24
Son bizimle başlar... Sayı : 1 Yıl : 2013 Aylık Kültür- Online Dergisi Kral’ın Uyku Tulumu 117 yıllık çınar : Pando Kaymak Dükkanı Kağıdın Ölümü Spor Aktüel Yaşamın İçinden Bizi rahatsız etmeye gelen sosyolog Dr. Ali Şeriati Portre

Büt Dergisi Sayı 1

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Büt Derisi Kültür-Online Aylık Dergi

Citation preview

Page 1: Büt Dergisi Sayı 1

Son bizimle başlar...

Sayı : 1 Yıl : 2013Aylık Kültür- Online Dergisi

Kral’ın Uyku Tulumu

117 yıllık çınar :

Pando Kaymak Dükkanı

Kağıdın Ölümü

Spor

Aktüel

Yaşamın İçinden

Bizi rahatsız etmeye gelen sosyolog

Dr. Ali ŞeriatiPortre

Page 2: Büt Dergisi Sayı 1

Büt DergisiAylık Kültür- Online dergisi

Mustafa Doğan

Emre CeylanEfe karasu

Handan AşıkMısra Yıldız

Emre CeylanEfe KarasuEge KüçükkiperEfe PolatHandan AşıkUğur UganKübra EfeElif CengizBüşra İlarslan

Editör

Yazı İşleri

Reklam

Yazarlar

www.butdergisi.com

http://www.facebook.com/butdergisi

https://twitter.com/ButDergisi

Online Dergi

Facebook

Twitter

içindekilerSpor: Kralın Uyku Tulumu - Efe Karasu

Sinema: Türk Sinemasında Bilinmeyen Adam “Muhsin Eruğrul” - Ege Küçükkiper

Aktüel: Kağıdın Ölümü - Uğur Ugan

Yaşamın İçinden: 117 Yıllık Çınar ‘ Pando Kaymak Kah-valtı Dükkanı! - Emre Ceylan

Tarih: Geçmişten Tanıdık Bir Ses: TARİH - Efe Polat

Portre: Bizi Rahatsız Etmeye Gelen Sosyolog: Dr. Ali Şeriati - Kübra Efe

Foto Haber: Sokağın Sanat-çılar-ı - Emre Ceylan

Kitap: Kralın Güzeller Güzeli Eşi Nefertari - Handan Aşık

Tiyatro: Günlerden Tiyatro - Elif Cengiz

Dans: Dans Bizimle Doğdu - Büşra İlarslan

Ön ve Arka kapak fotoğrafEmre Ceylan

Grafik Tasarım

Mustafa Doğan

Bize ulaşmak iç[email protected]

Page 3: Büt Dergisi Sayı 1

M erhabalar efendim. Değerli zam- anınızı ayırıp, bu yazıyı okumaya karar verdiğiniz için öncelikle size teşekkürü bir borç bilmekle beraber görevimi yerine getirerek “Teşekkür Ediyorum”.

Bu dergimizin ilk sayısı olması münaseb-etiyle size bu yazımda kısaca dergimiz hak-kında biraz bilgi vermek istiyorum. İlk olarak ismimizden başlayalım. Büt, “bütünleme”nin kısaltılmışından meydana geliyor, “dergi” kelimesinin ne anlama geldiğini biliyorsunuz zaten. Dergimiz her ay online olarak inter-net üzerinden yayın hayatına başladı, yayın hayatını sürdürecektir. Ve belirtmekte fayda var dergimize her ay “ www.butdergisi.com “ adresi üzerinden ücretsiz ulaşabilirsiniz.

Dergimizin var oluş amacından kısaca bahsetmek gerekirse. Karanlığın aydın-lanması için ufak bir ‘mum’un ateşlenmesi yeterlidir. Sonra ateşlenen mum ısınmanın etkisiyle içindeki aydınlatma duygusunu en uzak yerlere taşımayı arzular ve de yap-ar. Ateşlenen mum başta kendi çevresini aydınlatır, daha sonra aydınlık ‘hale’ler şek-linde etrafa yayılır. Ateşlenen mumdan çıkan aydınlık yaşantının belirtisi, saklanbaçın sobeleme evresidir. İşte biz bu yaşantının belirtisi, saklanbaçın sobeleme evresindeki “ebe”leriz. Karanlıkta yok olmaya yüz tut-

muş, baktığımız şeyleri aslında görmemiz gerektiğini, olaylara birde burdan bakmanı-za destek olmak isteyen birkaç üniversiteli gençiz. Size yeni bir dünya sunmak yerine var olan dünyanın karanlıkta kalan yüzünü yazılarımızla aydınlatmaya çalışacağız. Olay-ların varlığını kurguladığımız ışıklarla aydın-latacağız. Yani olaylara farklı bir bakış açısı…

Dergimizin çıkış tarihine de kısaca değin-mek gerekirse; Dergimizin yeni sayıları her ayın ortaları yani 21’inde sizlerle buluşmakta. Peki neden ayın ortası? Çok geç değil mi? Öğrenciler veya okul sıralarından geçenler bilir; yapılan tüm sınavlarda başarısız olmuş öğrenciye, sınıfta kalmaması veya dersi geçmesi için son bir şans yani sınav hakkı verilir. Bu sınavın adı “bütünleme” sınavıdır. Dergimizinde adını aldığı bu sınava ithafen, dergi okumalarınızı bitirmediğinizi, son olarak bizimle bitişi yapmanızı istememiz-dendir. Kısacası son bizimle başlar…

Dergi içeriği ve çıkış tarihi hakkında kısaca bilgi verdikten sonra sizi dergiyle baş başa bırakıyorum. Bir sonraki sayımızda karşılaş-mak dileğiyle…

Unutmayın, Son bizimle başlar…

Editör

-Mustafa Doğan-

[email protected]

Merhaba...

Page 4: Büt Dergisi Sayı 1

İspanya’da, General Francisco Franco’nun komu-tasındaki milliyetçi güçler, seçimle göreve gelen Cumhuriyetçi “Halk Cephesi” koalisyonuna karşı 1936’da bir ayaklanma başlattı. Üç yıl süren ve ülkede büyük bir yıkıma yol açan iç savaş, 1939’da milliyetçilerin zaferi ile sonlandı. Franco, yönetimi ele geçirdikten sonra adamlarına tarihe geçecek bir emir verdi.

“Bana 100 bin kişilik bir uyku tulumu yapın.” Bu emir ile dikildiği bahşedilen tulum, günümüzde de faliyet gösteren Real Madrid’in Santiago Bernabéu Stadyumu’dur. Ne ilginçtir ki bu stadyumun açılış yılı olan 1947’de dönemin İspanya’sının tarihini değiştirecek bir olaya rastlanıl-maktadır. Franco, bu tarihte veraset yasasını kabul ettirerek kendisini devletin ömür boyu koruyucu-su ve kral naibi olarak atadı. Dikilmesini emrettiği

uyku tulumu bunu sağlayabilmek için olabilir miy-di?Bir nevi halkı halktan koruyan ve daha da ileri gidebilmek için özel bir uyku tulumu diktiren kralın hesapları o gün için tutmuş olabilir. Ancak şimdilerde farkındalık merkezi haline gelen stdyumlar, insanlara örgütlü bir şekilde tepki koyabilme ve bu tepkiyi geniş kitlelere duyurabilme imkanını sağlamakta.

Stadyum tuval oldu,halk ise ressam... Elbette sporun hala halkı uyutma emeline medya aracılığı ile alet edildiğini inkar edemeyiz. Porteki-zli diktatör Salazar’ın, ülke yönetimi ile ilgili 3F maddesinden biri olan futbolu yani sporu, onun gibi kullanmaya çalışanlar oldu. Ama bu kişilere yeri geldiğinde tepkiler yine stadyumları dolduran seyircilerden geldi. Etkiye tepki gösteren halkın ta kendisiydi. Hal-kın örgütlendiği mekan ise stadyumdu.

1830-1962 yılları arasında Cezayir’i sömür-gesi altında tutan Fransa, kendi yetkili ağızlarının ifadelerine göre

“Kral, sporu çirkin emellerine alet edebilmek için büyük stadyumlar inşa ettirdi. O stadyumlar doldu taştı.Sokaklarda kanlı bıçaklı olan insanlar tribünde omuz omuza gelince gerçeğin farkına vardılar. Stadyumlarda uyanışın ilk kıvılcımları görülmeye başlandı.”

KRALIN UYKU TULUMU

- Efe Karasu [email protected]

Spor

Page 5: Büt Dergisi Sayı 1

Cezayirli milyonlarca kişiyi yargısız infaz etmiş ve işkenceden geçirmişti. Tam anlamıyla büyük bir kat-liama uğrayan Cezayir, haklı nedenlerle Fransa’dan bir özür bekledi. Politikacılar, artık geçmişe değil ge-leceğe bakmak lazım diyerek siyasi çıkarları uğruna özür dilemeye bile tenezzül etmediler. Buna karşılık Fransız takımı olan Marsilya’nın taraftarlarının, resmi bir müsabakada sergiledikleri Cezayir bayrağı kareografisi gayriresmi bir özür niteliğindeydi.Bu kareografi vicdanın resmedilmiş haliydi.

