32
1

Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

Embed Size (px)

DESCRIPTION

 

Citation preview

Page 1: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

1

Page 2: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası

2 3

Haber Fabrikası “gayri memnunların” birbirini haberdar ettiği bir mecradır. Muhalif ve devrimci bir dille gerçekleştirilmiş, haber-yorum, düşünce yazısı, deneme gibi başlıklarda okurlarıyla buluşur. Etkileşim halinde bir okur kitlesi oluşturarak, haber alma hakkını, haberi yorumlama, yeniden üretme ve yayma hakkıyla birleştirir.

Sitede yapılan farklı kaynaklı ve çok sesli haberlerin yanında, katılımcıların kaleme aldığı fikir yazılarıyla bir ortak duruş oluşturmak amaçlanmaktadır. Bu fikir yazılarıyla Haber Fabrikası, haberin-düşüncenin yansıtıldığı bir yer olmaktan çıkarak, düşüncenin özgür üretimini de destekler.

Haber Fabrikası, sınıfsal, cinsel, etnik-politik ya da dini kimlikleri yüzünden egemen sistem tarafından ötekileştirilen bireylerin seslerini duyurma amacını taşımaktadır. Bu meseleler ekseninde düşünce üreten, politika yapan, haber yapan ve yayan her türden çalışmayla kardeşleşir ve ortak çalışmalar yapma arayışına girer.

Haber Fabrikası’nda üretilen tüm haber ve fikir yazıları belli başlı ortak amaçlar içerir; devasa medya ve iletişim olanaklarıyla verili sistemi mutlaklaştıran ideolojik aygıtların ördüğü sette oyuklar açmak birincil hedefidir. Sistemle, onun mağduru olan kitleler arasındaki açı farkını arttırmak, adaletsizliklerin teşhirini sağlamak bilinciyle aydınlatma faaliyeti yürütmek hedefleri arasındadır.

Haber Fabrikası içerikleri gönüllülük esasıyla üretilmektedir. Gönüllü birlik ilkesiyle sorumlulukları paylaşır ve her eylemini okurunun, kitlesinin denetimine açar. Üretilen fikir yazıları ve yorumlarda temel ilkeler dışında herhangi bir sansür uygulanmaz. Temel ilkeler Haber Fabrikası projesini var eden kurucu düşüncedir.

Haber Fabrikası, halkın çeşitli kesimlerinden farklı mücadeleci öznelerin birikimi olmaya uğraşan bir mecradır. Katılımcılarının gönüllü özverileriyle ayakta kalır ve işlevini sürdürür. Barıştan ve demokrasiden yana, halk odaklı bir medyacılığın gelişmesini destekler ve kendini bu alanda tanımlar.

Haber Fabrikası, Türkiye’de var olan alternatif medya geleneklerinin yanına bir yenisini eklemeyi ve oluşturduğu özgür ve etik perspektifle sansürcü medya anlayışlarına karşı radikal medya eleştirisi getirmeyi amaçlamaktadır. Oto-sansür’ü sansür kadar tehlikeli bulur, üretim süreçlerinde bireyi teslim alan “korku”lara taviz vermez.

Haber Fabrikası, emeğin sermaye ile çelişkisinde emekten yana bir tavır sergiler. Erkek-egemen dilin yerine barış eksenli, cinsiyetçi olmayan bir dili inşa etme uğraşındadır. İnanç ve inanmama hürriyetini destekler, hiç kimsenin ya da topluluğun kimliği, kültürü, fiziksel özellikleri, cinsel tercihi vb. dolayısıyla ayrımcılığa tabi tutulmasını kabul etmez, bu türden anlayışlara karşı mücadele eder.

Haber Fabrikası, kadının ikincilliğine dayanan erkek-egemen sistemin kurguladığı cinsiyet tasarımına karşı çıkar. Kadınlara yönelik her türden ayrımcı, baskıcı ifadeye, fiile, bilince karşı mücadele eder. Haber- yorum ve fikir yazılarında kadına yönelik özgürleştirici olanı destekler. Politikada, sanatta, sporda, günlük yaşamda vb. alanlarda kadının şiddete, tacize, tecavüze, ayrımcılığa uğramadığı bir iklimin yaratılması için mücadele veren kadınlara destek olur.

Haber Fabrikası, özgür sanatı destekler, emekten, barıştan yana tutum alan sanat üreticilerine açık bir platform niteliği taşır. Kitle manipülâsyonuna dayanan, metalaşmış sanata karşı, özgür yaratımın yanında saf tutar.

Haber Fabrikası, doğayı bir tahakküm alanı olarak gören ve bu anlayış çerçevesinde doğaya karşı suç işleyen endüstriyel tüketim kültürü yerine, insanı doğanın bir parçası ve tüm canlıların bir içsel değeri olduğunu savunan insan merkezli değil, ekoloji eksenli politikalardan yana taraf olduğunu deklare eder.

Haber Fabrikası, toplumsal eşitlik ilkelerini gözetir. Kültürel kodların ötekileştirdiği insanların yanında toplumun fiziksel farklılıkları nedeniyle içine almadığı ya da toplumsal hiyerarşi gereği sokakta ve mimaride yer bulamayan bedensel veya zihinsel engel yaşayan yurttaşların haklarını gözetir ve “acıma” kültürüne karşı eşit yurttaşlık ilkesini savunur.

Haber Fabrikası, toplumun neredeyse tüm kesimlerince ötekileştirilen LGBTT’lerin yaşam ve eşitlik mücadelelerini destekler. Yayımlanan içeriklerde ötekileştirici unsurların kullanılmamasına dikkat edilmesinin yanı sıra LGBTT’lerin örgütlenme ve haberleşme haklarının iyileştirilmesi için etkin bir biçimde çaba sarf eder.

Haber Fabrikası, endüstriyelleşmiş, birer “gösteri” etkinliği halini alan ve kitlelerin müşterileştirilmesini hedefleyen spora karşı, kitlelerinin spor yapma hakkını destekler. Sporun tekçi ve dayatmacı biçimlerine karşı alternatif arayışlara yer verir; fanatizm, holiganlık, şiddet gibi erkek-egemen sistemin spor kültürüne ‘armağan’ ettiği aşırıkları dıştalar, sporu insanın gelişiminin ve kardeşleşmesinin bir aracı olarak görür.

Fabrikamız kollektif emeğin, birlikte öğrenmenin, yanlışlar yaparak doğruyu yaşamanın, ortak bir gerçeği ve düşü paylaşmanın bacasının tüttüğü bir imecedir.

Günümüz şartlarında medya tekellerinin elde ettiği basım-yayım-dağıtım alanları göz önüne alındığında egemen sınıf ve kimliklerin medyasıyla mücadele imkânsız olarak görülebilir. Haber Fabrikası, internet alanında ortaya çıkarak sonsuz fırsat eşitsizliğine bir tepki koyar ve gönüllülük esasına dayalı destekçileri ve yazar çevresi ile radikal özgürleşmeci içerikler üretir. 21. yüzyılda toplumsal özgürlük mücadelelerinin bilişimle de şekilleneceğinin bilincinde olan üye ve yazarlarıyla Haber Fabrikası, hem sosyal medya olanaklarından tamamıyla faydalanmakta, hem de gelişen multimedya olanakları ile yazılarını okunaklı ve etkileşimci bir biçime kavuşturmayı amaçlamaktadır.

Sözünü ettiğimiz ilkeler ve yönelimlerin takipçisi olacağımızı, emek, özgürlük ve barış eksenli bir hattı kurmakta dostlarımızın yanı başında olacağımızı taahhüt ederiz.

Page 3: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

4 5

Egemen İdeoloji, Dil ve Söylem

İNAN GÜNDOĞDU 6Resmi İdeolojinin Heykeller

ve Anıtlarla İmtihanı CEYHAN ÇILĞIN 26Güler Zere ve

Tüm Haksızlığa Uğramış Olanlar için

SÜREYYA KARACABEY 919 Aralık’ın Onuncu Yılında

BELİZ GÜÇBİLMEZ 29Dağın MırıltısıE. ALİ AYDIN 11

Halkını Satanların Korkusu EREN BUĞRALILAR 31

Şafak Yargılanamaz BabaEVREN BARIŞ YAVUZ 12

Ne Menem Bir Şeydir Bu “Bologna Süreci” SERRA TORUN 33“Mapushanelere Güneş

Doğmuyor” yahut Kafka Sabahları

ZEYNEP ARIKANLI 14

Tam Zamanı, Üzgünüm Kardeşim

MAHİR BOZTEPE 17

Kürtler Kıskaca AlınıyorYa Sonra

TAYLAN DOĞAN 36

Bir Mahkeme SalonundaCAN IRMAK ÖZİNANIR48

12-28-19 ya da Egemenin Haklı ama Her Nedense

Buruk Sevincinin Şifresi BARIŞ YILDIRIM 21

Hacı OruçBir Ramazan Hikayesi

UTKU DENİZ SİRKECİ 43

Bir Ölüm Nefes Alırken EYLEM AKBAŞ 24

Mezopotamya’dan Doğan Güneş

FIRAT CAN KALYON 44

Nemfomanik Erkeklikle Hesaplaşma

FERAY MACİT 19

Hasan’la Birlikte Kayıplarımızı Arıyoruz

BURCU DEMİRBAŞ 40

Nükleer Değil Güneş-Rüzgar Hepimize Yeter CANER BİNGÖL49

Linç Kültürü: İyi Faşist Yoktur Az Votka Vardır ENDER ALDANMAZ52

Polis, Kadın, Çalınan Yaşamlar NİDAL KAR54

İbrahim’in Yan Şapkası İbrahim’in Puşisi ENGİN YILDIZ58

Sevgisiz Bir Çağın Sevgi’li Yazarı: Bilge Karasu SALİH CANOVA56

Ölüm ile Oyun Arasında HÜSEYİN KETE61

PanzehirYILMAZ ANGAY60

Bir Mendil Niye KanarBÜLENT YILDIZ46

Haber Fabrikası’nın yayın organıdır.Ağustos 2011 Yıl: 1/ Sayı: 0

Moderatör:Evren Barış Yavuz

Yayın Kurulu:E. Ali Aydın - İnan Gündoğdu - Mahir Boztepe

Serra Torun - Zeynep Arıkanlı

Tasarım: Burcu DemirbaşLogo Tasarımı: Mahir Boztepe

Yayına Hazırlayanlar: Burcu Demirbaş - İnan Gündoğdu

Page 4: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

6 7Egemen İdeoloji, Dil ve SöylemEgemen İdeoloji, Dil ve Söylem

Egemen İdeoloji, Dil ve Söylem

“İdeoloji, belli insan özneleri arasında, dilin belirli etkiler yaratmak amacıyla fiilen nasıl kullanıldığıyla ilgili bir şeydir. Bir önermenin ideolojik olup olmadığına, söz konusu önermeyi söylemsel bağlamından kopartılmış bir halde inceleyerek karar veremezsiniz; tıpkı herhangi bir yazının edebî eser olup olmadığına aynı yöntemle karar veremeyeceğiniz gibi. İdeoloji, bir ifadenin içerdiği dilsel özelliklerden çok, kimin kime hangi amaçlarla ne söylediğiyle ilgili bir meseledir.” Terry Eagleton

Egemen’in Gizli Çekiciliği1 başlıklı yazıda “başka bir dünya yaratmak isteyenlerin” kullandıkları dilin “egemen dil” ile girdiği ilişkiyi genel hatlarıyla özetlemeye çalışmıştım. Bu yazıda da dilin, “ideoloji, dil ve söylem” bağlamında “egemen ideoloji”nin ataerkil dil evreninde yer alan cinsiyetçi/ayrımcı kullanımlarını ve cinsiyetçiliğini açmaya çalışacağım.

Voloşinov, Marksizm ve Dil Felsefesi adlı çalışmasında, Marksist bir çözümlemeyle bireyin toplumsal olduğunu ve bu yüzden bilincinin de toplumsal olduğunu dile getirerek bireyin

kurulumunda yer alan dilin ve ideolojinin öneminden bahseder.

“Sözcükler her zaman davranış ya da ideolojiden türeyen içerik ve anlamla doludur.”

Voloşinov, dil ve ideoloji arasındaki ilişkiyi anlamak için “etkileşim” kavramını devreye sokar. Sadece “etkileşim”in olduğu yerde göstergenin olabileceğini dillendirir. Gösterge, anlamdan ve bu anlamın oluştuğu bağlamdan ayrılması mümkün olmayan bir dolaşım ağının içinde yer alır Voloşinov’a göre. Bireyler arasındaki iletişimin maddileşmesi göstergenin varlığına işaret eder: “Dil tam burada, somut dilsel iletişimde hayat kazanır ve tarihsel olarak evrimleşir.”

Kuramını diyalektik-materyalist felsefenin üzerine kuran Voloşinov’a göre ekonomi ne kadar gerçekse ideoloji de o kadar gerçektir. İdeolojinin maddileştiği bir alan olan “dilin gerçek üretim

süreci şu düzeni izler: Toplumsal ilişkiler üretilir (kökü altyapıdadır); bu ilişkide dilsel iletişim ve etkileşim üretilir; etkileşim içinde söz edimi biçimleri üretilir; son olarak, üretim süreci dil biçimlerinin değişiminde yansımasını bulur.”

Dil kuramında anlam, birincil derecede önemlidir. Sözcüğün tek başına yansız olduğunu, ona yüklenen anlam ile varlık kazandığını söyleyen Voloşinov, sözcüğün anlamının da içinde yer aldığı bağlama bağlı olduğunu ve bu bağlamın arkasında da toplumsal sınıfların parçalanmışlığının olduğunu dile getirir.

“İnsan davranışındaki ideolojik iletişim konusunda her dönemin ve her toplumsal grubun kendine özgü bir söylem biçimleri repertuarı dün vardı bugün de var.”

Voloşinov’un kuramında dilin alanı, sınıf mücadelesinin de sürdüğü bir alan haline gelmiştir.

İdeoloji, Marx, Engels, Lukacs, Gramsci, Althusser gibi birçok düşünürün üzerinde kafa yorduğu ve her birinin elinde farklı anlamlar kazanmış bir kavramdır. Sovyet düşünür Voloşinov’un elindeyse ideoloji, göstergelerden bağımsız düşünülemeyecek bir kavram halini almıştır. Çünkü, ona göre “bilincin mantığı, ideolojik iletişimin, bir toplumsal grubun göstergesel etkileşiminin mantığıdır. Bilinci, göstergesel, ideolojik içeriğinden yoksun bıraktığımızda geriye kesinlikle hiçbir şey kalmaz”.

Terry Eagleton, İdeoloji adlı çalışmasında Voloşinov’un kuramından bahsederken şunları dile getirir:

“İdeoloji göstergeden kopartılmadığı gibi gösterge de somut, toplumsal ilişki biçimlerinden tecrit edilemez. Gösterge yalnız ca bunlar içinde ‘yaşar’; buna karşılık bu ilişki biçimlerinin de toplumsal yaşamın maddi temeli ile ilişkilendirilmesi gerekir. Gösterge ve onun toplumsal konumu ayrılamaz derecede birbirine karışıp kaynaşır ve bu konum, bir konuşmanın yapısının ve biçimini içeriden belirler. Demek ki burada, ideolojiyi sadece ekonomik ‘altyapı’nın ‘yansımasına’ indirgemeyen, söz konusu sözcüğün maddiliğine ve yakalandığı söylemsel bağlamlara gerçek hakkını veren materyalist bir ideoloji kuramının genel hatlarıyla karşı karşıyayız.(…) Dil ve ideoloji Voloşinov’a göre bir anlamda özdeş olsa bile bir diğer anlamda özdeş olamaz; çünkü çatışan ideolojik konumlar kendilerini aynı ulusal dil içerisinde dile

getirebilir ve aynı dilsel cemaat içinde kesişebilir. Bu da gösterge ‘sınıf mücadelesinin bir arenası’ haline gelir, demektir.(…) Voloşinov’un çalışmaları böylece bizlere yeni bir ideoloji tanımı kazandırmış olur: Karşıt toplumsal çıkarların gösterge düzeyindeki mücadelesi.”

Voloşinov’un dil ve gösterge üzerinden tanımladığı ideoloji kavramının yanlış anlaşılmaması için birkaç telkinde bulunmak gerekebilir:

1- Dil ile ideoloji arasındaki ezen-ezilen çatışması; insanlığın başındaki belaların bütününü “dilsizliğe” ve/veya “egemen dil”in ezilenlerin kullandıkları dilin içinde yer ettiği alana hapsederek bütün kötülüklerin baş müsebbibi olduğu anlamına gelmediği;

2- Dilin içinde söylemle beraber anlamlanan göstergelerin ‘egemen dil ve söylem’den arındırılmasının, elekten geçirilmesinin dilin topyekün ortadan kaldırılıp yerine bir başka “üst-dil” mevhumunun yerleştirilmesi anlamına gelmediği.

Kelimeler, “egemen ideoloji”nin içinde yerleştiği söylem evrenini açık eder. Yaşamı görme ve gösterme gibi ikili bir işleve sahip olan kelimelerin, kullanım alanlarında işaret ettiği söylemlere göre düzenlenmesi, ayrıştırılması gerekir. Egemen ideolojinin ve dilinin her alana sirayet edebileceğini, ettiğini kabul ediyorsak, steril ve korunaklı bir alanda yaşamayan ezilenlerin ve onların dilinin de egemen paradigmadan nasibini alabileceğini, aldığını kabul etmek gerekir. Bu anlamda, ezilenlerin kullandığı dilin erkek-egemen ideolojiden ve dilden ayrıştırılması gerekir.

Egemen dil, hâkim bir formül üretmek için kategorileştirme işlemini gerçekleştirir ve cinsiyet, sınıf, ırk gibi parametreler üzerinden tahakküm kurarken dil ile bunu destekler. Örneğin, cinsiyet kategorizasyonu bunlardan biridir. Egemen ideoloji, dilde cinsiyet kategorizasyonunu “aktif” ve “pasif” olarak bölmeyle gerçekleştirir. Egemen ideolojinin kurduğu cinsiyet modelleri günlük hayatta; örneğin erkekleri rasyonellik, güçlülük, sertlik, başarı, netlik vb. özelliklerle tanımlarken, kadınları duygusallık, zayıflık, yumuşaklık, muğlaklık, kararsızlık, diğerkâmlık vb. özellikleri ile tanımlar ve kategorileştirir.

İnan GÜNDOĞDU

1 Egemenin Gizli Çekiciliği; http://www.haberfabrikasi.org/s/archives/13322

Page 5: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

8 9Güler Zere ve Tüm Haksızlığa Uğrayanlar İçinEgemen İdeoloji, Dil ve Söylem

Çük Kardeşliği‘2nde “hegemonik erkeklik” kurulumunun farklı şekillerde tezahür edişinden bahsetmiştim. Erkeklik hallerinin sınıfsal, kültürel, ekonomik, siyasal olarak değişkenlik gösterdiğini; örneğin alt sınıflara kaba kuvvet üzerinden şekillenen bir erkeklik, “delikanlılık”, “harbilik” anlatısı sunduğunu söyleyebiliriz. Hatta alt sınıfa ait erkekler, üst sınıfa ait olan erkekleri yumuşak, feminen, kadınsı, muhallebi çocuğu vb. bularak kendi erkekliklerinden ayırırlar. Üst sınıfların erkeklikleri ise, kaba kuvvet dışında, başarı, para, kariyer, iş, güç vb. özellikler üzerinden kurulur.

Erkeklik ritüelleri “hegemonik erkeklik” tarafından belirlenmiştir ve bir grubun, topluluğun içinde bulunduğu -siyasal, kültürel, ekonomik ve sınıfsal parametrelerden bağımsız olmamak koşuluyla- ruha uygun şekilde hareket etmesi beklenir. Bu ruha aykırı olanlar kadınsılıkla -özellikle kadınsılaştırarak- “kılıbıklık”, “yumuşaklık”, “ibnelik” vb. tanımlamalarla suçlanarak cinsiyetçiliğe ve ayrımcılığa maruz kalırlar. Örneğin, erkek-egemen söylem içinde “sıfat” önemli göstergelerden biridir. Sıfat, varlığı nitelemeye ve belirtmeye yaradığı için söylemin gideceği yolu belirler. Kullandığınız sıfat, nitelenen kavramın özelliğini değiştirir, bu yüzden dili kullananın neden birini değil de diğerini seçtiği onun ideolojisini açık eder.

Dilin içindeki “egemen ideoloji”nin cinsiyetçi kullanımı, sadece dilbilgisi kurallarında değil, aynı zamanda kelimelerde, deyimlerde, atasözlerinde farklı biçimlerde ortaya çıkmıştır. Dildeki cinsiyetçi ideoloji üzerine yapılmış olan araştırmalarda aynı dil ailesine mensup dillerin tıpkı diğer açılardan olduğu gibi cinsiyetçilik açısından da benzerlikler taşıdığı saptanmıştır. Hint-Avrupa dil ailesine mensup olan bütün diller (birkaç örnek dışında, İngilizce gibi) dilbilgisel açıdan, Ural-Altay dil ailesi ise, kelimeler, deyimler ve atasözleri açısından cinsiyetçilik içermektedir.

Voloşinov, sözcüklerin tek başına yansız olduklarını, ona yüklenen anlam ile varlık kazandığını ve bu anlamın da içinde yer aldığı bağlama bağlı olduğunu ve bu bağlamın arkasında da toplumsal sınıfların parçalanmışlığının olduğunu söylemişti. Bireyler arasında “etkileşim” ile iletişimin

maddileşmesi sonucunda oluşan gösterge, toplumsal ilişki biçimlerinden tecrit edilemediği gibi ideoloji de göstergeden bağımsız düşünülemez.

İdeolojinin maddileştiği bir alan olan dilin, söylemden kopartılarak incelenmesi mümkün olmadığı için iç içe girdiği “egemen ideoloji”nin cinsiyetçi/ayrımcı dilinden ayrıştırılması gerekir. Aksi halde ezilenlerin mücadelesi, egemene karşı yürütülen bir mücadele olmak ile “egemen ideoloji”ye eklemlenme arasında gidip gelen sakıncalı bir sarkaç olmaya mahkûm olacaktır.

Güler Zere ve Tüm Haksızlığa Uğramış Olanlar İçin

2 Çük Kardeşliği; http://www.haberfabrikasi.org/s/archives/9662

Süreyya KARACABEY

Onunla benim aramda ne vardı, bilmiyorum? Ben güvenli bir hayat sürerken, o hayatını adadığı bir dava yüzünden hapse düşmüştü, hayatını bir davaya adayanlara, aynı düşüncede olmasam da hep saygı duydum, haklarında konuşurken dikkatli olmaya çalıştım çünkü bizim konuştuğumuz yerden hep çok uzaktaydılar, kendini başkaları için feda etmenin gücüne sahiptiler, kendinden vazgeçmenin gücüne.

Yakıcı bir sınırda hayatlarını sınayanlar karşısında ahkam kesemeyeceğimi bilecek kadar anlardım onları, genç ömürlerini verdikleri şeye kimi zaman öfkelensem de onlara öfkelenmek aklıma bile gelmezdi hiçbir zaman. Korkak bir ikiyüzlülükle bezenmiş hayatların ortasından çıkıp, bizi utandırarak, canımızı yakarak, kollektif bir iyi için savaşarak ve ölerek yaşayanlara söz söylemenin en azından güvenli bir hayatı her şeyin üzerine koyanların hiç hakkı olmadığını düşündüm.

Ölüm oruçları sonunda gerçekleştirilen “hayata dönüş“ operasyonları sonrasında, onları ölü sevicilikle suçlayan Alatlı’yı bu yüzden hiç bağışlamadım. Ölmenin dışında hiçbir yol bırakılmamış insanlara, sadece bir örgütün piyonu olarak bakılmasında, korkunç bir aşmışlık ve değmezlik duygusu dışında hiçbir şey görmedim. Kendi hayatında en ufak risk almamış olanların, onlar hakkında konuşma hakkı olmadığını düşünüyorum. Bizim adımıza cesaret gösterenlerin, kendilerini ateşe atanların karşısında utançla boğazımız düğümleneceği yerde, serinkanlı bir biçimde “değmez” eleştirisi yapılmasını aklın olmasa da vicdanın sustuğu yer olarak okuyorum. Buna karar verecek olan biz değiliz, hiç risk almamış olanlar, şiddete doğrudan maruz kalmayanlar, kalpsiz bir gerçekçiliğin ortasında yaşayıp hiç bilmedikleri hayatları yargılayanlar, buna karar veremezler.

Page 6: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

10 11Dağın MırıltısıGüler Zere ve Tüm Haksızlığa Uğrayanlar İçin

Güler Zere ile benim aramda ne vardı bilmiyorum, onun ölümü karşısında sadece insanlığımdan utanıyorum. Sanıyorum ki onu göre göre ölüme götüren koşulların ben de bir parçasıyım, onu ve başka tutukluları ölüm halinde içeride tutan düzene yeterince güçlü bir ses çıkarmadığım için, elimden bir şey gelmediğine kendimi inandırdığım için, sadece ölümüne yandığım için.

Onunla benim aramda ne vardı bilmiyorum, otuz yedi yaşındaydı, benden gençti ama kısa ömrünü benim gibi geçirmedi. İçerideydi, hastaydı ve yaşamasına izin verilmedi. Onun hayatından korkanlar bizim hayatımızdan korkmuyorlar, demek ki onun yaşaması bizimkinden daha önemliydi.

Gençken, daha gençken özgürlük duygusunu her şeyin üstüne koyduğumu hatırlıyorum, şimdi öyle düşünmüyorum, adalet duygusunun olmadığı yerde özgürlüğün hiçbir anlamı olmadığını biliyorum. Bu ülkede, hatta dünyada adalet duygumuz sürekli incitiliyor ve bununla aldığımız nefes sürekli zehirli. İnsanları içeri attıkları yetmiyor, en temel insani haklarına el koyuyorlar; aralıksız, aralıksız öldürüyorlar ve insanlara, astıktan sonra bir de işkence eden ortaçağ papazlarına benziyorlar.

Güler Zere’yi astıktan sonra bir de işkenceyle ölümünü ikizlediler. Bunu nasıl sindireceğiz, kendimize nasıl insan diyeceğiz, bilmiyorum. Onun sayesinde hasta tutuklulardan haberimiz olmuştu, hapisanelerde süren zulümler bileşkesine bir iki gazete bizi tanık etmişti. Ve biz hala bu bilgiyle yaşayabiliyoruz, hiçbir şey yapmadan, sadece üzülerek, birkaç sözle duruma ortak olarak, vicdanımızı susturarak.

