Hangi iş olursa olsun, o işe, Bismillahirrahmanirrahim diyerek başlanmazsa, o işin sonu bereket-ten kopuktur.”4

Page 61: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 61

Sünen-i Darakutni’de Ebu Hureyre (r.a) dan nakledilen bir Hadis-i Şerifte: “Önem arz eden her işin başında, Allah’ın zikriy-le başlanmazsa, o işin sonunda bereket olmaz.” Yine Müsned-i Abdurrezzak’ta: “Önem arz eden her sözün başında, Allah’ın zikriyle başlanmazsa, o sözün so-nunda hayır olmaz.”

2- Besmele hastalıklara şifadır. Ali ibn-i Ebi Talip Bismillah hakkında şöyle demiştir:

Besmele bütün hastalıklara şifa ve bü-tün ilaçlara yardımcıdır.5

Osman İbni Ebi’l-As; Müslüman ol-duktan beri, vücudunda bir ağrı bulun-duğunu Rasûlullah (s.a.v)’a şikâyet etti. Rasûlullah (s.a.v) ona, “Elini vücudundan ağrıyan yerin üzerine koy ve üç defa Bis-millah de ve yedi kere de, -euzu bi izze-tillahi ve kudretihi min şerri ma ecid ve uhazir –Allah’ın (c.c) izzet ve kudretiyle, tasalanıp, acı duyduğumun şerrinden sı-ğınırım- de.” buyurdu.

3- Besmeleyi okuyanla beraber dağ-lar da zikreder. Deylemi’nin Hz. Aişe (r.anha)’dan rivayet ettiğine göre, O şöyle söylemiştir. “Bismillahirrahmanirrahim” nazil olunca, Mekke ehlinin de, yankısını duyacak vaziyette dağlar uğuldadı. Mek-keli müşrikler, Muhammed dağları bile büyüledi, deyince, Allah Teala Mekke eh-linin üzerlerini gölgeleyecek bir sis gön-derdi ve Rasûlullah (s.a.v); kim inanarak “Bismillahirrahmanirrahim”i okursa, dağ-lar da onunla beraber tesbih eder. Ancak o, bu tesbihi duyamaz.” buyurdular.

4- Besmeleyi güzel yazan mağfiret edi-lir. Hz. Ali Efendimiz bir adamın Besme-le yazdığını görünce ona şöyle dedi; Onu güzel yaz. Çünkü onu bir adam güzel yaz-dı da, mağfiret edildi.

5- Besmeleyi okuyana çok mükâfat ve-rilir. Deylemi İbni Mesud (r.a)’dan nak-lettiğine göre, Rasûlullah (s.a.v), “Kim

Bismillahirrahmanirrahim’i okursa, Allah Teala her harfine dört bin sevap yazar. On-dan dört bin günah siler ve onun derecesi-ni dört bin kat yükseltir.” buyurdular.

6- Besmeleyi okuyan Şeytan aleyhilla’neyi sefil eder. Bir adam Rasûlullah (s.a.v)’ın hu-zurunda “Şeytan sefil olsun” dedi. Rasûlullah (s.a.v), böyle deme, böyle deyince o büyür. Ancak, “Bismillahirrahmanirrahim” de. Bu onu sinek kadar oluncaya kadar küçültür, buyurdular.6

7- Besmele Cehennem zebanilerine karşı kalkan olur. Veki, Ameş’den, o da Vail’den, Vail de, Abdullah İbni Mesud’dan rivayet ettiğine göre, o şöyle demiştir. “Kim kendisini, Allah Teala’nın on do-kuz Zebanisinden kurtarmasını isterse, “Bismillahirrahmanirrahim”i okusun. Al-lah Teala, Besmele’nin her harfini, on do-kuz zebaninin her birine karşı, birer kalkan yapar. Çünkü Besmele’nin harflerinin sayı-sı, cehennem ehlinin melekleri olan Zeba-nilerin sayısı kadar on dokuzdur. Kur’an’da; “(Sakar) üzerinde on dokuz(muhafız me-lek vardır.)” Müddessir7: Bu Melekler bü-tün işlerinde, “Bismillahirrahmanirra-him” derler. Onların kuvvetleri Besmele-dendir. Yani Besmele ile beslenirler. Yapa-cakları iş hususunda Besmele ile bilgi sa-hibi olurlar. Besmele ile vazife, sorumlulu-ğunu üzerlerine alırlar.8 buyrulmuştur.

8- Besmele ile ailesine varan kişinin evladı hayırlı olur. Herkes dünya haya-tında birçok iyiliklere ulaşmayı, bunla-rın başında da, terbiyeli güzel ahlaklı, edebi yerinde, ölümünden sonra kendi-sine hayır duada bulunan hayırlı evlat-lar ister. Kötülüklere bulaşmış, herkese zarar veren, dininden imanından habe-ri olmayan fena ve hayırsız evlatları ise hiç arzu etmez.

Bunun için eşlerin sağlam bir inan-ca sahip olmaları, sahih bir nikâha sa-

MUTAFA AYKUL

Page 62: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/262

hip olup bunu korumak için azami gayre-ti sarf etmeleri, kendileri helâlından bes-lendikleri gibi evlatlarını da helâlından beklemeleri gerekir. Bunun yanı sıra, ai-lesine gitmek istediğinde de, Rasûlullah (s.a.v) şöyle demesini, tavsiye etmektedir: “Allah’ın adıyla… Allah’ım bizi şeytan-dan uzak tut. Şeytan aleyhilla’neyi de, bizi rızıklandırdığından uzak tut.” derse ve bu birleşmeden kendilerine bir evlat takdir edilip verilirse, şeytan o evlada ebe-diyen zarar veremez.9

9- Besmele cinnilere karşı kişinin av-retini örten elbise olur. Tirmizi ve İbni Mace’nin rivayet ettiği bir Hadis-i Şerif’te, Rasûlullah (s.a.v), “Helâya girdiğinde, âdemoğlunun avret mahalli ile cinni-ler arasındaki örtü, Bismillah demektir” diye buyurdular. İnsan elbiselerini çıka-racağı zaman, Besmele çektiğinde, onun elbisesi besmele olur. Şayet besmele çe-kilmezse, şeytan ve cinniler kişinin avret mahallerine şahit olurlar.

10- Evden dışarıya çıkacak olan, Bes-mele ile çıkarsa bu onun için koru-ma kalkanı olur. Osman İbni Affan (r.a) Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin şöyle dedi-ğini nakletmiştir. Yolculuk veya başka bir iş için evinden çıkmak isteyen bir Müslü-man, dışarı çıkarken; “Bismillah, amen-tü billâh, I’tesemtü billâh, tevekkeltü alallah, la havle ve la kuvvete illa billâh” derse, bu çıkışın hayrı ile rızıklandırılır ve bu çıkışın şerri kendisinden uzaklaştırılır.

11- Müşkül ve zor bir durumla karşı karşıya kalındığında besmele ve havke-leye devam edilirse, belaların kalkması-na sebep olur. Rasûlullah (s.a.v) “Bir zora ve müşkülata düştüğünüzde Bismillahir-rahmanirrahim ve vela havle vela kuv-vete illa billâhilaliyyil Azim deyiniz. Bu-nunla Cenab-ı Hak kula gelen envai çeşit belaları geri çevirir.’10

12- Besmele çeken Rasûlullah (s.a.v)’ın tavsiyelerini yerine getirmiş olur. Rasûlullah (s.a.v); “Kapını kilitle ve Allah’ın ismini an.

Page 63: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 63

Işığını söndür ve Allah’ın ismini an. Kabı-nın üstünü ört ve Allah’ın ismini an. Su ka-bının ağzını bağla ve Allah’ın adını an.”

Gemiye bindiklerinde denizde boğulma-mak için ümmetimin garantisi, ‘’Bismillahi’l-meliki, bismillahi mecraha ve mürsaha, inne rabbi leğafururrahim.’’ demeleridir.11

Rasûlullah (s.a.v) Ömer İbni Ebi Seleme’ye: “Ey çocuk, Allah’ın adını an. Sağ elinle önün-den ye. Çünkü Şeytan aleyhilla’ne, Allah Teala’nın adının üzerine anılmadığı yeme-ye el koyar. Ve buyurdu hayvanı boğazlayan, Allah’ın adını anarak boğazlasın.

Allah (c.c)’ın adıyla söndür. Yemek ka-bının üstünü Allah (c.c)’ın adıyla ört. Su-yunu (üstünü) Allah’ın adıyla kapa.)”diye emir buyurdular.

Darekutni, Aişe validemizden nakletti-ğine göre, Rasûlullah (s.a.v), su kabını tut-tuğunda önce Bismillah der sonra suyu eline dökerdi.’ demiştir.

Hülasa, insanın elini ve ayağını attığı her işe, konuşacağı her söze besmele ile başla-ması, İslam’ın güzel sünnetlerinden bir sün-netidir. Hayırlı işlerin kapısını açan, şer işle-rin kapısını kilitleyen besmele ile günah olan işlere başlamak caiz değildir. Başlan-mışsa günah bırakılır ve istiğfar edilir.

Besmele ile başlayan her hayırlı işin neticesi Allah’a ulaşır. Besmelesiz başla-yan her iş de, Allah’a ulaşmaktan mah-rum olur.

Ve âhiru da’vana eni’l-hamdu lillahi rabbi’l-alemin.

1. Keşşaf, c.1, s.21.2. Darekutni, c.1, s.229.3. İbn-i kesir, c.1, s.18.4. Kurtubi, c.1, s.95.5. Darekutni, c.1, s.229.6. Kurtubi, c.1, s.98.7. Müzzemmil, 74/30.8. a.g.y.9. Devau’l-Müslimin, Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi10. Kurtubi, c.1, s.98.11. Alak, 96/1.

MUTAFA AYKUL

“Hayırlı işlerin kapısını açan, şer işlerin kapısını kilitleyen besmele ile günah olan işlere başlamak caiz değildir. Başlanmışsa günah bırakılır ve istiğfar edilir.

Page 64: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/264

İman, izzetin kaynağı olduğu için mü’min azizdir, izzet mü’minin kim-yasında vardır. Bütün ululuk ve üstün-lük makamları kendisine ait olan Allah’a iman eden insan izzetin en üst noktası-na bağlanmış olur. İman hakikatlerinin en önde gelenlerinden biri bu hakikattir: Al-lah izzetin merciidir. O’na iman eden iz-zetin kaynağına intisap etmiş olur. İzzet Allah’ın, Resûlü’nün ve mü’minlerindir. Çünkü izzet, şereftir, üstünlüktür. Allah di-lediğini aziz eder dilediğini de zelil eder. Allah’a iman etmiş olmak, Allah’ın kita-bıyla yaşıyor olmak budur.

Üstünlük ve şeref, mü’minin içini dol-duran imanından yediği içtiği gıdasına ka-dar her işinde kendini gösterir. Giyiminde, sosyal ilişkilerinde mü’min farklıdır, üs-tündür. Mü’min fakirlikle boğuşurken de izzetlidir zenginlik içinde iken de izzetli-dir. Allah ve Peygamber ile beraber olma-

nın, Kur’an ile yaşamanın vazgeçilmez ge-reğidir bu. İman, insanın var olmasının nedenidir. İman etmeye uygun olduğu için mükerrem tutulmuştur insan. İman eden kalple iman etmeyen kalbin sahi-bi, ölüyle diri arasındaki fark kadar büyük bir farkı yansıtır. Bu fark, maddenin esa-retinden kurtulup mananın derinliklerine dalan insan farkıdır. Şehvetlere esaretten ulvî gayelere koşan insan farkıdır.

Mü’min, imanı sayesinde gerçek bilgi-ye de ulaşmıştır. Neyin neden var olduğu-nu bilmek ve o bilgiye göre yaşamak bir seviyedir. O seviye doğrultusunda yüksel-mek bir tür miraçtır. Allah Teâlâ’nın vah-daniyetine iman etmek, O’na kulluk için mücadele etmek süfli işlerden ulvî işlere yükselmektir. iş seviyesini ‘ibadet’ kalite-sinde icra etmektir. Allah’ın emirlerini ye-rine getirmek ve yasaklarından kaçınmak üzerine kurulu bir hayat anlayışı içinde-

mü’min azizdirNureddin YILDIZ

Page 65: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 65

ki mü’min, üstün ahlâkın, faziletli işlerin peşindedir. Onun konuşmasında Rabbin-den korkan insanın heybeti vardır. Kula-ğı kontrollüdür; batıl ve fısk olan şeyler o kulaktan girmez. Bir insanın ağzından kulağına kadar organlarının toprak sevi-yesinden yükseltilip ulvî seviyelere çıka-rılması onun izzetini yansıtır. Menfaatle-ri peşinde sürüklenenle Allah’tan alaca-ğı ecir peşinde olanın arasında hayırla şer arasındaki kadar fark vardır.

Rızık her insanın peşinde koştuğu bir amaçtır. Ama mü’min, rızkının peşinde koşarken, ona gelecek rızkın Allah’ın elin-de olduğunu ve Allah’ın ona ait rızkı yaz-dığını, O’nu yazgısını kimsenin bozamaya-cağını, onun sadece üzerine düşen koşma görevini icra etmekle yükümlü olduğunu bilir. Bu bilgi ona tevekkül şuuru olarak yansır. Harama tevessül etmez. Zillete düş-meye razı olmaz. Kendisine taksim edile-ne razı olur. İnsanların elindekinde gözü olmaz. Gözü sürekli daha yükseklerdedir. Okuduğu Kur’an ve dinlediği hadisler onu düşük işlerde rızık aramaktan meneder.

