112
Atatürk'ün yakın arkadaşı Mehmet Nuri (Conker), 1881 yılında Selanik'te doğmuştur. Mustafa Kemal gibi o da Manastır Askeri İdadisi'ni bitirmiş (1902), Harp Akademisi'nden mezun olmuş (1904 1905), yüzbaşı olarak orduya katılmıştır. 31 Mart Isyanı'nı bastırmak üzere istanbul'a yürüyen 'Hareket Ordusu'na gönüllü olarak katılan Mehmet Nuri, bu harekette Mustafa Kemal'le birlikte çalışmış, daha sonra Mahmut Şevket Paşa'nın yaverliğini yapmıştır. 1910 yılında kurmay subay olan Mehmet Nuri, Trablusgarp Savaşı'nda Bingazi'deki kuvvetlerin kurmay başkanlığına getirilmiş, Balkan Savaşı sırasında Bolayır'da yaralanmış, Birinci Dünya Savaşı'nda Çanakkale'de 24. Alay'a kumanda etmiş, Conkbayırı muharebelerinde ikinci kere yaralanmıştır. Mehmet Nuri'ye bu gaziliğinin bir nişanı olarak, daha sonra Atatürk tarafından 'Conker' soyadı verilmiştir. Kurtuluş Savaşı başlarında Anadolu'ya geçen Nuri Conker, 41. Tümen Kumandanlığı ve Adana vali vekilliği görevlerinde bulunmuş, 1921'de TBMM'nin siyasi temsilcisi olarak Almanya'ya gönderilmiştir. 1923 1931 yılları arasında Kütahya, 1931'den ölümüne kadar da (1937) Gaziantep milletvekili olarak görev yapan Nuri Conker, her zaman Atatürk'ün yakınında bulunmuştur. Mustafa Kemal 'Zabit ve Kumandan ile Hasbihal' adlı ünlü eserini, Nuri Conker'in 'Zabit ve Kumandan' (1914) adlı kitabına cevap olarak yazmıştır. Nuri Conker'in bu ilgi çekici çalışmasını, HasanAli Yücel'in önsözü ve günümüz Türkçesi ile tek kitap olarak gelecek cuma günü yine gazeteniz Cumhuriyetle birlikte alacaksınız.

Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Atatürk 'ün yakın arkadaşı Mehmet

Nur i (Conker), 1881 yılında Selanik'te

doğmuştur. Mustafa Kemal gibi o da

Manastır Askeri İdadisi 'ni bitirmiş

(1902), H a r p Akademisi 'nden mezun

olmuş (1904-1905), yüzbaşı olarak

orduya katılmıştır. 31 Mart Isyanı'nı

bastırmak üzere istanbul 'a yürüyen

'Hareket O r d u s u ' n a gönüllü olarak

katılan Mehmet Nuri , bu harekette

Mustafa Kemal'le birlikte çalışmış,

daha sonra M a h m u t Şevket Paşa'nın

yaverliğini yapmıştır.

1910 yılında kurmay subay olan

Mehmet Nur i , Trablusgarp Savaşı'nda

Bingazi'deki kuvvetlerin kurmay

başkanlığına getirilmiş, Balkan Savaşı

sırasında Bolayır'da yaralanmış, Birinci

Dünya Savaşı'nda Çanakkale 'de 24.

Alay'a k u m a n d a etmiş, Conkbayırı

muharebeler inde ikinci kere

yaralanmıştır. Mehmet Nuri 'ye bu

gaziliğinin bir nişanı olarak, daha

sonra Atatürk tarafından 'Conker '

soyadı verilmiştir.

Kurtuluş Savaşı başlarında Anadolu'ya

geçen Nuri Conker, 4 1 . Tümen

Kumandanlığı ve Adana vali vekilliği

görevlerinde bulunmuş, 1921'de

T B M M ' n i n siyasi temsilcisi olarak

Almanya'ya gönderilmiştir. 1923-1931

yılları arasında Kütahya, 1931'den

ö lümüne kadar da (1937) Gaziantep

milletvekili olarak görev yapan Nuri

Conker, her zaman Atatürk 'ün

yakınında bulunmuştur.

Mustafa Kemal 'Zabit ve Kumandan

ile Hasbihal ' adlı ünlü eserini, Nur i

Conker ' in 'Zabit ve K u m a n d a n ' (1914)

adlı kitabına cevap olarak yazmıştır.

Nur i Conker ' in bu ilgi çekici

çalışmasını, HasanAli Yücel'in önsözü

ve günümüz Türkçesi ile tek kitap

olarak gelecek cuma günü yine

gazeteniz C u m h u r i y e t l e birlikte

alacaksınız.

Page 2: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

İRTİCANIN

AYAK SESLERİ

İSMET ZEKİ

EYUBOĞLU

Cumhuriyet GAZETESININ

OKURLARıNA ARMAĞANıDıR.