Onunla benim aramda ne vardı, gerçekten bilmiyorum ama tanık olduklarımız yüzümüze yapıştı diye aynadan korkuyorum. Biz rahat uykulara soyunurken üstelik bizim adımıza acı çekenleri düşünüyorum ve bu kadar zulme susmanın zalimle işbirliği olduğunu düşünüyorum. Her şeyi aştık, kendini feda etmeyi edebiyatın konusu yaptık, kendini ateşe atanları siyaseten yargıladık ama ölen Güler Zere’ler, biz değiliz. Onun yaşadıkları bizim sokaklarımızdan bile geçmiyor, oturduğumuz kafelere uğramıyor onların hayatı, biz sadece konuşuyoruz bize radikal başka hayatlar hakkında.

Her şeyi aşmış, uzlaşmış halimize politik bir eda vererek üstelik, ölümler hakkında konuşuyoruz. Ve onları tıpkı astıktan sonra kurşunlayanlar ya da işkence edenler gibi bir kez daha öldürüyoruz.

Güler Zere, ondan korkanlar tarafından öldürüldü; Zere onları korkutacak güce sahipti, iyileşmesine bile izin vermediklerine göre, vaktinde en temel insani hakkını kullanmasına izin vermediklerine göre, ölesiye korkuyorlardı ondan. Demek ki hepimizden daha kuvvetliydi.

Ne vardı, onunla benim aramda bilmiyorum. Sadece bütün ölümleri aniden anlamsızlaştırdığını biliyorum ve en zayıf göründüğü noktada bile onun hepimizden çok güçlü olduğunu biliyorum.

Dağın MırıltısıE. Ali AYDIN

Binlerce insanın ahı düştü soğuk zemine. Dünyanın seyri içinde ve bir ülke serüveninde kısa bir dönem olsa da, zulüm mecrasında maharetini kanıtladı devlet sarkacımız…

Metin Göktepe adına aşinalığım, zulmü zihnimde bir yere yerleştirmeye çalıştığım dönemden. Metin’in öldürülen diğer gazetecilerden farkını da, çok sonra keşfettim (konumuz o değil). Adının geçtiği ortamlarda, devlet adıyla kafiyeli nice küfürlerin savrulduğuna da; birkaç insanın başkaları adına utanacak kadar sevdiği ülkesine sustuğuna da tanıklık ettim. İnsanların zulme bu kadar teşne olmasına hayret etmeyi bıraktım. Sonra sonra, alışmaya başladığım suskunluklar oldu, çokça. Elleriyle insanın içini yoklayan ölülerin hatıralarıyla halvet oldum. Tutanağa geçirilen adının yanında birçok bahane sıralanan genç cesetlerimiz oldu. Komünist, Kürt, Türk ya da sadece aşık, birçok insanın ölümüyle doldurduğu günler sıradanlaştı.

Metin’in öldüğü tarihi de, ömrümün takvimiyle tuttum dimağımda. Öldüğü sıralar, ilk kez güzel bir kızın elini tuttum; kötü şiirler yazdım. O öldükten yaklaşık 5 sene sonra dedem öldü. O 5 senede, Kürt ellerinde belki de Metin’in binlerce çağdaşının öldüğünü de, sonradan öğrendim.

Dağın Mırıltısı

İnsanları tanımlayan söyledikleri değildir çoğu

zaman. Susulan, hakkında iki laf edilmeyen olaylar, söz konusu edilmesi halinde derin bir iç çekişle geçiştirilen durumlar; düğümü çözüldüğünde ezber edilenin göçeceği memleket meseleleridir. Öyle ya, savunmasız insanların öldürüldüğü bir ülkede, bunun hesabı da sorulmuyorsa üstelik; daha büyük memleket meselesi yoktur. Memleket meselesi dediğinin vasfı da rakı masasında meze olmak olunca…

Yıllardır tekrar edilen, binlerce insanın hep bir ağızdan susuşu aslında. Bunları yaşamış olmaktan, tüm bunların bir yerinden kendine değmiş olmasından öfke duyan insanların mırıltısı…

Sus Göçü

Şimdilerde tutulan günlükler okundukça, zulmün kendisiyle bile temizlenemeyen lekesi gizlenir olmaktan çıktıkça; insanlar sadece yaşadıklarıyla değil, tanık olduklarıyla da kurmaya başladıkça hayatın saatini, sesleri de o derece duyulur oluyor. En son Hrant Dink’i kaptırdığımız zulmün sesini bastırmaya yetecek kadar olmasa da, henüz… İnsanlar konuşmaya ve dinlemeye başladı. Öyle, susuşlarımız biraz da ondandı. Hayır, dinleyen olmayınca da konuşmanın bir yararı vardır elbette. Sürekli tekrarladığımız için, hatırlamakta zorlanmayacağız kim bilir?!

Page 7: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

12 13Şafak Yargılanamaz BabaŞafak Yargılanamaz Baba

Şafak Yargılanamaz Baba

Evren Barış YAVUZ

Nabzını sıkı tut. O senin zamanı ölçtüğün şeydir.

Tenini sıkı tut. O senin ülkendir.

Çorba kokularını sıkı tut. O senin kentlerden aldığın yaşama bilgisidir.

“Ölenlerimizin öcünü alacağız” kırk yıl önceden bir Bolşevik baskı afişte yazıyor. Kırk yıllık acı, ceketlerin ceplerinde öldürülmüş çocuk fotoğrafları.

On yedi yaşımız olsun. Olsun bir teşhir masasında okunaksız el yazıları, kötü matbaa işi dergiler, patikler, kuş resimleri, daktilolar, kitaplar… Teşhir masasının arkasında esmer çocukları halkın… Esmer, dağınık saç, kırık lisan, ceplerinde azıcık para. Halkın uzun ayazından esmerleşmiş çocukların dağıttığı masanın teşhirinden kalkan yumruklar. Telsizler telaşlı, polisMuh(a)biri medyası telaşlı, camlar telaşlı, çay bardakları ise sakin. Masa dağıldı. Yüzde eşkâl dağıldı. Saçlar dağıldı.

İrade. Elleri cebinde sokaklarda yürüyen, dostlarının kapılarını tek tek çalan, ayazda kazaklar ören, yazda soğuk sulardan söz eden, zindandaki sevgilisinin fotoğrafını kalbine sıkıca bastıran… İrade.

Oysa her şey kötü gitmiştir. Ekmek küflenmiştir. Sökülmüştür en sevdiği gömleği. Rüzgârı üzerine alınmıştır. Pencereden bir kumru ona uzun bakmıştır. Öyle uzun bakmıştır ki hıçkıra hıçkıra ağlamıştır.

Yani kötü gitmiştir her şey. Mektupların üzeri çizilmiştir, telefonları açmamıştır soluk soluğa aradıklarımız, rehine bir eşya bırakmışsındır. Sahafta kitaplarını satmışsındır üç paraya, üzerine tarih attığın kitapları… Kitapların kokusu burnunu yakmaktadır. Daha söyletme işte! İyi gitmemiştir. Kalbin ağırdır, kanın bulanık, etin ağrılıdır.

İşkenceden yeni gelmiştir birimiz. Alnını öperiz, alın yazısına dudak izleri bırakırız. Birimiz çay getirir, birimiz mendil çıkartır, birimiz ant içer! Yürürken gözlerimiz büyür. Kumruların gözleri büyür!

Bir ömrüm var. Bir ömrüm boyunca kırdığım erik dalları, ömrüm boyunca öptüğüm dağ perileri, ömrümden uzun yollar, valizler, ajandalar… Bir ömrüm var bir yerlerde çınlayıp duran sesler arasında, kalabalık bir isyanın içinde dinlenir.

Oysa kötü gitmişti. Kalbini yokladın,

buldun. Haritan vardı, bozdun. Korku kokuyor, umursamadın. Uyandın sabahlar yaptın, Ekmekleri küfle yedin, suları bulanık içtin, taşlara uzandın… İrade diye anacağız bunu. İrade! Kendinden başlayarak dağıttığın köle pazarlarını aklında tut.

İrade göstermek; Milyonlarca ses boğarken özgürlüğün çıtırtısını, ezbersizce bağırmaktır. Silahları, holdingleri, haramileri, gölgesiyle dahi ürküye sevk eden bir rehberin gözetici harfleriyle gitmek çekip… Çekip kendini zincirden gitmek! Gitmek kendinin de uzağına gitmek. Taşların, suların ve duaların hükmünde iman etmek kederle anlattığın bir tarihe…

İşte babamın teni öyle inceciktir ben bunları yazarken. Mayıs’ın kan günlerinden birinde onu toprağa verdik. Saçların taradık, binlerce kardeşi gibi sessizlik içinde gömdük onu etimize.

Sızılar dururum kaç yıl oldu. İniler dururum bin yıl oldu. Kaç ölüm gördüm, kaç dirimle midem bulandı.

Babamdır. ‘bir sarışın kelime’ olup dağılmış bir orduyu toplamak için heves etmiştir.

Onu bize ölmeye bıraktılar.

Biz ölümle erken tanıştık ben el kadardım. El kadarım, hala babamın elleri kadar… Alnımı sıvazlayan elleri kadarım. ‘Haydi, yüzünü yıka’ derken omzumdan tutan elleri kadarım. ‘Bu defa iyi gidecek’ derken göğsümde kalmış kırıntıyı toplayan elleri kadarım.

Sıkı tutuyorum her bir harfi bu hayat denen öğretmenin bize bıraktığı. Sıkıca tutuyorum, ölmüyorum, ölmesine izin vermiyorum kardeşlerimin. Ölünce birimiz deliriyorum koşup mezarlara bakıyorum, inanmamak için! ‘Yok hayır ölmedi’ demek için!

Sıkıca tutuyorum hayatın saçlarından.

Şafak yargılanamaz! Sen bağırıyorsun bize 28 yıldır…

Şafak yargılanamaz… Kuşlar, kadınlar, devrimciler, çocuklar, çiçekler, sessiz harfler, somun ekmekler, kitaplar, bir dostuna sıkıca sarılanlar, aşık olanlar, sürgüne gidenler, bardakta karanfiller… Yargılanmaz!

Hayat bize bir yanıt verecektir!

Page 8: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

14 15“Mapushanelere Güneş Doğmuyor” yahut Kafka Sabahları“Mapushanelere Güneş Doğmuyor” yahut Kafka Sabahları

“Mapushanelere Güneş Doğmuyor”yahut Kafka Sabahları

Zeynep ARIKANLI

Joseph K.,1 bilmediği bir suçun zanlısı olarak yargılandığı davada kendisini “ben masumum hâkim bey” sözleriyle savunduğunda hâkim sorar: “Peki, hangi suçtan masumsunuz?”

Galatasaray Üniversitesi Endüstri Mühendisliği öğrencisi Cihan Kırmızıgül de, baştan aşağı bir Ceza Sömürgesi’ne, koca bir Duruşma2 salonuna dönüşmüş olan memlekette, çoktan verilmiş bir hükmün mahkûmu, Hüseyin Edemir’lerden, İnan Süver’lerden, TMK mağduru çocuklardan geçilmeyen ülkemizin yeni Joseph K.’sı. Hangi suçtan masum olduğunu anlatmaya çalışan Cihan’ın yaşamı, bir buçuk yıldır Tekirdağ 2 No’lu F tipi cezaevinde itinayla karartılıyor devletimiz tarafından. 20 Şubat 2010’da göz altına alınıp tutuklanan Kırmızıgül’ün, son duruşmada delili olmayan suçlardan dolayı dört ay daha hapiste kalmasına karar verildi. Zira memlekette, masum olduğu kanıtlanana kadar herkes suçludur. Af buyurun, herkes değil tabii: zalimin hukukunun geçtiği yerde, mezalim suç değil; mezalimin mağdurları “suçlu.” Şimdi bir buçuk yıl öncesine, Kırmızıgül’ün yaşam hikâyesinin zaliminkiyle kesiştiği noktaya gidelim.

“Puşi, Ayağa Kalk!”3

“Şüpheli Cihan Kırmızıgül’ün PKK terör örgütü adına eylem yapmak amacıyla 20.02.2010 günü saat 21:45 sıralarında Kağıthane ilçesi Etibank Caddesi üzerinde toplanan grup içerisinde yer aldığı, toplananların yüzlerini puşi ile kapattıkları, ellerinde Molotof kokteylleri olduğu halde kürtçe slogan attıkları, Etibank Cad. No: 52’de bulunan Bim Marketin camlarına doğru 2-3 molotof kokteyli attıkları, daha sonra kaldırım üzerine ve yola Molotof kokteylinin atıldığı ve gösteri yapanların üçerlî ve dörderli gruplar halinde Beyoğlu ve Kağıthane’ye doğru kaçmaya başladıkları, Bim Market ve Etibank caddesine Molotof kokteyli atan 170 cm boylarında, yüzü puşi ile kapalı, kahverengi kapüşonlu kazak, yanlardan cepli siyah kanvas pantolon olan ve kahve renkli botlu canlı takip neticesi isminin

sonradan Aslen Adıyaman Merkez nüfusuna kayırlı, Abulvahap-Asiye oğlu, Adıyaman 1988 doğumlu […] Cihan Kırmızıgül’ün yakalandığı;

Şüphelinin polis tarafından takibi sırasında dur ihtarına ve uyarı amaçlı havaya ateş açılmasına uymayıp kaçtığı, su hendeğine düşmesi üzerine polisin atılarak yakaladığı, bu esnada dinenip polisin silahını almaya çalıştığı, üst aramasında bir adet […] cep telefonu ve içerisinde vodafone hatlı sim kart, bir adet üzerinde DİESEL ibareleri olan kordonlu kol saati, bir adet cüzdan, bir adet puşi ele geçirildiği;

Şüphelinin üst aramasından elde edilen puşi tabir edilen bez parçasının yapılan incelemesinde; PKK-KONGRA-GEL terör örgütüne müzahir kitle tarafından gerçekleştirilen Molotof kokteylli korsan gösteri, araç kundaklama vb. eylemlerde şüphelilerin tanınmamak için yüzlerini kapatmakta kullandıkları puşi olduğu […] anlaşılmıştır.”

Anlaşılmıştır!

Kırmızıgül’e isnat edilen suçların tek kanıtı, “puşi tabir edilen bezin incelenmesi” sonucu elde edilen bulgular. Bu bulgulara ve iddianamenin diline bakarak, puşinin suçunu itiraf etmiş olduğunu düşünebilir insan. Öyle de olmalı, zira bir buçuk yıldır içerde tutulan Cihan Kırmızıgül’ün “suçunun” yegâne kanıtı söz konusu puşi.

Anlaşılmıştır!

Cihan Kırmızıgül ise, olay günü, Kağıthane’de oturan İlhan Çetin adlı arkadaşının evine gitmiştir. Her ne hikmetse, görülen dört duruşmada Çetin’in tanıklığına başvurulmaz. Poliste “susma hakkı”nı kullanan Kırmızıgül savcılıkta şöyle ifade verir: “Cumartesi gecesi arkadaşımın evinden çıkıp kendi evime gidiyordum. Saati tam olarak hatırlamıyorum. 8-8:30 gibi arkadaşımın evinden çıkmıştım. Orada

sanırım eylem olmuş. Benim boynumda puşi vardı. Ben otobüs durağına giderken önümde bir araba durdu. Arabada 1 veya 2 kişi vardı. Dur dediler. Polis olduklarını söylediklerini hatırlamıyorum. Kanalın içine yatırdılar. […] Ben kesinlikle kaçmadım. Beni kovalayıp yakalamadılar. Ben onların söylediklerini yerine getirdim. Elinde silah vardı. Beni yere yatırdı ve ellerimi kelepçelediler. Kafama silah dipçiğiyle vurdular.”

Anlaşılmıştır!

“Gizli tanığın” ifadelerinin ve “hukukî delillerin” de harmanlamasıyla “hüküm” verilir: “Şüpheli Cihan Kırmızıgül’ün […] PKK terör örgütü adına eylem yapmak amacıyla Molotof kokteyli saldırıda bulunduğu, yüzünü puşi ile kapattığı, örgüt üyesi olarak tanınmamaya çalıştığı, molotof kokteyli atılması sonucu markette yangın çıkarıp zarar oluştuğu, şüphelilerin PKK terör örgütü adına eylem yaparak, şiddet içeren faaliyetlerini benimseyip terör örgütünün organik yapısı içinde yer aldığı;

[…]

Şüphelinin eyleminin değerlendirilmesinde […] soruşturmamıza konu olan olayda şüphelinin şiddet içeren eylemleri nedeniyle PKK terör örgütüne üye olduğu anlaşılmakla…”

Anlaşılmıştır! 24 Şubat 2010 tarihli bu iddianamenin ardından, Cihan Kırmızıgül önce Bayrampaşa Cezaevi’ne, sonra da kimsenin haberi olmadan apar topar Tekirdağ 2 No’lu F tipi Cezaevi’ne gönderilir. Mahkeme için devletimiz aceleci davranmaz, ilk duruşma 29 Temmuz 2010 tarihinde yapılır. Savcının Cihan Kırmızıgül beraatini talep ettiği dava hâkim tarafından 24 Kasım’a ertelenir. Cihan’ı hendeğe yatırıp döven polisin ifadesini tekrarladığı bu duruşma, Cihan’ın kendisini tartaklayan polis karşısında donakalmasının sessizliğinde geçer. Bu sessizliğin muhakemesi “ikrardan gelen sükut” olacak ki, tutukluluk halinin devamına karar verilir. Dava, savcının talep ettiği üzere “gizli tanığın” dinlenmesi için 4 Mart 2011’e ertelenir. Bu arada, davada görevli savcı ve hâkim değiştirilir. 24 Şubat 2010 tarihinde savcılıkta verdiği ifadede, eylemleri yönlendiren ve molotof kokteylerini (ifade tutanağında “meşale” sözcüğü geçmektedir) atan iki kişiyi görse tanıyacağını, “ben devletimi seviyorum, bu şahısları yakalayın” sözleriyle süsleyen gizli tanık, 4 Mart 2011’deki duruşmada, gördüğü kişinin Cihan Kırmızıgül olmadığını söyler: “Benim ifademde belirttiğim kişi bana gösterilen kişi değildir. Ben olay yerine çok yakındım. Hatta orada [Bim market] saçı

yanan çocuk benim arkadaşımın çocuğuydu. Ben bu şahıslarla yüzyüze geldim. Bu yüzden tanıyorum.”

Gereği düşünülür: “Sanık Cihan Kırmızıgül’ün üzerine atılı suçun yaptırımı olan sevk maddelerinin alt ve üst sınırlarına, suç ve tutuklama tarihine nazaran kaçma şüphesi devam ettiğinden atılı suçun CMK. 100/3 maddesinde yazılı suçlardan olması, kuvvetli suç şüphesini gösteren olgu kriterinin mevcut dosyada devam etmesi, delilleri karartma ihtimalinin bulunması bu nedenle korunma tedbirlerinin de uygulanması yeterli olmayacağından tutuklama sebepleri kalkmadığından TUTUKLULUK HALİNİN DEVAMINA…”

Suçun önce tanımlandığı, sonra isnat edildiği, suçlanacak kişinin bulunduğu bu 2010/2011 model Dava’nın son duruşması ise 27 Mayıs 2011 tarihinde yapılır. Suçlamaların, tutarsızlıkların cirit attığı, hukukun demeyeyim de adaletin tamamen dışlandığı duruşmanın kendisi de tutanağı da aceleyle, şıpın işi kotarılır. “11 Ağır Ceza Mahkemesineden istenilen dosyanın gelmesinin beklenmesi mütalaa olunur” diyen iddia makamı, ağzından çıkan hukuksuzluğun bir de yazım hatalarıyla kusturacak kıvama getirildiğinden habersiz, Cihan’ın tutukluluk durumuna ilişkin soruya da şu yanıtı verir: “Suç vasfı ve delil durumuna nazaran tutukluluk halinin devamı talep olunur.”

Gereği düşünülür: Bir önceki duruşma tutanağının son satırları, TUTUKLULUK HALİNİN DEVAMI diye büyük harflerle bağırmaktan da imtina edilmeden, kopyalanıp yapıştırılır. Değişen sadece tarihtir: 14 Eylül 2011.

Başka bir deyişle, “Cihan’ın yokluğuna giderek alışılan, durumunun adeta kanıksandığı” on beş aya, bir dört ay daha eklenir. Hapishane dj’lerinin hem Cihan, hem de ziyaretçileri için “Mahpushanelere Güneş Doğmuyor” türküsünü uygun görüp alay edebilecekleri bir dört ay daha…

Memleket sabahları, Gregor Samsa’nın, “tedirgin düşlerinden uyandığında kendisini devcileyin bir böcek,” Joseph K’nın ise sebebini bilmediği bir suçtan tutuklu bulduğu sabahlara benziyor. Memleket koskoca bir mahpushane. “Yargının suçtan önce geldiği, insanın erişilemez bir hükmün içinde zaten çoktan hapis olduğu bir dünyanın; (…) cezasını arayan suçun değil, suçunu arayan cezanın; kafesini arayan kuşun değil, kuşun arayan kafesin”4 dünyası. Böylesi bir dünyaya, böylesi bir mahpushaneye doğacak güneş de yok.

1 Franz Kafka, Dava.2 Dava adlı kitabın Türkçe’leştirilmiş diğer adı.3 Yazının bundan sonraki kısmında yer verilen iddianame ve dava tutanakları olduğu gibi yazıya geçirilmiş olup, yazım hataları aynen korunmuştur.

4 Nurdan Gürbilek, Benden Önce Bir Başkası

Page 9: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

16 17Tam Zamanı Üzgünüm Kardeşim“Mapushanelere Güneş Doğmuyor” yahut Kafka Sabahları

Tam Zamanı Üzgünüm KardeşimMahir BOZTEPE

Yanlış zamanda doğdun. Yanlış zamanda üstelik, her Türk gibi asker doğdun…

Taşradan gelen baban dedi: “Ulan o arsayı alaydık zamanında, şimdi kraldık. Bizle birlikte gelenlerin hanları apartmanları var…”

Haklıydı.

Yapımında inisiyatif kullanamayan annen, “Zamanında biraz akıllı olaydım, seni doğurmazdım” dedi.

Haklıydı.

Mahalle takımının en aykırı topçusuydun. Galatasaray’dan istediler, seçmelere gittin. Kendini gösterecektin, önündeki 20 yıl, bütün çocukların sırtında adın yazacaktı. Pişik olmanın da zamanı mıydı? Koşamadın, seçil(e)medin, “camia” buna takılmadı ama bütün mahalle seni ayıpladı.

Haklıydılar.

20 yıldır yaşadığı kenti sevemeyen baban dedi ki: “Ah be, şu cadde üstündeki dükkanı alaydık zamanında, şimdi yolumuzu bulmuştuk”

20 yıldır, babana rağmen mahallesini seven annen, “Zamanında anamı dinleyeydim bu adama varmazdım” dedi.

Mahalle mekteplerinin tümünde talebelik ettin… Az gittin uz gittin, düz liseden düz çıktın.

Üniversite sınavları gelip çattığında, sistem değişti… Zamanı mıydı? Devletin sistemi hiç değişmezken, sınav sistemi niye bu kadar sık değişiyordu?

Varıp “üniversite kapısı“na, niyaz edemeden yapısına, sessizce döndün sokağına.

Önce biraz tornacılık ettin kir pas içinde, sonra marangozda cila yuttun bir süre… Top oynarken, cama dizilen kızların hiçbiri yoktu artık.

Page 10: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

18 19Nemfomanik Erkeklikle HesaplaşmaTam Zamanı Üzgünüm Kardeşim

Nemfomanik Erkeklikle HesaplaşmaFeray MACİT

Toplum olarak erkeklerin; kadınların doğaları, giydikleri ya da giymedikleri, cinselliği yaşayış biçimi, mekansal ayrışmaları ile mekanına göre giyinme adabı, ahlakı, iktidardaki düzensizlikleriyle ilgili gerçekleştirdiği bir dizi düzenlemeler ve müdahaleler, sadece geleneksel bir cinsel ötekiliği ifşa etmiyor; aynı zamanda kadın bedenine dair sürekli yenilenen tamamlanma süreçlerine de işaret ediyor.

Bu, toplumsal hayatın içinde erkekliğin, erkek olma halinin sürekli yeniden düzenlenen ve genişleyen kişisel hayat alanlarıyla ve kimlikleriyle ve hatta cinsiyetleriyle de hesaplaşamadıklarını gösteriyor.

Erkeklik ve kadınlık pratiklerine her gün yenileri eklenirken özellikle kadın bedeni; üzerinde hala konuşulması, düzenlenmesi ve denetlenmesi gereken bir şeymiş gibi hala karşımızda. Bunun varlığını devam ettirebilmesi, erkeklik söylemlerinin kendini daha çok var edebilmesi için destek olarak bir dolu yapay gerçekliklerle beraber ama en çok da yine kadın dilini kullanarak bedenleri zapturapt

altına almaya çalıştıklarını görüyoruz. Bunlardan en yakın tarihlisi yeni bir tasarı olan hadım yasası: Cinsel saldırı suçu ile çocuklara ve reşit olmayana tecavüzden yargılananların “hadım edilmesi”ni öngören bir tasarı. Bu tasarıyı TBMM’ye sunan ise, erkeklik söylemiyle kadın dilinin harmanlanmış hali olarak Alev Dedegil’in cümlesiyse geldi: “Bu bir hadım veya ceza değildir, tedavidir” .

Bu tasarı cinsel saldırı suçlularını ve tecavüzcüleri bir hasta olarak görüp cinsel suçunu görmezden gelme durumudur. “İyileştirme programı” olarak bireyi bir anlamda hormonel dengesizliklerin kurbanı olarak gösterip rehabilite etmedir bu, açıkça işlenen cinsel suçu meşrulaştırmadır. Bunun “tedavi yöntemi” mi yoksa tacizleri ve tecavüzleri cinsel suçlu olarak görmeyip “hasta” olarak pişirip önümüze sunma gerçeği mi olduğunu başka bir taciz davasının suçlusu olan Hüseyin Üzmez’i ve sağlık raporlarıyla aklanma çabalarından da biliyoruz.

Bu teklifin hadım etmek şeklinde ortaya çıkmasına karşı gelinse de bu tasarı bir hadım etme ya da

Baban dedi:“Zamanında serserilik etmeyeydin, şimdiye en azından kiradan kurtarmıştık.“

Annen tünediği sofradan kaldırmadan başını, “Şimdi zamanı mı bey“ dedi.

Biraz işsiz dolandın etrafta. Bir süre “cigara“ya takıldın, 94 model “tesko şahin“le turladın mahallenin birbirine benzeyen sokaklarını.

