24

Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

*********************************** * * http://www.tepkivedegisim.org/ * * ***********************************Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayısı (Ağustos 2010), maddi olanaksızlıklar nedeniyle sadece e-dergi olarak yayına girdi. Dergimizde görev almak için sorumlu(muhabirlik ve dağıtım) olabilirsiniz. http://www.tepkivedegisim.org/dergi/?page_id=13 adresinde konu ile ilgili bilgiyi bulabilir ve http://www.facebook.com/tepkivedegisimdergisi adresindeki profilden bilgi alabilirsiniz.**********************************Tepki ve Değişim'de bu ay neler var?**********************************Bir SolcuBoz MehmetHDGB Bildirisi SEVGİ YAMAN'IN KATİLLERİ BULUNSUN!O.Aktaş - Ne kadar insanım?G.Babacan - Ya BastaÖ.Kurtuluş - ÇağrıD.Oruç - Neden: Kapitalizm - Çözüm: SosyalizmE.Yayla - Neden birlik?Ö.Gülsoy - Tekerliği yeniden icat etmeye gerek yokB.Aydın - Küresel elitler, bilimsel devrim ile Hitler’i yeniden canlandırıyorA.Türhan - GlobalizmU.Nar - “Yetmez ama evet” şükerâsına dairA.Sapaz - En ahlakklı, en doğru, en kutsal yollardan biriB.Tunçlar - Dönence umutlarE.Taneri - Geri SarE.Erdem - KıyametB.Yaraşçı - Aydınlık yarınlar dileğimA.Çelik - Hayır raporu**********************************Her türlü soru için iletişim adresi : [email protected] ve [email protected]**********************************Abonelik için:http://www.tepkivedegisim.org/dergi/?page_id=15**********************************Basılı yayınlarımıza ulaşmak içinhttp://www.tepkivedegisim.org/tvd/?p=630**********************************

Citation preview

Page 1: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı
Page 2: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

GÜNDEM Bu ay en çok tartışılan konu, referandumdan çok artan PKK saldırıları ve AKP’nin hala içeriği bilinmeyen ve patlak bir lastiğe dönüşen açılımı oldu. Dörtyol’da ve İnegöl’de yaşanan tehlikeli çıkışlar sonrası iyice çıkmaza giren süreçle ilgili yazarımız AHMET NESİN, “Asıl yol kazası: AKP ve Erdoğan’da” başlıklı yazısında, süreci değerlendirdi. “Kürt açılımı” ve “Habur sınır kapısı”… Barışın istendiği bir ülkede ikisini yanyana koyduğunuz ve düşündüğünüzde bu halkın ve siyasilerin gerçekten barışa özlem duyduğunu düşünürsünüz… Ama Türkiye’de öyle olmuyor, bu karşılamadan “Barış” yerine “Savaş” beklentisi, korkusu ve çığlıkları çıkıyor… Bişeyleri ya anlamıyoruz yada tersten anlıyoruz. “Kürt açılımı”nın baş koordinatörü İçişleri Bakanı Beşir Atalay barış adına gelen PKK’lilerin karşılama olayını “İş kazası” olarak yorumlamış. Bu olaya “İş kazası” diyen birisi barışı istemiyor demektir, barış adına yaptığı bütün görüşmeler, verdiği çabalar fasafisodur, halkı kandırmaktır. Kürtlerin “Barış geliyor”, “Artık çocuklarımız ölmeyecek” diye sevinmelerini “İş kazası” diye açıklayan bir bakan ne savaştan ne de barıştan bişey anlamıyor, barışın getiri ve götürüleriyle ilgilenmiyor demektir. Kürtlerin bütün istemlerini bir yana koyalım “Önce insan”ın anlamını bilmiyordur. AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan “Kürt açılımı” dediğinde bunun olmayacağına söyleyenlerden biriydim. Barışı en çok isteyenlerden biri olmama karşın neden inandırıcı gelmedi, çünkü bu sorun yıllardır her anlamda Türkiye’nin en önemli sorunudur ve siz iktidara oynayan bir parti-yseniz bu sorun parti programınızda olmalı, yoksa ve yedi yıl sonra birden bu konuyu barışla çözeceğim diye ortaya çıkarsanız inandırıcı olamazsınız. “Kürt açılımı” ortaya atıldığından beri olanları tek tek sıralamanın pek bir anlamı yok, tutuklanan Kürt il ve ilçe başkanları, sınır ötesi harekat-lar ve bana göre en önemli iki tanesi AKP’nin kendi içindeki Kürt Milletvekil-lerini susturmasıyla zamanın Kürt Partisi DTP’yle Erdoğan’ın başbakan olarak değil de parti başkanı olarak görüşmesidir. Habur sınır kapısında barış için yürüyenleri savaş çığırtkanlığına dönüştürürseniz sonunda bugünkü konuma gelirsiniz… Nedir bugün AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın diğer parti başkanlarıyla görüştüğü: Profesyonel Ordu… Sınırlarda konuşlandırılacak olan bu ordu terörizme karşı kurulacak. Paralı asker, Fransızların Lejyonerleri gibi, insan öldürmeyi öğrenecekler, daha iyi öldüren daha başarılı olacak, belki de prim bile alacak. Bir hükümet düşünsenize bir yıl içinde barıştan öldürmeye doğru programlanmış ve bunu diğer parti başkanlarıyla görüşecek… Ve hemen hemen herkesin şaşırdığı “Neden BDP’yle görüşmediği!” AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan neyi görüşecek BDP’yle, barış olması için profesyonel ordu kurmayı ve daha çok Kürt öldürmeyi mi tartışacak BDP’lilerle. O yüzden bence en doğrusunu yapıyor Erdoğan, olaya barışçı çözüm yerine terörün durdurulması ve bunun için profesyonel ordu diye bakarsanız konuşacak fazla bişey yok. konuşacak fazla bişey yok. Terörün durdurulması (Adına ister terör deyin, ister savaş, ölümün durdurulması esas amaç) barışın mutlaka bir parçasıdır ama yerine daha kolay öldürecek bir ordu yaratarak değil, sorunun neden-lerini çözerek olmalı. Bu askerlerin görevi 5-10 yıl olacakmış ve arkasından ciddi bir tazminat ve emekli maaşı bağlanacakmış. Neden bu kadar kısa sürede eme-klilik, işte bütün sorun burada… Ben Fransa’da iki lejyoner tanıdım, biriyle samimi oldum, diğerini uzaktan izledim, fazla konuşma olanağım olmadı. İkisi de alkol ve uyuşturucu batağında, aldıkları yüksek tazminattan eser kalmamış, son kuruşlarına kadar bitmiş, çocuklarıyla araları yok çünkü öldürme üzerine kazanılmış paralar var ortada, psikolojileri bozulduğundan zaten döndüklerinde evlilikleri de bitmiş… Ne kadar yazsam boş esasında, zaten döndüklerinde evlilikleri de bitmiş… Ne kadar yazsam boş esasında, onları görmek gerek, yapabilecekleri tek iş bar ve diskolarda kapı fedailiği, o da kendileri fazla alkol batağında değillerse. İşte kurulmak istenen ordu böyle bişey, ben aylardır hem dağdaki PKK’linin, hem orada görev yapan subay ve eratın, polisin, korucunun psikolojisinin bozulduğunu yazıyorum, bir de profesyonel olanı düşünün. Öldürmek ama sadece öldürmek üzere yetiştirilen ve şartlanan bir askeri ordu, büyük bir olasılıkla cezai ehliyeti olmayan insanlar topluluğu, düşünmek bile istemiyorum. Herkesin barış adına karşı durması gereken bir durum, barışı öldürmeden nasıl getirebiliriz, tartışılması gereken bence bu olmalı…olmalı…

2 Gündem3 Bir Solcu - Boz Mehmet6 O.Aktaş - Ne kadar insanım?7 HDGB Bildirisi - Katilleri bulunsun8 G.Babacan - Ya Basta10 Ö.Kurtuluş - Çağrı11 D.Oruç - 11 D.Oruç - Neden: Kapitalizm - Çözüm: Sosyalizm11 E.Yayla - Neden birlik?12 Ö.Gülsoy - Tekerliği yeniden icat etmeye gerek yok15 B.Aydın - Küresel elitler, bilimsel devrim ile Hitler’i yeniden canlandırıyor15 A.Türhan - Globalizm16 U.Nar - “Yetmez ama evet” şükerâsına dair17 A.Sapaz - 17 A.Sapaz - En ahlakklı, en doğru, en kutsal yollardan biri19 B.Tunçlar - Dönence umutlar20 E.Taneri - Geri Sar21 E.Erdem - Kıyamet23 B.Yaraşçı - Aydınlık yarınlar dileğim23 A.Çelik - Hayır raporu

Page 3: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

BOZ MEHMETTKP’nin önemli isimlerinden Mehmet Bozışık, nam-ı diğer

Aslında bu yazıya Mehmet Bozışık’ı değil, Türkiye sol tarihini anlamanın yazısı da diyebiliriz. Çünkü bu yazıda Boz Mehmet, 1987 yılındada Danimarka’da verdiği röportaj ile, hem hayatını, hem de Türkiye’de sol siyasetin nasıl bir yol izlediğini, birinci gözden anlatıyor. Bu çok değerli kaynağı dergimize kazandıran yazarımız Ayten Bayram’a teşekkürü bir borç biliriz. “....İşte bu böyle minval üzerinde okulu terk ettik. 1922 senesi senesinde okulu terk etmiş oluyoruz. Fakat o senelerde Türkiye İstiklal Savaşı’nda büyük başarılar kazanıyordu. Ve biz bu seneleri öğrenmek için, Türkiye’deki gelişen bu olayları izlemek için Selanik’te çıkan Selamet Gezetesi vasıtasıyla muntazaman gazeteyi alıyorduk ve gazeteden öğreniyorduk. Bir gün mahal-leme, eve giderken bir adama tesadüf ettim. O da bana Atatürk’-

ün kalpaklı bir resmini verdi. Resmin altında da ‘Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal, Hakkıdır hakka tapan hürriyet’ gibi bir ibare vardı. Ve o zamana kadar hiç Atatürk’ün resmini görmemiştim. Ve kalpaklı bir resmiydi. Onu aldım ve Türkiye’ye gelene kadar sakladım. Şimdi bu arada babam ölmezden önce 1922 senesinde Sovyetlerde, Rusya’da olan devrim münasebetiyle yani işçi köylü ve sovyetlerin hükümeti alma münasebetiyle mahalle büyükleri arasında babam gibi insanlar arasında bu politika meseleleri konuşuluyordu. Babam da işçiydi. Eskiden 1908’de Kavala’da olan bir greve de, tütün işçileri arasında olan greve babam da iştirak etmiş. Büyük tütün grevine de iştirak etmiş. Onun içün kimisi sendikalistti, sendikamız da vardı, cemiyet diyorduk, sendika demiyorduk o zaman. Orada, şimdi onlar mahallenin büyükleri arasında konuşurken Lenin ismini çok işitmiştim. Eve gidince babama sordum. Baba bu Lenin, Lenin, bu kimdigidince babama sordum. Baba bu Lenin, Lenin, bu kimdir, neyin nesidir diye sormuştum. Babam o zaman Bu Lenin babamızdır evladım demişti. İşte ben Lenin’e, sosyalizme karşı ilk sevgimi babamdan aldım. Baban cahil derlerdi, anlamaz derlerdi kimileri. Hakikaten babam okumak yazmak bilmezdi ama babam dediği için, babamın sözlerine inandığım için hiç kimsenin sözüne inanmazdım. Onlar tenkit ettikleri zaman, o bir rustur veya bilmem nedir dediklerinde ben daima babama inandım. 1908 senesinde Kavala’da Yunanlılar geldiklerinde partiler de açılmaya başlamıştı. Demokrat partilerdi. Kavala’da o zaman komunist partisinin açılması vardı. Kırmızı bayraklı Komunist Partisi açılınca bizleri davet ettiler, üye olduk. Biz de gidiyorduk. Çocuktuk belki ama aklımız eriyordu, takip ediyorduk. Böyle oldu yani. 1922-1923 senesinden sonra yani devrimci harekete, işçi hareketlerine karşı ilk sevgim Lenin’le başladı. 1923 senesinde Kavalalı Rumlarla,şunu da söyleyebilirim ki 1922’de Türkiye’den gelen muhacirlerin bir kısmını Yunan Hükümeti bizim Türk evlerine yerleştirmeye başladılar. Kendilerine birer oda veya üç oda vererek yerleştirmeye başladılar. Bu arada bizim evimiz de iki katlıydı. Bir katını bize ayırdılar, ikinci katını işgal ettiler. Trabzon’dan gelen Pontuslu Rumlara verdiler. Fakat onlar hiç Rumca bilmezlerdi. Hep Türkçe konuşurlardı, onlardan bir kötülük görmedik. Mübadele-yani Lozan anlaşmasına göre Yunanistan’daki ve Makedonya’dakiYunanistan’daki ve Makedonya’daki Türkler Türkiye’ye gitmek, Türkiye’deki Rumların Yunanistan’a gelmesi için anlaşıldı.. Bizim de Türkiye’ye gitmemiz fikri ortaya çıktı ve bizimde hazırlanmamız gerektiği söylendi. Artık Türkiye’ye gideceksiniz dediler. O arada O sıralarda ben tütün işimden çıkmıştım ve ben mübadele komisyonunda sevk memuru olarak 6-7 ay çalıştım. 1924 senesinin ağustos ayına kadar sevk memuru olarak, oldukça tatmin edici ücretle orada çalıştım. Bu sebeple 1924 senesi-nin 18 ağustosunda Akdeniz vapuruyla Türkiye’ye hareket ettik ailece. Kardaşım Salih Bozışık, Hasan Bozışık ve yengem olmak üzere. Türkiye’ye geldik. İlk olarak İzmir’e uğradık. İzmir’de bizim muayenelerimizi yaptılar. Bir kısmı mübadele için gelenler İzmir’de indi. Biz de İstanbul için aldığımız İzmir’de bir gün kaldıktan sonra İstanbul’a geldik ve İstanbul’da eşyalarımızı çıkardılar. İlk sükuta hayale uğramamız, sandığımızın kırılıp eşyalarımızın çalınmasıydı. Halbuki biz Yunanistan’da böyle bir hırsızlığa tesadüf etmedik. Yani Yunanistan’dan geldik. Eşyalarımızın çalınması bize tesir etti. Türkiye’ye gelince ilk olarak Kadırga’da bir akrabamızın evine yerleştik. Ondan sonra bu mubadele komisyonunun reisliğini yapan tanıdığımız vardı. Mübadele komisyonunda birlikte birkaç ay çalıştık. Bir kaç ay çalıştıktan sonra işimiz bitti. Kardaşlarımızla kollektif Mübadele komisyonunda birlikte birkaç ay çalıştık. Bir kaç ay çalıştıktan sonra işimiz bitti. Kardaşlarımızla kollektif çalıştığımız için üç beş kuruş paramız vardı. Kardaşım Hasan Sirkeci’de bir otel kiraladı çalıştırmak için. Ben de Sirkeci ista-syonundan müşteri buluyordum. Otelimizin propagadasını yapıyordum. O arada Rum bir marangoz geldi. Biz o arada işsiz kalmıştık. Marangoz bana çırak olarak iş teklit etmişti ve ben teklifini kabul ettim. Babıali’ye gittik. İş aldığı yer Babıali’de Aydınlık Kitabevi’nin raflarını tamir etmek, kepenklerini kırmızıya boyamaktı. Ben o zamana kadar Aydınlık Dergisi hakkında birşey bilmiyordum, ne olduğunu bilmiyordum. Yunanistan’da Komunist Fırkası’nın kırmızı renkleri kullandığını bildiğim için farkettim bunun da Yunanistan’daki Komunist Partisi’yle yakınlığını far-kettim. O paralelde kitap satan bir yer olabilir dedim. Üç gün sonra işimizi bitirdik ve elimize yeteri kadar para verdiler. Bize birer de Aydınlık Dergisi’nin bir nüshasını elimize sıkıştırdılar. Aydınlık Dergisi’ni aldım ve eve geldim. Şunuda kaydetmeden geçmeyelim. Yunanistan’da iken Komunist Partisi, Türkiye’ye gitmememiz için bize konferanslar verdi. YKP Türkiye’den YYunanistan’a ya da Yunanistan’dan Türkiye’ye gidilmesinin mübadelenin aleyhindeydi. Çünkü bu gidip gelmelerin, halkın yurdunu bırakmasının halka ızdırap vereceğini, bir sürü zararlara uğrayacağını, bize gitmemekte direnmemizi söylüyordu. Ki hakikaket biz Yunanistan’daki evlerimizi bozup Türkiye’ye geldiğimizde o Yunanistan’daki yaşantıyı Türkiye’de bulamadık. Bizim gibi Türkiye’den Yunanistan’a gelenler de aynı olmalılar. Çünkü sıkışık . YKP bizim bu mübadele politikasını, Yunanistan ve Türkiye’nin Lozan’da aldığı kararlar konusunda bize konferanslar verdi. Garbi Trakya’dan yani Doğu Trakya’dan hareket eden 500 bin Türkün oraya gitmesi bu şekilde oldu. Aydınlık Dergisini kardeşimle okuduk. Orada ilk kez Mustafa Suphi ismini, Şefik Hüsnü ismini o dergide gördüm.

