16
~1~ Dostlar, yepyeni bir sayı ile karşınızdayız. 2013-2014 eğitim-öğretim döneminin bitmesi ile birlikte, öğrenci gençliğin bir kısmı tatilin sefasını sürerken bir kısmı da üretim ve hizmet alanlarında çalışmaktadır. Bizler de öğrenci gençlik içerisinden bireyler olduğumuzun bilinci ile bu sayıyı hazırladık. Toplumsal sorunların sadece bir döneme sığdırılmadığı inancıyla, yaz döne- mi olmasına rağmen fanzinimizin yeni sayısını çıkar- mış bulunmaktayız. Eksikliklerimizin bilincindeyiz. Fanzin çalışmamıza katılan ve destek olan dostlarımızla bu sayıyı hazırla- mayı başardık. Sevinçliyiz. Özellikle Deniz Faruk Ze- ren ile yaptığımız röportaj için kendisine çok teşekkür ediyoruz. Yeni sayılarla buluşmak dileğiyle. Hoşçaka- lın! MERHABA...

Sosyal Pusula Fanzin 2. Sayı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Üniversite öğrencileri tarafından çıkartılan politik düşünü fanzini!

Citation preview

Page 1: Sosyal Pusula Fanzin 2. Sayı

~1~

Dostlar, yepyeni bir sayı ile karşınızdayız. 2013-2014 eğitim-öğretim döneminin bitmesi ile birlikte, öğrenci gençliğin bir kısmı tatilin sefasını sürerken bir kısmı da üretim ve hizmet alanlarında çalışmaktadır. Bizler de öğrenci gençlik içerisinden bireyler olduğumuzun bilinci ile bu sayıyı hazırladık. Toplumsal sorunların sadece bir döneme sığdırılmadığı inancıyla, yaz döne-mi olmasına rağmen fanzinimizin yeni sayısını çıkar-mış bulunmaktayız. Eksikliklerimizin bilincindeyiz. Fanzin çalışmamıza katılan ve destek olan dostlarımızla bu sayıyı hazırla-mayı başardık. Sevinçliyiz. Özellikle Deniz Faruk Ze-ren ile yaptığımız röportaj için kendisine çok teşekkür ediyoruz. Yeni sayılarla buluşmak dileğiyle. Hoşçaka-lın!

MERHABA...

Page 2: Sosyal Pusula Fanzin 2. Sayı

~2~

SOSYAL PUSULA BAZEN...

Bazen, tartışmakBazen, eleştiriBazen, bilimBazen, edebiyat Bazen, dilde bir türküBazen, yeni bir fikirBazen, eksiklikBazen, yeni arkadaşBazen, yeni bir alanBazen, eskimiş kitapBazen, paylaşılmış duygularBazen, bir emekçiBazen, bir kadın/erkekBazen, bir onur yürüyüşüBazen, hep öğrenciBazen, masalBazen, tebessümBazen, haykırışBazen, sessiz çığlıkBazen, uykulu gözlerBazen, bir umutBazen, biber gazıBazen, ansızın gözaltıBazen, İnce MemedBazen, SpartaküsBazen, yaşamakBazen, direniş Bazen, KızıldereBazen, Üç FidanBazen, VartinikBazen, MercanBazen, Berkin ElvanBazen, İbrahim ArasBazen, Ethem SarısülükBazen, Mehmet AyvalıtaşBazen, Medeni YıldırımBazen, Abdullah CömertBazen, Ali İsmail KorkmazBazen, Hasan Ferit GedikBazen, Ahmet AtakanBazen, Mehmet İstifBazen, Uğur Kurt

Bazen, Ramazan Baran Bazen, Hacı Baki AkdemirBazen, Fadime AyvalıtaşBazen, kömür karasıBazen, bir çocuğun babasızlığıBazen, kolektif bir emekBazen, ÇapulcuBazen, TürkBazen, KürtBazen, ErmeniBazen, LazBazen, ÇerkezBazen, ArapBazen, AleviBazen, Dersim...Çorum...Sivas...Maraş...Zilan...Roboski...Reyhanlı...Gezi...Rojava...FilistinBazen, MADDİ TIP ŞEYTANDIR!BİZ “BAZEN” HİÇ AZALMAYIZ!