Bitirimliğe doğru yol aldığını gören eş dostun zorlamasıyla, semtin atölyeden bozma fabrikasında şoförlük işi bulundu. Hem temiz işti, hem altında araba olacaktı. Daha ne! “İş görüşmesi“ne gittiğinde, askerliğini sordular. Tecilli desen de “olmaz öyle koçum“ dediler. “Zamanında askerliğini yapsan, şimdi mis gibi işin vardı aslanım“ dediler. Çıktın gittin.

Vatani görev diye sırtını sıvazlayanlara inandın. Gönülsüzce şubeye yürürken, askerliğin binbeşyüz aya çıkarıldığını falan öğrendin. (Zaman yine oyununu oynamıştı işte!)

Şimdi…

Birliğine teslim olduğunda, sırayı bozduğun için küfür işiteceksin. Kötü yemekler yiyecek, kötü kokular içinde kıvranacaksın.“Yemin töreni“ geldiğinde uygun adım yürüyemediğin için dayak yiyeceksin. (Bak bunun zamanla ilgisi yok)

Tribünde, ilk kez seninle gurur duyan baban: “Zamanında askeri okula vereydik şu oğlanı, tertemiz maaşı vardı“ diyecek.

Annen, gözleri yaşlı, “Zamanında bitirse de dönse“ diyecek.

Dilini anlamadığın kuşlara kin tutmadığın halde dilini konuşmasına “müsade“ edilmeyen kardeşinden neden bu kadar nefret ettiğini sorgulamayacaksın bile. Teçhizatı kuşanıp, bereni taktığında, “zamanı geldi, öldür“ diyecek komutan.

Ama senin için yine yanlış zaman olacak. Tetiğe basamadan, yığılacaksın olduğun yere.

İşte bütün kötülükler, senin zamanında olacak. Hepsi sana denk gelecek…

Yanlış zamanda doğdun, doğru zamanda öleceksin! “Onlar“ ölmeni istediği zamanda…

Hiçbir kadının rüyasına giremeyeceksin annenden başka. Sevgilin, unutacak seni, bir daha adını bile anmayacak, evlenecek, çocukları olacak.

Mahalle, onu bir süre ayıplayacak. Ama herkes

düğüne gidecek. Hatta en yakın arkadaşın, ucuz bir limonataya satacak seni, çeyrek altın takacak senin giyemediğin damatlığa.

Sonra…

Spiker diyecek: “Türkiye şehidine ağladı“

Annen diyecek: “Fidan boylu evladıma kıydılar“

Baban diyecek: “Vatan Sağolsun!”

Arkadaşların diyecek: “En büyük asker bizim asker!”

Herkes ”haklı” olacak, sen ölü!

Eğer sen, bir kere bile olsa “tam zamanı“ demez de, bu düzeni reddetmezsen.

Üzgünüm kardeşim, bütün bunlar olacak!

Page 11: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

20 21Egemenin Haklı ama Her Nedense Buruk Sevincinin Nemfomanik Erkeklikle Hesaplaşma

cezai bir yaptırımın da ötesinde hatta tedavinin de ötesinde; tacizciye, tecavüzcüye ve sonra yeniden –hala işleyen yasada olduğu gibi- tecavüze ve tacize uğrayan insanların beden haklarını da ihlaldir.

İnsanların, insan haklarını gasp ederek, bedensel bütünlüklerini kesintiye uğratarak, cinsel şiddet uygulayarak; yeni bir “cinsel suç” işlenmekte ki bu sefer suçluya aynı dil üzerinden ancak bu kez de devlet yasasıyla taciz ve tecavüz edilmektedir. Ki bu da cinsel bir terapi yöntemi değil insan hakları ihlalidir. Bireyin “bedensel bütünlüğünü bozmak” -hangi merciler yaparsa yapsın -kişi hangi suçu işlemiş olursa olsun- insan hakları ihlalidir ve suçtur.

İşte tam da burada cinselliğin -toplumsal cinsiyetin, cinsel kimlik aidiyetinin ya da aidiyetsizliğin, her türlü cinsel suçların, özünü cinsellik olarak gördüğümüz her şeyin- aslında sadece yargılanmadığı aynı zamanda yönetilip denetlendiğini de bir kez daha gördük.

Bu tasarıdan sonra herkeste bir kusma hali belirirken büyük büyük lokmalarla önümüze getirilen yeni yemeklerden midem bulandı ki onlardan biri de Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Prof. Orhan Çeker’in “Tecavüz sorunun odağında kim var? Kadın var. Kardeşim sen dekolte giyinirsen bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmayacaktır. Tahrik ettikten sonra sonucundan şikayet etmen makul değildir” sözleri oldu. “Dekolteli erkeklik”in yani erkeklik yapılanmasında bir erk mercisi olmadan toplumsal cinsiyetiyle varolabilen bir alternatif erkekliğin mümkün olduğuna inanırken, dekolteli kadınları tahrik edici bulup hatta tacizciler ve tecavüzcülerle suç ortağı olarak değerlendiren, suçları bölüştürüp pay eden, kadın bedenini bir cinsel nesne olarak gören Orhan Çeker’i neredeyse unutmak üzereyiz?

Orhan Çeker; tahrik etmemek ve tacize, tecavüze uğramamak için kadınların mekanına göre giyinme ahlakından bahsederken aslında erkekleri de bir beden karşısında tahrik olmanın aslında bir erkek olmanın ön koşulu olduğunu hatta bunun doğal bir şey olduğunu da çaktırmadan söyler. Oysa burada erkekleri “nemfomanik” olarak görür ki o da hiç bitmeyen bir çiftleşme arzudur. Sırf buradan bakıldığında bile hadım yasasının hemen akabinde neden böylesi açıklamalar yaptığı oldukça bilinen bir yüzüdür: Çünkü erkekliği nemfomanik bir semptom gibi düşünürsek cinsel suç işlemiş olan erkekler hemen tedavi edilmeli hatta böylesi bir suça teşvik edenler; ki bunlar dekolteli kadınlardır: hemen cezalandırılmalı!

Aslında vahim olan, Orhan Çeker’in toplumsal

cinsiyetin merkezine oturttuğu erkekleri ne kadar aşağıladığının da farkında olmamasıdır ve daha da vahimi bu meseleye erkeklerin de sessiz kalmasıdır… Bu sadece kadınların bir mücadelesi değildir. Eğer öyleyse erkeğin cinsellik arzusu sürekli katlanarak artan ve hiçbir zaman tükenmeyen arzularının ışığında doğuştan tedavi mi edilmeli yani? Erkeklerin cinsiyetlerinden ötürü bu kadar aşağılandığı bir meselede hala sessiz kalmaları oldukça şaşırtıcı mı değil mi gerçekten?

Ve yazının en başına tekrar dönersek yoksa bu durum, erkeklerin hala “erkeklik”le ve “toplumsal cinsiyet”le hesaplaşamadıklarından mıdır?

12-28-19 ya da Egemenin Haklı ama Her Nedense Buruk Sevincinin Şifresi

Barış YILDIRIM

12 Eylül 1980 generallerinin rüyalarında görseler inanmayacakları şeyi, 28 Şubat 1997 başardı. Toplumun aydın kesimlerini ve –onların kanaat önderlikleri aracılığıyla da– genelini görünüşte ve kısa vadede karşıt, özünde ve uzun vadede paralel iki safta topladı: Ulusalcılık ve liberalizm.

“Kansız darbe” 28 Şubat’ın kanı 19 Aralık 2000’de döküldü. Daha doğru bir ifadeyle, zaten on yıllardır devrimcileri ve halkı boğmakta olan o “kan denizi,” meşum MGK toplantısından sonra, doruğunu 19 Aralık’ta bulacak bir fırtınaya tutuldu. Egemen birkaç kurşununu sözde asıl hedefi olan İslamcılara gönderdiyse de şöyle bir gazete taraması bile ölen, işkencelerden geçirilen ve dünyanın en büyük hapishane direnişiyle yüzer yüzer ölüme ve sakatlığa koşanların sosyalist devrimciler olduğunu gösterecektir.

Bugün artık 12 Eylül katilleri, sahildeki

villalarında huzurla ölümü bekleyebilirler. 28 Şubat ve 19 Aralık’ın topluma saldığı dehşet ve yanılsama, onların yapamadığını yaptı ve ordu ve hükümetlerin bölünmez bütünlüğünden oluşan devletin muhaliflerini ordu ve hükümet taraftarları kabına dökmeyi başardı.

Ters köşeye yatan “solcu”lar

Bu süreç elbette baştan sona sola dairdir. Egemen kendisi için asıl tehlikenin nereden geldiğini iyi bilir ve önlemini ona karşı alır. Hep sola vurur, sağı gösterirken bile. Bu arada da solda duranların en zayıflarını sağa yatırmayı başarır.

Son on yılda, bu ‘ters köşeye yatırma’ yahut ‘transformasyon’1 işleminde tuhaf bir şey oldu. Sol, devrimci bir tutum olarak giderek sahanın dışına itilmeye çalışıla dursun, onun yerini almak için ısınma hareketlerine başlayan yedeklerin formasında

Page 12: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

22 23Egemenin Haklı ama Her Nedense Buruk Sevincinin ŞifresiEgemenin Haklı ama Her Nedense Buruk Sevincinin Şifresi

da ‘sol’ etiketi vardı. Milliyetçinin solcusuna (nasıl oluyorsa?) ‘ulusalcı’ denirken liberalin solcusuna (nasıl oluyorsa?) ‘sol liberal’ denmeye başlandı.

Eskiden Sovyetler ya da Çin’den devrim (değilse bile devrim programı) bekleyenlerin bir kısmı ordudan laiklik, bir kısmı hükümetten demokrasi beklemeye koyuldular. Kare bıyıklardan gamalı haçlı armalara sevinç gözyaşları damlarken, “sol,” iki yandan koşarak gelip, devletle kucaklaştı.

İşin tuhafı, bunlar, dünkü konumlarını ne denli yerin dibine batırıyorlarsa (“Ah, ne çocuktuk biz devrimi çok severken!“) bugünkü konumlarını o denli seviyorlar. Oysa adı devrim olsun, demokrasi olsun, hatta laiklik olsun, devayı dışarıdaki bir takım dinamiklerden bekleme konusunda bir arpa boyu yol almış değiller, üstelik şimdiki “dışarı”, emperyalizmin ta kendisi.

Ama bu, öykünün eksik bir anlatımıdır. Bu öyküde egemenin en görmek istemediği kahraman hâlâ yerinde duruyor: iktidarı onun elinden alıp ezilene vermek üzere savaşanlar. Evet, tutsaklar yahut tutuklular, fakat hâlâ kendileri için hiçbir şey istemeden her şeylerini halka vermeye hazırlar.

Devrimciler öldürülür, hapsedilir, hatta bazıları yıldırılır. Ama devrim düşüncesini doğuran koşullar devam ettiği sürece, yeni devrimci kuşaklar öncekilerin yerini alır. O yüzden, siyasi polisten araklanmış “Sizin abileriniz bu işleri bıraktı, siz hâlâ akıllanmadınız,” lafı doğru okunmalıdır. İktidarı, iyice zayıfladığı söylenen devrimcilere bütün hırsıyla saldırtan şey bu doğru okumadır zaten. Sorun, kaç kişinin devrimcilikten vazgeçtiği değil, on yıllar geçtiği halde hep yeni devrimci kuşakların ortaya çıkması, hep “akıllanmayan” birilerinin var olmasıdır.

88 Kuşağı ve ayaklanmalar

Sonu sekizle biten yıllarla kuşaklaştırma alışkanlığına bağlı kalarak 88 kuşağı diyebileceğimiz gelenek, henüz ve ne mutlu ki 68 ve 78 kuşaklarının maruz kaldığı popülerleştirme, ikonlaştırma (“dizileştirme”) işlemine maruz kalmadı. Bunun en önemli sebebi, geleneklerinin hâlâ tehlike

oluşturmaya devam etmesi.

Kendilerinden öncekilerden kat kat fazla öldüler ve acı çektiler. Kat kat daha elverişsiz koşullarda, “sosyalizm öldü, ideolojiler bitti” çığlıkları arasında, sadece faşizmin değil solcu geçinenlerin de fiziki ve psikolojik saldırılarına karşı savaştılar. Ama (“Tanrım, bu ne zor bilmece?”) hâlâ varlar. Kim daha tehlikeli olabilir ki?

Bu kuşağın ortaya çıkardığı devrimci dalganın yolculuk öyküsü, ’88 ve ’89 1 Mayıs’larıyla başladı.2 Bu süreçle birlikte hız kazanan devrimci şiddet eylemleri ve öğrenci-işçi direnişleri birbirlerini besleyerek ’90 ortalarına dek dalgayı yükseltmeye devam etti. Dalga hızlanıyor, kuşatılmış evlerde ve dağ koyaklarındaki her çatışma, sokaklarda atılan her slogan bu hıza bir şeyler katıyordu.

Ancak bir olay vardı ki, dalganın sadece hızını değil ivmesini de yükseltti. “Bu kan denizi”ni temizleyip “ufkunda kızıl bir güneş” doğurmak üzere yükselen devrimci dalga, o tarihten sonra devlet gemisini beşik gibi sallamaya başlayacaktı: 12 Mart 1995 Gazi Ayaklanması. O tarihten 2000 başlarına dek devrimcilerin gündemi belirlemediği neredeyse tek bir hafta geçmeyecekti. Susurluk ise, onların yıllardır ölerek dile getirdikleri gerçeklerin herkes tarafından görülmesini sağlayan “hayırlı kaza” oldu.

Bu sürecin köşe taşlarını ve o taşların üzerindeki kan ve ateş izlerini bir an bile unutmadıysak da, burada tek tek sayacak değiliz. Söylemek istediğimiz, 28’in 12’nin işini tamamlamak üzere başlattığı ve yalnızca 19’daki terörüyle değil müthiş bir ideolojik başaşağı çevirme hamlesiyle muhalif kafaları kendine yedeklediği operasyonun işte bu dalgayı durdurmak üzere yapıldığıdır.3

Derin dondurucudan çıkış

Görünüşe göre başarılı oldular. 88 kuşağının geleneği bugün gündemi belirleyecek güçte değil.

Geçmişin birçok muhalifi ise, şimdi devletin sağ ve sol kollarının altında ve de izni dahilinde birbirlerine diş göstererek laiklik ve demokrasi mavalları okuyorlar.

Hepsi değişecek. Ama bunu burada söylemenin çok anlamı yok. Bilen biliyor, bilmeyenin inanması içinse bu şarkıyı sokaklardan dinlemesi gerekecek. Yine de bir şeyi hatırlamakta fayda var:

12 Eylül’ün buz kalıbında 10 yıllığına dondurulduğundan beri, bu ülkeye her şey 10 yıl geç geliyor. 1990’larda dünyanın dört bir yanında sosyalizmin ruhuna çalınan çanlar bu topraklarda kızıl bayraklarla sokaklara akanların devrim ve sosyalizm sloganları arasında vızıltı gibi duyuluyordu. 2000’lerde dünyanın çeşitli köşelerinde sosyalizm bir kez daha umut haline gelirken, entelijensiyamız batıda sönümlenmeye yüz tutmuş bir idealist/metafizik düşünce varyantı olan postmodernizmi keşfederek mesela örgütlenmemenin de yıkıcı bir politik tavır olduğunu söylemeye başladı.

Aslında benzer bir derin dondurma işlemini dünyaya, ’90’lar uygulamıştı. Soğuk savaşın galiplerinin ayaklarını sevinçten yere vurarak kaldırdıkları tozlar dağıldıktan sonra kapitalizmin tarihin sonu falan olmadığının ortaya çıkması için on yıl yetti. Kaç tane web sitesi açılırsa açılsın, çağımız iletişim değil “emperyalizm ve sosyal devrimler çağı.” Henüz sınıfsal yörüngesine girmiş değil, fakat her gelen yıl 50’şer milyon artan yoksullar ordusunun çeşitli vesilelerle ve çeşitli görüntüler altında ateşlenen isyanları dünyayı sarsmaya devam edecek.

Vaktidir. Dünyamızın ve yurdumuzun halkları, zamanın buzlarını çözüp ilerlemeye hazırlanıyor. Paris Komünü’nden Gazi Ayaklanması’na atılmış en küçük çakıl taşının bile dersini akıllarında tutarak. Bunun farkında oldukları için şu sıralar hâlâ 12-28-19 “mucizesi”nin keyfini süren egemenin sevinci buruk ya.

Şu reklamın dediği gibi, dünya onların; ama öyle kötü kullanıyorlar ki her şeyi yiyip yutmaya çalışırken boğulup gidecekler. Kaç kere dedik onlara, sokmayın şu dünyayı ağzınıza, boğazınızda kalacak!

2 Elbette bunu söylerken sınıf savaşının bir süreklilik olduğunu, faşist darbeler-in bile onu kesintiye uğratamayacağını, ’80’lerin, özellikle hapishanelerde ve Kürt dağlarında destansı kavgalara tanıklık ettiğini, tüm bunların da ’90’ların mücadelesini ortaya çıkarmakta belirleyici etkenler olduğunu aklımızda tutuy-oruz.

3 Ne zaman bunu söylesek, devletin gücünden bahseden ve devrimcilerin ve onların yönlendirdiği kitlenin, en güçlü olduğu dönemde bile, iktidarı somut olarak tehdit edecek durumda ( “sayıda” diye okuyunuz) olmadıklarını söyleyen birileri çıkıyor. Onlar, 28’cilerin egemen sınıf içgüdüleriyle gördüğü şeyi, süre-cin aktığı yönü göremiyorlar.

1 Güney Çeğin, ‘Entelektüel Alanın Dönüşümü’ başlıklı yazısında, hedefi “egemenlik alanından dışlanan sınıfların ve alt-sınıfların organik aydınlarının muhalefet etme gücünün ortadan kaldırılması” olan bu yöntemi transformizm kavramı çerçevesinde tartışıyor.

Page 13: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

24 25Bir Ölüm Nefes AlırkenBir Ölüm Nefes Alırken

Bir Ölüm Nefes AlırkenEylem AKBAŞ

“Bir ölüm nefes alırken bir dudakta Öbür bütün şeyleri nasıl anlatmalı”

Şimdi bir yağmur yağsa, geride kalan(lar)la öleninin, katledenle seyreyleyenin birbirine karıştığı tüm bu “insan” kokusunu bastırsa, dahası silip götürse… Ve dönse kelimeler bize sırtını, tüm anlamlarını çekip alarak…

Katledilen, zulüm ile yitirilen, yok sayılan onca insan yükünü taşıyamayacak denli ‘hafif’ kelimeler! Ve inkârla kendini gizleyen mahcubiyete yaren olmayacak kadar da keskin bir küskünlük içinde!

Hem zaten… Bir ruh ile vücut tutuşurken adak kılarak kendini, yâd ederek kendi alevinde bir direnişin ruhunu, hangi söz bir insan ömrüne karşılık gelir ki!

“Bundan sonra bizden iyi niyet beklemesinler”

diyerek zulmü, zulm edence, alenen onaylanan ve yine zulümle sınanıp bilenen bir halkın ezasına karşılık gelecek bir cümle var mı? İç ve Ah! çekişteki o derin kırıklığı, ağıtsız, başı dik yas’ı hangi sözcük hakkıyla teslim eder. Biz tükettik tüm anlamları, kelimeleri sayısız ömrün ağıdına nakşederken…

Bir çocuk Doğu’nun sokaklarında vurulurken yaşından fazla mermiyle, kanı babasının kanına karışarak akarken ve bir anıtın yasağında hiç olmamış kılınarak kaskatı kesilirken, biz yenemediğimiz zulmü o vakit kelimelerle alt etmeye çalışırız… Üzünçlerimizle giydirir kelimeleri ve ürkeklikle giydiğimiz mahcubiyeti öfkeyle soyunuruz, yine kelimelerle…

Çalınmış bir nefesi solumanın utancıyla, yüzümüzü gömerken direnişin vücut bulduğu isimlere, kelimelerin hızını geçer, üzerimizden eksilen nefesler… ve bir lanet gibi bitmeyen bu kıyımda utanarak da olsa gelip sözcüklere

yaslanırız avunma ile isyan aralığında bir durakta, kelimeler yetişip tutamadığımız hayata yakılan bir ağıt olur “ölümün öldüğü yerde”!1

Ve fakat bir YETER! vakti çoktan aşındırdı kapıları geçiyor dâhi…

Önce kendine bir sitemle başlıyor haykırışı insanın. Ölürken insanlar, gayesi ve sebebi bir yerde alkışa, bir yerde lanete denk tutulurken… Acı, kendinden yüklü bir kuvvetle sesini duyururken, “devlete ve millete zeval vermeyecek” faşist bir cetvelden “düzeltilerek” ya da bir diktanın ezberinden tokatlanarak geçiyorken… ve vicdanın gölgesi olan dil bir acıda dahi bulaşamıyorken, küssün bize kelimeler, çekerek tüm anlamlarını üzerimizden... ve dilsiz bıraksın bizi, acıda bile buluşamıyorsa bir lisan ve yüz!

Her yiten ömrün ardından, üzünç, öfke, sitem ya da öçle, hulasa-ı kelam bir sebeple sarıldığımız kalem’lerden dökülen ve geri dönüşü namümkün olan hakikatin sureti olan Kelimeler, ölüler geçidi gibi dizilirken, hiçbir akıl ve vicdanda yer bulamıyorsa kendine… Tehdit ile bir “güzelleme” arasında gidip geliyorsa ezenle ezilen arasında biçimlenen bir sarkaç gibi… Susalım!

Yitirdiğimizi yeniden bulacak kuvvette bir kelimeyi buluncaya dek, sözümüz eylemimize denk düşünceye dek!.. “Yükselen bir özgürlük çığlığını boğmak için tezgâhlanan linç müsamerelerini dağıtacak olan”, “özgürlüğün soluğu”2nu yakalayıncaya dek susalım!

Odalarda durmuş zamanlar, yeniden ve yitirdiklerimizle birlikte akıncaya dek, kuvvetimizi yeniden kelimelerle birlik kılıncaya dek SUSALIM! Gidenin soluğunda kalsın bir müddet kulağımız, anımsayalım o sesi, hatırda tutalım o soluğu… Bir gün büküldüğü yerden hayatın belini doğrultmak için…

Ama şimdi bir UTANALIM, ölülerimiz çokça çünkü! Katiller pek pervasız çünkü! Vicdanlar gölgesini yitirmiş çünkü! Çünkü fevt olan hayatın yükü sızmışsa satırlara, bir sayfadan diğerine geçişte katlanan bir gazete haberinden çok daha fazlasıdır ve karşılıksız! Çünkü hiçbiri, biz şiirler dizelim, satırlarda acıyı parlatalım, ağıtlar yakalım diye yürümedi ölüme!

Şimdi… Acıya gark olmuş ve bir sürekliliğin ağına takılmış giderken, kelimeleri, boşluğa salınımlı bir ağıt kılmaktan geri durup idrak edelim… Uzun bir anımsayışa uzatalım yüzümüzü… “geri çağrılmak üzere ertelenmiş” zamanlara!

1 Ölümün öldüğü yerde… / Hayat / Radikal İnternet2 33 Kurşun’dan Linçlere; Unutmamak Direnmektir | Haber Fabrikası

Page 14: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

26 27Resmi İdeolojinin Heykeller ve Anıtlarla İmtihanıResmi İdeolojinin Heykeller ve Anıtlarla İmtihanı

Diyelim ki Türkiye’de V for Vendetta tarzı bir film çekiyorsunuz. Son sahnede birbirinin aynısı maskeleri takmış yüz binlerce insanın nereyi ele geçirmesi gerekirdi? Bu soruyu okuyanların büyük kısmının aklına geleni söyleyeyim; “Taksim Meydanı”. Cihangir, İstiklal Caddesi, Gümüşsuyu, Gezi Parkı, Harbiye ve Tarlabaşı Bulvarı’ndan meydanı ele geçirmek için yürüyen yüz binlerce hatta belki milyonlarca insan… Eminim bu portreyi V for Vendetta’yı izledikten sonra birçok insan düşünmüştür.

Türkiye’de bu tarz bir film çekecekseniz ele geçirilecek olan yer elbette Taksim Meydanı’dır. Çünkü meydanlar ve iktidar arasındaki ilişki doğrudan bir ilişkidir ve ele geçirilmiş bir meydan –Tahrir Meydanı’nda olduğu gibi- iktidarı alaşağı edebilir, sistem meydanı ele geçirenlerin

istediğine dönüştürülebilir. İktidarlar güçlerini temsilleyebilmek adına meydanlara özel ilgi gösterirler. Meydanlar kamusallığın, birlikteliğin ve bir arada yaşamın simgesi olsa da aynı zamanda bu birlikteliklerin iktidarları tehdit eden unsurlar haline gelebildiği yerlerdir. Dolayısıyla iktidar, meydanlara form ve şekil verirken olası karşıtlıkları göz önünde bulundurur ve buralara muktedirliğini hâkim kılabilmek için devletin resmi ideolojisine uygun heykeller ve türevlerini üretir. Taksim Meydanı’nda bu yüzden Mustafa Kemal heykeli vardır, tıpkı Türkiye’nin diğer kentlerinin yoğun kullanımlı mekanlarındaki gibi.

Bu coğrafyada son dönemlerde birçok kentsel mekanda özellikle meydanlarda resmi ideoloji ile resmi ideolojinin öteki kıldıkları arasında bir kavga sürüp gidiyor. Meydanlara yerleştirilmiş

Resmi İdeolojinin Heykeller ve Anıtlarla İmtihanı

Ceyhan CILĞIN

olan devletin ideolojik heykelleri, anıtları ya da mekan adlarına karşılık yeni heykeller, anıtlar ya da mekan adları ön plana çıkıyor. Zira resmi ideolojiyle uyuşmamak ve dahi ondan hesap sorabilmek adına yapılmış heykeller, anıtlar vs. toplumsal belleğe sundukları katkı ile geçmişte yaşanmış acılarla hesaplaşmak ve o acıların geleceğe sirayet etmesini önlemek istemekteler. Bu isteklere karşı devlet aklı hiçbir zaman armut toplamadı.

Hesap Sorandan Hesap Sormak

Resmi ideologlar olmasa bizim aslında birçok şeyi hatırlayacağımız bile yok. Gazetelerde ya da herhangi bir iletişim aracında haklarında herhangi bir haber çıkmadığı müddetçe hatırlamadığımız olaylar ve olguları ironik bir biçimde resmi ideoloji hatırlatır oldu. Örneğin 3 hafta evvel birkaç gazetede Uğur Kaymaz’a dair haberlere rastlayarak onu yeniden hatırladık. Hikayesini tekrar yazacak değilim. Bu ülkede yaşıyorsanız ve Uğur’un başına gelenlerden haberiniz yok ise zaten size bunu anlatmanın gereği de yok. Sur Belediyesi Başkanı Abdullah Demirbaş, Uğur Kaymaz’ın heykelini yaptırdığında muhtemelen biliyordu kendisine bir şekilde dava açılacağını. Resmi ideoloji malumu ilam etti. Demirbaş, Uğur Kaymaz Heykeli’ni yaptırdığı için “belediyeyi zarara uğratmak” gerekçesiyle Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanıyor. Durumu tasavvur edecek olursak belediye başkanına “böyle gereksiz işlerle uğraşıp neden belediyenin parasını harcıyorsun?” deniliyor. Çünkü Abdullah Demirbaş, Yargıtay tarafından katilleri beraat ettirilen, 12 yaşında 13 kurşunla öldürülmüş bir çocuğun hesabını o çocuğu ve vücudundaki kurşun izlerini heykelleştirerek soruyor!

