Upload
others
View
4
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
BİR KURBAN RÜYASI
A DREAM OF SACRIFICE
Kurban ibadeti Hz. Adem (a.s.) zamanından beri mevcut olan bir ibadettir. İnancımıza göre, ilahî emre uyan kişinin ve takva sahibinin kurbanı kabul edilir, buna mukabil iyi niyet taşımayan kişinin kurbanının kabul edilmez. Esasen hareketlerimizi ibadet haline getiren niyetlerimiz değil midir?
Peygamberimizin büyük babası İbrahim ve İsmail Peygamberler (a.s.) arasında geçen kurban kıssa-sı da Saffat Suresinin 100-111. ayetlerinde beyan edilmektedir. Hz. İbrahim (a.s), Nemrud›un ateşinden kurtulduktan sonra Şam›a doğru yola çıkmış ve yalnızlıktan kurtulmak için de Cenab-ı Hakk’dan bir ev-lat istemiş, çocuğu olursa Hakk yolunda kurban edeceğini nezretmişti. Cenab-ı Hakk ona iyi huylu bir evlat olan İsmail›i verdi. İsmail babası ile yürüyüp gezecek çağa gelince Hz. İbrahim (a.s) rüyasında çok sevdiği çocuğunu kurban ederken gördü. Bu rüya üç gün devam etti. Rivayete göre Hz. İbrahim rüyayı arefe ve bayram günlerinde görmüştü. Bunun üzerine İbrahim (a.s), durumu oğluna anlatarak görüşünü sordu. İyi huylu evlattan “Babacığım, emrolunduğun şeyi yerine getir. Beni inşallah sabırlı kişilerden bulursun.” ce-vabını aldı. İlahî emre boyun eğen baba şeytanın iğvasına uymadı, şeytanı taşlayarak kendinden uzaklaştır-dı. Baba ve oğlun bu çetin imtihandaki başarısından dolayı muhsinlerden oldukları, ilahi mükâfat olarak da kurban edilmek üzere bir koç ihsan edildiği beyan edildi.
Bu tarihî kıssada çok büyük hikmetler gizlidir. Evladını çok seven babanın ve hayatı söz konusu olan evladın ilahî emre tereddütsüz boyun eğişleri, emsaline çok az rastlanabilen güzel bir örnektir. Babanın ilahî emri zor kullanarak yerine getirmeye kalkmayıp gencecik yavrusu ile istişare etmesi de üzerinde durulması gereken bir noktadır. Eğer emri zorla yerine getirmiş olsa idi çocuk manevî ecirden hissesini almayacaktı. Hâlbuki o da ilahî emre boyun eğmekle büyük bir manevî ecre nail oldu. Büyük ve ağır bir imtihan geçiren baba ve oğul Cenab-ı Hakk tarafından mükâfatlandırılmış, oğlun hayatı bağışlanmış, nezrin de yerini bul-ması için kurban edilmek üzere kendilerine bir koç ihsan edilmiştir.
Tasavvuf erbabı bu âyetten şöyle bir mana da çıkarmışlardır:
Evladını kurban et emri, aşırı evlat sevgisini gönlünden çıkar anlamında idi. Nitekim o biricik evladı-nı boğazlayacak kadar ilahî emre bağlılığını ve ilahî muhabbeti tercih edince Cenab-ı Hakk da evladını ona geri vermiştir. İnsanın ilahî esrara nail olmasını engelleyen üç perde var: Mal, evlat ve beden. Hz. İbrahim (a.s) her üç imtihandan da geçmiş tevhidin hakikatine ve ilahi muhabbete vasıl olarak Halilullah (Allah dos-tu) unvanını kazanmıştır.
Bizler de kurban bayramını bu teslimiyet hissiyle idrak edip, kurbanlarımızı keselim, vakfımız vasıtasıy-la ihtiyaç sahibi kardeşlerimize ulaştıralım…
Kurban bayramınız mübarek olsun…
The sacrifical ritual is a worship that has continued since Adam the Prophet (pbuh). According to our belief, only
the sacrifice of the faithful is accepted. It is our faiths that turn our actions into the worship, isn’t it? In Qoran the ver-
ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-
rahim the Prophet (pbuh) wishes a son from Allah and promises to sacrifice him to Allah if his wish comes true; and
Allah gives him a son- Ismail the Prophet-. After Ismail becomes a teenager, Ibrahim has a dream seeing himself sac-
rificing his son, İsmail, to Allah. This happens three times and finally Ibrahim the Prophet (pbuh) tells it to his son. Is-
mail in response, tells his father to sacrifice him to Allah and Ibrahim the Prophet (pbuh) gets prepared to sacrifice his
son but just in that moment, Allah sends them a ram instead to sacrifice. Here, the father and the son proof their fa-
ith to Allah and Allah rewards them. For the sufis’ belief, in this story there emphasised three things that prevents the
man to reach the divine facts: the property, child and body. Eid al Adha Mubarak!
SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır
Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
YIL: 17 SAYI: 121 Kasım 2010 Basım Tarihi: 01 Kasım 2010
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA
Yayın Editörü Musa TEKTAŞ
Yapım ARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU
Sanat Yönetmeni Şenol GÜRSOY
Tashih Ali YILMAZ - Vedat Ali TOK - Yusuf HALICI
Arşiv Muharrem AKIN
Abone Ziya TOKSÖZLÜ
Reklam Yusuf YILMAZ
Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
CTP - Kalıp Çıkış Bizim Repro: (312) 341 10 20
Baskı & Üretim Kozan Ofset
Büyük Sanayi 1. Cadde Arpacıoğlu 2 İşhanı 95/11 İskitler / ANKARA Tel: (312) 384 20 03
Tek Sayı : 7 TL - Kurum Abone : 120 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 70 TL Avrupa 1 Yıllık Abone : 72 EURO Avrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO
Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USD Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111
Gönderilerin abone adına yatırılması gerekmektedir.
HULÛS‹ EFEND‹ (K.S.)’N‹N HAC HATIRALARI
HİLM KURBAN
Musa TEKTAŞ
İnsan, hayatı boyunca birçok yolculuğa çıkar. Bunların içinde en kut sal ve en anlamlı olanı, kuşkusuz hac yolculuğudur. Bu yolculukta insan, kendine içeriden ve dışarıdan bakarak varlık sebebini idrak eder.
Kadir ÖZKÖSE
Öfke; engellenme, incinme, tehdit v.b. karşısında ortaya çıkan kızgınlık veya saldırganlık tepkisidir.1 Öfke, insanlarda küçük yaşlardan itibaren görülür
14 22 36
HIRKA-İ SAADET
HAÇLI SEFERLERİ BİTTİ Mİ?
Resul KESENCELİ
Hazret-i Peygamber (s.a.v.), İslâm dinini tebliğe başladığı zaman pek çok muhalif ve mukavemetle karşılaşmıştı. Muhaliflerden biri de şair Ka’b’dı.
Muhsin İlyas SUBAŞI
Aslında çözülmüş Batı medeniyetinin, bu yeni temasında bizden öğreneceği çok şey vardır. Geçmişteki savaşlarda aldıklarından daha fazlasını şimdi bizim yeni hayat tarzımızda bulabilirler.
50 56
Sosyal Bir İbadet Olarak Kurban3614 Hulûs‹ Efendi (k.s.)’nin
Hac Hatıraları
121
Dergisi Hediyesi...
K A S I M 2 0 1 0Fiyatı: 7 TLAYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
BİR ERDEM OLARAK AFFETMEK - Ali AKPINAR (06)
İLÂH - Ramazan ALTINTAŞ (10)
GÖNÜLDE GAYRI SEVDAYI GÜLÜM N’İDEM - Abdülmecit İSLAMOĞLU (18)
TÜRKİYE’M ANAYURDUM SEBEBİM ÇÂREM - Yavuz Bülent BÂKİLER (21)
İKİ KADIN İK‹ HÜKÜM - Abdullah KAHRAMAN (26)
SILA BOYUTU - Yusuf BİLGE (29)
ÇOCUKLARA GÜZEL AD KOYMAK -Mehmet Zeki AYDIN (30)
MÜHÜR - Bahattin KARAKOÇ (35)
MEDYUMLARDAN MEDET UMMAK - Enbiya YILDIRIM (40)
EĞİTİMDE GELENEĞİN BİLGELİĞİ- Mustafa ÖZÇELİK (44)
DUA VAKTİ - Sergül VURAL (49)
DÜN/BUGÜN/YARIN - Mehmet SERTPOLAT (53)
BİR HÜNER OLARAK EDEP - Vedat Ali TOK (54)
GÖZLERİN - Ekrem KAFTAN (61)
AMR B. ABESE (R.A.) - Bünyamin ERUL (62)
KIRK HADİS (63)
İBADETLERLE RUH SAĞLIĞI -Mustafa Doğan KARACOŞKUN (64)
ERZİNCAN VELİLERİ - Yusuf HALICI (68)
HAZAN MEVSİMİ - Ahmet Süreyya DURNA (71)
KAVGADAN SEVGİYE - Alim YILDIZ (72)
ZEKÂYI GELİŞTİRMEK - Ali ÖZKANLI (74)
KİTAPLIK (77)
TEMBELLİK? - M. Emin KARABACAK (78)
GİDERİM - Hızır İrfan ÖNDER (83)
BESLENME YETERSİZLİĞİ ve İKİ HASTALIK - Akın DİNDAR (84)
GREYFURT - Şifalı Bitkiler (86)
SEBZELI TAVUK - Mesude SARI (87)
Mehmet DERE
Sözlükte “yaklaşmak, Allah’a yakınlaşmaya vesile olan şey” anlamlarına gelen kurban, İslâmî bir terim olarak, ibadet maksadıyla belirli şartları...
ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0342 321 43 34GEREDE 0 530 512 33 10GÖLCÜK 0 216 344 45 30 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892
İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 2365SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474
EVİDARESİ
Kevser BAKİ
İslâm’da helâl kazanç ve bu kazancı uygun yerlerde ve gereği kadar kullanmak temel esastır. Dinimizde helâl kazancın da gerekli ölçüler çerçevesinde kullanılması emredilmiştir.
80
5Kasım 20104
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî
Sana matlûb sensin ey dil gayrı bir söz aramaSendedir ol görecek yüz taşradan yüz arama
Kendi mir’âtına nazar eylesen yârı görürsünCân gözünden gayrı ana açacak göz arama
Sıdk u ihlâs ile koy gel kapısında baş u cânTâ sana râm ola dil-ber gece gündüz arama
Bu yolun merdinden olup nefsini basdın iseMerd-i meydân-ı cihânsın gel yokuş düz arama
Sînene yazdınsa eğer nakş-ı hayâl-i dil-beriGayrıya bakma Hulûsî var şeb ü rûz arama
Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî
Kasım 20106
BİR ERDEM OLARAK
AFFETMEK “Affetmek, her insanın yapması gereken en iyi iş, kötülüğe kötülükle karşılık
vermenin aksine; yanlışı, hata sahibini hoş görmek ve bağışlamaktır. Tabii ki
bu, kötülüğe rıza göstermek değildir. Affetmek, yanlış yapanı şımartmamalı,
yanlışını sürdürme yahut tekrar etmesine yol açmamalıdır.”
İlim ve Hayat
Ali AKPINAR*
7
Ar a p ç a ’ d a
afv kökü,
“ r ü z g â r ı n
eşyaları ve binaları yok etme-
si, silip süpürmesi, kökünü ka-
zıması” anlamına gelir. Terim
olarak af, “kötülük ve hak sızlık
edeni, suç veya günah işleyeni
ba ğışlama, cezalandırmaktan
vazgeçme” anlamınadır.
Affetmenin olabilmesi için,
ortada bir suç, günah ve hata-
nın olması gerekir. Unutma te-
mel özelliğine sahip olan insan,
hata edebilir, yanlış yapabilir,
günah işleyebilir. Yüce Yara-
tıcı, donanımlı bir şekilde ya-
rattığı insanı, hata ve günahla-
rı içerisinde bırakmamış, tevbe
ettiği takdirde onu hep affet-
miştir. Zaten Yüce Allah, çok-
ça affedip bağışlayan, yarlıga-
yan isimlerin sahibidir; Afüvv,
Gâfir, Gafûr, Gaffar, Settâr,
Tevvâb gibi. Yüce Allah, işle-
nen günahın ne olduğuna bak-
madan affedebilir. Yeter ki sa-
hibi ondan pişmanlık duysun,
vazgeçsin, bir daha işlemesin
ve Yüce Allah’tan affını dilesin.
Affetmek, günahtan do-
layı cezalandırmaktan vaz-
geçmektir. Mağfiret ise, gü-
nahın örtülüp, kişinin tevbe
etmesinden dolayı sevap-
la mükâfatlandırılmasıdır. Bu
yüzden mağfiret, Allah hakkın-
da daha çok kullanılır. Affet-
mek, azabı düşürmektir; mağfi-
ret ise günahı örtüp rezil rüsvay
olmaktan sahibini korumaktır.
Affetmek, cismânî cezayı dü-
şürmektir, mağfiret rûhânî ce-
zayı düşürmektir. Afv, “örtmek”
anlamına gelen “setretmek”ten
daha kapsamlıdır. Çünkü üze-
ri örtülenin aslı yerinde durabi-
lir. Affedilen ise tümüyle silinip
yok edilir1 Bu yüzden biz duala-
rımızda Rabbimizden hem affe-
dilmeyi, hem mağfireti, hem de
günahlarımızın setredilmesini
isteriz.
Yüce Allah’ın, cezalandırma
gücü var iken kullarını affetme-
si, onlara merhametinin, onları
sevdiğinin, onlara kıyamadığı-
nın bir göstergesidir. Affetmek
büyüklüktür. Aynı zamanda bu,
yanlış yapanları hatalarından
vazgeçirip doğruların adamı ol-
maya teşviktir. Aksi takdirde
her hata yapan cezalandırılmış
olsaydı, hatasız insan olmaya-
cağına göre, yeryüzünde insan
kalmazdı.
“Biliniz ki Allah’ın ceza-
landırması çetindir ve yine
Allah’ın bağışlaması ve esirge-
mesi sınırsızdır.”2
“Eğer Allah, insanları zu-
lümleri yüzünden cezalandıra-
cak olsaydı, orada hiçbir canlı
bırakmazdı. Fakat onları tak-
dir edilen bir müddete kadar
erteliyor.”3
Affedici olmak, Yüce
Allah’ın ahlakıyla ahlaklanma-
nın bir tezahürüdür. Affetmek,
Yüce Allah’ın affına mazhar ol-
manın da bir vesilesidir. Pey-
gamberimiz (s.a.v)’in duasında
da belirtildiği üzere Yüce Rab-
bimiz, affı keremi bol olan ve
affetmeyi sevendir. Yüce Allah,
tarih boyunca kendisine kar-
şı gelenleri, günah işleyenle-
ri, yanlış yapanları, tevbeye sı-
ğındıkları takdirde affetmiştir.
O’nun peygamberleri de öyle.
O’nun son peygamberi Efen-
dimiz aleyhisselam, Mekke’de
kendisine ve ashabına olma-
dık işkence ve eziyetleri eden-
leri affetmiştir. Uhud Savaşın-
da ordusunu arkadan vurup
amcası başta olmak üzere yet-
miş kadar ashabını şehid eden-
leri affetmiştir. Medine’de aile-
sine iftira atanları affetmiştir.
Mekke fethinde, kendisini baba
ocağından sürüp çıkaranları af-
Kasım 20108
9
fetmiştir. Zira o, hayatı boyun-
ca Yüce Allah’ın “Rasülüm, sen
af yolunu tut, iyiliği emret ve
cahillerden yüz çevir.”4 emrini
düstur edinmiştir. Hz. Peygam-
ber (s.a.v) “Allah, muhakkak
su rette kötülüğü affeden kişiyi
aziz kılar.”5 buyurmuştur.
Affetmek, her insanın yap-
ması gereken en iyi iş, kötülüğe
kötülükle karşılık vermenin ak-
sine; yanlışı, hata sahibini hoş
görmek ve bağışlamaktır. Ta-
bii ki bu, kötülüğe rıza göster-
mek değildir. Affetmek, yanlış
yapanı şımartmamalı, yanlışını
sürdürme yahut tekrar etmesi-
ne yol açmamalıdır.
Hatasız insan olmaz. Hata-
sız dost arayan dostsuz kalır.
Affetmek büyüklüktür, büyük
bir erdemdir. Affetmek, hata
yapanlara yeni bir fırsat ver-
mektir. Onların hatalarını anla-
yıp, ondan vazgeçmeleri, tekrar
aynı hatayı yapmamaları için
tanınmış bir fırsattır.
Affetmeyle İlgili Âyetler ve Örnek
Olaylar
Kutsal kitabımızda affetme-
nin gereği ve güzelliği ile ilgi-
li pek çok âyet vardır. Onlardan
bir kaçı şöyledir:
“Bir iyiliği açıklar yahut
gizlerseniz veya bir kötülü-
ğü (açıklamayıp) affederseniz,
şüphesiz Allah da ziyadesiyle
affedici ve kâdirdir.”6
“Bir kötülüğün cezası, ona
denk bir kötülüktür. Kim ba-
ğışlar ve barışı sağlarsa, onun
mükâfatı Allah’a aittir. Doğru-
su O, zalimleri sevmez.”7
“Kim sabreder ve affederse
şüphesiz bu hareketi, yapılma-
ya değer işlerdendir.”8
Bu âyetlerle ilgili olarak kay-
naklarımızda şu örnek olay an-
latılır: Bir adam, Hz. Ebû Bekir
(r.a)’in yanında onun aleyhi-
ne konuşmaya, hatta ona sövüp
saymaya başlar, Ebû Bekir (r.a)
sabredip cevap vermez. Adam,
aleyhte konuşmasını sürdürün-
ce, Hz. Ebû Bekir dayanamaz ve
adama cevap verir. Orada otu-
rup durmakta olan Peygambe-
rimiz (s.a.v), hemen orayı terk
eder. Sebebi sorulunca da şöy-
le cevap verir: “Ey Ebû Bekir,
o adam senin aleyhine konu-
şup sen sustukça, bir melek se-
nin yerine ona cevap veriyor-
du. Ancak sen karşılık vermeye
başlayınca, melek gitti yerine
şeytan gelip oturdu.”
Bu örnek olay, affetmenin
melekleri imrendiren bir er-
dem olduğunu açıkça göster-
mektedir.
“İçinizden faziletli ve ser-
vet sahibi kimseler akrabaya,
yoksullara, Allah yolunda göç
edenlere (mallarından) verme-
yeceklerine yemin etmesinler;
bağışlasınlar; feragat göster-
sinler. Allah’ın sizi bağışlama-
sını arzulamaz mısınız? Allah
çok bağışlayandır, çok merha-
metlidir.”9
Bu âyetin iniş sebebi ile ilgi-
li şu olay son derece ilginç ve bi-
zim için anlamlıdır: Medine’de
Peygamberimiz (s.a.v)’in sevgili
eşi ve Hz. Ebû Bekir (r.a)’in kızı
Hz. Âişe annemize iftira atılır.
Münafıkların bu iftira yayaga-
rasına bazı Müslümanlar da ka-
tılır. Mistah b. Üsase de onlar-
dan biridir. Mistah, Hz. Ebû
Bekir (r.a)’in sürekli yardım et-
tiği Müslümanlardan biridir.
Hz. Ebû Bekir (r.a), onun da
iftiracıların arasına karıştığı-
nı öğrenince, artık ona yardım
etmeyeceğine dair yemin eder.
İşte bunun üzerine bu âyet iner.
Olayın iftira olduğu ortaya çık-
mış, iftira olayına karışanlar ce-
zalandırılmışlardır. Âyet inince
Ebû Bekir (r.a), elbette Allah’ın
bizi bağışlamasını isterim, di-
yerek Mistah’ı affeder ve ona
yeniden yardım etmeye başlar.
Ebû Bekir (r.a)’in kendi kızına
iftira eden bir adamı affetmesi,
bununla kalmayıp ona yapaca-
ğı yardımlarla adeta onu ödül-
lendirmesi, Ebû Bekir (r.a)’in
büyüklüğünü ve âyetler karşı-
sındaki teslimiyetçi tutumunu
göstermektedir.
“Ey iman edenler! Eşleri-
nizden ve çocuklarınızdan size
düşman olanlar da vardır. On-
lardan sakının. Ama affeder,
kusurlarını başlarına kakmaz,
kusurlarını örterseniz, bilin ki,
Allah çok bağışlayan, çok esir-
geyendir.”10
Mekke’de bazı Müslümanla-
rı, bazı yakınları hicretten alı-
koymuşlardı. Daha sona onlar
Medine’ye gelince, kendileriy-
le beraber Müslüman olup on-
lardan önce hicret edenlerin
Medine’de dinde derinleştik-
leri ve ileri seviyelere geldikle-
rini gördüler. Bunun üzerine
onlar, kendilerini vaktiyle hic-
retten alıkoyan eş ve çocukları-
nı cezalandırmak istediler, bu-
nun üzerine bu âyet indi. Onlar
da onları affettiler ve cezalan-
dırmaktan vazgeçtiler. Bu olay
da geçmişte işlenen bir hata-
dan dolayı, yanlış yapanları ce-
zalandırmanın kaybedilenle-
ri geri getiremeyeceğini, ancak
hoşgörüyle onları affetmenin,
hem affedenlere, hem de affe-
dilenlere büyük ecirler kazan-
dıracağını göstermektedir.
Kur’ân Kültürüyle Donanmış Bir Hizmetçi Kız
Ömer b. Abdülaziz’in Rak-
ka valisi olan, ilim ve zühdü ile
tanınan Meymun b. Mihran’ın
(Ö: 117/735) hizmetçisi olan
kadın, bir gün sofraya sıcak bir
çorba getirir. Misafirlerin de
hazır olduğu sofrada ayağı ka-
yar ve çorba vali Meymun’un
üzerine dökülür. Kızgınlık içe-
risinde olan efendisine, kadın
şöyle der:
“Efendim, lütfen Yüce
Allah’ın şu âyetini uygula: “O
takva sahipleri, öfkelerini yu-
tanlardır..”” 11
Adam, tamam öfkemi yut-
tum, der. Kadın, efendim deva-
mındaki “insanların kusurları-
nı affederler” kısmı ile de amel
et, der.
Adam, ”Tamam seni affet-
tim.” der. Kadın, iyi ama Yüce
Allah, âyetin sonunda “Allah,
iyilik ihsan sahiplerini sever.”
buyuruyor, deyince Meymun
şöyle cevap verir:
“Tamam, sana ihsan ediyo-
rum ve Allah için sen özgür-
sün!”12
Bu olaydan çıkan dersleri
şöyle özetleyebiliriz:
Olayda hizmetçi bir kızın
Kur’ân âyetlerine vukâfiyeti ilk
dikkatimizi çeken şeylerdendir.
Kadın, karşılaştığı olaya âyetler
ışığında bakıp onu değerlendi-
rebiliyor.
Efendisi ve misafirlerinin
yanında suçlu durumda olan,
bir hizmetçi çok rahat bir şekil-
de derdini anlatabiliyor.
Üzerine kaynar çorba dö-
külen efendi, hizmetçisine öz-
gürce kendini ifade edebilme
imkânı tanıyor.
Efendi, kendisine okunan
âyetlerin gereğini hemen yeri-
ne getiriyor. Hem de hizmetçi-
sinin hatırlatmasıyla.
Huzurlu bir toplum için,
âmirinden memuruna, erke-
ğinden kadınına Kur’ân’ı bilen
ve hayatı Kur’ân olan, affeden
ve affetmeyi seven insanlara ne
kadar da muhtacız bugün!
*Prof. Dr.
1 Ebû Hilâl el-askerî, el-Furûku’l-Lüğaviyye.2 5/Maide, 98.3 16/Nahl 61.4 7 A’raf 199.5 Müsned, II, 235, 238.6 4/Nisâ, 149. 7 42/Şûrâ, 40.8 42/Şûrâ, 43.9 24/Nûr, 22.10 64 Teğabün 14.11 (3/Âlu İmrân, 13412 Kurtubi, el-Câmi’, IV, 207
Dipnot
Kasım 201010 11
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
İLÂH“Bütün gönüllerin sevgi, ümit, korku, güven, tevekkül,
yardım, duâ, kurban, adak vb. gibi tüm ibadet türlerinde
bağlandığı varlık:”
Allah’ın za-
tıyla ilişki-
li olan isim-
lerinden birisi de “ilâh” lafzıdır
Arapça’da genel olarak hiç-
bir şeyden türememiş has ismi
olarak kabul edilen Allah kav-
ramının aslının, “ilâhun” ol-
duğu yönünde görüşler ile-
ri sürülmüştür. Gerçek yaratıcı
olan Allah hakkında kullanıldı-
ğı gibi, her türlü mabut için de
kullanılan bir isim olmuştur.
Nitekim Allah Taâlâ için bir-
çok âyette O’ndan başka ilâh ol-
madığı ifade edilmiştir.1 “Sizin
ilâhınız bir tek ilâhtır.”2 şeklin-
deki âyetler, kul için kulluk edi-
lecek tek mabudun Allah oldu-
ğu ifade edilmiştir. Müşrikler,
kendilerine ulûhiyet atfettikleri
varlıklar hakkında “ilâh” (tanrı)
ismini kullanmışlardır. Nite-
kim Kur’an’da bu hususa işaret
edilerek şöyle buyrulmuştur:
“İbrahim, babası Âzer’e, “Bir
takım putları ilâhlar mı sedi-
niyorsunuz? Doğrusu ben seni
de kavmini de apaçık bir sa-
pıklık içinde görüyorum.” de-
mişti.”3 “Dediler ki: Ey Hûd!
Sen bize açık bir mucize ge-
tirmedin, biz de senin sözünle
tanrılarımızı (ilâhlarımızı) bı-
rakacak değiliz ve sana iman
edecek değiliz.”4 “Bizim tanrı-
larımız (ilâhlarımız) mı hayır-
lı, yoksa O mu?” dediler. Bunu
sana ancak tartışmak için söy-
lediler. Doğrusu onlar kavgacı
bir toplumdur.”5
“Müşrikler ancak Allah’tan
başka dişi (inâs) tanrıçalara ta-
parlar.”6 Bu âyette geçen inâs
sözcüğü, Türkçede tanrıça an-
lamına gelir. Tanrıça, cahili-
ye döneminde Arapların kadın
şeklindeki tanrılarına verilen
isimlerdir. Yine Kur’an’da da
geçen Lât, Uzzâ ve Menat gibi
putlar da7 kadın suretinde ya-
pılan ve Arapların kendileri-
ne taptığı putların isimleridir.
Dişi varlık anlamına da gelen
inâs sözcüğü, mecâzî anlamda
şehvetlerin putlaştırılmasını ve
ilâhlaştırılmasını da ifade eder.
Bu kimseler Kur’an’da “şehvet-
lerine uyanlar”8 ve “şehvet sar-
hoşları”9 diye zikredilir. Allah’a
şirk koşanlar, Allah’ı bırakarak
inâse dua ederler, dişilere çağırır,
dişilere taabbüd ederler, onların
en çok ibadet ettikleri, gönül ve-
rip yalvardıkları mabutları dişil-
ler olmuştur.10 Ayrıca, cahiliye
döneminde, müşrikler, fayda ve
zarar verme gücüne sahip olma-
yan birçok nesneye ulûhiyet at-
federek Allah’a ortak koşmuşlar-
dır. Mesela güneşi, tanrıça olarak
isimlendirmişlerdir. Çünkü on-
lar, güneşi, kendilerinin ma-
butlarından birisi saymışlardır.
Buna göre ilâh kelimesi, tapılan
varlığın kendisi olmaktadır.11
Efendimiz Hz. Muhammed
(s.a.v.)’e ilk nâzil olan vahyin12
muhtevâsını incelediğimiz za-
man, Kur’an’ın doğrudan Mek-
kelilerin putlarına sataşmayıp,
Allah’ın kim olduğunu, O’nun
birliğini, güç ve nimetini (ya-
ratıcı ve hâkim olarak) ortaya
koyarak, insanı uyarmada en
son noktaya vardığını görürüz.
İlk vahiyde açıkça, müşriklerin
ilâh edindikleri varlıklardan zi-
yade, yaratılış ve bu yaratılı-
şı gerçekleştiren Yüce Allah’tan
bahsedilerek O’nun üstünlüğü
ve hâkimiyeti vurgulanmıştır.
Bu âyetlerde, insanın pıhtılaş-
mış kandan yaratıldığından söz
edilerek Allah’ın sınırsız mut-
lak gücü ortaya konmaktadır.
O’nun bu gücünü kullanırken
de bir başkasına muhtaç olma-
dığı açıkça dile getiriliyor.
İslâm’ın doğuşundan önce
Mekkeliler putperesttiler. Fa-
kat onlarda, o zaman dahi,
tekâmül etmiş, yüce, tek ve her
şeye gücü yeten bir tanrı fik-
ri vardı. Bu mefhum ilâh kav-
ramının yanında özel olarak,
erkek-dişi veya tekil-çoğul bir
şekil almayan Allah kelimesiy-
le ifade ediliyordu. Putlarsa,
Allah’ın yanında şefaatçi olarak
nitelendiriliyordu. Müşriklerin
Allah adında bir ilâh kabul et-
tiklerini Kur’an’ı Kerim’den an-
lamamız mümkündür:
“O ‘nun sıfatları karşısın-
da bütün güzel tasvirler âciz
kaldı,
Dillerin bütün ifadeleri bu-
rada şaşkınlığa düştü.”19
İslâm itikadına göre Allah
(c.c), tasvîrî olarak değil, tavsîfî
olarak bilinir. Onun güzel isim
ve sıfatları üzerinden düşünen
bir kimse, hayretler içinde ka-
lır. O’na olan sevgisi ve tesli-
miyeti kat kat artar. Bundan
dolayı, Bir rivâyette Hz. Pey-
gamber: “Allah’ın zâtını değil,
Allah’ın nimetlerini düşünü-
nüz.”20 buyurmuşlardır. Çün-
kü Allah’ın zatını bizim gibi
yaratılmış fânîlerin kavrama-
sı mümkün değildir. Tarihte
O’nun zatı üzerinde tefekkür
yapmaya kalkanlar, doğru yol-
dan ayrılmak gibi bir sonuçla
karşılaşmışlardır. Nihâyetinde
bi kısım insanlar biçimci bir
ilâh tasavvuruna kadar git-
mişlerdir. Bu sebeple, gerek
Allah’ın yarattığı varlık üzerin-
de ve gerekse kullarının yara-
rına olmak üzere takdim etti-
ği sayısız nimetler konusunda
akıl yürütmek O’nun azame-
ti karşısında takdir duygusu-
nu artırmaya yarar. Bizden is-
tenen de bu değil midir zaten?
Bir başka görüşe göre Allah
lafzının aslı “vilâh” lafzından
gelmedir. Allah’ın bu şekilde
adlandırılmış olması, yaratılan
her varlığın O’na doğru aşk ile
yönelmiş olmasındandır. Bu,
cansız varlıklar ve hayvanlar-
da olduğu gibi ya sadece tes-
hir ile olmaktadır ya da insan-
larda olduğu gibi, hem teshir
ve hem de irade ile olmaktadır.