Van üşüdü, Şeref Bey dondu Van depreminden sonra bazı televizyon kanal-larında insanlık dışı yorumlar yapılırken, Şeref Bey stadyumunda Van’ın plaka numarası olan 65. daki-kada binlerce insan üstlerini çıkardı ve yarı çıplak kalan bedenleriyle milyonlara müthiş bir toplumsal

dayanışma mesajı verdi. Buz gibi havada yarı çıplak kalarak empati yapıyorlardı ve herkesi empati yap-maya davet ediyorlardı. Daha sonra atkılarını boyun-larından söküp sahaya attılar. Yeşil sahadan toplanan atkılar tırlarla Van’a gönderildi. Belki bu yardım bedenlerin ısınmasına yetmedi ama yürekleri ısıttığı kesindi. Uyku tulumu olarak düşünülen bir sta-dyumda o güne kadar hiçbir politikacının veremediği içtenlikte bir kardeşlik mesajı verildi. Stadyumdaki bir tribün organizasyonu ülkenin temellerini sağlam-laştırabilecek kadar etkiliydi.

Susarak haykıran adamlar Sadece sporu izleyenler değil onu icra edenlerde toplumsal olaylara tepkisiz kalmadılar. Bunun en çarpıcı örneği ise Meksika’da düzenlenen 1968 Yaz Olimpiyatları’nda gerçekleşti. Mexico City’de 200

metre koşusu finalinde Amerikalı (siyah) atletler Tommie Smith ile John Carlos birinci ve üçüncü gelirken, ikinciliği Avustralyalı (beyaz) Peter Nor-man elde etti. Amerikalı atletler ödül töreni için kürsüye çıkmadan önce ayakkabılarını çıkardılar ve siyah çorapları ile kürsüye çıktılar. Hoparlörde Amerikan milli marşı çalındığı sırada siyah eldiven taktıkları ellerini yumruk yapıp havaya kaldırdılar. Peter Norman da bu harekete desteğini göstermek adına eşofmanının üstüne iğnelediği ‘İnsan Hakları İçin Olimpiyat Projesi Hareketi’ kokartıyla kürsüde-ki yerini almıştı. Martin Luther King’in yıllarca anlatmaya çalıştığı şeyi bir olimpiyat organizasyonu sayesinde bu üç adam tüm dünyaya haykırıyordu. O yıllarda Amerika, Neil Armstrong’u aya gönderip bilimsel açıdan şampiyonluğa oynarken, dayanılmaz ırkçılık politikaları ned-eniyle insanlık açısın-dan küme düşüyordu. Bu hareket içinde biraz olsun insanlık taşıyan-ların yüreğine güneşi doğurmuştu.

Kral artık deplas-manda Spor, bunca güzel-liklere vesile olurken bilinçsiz insanların dolasılığıyla istenmeyen olaylara da vesile oldu. Örneğin iki komşu ülke olan El Salvador ve Honduras arasında 1970 yılında futbol yüzünden çıkan savaşta 4 bin kişi ölmüş, 12 bin kişi yaralan-mıştı. Ben buna karşılık size 1967 yılında Pele’yi izleyebilmek için kendi aralarında anlaşarak iç savaşı durduran Nijeryalıları sunuyorum. Sporun daha iyi bir dünya için olumlu etkide bulunabileceğine ve spor seyircisinin artık uykudan uyandığına inanıyo-rum.

Page 6: Büt Dergisi Sayı 1

Sinema deyince (siyah – beyaz dönem başta olmak üzere) insanın aklına ilk gelen isim “Charlie Chap-lin”dir. Neden böyle bir algı yaratılmış anlaması güç bir olay. Lumiere Kardeşler, “sinematograf ” adı verilen bir kaydediciyi kullanarak ilk filmlerini çekmiş (Lum-iere Fabrikasından Çıkan İşçiler - 1895) ve trenin istasyona giriş görüntüsü ile salonda ki seyircilerin korkup, oturdukları zyerler-in altına girmeye çalışmaları hatta bir an önce dışarı çık-mak istemeleri, günümüzde düşünüldüğünde bir hayli

komik gelebilir. (Film, Paris’te Grand Cafede gösterilmiştir.) Şimdiye kadar fotoğraf makinasıyla durağan görüntülere alışan toplum hare-ketli bir görüntüyle karşı karşıya geldiğinde bu sonucun doğması kaçınılmazdır. Aslında sinema, fotoğraf makinasının çektiği durağan görüntülerin ard arda verilip hareketli bir görüntünün oluşturul-masından başka bir şey değildir.

Dünya sineması oluşumunu bu şekilde devam ettirirken, biz Türkler sinemayı yaklaşık 10 yıl sonra yani 1905’lerde tanıdık. Fakat 1922 yılına kadar çekilmiş olan filmler elimizde bulunmadığı ve

TÜRK SİNEMASINDA BİLİNMEYEN ADAM

“MUHSİN ERTUĞRUL”

- Ege Küçükkiper -

“Türk sinemasını 1922’den itibar-en ele almak daha doğru olur. Bura-da karşımıza çıka-cak olan ilk ve (o dönemlerde) tek isim hiç şüphe-siz Muhsin Er-tuğrul’dur. ”

Sinema

Page 7: Büt Dergisi Sayı 1

de çekenin belli olmamasından ötürü Türk sinemasını 1922’den itibaren ele almak daha doğru olur. Burada karşımıza çıkacak olan ilk ve (o dönemlerde) tek isim hiç şüphesiz Muhsin Ertuğrul’dur. Zaten sinemanın ilk dönemi olarak adlandırılan “Tiyatrocular Dönemi” bu tanımlamaya uyum sağlamıştır. Muhsin Ertuğrul’u, “tiyatrocu” kimliğinin aksine Türk sinemasında ilkleri gerçekleştiren ve gelişim sürecini hızlandıran “sine-macı” kimliğiyle anarsak daha “gerçekçi” bir tanımlama olabilir. O dönemde (1922-39) sinemaya gönül vermiş kişilerce birtakım olumsuz eleştirilere maruz kalan Er-tuğrul, tiyatrodaki başarısını, sinemada da göstermeye devam etmiş ve söylenenlere kulak asmamıştır. Muhsin Ertuğrul’un Berlin’e tiyatro bilgisini geliştirmek için gitmesi onun sinemaya olan bağlılığını daha da kuv-vetlendirmiş ve yabancı yönetmenlerle çalışma fırsatı bulmuştur. Kendi adına “İstanbul Film” yapım şirketi-ni kurmuş ve faaliyetlerine devam etmiştir. İstanbul’a dönüş yaptığında yine tiyatronun yanı sıra sinema çalışmalarına önem vererek ilk özel yapım şirketi olan “Kemal Film”e girmiş (1921-24) ve 6 film çekmiştir. (En önemlileri; İstanbul’da Bir Facia-ı Aşk, Ateşten Gömlek, Leblebici Horhor.)

-LEBLEBİCİ HORHOR’UN TALİHSİZLİĞİ-

Muhsin Ertuğrul, Kemal Film adına çekmiş olduğu filmlerde başarıya ulaşmış, halkın daha çok sinemayı sevmesini sağlamış ve “konulu film” anlamında tek isim olmaya devam etmiştir. Fakat Kemal Film’e çektiği “Leb-lebici Horhor”, Ertuğrul’u büyük bir hüsrana uğratmış, aynı zamanda yapım şirketinin batmasına sebep olmuş-tur. Kemal Film’in kapanmasının ardından Sovyetler’e giden Ertuğrul, dünya sinemasında kullanılan teknikleri ve sinema anlayışını öğrenip “Tamilla” ve “Spartaküs” adında 2 film çekmiştir. İstanbul’a geri döndüğünde “İpek Film” adında bir yapım şirketiyle anlaşıp, (1928-41) 20 film çekmiştir. İlk konulu filmleri çekmesinden başka Türk sinemasına ilk sesli film olan “İstanbul Sokaklarında”, ilk belgesel film olan “Zafer Yolları”nı kazandırmıştır. Leblebici Horhor’u İpek film için de çekmek istemiş ve çekmiştir. Aldığı sonuç ise aynı olmuştur. Yine hüsran… Bu film, hem Kemal Film’in hem

İpek Film’in kapanmasına ve de Muhsin Ertuğrul’un sinemaya küsmesine sebep olmuştur. -SİNEMASINDA TİYATRO RUHU VAR-

Muhsin Ertuğrul, çektiği ilk filmlerde sinema ar-tistlerini ya da aktiristlerini oynatmayı tercih etse de, tiyatrocu ruhu onu, filmlerinde tiyatro sanatçılarını oynatmaya sevk etmiştir. Böylece okullu oyuncular devreye girmiş ve filmlerde ki oyunculuk kalitesi art-mıştır. (O dönemde filmler sessiz çekiliyor ve seslen-dirme – dublaj – tiyatrocular tarafından yapılıyordu.) Ele aldığı konular itibariyle de Türk tiyatrosunun önemli yapıtlarını filmlerine konu edinerek, tiyatrodan uzak kaldığı dönemlerdeki özlemini ve tiyatroya karşı olan hazzını bu şekilde gidermeye çalışmıştır. Muhsin Ertuğrul, yönetmenliğin haricinde, yapımcı, senarist ve oyuncudur. Çok sayıda ödülü olmakla birlikte, kendi adına verilen bir ödül de vardır. (Afife Tiyatro Ödülleri – Muhsin Ertuğrul Özel Ödülü) Tüm bu sıfatlar tek bir isimde nasıl toplanıyor diye soracak olursanız, Dünya tiyatrosunun en önemli isimlerinden Anton Çehov’un bir sözüyle anlatmak isterim: “Çalışmak, çalışmak ve daima çalışmak.”