BAZEN

Page 3: Sosyal Pusula Fanzin 2. Sayı

~3~

DENEME

YERYÜZÜNÜN LANETLİLERİ; AYAKTA GİDENLER

Hikaye çok değil, yaklaşık 4 milyar yıl önce gaz ve toz bulutu içerisinde yeni yeni varlığını göstermeye başlayan bir gezegende geçiyor. Baş lanetliler ise Homo sapiens sapiens’dir. (Sapiens kelimesi latince zeki, akıllı anlamına gelmektedir. Bu kelimenin 2 kere tekrarlan-masının sebebi ise hemcinslerini ve doğadaki diğer canlarını öldürme konusunda teknolo-jik aletler geliştirip onları üstün yetenekler ile en verimli şekilde kullanmasından almıştır.) Tabi onların evrimi 4 milyar yaşındaki bir gezegende sadece 4 milyon yıl kadar geriye gitmektedir. Sayfamın darlığından ötürü ön bilgi niteliğindeki sözlerimi kısa keserek asıl konumuza geri dönüyorum. Yeryüzünün lanetlileri; Ayakta gidenler. Bunlar işçiler, emekliler, canı sıkılan 65 yaş üstü yurttaşlar, 657’li emekçiler, öğrenciler ve çocuklu ev hanımla-rı. Hepsinin toplumsal tabakalaşma içerisinde oynadıkları roller farklı, ama ortak özellikleri var. Hepsi de ayakta gidiyorlar. Bu toplu taşımanın (eziyetin veyahut lanetin) hikayesi çok da uzun bir zaman önce değil yaklaşık 200 yıl önce başlıyor. Buharlı makinaların icadı ile birlikte şehirlerin bir anda 5 ila 10 kat arasında büyümesiyle, sapiens’lerin bir yerden bir yere ulaşması da büyük sorunlar teşkil etmeye başlamıştır. Bu soruna pratik ilk çözümler ise Omnibüs’ler (Atlı Otobüsler) ile olmuştur. Omnibüs, zamanla yerini elektrikli tramvaylara, otobüslere, metrobüslere, metro ve banliyölere bırakmıştır. 2014 Türkiye’sine geldiğimizde ise durum daha da kötü. Saatler boyu gel-meyen otobüsler, geldiğinde bile doluluktan ötürü teğet geçmesi... Zor da olsa girebildiğinde bırak oturabilecek bir yeri, ayakta düzgün bir şekilde gidebildiğine şükür ediyorsun. İşte bu da bizim küçük ama net olan lanetimiz...

***

Page 4: Sosyal Pusula Fanzin 2. Sayı

~4~

GERİCİ SİSTEMİN ÇIKARLARI EKSENİN DE EĞİTİM

“Bir insanı eğitmek demek, onu yarınların getireceğisevinçlere götürecek dürtü ve heveslerle

donatmak demektir” Anton Semyonoviç Makarenko

Gerici iktidarlar sosyal, siyasal, kültürel ve ideolojik olarak kendi varlıklarına hizmet edecek bi-çimde kitleleri şekillendirme çabalarına girerler. Eğitimi; Kitleleri şekillendirerek kendi düzenle-rini devam ettirebilmek amacıyla kullanırlar. Gerici sistemlerde eğitimin, eğitim sisteminin amacı; bugüne kadar var olan toplumsal yapının “değerlerini” içselleştirmiş, toplumda egemen olan ideo-lojiyi beynin her köşesine yerleştirmek üzere şekillendirilmiş bir “eğitilmişler ordusu” yaratmaktır. Var olan toplumsal yapı da, bu ordunun üniformasız askerlerinin itaatkârlığı oranında yaşama şansı bulabilmektedir. Ülkemizde de kendini cumhuriyetin ilk dönemlerinden bu yana, ulus-devlet inşa planına göre şekillendirilen ve süreç ilerlerken ticarileştirilen bir eğitim sistemi baş göstermektedir. Eğitim müfredatının ana yapısı Müslümanlaştırma ve Türkleştirme politikalarından oluşuyor. Bilimsel yöntemlerden yoksun halde, ezbere dayalı bu öğrenim modelinde “ne mutlu türküm diyene” de-dirte dedirte; daha küçük yaşta öğrencilere karşı şovenist vurgulamalara yer verilerek bilinçleri karartmaktadırlar. Toplumun büyük bir kısmının bir dinden olduğunu belirtip, tek bir din ve o dinin tek bir mezhebi üzerinden eğitim-öğretim yapılmaktadır. Ve bu dini eğitim-öğretim, okul-larda zorunlu olarak verilmektedir. 4+4+4 kademeli eğitim sistemi ile din derslerinin çoğalma-sı ve seçmeli hale gelmesi kimseyi aldatmasın. Seçmeli ders olarak koyulsa da bazı durumlarda zorunlu hale getiriliyor. Seçilmediği takdirde öğrenciler üzerinde psikolojik baskı oluşturuluyor. Okula başladıktan itibaren, kaderci anlayışı empoze eden bir sistemden bahsediyoruz. Geleceğe dair bütün beklentileri elinden alınan, sadece sunulanı yaşamak zorunda bırakılan bir gençlik…

Gerici İktidarın Eğitim Üzerindeki Kirli Köşe Kapmaca Oyunu; YÖK!

Ülkemizde, eğitimin gerici iktidarın hedefleri doğrultusunda şekillendirilmesi 12 Eylül cuntası sonrası kurulan YÖK (Yüksek Öğretim Kurulu) ile daha da belirginleştirilmiştir. YÖK’ün kurul-masının asıl amacı; üniversiteler üzerinde devletin denetiminin kurumsallaştırılmasıdır. Bu dene-tim sayesinde, üniversitelerin asıl sahipleri olan öğrenciler, öğretim görevlileri ve çalışanlara hiç-bir söz hakkı tanınmamaktadır. İdari, mali ve bilimsel özerklik böylece iktidarın ticari ve ideolojik

EĞİTİM

Eğitim, yaşamın ve üretimin olduğu her zaman diliminde yaşamı ve üretimi devam ettirebilmek için varoluşunu süreklileştirmiştir. Süreklileşen eğitim; öğretmektir, yetiştirmektir, biçimlendir-mektir.

Page 5: Sosyal Pusula Fanzin 2. Sayı

~5~

kaygıları oranında ayaklar altına alınmıştır. Kurulduğundan bu yana her dönem yeniliklerden bahsediliyor. Halbuki sadece biçimsel değişikliklerden başka bir şey yok. Öz yine aynı... YÖK; “halk için bilim” anlayışına değil de, “sermayedarlar için bilim” anlayışına sahiptir. Eğitim sistemini, bireyleri özgürleştirmek ve yetkinleştirmek için değil de, bireylerde vatandaş kimliği oluşturarak sermayenin başını çektiği sistemi var edebilmeleri için kullanır. Öğrenciler içerisinde rekabet kültürü oluşturarak, bencil bireyler yaratmada en büyük rolü üstlenir.

