45
Başyazı Sebahaddin ATEŞ BİR KURBAN RÜYASI A DREAM OF SACRIFICE Kurban ibadeti Hz. Adem (a.s.) zamanından beri mevcut olan bir ibadettir. İnancımıza göre, ilahî emre uyan kişinin ve takva sahibinin kurbanı kabul edilir, buna mukabil iyi niyet taşımayan kişinin kurbanının kabul edilmez. Esasen hareketlerimizi ibadet haline getiren niyetlerimiz değil midir? Peygamberimizin büyük babası İbrahim ve İsmail Peygamberler (a.s.) arasında geçen kurban kıssa- sı da Saffat Suresinin 100-111. ayetlerinde beyan edilmektedir. Hz. İbrahim (a.s), Nemrud›un ateşinden kurtulduktan sonra Şam›a doğru yola çıkmış ve yalnızlıktan kurtulmak için de Cenab-ı Hakk’dan bir ev- lat istemiş, çocuğu olursa Hakk yolunda kurban edeceğini nezretmişti. Cenab-ı Hakk ona iyi huylu bir evlat olan İsmail›i verdi. İsmail babası ile yürüyüp gezecek çağa gelince Hz. İbrahim (a.s) rüyasında çok sevdiği çocuğunu kurban ederken gördü. Bu rüya üç gün devam etti. Rivayete göre Hz. İbrahim rüyayı arefe ve bayram günlerinde görmüştü. Bunun üzerine İbrahim (a.s), durumu oğluna anlatarak görüşünü sordu. İyi huylu evlattan “Babacığım, emrolunduğun şeyi yerine getir. Beni inşallah sabırlı kişilerden bulursun.” ce- vabını aldı. İlahî emre boyun eğen baba şeytanın iğvasına uymadı, şeytanı taşlayarak kendinden uzaklaştır- dı. Baba ve oğlun bu çetin imtihandaki başarısından dolayı muhsinlerden oldukları, ilahi mükâfat olarak da kurban edilmek üzere bir koç ihsan edildiği beyan edildi. Bu tarihî kıssada çok büyük hikmetler gizlidir. Evladını çok seven babanın ve hayatı söz konusu olan evladın ilahî emre tereddütsüz boyun eğişleri, emsaline çok az rastlanabilen güzel bir örnektir. Babanın ilahî emri zor kullanarak yerine getirmeye kalkmayıp gencecik yavrusu ile istişare etmesi de üzerinde durulması gereken bir noktadır. Eğer emri zorla yerine getirmiş olsa idi çocuk manevî ecirden hissesini almayacaktı. Hâlbuki o da ilahî emre boyun eğmekle büyük bir manevî ecre nail oldu. Büyük ve ağır bir imtihan geçiren baba ve oğul Cenab-ı Hakk tarafından mükâfatlandırılmış, oğlun hayatı bağışlanmış, nezrin de yerini bul- ması için kurban edilmek üzere kendilerine bir koç ihsan edilmiştir. Tasavvuf erbabı bu âyetten şöyle bir mana da çıkarmışlardır: Evladını kurban et emri, aşırı evlat sevgisini gönlünden çıkar anlamında idi. Nitekim o biricik evladı- nı boğazlayacak kadar ilahî emre bağlılığını ve ilahî muhabbeti tercih edince Cenab-ı Hakk da evladını ona geri vermiştir. İnsanın ilahî esrara nail olmasını engelleyen üç perde var: Mal, evlat ve beden. Hz. İbrahim (a.s) her üç imtihandan da geçmiş tevhidin hakikatine ve ilahi muhabbete vasıl olarak Halilullah (Allah dos- tu) unvanını kazanmıştır. Bizler de kurban bayramını bu teslimiyet hissiyle idrak edip, kurbanlarımızı keselim, vakfımız vasıtasıy- la ihtiyaç sahibi kardeşlerimize ulaştıralım… Kurban bayramınız mübarek olsun… The sacrifical ritual is a worship that has continued since Adam the Prophet (pbuh). According to our belief, only the sacrifice of the faithful is accepted. It is our faiths that turn our actions into the worship, isn’t it? In Qoran the ver- ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib- rahim the Prophet (pbuh) wishes a son from Allah and promises to sacrifice him to Allah if his wish comes true; and Allah gives him a son- Ismail the Prophet-. After Ismail becomes a teenager, Ibrahim has a dream seeing himself sac- rificing his son, İsmail, to Allah. This happens three times and finally Ibrahim the Prophet (pbuh) tells it to his son. Is- mail in response, tells his father to sacrifice him to Allah and Ibrahim the Prophet (pbuh) gets prepared to sacrifice his son but just in that moment, Allah sends them a ram instead to sacrifice. Here, the father and the son proof their fa- ith to Allah and Allah rewards them. For the sufis’ belief, in this story there emphasised three things that prevents the man to reach the divine facts: the property, child and body. Eid al Adha Mubarak!

Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

  • Upload
    others

  • View
    4

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Başyazı Sebahaddin ATEŞ

BİR KURBAN RÜYASI

A DREAM OF SACRIFICE

Kurban ibadeti Hz. Adem (a.s.) zamanından beri mevcut olan bir ibadettir. İnancımıza göre, ilahî emre uyan kişinin ve takva sahibinin kurbanı kabul edilir, buna mukabil iyi niyet taşımayan kişinin kurbanının kabul edilmez. Esasen hareketlerimizi ibadet haline getiren niyetlerimiz değil midir?

Peygamberimizin büyük babası İbrahim ve İsmail Peygamberler (a.s.) arasında geçen kurban kıssa-sı da Saffat Suresinin 100-111. ayetlerinde beyan edilmektedir. Hz. İbrahim (a.s), Nemrud›un ateşinden kurtulduktan sonra Şam›a doğru yola çıkmış ve yalnızlıktan kurtulmak için de Cenab-ı Hakk’dan bir ev-lat istemiş, çocuğu olursa Hakk yolunda kurban edeceğini nezretmişti. Cenab-ı Hakk ona iyi huylu bir evlat olan İsmail›i verdi. İsmail babası ile yürüyüp gezecek çağa gelince Hz. İbrahim (a.s) rüyasında çok sevdiği çocuğunu kurban ederken gördü. Bu rüya üç gün devam etti. Rivayete göre Hz. İbrahim rüyayı arefe ve bayram günlerinde görmüştü. Bunun üzerine İbrahim (a.s), durumu oğluna anlatarak görüşünü sordu. İyi huylu evlattan “Babacığım, emrolunduğun şeyi yerine getir. Beni inşallah sabırlı kişilerden bulursun.” ce-vabını aldı. İlahî emre boyun eğen baba şeytanın iğvasına uymadı, şeytanı taşlayarak kendinden uzaklaştır-dı. Baba ve oğlun bu çetin imtihandaki başarısından dolayı muhsinlerden oldukları, ilahi mükâfat olarak da kurban edilmek üzere bir koç ihsan edildiği beyan edildi.

Bu tarihî kıssada çok büyük hikmetler gizlidir. Evladını çok seven babanın ve hayatı söz konusu olan evladın ilahî emre tereddütsüz boyun eğişleri, emsaline çok az rastlanabilen güzel bir örnektir. Babanın ilahî emri zor kullanarak yerine getirmeye kalkmayıp gencecik yavrusu ile istişare etmesi de üzerinde durulması gereken bir noktadır. Eğer emri zorla yerine getirmiş olsa idi çocuk manevî ecirden hissesini almayacaktı. Hâlbuki o da ilahî emre boyun eğmekle büyük bir manevî ecre nail oldu. Büyük ve ağır bir imtihan geçiren baba ve oğul Cenab-ı Hakk tarafından mükâfatlandırılmış, oğlun hayatı bağışlanmış, nezrin de yerini bul-ması için kurban edilmek üzere kendilerine bir koç ihsan edilmiştir.

Tasavvuf erbabı bu âyetten şöyle bir mana da çıkarmışlardır:

Evladını kurban et emri, aşırı evlat sevgisini gönlünden çıkar anlamında idi. Nitekim o biricik evladı-nı boğazlayacak kadar ilahî emre bağlılığını ve ilahî muhabbeti tercih edince Cenab-ı Hakk da evladını ona geri vermiştir. İnsanın ilahî esrara nail olmasını engelleyen üç perde var: Mal, evlat ve beden. Hz. İbrahim (a.s) her üç imtihandan da geçmiş tevhidin hakikatine ve ilahi muhabbete vasıl olarak Halilullah (Allah dos-tu) unvanını kazanmıştır.

Bizler de kurban bayramını bu teslimiyet hissiyle idrak edip, kurbanlarımızı keselim, vakfımız vasıtasıy-la ihtiyaç sahibi kardeşlerimize ulaştıralım…

Kurban bayramınız mübarek olsun…

The sacrifical ritual is a worship that has continued since Adam the Prophet (pbuh). According to our belief, only

the sacrifice of the faithful is accepted. It is our faiths that turn our actions into the worship, isn’t it? In Qoran the ver-

ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-

rahim the Prophet (pbuh) wishes a son from Allah and promises to sacrifice him to Allah if his wish comes true; and

Allah gives him a son- Ismail the Prophet-. After Ismail becomes a teenager, Ibrahim has a dream seeing himself sac-

rificing his son, İsmail, to Allah. This happens three times and finally Ibrahim the Prophet (pbuh) tells it to his son. Is-

mail in response, tells his father to sacrifice him to Allah and Ibrahim the Prophet (pbuh) gets prepared to sacrifice his

son but just in that moment, Allah sends them a ram instead to sacrifice. Here, the father and the son proof their fa-

ith to Allah and Allah rewards them. For the sufis’ belief, in this story there emphasised three things that prevents the

man to reach the divine facts: the property, child and body. Eid al Adha Mubarak!

Page 2: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

YIL: 17 SAYI: 121 Kasım 2010 Basım Tarihi: 01 Kasım 2010

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Sebahaddin ATEŞ

Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA

Yayın Editörü Musa TEKTAŞ

Yapım ARTWORKS

www.artworks-tr.com

Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU

Sanat Yönetmeni Şenol GÜRSOY

Tashih Ali YILMAZ - Vedat Ali TOK - Yusuf HALICI

Arşiv Muharrem AKIN

Abone Ziya TOKSÖZLÜ

Reklam Yusuf YILMAZ

Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi

Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA

Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]

Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım

CTP - Kalıp Çıkış Bizim Repro: (312) 341 10 20

Baskı & Üretim Kozan Ofset

Büyük Sanayi 1. Cadde Arpacıoğlu 2 İşhanı 95/11 İskitler / ANKARA Tel: (312) 384 20 03

Tek Sayı : 7 TL - Kurum Abone : 120 TL

1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 70 TL Avrupa 1 Yıllık Abone : 72 EURO Avrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO

Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USD Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068

Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111

Gönderilerin abone adına yatırılması gerekmektedir.

HULÛS‹ EFEND‹ (K.S.)’N‹N HAC HATIRALARI

HİLM KURBAN

Musa TEKTAŞ

İnsan, hayatı boyunca birçok yolculuğa çıkar. Bunların içinde en kut sal ve en anlamlı olanı, kuşkusuz hac yolculuğudur. Bu yolculukta insan, kendine içeriden ve dışarıdan bakarak varlık sebebini idrak eder.

Kadir ÖZKÖSE

Öfke; engellenme, incinme, tehdit v.b. karşısında ortaya çıkan kızgınlık veya saldırganlık tepkisidir.1 Öfke, insanlarda küçük yaşlardan itibaren görülür

14 22 36

HIRKA-İ SAADET

HAÇLI SEFERLERİ BİTTİ Mİ?

Resul KESENCELİ

Hazret-i Peygamber (s.a.v.), İslâm dinini tebliğe başladığı zaman pek çok muhalif ve mukavemetle karşılaşmıştı. Muhaliflerden biri de şair Ka’b’dı.

Muhsin İlyas SUBAŞI

Aslında çözülmüş Batı medeniyetinin, bu yeni temasında bizden öğreneceği çok şey vardır. Geçmişteki savaşlarda aldıklarından daha fazlasını şimdi bizim yeni hayat tarzımızda bulabilirler.

50 56

Sosyal Bir İbadet Olarak Kurban3614 Hulûs‹ Efendi (k.s.)’nin

Hac Hatıraları

121

Dergisi Hediyesi...

K A S I M 2 0 1 0Fiyatı: 7 TLAYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

BİR ERDEM OLARAK AFFETMEK - Ali AKPINAR (06)

İLÂH - Ramazan ALTINTAŞ (10)

GÖNÜLDE GAYRI SEVDAYI GÜLÜM N’İDEM - Abdülmecit İSLAMOĞLU (18)

TÜRKİYE’M ANAYURDUM SEBEBİM ÇÂREM - Yavuz Bülent BÂKİLER (21)

İKİ KADIN İK‹ HÜKÜM - Abdullah KAHRAMAN (26)

SILA BOYUTU - Yusuf BİLGE (29)

ÇOCUKLARA GÜZEL AD KOYMAK -Mehmet Zeki AYDIN (30)

MÜHÜR - Bahattin KARAKOÇ (35)

MEDYUMLARDAN MEDET UMMAK - Enbiya YILDIRIM (40)

EĞİTİMDE GELENEĞİN BİLGELİĞİ- Mustafa ÖZÇELİK (44)

DUA VAKTİ - Sergül VURAL (49)

DÜN/BUGÜN/YARIN - Mehmet SERTPOLAT (53)

BİR HÜNER OLARAK EDEP - Vedat Ali TOK (54)

GÖZLERİN - Ekrem KAFTAN (61)

AMR B. ABESE (R.A.) - Bünyamin ERUL (62)

KIRK HADİS (63)

İBADETLERLE RUH SAĞLIĞI -Mustafa Doğan KARACOŞKUN (64)

ERZİNCAN VELİLERİ - Yusuf HALICI (68)

HAZAN MEVSİMİ - Ahmet Süreyya DURNA (71)

KAVGADAN SEVGİYE - Alim YILDIZ (72)

ZEKÂYI GELİŞTİRMEK - Ali ÖZKANLI (74)

KİTAPLIK (77)

TEMBELLİK? - M. Emin KARABACAK (78)

GİDERİM - Hızır İrfan ÖNDER (83)

BESLENME YETERSİZLİĞİ ve İKİ HASTALIK - Akın DİNDAR (84)

GREYFURT - Şifalı Bitkiler (86)

SEBZELI TAVUK - Mesude SARI (87)

Mehmet DERE

Sözlükte “yaklaşmak, Allah’a yakınlaşmaya vesile olan şey” anlamlarına gelen kurban, İslâmî bir terim olarak, ibadet maksadıyla belirli şartları...

ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0342 321 43 34GEREDE 0 530 512 33 10GÖLCÜK 0 216 344 45 30 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892

İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 2365SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474

EVİDARESİ

Kevser BAKİ

İslâm’da helâl kazanç ve bu kazancı uygun yerlerde ve gereği kadar kullanmak temel esastır. Dinimizde helâl kazancın da gerekli ölçüler çerçevesinde kullanılması emredilmiştir.

80

Page 3: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

5Kasım 20104

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî

Sana matlûb sensin ey dil gayrı bir söz aramaSendedir ol görecek yüz taşradan yüz arama

Kendi mir’âtına nazar eylesen yârı görürsünCân gözünden gayrı ana açacak göz arama

Sıdk u ihlâs ile koy gel kapısında baş u cânTâ sana râm ola dil-ber gece gündüz arama

Bu yolun merdinden olup nefsini basdın iseMerd-i meydân-ı cihânsın gel yokuş düz arama

Sînene yazdınsa eğer nakş-ı hayâl-i dil-beriGayrıya bakma Hulûsî var şeb ü rûz arama

Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî

Page 4: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 20106

BİR ERDEM OLARAK

AFFETMEK “Affetmek, her insanın yapması gereken en iyi iş, kötülüğe kötülükle karşılık

vermenin aksine; yanlışı, hata sahibini hoş görmek ve bağışlamaktır. Tabii ki

bu, kötülüğe rıza göstermek değildir. Affetmek, yanlış yapanı şımartmamalı,

yanlışını sürdürme yahut tekrar etmesine yol açmamalıdır.”

İlim ve Hayat

Ali AKPINAR*

7

Ar a p ç a ’ d a

afv kökü,

“ r ü z g â r ı n

eşyaları ve binaları yok etme-

si, silip süpürmesi, kökünü ka-

zıması” anlamına gelir. Terim

olarak af, “kötülük ve hak sızlık

edeni, suç veya günah işleyeni

ba ğışlama, cezalandırmaktan

vazgeçme” anlamınadır.

Affetmenin olabilmesi için,

ortada bir suç, günah ve hata-

nın olması gerekir. Unutma te-

mel özelliğine sahip olan insan,

hata edebilir, yanlış yapabilir,

günah işleyebilir. Yüce Yara-

tıcı, donanımlı bir şekilde ya-

rattığı insanı, hata ve günahla-

rı içerisinde bırakmamış, tevbe

ettiği takdirde onu hep affet-

miştir. Zaten Yüce Allah, çok-

ça affedip bağışlayan, yarlıga-

yan isimlerin sahibidir; Afüvv,

Gâfir, Gafûr, Gaffar, Settâr,

Tevvâb gibi. Yüce Allah, işle-

nen günahın ne olduğuna bak-

madan affedebilir. Yeter ki sa-

hibi ondan pişmanlık duysun,

vazgeçsin, bir daha işlemesin

ve Yüce Allah’tan affını dilesin.

Affetmek, günahtan do-

layı cezalandırmaktan vaz-

geçmektir. Mağfiret ise, gü-

nahın örtülüp, kişinin tevbe

etmesinden dolayı sevap-

la mükâfatlandırılmasıdır. Bu

yüzden mağfiret, Allah hakkın-

da daha çok kullanılır. Affet-

mek, azabı düşürmektir; mağfi-

ret ise günahı örtüp rezil rüsvay

olmaktan sahibini korumaktır.

Affetmek, cismânî cezayı dü-

şürmektir, mağfiret rûhânî ce-

zayı düşürmektir. Afv, “örtmek”

anlamına gelen “setretmek”ten

daha kapsamlıdır. Çünkü üze-

ri örtülenin aslı yerinde durabi-

lir. Affedilen ise tümüyle silinip

yok edilir1 Bu yüzden biz duala-

rımızda Rabbimizden hem affe-

dilmeyi, hem mağfireti, hem de

günahlarımızın setredilmesini

isteriz.

Yüce Allah’ın, cezalandırma

gücü var iken kullarını affetme-

si, onlara merhametinin, onları

sevdiğinin, onlara kıyamadığı-

nın bir göstergesidir. Affetmek

büyüklüktür. Aynı zamanda bu,

yanlış yapanları hatalarından

vazgeçirip doğruların adamı ol-

maya teşviktir. Aksi takdirde

her hata yapan cezalandırılmış

olsaydı, hatasız insan olmaya-

cağına göre, yeryüzünde insan

kalmazdı.

“Biliniz ki Allah’ın ceza-

landırması çetindir ve yine

Allah’ın bağışlaması ve esirge-

mesi sınırsızdır.”2

“Eğer Allah, insanları zu-

lümleri yüzünden cezalandıra-

cak olsaydı, orada hiçbir canlı

bırakmazdı. Fakat onları tak-

dir edilen bir müddete kadar

erteliyor.”3

Affedici olmak, Yüce

Allah’ın ahlakıyla ahlaklanma-

nın bir tezahürüdür. Affetmek,

Yüce Allah’ın affına mazhar ol-

manın da bir vesilesidir. Pey-

gamberimiz (s.a.v)’in duasında

da belirtildiği üzere Yüce Rab-

bimiz, affı keremi bol olan ve

affetmeyi sevendir. Yüce Allah,

tarih boyunca kendisine kar-

şı gelenleri, günah işleyenle-

ri, yanlış yapanları, tevbeye sı-

ğındıkları takdirde affetmiştir.

O’nun peygamberleri de öyle.

O’nun son peygamberi Efen-

dimiz aleyhisselam, Mekke’de

kendisine ve ashabına olma-

dık işkence ve eziyetleri eden-

leri affetmiştir. Uhud Savaşın-

da ordusunu arkadan vurup

amcası başta olmak üzere yet-

miş kadar ashabını şehid eden-

leri affetmiştir. Medine’de aile-

sine iftira atanları affetmiştir.

Mekke fethinde, kendisini baba

ocağından sürüp çıkaranları af-

Page 5: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 20108

9

fetmiştir. Zira o, hayatı boyun-

ca Yüce Allah’ın “Rasülüm, sen

af yolunu tut, iyiliği emret ve

cahillerden yüz çevir.”4 emrini

düstur edinmiştir. Hz. Peygam-

ber (s.a.v) “Allah, muhakkak

su rette kötülüğü affeden kişiyi

aziz kılar.”5 buyurmuştur.

Affetmek, her insanın yap-

ması gereken en iyi iş, kötülüğe

kötülükle karşılık vermenin ak-

sine; yanlışı, hata sahibini hoş

görmek ve bağışlamaktır. Ta-

bii ki bu, kötülüğe rıza göster-

mek değildir. Affetmek, yanlış

yapanı şımartmamalı, yanlışını

sürdürme yahut tekrar etmesi-

ne yol açmamalıdır.

Hatasız insan olmaz. Hata-

sız dost arayan dostsuz kalır.

Affetmek büyüklüktür, büyük

bir erdemdir. Affetmek, hata

yapanlara yeni bir fırsat ver-

mektir. Onların hatalarını anla-

yıp, ondan vazgeçmeleri, tekrar

aynı hatayı yapmamaları için

tanınmış bir fırsattır.

Affetmeyle İlgili Âyetler ve Örnek

Olaylar

Kutsal kitabımızda affetme-

nin gereği ve güzelliği ile ilgi-

li pek çok âyet vardır. Onlardan

bir kaçı şöyledir:

“Bir iyiliği açıklar yahut

gizlerseniz veya bir kötülü-

ğü (açıklamayıp) affederseniz,

şüphesiz Allah da ziyadesiyle

affedici ve kâdirdir.”6

“Bir kötülüğün cezası, ona

denk bir kötülüktür. Kim ba-

ğışlar ve barışı sağlarsa, onun

mükâfatı Allah’a aittir. Doğru-

su O, zalimleri sevmez.”7

“Kim sabreder ve affederse

şüphesiz bu hareketi, yapılma-

ya değer işlerdendir.”8

Bu âyetlerle ilgili olarak kay-

naklarımızda şu örnek olay an-

latılır: Bir adam, Hz. Ebû Bekir

(r.a)’in yanında onun aleyhi-

ne konuşmaya, hatta ona sövüp

saymaya başlar, Ebû Bekir (r.a)

sabredip cevap vermez. Adam,

aleyhte konuşmasını sürdürün-

ce, Hz. Ebû Bekir dayanamaz ve

adama cevap verir. Orada otu-

rup durmakta olan Peygambe-

rimiz (s.a.v), hemen orayı terk

eder. Sebebi sorulunca da şöy-

le cevap verir: “Ey Ebû Bekir,

o adam senin aleyhine konu-

şup sen sustukça, bir melek se-

nin yerine ona cevap veriyor-

du. Ancak sen karşılık vermeye

başlayınca, melek gitti yerine

şeytan gelip oturdu.”

Bu örnek olay, affetmenin

melekleri imrendiren bir er-

dem olduğunu açıkça göster-

mektedir.

“İçinizden faziletli ve ser-

vet sahibi kimseler akrabaya,

yoksullara, Allah yolunda göç

edenlere (mallarından) verme-

yeceklerine yemin etmesinler;

bağışlasınlar; feragat göster-

sinler. Allah’ın sizi bağışlama-

sını arzulamaz mısınız? Allah

çok bağışlayandır, çok merha-

metlidir.”9

Bu âyetin iniş sebebi ile ilgi-

li şu olay son derece ilginç ve bi-

zim için anlamlıdır: Medine’de

Peygamberimiz (s.a.v)’in sevgili

eşi ve Hz. Ebû Bekir (r.a)’in kızı

Hz. Âişe annemize iftira atılır.

Münafıkların bu iftira yayaga-

rasına bazı Müslümanlar da ka-

tılır. Mistah b. Üsase de onlar-

dan biridir. Mistah, Hz. Ebû

Bekir (r.a)’in sürekli yardım et-

tiği Müslümanlardan biridir.

Hz. Ebû Bekir (r.a), onun da

iftiracıların arasına karıştığı-

nı öğrenince, artık ona yardım

etmeyeceğine dair yemin eder.

İşte bunun üzerine bu âyet iner.

Olayın iftira olduğu ortaya çık-

mış, iftira olayına karışanlar ce-

zalandırılmışlardır. Âyet inince

Ebû Bekir (r.a), elbette Allah’ın

bizi bağışlamasını isterim, di-

yerek Mistah’ı affeder ve ona

yeniden yardım etmeye başlar.

Ebû Bekir (r.a)’in kendi kızına

iftira eden bir adamı affetmesi,

bununla kalmayıp ona yapaca-

ğı yardımlarla adeta onu ödül-

lendirmesi, Ebû Bekir (r.a)’in

büyüklüğünü ve âyetler karşı-

sındaki teslimiyetçi tutumunu

göstermektedir.

“Ey iman edenler! Eşleri-

nizden ve çocuklarınızdan size

düşman olanlar da vardır. On-

lardan sakının. Ama affeder,

kusurlarını başlarına kakmaz,

kusurlarını örterseniz, bilin ki,

Allah çok bağışlayan, çok esir-

geyendir.”10

Mekke’de bazı Müslümanla-

rı, bazı yakınları hicretten alı-

koymuşlardı. Daha sona onlar

Medine’ye gelince, kendileriy-

le beraber Müslüman olup on-

lardan önce hicret edenlerin

Medine’de dinde derinleştik-

leri ve ileri seviyelere geldikle-

rini gördüler. Bunun üzerine

onlar, kendilerini vaktiyle hic-

retten alıkoyan eş ve çocukları-

nı cezalandırmak istediler, bu-

nun üzerine bu âyet indi. Onlar

da onları affettiler ve cezalan-

dırmaktan vazgeçtiler. Bu olay

da geçmişte işlenen bir hata-

dan dolayı, yanlış yapanları ce-

zalandırmanın kaybedilenle-

ri geri getiremeyeceğini, ancak

hoşgörüyle onları affetmenin,

hem affedenlere, hem de affe-

dilenlere büyük ecirler kazan-

dıracağını göstermektedir.

Kur’ân Kültürüyle Donanmış Bir Hizmetçi Kız

Ömer b. Abdülaziz’in Rak-

ka valisi olan, ilim ve zühdü ile

tanınan Meymun b. Mihran’ın

(Ö: 117/735) hizmetçisi olan

kadın, bir gün sofraya sıcak bir

çorba getirir. Misafirlerin de

hazır olduğu sofrada ayağı ka-

yar ve çorba vali Meymun’un

üzerine dökülür. Kızgınlık içe-

risinde olan efendisine, kadın

şöyle der:

“Efendim, lütfen Yüce

Allah’ın şu âyetini uygula: “O

takva sahipleri, öfkelerini yu-

tanlardır..”” 11

Adam, tamam öfkemi yut-

tum, der. Kadın, efendim deva-

mındaki “insanların kusurları-

nı affederler” kısmı ile de amel

et, der.

Adam, ”Tamam seni affet-

tim.” der. Kadın, iyi ama Yüce

Allah, âyetin sonunda “Allah,

iyilik ihsan sahiplerini sever.”

buyuruyor, deyince Meymun

şöyle cevap verir:

“Tamam, sana ihsan ediyo-

rum ve Allah için sen özgür-

sün!”12

Bu olaydan çıkan dersleri

şöyle özetleyebiliriz:

Olayda hizmetçi bir kızın

Kur’ân âyetlerine vukâfiyeti ilk

dikkatimizi çeken şeylerdendir.

Kadın, karşılaştığı olaya âyetler

ışığında bakıp onu değerlendi-

rebiliyor.

Efendisi ve misafirlerinin

yanında suçlu durumda olan,

bir hizmetçi çok rahat bir şekil-

de derdini anlatabiliyor.

Üzerine kaynar çorba dö-

külen efendi, hizmetçisine öz-

gürce kendini ifade edebilme

imkânı tanıyor.

Efendi, kendisine okunan

âyetlerin gereğini hemen yeri-

ne getiriyor. Hem de hizmetçi-

sinin hatırlatmasıyla.

Huzurlu bir toplum için,

âmirinden memuruna, erke-

ğinden kadınına Kur’ân’ı bilen

ve hayatı Kur’ân olan, affeden

ve affetmeyi seven insanlara ne

kadar da muhtacız bugün!

*Prof. Dr.

1 Ebû Hilâl el-askerî, el-Furûku’l-Lüğaviyye.2 5/Maide, 98.3 16/Nahl 61.4 7 A’raf 199.5 Müsned, II, 235, 238.6 4/Nisâ, 149. 7 42/Şûrâ, 40.8 42/Şûrâ, 43.9 24/Nûr, 22.10 64 Teğabün 14.11 (3/Âlu İmrân, 13412 Kurtubi, el-Câmi’, IV, 207

Dipnot

Page 6: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201010 11

Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*

İLÂH“Bütün gönüllerin sevgi, ümit, korku, güven, tevekkül,

yardım, duâ, kurban, adak vb. gibi tüm ibadet türlerinde

bağlandığı varlık:”

Allah’ın za-

tıyla ilişki-

li olan isim-

lerinden birisi de “ilâh” lafzıdır

Arapça’da genel olarak hiç-

bir şeyden türememiş has ismi

olarak kabul edilen Allah kav-

ramının aslının, “ilâhun” ol-

duğu yönünde görüşler ile-

ri sürülmüştür. Gerçek yaratıcı

olan Allah hakkında kullanıldı-

ğı gibi, her türlü mabut için de

kullanılan bir isim olmuştur.

Nitekim Allah Taâlâ için bir-

çok âyette O’ndan başka ilâh ol-

madığı ifade edilmiştir.1 “Sizin

ilâhınız bir tek ilâhtır.”2 şeklin-

deki âyetler, kul için kulluk edi-

lecek tek mabudun Allah oldu-

ğu ifade edilmiştir. Müşrikler,

kendilerine ulûhiyet atfettikleri

varlıklar hakkında “ilâh” (tanrı)

ismini kullanmışlardır. Nite-

kim Kur’an’da bu hususa işaret

edilerek şöyle buyrulmuştur:

“İbrahim, babası Âzer’e, “Bir

takım putları ilâhlar mı sedi-

niyorsunuz? Doğrusu ben seni

de kavmini de apaçık bir sa-

pıklık içinde görüyorum.” de-

mişti.”3 “Dediler ki: Ey Hûd!

Sen bize açık bir mucize ge-

tirmedin, biz de senin sözünle

tanrılarımızı (ilâhlarımızı) bı-

rakacak değiliz ve sana iman

edecek değiliz.”4 “Bizim tanrı-

larımız (ilâhlarımız) mı hayır-

lı, yoksa O mu?” dediler. Bunu

sana ancak tartışmak için söy-

lediler. Doğrusu onlar kavgacı

bir toplumdur.”5

“Müşrikler ancak Allah’tan

başka dişi (inâs) tanrıçalara ta-

parlar.”6 Bu âyette geçen inâs

sözcüğü, Türkçede tanrıça an-

lamına gelir. Tanrıça, cahili-

ye döneminde Arapların kadın

şeklindeki tanrılarına verilen

isimlerdir. Yine Kur’an’da da

geçen Lât, Uzzâ ve Menat gibi

putlar da7 kadın suretinde ya-

pılan ve Arapların kendileri-

ne taptığı putların isimleridir.

Dişi varlık anlamına da gelen

inâs sözcüğü, mecâzî anlamda

şehvetlerin putlaştırılmasını ve

ilâhlaştırılmasını da ifade eder.

Bu kimseler Kur’an’da “şehvet-

lerine uyanlar”8 ve “şehvet sar-

hoşları”9 diye zikredilir. Allah’a

şirk koşanlar, Allah’ı bırakarak

inâse dua ederler, dişilere çağırır,

dişilere taabbüd ederler, onların

en çok ibadet ettikleri, gönül ve-

rip yalvardıkları mabutları dişil-

ler olmuştur.10 Ayrıca, cahiliye

döneminde, müşrikler, fayda ve

zarar verme gücüne sahip olma-

yan birçok nesneye ulûhiyet at-

federek Allah’a ortak koşmuşlar-

dır. Mesela güneşi, tanrıça olarak

isimlendirmişlerdir. Çünkü on-

lar, güneşi, kendilerinin ma-

butlarından birisi saymışlardır.