-SON SÖZ-

Yazının girişini, sinemanın doğuşuyla yaptım, son sözü de sinemanın bir sanat dalı olduğunu vurgulayarak bitirmek isterim. Evet, sinema bir sanattır ve “Yedinci Sanat” olarak tanımlanmaktadır. (1. Sanat; “Resim ve Heykel”, 2. “Müzik”, 3. “Tiyatro”, 4. “Dans”, 5. “Edebiyat”, 6. ise “yapı”dır.) Bu tanımlamalar ne kadar doğrudur? Tartışılır…

Page 8: Büt Dergisi Sayı 1

Kağıdın Ölümü

Sabahları herhangi bir toplu taşıma aracına büyük yığılmalar halinde binmeye çalışan ya da beyaz bir servis aracının avını bekleyen yılan edasıyla yavaş yavaş sokularak köşe başlarında bekleyen insanları şehir merkezlerine dağıttığı görüntü bana cehennem-den bir kare gibi gelir. Hemen her yerde rastlayabi-leceğiniz bu sıradan görüntü bir nevi çağımızın özeti gibidir. Gündelik yaşamı şekillendiren başat unsurun geçim meselesi olması ve buna yönelik gelişen tüm algı ve yorumlama disiplinlerinin belirleyicisi old-uğu aşikar. Bugün ‘sabah sekiz akşam yedi’ gibi bir mesaisi olup da akşam evine gidip farz edelim ki roman okuyan bir insan bana çağımızın en erdemli in-sanıymış gibi gelir. Benim bu durumda anlatmak iste-diğim ise bütün bu yaşam koşulları içerisinde bilginin sunumu, genel geçerliliği, söylemi ve etkileri üzerine. İnsanların büyük çoğunluğunun uzun mesailere kapa-tıldığı bir zaman diliminde yaşadığımız göz önünde bulundurulursa buna yönelik bilgi edinme süreçler-inin dozu, şiddeti, değeri ve niteliği bugün ciddi bir önem arz ediyor. Öncelikle yeni bir oluşumla yola çıkan bu dergide

bir ilk yazı olması hasebiyle şu sorunun altı çizilmesi kanısındayım: “Neden insanlar bir başkasının fikrine ih-tiyaç duysunlar?” Neredeyse gün 24 saat, dört bir yan-dan tüm iletişim araçlarıyla bilgi, haber ya da yorum bombardımanına tutulan insanlar için bir başkasının fikri ne ölçüde değerli ya da gereklidir. Birinin çıkıp size kendi dilinin döndüğünce bir şeyler aktarmasının gündelik hayata katkısı nedir. Tüm bu sorulara yanıt aramak için bilgi edinme süreçlerinin gelişimi açısın-dan meseleyi irdelemek gerekiyor. Yakın tarihe bakacak olursak 19. Ve 20.yy’ın in-sanoğlunun fikirler uğruna dünyayı kasıp kavur-duğu, bilginin günümüze oranla daha fetişleştiği görülecektir. Uygarlığın ve kapitalizmin gelişimiyle birlikte çoğalan bu unsurlar beraberinde moderni-teyi getirmiş ve teyellenen birbirinden farklı bir çok düşüncenin ifade ediliş biçimi kendine yazılı, sözlü, görsel, işitsel platformlar yaratmıştır. Şöyle bir ana-lize girişecek olursak; 19.yy insanı kağıtla kurduğu ilişki üzerinden yaygınlaşarak sorular sorarken, 20.yy insanı kağıdı çeşitlendirip göze, kulağa ve bir çok duyuya hitap ederek bir önceki yüzyılın yanıtlarını

“Neden insanlar bir başkasının fikrine ihtiyaç duysunlar? Neredeyse gün 24 saat, dört bir yandan tüm iletişim araçlarıyla bilgi, haber ya da yorum bom-bardımanına tutulan insanlar için bir başkasının fikri ne ölçüde değerli ya da gereklidir. Birinin çıkıp size kendi dilinin döndüğünce bir şeyler aktarmasının gündelik hayata katkısı nedir?”

- Uğur Ugan -

Aktüel

Page 9: Büt Dergisi Sayı 1

ararken, 21.yy insanını ise toplu taşıma araçlarında eline yapışmış i-phone’larıyla tüm bu enformasyon-ların kirliliği ve sıkışmışlığı içinde hayal edebiliriz. Bu noktadan hareketle tüm değer yargılarının, ahlak biçimlerinin ve inanç ritüellerinin yeniden yorum-lanıp şimdiye kadar biriktirdiği geleneği bir yönüyle reddederek bunu değişip, dönüştürdüğü görülecektir. Sosyal medyanın adeta yeni bir ilah gibi hayatımıza girdiği son yıllarda ise insanların olaylar ve durum-lar karşısında kendini daha soyut ve simülatif bir söyleme kaptırdığı göze çarpıyor. Sosyal medya kul-lanımında hemen herkesin kendini bir yolla ifade ediş biçiminin toplumsal yaygınlığı bir çok şeyi domine ettiği söylenebilir. Gerek siyasi, gerek güncel ya da felsefi durumlar üzerine aforizmalardan beslenen, sloganlarla konuşan ve kolay anlaşılır basit argüman-lara sığınan bir dilin yanı sıra günü birlik ve çok hızlı değişen gündem karşısında ise takınılan tutumlar aynı oranda hızla değişebiliyor ve bu internet söylem-ini yaygınlaştırır biçimde gündelik hayata sirayet ediyor. Kimselerin artık detaylarla ilgilenmediği, bir meselenin veya olayın derinini kurcalamaksızın kendini yaygın olan söyleme ve konjoktürel bir algıya hapsetmesi; bu hızına yetişilemeyen gündemde bilginin etkisinin ve şiddetinin azalmasına, haberci-lik alanında ise haber alma kaynaklarının bu kadar çoğalmasına rağmen bununla doğru orantılı olarak manipülatif hatta daha tehlikelisi provakatif bir haber dilinin oluşmasına sebebiyet vermesi belki de son yıllarda gözle görülür biçimde hissediliyor. Tüm bu internet söyleminin şekillendirdiği algıyla oluşan insan tipi ise özellikle toplumsal meselelerle kurduğu bağını genel bir duruş -ki bu ahlaki, vicdani,

siyasi bir tutum da olabilir- edinmek yerine, söz söyleme ihtiyaçlarını mevcut konjonktürün sunduğu dil üzerinden giderme yolunu tercih ettiği söylenebil-ir. Herkesin kendini soyut bir biçimde de olsa tatmin etme biçimi olarak kullandığı bu internet söylemi birbirinden farklı bir çok duygu ve düşünceden yana sanal anlamda bir tarafgirlik getirse de günümüz modernlerine sağlam bir bakış açısı ya da bir duruş kazandırmıyor. Madem ki aforizmaların bu kadar etkili oluşu yadsınamıyor öyleyse benim de bu durum karşısında bir alıntı eklemem sanırım göz çıkarmaz; Terry Eagleton’ın dediği gibi: “Modern zamanlarda inançlar çoktur ama iman yoktur” Yazının başında da bahsettiğim günlük çalışma ha-yatının kimseye düşünme fırsatı bırakmadığı yaşam koşullarında şu anki mevcut dil adeta sistematik olarak düşünülmüş ve bugünün insanının düşünsel ihtiyacını giderebileceği yegane söylem tarzı olarak ‘tweet atar gibi’ tüm yaşam alanlarına siniyor. Bir bil-gi kirliliği çağında yaşadığımız ve sözün hacminin yok olmaya yüz tuttuğunu kabullensek bile tarih boyunca her düşüncenin kendi mütekabilini doğurduğunu bilmek şahsen beni rahatlatan en etkili unsur. Tabii ki teknolojinin gelişimiyle yeni enformasyon biçimleri-nin çoğalması kaçınılmaz her ne yapılacaksa da çağın koşularına göre gerçekleşecek. Yine de insanın iyims-er tarafı kelimelerin değiştirdiği dünyayı özlemek de çok haksız sayılmaz. Kağıdın yerini ışıklı monitörün aldığı günümüzde kağıtlarda yazanların çağını bekle-mekten şaşkın ve yorgun düşmüş ama bir o kadar da cevval bir savaşçı gibi dirayetini koruduğuna inanmak umudu diri tutuyor. [email protected]

Page 10: Büt Dergisi Sayı 1

Yaşamın İçinden

Her sabah taptaze kaymaklar çıkarılıyor tezga-ha. İlk kurulduğunda ismi Hayat Süthanesiymiş. Daha sonraları ise ismi Pando Kaymak olarak değiştirilmiş.