Tıpkı Uğur Kaymaz Heykeli gibi 33 Kurşun Anıtı da belleğimizi yeniden üretmek amaçlı bir girişimdir. 2009 Haziran’ında Van’ın Özalp İlçesi’nin Belediye Başkanı Murat Durmaz, yaptığı bir açıklama ile 33 Kurşun Anıtı’nı yapacaklarını söylemişti. Ancak bu açıklama sonrası egemen ideolojik söylemin şaşmaz savunucuları tepkilerini köşelerini tuttukları gazetelerden haykırmaya başladılar. Bunların içinde en belirgin olanı Ertuğrul Özkök’ün tepkisi idi. Özkök, köşesinden “Belediye Başkanı’na Açık Mektup” başlıklı bir yazı yazıp şöyle seslenmişti:

“Bu ilçede bir süredir kamuoyuna kısmen yansıyan bir gerginlik yaşanıyor. İlçedeki jandarma garnizonuna, 1943 yılında 33 Kürt’ün öldürülmesinden dolayı sorumluluğu bulunan Mustafa Muğlalı adlı bir komutanın adı verilmişti. O bölgede bir garnizona bu isim verilmeseydi daha iyi olurdu. Ancak şimdi Özalp’ın yeni seçilen DTP’li belediye başkanı, bu garnizonun çıkışında bir yere öldürülen kişilerin anısına bir anıt dikmek istiyor. Askerler

de buna karşı çıkıyor ve ilçede bir gerginlik yaşanıyor. İlçenin yeni Belediye Başkanı Murat Durmaz’a seslenmek istiyorum. Arkadaş, lütfen böyle bir günde bu inatlaşmayı bırak.”

Ertuğrul Özkök o dönem yayın yönetmenliğini yaptığı Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinden bunları söyledikten sonra 33 Kurşun Katliamı Anıtı için “tehlikeli ve gereksiz bir şov” diyordu. 33 Köylüyü 1943 yılında bu ilçede kurşuna dizdiren Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın adının buradaki bir kışlaya verilmesini ise, “O bölgede bir garnizona bu isim verilmeseydi daha iyi olurdu.” diyerek geçiştiriyordu. Başka bir yerdeki kışlaya o isim verilmiş olsa idi sorun olmayacaktı ona göre. Ama gerekli yanıtı belediye başkanı Durmaz vermişti:

“Tehlikeli bir iş yaptığımı belirtmişsiniz. Tehlikenin ne olduğunu köşenizde açıklayın… Şov yapıyorsun demişsin. Bu şov lafını 2004’te kışlanın ismi değiştirilip, Mustafa Muğlalı ismi verilirken neden şov yapılıyor demedin. O tarihte biz kardeş değil miydik? …Bu ilçenin bir bireyi olduğunu, hatta 33 masum insanın torunu olduğunu ve her gün o kışlada Mustafa Muğlalı ismini gördüğünü düşün; Sen unutur musun?”

Ertuğrul Özkök’ün saçmalıklarına dair söyleyecek bir sürü sözüm var. Lakin tartışılması gereken resmi ideolojinin olası bir hesaplaşmaya başından gözdağı verebilmek için kışlanın adını bu köyde yaşayan 33 köylüyü keyfiyeti icabınca katleden Orgeneral’in adını vermesidir. Bu yöntem sayesinde kentin hâkim noktasına konumlanmış olan bu kışlaya adı verilen paşanın yaptıkları, kışlanın yöre insanın gündelik yaşamına etkisi bağlamında sıradanlaştırılmaktadır.

Dolayısıyla olası bir karşı çıkış pasifleştirilmektedir. Memlekette Kürt Hareketi özellikle son 5 yılda bütünüyle kendini belirgin ve güçlü kılmasaydı muhtemelen bugün 33 kurşun anıtı diye bir fikir ortaya çıkmayacaktı ve dolayısıyla resmi tarih ile hesaplaşmak mümkün olmayacaktı.

Sadece anıtlar ve heykeller üzerinden yürümüyor elbette, cadde ve sokak adlarıyla da devam eden bir durum söz konusu. Hozat Belediyesi bir caddenin adını “Deniz Gezmiş Caddesi” şeklinde değiştirmek isteyince Kaymakamlık bu değişikliği “suçu ve suçluyu övmek” gerekçesiyle anında reddetmişti. Kaymakamlığın bu kararını Hozat Belediyesi mahkemeye taşımıştı. Mahkeme 2 gün önce duruşmayı karara bağladı. Kararda bahsedilen gerekçeler nedense çok tanıdık; “ayrımcılık ve bölücülük”. Hozat Belediye Başkanı Cevdet Konak’a kulak veriyoruz; “Başbakan, eğer Erdal Eren için çıkıp ağlıyorsa Deniz Gezmiş isminin de bir cadde, bir sokakta yaşatılmasına izin verilmelidir. İnsanları kurşuna

Page 15: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

28 2919 Aralık’ın Onuncu YılındaResmi İdeolojinin Heykeller ve Anıtlarla İmtihanı

dizerek öldüren Mustafa Muğlalılı’nın ismi bir kışlaya verilebiliyor. Bütün haklarımızı sonuna kadar kullanıp bu davanın takipçisi olacağız.”

Egemen ideolojik söylem tarihsel olgulara ve olaylara ne türlü bakıyorsa, resmi tarih olaylara bakış açısını nasıl sistematize ediyorsa düşünce iklimimiz de bu sınırlara biat etmekle yükümlü oluyor. Bu yükümlülük dogmalaşmış düşüncelerin toplumsal bilinç düzeyinde içselleşmelerine ve bu yolla normalleşmesine ön ayak oluyor. Bu sorgulanması yasak düşünceleri sorgulamaya yeltenenlerin başına pek hayırlı işler gelmiyor. Bundan sebeptir ki, bu coğrafyada bir takım acılar heykelleşip politik bir imge yaratıyorsa ve bu imge resmi algının duvarlarını aşıyorsa orada soruşturmalar, gözaltılar ayyuka çıkıyor. İdeolojinin devlet tandanslı olanı devletle hesaplaşma olarak algıladığı bu karşıt manevralara mutlak suretle refleks gösteriyor. Haliyle yukarıda saydıklarımdan başka daha bir çok sistem eleştirisi ve karşıtlığı üreten heykel, anıt, sokak adı, park vs. ışık hızıyla soruşturulur hale getiriliyor.

Zulme Alkış Tutmak

Bir gün aklınıza takılırsa eğer bu söylediklerim, Fatih’teki Şehitler Parkı’na gidin. Girişteki anıtın önünde durup listeyi aşağı kadar okuyun. Umuyorum 3. sıradaki o isme geldiğinizde siz de duraksayacaksınız. Çünkü o ismi duyduğu anda titreyenler, bayılanlar, korku nöbeti geçirenler var. 1980-1984 arasında Diyarbakır Cezaevi’nde dışkı yedirilmişler, dövülmüşler, jop sokulmuşlar, Kürtçe konuştuğu için türlü işkencelere maruz kalanlar o ismi hepimizden çok daha iyi bilir. Çünkü o ismin köpeği Co’yu gördükleri anda dahi tekmil vermek zorunda bırakılmışlardır. Doğru bildiniz, o isim Binbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın ta kendisidir…

Dolayısıyla artık yer tarifleriniz sırasında isimlerini kullandığınız ya da yanında yöresinde arkadaşlarınızla buluştuğunuz meydan, heykel ve anıtların sistemin neresinde durduklarını öğrenmek vaktidir. Kolay gelsin canlar!

19 Aralık’ın Onuncu YılındaBeliz GÜÇBİLMEZ

Onlar dönmediler.

Çünkü sizin hayat dediğiniz şeyin, bir ölüm kuyusu olduğunu çoktan görmüşlerdi. Bize de gösterdiler. Sizin hayat dediğiniz şeye dönmedi onlar. Yüzleri geleceğe, başka bir hayata dönüktü.

Belki de gerçekten burası, bilmediğimiz güzel bir dünyanın cehennemidir.

Zulümden ibaret bir devletin neredeyse akıldışı denebilecek bir kötücüllükle, açık, somut, bazen ifşa edilmesini bile gereksiz kılan örtüsüz bir küstahlıkla üstelik, kararttığı onlarca hayat, neredeyse tamamına kan sıçramış bir takvimin her gününde anılmak için bekliyor bizi. Herkesin omzunda ağlayabileceği, şiirden konuşabileceği ya da birlikte rakı içip şarkı söyleyebileceği kaç arkadaşı varsa, ondan daha fazlasını savaşta, askerlikte, cezaevinde, işkencede, sehpada fiilen ya da ruhen kaybettiği bir ülkede, neşe de, aşk da, öfke de; ama yalnız onlar değil, bilgi de, heves de, umut da ve bunların toplamı diyebileceğimiz hayat da hiç durmadan anlam değiştiriyor. Sözcükleri elimizde tutmak zor; eskiyorlar, çirkinleşiyorlar; hep yenilerini bulmak gerekiyor. Yazarken utanmadığımız, konuşurken

tıkanmadığımız bir zaman gelecek elbette. O zamana kadar, elimizdekilerle ne yapabileceğimize bakacağız. Umutsuzluğa benzeyen bir umutla. Belki bu kez onlardan bir şey, doğru bir ses, sahiden hak yemeyen bir nefes çıkartabiliriz diye.

Sözcükler değişirler ve değişimlerini okumak en yaman tarih kitabını okumaktan daha öğreticidir bazen.

“Zulm” sözcüğü kökende bir yerde “devlet” demektir; çünkü Arapçadaki anlamı “bir şeyin yerini değiştirmek, yerinden etmek”tir; buralarda hep devlet zoruyla yerinden edilmiş halklar, devleti zulm diye çağırmayı öğrendiler. Sonra o sözcüğün içine insanın utanmadan hatırlayamayacağı bütün o cinayetler, haksızlıklar, eziyetler doldu. Devlet böylece zulmün kendisi oldu. Bazı şeyleri adıyla söylemeli evet; Devlet dedikleri, yokolma korkusu kendinden büyük, zalim bir katliam mekanizmasıdır. Korkutamadıklarını yok ederek korkutabildiklerini, olabildiğince uzun bir süre tahakküm altında tutmaya programlıdır.

On sene önceydi, 19 Aralık’tı.

Sanki buralarda yaşadığımız şeye hayat demek

Page 16: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

30 31Halkını Satanların Korkusu19 Aralık’ın Onuncu Yılında

mümkünmüş gibi, sanki buralarda sahiden birinin dönmek isteyebileceği bir yer, bir zaman olmuş gibi devlet zoruyla bu berbat hayata döndürülmek istenenler, bundan on sene önce sabaha karşı başlayan bir operasyonla diri diri yakıldıklarında, öldürüldüklerinde, sakatlandıklarında vardığımız yeri cehennemin son kapısı sananlar yanıldılar. Sokaklara dökülmedi kimse, dökülenlerse yalnızlıklarının utancını kimse görmesin diye hava kararmadan girdiler evlerine. Daha yanık et kokusu havada dağılmadan biz “hayata döndük”. İnsan kardeşlerimizin etinin yanık kokusunda nefes alıp vermeye yazılmak belki bizi olmak istemediğimiz şeylere daha çok benzetmiştir. On senedir, daha çirkin, daha çürüğüz. Uyandığımız odalar o yüzden böyle kötü kokuyor. Ama yüzümüze çarpan o koku bize neyi unutmamamız gerektiğini hatırlatıyor.

Ez cümle unutulmuyor; ama ağrı eşiği yükselmiş insanların ülkesi burası. Acıyla talim edilenler acıya elbette alışırlar. Ama ağrı eşiği en yüksek olanın bile acıya dayanamadığı bir nokta, bir an, nihayet “yeter be!” diyeceği bir an vardır. Ve o an bir sürü şeye benzeyebilir. “Ama daha çok küçük o” diyen bir annenin, ya da “bir bebekten bir katil yapan” devlete öfkesini kusan bir eşin sesine, kutuda gencecik annesinin eline tutuşturulmuş tekmelenerek öldürülmüş bir bebek cesedine, kuyudan çıkarılan insan kemiklerine, “bilinmeyen bir dilde” slogan atmayı öğrenmiş bir çocuğun elindeki taşa, hatta belki de adaletten konuşmaya kalkan muktedirlerin kafasında patlayan yumurtalara benzeyebilir. Acı oradadır, “derinde”. Acı nihayet hissedildiğinde, nihayet bu bünye bu kadar acıyı kaldıramadığında, daha önce içerde tutulan bütün çığlıklar birden atılacak. En cesurlarımız boşuna ölmüş olmayacak. Belki de o çığlıkla hayat sahiden, gidersek özleyebileceğimiz, dönmek isteyebileceğimiz bir yer olacak.

Halkını Satanların KorkusuEren BUĞRALILAR

31 Mayıs günü Hopa’da halk düşmanlığının Türk, Kürt, Laz demeden saldırdığına tanık olduk. Polis copu olmuştu, gaz bombası olmuştu, panzerden sıkılan su olmuştu halk düşmanlığı. Bu saldırıda bir emekli öğretmen faşizme başkaldırmasının bedelini ödedi. Kimyasal silahlarla öldürüldü. Ertesi gün Hopa’da 12 Mart sonrasını andıran bir “Balyoz Darbesi” yapılarak evler, yasal dernekler, kahvehaneler basıldı, onlarca insan gözaltına alındı. Başbakan “eşkıya Hopa’ya inmiş” diye açıklama yapıyordu.

Aynı gün Ankara Kızılay’da Hopa’daki olayları protesto eden 96 kişi işkenceyle, darpla gözaltına alındı. Bu kişilerin arasında birlikte düşündüğümüz, tartıştığımız ve birlikte ürettiğimiz sevgili dostlarımız da vardı. Gözaltına alınanlara yönelik işkenceler polis otobüsünde, emniyet müdürlüğünde de devam etti. Polisin öldüresiye dövdüğü bir Halkevi üyesi kadın ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldı ve kalçasına platin takıldı.

27 Mayıs Cuma günü, polis Yükseköğretim

Kongresi’ni protesto eden öğrencileri demir sopalarla dövdü. Toplam 12 öğrencinin gözaltına alındığı olayda, kimi öğrencilerin suratları kan içinde kaldı, kimisi boynuna gelen bir gaz bombasıyla hastanelik oldu.

Birkaç hafta önce Okmeydanı’nda 3 bina ve sayısız ev baskına uğradı. İçinde Grup Yorum üyelerinin de bulunduğu 40’ı aşkın insan işkencelerle gözaltına alındılar, kadın devrimcilerin iç çamaşırları camlardan atıldı, polis evlerdeki akvaryumlara işedi, henüz 15 yaşındaki Dev-Gençli bir devrimci kız polis merkezinde öldüresiye tekmelenerek böbrekleri işlemez hale getirildi, onursuz arama dayatılarak tacizler eşliğinde zorla üzerindekiler çıkartılmaya çalışıldı. Mahkeme İstanbul Polisine 10 Mayıs’tan başlayarak 72 saat geçerliliği olan bir arama emri çıkartmıştı. Yani polis 4 gün boyunca istediği evi, işyerini, derneği keyfince basabilecekti. Kürt illerinde Yüksek Seçim Kurulu’nun bağımsız adayları veto etmesinin ardından sokaklara dökülen kitleye saldıran polis bir iki ay içerisinde 2000’i aşkın kişiyi gözaltına aldı. Sokak çatışmaları sırasında

Page 17: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

32 33Ne Menem bir şeydir bu ‘Bologna Süreci’Halkını Satanların Korkusu

içlerinde küçük çocukların da bulunduğu onlarca eylemci yaralandı. Devlet seçimler öncesi bu illere 3 tane çevik kuvvet üssü kuracağını açıkladı ve bakan “attığını vuran, av değil avcı olan” özel eğitimli 10 bin paralı askerin bölgeye sevk edildiğini açıkladı.

Dileyenler bu manzaraya tutuklanan gazetecileri, F-tiplerine diri diri gömülmeye çalışılan devrimcileri, parasız eğitim istediği için 15 aydır tutuklu olanları, yolda yürürken “aranman var”, “puşinden tanıdık” denilerek aylardır birkaç kare metrekare gökyüzünden başka bir şey görmesi yasaklanan üniversitelileri de ekleyebilirler.

Sürekli Faşizmin Korkusu da Süreklidir

Bu saldırılar yalnızca devrimcilere, yalnızca Kürtlere, yalnızca demokratik tepkisini gösterenlere değil bütün Türkiye halklarınadır. Üstelik pek çok küçük-burjuva aydının “AKP burjuva demokratik açılım yaptı, sonra korktu, şimdi faşizanlaştı” demesine karşın on yıllardır kesintisiz olarak süren saldırılardır.

Yıllardır sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada egemen sınıflar büyük bir endişe içinde, kanun üstüne kanun çıkararak, baskı ve yalan teknolojilerinde habis gelişmeler yaratarak halkları kontrol altına almaya çalışıyor. Korkuları derindir, haklılardır da. 1 milyardan fazla insanın aç yaşadığı, her yıl beslenme yetersizliklerinden 500.000 küçük çocuğun kör kaldığı bir dünya düzeninde, tepedeki %1’lik azınlığın korkusu binlerce yıllık insanlık tarihinde pek az egemen sınıfa nasip olmuş bir korkudur.

Türkiye’nin egemen sınıflarının da korkmaktan ve baskıları yoğunlaştırmaktan başka çaresi yoktur. OECD ülkeleri arasındaki en yüksek bebek ölüm oranına sahip ülke olan Türkiye’deki dört çocuktan biri açlık sınırındadır. Bu durum ailelerin ne kadar kötü koşullarda olduğunu bize gösteriyor. Açlık sınırının 800 tl olarak belirlendiği bir ülkede 600 tl’den biraz fazla bir asgari ücretle hayatta kalmaya çalışan milyonlara verilen mesaj, insanlık dışı koşullarda, karınlarını bile doyuramadan yaşamaya mahkûm olduklarıdır. Eğer bu mahkûmiyeti kabul etmezlerse, dayak, işkence, gözaltı, F-tipleri onları beklemektedir.

Nitekim AKP bu alanda da bir rekor kırarak, Türkiye cezaevlerindeki insan sayısını 119.000’e çıkartmış, gaz bombası depoları biten polise örtülü ödenekten halkı gaza boğma parası ayırmıştır. Bugün baskıdan sorumlu Emniyet Teşkilatı’na ayrılan bütçe, ülkenin savunma bütçesi içerisinde birinci sıradadır.

Türkiye’de ve bütün dünyada iktidarlar yıllardır

kendilerini bir iç savaşa göre programlıyor. Bütçeler ayrılıyor, programlar yapılıyor ve buna uygun kurumlar yaratılıyor. Görüleceği üzere burjuvazinin silahlanmak konusunda, sınıf savaşını sürdürmek konusunda en ufak bir tereddüdü yok. Bugünün Türkiye manzarası, sürekli bir sömürü ve sürekli bir faşizmdir.

Başbakan’ın yüz binlerce dolar harcadığı kişisel koruma sistemi, bütün büyük şehirlere yayılan binlerce kamera, sürekli beslenen polis ordusu ve dur durak bilmeksizin söylenen yalanlar da sürekli korkuyu gösteriyor. Soyut, belirsiz bir şeyden duyulan korku değildir bu, bir halk devrimi korkusudur.

“Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim” demişti Ulrike Meinhoff. Faşizmin saldırıları bizi üzmemeli, umutsuzluğa sevk etmemeli. Uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin olduğu bir toplumda, devrimciler bu çelişkilerin giderek daha net biçimlere bürünmesi için mücadele verirler. Bırakalım çok sevdikleri istikrar ve sömürücü barışları onların olsun. Bırakalım daha çok korksunlar. Güçler her ne kadar dengesiz olsa da, hâkim sınıflarla ezilen ve sömürülen sınıfların karşılaşmalarının daha çetin geçmesi bir şeylerin yolunda gittiğinin, Türkiye’deki mücadelenin bunca yalana ve baskıya rağmen düzen içinde kolay kolay massedilemediğinin kanıtıdır.

Kalemi olan kalemini, sazı olan sazını, yumruğu olan yumruğunu, yüreğini alsın da gelsin herkes. Şüphem yok, Türkiye halkları yaralılarının yarasını sarıp, şehitlerini marşlarla toprağa verip, güneşe doğru yürüyüşüne devam edecek.

Ne Menem bir şeydir bu ‘Bologna Süreci’Serra TORUN

Avrupa’nın pek çok yerinde özelleştirmelere karşı öğrenci direnişleri sürerken en çok duyacağınız sloganlar Bologna sürecine karşı sloganlar olacaktır. Ne menem bir şeydir bu Bologna süreci ki dört bir yandan öğrencinin ayaklanmasına sebep olmuştur?

Eğitim sistemlerinin harmonizasyonu, eğitimde kalitenin yükseltilmesi, öğrenci ve öğretim görevlilerinin hareketliliğinin arttırılması gibi kulağa hoş gelen prensiplerle 1999’da 29 ülkenin katılımıyla yola çıkan Bologna süreci, bu güzel sözlerin ardında nelerin olduğu ortaya çıktığı günden beri uluslararası öğrenci hareketlerinin temel düşmanı haline geldi. Bugün sürece 46 ülke dâhil, yani süreç artık yalnızca Avrupa birliği ülkelerinin dâhil olduğu bir proje değil. Türkiye de bu sürecin bir parçası. Peki, kulağa oldukça hoş gelen bu temel prensiplerin ardında ne vardı da Bologna süreci kapitalizme karşı bütün öğrenci hareketlerinin temel hedefi haline geldi? Gerçekten bir harmonizasyondan mı bahsediyoruz yoksa globalizasyonu sağlanmaya çalışılan bir tekelleştirme, tektipleştirme dolayısıyla kültürel ve bilimsel bir asimile etme sürecinden mi?

Bologna sürecini anlamak için 80’li yıllardan beri süregelen neoliberal küreselleşme hareketlerini göz önünde bulundurmak gerekiyor, çünkü Bologna süreci de aslında o hareketlerin eğitim alanındaki atağından başka bir şey değil. Neoliberal küreselleşmenin amacı; kapitalizmi sınırlayan düzenlemeleri, başta eğitim sağlık gibi temel

hakları sağlayan sosyal devleti ve kapitalizme karşı işleyen zihniyetleri ortadan kaldırmak, henüz tam olarak sömürü haline getirilememiş alanları ele geçirip yeni sömürüler, yeni tekeller yaratmak. Yani diyebiliriz ki, kapitalizm zaten zorla bağlı bulunduğu ya da bağlı bulunduğu izlenimini verdiği birtakım etik, sosyal, yasal ve politik bağlarından kurtulmaya çalışıyor. Neoliberal küreselleşme politikaların da amacı bu bağları silip sistemin merkezine hiç engelsiz rekabeti koymak. İşte, Bologna süreci de bu kapitalizmi özgürleştirme sürecinin eğitim ayağıdır. Kısacası harmonize edilen eğitim sistemleri değil ulusal neoliberal politikalar desek sanırım doğru olacak. Sürecin merkezinde kapitalizmin pazar arayışı olduğunu daha net görebilmek için Lizbon stratejisinde geçen şu cümleye bakmak bile yeterli olacaktır: “Avrupa birliği önümüzdeki süreçte, sürdürülebilir bir ekonomik gelişme alanı yaratarak, rekabetçi, dinamik ve bilgiye dayalı ekonominin merkezi olmalı.” Bu cümlede görülen, Avrupa birliğinin pazar arayışı sonucunda bilgi ekonomisinde merkez olmayı seçmiş olmasıdır.

Kapitalizm, sömürdüğü alanlar tükendikçe, sürekli olarak krize giren bir sistemdir. Bu krizler birer kaza değildir, aksine hepsi kapitalizmin yapısal krizleridir, yani kapitalizmin krizsiz sürebilmesi mümkün değildir. Bu sebeple de düzenli olarak kendine yeni sömürü alanları arar, bu da yeni özelleştirmeler demektir. 80’li yıllarda uluslararası çapta hedef özellikle ulaşım ve iletişim sektörleriydi. Günümüzdeyse hedef, özellikle eğitim ve sağlık

Page 18: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

34 35Ne Menem bir şeydir bu ‘Bologna Süreci’Ne Menem bir şeydir bu ‘Bologna Süreci’

sektörleridir. Bu gizli saklı bir hedef değil. Dünya Ticaret Örgütü 2000’li yıllara girerken “Eğitim ve sağlık 21.yüzyılın pazarlarıdır” demiştir. Ve eklemiştir; “Eğitim kamu hizmeti olarak varlığını sürdüremez, kalite açısından kamu hizmetleri asla yeterli değildir.” Ancak buna karşılık kamu hizmetlerinin kalitesini yükseltmeye dair hiçbir atılım yapılmaz, onun yerine kamu hizmeti olan tüm sektörler bu gibi argümanlarla özelleştirilir.

Süreci yürütenler diyorlarki; bugünkü eğitim sistemleri yeni topluma adapte değil. Eğer bir toplum değişiyorsa, toplumla birlikte ona ait kurumlar, sistemler de zaten değişir. Bu değişim toplumsal dinamikler ve ihtiyaçlar sayesinde yaşanır, yukarıdan dikte edilmez. Oysa burada yaratılmak istenen; toplum, ekonomik sistem ve kurumlar arası doğal bağları kopararak, “toplum, topluma ait kurumlar ve ekonomik sistem birbirleriyle bağlantısız olarak kendi kendilerine değişiyorlar, dolayısıyla biz de bu değişime uygun olmayan her yönümüzü ona uygun hale getirmek zorundayız” şeklinde özetlenebilecek bir zihniyet. Yani; istemediğimiz bir sistemin, istemediğimiz bir değişimi için kendimizi adapte etmek zorundayız! “Uygun olmayanı uygun hale getirmek” neoliberal küreselleşme politikalarının en temel yöntemlerinden biri. Bu sisteme göre “rasyonel olan” kullanışlı olan, işe yarar olandır, yani kazanç sağlayandır. Dolayısıyla işe yaramayan her şey, işe yarar/kazanç sağlar hale getirilmeli, yani adapte edilmelidir. Adapte edilemiyorsa da ortadan kaldırılmalıdır.

