Upload
mevzular-derin-fanzin
View
245
Download
14
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Â
Citation preview
Bir yaşam biçimi olarak : MDF
Bizim için mdf ne değildir ? Çeşitli kimyasal işlemlere tabi tutulmasının ardından
meydana gelen ahşap bir ürün değil elbette. Yani literatürde öyle geçse de biz daha hiç bu
anlamda kullanmadık.
Bizim için mdf nedir ? Şu okuduğunuz sayfanın ait olduğu neşriyatın ta kendisidir
efendim. ‘’M’’evzular ‘’D’’erin ‘’F’’anzin’in kısaltması işte.
Bugüne kadarki sayılarımızı eğer ilk sayfadan başlayarak okuduysanız hep önsözleri
benim (Yalım) yazdığımı farketmişsinizdir. Ama bu fanzin tamamen benim değil. Her
seferinde yinelediğimiz gibi kolektif bir fanziniz. Bu sayıda size ortalığın kötü
olduğundan, içimizin dert yandığından bahsetmek yerine, sayfalarda dağılmış olan ekip
arkadaşlarımı genelde bana tahsis edilen bu sayfada toplamak istedim. İlksözler
kıvamında bir giriş yapalım,birkaç cümle kuralım istedik. Şimdi ilk olarak sözü 1-B
sınıfından İdil arkadaşımıza bırakıyorum. Ardından ekibin kalanı sahne alacak,
sonrasındaysa birkaç yazı, şiir ve arka kapak. Her zamanki gibi yine dopdoluyuz bu sayı.
Neyse, herkese iyi okumalar..
İlksözler
İdil : Abi editör bizi çok kısıtlıyo. İstediği gibi yazmazsak da dövüyo abi. Sırtımızda sigara
söndürüyo abi.
Oğul : Daha iyi bir yaşam için, mdfyi seçin.
Umut : Her tünelin sonunda ışık vardır ama karanlıkta çok uzun süre yaşayınca, insan ışığı
aramaktan vazgeçer, çünkü karanlıktan başka bir gerçeği kabul edemez.
Alperen : "usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten"
Esther : Ankara’nın rengi gri derlerdi, gri sanardık. bugün baktım, kan kırmızı. Ne zaman
dönecek eski rengine belli değil.
Mislina : İnsan ırkı olmamış, lütfen tekrar deneyiniz
Yalım : Bir fotokopi makinam var, binlerce hayalim.
Yazar Kadrosu : İdil Özeren – Umut Çağın Bozacı – Alperen Yavaş – Esther –
Mislina Bursal – Seynan Konucu – Ozan Korkmaz – Yalım Aydın
Konuk Yazarlar : Kürklü Balık, Mehmet Özgal, Zafer Yalçınpınar, Fatih Dalcı, Gordion
Ön Kapak ve iç çizimler : Oğul Arda Biçer
İletişim : [email protected]
twitter.com/ mevzularderinf
facebook.com/mdfanzin
!
Bazı kentler sokaklarıyla, meydanlarıyla, insanlarıyla ünlüdür. Bir hafta sonu çıkar, nefes almak için
aynı yola düşer hayatlarınız. Bir hafta sonu şehrin kalbinde yaralanıp kana bulanmamalısınız. Ve o
bazı kentlerde gridir en güzel anılarınız. Kanla kaplı sokaklarda olaylardan bir gün sonra yürüyen
insanların yüz ifadeleri geçsin gözlerinizin önünden. Ağlayan bir annenin feryadı acıtsın
kulaklarınızı. Bir sınav sonrası ölen gençlerin hayat hikayeleri yazılsın gazetelerde. Yeter artık
sessiz kalışlarımız. Yeter artık sessiz bırakışlarımız. Bir şehir düşünün ki bir avuç yerde geçsin
hayatınız. Ve o bir avuç alanı teker teker patlattınız. Kahrolsun politikanız, amaçlarınız, araçlarınız!
Siz o sokaklarda büyüyen bir sürü
çocuğun ahını aldınız.
Bir yağmur başladı o canlar gittikten
sonra. Yerde kalan umutları, hayatları
taşıdı sularıyla. Kanla kaplı bir
meydanı temizledi gözyaşları.
Gökyüzü Ankara'da hep böyle
vefalıydı.
Fakat biz konuşmadık, biz karşı
çıkmadık, gökyüzü bile ağladı, biz
yine sessiz kaldık.
Söyleyecek çok sözüm yok. Eskiden
insanlar baharda sokaklara çıkar,
rahatça dolaşırlardı. Güneş gösterirdi
yüzünü, ağaçlar çiçek falan açardı.
Şimdi bir bir ölüyor insanlar, ağaçlar
da çiçek falan açmıyor.
Ankara artık kapkara. Siz, güneşi bile baltaladınız.
Mislina Bursal
13 Mart 2016
"Şuur devrinde şiir susar, şiir devrinde şuur seyirci kalır. İçinde bulunduğumuz zaman, galiba
birinci devreye aittir"
Ziya Gökalp'in de belirttiği gibi insanın en temel hakkı olan yaşama özgürlüğünün barbar, taze
kana aç, geniş ve vahşi bir kitle tarafından tehdit altında olduğu bu dönemde elbet edebiyat ve
şiir sesini biraz alçaltarak yerini şuura bırakmalıdır. Terörün kanıksandığı, yarattığı yıkımın tarihler
ve istatistiklerden ibaret kaldığı, genç yaşta noktalanmış hayatların ardında yalnız birtakım
"kınamalar" bıraktığı bu dönemin normal sayılması mümkün değildir. İnsanların, çıplak yüzüne
nefretle baktığı politika ve bürokrasi ağının kapalı kapılar ardında dönen, milyonların hayatını
karartacak derecede korkunç plan, eylem ve saldırılarına hiç yoktan kurban gitmesinin bize çok
önemli konularda tekrar ve tekrar adaleti sorgulatması gerekir. Askerinin ölümü üzerinden soyut
milli duygu mastürbasyonu yapan kitle, uluslararası kirli kalemlerden habersiz sivillerin
ölümünden nasıl bir kitle afyonu çıkarıyor acaba? Bugünlerde ağızlarda sıkça dönen "istikrar"
kelimesinin bu afyonlardan biri olduğuna şüphe yoktur. Bireylerin başına gelen felaketlerin
birkaç siyasi düzenleme ile kökten çözüleceğine inanan kitlenin ise (hiçbir şakası olmadan
söylüyorum) acilen ilkokul sıralarına dönüp hayat bilgisi dersinden yaşadıkları eksiklikleri
tamamlaması gerekir.
Bu yazıda ne bir abartılı duygu sömürüsü ne de herhangi bir siyasi oluşuma kapı aralayan
propaganda vardır. En temel amacı topluma o hasret kaldığı bilinç duygusunu sanal
gösterişlerden uzak şekilde geri kazandırmak olan bu yazının çeşitli ortamlarda gerek sesli olarak
okunması gerekse elden ele gezdirilmek suretiyle halka açılması gerekmektedir. Mezhepsel ve
etnik terörün en büyük kurbanı olan vatandaşların, böyle bir dünya içinde bulunmuyormuşçasına
kapalı kapılar ardında üç maymunu oynaması doğru değildir.
Yazının en başında da belirttiğimiz gibi topluma hak ettiği hakkını teslim etmek en başta
edebiyatçıların görevidir. Sanata hayran kitle genel olarak güncel bilgiler veyahut özgürlükçü
fikirler ile dolu olduğundan bu aydınlanmanın ışığını en basit toplum birimlerine kadar
yansıtması hiç zor değildir. Yeter ki aydınlar, Türkiye üst üste böyle acılı günlerden geçerken
bunun bir lütuf ya da lüks değil bizzat kolların acilen sıvanması gereken bir vazife olduğunu
anlayabilsin. İşin belki de en yorucu kısmı buradadır. Fakat bu dahi gözümüzü korkutmamalıdır.