Adından da anlaşılacağı üzere burası yıllardır var olan bir kaymakçı. Ama sadece kaymak değil, bunun yanında size farklı lezzetlerde sunuyor.

İstanbul’da olup Beşiktaş’a yolu düşünler kim bilir kaç kez Pando Kay-mağın önünden geçmiştir ama fark etmemiştir. Çünkü burası yeni nesil kah-valtı mekanları gibi gösterişli, şatafatlı değil. Kendi halinde küçük, sevimli, samimi ve salaş

bir mekan. Aslında görünüşüyle de dikkat çekmesine hiç gerek yok. Çünkü onu farklı kılan sunduğu tatlar.

Kapıdan içeriye girdiğiniz zaman önce yüzünüze süt kokusu vuruyor. Kapının hemen sol tarafında ise yumur-taların, balların ve servis edilmek üzere bekleyen kaymak-ların yer aldığı üç kısmı çatlamış mermer tezgah bulunuyor. Tezgahın alt kısmında ise ahşaptan yapılmış eski dolap ve çekmeceler yer almakta. İçerisi öyle çok büyük bir yer değil. İçeride ikisi sağ tarafta ikisi sol tarafta olmak üzere dört adet masa yer almakta. Bunlardan iki tanesi eski masa; ahşap bacaklı mermer masalar. Diğer ikisi ise daha sonra-dan yenilenmiş yeni tahta masalar. Dükkanın vitrin çerçev-eleri çok eskidiği, kırıldığı için değiştirilmiş. Değişmeden önce ahşap çerçeveymiş. Şimdi ise alüminyum çerçeve. Ancak bu çerçeveyi ve içerideki iki masayı değiştirdiği için müşterileri Pando Amca’ya kızmışlar. İşte bu yüzden kırık mermer tezgahı değiştirmiyormuş. Çünkü insanlar burayı kendi özüyle, doğal haliyle seviyorlarmış.

Dükkanın duvarlarında çerçeveletilmiş birçok gazete ve dergi kupürü bulunmakta. Bunlar sadece bizim kendi basınımızda çıkmış yazılar değil. İngiliz dergisi Wallpaper, bir Alman gazetesi ve İsrailli bir profesörün yazıları da bulunmakta.

Sabahları taze bal-kaymak ikilisi yemek isteyenlerin uğrak yeri burası. İster içeri geçer kahvaltınızı edersiniz; isterseniz de geçerken kapıdan uğrar yarım ekmek arası bal-kaymak alır yolunuza devam edersiniz. Kahvaltı seçeneği sadece kaymak değil tabi ki. İsterseniz balın, kay-mağın yanına; tereyağı ile yapılmış peynirli, sucuklu ya da sade sahanda yumurta; yanına domates, salatalık, peynir ve zeytinden oluşan kahvaltı tabağı; veya mis gibi bir melemen alabilirsiniz. Bunların yanına da ılık bir süt ya da sıcak bir çay alabilirsiniz.

“Adeta ulu bir çınar, Pando Kaymak Kahvaltı Dükkanı. Az değil tam 117 yıldır özünü yitirmeden Beşiktaş çarşıda insan-lara hizmet etmeye devam ediyor. “

-Emre Ceylan-

117 Yıllık Çınar

Pando Kaymak Kahvaltı Dükkanı

Page 11: Büt Dergisi Sayı 1

Başta da dediğim gibi dükkanın ilk ismi Hayat Süthanesiymiş. Daha sonradan mecburi değişiklik yapılmış ve şuan ki adı olan Pando Kaymak Kahvaltı Dükkanı olmuş. Dükkanı şuan üçüncü kuşak olan 87 yaşındaki Pando Sestakov işletiyor. Dükkanı eşi, iki çocuğu ve iki yardımcısı ile birlikte çekip çeviriyorlar. Pando Amca şakacı bir yapıya sahip. Müşteriler hesap öderken bütün para verenlere ‘bir dahaki geld-iğinde üzerinde bozuk para bulundur’ dermiş. Ya da hesap ödenirken çift olanlara, parayı erkek verdiyse para üstünü kadına, kadın verdiyse para üstünü erkeğe verirmiş bilerek. Yani tamamen işe biraz eğlence kat-mak amaçlı yapılan şeyler. Ama onu ilk defa görenler bazen bu durumu yanlış anlayabiliyor. Bu arada Pando Amca laf arasında ‘Benim asıl mesleğim tornacılık, ben torna ustasıyım. Tam yirmi yıl bu mesleği yaptım. Babam artık bırak o işi gel burada dükkanın başında dur dedi. Bende öyle yaptım’ diyor. Birde Pando Amca altı dil biliyor. Bulgarca, Rumca, Türkçe, Fransızca, Ermenice ve Kürtçe. Bütün dilleri tabi ki dört dörtlük bilmiyor ancak kendine yetecek kadar bir bilgiye sahip. Bazen dükkana yabancılar geldiği zaman bir iki cümle onların dilleriyle konuşabildiğini, yabancılar duyduğunda şaşırdığını söylüyor. Belki de akıllarından şöyle bir şey geçiriyorlardır ‘Bu yaşta biri ve küçük bir kahvaltı dükkanı işleten kişi bunları nereden biliyor’ diye. Ama hayat bu kimin kendini nasıl geliştirdiği bilinmez. Pando Amca dükkanın kuruluşuyla ilgili birkaç bir şey söylüyor: ‘‘Bu dükkanı 1895’de Beşiktaş’a dedem açtı. O zamanlar bizim Emirgan’da mandıramız vardı. Aşağı yukarıda 150-160 hayvanımız vardı. Mandıra-

dan alınan süt, yoğurt ve kaymak bu dükkanda satıl-maya başlanmış. O dönemlerde Çırağan Sarayına, Ihl-amur Kasrına’da biz veririrdik yoğurdu, sütü, kaymağı.Ben bunlardan sadece Dolmabahçe Sarayını hatırlıyo-rum. Hatta bir keresinde hiç unutmam mutemet, para almak için Dolmabahçe Sarayına giderken bende takıldım peşine. O zaman altı yedi yaşlarındayım. Saraya arkadan girerken arada bir boşluk vardı şöyle eğildim baktım. İleride masada biri oturuyor. El sal-ladı, koştum gittim yanına. Dedi ‘kime geldin’ cevap vermedim, konuşmak yok bende. Eliyle başımı okşadı ben kaçtım. Mutemet ‘nereye gidiyorsun, kimdi o biliyor musun?’ Dedim, nereden bileyim. ‘Atatürk’tü o’ dedi. ‘Sustum baka kaldım sadece.’

İstanbul’un kalabalığı, yorucu bir şehir hayatı var. Her şeyin fabrika üretimi olduğu bir zamandayız. Buna rağmen bizi eskiye götürecek, iki çift laf edebileceğiniz, ev yapımı kay-mak, taze yumurta yiyebileceğimiz bir yer var. Belki deniz kıyısındaki me-kanlar gibi boğaz manzarası yok ama tarihi, sıcaklığı, samimiyeti ve tazeliği var. Bir sabah yolunuz Beşiktaş’a düşerse buraya mutlaka uğrayın derim. Burada kahvaltı etmeden bu diyardan göçüp gitmeyin.

Page 12: Büt Dergisi Sayı 1

Başlığı okuyunca ilk okul yıllarına gittik sanırım hepimiz, üzerine onlarca isim kazınmış tahta sıramızda oturuyoruz ve önümüzde Sosyal Bilgiler kitabımız. Tahtaya kocaman harflerle yazılan şu tanım: “Tarih geçmişteki olaylara ait bilgilerin keşfi, toplan-ması, bir araya getirilmesi ve sunulması bilimidir. Hard diskçi boş gençleri başlıyoruz yanlış bilgilerle doldurmaya.” Nasıl mı? Örneğin şu cümleyle : Tarih, ülkelerin savaşlarıdır, barışlarıdır . Bunlarla başladık tarih hakkında yanlış düşünmeye. Aslında bize düşünme fırsatı bile verilmedi . Kitaplardaki sayfaları ezberlemekle yükümlü olduk, biz genç beyinler olarak. Lozan Antlaşması tarihi sen söyle, denildi. Öğretmen anlattı, öğrenci dinledi. Bu böyle devam edince yıllarca ne öğretmende heyecan kaldı; çocuklara Tarih bilimi-ni ve disiplinini benimsetecek, bunun hakkında zaman harcayacak... Ne de öğrencide; ciddi bir şekilde dinley-ip olaylara vakıf olma, savaşın içindeki bir asker olup, savaşı anlama isteği kaldı. Bu savaşta kaybeden biz olduk anlayacağınız. Hepimiz. Genç bir Tarihçi olarak bir arkadaşıma, yeni tanıştığım birine ya da sokaktan geçen bir insana sorarak edindim bu tecrübeyi. Ve tabi ki bu söylediklerim kişisel tecrübemle de sabittir. Buyurun birde 3 kıtada 600 yıl yıldan fazla hüküm sürmüş bir devlette, Osmanlı Devleti’nde ki Tarih yazıcılığına bir bakalım.