Mü’min kendini güçlü hisseder. Allah’ın yardımının bir vaat olduğunu, o vaadin muhakkak gerçekleşeceğini bilir. Yılmaz, eğilmez, umutsuz kalmaz. Onun beklediği yardım, günübirlik değildir. Ebedi saadetin arzusu peşinde saatlik beklentilerin doğ-ru olmayacağını bilmektedir. O, Allah’ın şu sözüne güvenmektedir:

‘Allah, ‘muhakkak ki ben ve elçilerim üstün geleceğiz.’ diye yazmıştır. Şüphesiz ki Allah, kudreti her şeye yeten ve gücü önünde durulmayandır.’1

‘Şüphe yok ki biz, dünya hayatında da şahitlerin dikileceği günde de hem peygamberlerimize hem de iman eden-lere yardım ederiz.’2

İzzetin gerçekleşmesi için1- İzzetin kaynağını bilmek, o kaynak-

la bağı güçlü tutmak şarttır. İman esasla-

rının muhkem tutulması, fitnelere ve iğ-vaya karşı korunması, basiretli tutumlar sergilenmesi şarttır. İmanımızın ve bilgi-mizin temelini oluşturan gerek Kur’an ve gerek sünnetin en üst seviyede korunma-sı, o iki esasa göre hayat tanzimi için ça-lışılması izzetin aslının muhafazası anla-mına gelmektedir. Gerek Kur’an’ın ve ge-rek sünnetin tek merci haline getirilme-si ile saygın, mukaddes eserler olarak gö-rülmesi arasında gelip giden anlayış izzeti idrak edemez. Kur’an’a ve sünnete iman etmek, o ikisine teslim olmaktır. Teslimi-yette sıkıntı bulundukça imanın içi dol-durulamamış dolayısıyla da izzetten uzak kalınmıştır.

2- Mü’min için sabır, imanın en önem-li gereklerindendir. İmanın, gerçekleşme-si yolunda sabır kadar elzem ikinci bir ke-lime yok gibidir. Allah’ın vaadinin beklen-mesi bir sabır imtihanının gerçekleşme-si demektir. Yaşadığımız zamanın bizim saatlerimize göre değil de Allah Teâlâ’nın takdirine göre belirlenmiş olması bu an-lama gelmektedir. Allah Teâlâ’nın planı-nın, kulun kolundaki saate, masasındaki takvime göre işlemesini beklemek elbet-te mümkün değildir. Kul, imtihan edilen, sabrı ne kadar tahakkuk ettireceği gözle-

NUREDDİN YILDIZ

“Mü’min fakirlikle boğuşurken de izzetlidir zenginlik içinde iken de izzetlidir. Allah ve Peygamber ile beraber olmanın, Kur’an ile yaşamanın vazgeçilmez gereğidir bu.

Page 66: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/266

nen biri iken, kendisini planı yürüten du-rumunda görmesi yanlıştır. Sabır, bu an-layışa sahip olmanın adıdır. Allah’ın emir ve yasaklarını dikkate alarak yaşamada sabır bir tür enerjidir. Nebilerin ve salihle-rin çizdiği çizgi budur. Allah’tan en üstün mükâfatı görecek olanlar sabır imtihanını geçebilenler olacaktır.

Mü’min, bollukla darlık arasında, hayır-la şer arasında, tebessümle ağlama ara-sında sınanırken sabır ölçümü yapılmak-tadır. Fakirliğinde ezilmeyen, zenginliğin-de şımarmayan mü’min kazanmaktadır. İbadetini hiçbir ortamda değiştirmeyen; yokluk halinde iken ki halini en bol ha-linde bile bozmayan mü’min kazanmak-ta ve izzetini korumaktadır. Haramlara karşı gevşemeyen mü’min sabır imtiha-nını kazanan mü’mindir. Hayatını, şükür, sabır ve istiğfar arasında gelip giden bir üçgen arasına oturtan mü’min kazanmış mü’mindir. Zira o, izzetin zirvesindedir.

3- Tok gözlülük, ihtiyaç fazlasına tenez-zülsüzlük izzetin kaynaklarındandır. Ha-ramlardan kaçınmak, insanların elinde-kine tenezzül etmemek izzeti korur. Ha-rama bulaşan ve insanların malında, for-sunda gözü olan eriyen bir izzetin sahibi olarak aziz bir duruş sahibi olamaz.

Bu anlamı, İslam’ın insanları çalışma-ya ve alın teri ile yaşamaya teşvikinde iz-

lemek mümkündür. ‘Allah’ın lütfundan aramak’ olarak özetlenen bu dik duruş, namaz ibadetinin zikredildiği ayete konu olmuştur. (Cuma suresinin 10.ayeti ince-lenebilir.) Dilenip yüzsuyu dökmenin ke-rih görülmesi de bunun içindir. Abdur-rahman bin Avf radıyallahu anhın: ‘Bana Medine çarşısını gösterin.’ diye ortaya koyduğu mü’min duruş, oldukça önemli bir şahsiyeti simgelemektedir.

4- Alçak gönüllülük izzete ve dik duru-şa mani değildir. Mü’min, hem onurlu hem mütevazı olabilir; olması gereken de bu-dur. Mü’min kardeşlerine karşı alçak gönül-lü, zayıflarla beraber, bağışlayan, merhametli, gözü yaşlı, sıkıntılara tahammül eden, insan-larla iç içe yaşamanın eziyetlerine katlanabi-len, kibirlenmeyen, hor görmeyen mü’min onurlu olmanın gereklerini yapmaktadır. Al-çak gönüllülük zillet değildir. Kibir de onur değildir. Mü’min, şahsı için intikam düşün-mez ama dini ve kardeşleri için hırslıdır. Al-lah Teâlâ’nın sözü gayet açık ve nettir:

‘Zulme uğradıklarında boyun eğme-yip haklarını alırlar.

Bir suça verilecek ceza, işlenen suç ka-dardır. Bununla birlikte kim bağışlar ve uzlaşıp düzeltirse mükâfatı Allah’tandır. O, zulmedenleri asla sevmez.’3

5- Mü’min, mü’min kardeşleriyle be-raber yaşamalıdır. Mü’minlerin içinde ol-mak, ek sıkıntılar getirmiş olsa bile onur-dur. Mü’minlerin arasında bulunup, re-fah düzeyi düşük yaşamak, kâfirlerin ara-sında müreffeh yaşamaya tercih edilme-lidir. Zira mü’minler, bir arada iken imanın onurunu hissedebilirler. Bunun adı, ‘Daru-lislam’ denen yerde olmak şeklinde kona-bileceği gibi, onun oluşmadığı ortam ve za-manlarda ‘aynı sitede’ veya ‘aynı binada’ bu-lunma olarak da belirlenebilir. Önemli olan çevrenin mü’min olmasını temin etmektir. Gözün mü’mine ait olanı görmesi, kulağın imana ait olanı duymasıdır. Nesil yetiştirir-

“Hayatını, şükür, sabır ve istiğfar arasında gelip giden bir üçgen arasına oturtan mü’min kazanmış mü’mindir. Zira o, izzetin zirvesindedir.

Page 67: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 67

ken çevrenin mü’min olmasıyla kâfir olması arasında da büyük fark vardır. Mü’minlerin birbirlerine emribilmaruf ve nehyianilmün-ker yapmaları veya bundan yoksun olmaları önemli sonuçlar doğurur. Mü’minlerin kar-deş olduğunu beyan eden Kur’an’ın talebi budur. Mü’minlerin velilerinin Allah, Resûlü ve müminler olması ancak bu ruhla tezahür edebilir. Ticarette mü’mini kollamak, sosyal ilişkilerde mü’min eksenli davranmak, iman gereği olarak bilinmelidir. Biz bunu, Allah’ın ipine sarılmanın, cemaatten kopmamanın zorunluluğu olarak da görebiliriz.

Mü’min onurunun korunması cema-atte bulunmakla, cemaatte Kur’an ve sün-net etrafında kenetlenmiş olmakla müm-kündür. Ümmeti Muhammed’in geçmişin-de onurlu tablonun sergilendiği dönemle-rin en bariz özelliği, Kur’an ve sünnetle yaşa-nan, bir Halife’nin ismi altında kenetlenilen dönemler olmasıdır. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, raşit halifeler dönemi bu izzetin en üst noktada hissedildiği ve bize kadar taşındığı dönemler olmuştur. Şüphe-siz mü’minlerin aynı ruhu kaşıyan bir siyasi yönetim ve yönetici oluşturma mücadelesi gütmeleri önemli görevler arasındadır.

İzzet kalitesiMü’min, izzet iddiası ile izzet sahibi ola-

maz. Zenginlik ve makam gibi zahiri görün-tü de izzetin teminatı değildir. İzzet, imanın pratiğe tatbik edilmesi ile canlı kalır. İma-nın kaynağı olan Kur’an ve sünneti, yazılı metinlerden elle tutulur, gözle görülür iş-lere dönüştürmek izzeti hak etmektir. Baş-ta cihat olmak üzere, Allah’ın hükümlerini ne kadar tatbik ettiğimiz, hududunu ne ka-dar muhafaza ettiğimiz, ne kadar izzeti hak ettiğimizi gösterir. Allah’ın şeriatını yok sa-yan, beşeri sistemlerden birini veya onun parçalarını üstün tutanların izzet bekleme-leri hayaldir. Kâfirlerin yanında izzet ara-yışları zilletin ta kendisidir. Emribilmaruf ve nehyianilmünker yapmayan, hakkı tu-tup batılı atamayan izzetten uzak kalmaya

mahkûmdur. Dininin, kâfirlerin tuzaklarına karşı muhafazasında görev üstlenmeyen, evinde, işinde, sokak ve meydanında hakkı dillendiremeyen, batılın boş sözlerinin yük-selişi altında ezilmeye mecburdur.

Mü’minin izzeti cihadın şifresi ile bağ-lantılıdır. Mü’min, cihadı kadar azizdir. Cihattan uzaklaştıkça, uzak kaldığı her günü ayrı bir sıkıntı sebebi olacaktır. Küf-rün tek anladığı dil kuvvettir. Mü’min, kü-für ehli ile mücadele ederken, en güzel sözü ve hikmeti kullanacaktır ama en gü-zel söz de hikmet de, güçlünün ağzından çıktığında dinlenecektir.

Müslüman olmakla göğsü kabaran ne-sillerin yetiştirilmesi, dinleri ile iftihar eden, dinleri için himmet gösteren anne babalara nasip olur. Müslüman olmanın izzetini tatmak isteyenler, o izzet için ge-rekene layık olmalıdırlar. Bu layık olma her şeyden önce izzeti arzulamaktır. Dinlenen bir ezan, mü’mine ‘En büyük olan Allah’ tarafından davet edilme hazzı vermelidir. Ezandan haz duyan, Kur’an’la eriyen, cen-net umudu ile ayağı yerden kesilen, infak etmeyi elde etmek olarak gören mü’min diktir. O azizdir, şereflidir. O her şeye layık-tır; Allah’ın yardımı bile onunladır.

NUREDDİN YILDIZ

1. Mücadele, 212. Ğafir, 513. Şûra, 39-40

Page 68: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/268

Uhut savaşında galibiyeti mağlubiyete dönüştüren, okçuların itaatsizliği ile ilgili olarak Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Siz Allah’ın izni ile düşmanlarını-zı öldürürken, Allah size olan vaadini ye-rine getirmiştir. Nihayet, öyle bir an gel-di ki, Allah arzuladığınızı (galibiyeti) size gösterdikten sonra zaafa düştünüz; (Peygamber’in verdiği) emir konusun-da tartışmaya kalkıştınız ve asi oldunuz. Dünyayı isteyeniniz de vardı, ahireti is-teyeniniz de vardı. Sonra Allah denemek için sizi onlardan (onları mağlup etmek-ten) alıkoydu. (Onlara karşı bozguna uğra-mış bir duruma düştünüz). Ve andolsun ki; sizi bağışladı. Zaten Allah, müminlere çok lütufkârdır.” (Âl-i İmran; 3/152)

Bilindiği gibi Uhud Savaşı Hicretin 3. yılının Şevval ayında (Miladi 625 Nisan ayında) bir Cumartesi günü Uhud mev-kiinde meydana gelmiştir. Müşrik ordu-su üç bin süvari savaşçıdan oluşuyordu. Beraberlerinde üç bin deve bulunuyordu. Buna ilaveten Uhud mevkiine varınca-ya kadar hiç binmedikleri 200 tane de at bulunuyordu. Ayrıca beraberlerinde 700 adet zırh vardı. Kendilerine moral versin-ler diye kadınları da beraberlerinde getir-mişlerdi. Ordunun başkomutanı Ebu Süf-yan idi. Atlı birliklerin başında Halid b. Ve-lid ve Ebu Cehil’in oğlu İkrime vardı.

İslam ordusu 14 Şevval Cuma günü Cuma namazından sonra çıkıp, Uhud is-tikametine doğru hareket etti. Sayıları 1000 kişi kadardı. Bunların ancak yüz ta-

UHUD SAVAŞINDA GALİBİYETİN MAĞLUBİYETE DÖNÜŞMESİ

Süleyman AKYÜZ

Page 69: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 69

nesi zırhlı idi. Sadece bir atlı vardı. Hz Pey-gamber yolda askeri bir geçit yaptırarak durumu gözden geçirdi. Bazı çok ihtiyar-larla çocuk yaşta olanları geri çevirdi. O sırada 15 yaşında olan, ok atmasını iyi bi-len Rafi b. Hudeyc ile onu güreşte yenen Semure b. Cündüb’e müsaade etti.