Buna göre ilâh kelimesi, tapılan

varlığın kendisi olmaktadır.11

Efendimiz Hz. Muhammed

(s.a.v.)’e ilk nâzil olan vahyin12

muhtevâsını incelediğimiz za-

man, Kur’an’ın doğrudan Mek-

kelilerin putlarına sataşmayıp,

Allah’ın kim olduğunu, O’nun

birliğini, güç ve nimetini (ya-

ratıcı ve hâkim olarak) ortaya

koyarak, insanı uyarmada en

son noktaya vardığını görürüz.

İlk vahiyde açıkça, müşriklerin

ilâh edindikleri varlıklardan zi-

yade, yaratılış ve bu yaratılı-

şı gerçekleştiren Yüce Allah’tan

bahsedilerek O’nun üstünlüğü

ve hâkimiyeti vurgulanmıştır.

Bu âyetlerde, insanın pıhtılaş-

mış kandan yaratıldığından söz

edilerek Allah’ın sınırsız mut-

lak gücü ortaya konmaktadır.

O’nun bu gücünü kullanırken

de bir başkasına muhtaç olma-

dığı açıkça dile getiriliyor.

İslâm’ın doğuşundan önce

Mekkeliler putperesttiler. Fa-

kat onlarda, o zaman dahi,

tekâmül etmiş, yüce, tek ve her

şeye gücü yeten bir tanrı fik-

ri vardı. Bu mefhum ilâh kav-

ramının yanında özel olarak,

erkek-dişi veya tekil-çoğul bir

şekil almayan Allah kelimesiy-

le ifade ediliyordu. Putlarsa,

Allah’ın yanında şefaatçi olarak

nitelendiriliyordu. Müşriklerin

Allah adında bir ilâh kabul et-

tiklerini Kur’an’ı Kerim’den an-

lamamız mümkündür:

Page 7: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

“O ‘nun sıfatları karşısın-

da bütün güzel tasvirler âciz

kaldı,

Dillerin bütün ifadeleri bu-

rada şaşkınlığa düştü.”19

İslâm itikadına göre Allah

(c.c), tasvîrî olarak değil, tavsîfî

olarak bilinir. Onun güzel isim

ve sıfatları üzerinden düşünen

bir kimse, hayretler içinde ka-

lır. O’na olan sevgisi ve tesli-

miyeti kat kat artar. Bundan

dolayı, Bir rivâyette Hz. Pey-

gamber: “Allah’ın zâtını değil,

Allah’ın nimetlerini düşünü-

nüz.”20 buyurmuşlardır. Çün-

kü Allah’ın zatını bizim gibi

yaratılmış fânîlerin kavrama-

sı mümkün değildir. Tarihte

O’nun zatı üzerinde tefekkür

yapmaya kalkanlar, doğru yol-

dan ayrılmak gibi bir sonuçla

karşılaşmışlardır. Nihâyetinde

bi kısım insanlar biçimci bir

ilâh tasavvuruna kadar git-

mişlerdir. Bu sebeple, gerek

Allah’ın yarattığı varlık üzerin-

de ve gerekse kullarının yara-

rına olmak üzere takdim etti-

ği sayısız nimetler konusunda

akıl yürütmek O’nun azame-

ti karşısında takdir duygusu-

nu artırmaya yarar. Bizden is-

tenen de bu değil midir zaten?

Bir başka görüşe göre Allah

lafzının aslı “vilâh” lafzından

gelmedir. Allah’ın bu şekilde

adlandırılmış olması, yaratılan

her varlığın O’na doğru aşk ile

yönelmiş olmasındandır. Bu,

cansız varlıklar ve hayvanlar-

da olduğu gibi ya sadece tes-

hir ile olmaktadır ya da insan-

larda olduğu gibi, hem teshir

ve hem de irade ile olmaktadır.

Allah bütün varlıkların sevgili-

sidir. Kelimenin tam anlamıy-

la bu bir aşktır. Allah aşkı ve

Allah sevgisi dediğimiz zaman

bu anlaşılır. İbn Sina, Risâle fî

Mâhiyeti’l-Işk adlı eserinde bu

konuya değinir. Bütün bir var-

lık, Allah’ın kendisine verdiği

özel tesbîhâtıyla ilâhî aşkı te-

rennüm eder. Akıllı ve irade-

li bir varlık olan insan ise, bu

dünyada eksik olan aşkı idrak

edince, kendi eksikliğini anlar

ve yetkin olan İlâhî aşka yöne-

lerek O’na daha çok bağlanır.

Eksik olan sevgiden, sevgililer

sevgilisine yükselmek için bü-

tün benliğini O’na açar. İşte O

Ma’şuk da Allah’tır. Bu sebep-

le aşk, varoluşsal bir mânâdır.

Bundan dolayı Allah’ın fiilleri-

nin vücûdî gereklerinden biri,

mahlûkatına karşı olan sevgisi-

dir. Bu sevginin temelini O’nun

rahîm ve vedûd ismiyle var-

lık dünyasına tecellîsi oluştu-

rur. Şu âyette bu durum gâyet

açıktır: “Şüphesiz Rabbim çok

merhametlidir ve (kullarını)

çok sever (vedûd)”.21 Özellik-

le vahdet-i vücûdcu mutasav-

vıfların ontolojik içerikli tecellî

nazariyesi üzerinde çok dur-

malarının sebebi, İlâhî Zât’ın

bizzat aşk olduğu düşüncesi-

dir. Bu sebeple İlâhî aşkın bir

gereği olarak bütün bir var-

lık Allah’ı zikreder. Kur’an-ı

Kerim’de Yüce Allah’ın şu sözü

buna işaret etmektedir: “Yedi

gök, yer ve bunların içinde bu-

lunanlar Allah’ı tesbîh eder-

ler. Her şey O’nu hamd ile

tesbîh eder. Ancak, siz onların

tesbîhlerini anlamazsınız. O,

halîm’dir (hemen cezalandır-

maz, mühlet verir), çok bağış-

layandır.”22

O halde her Müslüman iti-

kadının bir gereği olarak,

Allah’tan başka hiçbir var-

lığa asla ulûhiyet atfetmez.

“Allah’tan başka ilâh yoktur.”

kelime-i tayyibesi, sadece dil-

lerde tekrarlanan bir lafız de-

ğil, hem dillerde, hem gönül-

lerde ve hem de davranışlarda

kendisini gösterir. Mü’min iyi

bilir ki, sahih bir tevhîd olma-

dan ne sahih bir iman, ne sa-

hih bir düşünce ve ne de sa-

hih bir ibadet olur. Başta itikat

olmak üzere, ibadetlerimizin

ve Allah adına yaptığımız tüm

davranışlarımızın O’nun katın-

da memduh ve makbul olması,

O’ndan başka ilâh tanımama-

ya bağlıdır. Bu sebeple, sah-

te ilâhları “lâ/hayır” ifadesiy-

le ortadan kaldıran bir mü’min

“illâ/ancak” istisnasıyla ger-

çek ilâh ismini Yüce Allah’a

izafe eder. Buna göre de haya-

tını düzenler.

Kasım 201012 13

* Prof. Dr.

1 Bkz. 2/Bakara. 163, 255; 3/Âli İmrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 171; 5/Mâide, 73 ve başka bir çok âyet.

2 2/Bakara, 163; 16/Nahl, 22; 18/Kehf, 110; 21/Enbiyâ, 108; 22/Hac, 34; 41/Fussılet, 6.

3 6/En’âm, 74.4 11/Hûd, 53.5 43/Zuhruf, 58.6 4/Nisâ, 117. 7 Bkz. 53/Necm, 19–20.8 4/Nisâ, 27.9 3/Âl-i İmrân, 114.10 Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, III, 1468–1469.11 el-İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, s. 25. 12 96/Alak, 1-19.13 29/Ankebût, 61.14 23/Mü’minûn, 84–89.15 43/Zuhruf, 87.16 12/Yûsuf, 106.17 38/Sâd, 5. 18 22/Hacc, 17.19 el-İsfehânî, el-Müfredât, s. 25. 20 Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, I, 311.21 Bkz. 11/Hûd, 9022 17/İsrâ, 44.

Dipnot

“Andolsun, eğer onlara,

“Gökleri ve yeri kim yarat-

tı, güneşi ve ayı hizmetini-

ze kim verdi?” diye soracak

olsan mutlaka, “Allah” di-

yeceklerdir. O halde na-

sıl (haktan) döndürülüyor-

lar?”13

“De ki: “Eğer biliyorsa-

nız söyleyin: Yer ve yerde

bulunanlar kime aittir? “Al-

lah’ındır” diyecekler. “Öyle

ise siz hiç düşünüp öğüt al-

maz mısınız?”de. De ki: “Yedi

kat göklerin Rabbi, büyük

Arş’ın Rabbi kimdir?” .”Al-

lah’ındır” diyecekler. “Öyle

ise ona karşı gelmekten sa-

kınmaz mısınız?” de. De ki:

“Eğer biliyorsanız söyleyin:

Her şeyin hükümranlığı elin-

de olan, kendisi koruyan,

kendisine karşı korunula-

maz olan kimdir?” “Allah’ın-

dır” diyecekler. “Öyle ise na-

sıl aldanıyorsunuz?”de.”14

“Andolsun, onlara kendile-

rini kimin yarattığını sorsan

elbette, “Allah” derler. Öyley-

ken nasıl döndürülüyorlar?”15

Ayrıca müşrikler, telbi-

ye ederek Allah’ı birliyorlardı.

İlahlarını da yanına katıyorlar,

fakat sahipliğini yine de O’nun

eline veriyorlardı. Yüce Allah,

peygamberine, “Onlardan çoğu

Allah’a ancak ortak koşarak

inanırlar”16 buyuruyor. Hat-

ta Hz. Peygamber risalet vazi-

fesiyle görevlendirilip insanla-

rı tevhide çağırmaya başladığı

zaman, “Ne o, ilâhları bire mi

indirdi? Doğrusu bu şaşılacak

bir şey.”17 diyerek eleştirmeye

kalkıyorlardı.

Allah’tan başkasını ilâh

edinmek bir şirktir. Sözlükte

şirk, “ortak koşmak” mânâsına

gelir. Dinî anlamda şirk,

Allah’ın ulûhiyet, sıfat ve fiil-

lerinde eşi ve ortağı olduğunu

kabul etmek ve Allah’tan baş-

kasını ilâh tanıyarak ibadet et-

mektir. Bu da putlara, ağaçlara,

hayvanlara, kabirlere, semavî

cisimlere, tabiat kuvvetleri-

ne, ruhanî varlıklara ve insan-

lara ulûhiyet vererek tapınmak

şeklinde meydana gelir. İşte

Allah’a, ulûhiyet makamına

yakışmayan; eksiklik, kusur,

âcizlik ve hata gibi kemal-

sizlik ifade eden bütün sıfat,

mânâ ve mefhumları isnat

etmek şirktir.

Gerçek anlamda İlâh; bü-

tün gönüllerin sevgi, ümit,

korku, güven, tevekkül, yar-

dım, duâ, kurban, adak vb.

gibi tüm ibadet türlerinde

bağlandığı varlıktır. Bu se-

beple, bütün bu konular-

da Allah’tan başka varlık-

ları O’na ortak koşmamak

gerekir. ‘Ulûhiyet ve ubudi-

yette tevhîd’ dediğimiz za-

man, ilâh’lığı ve ibadetle-

ri sadece Allah’a has kılmak

anlaşılmalıdır. Kur’an’a göre,

iki ilâhın varlığını benimsemek

şirktir.18

Arapça’da ilâh lafzının şaş-

kınlık ve hayret göstermek anla-

mına gelen “tahayyara” fiili ile

de ilgisinin olduğu söylenmiştir.

Bu bağlamda “elihe” şaşırmak

ve hayret etmek mânâsına gel-

mektedir. Ulûhiyette tevhîdi be-

nimseyen bir mü’min, Allah’ın

güzel isim ve sıfatları karşısın-

da âcizliğini ifade etmekten ve

O’na olan takdir duygularını ye-

rine getirmekten başka bir şey

yapamaz. Bunu Hz. Ali’nin şu

sözü doğrulamaktadır:

Page 8: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

15Kasım 201014 15

Hulûs‹ Efend‹ (k.s.)’n‹nHulûs‹ Efend‹ (k.s.)’n‹n

HAC HATIRALARIHAC HATIRALARI

EdebiyatMusa TEKTAŞ İnsan, hayatı boyunca birçok yolcu-

luğa çıkar. Bunların içinde en kut-

sal ve en anlamlı olanı, kuşkusuz

hac yolculuğudur. Bu yolculukta insan, kendine

içeriden ve dışarıdan bakarak varlık sebebini id-

rak eder. Kâbe’yi görünce istikametinin doğrulu-

ğunun farkına varır; Arafat’ta vakfeye dururken,

birlik ruhunu ve ahiretteki ahvalini hatırlar; böy-

lece kutsal ile olan irtibatını yeniden tesis eder.

Bütün şeytanî duygularını ve dünyevî ihtirasla-

rını Mina’da terk etmiş olarak kurban keserken,

içindeki kötü duyguların da damarlarından ak-

tığını, içinin berraklaştığını ve doğ duğu gibi ma-

sum hâle geldiğini hisseder.

Hac yolculuğu tatlı hatıralarla doludur. Tasav-

vuf büyüklerinin bu yolculuklarda yaşamış oldu-

ğu hatıralar bizlere yön verir. Sevgili Peygamberi-

miz hayatı boyunca dört defa umre, bir defa hac

ziyaretinde bulunmuştur. Bu durumu Es-Seyyid

Osman Hulûsi Efendi Hazretleri manzum olarak

şöyle ifade ediyor:

Çâr umre vâhid hac etdi ol Resûl

Böyledir cümle sîkatten menkûl

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.), Mektû-

bat’ındaki ikinci ve üçüncü mektuplarını mah-

dumlarına kutsal beldelerden yazmışlardır. İkin-

ci mektup şöyledir:

“Ahmed Şemseddîn ve Hâmid Hamîdeddin,

26 Zilhicce-i Şerîfe mütesâdif Cuma namazını

Mescid-i Nebevî Aleyhissalatü Vesselam’da kıl-

dık. Münevver Ravza-i Aleyhissalatü Vesselama

bakarak mektûbu yazıyorum ve sizleri de hatır-

lıyorum.

Muhtelif ırklara mensûb Müslüman kardeşle-

rimizin içinde bir huzûr-i ma’neviye bulunmakta

ve onların refîk kabûllerini nebean iden muhab-

betlerinin mazhariyyetiyle dil-şâd olmaktayız.

Yarın inşallahü teâlâ farîza-i haccı îfâ için,

Mekke-i Mükerreme’ye hareket etmek müyesser

olursa gideceğiz. Cümle hüccâc-ı kirâm sıhhat ve

âfiyetteler. Ol tarafta cümle ahbâba ve akrabâya

selâm ve dualar eder gözlerinizden öperim.”

Âşinâ İle Birlikte Haccetmek

Bu yazımızda Hulûsi Efendi Hazretleri’nin hac

hatıralarından nakledeceğiz. Birçok hatıra vardır;

ama biz sadece üç tanesini zikredeceğiz. İnşallah

bir gün bizler de bu kutsal yolculuğa büyükleri-

mizle çıkar ve manevî hazlar aldığımız hac ibade-

tini kâmilen yerine getiririz.

Bir arkadaş anlatıyor: “1986 yılında Hulûsi

Efendi Hazretlerinin, Hamideddin Efendiyle bir-

likte hacca gideceğini öğrendik. Ankara’da bir çay

sohbeti esnasında gönülden, ‘ne olur Hazreti Pir

Efendimiz himmet etse de bizler de birlikte hac

yapsak’ diye iltica ettik. O günlerde hacca gidecek

ne imkânımız, ne de birikmişimiz var. Sadece gö-

nülden bir muhabbet ve arzumuz var. Birkaç gün

sonra bir şirketin hacca kasap görevlisi götürdü-

ğünü duyduk. Dört arkadaş şirkete gittik ve Et

Balık Kurumunda çalıştığımızı söyledik, müraca-

at ettik. Şirket yetkilisi Et Balık Kurumunda çalış-

tığımız için, pasaportlarınızı çıkartın, evraklarını-

zı getirin, sizin işiniz tamam dedi. Çok sevindik.

Geriye Hazreti Pir Efendimizi ziyaret edip, him-

met ve duasını almak kalmıştı. Pazar günü ziya-

ret için Darende’ye gittik. Pir Efendimiz Sivas’ta

imiş, görüşemedik. Hamideddin Efendi bizi mi-

safir etti ve buyurdular ki ‘Efendi Hazretleri ikin-

diyi müteakip teşrif edecekler, beklerseniz gö-

rüşürsünüz.’ Bizler de sevinerek Devlethane’de

oturup bekledik. 17.30 sularında teşrif ettiler. Sa-

londa elini öptük. Hazreti Pir Efendimiz istiraha-

ta çekilmişti ki, birden aşağıdan yukarıya misafir-

ler çıkmaya başladılar.

Misafirler salona girdiler ve sıraya dizilip otur-

dular. Hulûsi Efendi Hazretleri salonu teşrif etti.

Buyurdular ki; ‘Oğul ne çekersek biz çekiyoruz.

İhvana ne var. Yarın öbür âlemde ihvan olma-

nın faydalarını görürsünüz.’ Biraz sonra sofra ku-

ruldu. Sofrada buyurdular ki: ‘Oğul, Hazreti Pir

Efendimizle (İhramcızade İsmail Toprak Efendi)

hacca niyetlendik. Hazreti Pir Efendimiz önceden

gittiler. Biz Medine-i Münevvere’ye vardığımız-

Page 9: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

17Kasım 201016

da Hazreti Pir Efendimiz Mekke-i Mükerreme’ye

geçmişler, görüşemedik. Mahzun olduk. Biz de

Medine-i Münevvere’den hareket ettik. Arabanın

içinde ihramlıyız. O anda gözümüz dalmış. Bir

de baktık ki Hazreti Pir Efendimiz, Babam Ha-

tip Efendi’yi koluna takmış beraberce tavaf edi-

yorlar. ‘Oğlum Hulûsi gelin bir kolumuza da siz

girin, beraber tavaf edelim.’ diye buyurdular.

Biz de vardık elini öpüp koluna girdik, beraber-

ce tavaf ettik. Bir de baktık ki, arabanın içindeyiz.

Arabamız Mekke-i Mükerreme’ye vardı. Harem-i

Şerif’e girdiğimizde Hazreti Pir Efendimizin ta-

vafa kalktığını öğrendik, biz de hemen katıldık.

Hazreti Pir Efendimiz, ‘Hulûsi oğlum, geldiniz

mi, gelin kolumuza girin beraber tavaf edelim.’

diye buyurdular. Biz de hemen elini öptük, kolu-

na girdik. Beraberce tavaf yaparken eğilip kula-

ğımıza, ‘Oğlum Hulûsi, sizi ceddinizle görüştür-

dük değil mi?’ dedi. Bizlere dönerek ‘Yoksa sizde

mi hacca gideceksiniz?’ diye buyurdular. Arka-

daşımız, ‘Efendim kasap olarak bir şirkete ya-

zıldık’ deyince, ‘Anlar mısınız kasaplıktan?’ diye

buyurdu. Bizler de sükût ettik. İçimizden de, ‘İşi-

miz olmayacak mı yoksa!’ diye korku içinde dü-

şünürken tekrar tebessüm ederek, ‘Oğul gidin de

ne şekilde olursa olsun, yeter ki gidin. Âşinâ ile

birlikte haccetmek hacc-ı ekber gibidir. İnşallah

orada görüşürüz. Gelin görüşelim.’ diye buyurdu.

Hemen sevinerek kalkıp ellerinden öptük.”

Bir sohbet esnasında Mısır’da Arapça eği-

tim görmüş, bir Hoca Efendi içeriye girer. Efen-

di Hazretleri “Geç Hoca Efendi yukarıya otur.”

der. Efendi Hazretlerinin arka kısmında yük-

sek bir yere geçip oturur. Hac mevsimi olduğu

için Efendi Hazretlerine “Efendim hacca giden

bir kişi ikinci defa gitmese, burada bir hayır iş-

lese daha iyi olmaz mı?” diye sorar. Hulûsi Efen-

di Hazretleri de “Hoca Efendi bizim ihvanın bi-

rine hocanın biri, sen bir kere hacca gittin ikinci

defa gitme, burada bir hayır işle demiş. O ih-

van da geldi bize sordu biz de o ihvana, ‘O hoca,

İmam-ı Azam’dan büyük müymüş? İmam-ı Azam

Hazretleri bir rivayete göre kırk sekiz bir rivayete

göre elli beş kere hac yaptı, dedik.” buyurur. Hoca

Efendi yerinden kalkarak, “Efendim özür dilerim

benim bir işim var gideceğim.” der.

Nasipse Gideriz İnşallah…

1988 yılında Hulûsi Efendi Hazretlerinin Bolu

kaplıcalarında bulunduğu sırada; İstanbul’da ya-

şayan ihvandan H. Ağabey, “Efendim bu sene siz-

lerle hac yapmayı çok arzu ediyoruz. Her ne ka-

dar müracaat zamanının bitmesine birkaç gün

kaldıysa da bu arzumuz, inşallah himmetinizle

gerçekleşir.” diye talebini arz eder. Efendi Haz-

retleri: ”Biz de gönlümüzden geçirmiştik. Pa-

saportlarımızı da kütüphanede masanın üzeri-

ne bıraktık. Nasipse gideriz inşallah, hazırlıklara

başlayınız.” buyurur.

Darende’den istenen pasaportları H. Ağa-

bey kendi ve eşinin pasaportlarıyla konsolosluğa

vize için verir. Bu arada hizmet etmesi için aile

yakınlarından M. Ağabeyin de götürülmesi arzu

edilir, yalnız onun pasaportunun gününün uza-

tılması gerekmektedir. İşlemler mesai bitimine

kadar yetişmeyince son gün vize için konsolos-

luğa verilmeye yetişmez. Evrakını yaptırıp, za-

man darlığından teslim edemeyen M. Ağabey çok

üzülür. Bu arada H. Ağabey, yeni bir inşaat yap-

tırmaktadır. O gün, inşaatı yapan firmanın Suu-

di Arabistan’dan bir misafiri gelir. M. Ağabey, o

Arap kıyafetli arkadaşı orada görünce “Acaba bu

kimsenin Ankara’da büyükelçilikte bir ağırlığı var

mıdır, Allah’ın izni, Efendi Hazretlerinin himme-

tiyle bizim vize işimize yardımcı olamaz mı” diye

sorar. Arap kıyafetli şahıs, bu sual üzerine “Yarın

Ankara’ya gidiyorum, pasaportunuzu verin, in-

şallah hallederim.” der. Pasaportu alır, Ankara’ya

gider. Aynı gün ikindi üzeri telefon eder: “Ak-

şam 23.00 uçağıyla İstanbul’a geleceğiz. Uçaktan

inerken görüşebilirsek vizeli pasaportunuzu vere-

lim, işlem tamam.” der. M. Ağabey, büyük bir se-

vinçle havaalanının yolunu tutar.

Orada genç biri, yanına yaklaşır “Ağabey ben

sizi tanıyorum. Filan zamanda filan şahsın evinde

tanışmıştık. Benim de bu uçakla bir yolcum gele-

cek, onu bekliyorum.” der. Biraz hoşbeşten son-

ra ayrılır. M. Ağabey, uçak rötar yapınca iki saat

sonra gece yarısı evine dönerken genç arkadaşa

“Uçak geç de olsa gelirse, Arap kıyafetli bir arka-

daşla yanında gelen kişiye, “Pasaportu bekleyen

arkadaşımız yarın size uğrayıp emaneti alacak,

çok bekledi.” dersiniz diye tembih eder. Bir-iki

saat sonra, geç de olsa uçak gelince kendi yolcu-

sunu bekleyen genç arkadaş, Arap kıyafetli şahsa

ve yanındakine “Pasaportu bekleyen M. Ağabey

benim dostumdur, o emaneti bana teslim edecek-

siniz.” der ve alır.

Sabah olunca M. Ağabey, pasaportunu sor-

mak için inşaat firması sahibini arar. O da akşam

uçaktan bizi karşılayan dostunuza teslim ettik,

der. Yeni bir zorlu aşama başlamıştır. Pasaportu-

nun peşine düşen M. Ağabey, o gencin, tanıştık

dediği şahıstan kimliğini sorup ismini, adresini

öğrenmeye çalışır. Onu tanıyan kimse çoktan-

dır görüşmediğini, isminin Serkan ve Bayburt-

lu olduğunu, Bayburtlular kahvesine takıldığın

söyler. İstanbul gibi bir şehirde, Bayburtlu Ser-

kan aranıp bulunacak, pasaport alınacaktır. Al-

lah yardım edecek, büyükler himmet edecek ki iş

görülsün… M. Ağabey, Bayburtlular kahvesinin

bulunduğu muhite gider, o arkadaşı sorar. Akşa-

ma kadar bekler bulamaz. Oradan biri “Şu yakın-

da bir handa bir mühendislik bürosu var, bazen

oraya takılır.” der.

“Bismillah” ile Kapılar Açılır

M. Ağabey güç bela o hanı ve mühendislik

bürosunu bulur, ama kapı kitlidir. Son bir ümit

olarak, kapıyı açmak için cebindeki kendi evi-

nin anahtarını denemek ister. Ve “Ya Rabbi sen

bütün kapalı kapıları açansın, “Ya müfettihal eb-

vab” sevgili dostun Hulûsi Efendi Hazretleri ile

hacca gideceğim, bu kapı açılsın ve pasaportu-

mu burada bulayım.” diye dua eder. Kendi evi-

nin anahtarını kapıya takar, “Bismillah” der.

Belki de milyonda bir ihtimal gerçekleşir ve mü-

hendislik bürosunun kapısı açılır. Masanın üze-

rinde aradığı pasaport hazır durmaktadır. Açar,

ismini ve vizeyi kontrol eder. Emanetini aldık-

tan sonra, kapıyı kapatır ve oradan hızlıca evi-

ne döner.

Her Şey Nasiple…

Bu arada H. Ağabeyimize Bursa’dan bir ar-

kadaşı kendisinin ve eşinin pasaportunu gönde-

rir. Kendilerine de vize almasını istirham eder.

H. Ağabey başka vize alamaz; ama kendisinin ve

eşinin vizeli pasaportunu alıp yolculuğa çıkarken,

Bursalı arkadaşının gönderdiği pasaportlarla ka-

rıştırır. Kontrol etmeden eşinin pasaportunun

yerine diğer bayanın pasaportunu cebine koyar,

havaalanına gelir.

Bütün hazırlıklar tamamdır. Uçağa binmek

için son evrak kontrol noktasında birden bir fi-

gan kopar. H. Ağabeyin eşi, polisin uyarısıyla

şok yaşar. Çünkü pasaportlar karışmıştır. Di-

ğer pasaport işyerinde kasada kilitlidir. Ka-

sanın anahtarı üzerinde olan muhasebeci de

tatile çıkmıştır. Vizeli pasaporta bir türlü ulaşı-

lamaz… O hanımın gözyaşlarına binaen Hulûsi

Efendi Hazretleri “Kızım inşallah hacca sonra

gidersin üzülme.” buyurur.

Kafile uçağa biner, Hulûsi Efendi Hazretle-

ri şöyle buyurur: “Oğlum her şey nasiple… Nasip

böyle imiş…”

Page 10: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201018

GÖNÜLDE GAYRI SEVDAYI

GÜLÜM N’İDEM

19

Hulûsi Kalb’den Abdülmecit İSLAMOĞLU*

Dîvân’ı baştan sona Hz. Pey-

gamber (s.a.v.) sevgisiyle dolu

olan es-Seyyid Osman Hulûsî

Efendi’nin açık ve akıcı olduğu kadar etkileyi-

ci şiirlerinden birisi de “Gülüm n’idem n’idem

n’idem” nakaratlı aşağıdaki manzûmesidir. Hulûsî

Efendi’nin, büyük mutasavvıf şâir Yunus Emre

neşvesiyle yazdığı bu manzûmenin büyük bir kıs-

mı okuyucu için açık olmakla beraber, şiiri aşağı-

daki şekilde nesre çevrirerek okuyucuyla paylaş-

mayı uygun görüyoruz:

1. Sensiz dünyâyı ukbâyı

Gülüm n’idem n’idem n’idem

Hûr u cennetü’l-a’lâyı

Gülüm n’idem n’idem n’idem

Yeryüzüne kulluk vazifesini yerine getirmek

üzere gönderilmiş olan insanoğlunun tek hede-

fi Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak olmalıdır.

Şüphesiz Yüce Yaratıcı’nın hoşnutluğunu elde et-

mek Hz. Peygamber (s.a.v.)’e itaatle gerçekle-

şecektir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Kim pey-

gambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.”1

buyrularak sevgililer sevgilisinin konumu ve öne-

mi bir defa daha belirtilmiştir.

Bu şuuru taşıyan Hulûsî Efendi de Hz. Peygam-

ber (s.a.v.)’in olmadığı dünya bir yana âhireti dahi

istememekte; hûrîlerin, en güzel cennetlerin bile

onsuz bir anlamının olmadığını ifade etmektedir.

2. Sînem onulmaz yaralı

Değmeye onmaz yâr eli

Senden özge yârı velî

Gülüm n’idem n’idem n’idem

Âşığın kalbi yaralıdır; zira yârinden ayrıdır. Bu

ayrılış onun için âdetâ bir ölümdür. Bu nedenle de

âşık ölümle hayat arasında gidip gelmektedir. Öyle

sıradan bir sevgili, âşığın bu hastalığına şifa ola-

mayacaktır. Aşk hastalığının devâsı sevgililer sev-

gilisindedir. Onun bir dokunuşuyla bu yaralı kalp

iyileşecek, şâd olacaktır.

3. “Mâ-zâğa’l-basar”dır gözün

Kelâm-ı cân-fezâ sözün

Manzarım olmazsa yüzün

Gülüm n’idem n’idem n’idem

Burada geçen “Mâzâğa’l-basar”2 ifâdesi “Göz

(gördüğünden) şaşmadı.” anlamına gelmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hak-

tan sapmadığı ve nefsinin arzuları ile konuşma-

dığının belirtildiği Necm sûresinde, onun vahye

mazhar oluşu bağlamında, gördüklerinin hakîkat

olduğu vurgulanmıştır. Hakîkati gören Hz. Pey-

gamber (s.a.v.)’in sözleri de elbette canlara can ka-

tacaktır. Bu güzel gözlü, bu güzel sözlü sevgilinin

nûr cemâli dışında nereye bakılır, neden lezzet alı-

nır ki?...

4. “Ve’l-leyli” zülf-i zer-târın

“Ve’ş-şemsi” mihr-i dîdârın

Olmazsa dilde ezkârın

Gülüm n’idem n’idem n’idem

Yüce Allah Leyl sûresine “(Ortalığı) bürü-

düğü zaman geceye andolsun.”3 diyerek başla-

maktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de üzerine yemin edi-

len leyl/gece, Hulûsî Efendi tarafından sevgili

Peygamberimizin siyah saçlarına benzetilmiş;

onun altın telli zülüflerinin güzelliği söz konu-

su edilmiştir. Peygamberimizin mübarek yüzü

ise Şems sûresinin ilk âyetinde ifadesini bulan ve

“Güneşe ve onun aydınlığına andolsun.”4 deni-

lerek üzerine yemin edilen şems/güneş gibi par-

lak ve aydınlıktır. Böyle eşsiz bir güzelliğe sahip

olan; Mutahhar olan, Nûr olan, Safiyullâh olan

Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’yı zikretmeyen

bir dil ne söyler, O’nunla dolmayan bir kalp ne

işe yarar?...