Sağlık ve eğitim gibi sektörlere yapılan saldırılar, işte bu yönleriyle çok daha temel bir şeye saldırıdır; toplumsal zihniyete, sınıf bilincine, politik eyleme yapılan saldırı. “Tarihin sonu” gibi tezlerle yaratılan dünyada, politika anlamsız bir iştir, mücadele edilecek bir şey yoktur, sınıflar yoktur çünkü! Bu dünyada kapitalizm galip gelmiştir, kapitalizm kendini yeniler, onarır, sürdürür. Bizim tek yapacağımız ona uyum sağlamaktır. 80’li yıllardan itibaren tüm dünyayı etkileyen, Türkiye’de de etkileri çok önemli ölçüde hissedilen depolitizasyon sürecinin temelinde de bu vardır.

1989 yılında bir araya gelen 40 uluslararası şirket şu sonuca varır: “Eğitim geleceğin yatırım alanıdır. Ancak eğitimciler bu potansiyeli görmekten çok uzaktadırlar. Bu yüzden bugün bize düşen görev eğitimde esnekliği, finansal otonomluğu ve uzaktan eğitim projelerini desteklemektir.” 1991’de toplanan Avrupa Konseyi, şirketlerin ulaştığı sonuca çok benzer bir sonuç açıklar; “Üniversitelerde esneklik,

finansal otonomluk, kullanışlılık ve hareketlilik teşvik edilmelidir.” 1995’de bir araya gelen şirketler bu sefer de “Ulusal hükümetler doğumdan ölüme dek sürdürülebilecek eğitim hizmetleri yaratmanın yolunu bulmalıdır. Ancak böylelikle eğitim pazarı işlevsel hale gelir.” Aynı yıl Avrupa Konseyi “Hayat boyu eğitim çalışmaları ekonomik açıdan gereklidir” diye ekler o yıllık raporuna.

Sürecin bir diğer aktörü OECD’dir. 1998 yılında hazırladıkları raporda onlar da hayat boyu eğitimin sürdürülebilir ekonomik gelişme için zorunlu olduğunu belirtirler. Hayat boyu eğitimin “insani” hiçbir faydalı yönünden bahsedilmezken sürekli tekrarlanan, bununla birlikte eğitim ekonomisinin sürekli işleyen bir ekonomi haline geleceğidir. Bu raporlara UNESCO da destek verdiğini açıklar.Böylelikle Avrupa Birliği’ne veya OECD’ye dâhil olmayan güney ülkeleri de sürece dâhil olurlar. 1996 tarihli ve C. Morrison imzalı bir başka OECD raporunda sistemde yapılacak değişiklikleri meşrulaştırmak için kullanılabilecek “kamusal hizmetlerde kaliteyi düşürmek” gibi yöntemler anlatılırken, değişiklikleri yapacak hükümetlere bu değişiklikler için hangi zamanın ve yöntemlerin uygun olduğuna dair ipuçları verilir.

Buraya kadar sürekli olarak eğitimden bahsedilmesine rağmen henüz eğitimcilerin sürece dâhil olmaması zaten “ilgi çekici”dir. Ancak elbette planları yapanlar eğitimcilerin bu planları hemen kabul etmeyeceğini göz önünde bulundurarak bunu geciktirmiş, eğitimcilerin kabul edebileceği biçimde şartları olgunlaştırmaya çalışmışlardır. 2000’li yılların başında dünyanın önde gelen üniversitelerinin rektörleriyle görüşmeler başlar, şirketlerin planları allanıp pullanıp anlatılır. Bu görüşmelerde en çok kullanılan argüman dünya genelinde üniversite mezunu işsizlerin artmış oluşudur. Şirketler bunu “üniversitelerin topluma uyumsuzluğu” olarak açıklar. Doğru tahmin ettiniz, topluma uyumsuz olan üniversiteler uyumlu hale getirilmelidir. Üniversitelerin topluma uyumlu hale getirilmesi şirketler için ihtiyaçlarına yönelik eğitim yapan üniversitelere dönüşmeleri demektir.

2003 yılında üye ülkelerin tümündeki üniversitelerde kredili sisteme geçilir. Artık ders başına edinilen bilgi, öğrenilen metod, kazanılan kabiliyetlerden bahsedilmez. Dönem boyunca elde edilmesi gereken kredi miktarı belirlenir ve öğrenciden tek istenen bu kredi miktarını doldurmasıdır. Bu kredi miktarını hangi derslerle neler kazanarak veya kaçırarak dolduracağı ile

ilgilenilmez. Öğrenciden beklenen şey, gerekli kredi miktarını doldurup diplomasını alarak mümkün olduğunca çabuk kullanıma hazır hale gelmesidir.

2006 yılında araştırma paktı yapılır. Buna göre, hükümetler istedikleri araştırmalara istedikleri bütçeyi ayırma, istediklerine hiç bütçe ayırmama hakkını sağlamlaştırırlar. Aynı zamanda bu pakt, hükümetlerin her yıl araştırmaya ihtiyaç duydukları konuları duyurarak araştırmacılar arası yarışmalar düzenlemeleri ve en başarılı olan araştırmacılara bütçe ayrılması gibi bir düzenlemeye sahiptir. Bu düzenlemelerle hükümetlerin tamamen subjektif seçimler yapacağı ve mümkün olduğunca kısa süreli araştırmalara bütçe ayıracakları aşikârdır. Hem araştırmacılar arası rekabet yaratılmış olur hem de zaten ayrılması gereken bütçe ancak hükümetin kriterlerine göre başarılı olanın sahip olabileceği bir şey haline getirilir.

2000’den günümüze dek yavaş yavaş atılan en temel adımlardan biri de, üniversitelerin özerklik adı altından özelleştirilmelerine başlanmasıdır. Avrupa’nın neredeyse tümünde, farklı isimlerle benzer yasalar çıkarılarak üniversiteler sözde özerkleştirilir. Ancak bahsi geçen özerklik, finansal özerkliktir. Yani devlet bugüne dek üniversitelere ayırdığı bütçeyi üniversite özerk olduğu için artık ayırmaz. Bu durumda üniversitelerin kendilerini finanse etmeleri gerekir. Bunun için de birkaç bilindik yol vardır: kayıt harçlarının arttırılması veya zorunlu bağışlar ile öğrencilere yüklenen finansman ve/veya okulun finanse etmeye gönüllü şirketlerle anlaşması, okuldaki belli alanların şirketlere kiralanması, ki bunlar da zaten üniversitelerin özerk olmadığının en net kanıtıdır. Güncel olarak Avrupa’da süren Bologna süreci karşıtı direnişi tetikleyen de bu gibi düzenlemeler olmuştur.

Buraya kadar anlatılanlar içinde merkezde duran dikkat çekici bir tanım vardı; bilgi ekonomisi. Bir ürünün ekonomik ürün olabilmesi için gerekli olan temel koşul onun “doğal olarak bulunamaz” oluşu ve bulunduğu zaman elde edebilmek için belirlenmiş bir fiyatı oluşudur. Ekonomik ürün, tüketilendir, sahibi olandır. Ekonomik ürün ne kadar zor bulunan bir ürünse o kadar çok kazanç getirir. Peki, ekonomik ürün yapılmak istenen bilgiyi hali hazırda ekonomik ürün olan defterle karşılaştıralım. Elinizdeki defteri birine verebilirsiniz, defteri ona verdiğiniz an elinizde defter kalmaz. Bilginizi birine verebilirsiniz, ancak bilgi defter gibi sizden yok olmaz. Bilgi yayılır. Bilginin yalnızca bir

kişiden bir başka kişiye aktarılması önü alınamaz bir yayılmanın başlangıcıdır. Bilginin bu özelliği yaratılmak istenen bilgi ekonomisini zorlaştıran özelliğidir. Ne demiştik, ekonomik bir ürün ancak zor ulaşılan ve bedeli olan bir üründür. İşte bilgiyi de buna uyumlu hale getirebilmek için yapılanları şimdi daha net görebiliriz; bilgiyi zor ulaşılır hale getirmek için özelleştirilen üniversiteler bunun en görünür örneğidir. Bu düzenlemeler bilgiyi yalnızca ekonomik bir ürün haline dönüştürmekle kalmaz aynı zamanda onu lüks bir ekonomik ürün haline getirir. Üniversiteler işçi çocuklarının barınamayacağı yerler haline gelir. Üniversiteler bilim ve araştırma işlevlerini bir yana bırakıp birer kazanç kapısı ve aynı zamanda da pazarın ihtiyacına göre insan üreten fabrikalara dönüşür. Bilginin ekonomik nesne haline getirilmesi hususunda; entelektüel mülkiyet hakkı üzerine de birçok tartışma yürütülmekte günümüzde. Entelektüel mülkiyet hakkı; bilimsel araştırmaların, icatların, sanat eserlerinin yayılmasını kısıtlamak ve paralı hale getirmek istemektedir. Birçok araştırmacı, yazar, müzisyen bu hakkı reddederek eserlerini ulaştırabildikleri kadar çok insana ulaştırmanın daha anlamlı olduğunu savunuyorlar.

Yukarıdaki paragraflarda örneklerle ve verilerle açıklamaya çalıştığımız şuydu; temel haklarımızdan biri olan eğitim hakkımıza yapılan saldırı yerel ve tesadüfî bir saldırı değildir. Farklı ülkelerde, farklı hükümetlerin yönetiminde, farklı isimlerde ve biçimlerde ortaya çıksalar da hepsinin ortak noktası hedefledikleri dünyadır. Rekabeti merkeze koyan bir bilgi ekonomisi ile eğitimi bir lüks haline getirip tekeller yaratmak, üniversiteleri birer eleman üreten fabrikaya dönüştürmek, bilim ve araştırmayı yalnızca ekonomik çıkarlar için kullanmak… İşte tam da bu yüzden, bu saldırılara karşı mücadele de uluslararası düzeyde sürüyor. Ve tam da bu yüzden verilen mücadelenin karşılığı şiddet, baskı, hukuksuzluk oluyor. İçinde bulunduğumuz kriz, başlarken dediğimiz gibi, gelip geçici bir kriz, bir kaza değil, bu kriz kapitalizmin yapısal krizi ve kimse açık olarak krizden çıkışı göremiyor. Bugün belki diğer dönemlerden çok daha açık ve net olarak görülen o ki; bu belirsizlikte asıl belirleyici olan biziz. İçinde bulunduğumuz kriz, sistemi temelden reddedişimizin çıkış noktası ve başka bir sistemi yapılandırma anımız olabilir. Özelleştirmelere karşı diren! İstemediğin bir sistemin, istemediğin bir değişimi için adapte olma! Anadilde, bilimsel, eşit, parasız eğitim için mücadeleye devam! Bilgi ekonomisini, kültürel ve bilimsel asimilasyonu reddet! Bilgiyi satma, paylaş!

Page 19: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

36 37Kürtler Kıskaca Alınıyor Ya SonraKürtler Kıskaca Alınıyor Ya Sonra

Kürtler Kıskaca Alınıyor... Ya SonraTaylan DOĞAN

Son zamanlarda Kürtleri ve Kürt Hareketi’ni kıskaca alma girişimleri, Türkiye’nin batısında yaşayan bizlere bölük pörçük şekilde yansıyor.

Bu yüzden tablonun bütününü görmek için parçaları bir araya getirmekte fayda var.

Ana-akım medyanın, hatta bir kısım “liberal” medyanın dilini kullanırsak, 14 Temmuz günü, yani tam da Türkiye toplumunun belli ölçüde pozitif bir havada geçen AKP-BDP görüşmelerinin devamını beklediği gün, “barışı istemeyen eller Silvan’da bir kez daha tetiğe uzandı ve 13 asker hain pusuda şehit düştü”. PKK’liler ve askerlerin çoğunun yanarak can verdiği, “atılan el bombalarının kuru otları tutuşturduğu” türünden hiç de inandırıcı olmayan sebeplerle “açıklanan” bu olayın ardından o bildik terane tekrarlandı: Daha birkaç gün önce İmralı’da A. Öcalan devletle bir barış konseyi kurulması üzerinde mutabakata varmışken, PKK içinde Öcalan’ı boşa çıkarmak isteyen güçler harekete geçmişti. PKK çok başlı hale mi gelmişti? Bu çok başlı haliyle Kürt sorununun çözümünde hâlâ muhatap alınmayı talep edebilir miydi?

Aynı gün Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) “demokratik özerkliği” ilan etmesi, aynı minvalde bir söyleme yol açtı. Silvan’daki saldırı ile demokratik özerklik ilanının aynı güne denk gelmesi hiç tesadüf olabilir miydi? “Liberal” diyebileceğimiz basında Orhan Miroğlu’ndan Agos’tan Rober Koptaş’a kadar pek çok köşe yazarı, Kürt siyasetinin hep böyle yaptığını, kendi taleplerinin kabul edilmesi için AKP-devleti köşeye sıkıştırıp tehdit etmeyi bir alışkanlık haline getirdiği yorumunu yaptı. 1

Olaylara bakarken görece nesnel ve güvenilir veriler yerine yüksek siyasete endeksli yorumlar yapmaya dünden hazır olan Şark tipi aydınlarımız herhalde Kürt siyasetini suçlarken ardından gelecekleri hesap etmemişlerdi. Ayrıca görebildiğim kadarıyla, olay yerini inceleyen STK’lardan oluşan bir heyetin raporunu pek kimse ciddiye almadı. Oysa içlerinde Mazlum-Der, İHD, Diyarbakır Barosu, Sendikalar Platformu gibi saygın STK’ların olduğu bir heyet hazırladığı raporda, el bombasıyla böyle bir yangının çıkma olasılığının düşük olduğu,

köylülerin tanıklıklarına göre çatışma alanının helikopterlerle bombalanması sonucu her iki taraftan çok sayıda insanın yanarak öldüğü tespitinde bulunmuştu. Öte yandan, uzun süreli bir ateşkes dönemine rağmen çatışmalara davetiye çıkaran bir tutumla sürekli operasyon düzenleyen TSK’nın bu ölümlerdeki sorumluluğu hiç tartışılmadı. En fazla tartışılan, TSK’nın askeri-teknik manada ihmali olup olmadığıydı. Yani operasyon başarılı olsa ve yalnızca PKK’liler öldürülse kimse rahatsız olmayacaktı. Sırrı Süreyya Önder’in ifadesiyle, sanki “Türkler Adem’den, Kürtler ise Şeytan’dan gelmişler”di.

Silvan olayından sonra “sosyal medya üzerinden örgütlenen vatandaşlar yurdun dört bir yanında bir araya gelerek hain saldırıyı protesto ettiler.”2 Güya İspanya’da ETA’nın sivilleri hedef alan saldırılarından sonra İspanyolların düzenledikleri büyük kitlesel eylemlere benzer şekilde, sivil bir inisiyatifle halkımız sokaklara dökülmüştü. İstanbul, İzmir, Ankara, Antep, Konya, Samsun, Burdur, Bolu, Karabük, Adana ve daha birçok şehirde ırkçı gösterdiler düzenlendi. Sivil siyaset alanında muhatap alınması gereken bir güce dönüşen Kürtleri sindirme amaçlı bu gösterilerin bazılarında (örneğin İstanbul, Adana, Mersin, Elazığ, Eskişehir’de) BDP binalarına saldırılar düzenlendi, camlar kırıldı. Binalara girilerek BDP’liler linç edilmek istendi. Bu büyük “sivil” terör protestosunun ardından ırkçı saldırılar durmadı. Erzurum ve Aydın’da inşaatlarda çalışan Kürt işçiler çevrede toplanan binlerce kişi tarafından linç edilmeye çalışılırken, en yoğun provokasyon Zeytinburnu’nda sahneye kondu. Son zamanlarda yoğun bir Kürt göçü alan ve BDP’nin iyice güçlenmeye başladığı Zeytinburnu’nda Kürtlere ve işyerlerine yapılan saldırılar tam dört gün sürdü. Muhalif medyada yer alan haberlerde, saldıran faşist güruhun sivil polisler tarafından yönlendirildiği belirtildi. Apartman zilleri çalınarak “Burada Kürt var mı, varsa bize söyleyin” diye soruldu. Kürtlere ait onlarca işyeri (kahvehane, internet kafe, tekstil atölyeleri) tahrip edildi, yaralananlar oldu. Sonunda devlet güya olaya el koyduğunda ise, yine zararlı çıkan Kürtler oldu. Bazı saldırganlar Asayiş Şubesi’ne götürülüp ertesi gün serbest bırakılırken, Kürtlerin payına yine Terörle Mücadele Şubesi (TEM) düşmüştü.

Birkaç gün sonra Başbakan, “terörle mücadele”de yeni bir döneme ve konsepte geçileceğini duyurdu. Buna göre, “terörle mücadele” esas olarak özel harekat polisleri, jandarma ve askeriye içinde özel bir birim olan özel kuvvetler tarafından yürütülecekti. Bu birliklerin operasyon yapma yetkisi, ilgili

şehirlerin valilerine ait olacaktı. Güneydoğu dışında Karadeniz’de de özel bir terörle mücadele birimi kurulacaktı. Sınır karakollarına polisler konuşlandırılacak, operasyon bölgelerinden er ve erbaşlar çekilecek ve mücadele “profesyonel” bir tarzda yürütülecekti. Buna uygun olarak, özel harekat polislerinin sayısı ikiye katlanıp 15 bine çıkarılacak, eski özel harekatçılar yeniden göreve çağrılacak ve özel harekat birlikleri obüs, havan topu gibi ağır silahlarla donatılacaktı. “Terörle mücadele”de yeterince etkili savaşmadığı, asker ölümlerine karşı yeterli önlemleri almadığı veya aslında savaşı bitirmek istemediği için TSK’ya güvenmeyen siyasal iktidar böylece “sivil” bir hamle yaparak dizginleri ele aldı. Fakat bulduğu çözüm, yargısız infazlar, köy boşaltmalar gibi 90’lara damgasını vurmuş ne kadar ağır insan hakları ihlali varsa hepsini gerçekleştirmiş olan özel harekatçıları devreye sokmak oldu.

Ardından Kürt medyasında 18 Temmuz günü ve sonrasında İran ordusunun Kandil’e büyük bir operasyon düzenlediği haberi yayımlandı. KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Kandil’de cephe savaşı verildiğini, TSK’ye bağlı özel birliklerin de gizlice İran tarafında savaştığını, Türk tanklarının operasyona katıldığını ve TSK’nın İran’a mühimmat desteği sağladığını belirtti. Yine Kürt medyasında çıkan haberlere göre, İran Kandil’deki yaylaları ve köyleri bombalamış, sivil can kayıpları meydana gelmişti. Kürt medyasının ortak yorumu –ki bu yorumun bir benzerini son görüşmesinde A. Öcalan da yapacaktı– İran’ın Türkiye’yle birlikte ortak amacının sadece PJAK’ı ve PKK’yi tasfiye etmek olmadığı, dört parçadaki Kürtlerin elde ettiği/edebileceği yeni statüyü ve kazanımları boğmak olduğu şeklindeydi. Bilindiği gibi, Suriye’deki rejim sallanmaya başlayınca Suriyeli Kürtler çözüm için anahtar bir role sahip olmuşlardı. Rejim kendini reforme etse de, çöküp yerine başka bir rejim kurulsa da Suriye’de Kürtlerin temel haklar ve bir tür özerlik elde etmesi güçlü bir ihtimaldi.

Son olarak sahneye, yeni “terörle mücadele konsepti”ne destek vermek üzere Fethullah Gülen cemaati çıktı. Cemaatin etkili kalemi Hüseyin Gülerce Zaman’da arka arkaya yazdığı iki yazıda, Silvan olayının meydana geldiği 14 Temmuz’u “terörle mücadele”de “kırılma noktası” ilan etti.3 Bundan böyle, Türkiye’nin yıldız haline gelmesini istemeyen İsrail, ABD, bazı bölge ve Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin desteklediği PKK, DTK, PKK ve benzeri “Kürt ırkçıları”, artık “terörle mücadele”nin

1 Bkz. Orhan Miroğlu ile röportaj (“Demokratik Özerkliğin Hiçbir Karşılığı Yok”) ve Rober Koptaş’ın “Silvan’ın Mantığı” başlıklı yazısı, 22.07.2011 tarihli Agos gazetesi.

2 Tırnak içindeki ifade, ayyildizhaber.com. adlı haber sitesinden aynen alınmıştır.

3 Hüseyin Gülerce’nin söz konusu yazıları için bkz. “Teröre yenilerek Kürt sorunu çözülemez…”, 20.07.2011, http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1160212 ve “Terörle mücadele, neden farklı olacak?”, 27.07.2011, http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1162424.

Page 20: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

38 39Kürtler Kıskaca Alınıyor Ya SonraKürtler Kıskaca Alınıyor Ya Sonra

ne demek olduğunu göreceklerdi. Demokratik Toplum Kongresi, “henüz yeni şehit olan askerlerin elbiselerindeki kan kurumadan kendi kendine gelin güvey olarak demokratik özerlik ilan etmiş”ti. Türkiye’nin sırtında büyük bir kambura dönüşen “Kürt sorunu ayrı, terörle mücadele ayrı” idi. Genel bir demokratikleşme çerçevesinde Kürtlere “ferdi hakları ve hürriyetleri” tanınacak, fakat yeni ve etkili yöntemlerle “terörün beli kırılacak”tı. Elbette H. Gülerce, Kürtlere ana dilde eğitim gibi hakları tanımak için neden terörün belinin kırılması gerektiğine bir açıklama getirmiyordu. Kaldı ki özel harekat timlerini devreye sokarak yeni bir şiddet dalgasıyla “terörün belini kırmaya” gerek yoktu. A. Öcalan yakın dönemde defalarca çağrı yapmış ve eğer kendisine rolünü oynama imkânı verilirse, gerillayı güvenli bir bölgeye çekerek bir haftada sorunun şiddet boyutunu çözebileceğini söylemişti. Mesele, Kürt sorununa şöyle veya böyle bir çözüm getirmek miydi, yoksa Kürt siyasi hareketini muhatap almamakta ve Kürtlerin bir halk olmaktan kaynaklanan temel haklarını tanımamakta ısrar etmek miydi? 1980 öncesi PKK’nin etkili isimlerinden olan ve halen Özgür Gündem’de yazarlık yapan Muzaffer Ayata, İslami bir cemaatin yeni terörle mücadele konseptine ortak olmaya niçin bu kadar meraklı olduğunu sorguluyor ve cemaate madem o kadar istiyorsunuz, o halde “er meydanına hoş geldiniz” diyordu.4 Gerçekten de Gülen cemaati için yeni ve riskli bir dönem başlıyordu.

* * *

Bütün bu gelişmeleri nasıl yorumlamalı? Sanıyorum, süreci 2009 yazında başlayan “Kürt açılımı”na kadar geriye götürebiliriz. Daha açılım politikasını ilan etmeden önce, 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde Kürt siyasi hareketinin başarılı sonuçlar almasıyla birlikte, Nisan 2009’da KCK operasyonlarına başlayan AKP, ilk önce “kooptasyon”, yani “belirli tavizler verir görünerek kafalama” dediğimiz bir politika başlatmıştı. Bu politikanın özü, TRT Şeş gibi çok sınırlı birkaç uygulamayla ve ekonomik-siyasi imkânları seferber ederek Kürtlerin önemli bir kısmını yanına çekmek, demokratik kamuoyuna dönük uzun bir oyalama taktiği benimsemek ve Kürt siyasi hareketini de marjinalleştirmekti. Kürt siyasetçilerine yönelik KCK operasyonları bir yandan, seçim döneminde ve öncesinde BDP tabanına yönelik ardı arkası kesilmeyen tutuklamalar bir yandan, ABD’nin istihbarat desteğiyle yürütülen askeri operasyon bir yandan, Kürt siyasi hareketi büyük ölçüde tasfiye edilmeye çalışıldı. Bu süreçte, Zaman, Yeni Şafak, Sabah, Kanal 24, Kanal A, Kanal Türk gibi muhafazakâr-“liberal” medya organları ve dönemsel olarak da Taraf gazetesi psikolojik savaş

boyutunda önemli bir rol üstlendiler.5

Uzunca bir sürece yayılan kooptasyon taktiği hepimizin bildiği gibi ciddi bir sonuç vermedi. Yaklaşık 4-5 bin kişinin tutuklanmasına, yayın organları ve gazeteciler üzerindeki ağır baskılara, yüzlerce gerillanın yaşamını yitirmesine karşın, Kürt halkının çözüme dönük dirence ve inisiyatifi kırılamadı. Kırılamadığı gibi, AKP-devleti bir hayli zora sokan, demokratik çözüm çadırları, sivil Cuma namazları gibi etkili sivil itaatsizlik kampanyaları yürütüldü. Bana göre henüz içini doldurmadan erken bir aşamada ilan edilmiş olsa da demokratik özerklik, uluslararası kamuoyu ve AB nezdinde gayet meşru bir talepti; zaten Batılı ülkelerde kimse demokratik özerkliği “terör”le bağlantılandırmaya kalkışmadı. Diğer yandan, Kürt siyaseti 12 Haziran seçimlerinden oldukça başarılı bir sonuçla çıktı. Kürt hareketinin öncüllerinin tamamını benimsemeyen, ancak Kürt halkının talepleri konusunda kararlı davranan, etkili olabilecek şahsiyetler Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’na katılmış ve milletvekili seçilmişlerdi. Türkiye toplumunun büyük bölümünün yeni parlamentodan beklentisi ise, başta Kürt sorunu olmak üzere demokratikleşme alanındaki temel sorunları çözüme kavuşturacak sivil bir anayasa yapmasıydı.

AKP, “kooptasyon” taktiğine devam edecek olsaydı, sivil siyaset zemininde Kürt siyasi hareketinin ana dilde eğitim, askeri-sivil operasyonların durması, demokratik özerklik, tutukluların serbest bırakılması, Terörle Mücadele Yasası’nın (TMY) değiştirilmesi, yeni anayasada Türk kimliği dışındaki kimliklerin de güvenceye alınması gibi talepleri karşısında nasıl duracaktı? Biraz geriye dönüp bakarsak, uluslararası insan hakları standartlarına göre karşı çıkılması pek mümkün görülmeyen bu taleplere karşı direnmenin, Kürt halkı nezdinde BDP’yi daha da güçlendireceğini görebiliriz.