Sınav Ne İçin? Rekabet Niye?

Sınavların asıl amacı; sınıfın-öğrencinin genel durumunu öğrenmek ve o duruma uygun, genel düzenlemeler yapmaktır. Ama var olan gerici eğitim sisteminde sınavlar, öğrenciler üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılıyor. Bunun sonucunda da, öğrenciler ezberciliğe yönelmektedir. Ayn zamanda, en iyisi olma adına rekabetin daha fazla artmasında araç olarak kullanılmaktadır. Günümüzde de YGS-LYS sınavları ile lise öğrencilerinin üniversitelere girişi yapılmaktadır. Ön-ceki senelerde ortaya çıkan şifre skandalları ve niceleri, bu sınavların bilimsel bir yöntem olmadı-ğının, tam tersine siyasi iktidarın çıkarlarına dönük hareket edildiğinin göstergesidir. Sınavlarda başarısızlıklar, intihara kadar varabiliyor. Öğrenci gençliğin kendini gerçekleştirmesi için değil, aksine kendini yok sayması için bir neden olabiliyor.

***

” Tabula rasa (Latince boş levha) kavramı, bu başlık altında toparlanabilecek görüşler içerisinde önemli bir açıklayıcı kavram olarak geliştirilmiştir. Bu düşünceye göre insan, a priori bilgilere sahip değildir. İnsanın tüm bilgisi yalnızca dışarıdan gelen, sonradan edindiği duyu izlenimlerin-den oluşur.” (Kültürel bir kavram olarak “zaman”, Dr. A. Kerim Gültekin- Bilim ve Ütopya sayı:19 sayfa:62) Yukarıdaki alıntıya bakacak olursak; erken yaşlarda eğitimin önemini anlamış oluruz. Bireylerin gelişimi, bulundukları toplumsal yaşamla tanımlanır. Toplumsal yaşam ne kadar ileri seviyede ise gelişim de o kadar ileri olur. Toplumsal koşulların, insan üzerinde yarattıklarını anlamayan, insanların koşulları değiştirme gücünü körelten bir eğitim sistemi neye yarar? “Herkese eğitim” hakkının olmadığı, sadece sı-navlarda başarılı olanların ve parası olanların eğitim alabildiği bir eğitim sisteminde beklentimiz pek fazla olamıyor. Bireylerin yeteneğine göre eğitim alması gerekirken, eğitim-öğretim almak istedikleri alanlardan bağımsız konularla sınanıyorlar. Hâl böyle iken eğitimin özerkleşmesi mü-cadelesini vermek en demokratik haktır. Gençliğin geleceksizleştirilmesi, toplumda yaşayan tüm bireylerin ortak sorunudur...

***

EĞİTİM

Page 6: Sosyal Pusula Fanzin 2. Sayı

~6~

EKMEK VE ZEYTİN

-“Tabi efendim. Kaç tane istemiştiniz?”-“İki..”-“Buyurun başka bir isteğiniz var mıydı?”-(...)-“İnsan bari bir teşekkür eder!”Sonunda reyon önünde müşteri kalmamış, bir sonra ki müşteriyi bekliyordu. Bu sırada markette bir hareketlilik fark etti. Sadece market çalışanları etrafta koşuşturuyor, mağaza müdürü de;-“ Herkes işinin başına dönsün!” diye azarlayan ses tonuyla bağırıyordu.Reyon önünden hiç tanımadığı bir adamın ensesinden tutmuşlar ite-kalka depoya (market çalı-şanlarının mola yerine) götürüyorlardı. “Acaba kavga mı olmuştu?” diye içerisinden geçiriyordu. Merakını gidermek için bir tek çaresi vardı, o da depoya inmek ve olup biteni öğrenmekti. Ayak-ları ne kadar aşağı inmesi konusunda ısrar etse de beyni, iş arkadaşlarının molasının bitip tezgâha gelinceye kadar beklemesi gerektiğini söylüyordu.-“ Off! Gelseler de bir an önce inip neler olduğunu öğrensem” diye sabırsız bir şekilde kendi ken-dine söylendiği sırada sabahçıların molası bitmiş, artık kendisi gibi akşamcıların molasının başla-dığını haber veren arkadaşları tezgâhın önünde göründüler. Aşağı inerken bağırışlar- çağırışlar, küfürler havalarda uçuşuyordu. O kadar havalarda uçuşuyor-du ki aynı CO(karbonmonoksit)’in havada hızla yayılarak “tatlı ölüm” yayması gibi merdivenlerin başından duyulabiliyordu.Çay aldıktan sonra arkadaşlarının yanına geçti. Herkes bir şeyler söylüyor, sonuna da küfür ekle-meyi ihmal etmeyerek zanlı konumunda ki kişinin duyabileceği ses tonuyla konuşuyorlardı. Neler olduğunu sorunca da;-“ Sen bilmiyor musun? Sizin reyondan ekmekle, şarküteri reyonundan da bir kiloya yakın zeytini gömleğinin içerisine sokup çalmaya çalışmış. Gömleğin altından da belli olmasın diye gömleği bol giymiş şerefsiz. Allahtan orta reyon elemanı Ahmet abi fark etmiş de yakalayıvermiş.”Hemen araya kaynayan bir başkası heyecanla;-“ Müdür yardımcısı bir vurdu görmeliydin. Adamın suratı kaydı”-“Öyle bir anlatıyorsunuz ki sanki kutu kutu paralar çalıp, çaldığı paraları da sıfırlayamadan yaka-lanmış misali. Alt üstü “Ekmek ve Zeytin”... Gerçi sizde haklısınız baklava çalan çocuğa 3 yıl hapis cezası verilmişti. Herkes susmuş çaylarını yudumlarken bir yandan da sigaralarını tüttürüyorlardı. Deponun o ses-sizliğini müdürlerin hırpalamakta olduğu adamın yalvarışları ve her yalvarış sonrasında yapış-tırılan hırsız damgasıyla küfürler bozuyordu. Kısa bir süre sonrasında önde “ekmek ve zeytin” çalan kişi hemen ardından da mağaza müdür ve müdür yardımcıları göründü. Tam merdivenlere yöneliyorlardı ki;-“Müdürüm bir şey söyleyebilir miyim?”Sinirli bir ses tonu ve o ses tonunun arkasında duran hırsızı yakalama gururuyla;-“Tabi seni dinliyorum.”-“ Müdürüm birincisi amcanın çaldığı şeyleri ben ödeyeyim şikâyetçi olmayın bırakın gitsin. İkin-cisi; amcacığım keşke milyon dolarlık değerinde hırsızlık yapsaydın. Yakalansan bile ceza almadan kurtulur, bir de el üstünde tutarlar saygıyla önünde eğilirlerdi...”