Page 11: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

5. Servi kaddine Tûbâ’yı

Vermezem iki dünyâyı

Gönülde gayrı sevdâyı

Gülüm n’idem n’idem n’idem

Kaynaklarda Peygamberimizin uzuna yakın

orta boylu olduğu ve bir mucize eseri olarak bera-

berinde yürüyen hiç kimsenin ondan daha uzun

boylu görünmediği kaydedilmiştir. Bu dörtlükte

de Hz. Peygamber (s.a.v.)’in boyu serviye benze-

tilerek Tûbâ ağacı bir teşbih unsuru olarak kulla-

nılmıştır. Kökleri yukarıda olan ve dalları aşağıya

sarkan bu büyük cennet ağacı, hatta iki dünyanın

tamamı, onun güzel boyu söz konusu olduğunda

kıymetten düşecek, değersizleşecektir.

Gönülde o olacak... Onun dışındaki sevdadan

ne çıkacak?...

6. Sana yok âlemde sânî

Âlemin cân u cânânı

Aşkınla dolmayan cânı

Gülüm n’idem n’idem n’idem

Âlemlere rahmet olan ve güzel ahlâkı tamam-

lamak üzere gönderilen Hz. Muhammed (s.a.v.)

Efendimiz, iki cihan sedefinin dürr-i yetîmi/

tek ve biricik incisidir. Seyyidü’l-beşer/insanlı-

ğın efendisi olan ve Habîbullâh/Allah’ın sevgili-

si olma pâyesine ulaşan son peygamber, insanlığı

ebedî mutluluğa davet etmiştir. Bütün insanlı-

ğın medyûn olduğu bu büyük insan, bu neden-

le de âlemin hem cânı hem cânânıdır. Allah’ın

ve meleklerinin salât ve selam getirdiği bu Yüce

Peygamber’in aşkıyla dolmayan cân neye yarar,

ne iş görür?...

7. Sen olasın dilin sözü

Yâdında gece gündüzü

Senden gayra bakan gözü

Gülüm n’idem n’idem n’idem

Allah’ın rızâsına ve hoşnutluğuna ermek is-

teyen her Müslüman onu örnek almalı, rehber

edinmelidir. Sözü hak, özü hak olan o yüce el-

çinin söylediği söylenmeli, yaptığı yapılmalıdır.

Diller onu söylemeli, zihin onunla dolmalı, onu

hatırlamalı, anmalı, anlamalıdır. Hz. Peygam-

ber (s.a.v.)’in gösterdiğinden gayrısına bakan göz

gerçekten neyi görmüş ya da neyi görememiş-

tir?...

8. Aceb nice olur hâli

Sana varmaz ise yolu

Hulûsî gibi bir kulu

Gülüm n’idem n’idem n’idem

Rasûlullâh’ın gösterdiği hak yoldan başka yol-

lara sapanların, hakîkî ve ebedî bir hayatı değil

de, sahte ve sonlu bir aldanmacayı seçenlerin du-

rumu ne olacaktır?

Hak ve bâtılın apaçık ortaya konduğu; dileye-

nin doğruyu, dileyenin yanlışı seçeceği bu dünya-

da tercihimizin hep iyiden, hep güzelden yana ol-

ması duasıyla:

“(Allah’ım!) Bizi doğru yola, kendilerine ni-

met verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayan-

larınkine ve sapıklarınkine değil.”5 (Âmin.)

TÜRKİYE’M ANAYURDUM SEBEBİM ÇÂREM

Ben, kağnılarla, yaylılarla büyüdüm geldimÇocuk yüreğimi yakan türküler d inleye dinleye…Mahzun kağnılarınla, nazlı yaylılarınlaVe tozlu yollarınla sevdim seni Türkiye! O tezek topladığım kırlar, yaylalar…Başına oturduğum, ekmek yediğim tandır.Türkiye’m, anayurdum, sebebim, çârem…Taşına, toprağına vurgunluğum bundandır… Akşam karanlığıyla başlardı kurbağalarSusar gökyüzü kadar, dinlerdim biteviye.Gecemi besteleyen cır cır böceklerinleKurbağa seslerinle sevdim seni Türkiye!

Bir Peygamber sofrasıydı sofralarımız:Biraz tandır ekmeği, biraz çökelik…Yoksulluğunla da bağlandım kaldım sanaMecnunlar gibi üstelik. Yağmurlar başlayınca, odalarımız damlardıDizlerini döve döve ağlardı anam.Şimdi kırk ikindiler boyunca sırılsıklamKüçük kerpiç evlerin çıkmaz aklımdan! Türkiye’m! Hasretim, kınalı türküm!..İçiçe güzellik uc uca kahır…Yüreğimi bin parçaya bölselerHer parçası yine seni çağrışır.

Yavuz Bülent BÂKİLER

Kasım 201020 21

* Dr.

1 4/Nisâ, 80. 2 53/Necm, 17.

3 92/Leyl, 1.4 91/Şems, 1.

Dipnot

5 1/Fatiha,6,7.

Page 12: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201022 23

Sufi PerspektifKadir ÖZKÖSE* Öfke; engellenme, incinme, tehdit v.b.

karşısında ortaya çıkan kızgınlık veya

saldırganlık tepkisidir.1 Öfke, insan-

larda küçük yaşlardan itibaren görülür. Çocuklar,

engellendikleri zaman öfkelenirler. Öfke belirtisi

olarak çocuk ağlar, tepinir ve kendini yerlere atar.

Ergenlik döneminde gencin gülünç duruma düşü-

rülmesi, başkalarının yanında azarlanması ve ken-

disine çocuk gibi davranılması öfkeye yol açar. Ye-

tişkinlikte ise,

1. Arzu ve isteklerin başkaları tarafından kabul

edilmemesi, karşı konulması,

2. Kişisel menfaatlerine veya eşyalarına başkala-

rının zarar vermesi,

3. Daha önce yaşadığı bir olayı veya düşmanını

hatırlaması

gibi birçok nedenle insanlar öfkelenebilmekte-

dir.2

Öfke İle Kalkanın Zararla Oturması

Duygu ve hırslarına yenilip öfke seline kendisini

kaptırıp giden kimse, kendisini kontrol edemez. En

ufak bir kızgınlık anında iradesini kaybedip hemen

parlar. Kontrolsüz bir ihtirasla öfkesine kapılır, dü-

şünmeden ileri atılır ve neticede sorumsuzca yaptı-

ğı eylemlerden dolayı sonu pişman olacağı davra-

nışlar ortaya koyar. Öfke, insana hakim olduğunda,

sıhhatli düşünme yetisini yok etmektedir. Kendi-

sinden bazı eylemlerin çıkmasına veya öfkesinin

dindiğinde pişman olacağı bazı düşmanca sözlerin

söylenmesine yol açmaktadır.3 Lord Bacon’un ifa-

desiyle, insanların en büyük dostu, zorluklardır;

çünkü insanları karşılaştıkları zorluklar kuvvetlen-

dirir. İnsanların en amansız düşmanı ise öfkedir.

Öfke, aptalları akıllı yapar; ama yoksul bırakır. Ab-

dullah b. Münâzil (ö.330/941), Hamdûn-ı Kassâr

(ö.271/884)’dan kendisine tavsiyede bulunmasını

ister. O da; gücü yettiği müddetçe dünyevî bir şeye

kızmamasını hatırlatır.4 İslâm büyüklerinden bir

diğeri de oğluna şu tavsiyede bulunur:

“Oğlum, dikkat, insan kızgın tandırda nasıl

yanmaya dayanamazsa, öfke anında da akıl, ye-

rinden öyle çıkar. En akıllı insan öfkesi en az olan

insandır. Öfkelenmediğinin sebebi, dünya malı-

na olan sevgiden ve onu elde etmekten dolayı ise

bu yumuşaklık değil, hilekarlık ve sahtekarlıktır.

Eğer sessizliği ve sakinliği âhirete olan bağlılığın-

dan ve Allah korkusundan ise işte iyi muâmele ve

ilim sahibi o kimsedir. Öfke insanın en büyük düş-

manıdır.”5

Eşrefoğlu Rûmî (ö. 874/1469), öfkenin ateşten

ibaret olduğunu ve düştüğü yeri mutlaka yaktığı-

nı söyledikten sonra şu acı sonuçlara yol açacağı-

nı söyler:

- Kişiyi imandan çıkarabilir,

- Adam öldürtebilir,

- Kan döktürebilir,

- Gönül kırdırabilir,

- Mal ve mülke zarar verdirebilir.6

Öfke baldan tatlıdır, insanlar kızdıkları anlarda,

öfke duyguları öylesine baskıcı olur ki, bu duygu-

sallıkla o anda en doğru düşündüklerine inanırlar.

Ama pişman olduğumuz pek çok olay, hep öfke an-

larında ortaya çıkar.7 Kur’ân’da Hz. Mûsâ (a.s.)’nın

Tûr dağından kavmine geri döndüğünde onların

Sâmirî tarafından altından yapılan buzağıya tap-

tıklarını gördüğünde öfkeye kapılır. Bu öfke sonu-

cu Tevrat levhalarını elinden atar ve paylamak ga-

yesiyle kardeşinin perçeminden tutarak kendisine

çeker. Öfkesi etkisini kaybederek dindiğinde, aslın-

da kardeşinin, kavmini bundan menettiğini, fakat

kavminin kendisini güçsüz görerek neredeyse öl-

dürmeye teşebbüs ettiklerini anlar ve gerçek hadi-

seyi bilmeden önce kardeşine yaptıklarından dola-

yı Allah’tan af diler.8

Hiddet ve şehvet anında gözü dönenler, doğruyu

düşünemez, hakîkati, iyiliği ve doğruyu göremezler.

Bir Hak dostunun söylediği gibi, kul ile Hak arasın-

daki perdeler ister yetmiş bin kat olsun, ister soğan

zarı kalınlığında olsun netice birdir: Kul Hakk’ı gö-

remez. Muhabbet ve rıza ile bakan gözler hiç ayıp

görmez. Garaz ve öfke ile bakan gözler ise olanca

kötülükleri ortaya çıkarır. Bütün bunları bizim bir

atasözümüz çok vecî bir şekilde ifade etmektedir:

“Öfkeyle kalkan zararla oturur.”

HİLM

Page 13: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201024

bir hilm bulunmadığı belirtilir. Çünkü o, güçlü ol-

duğu halde yumuşaktır. Ahlak ve fazileti ile tanınan

Emevî halifesi Ömer b. Abdilaziz’in, “Hilmin ilimle,

affın kudretle birleşmesi sonucunda ulaşılan fazi-

letten daha üstünü asla yoktur.” anlamındaki sözü,

özellikle Câhız’ın “halim”i, “sahif (zayıf, âciz)” keli-

mesinin karşıtı olarak kullanması da hilmin cahil-

lik ve güçsüzlükten kaynaklanan bir fazilet olmadı-

ğına işaret eder.

Gücün olmadığı yerde hilm de yoktur. Hilm,

başkalarını idare edenlerin özelliğidir. Başkaları

tarafından yönetilenlerin özelliği değildir. Yaratılış

bakımından zayıf ve güçsüz olan kişiye, kızıldığı za-

man ne kadar sakin durursa dursun “halim” den-

mez; o sadece zayıftır. “Halim” o kimsedir ki istedi-

ği zaman her şeyi yapabilecek kuvveti olduğu halde

onu dizginler, ona hâkim olur. Kendisini zorbalık-

tan alıkoyacak güce sahiptir. Hilmin vücuttaki gö-

rünüm ve belirtisi vakardır.

Kur’ân ahlakını en iyi kavrayan ve yaşayanlar-

dan biri olarak tanınan Hasan-ı Basrî (ö.110/728)

şu hususları Müslümanlığın belli başlı ilkeleri ola-

rak kabul eder:

Dinde kuvvetli olmak,

Huyu yumuşak olmak,

İmanı sağlam olmak,

Bilgili ve akıllı olmak,

Kimsenin hakkını yememek,

Zengin olsa da israf etmemek,

Fakirlikte kanaatkâr olmak,

Gücü yettiğinde iyilik etmek,

Arkadaşlıkta dayanıklı olmak,

Öfke anında sabırlı olmak.

Çünkü Müslüman hırsına yenilmez, hasetlikte

aşırı gitmez. Şehveti daima iradesine amadedir. Aç-

gözlü oluşu onu perişan etmez, midesi onu aleme

karşı aşağılık mahluk derecesine düşürmez. Düşük

iradeli olmaz. Mazluma yardımcı olur, âcizlere acır,

cimrilik etmez, müsriflik yapmaz. İntikam hissi ta-

şımaz. Bilgisizce yapılan hataları af eder. Kendin-

den emin olur, kendine güvenir. Onun oluşu halkı

huzura kavuşturur.19

Öfkenin kurbanı olmamak ve öfke ateşinin hış-

mına uğramamak için Eski İran hükümdarlarından

birinin oğluna yazdığı şu satırlara kulak vermek zo-

rundayız:

“Oğlum, senin bir sözün nice kanlar dökmeye,

başka bir sözün nice canların kurtulmasına se-

beptir. İhtiyat üzere ol. Öfkeli zamanında söyleyip

hata etmekten, renginin değişmesinden ve kendini

güçsüz düşürmekten koru. Zira hükümdar kuvve-

ti, kuvveti ile kahr, yumuşaklığı ile affeder.”20

25

* Prof. Dr.1 Hüseyin Peker, Din ve Ahlâk Eğitimi, s. 201.2 Hüseyin Peker, a.g.e., s. 201.3 M. Osman Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 64-67.4 el-Kuşeyri, er-Risale, s. 426. 5 İmâm Gazâlî, Kalplerin Keşfi, s. 329.6 Eşrefoğlu Rûmî, Müzekki’n-Nüfûs, s. 259.7 M. Doğan Karacoşkun, “Öfke Duygusu ve İslam”, Somuncu Baba, Yıl: 14, Sayı:

82, s. 70-71.8 7/A’râf, 150-151; 20/Tâhâ, 92-94; 9 Mevlânâ, Şerhli Mesnevî-i Şerif, şrh. Ken’an Rifaî, s. 54.10 Mevlânâ, Şerh-i Mesnevî, ter. ve şrh.: Tâhiru’l-Mevlevî, c. I, s. 242. 11 35/Fâtır, 45.12 Ramazan Altıntaş, “Öfkenin Dayanılmaz Hafifliği”, Somuncu Baba, Yıl: 14, Sayı:

82, s. 14-16.13 11/Hûd, 75.14 37/Saffât, 101.15 Altıntaş, a.g.m., s. 14-16.16 Buhârî, 1/537.17 M. Doğan Karacoşkun, “a.g..m., s. 70-71.18 Mâverdî, s. 24519 İmam-ı Gazâlî, Kalplerin Keşfi, s. 330.20 el-Mâverdî, Maddî ve Manevî Yüce Hedefler, s. 662.

Dipnot

Öfkenin Panzehiri Hilm Duygusu

el-Halîm, Allah’ın en güzel isimlerinden bi-

risidir. İmam Gazâlî’nin özgün yorumuyla bu;

kendisine isyan edenleri ve emirlerine muhale-

fet edenleri gördüğü halde öfkesine kapılıp da

hemen cezalandırmayan Allah’ın bir ahlâkıdır.

Kur’an’ı Kerim’de güç ve kudret sahibi olan Rab-

bimizin isyan eden kullarını hemen cezalandır-

mayıp belki dönerler diye mühlet vermesiyle ilgi-

li bir âyet şöyledir:

“Allah insanları işlediklerine karşılık hemen

yakalayıverseydi, yeryüzünde bir canlı bırakma-

ması gerekirdi. Ama onları belli bir süreye kadar

erteler. Süreleri gelince gereğini yapar. Doğrusu

Allah kullarını görmektedir.”11

Bu âyette Allah’ın kullarına karşı hilmi ve rah-

meti açıklanmaktadır. Eğer Allah günahlarından

dolayı hemen onları yakalayıverseydi yeryüzün-

de insan da dâhil hiçbir canlı nesli kalmazdı. İlâhî

rahmeti ve lütfü bağlamında el-Halîm isminin bir

tecellîsi olarak günahkârlara, belki dönerler diye,

süre tanımakta, ceza verme konusunda acele etme-

mektedir. O’nun yasasının gereği, vakit geldiği za-

man herkesin iyi ya da kötü davranışlarına karşılığı

eksiksiz olarak verilir. 12

Allah’ın el-Halîm isminden insanlar hisse alma-

lıdırlar. Yumuşaklık anlamına gelen hilm, insan-

ların iyi hasletlerinin en güzellerinden olmalıdır.

Hilm aynı zamanda akıl anlamına da gelir. Günde-

lik hayatta insan, pişman olacağı bir iş yaptığı za-

man kendi kendine, “Ne akılsız iş yaptık?”, “Aklımı-

za mukayyet olamadık.” gibi serzenişlerde bulunur.

Kur’an’da ‘hilm/halîm olma’, peygamberlerin bir

özelliği olarak da anlatılır:

“Doğrusu İbrahim çok içli, yumuşak huylu ve

kendisini Allah’a vermiş bir kimsedir.”13

Yine, “Biz de O’na hilm sahibi bir oğul müjde-

ledik.”14 buyrularak İsmail Peygambere dikkatler

çekilmektedir. Dolayısıyla bu âyetler, mü’minin

ahlâkî yapısına işaret etmesi bakımından çok an-

lamlıdır. 15

Peygamber Efendimiz kötülük gördüğü pek çok

yerde bile öfkelenip kızmak bir yana; af, güler yüz

ve iyilikle karşılık vermiştir. Onun bu özelliğine en

çok şahit olanlardan Enes (r.a.)’ın anlattığına göre,

bir gün Rasulullah (s.a.v.) ile birlikte yürürlerken,

arkalarından bir bedevî yaklaşmıştır. O sırada Ra-

sulullah (s.a.v.)’ın sırtında Necran kumaşından ya-

pılmış sert kenarlı bir hırka vardır. Bedevî yani çöl

Arabı, Rasulullah (s.a.v.)’ın hırkasını hızla çekmiş-

tir. Enes (r.a.) o anı, “Rasulullah’ın omzuna baktım

çekişin şiddetinden boynunda iz kalmıştı.” ifadele-

riyle anlatmıştır. Bedevî, “Ya Muhammed! Yanın-

dakilere Allah’ın malından bana vermelerini em-

ret!” demiş ve buna karşılık Allah Rasûlü (s.a.v.),

kızmak bir yana, adamın yüzüne bakıp gülmüş,

sonra yanındakilere ona bir şeyler vermelerini söy-

lemiştir.16

Allah Rasûlü (s.a.v.) da bir insandır ve onda da

öfke duygusu vardır. Ama o, görüldüğü gibi olur ol-

maz yerde öfkelenmemektedir. Çünkü olur olmaz

yerde ve ânî öfkelenme durumlarında, insan sağlık-

lı düşünme yetisini kaybeder. Bu durumda da daha

sonra pişman olacağı davranışlar yapabilir. Bu yüz-

den insanı olgunlaştırmayı ve güzel davranışla-

ra yönlendirmeyi hedefleyen dinimiz, insanın öfke

duygusunu sükûnetle atlatabilmesine ve onun akla

egemen olmasını engellemeye çalışır.17

Hilm, Zayıflık ve Âcizliğin Değil Güç ve Kudretin İşaretidir

İslam ahlakı, hilm sahibi olmayı; sabır, sekînet

ve vakar gibi erdemlerle donanmayı; öfke, ihtiras

ve bencil duygulara hakim olmayı; kendini bilmez

insanların kaba davranışları karşısında akıllı, so-

ğukkanlı, ağırbaşlı hareket etmeyi öngörür. Fakat

bu davranışların erdemlilikten kaynaklanmasını is-

ter; cahillik, güçsüzlük ve onursuzluktan kaynak-

lanmasını ise bir zillet ve âcizlik sayar ve reddeder.

Bir rivâyette Peygamber Efendimiz; “Eğer hasmın-

dan daha güçlü isen onu bağışlayarak güçlü ol-

manın şükrünü ödemiş ol.”18 demek suretiyle ba-

ğışlamanın güçlü olunduğu zaman bir değer ifade

ettiğini vurgulamaktadır. Hz. Ömer (r.a.)’a atfedi-

len bir sözde de, Allah (c.c.) nezdinde devlet baş-

kanının hilm, rıfk ve yumuşaklığından daha değerli

Page 14: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201026 27

Çağımızın iletişim

çağı olduğu her fır-

satta dile getirilir.

Çünkü haberleşmeyi sağlayacak

türlü yollar ve araçlara her gün

bir yenisi eklenmektedir. Buna

rağmen bazen de en yakınları-

mızla bile iletişim kuramadığı-

mızdan yakınırız. Zira iletişimi

engelleyen bir sürü faktör var-

dır. İnsanların birbirine ulaşa-

maması bile onları üzmekte ve

çeşitli sıkıntılara sokmaktadır.

Ulaşılması gerektiği halde ula-

şılamayan insanlara sitemler

edilir, niyetleri sorgulanır hat-

ta ulaşmayı engelledikleri için

suçlanırlar. Hulasa iletişim ya

hiç sağlanamaz veya bir nok-

tada biter. Bunun sebebi bazen

ulaşmak isteyen bazen de ula-

şılacak olanların özel durumla-

rı olur.

Kur’ân’ın verdiği bilgiye

göre, insanların en hızlı ve en

kolay iletişim sağlayabilecek-

leri varlık onları yaratan Yüce

Allah’tır. Çünkü Allah bize şah-

damarımızdan daha yakındır.

“Andolsun, insanı biz yarattık

ve nefsinin kendisine fısılda-

dıklarını biliriz ve biz ona şah

damarından daha yakınız”1

meâlindeki âyet bu gerçeğe işa-

ret etmektedir. Bunun yanın-

da iletişim kurmak isteyen ku-

luna mesafe koymayan, zaman

tayin etmeyen Yüce Allah, her

zaman müracaat ve dua kapı-

sını açık tuttuğunu şöyle açık-

lıyor: “Kullarım sana beni sor-

duğunda (söyle onlara): ‘Ben

çok yakınım. Bana dua ettiği

vakit dua edenin dileğine kar-

şılık veririm. O halde (kullarım

da) benim davetime uysunlar

ve bana inansınlar ki doğru

yolu bulalar”2.

Kur’ân’ın bize öğrettiği bu

gerçeklere göre Allah’a ulaş-

manın, derdimizi açmanın, sı-

kıntılarımızı paylaşmanın, der-

man ve şifa istemenin belli bir

zamanı yoktur. Bunun için in-

sanların dünyadaki konumları-

nın, varlıklı ya da yoksul olma-

larının, renk ve ırklarının da bir

tesiri yoktur. O, buna her za-

İKİ KADIN

İk‹ Hüküm“Kur’ân’ın verdiği bilgiye göre, insanların en hızlı ve en kolay iletişim

sağlayabilecekleri varlık onları yaratan Yüce Allah’tır. Çünkü Allah bize

şahdamarımızdan daha yakındır. “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin

kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız”

meâlindeki âyet bu gerçeğe işaret etmektedir.

FıkıhAbdullah KAHRAMAN*

man hazırdır. Önemli olan bi-

zim hazır olmamızdır. Bizim

hazır olmamız, Allah’a el aç-

maya yüzümüzün olması; O’na

olan güçlü bir imana, coşkuya

sahip bulunmamız ve istediği-

mizi başkasından değil sadece

Allah’tan istediğimizden emiz

olmamızdır. Bazılarımızın için-

de bulunduğu özel durumlar

taleplere acilen cevap verilme-

sini gerektirebilir; ancak yine

de taleplerimize nasıl, ne za-

man ve ne kadar cevap verece-

ği ise Allah’ın takdirindedir. İn-

sanoğlu aceleci olduğu için her

istediğinin hemen yerine gel-

mesini talep eder. Fakat her is-

tediğinin anında olmasının her

zaman hayrına olmayacağını

bilemez. Peşinden “keşke”ler,

“vah”lar veya “iyi ki olmamış”

gibi ifadeler birbiri ardınca sı-

ralanır. Nitekim Yüce kitabımız

bu konuda da bizi irşad eder-

ken şu prensibi zihinlerimize

âdetâ kazımaktadır: “Hoşunu-

za gitmediği halde savaş size

farz kılındı. Sizin için daha ha-

yırlı olduğu halde bir şeyi sev-

memeniz mümkündür. Sizin

için daha kötü olduğu halde bir

şeyi sevmeniz de mümkündür.

Allah bilir, siz bilmezsiniz”3.

İman tarihimizde feryadı-

nı Allah’a ulaştırmayı ve der-

dine istediği çareyi bulma-

yı başaran çok mü’min vardır.

Bunlardan ikisi önce Hz. Pey-

gamber (s.a.v)’e müracaat

eden fakat istedikleri sonucu

alamayınca doğrudan Allah’a

ulaşan iki hanım sahâbîdir.

Bunların mürâcaatları ve fer-

yatları Allah’a ulaşmış, sonuç

hem kendileri hem de bütün

Müslümanlar adına rahmet ol-

muştur.

Havle Binti Sa’lebe (Başka Bir

Rivayete Göre, Havle Binti

Huveylid)’nin Feraydı

Cahiliye döneminde zıhar

denen bir adet vardı. Buna göre

zıhar, kocanın karısına; “Sen

bana anamın sırtı gibisin.” de-

mesidir. Hanımını boşamak is-

teyen erkek, doğrudan ve açık-

tan boşama yerine bazen böyle

bir yola da başvururdu.

Çünkü zıhar yapan

kimsenin hanımı

boşanmış sayı-

lıyor ve artık

haram oluyor-

du. Hz. Pey-

gamber (s.a.v)

geldiğinde bu

uygulama hala

devam etmekteydi.

Bir gün Ensar’dan olan

Havle binti Sa’lebe (r.a.) ve ko-

cası Evs b. Sâmit (r.a.) arasın-

da tatsızlık oldu. Evs hanımını

yatağına çağırdığı halde o bunu

yapmamıştı. Bunun üzerine ha-

nımına: “Sen bana anamın sır-

tı gibisin.” dedi ve bu İslâm ta-

rihinde ilk zıhâr hâdisesi oldu.

Sonra Evs pişman oldu fakat

bir kere söz ağızdan çıkmış ve

hanımı boş olmuştu. Ancak

Havle bu sonucu bir türlü içi-

ne sindiremiyor, mağdur edil-

diğini düşünüyor, uygulama-

nın adil olmadığına inanıyor ve

“Vallâhi bu boşama değildir.”

diyordu. Nihayet Hz. Peygam-

Page 15: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

SILA BOYUTU

Ben gülün daha bir Leylâ olduğu yerden gelmişim; Bülbülün canda cânanı bulduğu yerden gelmişim.

Zorluklarla güreşmişim ayrılıklar meydanında; Sabır küpünün hasretle dolduğu yerden gelmişim.

Aramaz ömrün zevkini mızrapla meşveret kuran; Her makamın aynı telden çaldığı yerden gelmişim.

Gece, gündüz, an ve yerin ufuklarda karıştığı,İdrâkin teklik deminde kaldığı yerden gelmişim.

Bilen anlar (!) , bilmeyenin intizârı da mâsumdur,İlmin noktadan dersini aldığı yerden gelmişim.

Morötesi bayırlarda çiçeklenmiş umutlarım,Sûr nefesle yıldızların solduğu yerden gelmişim.

Duymamış ol son sözümü (!) , belki kızartır yüzümü:Aklın onuncu boyuta daldığı yerden gelmişim. Yusuf BİLGE

ber (s.a.v.)’in huzuruna varıp

şöyle dedi: “Ben genç, zengin,

mal ve aile sahibi bir kadın iken

Evs benimle evlendi. Malımı yi-

yip gençliğimi tüketince, ailem

dağılıp ben de yaşlanınca; ben-

den zıhâr yaptı. Ama şimdi piş-

man oldu. İkimizi bir araya ge-

tirecek ve kaybımı giderecek

bir şey (fetvâ) var mıdır?”. Hz.

Peygamber (s.a.v.), “Sen ona

haram oldun.” deyince, o se-

sini yükselterek şöyle demişti:

“Yoksulluğumu, durumumun

sıkıntılı oluşunu Allah’a şikâyet

ediyorum (feryadımı O’na ulaş-

tırıyorum). Ayrıca benim küçük

çocuklarım vardır. Onları ba-

balarının yanında bırakırsam,

zayi olurlar. Yanıma alırsam, aç

kalırlar. Allah’ım! Halimi sana

şikâyet ediyorum. Allah’ım! Sı-

kıntımın çaresini Hz. Peygam-

berinin lisanı üzerine indir!”.

Bunun üzerine bu feryat esas

yetkili makama ulaşmış ve her

zamanki gibi Hz. Peygamber

(s.a.v.)’e vahiy gelmişti. Nü-

zul tamamlanınca Hz. Peygam-

ber (s.a.v) ona : “Ey Havle! Al-

lah (c.c.) seninle Evs hakkında

Kur’an (âyeti) indirdi.” buyur-

du Ve şu âyet-i kerîmeyi oku-

maya başladı: “Kocası hakkın-

da seninle mücadele eden ve

Allah (cc)’a şikâyette bulunan

kadının sözünü (feryadını) Al-

lah işitmiştir”4. Devamında-

ki âyetlerle de bu konuyla ilgi-

li düzenleyici hüküm getirilmiş,

zıhar yapanın belli bir keffâret

ödeyerek hanımıyla evlilik ha-

yatına devam edebileceği kara-

ra bağlanmıştır.

Sa’d B. Rebî’in Hanımının Feryadı

İslâm’dan önce Araplar kız

çocuklarına mîrastan hisse ver-

mezlerdi. Mîras erkek çocuk-

lara kalırdı. Bunun dışında bi-

risine veya başka bir yakınına

mal bırakılmak istenen kimse-

ler vasiyette bulunurlardı. Ri-

vayet edildiğine göre; Sa’d b.

Rebî’ (r.a.) Uhud savaşında şe-

hid düşmüştü. Geride iki kız

evlat, bir erkek kardeş ve bir

de zevcesini bırakmıştı. Malı-

nın tamamını kardeşi almış-

tı. O zamanlar sadece erkek-

ler mîrasçı olabiliyor, kadınlar

mîrastan bir şey alamıyorlar-

dı. Ancak ortada ciddi bir mağ-

duriyet, zalimce bir anlayış ve

uygulama vardı. Bunun üzeri-

ne Sa’d’ın hanımı Rasûlullah

(s.a.v.)’a gelip şöyle demişti:

“Ya Rasûlallah! Şunlar Uhud

harbinde şehid düşen Sa’d’ın

iki kızıdır. Babalarından kalan

malın tamamını amcaları aldı.

Malları olmadan da kimse bun-

larla evlenmez”. Bunun üzerine

Rasûlullah (s.a.v) da ona; “Dön

bakalım. Umarım ki, bu mes’ele

hakkında Allah (c.c.) hüküm

verecektir.” buyurdu. Bu ha-

nım sahâbînin feryadı da ulaş-

ması gereken makama ulaşmış,

asırların hukuksuzluğuna son

verecek mîras hükmünü bildi-

ren âyetler5 nâzil olmuştu. Bu-

nun üzerine Rasûlullah (s.a.v)

o iki kızın amcalarına haber sa-

larak; “Malın üçte ikisini o iki

kıza, sekizde birini anneleri-

ne ver. Kalanı da senin olsun.”

buyurdu ve bu İslâm tarihinde

taksim edilen ilk mîras oldu6.

Bu iki olay, sağlam yollar-

la bize nakledilmiştir. Her ikisi

de toplumdaki özellikle kadın-

ları ilgilendiren hukuksuzluğu

ortadan kaldırmaya yöneliktir.

Bizim en önemli rol modelimiz

olan Hz. Peygamber (s.a.v) ve

onun eğitiminden geçen sahâbî

hanımlar bu olayların kahra-

manlarıdır. Buradan almamız

gereken en önemli mesaj şudur:

Maddî ve mânevî dertlerimizin

ve sıkıntılarımızın öncelikli çö-

zümü inandığımız değerlerde

yer almaktadır. Bunun dışında

aranan yanlış yollar çözüm ye-

rine hüsran getirebilir.