Cesur insanların ve cesurca davranışların olmadığı yerde korkakların mevki makam sahibi
olmaları normaldir, ancak en ufak bir sivriltide oturdukları yer kolayca sallanır. Gün, ölümlere
kayıtsız kalan arsız, şahsiyetsiz makam sahiplerini insanlıktan yoksun bir şekilde huzurla
uzandıkları divanlardan uyandırma günüdür. Gün, hareket günüdür.
Alperen Yavaş
Kederim
Titreyen gece lambamın loş ve titrek ışığı
altında, titreyen ellerimle, saatimiz ümitsiz
sesiyle, gözlerim seğirirken yazıyorum bu
yazıyı. Ara sıra kağıttan kayıyor ilgim,
cümleyi toparlayamadığımı fark edip
kurmaktan vazgeçiyor, siliyorum. Eski
yüzüğümü inceliyorum bir yandan. Ne kadar
da eski –bir o kadar da yeni görünüyor
(yamukluğu hariç)-.Düştüm bugün, yüzük
yamuldu hafiften.
Hafiften… Ne kadar da iç burkan bir kelime.
Hem huzurlu, naif hem de kırıcı geliyor
kulağa. Oysa herkes bu kelimeyi zaten böyle
kullanmaz mı ? Peki kederden mi her şey bu
kadar zor ? Ve aslında her şeyin bu denli
derin manaları var mı (çoğunu
anlayamadığım)?
Mana… Söylemesi ne hoş bir kelime.
Eski dostum kederim ebediyete kadar
benimle mi olacak ? Onunla, açıklaması güç
şeyler yaşıyorum. Sırasında şu soru ; gitgide
tamamen kederle mi kaplanıyorum –en içten
dışa doğru- ?
Aklım ermiyor kendi kederime. Öte yandan
kederim saten bedenimde sersemce
varolmaktan fazlaca hoşnut.
Kederim melankoli formuna bürünmeye
çalışınca yerçekimini de hiçe sayan karadelik
gibi. İşte o zaman sadece keder demek çok
masum. Azımsanmayacak kadar canım
yanıyor. Kolumu bacağımı o karadeliğe
kaptırmışım ve gözümün her pikselini
tutunabileceğim bir şey arayarak
kullanıyorum.
Yok. Hiç – bir – şey – yok ! Kahretsin, tek
başımayım. Bir şeye, birine adanamamış
olmak… Tutunulabilecek sadece kapı kolu –
çıktı çıkacak-. İğdiş edilmiş mantığım ‘’çok
şeye’’ mi sebebiyet veriyor yine ? Ah keder,
‘’çok keder’’.
Bazen bir keyif sanki. Hoş, en az
okuduklarım kadar, -titrese de- gece
lambam, kalemim, eski dostluklarım kadar.
Ve zamanlar kadar. Bir zamanlar. Geçmiş,
geçmişimdekiler ve geçmişimin süsleri. En
gerçek anların rakıyla özdeşleştirildiği,
tekmelerden uzak, tekin sahillerde temelli
kalınacakmış hissi veren sofradaki bakır
meze tabakları. Hepsi etkindir. Ne zaman
seni düşünsem –ki inan bana çok nadir-
verdiği tesir kadar etkin. Başa mı döndük ?
Keder…
Kederin tesiri geçmişi düşünmektir, bakır
meze tabaklarını, rakıyı düşünmektir. Ve seni
düşünmektir. –sek-
Özleminin acısını çekmeyi sevdiğim,
düşümdeki sevgili, zihnimdeki çölde
defalarca belirip kaybolan, düşümde
saniyede yedi yüz kırk sekiz defa beni
varoluşla yokoluşum arasında ‘tam’
seyahatim sırasında parçalayan, düşlediğim
sevgilinin tesiti ise kederdir. Kısır döngü,
sonsuz keder.
Kararlı olabildiğim an, kedere adabıyla sahip
çıkabildiğim an ve kedere bütünüyle hakim
olabildiğim andayım, seni çok özledim.
Kederim
Kaderim (mi?)
İdil Özeren
Bir Kadın, Bir Merdiven
Hoş geldin kadınım benim, hoş geldin...
Basamaklar ayacıklarının altında birer birer
eziliyor. Merdiven çıkıyorsun, bana doğru
yükseliyorsun. Ayağında yüzde kırk
indirimden aldığımız üstten kayışlı, sevişmek
kırmızılı, ince topuklu ayakkabıların var.
Apartman boşluğunda ritimli sesleri öyle tok
yankılanıyor ki Ruhi Su alt katta türkü
söylüyor sanırsın. Kötü değil. Gelişini
hissediyorum. Gözlerim kapalı, sımsıcak
gülüşümü giyinmişim, kulaklarımı tahta
kapıma dayamışım-Demir kapılar modern
çağda kaldı- seni bekliyorum. Hiç acelem
yok. Ağır ağır gelişlerin ayrı bir zevk veriyor
bana.Yolun belli, bekleyenin belli.
Şehirlerarası yolda "Aman yavaş gidelim
Mustafa, beş dakika geç gitsek ne olur?"
diyen annem gibiyim. Direksiyonda sen
varsın. Ben annemin yerinde olmuşum,
annemin yaşayan her erkeği eriten, kıyım
kıyım süzen Türkan Şoray bakışlarını
almışım, seni izliyorum. Hiç acelem yok.
Sen de az kız değilsin. Kapının ardında
olduğumu biliyorsun, Gelmeni yıllardır böyle
beklediğimi biliyorsun, yine de oyalandıkça
oyalanıyorsun şu ara katlarda. Kapı
deliklerinden başka komşuların hayallerini
de gerçek yapmak mı istiyorsun
anlamıyorum ki. Ama bu savaşı ben
kazanacağım. Çünkü fazla aşığım. Fuzuli
derecede aşığım bekleyişlerine.
Trabzanlarda elin sürtünüyor, kalkan tozu
duyumsuyorum. Hayır, sokaklarda yeterince
kirlenmedi mi üstün başın, o güzel elbisen.
En güzel elbisen ve en güzel sen. Benim
durduğum yerde en güzelden başkası
değilsin. Öyle olsa da tertemiz tenin kadar
lekesiz elbiselerin olabilir.
Ayrıca, mesafelerimizi yok eden parfümün
de daha az tahrik edici olabilir sevgilim.
Duvarları mobilyaları tırmalamak pek
hoşuma gitmiyor. En sonunda içimden vahşi
bir rottweiler çıkar, halılarda yuvarlanırım
diye korkuyorum.
Ve işte aramızda bir kat kaldı! Bir görebilsen
senin utangaç sevginden nasıl da kıpkırmızı
oluyor yüzüm. İlişkimiz atarideki Pong
oyununa benziyor. Topa sen vuruyorsun ben
vuruyorum aşkımızı sahada sürekli canlı
tutuyoruz. Skor şimdilik 0-0 canım, içimden
de hep dua ediyorum "Tanrım, kimse gol
yemesin..."Aslında bu biraz tuhaf. Tanrı
video oyunlarına da bakıyor mu bilmiyorum
ama çok büyük sorun değil zaten. Onun bile
iyi niyetim hatrına yapmaktan
çekinmeyeceği birkaç güzellik vardır. Ahh,
aynaya baksam gökkuşağı göreceğim
eminim. İfadem bir kez olsun uslu durmuyor
ki. Neyse sakinim, bekliyorum. Bekliyorum.
(Kapı vuruluyor.)Tanrım biraz daha... (Kapı
vuruluyor.) Acaba açmasam mı? (Kapı
vuruluyor.) Açmasam kızacaktır ama belki
hoşuna da gider. (Kapı vuruluyor.) Ne garip
bir sevgi. (Kapı vuruluyor.) O hırsla kapıma
dokunan incecik elleri görmek ne güzel
olurdu. (Kapı vuruluyor.) Ne güzel
olurdu...(Kapı vuruluyor.) Uzatmamalıyım
biliyorum. Kapıyı usul usul, ahiret kapısı
olmadığını bilerek fakat ardındaki meleği
görmek için yanıp tutuşan bir şekilde
açıyorum ve...