Dolayısıyla, resmi ideoloji ve “devletin bekası” açısından, eski bildik şiddet ve bastırma yöntemlerine geri dönmekten başka bir yol görünmüyordu. Bunun ilk ipuçlarını, seçimden hemen sonra Hatip Dicle başta olmak üzere seçilen blok milletvekillerinin Meclis’e sokulmamasıyla görmeye başlamıştık. Tabii o zaman buna çok anlam verememiş ve AKP’nin “yumuşak güç” kullanımında yeni bir taktiği olarak değerlendirmiştik. Ardından askeri operasyonların yoğunlaştırılması ve Öcalan’la yapılan görüşmelerde mutabakat sağlandığı

söylenen adımların bir türlü pratiğe yansımaması gibi gelişmeleri yaşadık. Belki gözlerden kaçan önemli bir gelişme daha olmuş, Suriye’de rejim karşıtı muhalefetin güçlenmesiyle birlikte, CIA Başkanı’nın Türkiye ziyaretleri başlamıştı. Bunun üzerine, Türk dış politikası aniden değişti; önceleri Beşar Esat’a tepki çekecek ölçüde yumuşak mesajlar verilirken, Suriyeli muhaliflerin toplantılarına ev sahipliği yapılmaya başlandı. Türkiye, Suriye’de ABD’nin öngördüğü “yumuşak geçiş” planına destek karşılığında, bir kez daha Kürtler üzerinde baskı kurma vizesi almıştı.

Son olarak, Silvan olayıyla birlikte kamuoyunun başarılı biçimde manipüle edildiğine dikkat çekmek gerekiyor. AKP, barışa doğru evrilebilecek bir süreci dinamitleme sorumluluğunu üzerine almamak için, muhafazakâr medyanın ve güya liberal aydınların da desteğiyle, bütün suçu PKK’nin üzerine attı. Bizzat Başbakan, “gelişmelerin Öcalan’ı da aştığını” söyledi ve Kürt siyasetinin çok başlı olduğunu, dolayısıyla ona güvenip bir şey yapılamayacağı kampanyası başlatıldı. Böylece, Silvan’da askerlerin yaşamını yitirmesi, “iyi niyetin” sınırlarının ihlal edildiği bir milat olarak tanımlandı.

Geriye dönüp baktığımızda, AKP’nin seçimler öncesi Kürdistan’da zayıf adaylar göstermesini, neredeyse MHP’yle kafa kafaya milliyetçilik yarışına girmesini, sivil cuma namazı kılanları “Zerdüşti” ilan edecek kadar dindar Kürtleri rencide etmeyi göze almasını ve “tek devlet, tek bayrak, tek millet” söylemini tekrar propagandasının merkezine yerleştirmesini bu çerçevede yorumlayabiliriz sanıyorum.

4 Bkz. “Fethullahçılar bir cemaat mi, yoksa savaş lobisi mi?”, 30.07.2011, Özgür Gündem.5 Burada üzerinde durulmaya çalışılan sürecin oldukça derli toplu bir anlatımı için bkz. Hüseyin Ali, “Neden Sert Güç?”, 29.07.2011,Özgür Gündem.

Page 21: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

40 41Hasan’la Birlikte Kayıplarımızı ArıyoruzHasan’la Birlikte Kayıplarımızı Arıyoruz

Hasan’la Birlikte Kayıplarımızı ArıyoruzBurcu DEMİRBAŞ

‘’Ah bi dene mezarın yoktur ki gidem başında ağlayam. Yavrum seni nerde bulam oy oy oy oooy.’’*

Acının Kalabalıklaşması

Kimsesizler mezarlığında üzerine topraklar yığılmış bir yumruk. Yumruğun başladığı yerde bir gülüş. Yüzümüze aydınlığını düşüren gülüş bir işçiye bir sosyaliste bir halk çocuğuna ait. 17 Mayıs 1995’te Beykoz’da bir ‘’kimsesiz’’ gibi bir kötü mezarda bir acımasız ölümde bulundu. Telle boğularak nefessiz bırakılmış, cansız bedeninde insansız, imansız bir dünyadan yerleştirilmiş işkence izleri… Oy Hasan!

Hasan o gün o 21 Mart’ta o baharın gelişini selamlayan, kır çiçeklerini gülümseten yüzüyle güneşten bir merhabaya durmuştu sabahı. İşine gitmişti selamıyla teriyle emeğiyle gününü kazanmak için. Günün ekmeğini tamamlamadan bir koşu eve gitmek istiyordu. Kardeşinin doğum günüydü o gün, bir bahardı bir akşamdı ailesinin sıcağına düşsün istediği. Gidemedi…

Hastanelerde, karakollarda aradılar onu. İsminden korktular. Gözaltı kayıtlarına düşülmüş isimden çok daha fazlasıydı. Onu yok saydılar. Onu 55 gün yoklara saydılar, onu 17 gün işkencehanelerde parmağına bağladığı ipten çözmeye çalıştılar. Çözemediler. O unutmadı bu ipin neden orada olduğunu, onu neden oraya getirdiklerini, onu etinde aslında kimi dövdüklerini unutmadı!

Sen

Sen direndin, sen konuşmadın, sen sustun. Susuşunun bıraktığı yankı on altı yıldır kulaklarımızda yüreklerimizde uğuldar durur. Senin bir gülüşünü solduranlara bin ah ediyoruz. On bin yumruk on bin omuz seni taşıyoruz. Yüz binlerin soluğunda nabız bulan; İntifada, İsyan, Serhıldan!!!

Acının Örgütlenmesi

Biz soruyoruz Hasan, gülüşünü çalanları sesini kilitleyenleri soruyoruz! Soruyoruz güvercin

teleğinden, yoksul sokaklarından hayatın, tohumlarından kenar mahallelerin, sabah şafağından dağların. Soruyoruz. Bir biçim alıyoruz, biçim biçim seni arıyoruz. Seni ve geldiğin yolda toprağı delmiş diğer yumruklarımızı, kayıplarımızı…

Kuşak kuşak yılların izinden, yılların sisinden aradığımız kayıplarımız. Gecelerde gündüzlerde kaybedilen insanlarımız. Yoklukları bir haberle açıklanmayan, kayıtlara düşüldüyse dahi silinen, günlerce yıllarca hiçbir ses bulunamayan, işkencehanelere direnişlerinin resmini çizmiş kayıplarımız ve Hasan ve gülüşü…

Yıllardır vuruyorsunuz, günlerde vurdunuz, her cumartesi Galatasaray Meydanı’nda ellerinizde, gözlerinizde bekleyişlerinizin çığlığa ve sızıya dönüştüğü anlarda yüzlerimiz artık yüz olmaktan çıktı. ANALARIMIZ cumartesiden cumartesiye yanlarında, acılarında, özlemlerinde, direnişlerinde yanında durduğumuz analarımız.

‘’Kaybedenler Kaybedecek!’’

Suça ortak ‘’devlet’’, suçun ortasında bir devlet! Kurumları, hükümetleri, başbakanları, emniyet müdürleri, valileriyle suçlar sofrasında kana doymayan bir devlet. Katledenlerin yargının terazisinde ölçülmediği, JİTEM’ci ölüm komutanlarını ‘’Bildiğiniz yolda devam edin, arkanızdayım’’ diye yüceltenleri, 1000 kişilik özel harekat timlerine methiyeler düzenleri, 500.000 Kürdü bir dakikada öldürme tehdidinde bulunanları… Yani ayanları, beyanları, alçalmışlıklarıyla bir devlet! Kurumları, ortakları, suçları, figüranları, tetikleri, tetikçileri, kalemşörleri, baş katilleri, son katilleri devletin!

Şimdi diyoruz ki ‘’Kaybedenler Kaybedecek!’’ Hükümetler boyunca, dağılan toplanan meclisler boyunca, 1970’lerde, sıkıyönetimlerde, darbelerde asit kuyularına atılan, toplu mezarlarla üzeri örtülmeye çalışılan, gözaltında cinsel taciz- tecavüz saldırısına maruz bırakılan can parçalarımızı aramayı, sormayı bırakmadık. Bırakmayacağız !

Hasan Ocak Gazi’dir, Gazi Hasan Ocak’tır

90’ların perdesi açılırken Kuzey Kürdistan’da yoksul Kürt halkının başlattığı isyanın ateşi Türkiye metropollerinde devrimcilerle kucaklaşmayı bekliyordu. Sivas Katliamı ile birlikte açığa çıkan devletin katliamcı yüzü özellikle işçi kentlerinde, emekçi mahallelerinde yeni bir Anti-Faşist dalgayı müjdeliyordu. Kürt halkının isyan dalgasını kanlı vahşetiyle susturmaya çalışan devlet aygıtı batıda Kürt halkının özgürlük çağrısına omuz vermek üzere ayağa kalkmış işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin ve yoksulların iradesine karşı kirli

tezgahlarını çoktan kurmuştu. Sivas’tan yükselen çığlığın keskinliği İzmir’den Adana’ya, İstanbul’dan Bursa’ya, Ankara’dan Kocaeli’ye kulakların perdesini yırttı.

Gazi’de iki irade karşı karşıya geldi. Kürdistan’da kaybettiği inisiyatifi İstanbul’da geri almaya çalışan devlet pususunu kurmuş bekliyordu. Pusunun hedefi yeni yeni toparlanmakta olan devrimci hareket, yüzlerce yıldır kimliğini saklamak zorunda kalmış Alevi muhalefeti, köyleri yakılmış yıkılmış ve metropollere sürgüne zorlanmış yoksul Kürt halkıydı. Direndi Gazi. Direndi Gazi’li işçi çocukları, işsizleri, kadınları. Ve irade ayaklandı. Sınırsız düşman şiddetine karşı sınırlı olanakla, sınırsız düşman alçaklığına karşı sınırsız cüretle irade ayaklandı. İrade Dersim’li bir sürgün ailenin çocuğu Hasan’ı aldı ‘’Komutan’’ yaptı.

Gazi’de iki sınıf, iki dünya, iki hayat, iki insan biçimi karşı karşıya geldi. Gazi emekçi halkının direnişi devletin kurduğu kumpası bozdu. Alevi halkımızın üzerine ateş açarak provokasyon dayatan devletin üzerine yürüdü…

Gazi’de iki insan biçimi karşı karşıya geldi. Biri bizim kıymetlimiz Hasan’dır bağrımıza bastık. Devlet ‘tehlike’yi gördü. Yıllardır alışkanlık haline getirdiği kaybetme politikasını yine devreye soktu. Hasan’ı bir akşam üstü bizden uzağa götürdü. Hasan’a da binlercesine yaptığı gibi işkence etti, teslimiyet dayattı.

Gözyaşlarının Örgütü

Hasan’ı aramaya başladılar. Önceleri evlerinde oturup gözyaşı döken kadınlar üzerlerinde önlükler, dudaklarında yarım bir dil, sokak sokak Hasan’ı aramaya başladılar. Dostlardan sordular, düşmanın yakasına yapıştılar. Habersizi haberdar ettiler. Bütün duvarlara çığlıklarını nakşettiler. Artık o kadınlar eski kadınlar değildi. O kadınlar artık gözyaşlarının örgütünü kurmuşlardı.

Hasan Ocak bedeninde Gazi’nin intikamını sormak isteyen devlete ayaklanmış kadınlar Hasan’ı sordu. Hasan’ı ararken Hasan, Rıdvan (Karakoç) oldu. Hüseyin (Toraman) oldu, Kenan (Bilgin) oldu. Kadınlar, analar, Emine Ana (Ocak) gözyaşlarının doğrulttuğu bir kızıllıkta ayağa kalktı. Hasan’ı sordu günlerce gecelerce. Hasan’ı buldu Ana!

Hasan’ı buldu bir yeryüzünde gülüşü düşmüş toprağa, Hasan’ı buldu ellerinde gözleri sözleri kilitten. Hasan’ı buldu zaptedilememiş bir kaleden inancını. Hasan’ı bağrına bastı, Hasan’ın gözünden doldu isyanı. Solgun gülümsemesinden göğsüne muskayı bağladı. İnancın, direnmenin, aramanın,

Page 22: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

42 43Hacı Oruç Bir Ramazan HikayesiHasan’la Birlikte Kayıplarımızı Arıyoruz

katilden hesap sormanın muskasını!

‘İyi seyreyleyin kardeşler’ dendi. Şimdi geceyi aşacak sürgün bir kenttedir Hasan. ‘’Eksilmedi dudaklarından gülümseyişin muştusu türküler.’’ Derinlerden biçimlenen soluklarla soluğu sonsuza kadar sıcak, omuz başımızda duracak, kayıplarımızı bizimle soracak Hasan!

17 – 31 Mayıs Uluslararası Gözaltında Kayıplar Haftası

Hasan’ın parmağında sökemedikleri o ip… Unutmamanın, sahip çıkmanın, mübalağa kederli olsa dahi her sabah uyanıp o nöbette durmanın, o kapıyı beklemenin ipidir. O ip şimdi her birimizin parmağında sarılı. Sokaklarda binler olup aradığımız Hasanlar’ı unutmadan, devletin kaybetme, inkar etme saldırısını nasıl gerilettiğimizi hep hatırlayarak; kayıplarımızı sormaya devam ediyoruz.

ICAD’ın çağrısına uyarak, “Bir kez daha, yaşadığımız coğrafyayı toplu mezarlara çevirenleri, bizi anasız, babasız, kardeşsiz, eşsiz bırakanları suçlarıyla yüzleşmeye zorlayacağız. Kaybedenler sadece bizi değil insanlığımızı hedef aldılar. Kaybedenlerin karanlığını mumlarımızın ışığı, yüreklerimizin isyanı ile yırtmak, sözümüzü hep beraber söylemek için…”

*Hatice Toraman (Hüseyin Toraman’ın Annesi…)

Hacı Oruç Bir Ramazan HikayesiUtku Deniz SİRKECİ

Hacı Oruç’u çok büyük oranda tanımıyorsunuz. Ben de tanımıyorum. Bundan sonra tanıma şansım da olmayacak. Çünkü o artık aramızda değil.

“Silvan’da geçimini el arabasıyla sebze ve meyve satarak sağlayan ve 2 odalı tek katlı evde ailesiyle yaşayan Hacı Oruç, 3 gün önce iftar vakti evine geldi. Eşi Edibe Oruç’a ne yemek yaptığını soran Oruç, “Yemek yapacak birşey yoktu. Yemek yok” yanıtını alınca üzülerek, evin bir odasına çekilip, kendisini tavana astı.

Şüphelenip odaya giren Edibe Oruç, eşini ipte asılı tavanda sallandığını görünce hemen müdahale etti ve ipi keserek onu indirdi. Hacı Oruç, yakınları tarafından kaldırıldığı Diyarbakır Dicle Üniversitesi Hastanesi’nde yoğun bakımda tedaviye alındı ancak yapılan tüm müdahaleye rağmen dün akşam yaşamını yitirdi.

Eşinin intihar etmesinin ardından 4 çocuğuyla ortada kalan 37 yaşındaki Edibe Oruç, büyük üzüntü yaşadı. Kürtçe konuşan Edibe Oruç, eşinin son günlerde para kazanamadığı için eve yiyecek alamadığını söyledi.

Eşinin 3 gün önce iftar saatinde eve geldiğini ağlayarak anlatan Edibe Oruç şöyle dedi: “İftar saatinde eşim eve geldi. Yemek yapacak hiç bir şey yoktu evde. Aç aç bekliyorduk. Eşim ne yemek

yaptığımı sordu. Ben de ‘yemek yapacak bir şey yoktu, yemek yok’ dedim. Bunun üzerine çocuklara sarılıp bir süre ağladı. Çok üzüldüğünü anlamıştım. Sonra da arka odaya geçti. Ben de fazla üzmemek için yanına gitmedim. Ama odadan ses gelmeyince merak edip gidip baktım. Eşim kendini iple tavana asmıştı.”.

Hacı Oruç’un cenazesi, Silvan’ın Karabehlülbey Mezarlığı’nda toprağa verildi. 11 yıllık evli 4 çocuk babası Hacı Oruç’un ölümüyle ilgili savcılık soruşturma başlattı.”

Savcılık soruşturma başlatmış. Neyi soruşturacak peki? Hacı Oruç’un neden eve yiyecek bir şeyler alacak parasının olmadığını mı? Ama AKP iktidarının buna savunması da hazır olacaktır mutlaka. Hazreti Ömer’in, tenceresinde taş kaynatan kadınla olan meselini anlatacaklardır bol bol. Savcılık bugüne kadar bütün iktidarları sorgulayıp neden bu ülkede evinde yiyecek bir şey bulamayan insanlar olduğunu soruşturacak mı? Demirellere, Erdoğanlara, Özallara halkı aç bırakmaktan dolayı dava açabilecek mi? 30 yıldır süren bir savaşta harcanan paraları hesaplayıp bunlarla kaç insanın doyabileceğini söyleyecek mi? Ya da mankenlerin göbeğinden şusi yiyenleri bulup, Hacı Oruç’un ailesine borçlusunuz diyecek mi?

Hacı Oruç artık aramızda değil. Biz yaralıyız. Acımız büyük.

Page 23: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

44 45Mezopotamya’dan Doğan GüneşMezopotamya’dan Doğan Güneş

Mezopotamya’dan Doğan GüneşFırat Can KALYON

Bir düşünün. Ülkesini, memleketini, şehrini, köyünü sorduğunuz nice Kürdü düşünün. Sorduğunuz ama söyleyemeyen, sorduğunuz ama gerçek adıyla söyleyemeyen nice Kürdü… “Memleketim Dersim, Amed, Navşar” diyemeyen binlerce insanı düşünün. Görüş günü geldiğinde annesiyle Türkçe bilmediği için konuşamayan özgürlük mahkûmlarını, yürekleri paramparça anneleri… Bu insanlar koca bir tarihi yaşadıkları ülkelerinin üzerinde bugün misafir muamelesi görüyorlar. Devleti, hükümeti, askeri bu halka sopa gösteriyor. İlçelerini il yapıp, başlarına komutanlar, emniyet müdürleri, valiler atıyor. Düşünün…

Ulusalcı sosyalistler Demokratik Özerklik Projesi’nin bir emperyalist proje olarak tanımlarken, Bahçeli’de geçtiğimiz günlerde bunun bir ABD projesi olduğunu söyledi. İş Kuvâyi Milliye sınırlarını korumaya gelince bunların içinde “tek uluşçuluk” olanları bir oluyorlar; bunu gördük.

Gerçekte kimdir Emperyalist olan?

Büyük Türk projesine göre ortada bir tasarı var: Türkiye topraklarında bir takım “göçebe” öte

taraftan sınırda eşekleri önden gönderip bu tarafa geçiyor; ABD, AB ve İsrail desteğiyle ülke kurmak, “emperyalist” emellere ulaşmak istiyor. Maşa oluyor. Biraz daha yumuşatırsak, Kürt kimliği adı altında bu zamana kadar hiç duyulmamış bir millet yumurtlayarak emperyalist projelere alet oluyorlar. Ulusalcı sosyalistlere bu işi sorduğunuzda aynen şunu söylerler: “Çoğunluğu emekçi bir halk ama emperyalistlerle işbirliği yapıyorlar. PKK’yi kim kurdu?”.

Bu proje bildiğimiz proje. Ancak, bu direnişin gerçek kökeni nedir? Gerçek proje nedir? Ortaya ille de bir proje atmak gerekir mi? Bu soruların yanıtını dahi tartışacak durumda olduğumuzu düşünmüyorum. Sorunun içeriğine gelmemize ise, henüz çok var. Ama sorunun kökeninde emperyalist bir akıl olduğu kesin. Bu emperyalist adımın Bağdat ve Ankara arasında kalan bölge üzerine olduğu da açık. Bu bölgenin coğrafik adı Mezopotamya’dır. Bu coğrafyanın üzerinde can çekişen, Demirci Kawa efsanesinden bu yana, acıların, ölümlerin olduğu, emperyalist işgallerin hedefi olmuş ülkenin “söylenemeyen” adı da Kürdistan’dır.

1938’de Dersim’li atalarım topraklarını bombalayan, onlardan vergi isteyen yeni Türk Devleti’ne karşı direnirlerken onlara şu söyleniyordu: “Siz has ve has Türk’sünüz. Dersimliler Horasan’dan gelirler.” Zaza Halkının dil ailesi bakımından İran Bölgesi’nden Mezopotamya’ya geldiklerinin yüksek ihtimal olduğu doğrudur. Ancak hiçbir kanıt Zazalar’ın Türk olduğunu işaret etmemekte. Dersimliler buna inanmadıkları için kendi topraklarında katledildiler. Amed’li çocuklar kendi topraklarında okuyabilmek için kendi dillerini, kökenlerini, adlarını unutmak zorunda bırakıldılar. Şimdi değişen bir şeyler mi var? Çocuklara bu seferde “kursa gidin” denilip yine Türkçe öğretilmiyor mu? Her gün okullarda Türküm dedirtilmiyor mu? Her gün o ırkçı marş söyletilmiyor mu?

Siz Kürde ne vaat edebilirsiniz ki o zaman…

Emperyalist olanlar, yalan ve hilelerle Kürtlerin iradelerine el koymuş, ağızlarını tıkamış, gözlerini bağlamış olanlardır. Şimdi kelepçelerini bileklerini kanatarak çıkaran Kürtler açılan gözleriyle ülkelerine yeniden bakıyorlar. Kimsenin onlara buyur ettiği falan yok. Asırlarca kendi kanlarıyla boyanmış sularını içtikleri Fırat ve Dicle’ye bu defa Rojbaş diyorlar.

Demokratik Toplum Kongresi (DTK)’nin de önerdiği Demokratik Özerklik önerisi Kürtlerin ülkelerinde söz sahibi olmak, ülkelerini işgalcilerin elinden almak için, sosyal, kültürel ve ekonomik anlamda var olabilmek için önerdikleri bir çözüm projesidir. DTK bu öneriyi sadece Kürtler için sunmuyor, tüm yerellerin kendi öz yönetimlerini oluşturmasını sağlamak, Anadolu’da yaşayan diğer halkların da bu şekilde bölgesel kararlar alabilmesi için bir büyük öneri ortaya atıyor. Bu öneriye sırt çevirenler, görmeyenler ya da emperyalist bir proje olarak değerlendirenler kendilerinin Kürdistan’ı işgal ettiklerini görmezlikten geliyorlar. Evet, kimsenin bir yere gittiği yok. Kürtler ülkelerinde söz söylüyor, Azadiya Welat şiarını haykırıyorlar. Bu projenin anlamı budur! Kafası kurşun sıkmaktan başka bir işe çalışmayanlar da bir “bölünüyoruz, ülke elden gidiyor” çığırtkanlığıdır yapıyor…

Şimdi ülkenin üzerinde Seyit Rıza’dan, Alişer’den, Musa Anter’den küçük Ceylan’a hepsinin ruhları gezmeye başlıyor. Kürtlerin bileklerine kelepçe vurup katledenler, onların hak-ı tesliminden kurtulamayacaklar.

O halde ülkesi işgal altında olan kimdir?

Ülkeleri işgal edilen Kürtler, şimdi bu soruyu kulaklarını onlara tıkamış herkese sormalı. AKP’yle işbirliği öneren içlerindeki liberallere de öyle…

“Hayatlarında dükkân işletmemişler, ekonomik model öneriyorlar” diyen liberallere de sorsunlar!

Sorsunlar ki utansınlar bu uğurda canını vermiş binlerce insandan…

Ülkelerini emperyalist işgalin karanlığından çıkarabilmek için direnenlerden…

Bu defa Mezopotamya’dan doğan özgürlük güneşi, Canikler’den, Toroslar’dan çoğalacak…

“(…)

Ve kan akardı derelerimizden Zilan, Munzur, Otuz Üç Kurşun ve Nevala Kasaba Ve ülkemin bütün derelerinden. O iklimde kalırdı acılar. Duymazdı bir allahın kulu çığlığımızı Ve dağlara sevdalanırdık karabasan gecelerin sabahında Direnmek kalırdı Kürde çünkü yaşamın bir başka adı Direnmekti…”

Ape Musa ( Musa Anter )

Page 24: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

46 47Bir Mendil Niye KanarBir Mendil Niye Kanar

Bir Mendil Niye KanarBülent YILDIZ

Çünkü gülemiyorsun.

Gülemediğin için sen, onların gülmesine de izin vermiyorsun. Çünkü gülemediği için onlar, sen de gülemiyorsun.

Ne kadar benziyorsunuz birbirinize …

Ağıtlarınızın dili ayrı ama ağlamalarınızın dili ortak oysa. Ayrı millettensiniz ama ikinizin de elleri nasırlı. Çocuklarınızın da öyle… Aynı mahallenin insanları olduğunuz ne kadar da belli. Çocuklarınız ölünce ikiniz de ölüyorsunuz ya, bu yüzden işte. Ve aslında ikinizden başka ölen de olmuyor. Hiç olmadı. Olmayacak da. Çünkü ölüler hep aynı mahalleden çıkar.

Bakmayın siz yanınıza gelen iri puntolu koca adamların gözlerindeki yaşlara. Siz “vatan sağ olsun” dedikçe sağ oluyor iri puntolu adamların vatanı ama ölüyor sizin çocuklarınız, iri puntolu adamların

olan vatan için. Onlar sağ kalan vatanlarının ve kasalarının dış açıları toplamı genişlesin diye sizin iç acılarınızın toplamına gözlerini dikiyor.

Gülemiyorlar bu yüzden.

Ve gülemiyorsun bu yüzden.

Ama her gülmek istediklerinde, gülmeyi yasaklıyorsun onlara, iri puntolu adamların vatanı için. Bir bilsen onlar gülünce sen de güleceksin… Bilmiyorsun. Bilmene izin vermiyorlar yine bu yüzden. Çünkü birbirinize benzediğinizi fark ettiğinizde onlarla bir olup gülmelerine eşlik edeceğini; senin de güleceğini biliyorlar. Çünkü sizin gülmeniz, onların ağlaması demek. Bunu biliyorlar.

Size hiç benzemeyen onlar, sizin birbirinize ne kadar benzediğinizi sizden iyi biliyorlar.

Bu yüzden ellerinden her şeyini alıyorlar. Dilini alıyorlar. Sözünü alıyorlar. Çocukları öldüğünde

ağlamalarını alıyorlar. Geriye bir ağıdı ve bir yası kalıyor, onu da alıyorlar. Her şeyi elinden alınmışın geriye yalnızca kanayan mendili kalıyor elinde. Farkında mısın bilmem ama işte o kanayan mendilin bir ucu hep sende de oluyor. Çünkü elinden alınmışları almak için öldüklerinde onlar, sen de ölüyorsun. Kardeş payı yapar gibi…

Çünkü ölüler hep aynı mahalleden çıkar.