Kasım 201028 29

* Prof. Dr.1 50/Kâf, 16.2 2/Bakara, 186.3 2/Bakara, 216.4 58/Mücâdele, 1.5 4/Nisâ, 11-12.6 Buhârî, “Vasâyâ”, 6; Tirmizî, “Ferâiz”, 3.

Dipnot

Page 16: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201030 31

Anne baba-

nın çocuk-

larına güzel

bir ad koyması görevleri ara-

sındadır. Çünkü hadisi şerifte,

“Çocuğa güzel bir ad koymak, dinini öğretmek ve vakti gelin-ce evlendirmek evladın baba üzerindeki haklarından”1 sa-

yılmıştır.

Ad, sahibinin tanınması-

nı sağlayan ve kendisini diğer

bireylerden ayıran en belirgin

semboldür. Bu nedenle çocuğa

ad vermek önemlidir. Anneler

babalar, çocuklarına verecek-

leri adı uzun istişareler, bazen

tartışmalar sonunda belirlerler.

Çünkü adlar, söylenişindeki ko-

laylıkla, aile ve çevre tarafından

kabul edilebilirliğiyle, telkin et-

tiği veya çağrıştırdığı anlamlar

ile hem ad sahibini hem de di-

ğerlerini etkilemektedir.

Eski çağlardan beri insa-

nın adı, kendisiyle özdeş ka-

bul edilmiş ve kendisini etkile-

yeceği düşünülmüştür. Kişinin

ömründe en çok duyacağı keli-

me kendi adıdır ve adının anıl-

ması kişiyi heyecanlandırır. Ki-

şinin iyilikle anılması sevinç,

kötü olarak anılması üzüntü ve-

rir. Bazen insanların sevilmesi

veya sevilmemesinde adının et-

kili olduğunu görüyoruz. Bu ne-

denle birçok insan ebeveynleri-

nin koyduğu adı beğenmeyerek

ya mahkeme kararıyla değiştir-

mekte veya takma ad kullan-

mak zorunda kalmaktadır.

Adlar sadece psikolojik etki

bırakmakla kalmaz aynı zaman-

da bireyin, kişiliğinin oluşma-

sında da etkili olmaktadır. Kişi

adını sever, benimser ve adının

anlamını kabullenirse psikolo-

jik bir rahatlık ve huzur duya-

caktır. Örneğin, kişinin adı, ce-

saretli veya salih olmayı ifade

ediyor ve bunu benimsiyorsa,

o isme uygun davranmayı arzu

edecek, cesur veya salih olma-

yı bilinçaltına yerleştirecek ve

böyle davranmaya özenecek-

tir. Kendisine Hz. Ali (r.a)’den

esinlenerek adı Ali konulan

biri, Hz. Ali (r.a)’nin hayatına

ilgi duyarak onun gibi olma-

ya gayret edecektir. Toplumun

beklentisi de bu istikamettedir.

Anlamları kötü olan adların da

aynı oranda kişiliği yaralayan

olumsuz etkileri vardır. Adla-

rı güzel olmayanlar, zaman za-

man arkadaşlarına alay konusu

olabilmekte, bu da onu dolaylı

da olsa etkileyebilmektedir. Ör-

neğin adı Satılmış olan birisi,

“Sen satılmış mısın?” gibi ifa-

delerle aşağılanabiliyor. Bu da

onun onurunu incitip, arkadaş-

lar arasında sevginin azalması-

na veya kine sebep olabilmek-

tedir. Bu durumu ifade etmek

için, adına uygun bir davranışta

bulunana, “adıyla müsemma”,

“adına uygun hareket etmiş”,

“adına, şanına lâyık” gibi sözler

söylenmektedir. Toplumlarda

bireylere verilen adların, isim-

lendirilen kişi (müsemma) üze-

rinde etkili olduğuna dair yay-

ÇOCUKLARAÇOCUKLARA

KOYMAKKOYMAKGÜZEL ADGÜZEL AD

EğitimMehmet Zeki AYDIN*

“Bazen çok saf duygularla ve iyi niyetle, anlamlarına

bakılmaksızın isimler verildiği görülmektedir. Örneğin

sadece Kur’an’da geçen bir kelime diye bir kız çocuğuna

‘Tükezziban’ adının konulduğunu biliyorum.”

Page 17: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201032 33

gın bir kanaat vardır. Ancak

hemen belirtelim ki kötü an-

lam taşıdığı düşünülen isimle-

rin, uğursuzluk getirdiği inancı

doğru değildir. Çünkü İslâm’da

uğursuzluk inancı genel olarak

reddedilmiştir.

Bazen çok saf duygularla ve

iyi niyetle, anlamlarına bakıl-

maksızın isimler verildiği gö-

rülmektedir. Örneğin sade-

ce Kur’an’da geçen bir kelime

diye bir kız çocuğuna ‘Tükezzi-

ban’ adının konulduğunu bili-

yorum. Hâlbuki ‘Tükezziban’ın

Türkçe bir anlamı yoktur. Top-

lumumuzda Kezban adı kız ço-

cukları için kullanılmaktadır.

Kezban, evini yöneten, evine ve

kocasına bağlı kadın anlamın-

da Farsça bir kelimedir. Ama

Kezban’a benzeyen Tükezziban

Kur’an’da geçen bir kelime-

dir ama Türkçe anlamı, yalan-

layan, yalanlıyorsunuz demek-

tir. Bu da bize gösteriyor ki ad

verirken bilinçli tercih yapmak

gerekmektedir.

Ad seçiminde, bazen sevi-

len veya hayranlık duyulan bir

kişinin adı olması etkili olabil-

mektedir. Burada adı verilen

kişinin, sevilen, beğenilen, hay-

ranlık duyulan bir yönü vardır.

Bunun sebebi, bir yetenek ola-

bileceği gibi ahlakî bir davranış

veya bir yaşantı biçimi de ola-

bilmektedir. Bir kişinin adını

başka birine verme arzusu, ge-

nel olarak ad sahibinin sevilen

ve hayranlık duyulan yönünün,

isimlendirilen (müsemma) kişi

üzerinde görülme arzusun-

dan veya adın beğenilmesinden

kaynaklanabilmektedir. Örne-

ğin bir siyasetçiye, bir sanatçı-

ya veya bir futbolcuya hayran

olup adlarını çocuklara veren

çok anne baba vardır. Ancak

bazı adların konulması, dinî ge-

rekçelerle, sırf peygamber ya da

Allah’ın sevilen salih kulları ol-

dukları ve onların Allah katın-

da sevilen kişiler olmalarından

ve bu kişilerin güzelliklerinin

çocuklarda görülme arzusun-

dan kaynaklanmaktadır. Örne-

ğin bilinçli olarak Ömer adının

verilmesi, Hz. Ömer (r.a)’in Al-

lah katında sevilen biri olma-

sının yanı sıra, adalet vasfının,

adı verilen şahısta görülme ar-

zusundan ileri gelmiş olabilir.

Ancak bu tür adlar, hiçbir bek-

lenti olmaksızın sırf beğenildi-

ği için de verilebilmektedir. Bu

arada sevilmeyen veya tercih

edilmeyen adlar de vardır. Ör-

neğin, Türk toplumunda Yezit

adını ben hiç duymadım.

Son yıllarda, toplumuz-

da klasik diyebileceğimiz gele-

neksel olarak yaygın kullanılan

adlar yerine, anne babaların

değişik adlar tercih ettikleri-

ni görüyoruz. Geleneksel ola-

rak, ailenin ilk erkek çocuğu-

na baba tarafından dedesinin,

kız çocuğuna babaannesinin

adı verilirdi. Daha sonraki ço-

cuklara annenin, babasının ve

anneannesinin adları veri-

lir, bunu amca, dayı, hala, tey-

ze gibi aile büyüklerinin adları

takip ederdi. Günümüzde ebe-

veynler, yine inanç ve değerle-

rine uygun olarak ama yeni de-

ğişik adlar koymaktadır. Kimi

zaman önceden toplumumuzda

pek yaygın olmayan ama İslâm

tarihinde yeri olan, Büşra, Şey-

ma, Talha gibi adların; bazen

Eylem, Özge, Barış gibi ideolo-

jik adların; bazen Ekin, Su gibi

dinî içerikten uzak ama nötr

adların verildiğini görüyoruz.

Demek ki inançlarımızı, değer-

lerimizi, zevklerimizi, duygu ve

düşüncelerimizi çocuklarımı-

za verdiğimiz adlarda görebili-

yoruz.

Çocuklara ad koyarken, Hz.

Peygamber (s.a.v)’in çok titiz

davrandığını görüyoruz. O, “Siz

kıyamet gününde hem kendi

adınızla, hem de babalarınızın

adıyla çağırılacaksınız. Bu se-

beple adlarınızı güzel koyun.”2

buyurmuştur. Bu uyarısıyla

Efendimiz (s.a.v), ad vermenin

aynı zamanda bir de uhrevî bo-

yutunun bulunduğunu göster-

mektedir. Hiç kimse ne dünya-

da ne de ahirette, ne kendisinin

ne de çocuğunun, kötü adla ça-

ğırılmasını istemez.

Peygamber Efendimiz

(s.a.v), “Allah’ın en çok sev-

diği adlar, Abdullah ve

Abdurrahman’dır.” buyur-

muştur. Elbette Allah’ın be-

ğendiği adlar sadece bunlar-

dan ibaret değildir. Bir hadisi

şerifte, “Kıyamet günü, Allah

en çok kızacağı en kötü kimse,

adı Melikü’l-emlak (mülklerin

maliki; Şehinşah) olan kimse-

dir.”3 buyrulmuştur.

Efendimiz, anlamları çirkin

olan isimleri değiştirmiştir.4

Örneğin, Ensardan Usey’in,

oğluna verdiği adı Hz. Peygam-

ber (s.a.v) beğenmemiş, “Ona

Münzir adını koy.”5 buyura-

rak önceki adı değiştirmiştir.

Büyük hadis âlimi Ebu Davud,

Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Asi

(isyankar), Aziz, Atele (şiddet,

sertlik), Şeytan, Hakem, Gu-

rab (karga), Hubâb (bir şeyta-

nın adı), Şihab (alev) adlarını

değiştirdiğini, Şihab’ı Hişam,

Harb’i Silm (barış), Muzdacî’ı

(yatan) Münbais (kalkan) yap-

tığını, Afire (çorak) adını ta-

şıyan bir araziyi de Hadire

(yeşillik), Şi’bu’d-dalâlet’i (da-

lalet/sapıklık geçidi/mahalle-

si), Şi’bu’l-Hüdâ (hidayet/kur-

tuluş geçidi/mahallesi); Benû

Muğviye ve Benü’z-Zinye’yi

(zina çocuğu, zina oğulları),

Benü’r-Rişde (meşru çocuk,

doğruluk oğulları) olarak de-

ğiştirdiğini nakletmektedir.6

Hz Peygamber (s.a.v) bu

adları, şüphesiz anlamların-

daki çirkinlik ve sevimsizlik-

ten; Hakem adını, Allah’ın bir

adı; hubâb’ı, şeytan veya bir

yılan cinsinin adı olduğundan;

Şihâb’ı da alev gibi yanmayı

ifade ettiğinden beğenmemiş,

onları bu sebeple değiştirmiş-

tir. Aynı şekilde isyankâr, ita-

atsız kadın anlamına gelen

Asiye’yi güzel kadın anlamı-

na gelen Cemile’ye,7 sert an-

lamına gelen Hazn’i kolay an-

lamına gelen Sehl’e,8 kesik

anlamına gelen Asram’ı to-

hum, ziraat, verim anlamı-

na gelen Zür’a’ya9 çevirmiş-

tir. Burada, Hz. Peygamber

(s.a.v)’in, anlam itibarı ile çir-

kin olup hoş olmayan, bir ta-

kım bilinçaltı duygularla sa-

hibinin karakterini etkileyen

adları değiştirdiğini söyleye-

biliriz.

Yukarıdaki açıklamalar ışı-

ğında ebeveynlere ad koyma

hususunda şu tavsiyelerde bu-

lunulabilir:

1. Çocuklara toplum içinde,

kendilerini utandıracak, küçük

düşürecek adlar koymamalıyız.

2. Başta Peygamberimiz ol-

mak üzere İslam büyüklerinin

adlarını tercih etmeliyiz.

3. Aile büyüklerinin adların-

da özel olarak bir yanlışlık veya

çirkinlik yoksa onlara öncelik

verip hem onları memnun et-

mek hem de kişilerin aidiyet ih-

tiyaçlarını gidermek güzel olur.

4. Anlamları hoş olmayan

adlar yerine iyiliği, güzelliği ha-

tırlatan adlar tercih edilmelidir.

Page 18: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201034

MÜHÜR

İki gözün iki saltanat mührü Kür nehri gibi dalgalı ve menevişli At başı gibi görklü,kız başı gibi erkli Delilde doyurgan, kararda buyurgan Kuzey yıldızları gibi hareketli İki elin iki saltanat kayığı Dalgaların üzerinde sekip durur kayıklar Bir tarafta Karadeniz, bir tarafta Hazar Senden sana doğru akar bütün sular Asya toprakları gibi hararetli

Ben senin için nöbet tutarım gündüz-gece Ey güzelliği ahlâkla, gücü adaletle taçlandıran ece Sen bilirsin, tebaan da bilir ki her şey fani Her kirpiğin bir kılıçtır hakanî Ellerin, bütün ellerden maharetli Sultanım saltanat mührünü kalbime bastın Ne öldürmekti, ne de uzaklaştırmaktı kastın Bense bengisuda yıkadığım bu güzellememi Çiçek açan her ağacın dalına astım Sevgi kadar, selâm kadar bereketli.

Bahattin KARAKOÇ

5. Mutlaka değişik ad olacak

diye anlamsız veya söylenmesi

zor adlara gerek yoktur.

6. Ad koyarken öncelikle

karı koca olmak üzere aile bi-

reyleriyle istişare etmekte ya-

rar vardır.

Ad vermek insan hayatında

önemli bir husus olduğu için, bu

konuda bir örf ve âdeti de bera-

berinde getirmiştir. Her konu-

da olduğu gibi, Müslümanların

önderi Efendimiz bu konuda da

bir edep öğretmiştir. Hz. Ayşe

(r.anh)’nin nakline göre yeni

doğan çocuklar Hz. Peygamber

(s.a.v)’e getirilir, O da bunlara

mübarek/hayırlı olmaları için

dua eder, tahnikte bulunur-

du.10. Yeni dünyaya gelen çocuk

daha anne sütü emmeden Hz.

Peygamber (s.a.v)’e götürülür,

çocuğu kucağına oturtup ağ-

zında yumuşatmış olduğu hur-

ma ile çocuğun damağını oğar,

daha sonra dua edip adını ko-

yardı. İslâm inancında bu işle-

me tahnik adı verilir.11.

Teberruken (saygı ve hayır

ümidi ve beklentisiyle) yaptı-

rılmakta olan tahnîk ve ad ver-

me işi veya töreni, herhangi sa-

lih birisine yaptırılabilir. Ashab

döneminde titizlikle uygulanan

bu görenek, maalesef bugün,

özellikle ülkemizde, unutulan

İslâmî âdetler arasında yer al-

maktadır. Başlanan bir hayatın

ilk anlarını tatlı ile başlatmak,

dua etmek suretiyle hayırla de-

vamını sağlamak; bu duayı, du-

asının kabulü umulan salih

kimselere yaptırmak güzel bir

davranış olacaktır.

Sünnet olan, doğan çocuğa,

doğum gününde veya yedinci

günde ad vermektir. Bu konu-

da bir hadiste, “Hz. Peygamber

(s.a.v), doğan çocu ğun yedin-

ci gününde adlandırılması-

nı, ondan eziyet verici şeyleri

gider meyi (saçlarını kesmeyi,

temizlik yapmayı, sünnet et-

meyi) ve akika kur banı kesme-

yi emretti.”12; bir başka riva-

yette, “Her oğlan akika kurbanı

karşılığında bir rehindir. (Aki-

ka kurbanı kesi lince Şeytan ta-

sallutundan kurtulur). Yedinci

gününde onun kurbanı ke silir,

tıraş edilir ve adlandırılır.”13

buyurulmaktadır.

Yeni doğan bebeğin başın-

daki ilk saçlarına akîka; bu ço-

cuğun doğumundan yedi gün

sonra başındaki tüyleri kısmen

veya tamamen tıraş edip adı-

nı koyduktan sonra Allah’a şü-

kür için kesilen kurbana akîka

kurbanı denir. Hz. Ayşe valide-

mizin rivayetine göre, Peygam-

ber Efendimiz (s.a.v), torunla-

rı Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in

doğumlarının yedinci günü aki-

ka kurbanlarını kesmiş ve ad-

larını koymuştur.14 Akika kur-

banı çocuğun doğduğu günden

ergenlik dönemine kadar kesi-

lebilir. Ancak doğumun yedin-

ci gününde kesilmesi daha çok

sevap kazanmaya sebeptir. Ke-

silen kurbanın kemikleri çocu-

ğun sağlıklı olmasına sebep ol-

sun niyetiyle kırılmayıp eklem

yerlerinden sıyrılır ve öylece

pişirilir. Sonra bu kemikler bir

yere gömülür. Akika kurbanı-

nın etinden, kurban sahibi yiye-

bileceği gibi ev halkı da bu etten

yiyebilirler veya bir kısmı da ih-

tiyaç sahiplerine dağıtılabilir.

35

* Prof. Dr

1 Beyheki ve Ebu Nuaym.2 Ebu Davud, Edeb 69.3 Buhuri, Edeb 114; Müslim, Adab 20-21; Ebu Da-

vud, Edeb 70; Tirmizi, Edeb 66.4 Ebu Davud, Edeb 70; Tirmizi, Edeb 66; Buhari,

Edeb 108; Müslim, Adab 29; Ayrıtlı bilgi için bak. Cemal Ağırman, .

5 Buhari, Edeb 108, Muslim Adab 29.6 Ebu Davud, Edeb 70.7 Müslim, Adab 14.8 Buhari, Edeb 107-108; Ebu Davud, Edeb 70.9 Ebu Davud, Edeb 70.10 Müslim, Adab 27; Ebu Davud, Edeb 106. 11 Buhuri, Menakibu’l- Ensar 45, Akika 1; Müslim,

Adab 26; Ebu Davud, Edeb 69.12 Tirmizi. 13 Ebu Davud; Tirmizi; Nesai; İbni Mace. 14 Tecrid-i Sarih Tercümesi, XI, 401.

Dipnot

Page 19: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201036

SOSYAL BİR İBADET ÖRNEĞİ OLARAK SOSYAL BİR İBADET ÖRNEĞİ OLARAK

KURBANKURBAN37

Sözlükte “yaklaşmak, Allah’a yakın-

laşmaya vesile olan şey” anlamla-

rına gelen kurban, İslâmî bir terim

olarak, ibadet maksadıyla belirli şartları taşı-

yan hayvanı usulüne uygun olarak kesmeyi ve bu

amaçla kesilen hayvanı ifade eder.1 Türkçemiz-

de kurban, Arapçadaki “udhiye” kelimesinin kar-

şılığıdır. Udhiye, sözlükte kurban olarak kesilen

veya Kurban Bayramı günlerinde Allah rızası için

kesilen, Cenab-ı Allah’a yaklaşma ve yakınlaşma

vesilesi sayılan hayvana denir.2

Hemen hemen bütün dinlerde kurban uygu-

laması mevcut olmakla birlikte, şekil ve amaç yö-

nüyle aralarında farklılıklar bulunur. Kur’an’da,

Hz. Âdem’in iki oğlunun Allah’a kurban takdim

ettiklerinden söz edilir3, bir başka ayette de ilahî

dinlerin hepsinde kurban hükmünün konuldu-

ğuna işaret edilir.4

İnsanlık tarihi boyunca bütün semavî dinler-

de kurban ibadetinin mevcut olduğu bilinmekte-

dir. Ancak zaman içerisinde, başta Yahudilik ve

Hıristiyanlık olmak üzere bazı semavî dinlerdeki

kurban anlayış ve uygulamaları değişikliğe uğra-

mıştır. Semavî dinlerin dışındaki dinlerde de, şe-

kil ve gaye yönüyle farklılıklar bulunsa bile, kur-

ban ibadetinin mevcut olduğu bilinmektedir.5

Kurban, insanın Allah’a yaklaşmasına/ya-

kınlaşmasına vesile olan bir ibadettir. Kurban,

Allah yolunda fedâkârlığı, Allah’a teslimiyeti,

sadâkati ve şükrü ifade eder. Kurban ibadetinde

bu mana vardır.6 İnsan, kurban kesmekle Hz. İb-

rahim (a.s.) gibi Allah’a ve O’nun emirlerine olan

sımsıkı bağlılığını ve gerektiğinde O’nun rızasını

kazanmak için her türlü fedâkârlığa hazır oldu-

ğunu; Hz. İsmail (a.s.) gibi kayıtsız şartsız tesli-

miyeti, büyük bir sabır örneğini göstermiş olur.

Bu nedenle bütün ibadetlerde olduğu gibi kur-

banda da hâlis niyet ve ihlâs esastır.7 Nitekim

Kur’an-ı Kerim’de: “Onların ne etleri ne de kan-

ları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takva-

nız ulaşır”8 buyrulmuştur. Bu bağlamda kurban

ibadetinde; Allah’ın rızasını kazanma, Allah’a

tâzim/hürmet duygusunu hissetme, ibadet aş-

kının ve heyecanının duyulması ve bu çerçeve-

de kurbanlığa ve kurban kesme işlerine büyük bir

özen gösterilmesi gerekir. Ayrıca kurban kesen

ve kesilmesine yardım eden kimselerde de, takva

amacı ve bilinci bulunmalıdır ki, kesilen kurban-

lar Rabbimiz katında değer bulsun, makbûl ol-

sun.9 Hz Âdem’in oğulları kıssasında olduğu gibi,

Rabbimiz ancak takva sahiplerinin kurbanını ka-

bul eder.10 Buradan da rahatça anlaşıldığı üzere,

diğer ibadetlerde olduğu gibi, kurbanda da bizi

Rabbimizin rızasına ulaştıracak temel unsur tak-

va; yani ibadetlerin gösterişten uzak, Allah rızası

için samimiyetle ve ihlâsla yapılmasıdır. Nitekim

Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadislerinde: “Amelle-

rin kıymeti ancak niyetlere göredir. Herkesin ni-

yeti neyse eline geçecek olan da odur.”11 buyur-

muşlardır.

Kurban kesen insan, Allah’ın koruması ve hi-

mayesi altına girmekte, şeytanın ve nefsinin teh-

likelerinden kurtulmaktadır. Nitekim bu hususu

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle müjdelerler:

İlim ve Hayat

Mehmet DERE

Page 20: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

39Kasım 201038 39

“Ey insanlar! Kurban kesiniz, ondan akan kan

nedeniyle Allah’tan mükâfatınızı bekleyiniz.

Şüphesiz, kurbanın kanı yere düştüğü zaman,

kişi Allah’ın himayesine girer.”12

Kesilen kurbanın her kılına bir sevap verildi-

ği gibi, akıtılan kanın da taşıdığı mânâ şu hadis-i

şerifte belirtilmektedir: “İnsanoğlu Kurban Bay-

ramında, Allah katında kan akıtmaktan daha

makbûl bir amel işlememiştir. O kesilen kurban,

kıyamet günü boynuzları, kılları ve tırnakları ile

Allah’ın huzuruna gelecektir. Kesilen kurbanın

kanı yere düşmeden, Allah katında yüksek bir

mertebeye çıkar. Artık kurbanlar hakkında gön-

lünüz hoşnut olsun.”13

Kurban, İslâm’da sosyal yardımlaşma ve da-

yanışma örneğinin en iyi ve en somut şekilde gö-

rüldüğü bir ibadettir. Yeryüzünde her gün yüz

binlerce hayvan kesilmekte ve bunlardan çoğun-

lukla, zengin kimseler yararlanmaktadır. Hâlbuki

kurban ibadetinde, kesilen kurbanlardan daha

çok, fakirler ve ihtiyaç sahipleri yararlanmakta-

dır.14 Zira bir hadiste de işaret buyrulduğu gibi,15

kesilen kurbanın eti üçe taksim edilir; üçte bir

kısmı fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine verilir, üçte

bir kısmı aile fertleriyle yenilir, üçte bir kısmı ise

komşulara, akrabalara ve misafirlere ikram edilir.

Kurban, zenginlerde infak, paylaşma ve cö-

mertlik duygularını geliştirir, fakirlerde ise zen-

ginlere karşı oluşan önyargıları yok eder; zen-

ginlerle fakirler arasında karşılıklı sevgi, saygı ve

muhabbet duygularını geliştirerek, toplumsal hu-

zuru ve barışı sağlar; yine bu bağlamda kurban

“sosyal adalet”in gerçekleşmesini sağlar.16

Kurban, insanın yardım etmesini kolay-

laştırarak dünya malına olan tutkunluğunu ön-

ler. Fakirlere bir dayanak olur, onları hayata bağ-

lar. Kurban; toplumda kardeşlik, yardımlaşma ve

dayanışma ruhunu canlı tutar, kurulan sofralar-

la komşuluk ilişkilerini pekiştirir, yapılan ev ziya-

retleriyle zenginleri ve fakirleri kaynaştırır, böy-

lece aralarındaki haset duygusunu tedavi eder.17

Kurban, toplumun tamamını kucaklayan po-

tansiyel bir güç kaynağıdır. Onunla ekonomik

hayat canlandığı gibi, yine kurban neticesinde

oluşan imkânlarla ihtiyacı olanların ihtiyaçları

giderilerek içtimaî bir dengelenme sağlanır. Kur-

banlık hayvanları yetiştirenler, alanlar, satanlar,

nakliyesini ve kesim işini yapanlar, derisini alıp

satanlar, kasaplar, yem tüccarları vs. birçok insan

bu vesile ile para kazanmakta ve geçimini temin

etmektedir. Ayrıca kurban ibadeti, yeni hayvan

soylarının yetiştirilmesine imkân sağlayarak hay-

vancılığın gelişmesini sağlar.18

Sonuç itibariyle söyleyecek olursak, İslâm’da

sosyal yardımlaşma ve dayanışma örneğinin en

iyi şekilde görüldüğü kurban ibadeti, aynı za-

manda İbrahimî duruşun ve İsmailî teslimiyetin

sembolleştiği bir ibadettir. Kurban, Allah yolun-

da infakın, cömertliğin, fedâkârlığın ve takvanın

bir nişânesidir. Biz Müslümanlar, kurban kese-

rek Rabbimizi hoşnut etmenin ve O’na tâzimde

bulunmanın sevincini yaşar; Hz. İbrahim (a.s.)’in

ve Hz. İsmail (a.s.)’in aziz hatıralarını yâd eder;

Rabbimize bize böyle bir ibadeti bahşettiği için

sonsuz hamdü senâ ederiz.

1 Ali Bardakoğlu, “İslâm’da Kurban” mad., Diyanet İslâm Ansiklopedisi, c. 26, TDV Yay., Ankara 2002, s. 436

2 Mehmet Soysaldı, Kur’an ve Sünnet Işığında İbadet Tarihi, TDV Yay., Ankara 1997, s. 289; Saffet Köse, “Kurban” mad., Şamil İslâm Ansik-lopedisi, c. 5, İstanbul 2000, s. 18

3 Maide, 274 Hacc, 345 Ahmet Güç, Çeşitli Dinlerde ve İslâm’da Kurban, Düşünce Yay.,

İstanbul 2003, s. 376 Seyfettin Yazıcı, Lütfi Şentürk, İslâm İlmihâli, 11. baskı, DİB Yay., An-

kara 2004, s. 3227 Zeki Duman, Beyanu’l-Hak Kur’an Tefsiri, Fecr Yay., Ankara 2006, s.

5338 22/Hacc, 379 Duman, Age. s. 53310 5/Maide, 2711 Buhârî, İman, 41; Müslim, İmare, 4512 İbni Mâce, Edâhî, 213 İbni Mâce, Edâhî, 3; Tîrmizî, Edâhî, 114 Hamdi Döndüren, İslâm İlmihâli, Erkam Yay., İstanbul 2001, s. 62015 Buhârî, Edâhî,16; Müslim, Edâhî, 28, 29, 33; Ebu Davud, Edâhî, 916 Musa Hub, Her Yönüyle Kurban, Işık Yay., İzmir 2006, s. 3217 Hub, Age., s. 3318 Süleyman Uludağ, İslâm’da Emir ve Yasakların Hikmeti, TDV Yay.,

Ankara 1989, s.101

Dipnot

Page 21: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

41Kasım 201040

MEDET UMMAKMEDYUMLARDAN

“Kur’an ve hadislerin konuya nasıl yaklaştığına göz atacak olursak, Allah

Teâlâ’nın bu tür faaliyetleri kökünden yasakladığını görmekteyiz. Âyetlerin

indiği dönemde Mekke ve Medine civarında yaygın olan fal oklarıyla

kısmet bakılmasını kesinlikle yasaklar.”

Zaman zaman he-

pimiz çaresiz kal-

dığımız ve çözüm

bulamadığımız bunaltıcı so-

runlarla karşı karşıya kalabili-

riz. Bu bazen tedâvîsi olmayan

bir hastalık, bazen işlerin kötü

gitmesi, bazen aile içi huzurun

bozulması ve benzeri şekiller-

de karşımıza çıkabilir. Böylesi

problemlerle karşı karşıya ka-

lan bazı insanların ise, çöze-

medikleri dertler karşısında ol-

madık yollara başvurdukları

görülür. Meselâ toplumumuz-

da pek çok insan doktor dok-

tor gezmenin getirdiği ümitsiz-

lik içinde kendilerine tavsiye

edilen her çareyi dener. Ne uy-

gulamadıkları kocakarı ilaçları

kalır, ne de gitmedikleri sahte

tabipler kalır. Bu amaçla pa-

ralarını almak için ağlarını ör-

müş olan ve tanımlarken “üfü-

rükçü” ifadesi kullanılanların,

medyumların kapılarını çalar-

lar. Çaresizlik içinde belki bir

ümit ve çözüm olur çırpınışıy-

la onların dediklerini yaparlar.

Aynı şekilde, bazen hastala-

rının iyileşmesi, bazen çocuk-

larının olması, bazen çalınan

paralarının bulunması, bazen

evlenecekleri hayırlı bir kısmet-

lerinin çıkması, bazen ileride

yapacağı bir şeyin akıbetinin ne

olacağı gibi meselelerde böyle-

si insanların kapılarına gider-

ler. Gittikleri kişilerin, çaresiz

veya ne yapacağını bilemeyen

kimselere söyledikleri şeyle-

rin zaman zaman doğru çıktığı

da olur. Dediklerinin büyük ço-

ğunluğu ise onların ifade ettiği

gibi gerçekleşmez; söyledikle-

ri harfiyen yerine getirilmesi-

ne rağmen sonuç hiç de öyle ol-

maz. Buna rağmen insanlar,

onların söyledikleri gibi çıkan

birkaç şeyi ön plana çıkararak,

doğruyu dediklerini, geleceği

bildiklerini velhasıl ermiş ol-

duklarını sanırlar. Oysa tuttu-

ramadıkları gerçekler, onların

söylediği gibi çıkanlara oranla

kat be kat fazladır. Buna dikkat

etmezler de, söyledikleri gibi çı-

kan birkaç şeyi gözlerinde bü-

yütürler. Böylesi durumlarda,

kendi tahminlerinin gerçek-

leşme oranının, şifa için gittik-

leri kimsenin dayanaksız tah-

mini kadar olduğunu nedense

düşünemezler de, yaptıkları işi

meslek haline getirmiş olan bu

kimselere olağanüstü sıfatlar

yüklerler.

Aynı durum psikolojik ra-

hatsızlığı olan bazı insanların

düzelmesinde de görülür. Ruh-

sal rahatsızlık çeken ve bah-

settiğimiz kişilere götürülen

bazı hastaların iyileştiği gözle-

nir. Olayı izleyenler, gittikle-

ri kâhinler vasıtasıyla hastanın

düzeldiğini, onların o hastaya

musallat olan cini bağladıkla-

KültürEnbiya YILDIRIM*

“Falcıların ve kâhinlerin –başka bir ifadeyle medyumların-

gelecekten verdikleri haberler tamamen tahmine dayanan

boş laflardır. Bu insanlar, kendilerine gelen kimseleri bazı

sorularla yokladıktan sonra kendilerince uygun gördükleri

şeyleri söylemekte, bunlar bazen gerçekleşince de geleceği

bildikleri sanılmaktadır.”