Allah bütün varlıkların sevgili-
sidir. Kelimenin tam anlamıy-
la bu bir aşktır. Allah aşkı ve
Allah sevgisi dediğimiz zaman
bu anlaşılır. İbn Sina, Risâle fî
Mâhiyeti’l-Işk adlı eserinde bu
konuya değinir. Bütün bir var-
lık, Allah’ın kendisine verdiği
özel tesbîhâtıyla ilâhî aşkı te-
rennüm eder. Akıllı ve irade-
li bir varlık olan insan ise, bu
dünyada eksik olan aşkı idrak
edince, kendi eksikliğini anlar
ve yetkin olan İlâhî aşka yöne-
lerek O’na daha çok bağlanır.
Eksik olan sevgiden, sevgililer
sevgilisine yükselmek için bü-
tün benliğini O’na açar. İşte O
Ma’şuk da Allah’tır. Bu sebep-
le aşk, varoluşsal bir mânâdır.
Bundan dolayı Allah’ın fiilleri-
nin vücûdî gereklerinden biri,
mahlûkatına karşı olan sevgisi-
dir. Bu sevginin temelini O’nun
rahîm ve vedûd ismiyle var-
lık dünyasına tecellîsi oluştu-
rur. Şu âyette bu durum gâyet
açıktır: “Şüphesiz Rabbim çok
merhametlidir ve (kullarını)
çok sever (vedûd)”.21 Özellik-
le vahdet-i vücûdcu mutasav-
vıfların ontolojik içerikli tecellî
nazariyesi üzerinde çok dur-
malarının sebebi, İlâhî Zât’ın
bizzat aşk olduğu düşüncesi-
dir. Bu sebeple İlâhî aşkın bir
gereği olarak bütün bir var-
lık Allah’ı zikreder. Kur’an-ı
Kerim’de Yüce Allah’ın şu sözü
buna işaret etmektedir: “Yedi
gök, yer ve bunların içinde bu-
lunanlar Allah’ı tesbîh eder-
ler. Her şey O’nu hamd ile
tesbîh eder. Ancak, siz onların
tesbîhlerini anlamazsınız. O,
halîm’dir (hemen cezalandır-
maz, mühlet verir), çok bağış-
layandır.”22
O halde her Müslüman iti-
kadının bir gereği olarak,
Allah’tan başka hiçbir var-
lığa asla ulûhiyet atfetmez.
“Allah’tan başka ilâh yoktur.”
kelime-i tayyibesi, sadece dil-
lerde tekrarlanan bir lafız de-
ğil, hem dillerde, hem gönül-
lerde ve hem de davranışlarda
kendisini gösterir. Mü’min iyi
bilir ki, sahih bir tevhîd olma-
dan ne sahih bir iman, ne sa-
hih bir düşünce ve ne de sa-
hih bir ibadet olur. Başta itikat
olmak üzere, ibadetlerimizin
ve Allah adına yaptığımız tüm
davranışlarımızın O’nun katın-
da memduh ve makbul olması,
O’ndan başka ilâh tanımama-
ya bağlıdır. Bu sebeple, sah-
te ilâhları “lâ/hayır” ifadesiy-
le ortadan kaldıran bir mü’min
“illâ/ancak” istisnasıyla ger-
çek ilâh ismini Yüce Allah’a
izafe eder. Buna göre de haya-
tını düzenler.
Kasım 201012 13
* Prof. Dr.
1 Bkz. 2/Bakara. 163, 255; 3/Âli İmrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 171; 5/Mâide, 73 ve başka bir çok âyet.
2 2/Bakara, 163; 16/Nahl, 22; 18/Kehf, 110; 21/Enbiyâ, 108; 22/Hac, 34; 41/Fussılet, 6.
3 6/En’âm, 74.4 11/Hûd, 53.5 43/Zuhruf, 58.6 4/Nisâ, 117. 7 Bkz. 53/Necm, 19–20.8 4/Nisâ, 27.9 3/Âl-i İmrân, 114.10 Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, III, 1468–1469.11 el-İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, s. 25. 12 96/Alak, 1-19.13 29/Ankebût, 61.14 23/Mü’minûn, 84–89.15 43/Zuhruf, 87.16 12/Yûsuf, 106.17 38/Sâd, 5. 18 22/Hacc, 17.19 el-İsfehânî, el-Müfredât, s. 25. 20 Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, I, 311.21 Bkz. 11/Hûd, 9022 17/İsrâ, 44.
Dipnot
“Andolsun, eğer onlara,
“Gökleri ve yeri kim yarat-
tı, güneşi ve ayı hizmetini-
ze kim verdi?” diye soracak
olsan mutlaka, “Allah” di-
yeceklerdir. O halde na-
sıl (haktan) döndürülüyor-
lar?”13
“De ki: “Eğer biliyorsa-
nız söyleyin: Yer ve yerde
bulunanlar kime aittir? “Al-
lah’ındır” diyecekler. “Öyle
ise siz hiç düşünüp öğüt al-
maz mısınız?”de. De ki: “Yedi
kat göklerin Rabbi, büyük
Arş’ın Rabbi kimdir?” .”Al-
lah’ındır” diyecekler. “Öyle
ise ona karşı gelmekten sa-
kınmaz mısınız?” de. De ki:
“Eğer biliyorsanız söyleyin:
Her şeyin hükümranlığı elin-
de olan, kendisi koruyan,
kendisine karşı korunula-
maz olan kimdir?” “Allah’ın-
dır” diyecekler. “Öyle ise na-
sıl aldanıyorsunuz?”de.”14
“Andolsun, onlara kendile-
rini kimin yarattığını sorsan
elbette, “Allah” derler. Öyley-
ken nasıl döndürülüyorlar?”15
Ayrıca müşrikler, telbi-
ye ederek Allah’ı birliyorlardı.
İlahlarını da yanına katıyorlar,
fakat sahipliğini yine de O’nun
eline veriyorlardı. Yüce Allah,
peygamberine, “Onlardan çoğu
Allah’a ancak ortak koşarak
inanırlar”16 buyuruyor. Hat-
ta Hz. Peygamber risalet vazi-
fesiyle görevlendirilip insanla-
rı tevhide çağırmaya başladığı
zaman, “Ne o, ilâhları bire mi
indirdi? Doğrusu bu şaşılacak
bir şey.”17 diyerek eleştirmeye
kalkıyorlardı.
Allah’tan başkasını ilâh
edinmek bir şirktir. Sözlükte
şirk, “ortak koşmak” mânâsına
gelir. Dinî anlamda şirk,
Allah’ın ulûhiyet, sıfat ve fiil-
lerinde eşi ve ortağı olduğunu
kabul etmek ve Allah’tan baş-
kasını ilâh tanıyarak ibadet et-
mektir. Bu da putlara, ağaçlara,
hayvanlara, kabirlere, semavî
cisimlere, tabiat kuvvetleri-
ne, ruhanî varlıklara ve insan-
lara ulûhiyet vererek tapınmak
şeklinde meydana gelir. İşte
Allah’a, ulûhiyet makamına
yakışmayan; eksiklik, kusur,
âcizlik ve hata gibi kemal-
sizlik ifade eden bütün sıfat,
mânâ ve mefhumları isnat
etmek şirktir.
Gerçek anlamda İlâh; bü-
tün gönüllerin sevgi, ümit,
korku, güven, tevekkül, yar-
dım, duâ, kurban, adak vb.
gibi tüm ibadet türlerinde
bağlandığı varlıktır. Bu se-
beple, bütün bu konular-
da Allah’tan başka varlık-
ları O’na ortak koşmamak
gerekir. ‘Ulûhiyet ve ubudi-
yette tevhîd’ dediğimiz za-
man, ilâh’lığı ve ibadetle-
ri sadece Allah’a has kılmak
anlaşılmalıdır. Kur’an’a göre,
iki ilâhın varlığını benimsemek
şirktir.18
Arapça’da ilâh lafzının şaş-
kınlık ve hayret göstermek anla-
mına gelen “tahayyara” fiili ile
de ilgisinin olduğu söylenmiştir.
Bu bağlamda “elihe” şaşırmak
ve hayret etmek mânâsına gel-
mektedir. Ulûhiyette tevhîdi be-
nimseyen bir mü’min, Allah’ın
güzel isim ve sıfatları karşısın-
da âcizliğini ifade etmekten ve
O’na olan takdir duygularını ye-
rine getirmekten başka bir şey
yapamaz. Bunu Hz. Ali’nin şu
sözü doğrulamaktadır:
15Kasım 201014 15
Hulûs‹ Efend‹ (k.s.)’n‹nHulûs‹ Efend‹ (k.s.)’n‹n
HAC HATIRALARIHAC HATIRALARI
EdebiyatMusa TEKTAŞ İnsan, hayatı boyunca birçok yolcu-
luğa çıkar. Bunların içinde en kut-
sal ve en anlamlı olanı, kuşkusuz
hac yolculuğudur. Bu yolculukta insan, kendine
içeriden ve dışarıdan bakarak varlık sebebini id-
rak eder. Kâbe’yi görünce istikametinin doğrulu-
ğunun farkına varır; Arafat’ta vakfeye dururken,
birlik ruhunu ve ahiretteki ahvalini hatırlar; böy-
lece kutsal ile olan irtibatını yeniden tesis eder.
Bütün şeytanî duygularını ve dünyevî ihtirasla-
rını Mina’da terk etmiş olarak kurban keserken,
içindeki kötü duyguların da damarlarından ak-
tığını, içinin berraklaştığını ve doğ duğu gibi ma-
sum hâle geldiğini hisseder.
Hac yolculuğu tatlı hatıralarla doludur. Tasav-
vuf büyüklerinin bu yolculuklarda yaşamış oldu-
ğu hatıralar bizlere yön verir. Sevgili Peygamberi-
miz hayatı boyunca dört defa umre, bir defa hac
ziyaretinde bulunmuştur. Bu durumu Es-Seyyid
Osman Hulûsi Efendi Hazretleri manzum olarak
şöyle ifade ediyor:
Çâr umre vâhid hac etdi ol Resûl
Böyledir cümle sîkatten menkûl
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.), Mektû-
bat’ındaki ikinci ve üçüncü mektuplarını mah-
dumlarına kutsal beldelerden yazmışlardır. İkin-
ci mektup şöyledir:
“Ahmed Şemseddîn ve Hâmid Hamîdeddin,
26 Zilhicce-i Şerîfe mütesâdif Cuma namazını
Mescid-i Nebevî Aleyhissalatü Vesselam’da kıl-
dık. Münevver Ravza-i Aleyhissalatü Vesselama
bakarak mektûbu yazıyorum ve sizleri de hatır-
lıyorum.
Muhtelif ırklara mensûb Müslüman kardeşle-
rimizin içinde bir huzûr-i ma’neviye bulunmakta
ve onların refîk kabûllerini nebean iden muhab-
betlerinin mazhariyyetiyle dil-şâd olmaktayız.
Yarın inşallahü teâlâ farîza-i haccı îfâ için,
Mekke-i Mükerreme’ye hareket etmek müyesser
olursa gideceğiz. Cümle hüccâc-ı kirâm sıhhat ve
âfiyetteler. Ol tarafta cümle ahbâba ve akrabâya
selâm ve dualar eder gözlerinizden öperim.”
Âşinâ İle Birlikte Haccetmek
Bu yazımızda Hulûsi Efendi Hazretleri’nin hac
hatıralarından nakledeceğiz. Birçok hatıra vardır;
ama biz sadece üç tanesini zikredeceğiz. İnşallah
bir gün bizler de bu kutsal yolculuğa büyükleri-
mizle çıkar ve manevî hazlar aldığımız hac ibade-
tini kâmilen yerine getiririz.
Bir arkadaş anlatıyor: “1986 yılında Hulûsi
Efendi Hazretlerinin, Hamideddin Efendiyle bir-
likte hacca gideceğini öğrendik. Ankara’da bir çay
sohbeti esnasında gönülden, ‘ne olur Hazreti Pir
Efendimiz himmet etse de bizler de birlikte hac
yapsak’ diye iltica ettik. O günlerde hacca gidecek
ne imkânımız, ne de birikmişimiz var. Sadece gö-
nülden bir muhabbet ve arzumuz var. Birkaç gün
sonra bir şirketin hacca kasap görevlisi götürdü-
ğünü duyduk. Dört arkadaş şirkete gittik ve Et
Balık Kurumunda çalıştığımızı söyledik, müraca-
at ettik. Şirket yetkilisi Et Balık Kurumunda çalış-
tığımız için, pasaportlarınızı çıkartın, evraklarını-
zı getirin, sizin işiniz tamam dedi. Çok sevindik.
Geriye Hazreti Pir Efendimizi ziyaret edip, him-
met ve duasını almak kalmıştı. Pazar günü ziya-
ret için Darende’ye gittik. Pir Efendimiz Sivas’ta
imiş, görüşemedik. Hamideddin Efendi bizi mi-
safir etti ve buyurdular ki ‘Efendi Hazretleri ikin-
diyi müteakip teşrif edecekler, beklerseniz gö-
rüşürsünüz.’ Bizler de sevinerek Devlethane’de
oturup bekledik. 17.30 sularında teşrif ettiler. Sa-
londa elini öptük. Hazreti Pir Efendimiz istiraha-
ta çekilmişti ki, birden aşağıdan yukarıya misafir-
ler çıkmaya başladılar.
Misafirler salona girdiler ve sıraya dizilip otur-
dular. Hulûsi Efendi Hazretleri salonu teşrif etti.
Buyurdular ki; ‘Oğul ne çekersek biz çekiyoruz.
İhvana ne var. Yarın öbür âlemde ihvan olma-
nın faydalarını görürsünüz.’ Biraz sonra sofra ku-
ruldu. Sofrada buyurdular ki: ‘Oğul, Hazreti Pir
Efendimizle (İhramcızade İsmail Toprak Efendi)
hacca niyetlendik. Hazreti Pir Efendimiz önceden
gittiler. Biz Medine-i Münevvere’ye vardığımız-
17Kasım 201016
da Hazreti Pir Efendimiz Mekke-i Mükerreme’ye
geçmişler, görüşemedik. Mahzun olduk. Biz de
Medine-i Münevvere’den hareket ettik. Arabanın
içinde ihramlıyız. O anda gözümüz dalmış. Bir
de baktık ki Hazreti Pir Efendimiz, Babam Ha-
tip Efendi’yi koluna takmış beraberce tavaf edi-
yorlar. ‘Oğlum Hulûsi gelin bir kolumuza da siz
girin, beraber tavaf edelim.’ diye buyurdular.
Biz de vardık elini öpüp koluna girdik, beraber-
ce tavaf ettik. Bir de baktık ki, arabanın içindeyiz.
Arabamız Mekke-i Mükerreme’ye vardı. Harem-i
Şerif’e girdiğimizde Hazreti Pir Efendimizin ta-
vafa kalktığını öğrendik, biz de hemen katıldık.
Hazreti Pir Efendimiz, ‘Hulûsi oğlum, geldiniz
mi, gelin kolumuza girin beraber tavaf edelim.’
diye buyurdular. Biz de hemen elini öptük, kolu-
na girdik. Beraberce tavaf yaparken eğilip kula-
ğımıza, ‘Oğlum Hulûsi, sizi ceddinizle görüştür-
dük değil mi?’ dedi. Bizlere dönerek ‘Yoksa sizde
mi hacca gideceksiniz?’ diye buyurdular. Arka-
daşımız, ‘Efendim kasap olarak bir şirkete ya-
zıldık’ deyince, ‘Anlar mısınız kasaplıktan?’ diye
buyurdu. Bizler de sükût ettik. İçimizden de, ‘İşi-
miz olmayacak mı yoksa!’ diye korku içinde dü-
şünürken tekrar tebessüm ederek, ‘Oğul gidin de
ne şekilde olursa olsun, yeter ki gidin. Âşinâ ile
birlikte haccetmek hacc-ı ekber gibidir. İnşallah
orada görüşürüz. Gelin görüşelim.’ diye buyurdu.
Hemen sevinerek kalkıp ellerinden öptük.”
Bir sohbet esnasında Mısır’da Arapça eği-
tim görmüş, bir Hoca Efendi içeriye girer. Efen-
di Hazretleri “Geç Hoca Efendi yukarıya otur.”
der. Efendi Hazretlerinin arka kısmında yük-
sek bir yere geçip oturur. Hac mevsimi olduğu
için Efendi Hazretlerine “Efendim hacca giden
bir kişi ikinci defa gitmese, burada bir hayır iş-
lese daha iyi olmaz mı?” diye sorar. Hulûsi Efen-
di Hazretleri de “Hoca Efendi bizim ihvanın bi-
rine hocanın biri, sen bir kere hacca gittin ikinci
defa gitme, burada bir hayır işle demiş. O ih-
van da geldi bize sordu biz de o ihvana, ‘O hoca,
İmam-ı Azam’dan büyük müymüş? İmam-ı Azam
Hazretleri bir rivayete göre kırk sekiz bir rivayete
göre elli beş kere hac yaptı, dedik.” buyurur. Hoca
Efendi yerinden kalkarak, “Efendim özür dilerim
benim bir işim var gideceğim.” der.
Nasipse Gideriz İnşallah…
1988 yılında Hulûsi Efendi Hazretlerinin Bolu
kaplıcalarında bulunduğu sırada; İstanbul’da ya-
şayan ihvandan H. Ağabey, “Efendim bu sene siz-
lerle hac yapmayı çok arzu ediyoruz. Her ne ka-
dar müracaat zamanının bitmesine birkaç gün
kaldıysa da bu arzumuz, inşallah himmetinizle
gerçekleşir.” diye talebini arz eder. Efendi Haz-
retleri: ”Biz de gönlümüzden geçirmiştik. Pa-
saportlarımızı da kütüphanede masanın üzeri-
ne bıraktık. Nasipse gideriz inşallah, hazırlıklara
başlayınız.” buyurur.
Darende’den istenen pasaportları H. Ağa-
bey kendi ve eşinin pasaportlarıyla konsolosluğa
vize için verir. Bu arada hizmet etmesi için aile
yakınlarından M. Ağabeyin de götürülmesi arzu
edilir, yalnız onun pasaportunun gününün uza-
tılması gerekmektedir. İşlemler mesai bitimine
kadar yetişmeyince son gün vize için konsolos-
luğa verilmeye yetişmez. Evrakını yaptırıp, za-
man darlığından teslim edemeyen M. Ağabey çok
üzülür. Bu arada H. Ağabey, yeni bir inşaat yap-
tırmaktadır. O gün, inşaatı yapan firmanın Suu-
di Arabistan’dan bir misafiri gelir. M. Ağabey, o
Arap kıyafetli arkadaşı orada görünce “Acaba bu
kimsenin Ankara’da büyükelçilikte bir ağırlığı var
mıdır, Allah’ın izni, Efendi Hazretlerinin himme-
tiyle bizim vize işimize yardımcı olamaz mı” diye
sorar. Arap kıyafetli şahıs, bu sual üzerine “Yarın
Ankara’ya gidiyorum, pasaportunuzu verin, in-
şallah hallederim.” der. Pasaportu alır, Ankara’ya
gider. Aynı gün ikindi üzeri telefon eder: “Ak-
şam 23.00 uçağıyla İstanbul’a geleceğiz. Uçaktan
inerken görüşebilirsek vizeli pasaportunuzu vere-
lim, işlem tamam.” der. M. Ağabey, büyük bir se-
vinçle havaalanının yolunu tutar.
Orada genç biri, yanına yaklaşır “Ağabey ben
sizi tanıyorum. Filan zamanda filan şahsın evinde
tanışmıştık. Benim de bu uçakla bir yolcum gele-
cek, onu bekliyorum.” der. Biraz hoşbeşten son-
ra ayrılır. M. Ağabey, uçak rötar yapınca iki saat
sonra gece yarısı evine dönerken genç arkadaşa
“Uçak geç de olsa gelirse, Arap kıyafetli bir arka-
daşla yanında gelen kişiye, “Pasaportu bekleyen
arkadaşımız yarın size uğrayıp emaneti alacak,
çok bekledi.” dersiniz diye tembih eder. Bir-iki
saat sonra, geç de olsa uçak gelince kendi yolcu-
sunu bekleyen genç arkadaş, Arap kıyafetli şahsa
ve yanındakine “Pasaportu bekleyen M. Ağabey
benim dostumdur, o emaneti bana teslim edecek-
siniz.” der ve alır.
Sabah olunca M. Ağabey, pasaportunu sor-
mak için inşaat firması sahibini arar. O da akşam
uçaktan bizi karşılayan dostunuza teslim ettik,
der. Yeni bir zorlu aşama başlamıştır. Pasaportu-
nun peşine düşen M. Ağabey, o gencin, tanıştık
dediği şahıstan kimliğini sorup ismini, adresini
öğrenmeye çalışır. Onu tanıyan kimse çoktan-
dır görüşmediğini, isminin Serkan ve Bayburt-
lu olduğunu, Bayburtlular kahvesine takıldığın
söyler. İstanbul gibi bir şehirde, Bayburtlu Ser-
kan aranıp bulunacak, pasaport alınacaktır. Al-
lah yardım edecek, büyükler himmet edecek ki iş
görülsün… M. Ağabey, Bayburtlular kahvesinin
bulunduğu muhite gider, o arkadaşı sorar. Akşa-
ma kadar bekler bulamaz. Oradan biri “Şu yakın-
da bir handa bir mühendislik bürosu var, bazen
oraya takılır.” der.
“Bismillah” ile Kapılar Açılır
M. Ağabey güç bela o hanı ve mühendislik
bürosunu bulur, ama kapı kitlidir. Son bir ümit
olarak, kapıyı açmak için cebindeki kendi evi-
nin anahtarını denemek ister. Ve “Ya Rabbi sen
bütün kapalı kapıları açansın, “Ya müfettihal eb-
vab” sevgili dostun Hulûsi Efendi Hazretleri ile
hacca gideceğim, bu kapı açılsın ve pasaportu-
mu burada bulayım.” diye dua eder. Kendi evi-
nin anahtarını kapıya takar, “Bismillah” der.
Belki de milyonda bir ihtimal gerçekleşir ve mü-
hendislik bürosunun kapısı açılır. Masanın üze-
rinde aradığı pasaport hazır durmaktadır. Açar,
ismini ve vizeyi kontrol eder. Emanetini aldık-
tan sonra, kapıyı kapatır ve oradan hızlıca evi-
ne döner.
Her Şey Nasiple…
Bu arada H. Ağabeyimize Bursa’dan bir ar-
kadaşı kendisinin ve eşinin pasaportunu gönde-
rir. Kendilerine de vize almasını istirham eder.
H. Ağabey başka vize alamaz; ama kendisinin ve
eşinin vizeli pasaportunu alıp yolculuğa çıkarken,
Bursalı arkadaşının gönderdiği pasaportlarla ka-
rıştırır. Kontrol etmeden eşinin pasaportunun
yerine diğer bayanın pasaportunu cebine koyar,
havaalanına gelir.
Bütün hazırlıklar tamamdır. Uçağa binmek
için son evrak kontrol noktasında birden bir fi-
gan kopar. H. Ağabeyin eşi, polisin uyarısıyla
şok yaşar. Çünkü pasaportlar karışmıştır. Di-
ğer pasaport işyerinde kasada kilitlidir. Ka-
sanın anahtarı üzerinde olan muhasebeci de
tatile çıkmıştır. Vizeli pasaporta bir türlü ulaşı-
lamaz… O hanımın gözyaşlarına binaen Hulûsi
Efendi Hazretleri “Kızım inşallah hacca sonra
gidersin üzülme.” buyurur.
Kafile uçağa biner, Hulûsi Efendi Hazretle-
ri şöyle buyurur: “Oğlum her şey nasiple… Nasip
böyle imiş…”
Kasım 201018
GÖNÜLDE GAYRI SEVDAYI
GÜLÜM N’İDEM
19
Hulûsi Kalb’den Abdülmecit İSLAMOĞLU*
Dîvân’ı baştan sona Hz. Pey-
gamber (s.a.v.) sevgisiyle dolu
olan es-Seyyid Osman Hulûsî
Efendi’nin açık ve akıcı olduğu kadar etkileyi-
ci şiirlerinden birisi de “Gülüm n’idem n’idem
n’idem” nakaratlı aşağıdaki manzûmesidir. Hulûsî
Efendi’nin, büyük mutasavvıf şâir Yunus Emre
neşvesiyle yazdığı bu manzûmenin büyük bir kıs-
mı okuyucu için açık olmakla beraber, şiiri aşağı-
daki şekilde nesre çevrirerek okuyucuyla paylaş-
mayı uygun görüyoruz:
1. Sensiz dünyâyı ukbâyı
Gülüm n’idem n’idem n’idem
Hûr u cennetü’l-a’lâyı
Gülüm n’idem n’idem n’idem
Yeryüzüne kulluk vazifesini yerine getirmek
üzere gönderilmiş olan insanoğlunun tek hede-
fi Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak olmalıdır.
Şüphesiz Yüce Yaratıcı’nın hoşnutluğunu elde et-
mek Hz. Peygamber (s.a.v.)’e itaatle gerçekle-
şecektir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Kim pey-
gambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.”1
buyrularak sevgililer sevgilisinin konumu ve öne-
mi bir defa daha belirtilmiştir.
Bu şuuru taşıyan Hulûsî Efendi de Hz. Peygam-
ber (s.a.v.)’in olmadığı dünya bir yana âhireti dahi
istememekte; hûrîlerin, en güzel cennetlerin bile
onsuz bir anlamının olmadığını ifade etmektedir.
2. Sînem onulmaz yaralı
Değmeye onmaz yâr eli
Senden özge yârı velî
Gülüm n’idem n’idem n’idem
Âşığın kalbi yaralıdır; zira yârinden ayrıdır. Bu
ayrılış onun için âdetâ bir ölümdür. Bu nedenle de
âşık ölümle hayat arasında gidip gelmektedir. Öyle
sıradan bir sevgili, âşığın bu hastalığına şifa ola-
mayacaktır. Aşk hastalığının devâsı sevgililer sev-
gilisindedir. Onun bir dokunuşuyla bu yaralı kalp
iyileşecek, şâd olacaktır.
3. “Mâ-zâğa’l-basar”dır gözün
Kelâm-ı cân-fezâ sözün
Manzarım olmazsa yüzün
Gülüm n’idem n’idem n’idem
Burada geçen “Mâzâğa’l-basar”2 ifâdesi “Göz
(gördüğünden) şaşmadı.” anlamına gelmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hak-
tan sapmadığı ve nefsinin arzuları ile konuşma-
dığının belirtildiği Necm sûresinde, onun vahye
mazhar oluşu bağlamında, gördüklerinin hakîkat
olduğu vurgulanmıştır. Hakîkati gören Hz. Pey-
gamber (s.a.v.)’in sözleri de elbette canlara can ka-
tacaktır. Bu güzel gözlü, bu güzel sözlü sevgilinin
nûr cemâli dışında nereye bakılır, neden lezzet alı-
nır ki?...
4. “Ve’l-leyli” zülf-i zer-târın
“Ve’ş-şemsi” mihr-i dîdârın
Olmazsa dilde ezkârın
Gülüm n’idem n’idem n’idem
Yüce Allah Leyl sûresine “(Ortalığı) bürü-
düğü zaman geceye andolsun.”3 diyerek başla-
maktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de üzerine yemin edi-
len leyl/gece, Hulûsî Efendi tarafından sevgili
Peygamberimizin siyah saçlarına benzetilmiş;
onun altın telli zülüflerinin güzelliği söz konu-
su edilmiştir. Peygamberimizin mübarek yüzü
ise Şems sûresinin ilk âyetinde ifadesini bulan ve
“Güneşe ve onun aydınlığına andolsun.”4 deni-
lerek üzerine yemin edilen şems/güneş gibi par-
lak ve aydınlıktır. Böyle eşsiz bir güzelliğe sahip
olan; Mutahhar olan, Nûr olan, Safiyullâh olan
Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’yı zikretmeyen
bir dil ne söyler, O’nunla dolmayan bir kalp ne
işe yarar?...
5. Servi kaddine Tûbâ’yı
Vermezem iki dünyâyı
Gönülde gayrı sevdâyı
Gülüm n’idem n’idem n’idem
Kaynaklarda Peygamberimizin uzuna yakın
orta boylu olduğu ve bir mucize eseri olarak bera-
berinde yürüyen hiç kimsenin ondan daha uzun
boylu görünmediği kaydedilmiştir. Bu dörtlükte
de Hz. Peygamber (s.a.v.)’in boyu serviye benze-
tilerek Tûbâ ağacı bir teşbih unsuru olarak kulla-
nılmıştır. Kökleri yukarıda olan ve dalları aşağıya
sarkan bu büyük cennet ağacı, hatta iki dünyanın
tamamı, onun güzel boyu söz konusu olduğunda
kıymetten düşecek, değersizleşecektir.
Gönülde o olacak... Onun dışındaki sevdadan
ne çıkacak?...
6. Sana yok âlemde sânî
Âlemin cân u cânânı
Aşkınla dolmayan cânı
Gülüm n’idem n’idem n’idem
Âlemlere rahmet olan ve güzel ahlâkı tamam-
lamak üzere gönderilen Hz. Muhammed (s.a.v.)
Efendimiz, iki cihan sedefinin dürr-i yetîmi/
tek ve biricik incisidir. Seyyidü’l-beşer/insanlı-
ğın efendisi olan ve Habîbullâh/Allah’ın sevgili-
si olma pâyesine ulaşan son peygamber, insanlığı
ebedî mutluluğa davet etmiştir. Bütün insanlı-
ğın medyûn olduğu bu büyük insan, bu neden-
le de âlemin hem cânı hem cânânıdır. Allah’ın
ve meleklerinin salât ve selam getirdiği bu Yüce
Peygamber’in aşkıyla dolmayan cân neye yarar,
ne iş görür?...
7. Sen olasın dilin sözü
Yâdında gece gündüzü
Senden gayra bakan gözü
Gülüm n’idem n’idem n’idem
Allah’ın rızâsına ve hoşnutluğuna ermek is-
teyen her Müslüman onu örnek almalı, rehber
edinmelidir. Sözü hak, özü hak olan o yüce el-
çinin söylediği söylenmeli, yaptığı yapılmalıdır.
Diller onu söylemeli, zihin onunla dolmalı, onu
hatırlamalı, anmalı, anlamalıdır. Hz. Peygam-
ber (s.a.v.)’in gösterdiğinden gayrısına bakan göz
gerçekten neyi görmüş ya da neyi görememiş-
tir?...
8. Aceb nice olur hâli
Sana varmaz ise yolu
Hulûsî gibi bir kulu
Gülüm n’idem n’idem n’idem
Rasûlullâh’ın gösterdiği hak yoldan başka yol-
lara sapanların, hakîkî ve ebedî bir hayatı değil
de, sahte ve sonlu bir aldanmacayı seçenlerin du-
rumu ne olacaktır?
Hak ve bâtılın apaçık ortaya konduğu; dileye-
nin doğruyu, dileyenin yanlışı seçeceği bu dünya-
da tercihimizin hep iyiden, hep güzelden yana ol-
ması duasıyla:
“(Allah’ım!) Bizi doğru yola, kendilerine ni-
met verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayan-
larınkine ve sapıklarınkine değil.”5 (Âmin.)