Page 3: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Ö N S Ö Z

Cumhuriyet yönetimi, sekiz yüz yıllık yarı-dinci,

yan-dindışı bir içerik taşıyan Selçuklu - Osmanlı ge­

leneklerini, uygulamalarını, dünya görüşünü aşan bir

nitelikteydi. Selçuklu devlet adamı Nizamülmülk 'ün,

1080-1090 arasında kurduğu Harran, Bağdat medre­

selerinin eğitimsel egemenliği sekiz yüz elli yıl sür­

dükten sonra 1926'da tarihe gömüldü. Bu, uzun sayı­

lan dönem içinde, Selçuklu - Osmanlı toplumu eğitim

kurumlan Avrupa ölçüsünde bir aydın, bilgin, bilge ye-

tiştirememiştir, bu olay açık, yadsınamayan, tartışıl­

maz bir gerçektir. Avrupa, ilerde görüleceği gibi, Hu-

manizma - Rönesans - Reformasyon - Aydınlanma gi­

bi uygarlığın değişik doruklarını oluşturan dört geli­

şim evresini geride bıraktı. Oysa Osmanlı toplumu yö­

netimi bunların birini bile göremedi. Toplumsal kat­

manların köklerini besleyen dinci gelenek, sık sık kı­

lık değiştirerek, boya değiştirerek yerini korudu, du­

rumun elverişliliğine göre yüzeye yansıdı, yerin altı­

na girdi, uygun örtüyü bulmakta gecikmedi. Bu du­

rumda bile çağın gerisinde kalmayı sağlayacak, çağ­

daş olanaklar bulmakta da güçlük çekmedi.

Cumhuriyet yönetimi, daha önceden bilimsel - dü­

şünsel bir taban bulamadı, yukardan geldi, ancak

umulmadık bir çevre uygunluğu da buldu. Direnen

odakların ereği değişmedi, Osmanlıl ığın özlem duyu-

5

Page 4: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

lan "şeriat" ı , gündemden düşmedi, son yargıyı (din ba­

kımından) sünni şeyhülislamın verdiği çağlarda bile

alanlara dökülerek "şeriat isterük" diye haykıran sü­

rüler, bugün daha örgütlü, daha düzenli, çağdaş buluş­

lardan yararlanarak seslerini duyuruyorlar. Bu durum

sayrılığa varan, tinsel sağlığın bozulmasından kaynak­

lanan bir düşünce, bir inanç bunalımıdır, toplumsal

boşalmaları gerektiren bir sayrılıktır. 1950 dönemi

Türk uygarlığı için sağıltımı bitirilmeyen bir bunalı­

mın yeniden yüzeye çıkmasıdır. Osmanlı eğitimi gör­

müş, ancak Avrupa buluşlarından yararlanmayı da çı­

karına uygun gören, çağdaş kılıklı "beyni sarıklılar"

çok partili dönemin bir "geriye d ö n ü ş " olanağı sağla­

yacağını önceden kolaylıkla gördüler, bunu devrimci,

ilerici kesim aydınları göremediler. Çok partili döne­

mi isteyenlerin, Cumhuriyet ' in ilk yıllarında bile pu­

suya yattıklarını, seslerini istemeyerek kestiklerini dü­

şünmediler. Atatürk 'e , devrimlerine dolaylı olarak

Cumhuriyet yönetimine karşı çıkanların T B M M ' y e

girişleri, pek de iyi olmadı, özlenen barış, istenen se­

vecenlik, giderilmeye çalışılan eski kırgınlıklar umu­

lanı vermedi. Bu durum önden görülmeliydi, görüle­

medi, nedeni de, ülkemizin Avrupa'da yaşanan dört ge­

lişim, yükseliş evrelerinden birini bile geçirmeyişidir.

Avrupa bu dört büyük gelişim olayıyla geçmişini unut­

madı, yapılan yanlış uygulamaların utancını yaşadı,

ancak bir daha geriye dönmek istemedi. Oysa Cum-

6

Page 5: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

huriyct dönemini yaşayanlar arasında, önceden en yük­

sek görev aşamalarında bulunanlar arasında eskinin

özlemini çekenler, devrim ışığından gözleri kamaşan-

lar az değildi, işte çok partili dönem denilen girişim­

le başlayan yozlaşmanın kaynağında bu etkinlikler var­

dır.

Bugün " şer ia t " isteyenler eskiden de yine "şeri­

a t " isterdiler, bu özlem, bu istem gündemden düşme­

di, yarın da, öbür gün de düşmeyecek, ancak içerden

başlayan çürüme sesleri anlamsız uğultulara dönüştür­

mede de etkisini gösterecek. Bu toplumsal bunalımın

eğitimle giderilmesi güçleşmektedir. Türkiye'de eği­

tim kurumlarının dışında, gizlilikler içinde sürdürülen,

oy toplama yüzünden üzerine gidilmek istenmeyen,

gizli kuruluşlar da vardır, ne yazık ki bunların güçlü

savunucuları, besleyicileri, koruyucuları T B M M için­

dedir. Bunlar " türban" ı , " sar ık" ı başından çıkarıp bey­

nine giydirmiş kimselerdir. Ancak Cumhuriyet yöne­

timi, laiklik, uzun bir süreyi gerektirse bile, çağın akı­

şına karşı olan bu ters girişimlerin yönetime, tümden

egemen olmasına olanak sağlamayacaktır, bu çağın,

uluslararası ilişkilerin etkinliğinden kaynaklanıyor.

Çağımızda uluslar, yönetimler, evrensel insan özgür­

lüğünün denetimi altına girmiştir, çağdaş görüş ulus­

ları yargılıyor, çağdaş uygarlık ulusları, yönetimleri

başıboş bırakmıyor.