Page 22: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201042 43

rını veya öldürdüklerini, yazı-

lıp bir yerlere konmuş muska-

yı bertaraf ettiklerini sanırlar.

Oysa aynı insana giden hastala-

rın ve çaresizlerin büyük kısmı-

nın hâlâ rahatsızlığın pençesin-

de kıvrandığını unuturlar veya

hep iyiyi ön plana çıkarma gay-

retiyle buna gözlerini kaparlar.

Ve yine, geleceği, kayıp veya

çalıntı mal ve parayı bildik-

lerini iddia eden bu kimsele-

rin önemli bir kısmının neden

dünyanın çeşitli bölgelerinde

gömülü bulunan altın, petrol ve

benzeri değerli madenleri bu-

lup çıkarmadıkları, kendilerine

gelen çaresiz insanların -gönül-

lerinden kopmadan, çaresizlik-

ten verdikleri- cüzi paralara ne

diye tamah ettikleri hiç akla

gelmez. Keza geleceği bildikle-

rini iddia eden bu zevatın, ba-

sından takip edebildiğimiz ka-

darıyla, gerek kendileri gibi

aynı işi yapan kimselerce, ge-

rekse paralarını aldıkları has-

talarınca dövüldüklerini, saldı-

rıya uğradıklarını görmekteyiz.

Bu insanlar maalesef kendile-

rine zarar verecek olaylardan

önceden haberdar olamamak-

ta, buna rağmen başkalarının

gelecekleriyle ilgili bir takım

şeyler bildiklerini iddia edebil-

mektedirler.

Modern çağla birlikte insan-

ların bu tür kimselere olan rağ-

betinin azalacağı tahmin edi-

lirken, tam tersi bir durumla

karşı karşıya kaldık. Dinin sağ-

lıklı öğrenilememesi yanında,

son dönemlerin insanları sü-

rüklediği yeni arayışlar, do-

yumsuzluklar yanında tedavisi

imkânsız veya çok zor hastalık-

lar bu alana olan ilgiyi artırmış

ve dünyanın dört bir tarafında

bu iş âdetâ bir meslek halini al-

mıştır. Refah seviyesi en üst se-

viyedeki toplumlardan tutun da

fakirlik çizgisinin altındaki ül-

kelere varıncaya kadar manza-

ra aynı görünümü arz etmek-

tedir. Hiç tahmin edilmeyecek

şahısların bile böylesi kimsele-

rin kapılarında medet aradık-

ları, onları âdetâ bir danışman

gibi görüp değer verdikleri, ra-

hatsızlıkları veya gelecekleriyle

ilgili bir iş yapmak istediklerin-

de bu zevâta müracaat ettikleri

görülmektedir.

Bedenlerimiz ve ruhlarımız-

la fiilen yaşadığımız dünya ya-

nında, bu tür işleri yaptıkları-

nı söyleyenlerin iddia ettikleri

gerçek olmayan, sanal bir âlem

bulunmaktadır. Böylesi insan-

lara gitmek, insanların karşı-

laştıkları sorunlara yaşadıkları

dünyada çare arama azimleri-

ni kırmaktadır. Problemler kar-

şısında yenilgiyi peşinen ka-

bullenerek bu tür tacirlerin

kapılarına sığınmalarına neden

olmakta, bilim bir tarafa atıla-

rak sorunlara hurafelerle cevap

aranmaktadır. Toplum bilin-

cinde bir zayıflama ve ümitsiz-

lik oluşmakta, halkın ortak bey-

nini hurafe ve büyücülük gibi

şeyler kaplamakta, bunlar ah-

tapot gibi toplumun her katma-

nını sarmakta ve revaç bulmak-

tadır. Bu da milletin geleceğini

tehdit eden unsurlardan biri ol-

maktadır.

Meselenin dinî boyutu-

na bakacak olursak, son dere-

ce korkunç bir tehditle karşı

karşıyayız. Bahsettiğimiz is-

tismarcılara gitmek dinin zi-

hinlerdeki berraklığını bu-

landırmaktadır. Allah’a olan

inanç zayıflamaktadır. Sade-

ce Allah’ın bilebileceği husus-

ların insanlarca da bilinebile-

ceği düşünülerek Allah’a bir

nevi ortak koşulmaktadır. Çün-

kü yaşanmamış günlerin neler

getireceğini iddia etmek yarını

bilmek, dolayısıyla tanrılık id-

diasında bulunmak olduğu gibi,

bunlara inanmak da tanrı oldu-

ğunu iddia edenlerin sözlerini

benimsemek demektir.

Kur’an ve hadislerin konu-

ya nasıl yaklaştığına göz atacak

olursak, Allah Teâlâ’nın bu tür

faaliyetleri kökünden yasakla-

dığını görmekteyiz. Âyetlerin

indiği dönemde Mekke ve Me-

dine civarında yaygın olan fal

oklarıyla kısmet bakılmasını

kesinlikle yasaklayarak “Fal ok-

larıyla kısmet aramanız sizlere

haram kılındı. Bunlar (hak yol-

dan) sapmaktır.”1 buyurmuş-

tur. Başka bir âyette de gök-

lerde ve yerde gayb dediğimiz

bilinmeyen cinsinden ne varsa,

bunları sadece kendisinin bile-

ceğini belirterek şöyle buyur-

muştur: “Göklerde ve yerde,

Allah’tan başka gaybı kimse

bilemez.”2. Allahu Teâlâ bir baş-

ka âyetinde de sihirle uğraşma-

yı küfür, yani İslâm dışına çık-

mak saymıştır.3 Bu da işin dini

açıdan ne kadar vahim olduğu-

nu göstermeye yetmektedir.

Peygamberimiz (s.a.v.)in uy-

gulamalarına baktığımızda falcı

ve kâhinlere gitmeyi kesinlikle

yasakladığını görmekteyiz. Bun-

lara giderek söylediklerine inan-

mayı da dinden uzaklaşmak ola-

rak nitelemektedir.4

Sonuç olarak, falcıların ve

kâhinlerin -başka bir ifadeyle

medyumların- gelecekten ver-

dikleri haberler tamamen tah-

mine dayanan boş laflardır. Bu

insanlar, kendilerine gelen kim-

seleri bazı sorularla yokladık-

tan sonra kendilerince uygun

gördükleri şeyleri söylemek-

te, bunlar bazen gerçekleşince

de geleceği bildikleri sanılmak-

tadır. Oysa onların gelecekle il-

gili tahminlerinin gerçekleşme

oranı, kendisine derdini anla-

tan kimsenin tahmininin ger-

çekleşmesiyle aynıdır; hatta

olayın gelişim sürecini yaşayan

müşterisinin tahmininin ger-

çekleşme yüzdesi daha fazla-

dır. Çünkü olayın ne yöne git-

tiğini başlangıcından itibaren

çok iyi bilmektedir. Aynı şekil-

de kanser ve benzeri tedâvîsi

şu an için imkânsız veya çok

zor olan hastalıkları tedâvî et-

tiklerini dahi iddia eden ve bu-

nun için bir takım şeyler yazan,

okuyup üfleyen kimselerin biz-

zat bu hastalıklardan can ver-

diğini görüyoruz. Bu durumda,

olan onlara paralarını kaptıran

insanlara olmakta, ümitlerinin

ve hayallerinin gerçekleşmeme-

siyle yıkılıp, rûhen ve bedenen

daha kötü duruma düşmekte-

dirler.

Halkımıza düşen görev, ça-

resiz insanların bu durumla-

rından istifade etmeyi bekle-

yen din simsarlarına veya başka

kimselere para kaptırmamala-

rı, reklamlarını yaparak halkın

onların kapısını aşındırmasına

sebep olmamaları, Allah’ın in-

dirdiği dinin gönüllerde saf ha-

liyle yaşamaya devam etmesi

için hurafelere kapı aralamama-

larıdır. Çünkü böylesi çarpıklık-

lar cehaleti de körüklemekte,

insanlar kolay ve çabasız yoldan

sorunlarına çözüm aramaya gi-

rişmektedirler. Devletimize de

bu noktada büyük sorumluluk

düşmektedir. Halkın yardımıy-

la, dini istismar eden, insanla-

rın çaresizliklerini türlü isimler

altında ranta çeviren simsar-

lara engel olmalıdır. Bunu ya-

parken, dinin sağlıklı bir şekil-

de öğrenilmesi için de imkânlar

hazırlanmalıdır.

Allah bizleri, insanların saf

duygularını istismar eden, on-

ların çaresizliklerini kendileri-

ne kazanç kapısı yapan kimsele-

rin zararından korusun. Sadece

kendisine yönelen ve O’ndan

medet isteyen kullarından ey-

lesin.

“Bedenlerimiz ve ruhlarımızla fiilen yaşadığımız dünya

yanında, bu tür işleri yaptıklarını söyleyenlerin iddia

ettikleri gerçek olmayan, sanal bir âlem bulunmaktadır.”

* Prof. Dr.

1 5/Mâide, 32 27/Neml, 653 2/Bakara, 1024 Ebû Davud, 3405

Dipnot

Page 23: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201044 45

EĞİTİMDE GELENEĞİN

BİLGELİĞİEĞİTİMDE GELENEĞİN

BİLGELİĞİ

“Bir düşünelim, bugünkü çağdaş sosyolojinin,

psikolojinin nice kitaplarını okuyarak elde

edeceğimiz bir bilgiyi bir tek atasözü bize

öğretmeye yeter. ‘Kedi, yetişemediği ciğere

mundar der’ atasözünü bir düşünelim.”

Tarihini biraz

daha geriye gö-

türmek müm-

künse de genel kabul gören bir

anlayışa göre Tanzimat’tan iti-

baren her sahada daha geliş-

miş bir toplum olabilmek için

önümüze bir hedef koyduk. Bu

hedefin sihirli kelimeleri ise

“Muasırlaşma”, “Batılılaşma”,

“Çağdaşlaşma”, “Modernleş-

me” idi. İki asırdır bu hayalin

peşinde koşuyoruz. Bu yolda al-

dığımız mesafe, geldiğimiz nok-

ta ortada. Arzu edilen neticeye

ulaşılamadığı için hâlâ bu kav-

ramları telaffuz ediyoruz, hâlâ

çağdaşlığın örneği, öncüsü gör-

düğümüz Batı’yı tüm kuramla-

rı ve uygulamalarıyla benim-

semek adına Avrupa Birliği’ne

girebilmeyi hayatî bir konu ola-

rak görüyoruz.

Bütün bunlar, bir tek gerçe-

ği ortaya koyuyor. Biz, çözülme

döneminde modernleşmenin

peşinde koşarken çok önemli

bir gerçeği göz ardı ettik. O da

geleneğin bilgeliğidir. Bu ihmal

edilince Batı’nın bilimi, tekni-

ği meselemizi çözmeye yetme-

di. Biz, bilginin bilgeliğe dönüş-

türülerek faydalı hale getirildiği

bir yapıdan geliyorduk. Bu ya-

pıda esas olan insandı ve insan

sadece dünyası ile değil ahire-

tiyle, sadece kendisiyle değil

çevresiyle düşünülmekte ve her

türlü eğitim uygulamaları ona

göre düzenlenmekteydi. Sadece

fizikî olan değil metafizik olan

da önemliydi. Dolayısıyla insa-

na yönelik her uygulamada bu

bütünlük anlayışı esastı. Psiko-

loji, pedagoji, sosyoloji bizde

belki Batı’daki gibi sistemleşti-

rilmiş bilgiler, bilimler değildi

ama anlayış ve uygulama ola-

rak bunların âlâsını biliyor ve

yapıyorduk.

Burada madem öyleydi, ne-

den geri kaldık gibi soruların

akla gelebileceğini biliyoruz.

Hemen belirtelim ki geleneği

bir ağaç teşbihiyle ele alınacak

olursa şunları söyleyebiliriz.

Bir ağacın yetişmesi öncelik-

le bir zihniyet, ardından bir ik-

lim, hava ve su meselesidir. Ye-

tiştirme sürecinde gösterilecek

ihtimam önemlidir. Ağaç kara-

maya yüz tuttuğunda ise ısrarla

onu yaşatmaya uğraşmak şek-

lindeki boş bir çaba yerine onun

meyvesinden, dallarından yeni

ağaçlar yetiştirmek gerekir. Bu

çağın içinde olmanın dolayısıy-

la çağdaş olmanın ta kendisi-

dir. Çünkü yeni yetişecek olan

kurumaya yüz tutandan farklı

değildir. Zira kökleri ondandır.

Yeni bir ağaç olacak çekirdek,

özünü ondan almıştır. Önemli

olan fiziğin ve metafiziğin ger-

çeklerine uygun olarak kendini

yenilemedir. Köklerden filizle-

nenden yeni bir ağaç meydana

getirmektir. Tanpınar’ın deyi-

şiyle “Devam ederek değişmek,

değişerek devam etmek”tir esas

olan.

İşte biz bunu yapamadık. Bir

misal olsun diye söylemek ge-

rekirse sandık ki bağlama yeri-

ne gitarı alırsak elimize, musi-

kide mesafe alırız. Kendi giyim

tarzımız yerine Batılılar gibi gi-

yinirsek her şey yoluna girer.

Çocuğumuz dinî ilimler yeri-

ne sadece fennî ilimleri okur-

sa ihtiyacımız olan münevver

kadrosunu kurmuş oluruz san-

dık. Misaller çoğaltılabilir ama

sonuç değişmez. Sonuç maale-

sef şudur. Kabul edelim ki çağ-

daşlaşma, yenilenme yolunda

yanlışlık yaptık. Bunca çabaya

rağmen ortada ne bir Mimar Si-

nan’ımız var, ne bir Dede Efen-

dimiz. Ne bir Katip Çelebimiz

ne de Şeyh Galibimiz… Bu mi-

saller karşısında “hiç mi yok”

sorusuna cevabımız şu olabilir.

Elbette var. Ama onları, büyük

kılan işte başından beri söyle-

meye çalıştığımız şey yani onla-

rın kendi sahalarında gelenek-

le kurdukları sağlıklı ve samimi

EdebiyatMustafa ÖZÇELİK

Page 24: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201046 47

bağdır. Bilgiyi bilgelikle zengin

ve anlamlı kılmalarıdır. Mimar-

salar, kadim ustaları Mimar

Sinan’dan besleniyorlardır.

Şairseler üstatları Yunus’tur,

Fuzuli’dir. Musiki erbabı ise-

ler kendi musiki geleneğinden

kopmamışlardır. Ama yaşadık-

ları zamanın da farkındadırlar.

Bilgiyi nereden bulurlarsa al-

maktadırlar ama her şeyi kendi

özgün yapılarını kurmak adına

yapmaktadırlar. Mesela şiirde

Sezai Karakoç böyle bir örnek-

tir. Ne geçmişe takılıp kalarak

yitip gidene ağıtlar düzmüş, ne

geçmişi reddederek köksüzlüğe

prim vermiştir. Ağacın kuruyan

damarlarını da, yeşeren filizle-

rini de görmeyi başararak yeni

olanın imkânlarını kadim ge-

leneğinden devşirerek, köksüz-

lükten uzak bir çağdaş şiir yapı-

sı kurmuştur.

Onun sanat ve düşüncede

gerçekleştirdiği bu diriliş ham-

lesi her sahada yapılması gere-

kenini, aslında ne olması gerek-

tiğini bize çok iyi öğretmiştir.

Yahya Kemal’le Ziya Gökalp

arasında geçen şu diyalog, bü-

tün bu söylediklerimizi özetler

niteliktedir. Ziya Gökalp, Yahya

Kemal’in hâlâ aruz’la şiir yaz-

masına, geçmişten çokça dem

vurmasına karşıdır. Bir sohbet

esnasında: ona şöyle der: “Ha-

rabisin harabati değilsin/gözün

mazidedir, âti değilsin.” Yahya

Kemal, ona şu cevabı verir: “Ne

harabiyim, ne harabatiyim/

kökü mazide olan âtiyim.”

Âtiye yani geleceğe uzan-

mak ise insanla mümkündür.

Devletin ve milletin bekası an-

cak böyle sağlanabilir. Bunun

içindir ki kadim devletimiz

Osmanlı’nın manevî kurucu-

su olan Şeyh Edebali, Osman

Gazi’ye “İnsanı yaşat ki devlet

yaşasın.” der. Devlet kuramla-

rı arasında ise eğitim önem sı-

rasında en başta gelen kurum-

dur. Varlık da yokluk da insanla

olacaktır. Bu yüzden sözü eğiti-

me getirmek ve bu alanda gele-

neğin bilgeliğine temas etmek

gerekir.

Bu anlamda karşımızda

asırların tecrübeleriyle mü-

kemmel hale getirilmiş zengin

bir birikim vardır. Siz, buna mi-

ras da hazine de diyebilirsiniz.

Şöyle üzerindeki küller üfürü-

lecek olursa hâlâ kullanılabile-

cek bir miras, hâlâ işimize yara-

yacak bir hazinedir bu… Neler

mi bunlar? Hemen söyleyelim.

Meseleyi eğitimle sınırlayarak

söyleyecek olursak başta dili-

miz gelir. Çünkü dil, bir iletiş-

tim vasıtası olmanın ötesinde

bir değerdir. Mehmet Kaplan,

“Dil, düşüncenin evidir.” der-

ken bize dilin imkânlar dünya-

sının şifrelerini de verir. Biz, dil

ile bir zihniyet kazanırız. Duygu

ve düşünce dünyamızın sınır-

larını dil belirler. Basit sayılan

kelimelerin belli bir münase-

bet içinde yan yana gelmeleriy-

le oluşan deyimlerden atasözle-

rine, tekerlemelerden fıkralara,

bilmecelerden hikâyelere kadar

dil ile ilgili her konu önce in-

sanın duygu ve düşünce yapı-

sını kurmasını sağlar. Binalar,

yollar, köprüler, evler… ondan

sonra ama dilin bize kazan-

dırdığı zihniyetin imkanlarına

göre kurulur.

Bir düşünelim, bugünkü

çağdaş sosyolojinin, psikoloji-

nin nice kitaplarını okuyarak

elde edeceğimiz bir bilgiyi bir

tek atasözü bize öğretmeye ye-

ter. “Kedi, yetişemediği ciğere

mundar der” atasözünü bir dü-

şünelim. Bu tek cümleden çıka-

rabileceğimiz anlayış bize on-

larca kitabın bilgisinden daha

çoğunu vermez mi? Bu yüzden

her atasözü bir söz incisi ola-

rak görülmelidir. Ya dilimizin

saklı bohçası diyebileceğimiz

deyimlerimiz… Hele bir yolcu-

luğa çıkalım onların dünyası-

na… Önümüzde insan ve ha-

yatın gerçeklerine dair bize ne

bilgiler verecektir. Hele bir de

tekerlemelerimiz üzerinde dü-

şünelim. Dilin telaffuz yönünü

bize onlardan daha güzel öğ-

retecek çağdaş bir yöntem var

mıdır? Çocuğunuzun zihinsel

dünyasının gelişmesini mi isti-

yorsunuz? İşte size bilmeceler…

Bir çocuğun dikkat, çözümle-

me, parçalar arasındaki rabı-

tayı keşfederek bütüne ulaşma

konusunda bize öyle imkânlar

sunar ki, onlar karşısında Sok-

rat hayrette kalır, Freud şaşkın-

laşır.

Söyleyeceklerimiz bitme-

di… İsterseniz bunlardan me-

sela Nasreddin Hoca fıkrala-

rına geçelim. Bizi tebessümle

kendine çekip hayat ve insan

gerçeklerini birkaç cümle için-

de verebilmenin sırrını keşfe-

deriz onlarda… Derdiniz eğer

insan psikolojisini öğrenmek,

toplum psikolojisini kavramak

ise o fıkralar size bugün de çok

şey öğretebilir… Yeter ki tebes-

süm kapısında takılı kalmayın,

tefekkür sarayına girecek cehdi

gösterin. Fıkralardan masalla-

ra uzanalım. Her bir masal bir

hayal dünyasına çeker çocuğu…

Ama asla hayalperest yapmaz.

Masallarda anlatılanlar aslında

hayatın gerçekleridir ama bun-

lar sembollerle ve sembolik bir

dinle anlatılır. Masaldan hayata

çıkan çocuk iyiliğin dostu, kö-

tülüğün düşmanıdır. Her zor-

luğun aşılabileceğine dair gü-

ven duygusu içindedir. Masal

anaları işte bunları telkin eder,

şuur altlarını hep iyi ve güzel

olan duygularla doldurur.

Buradan kahramanlarımı-

za geçelim. Bir Battal Gazi, ço-

cuklarımıza rol-model olarak

sunulduğunu düşünün. Nasıl

gençlerimiz olur o zaman bir

düşünelim. Zira Battal Gazi, bi-

lekleri kadar yüreklerinin de

güçlü olması gerektiğini öğre-

tecektir onlara… Bilginin, er-

demliliğin ne anlama geldiğini

söyleyecektir. O zaman zulme,

adetsizliğe karşı olma ve onlara

karşı mücadele gücüyle donan-

maz mı gençlerimiz… Elbette

öyle olur.

Bu listeyi uzatabilir, örnek-

leri çoğaltabiliriz. Önemli olan

bunların bugün farkına vara-

bilmek, bu değerleri hayatın

içine katabilmek. Zira çözümü

hala Batı’da arama yanlışlığını

bugün de sürdürüyoruz. Mese-

la son dönemlerde okul öncesi

eğitim kurumlarının yaygınlaş-

tırılması meselesini ele alalım.

Mesele tabi ki çocukları iyi ye-

tiştirmek… Amaç bu ama sek-

törel çabalarla bu iyi niyet çok

geçmeden para kazanma hır-

sının aracına dönüşüveri-

yor. Şimdiki çocuklara yönelik

oyuncak sektörünü bir düşü-

nün. Çocuklar, daha o yaşlar-

da tüketim ekonomisinin zalim

çarkları içine atılmıyorlar mı?

Oysa geleneğin kadim bilgeli-

ğinde çocuk oyuncağını kendisi

yapar, oyununu kendisi kurar.

Yine psikolojik danışma

merkezlerinin çoğalması da bu

yüzden… Komşuluk, arkadaş-

lık ilişkisi içinde olabilse, bir te-

bessümle, bir hal hatır sormay-

la iyileşecek yaralarımız için

şimdi birer servet ödüyoruz uz-

manlara… Oysa vücudun kendi

bağışıklık sistemi imkânlarıyla

kendi yaralarını iyi edebildi-

Page 25: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

DUA VAKTİ

Senden başka gidecek kimi bulayım, kimi?Vakit dua vaktidir açıldı bak ellerim,Sen ilahsın, sen rahman sen evrenin hâkimi.

Gülşenimde günbegün soluyor tüm güllerim,Ne olursun yardım et ömrüm erdi hazana,Beni kendimden öte sürüklüyor hâllerim.

Aşkınla savur beni, vur kalbimi mizana,Ağır gelsin sevabı, al dilinden feryadıMağfiret et ne olur, bu mecalsiz ozana.Rahmetinle yıkanmak gönlümün tek muradı…

Sergül VURAL

Kasım 201048 49

ği gibi bireyin ve toplumun de

böyle sistemleri elbette vardır.

Hele; evden çıktığınız da ilk

gördüğünüz kişiyle selamlaşa-

rak başlayın güne. Yaşlı birini

yüksünmeden karşıdan karşı-

ya geçirin. İş yerinizde masa-

nıza sevgiyle oturun. Dilinize

bir türkü takılsın. Uzun süre-

dir aramadığınız bir arkadaşı-

nıza telefon edin. Öğle ezanının

odanıza girmesine engel olma-

yın. Ardından dünyayı geride bırakıp camiye gidin. Akşam, ço-

cuğunuza masal okuyun. Mut-

fakta salatayı siz yapın. Bakalım

ne kadar ihtiyacınız olacak uz-

manlara…

Siz bunlara daha sonra bil-

gisayarı, internet vb. ekleye-

bilirsiniz. Fakat umutla de-

nenen bu yöntemler bir süre

sonra ortaya çıkardığı yeni so-

runlarla gündeme geliyorlar ve

problemler daha da karmaşık-

laşıyor. Bu defa yeni deneme-

ler, yeni yanılmalar... Ama çok

ağır bir bedel ödüyor ve nesille-

ri dolayısıyla geleceğimizi kay-

bediyoruz. Çünkü bir labiren-

tin içine sokuluyoruz adeta.

Sorun diyelim ki insanın ken-

dini geliştirmesi ise onu kişi-

sel gelişimcilerin kazanç hırs-

larına alet ediliyoruz; çünkü

çağdaş kişisel gelişim sade-

ce maddî gelişmeyi ve başa-

rıyı hedefliyor. Oysa çocuğu,

genci Mevlâna ile buluştura-

bilsek insan hem maddî hem

manevî yönü itibariyle kendi-

ni geliştirtebilecek… Yine ço-

cuğu internetin sanal dünya-

sında sanal arkadaşlara, sanal

oyunlara emanet etmek yeri-

ne komşu çocuklarıyla arka-

daş olmayı ve onlarla oynama-

yı öğretebilsek o sanal dünyada

boğulmayacak, hayatın içine

çıkacak, arkadaşıyla maç yapa-

cak, kavga edecek, küsecek ba-

rışacak, elindeki bir paket çiko-

latayı bölüşmeyi öğrenecek. Bu

süreçte hatalar yapsa bile her

hata kalıcı bir derse dönüşecek.

Ama bütün bunlar, yeni bir

cemiyet anlayışla mümkün.

Çünkü her şey bir bütünlük

içinde gerçekleşir ve birbirini

etkiler. Siz, insanları apartman

yalnızlığına hapsetmişseniz

komşulukların kurulamayaca-

ğı gibi çocuklar arasında ar-

kadaşlıklar da kurulamaz.. Ai-

leniz küçülmüşse, eviniz de

dedeler, nineler yoksa çocu-

ğunuz bakıcıya emanettir. Aile

büyüklerinin sevgiyle yapaca-

ğı eğitimi o bir iş olarak yapa-

caktır. Oturup çocuğa oyun öğ-

retmek yerine bir oyun cd’si ile

onu avutacaktır. Masal anlat-

mak yerine eline masal kitabı

tutuşturacaktır…

Hayatın karmaşası içinde

bütün bunları düşünecek za-

man ve imkândan yoksunuz.

Bunu ben de biliyorum. Ama

bildiğim bir şey daha var; bütün

bu karmaşa bizi düşünmekten,

sorgulamaktan, kendimizle ve

sorunlarımızla yüzleşmekten

alıkoymak için yapılıyor. Her

şey bu karmaşa içinde birer so-

runlar yumağına dönüştürülü-

yor. Ama tasa etmeyin diyorlar.

Biz çaresini buluruz. Ama çare

dedikler her şey, yeni bir dert

olarak çıkıyor karşımıza.

İnsan asıl bunlara karşı di-

renmeli. Bu direnç gücünü ka-

zabilmek için, daha insanî bir

hayat için geleneğin bilgeliği-

ne dönmeliyiz. Bilgi tek başı-

na kurtarıcı olamadı, olamıyor.

Onu bilgelikle, erdemlilikle

zenginleştirmek gerek. Bu nok-

tada ifadesini dilimizde bulan

ve bir zamanlar bizde karşılığı

olan değerleri hayatlarımızda

egemen kılmalıyız. Çocukları-

mıza, öyle masallar anlatmalı-

yız ki, bunlar onları gelecekteki

aydınlık dünyalarına ulaştır-

sın. Öyleyse aynamıza bakalım.

Kendimize, geçmişimize… Tan-

pınar, öyle demiyor muydu:

“Mazi, daima konuşur...” Mo-

dern evlerin içinde şark odala-

rının, köşelerinin oluşturulma-

sı mazinin konuşması olmasın.

Evet, bir bakıma öyledir. Ama

geleneğin bilgeliği şark odasın-

da tozlu bir şamdan yahut ba-

kır bir kap olmayı değil, hayatı-

mızın kılcal damarlarında bize

hayat veren bir kan olmayı bek-

liyor. Bir kana ihtiyacımız var-

sa, bu özelliği bize uyan bir kan

olmalı. Aksi takdirde bulunan

kan bizi hayatla değil ölümle

buluşturacaktır.

Page 26: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201050

HAZRET-İ MUHAMMED (S.A.V.)’DEN GÜNÜMÜZE MUKADDES EMANETLER

HIRKA-İ SAADET

51

Hazret-i Pey-

g a m b e r

( s . a . v . ) ,

İslâm dinini tebliğe başladı-

ğı zaman pek çok muhalif ve

mukavemetle karşılaşmış-

tı. Muhaliflerden biri de şair

Ka’b’dı. Hazret-i Peygamber

(s.a.v.) tarafından, görüldü-

ğü yerde öldürülmesi için fer-

man çıkarıldı. Kardeşinin ika-

zı üzerine pişman olan Ka’b,

hakkındaki öldürülme emrine

rağmen gizlice Medine’ye gel-

di ve huzur-ı Peygamberiye’ye

çıkarak, tevbe edip ima na ka-

vuşan bir kimsenin geçmiş

hatalarının bağışlanıp bağış-

lanmayacağını sordu. Rasu-

lullah (s.a.v.)’ın müspet ce-

vabından sonra “Züheyr oğlu

Ka’b olsa da mı?” diye rek so-

rusunu tekrarladı. Hazret-i

Peygamber (s.a.v.) yine tas-

dik edince kendisini ta nıttı ve

daha sonraları Kaside-i Bürde

(Hırka Kasidesi) ismiyle meş-

hur olacak man zumesini oku-

maya başladı.

“Muhammed kınından çık-

mış keskin bir kılıçtır

Cihan onun ilahi nurundan

feyz alır”

mısralarına geldiğinde

Cenab-ı Rasul (s.a.v.) sır tından

hırkasını çıkarıp Ka’b bin

Züheyr’in omzuna bıraktı. İle-

riki yıllarda hırkayı, Muaviye b.

Süfyan satın almak istedi; fakat

Ka’b satmadı. Vefatından son-

ra Muaviye, yirmi bin dirhem

gümüş karşılığında varisle-

rinden satın aldı. Ha-

lifeler nezdinde

muhafaza

edil-

meye başlanan ve bir nevi

hilâfet alâmeti olarak kabul

gören Hırka-i Saadet, evvela

Emeviler’e, sonra Abbasiler’e,

daha sonra Memlûklüler’e ve

nihayet Yavuz Sultan Selim’in

Mısır’ı fethiyle Osmanlı hane-

danına intikal etti.

Hırka-i Saadet

için yüzyıllar

boyun ca

KültürResul KESENCELİ

Page 27: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201052 53

çeşitli mahfazalar yapılmıştır.

Bu gün Sultan Abdülaziz (1861-

1876) tarafından yaptırılan

21x45x57 cm. ölçülerinde, üst-

ten açılır, çift kapaklı altın bir

çekmece içindedir. Hırka-i Sa-

adet’in aynı ölçülerde Sultan

III. Murad (1574-1595) tarafın-

dan yaptırılmış, mad dî yönden

ve sanat yönünden çok bü yük

değer taşıyan altın bir mahfa-

zası daha mevcuttur. Sultan

Aziz halen kullanılan mahfa-

zayı yaptırınca boş kalan üstü

zümrüt ve yakutlarla süslü bu

mahfaza, günümüzde Saray’ın

Hazine Bölümü’nde muhafaza

edilmektedir. Şimdiki çekme-

cenin üzerinde Sultan Abdüla-

ziz (1861-1876) tarafından yap-

tırıldığını belirten, tuğrasını ve

şefaat dileğini içeren uzunca

bir kita be de yer almaktadır. Bu

çekmece çok sanatkârane işlen-

miş yedi adet bohçaya sarılı ola-

rak, yine Sultan Abdülaziz ta-

rafından yaptırılmış büyük bir

altın sandukaya konulmuştur.