***

ÖYKÜ

Page 7: Sosyal Pusula Fanzin 2. Sayı

~7~

SOMA

KÖMÜRDEN ATEŞE, SOMA’DAN CAM İŞÇİLERİNE.

13 mayıs akşamı soma’dan gelen ha-berle yıkıldık. Tabiki ta ilk dakikadan itibaren yalan haberlerle büyük katli-amı bizden saklamaya çalıştılar, ölen işçileri yaralı gibi çıkarmaktan tutun da madende kaç işçinin olduğunu açıkla-mamaya kadar yalanlarını sürdürme-ye çalıştılar. Neyse ki yeni medya yine kendini gösterdi ve gerçekleri bir nebze de olsa itiraf etmek zorunda kaldılar. Gecenin geç saatlerine kadar 10’lu ra-

kamlarla ifade edilen ölü sayısı ‘’en resmi mercilerce’’ önce 130’a, daha sonra her saat başı artan ra-kamlar ile 301’e yükseldi... Kömür tozu dağıldıkça vahşi kapitalizm koşulları daha rahat görünür hale geldi. 20 yıllık gaz maskelerinden, kaçak işçilere, oradan zorla yemek fişi karşılığında seçim mitinglerine taşınmalarından, saati 5 liradan sabahın ilk ışıklarından gün batımına kömür karası hayatları gözler önüne serildi. Tabi bu koşullarda 1800’lü yıllar-daki maden kazalarını örnekler verilmesi hiç de şaşırtıcı değil. Sonuçta vahşi kapitalizm sermayesini bu şekilde biriktiriyordu. İşin tabiatında bu vardı! Küçük burjuva dünyamıza bu modern kölelik sisteminin girmesi için 301 canın kömür karası içinde yitip gitmesi mi gereki-yordu? Maalesef duyarlılığımız ancak korkunç felaketler sonrasında uyanıyor... Şimdi yüzümüzü, yüzlerce sıcak-lık arasında cam tabaklarımızdan içme su bardaklarına kadar, bunları yapan ellerin sahiplerine dönmemiz gere-kiyor. Son yılların en büyük cam işçi grevlerinden birisi hemen yanı başımızda. 6 bine yakın işçi 800 ile 1000 lira arasındaki maaşlarının iyileştirilmesi için, daha insancıl koşullar için yazı yazmaya başladığım dönemde grevde-lerdi. Peki ya ne kadarımız bu grevin farkında? İşte asıl sorulması gereken soruda bu! Farkına varmamız için ne olması gerek?