TÜRKİYE’M ANAYURDUM SEBEBİM ÇÂREM
Ben, kağnılarla, yaylılarla büyüdüm geldimÇocuk yüreğimi yakan türküler d inleye dinleye…Mahzun kağnılarınla, nazlı yaylılarınlaVe tozlu yollarınla sevdim seni Türkiye! O tezek topladığım kırlar, yaylalar…Başına oturduğum, ekmek yediğim tandır.Türkiye’m, anayurdum, sebebim, çârem…Taşına, toprağına vurgunluğum bundandır… Akşam karanlığıyla başlardı kurbağalarSusar gökyüzü kadar, dinlerdim biteviye.Gecemi besteleyen cır cır böceklerinleKurbağa seslerinle sevdim seni Türkiye!
Bir Peygamber sofrasıydı sofralarımız:Biraz tandır ekmeği, biraz çökelik…Yoksulluğunla da bağlandım kaldım sanaMecnunlar gibi üstelik. Yağmurlar başlayınca, odalarımız damlardıDizlerini döve döve ağlardı anam.Şimdi kırk ikindiler boyunca sırılsıklamKüçük kerpiç evlerin çıkmaz aklımdan! Türkiye’m! Hasretim, kınalı türküm!..İçiçe güzellik uc uca kahır…Yüreğimi bin parçaya bölselerHer parçası yine seni çağrışır.
Yavuz Bülent BÂKİLER
Kasım 201020 21
* Dr.
1 4/Nisâ, 80. 2 53/Necm, 17.
3 92/Leyl, 1.4 91/Şems, 1.
Dipnot
5 1/Fatiha,6,7.
Kasım 201022 23
Sufi PerspektifKadir ÖZKÖSE* Öfke; engellenme, incinme, tehdit v.b.
karşısında ortaya çıkan kızgınlık veya
saldırganlık tepkisidir.1 Öfke, insan-
larda küçük yaşlardan itibaren görülür. Çocuklar,
engellendikleri zaman öfkelenirler. Öfke belirtisi
olarak çocuk ağlar, tepinir ve kendini yerlere atar.
Ergenlik döneminde gencin gülünç duruma düşü-
rülmesi, başkalarının yanında azarlanması ve ken-
disine çocuk gibi davranılması öfkeye yol açar. Ye-
tişkinlikte ise,
1. Arzu ve isteklerin başkaları tarafından kabul
edilmemesi, karşı konulması,
2. Kişisel menfaatlerine veya eşyalarına başkala-
rının zarar vermesi,
3. Daha önce yaşadığı bir olayı veya düşmanını
hatırlaması
gibi birçok nedenle insanlar öfkelenebilmekte-
dir.2
Öfke İle Kalkanın Zararla Oturması
Duygu ve hırslarına yenilip öfke seline kendisini
kaptırıp giden kimse, kendisini kontrol edemez. En
ufak bir kızgınlık anında iradesini kaybedip hemen
parlar. Kontrolsüz bir ihtirasla öfkesine kapılır, dü-
şünmeden ileri atılır ve neticede sorumsuzca yaptı-
ğı eylemlerden dolayı sonu pişman olacağı davra-
nışlar ortaya koyar. Öfke, insana hakim olduğunda,
sıhhatli düşünme yetisini yok etmektedir. Kendi-
sinden bazı eylemlerin çıkmasına veya öfkesinin
dindiğinde pişman olacağı bazı düşmanca sözlerin
söylenmesine yol açmaktadır.3 Lord Bacon’un ifa-
desiyle, insanların en büyük dostu, zorluklardır;
çünkü insanları karşılaştıkları zorluklar kuvvetlen-
dirir. İnsanların en amansız düşmanı ise öfkedir.
Öfke, aptalları akıllı yapar; ama yoksul bırakır. Ab-
dullah b. Münâzil (ö.330/941), Hamdûn-ı Kassâr
(ö.271/884)’dan kendisine tavsiyede bulunmasını
ister. O da; gücü yettiği müddetçe dünyevî bir şeye
kızmamasını hatırlatır.4 İslâm büyüklerinden bir
diğeri de oğluna şu tavsiyede bulunur:
“Oğlum, dikkat, insan kızgın tandırda nasıl
yanmaya dayanamazsa, öfke anında da akıl, ye-
rinden öyle çıkar. En akıllı insan öfkesi en az olan
insandır. Öfkelenmediğinin sebebi, dünya malı-
na olan sevgiden ve onu elde etmekten dolayı ise
bu yumuşaklık değil, hilekarlık ve sahtekarlıktır.
Eğer sessizliği ve sakinliği âhirete olan bağlılığın-
dan ve Allah korkusundan ise işte iyi muâmele ve
ilim sahibi o kimsedir. Öfke insanın en büyük düş-
manıdır.”5
Eşrefoğlu Rûmî (ö. 874/1469), öfkenin ateşten
ibaret olduğunu ve düştüğü yeri mutlaka yaktığı-
nı söyledikten sonra şu acı sonuçlara yol açacağı-
nı söyler:
- Kişiyi imandan çıkarabilir,
- Adam öldürtebilir,
- Kan döktürebilir,
- Gönül kırdırabilir,
- Mal ve mülke zarar verdirebilir.6
Öfke baldan tatlıdır, insanlar kızdıkları anlarda,
öfke duyguları öylesine baskıcı olur ki, bu duygu-
sallıkla o anda en doğru düşündüklerine inanırlar.
Ama pişman olduğumuz pek çok olay, hep öfke an-
larında ortaya çıkar.7 Kur’ân’da Hz. Mûsâ (a.s.)’nın
Tûr dağından kavmine geri döndüğünde onların
Sâmirî tarafından altından yapılan buzağıya tap-
tıklarını gördüğünde öfkeye kapılır. Bu öfke sonu-
cu Tevrat levhalarını elinden atar ve paylamak ga-
yesiyle kardeşinin perçeminden tutarak kendisine
çeker. Öfkesi etkisini kaybederek dindiğinde, aslın-
da kardeşinin, kavmini bundan menettiğini, fakat
kavminin kendisini güçsüz görerek neredeyse öl-
dürmeye teşebbüs ettiklerini anlar ve gerçek hadi-
seyi bilmeden önce kardeşine yaptıklarından dola-
yı Allah’tan af diler.8
Hiddet ve şehvet anında gözü dönenler, doğruyu
düşünemez, hakîkati, iyiliği ve doğruyu göremezler.
Bir Hak dostunun söylediği gibi, kul ile Hak arasın-
daki perdeler ister yetmiş bin kat olsun, ister soğan
zarı kalınlığında olsun netice birdir: Kul Hakk’ı gö-
remez. Muhabbet ve rıza ile bakan gözler hiç ayıp
görmez. Garaz ve öfke ile bakan gözler ise olanca
kötülükleri ortaya çıkarır. Bütün bunları bizim bir
atasözümüz çok vecî bir şekilde ifade etmektedir:
“Öfkeyle kalkan zararla oturur.”
HİLM
Kasım 201024
bir hilm bulunmadığı belirtilir. Çünkü o, güçlü ol-
duğu halde yumuşaktır. Ahlak ve fazileti ile tanınan
Emevî halifesi Ömer b. Abdilaziz’in, “Hilmin ilimle,
affın kudretle birleşmesi sonucunda ulaşılan fazi-
letten daha üstünü asla yoktur.” anlamındaki sözü,
özellikle Câhız’ın “halim”i, “sahif (zayıf, âciz)” keli-
mesinin karşıtı olarak kullanması da hilmin cahil-
lik ve güçsüzlükten kaynaklanan bir fazilet olmadı-
ğına işaret eder.
Gücün olmadığı yerde hilm de yoktur. Hilm,
başkalarını idare edenlerin özelliğidir. Başkaları
tarafından yönetilenlerin özelliği değildir. Yaratılış
bakımından zayıf ve güçsüz olan kişiye, kızıldığı za-
man ne kadar sakin durursa dursun “halim” den-
mez; o sadece zayıftır. “Halim” o kimsedir ki istedi-
ği zaman her şeyi yapabilecek kuvveti olduğu halde
onu dizginler, ona hâkim olur. Kendisini zorbalık-
tan alıkoyacak güce sahiptir. Hilmin vücuttaki gö-
rünüm ve belirtisi vakardır.
Kur’ân ahlakını en iyi kavrayan ve yaşayanlar-
dan biri olarak tanınan Hasan-ı Basrî (ö.110/728)
şu hususları Müslümanlığın belli başlı ilkeleri ola-
rak kabul eder:
Dinde kuvvetli olmak,
Huyu yumuşak olmak,
İmanı sağlam olmak,
Bilgili ve akıllı olmak,
Kimsenin hakkını yememek,
Zengin olsa da israf etmemek,
Fakirlikte kanaatkâr olmak,
Gücü yettiğinde iyilik etmek,
Arkadaşlıkta dayanıklı olmak,
Öfke anında sabırlı olmak.
Çünkü Müslüman hırsına yenilmez, hasetlikte
aşırı gitmez. Şehveti daima iradesine amadedir. Aç-
gözlü oluşu onu perişan etmez, midesi onu aleme
karşı aşağılık mahluk derecesine düşürmez. Düşük
iradeli olmaz. Mazluma yardımcı olur, âcizlere acır,
cimrilik etmez, müsriflik yapmaz. İntikam hissi ta-
şımaz. Bilgisizce yapılan hataları af eder. Kendin-
den emin olur, kendine güvenir. Onun oluşu halkı
huzura kavuşturur.19
Öfkenin kurbanı olmamak ve öfke ateşinin hış-
mına uğramamak için Eski İran hükümdarlarından
birinin oğluna yazdığı şu satırlara kulak vermek zo-
rundayız:
“Oğlum, senin bir sözün nice kanlar dökmeye,
başka bir sözün nice canların kurtulmasına se-
beptir. İhtiyat üzere ol. Öfkeli zamanında söyleyip
hata etmekten, renginin değişmesinden ve kendini
güçsüz düşürmekten koru. Zira hükümdar kuvve-
ti, kuvveti ile kahr, yumuşaklığı ile affeder.”20
25
* Prof. Dr.1 Hüseyin Peker, Din ve Ahlâk Eğitimi, s. 201.2 Hüseyin Peker, a.g.e., s. 201.3 M. Osman Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 64-67.4 el-Kuşeyri, er-Risale, s. 426. 5 İmâm Gazâlî, Kalplerin Keşfi, s. 329.6 Eşrefoğlu Rûmî, Müzekki’n-Nüfûs, s. 259.7 M. Doğan Karacoşkun, “Öfke Duygusu ve İslam”, Somuncu Baba, Yıl: 14, Sayı:
82, s. 70-71.8 7/A’râf, 150-151; 20/Tâhâ, 92-94; 9 Mevlânâ, Şerhli Mesnevî-i Şerif, şrh. Ken’an Rifaî, s. 54.10 Mevlânâ, Şerh-i Mesnevî, ter. ve şrh.: Tâhiru’l-Mevlevî, c. I, s. 242. 11 35/Fâtır, 45.12 Ramazan Altıntaş, “Öfkenin Dayanılmaz Hafifliği”, Somuncu Baba, Yıl: 14, Sayı:
82, s. 14-16.13 11/Hûd, 75.14 37/Saffât, 101.15 Altıntaş, a.g.m., s. 14-16.16 Buhârî, 1/537.17 M. Doğan Karacoşkun, “a.g..m., s. 70-71.18 Mâverdî, s. 24519 İmam-ı Gazâlî, Kalplerin Keşfi, s. 330.20 el-Mâverdî, Maddî ve Manevî Yüce Hedefler, s. 662.
Dipnot
Öfkenin Panzehiri Hilm Duygusu
el-Halîm, Allah’ın en güzel isimlerinden bi-
risidir. İmam Gazâlî’nin özgün yorumuyla bu;
kendisine isyan edenleri ve emirlerine muhale-
fet edenleri gördüğü halde öfkesine kapılıp da
hemen cezalandırmayan Allah’ın bir ahlâkıdır.
Kur’an’ı Kerim’de güç ve kudret sahibi olan Rab-
bimizin isyan eden kullarını hemen cezalandır-
mayıp belki dönerler diye mühlet vermesiyle ilgi-
li bir âyet şöyledir:
“Allah insanları işlediklerine karşılık hemen
yakalayıverseydi, yeryüzünde bir canlı bırakma-
ması gerekirdi. Ama onları belli bir süreye kadar
erteler. Süreleri gelince gereğini yapar. Doğrusu
Allah kullarını görmektedir.”11
Bu âyette Allah’ın kullarına karşı hilmi ve rah-
meti açıklanmaktadır. Eğer Allah günahlarından
dolayı hemen onları yakalayıverseydi yeryüzün-
de insan da dâhil hiçbir canlı nesli kalmazdı. İlâhî
rahmeti ve lütfü bağlamında el-Halîm isminin bir
tecellîsi olarak günahkârlara, belki dönerler diye,
süre tanımakta, ceza verme konusunda acele etme-
mektedir. O’nun yasasının gereği, vakit geldiği za-
man herkesin iyi ya da kötü davranışlarına karşılığı
eksiksiz olarak verilir. 12
Allah’ın el-Halîm isminden insanlar hisse alma-
lıdırlar. Yumuşaklık anlamına gelen hilm, insan-
ların iyi hasletlerinin en güzellerinden olmalıdır.
Hilm aynı zamanda akıl anlamına da gelir. Günde-
lik hayatta insan, pişman olacağı bir iş yaptığı za-
man kendi kendine, “Ne akılsız iş yaptık?”, “Aklımı-
za mukayyet olamadık.” gibi serzenişlerde bulunur.
Kur’an’da ‘hilm/halîm olma’, peygamberlerin bir
özelliği olarak da anlatılır:
“Doğrusu İbrahim çok içli, yumuşak huylu ve
kendisini Allah’a vermiş bir kimsedir.”13
Yine, “Biz de O’na hilm sahibi bir oğul müjde-
ledik.”14 buyrularak İsmail Peygambere dikkatler
çekilmektedir. Dolayısıyla bu âyetler, mü’minin
ahlâkî yapısına işaret etmesi bakımından çok an-
lamlıdır. 15
Peygamber Efendimiz kötülük gördüğü pek çok
yerde bile öfkelenip kızmak bir yana; af, güler yüz
ve iyilikle karşılık vermiştir. Onun bu özelliğine en
çok şahit olanlardan Enes (r.a.)’ın anlattığına göre,
bir gün Rasulullah (s.a.v.) ile birlikte yürürlerken,
arkalarından bir bedevî yaklaşmıştır. O sırada Ra-
sulullah (s.a.v.)’ın sırtında Necran kumaşından ya-
pılmış sert kenarlı bir hırka vardır. Bedevî yani çöl
Arabı, Rasulullah (s.a.v.)’ın hırkasını hızla çekmiş-
tir. Enes (r.a.) o anı, “Rasulullah’ın omzuna baktım
çekişin şiddetinden boynunda iz kalmıştı.” ifadele-
riyle anlatmıştır. Bedevî, “Ya Muhammed! Yanın-
dakilere Allah’ın malından bana vermelerini em-
ret!” demiş ve buna karşılık Allah Rasûlü (s.a.v.),
kızmak bir yana, adamın yüzüne bakıp gülmüş,
sonra yanındakilere ona bir şeyler vermelerini söy-
lemiştir.16
Allah Rasûlü (s.a.v.) da bir insandır ve onda da
öfke duygusu vardır. Ama o, görüldüğü gibi olur ol-
maz yerde öfkelenmemektedir. Çünkü olur olmaz
yerde ve ânî öfkelenme durumlarında, insan sağlık-
lı düşünme yetisini kaybeder. Bu durumda da daha
sonra pişman olacağı davranışlar yapabilir. Bu yüz-
den insanı olgunlaştırmayı ve güzel davranışla-
ra yönlendirmeyi hedefleyen dinimiz, insanın öfke
duygusunu sükûnetle atlatabilmesine ve onun akla
egemen olmasını engellemeye çalışır.17
Hilm, Zayıflık ve Âcizliğin Değil Güç ve Kudretin İşaretidir
İslam ahlakı, hilm sahibi olmayı; sabır, sekînet
ve vakar gibi erdemlerle donanmayı; öfke, ihtiras
ve bencil duygulara hakim olmayı; kendini bilmez
insanların kaba davranışları karşısında akıllı, so-
ğukkanlı, ağırbaşlı hareket etmeyi öngörür. Fakat
bu davranışların erdemlilikten kaynaklanmasını is-
ter; cahillik, güçsüzlük ve onursuzluktan kaynak-
lanmasını ise bir zillet ve âcizlik sayar ve reddeder.
Bir rivâyette Peygamber Efendimiz; “Eğer hasmın-
dan daha güçlü isen onu bağışlayarak güçlü ol-
manın şükrünü ödemiş ol.”18 demek suretiyle ba-
ğışlamanın güçlü olunduğu zaman bir değer ifade
ettiğini vurgulamaktadır. Hz. Ömer (r.a.)’a atfedi-
len bir sözde de, Allah (c.c.) nezdinde devlet baş-
kanının hilm, rıfk ve yumuşaklığından daha değerli
Kasım 201026 27
Çağımızın iletişim
çağı olduğu her fır-
satta dile getirilir.
Çünkü haberleşmeyi sağlayacak
türlü yollar ve araçlara her gün
bir yenisi eklenmektedir. Buna
rağmen bazen de en yakınları-
mızla bile iletişim kuramadığı-
mızdan yakınırız. Zira iletişimi
engelleyen bir sürü faktör var-
dır. İnsanların birbirine ulaşa-
maması bile onları üzmekte ve
çeşitli sıkıntılara sokmaktadır.
Ulaşılması gerektiği halde ula-
şılamayan insanlara sitemler
edilir, niyetleri sorgulanır hat-
ta ulaşmayı engelledikleri için
suçlanırlar. Hulasa iletişim ya
hiç sağlanamaz veya bir nok-
tada biter. Bunun sebebi bazen
ulaşmak isteyen bazen de ula-
şılacak olanların özel durumla-
rı olur.
Kur’ân’ın verdiği bilgiye
göre, insanların en hızlı ve en
kolay iletişim sağlayabilecek-
leri varlık onları yaratan Yüce
Allah’tır. Çünkü Allah bize şah-
damarımızdan daha yakındır.
“Andolsun, insanı biz yarattık
ve nefsinin kendisine fısılda-
dıklarını biliriz ve biz ona şah
damarından daha yakınız”1
meâlindeki âyet bu gerçeğe işa-
ret etmektedir. Bunun yanın-
da iletişim kurmak isteyen ku-
luna mesafe koymayan, zaman
tayin etmeyen Yüce Allah, her
zaman müracaat ve dua kapı-
sını açık tuttuğunu şöyle açık-
lıyor: “Kullarım sana beni sor-
duğunda (söyle onlara): ‘Ben
çok yakınım. Bana dua ettiği
vakit dua edenin dileğine kar-
şılık veririm. O halde (kullarım
da) benim davetime uysunlar
ve bana inansınlar ki doğru
yolu bulalar”2.
Kur’ân’ın bize öğrettiği bu
gerçeklere göre Allah’a ulaş-
manın, derdimizi açmanın, sı-
kıntılarımızı paylaşmanın, der-
man ve şifa istemenin belli bir
zamanı yoktur. Bunun için in-
sanların dünyadaki konumları-
nın, varlıklı ya da yoksul olma-
larının, renk ve ırklarının da bir
tesiri yoktur. O, buna her za-
İKİ KADIN
İk‹ Hüküm“Kur’ân’ın verdiği bilgiye göre, insanların en hızlı ve en kolay iletişim
sağlayabilecekleri varlık onları yaratan Yüce Allah’tır. Çünkü Allah bize
şahdamarımızdan daha yakındır. “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin
kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız”
meâlindeki âyet bu gerçeğe işaret etmektedir.
FıkıhAbdullah KAHRAMAN*
man hazırdır. Önemli olan bi-
zim hazır olmamızdır. Bizim
hazır olmamız, Allah’a el aç-
maya yüzümüzün olması; O’na
olan güçlü bir imana, coşkuya
sahip bulunmamız ve istediği-
mizi başkasından değil sadece
Allah’tan istediğimizden emiz
olmamızdır. Bazılarımızın için-
de bulunduğu özel durumlar
taleplere acilen cevap verilme-
sini gerektirebilir; ancak yine
de taleplerimize nasıl, ne za-
man ve ne kadar cevap verece-
ği ise Allah’ın takdirindedir. İn-
sanoğlu aceleci olduğu için her
istediğinin hemen yerine gel-
mesini talep eder. Fakat her is-
tediğinin anında olmasının her
zaman hayrına olmayacağını
bilemez. Peşinden “keşke”ler,
“vah”lar veya “iyi ki olmamış”
gibi ifadeler birbiri ardınca sı-
ralanır. Nitekim Yüce kitabımız
bu konuda da bizi irşad eder-
ken şu prensibi zihinlerimize
âdetâ kazımaktadır: “Hoşunu-
za gitmediği halde savaş size
farz kılındı. Sizin için daha ha-
yırlı olduğu halde bir şeyi sev-
memeniz mümkündür. Sizin
için daha kötü olduğu halde bir
şeyi sevmeniz de mümkündür.
Allah bilir, siz bilmezsiniz”3.
İman tarihimizde feryadı-
nı Allah’a ulaştırmayı ve der-
dine istediği çareyi bulma-
yı başaran çok mü’min vardır.
Bunlardan ikisi önce Hz. Pey-
gamber (s.a.v)’e müracaat
eden fakat istedikleri sonucu
alamayınca doğrudan Allah’a
ulaşan iki hanım sahâbîdir.
Bunların mürâcaatları ve fer-
yatları Allah’a ulaşmış, sonuç
hem kendileri hem de bütün
Müslümanlar adına rahmet ol-
muştur.
Havle Binti Sa’lebe (Başka Bir
Rivayete Göre, Havle Binti
Huveylid)’nin Feraydı
Cahiliye döneminde zıhar
denen bir adet vardı. Buna göre
zıhar, kocanın karısına; “Sen
bana anamın sırtı gibisin.” de-
mesidir. Hanımını boşamak is-
teyen erkek, doğrudan ve açık-
tan boşama yerine bazen böyle
bir yola da başvururdu.
Çünkü zıhar yapan
kimsenin hanımı
boşanmış sayı-
lıyor ve artık
haram oluyor-
du. Hz. Pey-
gamber (s.a.v)
geldiğinde bu
uygulama hala
devam etmekteydi.
Bir gün Ensar’dan olan
Havle binti Sa’lebe (r.a.) ve ko-
cası Evs b. Sâmit (r.a.) arasın-
da tatsızlık oldu. Evs hanımını
yatağına çağırdığı halde o bunu
yapmamıştı. Bunun üzerine ha-
nımına: “Sen bana anamın sır-
tı gibisin.” dedi ve bu İslâm ta-
rihinde ilk zıhâr hâdisesi oldu.
Sonra Evs pişman oldu fakat
bir kere söz ağızdan çıkmış ve
hanımı boş olmuştu. Ancak
Havle bu sonucu bir türlü içi-
ne sindiremiyor, mağdur edil-
diğini düşünüyor, uygulama-
nın adil olmadığına inanıyor ve
“Vallâhi bu boşama değildir.”
diyordu. Nihayet Hz. Peygam-
SILA BOYUTU
Ben gülün daha bir Leylâ olduğu yerden gelmişim; Bülbülün canda cânanı bulduğu yerden gelmişim.
Zorluklarla güreşmişim ayrılıklar meydanında; Sabır küpünün hasretle dolduğu yerden gelmişim.
Aramaz ömrün zevkini mızrapla meşveret kuran; Her makamın aynı telden çaldığı yerden gelmişim.
Gece, gündüz, an ve yerin ufuklarda karıştığı,İdrâkin teklik deminde kaldığı yerden gelmişim.
Bilen anlar (!) , bilmeyenin intizârı da mâsumdur,İlmin noktadan dersini aldığı yerden gelmişim.
Morötesi bayırlarda çiçeklenmiş umutlarım,Sûr nefesle yıldızların solduğu yerden gelmişim.
Duymamış ol son sözümü (!) , belki kızartır yüzümü:Aklın onuncu boyuta daldığı yerden gelmişim. Yusuf BİLGE
ber (s.a.v.)’in huzuruna varıp
şöyle dedi: “Ben genç, zengin,
mal ve aile sahibi bir kadın iken
Evs benimle evlendi. Malımı yi-
yip gençliğimi tüketince, ailem
dağılıp ben de yaşlanınca; ben-
den zıhâr yaptı. Ama şimdi piş-
man oldu. İkimizi bir araya ge-
tirecek ve kaybımı giderecek
bir şey (fetvâ) var mıdır?”. Hz.
Peygamber (s.a.v.), “Sen ona
haram oldun.” deyince, o se-
sini yükselterek şöyle demişti:
“Yoksulluğumu, durumumun
sıkıntılı oluşunu Allah’a şikâyet
ediyorum (feryadımı O’na ulaş-
tırıyorum). Ayrıca benim küçük
çocuklarım vardır. Onları ba-
balarının yanında bırakırsam,
zayi olurlar. Yanıma alırsam, aç
kalırlar. Allah’ım! Halimi sana
şikâyet ediyorum. Allah’ım! Sı-
kıntımın çaresini Hz. Peygam-
berinin lisanı üzerine indir!”.
Bunun üzerine bu feryat esas
yetkili makama ulaşmış ve her
zamanki gibi Hz. Peygamber
(s.a.v.)’e vahiy gelmişti. Nü-
zul tamamlanınca Hz. Peygam-
ber (s.a.v) ona : “Ey Havle! Al-
lah (c.c.) seninle Evs hakkında
Kur’an (âyeti) indirdi.” buyur-
du Ve şu âyet-i kerîmeyi oku-
maya başladı: “Kocası hakkın-
da seninle mücadele eden ve
Allah (cc)’a şikâyette bulunan
kadının sözünü (feryadını) Al-
lah işitmiştir”4. Devamında-
ki âyetlerle de bu konuyla ilgi-
li düzenleyici hüküm getirilmiş,
zıhar yapanın belli bir keffâret
ödeyerek hanımıyla evlilik ha-
yatına devam edebileceği kara-
ra bağlanmıştır.
Sa’d B. Rebî’in Hanımının Feryadı
İslâm’dan önce Araplar kız
çocuklarına mîrastan hisse ver-
mezlerdi. Mîras erkek çocuk-
lara kalırdı. Bunun dışında bi-
risine veya başka bir yakınına
mal bırakılmak istenen kimse-
ler vasiyette bulunurlardı. Ri-
vayet edildiğine göre; Sa’d b.
Rebî’ (r.a.) Uhud savaşında şe-
hid düşmüştü. Geride iki kız
evlat, bir erkek kardeş ve bir
de zevcesini bırakmıştı. Malı-
nın tamamını kardeşi almış-
tı. O zamanlar sadece erkek-
ler mîrasçı olabiliyor, kadınlar
mîrastan bir şey alamıyorlar-
dı. Ancak ortada ciddi bir mağ-
duriyet, zalimce bir anlayış ve
uygulama vardı. Bunun üzeri-
ne Sa’d’ın hanımı Rasûlullah
(s.a.v.)’a gelip şöyle demişti:
“Ya Rasûlallah! Şunlar Uhud
harbinde şehid düşen Sa’d’ın
iki kızıdır. Babalarından kalan
malın tamamını amcaları aldı.
Malları olmadan da kimse bun-
larla evlenmez”. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.v) da ona; “Dön
bakalım. Umarım ki, bu mes’ele
hakkında Allah (c.c.) hüküm
verecektir.” buyurdu. Bu ha-
nım sahâbînin feryadı da ulaş-
ması gereken makama ulaşmış,
asırların hukuksuzluğuna son
verecek mîras hükmünü bildi-
ren âyetler5 nâzil olmuştu. Bu-
nun üzerine Rasûlullah (s.a.v)
o iki kızın amcalarına haber sa-
larak; “Malın üçte ikisini o iki
kıza, sekizde birini anneleri-
ne ver. Kalanı da senin olsun.”
buyurdu ve bu İslâm tarihinde
taksim edilen ilk mîras oldu6.
Bu iki olay, sağlam yollar-
la bize nakledilmiştir. Her ikisi
de toplumdaki özellikle kadın-
ları ilgilendiren hukuksuzluğu
ortadan kaldırmaya yöneliktir.
Bizim en önemli rol modelimiz
olan Hz. Peygamber (s.a.v) ve
onun eğitiminden geçen sahâbî
hanımlar bu olayların kahra-
manlarıdır. Buradan almamız
gereken en önemli mesaj şudur:
Maddî ve mânevî dertlerimizin
ve sıkıntılarımızın öncelikli çö-
zümü inandığımız değerlerde
yer almaktadır. Bunun dışında
aranan yanlış yollar çözüm ye-
rine hüsran getirebilir.
Kasım 201028 29
* Prof. Dr.1 50/Kâf, 16.2 2/Bakara, 186.3 2/Bakara, 216.4 58/Mücâdele, 1.5 4/Nisâ, 11-12.6 Buhârî, “Vasâyâ”, 6; Tirmizî, “Ferâiz”, 3.
Dipnot
Kasım 201030 31
Anne baba-
nın çocuk-
larına güzel
bir ad koyması görevleri ara-
sındadır. Çünkü hadisi şerifte,
“Çocuğa güzel bir ad koymak, dinini öğretmek ve vakti gelin-ce evlendirmek evladın baba üzerindeki haklarından”1 sa-
yılmıştır.
Ad, sahibinin tanınması-
nı sağlayan ve kendisini diğer
bireylerden ayıran en belirgin
semboldür. Bu nedenle çocuğa
ad vermek önemlidir. Anneler
babalar, çocuklarına verecek-
leri adı uzun istişareler, bazen
tartışmalar sonunda belirlerler.
Çünkü adlar, söylenişindeki ko-
laylıkla, aile ve çevre tarafından
kabul edilebilirliğiyle, telkin et-
tiği veya çağrıştırdığı anlamlar
ile hem ad sahibini hem de di-
ğerlerini etkilemektedir.
Eski çağlardan beri insa-
nın adı, kendisiyle özdeş ka-
bul edilmiş ve kendisini etkile-
yeceği düşünülmüştür. Kişinin
ömründe en çok duyacağı keli-
me kendi adıdır ve adının anıl-
ması kişiyi heyecanlandırır. Ki-
şinin iyilikle anılması sevinç,
kötü olarak anılması üzüntü ve-
rir. Bazen insanların sevilmesi
veya sevilmemesinde adının et-
kili olduğunu görüyoruz. Bu ne-
denle birçok insan ebeveynleri-
nin koyduğu adı beğenmeyerek
ya mahkeme kararıyla değiştir-
mekte veya takma ad kullan-
mak zorunda kalmaktadır.
Adlar sadece psikolojik etki
bırakmakla kalmaz aynı zaman-
da bireyin, kişiliğinin oluşma-
sında da etkili olmaktadır. Kişi
adını sever, benimser ve adının
anlamını kabullenirse psikolo-
jik bir rahatlık ve huzur duya-
caktır. Örneğin, kişinin adı, ce-
saretli veya salih olmayı ifade
ediyor ve bunu benimsiyorsa,
o isme uygun davranmayı arzu
edecek, cesur veya salih olma-
yı bilinçaltına yerleştirecek ve
böyle davranmaya özenecek-
tir. Kendisine Hz. Ali (r.a)’den
esinlenerek adı Ali konulan
biri, Hz. Ali (r.a)’nin hayatına
ilgi duyarak onun gibi olma-
ya gayret edecektir. Toplumun
beklentisi de bu istikamettedir.