Page 4: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

Derginin başlıklarına baktım. O derginin işçi sınıfının haklarını müdafaa eden, savunan, savaşan bir dergi olduğunu anladım. Ve orada Mustafa Suphi’nin Karadeniz’de Türk burjuvazisi tarafından nasıl boğulduğunu okudum. Bu olay bana çok tesir etti. Yani aydın biri Mustafa Suphi, Ethem Nejat gibi aydın kişileri ve onlar gibi aydın 15 insanı işçi hakları için ortaya atılmaları ve boğulmaları benim üzerimde çok tesirler bıraktı . Yani bir aydının işçi hakları için kendini ortaya atması, ben niçin bu davayı onlar kadar ben de müdafaa etmeyeyim dedim. Bunun için savaşmak lazım geldiğini kavramış oldum. Bu davaya atılmamız lazım, bu dava için çalışmamız lazımdı.lazım, bu dava için çalışmamız lazımdı. Aydınlar kendi meslekleri olmadığı halde kendi hayatlarını ortaya atarken biz niye atılmayalım? Demek o zaman anladıkki bu sınıf savaşında, bu savaşta ölüm dahi var ve ben bunun.. ölüm dahi olsa kaçınılmaz birşey olduğunu ben de o zaman bu davaya atılmaya karar verdim kardeşim Salih Bozışık’la. 1924 senesinde ekim aylarında bu davanın peşine atılmaya karar verdim ve başladım. Etrafıma propagandalar yapmaya başladım. 1924 senesinde ağabeyimin tuttuğu oteli işletemedik. Dolandırıcı Muşlu biri bizi kandırdı ve ağabeyimle oteli bıraktık. 1925 senelerinde Beşiktaş’a geldik. Beşiktaş’ta bir Bulgar şirketi vardı. Beşiktaş’ta mühendislik okulundaki binaya ben işçi olarak başladım. Orada çalışmaya başladığım sürede gündeliğimiz 325 kuruştu. 500 kişilik işçi grubu vardı. Esasında daha çok kızlar çalışıyordu ama ben iyi bir tütün işçisi olduğum için Bulgar ustalar oradaki kızlara tütün işini öğretmek görevini verdilegörevini verdiler. Reşat’ın altınının fiyatı 7.5 liraydı. 2.5 gönde bir Reşat altını alıyorduk. Şimdi o günden bugüne düşünüyorum da Türk burjuvazisinin Türkiye işçisine uyguladığı boyunduruğu görüyorum. Bundan 50 -60 yıl önce bir işçi 2-3 günde Reşat altını alırken bugün bir işçinin kaç gün çalışması lazım? İnsafsız istismarın sürdüğü bir memlekette bulunuyoruz. Neden insanca haklarımız verilmiyor diye mücadele isteğim vardı. Sendika kurmamıza izin verilmiyor, neden siyasi haklarımızı elde edemiyoruz, neden insanca haklarımız verilmiyor diye kafamı işletmeye başladım ve bu minval üzerinde ilerliyordum. Firmada kızlar çoktu. İçlerinde Nişantaşı Ayşe isminde sarışın, uzun boylu, ince belli ve dik gözlü bir kızla tanıştım ve kendisine o beni sevdi, ben de onu sevdim. Evlenmek telifi ettim kendisine, kabul etti. Ama annesinin beni görmek istediğini söyledi. Annesi benim sosyal durumumu öğrenmek istedi. İşçi olduğumu, nereden geldiğimi, nereden gittiğimi. İktisadi durumumuzu sordu, çeyiz yapmak için 400 liraya ihtiyaç olduğunu söyledi. 400 lira değil 40 lira bile param gittiğimi. İktisadi durumumuzu sordu, çeyiz yapmak için 400 liraya ihtiyaç olduğunu söyledi. 400 lira değil 40 lira bile param yoktu o zaman. O sırada saraydan, eski katiplerden Ömer isminde biri istemiş kızı ama Ayşe’nin annesi bana senin paran yok, onun parası yok ve ikinizin mesut bir yuva kurma ihtimainiz yok dedi ama buna rağmen kararımdan vazgeçmedim. Kızı annesi-nin etkisinde kaldı ve ilk evlenme isteğim suya düştü. Buna üzüldüm tabi, sevdiğim bir kızla evlenemedim. Ekonomik şartlar buna sevkediyor. 1925 senesinden sonra iki üç yıl çalıştıktan sonra 1926 yılında Yaprak Tütün Cemiyeti kurduk. Bu cemiyet Kabataş İskelesinin tam karşısında. Cemiyeti kuranların başında Silopi, Kavruk adında bir adamdı. Sendika meselelerinde aydın bir insandı, teknisyendi. Bu durum başladığında kurucular arasında Ferid Kumbuk başta olmak üzere Üsküdarlı motorlu Mehmet, Selahattin, İstanbullu Serkis, Boşnak Ali, İzmitli İsmail, İzmitli Kocakuşak Ahmet, Kara Sahli, Selanikli Hüsnü Reis, Edirneli Lütfü. Kurucular bunlardı, 1926’da kuruldu. 1926’da kuruldu. Politik gelişmemizde veya işçilerin birleşmesi konusunda, işçilerin bilinçlenmesinde büyük yardımları oldu cemiyetin. Düşüncelerimizde ilerlemeler oldu, işçiler arasındaki bazı görüş ayrılıklarına yardımcı oldu, okul gibi oldu bize. 1927 senesinde Sovyetler Birliği’nden Devrimin 10. Senesi nedeniyle TKP gizli bir bildiri yayınlamıştı. Yaprak Tütüncüler Cemiyeti’nde de biz bu bildiriyi elimze geçmişti. Bu bildiriyi okuyunca tartışmalar başlamıştı. İşçilerin bir kısmı Sovyetlerin kötü yol olduğunu, ahlak bakımından bize uygun olmadığını iddia etti. Diğer bir işçi grubu da bunun burjuva yalanı olduğunu, yani dünyada ilk kez işçi köylü yönetimine karşı burjuvazi aleminin hoşuna gitmediği için söylendiğini söylediler. Tartışmalar başladı, yalancılıkla suçladı herkes birbirini. O sırada Ortaköylü Nuri isimli bir işçi arkadaş, ‘Sovyetleri anlamak için, şurada 30.000 arkadaşız, aramızda para toplamak yoluyla bir arkadaşı 30.000 arkadaşız, aramızda para toplamak yoluyla bir arkadaşı Rusya’ya yollayalım ve görmek istediğimiz şeyleri belirleyelim ve bu ardaşlar oraya gitsinler, bize durumu anlatsınlar. Böylelikle bu sorunu çözmüş oluruz. Bakın arkadaş arkadaşa kavga ediyoruz. Kavga değil birleşme lazımdır. Haklarımızı almak için birbirimizi parçalamak suretiyle alınmaz’ dedi. Yani bize kafamızı dolduracak makul şeyler söyledi. İşçiler onun teklifini kabul ettiler. Yalnız içimizden gidecek arkadaşlarımız karakter bakımından; yalan söylemez, gördüğünü hiçbir tesir altında kalmadan anlatacak arkadaşlarımızdan seçmemiz icap ettiğini söyledi. O arada aleyhte görüşe sahip bir aradaşın da olması gerektiğini lazım dedi. Bir de söyledi. O arada aleyhte görüşe sahip bir aradaşın da olması gerektiğini lazım dedi. Bir de Rusya’nın, Sovyetler Birliği’nin lehinde bulunan arkadaşlardan birini taraf olarak seçelim dediler. İşçiler razı oldular ve bir komisyonun seçilmesine karar verdiler. Seçilen komisyon şu arkadaşlardan oluşmuştu: Üsküdarlı motorcu Mehmet, sendikanın da oluşmasına, kurulmasına yardım edenlerdendi Üsküdarlı Motorcu Mehmet. Aşağı yukarı 30-32 yaşlarında bir arkadaımızdı. İyi bir ustaydı. Sözüne inanılır. Bir tanede Arnavut Ramazan vardı, onu seçtiler. Üçüncüsü gençlerden bir arkadaşı seçtiler. O da bendim. Yani Boz Mehmet. Bu komisyon seçildikten sonra yapılacak şey şöyle oldu: Şimdi SoveyteleMehmet. Bu komisyon seçildikten sonra yapılacak şey şöyle oldu: Şimdi Soveyteler’e gitmek için neye ihtiyaç var. Bir defa Sovyet Sefareti’ne gidip vize almak icap ederdi. İlk konu budur dediler. Kararlaştırmak. Sovyetler sefaretine gitmek ve oradan bize giriş izni verip vermeyeceğini öğrenmekti. Bu konuşmanın ertesi günü, biz seçilen 3 kişilik misyon sendikaya ait olan vesikalarını, sendikacı olduklarına dair dokumanları ellerine alıp ispat eden kimlik teskerelerini ele alarak Beyoğlu’nda Sovyet Konsolosluğuna gittik. Bizi iyi karşıladılar, oturttular. Sefir konsolos aramıza geldi, hatta çay da verdi. İsteklerimizi sordu ve biz de isteklerimizi ona açık anlattık. biz de isteklerimizi ona açık anlattık. Vize verebiliriz dedi, Sovyetlere gidebileceğimizi söyledi. Paraya ihtiyacımız olmadığını söyledi. Pekala bizim kendi masrafımızı, hangi mıntıkaları gidersek yardım edecekerini söyledi. Biz o zaman Azerbeycan’a, Taşkent’e gitmek istiyorduk. Moskova’ya da gidecektik. Böylece Sovyet halkını, Sovyet insanlarını tetkik edecektik. Gelip işçilere anlatacaktık. Kararımız buydu. Ama o zaman sefir bize ben size izin veriririm, ancak oraya gitmek için pasaporta ihtiyacınız var dedi. Siz devletinizden, hükümetinizden, pasaport aldıktan sonra ben size derhal vize vermeye hazırım dedi. KKonsolosluğa teşekkür edip çıktık ve evlerimize döndük. Ertesi gün sendikaya gittiğimizde İstanbul Valiliğine pasaport için başvurmaya karar verdik. Birkaç gün sonra hepimiz ayrı ayrı Rusya’ya gitmek için İstanbul Vilayetine müracatta bulunduk. Akşam 11.00 sularında kapım çalındı. Bir memur tarafından, polismiş, alındım. İtiraz ettim. Polise götürdüler. Diğer arkadaşlara da aynı muameleyi yapmışlar. Yani gece evlerinden almışlar. Herkes korktu. Hiçbir kabahati olmadığı halde insanların böyle gece yarısı evlerinden alınmaları hoş karşılanmamıştı.İşçi olarak Sovyetlere gitmenin o zaman kabahat olduğunu anladık. Gündüz alamazlar mıydı? Korkulacak hareketler ve evlerimize gelerek bizi aldılar. Vilayete gittik, birinci şubeye götürdüler bizi. Sorguya çektiler bizi ama hepimizi ayrı odalara çekmişlerdi. Bana sıra geldi. Sovyetlere gitmek istiyorum dedim. Önce söylemek istemedim, biraz sıkıştırdılar. Baktım olmayacak gibi ben de doğruyu söylemekte buldum. Arkadaşlar bu yolu seçmemiş. Sonra diğer arkadaşlar ada gitmişler. Benim itiraf ettiğimi, Rusya’ya gideceğimi söylemişler. Onlar da aynı şeyi kabul etmişler. O zaman polise Sovyetlere gitmek istediğimizi söyleyince

Page 5: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

“size mi kaldı Sovyetlere gitmek” dedi. Ben de Amerika’ya, Almanya’ya gitmek serbest de bir Türk’ün istediği yere gitmesi serbest değil mi dedim. Ben Türk vatandaşıyım, Türk uyruğuna sahibim, bunu istediğim gibi kullanmakta hürüm. Biz Sovyetler hakkında sizin gibi düşünmüyoruz dediler. Siz bizden daha iyi mi bileceksiniz diye tehdit ettiler bizi. Defolun dediler. Siz uğraşmayın dediler. Siz ekmek parası kazanacağınız yerde Sovyetlere gidecekmişsiniz, orasını tetkik edecekmişsiniz, orasını gelip de işçilere anlatacakmışsınız. Tabii o zaman kanunlarımızda şimdiki gibi 141-142 yok tabii. Sovyetlerin propagandasını yapmak yasak gibi kanunlar yoktu. Birşey yapamadılaSovyetlerin propagandasını yapmak yasak gibi kanunlar yoktu. Birşey yapamadılar. Bizi ancak bir hafta poliste tuttular. Falakaya çekmediler ama tokatladılar. Fakat bizim poliste olduğumuz süre içinde işçiler heyecan içindeydiler. Daha biz gelmeden önce işçiler kanaate varıyorlar. Sovyetler böyle çok şey olsa Sovyetlere gitmenin bir kabahat olduğunu anlayınca Sovyetler aleyhinde olanlarda yumuşamalar oluyor. Neticede biz sendikaya gidiyoruz. İşçiler nasıl muamele edildiğini soruyorlar, anlatıyoruz. Bu aklı bize kimin verdiğini polise katiyen söylememiştik. Nuri ustanın adını söyle-medik. Nuri usta bizden bu aklı kimin verdiğini söylememizi rica etmişti ve biz de kabul etmiştik. Ona bir kötülük gelmedi. Bize yaptıkları muameleyi ayrıntılı anlattık. Nuri Usta “Arkadaşlar görüyorsunuz! Sovyetlerde durum böyle olsa, yani ahlaki, kadınlarla münasebetsiz bir durum olsa, polis arkadaşlarımızı orada tutmak, hürriyetlerine mani olmak değil, kazançlarını engellemek değil, gidip görün, anlatın derlerdi. Onu yapmadıklarına göre Sovyetler aleyhinde konuşan arkadaşların dediği gibi değil, insan gibi yaşıyorlar.” dedi. Bu olay 30 bin arkadaşın tek vücut olmasına neden oldu. Bu hareketle artık tütün işçiler arasında politik bir ayrılık kalmadı, birleşmeyi güçlendirdi. Tütüncüler cemiyeti 3 sene sonra Türkiye burjuvazisi tarafından kapatıldı. Türkiye Komunist Partisi’ne girişten önce üç tane olay oldu. Olaylardan birini anlatmıştım. Sovyetler birliğinin incelemek için seçilenlerden biriydim. Diğer anlatacağım iki olaylada Türkiye Komunist Partisi’nin dikkatini çekmiş ki beni partiye almak için bunlar vesile oldu. 1924 senesinde Türkiye’ye geldiğimzde Yunanistan’da yani Kavala’da bıraktığımız evlere mukabil burada bize birşeyler vermeleri, birer ev vermeleri lazımdı. Bu işlerle uğraşan Tevfik Rüştü Araz vardı. Onun vesayeti altında bşvurduk. Muamemeleri yapmak için Hasan Bozışık tabii o zaman soyadımız Bozışık değildi. Hasan ağabeyim bu muameleleri yapmak için gidip geliyor ancak usanmış gibiydi. Kırtasiyecilik o kadar çoktu ki. Git gel. Bana sen git boşta olduğunda. Bir gün bu işleri takip etmek için Tevfik Rüştü’nün dairesi o zaman Sirkeci’deydi. Sirkeci’deki yerine gittim. Orada birçok Yunanistandan gelen muhacirler orada bekleşiyordu. 200 kişi kadar bir topluluk vardı. Tevfik Rüştü polisle dairesine girdi. 10 dakika sonra başka bir adam, misafiri geldi ama kim olduğunu biliyordum.dairesine girdi. 10 dakika sonra başka bir adam, misafiri geldi ama kim olduğunu biliyordum. Tertemiz giysili, bize ben-zemeyen, biz her zaman muntazam çalışmadığı- mız için son model elbiselere sahip değildik. O bizden apayrı bir çehreydi. İçeri girdi. Arkasından hademelerden biri kahve getirdi. Bizim işlerimiz yapılmıyor ve ben beklemekten çok sıkılan bir adamım. Kahveler gidince beynim attı. Bizim işlerimizi yapması gerekirken arkasından kahve geldi. Kimseye birşey söylemeden polisin elinden tuttum, Tevfik Rüştü’nün odasına daldım. Tabii poliste arkamdan koştu. “Ne bu utanmazlık yapıyorsun, bak misaifirim de var. Nedir bu yani? Polisi itmek içeri girmek, insani değil, ayıp” dedi. Kendimi savundum. Beyefendi biz burada 200 kişi hergün geliyoruz, işimizden gücümüzden işimizi bırakıyoruz. Ekmek parası kazanmamız gereken zamanları burada harcıyoruz. Sizin vazifeniz bizim işlerimize bakmak. Misafrinize hürmet ederim ama burası misafirevi değil, misafirinizi evinize kabul edin. Yaptığımız iş terbiyesizlik değil, işlerimizi yapmanız gerekir dedim. Sertçe söyledim, zaten benim mizacımda serttir. Sıhhatli bir adamım, ciğerlerim sağlam, sigara da hiç içmiyo-rum. Dışarıdakilerde mırıldanmaya, gürültü yapmaya, beni desteklemeye başladılar. Böylelikle işimizin suratleşmesini sağlamış oluyordum. Sonra öyle zannediyorum ki misafir kahvesini içmeden odadan çıkıp gitti. Böylelikle misafirde benim haklı olduğumu tasdik etmiş oldu. Yani bu olay beni partiye kabul eden Çakır ... isminde biri vardı. O da muacırdı. Beşiktaş’taydı. O adam da oradaydı ama ben o zaman onun komunist olduğunu bilmiyorudum. Beni partiye aldıktan sonra onu orada gördüm. Sonra bana partiye alınmam bu hareketindendir aynı zamanda dedi. Demek istemiyorum ki halkımızın işçilerimizin haklarını savunan temiz bir insansin. Senin gibi insanları partimizin saflarında bulunması şarttır. Böyle adamlara ihtiyacımız var dedi. İkincisi 1926 senesinde TKP 1 mayıs dolayısıyla işçiyi 1 mayıs şenliklerine davet ediyor. O gün çalışmamayı, kırlara gidilmesini, işçi haklarının elde edilmesi için sekiz saatlik iş hakkı, insanca yaşama hakları, söz hürriyeti, yazı hürriyeti, gösteri hürriyeti gibi sloganlarla ve örgütlenme hürriyeti gibi sloganları bir beyanname neşrediyor TKP. Bu beyannameleri üyeleri dağıtıyor. Ben de o gece 8.30 gibi hava karardığında evde oturuyordum. Kapımız sert sert çalındı. Baktım Ayvalıklı Bahadır isimli bir arkadaşımızdı. İstanbul’da tütünde çalışıyorlar. Bahadır’ı gördüm içerde, elinde bir kova gibi birşey ve elinde fırçalar ve komunist partisinin bildirisi.birşey ve elinde fırçalar ve komunist partisinin bildirisi. Az içki içmiş, ağzı rakı kokuyor. Bu halin dedir dedim senin. O zaman bana açıktan ben komunistim dedi. Komunist partisinin bildirisini dağıtma görevini bana verdi parti dedi. Ben de Maçka’dan Ortaköy‘e kadar dağıtmayla görevlendirdim. Ama arkama bir bekçi takıldı ve bu işi yapamadan buraya geldim dedi. Ben arkadaş bu işi yaparken biraz temkinli olmalısın, bak içkilisin de dedim. Bilinçli insanlar böyle yapmamalı dedim. Açılmaktan çekinmedi. Kaçmıştı. Bildiriler elinde. Bildirileri elinden aldım. Teşvikiye’den Ortaköy’e kadar hiçbir tehlikeye maruz kalmadan gayet dikkatle o bildirileri dağiıttım. Sonra ben bu Yunus ve Bahadır’ı 1927’de Moskova’da gördüm. Beni de Moskova’ya parti göndermişti. Bana Moskova’ya gelmemi körükleyen sensin dedi. Senin başarıyla yaptıgın görevi parti ben yaptım diye telakki etti. O zaman mükafatta parti işçi haklarını savunacağıma kanaat getirdi dedi. 2 yıldan beri komunist parti üyesiydim ama başarım yoktu. Bu hareketi parti takdir etti. Senin bana yardım ettiğini partiye bildirdim dedi. Benim işte partiye girmeme vesile oldu. Çakır Hasan’ın tavsiyesiyle partiye girmem teklif edildi. Zeten ben 1924 senesinden beri partiye girmek için can atıyordum. Çünkü işçi haklarını müdafaa edecek bir örgüt içinde haklarımızı iktisadi, siyasi, örgütsel, kültürel haklarımızı mudafa etmenin ancak örgütlü bir partinin saflarında başarıya olacağına kanaat ettiğim için ben de partiye haklarımızı mudafa etmenin ancak örgütlü bir partinin saflarında başarıya olacağına kanaat ettiğim için ben de partiye girdim. 1927 senesinin 17 Ekiminde partiye resmen üye kabul edildim. Ama ben 1924 den beri partiye alınmayı bekliyor-dum ama bence TKP geç kaldı gibime geliyor. O zaman partili olsaydım parti saflarında işçi sınıfına daha iyi hizmetlerde bulunurdum.”