***

Page 8: Sosyal Pusula Fanzin 2. Sayı

~8~

BİR AVUÇ KÖMÜR

13 Mayıs 2014 hem So-ma’nın hem de Türkiye halkının kara günü. So-ma’da yaşanan kaza den-di, facia dendi, ‘301’ can dendi üzeri kapatıldı. So-ma’da yaşanan ne kaza ne facia, göz göre göre ger-çekleşen bir katliamdı. İlk başta sessiz, tedirgin bir bekleyişti her şey. Ne ol-duğunu anlayamadı halk. Sonrası... Sonrasının bir tanımı yok. Günlerce salâ sesleri yankılandı Soma’nın duvarlarında. Anaların feryadı, çocukların çığlıklarıyla inledi her yer. Bu kez kömür, yürekleri yaktı geçti. Medyada bir dolu rakamlar verildi göçük altından çıkarılanlar, göçük altında kalanlar, cansız bedenler... toplandı çıkarıldı; ama he-saplar uymadı. Toplama/çıkarmada bir hata vardı. Ve gördük ki madencinin hayatı bir matematik hesabı kadar basit ve değersizdi. Ve bizim çokbilmiş medya sözcülerimizin atladığı bir şey vardı; Soma’da yüreklere düşen kor ateşin hesabı yoktu. Soma’da ‘olağan hayat’ nasıldır? Belki de Soma halkını anlayabilmek için bunu anlamak gerekir. Örneğin, sabah okula giden çocuklar, yarı uykulu gözlerle ellerinde sefer tasları ve çantalarıyla duraklarda, sokak kenarlarında bekleşen madencilerle karşılaşırlar. Bu işçiler sabah vardiyasında olan işçilerdir. Sonra bizim çocuklar okulun bahçesinde dağ gibi duran çuvallarla karşılaşırlar. Aslında rengi beyaz olup siyaha dönmüş çuvalların üzerinde “Para ile satılmaz” yazısını okurlar. Öğlen yemekten dönerken bu kez bir hareketlilik görür çocuklar, kollarında çantalarla sırtındaki tişörtü kapkara olmuş yorgun ve bitkin madencilerle karşılaşırlar. Ve sabahki durakta ve köşe başlarında bu sefer başka yüzler beklemektedir. Bu işçiler paşa vardiyasındadır. Madenciler sa-bah geç saatlere kadar uyuyabildikleri için oradaki halk bu vardiyaya paşa vardiyası derler. Bir de bizim çocuklar derin uykudayken yerin binlerce metre altında uykulu gözlerle kazma sallayan serseri vardiyası işçileri vardır. Bu işçiler gece çalıştığı için halk o vardiyaya serseri vardiyası adını vermiştir. Çocukların derin uykusu kadar derinlilerde unutulmuş gibi sanki kimsenin haberi yok onların orda olduğundan. Bizim çocuklar kömürle erken tanışır lakin değerini bilmezler. Sadece okulda gördükleri bir derste Linyit kömürünün değerli olduğu ve bu kömürün somada çıktığıdır tüm bildikleri. Sanki o kömür onlardan bağımsız orda kendiliğinden çıkıyormuş gibi, sanki her gün gözleri yorgun, elleri kömür karası, sefer tası ve ekmeği ile gelen babanın o kömürle hiçbir iliş-kisi yokmuş gibi. O kadar sıradan ve değersiz olmuş ki var ama yok gibi. Her gün tonlarca kömür çıkarır yerin derinliklerinden ellerindeki emeğin, gücün, cevherin değerini bilmez karaelmasa gün yüzü gösteren madenci de. Kimse de gelip bunu anlatmaz ona.

SOMA

Page 9: Sosyal Pusula Fanzin 2. Sayı

~9~

Bir avuç kömür için bir ömür verenlere” yazar Soma’nın hastane duvarlarında, kömür ocakların-da, işletmelerinde ve ne traji komiktir ki festivalini ‘süsleyen’ afişlerde de. Kömürün anlamı orda ‘hayattır’ ‘candır’ ‘ekmektir’ yani karaelmastır. Ve bundandır ki her yıl yapılan festivalin adı kara-elmastır. Brandalardan derme çatma bir tünel yapılır. İçeri girdiğinizde madenden, madenciden fotoğraflar karşılar sizi. Ve tünelin çıkışında ‘maden kazalarında’ hayatını kaybedenlerin isim ve fotoğrafları... Her gelen orda durup tanıdık yüzleri arar. Ve sarf edilen cümleler çok farksız değil-dir.“Bak şu Ali! Biz aynı madendeydik birlikte çapa salladık, aynı tastan yemek yedik. Şu da bizim mahalleden bir çocuktu. Yeni girmişti madene daha 2 ay olmamıştı, göçük altında kaldı. Daha çok gençti.” Hikâyeler hep aynı. Tünelin çıkışı da aydınlıktı ölüm kokan bir aydınlık, tıpkı yerin derinliklerinden göğe uğurladıklarımız Soma’nın kendine has, yaz, kış hiç gitmeyen is kokusu vardır. Gerçi Zonguldak, Yatağan Elbis-tan’da da böyle değil midir? Balkona asılan çamaşırlarından tutunda insanına kadar kömür kokar her yer. Karaelmas; yeri geldi yuvaları yürekleri ısıttı, yeri geldi ekmek oldu sofralara oturdu. Ha-yat oldu, can oldu; ama ölümü de hiç unutturmadı. Evet, öldüren kömür değildi, ihmalsizlikti, kâr hırsıydı ve bir dolu nedendi. Bir kişinin açgözlülüğü yüzlerce insanın ocağına ateş düşürdü. Peki, şimdi kim söndürecek bu yangını?

***

SOMA

Page 10: Sosyal Pusula Fanzin 2. Sayı

~10~

HOTEL RWANDA Orta Afrika’da yer alan Rwanda‘da meydana gelen Rwanda soykırımını anlatan gerçek bir hikayeye sahip film. Bu soykırım hakkında büyük oranda bilgi edine-bileceğiniz ve kitaplarda çok fazla rastlayamayacağınız izlenilmesi gerekli toplumsal konulu bir film.

Film bir otelde geçmektedir. Otelin müdürü Paul Ru-sesabagina adında bir Hutu. Ve 1994’te ortaya çıkan iç savaş sonucu Hutular binlerce Tutsiyi öldürmüştür.Tutsi-Hutu ayrımı filmde de geçen, oraya gelen Belçi-kalıların kafasından uydurdukları ölçütlerle insanları iki çeşit ırka ayırması ve onlar arasında nifak tohumu ekmesiyle oluşmuştur. Aynı ülkede yaşayan birbirileri ile evlilik yapan bu insanlar bir anda savaşa tutuşur ve o sıralarda egemen olan Hutular Tutsileri katletmeye başlar. Tam da bu sırada otelin müdürü eşi gibi olan komşuları ve tanıdıkları Hutuları B.M.’nin kendi va-tandaşlarını almasıyla oluşan boş odalara alır. Bu sü-reçte ona gelen tüm tekliflere rağmen tüm servetini harcayarak Schindler misali insanları koruması altına alır. Sonrasında baskıların artmasıyla faşistler otele de girmeye başlar. Avrupa’da büyük güce sahip olan otel sahibini arayarak “biz ölüyoruz tüm çalış-malarımdan mutluyum” şeklindeki vedası ile patronunu çok sıkı bir şekilde etkiler ve bu sayede yüzlerce kişinin hayatını kurtarmasını sağlayacak çözümlerin oluşmasına olanak sağlar.