7

Page 6: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

TARİKAT GİZLİ ÖRGÜTTÜR

İslamın doğuşundan, aşağı yukarı, altmış yıl sonra

" m e z h e p " denen kuruluşlar ortaya çıkmaya başladı. Gü­

nümüzde bunların sayısı, irili ufaklı 120 (yüz yirmi) do­

layındadır. Bu kuruluşlar (mezhepler) genelde us ilkele­

rine, tinsel inanç birikimlerine göre ikiye ayrılır, başka

bir deyişle "akla dayanan mezhepler, imana dayanan

mezhepler". Bunları, burada uzun uzadıya anlatmanın

gereği yoktur. Mezheplerden sonra "hadis toplayıcılı­

ğı "başlamıştır. Ebubekir-Ömer döneminde "hadi s " de­

nen peygamber sözlerini toplamak yasaklanmış, ilk top­

lanan beş yüz dolayında " h a d i s " yakılmıştır. Bundan

çok sonra, Kuran bugünkü biçimini alınca, bu ilk yasak

kaldırılmış. İlkin Buhari adlı Buharalı bir genç (doğumu

Peygamber'in ölümünden 182 yıl sonra) bu işe başlamış,

bugün en çok güvenilen kitabını düzenlemiştir. Bu ilk ha­

dis toplayıcıları altı kişi olduğundan, yapıtlarına "kü-

tüb-i sitte (altı kitap)" denir, bunlar da Müslim, Sicista-

ni, Nesai, Kazvini, Tirmizi adlarıyla anılır. İşte bunlar­

dan sonra, birden bire, yine İran kökenli tarikatlar, yer­

den ot bitercesine çoğalmaya başlamış, günümüzde dört

yüz (400) dolaylarına varmıştır. Bu kuruluşların, günü­

müzde, ülkemiz için en sakıncalısı Nakşibendilik dene­

nidir, on bir kolu vardır (şimdi çoğalmaktadır), bunun ku­

rucusu İranlı Bahaeddin Nakşibend'dir, ailesi İslamdan

önce Zerdüşt inançlarına bağlıydı.

9

Page 7: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Nakşibendilik görünüşte koyu İslamcı (şeriatçı), içe­

rik bakımından ise lslamla yetinmeyen, Islama kendi an­

layışına göre bir yorum getiren, dahası yeni bir İslam di­

ni kurmayı amaçlayan bir yapıdadır. Bu kuruluş tapım

(ibadet), gelenek, uygulama bakımından ancak görünüş­

te Müslüman sayılabilir. Osmanlı imparatorluğu döne­

minde bütün ayaklanmalara öncülük eden bu kuruluştur.

Bunun iki kanadı vardır. Birincisi devleti dışardan yönet­

mek, devlet kurumlarında kendi inançlarına uygun dav­

rananları görevlendirmektir. Nakşiler, değişik vergiler­

den oluşan hazineyi (Osmanlılar'da mali işleri kapsayan,

" b ü t ç e " denen birikimi kuran odak) " h a r a m " saydıkla­

rından aylık (maaş) almak istemezler. Onlara göre ver­

gilerin içinde azınlıklardan (Müslüman olmayan yurttaş­

lardan) alınan vergiler yasaklıdır, İslama göre davran­

mazlar. Bu nedenle Nakşiler, kendi şeyhlerinin denetim­

leri altında alış-verişle uğraşmayı, çok kazanmayı yeğ­

lerler.

Nakşiler, eski Zerdüşt inançlarına göre üçgen bi­

çimli başörtüsü kullanırlar (erkekleri de, dişileri de), bun­

lar İran'da çarşaf giyerler (kadınlar), Arabistan yörele­

rinde, Arapça konuşulan ülkelerde tepeden ayaklara de­

ğin inen bir üstlük giyerler, buna kimi yerde "c i lbab" de­

nir. Arapçada " p " , " ç " sesleri olmadığından "çarşaf",

" p e ç e " sözcüklerini söyleyemezler. Bu iki örtü biçimi,

yanma "cübbe"yi de alarak Süryani inançlarına karış­

mış, bir söylentiye göre de onlardan yayılmıştır (Sürya-

10

Page 8: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

ni inançları İslamlıktan öncelere dayanır). Islamda "din

adam l a n " diye özel bir topluluk olmadığından, bu tür gi­

yimler de yoktur.