Page 6: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

Kıraathaneden

Oya Aktaş[email protected]

NE KADAR İNSANIM? Ateşe attığı odunun üzerindeki örümceği son anda farketti. Dedi ki, ”Tanrım! nasıl bir acı çekti?” Bu düşünceyle ateşe baktığı anda, ne olduğunu anlamadığı bir şekilde bir ateş sağ bileğine düştü. Çok şiddetli bir acı ile sarsıldı bir an’da. Düşen ateşin hacmi örümceğin bedeni kadardı. O şiddetli acı, geldiği gibi… bir anda gitti. Anladı… Yaşam denilen şey, bir çok doğal algıda günün rutin fiziki ihtiyaçlarının giderilmesi ile algılansa da, aslında bunun çok ötesindekileri görme potansiyeli, ben insanım diyebilen herkes de var. Herkes de var olmasına var da, yukarıda ki gerçek bir kişisel deneyim, aşağıdaki gerçek bir kişisel deneyim sonucu hissedilen tepki arasındaki farkı görebilmek gerek. Ölen bir örümceğin acısı ile, hala yaşayan bir insan çocuğunun acısı, haydi buyrun, insan gibi hissetmek, hissetmenin yetmediği an’da haykırmak bu olmalı; Adamın biri; Ne yapabiliriz bilmiyorum ama yapabiliriz biliyorum… Onları itmeyelim kakmayalım… Tinerci yada dilenci olmak onların kaderi değildi. Onları bizler yarattık. Çünkü onları bu duruma getiren.CHP.MHP.ANAP,AKP, yada her ne s*kse… Bu büyük göbekli adamları biz büyükler seçtik. Onlar çocuk… Ve hala seçiyoruz… Onları bu duruma getiren bizleriz yani… 12 Eylül’de bir evet hayır yarışması var, kim kazanacak evet mi-hayır mı Seçenekler: 1. 12 eylül 1980 cunta ana yasası ( Hayır) 2. Her geçen dakika biraz daha karanlığa gömülmek istiyorum(evet) O sandıktan evet yada hayır çıksada kazanan belli. Kağıt ve mürekep ithal eden göbekli adamlar. Evet yada hayır çıksada biz büyükler absorbe edeceğiz muhakkak. Ama çocuklar hep kaybeden olacak. Ve sonra o oy pusulaları kulanıldıktan sonra toplanıp tuvalet kağıdı yapılacaklar. Ve o seçtiğimiz büyük göbekli adamlar koca kıçlarını bu kağıtlarla silecekler, kazanan gene belli, kaybeden gene çocuklar… Yazık size… Faşist… Bu adam sokak çocukları, tecavüze uğrayanlar, 18 yaşına geldiği için kalacak yeri olmadığı halde sokağa bırakılan gençler için söylemiş. Hal böyleyken, empati denilen insan olmanın en baş koşulu belki de, belki de insan görünen bazı varlıkların aslında insan olmadıklarının ölçüsü bile kabul edilebilir. Hatta kim insan kim değil’in yanıtı bile olabilir bu empati meselesi. Tam bir empati yapıldığında ne kadar hissedebildiğiniz, ne kadar insan olduğunuza paralel bir değer ortaya koyacaktır. Ne kadar insanım? süper soru? Yanıtı… Bu çocukları doğurup, doğurtmadığımla ilgili olmayan bir şekilde, eğer onların yaşamı ve olayları beni incitiyor ve ben birşeyler yapma adına kendimi yiyorsam ve olmayan bütçemi, zamanımı ve emeğimi tüketebiliyorsam, işte o kadar insanım. Ne kadar insan olduğumuzu dürüstçe soralım mı kendimize?

Page 7: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

KATİLLERİ BULUN! Ülkemizde silahların yanlış ellerde olmasın-dan dolayı çoğu insanın çektiği acılar ortada. Maalesef bu kez bu acı, çok yakından bir kişi olan Sevgi (Sabire) Yaman arkadaşımızı buldu. Borsa denen kumarhanenin içinde, milyar-larca liralık emeğini yatıran Vedat G. adındaki emekli polis memuru, sistemin acı ilacını içmiş ve parasını kaybetmişti. Ancak eğitim, bilgi ve seviye gerektiren polis memurluğunun, hangi ellerde olduğu, bu olayla birlikte yine ortaya çıktı. Elindeki milyarları kaybeden Vedat G. adlı emekli polis memuru, sadece kendini korumak için kullanması gereken bir güç olan silahı, bi-linçsiz, sorumsuz ve sadece kendini tatmin edecek bir biçimde kullanınca, olayda hiçbir suçu olmayan ve sadece orada çalışan Sevgi Yaman, bu olayın hedefi oldu. Bizce suçlu, ne vurandadır, ne vurulanda-dır. Suçlu, borsa denilen kumarhaneleri açık tutan ve küçük çıkarlar uğruna insanları birbir-lerine düşüren anlayıştadır. Bizce suçlu, bu kumarhanenin yarattığı istihdamın içinde, işini sadece çok az bir para ile geçimini sağlamak için yapan onbinlerce finans sektörü emekçisi değil, onları bile bile ateşe atan ve onları sahtekarlığa zorlayanlardır. Bizce suçlu, günün 15-16 saati görev yapıp, hiçbir sosyal eylemde bulunamayan, tamamen apolitik ve birey olma kültürünün dışında yeti-şen kolluk kuvvetlerinin değil, onlara yeterli bilinci vermeyi başaramayanlarındır. Katili boşuna aramayın, katil bu sistemin kendisidir. Sistemi yargılamadığınız sürece, nice Sevgiler, gelinlikleri ile mezarlığa gitmeye devam edecektir. Sevgilerin ölmemesi için, başıboş, kontrol-süz, bireysel silahlanmaya HAYIR! Sevgi’nin katili değil, katilleri yakalanıp, halkın yüce adaletine hesap verecektir!

Halkçı Devrimci Gençlik Birliği

Page 8: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

YA BASTA Duyulmak için silahlanan bir ses, görülmek için kendini gizleyen bir yüz... Meksika'nın en yoksul eyaletlerinden olan Chiapas'ta, Maya yerlilerinden oluşan Zapatistalar, kendilerini böyle tanımlarken, adlarını 1920 Meksika Devrimi'nin etkin önderlerinden olan Emiliano Zapata'dan alır ve onun özgürlük ideolojisini benimser. Kendilerini 500 yıllık yerli direnişin varisi ve Zapata'nın mirasçısı olarak gören Zapatistalar, ''artık yeter!'' sloganıyla EZLN(Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu)'yi kurmuş ve çok kısa zamanda halkın desteğiyle bölgede etkin bir rol oynamaya başlamıştır. Hükümetten yerlilere tüm haklarının verilmesini talep eden Zapatista gerillaları, küreselleşmenin ve neoliberalizmin bölgedeki yerli halkı kötü etkilediğini dile getirerek, ilk silahlı eylemlerini 1994 Ocağında Chiapas Cristobal'daki askeri üsse saldırarak etkilediğini dile getirerek, ilk silahlı eylemlerini 1994 Ocağında Chiapas Cristobal'daki askeri üsse saldırarak başlatmış ve resmen hükümetle savaşa girmiştir.12 gün süren savaşta EZLN yerlilerin yaşadığı bölgenin tümüne hakim oldu ve kurdukları halk komiteleri ile yönetmeye başladı. Şimdiye dek orduya karşı bu kadar küçük bir tehdit unsuru olup böyle büyük bir başarı sağlayabilen gerilla hareketi hala yoktur. Bu, elbette Meksika'daki ilk direniş hareketi değildir. Peki, EZLN'yi bu kadar başarılı yapan neydi? İlk eylemle birlikte adını dünyaya duyuran ve liderleri Subcommandante Marcos olarak tanınan Zap-atista gerillaları, silahlı eylemleri sürdürmeyi tercih etmedi ve Marcos'un deyimiyle ''dinlemeyi ve söz söyle-meyi'' öğrendi. Genelde sol görüşlülerin en çok düştüğü hatadan kendilerini alıkoyarak ideolojisi halkın anlayamayacağı elit bir düştür ile değil tamamen halkın isteklerine göre oluşturulmuştur. Silahlarının, sözleri olduğunu savunarak, hiçbir maddi destek almadan mücadelelerini vermeye devam ettiler. Teknolojiden de faydalanarak dünyanın her yerine ulaşmakla beraber büyük toplumsal örgütleri de etkileyip örnek alınmaya başlandılar. Kıtalar arası ortak mücadele adına ortak eylem düzenlenmesi fikrinin temelini oluşturdular. En çıkmaz sorunlardan olan ekonomik, politik, toplumsal ve kültürel bir sistem olarak kapitalizmin geldiği yeni aşamanın, sisteme karşı tüm dünya devrimci sınıflarının birleşerek bu kuramın bedenselleşmesini sağlamışlardır. Sorunları dile getirirken kendi kısıtlı imkanlarıyla halkına hizmet sunmaya çalıştılar ve bu sorunları sık sık ülke içinde ve dışında düzenledikleri konferans, panel ve açıklamalarla dünyaya duyurdular. Meksika’da yaşayan yerli sayısı bile bilinmezken ''yerli halklar yasası''nı politik gündeme sokmayı başardılar. Bu felsefelerini gündelik yaşamın her alanında kökleştirmişlerdir.Dolayısıyla buraya da bakmak gerekiyor. Örneğin Chiapas'ta eğitim alanında her konu, pedagolojik ögeler de göz önünde bulundurularak, yerel topluluk üyelerinin, öğretmenlerin ve çoğunluk olarak da çocukların katıldığı toplan-tılarla kararlaştırılıyor. Ve öncelikle çocuklara soruluyor; Ne öğ-renmek istersiniz? Müfredat da çocukların verdiği yanıtlara göre oluşturuluyo oluşturuluyor.''Okullar çocuklara dünyanın kolektif ruhunun sunulduğu yerler olmalıdır. Eğitimi değil öğrenmeyi esas alıyoruz ki her çocuğun ilgileri, merakları, öğrenme hızı ve ritmi farklıdır. Dolayısıyla da her birey kendi ritmine göre öğrenmelidir.'' prensibiyle, yerel halkların tarihi ve siyaset gibi zorunlu derslerle, çocuklara dün-yanın kolektif ruhunu dayatmadan, sadece sunuyorlar. Böylece her çocuk bu bilgilerden istediği ölçüde rahatça yararlanabiliyoher çocuk bu bilgilerden istediği ölçüde rahatça yararlanabiliyor. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan bunun gibi başarılı ve özgün sistemlerin yanı sıra sağlık ve tarım gibi alanlarda da çok başarı-lı işler gerçekleştirmişlerdir. Devletin baskıları bu bölgeyi yok-sullaştırmış ve geri bırakmış olsa da insani gelişmişlik standartları zannedilenin çok çok üstündedir. En basit-inden bir örnekle Chiapas sınırları içinde ortalama ömür Meksika geneline kıyasla çok daha uzun. Her yönüyle kendi gerçekliğine uygun çözümler geliştiren Zapatistaların temel farklarıdır bunlar. Bugün hızla geliştirilen suni çözümlerin terk edilmesi ve kalıcı çözümler üretebilinmesi için onlardan ders alınması gerekiyor. Zapatista denilince... Aklımıza gelen ilk şey bir çift göz ve çıkarmadıkları maskeleridir. Yüzlerini saklamalarının

Gül [email protected]

Page 9: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

nedeni, devrimden sonra eski işlerine devam ederek, tekrar bir kast sisteminin oluşturulup yüceltilmelerini engellemektir. Aynı zamanda kendi kişiklerinin değil temsil ettikleri şeyin önemli olduğunu hatırlatır.Zapatistaların temsilcisi olan ve görüşlerini yansıtan liderleri Subcommandante Marcos'un gerçek adının Zapatistaların temsilcisi olan ve görüşlerini yansıtan liderleri Subcommandante Marcos'un gerçek adının Rafiel olduğu ve üniversitede felsefe alanında yüksek lisans yaptığı tahmin edilmektedir. Kendisine Subcommandante(yarımcı komutan) denilmesini istemesinin nedeni commandante(komutan)'nin sadece halk olabileceğini düşünmesidir.''Solcu olmak, Filistin'de İsrail'e karşı olmakken, dünyanın geri kalanında antisemi-tizme olmaktır'' sözüyle uçlara varmadan ölçülü görüşü ve dengeli yaklaşımını kanıtlar niteliktedir. Efsane Komutan! Marcos bir milletvekili ile görüşme yapmaya gittiğinde uzlaşma sağlanamaz ve milletvekilini tehdit eder: ''1 hafta sonra dünyanın en büyük hava saldırısını başlatacağım.''.Meksika'da askeri güvenlik önlemleri arttırılır. Herkeste bir korku başlar. Marcos’un bahsettiği gün gelince tüm gerillalarını şehri gören bir dağa çıkarır ve o meşhur emri verir: ''bütün uçaklar şehre'' Ancak burada garip olan bir şey vardır. Uçaklar maket uçaktır. Şehrin semalarında binlerce maket uçak gezinir. Böylece bildirim şeklindeki uçaklarıyla Meksika hava kuvvetlerini yenmiş, kalemin silahtan üstün olduğunu kanıtlamıştır. Sıradanlığıyla sıra dışı olmuş, rahat bir yaşam yerine her zaman ezilenin yanında olduğunu şu sözlerle söylemiştir; ''Marcos, San Fransisco'da bir gay, Güney Afrika'da bir zenci, İsrail'de bir Filistinli, San Cristobal sokaklarında bir maya yerlisi, Mexico City'nin teneke mahallesi Neza'da bir çete mensubu, folk müziğin kalesi Ulusal Üniversite'de nir rocker, Almanya'da bir yahudi, savunma bakanlığında bir uzlaştırıcı, soğuk savaş sonrası Bosna'da bir barışçı, ne galerisi ne de müşterisi olan bir sanatçı, Meksika'nın herhangi bir kentinde bir ev kadını, grev yapmaya asla yeltenmeyen sendika CMT'de bir grevci, başkaları için kitap yazan bir gazeteci, gece saat 10'da metroda yalnız başına bir kadın, topraksız bir köylü, işsiz bir işçi, mutsuz bir öğrenci, serbest gece saat 10'da metroda yalnız başına bir kadın, topraksız bir köylü, işsiz bir işçi, mutsuz bir öğrenci, serbest piyasacılar arasında bir muhalif, ne kitabı ne okuyucusu olan bir yazar ve tabii Güneydoğu Meksika dağlarında bir Zapatacı.'' Zapatistalar Latin Amerika'da geleneksel mücadelelerden çok daha farklı bir yol izleyerek varlıklarını kabul ettirdiler. Bugün Zapatistalarla ilgili 45.000 internet sitesi var ve Marcos'un açıklamaları 14 dile çevrili-yor. Zapata yönetiminde 32 belediye bulunmaktadır.