Osmanlı Devletinin kuruluşundan itibaren eğitim, öğretim ve bilime çok değer verildiği görülür.. Eğitim Medrese ve Enderun’da verilmiştir. Tarih yazıcılığını ise bu konuda çok az araştırma yapılmasından dolayı dönemin yazarlarından öğrenebiliyoruz. Bu yazarlar aynı zamanda devlet görevlisi olarak da karşımıza çık-maktadır. Özellikle II. Bayezid döneminde İdris-i Bitli-si, Kemal Paşazade ve Şemsettin Ahmet birer Osmanlı Tarihi yazmaya memur edilmişlerdir. İlk tarih yazıcılığı Vaka tarihi gibidir. Olaylar anlatılıp, bırakılmıştır. Fakat daha sonraları yazarlar tarihi doğru öğretmek ve yazmak için Osmanlı denetimindeki coğrafyalardan (Şam, Mısır, İran, Macaristan vs.) eserler çevirmiş ve arşivlerinden yararlanılmıştır. Bu konuda en güzel örneklerden biri Müneccim başı Ahmet Dede Efen-di’nin Türkçe, Farsça ve Arapça 130 kaynaktan yarar-lanarak yazdığı Cami’üd Düvel adlı kitabıdır. Medrese ve Enderun’da öğrenciler birinci kaynak olan yani ya olayı yaşayan ya da yaşayanlardan bizzat dinlenerek yazılan bu kitaplardan tarih eğitimi almışlardır.

Bu tarihe yolculuğun ardından konumuza geri dön-memiz gerekirse ; Tarih, aslında sihirlidir. Öyle ki in-sanı göremeyeceği günlere götürür ve böylece yaşadığı dönemdeki gelişmeleri daha iyi anlamasını sağlar. Hafızasını yitirmiş birini düşünü. İlk önce geçmişte

“Tahtaya kocaman harflerle yazılan şu tanım: “Tarih geçmişteki olaylara ait bilgilerin keşfi, toplanması, bir araya getirilmesi ve sunulması bilimidir. Hard diskçi boş gençleri başlıyoruz yanlış bilgilerle doldurmaya.” Nasıl mı?”

Tarih

GEÇMİŞTEN TANIDIK BİR SES : TARİH- Efe Polat-

Page 13: Büt Dergisi Sayı 1

neler olduğunu hatırlamaya çalışır, düştüğü duruma bir kez daha düşmemek için geçmişi düşünür. İşte tar-ihte böyledir. Ülkelere, içinde yaşayan her insana ayrı ayrı dersler verir ve sorumluluk yükler. Ve sorumlu-luğu yerine getirmeyen her insan, kurum için kaçınıl-maz sonlardan örnekler sunarak onları sürekli uyanık tutar. Unutmadan konuyu desteklemesi açısında şu meşhur hikayeden de bahsetmek isterim; Japonlar küçük yaşlardaki okula başlayacak çocukları Hiroşima ve Nagazaki’ye götürerek onlara eğer dallarında en iyi olup ülkenin gelişmesine katkıda bulunmaz-larsa, Tarihin tekerrür edip bir Hiroşima ve Na-gazaki faciası daha yaşanılacağını anlatırlar. YaniTarih’in ta kendisinden örnekler verilerek Japon çocukları motive edilir. Bu Tarihi terbiye ile büyüyen Japon çocuklarının Japonya’sı, bugün Dünya’nın en önemli teknoloji devlerinden birisi konumundadır.

Tarih süreklidir. Birbirini takip eden olaylar arasın-da kesinlikle bir kopukluk yoktur. Basit bir örnek vermek gerekirse; II. Dünya Savaşı’nı anlamak için I. Dünya Savaşı’nı iyi bilmek gerekir. Çünkü Tarihte her zaman ilk olay ikincisinin sebebidir.

Tarih, öğreticidir. Geçmişteki bilimsel gelişmeleri, ülkelerin değişen sınırlarını ya da hangi yüzyılda hangi mesleğin revaçta olduğunu dahi öğrenebiliriz. Tarih, bunu bize o dönemde yazılmış eserleriyle öğretir. Bu eserler büyük politikacıların günlükleri ya da sağ kol-larının onların hayatını anlatan eserleri, yine dönemin gazeteleri, basılan kitapları, mahkeme kayıtları, ant-laşmalar ve devlet içindeki kurumlar arası yazışmalar gibi arşiv belgeleri olabilir.

Velhasıl Tarih bilimini genç beyinlere, geleceğimize iyi bina etmek gerekir. Geleceğin Tarih konusu olacak

bugünde yaşayan bizler Tarih Biliminin önemini ve gerekliliğini küçük yaşlardan itibaren gelecek nesillere kavratarak, bilinçli, kendisi ve ülkesi için yararlı Tar-ihçiler yetiştirebiliriz. Önemli olan doğru yöntemleri kullanmak ve gençlere Tarih bilimini sevdirmektir. Unutmayalım ki tüketen değil üreten, teknoloji satın alan değil teknoloji satan ve gelişmekte olan değil gelişmiş bir ülke olmak istiyorsak, Tarih bilimine daha çok değer vermeliyiz.

[email protected]

GEÇMİŞTEN TANIDIK BİR SES : TARİH

Page 14: Büt Dergisi Sayı 1

Ali Şeriati geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran bir yazar olmasına rağmen bugün bile onu okumaya ihti-yaç duyuyor, onun kitaplarını okuyunca birçok soruya cevap bulabiliyorum. Belki de onu diğerlerin-den farklı kılan en önemli özellik budur. Okudukça yalnızlık duygum yok oluyor

ve güçlü olduğumu hissediyorum. Bu yazıda İranlı Sosyolog Ali Şeriati’yi anlatmaya çalışacağım.

Ali Şeriati 1933 yılında İran’da doğdu. Lisans eğiti-mini İran’da bitirdikten sonra Paris Üniversitesi’nde edebiyat alanında doktora yaptı. Doktorası bitip İran’a döndüğünde devleti yıkmak suçundan hapse

atılmıştır. 1965 yılında Meşhed Üniversitesi’nde eğitim vermeye başlamıştır. Şeriati, toplumun her kesimden öğrencileri etkilemiştir. Etki alanının artmasıyla devlet güvenlik ötgütü SAVAK (İran istihbarat teşkilatı) tarafından şehit edilmiştir.

Şeriati’nin ilgi alanlarını kısmen de olsa şöyle açıklayabiliriz; eşitlik, özgürlük, sınıfsal yapı, kapital-izm eleştirisi, bilim ve sanat alanında özgürlük, konfor ve rehavet, Müslümanlık ve şuur. Ali Şeriati Türkiye’de etki gücü fazla olan bir yazardır. Bunun nedenlerin-den birisi de İslam Kültürü ve Geleneği içinde yetişmiş olmakla birlikte Batı kültürü ve düşüncesinden de yararlanarak yeni aktif bir dil kullanmasıdır. Ezber bozan bir calışma yöntemine sahiptir. Batı’yı da dini de çok iyi biliyor ve din üzerinden bir batı eleştiri-si yapıyordu. Bizlere çok önemli mesajlar veren bir sosyolog olan Şeriati’yi bir gruba dahil etmek pek mümkün değildir. Farklı bir geleneği vardır; tarihi yüceltmez, şanlı tarih aramaz, tarihin getirdiği yükler-le de derdi yoktur. Tarihin merkezine ezilenleri koyar. Vurgu yaptığı konu bilinçtir. Onun derdi Müslüman

“Ey özgürlük!Ben zulümden bıkkınım, esaretten bıkkınım. Zincirden bıkmışım, zindandan bıkmışım, hükümetten bık-mışım. Zorunluluktan nefret ediyorum. Seni tutsak yapmak ve bağlamak isteyen her şeyden ve herkesten

bıkkınım.Hayatım, senin içindir. Gençliğim senin içindir. Varlığım senin içindir.

Ey özgürlük! Kutlu özgürlük!Seni tahta oturtmak istiyorum.

Ya sen beni çağır, Ya ben seni yanıma çağırayım!

Ey özgürlük! Kırık kanatlı güzel kuşum!Keşke seni vahşet bekçilerinden, duvarları, sınırları, kaleleri ve zindanları yapanlardan kurtarabilseydim.

Keşke kafesini kırıp seni sabahın temiz bulutsuz ve tozsuz havasında uçurabilseydim. Fakat...