Nakşibendilikle Yesevi Tarikatı'ndan gelen, deği­

şik Şaman uygulamaları olduğundan, bir Şaman başlığı

olan "sarık"ı da benimserler, ancak bu başlığın dilimle­

ri iç içedir, yan yana değil. Nakşilerde kadın eli sıkmak,

kadınla konuşmak (kendi evinin dışında), ekmeği bıçak­

la kesmek, sandalyede oturarak yemek yemek, nasıl ke­

sildiğini bilmediği hayvanın etini yemek yoktur. Onlara

göre ancak "lslami usule uygun kesim" geçerlidir, bu

yüzden Nakşiler bilmedikleri, tanımadıkları kasaplardan

et almazlar. Nakşiler beş "vakitnamaz" dışında, gece ya­

rılarına değin süren başka namazlar da kılarlar, bu onlar

için bir " iç arınması" sayılır. Nakşiler, hangi koşullar al­

tında olursa olsun, cuma günleri evlenirler, önce Kuran

okunur, " imam nikâhı" kıyılır. Nikâh kıyacak imamın

da bu tarikattan olması gerekir. Öte yandan Nakşilerde

sakal gereklidir, yuvarlak biçimli olmasına ilgi gösteri­

lir. Nakşiler, şeyhlerinin mezarını, türbesini görmeye git­

tiklerinde sakallarından birer kıl koparır mezar toprağı­

nın içine koyarlar, bu, şeyhe toprak oluncaya değin bağ­

lılık anlamına gelir. Nakşilerde, yakınlarından birisinin

öldüğü gece, evde ya da tekkede toplanılır, kırk bin, ya

da yetmiş bin "tevhid" çekilir (şeyh yerinde oturur, bin-

bir taneli teşbihini alır, her tevhidde birini çeker, ya da

özel kapta bulunan ince taşları birer birer öteki kaba ak-

11

Page 9: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

tanr). Burada toplananlar kırk ya da yetmiş kişi olmalı­

dır. Böylece her biri bin tevhid (lâilâheillallah) çeker, sa­

yı eksiksiz uygulanır. Nakşibendilik'te evlenmeler de

kendi aralarında sürdürülür, bir nakşi genci yine nakşi

olan bir gençle evlenmek ister, kutlu sayılır. Nakşiben-

dilerde ramazan ayından sonra da oruç tutulur, kimileri

üç zeytinle orucunu açar (iftar eder) sonra yer, tekkeye

çekilir.

Bu kuruluşun en yaygın olduğu yöre Doğu Anado­

lu'dur. Ağrı, Van, Erzurum, Erzincan, Malatya, Diyarba­

kır, Gümüşhane, sonraları Konya yörelerinde yoğunlaş-

tılar. Bu kuruluşa göre Islamda bulunmayan (başlangıç­

ta) tüm araçlar, gereçler yasaktır (haramdır), bu neden­

le koyu Nakşibendiler evlerinde radyo, televizyon bulun­

durmak istemezler. Bu kuruluşun başka bir özelliği de

tüm eylemlerinin büyük bir gizlilik içinde sürdürülme­

sine özen göstermektir. Bu kuruluşa bağlı kimseler, özel­

likle, yoksul çevreleri seçer, onlara yardımcı olur, giye­

cek, yiyecek, yakacak verir, parasal bağışlarda bulunur­

lar. Bütün sorun sözünden dönmemek, kuruluşun öngör­

düğü yaşam biçimini benimsemek, kendini çevreden so­

yutlamaktır. Bir Nakşibendi dervişi (gizlidir) çevresin­

de kendi gibi düşünen, inanan yoksa oradan uzaklaşma­

ya çalışır, kimseye sezdirmek istemez.

Nakşibendilerin geceleri, gizli ev toplantıları da var­

dır, bunları özellikle kadınlar kendi aralarında düzenler,

erkekler tekkeye giderler. Bu nedenle kadınların bu ku-

12

Page 10: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

ruluştaki etkinlikleri sanıldığından çoktur. Nakşibendi-

ler, azınlıkta oldukları camilere de gitmeyi sevmezler.

İnanmış bir Nakşibendi için bilim, şeyhin sözlerini bel­

leğe yerleştirmek, önerilerini, isteklerini eksiksiz yerine

getirmektir, bunları yapamayan kimseye eksik anlamın­

da "noksan" denir. Nakşibendiler yürürken, yere bakar­

lar, selamlaşmaları da sağ ellerini göğüslerinin üstüne ge­

tirmekle olur. Bir Nakşibendi için başını eğerek selam

vermek saygısızlıktır, baş yalnızca şeyhin önünde eğilir.

Bu yüzden Nakşibendi gençleri askerliği sevmezler. Bir

Nakşibendiye göre ölüm cezası kılıçla boynun vurulma­

sı sonucu uygulanır, kılıç yoksa gelişigüzel bir araçla

baş kesilir. Başı kesilen kimse "dins iz" sayılmışsa başı

yerde top gibi biraz yuvarlanır.

Bir ulus Nakşibendi inançlarına göre yönetilmiyor-

sa, Şeyh Bahaeddin Nakşbend'in düşünceleri uygulan­

mıyorsa orası "darülharb" sayılır, orada Nakşibendi der­

vişi gizli bir savaş içindedir. Nakşibendilik'te "z ikr" de­

nilen özel tören geçerlidir, bunu yalnızca " şeyh" yöne­

tebilir. Bir yörede " şeyh" yoksa, orası "gurbef'tir. Ki­

mi Nakşibendiler namaz kılarken avuçlarını açarak sec­

deye varmazlar, ellerini yumarak yere koyarlar. Bu da in­

sanın iki avucunda, eski sayılarla " 1 8 " , " 8 1 " sayıları­

nın bulunması, ikisinin toplamı olan " 9 9 " u n da Tanrı­

nın adlarını (esma-i hüsna) yansıtması nedeniyledir. Sü­

leyman Hilmi Tunahan böyle namaz kıldırırdı.

Bu tür yorumların başlıca kaynağı, tarikatın kurul-

13

Page 11: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

duğu yörede yaşayan geleneksel inançlardır. Eski inanç­

lar yeni dine biçim değiştirerek girer, büsbütün ortadan

kalkmaz. Nitekim, İran uygarlığı pek ileri bir ortamda

doğamayan Islamm karşısında köklüdür, eskidir, büyük

başarıların ortaya konduğu bir alandır. Islamın getirdik­

leriyle İran'da ortaya çıkan eski uygarlık ürünleri karşı­

laştırılamaz, İran'ın insanı şaşırtan bir üstünlüğü vardır.