Sinan [email protected]

NO PASARAN! Bu yazımda kendi tanık olduğum, başımdan geçen bir olayı paylaşacağım sizlerle. Okul çıkışında tüm öğrenciler servislerine doğru yönelmekteydi. O sırada yaşça bizlerden küçük olan ortaokul öğrencileri, yaşlarının verdiği enerjiyle olsa gerek, birbirleriyle şakalaşıyordu ve birbirleriyle argo ve küfürlü konuşuyorlardı. Biri kendisine edilen bir küfür karşısında bir diğerine “oğlum sen Kürt müsün salağa bak ya” dedi. İlk başta çocuk olduklarından neyin ne olduklarını bilmiyorlar dedim doğru, evet onlar ne dediklerini bilmiyorlar, çocuklar daha ama peki ya böyle şeyleri onlara öğretenler kimler? Eğer bir çocuk bir diğerine hakaret etmek, küfretmek için böylesine faşist, böylesine insan dışı ifadeler kul-lanabiliyorsa vay bizim halimize demekten başka bir şey gelmiyor aklıma. Ancak sorunu çocuklarda aramamak lazım, asıl sorun onların kendilerine örnek aldığı faşist zihniyet. Onların örnek aldıkları mahallelerinde gördükleri, kendile-rinden yaşça büyük her konuda fikir sahibi olan ama bilgi sahibi olmayan ağabeyleridir asıl sorun, onlara daha o yaştayken öğretilen, aşılanmaya çalışılan vatan, millet sevgisidir asıl sorun, bazı televizyon kanallarında diğer halkları onlara düşmanmış gibi gösteren zihniyettir asıl sorun bu sorunlar çeşitlendirilebilir. Sadece çocuklarla kalmıyor ki bu bilgisizlik en yakınımda olan bir diğer örneği paylaşmak istiyorum, Gazze yardımı ve İsrail’in tavrıyla ilgili gelişen olaylarda Hitler’i savunan cahil ülkücü zihniyet; alın size en somut örnek çocuk deseniz çocuk değil peki ya ne? Baştan aşağı cahiliyet, bilgisizlik. İnsanlar tarafından her türlü ayrımcılık normal karşılanıyor gerek dinsel, gerek etnik, gerek cinsel. Ne kadar doğrudur peki insanları ellerinde olmayan seçimler yüzünden yargılamak, onları düşman görmek? Ne kadar doğrudur okumadan, etmeden her şeyi bilmek? Ne kadar doğrudur objektif düşünmeden yorum yapmak? Dünyanın neresinde olursa olsun, kim olursa olsun, zulüm görenin, ezilenin, haksızlığa uğrayanın her zaman yanındayız. Hiç tanımadıklarımızın üzüntülerini paylaşmaya her zaman hazırız, hangi halktan olursa olsun, hangi dine mensup olursa olsun, faşizme, şovenizme ve her türlü milliyetçiliğe karşı sonuna kadar karşıyız, tek bir kimliğe ait değiliz, dünyanın her yerinde farklı kimliklerleyiz ve biliyoruz ki haklıyız sonunda da kazanacağız!

Page 10: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

Özcan Kurtuluş[email protected]

ÇAĞRIMücadelenin çıtası yükselmelidir artık

Şu zamandaSıkışmışken köşeye talancılar, yağmacılarİşçilerin kanını emen, iliklerini kurutan

Madenlerde, tersanelerde ölümleri kader sayanHalk düşmanlarından, yobazlardanHalk düşmanlarından, yobazlardan

Hesap sorulmalıdırDile gelsin...

Dile gelsin emeğimizYana gelsin öfkelerimiz

Yana gelsin ki tutuştursun etekleriDolaştırsın ellerini ayaklarınaÜrkütsün soyguncu çeteleriniÜrkütsün soyguncu çetelerini

Meydanlara akmalıSokaklara çıkmalı

Yumruklarımız dalgalanmalı tüm cadde boyuAdımlarımız sarsmalı yeri göğüİşçiyiz, emekçiyiz, halkız biz!

İşte bak!Geliyor kızıl alayGeliyor kızıl alay

Akıyor sokaklardan bir nehir gibi kıpkızılEmeğin türkülerini söylüyorlar

Atılan bütün bu sloganlar senin içinHalkın kavgasıdır, emekçilerin davasıdır bu

Hiç durmadanEline kaptığın gibi bayrağı çıkmalısın sokağaVVe yanından gürül gürül geçen kızıl alaya

Katılmalısın!Yerin hazırdır şimdiden

Senin yerin bizim yanımızdırYürü bizimle

Bugün ben, sen, biz, onlar...Çoğalmalıyız

Daha çok çoğalmalıyızDaha çok çoğalmalıyızKaranlığı yırtmalıyız kendi ellerimizle böylelikle

Bırakıp boş sözlerin peşiniGerçeğin arkasından koşmalısınAç karınla kardeşlik olmazBunu sende biliyorsun

Sadece bilmek yetmez daha fazlası gerekBilmekten öte bildiğine karşı savaş açmalısınBilmekten öte bildiğine karşı savaş açmalısın

İnsanca yaşamak için, silah seslerini susturmak için…Hiç uğruna yoksul gençlerimizi ateşin altına atanlarKurbanlık edip bıçak altına yatıranlara karşı

Akan kanı durdurmak içinSavaş açmalısın barış için

Karşı durmalısın her türlü zulüme, zorbalığa, barbarlığaBoyun eğmemelisin Boyun eğmemelisin

Zalime karşı başını dik tutmalısınVe haykırmalısın defalarca

Biz haklıyız... Biz kazanacağız!

Page 11: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

NEDEN: KAPİTALİZMÇÖZÜM: SOSYALİZM İşsizlik, beraberinde gelen yoksulluk, yoksulluğun getirdiği yaşam kaygısı bireylerin düşüncelerini sağlıklı bir düzene koyamamasına ve ruh sağlıklarının büyük bir çöküntüye uğramasına neden oldu. “Hamdolsun krizin bizi teğet geçtiği(!) “ toplumuzda işte krizin faturası: işsizlik ve yoksulluğun beraberinde getirdiği, fiziksel hastalıklar, depresyon, umutsuzluk, toplumdan soyutlanma, davranış bozuklukları, öz saygı yitimi, şizofreni, cinnet, intihar… Evet, kriz birilerini teğet geçti, hatta onlara hiç uğramadı, ama bizim memleketimizi ve toplumumuzu kan ağlattı ve ağlatmaya da devam ediyor. Her gün alınan intihar haberleri, sağlıksız yaşam koşullarında oluşan ve genel-likle sonu ölümle sonuçlanan fiziksel bozukluklar, bireylerin yaşamlarını alt üst eden ruh hastalıkları, siyasal düzensi-zlikler… Toplum olarak nereye gidiyoruz? Bu kötü gidişat nereye varacak ya da bugün neden bu durumdayız, bunları hiç sorguluyor muyuz? Kime yöneltsem bu soruları, verdikleri cevap evet oluyor. O zaman çözüm diyorum, bu memleketi biz mi kurtaracağız cevabını alıyorum. Adına kapitalizm dediğimiz ölümcül hastalık insanların düşüncelerini, beyinlerini böylesine köreltmiş. İnsanları, düşünemez, sorgulayamaz, isyan edemez, çözüm üretemez duruma getirmiş. Yani tam da kapitalist sistemin istediği insan modeli… Köhnemiş, bireyci, sömürgeci, insanların ruhuyla, bedeniyle oynayan ve insanı yok sayan bu sistemi reddediyo-ruz. Sermayeyi değil, insanı, toplumu baz alan bir sistem istiyoruz. İstemek yetmiyor değil mi bir de çözüm üretmek gerekiyor? Düşün, sorgula, bedenini ve ruhunu kullanan, seni koyuna çeviren kapitalizmi yargıla reddet, isyan et, diren, örgütlen ve çözümü uzaklarda arama. Çözüm “SOL”unda.

Duygu Oruç[email protected]

NEDEN BİRLİK? Türkiye Sosyalist Hareketi'ni tarihsel gelişim süreci içerisinde incelediğimizde (68 kuşağı hariç) kuvvetli bir birlikten bahsetmek mümkün değildir. Türkiye’de sol bölünerek, ayrışarak yoluna devam etmiş, kimi zamanda çeşitli darbelerle Devrime giden yola taş koyulmuştur. “Örgütlü halk yenilmez” sözünden yola çıkarak, sol' da bir birliğin bütünlüğün ve beraberliğin sağlanmasını, bunun yanı sıra büyük çoğunluğu oluşturan ezilen halkımız için sosyalist bir Demokrasinin uygulanmasını istiyoruz. Biz biliyoruz ki işçilerin - köylülerin - işsizlerin - emekçilerin - memurların - öğrencilerin kısaca tüm insanlığın kurtuluşu sosyalizmdedir. Kapitalist sistemde proleterler ezilir yüce değer sadece "Kapital" di"Kapital" dir. Kurtuluşu Sosyalizmde aramayan ezilenler daha da ezilmeye ve sömürülmeye mahkûmdurlar. Bir fabrika sahibinin belli bir ücret karşılığı işçilere ürettirdiği bir metayı insanların ihtiyacını karşılaması için değil; kendi ser-mayesini biraz daha zenginleştirmesi için o fabrikayı açmıştır. Yani insanlığa hizmetten önce kendi yararına çalışmak ön plandadır. Buna bir de artı değer eklenince işçiler daha da eziliyor. Sosyal hayatına yeterince zaman ayıramıyorlar. Ayrıca almış oldukları ücret ise ortalama 600-1200 tl arasındadır. Yoksulluk sınırını da hesaba katınca(2.200TL)bu insanların sadece karnını doyurmak için çalıştıkları aşikârdır. Peki, neden Türkiye'de ve Dünya'da işçiler eziliyor. Bunun cevabı yazımın başlığından açık olarak anlaşılmaktadır. Kapitalizm, kendi çıkarları için savaşır(serbest piyasa ekonomisi adı altında Serbest Burjuva Ekonomisi). Sosyal-izm ise insanların insanca yaşayabilmesi için, insan gibi değer görebilmesi ve insanlığının gerektirdiği sosyal hayatını istediği biçimde yaşaması için mücadele eder(Küba örneğini vermemiz bu noktada konuya somutluk kazandıracaktır). Küba, Dünya’da eğitime en çok yatırım yapan ülke seçildi. Sosyalist bir ülkede eğitim-sağlık-barınma-giyinme-gibi temel ihtiyaçlar devlet tarafından karşılanır. Kapitalist bir ülke'de (Türkiye'den örnek verelim) ise sosyal devlet adı altında tam bir Sömürü düzeni kurulmuştur. Bu ülkede parası olmadığı için hastane önünde tedavi olmak için para dilenen insanlar da var harç parasını yatıramadığı için okuldan atılan insanlar da... Soruyorum nerde sosyal devlet, dilenen insanlar da var harç parasını yatıramadığı için okuldan atılan insanlar da... Soruyorum nerde sosyal devlet, nerde insanlık? ... Bizler böylesi bir durumda çeşitli sendika, sivil toplum örgütü, siyasi partilere bölünmek yerine birleşip Solda bütünlüğü sağlamalıyız aksi taktirde Sosyalizm ütopya olmaktan öteye gitmez. Tıpkı ilk sosyalistler gibi (ütopik sosyalizm). Solda BİRLEŞME ZAMANI GELMEDİ Mİ DİYORSUNUZ HALA?

Emre [email protected]

Page 12: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

Özgür Gü[email protected]

TEKERLİĞİ YENİDEN İCAT ETMEYE GEREK YOK SSCB’nin dağılış sürecinin ardından, ülkenin dört bir yanındaki komünist partilerin bir anda sosyal demokrat partiye dönüşmesi, hiç kuşkusuz Marksist-Leninist örgüt modelinin tartışması ile sonuçlandı. Bunun sonucunda Marksist-Leninist örgütlenmelerin hemen hepsine karşı başlayan alerji, karşılığını 1996 ÖDP’sinin revizyonizmi ile bulmuştu. Neyse ki 14 yıl içinde, tekrardan Marksist-Leninist örgütlenmenin değeri anlaşıldı, ama bir türlü uygulama-daki eksiklikler giderilemedi. SSCB’nin yıkılması ile daha fazla meşruluk kazanan bu tutumun, günümüzde hala karşılık gördüğü hareketler de var. Bunları idealist bir yaklaşımın ve egemen yapının bilgi saptırmalarının sonucu olarak görebiliriz. Ama asıl acı olan, yıllardır Marksizm-Leninizm konusunda teorik önderlik yapan, bunca birikimi olan partilerin, özyönetimciliğin ve liberal solun pençesine düşüşüydü. Yıllardır Türkiye’de de takipçi bulan bu ideolojik yapılar, daha kendi ülkeler-inde başarısız ve içi boş kalmışlardı. Acı gerçek sonradan ortaya çıkmıştı, hiçbir komünist parti, komünist sistemde başı oluşturan kolektif mülkiyete geçişi sağlamamıştı. Tek yaptıkları, halkları yalanlarla kandırarak, bürokratik bir tek adam imparatorluğu kurmak olmuştu. Bu bakımdan SSCB’ye feodalizmden kapitalizme geçiş demek bile, sert bir tek adam imparatorluğu kurmak olmuştu. Bu bakımdan SSCB’ye feodalizmden kapitalizme geçiş demek bile, sert bir tabir olmaz. Tabii ki bu söyleme karşı yapılacak eleştirilerin de gelenekçilik hastalığının izleri ile dolu olduğunu göre-biliriz. Hâlbuki Marksizm-Leninizm bu değildir. Yine sonuca bakarsak, bu önemli sorundan arınarak politika üretmeye çalışan örgüt sayısı, çok çok az. Hala dar kadro örgütlenmesiyle ilerleyeme çalışan, kitlelerden kopuk, tarihsel materyalizmden bir haber ve güncel dilden oldukça geri bir şekilde siyaset yapmaya çalışan Türkiye’deki hareketler, yıllardır başarısızlıklarına saldırı ile cevap veriyorlar. Ancak bu mesele, Marksist-Leninistlerin iliklerinden atılmaya başlanılan bir irin… Bu irini en çok akıtmaya çalıştığını iddia eden Troçkistlerden tutun, hala Stalin gibi bürokratik bir parti modeli ile ilerlemeye çalışan komünist partilere kadapartilere kadar, birçok hareket, eski sorulara eski cevaplar veriyor. Ancak o sorular, hala cevap bekliyor. Bu yüzden bize de Marksizm-Leninizm’i daha iyi anlamak, günümüz koşullarında irdelemek ve açmazları ortaya koyarak tartışmak gerekiyor. Tabii ki liberal solcuların yaptığı gibi, liberalizm maskesi giymeden… En önemli soru ile başlayalım. SSCB deneyinde dar kadro ve çelik çekirdeğin sonucu olarak gelişen aristokrat tabakanın, bu kadar “kraldan çok kralcı” davranırken, bir anda klasik sosyal demokratlara rahmet okutturacak şekilde sağda programlarla türemesi sonucunda içi boş olduğu anlaşılan bu örgütlenme yapısı yerine, nasıl bir nitelik yer almalıdır? Bu sorunun cevabı, aslında soracağımız ikinci sorumuzu da ortaya koyacak. Hiç kuşkusuz, bu tür bir “bireyci” hatta “teokrat” sistemi yıkacak olan, kolektif mülkiyetin getirdiği paylaşımcılığın oturmuş olmasıdır. Hatta SSCB’nin bu kadar yıl nasıl oluyor da bireyci bir mülkiyet anlayışını kıramadığı da, ayrı bir tartışma konusu. Bu yüzden bizim hedefimiz, bireyci mülkiyetin getirdiği örgüt yapılarını özenmek değil, kolektif mülkiyeti özleştiren örgüt yapılarını, özgün bir biçimde üretmek ve tartışmaktır. Örgütlenme modeli olarak nitelik ne olmalı dediğinizde, özgün bir biçimi arıyorsanız, cevabı çok uzaklarda aramaya gerek yok. Aslında prob lemin, cevabı doğru anlamamak olduğunu söyleyebiliriz. Cevap ise, sosyalist ülkelerin temeli olan sovyet yapısıdır. Sovyet yapısı, bürokratik ve merkezi yetçi bir karar mekanizması yerine, emekçilerin kendi arasındaki tartışmalar sonucu ortaya çıkan fikirlerin kararları oluşturduğu mekanizmadır. Kelime anlamı ise “tavsiye”den gelir. Kısacası, kararların alınışı, karşılıklı tavsiyelere ve tartışmalara dayanır, çoğunluğun kararı uygulanır ve bu kararlar genelde ikna yolu ile değiştirilerek alınır. Kararın uygulanması ve kararın bir bilinç, bir prensip olarak belirlen mesi açısından “merkeziyetçi” bir tutum takınılır. Bunu yanlış olarak algılayanlar da var, onlara göre emekçiler, kendi pratikleri ile dersler çıkararak örgütlenmelidirler. Hiç kuşkusuz ki, bu kendiliğindenciliği ortaya çıkaracak ve bilincin sağlıklı bir biçimde aktarılamamasına yol açacaktır. Bu basit, anlaşılabilir ve uygulanabilir örgütlenme yapısı yerine, Sovy etler Birliği’nde Stalin ile başlayan dönemde, otokrat bir merkeziyetçilik uygulaması baş göstermiş ve bunun sonucunda “anti-sovyetçilik” ortaya çıkmıştır. Proleteryanın, azınlıkta kalan burjuvaya baskı yaparak mülksüzleştireceği nokta sonrasında, işçi sınıfı içinden de düşmanlar çıkabileceği gibi bir tez ile ucu görülemeyen bir katliama dönüşen süreç, bürokrasinin proleter-lere baskısı haline geldi. Bu sadece SSCB’nin çöküşünü ve içinin boşalmasını değil, günümüzde de aynı yolu takip eden ve başarısız olan örgütlerin ortaya çıkmasını sağladı. Başarı, kişilerin karizmatikliği ile ölçülür oldu (Stalin, Mao, eden ve başarısız olan örgütlerin ortaya çıkmasını sağladı. Başarı, kişilerin karizmatikliği ile ölçülür oldu (Stalin, Mao,