Filmi izlediğinizde gözyaşlarınıza hakim olamayabilirsiniz. Çünkü insanların katledilişini yanı-nız da oluyormuşcasına hikayeyi beyaz perdeye aktaran müthiş bir anlatım-izlenimi var.Batının Afrika’daki insanlara bakış açısını da bir daha ortaya koymuştur. Sadece kendi vatandaşla-rını oradan çekip diğer insanlar için gelen telefonları hiç umursamayışları zaten yüzyıllardan beri süregelen anlayışlarının hala devam ettiğinin göstergesidir.

***Rwanda türkçeye Ruanda diye çevrilmiştir.

***

SİNEMA

Page 11: Sosyal Pusula Fanzin 2. Sayı

~11~

SİNEMA

THE WIND THAT SHAKES THE BARLEY Film, adını İrlandaya ait bir şarkıdan alıyor. İrlanda bağımsızlık savaşını anlatan, yer yer duygulanacağınız ve oyuncu kadrosuyla 127 dakikayı soluksuz izleyece-ğiniz bir film. Ken Loach’ın 2006 Cannes Film Festiva-li’nde Altın Palmiye alan filmi.

1920 İrlanda: Köy ve şehirlerden insanlar, İrlanda’nın bağımsızlık mücadelesini bastırmak için İngiltere’den yollanan acımasız Black and Tan grubuna karşı gönül-lü gerilla birlikleri oluşturmak için bir araya gelirler. Damien vatan sevgisi ve görev bilinciyle doktor olarak yeni başladığı kariyerini bırakıp kardeşi Teddy’yi de çok tehlikeli ve şiddet dolu bir özgürlük savaşına sokar. Öz-gürlük savaşçılarının kararlı taktikleri İngiliz ordusunu yenilme noktasına getirince iki taraf arasında bir anlaş-ma yapılır. Ama bu açık zafere rağmen iç savaş patlak verir ve yan yana savaşan aileler kendilerini birbirlerine karşı savaşan düşmanlar olarak buluverirler, bu savaş bağlılıklarını sınadıkları bir sınav halini alacaktır.

Özellikle IRA’nın Cumhuriyetçi Mahkemesi’ndeki sahne, politik sinemanın en çarpıcı sahne-lerinden biri olmaya adaydır. Yoksul İrlandalı bir kadınla , harekete destek veren zengin İrlanda-lı tüccar arasındaki borç anlaşmazlığı mahkemeye getirilir.Tüccar, zavallı kadına yüzde 500 gibi hayvani bir faiz kakalamaktadır. Milliyetçi klik tüccarı yabancılaştırmak istemez, silah alımı için para desteği vermektedir hazret, o yüzden mahkemenin yoksul kadından yana çıkmasına bozulur. Sosyalist klikteki demir yolu işçisinden (ki meshur James Connolly’nin Yurttaş Ordusu’nda görev yapmıştır) milliyetçilere güzel bir ders: “Özgür İrlanda neden işçinin, yoksulun, köylünün İrlan-dası olmalıdır”

***

Page 12: Sosyal Pusula Fanzin 2. Sayı

~12~

SİNEMA

KELEBEĞİN RÜYASI

“Günün birinde ermiş, rüyasında kelebek olduğunu görmüş. Uyandığında kafası karışmış. Kendi kendine şöyle demiş: ‘Ben mi rüyamda kelebek olduğumu gördüm yoksa kelebek

mi rüyasında ben olduğunu gördü?’ “

Yılmaz Erdoğan’ın son filmi “Kele-beğin Rüyası” başrollerinde Kıvanç Tatlıtuğ, Mert Fırat ve Belçin Bilgin yer alıyor. Film; 1940’lı yıllarda Zon-guldak’ta yaşamış iki genç şairin ha-yatını konu alıyor. Yılmaz Erdoğan, Behçet Necatigil’i canlandırıyor. Genç öğrencilerinden Muzaffer Tayyip Uslu (Kıvanç Tatlıtuğ) ve Rüştü Onur (Mert Fırat) günün birinde zengin bir aileye mensup olan Suzan’a(Belçin Bilgin) aşık olurlar ve bir iddiaya gi-rerler. Çünkü “en güzelinin bile bir şiirlik canı” olduğuna, şiirin fethedemeyeceği kalp olmadığına inanırlar. Yalnız ikisinin de dikkate almadığı bir şey vardır ki onlara çok fazla zaman tanımaz: verem...

Her bir repliği izleyicinin kalbine yazılan, film bittikten sonra damağınızda kalan tat harika bir şiir okumuşsunuz hissiyle eş değer. Arka planına Mustafa Kemal sonrası İnönü ve yeni Cumhuri-yet dönemini alan film, alttan alta dönemin sistemine de dokunuyor. Zonguldaklı mutsuz, yoksul ve elleri zincirli maden işçilerinin yer aldığı sahnelerle açılan film, devamında da sıkça bu duruma yer veriyor. Avrupa Savaşı’nın bir dünya savaşına dönüşmesi de aynı döneme rastlasa da filmde öne çıkmamış. Dönemin hastalığı olan; verem ve zorlu tedavi koşulları da değinilen bir diğer önemli nokta.