Çölde çadırlarda yaşayan Arap topluluklarıyla, İran'da

Persopolis saraylarını kuran uygarlık düşünülsün. Tüm

sanat alanlarında büyük gelişmeler gösteren İlkçağın

İran'ı gözler önüne getirilsin. Bu karşılaştırma islam

inançları bakımından iç açıcı değildir. Islamm kılıca da­

yanarak benimsetmek istediğini İran sanat yoluyla, çok

kolay başarmıştır, ilkçağda, IÖ onuncu yüzyılda bile Iran

sanatı Anadolu'yu, özellikle Urartuları etkilemiş, Babil-

Asur-Sümer uygarlıkları karşısında verimli bir Iran uy­

garlığı yer almıştır.

Iran bu eskiliği köklülüğü dolayısıyla islam inanç­

ları karşısında eski uygarlığıyla kendini savunmuş, ko­

rumuştur. Nitekim, daha yedinci yüzyılın bitiminde, es­

ki Iran-Hind düşüncesi Islamı etkilemekten geri kalma­

mıştır. İran'ı ele geçiren Arap orduları ummadıkları bir

uygarlıkla yüz yüze gelmiştir. Bu şaşırtıcı olayı Islam-

dan dokuz yüz yıl önce Büyük iskender yaşamış, öcünü

Iran saraylarını yıkmakla, yakmakla almaya çalışmıştır.

Iran, gelişen islam karşısında gerilememiş, eski inanç­

larının boyasını değiştirerek yeni bir birikim ortaya koy-

14

Page 12: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

muştur. Bu, yeni bir buluş değildi, köklü eskiyi yüzey­

sel yeninin önüne çıkarmaktı. Iran bunu beslediği sayı­

sız tarikatla başarmıştır, tslamı özünden vuran, içeriğini

yorumlarla değiştiren üç büyük kuruluş İran kökenlidir.

Bunlar da kısa sürede Anadolu'yu etkilemiş, bambaşka

bir İslam ortaya koymuştur. Mevlevilik, Kadirilik, Nak­

şibendilik gibi birbirinden ayrı içerikler taşıyan üç bü­

yük tarikatın kurucuları İran kökenlidir. Mevlana Celâ-

leddin, Bahaeddin Nakşbend Abdulkadir Geylani köken

olarak İranlıdır. Nitekim bu üç tarikat incelendiğinde, öz

olarak îslamla bağdaşmayan bir durumla yüz yüze geli­

nir. Müzikli, sema'lı, içkili, resimli, insan-Tanrı özdeş­

liğine inanan Mevlevilik'le koyu şeriattan yana olan İs­

lamlık hangi inanç ortamında bağdaşabilir, diye sorsak

yanıtsız kalırız. Kadirilik'te inançlarla, Tanrıdan sonra

Abdulkadir Geylani'ye inanmanın, onun yolunda gitme­

nin gereğini savunan, islam inançlarını Abdulkadir Gey-

lani'nin düşünceleriyle yoğurarak yeniden biçimlendiren

bir anlayışla kesin, değişmez koşulları olan İslam inanç­

larını bağdaştırma, uzlaştırma olanağı yoktur.

Bu karşıt durumlar, İran uygarlığından, eski İran

inançlarından, Zerdüşt uygulamalarından kaynaklanı­

yordu, değişen yalnız yüzeysel olandı. Bunlara bir de Şi-

ilik'in yeniden yoğurduğu, yeni bir İran dini durumuna

soktuğu Islamı katabiliriz. Şiilik girdiği yerde, kendine

uygun "yeni islam' yaratmakta gecikmemiştir. Osman­

lı Devleti, aralıklı olarak Şiilikle yüz elli yıl savaşmıştır.

15

Page 13: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Şaşılası bir olaydır, Osmanlı'nın dinsiz (rafizi) saydığı,

yüzelli yıl savaştığı, binlerce baş kestiği Şiilik, 1950'den

sonra, kısa bir sürede, tarikatlar yoluyla Anadolu'ya ya­

yılmış, toplumun en yüksek kesimlerinde yandaş, savu­

nucu bulmuştur. Bugün gericilik (irtica) diye nitelenen,

gizliden gizliye toplumsal kurumlara bile yerleşebilen

uygarlık dışı kuruluşların tran yanlısı olduğu kanıtlarıy­

la sergilenmiştir. Peçe, çarşaf, aşırı şeriat yandaşlığı İran

kökenlidir. Peki, Osmanlı'nın Müslüman saymadığı, şey­

hülislam fetvalarıyla "dinsiz", "katli vacib" saydığı bir

din günümüzde Ìslam kavramının içine hangi yolla, han­

gi yorumla sokulmuştur? Bu araştırmaya değer.

Tarikatlar, yasaklanmadığı dönemlerde bile "birer

gizli örgüt" niteliğindeydi. Şimdi şaşılacak bir örnek ve­

relim: Osmanlı sultanlarının ilk üçü Ahilik yandaşıydı

(Osman Gazi, Orhan Gazi, Birinci Murad) ondan sonra

yalnızca Birinci Abdulhamid'le Dördüncü Mustafa Nak­

şibendi kuruluşuna bağlıydı. Osmanlı Devleti'nin geri­

leme, dağılma, çözülme dönemi bu padişahlar çağında

hızlanmıştı. Osmanlı padişahlan içinde Kadirilik'le ilgi­

si olanı yoktur. Osmanlı Devleti döneminde, yalnız İs­

tanbul'da 65 Kadiri tekkesi, 95 Nakşibendi tekkesi var­

dı. Bugün de, Nakşibendilik'in, ülkemizde en yaygın ol­

duğu illerin başinda İstanbul gelmektedir. Yine geçen

yüzyılda İstanbul'da çalışan tekkelerin sayısı 450 idi (bk.