Anlamları kötü olan adların da
aynı oranda kişiliği yaralayan
olumsuz etkileri vardır. Adla-
rı güzel olmayanlar, zaman za-
man arkadaşlarına alay konusu
olabilmekte, bu da onu dolaylı
da olsa etkileyebilmektedir. Ör-
neğin adı Satılmış olan birisi,
“Sen satılmış mısın?” gibi ifa-
delerle aşağılanabiliyor. Bu da
onun onurunu incitip, arkadaş-
lar arasında sevginin azalması-
na veya kine sebep olabilmek-
tedir. Bu durumu ifade etmek
için, adına uygun bir davranışta
bulunana, “adıyla müsemma”,
“adına uygun hareket etmiş”,
“adına, şanına lâyık” gibi sözler
söylenmektedir. Toplumlarda
bireylere verilen adların, isim-
lendirilen kişi (müsemma) üze-
rinde etkili olduğuna dair yay-
ÇOCUKLARAÇOCUKLARA
KOYMAKKOYMAKGÜZEL ADGÜZEL AD
EğitimMehmet Zeki AYDIN*
“Bazen çok saf duygularla ve iyi niyetle, anlamlarına
bakılmaksızın isimler verildiği görülmektedir. Örneğin
sadece Kur’an’da geçen bir kelime diye bir kız çocuğuna
‘Tükezziban’ adının konulduğunu biliyorum.”
Kasım 201032 33
gın bir kanaat vardır. Ancak
hemen belirtelim ki kötü an-
lam taşıdığı düşünülen isimle-
rin, uğursuzluk getirdiği inancı
doğru değildir. Çünkü İslâm’da
uğursuzluk inancı genel olarak
reddedilmiştir.
Bazen çok saf duygularla ve
iyi niyetle, anlamlarına bakıl-
maksızın isimler verildiği gö-
rülmektedir. Örneğin sade-
ce Kur’an’da geçen bir kelime
diye bir kız çocuğuna ‘Tükezzi-
ban’ adının konulduğunu bili-
yorum. Hâlbuki ‘Tükezziban’ın
Türkçe bir anlamı yoktur. Top-
lumumuzda Kezban adı kız ço-
cukları için kullanılmaktadır.
Kezban, evini yöneten, evine ve
kocasına bağlı kadın anlamın-
da Farsça bir kelimedir. Ama
Kezban’a benzeyen Tükezziban
Kur’an’da geçen bir kelime-
dir ama Türkçe anlamı, yalan-
layan, yalanlıyorsunuz demek-
tir. Bu da bize gösteriyor ki ad
verirken bilinçli tercih yapmak
gerekmektedir.
Ad seçiminde, bazen sevi-
len veya hayranlık duyulan bir
kişinin adı olması etkili olabil-
mektedir. Burada adı verilen
kişinin, sevilen, beğenilen, hay-
ranlık duyulan bir yönü vardır.
Bunun sebebi, bir yetenek ola-
bileceği gibi ahlakî bir davranış
veya bir yaşantı biçimi de ola-
bilmektedir. Bir kişinin adını
başka birine verme arzusu, ge-
nel olarak ad sahibinin sevilen
ve hayranlık duyulan yönünün,
isimlendirilen (müsemma) kişi
üzerinde görülme arzusun-
dan veya adın beğenilmesinden
kaynaklanabilmektedir. Örne-
ğin bir siyasetçiye, bir sanatçı-
ya veya bir futbolcuya hayran
olup adlarını çocuklara veren
çok anne baba vardır. Ancak
bazı adların konulması, dinî ge-
rekçelerle, sırf peygamber ya da
Allah’ın sevilen salih kulları ol-
dukları ve onların Allah katın-
da sevilen kişiler olmalarından
ve bu kişilerin güzelliklerinin
çocuklarda görülme arzusun-
dan kaynaklanmaktadır. Örne-
ğin bilinçli olarak Ömer adının
verilmesi, Hz. Ömer (r.a)’in Al-
lah katında sevilen biri olma-
sının yanı sıra, adalet vasfının,
adı verilen şahısta görülme ar-
zusundan ileri gelmiş olabilir.
Ancak bu tür adlar, hiçbir bek-
lenti olmaksızın sırf beğenildi-
ği için de verilebilmektedir. Bu
arada sevilmeyen veya tercih
edilmeyen adlar de vardır. Ör-
neğin, Türk toplumunda Yezit
adını ben hiç duymadım.
Son yıllarda, toplumuz-
da klasik diyebileceğimiz gele-
neksel olarak yaygın kullanılan
adlar yerine, anne babaların
değişik adlar tercih ettikleri-
ni görüyoruz. Geleneksel ola-
rak, ailenin ilk erkek çocuğu-
na baba tarafından dedesinin,
kız çocuğuna babaannesinin
adı verilirdi. Daha sonraki ço-
cuklara annenin, babasının ve
anneannesinin adları veri-
lir, bunu amca, dayı, hala, tey-
ze gibi aile büyüklerinin adları
takip ederdi. Günümüzde ebe-
veynler, yine inanç ve değerle-
rine uygun olarak ama yeni de-
ğişik adlar koymaktadır. Kimi
zaman önceden toplumumuzda
pek yaygın olmayan ama İslâm
tarihinde yeri olan, Büşra, Şey-
ma, Talha gibi adların; bazen
Eylem, Özge, Barış gibi ideolo-
jik adların; bazen Ekin, Su gibi
dinî içerikten uzak ama nötr
adların verildiğini görüyoruz.
Demek ki inançlarımızı, değer-
lerimizi, zevklerimizi, duygu ve
düşüncelerimizi çocuklarımı-
za verdiğimiz adlarda görebili-
yoruz.
Çocuklara ad koyarken, Hz.
Peygamber (s.a.v)’in çok titiz
davrandığını görüyoruz. O, “Siz
kıyamet gününde hem kendi
adınızla, hem de babalarınızın
adıyla çağırılacaksınız. Bu se-
beple adlarınızı güzel koyun.”2
buyurmuştur. Bu uyarısıyla
Efendimiz (s.a.v), ad vermenin
aynı zamanda bir de uhrevî bo-
yutunun bulunduğunu göster-
mektedir. Hiç kimse ne dünya-
da ne de ahirette, ne kendisinin
ne de çocuğunun, kötü adla ça-
ğırılmasını istemez.
Peygamber Efendimiz
(s.a.v), “Allah’ın en çok sev-
diği adlar, Abdullah ve
Abdurrahman’dır.” buyur-
muştur. Elbette Allah’ın be-
ğendiği adlar sadece bunlar-
dan ibaret değildir. Bir hadisi
şerifte, “Kıyamet günü, Allah
en çok kızacağı en kötü kimse,
adı Melikü’l-emlak (mülklerin
maliki; Şehinşah) olan kimse-
dir.”3 buyrulmuştur.
Efendimiz, anlamları çirkin
olan isimleri değiştirmiştir.4
Örneğin, Ensardan Usey’in,
oğluna verdiği adı Hz. Peygam-
ber (s.a.v) beğenmemiş, “Ona
Münzir adını koy.”5 buyura-
rak önceki adı değiştirmiştir.
Büyük hadis âlimi Ebu Davud,
Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Asi
(isyankar), Aziz, Atele (şiddet,
sertlik), Şeytan, Hakem, Gu-
rab (karga), Hubâb (bir şeyta-
nın adı), Şihab (alev) adlarını
değiştirdiğini, Şihab’ı Hişam,
Harb’i Silm (barış), Muzdacî’ı
(yatan) Münbais (kalkan) yap-
tığını, Afire (çorak) adını ta-
şıyan bir araziyi de Hadire
(yeşillik), Şi’bu’d-dalâlet’i (da-
lalet/sapıklık geçidi/mahalle-
si), Şi’bu’l-Hüdâ (hidayet/kur-
tuluş geçidi/mahallesi); Benû
Muğviye ve Benü’z-Zinye’yi
(zina çocuğu, zina oğulları),
Benü’r-Rişde (meşru çocuk,
doğruluk oğulları) olarak de-
ğiştirdiğini nakletmektedir.6
Hz Peygamber (s.a.v) bu
adları, şüphesiz anlamların-
daki çirkinlik ve sevimsizlik-
ten; Hakem adını, Allah’ın bir
adı; hubâb’ı, şeytan veya bir
yılan cinsinin adı olduğundan;
Şihâb’ı da alev gibi yanmayı
ifade ettiğinden beğenmemiş,
onları bu sebeple değiştirmiş-
tir. Aynı şekilde isyankâr, ita-
atsız kadın anlamına gelen
Asiye’yi güzel kadın anlamı-
na gelen Cemile’ye,7 sert an-
lamına gelen Hazn’i kolay an-
lamına gelen Sehl’e,8 kesik
anlamına gelen Asram’ı to-
hum, ziraat, verim anlamı-
na gelen Zür’a’ya9 çevirmiş-
tir. Burada, Hz. Peygamber
(s.a.v)’in, anlam itibarı ile çir-
kin olup hoş olmayan, bir ta-
kım bilinçaltı duygularla sa-
hibinin karakterini etkileyen
adları değiştirdiğini söyleye-
biliriz.
Yukarıdaki açıklamalar ışı-
ğında ebeveynlere ad koyma
hususunda şu tavsiyelerde bu-
lunulabilir:
1. Çocuklara toplum içinde,
kendilerini utandıracak, küçük
düşürecek adlar koymamalıyız.
2. Başta Peygamberimiz ol-
mak üzere İslam büyüklerinin
adlarını tercih etmeliyiz.
3. Aile büyüklerinin adların-
da özel olarak bir yanlışlık veya
çirkinlik yoksa onlara öncelik
verip hem onları memnun et-
mek hem de kişilerin aidiyet ih-
tiyaçlarını gidermek güzel olur.
4. Anlamları hoş olmayan
adlar yerine iyiliği, güzelliği ha-
tırlatan adlar tercih edilmelidir.
Kasım 201034
MÜHÜR
İki gözün iki saltanat mührü Kür nehri gibi dalgalı ve menevişli At başı gibi görklü,kız başı gibi erkli Delilde doyurgan, kararda buyurgan Kuzey yıldızları gibi hareketli İki elin iki saltanat kayığı Dalgaların üzerinde sekip durur kayıklar Bir tarafta Karadeniz, bir tarafta Hazar Senden sana doğru akar bütün sular Asya toprakları gibi hararetli
Ben senin için nöbet tutarım gündüz-gece Ey güzelliği ahlâkla, gücü adaletle taçlandıran ece Sen bilirsin, tebaan da bilir ki her şey fani Her kirpiğin bir kılıçtır hakanî Ellerin, bütün ellerden maharetli Sultanım saltanat mührünü kalbime bastın Ne öldürmekti, ne de uzaklaştırmaktı kastın Bense bengisuda yıkadığım bu güzellememi Çiçek açan her ağacın dalına astım Sevgi kadar, selâm kadar bereketli.
Bahattin KARAKOÇ
5. Mutlaka değişik ad olacak
diye anlamsız veya söylenmesi
zor adlara gerek yoktur.
6. Ad koyarken öncelikle
karı koca olmak üzere aile bi-
reyleriyle istişare etmekte ya-
rar vardır.
Ad vermek insan hayatında
önemli bir husus olduğu için, bu
konuda bir örf ve âdeti de bera-
berinde getirmiştir. Her konu-
da olduğu gibi, Müslümanların
önderi Efendimiz bu konuda da
bir edep öğretmiştir. Hz. Ayşe
(r.anh)’nin nakline göre yeni
doğan çocuklar Hz. Peygamber
(s.a.v)’e getirilir, O da bunlara
mübarek/hayırlı olmaları için
dua eder, tahnikte bulunur-
du.10. Yeni dünyaya gelen çocuk
daha anne sütü emmeden Hz.
Peygamber (s.a.v)’e götürülür,
çocuğu kucağına oturtup ağ-
zında yumuşatmış olduğu hur-
ma ile çocuğun damağını oğar,
daha sonra dua edip adını ko-
yardı. İslâm inancında bu işle-
me tahnik adı verilir.11.
Teberruken (saygı ve hayır
ümidi ve beklentisiyle) yaptı-
rılmakta olan tahnîk ve ad ver-
me işi veya töreni, herhangi sa-
lih birisine yaptırılabilir. Ashab
döneminde titizlikle uygulanan
bu görenek, maalesef bugün,
özellikle ülkemizde, unutulan
İslâmî âdetler arasında yer al-
maktadır. Başlanan bir hayatın
ilk anlarını tatlı ile başlatmak,
dua etmek suretiyle hayırla de-
vamını sağlamak; bu duayı, du-
asının kabulü umulan salih
kimselere yaptırmak güzel bir
davranış olacaktır.
Sünnet olan, doğan çocuğa,
doğum gününde veya yedinci
günde ad vermektir. Bu konu-
da bir hadiste, “Hz. Peygamber
(s.a.v), doğan çocu ğun yedin-
ci gününde adlandırılması-
nı, ondan eziyet verici şeyleri
gider meyi (saçlarını kesmeyi,
temizlik yapmayı, sünnet et-
meyi) ve akika kur banı kesme-
yi emretti.”12; bir başka riva-
yette, “Her oğlan akika kurbanı
karşılığında bir rehindir. (Aki-
ka kurbanı kesi lince Şeytan ta-
sallutundan kurtulur). Yedinci
gününde onun kurbanı ke silir,
tıraş edilir ve adlandırılır.”13
buyurulmaktadır.
Yeni doğan bebeğin başın-
daki ilk saçlarına akîka; bu ço-
cuğun doğumundan yedi gün
sonra başındaki tüyleri kısmen
veya tamamen tıraş edip adı-
nı koyduktan sonra Allah’a şü-
kür için kesilen kurbana akîka
kurbanı denir. Hz. Ayşe valide-
mizin rivayetine göre, Peygam-
ber Efendimiz (s.a.v), torunla-
rı Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in
doğumlarının yedinci günü aki-
ka kurbanlarını kesmiş ve ad-
larını koymuştur.14 Akika kur-
banı çocuğun doğduğu günden
ergenlik dönemine kadar kesi-
lebilir. Ancak doğumun yedin-
ci gününde kesilmesi daha çok
sevap kazanmaya sebeptir. Ke-
silen kurbanın kemikleri çocu-
ğun sağlıklı olmasına sebep ol-
sun niyetiyle kırılmayıp eklem
yerlerinden sıyrılır ve öylece
pişirilir. Sonra bu kemikler bir
yere gömülür. Akika kurbanı-
nın etinden, kurban sahibi yiye-
bileceği gibi ev halkı da bu etten
yiyebilirler veya bir kısmı da ih-
tiyaç sahiplerine dağıtılabilir.
35
* Prof. Dr
1 Beyheki ve Ebu Nuaym.2 Ebu Davud, Edeb 69.3 Buhuri, Edeb 114; Müslim, Adab 20-21; Ebu Da-
vud, Edeb 70; Tirmizi, Edeb 66.4 Ebu Davud, Edeb 70; Tirmizi, Edeb 66; Buhari,
Edeb 108; Müslim, Adab 29; Ayrıtlı bilgi için bak. Cemal Ağırman, .
5 Buhari, Edeb 108, Muslim Adab 29.6 Ebu Davud, Edeb 70.7 Müslim, Adab 14.8 Buhari, Edeb 107-108; Ebu Davud, Edeb 70.9 Ebu Davud, Edeb 70.10 Müslim, Adab 27; Ebu Davud, Edeb 106. 11 Buhuri, Menakibu’l- Ensar 45, Akika 1; Müslim,
Adab 26; Ebu Davud, Edeb 69.12 Tirmizi. 13 Ebu Davud; Tirmizi; Nesai; İbni Mace. 14 Tecrid-i Sarih Tercümesi, XI, 401.
Dipnot
Kasım 201036
SOSYAL BİR İBADET ÖRNEĞİ OLARAK SOSYAL BİR İBADET ÖRNEĞİ OLARAK
KURBANKURBAN37
Sözlükte “yaklaşmak, Allah’a yakın-
laşmaya vesile olan şey” anlamla-
rına gelen kurban, İslâmî bir terim
olarak, ibadet maksadıyla belirli şartları taşı-
yan hayvanı usulüne uygun olarak kesmeyi ve bu
amaçla kesilen hayvanı ifade eder.1 Türkçemiz-
de kurban, Arapçadaki “udhiye” kelimesinin kar-
şılığıdır. Udhiye, sözlükte kurban olarak kesilen
veya Kurban Bayramı günlerinde Allah rızası için
kesilen, Cenab-ı Allah’a yaklaşma ve yakınlaşma
vesilesi sayılan hayvana denir.2
Hemen hemen bütün dinlerde kurban uygu-
laması mevcut olmakla birlikte, şekil ve amaç yö-
nüyle aralarında farklılıklar bulunur. Kur’an’da,
Hz. Âdem’in iki oğlunun Allah’a kurban takdim
ettiklerinden söz edilir3, bir başka ayette de ilahî
dinlerin hepsinde kurban hükmünün konuldu-
ğuna işaret edilir.4
İnsanlık tarihi boyunca bütün semavî dinler-
de kurban ibadetinin mevcut olduğu bilinmekte-
dir. Ancak zaman içerisinde, başta Yahudilik ve
Hıristiyanlık olmak üzere bazı semavî dinlerdeki
kurban anlayış ve uygulamaları değişikliğe uğra-
mıştır. Semavî dinlerin dışındaki dinlerde de, şe-
kil ve gaye yönüyle farklılıklar bulunsa bile, kur-
ban ibadetinin mevcut olduğu bilinmektedir.5
Kurban, insanın Allah’a yaklaşmasına/ya-
kınlaşmasına vesile olan bir ibadettir. Kurban,
Allah yolunda fedâkârlığı, Allah’a teslimiyeti,
sadâkati ve şükrü ifade eder. Kurban ibadetinde
bu mana vardır.6 İnsan, kurban kesmekle Hz. İb-
rahim (a.s.) gibi Allah’a ve O’nun emirlerine olan
sımsıkı bağlılığını ve gerektiğinde O’nun rızasını
kazanmak için her türlü fedâkârlığa hazır oldu-
ğunu; Hz. İsmail (a.s.) gibi kayıtsız şartsız tesli-
miyeti, büyük bir sabır örneğini göstermiş olur.
Bu nedenle bütün ibadetlerde olduğu gibi kur-
banda da hâlis niyet ve ihlâs esastır.7 Nitekim
Kur’an-ı Kerim’de: “Onların ne etleri ne de kan-
ları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takva-
nız ulaşır”8 buyrulmuştur. Bu bağlamda kurban
ibadetinde; Allah’ın rızasını kazanma, Allah’a
tâzim/hürmet duygusunu hissetme, ibadet aş-
kının ve heyecanının duyulması ve bu çerçeve-
de kurbanlığa ve kurban kesme işlerine büyük bir
özen gösterilmesi gerekir. Ayrıca kurban kesen
ve kesilmesine yardım eden kimselerde de, takva
amacı ve bilinci bulunmalıdır ki, kesilen kurban-
lar Rabbimiz katında değer bulsun, makbûl ol-
sun.9 Hz Âdem’in oğulları kıssasında olduğu gibi,
Rabbimiz ancak takva sahiplerinin kurbanını ka-
bul eder.10 Buradan da rahatça anlaşıldığı üzere,
diğer ibadetlerde olduğu gibi, kurbanda da bizi
Rabbimizin rızasına ulaştıracak temel unsur tak-
va; yani ibadetlerin gösterişten uzak, Allah rızası
için samimiyetle ve ihlâsla yapılmasıdır. Nitekim
Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadislerinde: “Amelle-
rin kıymeti ancak niyetlere göredir. Herkesin ni-
yeti neyse eline geçecek olan da odur.”11 buyur-
muşlardır.
Kurban kesen insan, Allah’ın koruması ve hi-
mayesi altına girmekte, şeytanın ve nefsinin teh-
likelerinden kurtulmaktadır. Nitekim bu hususu
Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle müjdelerler:
İlim ve Hayat
Mehmet DERE
39Kasım 201038 39
“Ey insanlar! Kurban kesiniz, ondan akan kan
nedeniyle Allah’tan mükâfatınızı bekleyiniz.
Şüphesiz, kurbanın kanı yere düştüğü zaman,
kişi Allah’ın himayesine girer.”12
Kesilen kurbanın her kılına bir sevap verildi-
ği gibi, akıtılan kanın da taşıdığı mânâ şu hadis-i
şerifte belirtilmektedir: “İnsanoğlu Kurban Bay-
ramında, Allah katında kan akıtmaktan daha
makbûl bir amel işlememiştir. O kesilen kurban,
kıyamet günü boynuzları, kılları ve tırnakları ile
Allah’ın huzuruna gelecektir. Kesilen kurbanın
kanı yere düşmeden, Allah katında yüksek bir
mertebeye çıkar. Artık kurbanlar hakkında gön-
lünüz hoşnut olsun.”13
Kurban, İslâm’da sosyal yardımlaşma ve da-
yanışma örneğinin en iyi ve en somut şekilde gö-
rüldüğü bir ibadettir. Yeryüzünde her gün yüz
binlerce hayvan kesilmekte ve bunlardan çoğun-
lukla, zengin kimseler yararlanmaktadır. Hâlbuki
kurban ibadetinde, kesilen kurbanlardan daha
çok, fakirler ve ihtiyaç sahipleri yararlanmakta-
dır.14 Zira bir hadiste de işaret buyrulduğu gibi,15
kesilen kurbanın eti üçe taksim edilir; üçte bir
kısmı fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine verilir, üçte
bir kısmı aile fertleriyle yenilir, üçte bir kısmı ise
komşulara, akrabalara ve misafirlere ikram edilir.
Kurban, zenginlerde infak, paylaşma ve cö-
mertlik duygularını geliştirir, fakirlerde ise zen-
ginlere karşı oluşan önyargıları yok eder; zen-
ginlerle fakirler arasında karşılıklı sevgi, saygı ve
muhabbet duygularını geliştirerek, toplumsal hu-
zuru ve barışı sağlar; yine bu bağlamda kurban
“sosyal adalet”in gerçekleşmesini sağlar.16
Kurban, insanın yardım etmesini kolay-
laştırarak dünya malına olan tutkunluğunu ön-
ler. Fakirlere bir dayanak olur, onları hayata bağ-
lar. Kurban; toplumda kardeşlik, yardımlaşma ve
dayanışma ruhunu canlı tutar, kurulan sofralar-
la komşuluk ilişkilerini pekiştirir, yapılan ev ziya-
retleriyle zenginleri ve fakirleri kaynaştırır, böy-
lece aralarındaki haset duygusunu tedavi eder.17
Kurban, toplumun tamamını kucaklayan po-
tansiyel bir güç kaynağıdır. Onunla ekonomik
hayat canlandığı gibi, yine kurban neticesinde
oluşan imkânlarla ihtiyacı olanların ihtiyaçları
giderilerek içtimaî bir dengelenme sağlanır. Kur-
banlık hayvanları yetiştirenler, alanlar, satanlar,
nakliyesini ve kesim işini yapanlar, derisini alıp
satanlar, kasaplar, yem tüccarları vs. birçok insan
bu vesile ile para kazanmakta ve geçimini temin
etmektedir. Ayrıca kurban ibadeti, yeni hayvan
soylarının yetiştirilmesine imkân sağlayarak hay-
vancılığın gelişmesini sağlar.18
Sonuç itibariyle söyleyecek olursak, İslâm’da
sosyal yardımlaşma ve dayanışma örneğinin en
iyi şekilde görüldüğü kurban ibadeti, aynı za-
manda İbrahimî duruşun ve İsmailî teslimiyetin
sembolleştiği bir ibadettir. Kurban, Allah yolun-
da infakın, cömertliğin, fedâkârlığın ve takvanın
bir nişânesidir. Biz Müslümanlar, kurban kese-
rek Rabbimizi hoşnut etmenin ve O’na tâzimde
bulunmanın sevincini yaşar; Hz. İbrahim (a.s.)’in
ve Hz. İsmail (a.s.)’in aziz hatıralarını yâd eder;
Rabbimize bize böyle bir ibadeti bahşettiği için
sonsuz hamdü senâ ederiz.
1 Ali Bardakoğlu, “İslâm’da Kurban” mad., Diyanet İslâm Ansiklopedisi, c. 26, TDV Yay., Ankara 2002, s. 436
2 Mehmet Soysaldı, Kur’an ve Sünnet Işığında İbadet Tarihi, TDV Yay., Ankara 1997, s. 289; Saffet Köse, “Kurban” mad., Şamil İslâm Ansik-lopedisi, c. 5, İstanbul 2000, s. 18
3 Maide, 274 Hacc, 345 Ahmet Güç, Çeşitli Dinlerde ve İslâm’da Kurban, Düşünce Yay.,
İstanbul 2003, s. 376 Seyfettin Yazıcı, Lütfi Şentürk, İslâm İlmihâli, 11. baskı, DİB Yay., An-
kara 2004, s. 3227 Zeki Duman, Beyanu’l-Hak Kur’an Tefsiri, Fecr Yay., Ankara 2006, s.
5338 22/Hacc, 379 Duman, Age. s. 53310 5/Maide, 2711 Buhârî, İman, 41; Müslim, İmare, 4512 İbni Mâce, Edâhî, 213 İbni Mâce, Edâhî, 3; Tîrmizî, Edâhî, 114 Hamdi Döndüren, İslâm İlmihâli, Erkam Yay., İstanbul 2001, s. 62015 Buhârî, Edâhî,16; Müslim, Edâhî, 28, 29, 33; Ebu Davud, Edâhî, 916 Musa Hub, Her Yönüyle Kurban, Işık Yay., İzmir 2006, s. 3217 Hub, Age., s. 3318 Süleyman Uludağ, İslâm’da Emir ve Yasakların Hikmeti, TDV Yay.,
Ankara 1989, s.101
Dipnot
41Kasım 201040
MEDET UMMAKMEDYUMLARDAN
“Kur’an ve hadislerin konuya nasıl yaklaştığına göz atacak olursak, Allah
Teâlâ’nın bu tür faaliyetleri kökünden yasakladığını görmekteyiz. Âyetlerin
indiği dönemde Mekke ve Medine civarında yaygın olan fal oklarıyla
kısmet bakılmasını kesinlikle yasaklar.”
Zaman zaman he-
pimiz çaresiz kal-
dığımız ve çözüm
bulamadığımız bunaltıcı so-
runlarla karşı karşıya kalabili-
riz. Bu bazen tedâvîsi olmayan
bir hastalık, bazen işlerin kötü
gitmesi, bazen aile içi huzurun
bozulması ve benzeri şekiller-
de karşımıza çıkabilir. Böylesi
problemlerle karşı karşıya ka-
lan bazı insanların ise, çöze-
medikleri dertler karşısında ol-
madık yollara başvurdukları
görülür. Meselâ toplumumuz-
da pek çok insan doktor dok-
tor gezmenin getirdiği ümitsiz-
lik içinde kendilerine tavsiye
edilen her çareyi dener. Ne uy-
gulamadıkları kocakarı ilaçları
kalır, ne de gitmedikleri sahte
tabipler kalır. Bu amaçla pa-
ralarını almak için ağlarını ör-
müş olan ve tanımlarken “üfü-
rükçü” ifadesi kullanılanların,
medyumların kapılarını çalar-
lar. Çaresizlik içinde belki bir
ümit ve çözüm olur çırpınışıy-
la onların dediklerini yaparlar.
Aynı şekilde, bazen hastala-
rının iyileşmesi, bazen çocuk-
larının olması, bazen çalınan
paralarının bulunması, bazen
evlenecekleri hayırlı bir kısmet-
lerinin çıkması, bazen ileride
yapacağı bir şeyin akıbetinin ne
olacağı gibi meselelerde böyle-
si insanların kapılarına gider-
ler. Gittikleri kişilerin, çaresiz
veya ne yapacağını bilemeyen
kimselere söyledikleri şeyle-
rin zaman zaman doğru çıktığı
da olur. Dediklerinin büyük ço-
ğunluğu ise onların ifade ettiği
gibi gerçekleşmez; söyledikle-
ri harfiyen yerine getirilmesi-
ne rağmen sonuç hiç de öyle ol-
maz. Buna rağmen insanlar,
onların söyledikleri gibi çıkan
birkaç şeyi ön plana çıkararak,
doğruyu dediklerini, geleceği
bildiklerini velhasıl ermiş ol-
duklarını sanırlar. Oysa tuttu-
ramadıkları gerçekler, onların
söylediği gibi çıkanlara oranla
kat be kat fazladır. Buna dikkat
etmezler de, söyledikleri gibi çı-
kan birkaç şeyi gözlerinde bü-
yütürler. Böylesi durumlarda,
kendi tahminlerinin gerçek-
leşme oranının, şifa için gittik-
leri kimsenin dayanaksız tah-
mini kadar olduğunu nedense
düşünemezler de, yaptıkları işi
meslek haline getirmiş olan bu
kimselere olağanüstü sıfatlar
yüklerler.
Aynı durum psikolojik ra-
hatsızlığı olan bazı insanların
düzelmesinde de görülür. Ruh-
sal rahatsızlık çeken ve bah-
settiğimiz kişilere götürülen
bazı hastaların iyileştiği gözle-
nir. Olayı izleyenler, gittikle-
ri kâhinler vasıtasıyla hastanın
düzeldiğini, onların o hastaya
musallat olan cini bağladıkla-
KültürEnbiya YILDIRIM*
“Falcıların ve kâhinlerin –başka bir ifadeyle medyumların-
gelecekten verdikleri haberler tamamen tahmine dayanan
boş laflardır. Bu insanlar, kendilerine gelen kimseleri bazı
sorularla yokladıktan sonra kendilerince uygun gördükleri
şeyleri söylemekte, bunlar bazen gerçekleşince de geleceği
bildikleri sanılmaktadır.”
Kasım 201042 43
rını veya öldürdüklerini, yazı-
lıp bir yerlere konmuş muska-
yı bertaraf ettiklerini sanırlar.
Oysa aynı insana giden hastala-
rın ve çaresizlerin büyük kısmı-
nın hâlâ rahatsızlığın pençesin-
de kıvrandığını unuturlar veya
hep iyiyi ön plana çıkarma gay-
retiyle buna gözlerini kaparlar.
Ve yine, geleceği, kayıp veya
çalıntı mal ve parayı bildik-
lerini iddia eden bu kimsele-
rin önemli bir kısmının neden
dünyanın çeşitli bölgelerinde
gömülü bulunan altın, petrol ve
benzeri değerli madenleri bu-
lup çıkarmadıkları, kendilerine
gelen çaresiz insanların -gönül-
lerinden kopmadan, çaresizlik-
ten verdikleri- cüzi paralara ne
diye tamah ettikleri hiç akla
gelmez. Keza geleceği bildikle-
rini iddia eden bu zevatın, ba-
sından takip edebildiğimiz ka-
darıyla, gerek kendileri gibi
aynı işi yapan kimselerce, ge-
rekse paralarını aldıkları has-
talarınca dövüldüklerini, saldı-
rıya uğradıklarını görmekteyiz.
Bu insanlar maalesef kendile-
rine zarar verecek olaylardan
önceden haberdar olamamak-
ta, buna rağmen başkalarının
gelecekleriyle ilgili bir takım
şeyler bildiklerini iddia edebil-
mektedirler.