Tek derdi şiir yazmak olan bu iki gencin hikayesi aslında odağına aşkı almış gibi görünse de tek bir şey söylüyor: “Şiir hayatın bahanesi...”

Kelebeğin Rüyası, izleyenlerin kendini kelebeğin yerine koymasını ve bir günlük hayatlarını gözden geçirmesini öğütlüyor... Behçet Necatigil’in Yılmaz Erdoğan’ın sesinde hayat bulan dizeleri gibi:

“Belki bir kelebek o kadar memnun ki rüyasından Uyanmak istemiyor rüyasından”

Page 13: Sosyal Pusula Fanzin 2. Sayı

~13~

KİTAP

ÖLÜ OZANLAR DERNEĞİ

Yayınevi : NOKTA YAYINLARIYazarı :N.H. Kleinbaum

Sayfa Sayısı:160 Her yaştan kişiye hitap eden bir kitap. Size kitabın kısa özetini vermeden önce kitapta geçen ve benim hayatımın her alanında uygulamaya çalıştığım bir sözle başlamak istiyorum.

Carpe Diem(Anı Yaşa)’’Ormanın içinde kesişen iki yol vardı ve ben en az ayak izi olanı seçtim işte fark-lılık budur.’’

1950’lerin Welton Akademisi ciddi,disiplinli ve akademik çevrelerde tanınan bir okuldur. Okulun genel kuralı ‘’Gelenek!Onur!Disiplin!Mükemmel-lik!’’dir. Bu yüzden okul yönetiminin muhafazakar ve ortodoks tavırlar okulu, öğrencilere sıkıcı ve bunaltı-

cı bir yer haline getirmektedir. Fakat yeni İngilizce öğretmeninin(Bay Kreating) okula atanmasıyla okulda çok şey değişecektir. Kreating öğrencilere ders kitaplarını yırtıp atmalarını, kalıplaşmış dü-şüncelerden uzaklaşmaları ve hayatları için ’’Carpe Diem’’(Anı Yaşama)larını öğütlemesiyle oku-lun normlarına zıt bir kişilik sergilemektedir. Öğrencileri şiirle tanıştırır, onlara şiiri sevdirtir ve bu da öğrencilerin gelecek yaşantısındaki hayallerinin değişmesine yol açacaktır. Çocuklar şiir ile tanıştıktan sonra okulun eski öğrencilerinin kurmuş olduğu gizli bir derneğin olduğunu öğreni-yorlar ve her akşam derneğin olduğu mağarada toplanıyor ve kendi yazdıkları şiirleri birbirlerine okuyorlar.Daha sonra okul yönetimi tarafından bu durumun öğrenilmesi üzerine öğrencilerin öğretmeni Bay Kreating okuldan uzaklaştırılıyor. Bu olay öğrencilerde çok büyük bir yıkıntı ya-ratıyor.

Her şeyin mevcut katı normlara bağlı olarak değil, birilerinin bizi yönetmeden isteklerimizi ve düşüncelerimizi özgürce aktarmamız ,kendi irademiz doğrultusunda yapmamız gerekenlerin olduğunu belirten güzel bir kitap.

***

Page 14: Sosyal Pusula Fanzin 2. Sayı

~14~

DENİZ FARUK ZEREN İLE “YASAK KİTAP”I VE KENDİSİNİ KONUŞTUK...

S.P. : Merhaba. Öykü yazmaya nasıl karar verdiniz? Sizi öykü yazmaya iten neydi?

D.F.Z. : Merhabalar. Edebiyat tutkusu vardı, ta en başından Tom Sawyer’in Maceraları’nı okuduğum-dan beri oluştu bu tutku. Okuma tutkusu. Giderek anlatma tutkusu, isteği. Ama neyi nasıl anlatmak? Zaman, arayış, bir yerlere getiriyor insanı. Hayal dünyan öykünün çekim alanına girince, kurtuluşun yok yazacaksın. Başını taşa koyacaksın, kuş tüyü yastığa koyacaksın, başını havada tutacaksın, yere eğeceksin, şekilden şekile gireceksin ama yazacaksın, kaçış yok. Anlatmak için bir nedenin varsa çalışa-caksın. Yazacaksın. İmgelerle boğuşarak yaşamak güzel ama nedensizse zor çok zor. Kısaca hayal dün-yam beni öyküyle buluşturdu. Ve de eklemem lazım şiirle. Şiir de yazıyorum ben. “Aaa şiiir yazan öykü-cü” evet o densiz benim.

S.P. : Öykülerinizde siyaset ve edebiyatın birleşi-mini görüyoruz. Görünen ama gözden kaçanı bize tekrar gösterdiniz. Örneğin öykülerinizdeki süt satan, damda gizli gizli sigara içen çocuklar... Öy-küleriniz sizce toplumcu gerçekçi mi toplumcu sosyalist mi?