Enver Behnan Şapolyo: Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi,

1964). Günümüzde de, İstanbul'un durumu başka değil-

16

Page 14: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

dir. Bu tekke sayısı, Türkiye genelinde alınırsa binin üs­

tüne çıkar, gizli tekkelerin en yaygın olduğu iller arasın­

da Konya, Erzurum, Erzincan, Ankara birbirinden geri

kalmaz. Durum böyleyken, gericiliğin kaynaklarını baş­

ka yerlerde aramanın, hangi komşu devletle bağlantılı ol­

duklarını soruşturmanın gereği yoktur. Bu tarikatların

içerikleri, uygulamaları iyice araştırılırsa, islam inanç­

larından çok Iran kökenli geleneklerle bağlaşımlı oldu­

ğu kolayca aydınlatılabilir. Ülkemizde toplumsal sarsın­

tılara yol açan olayların kökenlerine inildiğinde, hepsi­

nin arkasında Nakşibendilik'in öncü olduğu çok kolay­

lıkla görülür. Bu kuruluş, gizli çalıştığından, çok deği­

şik uzantılar gösterir, nitekim Süleymancılık, Nurculuk,

son dönemlerde Aczmendilik hep bu kuruluşun dalları­

dır. Nakşibendilik'in özelliklerinden biri de çevreye uy­

maktır, yöresel görüntüler içinde varlığını sürdürmektir.

17

Page 15: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

TURBAN ÇIKMAZI

Bilen, bilmiyor konuşuyor şu " türban" denen başör­

tüsü konusunda, oysa türban gerçekte başörtüsü değil­

dir, erkeğin kullandığı sarıktır, çağdaş uluslar arasında,

bu giysiye kadın başörtüsü diyen yoktur. Alman dilinde

" türban" sözcüğü "Doğu erkeklerinin başlığı, sank" an­

lamındadır, ünlü sözlük bilgini Kluge'nin "Etimologisc-

hes Wörterbuch der Deutschen Sprache" de böyle ya­

zar, bunun Farsça "dulbend"ten türediğini söyler. Şem-

seddin Sami, ünlü "Kamus-i Fransevi"sinde bu sözcü­

ğün Fransızcaya Farsçadan,"dulbend"ten geçtiğini "sa­

rık, imame, lale" anlamına geldiğini bildirir (lale, sarık

biçimli bir göğüs askısıdır). Yine Şemseddin Sami'nin

ünlü "Kamus-i Türki"sinde böyle bir sözcük yoktur, an­

cak yakın yıllarda, bu ünlü yapıtı bugünkü Türkçeye ak­

taran, Prof. Dr. Mertol Tulum başkanlığında bir kurul,

bu yapıtta bulunmayan " türban"ı ona eklemiş, " ince tül­

den yapılmış kadın başörtüsü" yorumunu getirmiştir, bu

hangi bilimsel ahlak kuralına uyar bilemeyiz, italyanca,

Ispanyolcada " turbante" diye geçer, erkek başlığı diye

açıklanır. Prof. Fahir Iz'in düzenlediği tngilizce-Türkçe

sözlükte " türban" kadın başörtüsü anlamında açıklanır,

bu yenidir, " t ü r b a n " m kadın başlığı anlamında alınma­

ya başladığı evrelerden sonradır. Arapçada " türban" top­

rak anlamına gelen " turab" ın çoğuludur (topraklar), bu­

nun "t i rban" biçiminde söylenişi de vardır. Osmanlı dö­

neminde " türban" yoktu, bilinmiyor.

19

Page 16: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Bu kısa açıklamadan sonra olayın özüne girmeye,

hangi amaçla yaygınlaştırıldığını anlamaya çalışalım.

Türbanın dinle, Islamla, kadınla bir ilgisi yoktur. Bu baş­

lık, ülkemize 1960'h yılların ardından, örtülü bir düşün­

ceyle girmiştir, İran kökenlidir, ancak Iran dilinde böy­

le bir anlamda kullanılmaz, söylenişi Batı kaynaklıdır.

Türban, kadın başörtüsü değil, bir "tarikat" simgesidir,

özellikle Nakşibendiler arasında tutunmuştur, üstelik an­

lamı bilinmeden. Kırsal kesimlerde, yurttaşlarımız bu­

nun ne adını, ne de kendini bilirler.

Islamda örtünme vardır, ancak kadının başörtüsünün

biçimi, boyası, örtünüş biçimi belirtilmemiştir. Kuran'm

"Ahzab Suresi"nde kadınlar için "örtünün, iffetlerinizi

koruyun" denmektedir. Bundan da, başörtüsünün bir ko­

runma aracı olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Yine Ku­

ran 'm " N u r Suresi"nde, "örtünün, başörtülerinizi iki

yakanızdan aşağı sarkıtın" anlamında yorumlanan bir

bölüm vardır, orda da renk, biçim belirtilmemiş, yalnız­

ca " ö r t ü n m e " söz konusu edilmiştir. Örtünme, islam di­

ninde önemli uygulamalardan biridir, ancak belli bir bi­

çimi, başörtüsünün toplumsal bir belirleme anlamının

gündeme getirilmesi söz konusu değildir. Islamda ör­

tünme açık bir korunma aracı olmaktan öteye geçemez.