Modern çağla birlikte insan-
ların bu tür kimselere olan rağ-
betinin azalacağı tahmin edi-
lirken, tam tersi bir durumla
karşı karşıya kaldık. Dinin sağ-
lıklı öğrenilememesi yanında,
son dönemlerin insanları sü-
rüklediği yeni arayışlar, do-
yumsuzluklar yanında tedavisi
imkânsız veya çok zor hastalık-
lar bu alana olan ilgiyi artırmış
ve dünyanın dört bir tarafında
bu iş âdetâ bir meslek halini al-
mıştır. Refah seviyesi en üst se-
viyedeki toplumlardan tutun da
fakirlik çizgisinin altındaki ül-
kelere varıncaya kadar manza-
ra aynı görünümü arz etmek-
tedir. Hiç tahmin edilmeyecek
şahısların bile böylesi kimsele-
rin kapılarında medet aradık-
ları, onları âdetâ bir danışman
gibi görüp değer verdikleri, ra-
hatsızlıkları veya gelecekleriyle
ilgili bir iş yapmak istediklerin-
de bu zevâta müracaat ettikleri
görülmektedir.
Bedenlerimiz ve ruhlarımız-
la fiilen yaşadığımız dünya ya-
nında, bu tür işleri yaptıkları-
nı söyleyenlerin iddia ettikleri
gerçek olmayan, sanal bir âlem
bulunmaktadır. Böylesi insan-
lara gitmek, insanların karşı-
laştıkları sorunlara yaşadıkları
dünyada çare arama azimleri-
ni kırmaktadır. Problemler kar-
şısında yenilgiyi peşinen ka-
bullenerek bu tür tacirlerin
kapılarına sığınmalarına neden
olmakta, bilim bir tarafa atıla-
rak sorunlara hurafelerle cevap
aranmaktadır. Toplum bilin-
cinde bir zayıflama ve ümitsiz-
lik oluşmakta, halkın ortak bey-
nini hurafe ve büyücülük gibi
şeyler kaplamakta, bunlar ah-
tapot gibi toplumun her katma-
nını sarmakta ve revaç bulmak-
tadır. Bu da milletin geleceğini
tehdit eden unsurlardan biri ol-
maktadır.
Meselenin dinî boyutu-
na bakacak olursak, son dere-
ce korkunç bir tehditle karşı
karşıyayız. Bahsettiğimiz is-
tismarcılara gitmek dinin zi-
hinlerdeki berraklığını bu-
landırmaktadır. Allah’a olan
inanç zayıflamaktadır. Sade-
ce Allah’ın bilebileceği husus-
ların insanlarca da bilinebile-
ceği düşünülerek Allah’a bir
nevi ortak koşulmaktadır. Çün-
kü yaşanmamış günlerin neler
getireceğini iddia etmek yarını
bilmek, dolayısıyla tanrılık id-
diasında bulunmak olduğu gibi,
bunlara inanmak da tanrı oldu-
ğunu iddia edenlerin sözlerini
benimsemek demektir.
Kur’an ve hadislerin konu-
ya nasıl yaklaştığına göz atacak
olursak, Allah Teâlâ’nın bu tür
faaliyetleri kökünden yasakla-
dığını görmekteyiz. Âyetlerin
indiği dönemde Mekke ve Me-
dine civarında yaygın olan fal
oklarıyla kısmet bakılmasını
kesinlikle yasaklayarak “Fal ok-
larıyla kısmet aramanız sizlere
haram kılındı. Bunlar (hak yol-
dan) sapmaktır.”1 buyurmuş-
tur. Başka bir âyette de gök-
lerde ve yerde gayb dediğimiz
bilinmeyen cinsinden ne varsa,
bunları sadece kendisinin bile-
ceğini belirterek şöyle buyur-
muştur: “Göklerde ve yerde,
Allah’tan başka gaybı kimse
bilemez.”2. Allahu Teâlâ bir baş-
ka âyetinde de sihirle uğraşma-
yı küfür, yani İslâm dışına çık-
mak saymıştır.3 Bu da işin dini
açıdan ne kadar vahim olduğu-
nu göstermeye yetmektedir.
Peygamberimiz (s.a.v.)in uy-
gulamalarına baktığımızda falcı
ve kâhinlere gitmeyi kesinlikle
yasakladığını görmekteyiz. Bun-
lara giderek söylediklerine inan-
mayı da dinden uzaklaşmak ola-
rak nitelemektedir.4
Sonuç olarak, falcıların ve
kâhinlerin -başka bir ifadeyle
medyumların- gelecekten ver-
dikleri haberler tamamen tah-
mine dayanan boş laflardır. Bu
insanlar, kendilerine gelen kim-
seleri bazı sorularla yokladık-
tan sonra kendilerince uygun
gördükleri şeyleri söylemek-
te, bunlar bazen gerçekleşince
de geleceği bildikleri sanılmak-
tadır. Oysa onların gelecekle il-
gili tahminlerinin gerçekleşme
oranı, kendisine derdini anla-
tan kimsenin tahmininin ger-
çekleşmesiyle aynıdır; hatta
olayın gelişim sürecini yaşayan
müşterisinin tahmininin ger-
çekleşme yüzdesi daha fazla-
dır. Çünkü olayın ne yöne git-
tiğini başlangıcından itibaren
çok iyi bilmektedir. Aynı şekil-
de kanser ve benzeri tedâvîsi
şu an için imkânsız veya çok
zor olan hastalıkları tedâvî et-
tiklerini dahi iddia eden ve bu-
nun için bir takım şeyler yazan,
okuyup üfleyen kimselerin biz-
zat bu hastalıklardan can ver-
diğini görüyoruz. Bu durumda,
olan onlara paralarını kaptıran
insanlara olmakta, ümitlerinin
ve hayallerinin gerçekleşmeme-
siyle yıkılıp, rûhen ve bedenen
daha kötü duruma düşmekte-
dirler.
Halkımıza düşen görev, ça-
resiz insanların bu durumla-
rından istifade etmeyi bekle-
yen din simsarlarına veya başka
kimselere para kaptırmamala-
rı, reklamlarını yaparak halkın
onların kapısını aşındırmasına
sebep olmamaları, Allah’ın in-
dirdiği dinin gönüllerde saf ha-
liyle yaşamaya devam etmesi
için hurafelere kapı aralamama-
larıdır. Çünkü böylesi çarpıklık-
lar cehaleti de körüklemekte,
insanlar kolay ve çabasız yoldan
sorunlarına çözüm aramaya gi-
rişmektedirler. Devletimize de
bu noktada büyük sorumluluk
düşmektedir. Halkın yardımıy-
la, dini istismar eden, insanla-
rın çaresizliklerini türlü isimler
altında ranta çeviren simsar-
lara engel olmalıdır. Bunu ya-
parken, dinin sağlıklı bir şekil-
de öğrenilmesi için de imkânlar
hazırlanmalıdır.
Allah bizleri, insanların saf
duygularını istismar eden, on-
ların çaresizliklerini kendileri-
ne kazanç kapısı yapan kimsele-
rin zararından korusun. Sadece
kendisine yönelen ve O’ndan
medet isteyen kullarından ey-
lesin.
“Bedenlerimiz ve ruhlarımızla fiilen yaşadığımız dünya
yanında, bu tür işleri yaptıklarını söyleyenlerin iddia
ettikleri gerçek olmayan, sanal bir âlem bulunmaktadır.”
* Prof. Dr.
1 5/Mâide, 32 27/Neml, 653 2/Bakara, 1024 Ebû Davud, 3405
Dipnot
Kasım 201044 45
EĞİTİMDE GELENEĞİN
BİLGELİĞİEĞİTİMDE GELENEĞİN
BİLGELİĞİ
“Bir düşünelim, bugünkü çağdaş sosyolojinin,
psikolojinin nice kitaplarını okuyarak elde
edeceğimiz bir bilgiyi bir tek atasözü bize
öğretmeye yeter. ‘Kedi, yetişemediği ciğere
mundar der’ atasözünü bir düşünelim.”
Tarihini biraz
daha geriye gö-
türmek müm-
künse de genel kabul gören bir
anlayışa göre Tanzimat’tan iti-
baren her sahada daha geliş-
miş bir toplum olabilmek için
önümüze bir hedef koyduk. Bu
hedefin sihirli kelimeleri ise
“Muasırlaşma”, “Batılılaşma”,
“Çağdaşlaşma”, “Modernleş-
me” idi. İki asırdır bu hayalin
peşinde koşuyoruz. Bu yolda al-
dığımız mesafe, geldiğimiz nok-
ta ortada. Arzu edilen neticeye
ulaşılamadığı için hâlâ bu kav-
ramları telaffuz ediyoruz, hâlâ
çağdaşlığın örneği, öncüsü gör-
düğümüz Batı’yı tüm kuramla-
rı ve uygulamalarıyla benim-
semek adına Avrupa Birliği’ne
girebilmeyi hayatî bir konu ola-
rak görüyoruz.
Bütün bunlar, bir tek gerçe-
ği ortaya koyuyor. Biz, çözülme
döneminde modernleşmenin
peşinde koşarken çok önemli
bir gerçeği göz ardı ettik. O da
geleneğin bilgeliğidir. Bu ihmal
edilince Batı’nın bilimi, tekni-
ği meselemizi çözmeye yetme-
di. Biz, bilginin bilgeliğe dönüş-
türülerek faydalı hale getirildiği
bir yapıdan geliyorduk. Bu ya-
pıda esas olan insandı ve insan
sadece dünyası ile değil ahire-
tiyle, sadece kendisiyle değil
çevresiyle düşünülmekte ve her
türlü eğitim uygulamaları ona
göre düzenlenmekteydi. Sadece
fizikî olan değil metafizik olan
da önemliydi. Dolayısıyla insa-
na yönelik her uygulamada bu
bütünlük anlayışı esastı. Psiko-
loji, pedagoji, sosyoloji bizde
belki Batı’daki gibi sistemleşti-
rilmiş bilgiler, bilimler değildi
ama anlayış ve uygulama ola-
rak bunların âlâsını biliyor ve
yapıyorduk.
Burada madem öyleydi, ne-
den geri kaldık gibi soruların
akla gelebileceğini biliyoruz.
Hemen belirtelim ki geleneği
bir ağaç teşbihiyle ele alınacak
olursa şunları söyleyebiliriz.
Bir ağacın yetişmesi öncelik-
le bir zihniyet, ardından bir ik-
lim, hava ve su meselesidir. Ye-
tiştirme sürecinde gösterilecek
ihtimam önemlidir. Ağaç kara-
maya yüz tuttuğunda ise ısrarla
onu yaşatmaya uğraşmak şek-
lindeki boş bir çaba yerine onun
meyvesinden, dallarından yeni
ağaçlar yetiştirmek gerekir. Bu
çağın içinde olmanın dolayısıy-
la çağdaş olmanın ta kendisi-
dir. Çünkü yeni yetişecek olan
kurumaya yüz tutandan farklı
değildir. Zira kökleri ondandır.
Yeni bir ağaç olacak çekirdek,
özünü ondan almıştır. Önemli
olan fiziğin ve metafiziğin ger-
çeklerine uygun olarak kendini
yenilemedir. Köklerden filizle-
nenden yeni bir ağaç meydana
getirmektir. Tanpınar’ın deyi-
şiyle “Devam ederek değişmek,
değişerek devam etmek”tir esas
olan.
İşte biz bunu yapamadık. Bir
misal olsun diye söylemek ge-
rekirse sandık ki bağlama yeri-
ne gitarı alırsak elimize, musi-
kide mesafe alırız. Kendi giyim
tarzımız yerine Batılılar gibi gi-
yinirsek her şey yoluna girer.
Çocuğumuz dinî ilimler yeri-
ne sadece fennî ilimleri okur-
sa ihtiyacımız olan münevver
kadrosunu kurmuş oluruz san-
dık. Misaller çoğaltılabilir ama
sonuç değişmez. Sonuç maale-
sef şudur. Kabul edelim ki çağ-
daşlaşma, yenilenme yolunda
yanlışlık yaptık. Bunca çabaya
rağmen ortada ne bir Mimar Si-
nan’ımız var, ne bir Dede Efen-
dimiz. Ne bir Katip Çelebimiz
ne de Şeyh Galibimiz… Bu mi-
saller karşısında “hiç mi yok”
sorusuna cevabımız şu olabilir.
Elbette var. Ama onları, büyük
kılan işte başından beri söyle-
meye çalıştığımız şey yani onla-
rın kendi sahalarında gelenek-
le kurdukları sağlıklı ve samimi
EdebiyatMustafa ÖZÇELİK
Kasım 201046 47
bağdır. Bilgiyi bilgelikle zengin
ve anlamlı kılmalarıdır. Mimar-
salar, kadim ustaları Mimar
Sinan’dan besleniyorlardır.
Şairseler üstatları Yunus’tur,
Fuzuli’dir. Musiki erbabı ise-
ler kendi musiki geleneğinden
kopmamışlardır. Ama yaşadık-
ları zamanın da farkındadırlar.
Bilgiyi nereden bulurlarsa al-
maktadırlar ama her şeyi kendi
özgün yapılarını kurmak adına
yapmaktadırlar. Mesela şiirde
Sezai Karakoç böyle bir örnek-
tir. Ne geçmişe takılıp kalarak
yitip gidene ağıtlar düzmüş, ne
geçmişi reddederek köksüzlüğe
prim vermiştir. Ağacın kuruyan
damarlarını da, yeşeren filizle-
rini de görmeyi başararak yeni
olanın imkânlarını kadim ge-
leneğinden devşirerek, köksüz-
lükten uzak bir çağdaş şiir yapı-
sı kurmuştur.
Onun sanat ve düşüncede
gerçekleştirdiği bu diriliş ham-
lesi her sahada yapılması gere-
kenini, aslında ne olması gerek-
tiğini bize çok iyi öğretmiştir.
Yahya Kemal’le Ziya Gökalp
arasında geçen şu diyalog, bü-
tün bu söylediklerimizi özetler
niteliktedir. Ziya Gökalp, Yahya
Kemal’in hâlâ aruz’la şiir yaz-
masına, geçmişten çokça dem
vurmasına karşıdır. Bir sohbet
esnasında: ona şöyle der: “Ha-
rabisin harabati değilsin/gözün
mazidedir, âti değilsin.” Yahya
Kemal, ona şu cevabı verir: “Ne
harabiyim, ne harabatiyim/
kökü mazide olan âtiyim.”
Âtiye yani geleceğe uzan-
mak ise insanla mümkündür.
Devletin ve milletin bekası an-
cak böyle sağlanabilir. Bunun
içindir ki kadim devletimiz
Osmanlı’nın manevî kurucu-
su olan Şeyh Edebali, Osman
Gazi’ye “İnsanı yaşat ki devlet
yaşasın.” der. Devlet kuramla-
rı arasında ise eğitim önem sı-
rasında en başta gelen kurum-
dur. Varlık da yokluk da insanla
olacaktır. Bu yüzden sözü eğiti-
me getirmek ve bu alanda gele-
neğin bilgeliğine temas etmek
gerekir.
Bu anlamda karşımızda
asırların tecrübeleriyle mü-
kemmel hale getirilmiş zengin
bir birikim vardır. Siz, buna mi-
ras da hazine de diyebilirsiniz.
Şöyle üzerindeki küller üfürü-
lecek olursa hâlâ kullanılabile-
cek bir miras, hâlâ işimize yara-
yacak bir hazinedir bu… Neler
mi bunlar? Hemen söyleyelim.
Meseleyi eğitimle sınırlayarak
söyleyecek olursak başta dili-
miz gelir. Çünkü dil, bir iletiş-
tim vasıtası olmanın ötesinde
bir değerdir. Mehmet Kaplan,
“Dil, düşüncenin evidir.” der-
ken bize dilin imkânlar dünya-
sının şifrelerini de verir. Biz, dil
ile bir zihniyet kazanırız. Duygu
ve düşünce dünyamızın sınır-
larını dil belirler. Basit sayılan
kelimelerin belli bir münase-
bet içinde yan yana gelmeleriy-
le oluşan deyimlerden atasözle-
rine, tekerlemelerden fıkralara,
bilmecelerden hikâyelere kadar
dil ile ilgili her konu önce in-
sanın duygu ve düşünce yapı-
sını kurmasını sağlar. Binalar,
yollar, köprüler, evler… ondan
sonra ama dilin bize kazan-
dırdığı zihniyetin imkanlarına
göre kurulur.
Bir düşünelim, bugünkü
çağdaş sosyolojinin, psikoloji-
nin nice kitaplarını okuyarak
elde edeceğimiz bir bilgiyi bir
tek atasözü bize öğretmeye ye-
ter. “Kedi, yetişemediği ciğere
mundar der” atasözünü bir dü-
şünelim. Bu tek cümleden çıka-
rabileceğimiz anlayış bize on-
larca kitabın bilgisinden daha
çoğunu vermez mi? Bu yüzden
her atasözü bir söz incisi ola-
rak görülmelidir. Ya dilimizin
saklı bohçası diyebileceğimiz
deyimlerimiz… Hele bir yolcu-
luğa çıkalım onların dünyası-
na… Önümüzde insan ve ha-
yatın gerçeklerine dair bize ne
bilgiler verecektir. Hele bir de
tekerlemelerimiz üzerinde dü-
şünelim. Dilin telaffuz yönünü
bize onlardan daha güzel öğ-
retecek çağdaş bir yöntem var
mıdır? Çocuğunuzun zihinsel
dünyasının gelişmesini mi isti-
yorsunuz? İşte size bilmeceler…
Bir çocuğun dikkat, çözümle-
me, parçalar arasındaki rabı-
tayı keşfederek bütüne ulaşma
konusunda bize öyle imkânlar
sunar ki, onlar karşısında Sok-
rat hayrette kalır, Freud şaşkın-
laşır.
Söyleyeceklerimiz bitme-
di… İsterseniz bunlardan me-
sela Nasreddin Hoca fıkrala-
rına geçelim. Bizi tebessümle
kendine çekip hayat ve insan
gerçeklerini birkaç cümle için-
de verebilmenin sırrını keşfe-
deriz onlarda… Derdiniz eğer
insan psikolojisini öğrenmek,
toplum psikolojisini kavramak
ise o fıkralar size bugün de çok
şey öğretebilir… Yeter ki tebes-
süm kapısında takılı kalmayın,
tefekkür sarayına girecek cehdi
gösterin. Fıkralardan masalla-
ra uzanalım. Her bir masal bir
hayal dünyasına çeker çocuğu…
Ama asla hayalperest yapmaz.
Masallarda anlatılanlar aslında
hayatın gerçekleridir ama bun-
lar sembollerle ve sembolik bir
dinle anlatılır. Masaldan hayata
çıkan çocuk iyiliğin dostu, kö-
tülüğün düşmanıdır. Her zor-
luğun aşılabileceğine dair gü-
ven duygusu içindedir. Masal
anaları işte bunları telkin eder,
şuur altlarını hep iyi ve güzel
olan duygularla doldurur.
Buradan kahramanlarımı-
za geçelim. Bir Battal Gazi, ço-
cuklarımıza rol-model olarak
sunulduğunu düşünün. Nasıl
gençlerimiz olur o zaman bir
düşünelim. Zira Battal Gazi, bi-
lekleri kadar yüreklerinin de
güçlü olması gerektiğini öğre-
tecektir onlara… Bilginin, er-
demliliğin ne anlama geldiğini
söyleyecektir. O zaman zulme,
adetsizliğe karşı olma ve onlara
karşı mücadele gücüyle donan-
maz mı gençlerimiz… Elbette
öyle olur.
Bu listeyi uzatabilir, örnek-
leri çoğaltabiliriz. Önemli olan
bunların bugün farkına vara-
bilmek, bu değerleri hayatın
içine katabilmek. Zira çözümü
hala Batı’da arama yanlışlığını
bugün de sürdürüyoruz. Mese-
la son dönemlerde okul öncesi
eğitim kurumlarının yaygınlaş-
tırılması meselesini ele alalım.
Mesele tabi ki çocukları iyi ye-
tiştirmek… Amaç bu ama sek-
törel çabalarla bu iyi niyet çok
geçmeden para kazanma hır-
sının aracına dönüşüveri-
yor. Şimdiki çocuklara yönelik
oyuncak sektörünü bir düşü-
nün. Çocuklar, daha o yaşlar-
da tüketim ekonomisinin zalim
çarkları içine atılmıyorlar mı?
Oysa geleneğin kadim bilgeli-
ğinde çocuk oyuncağını kendisi
yapar, oyununu kendisi kurar.
Yine psikolojik danışma
merkezlerinin çoğalması da bu
yüzden… Komşuluk, arkadaş-
lık ilişkisi içinde olabilse, bir te-
bessümle, bir hal hatır sormay-
la iyileşecek yaralarımız için
şimdi birer servet ödüyoruz uz-
manlara… Oysa vücudun kendi
bağışıklık sistemi imkânlarıyla
kendi yaralarını iyi edebildi-
DUA VAKTİ
Senden başka gidecek kimi bulayım, kimi?Vakit dua vaktidir açıldı bak ellerim,Sen ilahsın, sen rahman sen evrenin hâkimi.
Gülşenimde günbegün soluyor tüm güllerim,Ne olursun yardım et ömrüm erdi hazana,Beni kendimden öte sürüklüyor hâllerim.
Aşkınla savur beni, vur kalbimi mizana,Ağır gelsin sevabı, al dilinden feryadıMağfiret et ne olur, bu mecalsiz ozana.Rahmetinle yıkanmak gönlümün tek muradı…
Sergül VURAL
Kasım 201048 49
ği gibi bireyin ve toplumun de
böyle sistemleri elbette vardır.
Hele; evden çıktığınız da ilk
gördüğünüz kişiyle selamlaşa-
rak başlayın güne. Yaşlı birini
yüksünmeden karşıdan karşı-
ya geçirin. İş yerinizde masa-
nıza sevgiyle oturun. Dilinize
bir türkü takılsın. Uzun süre-
dir aramadığınız bir arkadaşı-
nıza telefon edin. Öğle ezanının
odanıza girmesine engel olma-
yın. Ardından dünyayı geride bırakıp camiye gidin. Akşam, ço-
cuğunuza masal okuyun. Mut-
fakta salatayı siz yapın. Bakalım
ne kadar ihtiyacınız olacak uz-
manlara…
Siz bunlara daha sonra bil-
gisayarı, internet vb. ekleye-
bilirsiniz. Fakat umutla de-
nenen bu yöntemler bir süre
sonra ortaya çıkardığı yeni so-
runlarla gündeme geliyorlar ve
problemler daha da karmaşık-
laşıyor. Bu defa yeni deneme-
ler, yeni yanılmalar... Ama çok
ağır bir bedel ödüyor ve nesille-
ri dolayısıyla geleceğimizi kay-
bediyoruz. Çünkü bir labiren-
tin içine sokuluyoruz adeta.
Sorun diyelim ki insanın ken-
dini geliştirmesi ise onu kişi-
sel gelişimcilerin kazanç hırs-
larına alet ediliyoruz; çünkü
çağdaş kişisel gelişim sade-
ce maddî gelişmeyi ve başa-
rıyı hedefliyor. Oysa çocuğu,
genci Mevlâna ile buluştura-
bilsek insan hem maddî hem
manevî yönü itibariyle kendi-
ni geliştirtebilecek… Yine ço-
cuğu internetin sanal dünya-
sında sanal arkadaşlara, sanal
oyunlara emanet etmek yeri-
ne komşu çocuklarıyla arka-
daş olmayı ve onlarla oynama-
yı öğretebilsek o sanal dünyada
boğulmayacak, hayatın içine
çıkacak, arkadaşıyla maç yapa-
cak, kavga edecek, küsecek ba-
rışacak, elindeki bir paket çiko-
latayı bölüşmeyi öğrenecek. Bu
süreçte hatalar yapsa bile her
hata kalıcı bir derse dönüşecek.
Ama bütün bunlar, yeni bir
cemiyet anlayışla mümkün.
Çünkü her şey bir bütünlük
içinde gerçekleşir ve birbirini
etkiler. Siz, insanları apartman
yalnızlığına hapsetmişseniz
komşulukların kurulamayaca-
ğı gibi çocuklar arasında ar-
kadaşlıklar da kurulamaz.. Ai-
leniz küçülmüşse, eviniz de
dedeler, nineler yoksa çocu-
ğunuz bakıcıya emanettir. Aile
büyüklerinin sevgiyle yapaca-
ğı eğitimi o bir iş olarak yapa-
caktır. Oturup çocuğa oyun öğ-
retmek yerine bir oyun cd’si ile
onu avutacaktır. Masal anlat-
mak yerine eline masal kitabı
tutuşturacaktır…
Hayatın karmaşası içinde
bütün bunları düşünecek za-
man ve imkândan yoksunuz.
Bunu ben de biliyorum. Ama
bildiğim bir şey daha var; bütün
bu karmaşa bizi düşünmekten,
sorgulamaktan, kendimizle ve
sorunlarımızla yüzleşmekten
alıkoymak için yapılıyor. Her
şey bu karmaşa içinde birer so-
runlar yumağına dönüştürülü-
yor. Ama tasa etmeyin diyorlar.
Biz çaresini buluruz. Ama çare
dedikler her şey, yeni bir dert
olarak çıkıyor karşımıza.
İnsan asıl bunlara karşı di-
renmeli. Bu direnç gücünü ka-
zabilmek için, daha insanî bir
hayat için geleneğin bilgeliği-
ne dönmeliyiz. Bilgi tek başı-
na kurtarıcı olamadı, olamıyor.
Onu bilgelikle, erdemlilikle
zenginleştirmek gerek. Bu nok-
tada ifadesini dilimizde bulan
ve bir zamanlar bizde karşılığı
olan değerleri hayatlarımızda
egemen kılmalıyız. Çocukları-
mıza, öyle masallar anlatmalı-
yız ki, bunlar onları gelecekteki
aydınlık dünyalarına ulaştır-
sın. Öyleyse aynamıza bakalım.
Kendimize, geçmişimize… Tan-
pınar, öyle demiyor muydu:
“Mazi, daima konuşur...” Mo-
dern evlerin içinde şark odala-
rının, köşelerinin oluşturulma-
sı mazinin konuşması olmasın.
Evet, bir bakıma öyledir. Ama
geleneğin bilgeliği şark odasın-
da tozlu bir şamdan yahut ba-
kır bir kap olmayı değil, hayatı-
mızın kılcal damarlarında bize
hayat veren bir kan olmayı bek-
liyor. Bir kana ihtiyacımız var-
sa, bu özelliği bize uyan bir kan
olmalı. Aksi takdirde bulunan
kan bizi hayatla değil ölümle
buluşturacaktır.
Kasım 201050
HAZRET-İ MUHAMMED (S.A.V.)’DEN GÜNÜMÜZE MUKADDES EMANETLER
HIRKA-İ SAADET
51
Hazret-i Pey-
g a m b e r
( s . a . v . ) ,
İslâm dinini tebliğe başladı-
ğı zaman pek çok muhalif ve
mukavemetle karşılaşmış-
tı. Muhaliflerden biri de şair
Ka’b’dı. Hazret-i Peygamber
(s.a.v.) tarafından, görüldü-
ğü yerde öldürülmesi için fer-
man çıkarıldı. Kardeşinin ika-
zı üzerine pişman olan Ka’b,
hakkındaki öldürülme emrine
rağmen gizlice Medine’ye gel-
di ve huzur-ı Peygamberiye’ye
çıkarak, tevbe edip ima na ka-
vuşan bir kimsenin geçmiş
hatalarının bağışlanıp bağış-
lanmayacağını sordu. Rasu-
lullah (s.a.v.)’ın müspet ce-
vabından sonra “Züheyr oğlu
Ka’b olsa da mı?” diye rek so-
rusunu tekrarladı. Hazret-i
Peygamber (s.a.v.) yine tas-
dik edince kendisini ta nıttı ve
daha sonraları Kaside-i Bürde
(Hırka Kasidesi) ismiyle meş-
hur olacak man zumesini oku-
maya başladı.
“Muhammed kınından çık-
mış keskin bir kılıçtır
Cihan onun ilahi nurundan
feyz alır”
mısralarına geldiğinde
Cenab-ı Rasul (s.a.v.) sır tından
hırkasını çıkarıp Ka’b bin
Züheyr’in omzuna bıraktı. İle-
riki yıllarda hırkayı, Muaviye b.
Süfyan satın almak istedi; fakat
Ka’b satmadı. Vefatından son-
ra Muaviye, yirmi bin dirhem
gümüş karşılığında varisle-
rinden satın aldı. Ha-
lifeler nezdinde
muhafaza
edil-
meye başlanan ve bir nevi
hilâfet alâmeti olarak kabul
gören Hırka-i Saadet, evvela
Emeviler’e, sonra Abbasiler’e,
daha sonra Memlûklüler’e ve
nihayet Yavuz Sultan Selim’in
Mısır’ı fethiyle Osmanlı hane-
danına intikal etti.
Hırka-i Saadet
için yüzyıllar
boyun ca
KültürResul KESENCELİ
Kasım 201052 53
çeşitli mahfazalar yapılmıştır.
Bu gün Sultan Abdülaziz (1861-
1876) tarafından yaptırılan
21x45x57 cm. ölçülerinde, üst-
ten açılır, çift kapaklı altın bir
çekmece içindedir. Hırka-i Sa-
adet’in aynı ölçülerde Sultan
III. Murad (1574-1595) tarafın-
dan yaptırılmış, mad dî yönden
ve sanat yönünden çok bü yük
değer taşıyan altın bir mahfa-
zası daha mevcuttur. Sultan
Aziz halen kullanılan mahfa-
zayı yaptırınca boş kalan üstü
zümrüt ve yakutlarla süslü bu
mahfaza, günümüzde Saray’ın
Hazine Bölümü’nde muhafaza
edilmektedir. Şimdiki çekme-
cenin üzerinde Sultan Abdüla-
ziz (1861-1876) tarafından yap-
tırıldığını belirten, tuğrasını ve
şefaat dileğini içeren uzunca
bir kita be de yer almaktadır. Bu
çekmece çok sanatkârane işlen-
miş yedi adet bohçaya sarılı ola-
rak, yine Sultan Abdülaziz ta-
rafından yaptırılmış büyük bir
altın sandukaya konulmuştur.
Sandukanın üzerinde “Vemâ
erselnâke illâ rahmeten
lil-âlemin” “Biz seni an-
cak âlemlere rahmet ola-
rak gönderdik.” (21/Enbi-
ya, 107) âyeti kerimesi ile,
“Lâ ilahe illalla-hü’l-
melikü’l-hakkul-mübin
Muhammedü’r-
Rasûllüllahi sâdikul-
va’dil-emin”
yazıları bulunmakta-
dır. Yazılar Abdülfettah
Efendi’nin kaleminden çık-
mıştır. Sandukanın dört
ayaklı kaidesi de gümüş
üzerine altın kaplamadır.
Padişahlar gittikleri yer-
lere Hırka-i Saadet’i de be-
raber götürürlerdi ki bu-
nun için Edirne Sarayı’nda
özel bir mekân bulunu-
yordu. Şimdiki Beylerbe-
yi Sarayı’nın bulunduğu yerde
yer alan İstavroz Sarayı’nda da
I. Ahmet (1603-1617) tarafın-
dan bir Hırka-i Saadet Dairesi
inşa ettirilmişti. Yazları burada
ikamet eden padişahla birlik-
te Hırka-i Saadet de taşınır, bu
daireye yerleştirilirdi. İstavroz
Sarayı yıkıldıktan son ra I. Ab-
dülhamid (1774-1789), Hırka-i
Saadet Dairesi’nin bulundu-
ğu yere teberrüken Beylerbe-
yi Camii’ni yaptırdı. Hırka-i Sa-
adet, en son Sultan Abdülaziz
(1861-1876)’in Bursa seyaha-
tinde mevkib-i hümayunla be-
raber götürülmüştü.