"Hoş geldin kadınım benim hoş geldin
ayağını bastın odama
kırk yıllık beton çayır çimen şimdi
Hoş geldin kadınım benim hoş geldin."
Alperen Yavaş
Stambol’un Gece Sesleri
1.
inişi çıkışı aynı bir gece yüzsüzlerin gece sefaları birbirinden açıp aktarılan
zincirleme yalanları velhasıl
dünya kadar insandır hep bir ağızdan bağırır:
“kimse kimsesiz değildir.”
2.
dörtbaşı mahmur gökyüzünde
Stambol'un ışıkları parlıyor
eşsiz martılarıyla birlikte
abasızlardan Sait düşünüyor:
“yalnızlık yaşamı doldurmuş.”
3.
Ki ben bu şehrin delisiyim
öyle tarihsizdir haysiyetim
kalbimi taşıyorum kalbimle
balkonumda
hüzündüz bir gece boyunca;
“ağaçların
güçlü
çiçeklerin
güzel
olduğunu
gördüm”
4.
ve sesler
yıldızlı bir yorganla örter üzerimi
dünyadaki tüm yüzsüzler
kaçırırlar gözlerini
benden:
Zafer Yalçınpınar
Kokmayan Bazı Çiçekler / Mislina Bursal
Nereye varacağını bilmeden yürümek, hayatın sunduğu en güzel eylemdir belki de. Öyle ki, gece yerini
sabaha bırakırken, sokakları aşındıran bir çift ayak anlatabilir gün doğumunun hikâyesini. Kızıla çalan
gökyüzü, içinde saklı kalmış umutları barındırır. Sabaha karşı esen serin rüzgârlardan dinlenir
anlatılmamış masallar. Ve öyle ki, bir insana sarılıp uyumak için en güzel zamanlardır o anlar.
Genç kadın balkondan esen rüzgârın tenine değişiyle örttü diz kapaklarını. Guguk kuşlarının sesinde
her sabahki anlamsız huzur vardı. Yaşlı akrabalarının evlerinde tanıştığı basit düzenekli alarmlar
gibilerdi sanki. Seslerini her duyuşunda sükûnetle uyandığı yaz sabahlarını anımsardı. Ve bu yaz, belki
de uzun bir dönemin ardından gelen keyifli bir iç çekiş olacaktı hayatında. Bazı bekleyişler, hiç
gelmeyişlere tanık olur derler. Bazı hayallerse, yaşananları istenmeyen bir kargaşaya sürükler.
Yaşanmışlıkların öğrettiği bazı şeyler gibi, beklentilerin düşük tutulduğu mütevazı hayatlarda,
yaşananlar ve yaşanacak olanlar, yazılmamış şarkıların bir anda akla gelen sözleri gibi kazınır
akıllarımıza. Ve bazı yazlar, bazı hayaller kadar çabuk geçer hayatlarımızdan.
Saat sekize gelirken uyanan Menekşe, -en azından ben ona öyle diyordum- soluğu balkonda almıştı.
Haziranın bu zamanlarında bile kargalardan önce uyanan insanlarla doluydu sokaklar. Şimdilik onları
göremiyordu fakat var olduklarını sezebiliyordu uzaktan. Çimlerde gezinen kedilere ilişti gözleri. Çam
ağaçlarının üstünde cilveleşen kuşları izledi bir süre. İçeri geçti ve yatağa oturdu tekrar. Her sabah
tekrarlanan bir seremoninin parçası gibiydi düzenli olarak yaptıkları. Hayatın anlamını sorgular gibi
bakarken duvarlara, çay yapma fikriyle ayaklandı. Uyanmak için içilen kahvelerden ziyade, şekersiz
içtiği çayıyla aydınlanırdı sabahları. Öylesine güzeldi ki, kendimi pis bir röntgenci gibi hissederdim onu
izlerken. Hiç tanışmamıştık ama o bana inanırdı, ben de ona inanırdım çok uzaklardan . Bir şey
başarmış gibi girerdi odasına sabahın ilk çayını demledikten sonra. Odasını toparlardı. Sanki bir daha
hiç girmeyecekmişçesine düzeltirdi yatağını. Mutfaktan geldikten sonra aklında bir şeyler var gibiydi.
Genç kadın demlediği çayın olmasını beklerken balkonda bir sigara yaktı. Yatağını toplamayı
geciktiriyordu anlaşılan. Beni yalancı çıkarmıştı. Kâğıtlara çiziktirdiği notlar arasında gözüme ilişen bir
tanesi var ki, ‘’Sana âşıkken içtiğim ilk sigarada tütünden farklı bir şey vardı.’’ Diye başlar. Menekşe’nin
içtiği her sigarada tütünden başka bir şey olmalıydı. Mutluyken bile hüzünlenir gibiydi her dumanı
çekişinde. Ciğerlerine duyduğu saygıdan mıydı bilmem, unutamadığı bütün anıları anımsar gibi
keyiflenirdi sigarasını söndürdükten sonra. Ben onu hiç anlamazdım ama anlayacağım günler
geleceğine inanırdım. Bir on dakika oldu olmadı, mutfaktan elinde dumanı tüten bir bardak çayla
aydınlattı odayı. Küçük bir tabak zeytin ezmeli sandviç ve çayıyla yaptı bu gün de kahvaltısını. Belki de
değişiklik aramadığından, belki de evdeki zeytin ezmesini bitirmeye çalıştığından, bir aya yakındır aynı
sandviçi yerdi sabahları. Bir süre gözüm çamda cilveleşen kuşlara takılmıştı. Menekşe çiçeklerini
suluyordu cd çalarından açtığı şarkılarla. Tabaklar yıkanmış, yatak da toplanmıştı aynı zamanda.
Kapıcının yavaşça kapıyı tıklatmasını duyamayacaktı. Saat ona doğru kapısını açacak ve gazeteyi alıp
küçük torbaya bozuk paralar bırakacaktı. Bazen bir kadının yaşamı böylesine huzurlu olmalı diye
geçirirdim içimden. Hıçkırarak ağladığı geceleri, bütün gün uyuduğu bazı günleri saymadığım zaman,
oldukça güzel bir hayatı vardı. Sadece evini izleyerek tanımaya çalışıyordum onu. Sesler ve sözler
umurumda değildi. Gözlerle anlaşılabilecek ne varsa, dinleme cihazlarını kaybetmiş ajanlar gibi
gözlemlerdim. Ne iş yaptığını tam kestiremiyordum hala. Şair olabileceğine dair kanıtlarım vardı.
Yazdıklarının bu denli güzel olmasını bağlayabileceğim sebepler arıyordum. Evine giren erkeklerle olan
bağları, yazılanların eskilerde kalan birine ithaf edildiği izlenimini veriyordu bana. Yalnızca bir adamla
bir kadın çekiyordu dikkatimi. Her geldiklerinde rakı sofrası kurulur, radyo açılır, bütün gece ağızlar
durmadan konuşurdu olanı biteni. Bazen mezeler yerine sadece balık yaparlardı. O zaman bura lardan
limon sıkmak gelirdi içimden tabaklarına. Keyifleri keyiflendirirdi beni. O adamla o kadın her
geldiğinde güldüğü gibi gülsün isterdim Menekşe. Kaç yaşında olduklarından da bir haberdim. Yirmili
yaşlarının sonlarında gibilerdi. Bazen bütün gün hiç eve girmediği olurdu hatta. O zamanlarda,
masasının üstünde bıraktıklarıyla ilgilenirdim çoğunlukla. Bazen birkaç parça kâğıt, bazı kitaplar, son
zamanlarda da tatil broşürleriyle dolu olurdu ortalık. Dinlediği müziklere, izlediği filmlere dikerdim
gözlerimi. Sezen Aksular, Bülent Ortaçgillerle karşılaşır, o yokken dinlerdim CD’lerini. Sonra vazo kırmış
çocuklar gibi elim ayağıma dolaşır, utanırdım yaptığıma.