Örtünmeyle ilgili hadisler (Peygamber sözleri) çoktur,

ancak onlarda da kesin, tüm kadınların benimsemeleri

gereken belli kesin bir biçim, dahası bir "üniforma" ni­

teliği yoktur. Öte yandan "türban" bir "islam örtüsü" an-

20

Page 17: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

lamında da yorumlanamaz, nitekim günümüz Arabis­

tan'ında bu biçimde yaygın bir örtü uygulanmıyor.

Şu soru çok önemlidir: "Türban" bir "İslam örtü­

sü" diye anlaşılırsa, öyle anlaşılması gerekirse, bu örtü

uygulama alanına konmadan önce Türk kadınları "Müs­

lüman" değil miydi? Öyle sayılmayacaklar mı? Peygam­

ber döneminde böyle bir örtü var mıydı? Varsa adı ney­

di? Araplar o çağlarda buna ne derlerdi? Bu sorunun bi­

ricik yanıtı, ağzını öteye beriye çekerek saçmalamaktır.

" T ü r b a n " m îslamla, Islamın böyle bir örtüyle ilgisini

saptamak için bu dini birazcık bilmek, öğrenmek gere­

kir.

İslam dininde "sar ık" yoktur, nitekim Arap dilinde

"sar ık" anlamına gelebilecek bir sözcük yoktur, Pey­

gamber çağında "sarık" bilinmezdi. Bu başlık Emevi-

Abbasi döneminde, halife saraylarında, konaklarında

bekçi, gözcü (muhafız) olarak görevlendirilen Şaman

inançlarına bağlı Asya Türkleri aracılığıyla Müslüman­

lar arasında yayılmıştır, "sarık" bir Şaman başlığıdır,

Şaman "yoğ/yuğ" törenlerinden kalmadır.

îslamda, başlangıçta örtünme gerekimi yoktu. Pey­

gamber, kadınları, arkadaşları, eşleri Mekke'den Medi­

ne'ye göçerken, yolda karşıt inançlılar kadınlara sözle sa­

taşmışlar, bunun üzerine Îslamda örtünme gereği öngö­

rülmüş, bir söylentiye göre olay böyle başlamıştır. An­

cak Arap dilinde " p " , " ç " sesleri olmadığından " p e ç e " ,

"çarşaf" da yoktur, bu sözcükler sonradan Farsçadan

21

Page 18: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

alınmıştır. Bu nedenle Araplar bu örtüleri bilmezler, ad­

larını bile söyleyemezler. Bugün, ülkemizde tartışma ko­

nusu yapılan, öyle sürdürülen, sürdürülmesinde yarar

görülen bu örtünün de, onu kullananların da islam dini­

nin özüyle en ufak bir ilgisi yoktur. "Türban inanç ara­

c ı " olamaz, bunun karşıtı Islamın özüne aykırıdır. Bu ör­

tü dine sonradan sokulmuş bir sapmadır (bid'at), başka

bir anlamı, yorumu yoktur.

islam dini kadınlara, kızlara toplumsal kurumlarda,

kesinlikle yer vermemiştir, erkeklerle eşitlik tanımamış­

tır. Nitekim İslam uygulamalarına göre kadın müftü ola­

maz, imamlık edemez, minareye çıkıp ezan okuyamaz,

kaymakam, vali, bakan, dahası kamu kurumlarında gö­

revli olamaz, kadının başlıca görevi evinin içindedir, eşi­

ne bağlılıktır. Peki, "türban"ı bir inanç simgesi sayan kız­

ların yükseköğretim kurumları, İmam-hatip okullarında

ne işleri vardır? İslam dininin, Kuran'ın kendilerine ver­

mediği bu yetkileri nereden, kimden alıyorlar? İslamın

kaynağı olan Kuran'da böyle bir yetki tanınmazken, Tan­

rı böyle bir bildiri, buyruk vermemişken, Tanrı'nın yap­

madığını, yine Tanrı adına yapmaya kalkışmak dinle bağ­

daşır mı? İslam dinine göre Tanrı'nın buyurmadığını,

Tanrı buyurmuş gibi göstererek, Tanrı'ya başka bir nite­

lik yüklemek suç değil mi? (Üstelik çok ağır suç.) Sıkı­

şınca "Ben inancım gereği türban takmıyorum" diyen

bu yüksekokul öğrencisine soralım: Kızım sana Tanrı

toplumsal kurumlarda, erkekler arasında görev alma yet-

22

Page 19: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

kisi verdi mi? Bu sorunun yanıtım üniversiteli kızımız

değil, Ìslam bile veremez. Bunun yanıtını Kuran'la, İs-

lamla yetinmeyen, İslamın özüne aykırı düşen uygula­

malarla toplumsal inan bunalımı yaratarak çıkar sağla­

yan Nakşibendi yandaşı verebilir, o da Müslüman sayı­

lırsa.