Benim de ellerimi kırmışlar, dilimi kesmişler. Ayaklarıma zincir vurmuşlar ve gözlerimi bağlamışlar”

Portre

Bizi rahatsız etmeye gelen sosyolog

Dr. Ali Şeriati

-Kübra Efe-

Page 15: Büt Dergisi Sayı 1

dünyası, ezilenler, fil dişi kulelerinde yaşadığını söyle-diği aydın ve sosyologlardır. Marks’la, İslamcılarla, ulema ile problemlidir. Dostsuz ve yalnızdır. Şeriati kitaplarında bizlere İslam dinini çağdaş dünyaya ait bir dille yeniden anlama ve anlatma sorumluluğu yüklüyor. Batı karşışında komplekse girmenin yan-lışlığından söz edip bununla nasıl başa çıkacağımızın yollarını gösteriyor.

“Kendini devrimci yetistirmek “ kitabında detaylı olarak ele aldığı genç kuşak için sorun olarak gördüğü bazı konular; düşünce fakirliği, kitap, çevre ve ortam fakirliğidir. Bu konuyu kitabında şöyle açıklamış Şeriati: “Ruhunu kaybetmiş bir genç, emperyalizmin tuzağına düşüyor. Ciddi, değerli ve kendini bilen sorumlu bir tip olan diğer genç ise bize yabancı olan ideolojilerin kucağına düşüyor.” Günümüze baktığımız zamanda bunun örneğini sıkça görmekteyiz. Bu soru-na da cözüm olarak şunları sunmaktadır: “Ne yapmak veya ne yapmamak sorusundan daha önemli olan nasıl kalmak sorusudur. Kapitalizm karşıtı bir yön bula-mayan her din, her ideoloji her İslam, her Şiilik yenil-giye mahkumdur. Bunların geleceği yoktur. Bu şekilde artık sermayedarlığın ve çekişmenin nereye eriştiği malumdur. Çünkü bu Ali’nin İslami değildir”der Şeria-ti. 3 temel kavramın aşk, irfan ve özgürlük olduğunu bunlar olmadığında da kapitalizmin hakim olduğunun vurgusu yapmaktadır. Malesef ki bizler özgürlük isteyip kapitalizmin esiri olduk. Artık yaşam, adalet ve özgürlüğü kapitalizmin elinden kurtarmamız gereki-yor. Bunun içinde slogansı şeylere değilde bir mayaya, kültüre, tarihi gerçekliğe ve de sağlam temelli ruha ihtiyacımız vardır, Bunun da İslam’da Muhammed’in ailesinde Ali’de bulduğunu söylüyor Şeriati. Ben bu konuda Şeriati’ye katılanlardanım. Bati karşısında, Marksı okuduğumuzda komplekse girmemek için İslamın bu yönünü cok iyi kavramamız gerektiğini düşünüyorum. ‘Kapitalizm geldi, İslam bozuldu’diye düşünmek yerine İslam’ın buna çözümler üzerinde durmayı denersek bazı şeyler kafamızda daha netlesir. Kendini devrimci yetiştirmek kitabı bu açıdan bizlere yardımcı olacaktır.

Ali Şeriati, ‘İnsanın dört zindanı’ kitabında insanı tanımlarken şöyle der: “İnsanın üç özelliği vardır: İlk olarak bilinçli varlıktır. İkinci olarak seçme yeteneği vardır. Üçüncü olarak yaratıcı özeliği

vardır.” Yani bu üç özellik bahsettiğimiz özgür in-sanın benliğinde varolan özelliklerdir. Fakat “insan olma” olgusu bu üç özelliğin taşınması ile bitmiyor. Her üç özelliğinde farkındalığı önemli olandır. Bu üç özelliğide şu şekilde açıklamaktadır. Descartes’in “Düşünüyorum öyleyse varim”ına karşı “duyumsuyo-rum öyleyse varım”ı söyler Şeriati. Bunların temeline de Camus’un “Başkaldırıyorum öyleyse varım” felsef-esini koymaktadır. İnsanın 4 zindanı olarak Doğacılık , Sosyalizm, Tarihçilik ve 4. Olarak da insanın kendisi olduğunu söyler. Buna cevaben “İnsan esiri olduğu doğa zindanından bilim, üretim ile kurtulabilir. İnsan esiri olduğu tarih zindanından öğrenerek kurtulabilir. İnsan esiri olduğu sosyalizm zindanından red, seçim ile kurtulabilir. Ancak bu zindanın bir dördüncüsü vardır ki, ondan kurtulmak en zorudur. O dördüncü zindan “kendi’miz-nefsimizdir. Bu zindandan kurtu-luşun tek yolu aşktır. Hesapçı ve oportünist akıldan çok yüce bir duygu olan bu aşk, son zindanın tek anahtarıdır. İnsanın kendinden bir parça olan nefs zin-danından kurtulmasının yolu kendi içsel devrimiyle mümkündür. “ tezini savunur. Şeriati’nin aydın tanım-laması da bizler için çok önemlidir. Bir şeyi inkar etmekle sorun hallolmuyor ve değerli olanın bilmekle olacağını, aydını aydın olmayandan ayıran da bu ola-cağını söylüyor. “Eğer aydın isen, sosyolog da olmak zorundasın ve toplumunu tanımalısın. Reddettim, kabul etmiyorum gibi laflar seni kör ve cahil olmaktan kurtarmaz.” Bu analiz çok önemli ve günümüz Türk aydınında eksik olan bir özelliktir.

Türkiye Şeriatiyi 80’li yıllarda özellikle dönemin ruhuna uygun kitaplarıyla tanıdı. Ancak şimdi de gündeme gelen ve ağırlık kazanan özgürlük adalet tartışmaları Şeriati’yi tekrar gün yüzüne çıkardı. Kuşkusuz Şeriati döneminin aydını olmak dışında günümüz içinde önemli biridir. Bu yüzden Ali Şeria-ti’yi yeniden okumaya ve anlama ihtiyacımız var. Batı karşısında komplekse giren kapitalizmle mücadeleyi sadece Batı’ya özgü zannedenlere güç ve iktidarı ele geçirip diğerlerini unutan kapitalizme abdest aldıran Müslümanlara Ali Şeriati okumayı tavsiye ediyorum. Belki öze dönüş bu şekilde mümkün olur.

[email protected]

Page 16: Büt Dergisi Sayı 1

Foto Haber

Sokağın

Onlar sokaklarda sanatını sürdüren insanlar. Kimisi duymuyor, kimisi görmüyor, kimisinin de tek geçim kaynağı bu. Bazısı bunun dışında özel dersler veriyor. Kimisi tek başına kimisi de birkaç arkadaşıyla. Ama hepsinin ortak noktası sokaklar...

Daha çok caddelerde ve metro girişlerinde sanatlarını icra ediyolar. Hepsi de belediye tarafından destekleniyor. Hepsi de işlerini severek yapıyor. Hergün sokakta seslerini duyurmak için değişmeli olarak yerlerini alıyorlar. Bu ay Sokağın Sanat-çılar-ı’nı foto haber bölümüze taşıdık...

-Emre Ceylan-

Page 17: Büt Dergisi Sayı 1

Sanat-çılar-ı

Page 18: Büt Dergisi Sayı 1

İnsanı, hayvanı ve doğayı sevmek istiyorsanız öncelikle onları tanıyıp onlar hakkında bilgi sahibi olmalısınız… Bu bilgilere ulaşmanın en kolay yolu da okumaktır. Okudukça daha iyi tanır, tanıdıkça daha çok severiz sevdikçe de sahip çıkarız. Bu yüzden önemlidir okumak.

Bu sayıdaki misafirimiz ise 2. Ramses...Fransız yazar Christian Jacq gerçek ve düş gücünü harmanlayarak bu beş kitapla II. Ramses’i anlat-mıştır. Yazarın özgeçmişine dair kısa bilgilendirme yapmadan geçmek istemi-yorum. Cristian Jacq 1947’de Paris’de dogmuş, Sorbonne Üniversitesi’nde Mısır bilimi (Egyptolo-gy) ve arkeoloji eğitimi

görmüştür. Eski Mısır konusunda doktora yapmış ve 1986’da doktora tezi Editions du Rocher tarafından da yayınlanmıştır. 20 bilimsel makale yayınlamış, “Büyük Firavunların Mısır’ı” adlı makalesi 1981’de Academie Française ödülünü almıştır. 1987’de yazdığı “Mısırlı Champollion” adlı romanıyla dikkatleri çekmiş ve ona büyük bir ün kazandırmıştır.