Page 13: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

Enver ve Tito). Ancak sonrasında bu kişilerin hayatlarının sona ermesi ile birlikte yolsuzluk ve sömürünün tavan yapacağı dönemler uzakta değildi. Lider fetişizmi gibi idealist bir yöntemi gelenek olarak alanlar, bu süreçten önemli dersler çıkarıp, özeleştiri yapacak kadar “diyalektik materyalist” olabilseydiler, şu anda çok farklı süreçler içinde olacağımıza şüphe yoktu. Bu fetişleştirmeyi yapanlar sadece SSCB içindeki liderleri gelenekleri olarak benimseyenler olmadılar, emperyalizmin bilinçli çarpıtması ile müthiş karalamalar yapan ve karalama fetişine düşen ve tabii ki marjinal kalan gruplar da (Troçkistler, Anarşistler) bu çözümsüzlüğe ortak oldular. Hâlbuki örgütlenme modeli çok basit ve şekil olarak fazla önemi yoktu (aşağıdan yukarı/ yukarıdan aşağı). Önemli olan, ikinci sorumuz ve onun basit ve şekil olarak fazla önemi yoktu (aşağıdan yukarı/ yukarıdan aşağı). Önemli olan, ikinci sorumuz ve onun işlerliğiydi. O soru ise şu: Kolektif mülkiyeti nasıl sağlayacağız? Teorisyenler tarafından sağlanması kesin koşul olan bu yapı nasıl oturtturulacak? Bu yapının oturmamasından dolayı meydana fetişizm dalgasına nasıl engel olunacak? Çünkü yukarıdaki çoğu sorunun hallolmasında kilit rol, insanların bu yapıyı benimsemesidir. Koskoca Sovyetler Birliği’nde, tam 75 yıl, buna yönelik bir eğitim verilip verilmediğine bakarsak, günümüzdeki sonuç ile bunun mümkün olmadığını görebiliriz. Her ne kadar imkan olarak Dünya’nın hiçbir yerinde olmayan, bilimsel ve insan odaklı bir eğitim verilse de, kolektif mülkiyeti sağlamlaştırma konusunda, başarılı olunmadığı açıktır. Bunda feodal ilişkilerin fazla törpülen-meden, sosyalist bir sisteme geçişi de örnek gösterebiliriz (örneğin ortameden, sosyalist bir sisteme geçişi de örnek gösterebiliriz (örneğin orta Asya’da, Arnavutluk’da ve Moğolistan’da bir türlü kırılamayan geniş aile yapısı ve bu yapının kırılmanın aksine desteklenmesi). Ancak eğitimde belli bir eksikliği çok net görebiliriz. O kilit nokta ise, kolektif mülkiyetin temeli olan paylaşma ve biz kültürünün, eğitim öncesi çocuklarına, tam olarak enjekte edilememesiydi. Zaman kısıtı bir kenara (75 yıl, mülkiyet anlayışının değişimi için çok dar bir süre, bunu kabul etmemek hata), bunu çabuklaştıracak bir çabanın olup olmadığını da sorgulamak gerekir. Ortaya şu acı sonuç da çıkabilir, bilimsel metot adı altında, insanların mülkiyetleri ile alakası olmayan inançları, alışkanlıkları ve fikirleri baskı altına alınarak, metafizik bir bilgi aktarımı gerçekleştirildi ve bunun sonucunda insanlar alışkanlıkları ve fikirleri baskı altına alınarak, metafizik bir bilgi aktarımı gerçekleştirildi ve bunun sonucunda insanlar mülkiyet ilişkisi değişiminde başarılı olamadılar. İnsanlar, kaba bir yöntem ile bazı zıtları benimsedi, bunun sonucunda sorgulama mekanizması devre dışı bırakıldı ve bilgi aktarımı sırasında kolektiflik devre dışı kaldı. Ancak tek eksik bu değildi. Kolektif mülkiyet, kaynak bolluğu ile paralel olarak yaşayabilecek bir mülkiyetti. Kafa ve kol emeği arasında bulunan farkın kapanmasının tek yolu, meta dolaşımını ortadan kaldırmak ise, kıt kaynak-lar daha bollaşmalıydı ki, bunun dağıtımı kolaylaşabilecekti böylece. Bu noktada da birçok yanlış yapıldı. Kaynakların kıt olduğu bir dönemde, bu kaynakların gücü, halkın refahı azaltılarak, çeşitli tüketim araçlarına yöneldi. En bilindik olarak, uzay araştırmalarını örnek gösterebiliriz. Yine kaynakları bollaştırmada önemli bir araç olarak kullanılabilecek modernizasyon yöntemleri, yine kıt kaynak nedeni ile yeterince geliştirilemedi. Bu da teknolojik maliyetlerin artması modernizasyon yöntemleri, yine kıt kaynak nedeni ile yeterince geliştirilemedi. Bu da teknolojik maliyetlerin artması ve doğal kaynakların dağıtımının zorluğu anlamına geliyordu. Böylece kolektif mülkiyet, teorik olarak benimsenmediği gibi, pratik olarak da benimsenmedi ve sonuç olarak 1992’deki facia ortaya çıktı. Ne yazık ki, kaynakları arttırmayı tüketim ekonomisinin dinamizminde gören beyinler, bir anda sosyal demokrasiye yelken açmaya başladı. Halbuki kapi-talizm, kıt kaynağı çöpe dökecek kadar, olaylara “sayı” gözüyle bakan bir durumdaydı. Vazgeçilecek olan planlama, kıt kaynak dağıtımı ve fabrika mülkiyetleri değildi. Ne yazık ki Sovyetler Birliği dağılırken, bunlardan bilerek ya da bilmeyerek (bizce bilmeyerek ve cahilce) vazgeçti. Marksizm Leninizm’in ilerleme göstermesi için dikkat edilecek noktanın, bu soru ile kolektif mülkiyeti sağlama olduğunu keşfettik. İki kilit noktayı da belirterek, kolektif mülkiyeti sağlama ve ya bunun zeminine nasıl ulaşacağımızı, kısacası günümüzde komünist hareketlerin mücadele tarzına bir bakış atmamız gerekecek. Burada sormamız gereken üçüncü sorumuz, şu andaki durumumuzdur. Şu anda durumumuz nedir? Kolektif mülki-yete ne kadar yakınız? Oldukça uzak olduğumuzu söylemekle başlamak yanlış olmayacaktır. Ülkemiz dahil olmak üzere, bütün Dünya’da hakim olan sekter din anlayışı, muhafazakarlığın hala meşru sayılması, bunun sonucu olarak insanların güce, fetişe ve korkulara olan dayanıksızlığı, insanlara empoze edilen bireycilik anlayışının sistemi yürütmeye yönelik, eleştiriye kapalı ve tatminsiz olması, Dünya üzerinde hala alınacak çok yol olduğunu gösteriyor. Son sorumuz ise şu: Marksizm Leninizm, nasıl bir mücadele perspektifi istiyor? Kolektif mülkiyetin sağlanması, temel bir hedef, ancak kolektif mülkiyetin çok ön-bir hedef, ancak kolektif mülkiyetin çok ön-cesinde, insanların birey olduğunu ve bazı öz-gürlükleri olduğunun, bu özgürlükler için de bütün toplumun özgürlüğe ihtiyacı olduğunun, teorik bilinç olarak altını çizmemiz şart. Gü-nümüzde önemli bir tarihsel çözüm olacak demokratik devrimlerin bürüneceği halin te-mel mantığını da, bu kural oluşturmaktadımel mantığını da, bu kural oluşturmaktadır. Burada bir uyarı yapmalı ve demokrat devrim maskeli iki sağ sapmadan uzak durmak gerekti-ğini söylememiz gerekli. Feodal ve değişime

Page 14: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

karşı ilişkilere rağmen, üretim ilişkilerinin kesinlikle serbest piyasaya dayandığını hatırlatmamız gerekir. Sömürünün niteliği dolayısıyla, serbest rekabetçi dönemin çoktan kendini tekelci rekabete ve dolayısı ile çürümekte olan bir emperyalist sürece bıraktığını söylemeyi, çareyi burjuva devrimlerinde görenler için söylememiz gerek. İktidardaki kişilerin mülkiyet mantığı değişmeden yapmayı bekleyenler, günümüzde artık çokuluslu tekellerin desteğini alan, onlarla işbirliği yapmaktan geri durmayan, sadece ve sadece parasını düşünen yöneticilerin yönetimden tasfiye olmadan yapılacak (ya da yapıldığı sanılacak) bir değişim, sadece sisteme konulan yastıkları arttıracağını bilmelidir(İP’den bahsediyoruz). Diğer taraftan, yine patronların mülkiyeyastıkları arttıracağını bilmelidir(İP’den bahsediyoruz). Diğer taraftan, yine patronların mülkiye-tini zamanla ele geçirmeye çalışan, özyönetimci, marjinal talepleri halkın demokratik talepleri-nin önüne koyan, CIA’den ısmarlama programları uygulamaya çalışanlar da (SDP, ÖDP ve EDP’den bahsediyoruz), yine bu işlevi görecektir. Bu ideolojik düzlemde olan hareketlerin bu noktaları tekrar gözden geçirmesi şarttır. iktidarın işleme mantığı değiştirilmeden, demokratik devrimin hiçbir anlamı yoktur Bu yolun takibinde görev yapacak sol partilerin, çok büyük problemleri olduğunu söyle-memiz gerek. Çok basit konularda bile ortak paylaşımı sağlayamayan hareketlerin, insanları dönüştürmek ve devrimci mücadeleye dahil etmesi, çok daha imkansız gözüküyor. Sanırız burada, proleter partinin kesin olarak kurulması ve partilerin birleşerek, artık daha güçlü bir ideolojik ortak düzlemi sahiplenmesi, en önemli adım olacaktır. Ne yazık ki, hem Dünya’da, hem ülkemizde, birey olmak yerine bireyci olmanın getirdiği sapmalar, kariyeristlik görülmekte. Diğer taraftan, ülkemize özel olarak, yasallığını halktan almak yerine yasal olmadığını belirtmek, meclis sisteminde çözümler aramak, seçimlerde propaganda ve teşhir yapmak yerine oy toplama meclis sisteminde çözümler aramak, seçimlerde propaganda ve teşhir yapmak yerine oy toplama çalışmalarına girmek, partilerimizin başka sorunları olarak ortaya çıkıyor. Hele hele yerel demokratik devrim pratiklerinden biri olan 1923 devrimi ile keskin bir uzlaşmazlık, tarihsel materyalizmden eksik ve tamamen fetişist tarih değerlendirmeleri, feodalizm ile üst düzey bir işbirlikçilik (KİP, SDP), kaba bir ezilen milliyetçiliği (İP, KİP), üstüne bir de gelenekçilik hastalığı da eklenince, Türkiye solunun daha fazla açmazı olduğunu görüyoruz. Dünya üzerinde ise demokratik devrimlerin hızının arttırılması yönünde yoğun bir baskı var. Özellikle Venezüella, Peru ve Bolivya’daki bu adımların genişletilmesi ve sosyalist devrim adımları atılması bekleniyor. Halbuki iktidar mevzisi tamamen temizlenmemiş bu ülkelerde yapılacak en küçük bir yanlış, tekrar geri dönüşe sebep olacak. Bu nedenle şu süreç içinde yukarıda belirttiğimiz “birey olma” kuralının bu ülkede bir ideolojik duruş haline gelmesi, sosy-alist devrime geçişte temeli sağlamlaştıracaktır. Günümüzde bunun en güzel örneği, gerek demokratlığı, gerekse gerçek bilimsel bir bakış açısı ile Küba olmakta. Bir de Çin örneği var ki, orada da devlet yapısını yıkmamak için ya sabır çeken, çok düşük ücretlerle çalışan Çinlileri orada da devlet yapısını yıkmamak için ya sabır çeken, çok düşük ücretlerle çalışan Çinlileri görmek mümkün. Emperyalist ülkelerdeki(ABD ve AB) işçi sınıfının sorununu ayrı ele almak gerekir. Bireyci olma konusunda herhangi bir derdi olmayan ve lüks tüketimin getirdiği olanakları sonuna kadar kullanan Avrupa işçileri, orta sınıfı geniş bir durumda olduğu için, onların sosyalist partileri de gün geçtikçe liberalleşiyor. Burada durumu, gittikçe artan kriz, tüketimin getirdiği tatminsizlik, bunun sonucu oluşan yeni arayışlar ve giderek artan işsizlik kurtarıyor ve emperyalist ülke Marksist Leninistleri, biraz daha kafa yormaya başladılar. Ancak şu anda yaratıcı olmaları da beklenemez. Görmekteyiz ki, demokratik bir devrimin niteliği, insanların birey olarak düşünerek, özgürleşmesidir. Feodal bir zihniyetten kurtulmadan, kolektif mülkiyeti kurabilmek, zor ve çetin bir denemeden başka bir şey olmayacak. Bunun için derlenip toparlanmış, gelenekçilikten kendini sıyırmış, sorgulayan, değişimci ve tek proleter partinin varlığı şarttır. Bu sürecin ardından, üretim araçlarının tek tek kolektifleştirilmesi, devlet olmayan devletin, minimum bürokrasi ve maksimum Sovyetçilik ile bunları yönetmesi ile adım adım hayal edilen sömürüsüz Dünya’nın adımları atılabilir kılacaktır. Dünya üzerinde Kırgızistan’da son bulan “renkli” devrim-leler, daha doğrusu Amerika’nın sömürgeleştirme politikaları, artık yerini halk hareketlerine ve yeni arayışlara bırakacaktır. Kıvılcımın nereden çakacağı da başka bir soru, ancak bunu tahmin etmeden önce soracağımız dört sorumuzun cevabını bulmamız gerek.

Page 15: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

Baran Aydı[email protected]

KÜRESEL ELİTLER, BİLİMSEL DEVRİM İLEHİTLER’İ YENİDEN CANLANDIRIYOR Bilim adamları, cansız bir hücre içine DNA yerleştirerek sentetik ve çoğalabilen hücre yarattı. Bu yaşanan gelişmeler ışığında gelecek yüzyıllarda büyük tartışmalara neden olacağı düşünülen ‘’yapay insan yaratma’’ konusu gündeme geldi! Bilimde çığır açacak olan olay ile 19.yüzyılda başlayan, 20. yüzyılda doruğa ulaşan sanayi devriminin sonunun geldiği öngörülüyor. Bioteknoloji temelli yeni yapılanmalar ile tüm dünya toplumlarının yenilenmiş bir sanayi ve yeni sınıfların doğumuna yol açacak mekanizmalara doğru evirileceği belirtiliyor. Yeni bir çağın yaklaşmakta olduğunu bizleri takip eden okurlarımıza defalarca ilettik.Fakat emperyal-izm, insan- oğlunun yaşadığı her çağda var olduğu gibi,bilgi çağında da biçim ve şekil değiştirerek varlığını devam ettirecek! Özellikle bu teknolojinin ABD gibi emperyal devletler tarafından, tıpkı atom bombası yaratma sürecinde olduğu gibi Dünya Halklarının zararına kullanımı yüksek ihtimal dâhilinde. Özellikle bu bioteknolojik gelişmelerin toplumsal alana yansıması; geçmiş yıllarda baş gösteren Hitler’in üstün ırk yaratma çabaları hayalinin gerçekleşmesine neden olacak kadar tüm insanlığı ilgilendiriyor!Son olarak, yapay hücrenin yaratılması ile ilginç deneylere tanık olabileceğimiz konusunda şimdiden insanoğlunu uyarıyoruz! Günümüzde gençlerimizin kafasına kazınan ‘’Word Craft’’ ve benzeri oyunlarda ki insan biçiminde atlar, insan biçiminde keçiler görmek mümkün hale gelecektir. Bugün beyni bu tür oyunlarla yıkanan gençliğimize ise bu yaşayacakları bir felaketten çok ‘’ilginçlik’’ olarak gelecektir. Bio teknolojinin doğru kullanımı için Dünya’nın tek kutuplu haline bir an önce son verilmeli ve bu teknolojinin zararlı kullanımları diğer devletlerce engellenmeli!

Alev Tü[email protected]

GLOBALİZM İnsanlar görmek isteği gibi görürler. Büyür olgunlaşırlar dallarında, bazen alçalır bakışları; bazen göğe kalkar burunları. Baktıkları pencereden yorumlarlar dünyayı. Bazılarımızınsa yüzündeki o hissiz bakış ise hiç değişmez. Hep aynı ünlemle bakarlar o palyaço suratlara. Tüm o renklerin ahengine, cümbüşüne inat ya siyah, ya da beyaz kalmayı tercih ederler. Çoğu insan bundan rahatsızlık duyar, nefret eder; onlara göre tuhaftır, yadırgarlar. Çünkü pencer-eleri çok dardır; ya da pencereye odaklanmış, asıl işin oradan kafayı çıkarıp bakmakta bittiğini anlayamamıştır. Hayatın yuvarlak ve yumuşak bir top olmadığını, keskin yanlarının acıttığını anlayanlar; o kıvama erinceye dek birçok renkten fedakârlık yapmış ve ellerinde birkaç solgun renk kalmış insanlardır. Çoğu bu fedakârlıklar sırasında pencereleri tamamen açmış, bazılarıysa kendi taburesine tekme atıp, idamına yüreklice gidecek kadar engelleri kırmıştır. Birde gereksiz çivi çakanlar, korkaklar vardır elbet; tamamen pencere kavramını kaldırıp fırlatanlardır. Onların doğruları ve yanlışları üzerine kurulu ötekileşmiş dünyalarında, güç onlardadır. Kendilerinin var oldukları hatırlanmasın diye süslü süslü pencereler üretir, on katına satarlar. Özgürlüğü hatırlatmazlar; mavi yoktur, tutku ve inancı hatırlatmazlar; kırmızı yoktuhatırlatmazlar; kırmızı yoktur, alanları ve dostları hatırlatmazlar; beyaz yoktur, yaylaların rengi yeşil de yoktur. Hayat büyük bir pencere; kimileri perdelerinize el koymuş, parayla açtırıp size sizin güneşini biraz gösteriyor (perdeyi bir açana, bir de pembe gözlükler… Bedava!). Kimileriyse size güneşi vaat ediyor...