İslam ordusu geceyi Uhud’a varmadan Şeyheyn denilen yerde geçirdi. Hz. Pey-gamber (s.a.v) şafak sökmeden önce or-dusunun başına geçerek düşmana doğ-ru ilerledi ve düşman ordugâhına iyice yaklaştı. Tam bu sırada sabah namazının vakti girmişti. Asker silahlı vaziyette, Pey-gamberimiz (s.a.v) ordunun önüne geçe-rek sabah namazını kıldırdı. Asker teçhi-zatlı olarak namaza durmuştu. Çünkü her iki cephe birbirlerini rahatça görüyorlar-dı. İşte böylesine nazik bir saatte müna-fıkların başı Abdullah b. Ubey b. Selül or-dunun üçte birini oluşturan yandaşları-nı yanına alarak Müslümanların morali-ni çökertmek için geri çekildi. Peygamber Efendimiz (s.a.v)’i kastederek:

“Bu adamlara kandı, benim (Medine dışına çıkmayalım) sözümü dinlemedi. Ey halk! Bilmiyorum hangi sebeple kendimi-zi öldürtmek için gelmiş bulunuyoruz?” dedikten sonra nifak ve şüphe ehlinden olan uydularıyla birlikte döndü. Bütün ikazlara rağmen “bir savaş çıkacağını tah-min etmiyoruz” diyerek Medine’ye dön-mekte ısrar ettiler.

Her zaman ve her yerde münafıkla-rın davranış ve tutumu işte böyledir. Kimi güçlü görürlerse onun yanında yerleri-ni alırlar. Güçsüzleştiğini gördüler mi he-men peşini bırakıverirler. Güçlü ellerle otoriteye sahip olan egemen kişinin ya-nında olurlar. Fakat otoritesinin zayıfla-dığını görür görmez onu destekleyici tu-tumları da gevşeyiverir. Tamamen güçsüz düşünce de aleyhine dönerler.

Abdullah b. Ubey ve yandaşları, müş-

riklerin sayıca daha çok, silah ve tedbir bakımından da daha mükemmel olduk-larını düşünüyorlardı. Onlara göre zaferin yolları sadece bu gibi şeylerden geçerdi. Bu sebeple önce canlarının tehlikeye gi-receğinden korktular. Aynı zamanda böy-le en nazik bir saatte savaş alanından çe-kilmekle Müslümanları çökerterek müş-riklerin üstün gelmelerine katkıda bulun-mak istediler. Nerede ise bu oyunlarında başarı elde etmek üzere idiler… Hz. Pey-gamber (s.a.v)’in sağ ve sol kanatlara yer-leştirdiği Hazreç kabilesinden Seleme oğulları ile Evs kabilesinden Harise oğul-ları düşmana karşı direnmekte korkaklık ve zaaf göstermişlerdi. Bu konuda Allah (c.c) şöyle buyurur:

“O zaman içinizden iki bölük bozulup çekilmek üzereydi. Hâlbuki Allah onların yardımcısı idi. Müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (Al-i İmran; 3/122)

Ne var ki, Allah’ın takdiri münafıkların umduğu gibi çıkmadı. Bilakis Allah (c.c) iyi-leri kötülerden ayırmayı, saf, temiz ve pırıl pı-rıl kalsınlar diye, sırf Allah rızası için er mey-danına çıkmış olsunlar diye müminlerin saf-ları arasından şaibeli ve şüpheli unsurları te-mizlemeyi murad ettiği için böyle yaptı.

SÜLEYMAN AKYÜZ

“Allah Teala Müslümanların nefislerini Rasulullah’ın ölüm ve şehadet haberiyle imtihan etti. Müslümanlar da imanda sebata, imana davete, O’nun yolunda cihada hayattayken ve öldükten sonra imana devam edeceklerini ispat ettiler.

Page 70: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/270

300 münafığın ayrılmasıyla sayıları 700’e düşen İslam ordusu Cumartesi sabahı Uhud Dağı’na vardı. Arkalarını Uhud Dağı’na ve-rerek Medine’ye karşı saf olup durdu. Pey-gamber Efendimiz (s.a.v) sancağı Mus’ab b. Ümeyr’e verdi. Zubeyr b. Avvam’ı zırhlı kuv-vetlerin başına geçirdi. Zırhsız askerlere de Hz. Hamza’yı kumandan yaptı. Düşmanla-rın, cephe gerisinden tecavüzde bulunma-sını önlemek için ordunun sol tarafında ki dağın vadisini beklemek üzere elli savaşçı seçerek Abdullah b. Cubeyr komutasında, Rima Tepesi’nde mevzilenmelerini emret-ti. Oradan müşrikleri ok yağmuruna tutarak cepheyi savunmaları ve sonuç ister zafer is-ter yenilgi olsun mevzilerini asla terk etme-meleri talimatını verdi ve şöyle buyurdu:

“Düşman süvari birliğine karşı bizi ok-larla koruyunuz, ta ki arkamızdan gelme-sinler. Durum lehimizde de aleyhimizde de gelişse yerinizden kesinlikle ayrılma-yınız. Şüphesiz, siz yerinizde durduğunuz müddetçe muhakkak galip olacağız.”

Bundan sonra Rasûlullah (s.a.v) ordu-yu savaş düzenine soktu ve kendilerine şöyle hitap etti:

“Sizi Allah’a yaklaştıracak hangi davra-nış varsa ben onu size tavsiye ettim. Ve sizi ateşe yaklaştıracak hangi amel var-sa ondan da sizi sakındırdım. Hz Cebra-il şunu benim kalbime sezdirmiş bulunu-yor ki: Hiçbir canlı (kendisi için Allah tara-fından takdir edilen) rızkını noksansız bir şekilde yemedikçe -onu yemekte gecik-se bile- daha önce ölmeyecektir. O halde Allah’ın koyduğu sınırlara saygılı olunuz ve kazanç ararken dürüst davranınız. (Peşinde olduğunuz kazanç) elinize geç ulaşacak te-laşıyla (acele edip) günah işlemeyiniz. Mü-minin mümin ile olan bağı başın vücutla olan bağına benzer. Başta bir ağrı oldu mu bütün vücut ona bu ağrısında iştirak eder.”

Savaş, müşrik ordusunun sağ kanadın-dan fâsık Ebu Amir komutasındaki birli-ğin hücumuyla fiilen başladı. Bu cepheyi Halid b. Velid komutasındaki müşriklerin süvari birliği destekliyordu o sırada İslam okçu bölüğü üst taraftan düşmanın süva-ri hücum birliğini ok yağmuruna tutun-ca Zübeyr b. Avvam komutasındaki İslam hücum birliğinin karşısında tutunamaya-rak düşman geri çekilmek zorunda kaldı.

Bu kez Müslümanlar mukabil hücuma geçtiler. Daha çok sancaktarların üzerine hamlelerini yoğunlaştırdılar. Çünkü zafe-ri de yenilgiyi de sancak temsil eder. Sa-yıları 15 kadar olan ve meşhur silahşorlar arasında sayılan düşman sancaktarları İs-lam mücahitleri tarafından teker teker öl-dürüldüler. Küfrün sancağı yere düştü ve ayaklar altında çiğnendi. Müslümanlar sa-

Page 71: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 71

vaşın bu merhalesinde tek bir vücut gibi ileri atılıyorlardı. Hz. Hamza (r.a) ve Ebu Dücane (r.a) ot biçer gibi düşmanı kılıç-tan geçiriyorlardı. Müşrik ordusu, sayıca kat kat büyük olmasına rağmen -Allah’ın izniyle- perişan oldu. Aslında bir Müslü-man neferi dört düşmana karşı savaşıyor-du. Bununla beraber müşrik ordusu çil yavrusu gibi bir anda dağıldı. Neye uğra-dıklarının farkında değillerdi.

Savaşın artık neredeyse bittiği intibaları uyanıp müşrikler dağılarak kaçışmaya baş-layınca Müslümanlar arkadan bindirip kimi-sini öldürüyor kimisini ele geçirip esir alıyor ve bu arada düşmanların geride bıraktıkları ganimetleri toplamaya çalışıyorlardı.

Tam bu sırada yamaçta bekleyen İslam okçuları manzarayı görünce Hz. Peygam-ber (s.a.v)’in kendilerini görevlendirdi-ği yerden inip diğer kardeşleriyle birlikte düşmana karşı yapılan bu başarılı hamle-ye katılmak ve bu arada ganimetten de

istifade etmek istediler. Onların izlenim-lerine göre savaş artık sona eriyordu. Ne-fis bu ya biraz da ganimet toplamayı dü-şünüyorlardı. Fakat komutanları Abdullah b. Cübeyr (r.a) aynı görüşü paylaşmıyor-du. O, kimsenin asla yerini terk etmeme-si kanaatindeydi. Özellikle Hz. Peygamber (s.a.v) böyle emretmişti. O’nun talimatı-nın ihlal edilmemesi gerekirdi. Bu sebep-ledir ki; Hz. Peygamber (s.a.v)’in ikinci bir talimatı gelinceye kadar yerinde kalmak-ta ısrar etti. Fakat bu ısrara rağmen -ne yazık ki- okçuların bir kısmı komutanları-nı dinlemediler. Yerlerini terk ederek ga-nimet toplamak üzere diğer askerlere ka-tıldılar. Bu nedenle İslam cephesinin ge-risi düşman hücumuna açık ve müsait hale geldi. Çünkü dağın yamacında ko-mutanlarıyla beraber on okçudan baş-ka kimse kalmamıştı. Kureyş ordusunun sağ kanat süvari birliği komutanı Halid b. Velid İslam okçularının mevzilerini terk

SÜLEYMAN AKYÜZ

Page 72: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/272

edip indiklerini görmüştü. Durumu fır-sat bilerek hemen komutasındaki süvari-lerle dağı arkadan sararak üzerlerine yü-rüdü. Okçular kahramanca savaştılar. An-cak iki yüz süvariye karşı sadece on ki-şiydiler. Komutanları Abdullah b. Cubeyr dâhil hepsi şehid edildiler. Aşağıda Müslü-manlar artık iki ateş arasındaydılar. Çün-kü Halid b. Velid onları arkadan sarmış-tı. Bozulmuş olan Kureyş askerleri Halid b. Velid’in haykırışlarını duyunca Müslü-manlara karşı yeniden mukabil hücumu-na geçtiler. Kureyş ordusu ile birlikte ge-len Umra el-Harisiyye adında bir kadın da yerlerde çiğnenen Kureyş sancağını kapa-rak haykırdı ve Kureyş ordusunu yeniden cesaretlendirdi. Böylece savaş yeniden alevlenmeye başladı.

Müslümanlar disiplinlerini kaybetmiş-lerdi. Bozgun genel bir hal almıştı. Özel-likle İbni Kumay’a Mus’ab b. Umeyr’i şe-hid edince Onu Peygamber Efendimize benzetmiş ve “Muhammed’i öldürdüm” diye haykırdığı sırada Müslümanlar iyice perişan bir duruma girdiler. İslam asker-leri küçük topluluklar halinde ve dağınık idiler. Bunlardan küçük bir gurup Hz. Pey-gamber (s.a.v)’le beraberdi. Hz. Peygam-ber (s.a.v) durumu çok dikkatli bir şekilde izliyordu. Müslümanların dağıldığını ve manevi çöküntüye uğradıklarını görün-ce, kendisi için büyük tehlike olmasına rağmen nerede bulunduğunu ilan etme-yi gerekli saydı. Müslümanlar Peygambe-rimizin sesini duyunca rahatladılar. Çem-ber içindeki askerlerin morali birden yük-seldi. Öyle ki başlarına ne gelebileceği-ne pek aldırış etmeden düşman safları-nı bir anda yarıp çemberden çıktılar ve diğer dağınık Müslümanlar gibi onlar da Peygamber Efendimizin etrafında küme-lenmeye başladılar. Bu sırada düşmanlar da bu yöne doğru kaydılar. Savaş bütün şiddetiyle yeniden alevlendi. Bu sırada düşman süvarilerinin başında bulunan

Page 73: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 73

Mus’ab b. Ümeyr’in katili İbn-i Kumay’a (kamie) Peygamberimize doğru bir ham-le yaparak üzerine şiddetli bir kılıç dar-besi indirdi. Kılıç Rasulullah’ın zırhını delerek onu incitti. Arkasından bir dar-be daha indirdi. Bunun etkisiyle Efendi-miz (s.a.v)’in miğferinden iki zırh halkası mübarek yanağına batarak yüzünün ka-namasına sebep oldu. Utbe b. Ebi Vakkas da fırlattığı bir taşla Peygamber Efendimi-zin mübarek dişini kırdı, dudağı da yara-landı. Mübarek iki dizleri sıyrıldı. Peygam-ber Efendimiz öyle etkilenmişti ki, yüzün-den aşağı sızan kanını silerken; “Kendi-lerini Allah’ın gösterdiği doğru yola çağı-rırken Peygamberlerinin çehresini böyle kana bulayan bir ümmet nasıl iflah ola-bilir.” diye söylenmekten kendini alamadı.

Sonra Müslümanlar Uhud dağının yüksek yamaçlarından birine çıkıp orada mevzilendiler. Düşman üzerine yağdırdık-ları oklarla hücumlarını durdurdular. Müş-rikler artık Müslümanlara fazla bir zayiat vermekten ümitlerini kestiler. Ebu Süfyan askerlerine geri çekilmek için emir verdi.

Müslümanların Uhud Savaşı’nda ver-dikleri zayiat az değildi. Yetmiş kadar şe-hid bıraktılar. Yaralıların sayısı ise yüz elliyi geçiyordu. Müşriklerin ölü sayısı ise 22 idi.

Bu durum okçuların yanılmasından, onların Rasulullah’ın talimatına ve emir-lerine son ana kadar bağlı kalmamala-rından, Rasulullah’ın onları yerleştirdiği mevziyi boşaltmalarından doğmuştu.