-IŞIĞIN OĞLU-MİLYONLARCA YILIN TAPINAĞI -KADEŞ SAVAŞI -EBU SİMBEL’İN KRALİÇESİ -BATI AKASYASININ ALTINDA Bu kitapları görmeden önce ne II. Ramses’e ne de Antik Mısır’a dair fikrim vardı hatta Antik Mısır hakkında ki bilgilerim kulaktan dolma bilgilerdi. Ama kitabı elime aldıktan sonra II. Ramses’i ve Mısır’ı hayal edemeden uyuyamaz oldum... Hayali öğelerle gerçeğin birleştiği bir roman olsa da insan okudukça II. Ram-ses’e, Nefertari’ye, Güzel İset’e, Ramses’in yakın çevres-

Kitap

“Bütün dünyayı gezmek vardı hayallerimin arasında hem de karış karış… Her millet-ten insan tanımak isterdim... Onların duygularını, düşüncelerini ve yaşantılarını da her zaman merak ederdim... İstediğim gibi gezemedim çok fazla insanla da tanışamadım ama çok kitap okudum ve okudukça tanıdım insanları, gezmiş gibi anlatabildim şehirleri, ülkeleri... Belki çok gezemeyebiliriz ama çok okuyabiliriz okudukça da uzakları yakın ederiz kendimize. Seyyah olamazsınız belki ama düşsel gezgin olabilirsiniz okuduğunuz her kitapla yeni farkındalıklar edinebilirsiniz.”

- Handan Aşık-

Kralın güzeller güzeli eşi

Nefertari

Page 19: Büt Dergisi Sayı 1

ine ve ailesine dair birçok bilgiye ulaşıyor. Günümüze kadar ulaşan ‘Ebu Simbel Tapınağının’ nasıl inşa edildiğini ‘Pi-Ramses Şehri’nin’ oluşum aşamalarını satır satır okurken hayranlığınız artmaya devam ediy-or. Kitapları okurken hiç sıkılmıyorsunuz, aksine mer-akınız her satırla biraz daha artıyor. Antik Mısır’a dair çok ilginç bilgiler ediniyorsunuz. Tapınakların nasıl inşa edildiğini ve bu devasa yapıların kimler tarafın-dan inşa edildiğini de öğreniyorsunuz. II. Ramses kısa sürede bir şehir kurduruyor, bu şehir Pi-Ramses (Ram-ses’in Şehri) peki bunu nasıl başarıyorlar? Tapınak taşları Yahudi taş ustaları tarafından yapılıyor ve onlar bu konuda çok iyiler. Arı gibi çalışma tabiri bu işçiler için en iyi açıklayıcı cümledir. Yahudiler tek tanrıya inanıyor olmalarına rağmen Firavunun em-rinde çalışmaktan rahatsızlık duymuyorlar. Adalet ve hak ettikleri ücret kendilerine sunuldukça da onlar için sorun oluşmuyor.

Romanları okurken sık sık Tanrı isimleri ile karşılaşıyorsunuz. Günlük hayatta da duyuyoruz bu isimleri aslında, peki kim bu Tanrılar?İlk önce Antik Mısır tarihinde çok önemli bir yere sahip olan Tanrı RA ile başlayıp diğerleriyle devam edeyim.

Ra: Mısır mitolojisinde Güneş Tanrısıdır. Güneş Ra’nın sembolüdür. Merkezi Heliopolis dir. Başında bir disk bulunan şahin kafasıyla sembolleştirilmiştir.Amon: Teb’in Baş Tanrısıdır. Saklı olan anlamına gelir. İlk Tanrılardan biridir. Kutsal hayvanları kaz ve koçtur. Ünlü Amon Tapınağı Karnak dünyanın en büyük dini yapısıdır. Amon ‘hoşnut olan –hoşnuttur’ anlamlarına gelir.Aten: Tek tanrı olarak kabul edilmiş ama bu inanç uzun sürmemiştir.Hathor: Mısır mitolojisinde en önemli tanrıçadır. Horosun evi anlamına gelmektedir.Horus: (haru,hor) Eski Mısır mitolojisinde gök

(güneş) tanrısıdır. Şahin başlı olarak tasvir edilir.Maat: Mısır’ın doğruluk ve adalet tanrıçasıdır.Thoth: Bilgeliğin tanrısı. Yazma akıl ve ay tanrısı özelliği ile anılmıştır. İbiş kuşu başıyla temsil edilm-iştir.

Bu kitaplar size Antik Mısır tarihi hakkında bilgiler verecektir. Mısır Firavunlarından II. Ramses’in nasıl bir yönetici, savaşçı, stratejist ve tanrı-firavun old-uğunu göreceksiniz. Kısa bir gir-işle Ramses’i anlatmak istiyorum. II. Ramses kimdir? Nedir onu önemli ya-pan? I. Ram-ses’in to-runu ve Yeni kral-lık dönem-inin 2. Fira-vunu olan Seti ve Kraliçe Tuya’nın oğludur. Tahta geçtiğinde 23 yaşındadır ve Mısır’ı 67 yıl yönettiği söylenir. Gözü kara, zeki, ileri görüşlü adil bir yöne-ticidir. Ha-yatının kadını

Page 20: Büt Dergisi Sayı 1

Nefertari olmuştur fakat güzel İset’ten de bir oğlu vardır. III. Hattuşili (Hitit Kralı) ile yaptığı Kadeş Antlaşması üçüncü kitabın konusunu oluşturur. Kadeş Savaşı’nda kimin galip geldiği kesin olarak bilinmesede da yakın doğuda yapılmış ilk antlaşma olması tarihi açıdan büyük önem taşır.

Ebu Simbel tapınağı II. Ramses tarafından yaptırılmıştır ve bu tapınak günümüze kadar gelmeyi başarmıştır. Ramses isyancıları bastırmak için Nubya çölüne gelir küçük bir birlikle… Dostu Setau yılanlar konusunda bir uzmandır. Tehlikeli yılanları gizlice isyancıların üzerine salarlar. İlginç bir taktik uygulayarak isyancıları bastırırlar. Yılanlar Setau’nun adeta askerleri konumundadır. İsyancıları etkisiz hale getirdikten sonra Ramses bir fili takip ederek Ebu Simbel’e ulaşır ve oraya iki tapınak yapmaya karar verir. Bu tapınakları tanrılara ve Ne-fertari’ye adamıştır. Tapınak yapımı uzun uzun zaman almıştır. Bu romanları okurken kendinizi sık sık roman karakterlerinin yanında hissedeceksiniz. Mısır’ın kavurucu sıcağı sizi de yakacak. Ramses’in Nefertari’ye olan tutkusunu görüp aşka bir kez daha inanacak bir kadının asil-liğini belirleyen şeyin statü yerine, kalbinin güzelliği olduğunu göreceksiniz. Setau’yu, Ameniyi ve Seramana’yı

tanıdıkça dostluğu göreceksiniz. Ramses’in dev aslanı ve köpeği de diğer dostları olarak gön-lünüzde yer edinecektir. Yahudi Musa’nın haksı-zlığa uğramasına üzülecek, Ramses’in kardeşi Şenar’ın taht mücadelesinde ne kadar aşağılık olduğunu, ablası Dolant ve eniştesini tanıdıkça paranın, gücünü insanlara neler yaptırabileceği-ni öğreneceksiniz. Herodot’u ve Spartalı Hel-en’i de burada bulacaksınız. Helen’in Mısır’dan neden gittiğini ve nasıl öldüğünü de burada okuyacaksınız.

Ramses’in askeri dehası ve muhteşem bir in-ancı var. O ne de olsa bir Tanrı-Kraldı ama ona hayran olmamak eliniz de değildir. Ebu Simbel tapınağının yapılışını mimari bir çalışmayı izliyormuş edasında okuyacaksınız. Bu tapınak-la Nefertari’yi geleceğe taşıyan Ramses aslında aşkın ve aşkının büyüklüğünü de kanıtlamış olacaktır.

[email protected]

Page 21: Büt Dergisi Sayı 1

Kalktığım gibi aklımda bu oyun var. Ön sıralardan en iyi koltuğu kapmak için biletlerin satışa çıkmasını bekledikten, 1 ay önceden yerimizi hazır ettikten sonra sonunda beklenen gün geldi. Şark Dişçisi, Tarla Kuşuy-du Juliet ve İstanbul Efendisi’ndeki oyunculukları ve yönetmenlikleriyle beni kendine hayran bırakan Engin Alkan’ı bildiğimden oyunu daha gitmeden seviyorum. Daha önce Üniversitelerarası Tiyatro Festivali’nde sey-rettiğim, yönetmenliğini yine Engin Alkan’ın yaptığı, Yeditepe Üniversitesi Tiyatro Kulübü öğrencilerinin oynadığı Vişne Bahçesi’ne yüksek bir beklentiyle gidiy-orum. Daha ilk dakikalarında seyirciyi içine alan oyun sonuna kadar başka hiçbir şey düşünmemize izin ver-miyor. Her karakterin kendi içindeki dramı ve bütün-lüğü oyuna iyice girmemizi sağlıyor. Eminim oyunu seyreden herkes bir karakteri kendiyle özdeşleştirmiştir. Bu da Çehov’un insanı nasıl güzel anlayıp betimlediği-ni göstermektedir. Karakterler sanki bugün yazılmış gibidir. Lopahin o arsızlığıyla, Ranyevskaya umursama-zlığı, Gayev bilmeden fikir sahibi olmasıyla kesinlikle bugünün insanıdırlar. Ve Şarlotta… Unutulmuşluğu, kaybolmuşluğu ve yalnızlığıyla Şarlotta. Herkesin içinde sakladığı Şarlotta.