Sandukanın üzerinde “Vemâ

erselnâke illâ rahmeten

lil-âlemin” “Biz seni an-

cak âlemlere rahmet ola-

rak gönderdik.” (21/Enbi-

ya, 107) âyeti kerimesi ile,

“Lâ ilahe illalla-hü’l-

melikü’l-hakkul-mübin

Muhammedü’r-

Rasûllüllahi sâdikul-

va’dil-emin”

yazıları bulunmakta-

dır. Yazılar Abdülfettah

Efendi’nin kaleminden çık-

mıştır. Sandukanın dört

ayaklı kaidesi de gümüş

üzerine altın kaplamadır.

Padişahlar gittikleri yer-

lere Hırka-i Saadet’i de be-

raber götürürlerdi ki bu-

nun için Edirne Sarayı’nda

özel bir mekân bulunu-

yordu. Şimdiki Beylerbe-

yi Sarayı’nın bulunduğu yerde

yer alan İstavroz Sarayı’nda da

I. Ahmet (1603-1617) tarafın-

dan bir Hırka-i Saadet Dairesi

inşa ettirilmişti. Yazları burada

ikamet eden padişahla birlik-

te Hırka-i Saadet de taşınır, bu

daireye yerleştirilirdi. İstavroz

Sarayı yıkıldıktan son ra I. Ab-

dülhamid (1774-1789), Hırka-i

Saadet Dairesi’nin bulundu-

ğu yere teberrüken Beylerbe-

yi Camii’ni yaptırdı. Hırka-i Sa-

adet, en son Sultan Abdülaziz

(1861-1876)’in Bursa seyaha-

tinde mevkib-i hümayunla be-

raber götürülmüştü.

Hırka-i Saadet’in padişah-

la birlikte harplere de gitti-

ği vakidir. Sultan III. Meh-

med (1595-1603) Eğri Seferi’ne

giderken Sancak-ı Şerif ve

Hırka-i Saadet’i de yanına al-

mıştı. Se ferde bozgun durumu

baş gösterince Hoca Sadeddin

Efendi’nin “Padişahım! Siz gibi

Âl-i Osman’a Sultan olduktan,

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)

yolunda halife olduktan geru,

Hırka-i Saadet’i böyle anda giy-

mek, Hak Teâlâ’ya dualar eyle-

mek elbet münasiptir...” sözle-

ri üzerine tekbirlerle Hırka-i

Saadet’i giyerek askerlerini bü-

yük bir heyecanla muzafferi-

yete ulaştırdığı bilinmektedir.

Haçova meydan savaşı Batı’da

kazanılan son büyük meydan

savaşıdır, denilebilir.

Konuyla alâkalı ola-

rak Topkapı Sarayı Müze-

si Kütüphanesi’nde H. 1609

numaray la kayıtlı olan eserden

bir sayfa minyatür çok önem-

li bilgiler vermektedir. Eser ilk

defa Türkçe Şehname yazan

Talikzâde Suphi Çelebi’ye ait

olup, 17. yüzyıl başları na tarih-

lenir. Minyatürde III. Mehmed,

(1595-1603) Eğri Seferi sırasın-

da at üzerinde gösterilmiştir.

Hırka-i Saadet padişahın önün-

de baş üzerinde taşınmaktadır.

Tüm bunlar ise Osmanlı sul-

tanlarının Kutsal Emanetlere

verdiği değeri göstermektedir.

(Bkz: Hilmi AYDIN¸ Hırka-i

Saadet Dairesi ve Mukaddes

Emanetler¸ İstanbul¸ 2004.)

DÜN/BUGÜN/YARIN

Dün gençtik güzeldi günler, umutlar, Körpe kanatlarda taşınan ikbal, Vız gelir-tırıs giderdi komutlar, Nasılsa hep toz - pembeydi istikbal! Bugün menzile uzak düşen bir ok, Nefsi mutmain olmamış canım. Ve toz - pembe hayallerden eser yok, Dindi fırtına sonrası heycanım! Ektiğimiz bir ürün gibi yarın, Gelir dökülür mâzi önümüze, Sakinleri ne oldu bu diyarın? Bak dünden yarına bu günümüze!

Mehmet SERTPOLAT

Page 28: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201054

BİR HÜNER OLARAK BİR HÜNER OLARAK

EDEPEDEP

55

Edebiyat Vedat Ali TOK

Ehli irfân arasında aradım kıldım taleb

Her hüner makbûl imiş illâ edeb illâ edeb

Lâedri

(İrfan sahipleri arasında en makbul hüne-

rin hangisi olduğunu arayıp sordum. Her hünerin

makbul olduğunu öğrendim; ama edep hepsinden

de üstünmüş. Edep dairesinde yapılınca her hüner

makbul imiş.)

Şimdilerde pek rastlanmasa da eskiden

dükkânların, mağazaların, evlerin duvarlarını süs-

leyen hatlardan biri “Edep ya Hu” idi. Bu, birkaç

anlamı içinde barındıran, zengin mesajlar taşı-

yan istiflenmiş bir sözdür. Sözün anlamlarından

biri Allah’tan edep talep manası taşıyan bir dua-

dır. “Allah’ım, bana edep ver.” demektir. Diğer bir

anlam ise, kendini bilmeyen insanları ahlaka, ede-

be davet etmek için bir uyarıdır. “Edepli ol!” anla-

mındadır. Şairinin kim olduğu meçhul olan beyitte

bütün ilimlerin, hünerlerin kıymetli olduğu fakat

bunların üzerinde bir şey aranması gerektiğine

değiniliyor: Edep… Her fırsatta ilme teşvik eden

İslâm’ın bir mensubu olarak ilme karşı gelmek ya

da ilimden soğutmak asla amacımız olamaz. An-

cak hangi ilim, diye sormamız gerekir. Bugünlerde

üzerinde çokça durmamız gereken bir mesele var:

Acaba insanlığın bütün hedefi ilimde, teknikte son

noktaya ermek midir? Bir şairimiz –Nâbî diyor ki:

“Tutalım çarha erişmiş câhın

Yine ednâ kulusun Allah’ın.”

Diyelim ki, mevkiin göğe erişmiş (çok yüksel-

miş) yine de Allah’ın en aşağı kulusun. Yani insan-

lığın varacağı en son nokta aslında kul olduğunun

farkına varmasından ibarettir. Günümüzde özel-

likle buna dikkat çekmek gerekiyor. Neredeyse ana

sınıfından başlamak üzere kurslara, dershanelere

gönderilen zeki, çalışkan gençlere soruyorsunuz.

Ne olmak istiyorsun? Bilim adamı. Pekiyi ne yapa-

caksın? Yeni şeyler icat edeceğim. Ne gibi? Haya-

tı kolaylaştıracak, verimi çoğaltacak, insan gücü-

nü azaltacak. Hatta insana hiç ihtiyaç kalmayacak.

Sonra? Çok para kazanacak bir iş yapacağım yani.

Daha ne olsun! En son ideal bu. Gençlerden bekle-

diğimiz bu değil. İnsanlığa gerçek anlamda huzur,

mutluluk getirmeyen hiçbir marifet makbul sayıl-

mamalı. Manevî değerleri, insan sevgisini, insan-

lığa saygıyı merkeze almamış bir bilim adamının

icat ettiği ürünün ilerde iyi bir şekilde yâd edilme-

yeceği muhakkaktır. Bugün, mesela tarımda geliş-

miş teknikler kullanılıyor. Çiftçilerimiz, 20-30 yıl

öncesine nazaran daha mı mutlu? Tohumların ge-

netiğine kadar nüfuz eden zekâ, acaba insan sağ-

lığına daha uygun gıdalar mı üretmeyi amaçlıyor,

yoksa daha fazla üretip kesesini doldurmayı mı?

20-30 yıl önce yediğimiz bir meyvenin tadını ha-

tırlıyor ve özlüyorsak, buzdolabına koyduğumuz

bir meyve, bir sebze orada da büyümeye devam

ediyorsa bu ilim, edepten yoksun demektir. Tam

da burada “Edep ya hu!” demek gerekiyor. Televiz-

yonlarda reklamlarla özendirilen bir gıda, içindeki

katkı maddelerinden dolayı, çocukların gelişimini

olumsuz yönde etkiliyor; hatta çocukların hayat-

larına mal olacak bir noktaya vardırıyorsa bura-

da da edepsizlik vardır. Edebe en fazla riayet eden

milletlerin başında bizim milletimiz gelmektedir.

Türk milleti Müslüman olmadan önce de birta-

kım ahlakî özelliklere sahipti. Müslüman olduk-

tan sonra ise zaten dinî bir telakki olarak edep her

şeyde, her yerde aranır olmuştur. İlk İslâmî eser-

lerimizden Yusuf Hashacib’in Kutadgu Bilig, Edip

Ahmed’in Atabetü’l-Hakayık isimli eserleri başta

olmak üzere diğer dinî, ahlakî, tasavvufî kitaplar-

da edep, hayatın her safhası için düşünülmüş; her

hareketin edebe/adaba uygun olması için kayıtlar

tutulmuştur. Oturma edebi, konuşma edebi, ye-

mek edebi, alış veriş edebi… Bunların her biri in-

sanın sosyal hayatında mutluluğu, huzuru içindir.

Kur’anı Kerim’de (68/Kalem, 4) Hz. Peygamber’e

hitaben “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.” buy-

ruluyor. Peygamber Efendimiz: “Ben, ancak gü-

zel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” diyor.

Edep dediğimiz şey de zaten güzel ahlakın tama-

mı şeklinde tarif edilir. Söyleyeni belli olmadığı

için manzum atalar sözü hâline gelmiş bir beyit-

te edep, Allah’ın nurundan yapılmış bir taca ben-

zetiliyor:

“Edeb bir tâc imiş nûrı Hudâ’dan

Giy ol tâcı emin ol her belâdan.”

(Edep, Allah’ın nurundan yapılmış bir tac imiş.

O tacı giy ve her beladan emin ol.)

Gerçekten edep tacını giyen insan, hareketle-

rinde ölçülü olacağı için her türlü bela ve musibet-

ten de uzak kalacaktır. Çünkü insanı her türlü kö-

tülüğe sürükleyen nefsi hatadan koruyacak, onu

dizginleyecek olan da güzel ahlaktır, edeptir. Yu-

karıya aldığımız beyitte, şairin vermek istediği bir-

biriyle ilintili iki mesajdan biri şudur: Her ilim üs-

tündür, ancak edep her ilimden üstündür. Diğer

mesaj ise, her ilim edeple yapıldığı takdirde güzel-

dir. Edep yoksa o ilim makbul değildir.

Page 29: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Haçlı Ordula-

rı, ilk defa,

1 0 9 6 ’ d e

Kudüs’e sefere çıkarken, bu işi

organize eden Kilise’nin önce-

likli hedefi, kendilerince “kâfir”

saydıkları Müslümanları orta-

dan kaldırmaktı. Hz. Muham-

med (s.a.v)’in din emanetini

halka tebliğe başladığı 611 ta-

rihinden 1096’ya kadar 485 yıl

geçmiş ve İslâm bu süre içeri-

sinde çığ gibi yayılarak Batı’nın

kapısına dayanmıştı. 765 yı-

lında, Avrupa’nın Batı tarafın-

da İspanya’da Endülüs Emevi

Devleti kurulması ve 1061’de de

Doğu’sundaki Anadolu toprak-

larının Türklerin denetimine

geçmesiyle Bizans İmparator-

luğu Türk tehdidi altına girdi.

İstanbul’a kadar gelen Sel-

çuklu akıncılarının gücünden

ciddî bir şekilde kaygılanan Av-

rupalıları, kilisenin yıllardır sür-

dürdüğü karşı koyma fikrine sı-

cak bakmaya sevk etti. Aslında,

Haçlı harekâtının dinî sebeple-

rinden çok siyasî ve ekonomik

gerekçeleri de vardı: Avrupa’da-

ki feodal yapı, halktan tepki gör-

meye başlamıştı. Halkı yöneten

politikacılar, kilise ve asker üç-

lüsü ülkelerindeki gelirin he-

men hemen tamamına yakını-

nı ellerinde bulunduruyordu.

Derebeylikler, kontrol edilemez

bir servet içerisinde iken halk aç

ve perişandı. İslâm ülkelerinde

ise büyük bir refah vardı. Sanat,

edebiyat alanında gelişmiş olan

Müslümanlar, dinî ve beşerî

ilimlerde altın çağını yaşıyordu.

Kilise, açlıktan kırılma nok-

tasına gelmiş insanlara Müs-

lümanların zenginliklerini an-

latmaya başladı. Avrupa’daki

bütün yerleşim yerlerinde bu-

lunan kiliselerde vaazlar veren

papazların halka telkini şuy-

du: “Kâfirler, (kilise bugün bile

Müslümanlar için bu sıfatı kul-

lanır) giderek yayılıyor. Dinimiz

elimizden gidecek. Buna kar-

şı koymazsak, yarın İsa Mesih

HAÇLI SEFERLERİ

BİTTİ Mİ?“Aslında çözülmüş Batı medeniyetinin, bu yeni temasında bizden

öğreneceği çok şey vardır. Geçmişteki savaşlarda aldıklarından daha

fazlasını şimdi bizim yeni hayat tarzımızda bulabilirler.”

Kasım 201056 5757

KültürMuhsin İlyas SUBAŞI

Efendimiz ve Tanrı bize affet-

meyip cezalandıracaktır! Gidip

Müslümanları ortadan kaldıra-

lım, hem dinimizi kurtaralım,

hem de onların zenginliklerine

sahip olalım!”

Bu propaganda sonuç ver-

di. Yöneticileri Kilise’nin sefe-

rini onayladılar. 176 yıl sürecek

ve milyonlarca insanın hayatı-

na mal olacak ilk sefer 1096’da

başladı.

Bugün bu savaşları değer-

lendiren Batılı aydınların ço-

ğunluğu Haçlı saldırganlığının

Batı’ya uyanışın kapılarını aç-

tığını ve hoşgörüyü öğrettiği-

ni yazarlar. Bu savaşların sebep

ve sonuçlarını onların dilinden

şöylece özetlemek mümkün-

dür:

“Uzun süre devam eden

Haçlı Seferleri çok önemli so-

nuçlar doğurdu: savaşlarda

her iki taraftan da yüzbinlerce

insan öldü. Anadolu’nun, Su-

riye ve Filistin’in birçok yerle-

ri harap oldu. Bununla birlikte

bu akınların sonucunda bazıla-

rı olumlu birtakım sosyal, siyasî

ve iktisadî değişiklikler de oldu.

Bu savaşların belli başlı sonuçları

şunlardır:

Dinî sonuçlar; Haçlı Seferle-

ri esas itibariyle dinî amaçlarla

yapılmıştı. Müslümanlara kar-

şı yapılacak savaşları organize

etmek ve dinî heyecanı arttır-

mak amacıyla Hıristiyan dün-

yasında çeşitli tarikatlar ku-

ruldu. Yapılan büyük vaatlere

ve çekilen sıkıntılara rağmen

Haçlı Seferleri amacına ulaşa-

madı. Bu durum, papaların ve

kilisenin otoritesinin sarsılma-

sına sebep oldu. Bu savaşlar-

da Hıristiyanlarla Müslüman-

lar birbirlerini daha yakından

tanımak imkânını buldular.

Özellikle Haçlılar Doğu’da ce-

sur, merhametli, konuksever

Müslümanları gördükleri za-

man daha önceki düşüncelerini

tamamıyla değiştirdiler. Haçlı

Seferlerinin şöhreti, papalara,

İslâm’a karşı İspanya’da çarpı-

Page 30: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201058 59

şanlara da “hoşgörü” kazandır-

dı. Keza Batılılara karşı Prusya

ve Litvanya’daki Hıristiyanları

koruyanlarda bundan faydalan-

dılar. İstanbul (Bizans) Latin

İmparatorluğu veya Moğolların

hücumuna uğrayan Polonyalı ve

Macarların, hatta Timur’un teh-

didi altındaki Kafkasya Hıristi-

yanlarının yardımına koşanlar

dahi bu hoşgörüden nasip aldı-

lar. Hıristiyan âlemi içinde din

dışına çıkanlara (Albi’ler, daha

sonraları Hus’çülere karşı Roma

kilisesini korumak amacıyla)

veya bazı hükümdarlara karşı,

(mesela, kilisenin vasalı Silica’yı

1285’te Charles d’Anjou’dan al-

makla suçlanan Aragon kralına

karşı) Haçlı Seferleri yapıldı.

Haçlı Seferlerinin masraf-

larını karşılamak üzere papa-

lık ruhanî görevleri için vergi

almak usûlünü koydu. Savaş-

lardan sonra dominiken ve

fransisken misyonerleri kut-

sal yerlerden dağılarak Asya ve

Afrika’daki milletlerle, özellik-

le Moğol İmparatorluğu ile iliş-

kiler kurdu. Oralarda bir takım

dinî faaliyetler gösterdiler.

Haçlı Seferlerinin Siyasî Sonucu

Siyasî alanda Haçlı Seferle-

rinin başlıca sonucu, Doğu ve

Yunan’da Latin devletlerinin

doğuşu oldu. Derebeylik reji-

mi çerçevesi içinde ve karşılık-

lı bir hoşgörü sayesinde, çeşitli

cemaatlerin yaşantılarını temi-

nat altına akmak için, özellikle

“Assies de jerusalem”de öngö-

rülen yeni kurumlar hazırlandı,

medeniyet temasları başladı.

Söylendiği kadar Batılıların ya-

şamlarını değiştirmiş oldukla-

rı kesin değildir. Fakat Batı’nın

Bizans ve Arap sanat ve edebi-

yatını tanımasına yardımcı ol-

dular. Haçlılar zapt ettikleri

yerleri şatolar (Şövalye konak-

ları) Roma ve Gotik kiliseleriy-

le imar ettiler.

Derebeyliğin kuvvetten düş-

mesi üzerine kralların otorite

ve hâkimiyetleri arttı. Millet şu-

uru, birlik ve beraberlik duygu-

ları uyandı. Birçok köylü efen-

dilerinden toprak satın alarak,

mülk sahibi oldular. Böylece

sınıflar arasındaki uçurum ve

farklar azalmaya yüz tuttu.

Fakat bu savaşlar İslâm dünya-

sı, özellikle Türkler için son de-

rece zararlı oldu. Çünkü o sı-

ralarda Anadolu’nun fethini

tamamlayarak Avrupa’ya geç-

mek emelinde olan Türklerin

bu arzuları iki yüzyıl kadar geri

kaldı.

Haçlı Seferleri Avrupalılar

için iktisadî bakımdan da ka-

zançlı oldu: Venedik, Cenova,

Marsilya gibi Akdeniz limanla-

rının önemleri arttı. İslâm dün-

yasındaki medeniyeti Avru-

palılar yakından tanıdılar. Bu

savaşlardan sonra senyörle-

rin şatolarının duvarları Doğu

tipi kumaş, halı ve nakışlarla

süslenmeğe başladı. Çeşitli ku-

maşlar, güzel halılar, ipek ve

pamuklu dokumalar Avrupa’ya

girdi. Avrupalılar kültür ve me-

deniyet yönünden çok ileri-

de olan Müslümanlardan sa-

nat ve teknik alanda birçok icat

ve keşifleri öğrendiler ve kendi

memleketlerine götürdüler.”1

Bu metnin yazarı bir Fran-

sız. Buradaki görüşler ona ait

olduğu için önem taşımakta-

dır. Bir anlamda Batı’ya adam

olmanın yollarını açan bu se-

ferler, kan ve gözyaşına, binler-

ce cana rağmen o yıllarda kör

taassup, cehalet ve yoksulluk-

la boğuşan dünyaya medeniye-

tin ışığını açabilmiş. Ne güzel!..

Aşağıdaki satırları metnin ara-

sından cımbızla çekip almadık.

Bir anlamda, metnin ana iske-

letini taşıdık. Sonuç itibariyle

bu seferler onlara neler kazan-

dırmış bakın:

“Özellikle Haçlılar Doğu’da

cesur, merhametli, konuksever

Müslümanları gördükleri za-

man daha önceki düşüncelerini

tamamıyla değiştirdiler.

Haçlı Seferlerinin şöh-

reti, papalara, İslâm’a kar-

şı İspanya’da çarpışanlara da

“hoşgörü” kazandırdı. Keza

Batılılara karşı Prusya ve Lit-

vanya’daki Hıristiyanları ko-

ruyanlarda bundan faydalan-

dılar. İstanbul (Bizans) Latin

İmparatorluğu veya Moğol-

ların hücumuna uğrayan Po-

lonyalı ve Macarların, hat-

ta Timur’un tehdidi altındaki

Kafkasya Hıristiyanlarının

yardımına koşanlar dahi bu

hoşgörüden nasip aldılar.

Batı’nın Bizans ve Arap sa-

nat ve edebiyatını tanıması-

na yardımcı oldular. Haçlılar

zapt ettikleri yerleri şatolar

(Şövalye konakları) Roma ve

Gotik kiliseleriyle imar ettiler.

Millet şuuru, birlik ve be-

raberlik duyguları uyandı.

Birçok köylü efendilerinden

toprak satın alarak, mülk sa-

hibi oldular. Böylece sınıflar

arasındaki uçurum ve farklar

azalmaya yüz tuttu.

İslâm dünyasındaki me-

deniyeti Avrupalılar yakın-

dan tanıdılar. Bu savaşlardan

sonra senyörlerin şatolarının

duvarları doğu tipi kumaş,

halı ve nakışlarla süslenme-

ğe başladı. Çeşitli kumaşlar,

güzel halılar, ipek ve pamuk-

lu dokumalar Avrupa’ya gir-

di. Avrupalılar kültür ve me-

deniyet yönünden çok ileride

olan Müslümanlardan sa-

nat ve teknik alanda birçok

icat ve keşifleri öğrendiler ve

kendi memleketlerine götür-

düler.”

Şimdi bir de Voltaire’nin bu

Haçlı şizofrenisi üzerine söyle-

diklerine bakalım:

“Küçük Asya’ya sel gibi akıp

giden Fransız, İtalyan, Alman

Haçlıları arasında birlik sağla-

namadığı gibi, çekememezlik-

leri yüzünden ikide bir (kendi

aralarında) çarpışmalar da ol-

duğundan onları yenmek Türk-

lere zor gelmiyordu.

Bu Haçlı Seferlerinin sonucu

olarak, İmparator Konrad he-

men de tek başına Almanya’ya

döndü. Fransız Kralı da mem-

leketine ancak karısı ile birkaç

dalkavuğunu götürebildi. Dö-

nüşünde, akrabalık bağı baha-

nesi ile karısını boşadı; çünkü

zina suçundan dolayı kutsal ev-

lilik bağının çözülmesine Hıris-

tiyanlık müsaade etmezdi”2

Voltaire, bununla da yetin-

medi, kendi ülkesine yönelik

eleştirisinde, önemli bir husu-

sun altını da çizmeden edemedi:

“Hemen ilave edelim ki, bir

zamanlar Haçlı Seferleri için

birleşen yirmi devlet, yirmi

misli askerle ve iki yüz yıl sü-

ren çatışmalarla aynı topraklar

üzerinde ancak geçici bir ege-

menlik sağlayabildiler.”3

Haçlı Seferleri mevziî ka-

zançlar sağlamış olsa da,

İslâm’ın yayılmasını durdura-

madı. Kilise, işin bu cephesin-

den baktığı için, bu savaşı me-

tot değiştirerek sürdürmelerine

rağmen durduramayacağa da

benzemektedir. Bugün görü-

nürde Haçlı Seferi yoktur. Ol-

mayışına temel gerekçe, dev-

letlerin doğrudan siyasî irade

olarak bu savaşın içinde görün-

müyor olmasıdır. Ama ne ga-

riptir ki, bu ülkenin “Avrupa

Birliği”ne girmesine karşı çı-

kanlar, çok iyi kamufle etme ih-

tiyacını bile duymadan, Haçlı

zihniyetiyle hareket ettiklerini

de gizlememektedirler. Bir eko-

nomik koalisyon gibi gözükse

bile bunun aslında, Hıristiyan

Page 31: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

medeniyetinin bir çatı altına

alınması şeklinde özetlenmek-

tedir. Bunun için de sadece

Türkiye için halkoylaması ço-

mağını ortaya attılar.

Türkiye’yi almasalar ne

olur? Bizim açımızdan kıyamet

kopmaz. Hatta bana göre iyi de

ederler. Hiç olmazsa, kimler-

le muhabbet ettiğimizi biliriz.

Batıcı geçinen, birçok aklı ev-

velimizin aksine, biz Batı’dan

daha ileride bir hayat tarzı-

na ve insanî değerler sistemi-

ne kavuşmada mevcut dinî ve

geleneksel tarihî birikimimizin

farkına varırsak mesele biter.

Geçmişte biz, bunlardan çok

daha ileride insan hakkı has-

sasiyetine sahiptik. “Kul Hak-

kı” kavramı bir iman ve vic-

dan disiplini olarak hayatımıza

hâkimdi. Bugün Batı’da her şey

ferdîleşmiştir. Menfaat ahlâkı,

karı-koca arasındaki kader or-

taklığı ve hayatı paylaşma, ha-

yatın keder ve üzüntüsünü bir-

likte yaşama duygusunu bile

ortadan kaldırmış, herkesin ka-

zancını kendisinin hakkı olarak

ayrı hesaplara göndermiştir.

Bizde ise, bir ailede iyi düzey-

de geliri olan, diğer kardeşle-

rini ve hatta yakın akrabalarını

bile kanatlarının altına almakta

ve bölüşmeyi ortak şuur halin-

de sosyal hayatımızın ana iske-

leti olarak devam ettirmektedir.

Batı’nın Bizden Öğreneceği Çok Şey Var

Aslında çözülmüş Batı me-

deniyetinin, bu yeni temasında

bizden öğreneceği çok şey var-

dır. Geçmişteki savaşlarda al-

dıklarından daha fazlasını şimdi

bizim yeni hayat tarzımızda bu-

labilirler. Her şeyden evvel, on-

larda bitmekte olan aile hayatına

yeni bir düzen için bize ihtiyaç-

ları var. Karı-koca ilişkilerindeki

güvensizliği ve kendi başınalığı

devam ettirdikleri sürece topar-

lanmaları mümkün değildir. Ço-

cuk yapmaktan kaçan Batı ka-

dınına “ana”lık saadetini bizim

kadınımız öğretecektir. Bugün,

Alman erkeklerin Türk kızlarıy-

la evlenmek istemelerinin altın-

da iki gerçek vardır. Bunu itiraf

etmekten de çekinmiyorlar: Türk

kadını, kocasına sadıktır, onu al-

datmıyor!.. Türk kadını, analık

içgüdüsünü kaybetmediği için

çok çocuk doğurarak neslin de-

vamını sağlıyor… Bugün Alman

erkekleri bu iki husus için dini-

ni değiştirip Türk ve Müslüman

başka ülkelerin kızlarıyla evlilik

yapmaktadır.

Bugün kendi ülkelerinde ki-

liseler fonksiyonunu kaybet-

mektedir. Birçok kiliseyi Avru-

pa’daki işçilerimiz satın alarak

camiye çevirmektedir… Din-

darlığın, bizdeki bazı geri ka-

falıların sandığı gibi, geriye dö-

nüş değil, gününü ve geleceğini

huzur içinde kucaklama şan-

sı olduğunu görerek yeniden

inançlarına sarılabilirler.

Selçuklu sosyal mantığının

ürünü olan “İmaretler” bugün

“Aşevi”ne dönüşerek her şe-

hirde binlerce ailenin geçimi-

ne yardımcı olunan bir sosyal

doku haline geldi. Batılı, bunu

tanıyarak kendi insanına karşı

sorumluluğunun idrak ışığına

yaklaşabilir.

Avrupalının ruhunda ka-

ranlık bir noktaya hapsedilen

Türkiye’nin oradan kendi ay-

dınlıklarına alınması, bu de-

vam edegelen Haçlı Savaşını bi-

tirecek ve geçmişte olduğu gibi

bugün de onlara yeni kazançlar

sağlayacaktır.

Avrupa Birliği’ne girip gir-

meme konusundaki Avrupa-

lıların hesabını, yani, ‘alırsak

ne kazanırız, almazsak ne kay-

bederiz?’ hesabını bizim değil,

onların yapması daha yerinde

olur!..

GÖZLERİN

Sürüklesin gönlümü âsumânda gözlerin Görülmez hiçbir zaman bu cihanda gözlerin Vurulup müjgânının simsiyah ateşine Komasın zerre tâkat tüten canda gözlerin Ben yanayım, sen söndür Boğaz’ın sularında Cennetlere yürüsün erguvanda gözlerin Hakikat olsun her an hülyamdaki saadet Bırakmasın aşkımı âh hicranda gözlerin Kırık kalbim onuldu ellerinde şefkatle Yoktur gözlerin gibi, bir ceylanda gözlerin Acep nede gizlidir kanılmaz vuslat ey mâh Solar mı güller gibi her hazânda gözlerin Gün gelip öldüğümde acı nedir tattırma Görünsün canım alan ol mihmânda gözlerin Gel kucakla ruhumu ömürlerce bırakma Sevab olup tartılsın tek mizânda gözlerin Taşıyıp İstanbul’u cennet bahçelerine Gezdirsin yine beni Aşiyân’da gözlerin Yine yanıp aşkınla yalvarayım Rabb’ime Gözlerim olsun gülüm, sonsuz anda gözlerin

Ekrem KAFTAN

Kasım 201060 61

1 François Michaud, Bibliothegue des Crois-ades, Paris-1829 bk. Meydan Larousse, c.8. s.306.

2 Voltaire, Türkler Müslümanlar ve Ötekiler, s.60. Osman Yenseni derlemesi, T. İş Bankası Yayınları, 2. baskı Ankara, 1975

3 Voltaire, Türkler Müslümanlar ve Ötekiler, s.82. Osman Yenseni derlemesi, T. İş Bankası Yayınları, 2. baskı Ankara1975

Dipnot

Page 32: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

63Kasım 201062

Adı : Amr

Künyesi : Ebû Necîh

Doğum yılı : Tespit edilemedi

Doğum yeri : Necid-Yemen Bölgesi

Baba adı : Abese b. Hâlid es-Sülemî

Anne adı : Tespit edilemedi

Eş(ler)i : Tespit edilemedi

Akrabaları : Tespit edilemedi

Oğulları : Abdurrahman

Kızları : Tespit edilemedi

Kabilesi : Süleym’in Becîle boyundan

İslâm’a girişi : Dördüncü Müslüman

Sohbet süresi: 2-3 yıl

Rivayeti : 31

Yaşadığı yer : Mekke, Medine, Hımıs

Mesleği : Askerlik ve ziraat olmalı

Hicreti : Mekke, Medine

Savaşları : Mekke’nin fethi, Taif Muhasara-

sı, Yermük Savaşı

Görevleri : Yermük Savaşı’nda Hâlid b.

Velîd’in süvari birliklerine kumanda etti

Fiziki yapı : Tespit edilemedi

Mizacı : Meraklı, araştırmayı seven, Şam

Valisi Muaviye’yi uyaracak kadar doğru ve açık

sözlü biri.

Ayrıcalığı : Câhiliye döneminde putlardan

nefret ederdi. Sürekli bir arayış içindeydi ve za-

man zaman Ehl-i Kitap’tan bazılarıyla görüşür ve

bilgi edinirdi.

Ömrü : 70 civarında

Ölüm yılı : Hz. Osman (r.a)’ın son yılları (H.

30-35)

Ölüm yeri : Hımıs

Ölüm sebebi : Yaşlılık veya hastalık olmalı

Hakkında : Hz. Peygamber (s.a.v)’in gön-

derildiğini duyar duymaz derhal Mekke’ye gidip

onunla görüştü ve Müslüman oldu. Rasûlullah’ın

yanında kalmak istediyse de Hz. Peygamber

(s.a.v) ona şartların müsait olmadığını, evine dön-

mesini ve İslâmiyet’i açıkça tebliğ etmeye başladı-

ğını duyunca tekrar gelmesini söyledi. O da ailesi-

nin yanına döndü. Nihayet Mekke’nin fethinden

kısa bir süre önce Medinelilerden halkın büyük

bir coşkuyla İslâm dinini kabul ettiğini öğrenince

derhal Medine’ye hicret etti.