Uhud Savaşında Müslümanların ma-ruz kaldığı meşakkatler, aslında onlar için bir terbiye ve tecrübeden ibaretti. Gali-biyet sevinci ile fetih neşesiyle ve zafer sarhoşluğuyla yaşayan, musibetlerin ve mağlubiyetlerin acısını tatmamış bir top-luma güven duyulamayacağına işaret etti

Allah Teala Müslümanların nefislerini Rasulullah’ın ölüm ve şehadet haberiyle imtihan etti. Müslümanlar da imanda se-

bata, imana davete, O’nun yolunda ciha-da hayattayken ve öldükten sonra imana devam edeceklerini ispat ettiler. O ölse de korkuya kapılmayacaklar, gevşemeyecek-ler ve düşmana boyun eğmeyecekler. Bu konuda Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“(Ey müminler!) Gevşemeyin, mahzun olmayın, siz eğer (gerçekten) mümin ise-niz en üstün sizsiniz.” (Al-i İmrân; 3/139)

“Müminler içinde Allah’a verdikleri söz-de sadakat gösteren erler var. İşte onlardan kimi adağını yerine getirdi. (Şehid oldu) Kimi de (bunu bekliyor) onlar hiçbir surette (ahidlerini) değiştirmediler.” (Ahzab; 33/23)

“Muhammed, ancak bir Peygamberdir. Ondan önce de Peygamberler gelip geç-miştir. Şimdi O ölür ya da öldürülürse, ge-risin geriye (eski dininize) mi döneceksi-niz? Kim (böyle) geri dönerse Allah’a hiç-bir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Al-lah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Ali İmran; 3/146)

Birçok ibretlerle dolu Uhud Savaşı’nı siyer kitaplarından özetlemeye çalıştım ki konu başlığı olarak seçtiğim ayet-i keri-meyi daha iyi anlamış olalım ve dolayısıy-la günümüz dünyasını aydınlatmış olsun. Ne mutlu ibret alanlara!...

““Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde sadakat gösteren erler var. İşte onlardan kimi adağını yerine getirdi. (Şehid oldu) Kimi de (bunu bekliyor).

SÜLEYMAN AKYÜZ

Page 74: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/274

Allah Tealâ Hazretlerine ibadet ve kul-luğun ancak şükürle tamam olacağına işaret etmek için Kur’an-ı Kerim’de şöy-le buyrulmuştur:

“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rı-zıkların güzel ve temiz olanlarından ye-yin ve o nimet karşılığında Allah’a şük-redin; eğer gerçekten O’na ibadet ve kulluk eden kimselerseniz.”1

Şükür, kulun Cenâb-ı Hakk’ın kendisi-ne nimet olarak ihsan ettiği şeyleri yaratı-lış gayesine ve Hakk’ın rızasına uygun bir şekilde kullanmasıdır.

Şükür, insanın, Allah’ın kendisine ver-miş olduğu nimetlerden başkalarını fay-dalandırmasıdır.

1. Bakara, 2/172

Şükür, Cenâb-ı Hakk’ın sayısız lütuf ve ihsanlarına karşılık, söz, fiil ve kalp ile; övgü, saygı, sevgi ve minnettarlığın ifâdesi olarak O’na yönelmek ve kullukta bulunmaktır.

Kulluk şiarı olan şükür üç şekilde ger-çekleşip tamamlanır: Dil ile şükür, kalp ile şükür ve amellerle şükür olmak üzere…

Dil ile şükür: Nimetin gerçek sahibi Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâ etmek, her an O’na muhtaç olduğunu itiraf ederek ni-meti söylemektir. Bu emr-i İlahi Kur’an-ı Kerim’de şöyle zikredilmiştir.

“Rabb’inin nimetine gelince, onu şü-kür için anlat da anlat/söyle.”2

Kalp ile şükür: Nimetlerin hakiki sahibi-nin Cenâb-ı Allah olduğunu bilip tanımak,

2. Duhâ, 93/11

ŞÜKÜRLE TAMAMLANAN İBÂDET VE KULLUĞUMUZ

Hikmet ARSLANTÜRK

Page 75: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 75

O’nu tasdik etmek, O’na sonsuz hürmet ve muhabbet duymak, O’nun sayısız ihsanına rağmen nefsin cefasını düşünüp, hayâ sahi-bi olarak O’ndan af dilemektir.

Nitekim Nebiyy-i Ekrem –sallallahu aleyhi ve selem- şöyle buyurmuşlardır:

“Allah’ım! Senin bana lütf u ihsan etti-ğin nimetleri i’tiraf ederim. Hiçbir akıl ve mantığa sığmayan kusur ve günahlarımı da i’tiraf ederim. Allah’ım! Beni affeyle. Çünkü Senden başkası günahları affedemez.”3

Kul nimette ancak nimetin gerçek sa-hibini görür, başka bir şey göremez.

Kul neticede anlar ki, yüce Allah’ın bahşettiği nimetlerin bir cüz’üne bile şü-kür etmekten acizdir. Hakiki şükrü yapa-nın ancak Allah olduğunu görür.

Hak Teâlâ celle ve a’lâ Hazretleri sözle-rin en güzelinde şöyle buyurur:

“Kim çalışır bir güzellik kazanırsa, biz onun bu husustaki güzelliğini artırı-rız. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, şükre şükrün en güzeliyle karşılık verendir.”4 “Üzerinizde nimet namına ne varsa hepsi Allah’ındır.”5

Amellerle (vücudun a’zaları ile) Şükür: Vücudun a’zalarını ve Hakk’ın sayısız, had-siz nimetlerini O’nun hoşnutluğu istika-metinde kullanmak, nimete karşılık hayırlı amel işlemekle yapılır.

Allah’ın verdiği nimeti Allah’a ibadet yolunda harcamak, Allah’ın verdiği ni-metle O’na isyan etmemektir. Bu güne kadar yapamadığı taat ve ibadetleri yap-maya gayret göstermektir.

Şükrümüzü haramlardan kaçınarak ve salih amellere sarılarak ispat etmeye ça-lışmalıyız. Çünkü “şükür, Allah Teâlâ’nın lütfettiği nimetle O’na asi olmamak ve o nimeti ma’siyete sermaye etmemektir.”6

3. Buhârî: Deavât, 2, 164. Şûra, 42/235. Nahl, 16/536. Feridüddün Attâr, s:318

Şükür, insanın mazhar olduğu nime-tin cinsinden edâ edilir. Cenâb-ı Hakk, her nimetin kendi cinsinden yapılacak şükrü ile nimetlerini artıracağını Kur’an-ı Kerim’inde açıkça beyan buyuruyor:

“Andolsun ki, Eğer şükrederseniz, size olan nimetimi elbette artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz, haberiniz olsun ki, benim azâbım çok şiddetlidir. (iman, akıl, sağlık, varlık, hürriyet, devlet gibi nimetlerimi çeker alırım)”7

Şükür, nimeti arttırır, nankörlük dert getirir, sıkıntı doğurur; nimetin bozul-ma ve çekip alınma” sebebi olduğu da değişmez doğrular kitabımız Kur’an-ı Mübîn’de şöyle haber verilir:

“Şüphesiz ki, bir millet (bir toplum) kendi özlerindeki/kalplerindeki iyi hali değiştirip bozmadıkça Allah da onlara verdiği nimeti değiştirip bozmaz.”8

Şükredici bir kalp, bütün vücudu şükre sevkeder, hayrı celp eder, derdi yok eder. Ömre bolluk ve bereket verir, topluma huzur ve mutluluk kazandırır.

Elde ettiğimiz nimetlere karşı, o nimetler-den başkasına pay çıkarmazsak, katiyyen o nimetlerden dolayı Allah’a şükretmiş olma-

7. İbrahim, 14/7

8. Râd, 13/11

HİKMET ARSLANTÜRK

“Şükür, kulun Cenâb-ı Hakk’ın kendisine nimet olarak ihsan ettiği şeyleri yaratılış gayesine ve Hakk’ın rızasına uygun bir şekilde kullanmasıdır.

Page 76: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/276

yız. Yoksa: “Ya Rabbi şükür el-Hamdülillah” demenin bir tesbih kadar, yani “sübhanal-lah” demek kadar bir sevabı vardır.9

Çünkü şükür, kulun Cenâb-ı Hakk’ın ken-disine nimet olarak ihsan ettiği şeyleri yara-tılış gayesine uygun bir şekilde kullanması manasına geliyorsa da, yalnız dil ile “Ya Rab-bi şükürler olsun” demek yeterli değildir.

Yüce Rabbimizin Kelâmını, Peygamber Efendimizin güzel ahlâkını, İslam Dininin eş-siz âdâbını (âdâb-ı muâşereti; birlikte yaşama ve hoş geçinmenin edeplerini, prensiplerini) öğretmek ve öğrenmek de en üstün bir şü-kürdür. İnsanlara teşekkür etmek de bu pren-siplerden biridir. “Nitekim Hadis-i Şerif’de şöyle buyrulmuştur: “İnsanlara teşekkür et-meyen Allah’a şükretmemiş olur.”10

Peygamber Efendimizin bu ifadesine göre; insanlara teşekkür borcunu ödeme-yenler, Allah’a hamd ve şükür ederek bu borçtan kurtulamazlar. Allah’a şükrümü-zün geçerli olması için, O’nun kullarına karşı olan teşekkür vazifemizi yerine ge-tirmek mecburiyetindeyiz.”11

9. Mahir İz, Din ve Cemiyet10. el-Camiussağir, 2/167

11. Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK, Yolların en Güzeli s:99

Merhum Mahir İz Üstadımızın “Ta-savvuf” isimli eserindeki şükürle ilgili şu açıklamalarını teberrüken naklediyorum:

Şükür: İnsanın, Allah’ın kendisine ver-miş olduğu nimetlerden başkalarını fay-dalandırmasıdır.

Yani bir adamın, yediği yemeğin cin-sinden, onu bulamayan birine ikram ederse, o nimete şükretmiş olur. Aynı şe-kilde, ilim tahsil eden bir adam, öğren-diklerini başkalarına öğrettiği takdirde, Allah’ın kendisine bahşetmiş olduğu ilim nimetinin şükrünü edâ etmiş olur.

Meselâ bir san’atkârın ehil ve kabiliyet-li birini yetiştirmesi, Allah’ın lütfuyla ka-zanmış olduğu sanatın şükrüdür.

Bir doktorun haftada bir gün muhtaç-lara bedelsiz bakması küçük bir şükürdür, iki gün bakarsa orta halli bir şükürdür. Üç gün bakarsa, işte ona şükr-i a’lâ derler. Ka-zancını temin eden halk ile, haftayı bölü-şüyor demektir. İşte bu “tiyb” olan, (ken-disinde gönül hoşluğu bulunan helâl) ka-zanç nevindendir.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’inde: “Kullarımın içinde hakkıyla şükreden azdır.”12 buyuruyor ki, yukarıda açıkladı-ğımız şükür, her babayiğidin yapacağı şü-kürlerden değildir.

Hakiki şükür olsa….

Bahsi geçen ve dua makamında yapı-lan şükrü, yani şükür kelimesini, milyon-larca Müslüman her vesile ile tekrar eder. Fakat içlerinde bu yüzden nasibi artan görünmez. Eğer bu şükür kelimesi, haki-ki şükür olsaydı, Allah onların nimetleri-ni artıracağını va’d ve beyan buyurmuştu, derhal durumları değiştirmesi iktiza eder-di. Çünkü: “Eğer nimetinime şükreder-seniz artırırım”13 meâlindeki Âyet-i Celi-le gayet sarihtir.

12. Sebe, 34/1313. İbrahim, 7

“Şükür, kulun Cenâb-ı Hakk’ın kendisine nimet olarak ihsan ettiği şeyleri yaratılış gayesine uygun bir şekilde kullanması manasına geliyorsa da, yalnız dil ile “Ya Rabbi şükürler olsun” demek yeterli değildir.

Page 77: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 77

Şükrün kemâli, mutlak ziyadeye beşaret-tir. Fakat ne cihetten ve ne cinsten olacağı bilinmez. Çünkü Allah, insanın rızkını um-madığı ve beklemediği yerden de verebilir.

“Allah, kendisine karşı gelmekten sa-kınan kimseye kurtuluş yolu sağlar, ona beklemediği yerden rızık verir. Allah’a güvenen kimseye O (c.c.) yeter.”14 Âyet-i Celilesi bunun en açık delilidir.15

Nimet ve Hayra Müstağrak Mümin’in Şükür ve Niyâzı

Cenâb-ı Hakk şükretmekle sorumlu kıl-dığı biz kullarına şunları hatırlatmaktadır:

“Allah sizi -mükemmel bir insan ola-rak- annelerinizin karnından çıkardı, sizler hiçbir şey bilmiyordunuz, size kulaklar, gözler ve gönüller verdi ki şükredesiniz.”16

Kulak, göz ve gönül gibi organlarımızı hayırlı amaçlar için kullanmak, yaratılış ga-yelerini unutmamak ve Hakk’ın çizgisin-den ayırmamak suretiyle şükretmiş oluruz.

Rabbimiz’in nimetleri karşısında oku-yup tefekkür edeceğimiz, sözlerin en gü-zellerinden biri şöyledir:

“Bu Rabbimin bir lütfudur. Kendisine şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim, diye beni imtihan ediyor.”17

Rabbimiz’e olan şükür borcumuzu, mal ve servetimizden hak sahiplerine vererek, bedenimizle de tâat ve ibadete yönelerek ödememiz gerekir ki imtihanı kazanalım.

Hiçbir dünyalık beklemeksizin var olan-dan vererek şükreden, vermek nasip olduğu için sevinen, infakı, ikramı, güzel sözü ve gü-ler yüzü ile kardeşlerini sevindiren, böylece de Hakk’ın varlığına bolluk ve bereket ihsan ettiği sevilen kullarından olalım.