Bazı zamanlar gözlerini kapardı sadece. İşte o zamanlarda dünya duruverirdi. Sessizliğiyle kulakları
sağır edecek kadar bağırabilirdi Menekşe. Öyle ki, ahşap zemine düşen tek gözyaşında boğardı aklına
gelenleri. Sonrası, öncesi, şimdisi… Sonsuz bir sessizlik oluverirdi. Öyle zamanlarda yalnız hissederdi
kendini. Camları açar bir sigara yakardı oturduğu yerden. Volta atardı balkonda. Sonra açar eski
defterleri, yazabildiği kadar yazardı genç kadın. Bazen sesli okurdu şiirlerini. Kendi kendine hüzünlenir,
daha çok ağlardı. Telefona sarılırdı bazı zamanlar. Ahizeyi sertçe yerine koyar, arayamadığı her kimse
yine vazgeçerdi yapacağından. Sonra bir çay yapar, hiçbir şey olmamış gibi bir film açar kahkaha
atardı.
O gece sabaha kadar balkonda oturdu genç kadın. Beyaz bir pikeye sarılı, ayaklarını karnına
doğru çekiliydi. Her seferinde mutfağa gitmemek için çayı semaverle getirmişti. Bazı insanların
hayal edemeyecekleri kadar sessizdi etraf. Bedenleri içinde sıkışmış insanların anlayabilecekleri
bir huzur değildi gün doğumunu izlemek. Düşünceleri arasında kaybolmamak için bir de radyo
vardı yanında. Komşular derin uykudaydı. Aslında en büyük huzur, kendini dışarda hissetmek ve
etrafta kimselerin olmayışıydı. Bir kâğıt getirdi içerden. Birkaç satır bir şeyler karalamaya başladı.
Hani şu geceyi sabaha bağlayan anlar var ya, adına şafak denilen
Beni hapsedin o anlara,
Hapsedin ki buruk bir tebessümle bakayım gökyüzüne.
Bırakın pembeliğinde boğulayım bulutların
Tan yerinin huzurunda bulayım gizli kalmış hayallerimi.
Biraz yukarda, ay saklasın hüzünlerimi,
Geçmeyecek bir yaranın izlerini taşıyayım ama
İçime işlediği kadar yolumu da aydınlatsın söylenmemişlikleri.
Var olmayan bir güneşi kıskanan kindar bir uyduda bulayım anlatamadığım kederleri.
Yıllarca baksa bile ne anlattığını anlayamayacağı fotoğraflara bürünsün duvarlar
Samimiyetsiz aşk sözleri takılsın boğazına.
Ya bırakın da,
Unutulamayanlar arasından tek bir hamleyle alayım öcümü.
‘’Seni seviyorum.’’ diyeyim de
Ne dediğimi dahi anlamasın.
Bırakın beni,
Hani şu geceyi sabaha bağlayan anlara bırakın.
Bırakın da,
Onu çok sevdiğimi anlayacak kimseler olmasın!
Çaktırmadan okurken yazdıklarını, bir damla yaş süzüldü gözlerimden. Tutamadım kendimi. Tan yeri
ağarırken yağmur başladı, genç kadın usulca topladı ortalığı. O günden sonra Menekşe her şiir
yazdığında kısa da sürse, birkaç damla yağmur yağdı.
Şimdiki Çocuklar Harika
Biz küçükken yerden yüksek oynardık.
Sıradan bir gün, sıradan olmazdı o zamanlar. Sabah çıkardık sokağa.
"Önüm, arkam, sağım, solum, sobe!"
diyerek başlardı gün. Erkeklerle bilye
oynamaya çalışırdım ama onlar bez
bebeklerle pek ilgilenmezlerdi. Bakkaldan
sakız çalardık. Bakkal amca da bilirdi
çaldığımızı. Kahveye gider, oralet içerdik.
Ama hesaba yazmazlardı. "Kahve içme kara
kızan olursun." derlerdi. Büyüyünce
anladım, yalanmış.
Karnımın acıktığını akşam annem
balkondan çağırınca anlardım. Yemek
yedikten sonra tekrar aşağı iner, oynardık.
Zira saklambaç, gece ayrı bir güzel oluyor.
Komşular da merdivende, kapı girişinde
oturur, çekirdek çitlerlerdi. Aileydik bir
nevi. Sokak demek, ev demekti. Sokak
büyüttü beni. Şimdi o sokaklara üniformalı
zengin adamlar, arabalarını park ediyor.
Kahve kapatılalı bir hayli oluyor. Zaten
bakkalın yerine de market açmışlar.
Oyun oynarken gürültü yapan, tüm gün sokaklarda dolaşan, düşüp dizi kanayınca annesi evde
yoksa komşuya giden çocuklar; bugün işten eve, evden işe bir hayat sürüyor. Eve gelince ise
rahatlamak için yaptıkları şey televizyon izlemek oluyor. Sahi, en son ne zaman ekrana bakmadan
bir gün geçirdiniz? Hatırlamak zor olsa gerek.
Gariptir, hayatında hep özlediği zamanlarının çocukluk zamanları olduğunu söyleyenler, sokaklarda
oynayan çocukları "toplarını kesmekle" tehdit ediyorlar. Top oynayan çocuk kaldı mı o da meçhul
gerçi. Erkekler, futbolu mahalle aralarında pet şişelerle oynayarak değil; pes, fifa oynayarak
öğreniyor. Kızlar, hulahop ne bilmiyor. Şimdiki çocuklar, doğdukları zaman ilk fotoğrafı
facebook'ta paylaşılan çocuklar. Sayı saymayı saklambaç oynarken değil, okulda öğrenen çocuklar.
Aziz Nesin görse şimdiki çocukları, "Şimdiki Çocuklar Harika" demezdi boşu boşuna. Zira bir gün
"Bizim zamanımızda tabletler vardı dokunmatik, onlarla oynardık." diyecek olan bir nesil yetişiyor.
Farkında mısınız, şimdiki çocuklar yerden yüksek oynamayı bilmiyor.
Esther
Özgürlük Üzerine
İnsanlar özgür olmak istemez mi ? İster. Bir kuş gibi özgür olmak ister ama o özgürlük simgesi kuş
bile özgür değil. O kuş bile uzun ama kırılamaz zincirlerle yere bağlıdır, yuvasına bağlıdır,
yavrusuna bağlıdır.
Biz de o kuştan farklı değiliz. Yemesek, içmesek, yorulmasak bile diğer canlılardan daha fazla
zincirle bağlarız kendimizi yere, kendimiz için en iyi hapishaneyi yine kendimiz öreriz. Bu
hapishaneden asla kaçamayız. Bunun nedeni bu hapishaneyi istediğimiz, arzuladığımız şeylerle
(para, arkadaşlar, aile, şöhret,…) örmemizdir. İstesek, arzuladığımız bu şeylerden vazgeçemez miyiz
? Evet vazgeçebiliriz ama sadece daha çok arzuladığımız bir şey için (para, güç, şöhret, Tanrı’nın
sevgisi,..) vazgeçebiliriz.
Peki ya arzularımızdan
vazgeçince ne olacak ? O
zaman özgür olacak
mıyız ? Hayır olmayız,
olamayız ama tutsak da
olmayız, olamayız, çünkü
arzularımızdan
vazgeçmek demek insan
olmaktan vazgeçmek
demektir.
Ne yaparsak yapalım,
zincirlerimizden
kurtulamayız,
hapishanemizden
kaçamayız.
Zincirlemizden
kurtulmanın veya hapishanemizden kaçmanın bir önemi yoktur aslında. Çünkü özgürlük demek bu
demek değildir. Asıl tanımıyla özgürlük, hangi zincirlerle bağlanacağımızı, hangi hapishanede
yaşayacağımızı seçme gücüdür.