Ne kadar benziyorsunuz birbirinize…

Yüreğinizden oluk oluk kan gibi yaşlar akıyor ikinizin de. Birbirinize benzediğinizi fark etmeyin diye, akan gözyaşlarınızı o kanayan mendille silmenizi istiyorlar. Sonra binyıllardır ceplerinde hazır tuttukları kendi kanayan mendillerini çıkarıp, “elleriniz balçık gibi itaatli/elleriniz karanlık gibi kör/elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun/ elleriniz isyan etmesin/” diye ağlamalarınıza eşlik ediyorlar. Bir eli yağda bir eli balda olanlar sizin gözyaşlarınıza baka baka, kendi gözlerindeki yaşları siliyorlar işte o kanayan mendilleriyle.

Siz o kanayan mendilinizle birbirinizin gözyaşlarını silseniz, silinip yok olacak olan yüreklerinizdeki yaşlar, onların elinde tahrip gücü yüksek bir silah oluyor.

Gözlerinden kan fışkırıyor ya hani, işte bu yüzden.

Sen gülemiyorsun ya, işte bu yüzden.

Çünkü gülmek, “bir halk gülüyorsa gülmektir.”

Bir mendil niye kanar?

İşte bu yüzden…

Page 25: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

48 49Nükleer Değil, Güneş-Rüzgar Hepimize YeterBir Mahkeme Salonunda ‘Agır Katye Dilemin’

Japonya’da 9.0 büyüklüğündeki depremin olduğu gün Türkiye’de Enerji Bakanı Taner Yıldız, Akkuya’da kurulması düşünülen nükleer santralin detaylarını Japon Teknik heyetiyle görüşüyordu.

Depremden sonra Fukuşima Nükleer Santrali’nde oluşan patlamalardan bahsederek; ”Japonya bir nevi kendini testten geçirdi. İyi bir sınav verdi. Türkiye’de nükleer santrali yapımı devam edecek “ dedi.

Yıldız’a göre Japonya’da oluşan radyoaktif sızıntı’nın ciddiye alınacak bir yanı yoktu. Oysa, Japonya tarihinde ilk kez ülke genelinde nükleer acil durum alarmı verdi.

Abartıldığını düşünen Yıldız’dan önce Japonya Başbakanı deprem, tsunami ve nükleer alarmı için ”2.Dünya Savaşından beri yaşadığımız en ciddi kriz” demişti oysaki. Yüksek Japon teknolojisi diyerek tanrısallaştırılan bu sistemler bile nükleer sınavında çuvallamıştı. Paniğe kapılmayın uyarısı altında paniğe kapılanın Japonya hükümetinin

bizzat kendisi olduğunu gözümüzle görüyoruz. Bu da daha önceleri hep yapıldığı gibi nükleer sızıntının boyutunun gizlenip saklanamayacağını gözler önüne seriyor tüm çıplaklığıyla. Japonya hükümeti 200.000 kişiyi tahliye etti. İnsanlar radyasyon ölçümlerine maruz kalıyor. Radyoaktif sızıntı her geçen gün kendini daha da belli ediyor. Bu bağlamda Türkiye’de Mersin, Akkuyu’da yapılması planlanan Nükleer Santral projesi Japonya’daki nükleer facianın boyutlarıyla beraber iyice tartışılır bir zemine oturdu. Yükselen Nükleer Karşıtı Ekolojist hareketlere karşılık hükümet “Enerjiye olan İhtiyaç” argümanını ileri sürüyor.

Başbakan; “Türkiye’nin nükleer projeleri askıya alma gibi bir düşüncesi var mı?” sorusuna, “Şu anda bizim Rusya ile yaptığımız görüşmeler ve nükleer enerji ile ilgili atacağımız adım konusunda herhangi bir askıya alma gibi şu anda düşüncemiz veya böyle bir takvim söz konusu değil. Takvim şu anda işliyor ve bir an önce de biz programımızı gerçekleştirelim, bitirelim istiyoruz” şeklinde yanıt verdi. Daha sonra

Nükleer Değil, Güneş-Rüzgar Hepimize Yeter

Caner BİNGÖL

12 Mayıs sabahı Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe girişimi ile Ankara Adliyesi’ne gittik. Kürtçe bir şarkı söylediği için Ankara’da bir barda, özel harekâtta görev yapmış bir polis memuru tarafından öldürülen Emrah Gezer’in duruşmasına katıldık.

Mahkeme salonları garip; insana bir tiyatro salonundaymış gibi hissettiriyor. Fakat olanlar gerçek:

Emrah, bir arkadaşının doğum günü için bir bara gidiyor. Yanında ağabeyi, arkadaşları… Bir ara Kürtçe bir şarkı söylemeye başlıyorlar. Babasının söylediğine göre; bizim Batman Kozluklu TEKEL işçilerinin ağzından duymaya alışık olduğumuz “Agir Ketye Dilemın” şarkısını söylüyor. Arka masada oturan özel harekâtçının masasından hemen sataşmalar başlamış. Olay dışarıya taşmış ve Emrah, polisin tabancasından çıkan kurşunlarla hayata veda etmiş.

“Bu cinayet ırkçıdır”

Emrah’ın babası Cemal Gezer, dimdik geldi mahkemeye… “Bu kurşun” diyordu, “Kürt ve Türk kardeşliğine sıkılmıştır”. Cinayetin ırkçı bir cinayet olduğunun altını çiziyordu Cemal Amca. Evladını kaybetmeden önce de bir Kürt olarak neler yaşayabileceğinden haberi olduğu öylesine belliydi ki…

Emrah, Kürt olduğu; kendi dilinde şarkı söylediği için öldürüldü! Irkçılık, kendini en fazla bu kadar açıkça gösterebilir. Bu ülkede Kürtlerin başına ne gelse “ama Kürtler de…” diye konuşmaya başlayanların yüzüne Kürtlerin yaşadıkları ancak böyle bir açıklıkla çarpabilirdi. Evet, bu ülkede ilk defa bir Kürt genci anadili veya kimliği yüzünden öldürülmüyor. Çok değil, yaklaşık 10 yıl öncesinde anadillerinde eğitim almak istediklerini belirten dilekçeler verdikleri için yargılanmışlardı. Sakarya’da Ahmet Kaya tişörtü giyen gençler linç edilmeye çalışılmıştı. 11 yaşındaki Uğur Kaymaz, “terörist” olduğu gerekçesiyle

babasıyla beraber öldürüldü. Şerzan Kurt, İbrahim Oruç… Sayısız örnek verilebilir.

Şimdi Cemal Gezer’in olay gecesi bir arabanın arkasına sığınarak hayatını kurtarmış ve kardeşini kucağında kaybeden oğlu Ramazan da “ağır tahrik” gerekçesiyle ağır hapis istemiyle yargılanıyor. Polisi aklamaya çalışan devlet aklı her zamanki gibi devrede; polis, birini öldürdüyse mutlaka tahrik edilmiştir, hedefi seçmemiştir, kurşun sekmiştir vs…

Sanık avukatının yaptığı savunma tam da bu akla işaret ediyordu: “Müvekkilim 8 yıl özel harekâtta görev yaptı, istese tek kurşunla karanlıkta bile karşı tarafı öldürebilirdi”.

Savaş için eğitilenlerin nefesi ensemizde

Cemal Gezer, sadece oğlunun katillerinin yargılanması için değil; başka gençlerin öldürülmemesi, ırkçılığın son bulması, polis cinayetlerinin cezalandırılması için uğraşıyor. İzmir’de yine bir polisin kurşunuyla hayatını kaybeden Baran Tursun’un babası Mehmet Tursun da ses vermiş Cemal Amca’ya… Onlar artık tek bir ailenin mensupları.

Eğer bu aile genişlerse, birilerinin sırf içlerindeki nefret sebebiyle, hem de hiçbir korku duymaksızın insanları öldürmesini engelleyebiliriz. Hiçbirimiz güvende değiliz, savaş için eğitilmiş; savaşın düşünceleriyle ve Türk ırkçılığı ile donanmış yüzlerce “görevli” aramızda dolanıyor. Oturduğumuz bir barda, bir otobüs sırasında, herhangi bir kafede karşımıza çıkabilirler; “kurşun sekebilir”, “tahrik olabilirler”.

Eğer barışın sesini yükseltmek, güven içinde yaşamak istiyorsak; sesimizi halkların kardeşliğini savunan Cemal Amca’nın, Mehmet Amca’nın sesine katalım. 7 Temmuz’da Emrah Gezer’in duruşması var.

Ailenin fertleri olarak kalabalık olalım.

Bir Mahkeme Salonunda “ Agir Ketye Dilemın”

Can Irmak ÖZİNANIR

Page 26: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

50 51Nükleer Değil, Güneş-Rüzgar Hepimize YeterNükleer Değil, Güneş-Rüzgar Hepimize Yeter

orada bulunan bir gazetecinin “Başa gelebilecek böyle bir radyasyon sızıntısı, deprem sonucu ya da tsunami sonucu Japonya’da olan burada da meydana gelebilir” demişti.

Bunun üzerine hiç kimse radyasyon tehlikesi ile tüp patlamasını kıyaslayabilecek bir yorumu aklına getiremezken Başbakan Erdoğan, Cahit Aral’ı kıskandıracak yaratıcılık ve varolmanın dayanılmaz kibri ile durumu özetliyordu; “Riski olmayan hiçbir yatırım yoktur.Yani evinize Aygaz tüpü de o zaman koymamak gerekir veya bir doğalgaz hattı çekmemek gerekir veya ülkeden ham petrol hattının geçmemesi gerekir. Şimdi bunlar hangisi olursa olsun herhangi bir tehditle ya da saldırıyla karşı karşıya kaldığı zaman bunların az veya çok bir bedeli olur. Bunların hepsi özellikle dünyada sanayileşme olsun, teknoloji olsun modern dünyanın bütün güzelliklerinin yanında bilelim ki birçok sıkıntıları da olacaktır…”

CahitAral’ların günümüze de ulaştığını, versiyonunu yenilediğini Erdoğan’da görebiliyoruz.Dönemin Ticaret ve Sanayi Bakanı Cahit Aral’ın 1986’da Çernobil faciasından sonraki açıklamaları zihinlerdeki yerini korur. Hatırlarsanız Aral “Dinine imanına inanan çayda radyasyon var demez”deyip televizyonda yayındayken bunu ispatlamak adına demli çayını bir güzel midesine indirmişti. Çayda radyasyonun varlığını kabul etmeyen bir konumdan “Çaydaki radyasyon tehlikesiz” şeklinde bir söyleme ulaşmıştı. Oysa bugün görüyoruz ki, özellikle Karadeniz bölgesinde bazı kanser türleri Türkiye ortalamasının çok üzerinde.

JAPONYA’DA FUKUŞİMA NÜKLEER SANTRALİNİN PATLAMASIYLA NELER OLDU? OLUYOR?

9.0 şiddetinde deprem meydana geldi ve Fukuşima Nükleer Santralinde yangın oluştu Reaktörlerde sızıntı olmadığı, paniğe kapılınmaması resmi makamlarca söylendi fakat daha sonra reaktörlerde sızıntı olduğu tespit edilip anlaşıldı.

200.000 kişi tahliye edildi.

70 km’lik çember oluşturuldu.

Daha önce açıklandığının aksine, helikopterle su taşıyarak hasarlı 3 numaralı reaktörü soğutma girişiminin iptal edildiği açıklandı. Gerekçe olarak gösterilen sebep ise, kazanın ulaştığı boyutları gözler önüne seriyor. Müdahale edilecek üstünden buhar yükselen 3 numaralı reaktörün üstünde radyasyon seviyesi Japon askeri kuvvetlerinin herhangi bir

görevde maruz kalmalarına izin verilecek en yüksek doz olan saatte 50 mSv’in üzerinde olarak açıklandı. Tam rakam ise verilmiyor.

Saatte 10 mSv ölümcül bir doz!

“Nükleerden Çıkış Ağı”nın 13 Mart’ta yayınladığı bağımsız ölçüm sonuçları felaketi tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Ölçümler 13 Mart’ta reaktörün uzağında 20 ila 1000 mikro-sievert/saat gibi yüksek radyasyon oranları ölçmüştü. Bu zamandan beri kazaların felakete dönüşen seyri, bu ölçümlerle maalesef çok daha yüksek resmi rakamlar açıklanmasına sebep oldu.

Yalnızca Victoreen 209-SI cihazı sayesinde doz debisi 10 mili-Röntgen/saat olarak ölçülebildi (0,1 mSv/h, bu demek ki bir Japon Fransa tarafından tolere edilen yıllık miktara sadece 10 saatte maruz kalıyor.). Ölçümü gerçekleştiren gazeteci Ryuichi Hirokawa şöyle konuştu: “Çernobil’de 2011 Şubat’ında yaptığım röportaj sırasında kaza yaşanan reaktörün 200 metre ilerisinde radyoaktivite oranı 4 mili-Röntgen/saat’ti (0,04 mSv/h). Çernobil reaktörüne 4 km uzaklıktaki Pripyat kentinde miktar 0,4 mili-Röntgen/saat’ti.”

Diğer 2 cihaz tarafından yapılan ölçümler 20 ila 1000 mikro-sievert/saat (0,02 ila 1 mSv/h) arasında değişiklikler gösterdi. Açıklaması: 1 mSv Fransa’da bir sene boyunca toplumun yapay radyoaktivite ışınlarına maruz kalabileceği azami sınırı teşkil ediyor. Bir Japon bu yıllık doza 1 saat içerisinde maruz kalıyor.

Bütün bu bilgiler, nükleer santralin çevresindeki büyük bir alanda, sağlık açısından sonuçları çok ağır olacak aşırı yüksek seviyede radyoaktivite olduğunu gösteriyor. Hatırlatmak gerekir ki, Fukuşima Daiichi nükleer santralinin 80 km uzağındaki Miyagi Belediyesi’ndeki radyoaktivite normalin 400 kat üzerindeydi. Bazı besin maddelerinden sonra şebeke suyunda da radyasyon bulundu.

Japon yetkililer yaşanan durumla ilgili tüm kontrolü kaybetmekte. “Nükleerden Çıkış Ağı” vatandaşları uyarıyor: Japon hükümeti, yaşanmakta olan nükleer felaketin ve çevreye yayılan radyoaktivitenin ciddiyetini mümkün olduğunca küçük göstermeye çalışıyor.

Japonya’daki nükleer felaket, nükleerin toplumlara karşı nasıl bir tehlike içerdiğini bir

kez daha ortaya koydu. Sorumlu tek siyasal karar nükleerden çıkmak olacaktır.1

BUNDAN SONRA DÜNYA’NIN VE TÜRKİYE’NİN NÜKLEER SANTRALLERE BAKIŞI NASIL ŞEKİLLENECEK?

Japonya’daki en yüksek teknolojili nükleer felaketten sonra nükleer santral bulunduran ülkeler nükleeri tartışıyor. Fransa 58 nükleer santral bulunduruyor ve %80 oranında nükleere bağımlı. Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu Eş Başkanı Daniel Cohn-Bendit, nükleer enerji santrallerinin inşası konusunda ülkede referandum düzenlenmesi gerektiğini söylüyor.

Ama siyasiler inatçı. Başbakan Francois Fillon, eleştiriler karşısında nükleer enerji santrallerinin güvenli olduğunu, yatırımların durdurulmayacağını belirtti.

Almanya’da da nükleer enerji santrallerinin kapatılarak yenilenebilir enerjiye geçilmesi tartışılıyor. Almanya nükleer santrallerin bir kısmını askıya aldı. Japonya’daki felaketin ardından Hindistan da nükleer santrallerin güvenlik sistemlerini gözden geçirme kararı aldı. İngiltere ve İtalya’da hükümetlere ciddi baskılar uygulanırken, pek çok ülke nükleer planlarını yeniden gözden geçiriyor. 2

Dünya nükleeri sorgularken Türkiye’de ise, Sinop ve Mersin-Akkuyu’ya nükleer santral yapımına başlanacak. Deprem ülkesi Türkiye’de, Akkuyu’da yapılması düşünülen santralin Ecemiş fay hattına uzaklığı ise sadece 25-30 km. Hiçbir önlem alınmadığının göstergesi de bu olsa gerek. Nükleer Santral yanlışına düşülmesi demek ileride doğabilecek çocukların sağlığı, şimdiki insanların sağlığını tehlikeye atmak, sadece birçok insanı değil birden fazla kuşağı yok edebilecek kadar gözü kararmaktır.

Nükleer Santralden oluşabilecek herhangi bir sızıntının geri dönüşü olamayacak sonuçlar doğurması ve 100, belki 150 yıl boyunca sürebilecek bir doğa ve insan kıyımına yol açması her an her saniye oldukça yakındır. Güneş ve rüzgar zengini olan Türkiye de bu zenginliği enerjiye çevirebilecek tek bir sistem yokken bir de nükleer santral yapımına başlanması “Enerji ihtiyacını karşılamak için şart“ cümlesiyle çelişir nitelikte suratımıza çarpıyor. Kâr olgusundan başka hiçbir insani ekolojik gündemin konuşulmaması, ihtiyaç duyulanın

uluslararası sermayenin çıkarlarından başka bir şey olmadığınıgösteriyor.

Bizler başka bir Enerji’nin mümkün olduğunu biliyoruz ve bunu için diyoruz ki;

Nükleer, Termik Santral değil Güneş-Rüzgar Hepimize yeter !

Üstelik sürekli nitelikli ve Doğayla Yoldaş.

1 Basın açıklamasının orijinali: http://www.sortirdunucleaire.org/actualites/communiques/affiche.php?aff=769 2 http://www.yesilgazete.org/

Page 27: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

52 53Linç Kültürü: İyi Faşist Yoktur Az Votka VardırLinç Kültürü: İyi Faşist Yoktur Az Votka Vardır

Bir işçi kenti olan Gölcük’te 8 Mayıs günü BDP seçim bürosuna yapılan faşist saldırı, aradan neredeyse bir hafta geçmesine rağmen halen, şehir merkezinde Kürt ve Komünist arama biçiminde devam ediyor.

Dönem dönem sönümlenen ancak varlığı “asil kanlarda dolaşan” Kürt ve komünist düşmanlığı, kendini en “işçi” kentte de göstermiş oldu.

Saldırı görüntüleri, anında basında yer aldı ve saldırı her zamanki gibi “duyarlı vatandaş” tepkisi olarak topluma lanse edildi, böylece saldırılar daha da olağanlaştırıldı. Görüntülerin her bir karesinde sokaktan geçenlerin, evlerinin balkonlarından bakanların, yani orada bulunan herkesin, saldırıyı alkışladığını ve bayrakları evlerden sallandırdıklarını gördük. Belki de bu “işçi sınıfı devrimci midir?” sorusunu sordurdu bazılarımıza. Belki de “umutsuzluğu” körükledi.

Faşizm, bir ülkenin zihininde hala köşetaşı

ideolojisiyse eğer, bu görüntülerle çoğu zaman karşılaşacabileceğimizi de söylemek gerekir. Aslında 2000′lerle birlikte faşist saldırganlığın biçim değiştirdiğini, buna bağlı olarak sosyalist hareketin de faşist saldırganlık karşısında prestij yitirdiğini söylemek mümkün -söylemesi ne kadar acı olsa da…

Faşist saldırganlık, -yeni moda tabirle linç girişimleri- günümüz post-modern dönemlerine de uygun biçimde, kapitalizmi de istikrarsız hale düşürtmeden, prestij yitirten bir tarzda, yurtsever ve sosyalistlerin üzerinde uygulanıyor. Burjuvazi, geçmişteki gibi ölümlerin olması durumunda iç karışıklıkların çıkabileceği ihtimalini -Yunanistan örneği- ve bu durumun sosyalist hareketi toparlayabileceğini bilerek (bunun sonucunda da sermaye akışında istikrarsızlığa sebep olucağını da bilerek) saldırıları, kendine uygun bir zeminde gerçekleştirmeye çalışıyor. Yani sermaye devleti, geçmişte yaptığı toptancı biçimde yok etmenin yerine -ki yok edemeyeceğini kendi de öğrendi- devrimcileri süründürmenin, kolunu, kanadını

Linç Kültürü:İyi Faşist Yoktur Az Votka Vardır

Ender ALDANMAZ

kırmanın yani prestijini yitirtmenin daha mantıklı olacağını biliyor.

Bir yandan da günümüz post-modern toplumun tipik özelliği olan “kalabalık içinde ama yalnız”, nesneleşmiş, yenik insan tipinin de enerjisi, her zaman için en zayıf halkaya patlamakta. Örneğin, aynı Gölcük’te, bir hafta önce YGS bildirisi dağıtıp, hatta bununla ilgili aynı yerde bir eylem bile yapılsaydı, bu kişiler, bu çalışmalara destek bile vereceklerdi. Çünkü, en zayıf halka ÖSYM… Ama enerjinin daha şiddetli ve “atraksiyonlu” biçimde patlayabileceği tek yer ise, Gölcük örneğinde olduğu gibi, Kürtler ve Komünistlerdir. Çünkü Kürtler yok edilmeli, sürülmeli ve destekçileri “allahsız gomünistler”de yok edilmelidir.

Asıl sorunu ise, sosyalistlerin, faşist saldırılar karşısındaki tutumunda, anlayışında aramak gerek. 2000 Ölüm Oruçları sürecinin ağır sonuçlarıyla birlikte kafaca iktidar hedefinden uzaklaşmış, “fiilen tasfiyecileşmiş” sosyalist hareketin, saldırıları, sokakta karşılamak yerine günü kurtarmanın derdine düştüğünü söylemek mümkün. Daha önce faşistler böyle bir şeye bile yeltenemezdi, çünkü bunun bir karşılığı da mutlak bir biçimde verilirdi. Şimdi ise, kavga kaçkınlığının zemini aranıyor. Örneğin, bazı devrimci yayınların başlıklarında “Saldırıların Hesabını Emekçiler Soracak” sloganını görmek mümkün. İyi ama saldıranlar yine emekçilerse -ki Gölcük’te durum hakkaten böyle- ne olacak?

Örneğin, Nazi Almanyası’ndaki SS subayları, ağırlıklı olarak emekçi katmanlardan gelen unsurlardan oluşmaktaydı. Bu unsurlar, Yahudileri ve komünistleri de en başta katletmekten geri de durmadılar -Alman Komünist Partisi’nin de ulusalcı sapmaları, bu katliamların tarihsel sorumluluklarını onlara da yüklüyor.

Bir eylem esnasında polise taş atmak üzere olan bir kişi, yine aynı eylemdeki başka bir kişinin ilginç sözleriyle dona kalır: “Poliste emekçi niye taş atıyorsun!!” Komik gelebilir ama böyle bir anlayış hala var solumuzda da.

İki durumun da benzer yanı, sermayenin militarist güçlerinin “emekçi” statüsünde görülmesi sorunsalıdır. Sorunu, komünistlere saldıranların katmanlarının emekçi katmanlardan oluşmasında değil, kişinin ya da kitlelerin devrim ya da karşı devrime mi hizmet edip, etmediği noktasından ele almak gerektiğidir. Öteki türlüsü yukarıdaki gibi “işçi sınıfı devrimci midir?” gibi sorular sordurtmaya ve “umutsuzluğu” körüklemeye yarar.

Bu yazıdan sonra militarist güçleri “emekçi”

gören, “Jandarma biz dostuz, Sosyalistiz” marşını söyleyenlere söyleyeceğimiz şu olur: Militarizm, gözaltına alınan herkesi “iyi solcu” ya da “kötü solcu” olarak ayırt etmiyor, herkese aynı şiddeti uyguluyor. Hatta kendilerine yalvaranlara daha fazla şiddet uyguluyor.

Page 28: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

54 55Polis, Kadın, Çalınan YaşamlarPolis, Kadın, Çalınan Yaşamlar

Polis, Kadın, Çalınan YaşamlarNidal KAR

Sistem karşıtlarına artık her sokak başında karşılama merasimi var: Polis şiddeti! Bu merasime siz de erişmek istiyorsanız yapmanız gerekenler basit. Sokağa çıkın, yürüyün ve hak talep edin. Anında coplar sırtınızda, biber gazları gözünüzde, gözaltı ‘elleri’ üstünüzde olacak…

Ne Oldu?

4 Aralık’ta Dolmabahçe’de üniversite rektörleriyle bir araya gelen Başbakan Erdoğan’ın, üniversitelerin geleceğinin tartışıldığı toplantıda öğrencilere söz hakkı vermemesini protesto etmek ve toplantıya talepleriyle ilgili bir dosya sunmak isteyen Öğrenci Gençlik Sendikası (Genç-Sen) üyeleri polisin sert müdahalesiyle karşılaştı. 14 öğrenci gözaltına alınırken, hamile olan bir kadın öğrenci aldığı tekmeler sonucu kanama geçirerek bebeğini kaybetti. Aynı saatlerde, Öğrenci Kolektiflerinin düzenlediği Büyük Öğrenci Forumuna katılmak üzere il dışından gelen 3 otobüs İstanbul’a sokulmadı. Gişelerde durdurulan öğrenciler, Dolmabahçe’de olduğu gibi copların ve biber gazlarının hedefi oldu.

Başbakan’ın Tavrı

Başbakan’ın, eleştiriye tahammülü olmayan, her türden muhalefeti hukuk dışı sayan, hak talepleri için sokağa çıkan eylemcileri terör kavramlarıyla eleştiren, bu ülkede kendisine tapmayan birilerinin olduğu gerçeğini kabullenemeyen bir insan olduğunu biliyoruz. Ancak demokratik haklarını kullanarak basın açıklaması yapmak isteyen öğrencilere yapılan saldırıyı -tüm kabine üyeleriyle beraber- meşru göstermeye çalışıp ‘polisine’ sahip çıkan açıklamaları, siyasi karşıtlığın ötesinde ele alınması gereken bir konu. Zira hamile bir kadının karnına atılan tekmeler, ideolojik karşıtlığa sığmaz!

Bir Cinayet, Bir Cinayete Teşebbüs

Yaşanan arbedede polisin müdahale ettiği Genç-Sen üyesi kadın öğrencilerden biri “Hamileyim, vurmayın” diye feryat ettikçe karnına gelen tekmelerin şiddeti artıyor. Kanaması başlayınca arkadaşları tarafından hastaneye kaldırılıyor. Ancak hastane önünde duran polisler tarafından acil servise alınmayıp bir süre kapıda bekletiliyor. Durumu

ciddileşince doktor gözetimine alınan kadın, düşük yaptığını öğrenince büyük bir travma geçiriyor… Bu bir cinayettir. Polis, doğmamış bir bebeğin yaşamına son vermiş, annesinin de hayatını tehlikeye atmıştır. 19 yaşında bir öğrenciye belki hayatı boyunca kurtulamayacağı bir acı yaşatmıştır. O polis, o polisin saldırı emrini aldığı amiri ve meslektaşlarına engel olmayan diğer tüm polisler bir cinayetten ve bir cinayete teşebbüsten sorumlular. Yargılanmalılar!

Sadece Polis Şiddeti mi?