Allah’ın biz kullarına vermiş olduğu di-

14. Talâk, 65/315.Mahir İz, Tasavvuf, s:15116. Nahl, 16/7817. Neml, 27/40

limizin, ellerimizin, ayaklarımızın, gözleri-mizin, kulaklarımızın hulâsa, her a’zamızın da şükrü vardır. Bu ise, a’zalarımızı Hakk’ın razı olduğu şekilde kullanmak, tâat ve ibâdetle süslemek, haram ve şüpheli şey-lerden korumakla olur.

Şair ne güzel söylemiş:

Nimetim ve hayrımla müsteğrak olmuşsun

Sen sağır mısın? İşitmiyor musun?

Şükür davetini duyan kulları olarak Yüce Rabbimiz’e, Kuran’ında bize na-sıl şükredeceğimizi haber verdiği, biricik Habibi Efendimizin duâsıyla öğrettiği şu mübarek duâlarla niyâz eder ve bizi rah-metiyle kendisine şükreden salih kulları-nın arasına katmasını dileriz.

“Allah’ım! Seni zikretmek, nimetlerine şükretmek ve Sana güzelce ibadet ve kul-luk yapmakta bana yardım eyle.”18

“Allah’ım! Beni, gerek bana ve gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretme-ye ve hoşnut olacağın işler yapmaya mu-vaffak kıl! Rahmetinle beni sâlih kulları-nın arasına kat!”19 Âmin!...

18. Ebû Davût: 1522, Mişkâtü’l-Mesâbîh: 94919. Neml, 27/19

HİKMET ARSLANTÜRK

Page 78: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/278

1.KONU:

Son senelerde özellikle Kutlu Doğum Haf-tası etkinlikleri cümlesinden olmak üzere te-settürlü hanımlardan oluşan ilahi koroları sahnelerde yer almaya başladı. Bunun sade-ce hanımların hazır bulunduğu bir topluluk huzurunda icra edilmesinde dini bir sakınca olmadığı açıktır. Ancak erkeklerin de bulun-duğu bir ortamda icra edilmesine İslam’ın kadın-erkek münasebetlerine koyduğu ihti-yati tedbirler çerçevesinde bakıldığında, di-nen hoş görülmeyen durumların olduğu gö-rülür. Kutlu doğumun manevi coşkusu için-de, özellikle yetkili din adamlarının huzurun-da icra edilmesi, konunun dini yönünün sor-gulanmasını perdeliyor olsa da, deliller ışığın-da ele alınıp bir sonuca varılmasında ve bir sakınca varsa hatada ısrar edilmeyip hakka dönülmesinde fayda vardır.

2.GİRİŞ:

Bizim duygu, temayül ve zaafiyetlerimi-zi bizden iyi bilen, dünyada ve ahirette hu-zur ve saadetimizi murad eden Allah (c.c), kadın-erkek münasebetlerinde arada bir me-safe bulunmasını ve bunun aşındırılmama-

sını istemiş ve bu yönde emir ve yasaklar bil-dirmiştir. Hayatlarını bu çerçevede tanzim edenler de buna dikkat etmişler ve iki cins arasındaki karşılıklı davranışları asla hem-cinsler arasındaki davranışlar kadar serbest ve sınırsız görmemişlerdir

Nitekim Musa (a.s) Medyen’e giderken bir su kaynağının yakınında iki hanım görmüş-tü. Bunlar, erkek çobanların davarlarını sula-yıp çekilmesini bekleyen Şuayb (a.s)’ın kızla-rı idi. Erkeklerle aynı ortamda bulunmak is-temiyorlardı. Musa (a.s) onlara yardım etti. Onun bu yardımını babalarına anlattılar. Ba-baları bu yardımsever kişiyi görmek istedi. Kızlardan birini gönderdi. Kızın ona gelirken sergilediği iffet ve haya örneği davranışını Cenab-ı Hakk şöyle ifade buyuruyor: “Onlar-dan biri Musa’ya geldi, utanarak yürüyordu.”1

Hz. Meryem tenha bir yerde, Cenab-ı Hakk’ın gönderdiği meleği karşısında yaban-cı bir erkek suretinde görünce irkildi, telaş-landı onunla konuşmak istemedi. “Senden Rahman’a sığınırım”2 diyerek tavır aldı.

1 Kasas, 28/25

2 Meryem, 19/18

FIKIH HANIMLAR İLAHİ KOROSU

hanımlar ilahi korosuDr. Ahmet EFE

Page 79: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 79

Cenab-ı Hakk bir ayet-i kerimede şöy-le buyurur: “Peygamber hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından iste-yin. Bu hem sizin kalpleriniz hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır.”3

Ashab-ı kiram ve ezvâc-ı tahiratın kalp-leri için daha temiz olan bir davranışın, bi-zim kalplerimiz için çok daha temiz bir davranış olacağından hiçbir müslümanın şüphesi olmaz.

Bu konuda zikredilebilecek hadislerden bazıları da şöyledir: Rasulullah (s.a.v.) “(mah-reminiz olmayan) bir hanımın yanına sakın girmeyin.” buyurduğunda ashab-ı kiramdan biri: “Ya Rasulallah hamv’a ne buyurursu-nuz?” dedi. Hz. Peygamber: “Hamv ölüm-dür” buyurdu.4

Hamv, bir hanımın kocasının erkek karde-şi veya bir erkeğin hanımının kız kardeşidir.5 Kişinin bunlardan biri ile yalnız bulunması halinde aile içinde çıkacak dedikodu fitnesi-nin ölümden beter sonuçlar getireceği ifade edilmek istenmiştir.

3 Ahzab, 33/53

4 Buhari, Nikah, 110

5 en-Nihaye, 1/448

Bir başka hadislerinde de “ Bir kadınla bir yabancı erkek ne zaman başbaşa kalsa mut-laka üçüncüsü şeytan olur”6 buyurmuşlardır.

Böyle durumlarda her zaman istenme-yen bir sonuç olmayabilir. Ama nâdir de olsa ihtimalden uzak değildir. Aslolan suçu işlen-meden önce önlemektir. Çocuğu testiyi kır-madan önce dövmektir. Bunun için sebep-leri ortadan kaldırmak, suça giden yolları ka-patmak gerekir. Akl-ı selim bunu gerektirir. İslam’da bunu yapmıştır. Nitekim alkollü iç-kilerdir içenin midesine ininceye kadar her safhada katkısı olanların lanetlenmesindeki hikmet budur. Bütün bu arzettiğimiz deliller kadın-erkek arasındaki mesafenin korunma-sı gerektiğini ifade etmektedir.

3.DELİLLER:

Kur’an-ı kerim pek çok konuda genel hü-kümler koymakla yetindiği halde nikah, ta-lak (boşanma) ve miras gibi aileyi ilgilendi-ren konularda ayrıntılı hükümler getirmiştir.

Ayrıntılı verdiği konulardan biri de cevabı-nı aradığımız kadın-erkek münasebetleridir. Bu konuda nasıl konuşacağından nasıl yürü-yeceğine ve gözünü nasıl kullanacağına ka-

6 Tirmizi, Rada, 16

DR. AHMET EFE

Page 80: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/280

dar hükümler getirmiştir. Biz burada sade-ce göz, ses ve süs üzerinde durarak hanım-ların erkekler huzurunda ilahi meşk etmesi-nin dini hükmü konusunda bir sonuca var-maya çalışacağız.

a) Göz:

Cenab-ı Hak: “Mümin erkeklere söyle (ha-rama karşı) gözlerini kapatsınlar ve ırzlarını korusunlar. Çünkü bu onlar için daha temiz bir davranıştır.”7 “Mümin kadınlara söyle (ha-rama karşı) gözlerini kapatsınlar ve ırzlarını korusunlar.”8 buyurur.

Peygamberimiz de (s.a.v.) bir hadislerin-de “Gözün zinası bakmaktır.”9 Bir başka ha-dislerinde de: “Ey Ali (yabancı bir hanıma) iki defa bakma bakma, zira birincisi caiz, ikincisi

değildir.”10 buyurmuştur.

b) Ses:

Hanımların yabancı erkeklere tabii sesle-ri ile konuşmalarında elbette bir mahzur ol-mayacaktır. Çünkü bunda zaruret vardır. An-cak cazibeli bir eda ile farklı duygular çağrış-tıracak tarzda konuşmaları ayet-i kerimenin yasakladığı konuşmaya girer. Şöyle buyurur: “Ey peygamber hanımları! Siz hanımlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer Allah’tan korkuyorsanız, çekici bir eda ile konuşma-

7. Nur, 24/30

8. Nur, 24/31

9. Buhari, İstizan, 12

10. Ebu Davud, Nikah, 33/32

yın. Sonra kalbinde bir maraz olan kimse umutlanır.”11

Cessas cazibe yüklenmiş kadın sesinin ha-ramlığı konusunda bu ayeti delil gösterdik-ten sonra şöyle bir kıyasla da görüşünü kuv-vetlendirir: Allah (c.c) bir başka ayette, “Giz-ledikleri zinetler fark edilsin diye ayaklarını vura vura yürümesinler.”12 buyuruyor. (Ayak-lardaki zinetlerden kasıt bazı ülkelerde kadın-ların süs için ayak bileklerine taktıkları halhal adı verilen halkalardır). Ayak bileklerindeki halkanın sesini erkeklere duyurmak caiz de-ğil ise fitne korkusu olduğunda kendi sesini duyurması hiç caiz olmamalıdır.”13

Bundan dolayı hanımların ezan okumala-rı14 ve ihramlı iken yüksek sesle telbiye getir-meleri mekruh görülmüştür.15

Ayrıca Cessas, bu ayet-i kerimede hitabın her ne kadar Hz. Peygamberin hanımlarına yönelik olsa da hükmün onlara mahsus ol-mayıp umumi olduğu görüşündedir.16

c) Süs:

Allah (c.c) “Mümin hanımlar ziynetleri-ni (yabancılara) göstermesinler.”17 buyuruyor.

11. Ahzab, 33/32

12. Nur, 24/31

13. Ahkamü’l-Kur’an, Cessas, 3/359

14. Bedayi, 1/150

15. el-Mebsut, 4/34

16. Ahkamü’l-Kur’an, Cessas, 3/359

17. Nur, 24/31

FIKIH HANIMLAR İLAHİ KOROSU

Page 81: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 81

Bu ziynetin ne olduğu hususunda çeşitli gö-rüşler bulunmaktadır. Kurtubi bunları naklet-tikten sonra İbni Atiyye’nin şu toparlayıcı ge-nel değerlendirmesini zikreder: “Ayet-i keri-menin bende bıraktığı kuvvetli kanaat şu ki: Müslüman kadın ziynet sayılan her şeyi giz-lemeye çalışmak ve göstermemekle emro-lunmuştur.” der.18

4. DEĞERLENDİRME VE SONUÇ:

Buraya kadar arz ettiğimiz deliller ışığın-da hanımlar korosunun erkekler huzurunda ilahi meşk etmesini değerlendirecek olursak söylemenin de dinleyip izlemenin de caiz ol-madığını görürüz. Şöyle ki:

1) Hanımların erkeklere karşı çekici bir eda ile konuşmaları caiz olmazsa nağmele-rin her türlüsünü kullanarak güzelleştirdi-ği sesi ile onların huzurunda ilahi söylemesi hiç caiz olmamalıdır. Bu aynen anaya-babaya öf demenin haram olması yanında sövüp-saymanın gayet tabi haram olması gibidir. Çünkü ikinci durumlarda illet daha kuvveti-dir. Azı haram olanın çoğu da haramdır.

2) Peygamber hanımlarının çekici bir eda ile konuşmalarının yasak edilmesinin illeti, marazlı kalplerde farklı duygular uyandırma ihtimalidir. Bu illet ve ihtimal nerede bulunur-sa hüküm ve yasak da bulunacak demektir. Hüküm illetten tahallüf etmez. Bundan dola-yı ayetin hükmünün peygamber hanımlarına mahsus olduğunu söylemek isabetli olmaz. “İtibar sebebin hususi oluşuna değil lafzın umumi oluşunadır.” kaidesi bunu ifade eder.

3) Peygamber hanımlarına hitap eden ayet-i kerimelerin onlara mahsus olduğu ka-bul edilse bile yine de yapılan iş kerahetten hali değildir. Çünkü gözlerin haramdan sakın-dırılmasına dair emir, ziynetlerin gösterilme-mesine dair nehiy, mümin hanımlara ve mü-min erkeklere hitap etmektedir. Sahnede top-lum huzuruna çıkacak bir hanımın süslenme konusunda ne gerekiyorsa onu ihmal etme-yeceği malumdur. Hadis-i şerifte ikinci bakışa

18. Kurtubi, 12/229

müsaade edilmemektedir. Hal bu ise, saatler-ce erkeklerin gözlerinin o hanımlar üzerinde olmasını efâl-i mükellefînin hangisinden saya-biliriz?

4) Burada bir mecburiyet yok ki “zaruret” in arkasına sığınalım. Konu hakkında hiç de-lil yok diyemeyiz ki “eşyada asl olan ibâhadır.” kaidesine dayanalım. Zira yukarıdaki delille-rin kerahet mi tahrim mi ifade ettiği tartışı-labilir. Ama ibâha ifade etmediği tartışılamaz

Öyleyse dinin erkek-kadın arasında olma-sını hedeflediği mesafenin daraldığı ve eşik-lerin aşındığı bir ortama uyum sağlamak adına erkeklerin huzurunda hanımların ila-hi söylemesine fetva aramak yerine fetvayı takvamıza sormak –ayeti kerimenin ifadesi ile– kalplerimiz için daha temiz, dünya ve ahiretimiz için daha hayırlı bir davranış olur.