Umut Çağın Bozacı
Korkma Ben Yokum
‘’Kafka okuduk , gerçeğe mazoşistçe bir
düşkünlüğümüz var.’’
Sanırım o gün ,O’nu son kez görmüştüm.
Boynu beni çağırıyor gibiydi gizli bir
merasim için. O gün hayatımın Fetret
Devri’ne girmiştim. Zaten uzun süreli
mutluluklar üzerime iki beden büyük geliyor,
emanet duruyordu . Uyku ilacı içmişçesine
günler önümde boylu boyunca uzanıyordu
ve ben merak ediyordum onun çayı değil de
neden kahveyi daha çok sevdiğini . Kendine
Avrupai bir hava mı katmak istemişti acaba ?
Bir kez olsun doğum yapmasına izin
verilmemiş ve kısırlaştırılmış bir hayvanın
hüznü içerisindeyim. Birlikte gidemediğimiz
her yeri özlemeye başlıyorum. Birlikte
gittiğimiz her yere ise tekrar giderek anıları
hafızamdan silmeye çalışıyorum. Ne
beyhude bir çaba. Göğüs kafesimin altında
orojenik hareketler sonucu oluşmuş bir
kütle var sanki. Sabitlikte üzerine yok, sanki
Nobel ödülü alacak. Sonra ne varmış bu
kahvede diyip bir kahve yapıyorum. Bir adet
sigara ve olmayışın eşliğinde içiyorum
kahveyi. Bir bok yok lan diyorum, çay daha
güzel.
Bir arkadaşımı arayıp hadi gecelere
akalım diyorum. Gecelere akmak ne ise
hayatımda ilk kez kullanıyorum o deyimi. O
da bana lan senin gece hayatın deniz
kıyısında çekirdek çitleyip , çay içmek diyor.
Haklısın diyip kapatıyorum, gecelere
akamıyoruz. Geceler üzerime akmaya
başlıyor bu sefer. İnsomnia olma yolunda
ilerliyorum ,ha gayret diyorum kendi
kendime az kaldı. Sabah 6 gibi sokağa
çıkıyorum sonra.Hala yanan sokak
lambalarına şöyle bir bakıyorum .Sessiz,
kimse yok dışarıda ama kafam, kafam durur
mu. İçinde Ayasofya ve Yerebatan Sarnıcı’na
geziye giden liselilerin gürültüsü. İçlerinden
birisi mutlu olmaya bak diyor. Tamam
diyorum. Epikürcü mü olsam diye
düşünüyorum. Sonra vazgeçiyorum o ne
öyle pedikürcü gibi diyorum adını
beğenmiyorum . Adını beğenmezsem mutlu
olamam diyorum. O’nun adı mesela.. Ne
kadar… Neyse. Tam bu anda dış ses sigara
yakar diyor. Dış sesi dinliyorum.
Sonra bir şairin de dediği gibi içime bir
yolculuk düşüyor. Cam kenarında
buluyorum kendimi. Cam kenarı uzun
zamandır benim. Yol sürüyor , biz susuyoruz.
Biz derken otobüsteki yolcular ve ben yani.
Onlarla biz oldum ben. Öyle bir yeti
kazanmışım ,sen hariç herkesle biz
olabiliyordum ben. Bu yetiyi anne karnında
mı kazanmıştım yoksa sonradan mı
edinmiştim bilemiyorum. Bir gün ‘’çocuklar
ekmek yiyorlar gibidir sesin, ön dişleriyle
belli belirsiz ‘’dizesini okuyup gaza
geliyorum. Sadece şarkılar gaza
getirmiyormuş meğerse. Doğru bildiğiniz
yanlışlar başlığının maddelerine eklenmeli
bence bu .Telefonu elime alıp kare 31 kare
yapıp numarasını çeviriyorum. O sıra kalbim
dışarıya çıkmış bir şeyler atıştırıyor .Ritim
bozukluğundan gidiyorum neredeyse.
Aradığım kişi özel numaraya kapalıymış,
bunu söylüyorlar bana. Niye özel numaraya
kapatıyorsunuz telefonunuzu? Kapatmayın.
Bütün sapıklar kötü niyetli değil ya. Benim
gibi duygusal sapıklar da var. Bunlar bir nevi
romantik tacizler. Bundan sonra şiir de
okumayacağım diyorum kendi kendime.
O yoktu ve işte bu da küllükteki aşırı
sayıda izmarite maloluyordu. Sigaraya da
zam geldi. Hakikaten tutunacak dalımız
kalmadı. Sonrasında ise aniden gelen denize
bakma dürtüsü cereyan ediyor. Rıhtımlar
önemli.. Rıhtımda alelacele içilmiş iki
sigaranın ıslak zeminle buluşması ile biz
ayrılıyorduk. Geçici ayrılıklardı bunlar. Bir
gün topyekün ayrılacağımızı bilmiyorduk.
Her şey Pandora’ nın merakıyla başladı.
Açmasaydı o kutuyu böyle olur muydu hiç ?
Yunan Mitolojisi’ne göre kötülükler böyle
başlamış işte. Ota boka inanma telaşı böyle
doğuyor demek ki. Ben O’nu gördüğümde
bütün dinleri reddetme gereği duymuştum
oysa. Şimdilerde hangi şehre gitsem aynı his
peşimden geliyor. Görünmez zincirlerle bağlı
ayağıma. Beni bir hayli yavaşlatıyor. İçinde
bulunduğum durumu bir yazar özetlemiş
aslında. Bir kitabında okudum ‘’aidiyetsizlik’’.
Ait olabileceğim bir yer arıyor gibiyim.
Yolculuk yapmak hobi haline geliyor. İçi
gereksiz eşyalarla dolu bir bavul ile kendimi
bir garda bulmuyorsam eğer bir gariplik var
diyorum kendi kendime .Ben mola
yerlerindeki pişmaniye satan amcaların
bıyığını değil seni görmek istiyorum
esasında . Galata kulesini arkamıza alacak bir
fotoğrafımız bile olmadı lan seninle. Daha
yapılacak bir sürü şey vardı. Bu ihtimalleri
konuşmuş olsaydık keşke. Erken ayrılmışız.
O değil de sen çayı çok severdin .Nasıl
sevebildin kahveyi bu kadar ? …
NOT : Siyah bir zeytin tanesini gece
karanlığında fark eden kırlangıçları
düşünmeyeceğim artık..
Kürklü Balık
Yokuş
Bi ara yokuştu tüm mahalleler…
Çık çık bitmezdi. Zigzaglar, deparlar… O
yolun sonu bir türlü gelmezdi. Yokuşları
çıkarken şarkılar söyler, bakkaldan rakı
alırdım. Bitene kadar rakıyı içer, bittiğinde
kusardım. Darbukayı iyi çalardım bir ara.
‘’Notasız çalma! ’’ derdi entellektüel, lenon
gözlüklü kadın. Ama çaldığımda o tiksindiği,
reddettiği genleri ortaya çıkar, oynamaya
başlardı. Darbuka çalarken, insanları izler,
ne düşündüklerini merak ederdim. Birçoğu,
günün telaşını terleriyle karıştırıp
duymuyordu beni. Duymalarını da
beklemiyordum zaten. Kulaklarından içeri
benden başka şeyler girmeliydi. Bir deniz
kabuğunun suyla sevişirken çıkardığı ya da
oltaya takılan balıkların, ölmeden önce
çıkarttığı o muazzam ses çok daha önemliydi
onlar için. Haklıydılar da! Onları da
duyuyorlar mıydı acaba?
Kimse beni dinlemezken, her şeye rağmen
çalmaya devam ettim. Hatta o kadar çok
çaldım ki, avuçlarımın şiştiğini, parmak
uçlarımın patladığını farkettim. Every breath
you take çaldım senin için. “I look around
but it’s you I can’t replace “ sözlerini bağıra
bağıra söyledim. Bütün bunları yaparken,
orada bir yerde olmanı diledim. Sensiz bir
şeyler başarmaya başlamışken, uzaktan beni
izlediğini görmeni… Aferin lan! Oluyor işte!
demeni.