Hadisleri : Yüce Allah şöyle buyurdu: “Be-

nim rızam için birbirlerini sevenlere muhabbe-

tim haktır; Benim için saf tutanlara muhabbetim

haktır; Benim için birbirlerini ziyaret edenlere

muhabbetim haktır; Benim için birbirlerine bol-

ca harcayanlara muhabbetim haktır; Benim için

birbirlerini sevenlere muhabbetim haktır; Benim

rızam için birbirleriyle yardımlaşanlara muhab-

betim haktır.”

Kırk Hadis

OtuzdörtüncüHadis

Yorum

“(Cenab-ı Hak): ‘Ben, kalpleri kırılmışların ve kabirleri

belirsiz olanların yanındayım.’ (buyurmuşlardır.)”

(Sehâvî, Mekâsid, s. 96; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I/203)

Türkçe Açıklaması

Tezhib: Şehnaz Özcan

(Şeyh Hamid-i Veli, Kırk Hadis, (Haz: Prof. Dr. Enbiya Yıldırım), Nasihat Yayınları, 2007.)

“Dünyada kalbin kırık olması ahirette sarılması, hayat ve ölüme yönelik vurdumduymazlık izlerinin yok olması ise kulun Allah haricindeki bağlardan kurtuluşu ve Ehadiyet tecellisiyle

Yüce Yaratıcı tarafından tercih edilmesi demektir.”

Şeyh Hâmid-i Veli / Somuncu Baba (k.s)

Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*

AMR B. ABESE (R.A.)

Kaynaklar: İstîâb, I. 369-370; İsâbe, IV. 658-660; Üsd, I. 858-860; DİA, III. 66; İbn Sa’d, Tabakât, IV. 214-218; Nübelâ, II. 333-335. Ahmed, Müsned, IV. 111-114; IV. 385-387; Hâkim, Müstedrek, III. 68.*. Prof. Dr.

Page 33: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

RUH SAĞLIĞIİbadetlerle

“İslâm dininin ideal insan olarak açıkladığı davranış özelliklerine sahip

kimseler, yukarıda belirtilen ruh sağlığı yerinde birey olma kriterlerine

uygundur. Bu bağlamda bakıldığında, dinimizin bütün bu özellikleri

geliştirmeyi teşvik etmiş, olumlu ve olgun bireyler oluşturmayı hedeflemiş

olduğu görülmektedir.”

Kasım 201064 65

Ruh sağlığı,

psikolojide;

duygusal ve

sosyal olgunluk, bireyin ken-

disi ve çevresiyle barışık olma-

sı, hayatın sorumluluklarına

dayanma gücü, karşılaştığı so-

runları çözebilme, kişinin ha-

yat gerçeğini kabul etmesi ve

korkmadan yüzleşebilmesi, razı

olma ve mutluluk hissi duyabil-

mesi gibi yaşantılarla açıklanır.

Ruh sağlığı yerinde olan bir bi-

rey ise, özetle kim olduğunu,

kim olmak istediğini bilen, ken-

dine ve başkalarına karşı dü-

rüst davranabilen, iç dünyasıy-

la arasında mesafeler olmayan

ve doğal davranabilen, yapma-

sı gereken işi en güzel şekilde

yapabilme konusunda cesaret

ve çalışma gücü olan, yaşadık-

larını uzun boylu savunma me-

kanizmalarına başvurmadan

kabullenebilen kimsedir. Bu

özelliklere sahip olan kimse-

ler, kendi varlıklarını kabulle-

nip, bir birey olarak değerini

hisseder, gücünü kavrar, kapa-

sitesini bilir ve başkalarını tanı-

yıp, onlarla kendisi arasındaki

farkları kabullenir. Bunun so-

nucunda da başkalarıyla ilişki-

lerinde iyi ve doyurucu olur ve

olgun bir kişiliğe sahiptir.

İslâm dininin ideal insan

olarak açıkladığı davranış özel-

liklerine sahip kimseler, yuka-

rıda belirtilen ruh sağlığı ye-

rinde birey olma kriterlerine

uygundur. Bu bağlamda bakıl-

dığında, dinimizin bütün bu

özellikleri geliştirmeyi teşvik

etmiş, olumlu ve olgun bireyler

oluşturmayı hedeflemiş olduğu

görülmektedir. Yüce Allah’ın ve

Peygamberimiz (s.a.v.)’in emir

ve yasaklarına uygun yaşayan

inançlı bir insanın ruh sağlığı-

nın yerinde olacağı aşikârdır.

Çünkü böyle bir insan, haya-

tın riskleri karşısında, olum-

lu davranabilme gücünü inan-

cından alır. İnanan bir insan

için bu dünya, her şeyden önce

bir imtihan yeridir. Çeşitli acı-

lara ve sıkıntılara sabretmek,

öldükten sonra karşılıksız bı-

rakılmayacak ve ödüllendiri-

lecektir. Ayrıca İslâm’ın her-

kes için sevgi, hoşgörü ve ahlak

üzere temellendirilmiş bir dün-

ya oluşturma çabası da, hem bu

dünyada, hem de ahirette insa-

nın huzur ve mutluluğuna katkı

sağlar. Böylece Allah’a inanan

bir insan, hem kendisi, hem

de diğer insanların mutluluğu

için çalışır. Karşılaştığı zorluk-

lar karşısında Allah’ın gözetim

ve korumasında olduğunu bilir.

Nitekim Allahu Teâlâ; “İmana

ermiş olan ve zulüm işleyerek

imanlarını karartmayanlar,

işte onlardır güven içinde ola-

cak olanlar; çünkü doğru yolu

bulanlar onlardır”1 buyurarak,

inananlara manevî dinamizm

katar. Kur’an bu dinamizmi tak-

va kavramıyla açıklar. Takva;

insanın, Allah’ın emrettikleri-

ni yapıp, yasaklarından kaçına-

rak kendini kötü davranışlar-

dan korumasıdır. Takva sahibi

bir mümin, yaptığı işlerde, doğ-

ruluk ve adalete uyar. İnsanlar-

la iyi ilişkiler kurar. Düşmanlık

ve haksızlık yapmaktan kaçınır.

Çünkü o, yaptığı bütün işlerde

Yüce Allah’a yönelmekte, onun

hoşnutluğunu arzulamakta-

dır. Bu yüzden de takva, insa-

nı iyi ve güzel davranışlar yap-

maya götürür. Olumlu ve kâmil

bir kişilik geliştirmeyi sağlar.

PsikolojiMustafa Doğan KARACOŞKUN*

“İbadetler, sadece belirli zaman ve mekânlarda

yapılan mekanik ve hayatın belirli anlarında var

olan bir teknik durum değildir. Mümin, ihtiyaç

duyduğu yahut arzuladığı her an Yaradan’ına

yönelerek ibadet edebilir.”

Page 34: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201066 67

Dolayısıyla Allah, bizlerden tak-

va sahibi olmamızı isterken, ru-

hen sağlıklı ve mutlu olmamızın

yolunu da göstermektedir. Nite-

kim takva, görünen ve görünme-

yen tüm davranışları Allah’ın rı-

zasına göre düzenlemektir. Tüm

benliğin bu huzur ve güven at-

mosferiyle kuşatılmasıdır. Böyle

olunca sadece içteki inanma de-

ğil, bu samimi inançla bağlantı-

lı olarak yapılacak olan ibadetler

de önemli olacaktır. Aksi halde

yapılacak olan, “Kutsal varlık”

- “var olan ben” çatışmaları ne-

deniyle birey tam bir iç huzuru

elde edemeyecektir. “Var olan

ben”i “ideal ben”e, yani Allah’ın

rızasına uygun işler yapmaya ve

özellikle temel ibadetleri sami-

miyet ve süreklilikle yerine ge-

tirmeye çalışmadıkça, mümin

kimseler, ruh sağlığı konusun-

da yer yer kendilerini güçlü his-

sedemeyebilirler. Bu nedenle,

ruh sağlığını koruyabilmenin

en önemli dinamikleri, samimi

inançtan kaynaklanan sürekli

ibadetlerdir.

İbadetler Duadır

İbadetler, Allah’la ilişki kur-

ma, ona yaklaşma ve ondan yar-

dım dileme halidir. Bireyin tüm

benliği ile Allah’a yönelmesi ve

Allah’ı anması yönüyle aslında

bütün ibadetler bir tür duadır.

Nitekim Sevgili Peygamberi-

miz (s.a.v.): “Dua ibadetin ken-

disidir” dedikten sonra şu ayeti

okumuştur; “Rabbiniz buyurdu

ki; Bana dua edin. Duanızı ka-

bul edeyim. Bana kulluk etmeyi

büyüklüklerine yediremeyen-

ler, yarın horlanmış olarak Ce-

henneme gideceklerdir.”2

İbadetler, sadece belir-

li zaman ve mekânlarda yapı-

lan mekanik ve hayatın belir-

li anlarında var olan bir teknik

durum değildir. Mümin, ih-

tiyaç duyduğu yahut arzuladı-

ğı her an Yaradan’ına yönele-

rek ibadet edebilir. En azından

Yaradan’ını tefekkür etmesi,

ona dua etmesi, ona olan mu-

habbet ve bağlılığı nedeniy-

le gözyaşı dökmesi, Allah rızası

kaygısıyla çoluk çocuğuna he-

lalinden rızk temin etmeye ça-

lışması, bir insana merhamet

ve yardım etmesi vb. hepsi mü-

min için birer ibadettir. Önem-

li olan samimi olmak ve yapılan

her işte Allah’ın rızasını gözet-

mektir. Zaten bu derece Allah

rızasını gözeten insan, beş vakit

namaz, oruç, hac, zekât gibi bir

mümin için zorunlu olan diğer

ibadetleri de ihmal etmeyecek-

tir. Çünkü bunlar çok sevdiği ve

bağlandığı Yaradan’ın ona yük-

lediği vazgeçilmez sorumluluk-

ları arasındadır. Ayrıca zaten

inanan bireyin sığınabileceği

ve yardım görebileceğini umut

ettiği güç sahibi Yüce Varlık,

en çok ibadet anında hissedil-

mekte ve yaşanmaktadır. Özel-

likle sessiz bir köşede, imkân

varsa bir mescit yahut camide

önce namaz kılıp sonra dua et-

mek, insana rahatlık, huzur ve

güç katar. Sıkıntıları aşmada,

en büyük psikolojik desteklerin

başında gelir. Çünkü zaten çoğu

kez sıkıntılar, bizim algılama-

mızla ilgilidir. Eğer sorunların,

sıkıntıların üstesinden gelebile-

ceğimize inanır ve Allah’ın izni,

yardımı ve desteği ile kendimizi

daha bir güçlü hissedebilirsek

ruh sağlığımız bu durumdan

olumlu etkilenecektir. Nitekim

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de

şöyle buyurur: “Başa gelen her

musibet, Allah’ın izniyledir.

Kim Allah’a inanırsa, Allah

onun kalbini doğru düşünceye

iletir. Allah her şeyi bilendir.” 3

Her şeyden önce, insana

güç veren en önemli psikolojik

güdü umuttur. İnsan, umutsuz

yaşayamaz. Bu nedenle ibadet-

lere ve duaya sarılan kimseler,

Yüce Allah’ın yardımı ve des-

teği konusunda ümitli kimse-

lerdir. Her şeyin ancak Allah’ın

dilemesiyle olduğunu ve korku-

lacak bir şey olmadığını ibadet-

ler vasıtasıyla hissederek inan-

cını yaşayan kimseler kavrar.

Yaşadığı tüm sıkıntı ve güçlük-

ler, onun umudunu ve hayata

bağlılığını yok etmeye yetmez.

İman eden kişi bilir ki, Allah

her zaman kendisiyle beraber-

dir ve o kişinin yardımcısıdır.

Ona göre, bilen, duyan ve an-

layan öylesine yüce ve büyük

bir güç vardır ki, ondan baş-

ka çare ve umut kapısı yoktur.

Yaşarken de ona muhtaçtır in-

san, öldükten sonra da. İnanan

bir insan bilir ki, Yüce Allah’ın

yarattıklarına karşı merhame-

ti sözlerle anlatılamaz. Hiçbir

insan ondan daha merhamet-

li olamaz. O halde, O’na iba-

det etmekten, O’ndan destek ve

yardım istemekten daha rahat-

latıcı, O’nu içimizde hissetmek-

ten daha huzur verici bir şey

düşünülebilir mi?

İbadetlerin psikolojik des-

tek sağlayıcı işlev alanlarından

biri de, insandaki özgüven ve

dış dünyaya güveni tesis etme

ve geliştirme özelliğidir. İnsa-

nın kendini güvende hissetme-

si de, stres ve kaygılardan uzak

bir hayat yaşayabilmenin temel

şartlarından biridir. Psikolo-

ji alanında yapılan araştırma-

lara göre, bu güven duygusu,

insanda bebeklik döneminde

başlar. Bu dönemde kazanılan

güvene “temel güven” adı ve-

rilir. Anne-babası ve kendisiy-

le ilgilenen diğer yetişkinlerin

arasında, bu yaşlarda sağlıklı

bir güven duygusu geliştirebil-

miş olan kimseler, hayatlarının

ileriki dönemlerinde de kazan-

dıkları bu temel güven duygu-

sunu geliştirerek ruhen sağlıklı

bir birey olmayı başarabilirler.

Ancak zamanla, her şeye gücü-

nün yettiğini düşündükleri an-

ne-babaları ve diğer yetişkin-

lerin, pek çok konudaki acizlik

ve yetersizliklerini keşfedecek

olan insan, her şeye gücü ye-

ten ve hiç kimsenin yardımına

muhtaç olmayan daha temel ve

esaslı bir güven kaynağına ihti-

yaç duyacaktır.

İman Strese Kalkandır

İşte bu çerçevede, küçüklükten

itibaren Allah’a imanı kişilik

ve benliğine yerleştirebilen

insanlar, stres ve ruhsal

rahatsızlıklardan korunma

noktasında önemli bir kazanım

içinde olduklarını daha iyi

anlayacaklardır. Nitekim

yukarıda da mealini verdiğimiz

bir ayette Allah (c.c.) şöyle

buyurur: “Başa gelen her

musibet, Allah’ın izniyledir.

Kim Allah’a inanırsa, Allah

onun kalbini doğru düşünceye

iletir. Allah her şeyi bilendir.”4

Sonuç olarak, güçlü dinî

inancı olan ve buna bağlı ola-

rak samimiyetle ibadetlerinde

devamlı olan mümin bir insan,

ruhunun iaşe ve ibadetleri-

ni onu doyuracak şekilde kar-

şılayabilen ruh sağlığı yerin-

de kimsedir. Böyle bir kimse,

başka seçeneklere ihtiyaç duy-

mayan sağlam bir kişilik ve ka-

rakter sahibi olup, kendini gü-

ven içinde hisseden, kendi güç

ve kabiliyetlerine güvenen, ce-

saretli, girişimci, gözü tok ve

sabırlı olacaktır. Peygambe-

rimizin ifadesiyle hiç ölmeye-

cekmiş gibi yaşama bağlı, ama

aynı zamanda yarın ölecekmiş

gibi ahiretini unutmayandır.

Yani ruhunun iaşe ve ibatesi-

ni ibadetlerle karşılayarak onu

doyuran mümin kimseler, ken-

disi ve çevresiyle barışık, den-

geli ve olgun birer kişilik ola-

rak ruh sağlığı yerinde bireyler

olurlar.

*, Doc. Dr.

1 6/En’am, 822 Tirmizi; Ayet, 40/Mümin, 603 11/Teğabun, 284 11/ Teğabun, 28

Dipnot

Page 35: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201068 69

Doğu Anadolu Bölgesinde tarihî

İpek Yolu üzerinde kurulmuş

önemli bir yerleşim yeri olan

Erzincan, tarih boyu önemli olaylara sahne ol-

muş, birçok dönemde ticaret ve sanat alanında

sesini duyurmuş yerleşim merkezlerinden olup;

siyasî, sosyal ve kültürel yönlerinin yanı sıra, Sel-

çuklular ve Osmanlı döneminde Anadolu’nun

önde gelen ticari merkezlerinden biri olmuştur.

Stratejik bir konumda bulunması sebebiyle bir-

çok devlet arasında mücadele konusu olan Erzin-

can kültür ve refah seviyesi yüksek olan bir şehir-

dir. Zamanında burada yetişen ilim, edebiyat ve

devlet adamlarının Anadolu Selçuklu Devleti’nde

önemli görevler aldıkları bilinmektedir.

Anadolu şehirleri içinde tasavvufi hayatın

önemli merkezlerinden biri olan Erzincan’da; ya-

kın zamana kadar Mevlevî, Kadirî, Nakşî, Halvetî

tekke ve zaviyelerinin bulunduğu bilinmektedir.

Bu yoğun tasavvufî hayatın gelişmesinde şehrin

hemen her mahallesinde meskûn olan Hz. Pey-

gamber (s.a.v)’in soyundan gelen seyitlerin mev-

cudiyeti önemli katkı sağladığı bir gerçektir.

Pir Muhammed Erzincanî

Pir Muhammed Erzincanî, Erzincan’ın Ker-

liç Kasabasında doğdu. Döneminin en seçkin

müderrislerinden idi. Gördüğü bir rüya üzerine,

Bakü’ye gidip, Seyyid Yahya Şirvani’ye intisab

etti. Tarikatta icazetini aldıktan sonra, Erzincan’a

dönerek inşa ettiği mescid ve dergâhta insanları

terbiye etmeye, kalplerine Allah aşkını yerleştir-

meye çalıştı.

Çoğunlukla Kaleriç’te kalan Pir Muhammed

Cuma günleri Erzincan’a gelir, Cami-i Kebirde in-

sanlara vaaz ve nasihatte buldu.

Pir Muhammed Erzincanî Hazretleri

Erzincan’da meydana gelen bir deprem sırasın-

da vefat etti. Kabri Cami-i Kebir (Ulu Cami) ya-

nındadır.

Terzi Baba

Terzi Baba Erzincan’ın yetiştirdiği büyük veli-

lerdendir. Asıl ismi Muhammed Vehbi’dir. Hayyât

Vehbi diye de meşhur olan Terzi Baba, 1780 yılında

Erzincan’da doğdu. 1847 yılında yine Erzincan’da

vefat etti.

Erzincan’ın manevî bekçisi, Erzincanlının hik-

met ve himmet elçisi, vefatından sonra kendi

imkânlarıyla yaptırıp ilim ve irfan mektebi ola-

rak kullandığı dergâhının olduğu yere defnedildi.

Halen burası Terzi Baba kabristanlığı olarak anıl-

maktadır.

Örnek Hayat Yusuf HALICI Terzi Baba ge-

rekli temel dinî bil-

gileri tahsil ettikten

sonra anne ve babası tara-

fından bir sanat sahibi olması

için bir terziye emanet edilmiş ve

daha sonra sanatından aldığı lakabıy-

la meşhur olmuştur. Mesleğini yaparken

bile ibadetini hiç terk etmez, yaptığı işin üc-

retini verenden alır, vermeyene de hakkını helal

ettiği gibi eğer ihtiyaç sahibi biriyse kendisi yar-

dımda bulunurdu. Dünyaya hiç rağbeti olmayıp

ahirete meyli çok fazla olan Terzi Baba nefsinin

arzu ve isteklerini yerine getirmeme noktasında

azamî gayret gösterirdi. Dikiş dikerken, iğneyi ku-

maşa her batırış ve çıkarışta dili ve kalbi ile Allah

Teâlâ’yı zikrederdi. Halim selim ve mütevazı bir

kişiliği olan Terzi Baba hiç kimseyi kırmaz, incit-

mezdi. Hâlini insanlardan gizler kimsenin, hâlini

bilmesini istemezdi. Fakirleri çok sever ve bu sev-

gisini açıkça belli ederdi.

Altın Silsilenin Altın Halkalarından olan

Mevlânâ Halid-i Bağdadî Hazretlerinin halife-

lerinden Abdullah-i Mekkî Hazretlerinin, hoca-

sından aldığı emaneti Terzi Babaya vererek him-

metle nazar etmesi onun kemale ermesine vesile

oldu.

O günden sonra Terzi Baba’nın hâli değişti.

Manevî feyizler deryasına daldı. Her konuştuğu

hikmet, her bakışı ib-

ret olmuştu. İnsanlar

Terzi Baba’nın bu hâlini

fark edince ondan istifade

etmek için sohbetlerine katıl-

maya başladılar. Gelip sohbeti-

ni dinleyen hayran oluyor, bu dün-

yadan uzaklaşıp, Allah’a yaklaşıyordu.

Terzi Baba’nın Miftâh-ul-Kenz isminde

manzum bir eseri vardır.

Hacı Muhammed Samî Efendi (Piri Samî)

Piri Samî diye de bilinen Hacı Muhammed

Samî Efendi son asırda Anadolu’da yetişmiş veli-

lerdendir. 1848 yılında Erzincan’ın Selüke (Yeşil-

çay) Köyünde dünyaya gelmiştir.

Dönemin âlimlerinden daha çocuk yaşlar-

da aldığı derslerden sonra İstanbul´a gitmiş,

İstanbul’da dönemin medreselerinde ilim tah-

sil etmiştir. İcazetini alarak Erzurum´un Hınıs

ilçesinde bulunan medreseye müderris olarak

tayin edilen Piri Samî burada sohbetinden et-

kilendiği Abdurrahman Tagi Hazretlerini tanı-

dıktan sonra ilminin yeterli olmadığını anlamış

ve Tagi Hazretlerinin dergâhına koşmuştur.

Abdurrahman Tagi Hazretlerinin tasavvufî

terbiyesi altına giren Muhammed Samî Efendi

gece gündüz dergâhta hizmet etmiş bir yıl sonra

da Tagi Hazretleri tarafında Erzincan´a gönderi-

lerek halkı irşatla görevlendirilmiştir.

Sami hazretlerinin kısa bir sürede halife olma-

sı diğer talebeler arasında huzursuzluk meydana

getirmiş ve bunun üzerine Tagi Hazretleri o ta-

lebelerine, “Erzincanlı Hocanın, buraya gelirken

sobasının içi odunla zaten doluydu. Bize sadece

ateşi yakmak kalmıştı, onu yaktık.” buyurmuştur.

Abdurrahman Tagi Hazretlerinin kendisi hak-

kında, “Sami Efendi bu dergâhtan çok mane-

VELİLERİERZİNCAN

Page 36: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

HAZAN MEVSİMİ

Yapraklar dökülende heyhat güz mevsiminde, Gözlerin ufuklara mıhlandığı zeminde, Ölümle pençeleşen hastanın son deminde, Şakağından süzülen boncuk boncuk teriyim. Ben hüzün şairiyim, ben hüzün şairiyim!

Gün tepeden aşarken vakit akşam olanda, Gündüzler gecelere gönülsüz ram olanda, Gurbetteki yiğidin neşesi gam olanda, Yüreğim lav püskürür sanki mahşer yeriyim. Ben hüzün şairiyim, ben hüzün şairiyim!

Yokluktan üzerine dağ devrilen yoksulun, Kimsesiz kollanmaya muhtaç yetimin dulun, İçtenlikle Allah’a yalvaran naçar kulun, Ahını can özümde duyan özge biriyim. Ben hüzün şairiyim, ben hüzün şairiyim!

Bir yanık türkü duysam o an efkârlanırım, Kendi iç denizimde tufan koptu sanırım, Ve başka alemlere tehcire zorlanırım, Gönüllerden gönüle sürgün gönül eriyim. Ben hüzün şairiyim, ben hüzün şairiyim!

Ahmet Süreyya DURNA

Kasım 201070 71

vi feyz aldı. Bi-

raz daha kalsa bizim

dergâhtaki manevi feyz-

den size bir şey kalmaya-

caktı.” buyurması onun ulaştığı

manevî mertebenin büyüklüğü açı-

sından önemlidir.

Piri Sami Hazretleri Erzincan´a döndük-

ten sonra açtığı dergâhında binlerce talebe yetiştir-

miş, kurduğu vakfı kanalıyla da yoksulları, fakirle-

ri ve kimsesizleri korumuş ve kollamıştır. 64 yıllık

ömrünü insanlığa hizmetle geçiren Allah’ın sevgili

kulu, 1912 yılında dar-ı bekaya irtihal etmiştir.

Kabri Eski Erzincan’da Terzi Baba Mezarlığına

giden yol üzerindeki dergâhın bahçesindedir.

Şeyh Mustafa Fehmi Erzincanî

Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlik-

te muhtemelen 1805-1810 seneleri arasında doğ-

muş olmalıdır.

Mustafa Fehmi Erzincanî Hazretleri uzun boylu,

ince zayıf yapılı, buğday benizli, nurani yüzlü idi.

Tevazu sahibi, alçak gönüllü olup kendine talebe

olmak için gelenlere; “Bizim gibi zavallı birinin der-

vişi mi olur, biz kendimiz dervişiz. Ancak, İhvan-ı

din gelip gönüller öyle arzu ediyor, fakir de elinden

tutup Hocam Vehbi Hayatt hazretlerinin sürüsü-

ne katıyorum. Yalnız; fakirin hizmeti dışarıda ka-

lan koyunları birer bi-

rer Hazreti Hayyat’ın

sürüsüne katmaktır. On-

dan ötesine karışmam. O sü-

rünün çobanı vardır. Benim işim

onlara teslimdir.” derdi.

Manevi kuvvet ve kudreti çok yük-

sek olan Mustafa Fehmi Efendi, sade-

ce Erzincan’ın değil, İslâm âleminin ve

Anadolu’nun yetiştirdiği ender velilerden, örnek

insanlardan biridir. Kendisi Muhammedî ahlâka

sahip olduktan başka, devletin iç ve dış işlerini bi-

lir, ülke olarak hastalığımızı ve sebeplerini anlamış,

uyanık, siyasi kâmil bir insan idi.

Vatan, millet ve mukaddesat söz konusu oldu-

ğu zaman, gözünü daldan budaktan esirgemeyen,

cihat farizasını hakkıyla yerine getiren bir zattır.

Nitekim 1853-56 seneleri arasında cereyan eden

Kırım harbinde, Ruslar’ın Kars’ı muhasarası esna-

sında cihat farizasını yerine getirdiği gibi, 93 harbi

olarak bilinen Osmanlı-Rus savaşına da iştirak ede-

rek, ilerlemiş yaşına rağmen büyük yararlıklar gös-

termiştir.

İlme büyük önem veren Mustafa Fehmi Haz-

retleri, özellikle şehirlerden önce köylerin okullara

kavuşması gerektiği fikrini savunmuş, mektebi ol-

mayan köylere mektep yapmak için bizzat yardım

toplamış, bu yolda halka yüzsuyu dökmeyi de ken-

disine mukaddes bir hizmet saymıştır.

Konağında ve sofrasında her zaman beş on mi-

safir ve garip bulunur, bunların hepsine bizzat hiz-

met etmesini severdi.

Bütün güzellikleri ve Müslüman bir kimsede

bulunması lâzım gelen vasıfları şahsında toplayan

bu güzel insan, 1882 senesinde üçüncü defa gittiği

Mekke-i Mükerreme’de hac farizasını yerine geti-

rirken hastalanmış ve bir süre hasta yattıktan son-

ra yine Mekke’de vefat etmiştir. Kabri Mekke’de,

Cennetü’l Mualla kabristanlığında, Hazreti Hatice

Validemizin kabrinin ayakucundadır.

Page 37: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201072

KAVGADANKAVGADAN

SEVGİYESEVGİYE

73

Tasavvufî muhitlerde çokça zik-

redilen bir hadiste “Nefsini bi-

len Rabbini bilir” ifadeleri ken-

dini bilen/tanıyan, Rabbini bilmiş/tanımış olur

anlamlarına da gelir. Kişinin kendisini bilmesi,

tanıması büyük bir meziyet olarak kabul edilir.

Yunus’un;

“İlim, ilim bilmektir,

İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsen

Bu nice okumaktır”

mısraları da aslında söz konusu hadisin bir şer-

hi olarak görülmelidir. Tasavvufun bir gayesi de

insanın kendisini tanıma ve buradan Rabbini ta-

nıyarak çeşitli sınavlardan geçerek, çileli bir yol-

da mesafeler kat ederek mükemmel insan olma

çabasıdır. İnsanın dünyaya geldiği andaki saflık

ve masumiyeti tekrar elde edebilme uğraşıdır.

Buna ulaştığı anda da Rabbini gereği gibi tanıma

imkânına ermiş olur.

Dünyaya gelişteki aslî sebebe ulaşma kolay ve

sıradan bir iş değildir. Yine Yunus’un ifadeleriy-

le söylersek;

“Ben gelmedim davî içün

Benim işim sevi işi

Dostun evi gönüllerdir

Gönüller yapmaya geldim”

mısralarının anlamıdır bu gaye.

İnsan dünyaya bir dava, bir kavga için gelme-

miştir. Onun işi sevgi olmalıdır. Yaratılana bir

nazarla bakma, yaratılanı Yaratan’dan dolayı hoş

görmeye yönelik olmalıdır. Galip Dede bunu;

“Hoşca bak zatına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen”

beytiyle ifade eder ki buna göre insan, âlemin

özü ve kâinatın gözbebeğidir.

Âlemin özü ve kâinatın gözbebeği olan in-

sanın gördüğü her eşyaya bir nazarla baka-

bilmesi için kendini tanıyarak, sevgiyi ön-

celeyip, kendisiyle barışık olması gerekir.

Çünkü sevgi biraz da insanın kendisiyle ba-

rışık olmasıyla ortaya çıkar.

Toplumda gördüğümüz olayların birçoğu

kendisiyle, kendi içinde kavgalı olan insanlar

tarafından ortaya çıkmaktadır.

Bürosuna gelen bir hastaya psikologun

“Neyin var?” sorusuna hastanın verdiği ce-

vap da oldukça ilginçtir: “Hiçbir şeyim yok

fakat kendimle kavgalıyım”.

Mükemmel insana ulaşma yolunda insa-

nın içerisinde bir çatışma elbette olacaktır

fakat bu dışa zulüm ve şiddet şeklinde yansı-

yan bir kavga olarak değil insanın kendi nef-

siyle mücadele şeklinde olmalıdır.

Bütün bunlardan hareketle tekrar hadise

dönersek, insan “âdem” olma yolunda ken-

dini tanımakla Rabbini tanımaya ulaşacak ve

buradan da muhabbetle dolu olarak yaratı-

lan her şeye aynı nazarla sevgi ile bakabile-

cektir. Çünkü;

“Muhabbetten Muhammed oldu hasıl

Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl”

ifadelerinde de belirtildiği gibi Allah, mu-

habbetle Hz. Peygamber (s.a.v)’i yaratmış ve

diğer her şeyi onun nurundan var etmiştir.

İnsana düşen de muhabbeti yaymaktır, kav-

ga ve şiddeti değil. * Doç. Dr.

EdebiyatAlim YILDIZ*

Page 38: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201074

Zekâyı Gelİştİrmek

75

Zekâ ne kadar çok

çalıştırılırsa o

oranda güçlenir.

Şemsiye gibi, ne kadar çok açar-

sanız o oranda geniş bir alan

elde edersiniz. Zekâya egzersiz

yaptırmanın yollarını şöyle sı-

ralayabiliriz:

Dinlediğini ve okuduğunu

yorumlama, kelime ezberleme,

kelime ezberlemenin en kolay

yolu da kitap okumaktan geçer.

Problem çözme ve bolca kitap

okumamız gerekir.

Öğrendiğimiz bilgilerin hafı-

zamızda kalması için neler ya-

palım?

Öğrenilen bilgilerin öne-

mine inanmalı, bilgileri karşı-

laştırarak ilgi kurmalı, bilgile-

ri sürekli tekrar etmeli, bilgileri

şekil, şema, resim ve grafikler-

le süslemeli, bilgileri yerinde ve

zamanında uygulamalıdır. Ar-

tık günümüzde bilgileri öğret-

mek yeterli olmuyor, öğrenme-

yi öğretmek gerekiyor. Hafızayı

güçlü kılmak için gözü kötü ve

çirkin şeylerden korumak gere-

kir.