“Kulak, göz ve gönül, bunların hepsi on-dan sorumludur.”19

19 İsra, 17/36

DR. AHMET EFE

Page 82: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/282

İstanbul’un Müslümanlar eline geçişi, madde ve mananın birleştiği; iman ile dün-yevi tedbirlerin atbaşı giderek sonuç alındı-ğı bir fetihtir. Tam da bu özelliğiyle bir fetih-tir; işgal ya da istila değildir. 850 senelik bir rüya, Efendimiz’in (s.a.v) gerçekleştirilmeyi bekleyen müjdesidir.

İstanbul, gerek tabii güzelliği gerekse stra-tejik ehemmiyeti sebebiyle nice kavimlerin hayallerini süslemiş, tarihte birçok defa mu-hasara altına alınmıştır. Gotlar, Avarlar, Rus-lar, Peçenekler, Bulgarlar, Araplar, Latinler ve son olarak da Türkler… İstanbul 29 kuşat-madan iki tanesinde teslim olmuştur. İlki 1204 senesinde Venediklilerin başı çektiği IV. Haçlı Seferi, diğeri ise 29. ve son kuşat-ma olan “O mutlu kumandan ve mutlu as-kerlerin” hazır bulunduğu 1453/857 sene-sindeki Fetihtir.

Latinler şehri ele geçirince şehri yakıp yıkmış, kiliseler dâhil her yeri yağmalamış, “Kentlerin Kraliçesi”ni onarılamaz şekil-de tahrip etmişlerdir. Osmanlılar ise; mah-volmuş, boşalmış bu harap şehri nice gü-zel eserlerle donatmış, dünyanın en güzel şehri haline sokmuştur. Bu iki misal, fetih ile işgalin; iman ile küfrün farkını çok net bir şekilde ortaya koymuştur.

Bu girişten sonra başlıktaki sorumu-za gelelim. Evet, İstanbul ne ile fethedil-di? Savaş aletleriyle mi? Yoksa iman kuv-vetiyle mi? Yahut her ikisine de ehem-miyet veren, savaş için her tedbiri alan imanlı yüreklerle mi? Manevi güvenin ya da harp aletlerini hazırlamanın tek başı-na yetmeyeceği açıktır. Kur’an-ı Kerim’de Allah Teala bizlere bir yandan “Gevşe-meyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer ina-

TARİH İSTANBUL NE İLE FETHEDİLDİ?

İSTANBUL NE İLE FETHEDİLDİ?Halil İbrahim AKBULUT

Page 83: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 83

nıyorsanız üstün gelecek olan sizsiniz”1 diyerek mü’minlere moral verirken; diğer yandan da “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiğince kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın!”2 ayetiyle harp için kuvvet ve tedbirlerde kusur edilmemesi emredilmiştir. Madde ve mana bir kuşun iki kanadı gibidir. Na-sıl ki tek kanatla kuş uçmaz ise, insanoğ-lu da bu kanatlardan birini ihmal ederek asla başarıya ulaşamaz.

Genç sultan II. Mehmed ve ordu-sunun vaziyetine baktığımızda onlar, Efendimiz’in (s.a.v) müjdesine ulaşacak-larına tam bir bağlılıkla iman ediyor ve Allah (c.c) adına cihad için sabırsızlanı-yordu. Genç Padişah azimle hedefe kilit-lenmişti. “Ya ben İstanbul’u alırım, ya İs-tanbul beni!” sözü bu azmin göstergesi-dir. Muhasaranın uzadığı, Macaristan’dan bir ordunun yaklaştığı söylentileri ayyuka çıktığı sırada dahi, başta Padişah olmak üzere Akşemseddin, Molla Gürani, Zağa-nos Paşa gibi âlim ve emirler tam bir ka-rarlılıkla kuşatmaya devam etme arzu-sunda bulunup düşmandan zerre kadar korkmamışlardır. Kalplerindeki iman, he-defe giden bu zorlu yolda sebat etmeleri-ne yardımcı olmuştur.

Tahta geçer geçmez Karamanoğlu me-selesini çözen Sultan Mehmed, İstanbul’un fethi için gerekli hazırlıklara başladı. Dev-rin mühendislerinden Muslihiddin Ağa, Saruca Sekban ile Macar Urban Edirne’de top dökümü işiyle görevlendirildi. “Şâhi” adı verilen bu topların yanında, daha kü-çük çapta toplar, havanlar, mancınıklar ve tekerlekli kuleler de hazırlandı. 100 binden ziyade bir ordu vücuda getirildi.

Yıldırım Bayezid’in İstanbul kuşatması sırasında yaptırdığı Anadolu Hisarının (Gü-zelcehisar) karşısına, Rumeli Hisarı (Boğaz-

1. Al-i İmran 139.2. Enfal 60.

kesen) inşa edildi. Muhasarayı deniz tara-fından da sürdürebilmek için 400 parça-lık bir donanma meydana getirildi. Ayrıca Turhan Bey, İmparator’un kardeşi Tomas’ın Despot olduğu Mora’ya gönderildi. Böylece İstanbul’a gelen yardımlar engellenmiş oldu.

Muhasara devam ederken 18 Nisan’da yardımcı bir kuvvet donanma tarafından engellenemeyerek Haliç’e girdi. Bu ilk başa-rısızlık moralleri bozsa da Fatih inanç ve ça-lışmaya müthiş bir emsal olan dehasını ça-lıştırdı. Gemiler denizden gidemiyorsa kara-dan gidecekti! İki gün sonra Osmanlı gemi-leri Haliç’te idi.

Fatih’in şahsiyeti ve İstanbul’u Fethi bi-zim için iman ve tedbire tevessül açısın-dan müstesna bir örnektir. Bugün gerek iman gerekse çalışma bakımından dünya-nın gerisinde kalmamız böyle bir ecdadın torunları olarak bize yakışmıyor. Hepimiz her ne vazifedeysek, Kur’an’ın bize emret-tiği şekilde işimizi tam bir liyakatla yerine getirmeliyiz. Biz tedbirimizi alıp Allah’a da tevekkül etmişsek önümüzde yıkılmaya-cak duvar, açılmayacak kapı kalmayacaktır.

HALİL İBRAHİM AKBULUT

“Fatih’in şahsiyeti ve İstanbul’u Fethi bizim için iman ve tedbire tevessül açısından müstesna bir örnektir. Bugün gerek iman hususundaki zafiyetimiz gerekse çalışma bakımından dünyanın gerisinde kalmamız böyle bir ecdadın torunları olarak bize yakışmıyor.

Page 84: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/284

O, Benim Hocamdırİstanbul fethedilmiş, şehir-de asayiş sağlanmış Muzaf-fer ve mübeşşer kumandan

II. Mehmed, Fatih-i Konstantıniyye olarak şehre gururla giriyordu. Yol boyunca Rum-lar sıralanmış bu büyük kumandanı bek-liyorlardı. Derken genç kızlar ellerinde çi-çeklerle Fatih olduğunu tahmin ettikleri ihtiyarın yanına gittiler. Kentlerin Kraliçe-sini alan böyle tecrübeli biridir ancak diye düşünmüşlerdi. Çiçeği kendisine uzattıkla-rında Akşemseddin çiçeği kabul etmemiş ve Fatih’i işaret etmişti.

Kızlar bu sefer, biraz da mahcubiyetle gerçek kumandanın yanına gittiler. Çiçek-leri kendisine uzattıklarında Fatih’in cevabı ibret vericiydi:

“Çiçeği yine ona götürünüz. Sultan Meh-med benim fakat o da benim hocamdır.”

Kılıcın Hakkını Unutmaİstanbul’un Fatihi Sultan Mehmed, fethettiği kutlu şehre girerken bir derviş ani-

den fırlayıp atının yularına yapıştı ve

“Padişahım! Unutma sakın, İstanbul’u biz dervişlerin duaları sayesinde fethettin.”

Bu cüretkâr söz üzerine Fatih Sultan Mehmed gülümsedi. Elini kılıcına atarak sı-yırdı. Ardından dervişe çalışmanın değerini bildiren şu sözü söyledi:

“Bak a derviş doğru söylersin; lakin şu kılıcın da hakkını unutma!”

TARİH İSTANBUL NE İLE FETHEDİLDİ?

“ “

Page 85: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 85

O’NUN GÜNLERİ

O’NUN GÜNLERİ

Ebu’d-Derda radıyallahu anh anlatıyor:

“Rasûlullah aleyhi’s-salâtu vesselâm ile beraberdik. Gözünü semaya kaldırdı. Sonra:

“Şu anlar, ilmin insanlardan kapıp kaçırıldığı anlardır. Öyle ki, bu hususta insanlar hiçbir şeye muktedir olamazlar!” buyurdular.

Ziyad İbnu Lebid el-Ensari araya girip:

“Bizler Kur’an’ı okuyup dururken ilim bizlerden nasıl kapıp kaçırılır? Vallahi biz onu hem okuyacağız, hem de çocuklarımıza, kadınlarımıza okutacağız!” dedi.

Rasûlullah da: “Anasız kalasın, ey Ziyad, ben seni Medine fakihlerinden sayıyordum. (Bak) işte Tevrat ve İncil, Yahudilerin ve Nasranîlerin elinde, onların ne işine yarıyor (sanki onunla amel mi ediyorlar)?” buyurdu.

Cübeyr dser ki: “Ubade İbnu’s-Samit radıyallahu anh’a rastladım. Kardeşin Ebu’d-Derda ne söyledi, işittin mi? dedim. Ve ona Ebu’d-Derda’nın söylediğini haber verdim.

Bana: “Ebu’d-Derda doğru söylemiş, dilersen kaldırılacak olan ilk ilmin ne olduğunu sana haber vereyim: İnsanlardan kaldırılacak olan ilk ilim huşu’dur. Büyük bir câmiye girip huşu üzere olan tek şahsı göremeyeceğin vakit yakındır!” dedi.

Tirmizi, İlm 5

Page 86: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/286

Efendimiz (Sallalâhu aleyhi ve sellem) bir gece rüyasında Hz. Bilal (radıyallâhu anh)’ı görür. Hz. Bilal Cennette Efendimizin önünde yürümektedir ve Efendimiz onun ayakkabıla-rının hışırtısını işitmiştir. Bu rüyayı gördüğü gece sabah namazının ardından Efendimiz Hz. Bilal’e dönerek: “Ey Bilal! Müslüman ol-duktan sonra en fazla sevap elde etmeyi um-duğun amel hangisidir. Zira ben Cennette se-nin ayakkabılarının hışırtısını işittim.” diye so-rar. Hz. Bilal şöyle cevap verir: “Yâ Rasûlallah! Ben gece veya gündüz ne zaman abdest al-sam, bu abdestimle muhakkak Allah’ın dile-diği kadar nafile namaz kılmışımdır. Nafile

amellerim arasında bundan daha fazla ecir beklediğim bir amelim yoktur.”1

Bu hadîs-i şerîfin diğer bir rivâyetinde Bilal (radıyallâhu anh): “Yâ Rasûlallâh, ben abdestimi her bozduğumda yeniden ab-dest alırım ve iki rekat namaz kılarım.” buyurmaktadır.2 Hz. Bilal hiç şüphesiz bu güzel amelleri kendisine örnek aldığı Sev-gili Peygamberimiz (s.a.s)’den öğrenmiştir. Çünkü Âlemlerin Efendisi şöyle buyurmuş-tur: “Her kim benim aldığım şu abdest gibi abdest alır ve ardından nefsiyle konuşma-

1. Buhârî, Teheccüd, 17; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 108.2. İbn Huzeyme, Sahih, 2/213; Hakim, Müstedrek, 1/457.

RUHUMUZU VE BEDENiMiZi ARINDIRAN iBADET ABDEST

Ahmet AYDIN

Page 87: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 87

dan (huşû ile) iki rekat namaz kılarsa geç-miş günahları afvolunur.”3 “Eğer sizden biri-niz abdestini tastamam alıp ardından ‘Eşhe-dü en lâ ilâhe illâllah ve enne Muhamme-den abdullâhi ve rasûlühû’ derse ona cenne-tin sekiz kapısı açılır ve o bu kapıların hangi-sinden dilerse ondan girer.”4

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Sev-gili Peygamberimiz (s.a.s) ümmetinden he-nüz kendisini görememiş, saadet asrından sonra gelecek kişileri “kardeşlerim” buyura-rak tavsif etmiş ve kendilerine karşı kavuş-ma özlemini dile getirmiştir. Sahabe-i kirâm efendilerimiz: “Ey Allah’ın Rasûlü, ümme-tinden henüz gelmemiş, seni görmemiş kardeşlerini kıyamet günü nasıl tanıyacak-sın?” buyurunca, Efendimiz onlara: “Bir in-sanın simsiyah atlarının arasında alınları ak, ayakları sekili atları olsa, onları nasıl ta-nırsa ben de kardeşlerimi kıyamet gününde öyle tanırım. Onların dünyada iken almış ol-dukları abdestlerden dolayı yüzleri, elleri ve ayakkları parıl parıl parlayacaktır. Ben onlar-dan önce kevser havuzuna varıp onları orda bekleyeceğim.” buyurmuştur.5

Kıyamet gününde ümmetinin böyle bir şerefe nâil olacağını müjdeleyen Efen-dimiz (s.a.s), abdest azalarındaki nuru ve parlaklığı çoğaltmak isteyen kimselerin abdestlerini en güzel şekilde almalarını tavsiye buyurmuştur.6

Nefse ağır gelen zamanlarda güzel bir şe-kilde alınan abdest, günahların dökülmesi-ne, hataların silinip atılmasına ve yüksek de-recelere nâil olmaya vesîle olan ve sınır boy-larında cihat için nöbet tutmaya denk olan üç ibadetten biridir.7 Bir mümin abdest alır-ken yüzünü yıkadığında gözü ile işlemiş ol-duğu günahlar yüzünden dökülen son dam-la ile birlikte dökülüverir. Ellerini ve kollarını

3. Müslim Tahâret, 3.4. Müslim, Tahâret, 17.5. Müslim, Tahâret, 41.6. Buhârî, Vudû, 3; Müslim, Tahâret, 35.”7. Müslim, Tahâret, 41.

yıkadığında eli ile işlemiş olduğu bütün gü-nahlar dökülüverir. Ayaklarını yıkadığında da ayakları ile işlemiş olduğu bütün günahlar dökülüverir. Abdestini bitirdiğinde günahla-rından arınmış, tertemiz bir hale bürünür.8

Abdestsiz yemek yemek, su içmek, dolaş-mak, yatmak gibi fiiller âlimlerin ittifakı ile kerâhetsiz câiz olmakla birlikte Efendimiz (s.a.s) biz ümmetine abdestin fazîletini an-latmış, abdest almayı teşvik etmiş, imkan buldukça sürekli abdestli bulunmayı ve ab-destli olarak yatmayı tavsiye buyurmuştur.