Hırka-i Saadet’in padişah-
la birlikte harplere de gitti-
ği vakidir. Sultan III. Meh-
med (1595-1603) Eğri Seferi’ne
giderken Sancak-ı Şerif ve
Hırka-i Saadet’i de yanına al-
mıştı. Se ferde bozgun durumu
baş gösterince Hoca Sadeddin
Efendi’nin “Padişahım! Siz gibi
Âl-i Osman’a Sultan olduktan,
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)
yolunda halife olduktan geru,
Hırka-i Saadet’i böyle anda giy-
mek, Hak Teâlâ’ya dualar eyle-
mek elbet münasiptir...” sözle-
ri üzerine tekbirlerle Hırka-i
Saadet’i giyerek askerlerini bü-
yük bir heyecanla muzafferi-
yete ulaştırdığı bilinmektedir.
Haçova meydan savaşı Batı’da
kazanılan son büyük meydan
savaşıdır, denilebilir.
Konuyla alâkalı ola-
rak Topkapı Sarayı Müze-
si Kütüphanesi’nde H. 1609
numaray la kayıtlı olan eserden
bir sayfa minyatür çok önem-
li bilgiler vermektedir. Eser ilk
defa Türkçe Şehname yazan
Talikzâde Suphi Çelebi’ye ait
olup, 17. yüzyıl başları na tarih-
lenir. Minyatürde III. Mehmed,
(1595-1603) Eğri Seferi sırasın-
da at üzerinde gösterilmiştir.
Hırka-i Saadet padişahın önün-
de baş üzerinde taşınmaktadır.
Tüm bunlar ise Osmanlı sul-
tanlarının Kutsal Emanetlere
verdiği değeri göstermektedir.
(Bkz: Hilmi AYDIN¸ Hırka-i
Saadet Dairesi ve Mukaddes
Emanetler¸ İstanbul¸ 2004.)
DÜN/BUGÜN/YARIN
Dün gençtik güzeldi günler, umutlar, Körpe kanatlarda taşınan ikbal, Vız gelir-tırıs giderdi komutlar, Nasılsa hep toz - pembeydi istikbal! Bugün menzile uzak düşen bir ok, Nefsi mutmain olmamış canım. Ve toz - pembe hayallerden eser yok, Dindi fırtına sonrası heycanım! Ektiğimiz bir ürün gibi yarın, Gelir dökülür mâzi önümüze, Sakinleri ne oldu bu diyarın? Bak dünden yarına bu günümüze!
Mehmet SERTPOLAT
Kasım 201054
BİR HÜNER OLARAK BİR HÜNER OLARAK
EDEPEDEP
55
Edebiyat Vedat Ali TOK
Ehli irfân arasında aradım kıldım taleb
Her hüner makbûl imiş illâ edeb illâ edeb
Lâedri
(İrfan sahipleri arasında en makbul hüne-
rin hangisi olduğunu arayıp sordum. Her hünerin
makbul olduğunu öğrendim; ama edep hepsinden
de üstünmüş. Edep dairesinde yapılınca her hüner
makbul imiş.)
Şimdilerde pek rastlanmasa da eskiden
dükkânların, mağazaların, evlerin duvarlarını süs-
leyen hatlardan biri “Edep ya Hu” idi. Bu, birkaç
anlamı içinde barındıran, zengin mesajlar taşı-
yan istiflenmiş bir sözdür. Sözün anlamlarından
biri Allah’tan edep talep manası taşıyan bir dua-
dır. “Allah’ım, bana edep ver.” demektir. Diğer bir
anlam ise, kendini bilmeyen insanları ahlaka, ede-
be davet etmek için bir uyarıdır. “Edepli ol!” anla-
mındadır. Şairinin kim olduğu meçhul olan beyitte
bütün ilimlerin, hünerlerin kıymetli olduğu fakat
bunların üzerinde bir şey aranması gerektiğine
değiniliyor: Edep… Her fırsatta ilme teşvik eden
İslâm’ın bir mensubu olarak ilme karşı gelmek ya
da ilimden soğutmak asla amacımız olamaz. An-
cak hangi ilim, diye sormamız gerekir. Bugünlerde
üzerinde çokça durmamız gereken bir mesele var:
Acaba insanlığın bütün hedefi ilimde, teknikte son
noktaya ermek midir? Bir şairimiz –Nâbî diyor ki:
“Tutalım çarha erişmiş câhın
Yine ednâ kulusun Allah’ın.”
Diyelim ki, mevkiin göğe erişmiş (çok yüksel-
miş) yine de Allah’ın en aşağı kulusun. Yani insan-
lığın varacağı en son nokta aslında kul olduğunun
farkına varmasından ibarettir. Günümüzde özel-
likle buna dikkat çekmek gerekiyor. Neredeyse ana
sınıfından başlamak üzere kurslara, dershanelere
gönderilen zeki, çalışkan gençlere soruyorsunuz.
Ne olmak istiyorsun? Bilim adamı. Pekiyi ne yapa-
caksın? Yeni şeyler icat edeceğim. Ne gibi? Haya-
tı kolaylaştıracak, verimi çoğaltacak, insan gücü-
nü azaltacak. Hatta insana hiç ihtiyaç kalmayacak.
Sonra? Çok para kazanacak bir iş yapacağım yani.
Daha ne olsun! En son ideal bu. Gençlerden bekle-
diğimiz bu değil. İnsanlığa gerçek anlamda huzur,
mutluluk getirmeyen hiçbir marifet makbul sayıl-
mamalı. Manevî değerleri, insan sevgisini, insan-
lığa saygıyı merkeze almamış bir bilim adamının
icat ettiği ürünün ilerde iyi bir şekilde yâd edilme-
yeceği muhakkaktır. Bugün, mesela tarımda geliş-
miş teknikler kullanılıyor. Çiftçilerimiz, 20-30 yıl
öncesine nazaran daha mı mutlu? Tohumların ge-
netiğine kadar nüfuz eden zekâ, acaba insan sağ-
lığına daha uygun gıdalar mı üretmeyi amaçlıyor,
yoksa daha fazla üretip kesesini doldurmayı mı?
20-30 yıl önce yediğimiz bir meyvenin tadını ha-
tırlıyor ve özlüyorsak, buzdolabına koyduğumuz
bir meyve, bir sebze orada da büyümeye devam
ediyorsa bu ilim, edepten yoksun demektir. Tam
da burada “Edep ya hu!” demek gerekiyor. Televiz-
yonlarda reklamlarla özendirilen bir gıda, içindeki
katkı maddelerinden dolayı, çocukların gelişimini
olumsuz yönde etkiliyor; hatta çocukların hayat-
larına mal olacak bir noktaya vardırıyorsa bura-
da da edepsizlik vardır. Edebe en fazla riayet eden
milletlerin başında bizim milletimiz gelmektedir.
Türk milleti Müslüman olmadan önce de birta-
kım ahlakî özelliklere sahipti. Müslüman olduk-
tan sonra ise zaten dinî bir telakki olarak edep her
şeyde, her yerde aranır olmuştur. İlk İslâmî eser-
lerimizden Yusuf Hashacib’in Kutadgu Bilig, Edip
Ahmed’in Atabetü’l-Hakayık isimli eserleri başta
olmak üzere diğer dinî, ahlakî, tasavvufî kitaplar-
da edep, hayatın her safhası için düşünülmüş; her
hareketin edebe/adaba uygun olması için kayıtlar
tutulmuştur. Oturma edebi, konuşma edebi, ye-
mek edebi, alış veriş edebi… Bunların her biri in-
sanın sosyal hayatında mutluluğu, huzuru içindir.
Kur’anı Kerim’de (68/Kalem, 4) Hz. Peygamber’e
hitaben “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.” buy-
ruluyor. Peygamber Efendimiz: “Ben, ancak gü-
zel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” diyor.
Edep dediğimiz şey de zaten güzel ahlakın tama-
mı şeklinde tarif edilir. Söyleyeni belli olmadığı
için manzum atalar sözü hâline gelmiş bir beyit-
te edep, Allah’ın nurundan yapılmış bir taca ben-
zetiliyor:
“Edeb bir tâc imiş nûrı Hudâ’dan
Giy ol tâcı emin ol her belâdan.”
(Edep, Allah’ın nurundan yapılmış bir tac imiş.
O tacı giy ve her beladan emin ol.)
Gerçekten edep tacını giyen insan, hareketle-
rinde ölçülü olacağı için her türlü bela ve musibet-
ten de uzak kalacaktır. Çünkü insanı her türlü kö-
tülüğe sürükleyen nefsi hatadan koruyacak, onu
dizginleyecek olan da güzel ahlaktır, edeptir. Yu-
karıya aldığımız beyitte, şairin vermek istediği bir-
biriyle ilintili iki mesajdan biri şudur: Her ilim üs-
tündür, ancak edep her ilimden üstündür. Diğer
mesaj ise, her ilim edeple yapıldığı takdirde güzel-
dir. Edep yoksa o ilim makbul değildir.
Haçlı Ordula-
rı, ilk defa,
1 0 9 6 ’ d e
Kudüs’e sefere çıkarken, bu işi
organize eden Kilise’nin önce-
likli hedefi, kendilerince “kâfir”
saydıkları Müslümanları orta-
dan kaldırmaktı. Hz. Muham-
med (s.a.v)’in din emanetini
halka tebliğe başladığı 611 ta-
rihinden 1096’ya kadar 485 yıl
geçmiş ve İslâm bu süre içeri-
sinde çığ gibi yayılarak Batı’nın
kapısına dayanmıştı. 765 yı-
lında, Avrupa’nın Batı tarafın-
da İspanya’da Endülüs Emevi
Devleti kurulması ve 1061’de de
Doğu’sundaki Anadolu toprak-
larının Türklerin denetimine
geçmesiyle Bizans İmparator-
luğu Türk tehdidi altına girdi.
İstanbul’a kadar gelen Sel-
çuklu akıncılarının gücünden
ciddî bir şekilde kaygılanan Av-
rupalıları, kilisenin yıllardır sür-
dürdüğü karşı koyma fikrine sı-
cak bakmaya sevk etti. Aslında,
Haçlı harekâtının dinî sebeple-
rinden çok siyasî ve ekonomik
gerekçeleri de vardı: Avrupa’da-
ki feodal yapı, halktan tepki gör-
meye başlamıştı. Halkı yöneten
politikacılar, kilise ve asker üç-
lüsü ülkelerindeki gelirin he-
men hemen tamamına yakını-
nı ellerinde bulunduruyordu.
Derebeylikler, kontrol edilemez
bir servet içerisinde iken halk aç
ve perişandı. İslâm ülkelerinde
ise büyük bir refah vardı. Sanat,
edebiyat alanında gelişmiş olan
Müslümanlar, dinî ve beşerî
ilimlerde altın çağını yaşıyordu.
Kilise, açlıktan kırılma nok-
tasına gelmiş insanlara Müs-
lümanların zenginliklerini an-
latmaya başladı. Avrupa’daki
bütün yerleşim yerlerinde bu-
lunan kiliselerde vaazlar veren
papazların halka telkini şuy-
du: “Kâfirler, (kilise bugün bile
Müslümanlar için bu sıfatı kul-
lanır) giderek yayılıyor. Dinimiz
elimizden gidecek. Buna kar-
şı koymazsak, yarın İsa Mesih
HAÇLI SEFERLERİ
BİTTİ Mİ?“Aslında çözülmüş Batı medeniyetinin, bu yeni temasında bizden
öğreneceği çok şey vardır. Geçmişteki savaşlarda aldıklarından daha
fazlasını şimdi bizim yeni hayat tarzımızda bulabilirler.”
Kasım 201056 5757
KültürMuhsin İlyas SUBAŞI
Efendimiz ve Tanrı bize affet-
meyip cezalandıracaktır! Gidip
Müslümanları ortadan kaldıra-
lım, hem dinimizi kurtaralım,
hem de onların zenginliklerine
sahip olalım!”
Bu propaganda sonuç ver-
di. Yöneticileri Kilise’nin sefe-
rini onayladılar. 176 yıl sürecek
ve milyonlarca insanın hayatı-
na mal olacak ilk sefer 1096’da
başladı.
Bugün bu savaşları değer-
lendiren Batılı aydınların ço-
ğunluğu Haçlı saldırganlığının
Batı’ya uyanışın kapılarını aç-
tığını ve hoşgörüyü öğrettiği-
ni yazarlar. Bu savaşların sebep
ve sonuçlarını onların dilinden
şöylece özetlemek mümkün-
dür:
“Uzun süre devam eden
Haçlı Seferleri çok önemli so-
nuçlar doğurdu: savaşlarda
her iki taraftan da yüzbinlerce
insan öldü. Anadolu’nun, Su-
riye ve Filistin’in birçok yerle-
ri harap oldu. Bununla birlikte
bu akınların sonucunda bazıla-
rı olumlu birtakım sosyal, siyasî
ve iktisadî değişiklikler de oldu.
Bu savaşların belli başlı sonuçları
şunlardır:
Dinî sonuçlar; Haçlı Seferle-
ri esas itibariyle dinî amaçlarla
yapılmıştı. Müslümanlara kar-
şı yapılacak savaşları organize
etmek ve dinî heyecanı arttır-
mak amacıyla Hıristiyan dün-
yasında çeşitli tarikatlar ku-
ruldu. Yapılan büyük vaatlere
ve çekilen sıkıntılara rağmen
Haçlı Seferleri amacına ulaşa-
madı. Bu durum, papaların ve
kilisenin otoritesinin sarsılma-
sına sebep oldu. Bu savaşlar-
da Hıristiyanlarla Müslüman-
lar birbirlerini daha yakından
tanımak imkânını buldular.
Özellikle Haçlılar Doğu’da ce-
sur, merhametli, konuksever
Müslümanları gördükleri za-
man daha önceki düşüncelerini
tamamıyla değiştirdiler. Haçlı
Seferlerinin şöhreti, papalara,
İslâm’a karşı İspanya’da çarpı-
Kasım 201058 59
şanlara da “hoşgörü” kazandır-
dı. Keza Batılılara karşı Prusya
ve Litvanya’daki Hıristiyanları
koruyanlarda bundan faydalan-
dılar. İstanbul (Bizans) Latin
İmparatorluğu veya Moğolların
hücumuna uğrayan Polonyalı ve
Macarların, hatta Timur’un teh-
didi altındaki Kafkasya Hıristi-
yanlarının yardımına koşanlar
dahi bu hoşgörüden nasip aldı-
lar. Hıristiyan âlemi içinde din
dışına çıkanlara (Albi’ler, daha
sonraları Hus’çülere karşı Roma
kilisesini korumak amacıyla)
veya bazı hükümdarlara karşı,
(mesela, kilisenin vasalı Silica’yı
1285’te Charles d’Anjou’dan al-
makla suçlanan Aragon kralına
karşı) Haçlı Seferleri yapıldı.
Haçlı Seferlerinin masraf-
larını karşılamak üzere papa-
lık ruhanî görevleri için vergi
almak usûlünü koydu. Savaş-
lardan sonra dominiken ve
fransisken misyonerleri kut-
sal yerlerden dağılarak Asya ve
Afrika’daki milletlerle, özellik-
le Moğol İmparatorluğu ile iliş-
kiler kurdu. Oralarda bir takım
dinî faaliyetler gösterdiler.
Haçlı Seferlerinin Siyasî Sonucu
Siyasî alanda Haçlı Seferle-
rinin başlıca sonucu, Doğu ve
Yunan’da Latin devletlerinin
doğuşu oldu. Derebeylik reji-
mi çerçevesi içinde ve karşılık-
lı bir hoşgörü sayesinde, çeşitli
cemaatlerin yaşantılarını temi-
nat altına akmak için, özellikle
“Assies de jerusalem”de öngö-
rülen yeni kurumlar hazırlandı,
medeniyet temasları başladı.
Söylendiği kadar Batılıların ya-
şamlarını değiştirmiş oldukla-
rı kesin değildir. Fakat Batı’nın
Bizans ve Arap sanat ve edebi-
yatını tanımasına yardımcı ol-
dular. Haçlılar zapt ettikleri
yerleri şatolar (Şövalye konak-
ları) Roma ve Gotik kiliseleriy-
le imar ettiler.
Derebeyliğin kuvvetten düş-
mesi üzerine kralların otorite
ve hâkimiyetleri arttı. Millet şu-
uru, birlik ve beraberlik duygu-
ları uyandı. Birçok köylü efen-
dilerinden toprak satın alarak,
mülk sahibi oldular. Böylece
sınıflar arasındaki uçurum ve
farklar azalmaya yüz tuttu.
Fakat bu savaşlar İslâm dünya-
sı, özellikle Türkler için son de-
rece zararlı oldu. Çünkü o sı-
ralarda Anadolu’nun fethini
tamamlayarak Avrupa’ya geç-
mek emelinde olan Türklerin
bu arzuları iki yüzyıl kadar geri
kaldı.
Haçlı Seferleri Avrupalılar
için iktisadî bakımdan da ka-
zançlı oldu: Venedik, Cenova,
Marsilya gibi Akdeniz limanla-
rının önemleri arttı. İslâm dün-
yasındaki medeniyeti Avru-
palılar yakından tanıdılar. Bu
savaşlardan sonra senyörle-
rin şatolarının duvarları Doğu
tipi kumaş, halı ve nakışlarla
süslenmeğe başladı. Çeşitli ku-
maşlar, güzel halılar, ipek ve
pamuklu dokumalar Avrupa’ya
girdi. Avrupalılar kültür ve me-
deniyet yönünden çok ileri-
de olan Müslümanlardan sa-
nat ve teknik alanda birçok icat
ve keşifleri öğrendiler ve kendi
memleketlerine götürdüler.”1
Bu metnin yazarı bir Fran-
sız. Buradaki görüşler ona ait
olduğu için önem taşımakta-
dır. Bir anlamda Batı’ya adam
olmanın yollarını açan bu se-
ferler, kan ve gözyaşına, binler-
ce cana rağmen o yıllarda kör
taassup, cehalet ve yoksulluk-
la boğuşan dünyaya medeniye-
tin ışığını açabilmiş. Ne güzel!..
Aşağıdaki satırları metnin ara-
sından cımbızla çekip almadık.
Bir anlamda, metnin ana iske-
letini taşıdık. Sonuç itibariyle
bu seferler onlara neler kazan-
dırmış bakın:
“Özellikle Haçlılar Doğu’da
cesur, merhametli, konuksever
Müslümanları gördükleri za-
man daha önceki düşüncelerini
tamamıyla değiştirdiler.
Haçlı Seferlerinin şöh-
reti, papalara, İslâm’a kar-
şı İspanya’da çarpışanlara da
“hoşgörü” kazandırdı. Keza
Batılılara karşı Prusya ve Lit-
vanya’daki Hıristiyanları ko-
ruyanlarda bundan faydalan-
dılar. İstanbul (Bizans) Latin
İmparatorluğu veya Moğol-
ların hücumuna uğrayan Po-
lonyalı ve Macarların, hat-
ta Timur’un tehdidi altındaki
Kafkasya Hıristiyanlarının
yardımına koşanlar dahi bu
hoşgörüden nasip aldılar.
Batı’nın Bizans ve Arap sa-
nat ve edebiyatını tanıması-
na yardımcı oldular. Haçlılar
zapt ettikleri yerleri şatolar
(Şövalye konakları) Roma ve
Gotik kiliseleriyle imar ettiler.
Millet şuuru, birlik ve be-
raberlik duyguları uyandı.
Birçok köylü efendilerinden
toprak satın alarak, mülk sa-
hibi oldular. Böylece sınıflar
arasındaki uçurum ve farklar
azalmaya yüz tuttu.
İslâm dünyasındaki me-
deniyeti Avrupalılar yakın-
dan tanıdılar. Bu savaşlardan
sonra senyörlerin şatolarının
duvarları doğu tipi kumaş,
halı ve nakışlarla süslenme-
ğe başladı. Çeşitli kumaşlar,
güzel halılar, ipek ve pamuk-
lu dokumalar Avrupa’ya gir-
di. Avrupalılar kültür ve me-
deniyet yönünden çok ileride
olan Müslümanlardan sa-
nat ve teknik alanda birçok
icat ve keşifleri öğrendiler ve
kendi memleketlerine götür-
düler.”
Şimdi bir de Voltaire’nin bu
Haçlı şizofrenisi üzerine söyle-
diklerine bakalım:
“Küçük Asya’ya sel gibi akıp
giden Fransız, İtalyan, Alman
Haçlıları arasında birlik sağla-
namadığı gibi, çekememezlik-
leri yüzünden ikide bir (kendi
aralarında) çarpışmalar da ol-
duğundan onları yenmek Türk-
lere zor gelmiyordu.
Bu Haçlı Seferlerinin sonucu
olarak, İmparator Konrad he-
men de tek başına Almanya’ya
döndü. Fransız Kralı da mem-
leketine ancak karısı ile birkaç
dalkavuğunu götürebildi. Dö-
nüşünde, akrabalık bağı baha-
nesi ile karısını boşadı; çünkü
zina suçundan dolayı kutsal ev-
lilik bağının çözülmesine Hıris-
tiyanlık müsaade etmezdi”2
Voltaire, bununla da yetin-
medi, kendi ülkesine yönelik
eleştirisinde, önemli bir husu-
sun altını da çizmeden edemedi:
“Hemen ilave edelim ki, bir
zamanlar Haçlı Seferleri için
birleşen yirmi devlet, yirmi
misli askerle ve iki yüz yıl sü-
ren çatışmalarla aynı topraklar
üzerinde ancak geçici bir ege-
menlik sağlayabildiler.”3
Haçlı Seferleri mevziî ka-
zançlar sağlamış olsa da,
İslâm’ın yayılmasını durdura-
madı. Kilise, işin bu cephesin-
den baktığı için, bu savaşı me-
tot değiştirerek sürdürmelerine
rağmen durduramayacağa da
benzemektedir. Bugün görü-
nürde Haçlı Seferi yoktur. Ol-
mayışına temel gerekçe, dev-
letlerin doğrudan siyasî irade
olarak bu savaşın içinde görün-
müyor olmasıdır. Ama ne ga-
riptir ki, bu ülkenin “Avrupa
Birliği”ne girmesine karşı çı-
kanlar, çok iyi kamufle etme ih-
tiyacını bile duymadan, Haçlı
zihniyetiyle hareket ettiklerini
de gizlememektedirler. Bir eko-
nomik koalisyon gibi gözükse
bile bunun aslında, Hıristiyan
medeniyetinin bir çatı altına
alınması şeklinde özetlenmek-
tedir. Bunun için de sadece
Türkiye için halkoylaması ço-
mağını ortaya attılar.
Türkiye’yi almasalar ne
olur? Bizim açımızdan kıyamet
kopmaz. Hatta bana göre iyi de
ederler. Hiç olmazsa, kimler-
le muhabbet ettiğimizi biliriz.
Batıcı geçinen, birçok aklı ev-
velimizin aksine, biz Batı’dan
daha ileride bir hayat tarzı-
na ve insanî değerler sistemi-
ne kavuşmada mevcut dinî ve
geleneksel tarihî birikimimizin
farkına varırsak mesele biter.
Geçmişte biz, bunlardan çok
daha ileride insan hakkı has-
sasiyetine sahiptik. “Kul Hak-
kı” kavramı bir iman ve vic-
dan disiplini olarak hayatımıza
hâkimdi. Bugün Batı’da her şey
ferdîleşmiştir. Menfaat ahlâkı,
karı-koca arasındaki kader or-
taklığı ve hayatı paylaşma, ha-
yatın keder ve üzüntüsünü bir-
likte yaşama duygusunu bile
ortadan kaldırmış, herkesin ka-
zancını kendisinin hakkı olarak
ayrı hesaplara göndermiştir.
Bizde ise, bir ailede iyi düzey-
de geliri olan, diğer kardeşle-
rini ve hatta yakın akrabalarını
bile kanatlarının altına almakta
ve bölüşmeyi ortak şuur halin-
de sosyal hayatımızın ana iske-
leti olarak devam ettirmektedir.
Batı’nın Bizden Öğreneceği Çok Şey Var
Aslında çözülmüş Batı me-
deniyetinin, bu yeni temasında
bizden öğreneceği çok şey var-
dır. Geçmişteki savaşlarda al-
dıklarından daha fazlasını şimdi
bizim yeni hayat tarzımızda bu-
labilirler. Her şeyden evvel, on-
larda bitmekte olan aile hayatına
yeni bir düzen için bize ihtiyaç-
ları var. Karı-koca ilişkilerindeki
güvensizliği ve kendi başınalığı
devam ettirdikleri sürece topar-
lanmaları mümkün değildir. Ço-
cuk yapmaktan kaçan Batı ka-
dınına “ana”lık saadetini bizim
kadınımız öğretecektir. Bugün,
Alman erkeklerin Türk kızlarıy-
la evlenmek istemelerinin altın-
da iki gerçek vardır. Bunu itiraf
etmekten de çekinmiyorlar: Türk
kadını, kocasına sadıktır, onu al-
datmıyor!.. Türk kadını, analık
içgüdüsünü kaybetmediği için
çok çocuk doğurarak neslin de-
vamını sağlıyor… Bugün Alman
erkekleri bu iki husus için dini-
ni değiştirip Türk ve Müslüman
başka ülkelerin kızlarıyla evlilik
yapmaktadır.
Bugün kendi ülkelerinde ki-
liseler fonksiyonunu kaybet-
mektedir. Birçok kiliseyi Avru-
pa’daki işçilerimiz satın alarak
camiye çevirmektedir… Din-
darlığın, bizdeki bazı geri ka-
falıların sandığı gibi, geriye dö-
nüş değil, gününü ve geleceğini
huzur içinde kucaklama şan-
sı olduğunu görerek yeniden
inançlarına sarılabilirler.
Selçuklu sosyal mantığının
ürünü olan “İmaretler” bugün
“Aşevi”ne dönüşerek her şe-
hirde binlerce ailenin geçimi-
ne yardımcı olunan bir sosyal
doku haline geldi. Batılı, bunu
tanıyarak kendi insanına karşı
sorumluluğunun idrak ışığına
yaklaşabilir.
Avrupalının ruhunda ka-
ranlık bir noktaya hapsedilen
Türkiye’nin oradan kendi ay-
dınlıklarına alınması, bu de-
vam edegelen Haçlı Savaşını bi-
tirecek ve geçmişte olduğu gibi
bugün de onlara yeni kazançlar
sağlayacaktır.
Avrupa Birliği’ne girip gir-
meme konusundaki Avrupa-
lıların hesabını, yani, ‘alırsak
ne kazanırız, almazsak ne kay-
bederiz?’ hesabını bizim değil,
onların yapması daha yerinde
olur!..
GÖZLERİN
Sürüklesin gönlümü âsumânda gözlerin Görülmez hiçbir zaman bu cihanda gözlerin Vurulup müjgânının simsiyah ateşine Komasın zerre tâkat tüten canda gözlerin Ben yanayım, sen söndür Boğaz’ın sularında Cennetlere yürüsün erguvanda gözlerin Hakikat olsun her an hülyamdaki saadet Bırakmasın aşkımı âh hicranda gözlerin Kırık kalbim onuldu ellerinde şefkatle Yoktur gözlerin gibi, bir ceylanda gözlerin Acep nede gizlidir kanılmaz vuslat ey mâh Solar mı güller gibi her hazânda gözlerin Gün gelip öldüğümde acı nedir tattırma Görünsün canım alan ol mihmânda gözlerin Gel kucakla ruhumu ömürlerce bırakma Sevab olup tartılsın tek mizânda gözlerin Taşıyıp İstanbul’u cennet bahçelerine Gezdirsin yine beni Aşiyân’da gözlerin Yine yanıp aşkınla yalvarayım Rabb’ime Gözlerim olsun gülüm, sonsuz anda gözlerin
Ekrem KAFTAN
Kasım 201060 61
1 François Michaud, Bibliothegue des Crois-ades, Paris-1829 bk. Meydan Larousse, c.8. s.306.
2 Voltaire, Türkler Müslümanlar ve Ötekiler, s.60. Osman Yenseni derlemesi, T. İş Bankası Yayınları, 2. baskı Ankara, 1975
3 Voltaire, Türkler Müslümanlar ve Ötekiler, s.82. Osman Yenseni derlemesi, T. İş Bankası Yayınları, 2. baskı Ankara1975
Dipnot
63Kasım 201062
Adı : Amr
Künyesi : Ebû Necîh
Doğum yılı : Tespit edilemedi
Doğum yeri : Necid-Yemen Bölgesi
Baba adı : Abese b. Hâlid es-Sülemî
Anne adı : Tespit edilemedi
Eş(ler)i : Tespit edilemedi
Akrabaları : Tespit edilemedi
Oğulları : Abdurrahman
Kızları : Tespit edilemedi
Kabilesi : Süleym’in Becîle boyundan
İslâm’a girişi : Dördüncü Müslüman
Sohbet süresi: 2-3 yıl
Rivayeti : 31
Yaşadığı yer : Mekke, Medine, Hımıs
Mesleği : Askerlik ve ziraat olmalı
Hicreti : Mekke, Medine
Savaşları : Mekke’nin fethi, Taif Muhasara-
sı, Yermük Savaşı
Görevleri : Yermük Savaşı’nda Hâlid b.
Velîd’in süvari birliklerine kumanda etti
Fiziki yapı : Tespit edilemedi
Mizacı : Meraklı, araştırmayı seven, Şam
Valisi Muaviye’yi uyaracak kadar doğru ve açık
sözlü biri.
Ayrıcalığı : Câhiliye döneminde putlardan
nefret ederdi. Sürekli bir arayış içindeydi ve za-
man zaman Ehl-i Kitap’tan bazılarıyla görüşür ve
bilgi edinirdi.
Ömrü : 70 civarında
Ölüm yılı : Hz. Osman (r.a)’ın son yılları (H.
30-35)
Ölüm yeri : Hımıs
Ölüm sebebi : Yaşlılık veya hastalık olmalı
Hakkında : Hz. Peygamber (s.a.v)’in gön-
derildiğini duyar duymaz derhal Mekke’ye gidip
onunla görüştü ve Müslüman oldu. Rasûlullah’ın
yanında kalmak istediyse de Hz. Peygamber
(s.a.v) ona şartların müsait olmadığını, evine dön-
mesini ve İslâmiyet’i açıkça tebliğ etmeye başladı-
ğını duyunca tekrar gelmesini söyledi. O da ailesi-
nin yanına döndü. Nihayet Mekke’nin fethinden
kısa bir süre önce Medinelilerden halkın büyük
bir coşkuyla İslâm dinini kabul ettiğini öğrenince
derhal Medine’ye hicret etti.
Hadisleri : Yüce Allah şöyle buyurdu: “Be-
nim rızam için birbirlerini sevenlere muhabbe-
tim haktır; Benim için saf tutanlara muhabbetim
haktır; Benim için birbirlerini ziyaret edenlere
muhabbetim haktır; Benim için birbirlerine bol-
ca harcayanlara muhabbetim haktır; Benim için
birbirlerini sevenlere muhabbetim haktır; Benim
rızam için birbirleriyle yardımlaşanlara muhab-
betim haktır.”