Page 16: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

Tepki ve Değişim Dergisi • 16

Utku [email protected]

“YETMEZ AMA EVET” ŞÜKERÂSINA DAİR 12 Eylül Askeri-Faşist darbesinin yarattığı dinamikler sonucu yeşeren ve 7.5 yıldır iktidarda bulunan AKP’nin anayasa değişikliği için hazırlattığı ve referanduma sunduğu değişiklik paketinin oylanmasına 2 aydan az bir süre kala ‘Evet’,’Hayır’ ve üçüncü bir yol olan ‘Boykot’ cephesinde saflaşmalar keskin bir şekilde netleşmeye başladı. Kullanılan argümanlar gereği sap ile samanın birbirine karıştığı bu süreçte AKP’nin ’12 Eylül ile bir hesaplaşma’ olarak neticelendirdiği bu değişikliğin propagandasını yaparken davaları uğruna bedel ödemiş ve hayatları boyunca AKP gibi soygun ve talan düzenle rinin temsilcisi olan parti, kişi ve kurumlara karşı mücadele veren devrimci leri de sürece dahil etmeye çalışması ve Necdet Adalı gibi bir yiğidi parti grup toplantısında timsah gözyaşlarıyla anması büyük bir ironi teşkil eden bir durumdur. Amaçları doğrultusunda her yolu kendilerine mubah gören ve ilke- sizliği şiar edinen AKP iktidarının bu niyeti bozuk yaklaşımı karşısında ‘Dev rimcilerin’ hiçbir şekilde bu tarz oyunlara gelmeyeceği malumken, birtakım kendilerine ‘Sol’ etiketi yapıştıran partilerin genel olarak anayasa değişiklik paketi karşısındaki duruşu ve tutumu sorgulanması gereken bir şeydir. Anayasa değişiklik paketine ‘yetmez ama evet !’ şeklinde bir tavır koyan öncülüğünü EDP ve DSİP’in oluşturduğu yukarı-da da eleştirel bir şekilde bahsettiğim bu güruh, yapılan bir takım olumlu maddelerin gözden kaçırılmaması gerektiğini ve askeri vesayetin kaldırılacağı bu paketin mutlaka olumlu yönde değerlendirilmesi gerektiğine dair açıklamalarda bulunarak gerçekten anlaşılması güç bir tutum sergilemektedirler. Askeri yargı alanının daraltılması, Yaş kararlarına yargı yolunun açıl-ması, kişisel verilerin korunup güvence altına alınması, AYM’ ye herkesin başvurabilme hakkı tanınması, darbecileri koruyup kollayan geçici 15.maddenin kaldırılması vb… yapılan değişiklikler neticesinde ‘eksik, yetersiz’ buldukları ama kendilerine göre daha ilerici (!) bir metine sahip olan bu pakete ‘evet’ demenin gerekli olduğunu bu şekilde askeri bürokratik merkeziyet-çi yapıya bir darbe vurulacağını ve askeri vesayetin kaldırılacağını savunmaktadırlar. İçerik olarak sözde köklü bir yargı reformuna dayanarak hazırlanan bu paketin yani yapılması düşünülen değişikliklerin esas amacının, egemen güçler arasında süren iç blok iktidar savaşında ipleri tam olarak eline geçiremeyen AKP’nin, önünde büyük bir engel teşkil eden yargıyı ele geçirip safdışı bırakması olduğunu aklı başında olan her insan anlayabilmişken kendile-rine ‘Sosyalist’ ve ‘Devrimci’ demekten sakınmayan bir takım kişi ve onların temsil ettiği grupların ‘yetmez ama evet’ şeklin-de bir refleks geliştirmeleri pek anlaşılır bir durum değildir. Anayasa Mahkemesi’nin ve Danıştay’ın verdiği birçok karar örneğin ; ‘367 olayı, HES vb… çevre katliamları, Tekel İşçileri, bazı özelleştirme adımlarıyla ilgili vb.’ kanun tasarılarını iptal etmesi, yargının AKP’ye büyük bir ayak bağı olmaya başlaması bu değişikliğin temel eksenini oluşturan nedenlerin başında gelmektedir. Tabi büyük oranda tasfiye edilmiş olsa da gücünü resmi ideolojiden Askeri-Sivil Bürokratik mekanizmanın yargı üzerindeki hâkimiyetini gözden kaçırmadan, egemenler arasındaki iç savaşta taraf olmadan, sadece olayları tarafsız bir şekil-de tahlil ettiğimi özellikle belirtmek isterim. Finans Kapital Oligarşisinin yerli taşeronu olarak faaliyet gösteren ve ona uygun olarak da Neo-Liberal politikaların en içten savunucusu ve uygulayıcısı olan AKP iktidarının niyetinin ve samimiyetinin ne yönde olabileceği ortadayken bu konuda çok fazla yoruma gerek olmadan tavrımızı netleştirmeliyiz. Kıvılcımlı ustanın belirttiği üzere bu tarz, esas olarak burjuva sosyalistleri diye nitelendirebileceğimiz gruplar 60'lı yıllarda da vardı. O zaman işçi sınıfı ve devrimci mücadelenin içine kendi ‘reformist ve revizyonist’ görüşlerini sokarak kendi küçük burjuva eğilimlerini egemenler lehine işçi sınıfı içerisinde yer edin-dirmeye çalışmışlardı. Çoğu zaman Leninist argümanlardan ve köylü kitlesinden kaçarak ‘parlementerist ve pasifistdirmeye çalışmışlardı. Çoğu zaman Leninist argümanlardan ve köylü kitlesinden kaçarak ‘parlementerist ve pasifist’ mücadele şeklini benimseyen bu güruh en azından(!) bugünkülerden daha tutarlı bir söyleme sahiptiler. Şimdi ki bu burjuva sosyalistleri-nin ne idüğü belirsiz sınıf-halk pusulasından kopuk, salt özgürlük ve demokrasi avcılığına bürünmüş liberalist tavır alışlarını sorgulamak en azından onların bu oportünist görüşlerini iyi niyetli gençler arasında daha fazla kök salmadan onları uyararak doğru ve devrimci mücadele saflarına doğru çekmemiz en önde gelen görevlerimizden birisidir. Öte yandan yapılış şekli gereği 12 Eylül ruhunu birebir yansıtan hiçbir mutakabata dayanmayan ve toplumun diğer çeşit-li katmanlarıyla sendikalarla, STKlarla, meclis içinde ve dışında bulunan çeşitli siyasi partilerle geniş anlamda bir fikir alış verişine dayanmadan hazırlanan ve adına hiç gocunmadan AKP Anayasası diyebileceğimiz bu paket ‘zorlamanın’,’dayatmanın’ sözlükteki karşılığına tekabül eden bir konumdadır. Böyle olmasının bir diğer nedeni de paketin madde madde değil bir bütün halinde oylanıp ’40 katır mı, 40 satır mı ‘ konumuna sürüklenmesidir. AKP’nin bunu yapmasındaki neden de esas olarak amaç-ladıklarını garanti altına alıp, değişikliklerin farklı kesimlerinde desteğini almak uğruna birtakım olguları manipüle ederek paketin içine serpiştirdiği sözde güzellemelerle sınırlı kalmaması veyahut ufakta olsa bir kazanın işleri sarpa sarmasına engel olmak olarak da yorumlanabilir. Özetle ve son olarak; 12 Eylül Anayasası’nın anti-demokratik ve faşizan içerikli sacayaklarına dokunmayan, onun ruhunu güncelleştirerek devam ettiren bu değişiklik paketine karşı ‘Hayır’ cephesini örgütlemek ve insanları bu konuda bilinçlendire-rek gerçekten ‘özgürlükçü, demokratik, sosyal nitelikli, her türlü rengi ve kimliği içinde barındıran çoğulcu bir anayasa’ için mücadele etmeliyiz. Bu doğrultuda biz ‘Hayır’ derken asla mevcut statükonun açık veya gizli bir şekilde ya da bilinçsizce bayraktarlığını yapmıyoruz. Biz ‘başka bir dünya’ için mücadele ediyoruz ve halkın meşru ve somut taleplerine dayanan, poli-tik gücünü işçi sınıfından alan halkın kendi öz anayasası için savaşımızı sonuna kadar sürdüreceğiz.

Page 17: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

Tepki ve Değişim Dergisi • 17

Aylin [email protected]

EN AHLAKLI, EN DOĞRU, EN KUTSAL YOLLARDAN BİRİ Hayat; oyunculuğunu insanoğlunun yaptığı tiyatrodur, doğa ve tarih sahneyi oluşturmaktadır. Bu tiyatro-da düzenleme ve içerik açısından her geçen gün biraz daha dramatik bir oyun sergilenmektedir. Şiddet; insanların etkisi altında savaş ortamı yaratan ekonomik ve sosyal etmenlerden kaynaklanır. Sanayi Devrimi ile insanın doğaya karşı şiddeti tahrip edici boyutlara ulaşmıştır. 20.y.y.da sanayinin doğaya verdiği zarar sonucu milyarlarca yıllık doğa mirası yok edilmiştir. Bunun sebebi ise insanoğlunun kapıldığı bir türlü doymak bilmediği hırsı ve sürekli globalleşen dünyada tüketimi perçinleyen ekonomi politikalarının yürütülmesidir. Barış; doğaya insana ve değerlerine bakışıyla ilgili bir kavramdır ve insan hakkı olduğu için yaşamak ve yaşatmak borçtur. Ülkeler arasındaki çatışmalar doğal çevreden geriye kalanların zenginleştirilmesi yerine sürekli sömürülmesi, elimizdeki değerlerin anlamını ve yaşamımızdaki yerini sorgulamaya itmektedir. Birey-ler arasındaki uyumu kanalize etmek gerekir. Devletlerin merkezi yönetim kademelerinden değil, yaşamı sürdürmekte olan her bilinçli insanın oluşturabileceği olgudur. Tüm devletlerin, insanların işbirliğini sağlayan dinamik bir harekettir sağlanması hiç kolay olmamıştır olmayacaktırda uzun ve yorucu bir süreçtir fakat bunun yanı sıra... En ahlaklı, en doğru, en kutsal yoldur.. Toplumların ekonomik gelişimleri arttıkça uluslar arasındaki huzursuzluk baskı ve anlaşmazlıklarında arttığına hepimiz şahit olmaktayız. Doğal kaynaklar biranda yok olmasalarda ambargo altındalardır… Benim barış la ilgili net tahlilim doğaya insana ve değerlerine bakışıyla ilgili bir durumdur ve insanların hakkı olduğu için yaşamak ve yaşatmak gerekmektedir. İnsanlığın ve yeryüzünün varlığını sürdürmesinin değişmez ve zo-runlu koşuludur barış. Geleneksel savaş ve barış tariflerini yaptıktan sonra bir çevre kültürünün oluşmasını sağlayıcı insan ile doğa arasındaki uyumla bilim ve kültürler arası toplumsal yapılar arasındaki oluşturulması gereken adaptas-yon, bilimsel keşiflerin insan ve toplum yararına kullanılmasını sağlayıcı çalışmalar toplumların iç dinamiği sağlayıcı dengede şiddet karşıtı barış tarifini yapılabilir kılabilir. Sürekli artan yaygınlaşan ve şiddet olgusu eğitim sistemi ile doğrudan ilgilidir. Ve bu ülkemizde çok sık rastladığımız bir durumdur. İçinde bulunduğumuz eğitim sistemi çocuklarımızı ezen onların kişiliklerinin ge-lişmesini engelleyen katı ve otoriter bir sistemdir, soran sorgulayan araştıran bireyler olma yerine susan itaat eden soru sormayan ve karşısındakini dinlemeyen insan tipi üreten bir eğitim sistemidir. Öğretmenlerimizin yetiştirilme sistemi barışı sevgiyi hoşgörüyü çocuğa kazandıracak şekilde olursa şiddet ortadan kalkar eğitim bireyi yetiştirmek geliştirmek için değilde köşeyi dönmek itaat etmesini öğretmek için yapılıyorsa her nere-dese olursa olsun kaçınılmaz olarak şiddet kültürü egemen olacaktır. Barışın gerçekleşmemesinin sebebi toplumda varolan temel çelişkilerin devam etmesidir. Devletlerin devletlere karşı savaşlarına bir ülkedeki siyasetin birbirine karşı savaşımına karşı çıkmadan,i dinlerin birbir-lerinin etkisi altına alma çabasına karşı çıkmadan , devletin demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılmasını önlemesine karşı çıkmadan birey olarak işkencenin kötü muamelenin karşısına çıkmadan şiddette karşı yürü-tülen mücadelenin başarı şansı yoktur. Zenginlik ve fakirlik cehalet sürdükçe dünyanın barışa ulaşamayacağı bir gerçektir. Çeşitli nedenlerle ortaya çıkan şiddetin ve şiddet kültürünün etkisinin azaltılması ya da bunun çoğalması ve şiddet karşıtı barış kültürünün oluşturulmasında eğitim temel faktördür. Eğitim ve sanat topluma mesajlar iletilmesinde ve insanı eğitmekte çok etkili bir araçtır. Eğitimde temel amaç kişinin kendi kendisini gerçekleştirmesinde olanak ve ortam sağlamaktadır Sanatçılarımıza da barış kültürünün yaratılması için hem yurt içinde hemde yurt dışında dostluk köprülerinin kurulması önyargı-ların kaldırılması konusunda önemli görevler düşmektedir. Eğitimi bilim olarak algılamak gerekir.. okullarımız ise çocukların idealleri arasından seçim yapmalarına olanak veren mekanlardır. Çocuklarımıza kendi kişiliklerinin gelişmesine saygı duyan bol seçenekler sunan davranışlarının olumlu yönde geliştirmeye açık olanların belli kalıplar ve öğrenme modelleriyle sınırlamayan yeteneklerine ve kişiliklerine uygun seçimlerini uygunlanabilir yapabilecekleri bir eğitim sistemi oluşturul-malıdır.

Page 18: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

Tepki ve Değişim Dergisi • 18

Çocukların küçük yaşta şiddetten uzak daha hümanist bir yapıya yönlendirmede temelinde barış kültürünün bulunduğu sanat ve sporun tüm dallarının önemli fonksiyonlarının geçerli olduğu imkanlar sağlanmalıdır. Örgütlü bir toplum yapısı gelişmişliğin göstergesidir. Barış kültürünün oluşturulması için örgütlü bir toplum yapısı ortaya konulmalıdır. Şiddetin arkasında çok büyük dünyayı yutmak isteyen inanılmaz derecede örgütlü güçlü küreselleşmiş dev çıkarlar söz konusudur. Barıştan bu kadar çok söz edildiği 20.y.y. terörün milyonlarca insanı katlettiği bir yüzyıl olmuştur ve masum insanlar katledilmeye devam edilmektedir. Barışın sağlanması konusunda toplumda birey ve kuruluş olarak herkese bir görev düşmektedir. STK, devlet kuruluşları ya da bireylerin bu toplumdaki her öğenin barışın sağlanması için kendi uzmanlık alanlarına uygun olarak izleyecekleri değişik yollar vardır. Tam bu noktada Finlandiyalıların hayranlık uyandıran milli şuurlarını ve düşünce gelişimini anlatmak istiyorum; Finler, asırlar boyu kimi zaman İsveçlilerin, kimi zaman da Rusların egemenliği altında hayatlarını sürdürmüşlerdir. Bu süre zarfında savunma ve diplomasi alanında çaba içinde olmayıp, bütün güçleriyle milli bir Fin kültürü meydana getirmeye çalışmışlardıçaba içinde olmayıp, bütün güçleriyle milli bir Fin kültürü meydana getirmeye çalışmışlardır. Finlandiya kamu kuruluşlarının, okullarının ve askeri kurumlarının birbiriyle işbirliği yaparak ülkeyi kalkındır-mak ve yükseltmek adına yüreklilikleri açıkça göstermiş, özellikle Finlandiya’nın yükselmesi için bazı kişilerin göster-dikleri fedakarlık ve başarıları alkışlanacak bir davranıştır.. Finlandiya, doğal zenginliklerinden yoksun, kıraç göllerle dolu bir ülke, yabancı kamçısı altında inlemekte. Bu ülke 60-70 yıl içinde devrim yapmış, ülkenin dört bir yanına kütüphaneler sanata dair bir çok merkezler açmışlardır.. Bu ilerlemeyi büyük bilim adamları, güçlü liderleri olmadan yapmış, ama güçlü nesiller, büyük yurtseverler, çalışmayı seven yurttaşlar, inançları sağlam bir toplum yaratmışlardır. Bu insanlar, isimsiz kahramanlar, yer altında çalışan işçiler, halkın aydınlanması için çalışan kültür savaşçılarıdır. Yalnızca yurtlarını ve halklarını düşünmüşler ve bu uğurda her şeylerini feda etmekten çekinmemişler. Bugün aynı ülke yani Finlandiya, Doğu Türkistan özerk bölgesinde yaşayan Uygur halkına karşı Çin devleti tara-fından uygulanan şiddete, katliama sessiz kalmıyor. Başkent Helsinki’deki parlamento binası yakınında toplanan grup, bildiri dağıtarak “Uygur halkına yapılan zulme dünya sessiz gözlerle bakmamalı” çağrısı yaptı. Aralarında Uygur, Fin, Türk ve Azeri Türklerinin bulunduğu grup, polis kortejinde şehrin ana caddeleri üzerinde protesto yürüyüşü yaparak, “Soykırımı durdurun, Uygurlara bağımsızlık ve özgürlük” sloganları attılar. Gruba önderlik eden elektrik mühendisliği öğrencisi Uygur Türkü Rüstem Abdülhalil, Çin’de yaşananları vahşet olarak tanımlarken “masum insanlar, sokaklarda öldürülüyor. Dünya buna sessiz kalamaz, kalmamalı.”açıklamasını yaptı. Grup Avrupa Birliği merkezi önünde bir süreliğine durdu. AB’ye Çin’i kınaması çağrısı yapıldı. Daha sonra grup buradan sakin bir şekilde parlamento binasına doğru yürüyüşe geçti. Göstericiler arasında ellerinde dövizlerle yürü-yen bir başka Finli olan Saloa Tilma ise “Biz burada olarak ‘herkes Uygurluların arkasında durmalı’ mesajını vermek istiyoruz. Çin hükümeti baskıyı durdurmalı, insanları öldürmemeli. Doğu Türkistan özerk bir bölge ve Uygurlular daha çok insan haklarına sahip olmalı.”dedi. Peki Uygur Türklerine Çin’in katliamı kar şısında hiçbir şey yapamayacağını adı gibi bilen Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ne dedi: “Bu adeta soykırımdır’’ dedi.. Evet orada “soykırım” yapılıyor, peki bunun karşılığında başbakan ne yapıyor? Hükümetin Dışişleri Bakanı’nın Çinli dışiş leri bakanını arayıp 70 dakika telefonda düzelt me yapması da ‘’tükürdüğün surata bakmaya- caksın yada baktığın surata tükürmeyeceksin’’ çok değerli pek muhterem atalarımızın sözünü akla getiriyor “Çin mallarını boykot edelim” denildiğinde AKP bakanlarının buna karşı çıkma ları da kendi tükürüklerinin içinde boğuldukları- nı anlatır vaziyette. Son sözler: üç barış vardır: birinci barış, en önemli barıştır. İnsan ruhundadır. İnsan, kai- natla ve kainatın bütün güçleri ile olan ilişkisini, beraberliğini fark ettiğinde, kainatın merkezin de büyük ruh’un durduğunu ve bu merkezin her yerde, her birimizin içinde olduğunu fark etti- ğinde birinci barış sağlanmıştır. Bu gerçek barış tır, diğerleri sadece bunun akisleridir. İkinci barış iki fert arasında olan barıştır. Üçüncü barış ise iki millet arasında yapılır. Fakat hepsinden önce, anlamalısınız ki ‘gerçek barış’ dediğim birinci barış, insanın ruhundaki barış yoksa ne fertler ne de milletler arasında barış olabilir. “Her barış hareketinin arkasında savaş arzusundan daha yüksek bir tutku olmalıdır. Barış için mücadele etmeye ve barış için ölmeye hazır olmayan kimse pasifist olamaz’’…