D.F.Z. : Söylemeyi çok sevdiğim ve her söyleyişimde omuzlarıma yeni bir sorumluluk ekleyen iddialı bir söz var, bilinmeyeni bilmek, görünmeyeni görmek, bilinir ve görünür kılmak, yazın iskeletimi ve giderek kalbini bu düsturla yönlendirmeye, beslemeye, yönetmeye çalışıyorum. Sistemin yaşattığı ha-yat, yaşamak biçimi, oluşturduğu algı hemen yanıbaşındakini yoksaymayı, görmemeyi, bilmemeyi dayatıyor ve giderek yeni nesillerde bu içsel bir hal. Bu duruma edebiyatımla karşı bir duruş içinde olmaya çalışıyorum.”Yeryüzünün Lanetlileri”nden biriyim, lanetlileri yazmak istiyorum. Hamallar, çocuklar, şizofren olmuş eski devrimciler, gerillalar, illegaller, açlar, açıktakiler, aşıklar, maşuklar, unutulmuşlar, benim insanlarım, onlarla beraber büyüdüm, elbette onları anlatmaya çalışacağım. Küçük burjuvazinin edebiyata sızdırdığı elit bireysellikten bunalmış tipler yok ben de, olsa da kötü karekterler olarak ancak. Ben Sosyalistt olmaya çalışan bir bireyim. Edebiyatım evet ideolojik gı-dasını kavrayabildiğim oranda Sosyalizm biliminden alıyor, ama Sosyalist Gerçekçilikten ziyade Toplumcu Gerçekçilik evet denebilir, ama toplumcu gerçekçiliği statik, şablonlarla, kuru söylem ve anlatımlarla almıyorum, büyülü gerçekçiliğin de sınırlarında

SÖYLEŞİ

Page 15: Sosyal Pusula Fanzin 2. Sayı

~15~

dolaştığım oluyor, imgesel gerçekçiliği daha uygun buluyorum şiirde de, öyküde de. Ama kavram kargaşasına yol açmamak için evet Toplumcu Gerçekçi yazıyorum.

S.P. : Birçok kitabın yasaklandığı bir döneme tanık oldunuz. Sizin yasaklı kitaplarınız nelerdi?

D.F.Z. : Benim örneğin liseli yıllarımda Siverek’te her kitap yasaktı. Yasal bir yasaktan bahsetmi-yorum hepsi için ama her tür kitap okumak bulundurmak yasaktı. Sakıncalıydı. Sürekli roman mı okuyorsun o romanlar da sen de sakıncalısın. Devlet nezdinde böyle bu yani. Evimizden alınıp götü-rülen ve geri iade edilmeyen Dostoyevski’lerden, Gorki’lerden Sait Faik’lerden, Yaşar Kemal’lerden biliyorum bunu. Alınıp götürülmesi de bir şey değil, ben bunlar için dayak bile yedim sabahlara kadar. Ama evet, bir kitabın yazarı Lenin ya da Mao’ysa kurtuluşun yok, o kitaplar gömülmelidir, Kaypakkaya’ysa gömülmelidir, Öcalansa sen de kitapla be-raber gömülebilirsin hatta.

S.P. : Öykülerinizde belli ögeler sıkça tekrarlanıyor. örne-ğin, kav, izmarit, sigara... Bu imgeler görünenin dışında sizce ne anlam ifade etmektedir?

D.F.Z. : Tekrar eden öğeler kişisel sevgimden ileri artı söyle-yiş olarak tekrarı seviyorum hem de söyleyişi güçlendiriyor, çıkmasın istiyorum akıldan, benim aklımdan çıkmıyor.

S.P. : Kitapta birbirinden farklı, çok değerli öyküler oku-yoruz. Bu ismi belirlemek zor oldu mu? Bir de neden yasak kitap?

D.F.Z. : Kitaptaki öyküleri değerli bulmanız beni ihya etti. Yasak Kitap adlı öykü kitaptaki öyküler için deyiş uygunsa bir üst öyküydü, çoğunun toplamı gibi geliyordu bana. Hem de yasaklı kitaplara, halen resmen yasak olmasa da tahammülsüzlükle karşılanan, alınıp götürülen, ya da onlar için alınıp götürülmemize değinmek istedim. Demokratikleşme palavralarının altında bu daha dün ya-şanan tablo var, yasakçı tablo var, onu yaratan sınıflar halen iktidardalar.

S.P. : Zeren’i şiirle tanıdık. Farklı bir disiplin olan öyküyle bizlere tekrar merhaba dedi. peki bizleri bir roman sürprizi bekliyor mu, yada çıkınınızda biriktirdiğiniz öykü yada şiirleriniz var mı?

D.F.Z. : Yok hayır, romanın uzun yollarında yürümek gündemimde yok ben halen voltalardayım. Basıma hazır olduğunu düşündüğüm bir şiir dosyam var evet, öyküler birikmeye, oluşmaya devam ediyor. Önümüzdeki dönem olanaklara göre davranacağız. Umarım karşınıza güzel işlerle çıkabili-rim.

D.F.Z. : wS.P. : Biz teşekkür ederiz.

SÖYLEŞİ

Page 16: Sosyal Pusula Fanzin 2. Sayı

~16~

ŞİİR

FARKINDALIĞA GÜZELLEME

Gülüşünde kuğular dans ederdi,

Senin suların serindi.

Tenim yanıyordu bakışının güneşinden,

Ve bir ele ihtiyacım olduğu belliydi...

İnce belli,

Sen, ben, kivili akşamlar…

Sabahlar uyanmak için uygun değil,

Geceler hırslı birkaç saat.

Şiir diyorduk ,yazmak gerek

Ve yürümek.

Görmek gerek derinleri,

Bazı sonsuz beklemek.

Gülmek dutlu örtülerde,

Güneşli kaldırımlarda,

Baharın gülmek…

Merve TELLİOĞLU