Kırk Hadis
OtuzdörtüncüHadis
Yorum
“(Cenab-ı Hak): ‘Ben, kalpleri kırılmışların ve kabirleri
belirsiz olanların yanındayım.’ (buyurmuşlardır.)”
(Sehâvî, Mekâsid, s. 96; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I/203)
Türkçe Açıklaması
Tezhib: Şehnaz Özcan
(Şeyh Hamid-i Veli, Kırk Hadis, (Haz: Prof. Dr. Enbiya Yıldırım), Nasihat Yayınları, 2007.)
“Dünyada kalbin kırık olması ahirette sarılması, hayat ve ölüme yönelik vurdumduymazlık izlerinin yok olması ise kulun Allah haricindeki bağlardan kurtuluşu ve Ehadiyet tecellisiyle
Yüce Yaratıcı tarafından tercih edilmesi demektir.”
Şeyh Hâmid-i Veli / Somuncu Baba (k.s)
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
AMR B. ABESE (R.A.)
Kaynaklar: İstîâb, I. 369-370; İsâbe, IV. 658-660; Üsd, I. 858-860; DİA, III. 66; İbn Sa’d, Tabakât, IV. 214-218; Nübelâ, II. 333-335. Ahmed, Müsned, IV. 111-114; IV. 385-387; Hâkim, Müstedrek, III. 68.*. Prof. Dr.
RUH SAĞLIĞIİbadetlerle
“İslâm dininin ideal insan olarak açıkladığı davranış özelliklerine sahip
kimseler, yukarıda belirtilen ruh sağlığı yerinde birey olma kriterlerine
uygundur. Bu bağlamda bakıldığında, dinimizin bütün bu özellikleri
geliştirmeyi teşvik etmiş, olumlu ve olgun bireyler oluşturmayı hedeflemiş
olduğu görülmektedir.”
Kasım 201064 65
Ruh sağlığı,
psikolojide;
duygusal ve
sosyal olgunluk, bireyin ken-
disi ve çevresiyle barışık olma-
sı, hayatın sorumluluklarına
dayanma gücü, karşılaştığı so-
runları çözebilme, kişinin ha-
yat gerçeğini kabul etmesi ve
korkmadan yüzleşebilmesi, razı
olma ve mutluluk hissi duyabil-
mesi gibi yaşantılarla açıklanır.
Ruh sağlığı yerinde olan bir bi-
rey ise, özetle kim olduğunu,
kim olmak istediğini bilen, ken-
dine ve başkalarına karşı dü-
rüst davranabilen, iç dünyasıy-
la arasında mesafeler olmayan
ve doğal davranabilen, yapma-
sı gereken işi en güzel şekilde
yapabilme konusunda cesaret
ve çalışma gücü olan, yaşadık-
larını uzun boylu savunma me-
kanizmalarına başvurmadan
kabullenebilen kimsedir. Bu
özelliklere sahip olan kimse-
ler, kendi varlıklarını kabulle-
nip, bir birey olarak değerini
hisseder, gücünü kavrar, kapa-
sitesini bilir ve başkalarını tanı-
yıp, onlarla kendisi arasındaki
farkları kabullenir. Bunun so-
nucunda da başkalarıyla ilişki-
lerinde iyi ve doyurucu olur ve
olgun bir kişiliğe sahiptir.
İslâm dininin ideal insan
olarak açıkladığı davranış özel-
liklerine sahip kimseler, yuka-
rıda belirtilen ruh sağlığı ye-
rinde birey olma kriterlerine
uygundur. Bu bağlamda bakıl-
dığında, dinimizin bütün bu
özellikleri geliştirmeyi teşvik
etmiş, olumlu ve olgun bireyler
oluşturmayı hedeflemiş olduğu
görülmektedir. Yüce Allah’ın ve
Peygamberimiz (s.a.v.)’in emir
ve yasaklarına uygun yaşayan
inançlı bir insanın ruh sağlığı-
nın yerinde olacağı aşikârdır.
Çünkü böyle bir insan, haya-
tın riskleri karşısında, olum-
lu davranabilme gücünü inan-
cından alır. İnanan bir insan
için bu dünya, her şeyden önce
bir imtihan yeridir. Çeşitli acı-
lara ve sıkıntılara sabretmek,
öldükten sonra karşılıksız bı-
rakılmayacak ve ödüllendiri-
lecektir. Ayrıca İslâm’ın her-
kes için sevgi, hoşgörü ve ahlak
üzere temellendirilmiş bir dün-
ya oluşturma çabası da, hem bu
dünyada, hem de ahirette insa-
nın huzur ve mutluluğuna katkı
sağlar. Böylece Allah’a inanan
bir insan, hem kendisi, hem
de diğer insanların mutluluğu
için çalışır. Karşılaştığı zorluk-
lar karşısında Allah’ın gözetim
ve korumasında olduğunu bilir.
Nitekim Allahu Teâlâ; “İmana
ermiş olan ve zulüm işleyerek
imanlarını karartmayanlar,
işte onlardır güven içinde ola-
cak olanlar; çünkü doğru yolu
bulanlar onlardır”1 buyurarak,
inananlara manevî dinamizm
katar. Kur’an bu dinamizmi tak-
va kavramıyla açıklar. Takva;
insanın, Allah’ın emrettikleri-
ni yapıp, yasaklarından kaçına-
rak kendini kötü davranışlar-
dan korumasıdır. Takva sahibi
bir mümin, yaptığı işlerde, doğ-
ruluk ve adalete uyar. İnsanlar-
la iyi ilişkiler kurar. Düşmanlık
ve haksızlık yapmaktan kaçınır.
Çünkü o, yaptığı bütün işlerde
Yüce Allah’a yönelmekte, onun
hoşnutluğunu arzulamakta-
dır. Bu yüzden de takva, insa-
nı iyi ve güzel davranışlar yap-
maya götürür. Olumlu ve kâmil
bir kişilik geliştirmeyi sağlar.
PsikolojiMustafa Doğan KARACOŞKUN*
“İbadetler, sadece belirli zaman ve mekânlarda
yapılan mekanik ve hayatın belirli anlarında var
olan bir teknik durum değildir. Mümin, ihtiyaç
duyduğu yahut arzuladığı her an Yaradan’ına
yönelerek ibadet edebilir.”
Kasım 201066 67
Dolayısıyla Allah, bizlerden tak-
va sahibi olmamızı isterken, ru-
hen sağlıklı ve mutlu olmamızın
yolunu da göstermektedir. Nite-
kim takva, görünen ve görünme-
yen tüm davranışları Allah’ın rı-
zasına göre düzenlemektir. Tüm
benliğin bu huzur ve güven at-
mosferiyle kuşatılmasıdır. Böyle
olunca sadece içteki inanma de-
ğil, bu samimi inançla bağlantı-
lı olarak yapılacak olan ibadetler
de önemli olacaktır. Aksi halde
yapılacak olan, “Kutsal varlık”
- “var olan ben” çatışmaları ne-
deniyle birey tam bir iç huzuru
elde edemeyecektir. “Var olan
ben”i “ideal ben”e, yani Allah’ın
rızasına uygun işler yapmaya ve
özellikle temel ibadetleri sami-
miyet ve süreklilikle yerine ge-
tirmeye çalışmadıkça, mümin
kimseler, ruh sağlığı konusun-
da yer yer kendilerini güçlü his-
sedemeyebilirler. Bu nedenle,
ruh sağlığını koruyabilmenin
en önemli dinamikleri, samimi
inançtan kaynaklanan sürekli
ibadetlerdir.
İbadetler Duadır
İbadetler, Allah’la ilişki kur-
ma, ona yaklaşma ve ondan yar-
dım dileme halidir. Bireyin tüm
benliği ile Allah’a yönelmesi ve
Allah’ı anması yönüyle aslında
bütün ibadetler bir tür duadır.
Nitekim Sevgili Peygamberi-
miz (s.a.v.): “Dua ibadetin ken-
disidir” dedikten sonra şu ayeti
okumuştur; “Rabbiniz buyurdu
ki; Bana dua edin. Duanızı ka-
bul edeyim. Bana kulluk etmeyi
büyüklüklerine yediremeyen-
ler, yarın horlanmış olarak Ce-
henneme gideceklerdir.”2
İbadetler, sadece belir-
li zaman ve mekânlarda yapı-
lan mekanik ve hayatın belir-
li anlarında var olan bir teknik
durum değildir. Mümin, ih-
tiyaç duyduğu yahut arzuladı-
ğı her an Yaradan’ına yönele-
rek ibadet edebilir. En azından
Yaradan’ını tefekkür etmesi,
ona dua etmesi, ona olan mu-
habbet ve bağlılığı nedeniy-
le gözyaşı dökmesi, Allah rızası
kaygısıyla çoluk çocuğuna he-
lalinden rızk temin etmeye ça-
lışması, bir insana merhamet
ve yardım etmesi vb. hepsi mü-
min için birer ibadettir. Önem-
li olan samimi olmak ve yapılan
her işte Allah’ın rızasını gözet-
mektir. Zaten bu derece Allah
rızasını gözeten insan, beş vakit
namaz, oruç, hac, zekât gibi bir
mümin için zorunlu olan diğer
ibadetleri de ihmal etmeyecek-
tir. Çünkü bunlar çok sevdiği ve
bağlandığı Yaradan’ın ona yük-
lediği vazgeçilmez sorumluluk-
ları arasındadır. Ayrıca zaten
inanan bireyin sığınabileceği
ve yardım görebileceğini umut
ettiği güç sahibi Yüce Varlık,
en çok ibadet anında hissedil-
mekte ve yaşanmaktadır. Özel-
likle sessiz bir köşede, imkân
varsa bir mescit yahut camide
önce namaz kılıp sonra dua et-
mek, insana rahatlık, huzur ve
güç katar. Sıkıntıları aşmada,
en büyük psikolojik desteklerin
başında gelir. Çünkü zaten çoğu
kez sıkıntılar, bizim algılama-
mızla ilgilidir. Eğer sorunların,
sıkıntıların üstesinden gelebile-
ceğimize inanır ve Allah’ın izni,
yardımı ve desteği ile kendimizi
daha bir güçlü hissedebilirsek
ruh sağlığımız bu durumdan
olumlu etkilenecektir. Nitekim
Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de
şöyle buyurur: “Başa gelen her
musibet, Allah’ın izniyledir.
Kim Allah’a inanırsa, Allah
onun kalbini doğru düşünceye
iletir. Allah her şeyi bilendir.” 3
Her şeyden önce, insana
güç veren en önemli psikolojik
güdü umuttur. İnsan, umutsuz
yaşayamaz. Bu nedenle ibadet-
lere ve duaya sarılan kimseler,
Yüce Allah’ın yardımı ve des-
teği konusunda ümitli kimse-
lerdir. Her şeyin ancak Allah’ın
dilemesiyle olduğunu ve korku-
lacak bir şey olmadığını ibadet-
ler vasıtasıyla hissederek inan-
cını yaşayan kimseler kavrar.
Yaşadığı tüm sıkıntı ve güçlük-
ler, onun umudunu ve hayata
bağlılığını yok etmeye yetmez.
İman eden kişi bilir ki, Allah
her zaman kendisiyle beraber-
dir ve o kişinin yardımcısıdır.
Ona göre, bilen, duyan ve an-
layan öylesine yüce ve büyük
bir güç vardır ki, ondan baş-
ka çare ve umut kapısı yoktur.
Yaşarken de ona muhtaçtır in-
san, öldükten sonra da. İnanan
bir insan bilir ki, Yüce Allah’ın
yarattıklarına karşı merhame-
ti sözlerle anlatılamaz. Hiçbir
insan ondan daha merhamet-
li olamaz. O halde, O’na iba-
det etmekten, O’ndan destek ve
yardım istemekten daha rahat-
latıcı, O’nu içimizde hissetmek-
ten daha huzur verici bir şey
düşünülebilir mi?
İbadetlerin psikolojik des-
tek sağlayıcı işlev alanlarından
biri de, insandaki özgüven ve
dış dünyaya güveni tesis etme
ve geliştirme özelliğidir. İnsa-
nın kendini güvende hissetme-
si de, stres ve kaygılardan uzak
bir hayat yaşayabilmenin temel
şartlarından biridir. Psikolo-
ji alanında yapılan araştırma-
lara göre, bu güven duygusu,
insanda bebeklik döneminde
başlar. Bu dönemde kazanılan
güvene “temel güven” adı ve-
rilir. Anne-babası ve kendisiy-
le ilgilenen diğer yetişkinlerin
arasında, bu yaşlarda sağlıklı
bir güven duygusu geliştirebil-
miş olan kimseler, hayatlarının
ileriki dönemlerinde de kazan-
dıkları bu temel güven duygu-
sunu geliştirerek ruhen sağlıklı
bir birey olmayı başarabilirler.
Ancak zamanla, her şeye gücü-
nün yettiğini düşündükleri an-
ne-babaları ve diğer yetişkin-
lerin, pek çok konudaki acizlik
ve yetersizliklerini keşfedecek
olan insan, her şeye gücü ye-
ten ve hiç kimsenin yardımına
muhtaç olmayan daha temel ve
esaslı bir güven kaynağına ihti-
yaç duyacaktır.
İman Strese Kalkandır
İşte bu çerçevede, küçüklükten
itibaren Allah’a imanı kişilik
ve benliğine yerleştirebilen
insanlar, stres ve ruhsal
rahatsızlıklardan korunma
noktasında önemli bir kazanım
içinde olduklarını daha iyi
anlayacaklardır. Nitekim
yukarıda da mealini verdiğimiz
bir ayette Allah (c.c.) şöyle
buyurur: “Başa gelen her
musibet, Allah’ın izniyledir.
Kim Allah’a inanırsa, Allah
onun kalbini doğru düşünceye
iletir. Allah her şeyi bilendir.”4
Sonuç olarak, güçlü dinî
inancı olan ve buna bağlı ola-
rak samimiyetle ibadetlerinde
devamlı olan mümin bir insan,
ruhunun iaşe ve ibadetleri-
ni onu doyuracak şekilde kar-
şılayabilen ruh sağlığı yerin-
de kimsedir. Böyle bir kimse,
başka seçeneklere ihtiyaç duy-
mayan sağlam bir kişilik ve ka-
rakter sahibi olup, kendini gü-
ven içinde hisseden, kendi güç
ve kabiliyetlerine güvenen, ce-
saretli, girişimci, gözü tok ve
sabırlı olacaktır. Peygambe-
rimizin ifadesiyle hiç ölmeye-
cekmiş gibi yaşama bağlı, ama
aynı zamanda yarın ölecekmiş
gibi ahiretini unutmayandır.
Yani ruhunun iaşe ve ibatesi-
ni ibadetlerle karşılayarak onu
doyuran mümin kimseler, ken-
disi ve çevresiyle barışık, den-
geli ve olgun birer kişilik ola-
rak ruh sağlığı yerinde bireyler
olurlar.
*, Doc. Dr.
1 6/En’am, 822 Tirmizi; Ayet, 40/Mümin, 603 11/Teğabun, 284 11/ Teğabun, 28
Dipnot
Kasım 201068 69
Doğu Anadolu Bölgesinde tarihî
İpek Yolu üzerinde kurulmuş
önemli bir yerleşim yeri olan
Erzincan, tarih boyu önemli olaylara sahne ol-
muş, birçok dönemde ticaret ve sanat alanında
sesini duyurmuş yerleşim merkezlerinden olup;
siyasî, sosyal ve kültürel yönlerinin yanı sıra, Sel-
çuklular ve Osmanlı döneminde Anadolu’nun
önde gelen ticari merkezlerinden biri olmuştur.
Stratejik bir konumda bulunması sebebiyle bir-
çok devlet arasında mücadele konusu olan Erzin-
can kültür ve refah seviyesi yüksek olan bir şehir-
dir. Zamanında burada yetişen ilim, edebiyat ve
devlet adamlarının Anadolu Selçuklu Devleti’nde
önemli görevler aldıkları bilinmektedir.
Anadolu şehirleri içinde tasavvufi hayatın
önemli merkezlerinden biri olan Erzincan’da; ya-
kın zamana kadar Mevlevî, Kadirî, Nakşî, Halvetî
tekke ve zaviyelerinin bulunduğu bilinmektedir.
Bu yoğun tasavvufî hayatın gelişmesinde şehrin
hemen her mahallesinde meskûn olan Hz. Pey-
gamber (s.a.v)’in soyundan gelen seyitlerin mev-
cudiyeti önemli katkı sağladığı bir gerçektir.
Pir Muhammed Erzincanî
Pir Muhammed Erzincanî, Erzincan’ın Ker-
liç Kasabasında doğdu. Döneminin en seçkin
müderrislerinden idi. Gördüğü bir rüya üzerine,
Bakü’ye gidip, Seyyid Yahya Şirvani’ye intisab
etti. Tarikatta icazetini aldıktan sonra, Erzincan’a
dönerek inşa ettiği mescid ve dergâhta insanları
terbiye etmeye, kalplerine Allah aşkını yerleştir-
meye çalıştı.
Çoğunlukla Kaleriç’te kalan Pir Muhammed
Cuma günleri Erzincan’a gelir, Cami-i Kebirde in-
sanlara vaaz ve nasihatte buldu.
Pir Muhammed Erzincanî Hazretleri
Erzincan’da meydana gelen bir deprem sırasın-
da vefat etti. Kabri Cami-i Kebir (Ulu Cami) ya-
nındadır.
Terzi Baba
Terzi Baba Erzincan’ın yetiştirdiği büyük veli-
lerdendir. Asıl ismi Muhammed Vehbi’dir. Hayyât
Vehbi diye de meşhur olan Terzi Baba, 1780 yılında
Erzincan’da doğdu. 1847 yılında yine Erzincan’da
vefat etti.
Erzincan’ın manevî bekçisi, Erzincanlının hik-
met ve himmet elçisi, vefatından sonra kendi
imkânlarıyla yaptırıp ilim ve irfan mektebi ola-
rak kullandığı dergâhının olduğu yere defnedildi.
Halen burası Terzi Baba kabristanlığı olarak anıl-
maktadır.
Örnek Hayat Yusuf HALICI Terzi Baba ge-
rekli temel dinî bil-
gileri tahsil ettikten
sonra anne ve babası tara-
fından bir sanat sahibi olması
için bir terziye emanet edilmiş ve
daha sonra sanatından aldığı lakabıy-
la meşhur olmuştur. Mesleğini yaparken
bile ibadetini hiç terk etmez, yaptığı işin üc-
retini verenden alır, vermeyene de hakkını helal
ettiği gibi eğer ihtiyaç sahibi biriyse kendisi yar-
dımda bulunurdu. Dünyaya hiç rağbeti olmayıp
ahirete meyli çok fazla olan Terzi Baba nefsinin
arzu ve isteklerini yerine getirmeme noktasında
azamî gayret gösterirdi. Dikiş dikerken, iğneyi ku-
maşa her batırış ve çıkarışta dili ve kalbi ile Allah
Teâlâ’yı zikrederdi. Halim selim ve mütevazı bir
kişiliği olan Terzi Baba hiç kimseyi kırmaz, incit-
mezdi. Hâlini insanlardan gizler kimsenin, hâlini
bilmesini istemezdi. Fakirleri çok sever ve bu sev-
gisini açıkça belli ederdi.
Altın Silsilenin Altın Halkalarından olan
Mevlânâ Halid-i Bağdadî Hazretlerinin halife-
lerinden Abdullah-i Mekkî Hazretlerinin, hoca-
sından aldığı emaneti Terzi Babaya vererek him-
metle nazar etmesi onun kemale ermesine vesile
oldu.
O günden sonra Terzi Baba’nın hâli değişti.
Manevî feyizler deryasına daldı. Her konuştuğu
hikmet, her bakışı ib-
ret olmuştu. İnsanlar
Terzi Baba’nın bu hâlini
fark edince ondan istifade
etmek için sohbetlerine katıl-
maya başladılar. Gelip sohbeti-
ni dinleyen hayran oluyor, bu dün-
yadan uzaklaşıp, Allah’a yaklaşıyordu.
Terzi Baba’nın Miftâh-ul-Kenz isminde
manzum bir eseri vardır.
Hacı Muhammed Samî Efendi (Piri Samî)
Piri Samî diye de bilinen Hacı Muhammed
Samî Efendi son asırda Anadolu’da yetişmiş veli-
lerdendir. 1848 yılında Erzincan’ın Selüke (Yeşil-
çay) Köyünde dünyaya gelmiştir.
Dönemin âlimlerinden daha çocuk yaşlar-
da aldığı derslerden sonra İstanbul´a gitmiş,
İstanbul’da dönemin medreselerinde ilim tah-
sil etmiştir. İcazetini alarak Erzurum´un Hınıs
ilçesinde bulunan medreseye müderris olarak
tayin edilen Piri Samî burada sohbetinden et-
kilendiği Abdurrahman Tagi Hazretlerini tanı-
dıktan sonra ilminin yeterli olmadığını anlamış
ve Tagi Hazretlerinin dergâhına koşmuştur.
Abdurrahman Tagi Hazretlerinin tasavvufî
terbiyesi altına giren Muhammed Samî Efendi
gece gündüz dergâhta hizmet etmiş bir yıl sonra
da Tagi Hazretleri tarafında Erzincan´a gönderi-
lerek halkı irşatla görevlendirilmiştir.
Sami hazretlerinin kısa bir sürede halife olma-
sı diğer talebeler arasında huzursuzluk meydana
getirmiş ve bunun üzerine Tagi Hazretleri o ta-
lebelerine, “Erzincanlı Hocanın, buraya gelirken
sobasının içi odunla zaten doluydu. Bize sadece
ateşi yakmak kalmıştı, onu yaktık.” buyurmuştur.
Abdurrahman Tagi Hazretlerinin kendisi hak-
kında, “Sami Efendi bu dergâhtan çok mane-
VELİLERİERZİNCAN
HAZAN MEVSİMİ
Yapraklar dökülende heyhat güz mevsiminde, Gözlerin ufuklara mıhlandığı zeminde, Ölümle pençeleşen hastanın son deminde, Şakağından süzülen boncuk boncuk teriyim. Ben hüzün şairiyim, ben hüzün şairiyim!
Gün tepeden aşarken vakit akşam olanda, Gündüzler gecelere gönülsüz ram olanda, Gurbetteki yiğidin neşesi gam olanda, Yüreğim lav püskürür sanki mahşer yeriyim. Ben hüzün şairiyim, ben hüzün şairiyim!
Yokluktan üzerine dağ devrilen yoksulun, Kimsesiz kollanmaya muhtaç yetimin dulun, İçtenlikle Allah’a yalvaran naçar kulun, Ahını can özümde duyan özge biriyim. Ben hüzün şairiyim, ben hüzün şairiyim!
Bir yanık türkü duysam o an efkârlanırım, Kendi iç denizimde tufan koptu sanırım, Ve başka alemlere tehcire zorlanırım, Gönüllerden gönüle sürgün gönül eriyim. Ben hüzün şairiyim, ben hüzün şairiyim!
Ahmet Süreyya DURNA
Kasım 201070 71
vi feyz aldı. Bi-
raz daha kalsa bizim
dergâhtaki manevi feyz-
den size bir şey kalmaya-
caktı.” buyurması onun ulaştığı
manevî mertebenin büyüklüğü açı-
sından önemlidir.
Piri Sami Hazretleri Erzincan´a döndük-
ten sonra açtığı dergâhında binlerce talebe yetiştir-
miş, kurduğu vakfı kanalıyla da yoksulları, fakirle-
ri ve kimsesizleri korumuş ve kollamıştır. 64 yıllık
ömrünü insanlığa hizmetle geçiren Allah’ın sevgili
kulu, 1912 yılında dar-ı bekaya irtihal etmiştir.
Kabri Eski Erzincan’da Terzi Baba Mezarlığına
giden yol üzerindeki dergâhın bahçesindedir.
Şeyh Mustafa Fehmi Erzincanî
Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlik-
te muhtemelen 1805-1810 seneleri arasında doğ-
muş olmalıdır.
Mustafa Fehmi Erzincanî Hazretleri uzun boylu,
ince zayıf yapılı, buğday benizli, nurani yüzlü idi.
Tevazu sahibi, alçak gönüllü olup kendine talebe
olmak için gelenlere; “Bizim gibi zavallı birinin der-
vişi mi olur, biz kendimiz dervişiz. Ancak, İhvan-ı
din gelip gönüller öyle arzu ediyor, fakir de elinden
tutup Hocam Vehbi Hayatt hazretlerinin sürüsü-
ne katıyorum. Yalnız; fakirin hizmeti dışarıda ka-
lan koyunları birer bi-
rer Hazreti Hayyat’ın
sürüsüne katmaktır. On-
dan ötesine karışmam. O sü-
rünün çobanı vardır. Benim işim
onlara teslimdir.” derdi.
Manevi kuvvet ve kudreti çok yük-
sek olan Mustafa Fehmi Efendi, sade-
ce Erzincan’ın değil, İslâm âleminin ve
Anadolu’nun yetiştirdiği ender velilerden, örnek
insanlardan biridir. Kendisi Muhammedî ahlâka
sahip olduktan başka, devletin iç ve dış işlerini bi-
lir, ülke olarak hastalığımızı ve sebeplerini anlamış,
uyanık, siyasi kâmil bir insan idi.
Vatan, millet ve mukaddesat söz konusu oldu-
ğu zaman, gözünü daldan budaktan esirgemeyen,
cihat farizasını hakkıyla yerine getiren bir zattır.
Nitekim 1853-56 seneleri arasında cereyan eden
Kırım harbinde, Ruslar’ın Kars’ı muhasarası esna-
sında cihat farizasını yerine getirdiği gibi, 93 harbi
olarak bilinen Osmanlı-Rus savaşına da iştirak ede-
rek, ilerlemiş yaşına rağmen büyük yararlıklar gös-
termiştir.
İlme büyük önem veren Mustafa Fehmi Haz-
retleri, özellikle şehirlerden önce köylerin okullara
kavuşması gerektiği fikrini savunmuş, mektebi ol-
mayan köylere mektep yapmak için bizzat yardım
toplamış, bu yolda halka yüzsuyu dökmeyi de ken-
disine mukaddes bir hizmet saymıştır.
Konağında ve sofrasında her zaman beş on mi-
safir ve garip bulunur, bunların hepsine bizzat hiz-
met etmesini severdi.
Bütün güzellikleri ve Müslüman bir kimsede
bulunması lâzım gelen vasıfları şahsında toplayan
bu güzel insan, 1882 senesinde üçüncü defa gittiği
Mekke-i Mükerreme’de hac farizasını yerine geti-
rirken hastalanmış ve bir süre hasta yattıktan son-
ra yine Mekke’de vefat etmiştir. Kabri Mekke’de,
Cennetü’l Mualla kabristanlığında, Hazreti Hatice
Validemizin kabrinin ayakucundadır.
Kasım 201072
KAVGADANKAVGADAN
SEVGİYESEVGİYE
73
Tasavvufî muhitlerde çokça zik-
redilen bir hadiste “Nefsini bi-
len Rabbini bilir” ifadeleri ken-
dini bilen/tanıyan, Rabbini bilmiş/tanımış olur
anlamlarına da gelir. Kişinin kendisini bilmesi,
tanıması büyük bir meziyet olarak kabul edilir.
Yunus’un;
“İlim, ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır”
mısraları da aslında söz konusu hadisin bir şer-
hi olarak görülmelidir. Tasavvufun bir gayesi de
insanın kendisini tanıma ve buradan Rabbini ta-
nıyarak çeşitli sınavlardan geçerek, çileli bir yol-
da mesafeler kat ederek mükemmel insan olma
çabasıdır. İnsanın dünyaya geldiği andaki saflık
ve masumiyeti tekrar elde edebilme uğraşıdır.
Buna ulaştığı anda da Rabbini gereği gibi tanıma
imkânına ermiş olur.
Dünyaya gelişteki aslî sebebe ulaşma kolay ve
sıradan bir iş değildir. Yine Yunus’un ifadeleriy-
le söylersek;
“Ben gelmedim davî içün
Benim işim sevi işi
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim”
mısralarının anlamıdır bu gaye.
İnsan dünyaya bir dava, bir kavga için gelme-
miştir. Onun işi sevgi olmalıdır. Yaratılana bir
nazarla bakma, yaratılanı Yaratan’dan dolayı hoş
görmeye yönelik olmalıdır. Galip Dede bunu;
“Hoşca bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen”
beytiyle ifade eder ki buna göre insan, âlemin
özü ve kâinatın gözbebeğidir.
Âlemin özü ve kâinatın gözbebeği olan in-
sanın gördüğü her eşyaya bir nazarla baka-
bilmesi için kendini tanıyarak, sevgiyi ön-
celeyip, kendisiyle barışık olması gerekir.
Çünkü sevgi biraz da insanın kendisiyle ba-
rışık olmasıyla ortaya çıkar.
Toplumda gördüğümüz olayların birçoğu
kendisiyle, kendi içinde kavgalı olan insanlar
tarafından ortaya çıkmaktadır.
Bürosuna gelen bir hastaya psikologun
“Neyin var?” sorusuna hastanın verdiği ce-
vap da oldukça ilginçtir: “Hiçbir şeyim yok
fakat kendimle kavgalıyım”.
Mükemmel insana ulaşma yolunda insa-
nın içerisinde bir çatışma elbette olacaktır
fakat bu dışa zulüm ve şiddet şeklinde yansı-
yan bir kavga olarak değil insanın kendi nef-
siyle mücadele şeklinde olmalıdır.
Bütün bunlardan hareketle tekrar hadise
dönersek, insan “âdem” olma yolunda ken-
dini tanımakla Rabbini tanımaya ulaşacak ve
buradan da muhabbetle dolu olarak yaratı-
lan her şeye aynı nazarla sevgi ile bakabile-
cektir. Çünkü;
“Muhabbetten Muhammed oldu hasıl
Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl”
ifadelerinde de belirtildiği gibi Allah, mu-
habbetle Hz. Peygamber (s.a.v)’i yaratmış ve
diğer her şeyi onun nurundan var etmiştir.
İnsana düşen de muhabbeti yaymaktır, kav-
ga ve şiddeti değil. * Doç. Dr.
EdebiyatAlim YILDIZ*
Kasım 201074
Zekâyı Gelİştİrmek
75
Zekâ ne kadar çok
çalıştırılırsa o
oranda güçlenir.
Şemsiye gibi, ne kadar çok açar-
sanız o oranda geniş bir alan
elde edersiniz. Zekâya egzersiz
yaptırmanın yollarını şöyle sı-
ralayabiliriz:
Dinlediğini ve okuduğunu
yorumlama, kelime ezberleme,
kelime ezberlemenin en kolay
yolu da kitap okumaktan geçer.
Problem çözme ve bolca kitap
okumamız gerekir.
Öğrendiğimiz bilgilerin hafı-
zamızda kalması için neler ya-
palım?
Öğrenilen bilgilerin öne-
mine inanmalı, bilgileri karşı-
laştırarak ilgi kurmalı, bilgile-
ri sürekli tekrar etmeli, bilgileri
şekil, şema, resim ve grafikler-
le süslemeli, bilgileri yerinde ve
zamanında uygulamalıdır. Ar-
tık günümüzde bilgileri öğret-
mek yeterli olmuyor, öğrenme-
yi öğretmek gerekiyor. Hafızayı
güçlü kılmak için gözü kötü ve
çirkin şeylerden korumak gere-
kir.