Page 19: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

Tepki ve Değişim Dergisi • 19

Burak Tunç[email protected]

DÖNENCE UMUTLAR Bana bir şarkı söyle diyorum gülüm. Bir nakaratını eksik bırak o gün söyleyeceğiz hep beraber diyorum. En acıklı notala-rın birleşmesi olsun umut yatsın içinde ama gizli olarak değil. Darağaçları zihinlerde dikilsin. Yoksulluktan değil zafer şarkıla-rından insanlar sokaklarda yaşasın. Bana bir şarkı söyle diyorum gülüm içinde çocuğumun isminin Bora olduğu Filistin’den gelen gülüm içinde çocuğumun isminin Bora olduğu Filistin’den gelen kanlı puşiyle sardığımız kundak. Ve geri kalanların gözyaşlarının aktığı topraklarla gömün beni. O gün gelecek işte o gün kızıl bir bulut gelecek kimine göre özgürlük kimine göre darağacı olacak belki de! Bana bir şarkı söyle diyorum gülüm. Sana karanfilim diye seslenmek isterdim ama olmuyor işte her beyaz taşta bir karan-fil var artık milyonlarca olmuşsak eğer öyle bir söyle ki şarkını fil var artık milyonlarca olmuşsak eğer öyle bir söyle ki şarkını tüm yatanlar kalksın mezarlarından devrimin hamalları kalksın devrimin önderleri kalksın neferler olarak mevzilerinde. Zafere kadar diyeceğimiz güne kadar. En şanlı elbisemizle gelelim mey-dan okumaya; bizim ''kader''imizde direnmek var diye haykıralım. Bana bir şarkı söyle gülüm, darağacında sallanan ilmikle ne saat 12 olsun nede günlerden 28.Hele hele 6’yı hiç seçme. Tutsaklar çıksın yumruklarıyla yıksınlar zindanları. Köhne duvarlarda buluşmayalım artık meydanlar bizi bekler. Koşalım haykıralım ama arkamızdakilerde bizimle koşsun ellerindeki copları sistemin soğuk duvarlarına sıkarcasına. Senle bir devrim eyleminin bilmem kaç yılında tanışalım ve o bakışların hep o kaşlarında kalsın gülüm. Bana bir şarkı söyle gülüm kızılın en tatlısıyla yazalım duvarlara haykırışımızı. Özgürlüğe seslen-meden gölgelerimizden kaçmadan haykıralım ebemkuşağı gibi olan alanlara bakalım. Ama gülüm darağaçlarını Newroz'da yakalım. Savaşarak doğalım biz ayakkabılarımız olmadan siperlere koşalım pir sultan gibi şaha çıkalım. Mahir gibi mavzere sarılalım. Hiddetimiz güneşe olsun yalandan doğacaksa yine. Bana bir şarkı söyle gülüm hiç bir ezgisi marşlarda kullanılmamış olsun. Bakışların o eylemdeki gibi ve yine insanlar mevzilerinde olsun. Devrimler artık kendi adamlarını yutmasın. Alanlarımızda şehitlerin değil zaferlerin isimleri yankılansın isyanların değil isteklerin mitingleri olsun. Sevgilerimiz Anadolu’nun sevdası gibi olsun. Deniz’ler gibi kardeşliği haykıralım ama zaferlerimizde. Bana bir şarkı söyle gülüm içinde ne tersane yası ne de madenci kader-i hüznü olsun. Bu şarkıda aşk olsun. Sitemim tanrıya lakin muhaliflikten değil ''kader''imden. Berlin’de sürüklenen Yahudi’nin elini tutacak biz olalım. Filistin de çarpışan, Pir sultanı kurtaran, Muhuttinle siperlere yatan biz olalım. Doğu’yla zindanları yıkan ve halkın divanında dört duvar ağalarından hesap soran yine biz olalım gülüm. Son nefesimizde haykıralım gülüm bu şarkıyı. Devrim için diyelim durmadan diyelim. Azimle çıkılan yolda mola vermeyi kim düşünür ki diyelim diyorum da babam geliyor işte odaya yine ''Oğlum sabah olmuş yat artık'' diyor. Olmaz baba kalktığımda böyle güzel parıldamayacak desem de fizik kanunları işte. Kalkıyorum güneş o kadar güzel parıldamıyor devrim planı yapan hayta çocuğun kâğıtla savaştığı anda ki gibi değil. O kadar hiddetli yazmışım ki gülüm kâğıtla öyle savaş vermişim ki ben bu gece bazen en güvendiğim silah paramparça etmiş kâğıdı masaya geçmiş harflerim. Anneme ne hesap vereceğim derdine düştüm bir yandan gel haykıralım diyorsun. ''Bugün devrim yapamayız. Bütün devlet daireleri kapalı'' diyorsun üstelik günlerden pazarsa bana ne? Bana bir şarkı söyle gülüm, “yarın”ı anlatsın.

Page 20: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

Tepki ve Değişim Dergisi • 20

Ekin TaneriAnkara/Çankaya sorumlusu

GERİ SAR Bu günler, ülkemiz için çok sancılı ve yorucu günler. Ekonomik kriz, işsizlik, etnik çatışma, suç oranında artış, toplumun birbirine karşı nefretinin artması vb bir sürü şeyle çok zor bir sınavdan geçi-yoruz. Bunun yanında hala varlığını sürdürmeye çalışan bir devrimci haraket var. Yıllardır mücadele içinde olan bir haraket bu. Cumhuriyetin ilanından bile önceye dayanıyor ve bütün bu zamanlar boyun-ca çok ciddi evrimler ve değişimler geçirdi. Doksanlarda doğmuş ve ikibinli yıllarda Türkiye’de bu haraketin içinde olan bir sosyalist olarak, 68 kuşağını ve ordaki samimiyeti özlüyorum. Yoldaşlık kavramı günümüzde sadece basit bir söze dönüş-tü. Bir örgütte ya da partide aynı yola baş koyan insanların bile tam olarak birbirlerine güvenleri yok. Devrimci haraket geleneklerin ve teorik kitapların üstünden gidiyor. Bundan yıllar önce yazılmış kitap-ları hala doğru sayıyor (şimdi yoldaşlar karşı çıkacak, ama tabii bir gerçek var, o kitaplar bizim teori-mizin temelini oluşturuyor). Bu yüzden bilmemiz gerekir ama eğer o öğrendiklerimizi şu anki politik duruma göre yorumlayamasak gereksiz ve boş bilgiler olarak kalırlar. İkibinli yıllardaki devrimci hara-ketin başka bir önemli problemiyse, halktan fazlasıyla kopuk ve marjinal olması... Halkın gözünde şu anda ki devrimciler partilere ya da derneklere kendini kapatmı,ş saçı sakalı uzun, parkalı postallı, sürekli gerilla türküleri dinleyen, arada bir apartman dairesinden çıkıp çığırtkanlık yapan, camları indiren herkesin artık ezbere bildiği bildirileri dağıttan insanlar. Eylem tarzımız mı yanlış, çok mu geride kaldık bilmiyorum. Bütün bu yaptığım eleştiriler kendim içinde geçerli. Bu yüzden 68 kuşağına büyük bir saygı ve özlem duyuyorum. Onlardan öğrenmemiz gereken çok fazla şey var. 68 Devrimci haraketi gerçekten hiç kimsenin güdümü olmadan ortaya çıkmış bir haraket. Bu kuşak halkını çok seven onların içinden çıkan ve peşinden kitleleri sürükleyen bir kuşak. Bütün demok-ratik yolları denemiş ama çözüm bulamamış buna rağmen herzaman uzlaşmacı ve sevecen bir kuşak... 68 hareketinin en büyük özelliklerinden biri çok cesur ve çok zeki olmaları. Hepsi Türkiye’nin en iyi üniversitlerine girmiş, başarılı öğrenciler... Okuyan, eleştiren, analiz yapabilen insanlar hepsi. Eğer Devrim yoluna baş koymasalardı(!), hepsi şu anki düzende çok iyi yerlere gelebilirlerdi. 68 kuşağı üni-versitelere sığmadı... İşçilerle birliktelerdi... Fabrikalar köyler hepsini bilinçlendirmeye çalıştılar. Ne kadar başarılı oldukları tartışılabilir bir konu, ama hala Deniz Gezmiş dendiğinde gözleri dolan teyze-ler varsa, hala Niksar’da Mahir Çayan’dan “Yiğit oğlan” diye bahseden amcalarımız varsa... İkibinlerde biz hala onları yoldaş ve önder olarak kabul ediyorsak onlar çok büyük işler başarmışlar bence. Selam Olsun, Deniz’e, Yusuf’a, Hüseyin’e... İdam sehpasına giderken bile gülümseyebildikleri için... Son sözleri bile inanç dolu olduğu için... Mahir Çayan, Sabahattin KURT, Nihat YILMAZ, Saffet ALP, Sinan Kazım ÖZÜDOĞRU, Ertan SARU-HAN, Hüdai ARIKAN, Ahmet ATASOY, Ömer AYNA, Cihan ALPTEKİN... 30 Marta Kızılderede hunharca kat-ledilirken bile biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik diyebildikleri için.... Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir son nefeslerini verene kadar şiyarlarından vazgeçmedikleri için... Sinan Cemgil, Alparslan Özdoğan ve Kadir Manga... Nurhak dağlarında tek bir askere bile zarar vermedikleri halde, kurşun yağmuruna tutulup katledikleri için... Taylan Özgür... koskoca Beyazıt Meydanında polis tarafından öldürüldüğünde son sözü devrim olduğu için... 12 Eylül 1980 darbesi sonrası, Erdal Eren 17 yaşındayken işlemediği bir suç yüzünden dar ağacına giderken bile tek bir dakika korku belirtisi göstermediği için Diyarbakır cezaevinde, Mamak’da, Metris’de, Ulucanlar’da, Sansaryan Han’da, Buca’da katledi-len bütün yoldaşlara... Ölüm orucunda gençliğini masaya bırakıp iradesini örgütlerine teslim eden yiğitlere... İşkencede ve hapishanede ölen bütün isimsiz kahramanlara... Hepsine selam olsun!

Page 21: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

Eren [email protected]

KIYAMETBüyük bir heyecanla ‘’Kıyam-et’’ beklentisi taşıyorum! Umarım bu kısa bir sürede gerçekleşir…Bana ‘’manyak’’ diyecekler şimdi. İsteyen arzu ettiğini söyleyebilir.Kıyamet denildiğinde ‘’Dünya’nın sonunu’’ anımsayanlar için gerçekten uçuk bir beklenti bu. Benim yeryüzü ile bir derdim yok!Ben Kıyam-et beklentisi taşıyorum.Kıyam+etKıyam+etEmevi bozgunculuğu ile namazlaştırılan ‘’salat’’ kavramının içini dolduran temel eylemlerden biri olan ‘’kıyam’’, genel anlamı itibari ile; ayağa kalkış, diriliş, özgürlük mücadelesi, bağımsızlık gayreti, adaleti temin ve aydınlanmaya karşılık kullanılan bir kelimedir.Kıyam-et: Ayağa kalk, silkelen, özgürlüğün için mücadele et, bağımsızlığın için uğraş, adaleti temin et ve aydınlan/aydınlat!Bu bir kelime oyunu değil! Kıyamet teriminin dini terminolojide incelenmesi ile birlikte ortaya çıkacak sonuç ta yukaBu bir kelime oyunu değil! Kıyamet teriminin dini terminolojide incelenmesi ile birlikte ortaya çıkacak sonuç ta yuka-rıdakinden pek farklı sayılmaz…Kıyamet, Dünya’nın fiziksel yok oluşu değildir!İnsanlığın kendi elleri ile kendini ‘’yok’’ edişi ardından gerçekleşen ‘’dirilişin’’ adıdır.İşte tam kelime karşılığı bu!Toplumları bugün ilgilendiren anlamı, yeryüzüne çarpacak göktaşlarının matematiksel hesabı değil, içine düştükleri sefil durumdan çıkış formülleri ile olan ilişkisidir…Yani?Başlangıçta ‘’infak düzeninin’’ doğal neticesi olan ‘’ideal toplum’’ düzeyinden, mülkiyetçi ve sınıfsal ayrılıklara dayalı bir talan sistemine geçişi, kendi elleri ile temin eden bireylerin bu durumdan çıkışının adıdır kıyamet.İşin mistik boyutu yok mu?Vardır elbet, ona gireriz ileride…Amma ve lakin zihnimize doldurulan bunca saçmalığın etkisine hapsedilmişken konuşulacak işler değil bunlar. Evvela özgür zihinler görmeliyiz sokaklarda…KKuran’da ‘’Kıyamet sahnelerini incelersek’’, tamamen ‘’Allah’ın egemen olduğu arena’’ olarak tasvir edildiğini görü-rüz…Örneğin;(BAKARA suresi 174. ayet) Allah'ın Kitap'tan indirdiği şeyi gizleyip onu basit bir ücret karşılığı satanlar, karınlarında ateşten başka bir şey yemiş olmazlar, Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacaktır, onları arındırmayacaktır da... Onlar için korkunç bir azap vardır.Allah’ın hüküm vereceği ‘’gün’’ gibi ifadelerin çok sıkça vurgulandığı ayetlerdir ‘’Kıyamet ayetleri’’…İnsanlık, Allah’ın hükmünün ölüm sonrası hayata geçeceğini sanıyor!Heyhat!(BAKARA suresi 15. ayet)Allah onlarla alay ediyor ve onları, kendi azgınlıkları içinde bocalar bir halde sürüklüyor.Yani aslında hükmü sadece Allah koyuyor ve her koşul ‘’O’’nun programına hizmet ediyor.Bunun farkına vardığınız ‘’an’’, Kıyam etmiş oluyorsunuz.Yani ‘’Kıyametiniz gerçekleşiyor’’…Kıyamet gerçekleştiği anda, ne mülkiyet kalıyor ortada, ne benlik!Geride kalanın sadece bütüncül benlik olarak ‘’OGeride kalanın sadece bütüncül benlik olarak ‘’O’’ olduğunu gözlemliyor, ve programa uymuş oluyorsunuz…Nasıl?Kuran’ın Allah tanımı; kâinatta açığa çıkan güzel isimlerin bütününün toplandığı benliğe işaret eder. Şekilden, kalıp-tan, vücuttan ve idrak edilesi bir objeden beri bir gerçeklik, kudret ve teklik gerçeğine dayanmaktadır.Bu, bir bütün olarak ‘’insanda yansımakta olan’’ karakter donelerinde açığa vurulmuş, bu duruma; ‘’Âdem’e öğreti-len isimler/tavırlar’’ denilerek izah edilmiştir.Ancak insan, bu özellikleri kendi benliğine ait kılarak; ikinci bir benlik üretmiş, hâlihazırda bunu üretecek biçimde yaratılmıştır.Yeryüzündeki biyolojik evrimi sonrası insan, bu hali ile ‘’büyük savaşı başlatmıştır’’. Bu savaşın ‘’ikinci benlik cephesi’’, günümüzdeki toplum mantığını üretmiş, mülkiyet ve paylaşımı kendi ölçülerine göre biçimlendirmiştir.Aynı benliğin Allah ve Din tanımı da, ikinci benliğin sahteliği kadar sahtedir…Gerçek anlam ve derinliği itibari ile bu iki kavram üzerine düşündüğünüzde, ideal ortamı üretmeksizin ‘’normaliteye Gerçek anlam ve derinliği itibari ile bu iki kavram üzerine düşündüğünüzde, ideal ortamı üretmeksizin ‘’normaliteye erişemeyeceğinizi gözlemleyeceksiniz’’.Dolayısı ile, Kuran’ın ruhunu benimsemiş bireyler; önceliği ‘’arınmaya’’ vermiş, dünyevi ihtiraslardan geçme adına, tüm varlık âlemini gerçek sahibine atfederek ‘’mülk ve paylaşıma müdahale etmişlerdir’’.