Örneğin Efendimiz aleyhissalâtü vesse-lam Berâ b. Âzib (r.a)’a yatmadan önce ab-dest almasını, sağ tarafına yatıp şu duayı okumasını tavsiye etmiştir: “Allâhümme innî eslemtü nefsî ileyk ve veccehtü vechî ileyk ve fevvaztü emrî ileyk ve elce’tü zahrî ileyk, rağbeten ve rahbe-ten ileyk, lâ melcee ve lâ mencâ minke illâ ileyk. Âmentü bikitâbikellezî enzelte ve bi nebiyyikellezî erselte.”9 Rasûlullah (s.a.s) Efendimiz bu duayı Berâ b. Âzib (r.a)’â öğrettikten sonra şöyle buyurmuş-tur: “Eğer bu duayı okuduktan sonra o gece ölürsen fıtrat üzere ölürsün. Eğer sa-baha ulaşırsan hayra nâil olursun.”10

Allah Zü’l-Celâl Kur’ân-ı Kerîm’inde çok tövbe edenleri ve çok temizlenen kullarını sevdiğini bildirmektedir.11 Bizleri de çok töv-be eden ve çok temizlenen kullarından eyle-sin. Aldığımız abdestler vesilesiyle hem be-denlerimizi hem de ruhlarımızı arındırmayı nasip etsin. Kevser havuzunun başında ab-dest azaları parıl parıl parlayan ve Efendimiz aleyhissalâtü vesselâma kardeş olma şerefi-ne nâil olan kullarından eylesin. Âmin.

8. Müslim, Tahâret, 32.9. Allah’ım! (Rahmetini) isteyerek , (gazâbından) korkarak, kendimi sana teslim ettim. Yüzümü sana çevirdim. İşimi sana ısmarladım, sırtımı sana dayadım. Senden başka sığınacak, senden başka kurtaracak yoktur. İndirdiğin kitabına ve gönderdiğin nebîne inandım.10. Buhârî, Deavât, 6; Müslim, Zikr, 56.11. Bakara 2/222.

AHMET AYDIN

Page 88: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/288

İnsan vücudu ve bütün diğer çok hücreli organizmalar, tek bir hücrenin, yani zigotun mitotik bölünmeleri ile oluşur. Arka arkaya gelen yeni hücre kuşaklarında hücre sayısı büyük bir hızla artarak, her organda belir-li bir değere çıkar. Vücudumuzda ortalama 75 ila 100 trilyon hücre bulunur.

İnsanın yaratılması iki farklı süreçte ele alınmalıdır. Birincisi ilk insan Hz. Âdem’in (aleyhisselam), benzer bir genetik mirastan model ve kalıp olmaksızın doğrudan yara-tılışıdır. İkincisi ise, anne ve babadan gelen genetik mirasın çeşitliliği kullanılarak sperm ve yumurtadan inşa edilme sürecidir.

‘’O (Allah)ki, ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır. Sonra onun neslini basit bir sıvı özünden üretmiştir. Daha sonra onu yara-tılış amacını gerçekleştirecek donanıma sahip kılarak Kendi ruhundan üflemiştir.’’ (Secde,7-9) Ruhun üflemesi ile insanın ya-radılışındaki üçüncü temel aşama dile geti-riliyor. İlk çamurdan yaratılış elementer kö-kenine, zürriyet biyolojik kökenine delalet eder. Bunlar insanın maddi kökenidirler. Bir de üçüncüsü vardır ki, manevi kökeni olan üflenen ruhtur.

Döllenmeyi takiben rahim duvarına tu-tunan ve anne karnında yaratılıştan yaratı-lışa sürüklenen cenin, dinamik değişiklikle-

re ve biçimlenmelere maruz kalır. Bu hız-lı halden hale geçişler hassas bir program içinde yürütülür. Ceninin hiçbir anı ve da-kikası bir önceki ile aynı değildir.

Döllenmiş yumurtanın (zigot) içine yer-leştirilen ve bundan sonraki bütün biyolo-jik süreçleri ihtiva eden bilgi, kademe kade-me okunarak hayat sahnesine çıkar. Henüz döllenmenin ikinci günü tek hücre olan zi-got, ard arda bölünmelerle 2,4,8,16,32....... şeklinde çoğalır. Üçüncü gün yuvarlak bir dut (morula) veya böğürtlene benzerken dördüncü gün içi boş bir top şeklini (blas-tosist) alır. Beşinci gün asıl cenini oluştura-cak hücreler, bu kümenin bir tarafında top-lanır ve ortaya çıkan şekil taşlı bir yüzüğü andırır (geç blastosist). Altıncı gün tüpteki yolculuğunu bitirip, dokuz ay kalacağı anne rahmine gelir ve bir tohumun toprağa ekil-mesine benzer tarzda anne rahmine tutu-nur (implantasyon).

Anne rahmine tutunması için daha ön-ceden salgılanan hormonların (östrojen, progesteron) tesiriyle rahim duvarları ka-lınlaştırılıp kanlandırılır (toprağın çapalanıp kabarması gibi) ve ceninin büyüyüp şekille-neceği ortam hazırlanır. İkinci haftanın ba-şında anne rahmine tutunan cenini teşkil eden kübik ve silindir şeklindeki dev hüc-

TIP BİR HÜCREDEN, HÜCRE DEVLETİ İNSANA

BİR HÜCREDEN, HÜCRE DEVLETİ OLAN İNSANA

Uzm. Dr. Mehmet SARI (Gastroenteroloji ve İç Hastalıkları Uzm.)

Page 89: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 89

reler üst boşlukta yan yana dizilir (germinal disk). Bu safhada iken hücrelerde özelleş-meler başlamış, ileride organların oluşaca-ğı ektoderm, endoderm ve mezoderm ta-bakaları artık belli olmuştur.

İkinci haftada embriyo adeta toprağa gö-mülen bir bitki gibi, rahim iç duvarının (en-dometriyum) içine tamamen yerleşir ve ra-him boşluğu ile irtibatı kalmaz. İki elin par-maklarının birbirine geçmesi gibi embriyo hücreleri arasındaki boşluklar (lakunler) ile annenin kan damarları birbiriyle kaynaşır. Artık anne kanı ile embriyo arasındaki irti-bat kurulmuştur.

Bitkinin toprakta kökleriyle su ve mi-neral madde alması gibi, emriyo da irtibat kurduğu anne kanından oksijen, glikoz ve aminoasitler başta olmak üzere her türlü gıdasını hazır olarak alır. İkinci haftanın so-nunda başlangıçta küre şeklinde olan emb-riyo (0,2mm) giderek belli bir eksende uza-maya başlar.

Ektoderm, endoderm, mezoderm taba-kalarında insan vücudundaki bütün doku ve organların meydana gelmesinde, şekil-lenip en güzel biçim almasında en önem-li prensip, programa dayalı tedrici mükem-melleşmedir. En dış tabakadan (ektoderm) deri ve sinir sistemi; orta tabakadan (me-zoderm) kaslar, kemikler, bağ dokuları, kan ve kıkırdak dokuları; en iç tabakada (en-doderm) sindirim borusunun iç duvarı ve bazı sindirim organları geliştirilir. Organla-rın bazısı üç tabakada birlikte, bazısı da tek bir tabakada yapılır.

Mezoderm tabakasından gelişen dola-şım sistemi yirmi birinci günde önce bir boru şeklinde belirir. Yirmi ikinci günde bu boru hafif kıvrılmaya, dördüncü haftadan itibaren kalp ile birlikte kan damarları ve kan hücreleri gelişmeye başlar. Yedinci haf-tada kalp olması gereken dört boşluklu ha-line kavuşturulur. Onuncu haftada kalp ge-lişimi büyük ölçüde tamamlanır. On üçün-

cü haftada göbek kordonu içindeki kan da-marları plasentadan cenine gerekli madde-leri taşırken artık maddeleri annenin dola-şımına aktarır. On altıncı haftada özel bir stetoskopla çocuk kalp sesleri duyulabilir.

Solunum sistemi hem mezoderm hem de endoderm tabakasından geliştirilir. Beş ila on altı haftada bronşlar oluşur. Bronş-çukların ve hava keselerinin tamamlanma-

UZM. DR. MEHMET SARI

“Bitkinin topraktan kökleriyle su ve mineral madde alması gibi, emriyo da irtibat kurduğu anne kanından oksijen, glikoz ve aminoasitler başta olmak üzere her türlü gıdasını hazır olarak alır.

Page 90: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/290

sı süresi doğuma kadar devam eder. Hatta hava keselerinin (alveol) gelişmesi 10 yaşı-na kadar sürer. On birinci hafta sonunda ise ses telleri oluşmaya başlar. On altıncı haf-tada ses tellerinin gelişmesi tamamlanır ve cenin ses çıkartabilecek potansiyeli kazanır.

On birinci hafta sonunda böbrekler id-rar üretecek hale gelmiştir. İdrar torbası ve boşaltım yolları aynı zaman seyrinde birbi-rini tamamlayarak gelişir. On üçüncü hafta-da dış cinsiyet organları belli hale gelmiştir. On dördüncü haftada ise ultrasonda görü-nebilir, dolayısıyla cinsiyet tayini yapılabilir.

Sindirim sistemi ve bağlı organlar en iç-teki endoderm tabakasından gelişir. On bi-rinci hafta sonunda pankreas, on ikinci haftanın başında karaciğer tamamlanmış ve safra üretmeye başlamıştır. Altıncı hafta-nın başında mide kıvrımlı hal almaya baş-lamıştır. Sekizinci haftada kıvrımlı hal alan bağırsaklar on ikinci haftada karın içindeki

normal yerlerine geçmeye başlarlar.

Yaklaşık yirmi beşinci günde yüzde ken-dine has kimliği kazandıracak tarzda çö-küntüler oluşmaya başlar, ağız, yüz ve çene çıkıntıları belirir, yedinci haftanın başında yüz, elmacık kemikleri şişliği belirlenir, dil oluşmaya başlar. Yedinci haftanın sonun-da ceninin şekli insana benzemeye başla-mıştır. Onuncu haftada dudakların gelişi-mi tamamlanmıştır. On ikinci haftada ceni-nin yüzü insan görünümündedir. On altıncı haftada kaş ve kirpikler oluşur.

Dört aylık bir embriyoda beynin ana bö-lümlerinin çoğu tamamlanmıştır. Giderek sayısı artan ve 50 milyara ulaşan sinir hüc-relerinin her biri diğeri ile tanışıp irtibat ku-rarak hususi bölge ve merkezler (görme, işitme, koklama, denge vs.) teşkil edilir. On yedinci haftada emme, yutma, göz kırpma refleksleri gelişmiştir.

Beşinci haftanın başında, mezoderm

TIP BİR HÜCREDEN, HÜCRE DEVLETİ İNSANA

Page 91: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 91

tabakasındaki hücrelerden adeta bir bitki-nin tomurcuk vermesi gibi cenin gövdesi-nin hususi yerlerinde (omuz ve kalça) kol ve bacak tomurcukları şekillenir.

Beşinci ve altıncı haftalarda annenin ge-çireceği her türlü olumsuzluk kol ve bacak-ların gelişmesine tesir eder. Mesela bir za-manlar hamilelerin bulantısını kesmek için piyasaya sürülmüş Thalidomide ilacını kul-lanan hamilelerin embriyolarında kol ve bacakların gelişmesi engellendiği için çok sayıda kolsuz ve bacaksız çocuk dünyaya gelmiştir. Altıncı haftada ana iskelete ait ke-miklerin kıkırdak halindeki modelleri belir-lenir. Bunu müteakiben önce kemikler son-ra kaslar gelişmeye başlar.

Yedinci haftanın başında henüz kısa olan kol ve bacakların ucunda el ve ayak parmakları geliştirilmeye başlanır. On üçüncü haftada ayaklar tamamıyla geliş-miş el ve ayak parmakları tamamen oluş-muş, eklemler çalışır hale gelmiş; on dör-düncü haftada artık bebeğin bir parmak izi vardır. On altıncı haftanın sonunda el, kol, bacak hareketlerini tam yapar.

Ceninin doku ve organları tamamlandık-ça giderek boyu ve ağırlığı artar.

On yedinci haftadan sonra cenin artık küçültülmüş bir insan modelidir. Uzuvların vücuttaki ölçüm oranları son şeklini almıştır.

Bir tekerrür tablosu olarak önümüzde seyreden bu yaratılma süreci, akıl sahiple-rinin dikkatini çekmekte ve marifete vesi-le olmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’de yaratılma süreçleri çok veciz bir şekilde ifade edilmiştir.