Yokuş bitti… Artık kusma zamanı
Mehmet Özgal
Şiirbaz – İfade Özgürlüğü E.P İncelemesi
2016 yılının ilk çeyreğini henüz bitirmişken,
uzun zamandır beklediğim albümlerden
‘’İfade Özgürlüğü’’ nihayet çıktı. Altyapıları
Şiirbaz’ın üstlendiği bir Şiirbaz albümü olan
İfade Özgürlüğü’nde sanatçıya Feride Hilal
Akın, Amargi, Anarko ve Aga B eşlik ediyor.
Albümün girişinde ‘’Müzik’’ isimli bir skit yer
alıyor. Müziğin evrimle ilişkisi üzerinden azıcık
kafa yakacak bir skit bu. Güçsüz müziklerin
unutulmaya yüz tutacağından bahsederken,
aslında bu albümün asla unutulmayacağını
çıkarıyoruz buradan.
İkinci sırada ise ‘’Mücadelem’’ ismiyle bir intro
yer alıyor. ‘’ Villalar değil derdimiz özgürce
üretmek bizim’’ sözü aslında bir nevi şarkının
ismindeki mücadelenin ne olduğu konusunda
fikir sahibi olmamıza yardımcı oluyor. Üçüncü
sıradaki bir geçiş niteliğindeki yaklaşık dokuz
saniyelik bir skitin ardından, albümün en iyi
şarkılarından olan Biçare’ye geçiyoruz. Protest
ruhu en çok hissettiğimiz iki şarkıdan biri olan
Biçare’ye Şiirbaz, ‘’Sömürüden doğan
zenginlik; sefaletin nedeni’’ sözü ile vay
anasını dedirterek giriş yapıyor.
Albümün ortalarına gelirken beati ile ritmi
içimize içimize işleten mükemmel bir şarkı
daha geliyor : ‘’Nasıl Yani?’’ Şiirbaz’ın bu
albümde sıkça duyduğumuz ‘’kravat ile
özgürlük bağlantısı’’na bu şarkıda da
değinilmiş. Sokak Köpeği adlı interlude da bu
şarkıdan sonra geliyor. Unutmadan, yakın
zamanlarda da bu isimde bir İndigo albümü
bekliyoruz. Gerçi onu bayadır bekliyoruz da.
Geldiğinde mutlaka buralarda görürsünüz.
Albümün tam ortasında önceden takip
edenlerin hatırlayacağı ‘’Mecburum’’ var.
Feride Hilal Akın’ın nakarat ve bazı diğer
kısımları seslendirdiği güzel bir şarkı.
Albümden önce yayınlanmış olmasına rağmen
albümün en iyi şarkısı olduğunu
düşünmüyorum. Şiirbaz’ın verselerinin tadı
damağımda kaldı. Feride Hilal Akın’ın da
gerçekten güzel bir sesi olduğunu ve okuduğu
bölümlerin hakkını verdiğini belirtmek lazım.
Bu şarkıdan sonra ise yine ‘’Nasıl Yani’’ deki
gibi ritmin vücudumdaki etkilerini
engelleyemediğim beate sahip yine solo bir
Şiirbaz şarkısı geliyor. ‘’İşareti Gör’’ adlı şarkı,
albümün son solo Şiirbaz şarkısı.
Dokuzuncu şarkının ismi Vicdan. İsminin tam
hakkı verilmiş çok güzel bir şarkı olmuş. İlk
verse’e giren arkadaşı daha önce hiç
duymamıştım ama gerçekten güzel iş
çıkarmış. Vicdan vurgusunun güzelce yapıldığı,
anlaşılır, açık ve kaliteli bir şarkı. Bu şarkıdan
sonra ‘’Ondan Oldu Zaar’’ var. Bunu önceden
dinlemiştik zaten. Aga B’nin eşlik ettiği kısa bir
şarkı. Vicdan’dan sonra direkt Üç Maymun’un
verilmemesi iyi olmuş. İkisi de ağır lirikaliteye
sahip şarkılar olduğu için, aşırı yükleme
yapabilirdi. Ondan Oldu Zaar ise bu iki güzel
şarkının arasında yer alıyor.
Outro’nun ardından bir sürprizle
karşılaşıyoruz. Mecburum şarkısında bolca
övdüğüm Feride Hilal Akın, solo bir parçayla
kulaklarımıza hitap ediyor. Günümüzde
piyasada ortada olanlara bin basacak bir şarkı.
Umarız hakettiği veya idealindeki değeri
görür.
Ben albümü genel olarak beğendim. En
nihayetinde bir E.P olduğu için daha kısa da
olabilirdi ama bazı skitlerle, interludelarla, ve
bir-iki geçişle desteklenmiş ve 14 şarkıdan
oluşturulmuş. Heyecanla yeni işleri bekliyoruz.
Yalım Aydın
Çiz
im :
Oğ
ul
Ar
da
Biç
er
Umursamazadams
bir akşama fazlasıyla anlam yüklemekteyim
makara bantların miyadı çoktan doldu
şimdi baktım da perdeler sararmış
“susayan dudaklar yalan konuşmaz” demezdi
annem
bilakis, öğüt verirdi o.
yağmurun dinmesini bekliyorum, kuşlarla
kullar, trenler ve kar taneleri telaşlı
elbet bilmediğim bir anlamı vardır bunun da.
sana bulaşıklar biriktiriyorum,
gelir de yıkarsın yine eskisi gibi diye
ya da sadece kendimi avutuyorum
yıllardır taş sektirmeyi beceremiyorum
“merhabalar, elvedaları tetikler” demezdi annem
bilakis, öğüt verirdi o.
yolculuk yapmıyorum hayli zamandır
bilirsin beni yol tutar zaten
beni yol tutardı, annem ağzıma torba.
bu doğmamış dona mektup biçmek, olmamış
sevgilim
umursamaksız hamurumdan kalan tortu
kahveye gereğinden fazla anlam yüklemesin artık
insanlar.
modern zaman alışkanlıkları, onu da bozdu.
ho.