Genç kadın, hamile olduğunu söyleyince karnına tekmeler gelebileceğini düşünmemiş, muhakkak, o polisin de bir insan olduğunu, gözaltına alınsa dahi karnında çocuğu olduğu için dikkat edileceğini düşünmüştü. Ama öyle olmadı. Devletin her kademesini erkek egemen zihniyetin kuşattığını acı bir şekilde kanıtlarcasına sertleşen tekmeler, bebeğini ölüme yolladı. Demokratik hakları uğruna sokağa çıkan bir kadının maruz kaldığı bu saldırı, sistem karşıtlığının olduğu kadar bu ülkede kadın olmanın da bedeli. Bir bebeği öldüren ve 19 yaşında bir kadını kanlar içinde bırakan tekmeler, tecavüz eden bir erkeğin güçlü olma duygusunu canlı bir insan üzerinde kanıtlama hırsından farklı mıdır? Her ikisi de cinsiyetçi şiddet olayları değil midir? Evet, cinsiyetçiliğin, devlet eliyle hangi boyutlara ulaştırıldığının açık bir göstergesidir. Bu vahşet, bir polisin kişisel fantezileriyle, dünya görüşüyle, psikolojik durumuyla açıklanamaz. Tek bir emniyet görevlisinin bile konuya değinmemesi, Başbakanın yaşananları değerlendirirken bu olaydan bahsetmemesi, bakanların ardı ardına gelen açıklamalarında sözü edilmemesi bir tesadüf değil. Aksine, kadına yönelik şiddetin meşru görülmesinden kaynaklı bir örtbas çabasıdır, erkek bir reflekstir.

Medyanın, olayı sadece polis şiddetiyle açıklamaya çalışması, aslında medyanın da cinsiyetçi bir dile ve zihniyete sahip olmasından kaynaklı. Saldırının kasıtlı olduğu bilinmesine karşın polisin buna yetkisinin olup olmadığının tartışılması, asıl konuşulması gerekenleri unutturuyor. Olayı, polis-eylemci ikileminde ele almak, -bilinçli ya da bilinçsiz olarak- bir kadının, erkek şiddetine maruz kaldığı gerçeğini zihinlerden uzaklaştırıyor. Bu sebeple, eylemci kadına yapılanların sıradan bir polis saldırısından farklı olduğu gerçeği görülemiyor. Oysa yaşananlar, kadını ikinci sınıf ve günahkar gören zihniyetin, bir devlet memurunun “görevini” yerine getirdiği sırada bilinçaltından süzülerek hayata geçmesiydi. Aynı şekilde, “polis yanlış yapmış ama hamile kadının eylemde ne işi var” söyleminin, basın yayın organlarında en çok

kabul gören düşünce olması, dolaysız olarak kadına toplumsal yaşamda reva görülen konumla ilişkili: Annelik ve ev hanımlığı. Devlet, hükümet, medya, saldırıyı destekleyen ve eleştiren insanların çoğunun ortaklaştığı nokta bu, erkek-egemen dil ve düşünce. Maalesef üzücü ve öfke verici olduğu kadar da alışılmış bir olay. Hayatın her alanında emeği ve bedeni sömürülen kadınlar, saldırılarda dahi cinsiyetçi müdahalelere maruz kalıyor, gözaltında hukuk mücadelesinin yanında, hakaret ve tacizlerle baş etmeye çalışıyorlar.

Sermayeye karşı özgürlük mücadelesinde erkek yoldaşlarından ayrı olarak kadın kimliğinin kurtuluş mücadelesini veriyorlar. Bu ayrım, hayatlarını bir kat daha zorlaştırıyor.

İnsanca Yaşam Talebi

Polis şiddeti yeni tanıştığımız bir kavram değil. “Dur ihtarına uymayan” Baran Tursun, göçmen Festus Okey, Dicle Üniversitesi öğrencisi Aydın Erdem, işçi Alaattin Karadağ, Muğla Üniversitesi öğrencisi Şerzan Kurt ve daha niceleri…

Son kurban, annesinin karnında can veren bir bebek oldu. Henüz doğmamış olması bu ölümü diğerlerinden önemsiz kılmıyor. Aksine, patriyarkal kapitalizmin, anne rahminden can alacak kadar vahşileşebildiğini kanıtlıyor. Her cinayette çalınan bir yaşam var. Başka bir dünya istiyoruz, mümkün!

Page 29: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

56 57Sevgisiz Bir Çağın Sevgi’li Yazarı: Bilge KarasuSevgisiz Bir Çağın Sevgi’li Yazarı: Bilge Karasu

Bilge Karasu üzerine yazmak!

Bir türlü başlanamayan, başlanınca devam edilemeyen, yarım kalan ve bekledikçe herşeyi bir yandan acıya dönüştürürken, diğer yandan verilmiş sözlerin tutul(a)mamasının utancına dönüştürmesi… Neden bir türlü sözcüklerine taptığım bir yazardan çok bir iç ses gibi bağlı olduğum Bilge Karasu üzerine yazamadığımı düşününce kendime samimiyetle verebildiğim tek yanıt bunu yapmaya “cüret” edemediğim oluyor! Bilge üzerine, Bilge’nin yazdıkları üzerine yazmaya kalkışmak her şeyden önce bir cüret meselesi. Hele de insan, bir edebiyatçı olarak değil sıradan bir okur olarak bu işe kalkışıyorsa, her gün bir başka güne ertelenen ve ertelendikçe ağırlaşan bir yüke dönüşüyor “yazmak”… Bu nedenle Bilge Karasu metinlerine dair kapsamlı bir yazı yazmak yerine “Bilge Karasu Sevgisi’ni” Bilge Karasu’nun sevgi ile ilişkisi üzerinden yazmak, karanlığı yazan bu adamın sevgiden nasıl beslendiğini anlatmak daha kolay, daha “hafif” geliyor bana…

Bilge Karasu’ya ait her sözcük, insanın en derin, en karanlık, en kötücül yanına da; en sevgili, en

umut vaadeden, en insan yanına da, benzerine kolay rastlanmayacak bir mesafeyle yaklaşabilmenin kahreden hüznünü taşır her şeyden önce… İlk kitabı “Troya’da Ölüm Vardı”dan ancak ölümünden sonra yayımlanabilmiş ve kokusunu Bilge’nin duyamadığı son kitabı “Altı Ay Bir Güz”e kadar tüm kitaplarında insanın trajedisini yazarken sevgi ve bu sevgiden beslenen umut hep tüm diriliğiyle yanıbaşındadır sözcüklerinin. Yapıtlarında yarattığı karanlık atmosferin içinden sevgiyi ve umudu bir şekilde çekip çıkarır, okurunu olan biten her şeye/okuduklarına rağmen sevgisini, umudunu yitirmemeye davet eder. Belki de Bilge Karasu okumanın en önemli yanı her bir sözcüğü okurken yeniden sevmeyi öğrenmektir. Karasu metinleri, iyilikler ve kötülükler olarak ikiye bölünmüş bir dünyanın samimiyetsizliğinden değil iyiliğin de kötülüğün de aynı anda, aynı yerde, aynı kişide ama farklı ölçülerde varolabileceğinin samimi bilgisinden beslenir. Bu bilgi yazarı yazdığıyla mesafelenmek için ustalığa zorlarken okurun da metinde kendine bir yer edinmesini zorlaştırır ve okur metni elinden bıraktığı an kendine, kendi kalbine dönerek kendisinin bu metnin ve dolayısıyla yaşamın neresinde durduğuna, ne kadar iyi ve ne

Sevgisiz Bir Çağın Sevgi’li Yazarı:Bilge Karasu

Salih CANOVA

kadar kötü olduğuna dair samimi bir sorgulamaya girişir. Bu sorgulama okuru yer yer rahatsız edici gerçeklerle karşılaştırsa da, okurun dışındaki sevgisiz dünyanın değişiminin ancak bu dünyanın bir parçası olduğunu kavramasıyla ve dünyayı değiştirmenin önce kendini sevmeye başlamasıyla mümkün olabileceğini anlamasına yardımcı olur.

Bilge Karasu, okuru yaşamdan, yaşamı da yazdıklarından soyutlamaz. Okuruna mutlu sonlar sunan metinler değildir yazdıkları çünkü kendisi de mutluluğun peşinde değildir. “Aradığımın mutluluk olmadığını, olmayacağını anladım geçen yılar içerisinde; mutluluğun tanımı nasıl yapılırsa yapılsın… ya da küçücük bir “umudun” gerçekleşmesi ne getiriyorsa ona mutluluk adını veririz olur biter…” der “Göçmüş Kediler Bahçesi”nin zamansız masalında. O, kendini ve dünyayı eşitlik içinde sevmenin bilgisini arar ve bunu yazar. Bu sevginin yaşamın acısını katlanılır kılabileceğini, umudun ancak sevgiden türeyebilebileceğini, sevginin yaşamın özünü oluşturduğunu söyler. “Altı Ay Bir Güz”de İsabey küçük Kerimcik’e “Sevmeyi öğrendiğin gün eksiğin kalmayacak” derken, sevginin mutluluğu da huzuru da tamamladığını söyler aslında. Yine aynı kitapta “Sevgi görmemiş olan, sevgi gördüğünü güneşe çıkıp soluyan bir kertenkele hazzı ile anlatana biraz kızar. Çoğu zaman düşünülmeyen şey şu; İnsan sevgi görmüş ya da görmemiş olabilir ama önemli nokta, sevgi gördüğü ya da görmediği yolunda beslediği düşüncedir.” diyerek sevgisizliğe, sevgisiz bırakılmışlığa dair düşüncelerimizin de bizi sevgisiz bırakabileceğini sevgi ya da sevgisizliğin sadece eylemle değil düşünceyle de varolabileceğini vurgular. Bilge Karasu metinlerinde sevgi öylesine temel bir unsur olarak yer alır ki avın avcıya, kurbanın cellada duyduğu sevginin bile bir sevme biçimi olarak anlaşılabilirliği sorgulanır. “Avından El Alan” isimli öyküsünde “sevmenin simgesel olarak da gerçek olarak da yemekten başka bir anlama gelmediğini” düşündüğünü söyleyerek kendisini avlayan balıkçının kolunu kapan orfinozla balıkçı arasındaki “sindire sindire” sevginin masalını anlatır.

Türk edebiyatının ilk eşcinsel sevgi öyküleri de Bilge Karasu’ya aittir. “Troya’da Ölüm Vardı”da yoğun imgeler kullanılarak anlatılan iki erkek arasındaki sevgi ilişkisi “Kılavuz”da, “Narla İncire Gazel”de gitgide daha belirgin daha görünür bir hal almaya başlar. “Troya’da Ölüm Vardı”nın kahramanları birbirleriyle içsesleriyle iletişim kurarken, “Kılavuz” ve “Narla İncire Gazel”de birbirlerini seven erkekler birlikte duş alacak, aynı yatakta uyuyacak kadar yaklaşırlar birbirlerine. Karasu eşcinsel sevgileri yapıtlarında işlemek

dışında eşcinselliğe dair fikirlerinin yer aldığı notlarda tutmuştur. Ölümünden önce Füsun Akatlı’ya emanet ettiği notlarından derlenen “Öteki Metinler” isimli kitabının eşcinselliği ele aldığı “Özel Günlük” bölümünde “Bir erkeğin erkeklere bakması, bakmaktan hoşlanması, onlarla sevişmek istemesi, bütün yaşamını bu özerk çevresinde kurmuş olması ne demektir?” diye sorar erkekler arasındaki sevgi ilişkilerini sorgularken ve yanıtlar; “Her şeyden önce, ayrı bir dil konuşması”. Sevgi burada Karasu için dilin kendisine dönüşür ve kendisine dili tek umut olarak görüp görmediği sorulduğunda da “Baygın yatmıyorsanız, ölü değilseniz, ya da acıyla kıvranmanın dayanılmaz bir noktasında değilseniz, dil, içinizden çıkamıyor bile olsa, içinizde işlemektedir. İşitecek tek bir kulak varsa, sizinki değilse o kulak, büyük olasılıkla bir dil daha işleyebilir. Karanlığı kudurtmağa yeter bu!” diyerek bir noktada sevginin, türü ne olursa olsun “son umut” olduğunun altını bir kez daha çizer…

Bilge Karasu metinlerinde yoğun olarak yer alan bir başka sevgi biçimi de hayvan sevgisidir. Başta kediler olmak üzere tüm hayvanlara karşı duyduğu sevgi ve insanların hayvanlar üzerindeki egemenliğinin acımasızlığı hemen hemen tüm yapıtlarında vurgulanır, bu sevginin derin gözlemlerle zenginleştirildiği metinlerinde kahramanları insanlardan çok hayvanlar olmuştur. Diğer yandan insan ve hayvan arasında kurduğu ezen-ezilen ilişkisi üzerinden sık sık iktidar kavramını da sorgular Karasu, hayvanlarla kurduğumuz ilişkilerin “onlara bakmaktan/evsahipliği yapmak”tan öte onları yaşamımızın ortakları olarak görüp, onlarla iktidardan arınmış ve sevgi dolu ilişkiler kurmamızı, sevginin iktidar içermemesi gerektiğini öğütler. “Narla İncire Gazel”de “Hayvanlara, yeniden, saygı duyulamaz mı? Hayvanların, bitkilerin kendi dirim ortakları olduklarını anımsayamaz mı insanlar? İçten duygular, güzel düşüncelerle kurbanların sayısını azaltmak yetmez” derken sevgi hayvanlar özelinde eşitliğin, eşitçe yaşamın bir unsuruna dönüşür yeniden. “saygı duymak” ya da “acımak” yetmez Karasu’ya, bizim dışımızdakilerin de yaşayabilmesi için onları sevmek şarttır! Yaşadığımız çağın acımasızlığı her şeyden çok sevgisizliğimizle/sevgisizlikle açıklanabiliyor ne yazık ki. “Zaten ürkmüş kedileri bile ürkütmeyi maharet sayanlar”ın dünyasında, her gün ürkerek, ürkütülerek yaşamının çatısını kurmaya, bu çatı altındaki yaşamı devam ettirmeye çalışan herkesi, umutsuzluğa yenik düştüğü anlarda “umutla sevebilmek” için Bilge Karasu okumaya davet ediyorum. En büyük karanlıkların içinde dilini işletebilmek, hiçbir şey için değilse bile “varım” diyerek karanlığı ve sevgisizliği kudurtabilmek için; Bilge Karasu okumaya…

Page 30: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

58 59İbrahim’in Şapkası İbrahim’in Yan Puşisiİbrahim’in Şapkası İbrahim’in Yan Puşisi

İbrahim’in Yan Şapkası İbrahim’in Puşisi Engin YILDIZ

“bahar annemizin yemenisindeki solgun çiçektir, bunu unutma…”*

1949 yılında Çorum’un Alaca ilçesinde doğdu. Yoksul bir işçi ailesinin çocuğuydu.

Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda, Çapa Yüksek Öğretmen Okulu ve İÜ Fen Fakültesi Matematik-Fizik Bölümü’nde okudu. Yazları köyüne gitti, ailesine destek oldu. Hiç kopmadı içinden geldiği yoksul halkından. Onlar için güzel günler düşledi hep. 68 Gençlik Hareketi’nin çalışkanlığı, fikirleri ve mücadelesiyle öne çıkan isimlerinden oldu. ‘Kentten köye değil, köyden kente’ diye çıktığı devrim yolunda Dersim’in Vartinik mezrasında arkadaşı Ali Haydar Yıldız’ın öldürüldüğü baskında yakalandı. 4 ay boyunca olunmaz işkencelerden geçirildi ancak tek kelime etmedi.

Adı İbrahim Kaypakkaya. İşkencede gösterdiği şanlı direnişle ‘ser verip sır vermeyen yiğit’ olarak anıldı hep. Ölüsü poşet içinde verildi babasına, parça parça vücudu…Bize yan şapkası, devrimci inadı miras kaldı…

18 Mayıs 1973’de devlet eliyle işkencede

öldürüldü…

40 yıl sonra…

Bismil’in Sadiya köyünden koruculuğu kabul etmediği için göçe zorlanmış Oruç ailesinin 6 çocuğundan en büyüğü, lise öğrencisi bir çocuk. Adı Halil İbrahim. En sevdiği söz ‘adalet’, hayali avukat olmakmış. Olamadı… En sevdiği türkü Bahtiyar’daki gibi yarım kaldı sevdası. 20 Nisan 2011’de Bismil’de ‘İrademe Dokunma’ yürüşüne katılanlardı. Sokak ortasında güpegündüz devlet eliyle öldürüldü…

YSK’nın aldığı anlamsız karar sonrası, hakkını aramak için sokaklara çıkan, adalet isteyen on binlerden biriydi o da. Halkının kaderi artık değişsin isteyenlerden. Bu topraklarda çocuk-büyük, kadın-yaşlı demeden öldürülen binlercesine yenileri eklenmesin diye kan sevdalılarına inat sokaktaydı o da. Yürüyüş öncesi gördüğü arkadaşına puşisinin yarısını yırtıp verirken bunun son hediyesi olduğunu bilmeden katılmıştı kalabalığa. İçinde büyüdüğü adaletsizliklere tepkiden avukat olmak isteyen bir çocuk, kim bilir daha nice güzellikler düşlüyordu o sıra… Ama düşlerinden vurdular onu da…

İbrahim’in polis kurşunuyla öldürüldüğü günün akşamı konuk olduğu programda MHP milletvekili adayı Ümit Özdağ, hükümeti eleştirirken polisin elini kolunu bağladığından söz ediyordu. İster istemez kulak kesildim. Diyarbakır’da belediyenin iş makinelerine bile saldıran, camii çıkışı insanlara öğle namazının kaç rekat olduğunu sorabilecek haddi kendinde bulabilen, Adana’da yerlerde sürüyerek üniversitelileri gözaltına alan, İstanbul’da, Van’da, Batman’da korumakla görevli olduğu halka işkence eden bu polisin, kendi hükümetlerinde prangalarından kurtaracaklarını anlatıyordu büyük bir iştahla. Ve Abdullah Öcalan’ı bacağından asacaklarını, Kürt sorununu kökünden çözeceklerini de eklemeyi ihmal etmiyordu. Kendince hükümeti eleştiriyordu ancak ona da liderlerinin 80’lerde ettiği sözü hatırlatmakta fayda var; ‘aslında kendileri muhalefette görünseler de fikirleri hala iktidarda’ Çünkü onun çözüm diye sunduğu vahşet zaten bu ülke topraklarında yaşanmakta.

Bir insanın, içinde birazcık vicdan olan birinin, daha İbrahim sokak ortasında öldürüleli saatler olmuşken üstelik, bunları nasıl söyleyebileceğini benim aklım almıyor. Anlayabilen varsa beri gelsin. Öte yandan İbrahim’in polis kurşunuyla öldürüldüğü günden bu yana Özdağ’ın polisin elini kolunu bağladığını iddia ettiği hükümetin hiçbir yetkilisinden bırakın polisine bir şey söylemeyi, tek bir açıklama bile gelmedi hala.

Maalesef artık biliyoruz ki, katil devletse o cinayetin faili hep meçhuldur bu topraklarda. Ancak bu kader değişmeli ve değişecek. Tüm hesaplar sorulmalı ve sorulacak elbet…

İbrahim’in yan şapkası gibi Halil İbrahim’in puşisi de onurudur artık bu halkın…

Gittiğin yerde rahat uyu çocuk…

* Arkadaş Zekai Özger

Page 31: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası haber fabrikası

60 61Panzehir

PanzehirYılmaz ANGAY

Vallahi de gitmiyor billahi de gitmiyor tillahide gitmiyor… Ne yazsam boş, ne desem kifayet etmiyor. Sözlerimi unutuyorum düşündükçe. Gördükçe kelimelerim bitiyor. Ama durmak da olmuyor; sessiz sessiz bakmak; bakıp bakıp…

Vesselam olmuyor arkadaş, bu eller, bu kafalar, bu diller, gözler, gönüller durmuyor durduğu yerde. Hadileniyor insanın içi ama tutunacak yer bulamıyor akılda. Akıl kaldırmıyor, kabul etmiyor. Gel gör ki olan oluyor, ölen öldüğüyle kalıyor. Kanı üstüme sıçradığında temizlemek gelmiyor elimden. Elim ona da gitmiyor. Kalsın diyorum. Kokusuyla uyuyayım. Kalsın, o kan derimden damarlarıma uçsun. Kalsın, belki bir panzehir olur zihnimdeki tüm cerahatlere.

Yürüsene diyorum, durma… Ateşse ateş, yolsa yol, başsa baş… Ama ona da ayağım gitmiyor. Doğru diyorum, ama doğrular, ya doğrular?… Doğrunun içinde soluksuz kalıyorum. Şimdi bilmiyorum yanlışta bir nefes var mıdır? Şimdi merak ediyorum ölüm ölmekten fazlası mıdır?

Bedenimle kavga etmekten sıkıldım. Gerçek anlamda sıkıldım. Kalbimin atışlarını yavaşlatmaktan, gözlerimi sakinleştirmekten, midemi durultmaktan, başımın ağrılarına tıbbi çözümler aramaktan… Bacaklarımı kontrol etmeye çalışmaktan, ellerimi sıkmak suretiyle esir almaktan… Bedenime söz geçirmeye çalışmaktan yoruldum. Kendimi ona bırakmak istiyorum. O en doğrusunu biliyordur belki de. Ben bilmiyorum ya… Belki o bilir. Bak işte yine dur duydum. Yine düşün. Yeni bir ihtimal… Yine bir dolu gürültü… Sessizlik yanlışlarda saklı olabilir mi? Sessizlik doğrunun

bittiği yerde midir?

Bir haber: Mazlum… Yetmedi bir tane daha: Evin yandı. Aşkmış adının anlamı. Bu da yetmez: Doğan oldu sana son ölen. Ya eskiler? Uğur mesela… Canan… Kim öldürdü sizi? Sus geldi. Söyleme adlarını. Kim olduklarını bilmenin faydası yok. Sus. Otur. Oturmakla kalma, kalkma da ey bedenim oturduğun yerden. Otur yoksa bitersin. Ben seni severim. Bit istemem, öl istemem. Ama onlar ölmüş, öldürülmüş… Susmak lazım.

Sustum kardeşim… Hep ve yine sustum. Sıramı beklemeye koyuldum. Mezbahaneler geldi birden aklıma. Koyunun biri miyim? Hani benim bacağım? Anadolu’dan görünümler gözümün önünde… Bacaklardan biri yok yerinde. Yeşil üniforması kan ağlayan sakallı bir genç… Teninin rengi de üniforması gibi… Bir gurur nesnesi olarak teşhirde… Benim bacağım yerinde. O günden bugüne hep yerinde. Severim seni bedenim. Parçalan istemem. Bitsin bu yazı. Bitsin ki, kendi cerahatini bulaştırmasın. Bitsin ki, dilim dursun, elim kudurma… Otur oturduğun yerde, bak, hayıflan, düşman bele birilerini, say, söv… Ama otur oturduğun yerde. Bedeninin kıymetini bil. Bacakların, kolların, damarında dolaşan kanın varken… Kıymetini bil. Tefekkürden küfür çıkarmanın manası yok. Tevekkülle ver vekâletini. Kıl dönmesi insanın canı fena yakar. Kıllarına saygı duy.

Boş ver Zeytinburnu’nu. Zeytin yemeye devam et. Hele bir de kekikliyse… Ama üzerine limon sıkmayı unutma. Yeşil nane serp biraz… Sarı limon… Kıpkırmızı tarla domatesi.

Hayat böyle daha güzel!..

Ölüm ve Oyun Arasında

Ölüm ve Oyun ArasındaHüseyin KETE

Bir can daha öldürüldü: Doğan Teyboğa. “O bir çocuk” diye verildi ölüm haberi. Ana-akım medya onun öldürüldüğünü değil de can verdiğini söylüyor. Can vermek ve öldürülmek aynı şeyler olmasa gerek, en azından ben ikisinin aynı şey olmadığını biliyorum.

Dondurma satıyormuş, olaylar çıkmış, sonra birileri onu zorla eyleme getirmiş ve önlerde çatışmaya zorlanmış. Yaklaşık bir yıl önce benzer durumlar Diyarbakır’da polise taş atan çocuklar için de söylenmişti, hatırlarsanız. Sonra gazetecilerin bir araya topladığı çocuklar mikrofonları ellerine alıp kendilerine sorulacak soruları tahmin ettikleri için doğrudan cevaplar veriyorlardı Amed şivesiyle: “Abla bize para veriyorlar. 1 lira,2 lira, 3 lira. Ne kadar çok para o kadar çok taş. Bana 2 lira verdiler ben 1 saat taş attım” diye dalga geçiyorlardı.

90’lı yıllarda da -Doğan’ın doğduğu yıllar- çocukların öne sürülmesi haberleri yaygındı. Perde arkasından Anadolu’yu görmeye çalışılan zamanlar.

“O çocuk” 13 yaşında. Yani 98 doğumlu. Savaşın en kızgın dönemlerinde köyünün boşaltıldığını, yakıldığını bile göremeyecek kadar küçüktü. Yoksulluk ve savaşın bir arada olduğu bir coğrafyada “Güneşin bile delik deşik edildiği bir ülkede doğdu.”

Doğan’ın “Mın Dit” adlı sinema filminde oynayan çocuklardan biri olduğunu bilmiyor musunuz? Birileri dondurma satıyordu birileri dondurma mayası. En “Radikal” gazete bile o çocukların resimlerini yan yana koyup haber yapma yerine münferit bir olaymış gibi görmeyi tercih ediyor.

O çocuk niye dondurma satıyor? İşin bu kısmı sorgulamaya dönük olduğu için deşilmek istenmiyor. Savaşı ciddi ciddi sorgulamayacaksanız o çocuklara üzülmenizin, timsah gözyaşlarınız kadar bile değeri yok. Emperyalizme söyleyecek lafı olmayanın kapitalizmi eleştirmesi gibi bir şey.

Doğan’lar, Ceylan’lar, Uğur’lar ve şu anda adları aklıma gelmeyen onlarca çocuğun ölme nedenini çatışmalarda en önlerde yer almakla açıklayan, üzüldüğünü söyleyen köşe yazarları yüreğinizi serin tutun ve hiçbir yere ayrılmayın. Daha çok yazacaksınız bu türden haberleri “Savaşa Dur!” demediğiniz sürece.

O çocukların çok sevdikleri ama hiç göremedikleri uzaktan (Filistin kadar) bir de akrabaları vardır. Babasıyla kurşunlarda korunmak için çöp tenekesini kendilerine siper eden bir çocuk akrabaları… Onların akrabalıkları, “ölüm ve oyun arasında” gidip gelmelerindendir.

Page 32: Haber fabrikası Dergisi/ sayı: 1

haber fabrikası

62