‘’Ey İnsanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphedeyseniz, şunu bilin ki, biz sizi toprak-tan, sonra nutfeden, sonra alakadan (aşılan-mış yumurta), sonra uzuvlar, (önce) belir-siz, (sonra) belirlenmiş canlı et parçasından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarat-tık ki size (kudretimizi) gösterelim. Ve dile-diğimiz belirlenmiş bir süreye kadar rahim-

lerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaş-manız için sizi büyütürüz. İçinden kimi ve-fat eder; yine içinizden kimi de ömrünün en verimsiz çağına kadar götürülür; ta ki bi-len bir kimse olduktan sonra birşey bilmez hale gelsin.’’(Hac,5)

‘’Andolsun biz insanı, çamurdan (süzü-lüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe haline getirdik. Sonra nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden alakayı bir parçacık et hali-ne soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (is-kelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık, sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.’’ (Mü’minun,12-14)

‘’O değil mi seni yaratan, bütün vücut sistemini düzenleyen ve sana dengeli bir hilkat veren ve seni dilediği gibi bir surette terkip eden.(İnfitar,7-8)

İnsan organizmasını çeşitli metotlarla in-celeyenler onu muhteşem bir sanatla, yük-sek mühendislik bilgisinin hassas hesapla-rıyla ve hatasız planlanmış bir sistemle ida-re edilen büyük bir şehre benzetirler. Bu şe-hir milyonlarca evden meydana gelmiştir.

AHMET EFE

“İnsan organizmasını çeşitli metotlarla inceleyenler onu muhteşem bir sanatla, yüksek mühendislik bilgisinin hassas hesaplarıyla ve hatasız planlanmış bir sistemle idare edilen büyük bir şehre benzetirler.

Page 92: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/292

Bu evlerde hiç durmadan çalışan atomlar bulunur. Evler belli üniteler halinde küme-lenerek siteleri, fabrikaları, mahalleleri mey-dana getirmiştir.70–75 kiloluk bir insanda aşağı yukarı 100 trilyon hücre vardır.

Dünyada şu anda yaşayan insan sayısı-nın 20 bin misline yakın sayıda hücreden meydana gelen bu şehirde mükemmel bir iş bölümü ve iş birliği gösteren, belli bir bi-yolojik düzeni şaşmadan devam ettiren bir hücreler arası yönetim vardır. Şehir kusur-suz işleyen bir yol ve kanal şebekesiyle do-natılmıştır. Bu şehrin evlerine benzettiği-miz ve hepsi canlı olan hücreler, gıda mad-delerini bu şebekeden alıp artık maddele-rini onun aracılığı ile gönderiyorlar. Bu ev-ler (hücreler) belli bir müddet yaşayıp çalış-tıktan sonra ölüyor. Ölenlerin yerini yenileri alıyor. Şehir içinde her an sayısız yıkılış, ya-pılış sürüyor. Buna rağmen şehrin düzenin-de hiç aksaklık meydana gelmiyor.

Ahsen-i takvim (en güzel kıvam ve bi-çimde, en üstün kabiliyetlerle) yaratılan in-san, Cenab-ı Hakk’ın böyle mükemmel bir sanatıdır. Ve kudretinin en nazik ve naze-

nin bir mucizesidir ki insanı, bütün güzel ve mukaddes isimlerinin tecellisine maz-har ve nakışlarına medar ve kâinata küçül-tülmüş bir misal suretinde yaratmıştır.

Evet, insan minyatür bir kâinattır. Çünkü ne var ise âlemde, Âdem’dedir.

İnsanın bir ferdinde, mükellef bir cemaat bulunur. Evet, her bir uzuv, birşey için yara-tılmıştır. O uzuv (organ) o şeyde kullanmak-la mükelleftir. Her bir duygu için bir ibadet vardır. Ondan başka şeyde kullanılması dala-lettir. Mesela, baş ile yapılan secde Allah için olursa ibadettir, başkası için dalalettir.

Cenab-ı Hak, insanı, kâinatı içine alır bir nüsha ve on sekiz bin âlemi ihtiva eden şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yarat-mıştır. Ve Esma-i Hüsna’dan (ilahi güzel isim-lerden) her birisinin tecelli yeri olan her bir âlemden bir misal, bir numune insanın cev-herine yerleştirilmiştir. Eğer insan, maddi ma-nevi her bir uzvunu Allah’ın emrettiği yöne sarf etmekle ‘’hamd’’ın şubelerinden olan örfü şükrü ifa eder ve İslamiyet’e sarılırsa, in-sanın cevherinde emanet bırakılan o misal-lerden her birisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden o âleme bakar.

İşte ey bu küçük hücrelerden meyda-na gelen ve ‘’Ene’’(ben) ile tabir edilen ve ‘’İnsan’’ denilen büyük hücre! O kulübeci-ğin küçüklüğüyle beraber, dolu olduğu ha-rika icatlarını gör, imana gel! Ve ‘’Ya İlahi!, Ya Rabbi!, Ya Haliki!, Ya Musavvir!, Ya Ma-liki! Ve ya men lehü’l-mülkü vel-hamd! Se-nin mülkün ve senin emanetin olan şu ku-lübecikte misafirim,malik değilim’’ de; o batıl malikiyet davasından vazgeç. Çünkü o malikiyet davası, insanı pek elim elemle-re maruz bırakır.

TIP BİR HÜCREDEN, HÜCRE DEVLETİ İNSANA

Page 93: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 93

AHMET EFE

Page 94: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/294

Önceki sayıdan devam…

Bu bölümde bir değerlendirme yaparak şu soruların cevabını bulmaya çalışalım.

Yûsuf mu kuyuda, yoksa onun temsil ettiği inanç mı kuyuda?

Yûsuf veya temsil ettiği düşünce niçin kuyuya atıldı?

Yûsuf’u kardeşleri mi, yoksa sâhip ol-dukları düşünce mi kuyuya attı?

Gerçekleri göz önüne alarak değerlendi-rirsek, İslâm’ı temsil ettiği için, O’nun güzel-liklerini etrafına yansıttığı için, Yûsuf’un ku-yuda olduğunu görürüz. Ne yazık ki; O’nu İslâm’ın güzelliklerinden nasibi olmayan, fa-kat, bozuk düşünceye sâhip olan kardeşleri kıskançlıkları sebebiyle kuyuya attılar.

Kıskançlık ve hasetliğin en büyük kötü huylardan olduğu hepimizin malumudur. Yûsuf’un kardeşleri de bu düşünceler içe-risinde bocalarken, şeytanın vesveseleri-nin de tesirine kapılarak Yûsuf’a karşı bir tavır sergilemenin gayretine düşerler. Ve-recekleri karar hakkında münâkaşa yapar-lar. Netice mâlum.

Yûsuf kuyuya atılınca, Hz. Yâkub (a.s)’un gözleri kör olmuştu. İnceler-sek, tarih boyunca da gafletleri sebebiy-le, Müslümanlar’ın gözlerinin Hakk’a karşı körleştiğini görürüz. Bu durumu müşâhede eden âlimlerin gözleri de maâlesef çaresizlik yüzünden, Hz. Yâkub (a.s)’un gözleri gibi körleşmiştir. Bir za-manlar İslâm’ın derdini çekenler, çok ağ-

CEVABINI ARAYAN SORULARKuyudaki yusuf

Ahmet YAŞAR Hocaefendi

Page 95: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/2 95

ladılar ve didindiler. İçine düştükleri sı-kıntılardan kurtulmanın yollarını aradılar. Rabb’lerine sürekli olarak yalvardılar. Ne-ticede bir rahmet esintisi meydana geldi, çileler azalmaya başladı. Ne yazık ki; ara-dan bir müddet geçince çekilen çile ve ız-dıraplar unutuldu. Sizler onların yaşadı-ğı bu ızdıraplar ve çekilen acılar sebebiy-le Yeryüzü’nü saran iniltileri duymadınız. Günümüz Dünyası’nda da içine yuvarla-nılan sapıklık ve şaşkınlık çukurlarının ke-narında, durumu fark eden muttakî ilim ehli, gözyaşı döküp ağlamaktadırlar. Onla-rın bu hüzün ve ızdırapları gözlerinin gör-me kudretini kaybetmelerine sebep ol-maktadır. İlim ehlinin gözleri, ferâsetini kaybetmeye başlayınca, İnsanlık Âlemi de yavaş yavaş körleşmekte ve yuvarlanacak-ları felâketi görememektedirler.

Ey Gençler!

Bu durumu müşâhede eden Yûsuf ve Yûsuf gibiler kuyuda inlemektedir. İnleyen Yûsuf’u kuyudan çıkarmak, sizlerin omuz-larına yüklenen bir vâzifedir. Bundan dola-yı gerçeklere gözlerinizi kapamayarak etra-fınızda olan bitenleri dikkatle takip ediniz. Bakınız, insanlığın sapıklığa sürüklenmesi karşısında İslâm Dini hüzün ve ızdırap içe-risinde inliyor mu, yoksa inlemiyor mu? İslâm’ın hükümleri, içinde yaşadığımız çağ-da, çiğneniyor mu, yoksa çiğnenmiyor mu?

Mü’minlere ihsan edilen ferâsete sâhip olan insanlar günümüz dünyasını araştırır-salar, Yûsuf’un asırlar boyu her gün daha fazla ızdırap ve hüzün içerisinde inlediğini görürler. Artık daldığınız gafletten uyanın ve uzak mesâfelerden Yûsuf (a.s)’un kokusunu alan Hz. Yâkub (a.s) gibi dirilişe hazırlanın. Sevdiğinin gömleğine kavuşarak gözü açılan Yâkub (a.s) gibi sizlere emânet olarak gön-derilen ve yanı başınızda duran ilâhi kitaba sarılarak, gözlerinizin önüne çekilen, kalbini-zin üzerine atılan gaflet perdesini kaldırın, gözünüzü ve gönlünüzü İslâm’a açın!.

İNSANLIK İSLÂM’IN NÛRUNA MUHTAÇ

Çünkü insanlık İslâm’ın nuruna muhtaç-tır. İslâm da kendisini arzu edenlere kavuş-mak için, kendisine doğru atılacak adımla-ra hasrettir. Bu durum, bizim için gerçek bir müjde ve kurtuluş yoludur. Bu yola girebil-memiz için evvelâ bizlerin İslâm’ın koku-sunu hissetmemiz, güzelliklerini kavrama-mız gerekmektedir. Bu koku ve güzellikle-ri idrak edebilmemiz için de Hz. Yâkub (a.s) gibi olmalıyız. Yâkub gibi olmak boş sözler-le olacak bir iş değildir. Yâkub (a.s) gibi ol-mak için evvela İslâm için gayret edecek, üzülecek ve gözleriniz ağlamaktan kör ola-cak, ondan sonra tazarru ve niyazda bulun-duğunuz rahmet kapısı önünde, Âlemler’in Rabb’ı olan Allah (c.c)’a sürekli olarak yalva-rarak yardım isteyeceksiniz.

Evet, dininiz için ağlayacak, üzüle-cek ve dertleneceksiniz ki, gözlerinizin önündeki, gönüllerinizin üstündeki gaf-let perdeleri kalksın. Ama ne acıdır ki; mü’minler olarak bizler İslâm için, Kur’an için ve ondaki emirleri yaşayarak bizlere fiilî ve sözlü olarak tebliğ eden Resûlullah (s.a.v) için hiç dertlenmedik ki… Artık insaf edip düşünmemiz gerekir. Çünkü Yâkub (a.s) yâni İslâm ağlıyor. Onun için gafletten kurtularak bir an önce kendimi-ze gelmeli, dinimizin kesilen kolunun, ba-cağının, dilinin ve kulağının acılarını, kal-bimizin derinliklerinde hissetmeliyiz.

Kuyudaki inancımız, perişanlığımızdan dolayı inlerken bizler huzur ve sevinç içeri-sinde olamayız. Zevk ve sefâ içerisinde, eğlen-ce ve sefâhat âlemlerinde bulunamayız. İçle-rinde yaşadığımız şu Müslümanlar’ın hâline bakınız. Hepsi gerçek mânâsından habersiz olarak huzur sandıkları bir huzursuzluk içeri-sinde meyhânelerde, kumarhânelerde ve de-ğişik günâh yuvalarında, sapıklık ve isyanlar içerisinde kaybolmuşlar. Nerede ve kimler-le olduklarını bilmez bir halde, sağa sola yal-palayarak felâketlerine doğru sürüklenip git-mektedirler.

AHMET YAŞAR HOCAEFENDİ

Page 96: Reyhan Dergisi 17. Sayı

REYHAN 2010/296

Allahım,Senden Seni sevmeyi, Seni seveni sevmeyi

Senin sevgine ulaştıracak ameli sevmeyi dilerim.

Allahım,Seni zikretmek, sana şükretmek ve sana güzel bir şekilde kulluk etmek için

bana yardım et.

Allahım,Senin Peygamberini yalanlayan,

Senin yolundan yüz çeviren, Peygamberinle savaşan kâfirlerin cezalarını ver.Onlara hak ve gerçek olan azabı indir.

Allahım, Senin, onların karşısına çıkmanı ister; onların şerlerinden sana sığınırız.

Allahım, Senin rahmetini kazandıracak, bağışlamanı sağlayacak işler yapmayı, her türlü günahtan uzak durmayı, bütün iyilikleri işlemeyi, cennete kavuşup

cehennemden kurtulmayı nasip etmeni niyâz ediyorum.

Ey kalpleri dilediği tarafa döndüren,kalbimi dinin üzere sabitle!

Rasûl-i Zîşân sallallahu aleyhi ve sellemEfendimiz’in dualarından