Fatih Dalcı
On Kuruş
Biz de yazın memlekette Instagram‟da Facebook‟ta, Twitter‟da arkadaşlarımızın havuz başında, yazlık evlerinin balkonlarında içki masası fotoğraflarını ya da barda ellerinde bir saatte içtikleri birayla “biz burada iyiyiz” havası içinde attıkları fotoğraflara “anasını sikim paranın tipisini siktiğimin Bora‟sına bak yanındaki dişi peygamberlere bak “ diyerek sisteme karşı isyan edenlerdendik. Çay içmekten artık çaydanlık gibi olmuştu suratlarımız. Değişik sıvılar tüketmek lazımdı. “Değişik bir şeyler içelim amına koyım artık çay çay sıktı artık” dedi sonunda biri. Hemen toparlanıp adı Aydınlar Kulübü olup içinde aydın bulunmayan, ayyaşın gırla bulunduğu, burstan bursta uğradığımız yere gittik (devlet baba sağ „olsun). Her zamanki dört erkek. Birinin sevgilisi olduğu zaman onla etmediğimiz alay kalmazdı Zafer Çağlayan‟a yapılan “saat” şakası yanında TOMA‟nın sıktığı su bile olamazdı. Kurulduk ayda bir gittiğimiz masaya. Aldık biralarımızı çerezlerimizi, arkadan biyolojik babam hariç diğer bütün babalarımın seslerini işitiyordum : Müslüm,Neşet… Sohbet muhabbet gırla seks,siyaset,futbol.. Klasik takılırdık her zamanki gibi. Sonra annemin bulaşık yıkarken yanlışlıkla düşürdüğü bardağın etkisiyle irkilmiş gibi irkilmiştim kapı açılınca. Bir pencere dolusu dünya girmişti kapıdan. Loş ortam, (mekanın adı aydınlar olmasına rağmen) birden aydınlanmıştı. Elim ayağım tutuldu. Yeni söylediğim biram ılımış, ortaya söylediğimiz karışık çerezde ise sadece fıstığın kabukları kalmıştı. Aslanın ceylanı izlemesi gibi izliyordum masaya oturuşunu, garsonu çağırışını, sipariş vermesini. Yarım kafiyeli şiir gibiydi; bir sigara yakarsa Cemal Süreya‟nın şiiri gibi olurdu. Yaktı da. Sigara, içki masasının ciğeridir. Doğuda yaşayıp da Güney‟e mevsimlik çalışmaya
giden erkeklerin turistlere baktığı gibi bakıyordum. „‟Manitalar gece güzelleşir.‟‟ demişti Metin Kaçan,altına imzamı atmıştım. Konuşmam farzdı artık. Güzel kız varsa bakmak şirktır. Evet yanına gidip konuşacaktım ama nasıl. Klozete işer, belli etmezdim. Birden kalktım, masasının yanına gittim. Elimi masasına koydum ve “güzelliğin anlatılmaz nazar değer, git Homeros‟un güzelliği tanımlamasına bak ahan da sensin valla aç bak Google‟dan‟‟ dedim ama nasıl dedim bizim masadan “lan dur napıyon oğlum akıllı ol dayak yeriz lan lann” tehditlerine aldırmadım hiç bangır bangır dedim. Ee şimdi ne yapacaktım ? Kız hiçbir şey demeden öylece baktı bana.”Gözlerin cennete giden yolda iki kapı sanki, masana oturabilir miyim?” dedim. Sıçmıştım resmen. Kedi gibi üstünü örteceğime, tabela dikmiş “ben buraya sıçtım haberiniz olsun” yazmıştım, başka açıklaması yoktu. ”Çakmağın benim sigaram için çakmazsa on para etmez ” dedi çakmağımı bulacağım diye yaptığım hareketler sanki içime böcek girmiş onu öldürmeye çalışıyormuşum gibiydi. Buldum ve çaktım çakmağı. Dudaklarını uzattı bana doğru. Bir şairin henüz yayınlamamış şiiri gibiydi. Artık karşımda aynı masada oturuyorduk. Bir rüzgar almıştım arkama “rüzgarı dilediğim gibi değiştiremem ama yelkenlerimi ayarlayabilirim daima varmak için istediğim yere” taktiğini kullanacaktım. Yaşanacak kadar canlı,sevilecek kadar güzel,hayran olunacak kadar anlamlıydı. Nerede okuyorsun, nerelisin gibi saçma sapan sorular sormadı hiç, ben de açmadım. Çünkü dişi kartal havası aslanların, kanaryaların içinde belli oluyordu. Birayla dudaklarının kavuşması tarif edilmez, izlenirdi. Tanrı‟nın, Cemal Süreya‟nın şiirini okuduktan sonra başa dönüp yeniden yarattığı nadir
Çizim : Oğul Arda Biçer
kadınlardandı. Kadın dediğin çay-bardağı gibi olmalı; sıcak, ince, elinle kavrayabilmeli. Bitti mi tekrar aynıbardaktan içilmeli,demli,az şekerli… Asidi kaçmamış kola gibi,saçlarının yapısı sanki tüm vücuduna sinmişti. Doğallığı,kısalığı,kokusu. Hala şiir okuyan kadınlar gibiydi. Sohbet etmeye başlamıştık (onu burada anlatmamı beklemeyin, özel hayat). Sohbet etmiyor, sanki gözüm açıkken rüya görüyordum. Pencere kenarındaydı masamız, sigarasından bir nefes alıp pencereye doğru nefes verirdi hep. ”Ne bilirsin sen” dedi durduk yere. Manalı bir cevap vermem gerekirdi dikkatini çekmem için. “bir yağmur bilirim bir de kaldırım bilirim” dedim. Güzel cevaptı, onun da hoşuna gitmişti çünkü ilk defa biralarımızı tokuşturmuştuk. O ara bizim çocuklar bana bakarak Zafer Çağlayan‟ın saatini gösteriyorlardı. Umrumda değildi. Yağmur başlamıştı arkadan da bir Erkan Oğur.. Çok manidar olmuştu, hayatın cilvesi.”iyi ki bilmiyorlar kalabalıklar, yağmura bakmayı cam arkasından” dedi ve sanki benden bir şey söylememi bekledi. Ona beklediğini söylersem, benimle evlenecekmiş gibi hissettim. “Güzel şiirdir Yağmur Duası” dedim. Beklenen cevap pasaparola demeden gelmişti. ”o zaman” diye kaldırdı şişeyi, „‟yarım kalan cümle Karakoç‟a gitsin” diye narayı çakmıştık. Evet bu oydu. Bira-fıstık, Selçuk-Burak, şiir-sigara gibi müthiş olacaktık hissedebiliyordum. O, Karakoç‟tan gidince ben de devam ettim “ellerinden belli olur kadın, denizin dibinde geziyor gibi” dedim, bana bir sigara uzattı. Aldım yaktım ve çektim. Laf aralarında “bir kayse
çorba içelim mi” der dururdum. Gecenin sonuna doğru artırmıştım bu isteğimi. Her seferinde gözümün içine bakardı söyledikten sonra. Güneş, artık mesaisini bitirmişti. Ay‟la vardiyalı çalışıyorlardı. Kıyamete kadar çalışacaklardı. İşleri zordu, patronları gaddar biraz. Benim aşkım uymazdı her saza. Kadın, çekirdek, sigara ve alkol, bağımlılığın tanımıdır ve şuan hepsini yaşıyorum. İçimdeki enerjiyi açığa çıkarsam nükleer enerjiye ihtiyaç kalmazdı. “İlan-ı aşk eden dil balıkları, aşina suları çabuk terk eder.”dedi. Karşımda dişi Karakoç vardı sanki. Ama
benim aklım hala çorbada.
Kahvaltıyla duruyordum.
Çalan şarkılar dudaklarıyla
dudaklarımın arasındaydı.
Birayı çeşmeden su içer gibi rahat içiyordu. Kızlığını masanın üstüne koymamıştı ama ne yapıp yapıp denizi görmek lazımdı. Bir cıgara atmıştı
gönlümün denizine, sabaha kadar yanmış tutuşmuşa benziyordu. Yoksulduk tamam ama dörtnala çorba içmek lazımdı. Çok acıkmıştım çünkü birden ”açlıktan mı bahsediyorsun demek ki sen komünistsin” dedi. “bir kayse çorba içelim mi?”dedim. sigarasından derin bir nefes aldı suratıma üfledi. (arkadan da Ali Ekber Çiçek çalıyor) ”kayse değil kase bunu demeseydin dudaklarımız birlikte şarkı söyleyecekti.” dedi, son kez baktı. Çakmağımı aldı, “on kuruş eder” dedi ve gitti.
Seynan Konucu
Yastık Altı Düşünceler / Esther
00.53
Bu akşam dişlerimi fırçalamadan girdim yatağa. Gözlerimi diktiğim
tavan, artık transparan. O duvar parçasının ardından Büyük Ayı'yı
görebiliyorum. Evren, adeta deve-cüce oynayan bir çocuk gibi boyut
değiştiriyor gözlerimin önünde. Düşünüyorum, belki de büyüyüp küçülen Alice değil de dünyadır.
Belki de biz, bunun böyle olduğunu fark edemeyecek kadar kendine
odaklanan, çirkin canlılarız. Benliğimizi kaybettikten sonra
birbirimizi, büyüyüp küçülenin Alice olduğuna inandırmışız,
saçmalamayalım...
01.34
K i m
O l d u ğ u m u Hatırlayamıyorum
03.07
Hani bazı hisler vardır, insanoğlu onca saçma salak şeye isim verirken, bu bazı hislere vermemiştir.