Tepki ve Değişim Dergisi • 21

Page 22: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

Tepki ve Değişim Dergisi • 22

Bu olmadan manevi olgunlaşmanın oluşamayacağını belirten güçlü idrak kulelerinin eylemlerini incelerseniz bunu net biçimde gözlemleyebilirsiniz…Ancak günümüzde ‘’dindarlık adına putperestlik yapan’’ kitlelerin çoğunluğu teşkil etmesi neticesinde oluşan din algısı dâhilinde, ancak ve ancak köle olursunuz!Cennette size verilecek huri ve Nurilerin boş hayalleri ile avunarak, avuntu dinciliğinin maskarası olur, küresel çelişkileri çözecek kudretten yoksun bir biçimde, insanlığın yok oluş serüveninin seyircisi olursunuz!İkinci benlik yalancıdır!TEK olanı böler TEK olanı böler ve parçalar! Yani, toplum olma bilincini yok eder…Kamplar üretir, sınıflar yaratır, tabakalar oluşturur…Burjuvazi-İşçi çelişkisinin temeli buna dayanır. Ama bu sistemde ‘’işçi sınıfı’’ potansiyel bir burjuvadır. Çünkü imkân eline geçtiğinde hızla asimile olur!Çünkü diyalektik hatalıdır! İşin ruhunda problem mevcuttur.Materyalist ölçülerde kusursuz, mana ruhu eksik olan bu gerçekliğin ilacı yine ‘’Kuran’’dır…ÇÇözüm köklere inmek ile mümkündür. Özgür düşüncenin yaygınlaştığı, bilinçli ve analitik bakış kazanmış birey-lerin ürettiği ‘’akıl toplumu’’…Bedenini patronlara peşkeş çekip, indirdiği hatimler ile cennet hayali kuran ‘’ruh hastalarının’’ oluşturduğu yığın-ların fazlaca uzağındaki bu toplum, ancak ‘’selam gerçekliğinin’’ pratiği ile yüzleşme sonrası açığa çıkacaktır.Bu, sabahları metrobüs durağında, kapısı açılan metrobüse; etrafındakileri ezme pahasına koşan ‘’egoistlerin’’ yapabileceği bir iş değil, etrafındakilere öncelik tanıyanların becerebileceği bir aydınlanma adımıdır…Bu, Asya Finans’ta biriken ‘’Kar Paylarını(!)’’ hesaplayan sakallı tefecilerin işi değil, ihtiyacından artanı yoksullara dağıtan ve bununla huzur bulan derin gönüllerin işidir…İşte bu gönüllerle doldurulmuş bir toplumdan bahsediyorum.Bilimsel ilerlemenin ve paylaşımın ‘’rükû/tevazu’’ ile yapıldığı, insanların ‘’insanca yaşama’’ ilkesi etrafında birleştiği/millet olduğu toplum...Mesela, günümüzün modası ‘’darbe karşıtlığı’’ değil mi?Bir darbe karşıtı olarak büyük bir çelişkiden bahsetmek istiyorum!DaDarbeler, Küresel sistemin programlı olarak pratik düzlemde hayata geçirdiği eylemlerdir. Yani terminolojik olarak, emperyalist yayılmanın bir oyunudur...Bir darbe karşıtı, eğer emperyalizme karşı değilse, o zaman yanında demektir. Yani, sistem yine kendi karşıtlarını üretirken, eleyebildiği kadar elekten geçirerek yalıtır ve zararsız hale getirir.Dolayısıyla emperyalizmin can düşmanları dahi ‘’gerekirse darbe karşıtlığı pahasına’’ hedef haline getirilir.Bu basit bir oyundur!İnsanlar ise bu sakızı alır ağzına ve çiğner ‘’kahve köşelerinde’’.BirBir Taraflarına kına yakan baronların finanse ettiği ‘’Taraf gibi’’ yayın Organları yoluyla, halka ‘’sözde’’ darbe karşıt-lığı aşılanır.Ama halk aslında karşı olduğunu sandığı şeye karşı değildir. Çünkü sistemin işleyişine karşı tepkisizdir. Sadece kendisine hedef olarak gösterilen noktaya saldırır…Basiretsizdir, çünkü bütün kavramlarına tecavüz edilmiştir!Din, sistemin kucağından inmeyen sahtekârların dudadudakları arasına hapsedilmiş,İdeolojiler, yine aynı şansölyelere atfedilmiştir…Gerçeklerin üzeri örtülmüştür ve ortalığı yoğun bir yalan bulutu kaplamıştır….Yazık!Birileri çıkar bunları yazar, bunları okuyanların sayısı taş çatlasa 10bin olur,X bir mankenin pX bir mankenin patlayan silikonlarının haber olarak vur-gulandığı makaleler 1milyon tirajla okunur…Bakalım, hayırlısı;Durmak yok yola devam ediyoruz,Kanımızın son damlasına kadar çırpınacağız…KIYAMETE KADAR!

Page 23: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

Tepki ve Değişim Dergisi • 23

Behiye Yaraşçı[email protected]

AYDINLIK YARINLAR DİLEĞİM... Saniyeler arasına sığdırmak hayatı. At gözlüklerini takıp devam etmek yoluna, görmemek bazen gözünün önünde yok oluşları. Bencilliğin temellerini atmak beyine, en sağlamından hem de... Oradan oraya koşturup durmak, kazanmak hırsıyla, Düşündüğünü zannedip zamanla düşünmeyi unutmak. Sorulara programlanmış beyinler, insani değerler bırakılmış bir kenara. Bilgisayarda da bir tuş kadar yakındır bilgiler, ama düşünmez, yorum yapamaz, eleştiremez, üzülmez, acıma duygusu olmaz... Dönüp çevreme baktığımda çoğu insan düşünme, yorum yapma, paylaşma gibi yeteneklerinden uzaklaşmış. Sınavlar öğrencilerin, dizler, programlar yetişkinlerin beyinlerini işlevsiz hale getirmiş. Diziler hayatın bir parçasıymış gibi dost sohbetlerine girmiş. Kimin ne derdi var o bile unutulmuş gibi Haberler izlenir mi bilmem ama konuşulduğuna pek rastlamadım. Sorunca da konuşulacak şey mi var susup oturalım mı derler. Konuşulacak şey… Düşünme yeteneğini kaybettikten sonra konuşsan ne faydası var, anlayamadıktan sonra. Ben söylesem ne değişecek diye düşünür ya herkes o yüzden bu düzene uymak zorunda hisseder kendisini. Sen konuşsan çok şey değişecek, ama farkında değilsin... Konuşulan konular, ilgi alanlarına girdiği zannedilen ilgi çeken boş şeyler, insan beynini aptallaştıran anlamsız diziler, program-lar... Hayatından çıkması gereken ilkler. Değiştirmeye çalışırsan zamanla çoğalır yükselen sesler, üretilen fikirler çoğalır. Düşünmeye anlamaya çalışır insanlar tekrar. Kitaplar girsin artık yavaş yavaş boşluğa gömülmüş odaları aydınlatmaya. Çocukların oyuncakları değişsin mesela... Boş eşya, biblo raflarına yerleşsin kitaplar. Masallar olsun küçücük yürekleri rüyalara taşıyan, duyulan ses umut olsun silah sesleri yerine... Kahvelerin, kumarhanelerin yerini kültür evleri alsın, büyük olmasına gerek yok küçücük oda da olsa insanları aydınlıkta birleştirsin. Değişsin alışmak zorunda bırakıldığımız aptal düzen, bırakmayın boşluğa beyinlerinizi, aptallaştırmayın. Elinizde karanlığı aydınlatmak, bir çocuğu yetiştiren anneden başlamak eğitmeye... Bir okul yapmak, geleceğin temellerini atmak, geleceğin doktoruna, avukatına, öğretmenine aydınlık bir yol çizmek. Aydın-lık bir geleceğe merhaba diyebilmek umutla, inançla... Sesini yükseltirsen değişir dünya, kitaplarsa giren karanlığın ortasına…

Ahmet Ç[email protected]

HAYIR RAPORU AKP’nin hazırladığı, 1982 anayasasını değiştirmeyi öngören anayasa paketinde uzlaşma sağlanamadığı ve 367’nin üzerinde oy alamadığı için, yeni bir referandum dönemi ile karşı karşıyayız. Bu değişiklik paketinde yer alan değişimlerin, en çok tartışılan ve en çok değişimi yapacağı söylenen 3 madde dışında, diğer maddelerin önemli gelişmeler olduğunu ancak bu tartışılacak 3 maddenin yanında, bizim deyimimizle “şekerleme” olduğu görülmektedir. Bu üç madde ise şöyle: 1- Parti kapatma davaları yetkisinin meclise verilmesi 2- Anayasa mahkemesi üyelerinin atanma, sayı ve niteliklerinin değişmesi 3- HSYK’nın yapısının değişmesi Demokratikleşme adı altında gerçekleştirilen bir anayasa değişikliğinde, yargılama yetkisinin mecliste olması normal mi? Anayasa mahkemesinin 17 üyesinin 14’ünün cumhurbaşkanı tarafından atanması, geri kalan 3 üyenin 2’sinin de meclis tarafından atanması, yine yargının siyasallaştırılmaya çalışıldığının göstergesi değil mi? Peki, AYM’den ne istiyorlar? Öncelikli olarak AKP’nin kapatılma korkusunu yaşadığını, bazı yayın organlarında izledik, gördük. İktidardan düşünce kendi-lerini yargılayacak olan yüce divan üyelerini belirlemek istedikleri açıktır. Böylece yüce divanda kurtulmayı hedefliyorlar. Peki, HSYK’dan ne istiyorlar? HSYK, yapı olarak, il ve ilçe savcılarını, Yargıtay ve Danıştay üyelerini atamadan sorumlu kurumdur. HSYK’nın yapısını değiş-tirerek, AKP yargısı oluşturacakları anlaşılmaktadır. Peki, bu tarz bir amaç taşıyan bir değişim, ne kadar demokratiktir? AKP hükü-meti, yasama, yürütme organlarını elinde tutan bir hükümettir. Sadece bu haliyle bile baskıyı her vatandaşa hissettirmektedirler. En sıradan vatandaştan, en bilinenine kadar... Askerler, siyasi ve toplumsal liderler, hatta yüksek yargı üyeleri bile bu korkuyu yaşamaktadırlar. Yargıyı da ele geçirdikleri zaman diktatöryanın kaçınılmaz olduğunu çoğu kez söylememize rağmen, muhteşem bir demagoji ile hala tezlerini savunmaya devam ediyorlar. Demokratikleşmeden dem vuranlar, bu konuda kendileri ile çelişmektedir. Demokratik bir anayasada milletvekili dokunul-mazlığı olur mu? Milli iradenin hakimiyetinden bahsettikleri halde, seçim barajını %10’da tutmaları görülmüyor mu? 12 Eylül ile hesaplaşmak niyetinde olsalar, 1982 anayasasıyla, HSYK’nın başkanlığını yürüten adalet bakanını bu görevden almaları gerekmez mi? Peki bu anayasadaki değişiklik, toplumun temel sorunları haline gelen işsizliği, yoksulluğu ve terörü bitirmeyecekse, işlevi nedir?Demokratik anayasa, toplumu temsil eden her yapı ile mütabakat sağlarakak yapılmalıdır. Yargıyı vesayet altına almaya çalışan ve toplumu hiçe sayarak, kendi kanaatini dayatanlara dur demek için, hayır demek şarttır.

Page 24: Tepki ve Değişim Dergisi 32. sayı

Tekel işçilerinin verdiği mücadele, hepimizi derinden etkilemişti, mücadele verdikleri dönem boyunca. Aylarca çadırlarda kalan, kaldıkları çadırlara elektrik bağlatan, aç kalan, hatta hayatlarını kaybeden Tekel işçileri, 2,5 ay süreyle gündemin ortasında oldular. Hükümet, büyük bir aç gözlülük ile bu emekçilerin kazanımlarına vahşice göz dikerken, açlık grevi yapan insanları dahi dinlemediler. Tekel işçisinin sendikası olan Türk-İş ise, Tekel işçisine büyük bir hıyanette bulunarak, 4/C’yi neredeyse tamamen kabul etti ve hiçbir direniş göstermeden görüşmeleri sona erdirdi. Karşılığında ise yöneticileri 1 Mayıs’da Tekel işçileri tarafından saldırıya uğradı.En son orada duydu sanırızEn son orada duydu sanırız Tekel işçilerinin mücadelesini kamuoyu. Ama hala kazanımları olmayan bir şekilde yaşamaya çalışan işçiler, 2-3 Temmuz tarihlerinde, bir kez daha isimlerini duyurmak üzere, eylem yaptılar. Çünkü Tekel işçisi, hiçbir şey kazanmamıştı, onca çabaya rağmen. 2-3 Temmuz’da Ankara’ya gelen işçiler, sendika binasını işgal etmeye girişti. Başına gelecekleri gören sendika ağaları ise, binanın önüne polis yığdı ve birçok işçiye saldırılmasının önünü açtı. Yetkisiz bir görevli, Tekel işçilerine, görüşülecek kimsenin olmadığı palavrası ile yatıştırmaya çalışsa da, Tekel işçileri, Çadırkent’in bulunduğu mekânda aylar sonra tekrar bir araya gelerek, oturma eylemi başlattı.Türk-İş veTürk-İş ve Tek Gıda-İş ise, bu kişilerin Tekel işçileri ile alakasının olmadığını iddia ettiği gibi, üstelik bu kişileri, yaptıkları basın açıklaması ile polise hedef gösterdiler. Polis barikatlarının ardından yapılan basın açıklaması, Türk-İş’in ne kadar acizleştiğini ve korkaklaştığını da gösteren başka bir tutumdu. Bu açıklamanın üzerine Tekel işçileri, yaptıkları basın açıklamasında, şu noktalara değindiler: “TEKEL işçileri ve Türk-İş üyeleri bu sabah sendika yetkilileriyle işçilerin sorunlarını görüşüp, taleplerini iletmek istediler. Demokratik bir hakkı kullanmak isteyen işçilerin, sendika yöneticileriyle görüşme istekleri, emniyet yetkili-leri tarafından darp edilerek engellendi. Gözaltına alındılar. Gösterilen tepki sonucu gözaltılar serbest bırakıldı. Polisin bu tutumunu kınıyoruz. Bu saldırı, sendikal hak ve özgürlüklerimize, Türk-İş’e, işçi sınıfına yöneliktir; AKP hükümetinin emriyle gerçekleşmiştir. Öfkeliyiz, şiddetle kınıyoruz. Baskıların bizi yıldıramayacağını ilan ediyoruz. 78 gün Ankara’da haklarımızı aradık, direndik. Bu mücadele sonuç alınıncaya kadar devam edecek dedik, mücadelemize devam ediyoruz. Bu mücadeleyi bütün engellemelere rağmen büyüterek sürdürmeye kararlıyız. … İşçileri darp eden emniyet yetkilileri tespit edilip haklarında soruşturma açılmadan, taleplerimizle ilgili söz ve uygulama kararı almadan eylemlerimize son vermeyeceğiz.” Bu açıklamaların bir gün sonrasında, Çadırkent’in bulunduğu alanda, temsili bir çadır ile oturma eylemini sürdüren Tekel işçilerine, polisler müdahale etti. Tek Gıda İş’in eylemi sahiplenmediğini belirten polisin bu söylemine karşılık, Tekel işçileri “Temmuzda burada olma kararını sendika çıkarmıştı. Şimdi yine 1-2 Nisan’da olduğu gibi bizi ortada bırakıyor, satıyor. Bu eylem, görüşme bizim Tekel işçileri olarak bizim en doğal hakkımız” diyerek tepkilerini ortaya koydular. Ancak polis, saldırganlığını sürdürerek, Tekel işçilerinin beklediği noktaya çıkan tüm sokaklara barikat kurup, girişleri engellediler. Tekel işçileri ise sloganlar atarak bulundukları noktayı terk ettiler ve Tek Gıda İş’in Ankara şubesine yürümeye başladılar. Sendikanın kapalı olduğunu gören işçiler, Tek Gıda İş ve Türk-İş’i protesto ederek, geldikleri illere geri dönmeye başladılar ve Tekel eylemleri, sendikaların umursamazlığı ve işbirlikçiliğiyle, kazanımsız bir şekilde, sona ermiş oldu.Türkiye’de sendikacılığın sarıya çaldığını çoğu defa görmüştük.Türkiye’de sendikacılığın sarıya çaldığını çoğu defa görmüştük. Türkiye proleteryası, kazanım elde etmek için, grevlere başvurmayı bir kambur saydığı bir sırada, Türkiye’nin en köklü kurumlarından birinde yaşanan emek hırsızlığı, sendikası olsun, işvereni olsun, devleti olsun, basını olsun, kolluk kuvveti olsun, herkes tarafından bastırılmaya çalışılan bir eyleme dönüştü. Buna rağmen tam 78 gün sürdü ve bu tür küçük eylemlerle de devam etti. Tekel işçisi, 4/C’ye karşı herhangi bir iyileştirme kazanamamış olmasına rağmen, mücadelesi ile diğer grevlerin de önünü açtı. Şu sıralar devam eden UPS direnişi, bunun önemli örneklerinden. Yine Tekel eylemleri ile eş zamanlı başlayan Tariş eylemleri de kazanım ile sonuçlandı. Proleteryanın ısrarla tek tip, halinden memnun, apolitik kılınmaya çalışıldığı bir dönemde, bu eylemlerin getirisi elbette tartışılmaz. Ancak olan, o kadar çabasına rağmen hiçbir şey elde edemeyen Tekel işçisine oldu. Tarih, onlara yapılan bu aldatmacanın hesabını, bir süreç ile soracak mı, bunu ilerleyen zamanlarda göreceğiz. Bakalım o zaman da, sarı sendikaların yaslanacakları barikatlar olacak mı? FOTOĞRAFLAR: “İKTİDAR HAYATI HEDEF ALDIĞINDA,HAYAT İKTİDARA DİRENİŞ OLUR” - Facebook grubu