Değerli fikir adamlarımız-

dan Mahir İz’e öğrencileri,

“Efendim nasıl oluyor da kırk-

elli yıl önceki olayları daha dün

olmuş gibi hatırlayabiliyorsu-

nuz” dediklerinde;

- Bize eğitim verenler gözü-

müzü kötü ve çirkin şeylerden

korumamızı öğrettiler. Yürür-

ken biz sadece önümüze baka-

rız. Şimdiki nesil yolda yürür-

ken gözünü sakınmıyor. Göz

korunmaz, kötülüğe bakarsa o

zaman hafıza zayıflar, diyor.

Atalarımız kıssadan his-

se almamızı öğütlemiyor mu?

Okuduğumuz, dinlediğimiz,

gördüğümüz her şeyden bir

ders çıkarmalıyız. Ders çıkar-

mak yetmiyor, onu hayatımıza

uygulamamız gerekiyor. Rab-

bimizin bize verdiği akıl, zekâ,

hafıza hepsi birer emanettir.

Akıllı insan emanete hıyanet

etmez.

Ben Bu Şiiri Biliyorum

Osmanlı padişahlarından

Yavuz Sultan Selim’in hafıza-

sı çok kuvvetliymiş. Bir dinle-

diğini anında ezberlermiş. Şa-

irin biri yeni yazdığı bir şiiri

padişahın yanında okur. Padi-

şah şaire:

- Okuduğunuz şiiri ben bi-

liyorum. İsterseniz bir de ben

okuyayım der ve şiiri okur. Şair

şaşkınlık içinde kalır.

- Efendim, nasıl olur! Bu

şiiri yeni yazdım. Benden

başka birinin bilmesi müm-

kün değil der. Padişah yanın-

daki vezire bakar. Vezir de:

- Efendim, bu şiiri ben de

biliyorum der ve o da okur.

Şair ne olduğunu anlayamaz

Eğitim Ali ÖZKANLI

“Osmanlı padişahlarından Yavuz Sultan Selim’in hafızası çok

kuvvetliymiş. Bir dinlediğini anında ezberlermiş. Şairin biri yeni yazdığı

bir şiiri padişahın yanında okur. Padişah şaire: ‘Okuduğunuz şiiri ben

biliyorum. İsterseniz bir de ben okuyayım’ der ve şiiri okur.”

Page 39: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kitaplık

Hazreti Peygambere Şiirler

Mustafa AKGÜN

Akgün Yayıncılık

Tel: 0532 620 11 37

Tasavvufi Düşüncede

İnsân-ı Kâmil

İsa ÇELİK

Kaknüs Yayıncılık

Tel: 0216 492 59 74

Târih ve Tasavvuf Sohbetleri

Nihad Sâmi BANARLI

Kubbealtı Yayınları

Tel: 0212 516 23 56

Son Osmanlı Vahdeddin

İsmail ÇOLAK

Nesil Yayınları

Tel: 0 212 551 32 25

Kırk Mektup

M.Fatih ÇITLAK

Sufi Kitap

Tel: 0212 511 24 24

77Kasım 201076

bir halde büyük bir şaşkınlık

içindeyken, padişahın yanın-

dakilerde sırayla şiiri okur-

lar. Şair şaşkınlıktan konu-

şamaz hale gelir. Şairi daha

fazla şaşkınlık içinde bırak-

mamak için işin gerçeği an-

latılır.

Padişah kendisine okuna-

nı bir kez dinlemeyle ezber-

leyebilmektedir. Yanındaki

vezir iki kez okunanı ezber-

lemekte, diğerleri de artan

sayılarda ezberleyebilmek-

tedirler. Şair bunu öğrenin-

ce rahat bir nefes alır. Ebu

Hureyre (r.a) duyduğu bir şeyi

ikinci bir defa tekrar etmeye

lüzum kalmadan ezberlermiş.

İmam-ı Şafi Hazretleri “Duyup

da unuttuğum bir şeyi hatırla-

mıyorum” dermiş. Hadis üs-

tatlarından büyük imam hafıza

dâhisi biriymiş. Bir milyon ha-

disin ezberinde olduğu söylen-

mektedir. Peygamberimizin va-

hiy kâtibi olan Zeyd bin Sabit 15

günde İbraniceyi mektup yazıp

tercüme edecek kadar öğren-

miştir.

Beynimizi Tanıyor muyuz?

Uzmanların verdikleri bil-

gilere ve yapılan araştırmala-

ra göre; İnsan beyni ortalama

olarak yaşam boyunca 100 tril-

yon bilgiyi hafızasına alır. Be-

yinde 100 milyar sinir hücresi

olup, kapasitesi 86 milyar yeni

bilgiyi depo edebilecek yapıda

olup, aldığı yeni bilgiyi önemli

görürse kaydeder, önemli gör-

mezse 15 saniye içinde siler.

Beyin yaşlanmaz. Bilim adam-

ları birçok kişinin beyninin an-

cak % 4-8’lik kısmını kullandı-

ğını söylüyorlar. Beynin sağ ve

sol yarım kürelerinin farklı öğ-

renme ve işleme özellikleri ol-

duğu bilinmektedir.

Zekânın gelişmesine kişi-

nin kültürel alt yapısı, kalıtım

ve inancın etkisi vardır. Daha

hafıza tekniklerine uygun ders

teknikleri geliştirilmeden çoklu

zekâ teorisi gündeme geldi. Ar-

tık buna göre eğitim teknikleri

ve yöntemleri belirlenmelidir.

Milli Eğitim Bakanlığının müf-

redat programlarını değiştirip

geliştirme çalışmalarını umut

verici çalışmalar olarak görüyo-

rum.

Beyin mucizevî bir orga-

nımız, en büyük hazinemiz-

dir. Başarı ve başarısızlık be-

yinle mümkün oluyor. Beyin

11 boyutu olan bir bilgi ma-

kinesi. İnsanoğlu şu an beyin

teknolojisinin çok gerisinde-

dir. Beyinin öğrenme kapasi-

tesini ölçmek mümkün değil-

dir. Beynin kapasitesinin aklın

alamayacağı ölçüde sınırsız ol-

duğunu bilim adamları söylü-

yor. Beynimize adeta dünya-

nın bir modelidir diyebiliriz.

Beyin yaklaşık 120 milyar

nörondan oluşan muhteşem

bir organ. Mercimek büyüklüğündeki

bir hafızaya 90 milyon kitaplık bilgiler

sığabiliyor. İnsan aklının alması zor gö-

rülüyor. Bir insan beynini tam kapasite

ile çalıştırırsa dünyanın en akıllı adamı

olur. Bugün dahiler bile beyinlerinin an-

cak % 10-15’lik, ilim adamları, % 4-5’lik,

normal bir vatandaş ise ancak %1’lik bö-

lümünü kullanabilmektedir.

Kahvaltı Yapın Beyniniz Güçlensin

www.hekimce.com sitesinde yayınla-

nan habere göre; Boston Tufts Üniver-

sitesinde bir grup bilim adamının yaptı-

ğı araştırmada kahvaltı yapmanın beyni

güçlendirdiği, günde 1 dakika zihin jim-

nastiğinin beyin gücünü artırdığı, diyet-

lerinde zengin demir alan öğrencilerin

diğerlerine göre IQ’sunun daha yüksek

çıktığı, 500 öğrenci üzerindeki araştır-

mada kahvaltıda tahıl türü yiyecekler,

yumurta ve peynirle beslenenlerin sı-

navlarda kahvaltı yapmayanlara göre

daha yüksek not aldıkları belirlendiği

belirtiliyor. Yine kültür-fizik egzersizle-

ri yapmanın, bol bol sebze ve meyve ye-

menin de beyin için yararlı olduğu açık-

lanıyor.

Beynimizi daha verimli kullanabil-

mek için neler yapılması gerekir. “Oku-

mak beyin gelişimini hızlandırıyor. Öğ-

renilen bilgiler üzerinde düşünmek,

yeni bilgiler üretmek, hayal etmek beyni

geliştiriyor. Gezenler, görenler ve uygu-

layanlar daha iyi öğreniyor. Hikâye yo-

luyla öğrenmenin beyin tarafından daha

iyi algılandığı belirtiliyor. Beyin üzerin-

de yapılan araştırmalar önemli bilgilerin

tekrar yoluyla uzun süreli hafızaya kay-

dedilmesi gerektiğini söylüyor. Önemsiz

görülen ve tekrar edilmeyen bilgiler ge-

çici hafızaya kaydediliyor ve bu bilgile-

rin büyük bir bölümü bir gün içinde si-

liniyor.”

Page 40: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

TEMBELLİK?TEMBELLİK?

Kasım 201078 79

Başarılı ol-

mak için ya-

pamayacağı-

mız şey yoktur sözde. Ama gel

görkü başarıyı o kadar çok in-

san istemesine rağmen, çok az

insan başarılı olmuştur. Yani

olmak istediğimiz benle, oldu-

ğumuz ben arasındaki farkı sö-

zel benden öteye götürememi-

şizdir.

Aşağıdaki soruları isterse-

niz kendimize birlikte soralım:

Başarılı olmak istiyor mu-

yuz?

Niçin başarılı olmak gerek-

tiğini biliyor muyuz?

Başarılı olmak için neler

yapmamız gerektiğini biliyor

muyuz?

Başarılı olmak için nasıl ça-

lışılması gerektiğini biliyor

muyuz?

Başarılı olduğumuz zaman

neler kazanacağımızı biliyor

muyuz?

Başarısız olduğumuz zaman

da neleri kaybedeceğimizi bili-

yor muyuz?

Birlikte sorduğunuz soru-

lara alacağımız cevaplar hep

“Evet” olacaktır. O halde biz-

ler her şeyin farkında olduğu-

muz halde bizleri durduran şey

nedir?

Bizler, neyi, nasıl, nerde, ne

şekilde yapacağını bildiğimiz

halde bizlerin çalışmasını en-

gelleyen bir güçte olmadığına

göre nedir bu problem?

Gideceğimiz yolu bildiğimiz

halde gitmiyorsak, bizde ata-

let yani eylemsizlik/tembellik

problemi var demektir.

Bunu sadece kendimiz için

sorgulamakla kalmayıp bunu

çocuklarımız içinde sorgula-

mak gerekir. İnanın çocukları-

mızın da birçok konuda atalet/

tembellik sorunu olduğunu gö-

receksinizdir.

Nedir Bu Tembellik?

Yapacaklarını ve yapması

gerekenleri bildiği halde yap-

mamaktır. Başka bir deyişle ey-

leme geçecek davranışta bulun-

mamaktır. Yani eylemsizliktir.

Bunu bir örnekle açıklaya-

lım isterseniz.

Ormanda yaşayan ceylanlar

her sabah uyandıkları zaman

ormandaki en hızlı aslanda

daha hızlı koşması gerektiğini;

yoksa ormandaki aslanlara o

gün yem olacağını bilir.

Yine ormanda yaşayan as-

lanlar, ormandaki en hızlı cey-

landan daha hızlı koşması

gerektiğini; yoksa açlıktan öle-

ceğini bilir.

Burada aslan yâda cey-

lan olmak önemli değildir.

Önemli olan her sabah kalktığı-

mız zaman aslan ve ceylan gibi

neden koşmamız gerektiğini bi-

lip farkına varmaktır. Önemli

olan neden ve niçin koşulması

gerekiri anlayıp eyleme geçebil-

mektir.

Eyleme geçilmediği za-

man kendisini yemesi için as-

lanı bekleyen bir ceylan yâda

ölümü bekleyen aslandan far-

kımız olmadığı gibi “haşlanmış

kurbağa”dan da farkımız ol-

maz.

İçi su ile dolu bir kavanozun

içine kurbağaları koyalar. Kava-

nozu da en düşük ısı ile ocakta

ısıtmaya başlarlar. Kurbağalar

sanki su ısındıkça kendilerini

yaz günü derede sırtlarını güne-

şe vermiş gibi zannederek “oh

oh!” diyerek gevşemeye başlar-

lar. Su kaynama derecesine, bi-

zim kurbağalarda haşlanma va-

ziyetine gelmelerine rağmen

hayatlarından memnun bir şe-

kilde ölüp giderler.

İşte bizlerinde hedefe ulaş-

mamız gerekirken, atalet için-

de hayata devam etmeye çalış-

mamız; haşlanmış kurbağalar

gibi “oh oh!” diyerek bu dün-

yayı boş ve şikâyetlerle ge-

çireceğimiz bir gerçektir.

Sonuç olarak hayatı-

mızda yapmamız gerekenleri

bilmek ve bu konuda harekete

geçerek mücadele etmek gere-

kir. Atalet’i/tembelliği yenmek

için kış uykusundan uyanmak

ve neden uyandığının farkına

varabilmektir. Yoksa haşlanmış

kurbağadan farkımız olmaz.

Hayatımızdaki farkında-

lıklarımızı eyleme dönüştüre-

mediğimiz sürece bu dünyayı

ataletsizlik içinde devam ettire-

ceğimiz bir gerçektir.

EğitimM. Emin KARABACAK

Page 41: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201080

EV İDARESİ

81

İslâm’da helâl ka-

zanç ve bu kazan-

cı uygun yerler-

de ve gereği kadar kullanmak

temel esastır. Dinimizde helâl

kazancın da gerekli ölçüler çer-

çevesinde kullanılması emre-

dilmiştir. Elde edilen nimetle-

rin gereği gibi kullanılmaması,

israf kavramı ile ifade edilmek-

tedir. İsraf ise dinimizde haram

kılınmıştır. “...Yiyiniz, içiniz, fa-

kat israf etmeyiniz; çünkü Allah

israf edenleri sevmez.” (7/A’râf,

31) âyeti kerimesi israfın haram

olduğunu açıkça göstermekte-

dir.

İslâm, bizleri servet edin-

mede birtakım kurallarla bağ-

lı kıldığı gibi, elde edilen serve-

tin tüketimi ya da tasarrufunda

da meşru ölçüler doğrultusun-

da hareket etmemizi öngörmüş-

tür. Kur’an-ı Kerim’de: “Allah’a

ve Rasulüne iman edin. Sizi,

üzerinde tasarrufa yetkili kıl-

dığı şeylerden harcayın. Siz-

den iman edip de (Allah rı-

zası için) harcayan kimselere

büyük mükafaat vardır.” (57/

Hadîd, 7) buyrulmaktadır.

Mal sahibinin israftan bu denli

men edilmesinin birinci sebebi,

malın kıymetli olmasıdır. Mal,

Allahu Teâlâ’nın bizlere verdiği

bir nimettir. Ve yerine göre kul-

lanılmadığında nimete nankör-

lük olur. Ahireti kazanmak, mal

ile olur. Hac, sevabı mal ile ka-

zanılır. Bedenin sıhhat, kuvvet

bulması, mal ile olur. Başkası-

na muhtaç olmaktan insanı ko-

ruyan maldır. Sadaka vermek,

akrabayı dolaşmak, fakirlerin

imdadına yetişmek mal ile olur.

Mescitler, okullar, hastaneler,

yollar, çeşmeler, köprüler yapa-

rak insanlara hizmet de mal ile

olur. Dünya ve ahiret, mal ile in-

tizam bulur, rahat olur.

Kesinlikle unutmamalı ki

hiçbir toplumda yaşayan bü-

tün fertlerin hayat şartları ve

standartları aynı değildir. Kimi

zengin, kimi fakir, kimi de

orta hallidir. Hayat standart-

ları aynı olmadığı gibi, hayat

anlayışları ve yaşama tarzla-

rı da aynı değildir. Kimi özen-

ti düşkünü, lüks ve israf içeri-

sinde yaşar. Kimi, imkânı

olduğu halde lüks ve israf-

tan kaçınır, mütevazı bir

hayatı seçer. Kimi, imkânı

olmadığı halde lüks haya-

ta özenir, elde edemeyin-

ce üzülür, kahrolur. Kimi

de ayağını yorganına göre

uzatır, haline şükreder, elin-

dekiyle yetinir. Doğru olanı da

budur. Ayağımızı yorganımıza

göre uzatmasını bilmeliyiz.

Bulduklarıyla yetinmeyip,

hep gözleri yukarıda olanlar,

bilmeliler ki, durumları kendi

durumlarından daha kötü olan

nice aileler vardır. İnsanlar

dünyalık bakımından kendile-

rinden daha üstün, daha varlık-

lı olup, lüks içerisinde yaşayan-

lara değil, kendilerinden daha

kötü durumda olup, şükrederek

mütevazı hayat yaşayıp, mutlu

olanlara bakmalılar. Böyle yapı-

lırsa huzurlu olunur. Rasûlullah

(s.a.v) şöyle buyuruyor: “Hayat

şartları sizinkinden daha aşa-

ğı olanlara bakınız; sizden daha

iyi olanlara bakmayınız. Bu,

Allah’ın üzerinizdeki nimetini

hor görmemenize daha uygun

AileKevser BAKİ

Page 42: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

GİDERİM

Hasret derya olup dolarsa içimPınar olur ben de akar giderim…Güller gibi bir gün solarsa içimSon kez ahvâlime bakar giderim…

Anmaz olur ise cananım beniYakıp yıkar ise bendeki beniBir de gizler ise güzelim ben’iDerdimi ummana döker giderim…

Şayet eğlenmekse yârin amacıKasıp kavurursa gönlümü acıBulamazsam eğer artık ilâcıEyvallah etmeden çeker giderim…

Hızır İrfan ÖNDER

83Kasım 201082

bir davranıştır.” Kendilerinden

daha yukarıda olanlara bakılır-

sa rahatsız ve huzursuz olunur.

Şükürsüzlük ortaya çıkar. İba-

det ve amel yönünden ise ken-

dilerinden daha üstün olanla-

ra, daha çok ibadet yapanlara ve

itaatkâr olanlara bakmalılar. Bir

kişinin gönül zenginliğinin sevi-

yesi, ancak onun kanaatiyle öl-

çülür. Kanaatkâr olan insanlar,

sahip oldukları imkânlarla ye-

tinmesini bilirler.

Peygamber efendimiz

(s.a.v)’in şöyle buyurduğu riva-

yet edilmiştir: “İnsanlar üzeri-

ne öyle zaman gelecek ki kişinin

helaki, hanımının, ana babası-

nın ve çocuklarının yüzünden

olacak; onlar bunu fakirlikle

ayıplayacaklar ve ondan gücü-

nün yetmediği şeyleri isteyecek-

ler, o da bu sebeple dinine zararı

dokunacak, tehlikeli işlere gire-

cek ve böylece helak olacaktır.”

Aile içerisindeki mutluluğu

sağlayacak önemli hususlardan

biri de eşlerin nankör olmama-

larıdır. Ailede gerek erkek ve ge-

rekse kadın nankör olmamalı,

eşinin kendisine yaptığı iyilik-

leri unutup, kötülükleri anma-

malı, aksine kötülükleri unutup

daima iyiliklerini hatırlama-

lı ve hatırlatmalı. Ebû Saîd el-

Hudrî (r.a)›dan rivayet edildi-

ğine göre Peygamber Pfendimiz

bir bayram günü musallaya/

namazgâha çıktığında kadınla-

rın yanına uğrayıp:

«Ey kadınlar topluluğu! Sa-

daka veriniz. Zira ben sizin ço-

ğunuzu cehennem ehli olarak

gördüm.» buyurdu. Kadınlar:

«Ey Allah›ın Rasûlü! Hangi

sebepten bizim çoğumuz cehen-

nemlik oluyoruz?» diye sordu-

lar. Allah Rasûlü:

«Çok lanet edersiniz ve be-

raber yaşadığınız eşlerinizin ni-

metlerine karşı nankörlük eder-

siniz.» buyurdu.

Kadın, her zaman tutumlu

olmalı, kocasının kazandıklarını

israf etmemeli ve evine sahip çık-

malı, yuvasına bağlı olmalı, na-

musunu titizlikle korumalıdır,

Peygamber Efendimiz buyuru-

yor ki: “Kadın, beş vakit nama-

zını kılar, Ramazan orucunu

tutar, namusunu korur ve ko-

casına itaat ederse, kendisine:

‹Hangi kapısından istersen cen-

nete gir denilir.” Herhangi bir

kadın, kocası kendisinden razı

olduğu halde ölürse cennete gi-

rer. Güzel huy, güzel ahlak hava

gibi, su gibidir; huzurun, mutlu-

luğun, aile saadetinin, hatta ya-

şamın kaynağıdır.

Mü’min bir kadın, önce evi-

nin kadını olmalı. Kocasına, ak-

rabalarına, komşularına karşı

daima saygılı ve uyumlu bir kişi-

lik sahibi olmalı. Aynı zamanda

tutumlu olmalı, zira Allah (c.c.)

israf edenleri sevmez. Evde her

şeyi dikkatli ve itina ile kullan-

malı. En ufak ve değersizmiş

gibi görülen her şeyi değerlen-

dirmesini ve yerinde kullanma-

sını bilmeli. Zenginde olsa, her

şeyi bolca alabilecek imkânlara

sahip bulunsa dahi, daima her

varlığın bir yokluğu bulunabile-

ceğini, aç ve yoksul insanların

halini düşünmeli. Her konuda

kocasına yardımcı olmalı, ona

lüzumsuz masraf yaptırmamalı,

malını-mülkünü faydalı işlerde

kullanmasına yardımcı olmalı.

Tutumluluk, bir nevi alış-

kanlık ve eğitim işidir. Bu se-

beple, çocukluktan itibaren,

yeni nesillere, israftan kaçın-

ma alışkanlığı kazandırılma-

lıdır. Örneğin çocukların bir

kumbarası olmalıdır. Almak

istediklerini, her zaman, he-

men önünde bulmamalı.

Yoksul, yardıma ihtiya-

cı olan yaşıtlarını sevin-

dirmeyi düşünebilmeliler.

Yiyebileceği kadar yemek alma-

lı; tabaklarında yemek bırak-

mamalılar. Meyvelerin yarısını

çöpe atacak kadar bol görme-

meli. Yemeğe besmele ile başla-

yıp, doyduktan sonra da şükret-

meyi unutmamalılar. Büyükler,

bu hususta da küçüklere mutla-

ka örnek olmalılar. Müslüman

evinde israf olmaz, ikram olur.

Bu sebeple de, Müslüman’ın

evinde çöpe, çöpten başka şey

atılmaz ve pek az çöp çıkar.

Page 43: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

85Kasım 201084

BESLENME YETERSİZLİĞİ ve

İKİ HASTALIK

Herhangi bir

besin öğe-

si veya öğe-

lerinin vücudun gereksinim

düzeyinden az alınması so-

nucu yeterli enerjinin alına-

maması ve vücut dokularının

yapılanamaması durumuna

“Yetersiz Beslenme” denir.

Her besin öğesine insan vücu-

dunun gereksinimi vardır. Her

besin öğesinin vücudumuzda

çok önemli görevleri vardır. Bu

öğeler vücudun gereksinimini

karşılayacak miktarda alınma-

sı gereklidir. Vücudun gereksi-

nimini karşılayacak miktarda

alınmaması halinde vücudun

gelişmesinde, büyümesinde,

yenilenmesinde, çalışmasında

aksamalar ve hastalıklar olu-

şur. Bu durum doğrudan hasta-

lıklara yol açtığı gibi, hastalık-

ların oluşum riskini arttırmakta

ve tedavi aşamasının ağır sey-

retmesine neden olmaktadır.

Yetersiz beslenme vücut di-

rencini azaltmakta, bağışıklık

sisteminin zayıflamasına ne-

den olmaktadır. Bu da hasta-

lıklara davetiye çıkarmaktadır.

İnsanoğlu var olduğu günden

bu yana yetersiz beslenme so-

runu yaşamaktadır. Bugün de

birçok nedene bağlı olarak bu

sorunu yaşamaktadır.

Doç. Dr. S. Songül Yalçın,

beslenme yetersizliğine bağlı

görülen bazı hastalıklardan Gu-

atr ve Anemi hastalıkları hak-

kında bizleri şöyle aydınlatıyor:

Guatr Türkiye’de her üç ki-

şiden birinde (%30) iyot eksik-

liği nedeni ile guatr görülmek-

tedir. İyod eksikliği dünyada,

korunulabilir zekâ geriliğinin

en sık nedenidir. Fetus, yeni-

doğan ve süt çocukluğu döne-

minde iyod eksikliği olur ise,

eksikliğin derecesine göre zekâ

geriliği, büyümede durakla-

ma, sağırlık oluşur. İyod ye-

tersizliği olan kadınlarda dü-

şük, ölü doğum görülmektedir.

İyod yetersizliğinin olduğu böl-

gelerde yaşayan insanların öğ-

renmeleri yavaş ve iş verim-

leri düşüktür. İnsanlar gibi

çiftlik hayvanları da iyod ye-

tersizliğinden etkilenir ve süt,

et ve yün verimleri azalır. Do-

layısı ile iyod eksikliği sosyoe-

konomik geriliğe neden olur.

İyot eksikliği ülkemizde en faz-

la Bolu, Kastamonu, Malatya ve

Rize illerinde görülmektedir.

Bu sorunun yıllardır bilinen

basit ve ucuz çözüm yolu yiye-

ceklerin iyot bakımından zen-

ginleştirilmesidir. Bu amaçla

tuz ve yağın iyotla zenginleşti-

rilerek olumlu sonuçlar alındı-

ğı görülmüştür. Bununla bir-

likte ülkemizde hala iyotlu tuz

kullanımı yaygınlaşmamıştır.

Ailelerin iyotlu tuz kullanımı

hakkında bilinçlendirilmesi ge-

rekmektedir. Tuz üreticilerinin

iyotlu tuz imal etmesi için teş-

vik edilmesi gerekmektedir.

Anemi Süt çocuklarında,

genç kızlarda, hamilelerde ane-mi (kansızlık) sık görülmekte-

dir. Demir yönünden zengin

besin maddelerinin (kırmızı et)

alınmaması, demir emilimini

arttıran yeşil sebze ve meyvala-

rın sınırlı tüketilmesi de kansız-

lığı arttırır. Besin maddelerinin

çay ile beraber tüketilmesi ise

demir emilimini azaltmaktadır.

Anemi olan vakalarda iş-

tahsızlık, büyümede durak-

lama, mental motor geliş-

me geriliği görülmektedir.

Süt çocukluğu döneminde,

anne sütünün en az 6 ay veril-

mesi (ilk 4-6 ay tek başına), bir

yaşından küçüklere inek sütü

verilmemesi, 6. aydan itibaren

diyete meyva suları ve et eklen-

mesi, demirden zengin ek gıda-

lara başlanması anemiden ko-

ruyucudur. Anne sütü almayan

bebeklere ilk 6 ay demir yönün-

den zengin mama verilmelidir.

Altıncı aydan itibaren demir

desteği (1mg/kg/gün) yapılabi-

liir. Yiyecekler demir ve askor-

bik asitle zenginleştirilmelidir.

Yemeklerde demir emilimini

önleyecek çay, kahve, sellüloz-

lu tahıllar gibi tüketimler en-

gellenmelidir. Yiyecekler dü-

şük demir yararlanımına ait

besinlerden oluşuyorsa (etten

fakir, ıspanak, yumurta ve ta-

hıllardan zengin) her öğün en

az 25 mg vitamin C verilme-

lidir. Gebeler gebeliklerinin

ikinci yarısından başlayarak

doğumdan sonraki bir ayın so-

nuna kadar demir tabletleri al-

malıdır.

SağlıkAkın DİNDAR

Page 44: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201086 87

Gönülden İkramlar Mesude SARI

Sebzeli TavukMalzemeler (5 kişilik)10 adet arpacık soğan10 diş sarımsak2 parça kemiksiz tavukgöğsü2 adet orta boy patates2 adet havuç2 adet yeşil sivri biber2 adet çarliston biber1 adet kırmızıbiber1 adet domates1 tatlı kaşığı kekik1 tatlı kaşığı kırmızı pul biber1 çorba kaşığı tereyağı1 çorba kaşığı sıvıyağ

Hazırlanışı:Tavukgöğsünü kuşbaşı doğrayın. Çukurca bir tava-ya tereyağını ve sıvıyağını koyup eritin. Kuşbaşı doğ-ranmış tavuk parçalarını ilave edip soteleyin. Sırası ile küp şeklinde doğranmış patatesleri ve havuçları ila-ve edin. Tavanın kapağını kapatmadan tuzunu ilave edip sotelemeye devam edin. Kabukları soyulup yıka-nan soğan ve sarımsağı da ilave edip karıştırın. Doğ-radığınız kırmızıbiberi, sivri biberi, çarliston biberi ve domatesi de ilave edip karıştırmaya devam edin. Ke-kik ve pul biberi serpip kısık ateşte, kapağını kapatıp 10-15 dakika pişirin. Yemeğinizi pirinç pilavı ile ser-vis edebilirsiniz. Afiyet olsun...

GreyfurtAltıntop olarak da bilinen greyfurt, turunç-

giller familyasından anavatanı Çin ve Hindistan

olan, fakat bugün birçok çeşit ve kültür formları

yetiştirilen bir kış meyvesidir.

Bol miktarda C vitamini barındırmasının ya-

nında, A ve B gurubu vitaminleri ile kalsiyum, po-

tasyum, magnezyum, bakır, sodyum ve fosfor mi-

neralleri açısından da zengindir

Greyfurdun Faydaları: Özellikle yemeklerden

önce yenirse iştah açar. Hazmı kolaylaştırır. Mik-

rop öldürücü ve kabızlık gidericidir. Karaciğerin

çalışmasına yardımcı olarak kanı temizler, vücut-

taki zararlı maddeleri uzaklaştırmaya yardımcı

olur. Bağırsakların düzenli çalışmasına faydalıdır.

İdrar söktürür. Uyarıcı bir meyve olup bedensel

ve zihinsel yorgunluğu gidermeye faydalıdır. Stre-

se azaltır. Kansere karşı koruyucudur. Mide ve

pankreas kanserlerine yakalanma riskini azaltır.

Göğüs hastalıklarına, damar sertliği ve varislere

faydalıdır.

Soğuk algınlığına iyi gelir, sindirimi uyarır. Diş

etlerinin kanamasını azaltır. Kılcal damarlardaki

kan dolaşımını hızlandırır. Tansiyonu dengeler.

Yağlı yemeklerin ardından içilen greyfurt suyu ye-

diklerinizin ağırlığını giderir.

Greyfurt suyu bazı ilaçların etkisini ölümle so-

nuçlanabilecek düzeyde arttırdığı için ilaçlarla

birlikte kullanılmamalıdır.

Şifalı Bitkiler

Bekir SARI

Page 45: Başyazı Sebahaddin ATEŞ - Somuncu Baba Dergisi...ses 100-111 of Surah Saffat, the story of Ibrahim and his son Ismail the Prophets (pbuh) is narrated. Accordingly, Ib-rahim the

Kasım 201088

Som

uncu

Bab

a De

rgisi

’nin

Ücr

etsiz

Eki

’dir.

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009

Yl: 3 Say: 36

İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.

Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte

Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan

bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze

kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o

söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve

kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak

Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de

söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek

laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-

seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini

indirir.” buyuruyor.

Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun

laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-

meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-

berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde

günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”

buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

115

Dergisi Hediyesi...

M A Y I S 2 0 1 0

Fiyat: 7 TL

AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ

Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010

Yl: 4 Say: 3

7

Gerçek Kalp

Dostları4606 Hulûsi Efendi(k.s.)’nin

Tasavvufî Görüşleri

116

Dergisi Hediyesi...

H A Z İ R A N 2 0 1 0

Fiyatı: 7 TL

AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.

Adı / Soyadı:

Kurum Adı:

Ünvan:

Dergi Teslim Adresi:

Posta Kodu: Şehir:

Telefon: ( )

Faks: ( )

E-posta: @

Türkiye : 70 TL Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.

Posta Çeki Hesap No: 1361068Ziraat Bankası Darende Şubesi : 26798480-5001 Faturayı adıma kesiniz

Faturayı şirket adına kesiniz

Vergi Dairesi:

Vergi No:

Abone Başlangıç Tarihi:

İmza

Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]

Çocuk ekiyle birlikte yıllık abone bedeli

70 TL

2010 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.

Onların da abone olmasını sağlayın.