Bir gün bir kafede oturursun. Oturduğun masa sana birini hatırlatır ya da bir olayı falan. Aklında geçmişe dair bazı senaryolar canlanır. Sonra yüreğin buruk, hafif bir hüzün hissedersin. Ama bilirsin
ki o insanı üzen hüzünlerden değildir bu. Ve yine bilirsin ki, temelinde, hüzün denen hisse üzülmemiz gereken bir şey olduğu anlamını yükleyen, insanoğludur.
04.16
"Kargalar, tek bir karganın gökyüzünü yok edebileceğini iddia eder. Buna hiç şüphe yoktur; ama bu gökyüzü ile ilgili hiçbir şey ifade etmez. Çünkü gökyüzü basit anlamda şu demektir: Kargaların yokluğu." Kafka çok büyük adam.
06.48
Ah, şimdi hatırladım. Ben, çocukluğunda kimse kapmasın diye içten içe dua ettiğin mavi
salıncağım. Bugün, üstüme şişman bir çocuk oturdu. Kutuya hapsettiğin benliğinim, nefes alayım diye açtığın deliklerden kaçtım. Ölmeden önce büyümek isteyen bir kız çocuğuyum, elveda
demeye geldim, ölüyorum. Yazardan not: Kim olduğunuzu kaybettiyseniz, kapı önündeki kilimin altına bakın. Zira orda da yoksa, boku yediniz.
Klişe
12 sonrası yayınlarından fırlamış gibisin
gördükçe içim kabarıyor
içimden bir şey kabarıyor.
sonra çok utanıyorum
daha öpemeden ağlayarak yatağıma koşuyorum.
pencere açık kalmış,
yatak üşüyor, ben ısıtıyorum.
seni sevmek klişe olmasa dudaklarına asılırdım
hem de öyle hafif değil,
fena acın olurdu
seni senden götürmüşler sanardın.
gözlerin kararır, başın dönerdi
başını parkeye vurmadan,
koltuklarından
ben tutardım çabucak seni, ishak kuşu gözü açık öterdi
seni sevmek klişe olmasa,
sarı saçlarına şiirler yazardım.
ama önce sarı boya lazımdı
saçın güzel kumraldı, sarıya hiç gitmezdi.
ben uydurur şiir yazardım, kafiyesi boktan olurdu.
saçlarına yazık olurdu,içim acırdı.
seni sevmek klişe olmasa, yeşilçam aşıklarına benzerdim.
uzun favorilerim, mağrur bakışlarım
"hayır Müjgan gitme
aşkımızın kıymetini bilmiyorsun
zengin züppelere göz verme
Bizi kirletiyorsun"
derdim,
önünde diz çökerdim.
sen gaddardın güzeldin
son yazısı hüzünle biterdi
seni sevmek klişe olmasa
amaan
zaten klişedir.
Alperen Yavaş
Haksızlık
Kendini kırık aynalardan görüp beğenmeye
çalışan, ellerimi kanatan insanlık…
Hayır yansımalar net değil.
Her gün "Allah kahretsin net değil!" diye
şaşıran, benliğinden kopuk yaşamaya
çalışan, terkedilmiş, birbirini terk etmiş,
komşusundan bir bardak şeker isteyemeyen
insanlık...
Sadece bu şekilde yaşanılabileceğine
inandık, inanmadık, inanmış gibi yaptık
bazen ama son durum; zengin bir sokaktaki
çöp torbasına sarınan evsiz çocuğa yardım
eden tek kişinin, üzerinde sadece incecik bir
yelek olan başka bir evsiz olmasına kadar
gitti. Yanan bir insanı söndürmeye
yeltenmeden haberini yapmaya çalışmak
olağan geldi. Çağdışı çağdaşımızın sayısız
eserleri...
Sanıldığı kadar olağan değil. Utanmadık bile
bu yaşanılanlar ve yaşatılanlardan çünkü
onursuzluklar içinde en onurlu olmanın yolu
bu dendi bize. Daha çok olmalı her şey,
bizim olmalı, kimseye bir şey veremeyiz
çünkü bizim sınırsız ihtiyaçlarımız var.
Bunu bize yutturdular. Hatta telefonun bir
üst modelini “de” alabilmek içindi bütün bu
yuttuklarımız.
Dedim ya, utanmadık bile, bütün bunların
yüküyle omuzlarımız hiç çökmedi. Hayvani
şehrin gerekliliği saydık yaşadıklarımızı ve
tanık olduklarımızı. Yardım etmek...
Sözlüklere bile yazılmayacak neredeyse.
Biz ki bilmemne yüzünden dışlayanlar, biz ki
bilmemne yüzünden dışlananlar ve biz ki
bilmemkimi bilmemnesinden sorumlu
tutanlar olarak; iyilik neydi, nasıl iyilik
yapılırdı, nasıl iyi olunurdu, kime iyilik
yapmamız gerekirdi hepsini unuttuk.
Uzaklaştık iyi olan her şeyden. Kelebekler
hariç. "İyi bir dünyada yaşayabilmek için
hala umut var!" demeye çalışan, direnen
kelebekler hala uçuşuyorlar. Ama bizim için,
iyi bir dünya uğruna yapılabilecek hiç bir
şey kalmadı. Cehenneme bu kadar yakınken
cennete geri dönmemiz beklenemez. Bu
yüzden umut yok. Bütün umutlar da
öldürüldü.
Evet hiç umudum yok ama çok isterdim ki
bir gün ufuktaki gözlerim yaşamın
berraklığında kaybolsun.
Suratımda kezzap yarası olmadan sıcak
yatağıma girebilen benim, düşüncelerimi
anlatabilen benim, cinsel tercihimi, dinimi
yaşayabilen benim, istediğim gibi
giyinebilen benim, yemek yiyebilen benim,
barınabilen benim, iş sahibi olabilen benim
gözlerim yaşamın berraklığında kaybolsun.
İşte o zaman "dünyada yaşam" olacak.
İyilik olacak. Yardımlaşma olacak. Artık
hayatta kalabilmek için ihtiyacımız olan
bunlardır, bir üst model telefonlar değil.
İdil Özeren
Bahar
buralardan geçen bir hüzün sürüsünden kapılmış yurtsuz bir bela kuşuydu sanki. belirli aralıklarla vurulup düşerdim o berrak bakışlarının hüznüne. şimdi sonsuz bir amaç gibi zamanda salındığı doğrudur sevdaların, artık hiç de eskisi gibi değil. ne hiddeti ne şefkati dinlemiyor beni bende dinlemiyor beni… aralıksız ve sorgusuz kaybediyorum, bir tahtta oturmuş zamanı koltuk altına almış dalgın bir
bekçiyim, kral sanıyorum kendimi, satırbaşları anlamsız, şu an imla hatalarını bilerek yaptığım satırbaşları, bir nefeste okuduğum şiirler, bir çırpıda yorduğum kâğıtlar, hepsi boşlukta salınarak yitip gidiyor. nerede duracağım, radyodaki bu kulağıma sokulan şarkını duyuyorum dostum.
ruhum, zaten kölen benden ne istiyorsun?
tek satırbaşı, tek soru, çok soru işareti!
tüm cümleler eşittir gözümde ıstırabı hariç…
yazın duvarlara :
-bahara galip gelinebilemez!!!-
Ozan Korkmaz
Sol Kaburgam
sol kaburgadamdan hiç bir tanrı güzel bir kadın yaratamaz,
sol kaburgam bir ağaçtan düştü kırıldı
sol kaburgam kavruldu defalarca
sol kaburgam duman doldu
sol kaburgamı bi çocuk sıvazladı minicik elleriyle ama savaşları sığdırdım
sol kaburgama bir çok çocuk kaçtı cennete gidenler yer etti en derinde şüphesiz..
neyin var sol kaburgam ölüyor musun?
sol kaburgam, kaburgam..
bir şeylere sahip olma olgusu farkındalıklarıma rağmen o kadar yer etmiş ki,
utanıyorum.
aptal sol kaburga.
Gordion