Değerli fikir adamlarımız-
dan Mahir İz’e öğrencileri,
“Efendim nasıl oluyor da kırk-
elli yıl önceki olayları daha dün
olmuş gibi hatırlayabiliyorsu-
nuz” dediklerinde;
- Bize eğitim verenler gözü-
müzü kötü ve çirkin şeylerden
korumamızı öğrettiler. Yürür-
ken biz sadece önümüze baka-
rız. Şimdiki nesil yolda yürür-
ken gözünü sakınmıyor. Göz
korunmaz, kötülüğe bakarsa o
zaman hafıza zayıflar, diyor.
Atalarımız kıssadan his-
se almamızı öğütlemiyor mu?
Okuduğumuz, dinlediğimiz,
gördüğümüz her şeyden bir
ders çıkarmalıyız. Ders çıkar-
mak yetmiyor, onu hayatımıza
uygulamamız gerekiyor. Rab-
bimizin bize verdiği akıl, zekâ,
hafıza hepsi birer emanettir.
Akıllı insan emanete hıyanet
etmez.
Ben Bu Şiiri Biliyorum
Osmanlı padişahlarından
Yavuz Sultan Selim’in hafıza-
sı çok kuvvetliymiş. Bir dinle-
diğini anında ezberlermiş. Şa-
irin biri yeni yazdığı bir şiiri
padişahın yanında okur. Padi-
şah şaire:
- Okuduğunuz şiiri ben bi-
liyorum. İsterseniz bir de ben
okuyayım der ve şiiri okur. Şair
şaşkınlık içinde kalır.
- Efendim, nasıl olur! Bu
şiiri yeni yazdım. Benden
başka birinin bilmesi müm-
kün değil der. Padişah yanın-
daki vezire bakar. Vezir de:
- Efendim, bu şiiri ben de
biliyorum der ve o da okur.
Şair ne olduğunu anlayamaz
Eğitim Ali ÖZKANLI
“Osmanlı padişahlarından Yavuz Sultan Selim’in hafızası çok
kuvvetliymiş. Bir dinlediğini anında ezberlermiş. Şairin biri yeni yazdığı
bir şiiri padişahın yanında okur. Padişah şaire: ‘Okuduğunuz şiiri ben
biliyorum. İsterseniz bir de ben okuyayım’ der ve şiiri okur.”
Kitaplık
Hazreti Peygambere Şiirler
Mustafa AKGÜN
Akgün Yayıncılık
Tel: 0532 620 11 37
Tasavvufi Düşüncede
İnsân-ı Kâmil
İsa ÇELİK
Kaknüs Yayıncılık
Tel: 0216 492 59 74
Târih ve Tasavvuf Sohbetleri
Nihad Sâmi BANARLI
Kubbealtı Yayınları
Tel: 0212 516 23 56
Son Osmanlı Vahdeddin
İsmail ÇOLAK
Nesil Yayınları
Tel: 0 212 551 32 25
Kırk Mektup
M.Fatih ÇITLAK
Sufi Kitap
Tel: 0212 511 24 24
77Kasım 201076
bir halde büyük bir şaşkınlık
içindeyken, padişahın yanın-
dakilerde sırayla şiiri okur-
lar. Şair şaşkınlıktan konu-
şamaz hale gelir. Şairi daha
fazla şaşkınlık içinde bırak-
mamak için işin gerçeği an-
latılır.
Padişah kendisine okuna-
nı bir kez dinlemeyle ezber-
leyebilmektedir. Yanındaki
vezir iki kez okunanı ezber-
lemekte, diğerleri de artan
sayılarda ezberleyebilmek-
tedirler. Şair bunu öğrenin-
ce rahat bir nefes alır. Ebu
Hureyre (r.a) duyduğu bir şeyi
ikinci bir defa tekrar etmeye
lüzum kalmadan ezberlermiş.
İmam-ı Şafi Hazretleri “Duyup
da unuttuğum bir şeyi hatırla-
mıyorum” dermiş. Hadis üs-
tatlarından büyük imam hafıza
dâhisi biriymiş. Bir milyon ha-
disin ezberinde olduğu söylen-
mektedir. Peygamberimizin va-
hiy kâtibi olan Zeyd bin Sabit 15
günde İbraniceyi mektup yazıp
tercüme edecek kadar öğren-
miştir.
Beynimizi Tanıyor muyuz?
Uzmanların verdikleri bil-
gilere ve yapılan araştırmala-
ra göre; İnsan beyni ortalama
olarak yaşam boyunca 100 tril-
yon bilgiyi hafızasına alır. Be-
yinde 100 milyar sinir hücresi
olup, kapasitesi 86 milyar yeni
bilgiyi depo edebilecek yapıda
olup, aldığı yeni bilgiyi önemli
görürse kaydeder, önemli gör-
mezse 15 saniye içinde siler.
Beyin yaşlanmaz. Bilim adam-
ları birçok kişinin beyninin an-
cak % 4-8’lik kısmını kullandı-
ğını söylüyorlar. Beynin sağ ve
sol yarım kürelerinin farklı öğ-
renme ve işleme özellikleri ol-
duğu bilinmektedir.
Zekânın gelişmesine kişi-
nin kültürel alt yapısı, kalıtım
ve inancın etkisi vardır. Daha
hafıza tekniklerine uygun ders
teknikleri geliştirilmeden çoklu
zekâ teorisi gündeme geldi. Ar-
tık buna göre eğitim teknikleri
ve yöntemleri belirlenmelidir.
Milli Eğitim Bakanlığının müf-
redat programlarını değiştirip
geliştirme çalışmalarını umut
verici çalışmalar olarak görüyo-
rum.
Beyin mucizevî bir orga-
nımız, en büyük hazinemiz-
dir. Başarı ve başarısızlık be-
yinle mümkün oluyor. Beyin
11 boyutu olan bir bilgi ma-
kinesi. İnsanoğlu şu an beyin
teknolojisinin çok gerisinde-
dir. Beyinin öğrenme kapasi-
tesini ölçmek mümkün değil-
dir. Beynin kapasitesinin aklın
alamayacağı ölçüde sınırsız ol-
duğunu bilim adamları söylü-
yor. Beynimize adeta dünya-
nın bir modelidir diyebiliriz.
Beyin yaklaşık 120 milyar
nörondan oluşan muhteşem
bir organ. Mercimek büyüklüğündeki
bir hafızaya 90 milyon kitaplık bilgiler
sığabiliyor. İnsan aklının alması zor gö-
rülüyor. Bir insan beynini tam kapasite
ile çalıştırırsa dünyanın en akıllı adamı
olur. Bugün dahiler bile beyinlerinin an-
cak % 10-15’lik, ilim adamları, % 4-5’lik,
normal bir vatandaş ise ancak %1’lik bö-
lümünü kullanabilmektedir.
Kahvaltı Yapın Beyniniz Güçlensin
www.hekimce.com sitesinde yayınla-
nan habere göre; Boston Tufts Üniver-
sitesinde bir grup bilim adamının yaptı-
ğı araştırmada kahvaltı yapmanın beyni
güçlendirdiği, günde 1 dakika zihin jim-
nastiğinin beyin gücünü artırdığı, diyet-
lerinde zengin demir alan öğrencilerin
diğerlerine göre IQ’sunun daha yüksek
çıktığı, 500 öğrenci üzerindeki araştır-
mada kahvaltıda tahıl türü yiyecekler,
yumurta ve peynirle beslenenlerin sı-
navlarda kahvaltı yapmayanlara göre
daha yüksek not aldıkları belirlendiği
belirtiliyor. Yine kültür-fizik egzersizle-
ri yapmanın, bol bol sebze ve meyve ye-
menin de beyin için yararlı olduğu açık-
lanıyor.
Beynimizi daha verimli kullanabil-
mek için neler yapılması gerekir. “Oku-
mak beyin gelişimini hızlandırıyor. Öğ-
renilen bilgiler üzerinde düşünmek,
yeni bilgiler üretmek, hayal etmek beyni
geliştiriyor. Gezenler, görenler ve uygu-
layanlar daha iyi öğreniyor. Hikâye yo-
luyla öğrenmenin beyin tarafından daha
iyi algılandığı belirtiliyor. Beyin üzerin-
de yapılan araştırmalar önemli bilgilerin
tekrar yoluyla uzun süreli hafızaya kay-
dedilmesi gerektiğini söylüyor. Önemsiz
görülen ve tekrar edilmeyen bilgiler ge-
çici hafızaya kaydediliyor ve bu bilgile-
rin büyük bir bölümü bir gün içinde si-
liniyor.”
TEMBELLİK?TEMBELLİK?
Kasım 201078 79
Başarılı ol-
mak için ya-
pamayacağı-
mız şey yoktur sözde. Ama gel
görkü başarıyı o kadar çok in-
san istemesine rağmen, çok az
insan başarılı olmuştur. Yani
olmak istediğimiz benle, oldu-
ğumuz ben arasındaki farkı sö-
zel benden öteye götürememi-
şizdir.
Aşağıdaki soruları isterse-
niz kendimize birlikte soralım:
Başarılı olmak istiyor mu-
yuz?
Niçin başarılı olmak gerek-
tiğini biliyor muyuz?
Başarılı olmak için neler
yapmamız gerektiğini biliyor
muyuz?
Başarılı olmak için nasıl ça-
lışılması gerektiğini biliyor
muyuz?
Başarılı olduğumuz zaman
neler kazanacağımızı biliyor
muyuz?
Başarısız olduğumuz zaman
da neleri kaybedeceğimizi bili-
yor muyuz?
Birlikte sorduğunuz soru-
lara alacağımız cevaplar hep
“Evet” olacaktır. O halde biz-
ler her şeyin farkında olduğu-
muz halde bizleri durduran şey
nedir?
Bizler, neyi, nasıl, nerde, ne
şekilde yapacağını bildiğimiz
halde bizlerin çalışmasını en-
gelleyen bir güçte olmadığına
göre nedir bu problem?
Gideceğimiz yolu bildiğimiz
halde gitmiyorsak, bizde ata-
let yani eylemsizlik/tembellik
problemi var demektir.
Bunu sadece kendimiz için
sorgulamakla kalmayıp bunu
çocuklarımız içinde sorgula-
mak gerekir. İnanın çocukları-
mızın da birçok konuda atalet/
tembellik sorunu olduğunu gö-
receksinizdir.
Nedir Bu Tembellik?
Yapacaklarını ve yapması
gerekenleri bildiği halde yap-
mamaktır. Başka bir deyişle ey-
leme geçecek davranışta bulun-
mamaktır. Yani eylemsizliktir.
Bunu bir örnekle açıklaya-
lım isterseniz.
Ormanda yaşayan ceylanlar
her sabah uyandıkları zaman
ormandaki en hızlı aslanda
daha hızlı koşması gerektiğini;
yoksa ormandaki aslanlara o
gün yem olacağını bilir.
Yine ormanda yaşayan as-
lanlar, ormandaki en hızlı cey-
landan daha hızlı koşması
gerektiğini; yoksa açlıktan öle-
ceğini bilir.
Burada aslan yâda cey-
lan olmak önemli değildir.
Önemli olan her sabah kalktığı-
mız zaman aslan ve ceylan gibi
neden koşmamız gerektiğini bi-
lip farkına varmaktır. Önemli
olan neden ve niçin koşulması
gerekiri anlayıp eyleme geçebil-
mektir.
Eyleme geçilmediği za-
man kendisini yemesi için as-
lanı bekleyen bir ceylan yâda
ölümü bekleyen aslandan far-
kımız olmadığı gibi “haşlanmış
kurbağa”dan da farkımız ol-
maz.
İçi su ile dolu bir kavanozun
içine kurbağaları koyalar. Kava-
nozu da en düşük ısı ile ocakta
ısıtmaya başlarlar. Kurbağalar
sanki su ısındıkça kendilerini
yaz günü derede sırtlarını güne-
şe vermiş gibi zannederek “oh
oh!” diyerek gevşemeye başlar-
lar. Su kaynama derecesine, bi-
zim kurbağalarda haşlanma va-
ziyetine gelmelerine rağmen
hayatlarından memnun bir şe-
kilde ölüp giderler.
İşte bizlerinde hedefe ulaş-
mamız gerekirken, atalet için-
de hayata devam etmeye çalış-
mamız; haşlanmış kurbağalar
gibi “oh oh!” diyerek bu dün-
yayı boş ve şikâyetlerle ge-
çireceğimiz bir gerçektir.
Sonuç olarak hayatı-
mızda yapmamız gerekenleri
bilmek ve bu konuda harekete
geçerek mücadele etmek gere-
kir. Atalet’i/tembelliği yenmek
için kış uykusundan uyanmak
ve neden uyandığının farkına
varabilmektir. Yoksa haşlanmış
kurbağadan farkımız olmaz.
Hayatımızdaki farkında-
lıklarımızı eyleme dönüştüre-
mediğimiz sürece bu dünyayı
ataletsizlik içinde devam ettire-
ceğimiz bir gerçektir.
EğitimM. Emin KARABACAK
Kasım 201080
EV İDARESİ
81
İslâm’da helâl ka-
zanç ve bu kazan-
cı uygun yerler-
de ve gereği kadar kullanmak
temel esastır. Dinimizde helâl
kazancın da gerekli ölçüler çer-
çevesinde kullanılması emre-
dilmiştir. Elde edilen nimetle-
rin gereği gibi kullanılmaması,
israf kavramı ile ifade edilmek-
tedir. İsraf ise dinimizde haram
kılınmıştır. “...Yiyiniz, içiniz, fa-
kat israf etmeyiniz; çünkü Allah
israf edenleri sevmez.” (7/A’râf,
31) âyeti kerimesi israfın haram
olduğunu açıkça göstermekte-
dir.
İslâm, bizleri servet edin-
mede birtakım kurallarla bağ-
lı kıldığı gibi, elde edilen serve-
tin tüketimi ya da tasarrufunda
da meşru ölçüler doğrultusun-
da hareket etmemizi öngörmüş-
tür. Kur’an-ı Kerim’de: “Allah’a
ve Rasulüne iman edin. Sizi,
üzerinde tasarrufa yetkili kıl-
dığı şeylerden harcayın. Siz-
den iman edip de (Allah rı-
zası için) harcayan kimselere
büyük mükafaat vardır.” (57/
Hadîd, 7) buyrulmaktadır.
Mal sahibinin israftan bu denli
men edilmesinin birinci sebebi,
malın kıymetli olmasıdır. Mal,
Allahu Teâlâ’nın bizlere verdiği
bir nimettir. Ve yerine göre kul-
lanılmadığında nimete nankör-
lük olur. Ahireti kazanmak, mal
ile olur. Hac, sevabı mal ile ka-
zanılır. Bedenin sıhhat, kuvvet
bulması, mal ile olur. Başkası-
na muhtaç olmaktan insanı ko-
ruyan maldır. Sadaka vermek,
akrabayı dolaşmak, fakirlerin
imdadına yetişmek mal ile olur.
Mescitler, okullar, hastaneler,
yollar, çeşmeler, köprüler yapa-
rak insanlara hizmet de mal ile
olur. Dünya ve ahiret, mal ile in-
tizam bulur, rahat olur.
Kesinlikle unutmamalı ki
hiçbir toplumda yaşayan bü-
tün fertlerin hayat şartları ve
standartları aynı değildir. Kimi
zengin, kimi fakir, kimi de
orta hallidir. Hayat standart-
ları aynı olmadığı gibi, hayat
anlayışları ve yaşama tarzla-
rı da aynı değildir. Kimi özen-
ti düşkünü, lüks ve israf içeri-
sinde yaşar. Kimi, imkânı
olduğu halde lüks ve israf-
tan kaçınır, mütevazı bir
hayatı seçer. Kimi, imkânı
olmadığı halde lüks haya-
ta özenir, elde edemeyin-
ce üzülür, kahrolur. Kimi
de ayağını yorganına göre
uzatır, haline şükreder, elin-
dekiyle yetinir. Doğru olanı da
budur. Ayağımızı yorganımıza
göre uzatmasını bilmeliyiz.
Bulduklarıyla yetinmeyip,
hep gözleri yukarıda olanlar,
bilmeliler ki, durumları kendi
durumlarından daha kötü olan
nice aileler vardır. İnsanlar
dünyalık bakımından kendile-
rinden daha üstün, daha varlık-
lı olup, lüks içerisinde yaşayan-
lara değil, kendilerinden daha
kötü durumda olup, şükrederek
mütevazı hayat yaşayıp, mutlu
olanlara bakmalılar. Böyle yapı-
lırsa huzurlu olunur. Rasûlullah
(s.a.v) şöyle buyuruyor: “Hayat
şartları sizinkinden daha aşa-
ğı olanlara bakınız; sizden daha
iyi olanlara bakmayınız. Bu,
Allah’ın üzerinizdeki nimetini
hor görmemenize daha uygun
AileKevser BAKİ
GİDERİM
Hasret derya olup dolarsa içimPınar olur ben de akar giderim…Güller gibi bir gün solarsa içimSon kez ahvâlime bakar giderim…
Anmaz olur ise cananım beniYakıp yıkar ise bendeki beniBir de gizler ise güzelim ben’iDerdimi ummana döker giderim…
Şayet eğlenmekse yârin amacıKasıp kavurursa gönlümü acıBulamazsam eğer artık ilâcıEyvallah etmeden çeker giderim…
Hızır İrfan ÖNDER
83Kasım 201082
bir davranıştır.” Kendilerinden
daha yukarıda olanlara bakılır-
sa rahatsız ve huzursuz olunur.
Şükürsüzlük ortaya çıkar. İba-
det ve amel yönünden ise ken-
dilerinden daha üstün olanla-
ra, daha çok ibadet yapanlara ve
itaatkâr olanlara bakmalılar. Bir
kişinin gönül zenginliğinin sevi-
yesi, ancak onun kanaatiyle öl-
çülür. Kanaatkâr olan insanlar,
sahip oldukları imkânlarla ye-
tinmesini bilirler.
Peygamber efendimiz
(s.a.v)’in şöyle buyurduğu riva-
yet edilmiştir: “İnsanlar üzeri-
ne öyle zaman gelecek ki kişinin
helaki, hanımının, ana babası-
nın ve çocuklarının yüzünden
olacak; onlar bunu fakirlikle
ayıplayacaklar ve ondan gücü-
nün yetmediği şeyleri isteyecek-
ler, o da bu sebeple dinine zararı
dokunacak, tehlikeli işlere gire-
cek ve böylece helak olacaktır.”
Aile içerisindeki mutluluğu
sağlayacak önemli hususlardan
biri de eşlerin nankör olmama-
larıdır. Ailede gerek erkek ve ge-
rekse kadın nankör olmamalı,
eşinin kendisine yaptığı iyilik-
leri unutup, kötülükleri anma-
malı, aksine kötülükleri unutup
daima iyiliklerini hatırlama-
lı ve hatırlatmalı. Ebû Saîd el-
Hudrî (r.a)›dan rivayet edildi-
ğine göre Peygamber Pfendimiz
bir bayram günü musallaya/
namazgâha çıktığında kadınla-
rın yanına uğrayıp:
«Ey kadınlar topluluğu! Sa-
daka veriniz. Zira ben sizin ço-
ğunuzu cehennem ehli olarak
gördüm.» buyurdu. Kadınlar:
«Ey Allah›ın Rasûlü! Hangi
sebepten bizim çoğumuz cehen-
nemlik oluyoruz?» diye sordu-
lar. Allah Rasûlü:
«Çok lanet edersiniz ve be-
raber yaşadığınız eşlerinizin ni-
metlerine karşı nankörlük eder-
siniz.» buyurdu.
Kadın, her zaman tutumlu
olmalı, kocasının kazandıklarını
israf etmemeli ve evine sahip çık-
malı, yuvasına bağlı olmalı, na-
musunu titizlikle korumalıdır,
Peygamber Efendimiz buyuru-
yor ki: “Kadın, beş vakit nama-
zını kılar, Ramazan orucunu
tutar, namusunu korur ve ko-
casına itaat ederse, kendisine:
‹Hangi kapısından istersen cen-
nete gir denilir.” Herhangi bir
kadın, kocası kendisinden razı
olduğu halde ölürse cennete gi-
rer. Güzel huy, güzel ahlak hava
gibi, su gibidir; huzurun, mutlu-
luğun, aile saadetinin, hatta ya-
şamın kaynağıdır.
Mü’min bir kadın, önce evi-
nin kadını olmalı. Kocasına, ak-
rabalarına, komşularına karşı
daima saygılı ve uyumlu bir kişi-
lik sahibi olmalı. Aynı zamanda
tutumlu olmalı, zira Allah (c.c.)
israf edenleri sevmez. Evde her
şeyi dikkatli ve itina ile kullan-
malı. En ufak ve değersizmiş
gibi görülen her şeyi değerlen-
dirmesini ve yerinde kullanma-
sını bilmeli. Zenginde olsa, her
şeyi bolca alabilecek imkânlara
sahip bulunsa dahi, daima her
varlığın bir yokluğu bulunabile-
ceğini, aç ve yoksul insanların
halini düşünmeli. Her konuda
kocasına yardımcı olmalı, ona
lüzumsuz masraf yaptırmamalı,
malını-mülkünü faydalı işlerde
kullanmasına yardımcı olmalı.
Tutumluluk, bir nevi alış-
kanlık ve eğitim işidir. Bu se-
beple, çocukluktan itibaren,
yeni nesillere, israftan kaçın-
ma alışkanlığı kazandırılma-
lıdır. Örneğin çocukların bir
kumbarası olmalıdır. Almak
istediklerini, her zaman, he-
men önünde bulmamalı.
Yoksul, yardıma ihtiya-
cı olan yaşıtlarını sevin-
dirmeyi düşünebilmeliler.
Yiyebileceği kadar yemek alma-
lı; tabaklarında yemek bırak-
mamalılar. Meyvelerin yarısını
çöpe atacak kadar bol görme-
meli. Yemeğe besmele ile başla-
yıp, doyduktan sonra da şükret-
meyi unutmamalılar. Büyükler,
bu hususta da küçüklere mutla-
ka örnek olmalılar. Müslüman
evinde israf olmaz, ikram olur.
Bu sebeple de, Müslüman’ın
evinde çöpe, çöpten başka şey
atılmaz ve pek az çöp çıkar.
85Kasım 201084
BESLENME YETERSİZLİĞİ ve
İKİ HASTALIK
Herhangi bir
besin öğe-
si veya öğe-
lerinin vücudun gereksinim
düzeyinden az alınması so-
nucu yeterli enerjinin alına-
maması ve vücut dokularının
yapılanamaması durumuna
“Yetersiz Beslenme” denir.
Her besin öğesine insan vücu-
dunun gereksinimi vardır. Her
besin öğesinin vücudumuzda
çok önemli görevleri vardır. Bu
öğeler vücudun gereksinimini
karşılayacak miktarda alınma-
sı gereklidir. Vücudun gereksi-
nimini karşılayacak miktarda
alınmaması halinde vücudun
gelişmesinde, büyümesinde,
yenilenmesinde, çalışmasında
aksamalar ve hastalıklar olu-
şur. Bu durum doğrudan hasta-
lıklara yol açtığı gibi, hastalık-
ların oluşum riskini arttırmakta
ve tedavi aşamasının ağır sey-
retmesine neden olmaktadır.
Yetersiz beslenme vücut di-
rencini azaltmakta, bağışıklık
sisteminin zayıflamasına ne-
den olmaktadır. Bu da hasta-
lıklara davetiye çıkarmaktadır.
İnsanoğlu var olduğu günden
bu yana yetersiz beslenme so-
runu yaşamaktadır. Bugün de
birçok nedene bağlı olarak bu
sorunu yaşamaktadır.
Doç. Dr. S. Songül Yalçın,
beslenme yetersizliğine bağlı
görülen bazı hastalıklardan Gu-
atr ve Anemi hastalıkları hak-
kında bizleri şöyle aydınlatıyor:
Guatr Türkiye’de her üç ki-
şiden birinde (%30) iyot eksik-
liği nedeni ile guatr görülmek-
tedir. İyod eksikliği dünyada,
korunulabilir zekâ geriliğinin
en sık nedenidir. Fetus, yeni-
doğan ve süt çocukluğu döne-
minde iyod eksikliği olur ise,
eksikliğin derecesine göre zekâ
geriliği, büyümede durakla-
ma, sağırlık oluşur. İyod ye-
tersizliği olan kadınlarda dü-
şük, ölü doğum görülmektedir.
İyod yetersizliğinin olduğu böl-
gelerde yaşayan insanların öğ-
renmeleri yavaş ve iş verim-
leri düşüktür. İnsanlar gibi
çiftlik hayvanları da iyod ye-
tersizliğinden etkilenir ve süt,
et ve yün verimleri azalır. Do-
layısı ile iyod eksikliği sosyoe-
konomik geriliğe neden olur.
İyot eksikliği ülkemizde en faz-
la Bolu, Kastamonu, Malatya ve
Rize illerinde görülmektedir.
Bu sorunun yıllardır bilinen
basit ve ucuz çözüm yolu yiye-
ceklerin iyot bakımından zen-
ginleştirilmesidir. Bu amaçla
tuz ve yağın iyotla zenginleşti-
rilerek olumlu sonuçlar alındı-
ğı görülmüştür. Bununla bir-
likte ülkemizde hala iyotlu tuz
kullanımı yaygınlaşmamıştır.
Ailelerin iyotlu tuz kullanımı
hakkında bilinçlendirilmesi ge-
rekmektedir. Tuz üreticilerinin
iyotlu tuz imal etmesi için teş-
vik edilmesi gerekmektedir.
Anemi Süt çocuklarında,
genç kızlarda, hamilelerde ane-mi (kansızlık) sık görülmekte-
dir. Demir yönünden zengin
besin maddelerinin (kırmızı et)
alınmaması, demir emilimini
arttıran yeşil sebze ve meyvala-
rın sınırlı tüketilmesi de kansız-
lığı arttırır. Besin maddelerinin
çay ile beraber tüketilmesi ise
demir emilimini azaltmaktadır.
Anemi olan vakalarda iş-
tahsızlık, büyümede durak-
lama, mental motor geliş-
me geriliği görülmektedir.
Süt çocukluğu döneminde,
anne sütünün en az 6 ay veril-
mesi (ilk 4-6 ay tek başına), bir
yaşından küçüklere inek sütü
verilmemesi, 6. aydan itibaren
diyete meyva suları ve et eklen-
mesi, demirden zengin ek gıda-
lara başlanması anemiden ko-
ruyucudur. Anne sütü almayan
bebeklere ilk 6 ay demir yönün-
den zengin mama verilmelidir.
Altıncı aydan itibaren demir
desteği (1mg/kg/gün) yapılabi-
liir. Yiyecekler demir ve askor-
bik asitle zenginleştirilmelidir.
Yemeklerde demir emilimini
önleyecek çay, kahve, sellüloz-
lu tahıllar gibi tüketimler en-
gellenmelidir. Yiyecekler dü-
şük demir yararlanımına ait
besinlerden oluşuyorsa (etten
fakir, ıspanak, yumurta ve ta-
hıllardan zengin) her öğün en
az 25 mg vitamin C verilme-
lidir. Gebeler gebeliklerinin
ikinci yarısından başlayarak
doğumdan sonraki bir ayın so-
nuna kadar demir tabletleri al-
malıdır.
SağlıkAkın DİNDAR
Kasım 201086 87
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Sebzeli TavukMalzemeler (5 kişilik)10 adet arpacık soğan10 diş sarımsak2 parça kemiksiz tavukgöğsü2 adet orta boy patates2 adet havuç2 adet yeşil sivri biber2 adet çarliston biber1 adet kırmızıbiber1 adet domates1 tatlı kaşığı kekik1 tatlı kaşığı kırmızı pul biber1 çorba kaşığı tereyağı1 çorba kaşığı sıvıyağ
Hazırlanışı:Tavukgöğsünü kuşbaşı doğrayın. Çukurca bir tava-ya tereyağını ve sıvıyağını koyup eritin. Kuşbaşı doğ-ranmış tavuk parçalarını ilave edip soteleyin. Sırası ile küp şeklinde doğranmış patatesleri ve havuçları ila-ve edin. Tavanın kapağını kapatmadan tuzunu ilave edip sotelemeye devam edin. Kabukları soyulup yıka-nan soğan ve sarımsağı da ilave edip karıştırın. Doğ-radığınız kırmızıbiberi, sivri biberi, çarliston biberi ve domatesi de ilave edip karıştırmaya devam edin. Ke-kik ve pul biberi serpip kısık ateşte, kapağını kapatıp 10-15 dakika pişirin. Yemeğinizi pirinç pilavı ile ser-vis edebilirsiniz. Afiyet olsun...
GreyfurtAltıntop olarak da bilinen greyfurt, turunç-
giller familyasından anavatanı Çin ve Hindistan
olan, fakat bugün birçok çeşit ve kültür formları
yetiştirilen bir kış meyvesidir.
Bol miktarda C vitamini barındırmasının ya-
nında, A ve B gurubu vitaminleri ile kalsiyum, po-
tasyum, magnezyum, bakır, sodyum ve fosfor mi-
neralleri açısından da zengindir
Greyfurdun Faydaları: Özellikle yemeklerden
önce yenirse iştah açar. Hazmı kolaylaştırır. Mik-
rop öldürücü ve kabızlık gidericidir. Karaciğerin
çalışmasına yardımcı olarak kanı temizler, vücut-
taki zararlı maddeleri uzaklaştırmaya yardımcı
olur. Bağırsakların düzenli çalışmasına faydalıdır.
İdrar söktürür. Uyarıcı bir meyve olup bedensel
ve zihinsel yorgunluğu gidermeye faydalıdır. Stre-
se azaltır. Kansere karşı koruyucudur. Mide ve
pankreas kanserlerine yakalanma riskini azaltır.
Göğüs hastalıklarına, damar sertliği ve varislere
faydalıdır.
Soğuk algınlığına iyi gelir, sindirimi uyarır. Diş
etlerinin kanamasını azaltır. Kılcal damarlardaki
kan dolaşımını hızlandırır. Tansiyonu dengeler.
Yağlı yemeklerin ardından içilen greyfurt suyu ye-
diklerinizin ağırlığını giderir.
Greyfurt suyu bazı ilaçların etkisini ölümle so-
nuçlanabilecek düzeyde arttırdığı için ilaçlarla
birlikte kullanılmamalıdır.
Şifalı Bitkiler
Bekir SARI
Kasım 201088
Som
uncu
Bab
a De
rgisi
’nin
Ücr
etsiz
Eki
’dir.
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009
Yl: 3 Say: 36
İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.
Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan
bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve
kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak
Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-
seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini
indirir.” buyuruyor.
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-
meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-
berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde
günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”
buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
115
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
Yl: 4 Say: 3
7
Gerçek Kalp
Dostları4606 Hulûsi Efendi(k.s.)’nin
Tasavvufî Görüşleri
116
Dergisi Hediyesi...
H A Z İ R A N 2 0 1 0
Fiyatı: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 70 TL Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Posta Çeki Hesap No: 1361068Ziraat Bankası Darende Şubesi : 26798480-5001 Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]
Çocuk ekiyle birlikte yıllık abone bedeli
70 TL
2010 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.