Oyun bitiyor. Tatmin olmuş ve beklediğimden de fazlasını almış bir halde, gurur dolu bir o kadar da mütevazı bu ekibi alkışlıyorum. Tüm salon ayakta. Alkışlamak yetmiyor koşup sarılmak istiyorum her birine. Oyunu seyrederken Çehov’un bunu nasıl bir ortam-da, nasıl bir ruh haliyle yazdığını düşünmeden edemi-yor insan. Dedesinin özgürlüğünü satın alan bir serf olduğunu öğrendiğimde hiç şaşırmıyorum. Gençliğini

mücadele içinde geçiren Çehov 44 yıllık ömrü boyunca Martı, Vanya Dayı, Üç Kızkardeş’in de aralarında bulun-duğu birçok eser kaleme alıyor. Eleştirmenler tarafından ustalık eseri sayılan Vişne Bahçesi’ni ise hayatının son yıllarında veremle savaşırken yazıyor. İlk kez 17 Ocak 1904’te sahnelenen Vişne Bahçesi’ni seyreden Çehov, Stanislavski’nin oyunu yanlış yorumladığını düşünüp ‘Oyunum dram değil, bir komedi, hatta yer yer bir fars’ demiştir.

Vişne Bahçesi; Engin Alkan’ın arkasına Çehov’u alarak önüne o muhteşem oyuncu kadrosunu katıp alıp yürümesiyle gerçekten görülmeye değer. Zengin, aris-tokrat bir ailenin tüm fertlerinin ‘çalışmak’ kavramına ne kadar uzak olduklarını, en değer verdikleri vişne bahçeleri bile ellerinden giderken akıllarına çalışmayı getirmemelerini konu edinen Vişne Bahçesi Rus aristok-rasisinin 19.yy. dönemini de kısa kısa ele alıyor. Son olarak oyuna ve oyunculara başarılar dilemek bana düşmez ama en azından emeği geçenleri tebrik edip henüz seyretmemiş olanlara tavsiye edebilirim. İyi seyirler. [email protected]

Tiyatro

GÜNLERDEN TİYATRO

- Elif Cengiz-

Page 22: Büt Dergisi Sayı 1

Dans insanlığın varoluşuyla ortaya çıkmıştır. Esasında insanların ilk iletişim aracıdır.

İlk insanlar başta anlamsız olan hareketlerini seslere kulak vererek anlamlandırdılar. Böylelikle dans, insan-lık tarihiyle birlikte doğmuş oldu (Bir sanat dalı olarak kabul edilmesi rönesans ile gerçekleşmiştir). Bu sebe-ple dans tüm insanlığın ortak dilidir, tek bir topluma mal edilemez.

Dans insanlığın ortak dilidir, fakat yorumlanışı ve ser-gileniş şekilleri açısından kendi içerisinde farklılıklar da göstermektedir. Bu farklılıklar dansı çeşitli gruplara ayırmıştır. Söz konusu ayrımın temel nedenlerinden en etkilisi tabi ki kültürel farklılıklardır. En başta her toplum dansını kültürü çerçevesinde icra etmiş ve bir şekilde sonraki nesillere aktarmıştır. Bu aktarımlarda; bazı dans türleri (Horon, Zeybek, Kore Geleneksel Dansı vb.) temel öğelerine başka ögeler katmama-ya çalışarak danslarını orjineline en yakın şekilde yaşatırken, bazı dans türleri ise (salsa gibi) dünyanın küreselleşmesiyle başka kültürlere ait dans ve müzikle-rden etkilenmiş hatta etkilenmekten de öte geçip diğer bir kültüre ait olan melodi ve figürler ile kendi ögeleri-ni birleştirekek yepyeni bir görüntü kazanmıştır.

Yukarıda bahsettiğim homojenleşmiş danslardan en bilineni olan “Salsa”yı ele alalım.

Kelime anlamı İspanyolca’da ‘SOS’ ya da ‘SALÇA’ an-lamına gelen salsa, tadını kelime anlamında da old-uğu gibi içinde barındırdığı çeşitli baharatlardan alır. Salsa’da esas olan farklı lezzetlerdeki figür ve ritimlerin birleşiminden yeni fakat eski tadını da anımsatan bir lezzet yaratmaktır.

Salsa’ya homojen dedim, çünkü salsa birçok dans ve müziğin mükemmel karışımı sonucunda günümü-zde varlığını sürdürmekte-dir. Farklı kül-türlere ait ritim ve figürler öy-lesine karış-mıştır ki Salsa’nın hangi ülkede doğduğu kesin olarak söylenemez.

DANS BİZİMLE DOĞDU

“Kelime anlamı İspanyolca’da ‘SOS’ ya da ‘SALÇA’ anlamına gelen salsa, tadını kelime anlamında da olduğu gibi içinde barındırdığı çeşitli baharat-lardan alır. Salsa’da esas olan farklı lezzetlerdeki figür ve ritimlerin birleşi-minden yeni fakat eski tadını da anımsatan bir lezzet yaratmaktır.”

- Büşra İlarslan -

Dans

Page 23: Büt Dergisi Sayı 1

Salsa dansının 1930 ya da 1940’larda Küba’da başladığı söyleniyor. Aslında tartış-ma sayfalarına baktığınızda, Portoriko’lular ve Kübalılar arasında, Salsa’nın kendilerine ait olduğuna dair derin tartışmalar var. Hatta Afrikalılar da Salsa’yı sahiplenme konusunda bir hayli iddialılar.

Derinlere indikçe, sonradan “Danzon” adını alan ve Haiti’den kaçan Fransızlar tarafından adaya geti-rilen, İngiliz/Fransız Country Müzik’i,Rumba ve Afrika kökenli birçok dansla (Guaguanco, Colombia, Yambu) harmanlanmaya başladı. Ve bugün bilinen Salsa ile neredeyse aynı özelliklere sahip olan, Küba’nın simgesel müziği ve dansı “Son” bu karışıma eklen-di. Akabinde, oluşan bu yeni dans başka ülkelerde de sergilenmeye başlandı. Porto Rico, Dominik Cumhuri-yeti, Colombia bu ülkelerden bazılarıdır. Bu dans para kazanmak amacı güdülerek orkestralar aracılığıyla Mexico City ve New York’a taşındı. Bu şehirlerdeki yatırım ve tanıtım olanaklarının bolluğu bu dansa ticari bir görünüm kazandırdı. Böylelikle ‘Salsa’ terimi New York’ta doğmuş oldu...

Ve günümüzde salsa dünyada olduğu gibi ülkemizde de popülerliğini arttırarak gelişimini sürdüren bir dans halini almıştır...

Günden güne artan dans okullarında yetişen Türk dansçılar imkanlarında arttırılmasıyla gerek ülke-mizde TDSF( Türkiye Dans Sporları Federasyonu )’nin katkılarıyla hazırlanan yarışmalarda, gerekse Avrupa ve Dünya çapındaki yarışmalarda kendilerini göstermekte, başarılarıyla göğsümüzü kabartmaktadır... Yalnızca Salsa’da da değil; oryantal, bale, hip hop , tango ve Anadolu kültürümüzün bir parçası olan folklör gibi dans alanlarında önemli adımlar atılmakta ve başarılar elde dilmektedir.

Gurur duyduğumuz dansçılarımızdan bir k

açını şöyle sıralayabilirim.

Tan Sağtürk, Aytunç Bentürk, Zadiel Şaşmaz ( Türk kökenli dansör. Zenneliğin en başarılı temsilcilerinden biri. Osmanlı’nın günümüze kalan geleneksel figürler-ini dünyaya tanıtan dansçı. ), Burju Perez ( Türk salsa dansçısı ), Oğulcan Borova ( 2003 New York Uluslar-arası Bale Yarışması’nda dünya şampiyonu oldu.), Kadir Okurer ( Balet. Katıldığı yarışmaların neredeyse tümünden ödül kazandı.), Yağız Bankoğlu-Melisa Sah-ra Katılmış(2012 IDO World Dance Olympiad World Cup Salsa Couples Şampiyonu oldular. Aytunç Bentürk ve Duygu Ural’ın 2004 yılındaki şampiyonlukların-dan sonra şampiyonluk kupasını ülkemize kazandırıp bayrağımızı birincilik kürsüsünde dalgalandırdılar.) ve elbette gururumuz ANADOLU ATEŞİ Dans Toplu-luğu... Bu isimler dünya çapında ün kazanmış dansçılarımızdan yalnızca ilk akla gelenler. Daha nice birincimiz, nice danslarıyla dünyada gönüllere taht kurmuş dansçımız var...

Tek bilmemiz gereken dans da bir spordur, duygudur, hislerimizin dışa vurumudur... Bizimle doğar, içimizde yaşar... Ta ki biz ölene kadar. [email protected]

Page 24: Büt Dergisi Sayı 1