îslamda "fırka" (şimdi parti deniyor) yoktur, ger­

çek bir Müslüman "parti/fırka" kuramaz, bölücülüktür,

araya ikilik sokmaktır. Oysa İslam bütüncüldür, evren­

seldir. Peki, Kuran'm uygun görmediği, suçladığı bir gi­

rişimle, bir kurum oluşturmak (parti kurmak) hangi din­

sel ilkeye, kaynağa dayanıyor? Bu da yanıtsızdır.

Bir din, doğuşundan 1400 yıl sonra sürekli tartışma­

lara konu oluyorsa ona bağlanmak us ilkelerine aykırı­

dır. Us, kendi ölçüleri içinde, kesinlik, tutarlılık ister.

Cenneti sevmem için cehennemi önüme süren bir dinde

sevecenlik, insan değerlerine saygı yoktur. Bu tutum, ço­

cuklara acı ilacı içirmek için bardağın kıyılarına bal sür­

meye benzer. Dinde yeterlilik duygusal eğilimler üzeri­

ne kurulursa, zaman akışı içinde, duygulardan daha hız­

lı bir değişme ortaya çıkar. İslamı anlamak, İslamın dü­

şünce tarihindeki yerini, başarılarını saptamaya dayanır,

başına İslamla ilgisi olmayan bir örtü çekmeye değil. Ül­

kemizde, İslamı anlamak için başka dinlerin okutulma­

sı, onlarla İslam arasındaki görüş ayrılıklarını, ortak so­

runları öğrenmek, tartışmak gerekir. Nitekim bilgelik,

iyilik, güzellik, doğruluk, erdem, yardımseverlik, ağır-

23

Page 20: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

başlılık, eşitlik, sevgi, saygı gibi evrensel insan değerle­

ri bütün dinlerde vardır, bunları Islamın özel bir buluşu

diye göstermek yanıltıcıdır, saptırıcıdır. Ülkemizde

1950'den bu yana yapılan, uygulamaya konan da budur.

Burada, özellikle Cumhuriyet yönetiminin getirdiği ye­

niliklere, onun kurucusunun kişiliğinde saklı devrimci­

liğe karşı bir eziklik söz konusudur.

1950 yönetiminin kurucularının hepsi yerdikleri ku­

ruluşta, daha önceden, yüksek görevlerde bulunmuş yet­

kililerdi. Halkımız, onların eskiyi suçlamaları karşısın­

da, kendilerine soru sormayı bilmiyordu, onlara "Yerdi­

ğiniz: kötülükler yapılırken siz yüksek görevlerde değil

miydiniz?" demeyi bilmiyordu. Onlar da bu durumdan

çok iyi yararlanmayı bildiler, halkı sömürdüler, yozlaş­

m a n ı n ilk adımlarını atmanın yakışıksız örneklerini ver­

diler. Bilgisizlik karşısında sorumsuzluğu gizlemeyi çok

iyi becerdiler.

Bugün, İslam inançları adına, " türban"ı savunanla­

rın hangisinin anası,bacısı, ninesi köyünde bu örtüyü

kullanmıştı? Dahası bu yüksek yetkililerin hangisi bu

sözcüğün açık anlamını, kökenini, geliş yolunu biliyor?

İşte burada çok açık seçik bir yozlaştırma vardır. İlkin

şunu bilmek gerekir: Bu örtünün İslamla, dinle, inançla

en ufak bir ilgisi yoktur, vardır diyenin İslam inançları­

nı öğrendiği, bildiği söylenemez.

Günümüzde İslam inançlarının yaygın bir tartışma

konusu olduğu açıktır. ' kullara konulan "din dersleri"

24

Page 21: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

bunun açık kanıtıdır. Soralım, hangi dinin dersleri? Han­

gi ahlak öğretisi? Üstelik konunun daha gülünç yanları

gözlerimin önünde sırıtmaktadır. İslam dininde Hanefi,

Hanbeli, Maliki, Şafii olmak üzere dört "Sünni mez­

h e p " , bir de "Şii mezhebi" vardır. Bunların uygulama­

ları birbirine benzemez. Sözgelişi Maliki inançlarına gö­

re köpek "temizdir" içtiği suyla aptes alınır, oysa Hane­

fi inançlarına göre bunun tersi geçerlidir. Şimdi bu dört

"Sünni mezhep"te namaz, oruç, zekât, hac, tüze (hu­

kuk) birbirine uymaz, hepsinde başka başkadır. Oysa

hepsi de Kuran'a dayandığı kanısındadır. Sözgelişi bir

Şafii inancına göre aptes almış bir erkeğin eteği kadının

giysilerine değerse aptes bozulur. Peygamber'in bir "ha-

dis"ine göre namaz kılarken, bir erkeğin önünden do­

muz, eşek, kadın geçerse namaz bozulur. Burada, kadı­

nı çok yücelttiği söylenen, savunulan bir dinin kadına

hangi gözle baktığı açıktır.

"Türban" gerçekte bir din sorunu, örtünme sorunu

değildir, kimi çıkar odaklarının, özellikle " tar ikat" de­

nen sömürücü kuruluşların yarar aracıdır. Başka bir an­

lamda, bu örtü, çağdaş toplumda bir aşağılık duygusu­

nu gizleme aracıdır. Bize kalırsa, bu konuda bir "ruhsal

bozukluk" gündemdedir. Nitekim tarihte, özellikle top­

lumsal bunalım dönemlerinde, böylesine "ruhsal denge­

sizlikler" in yaygınlığı çok görülmüştür. Gençler toplum­

sal doyumsuzluğa uğramıştır, hepsinde bir gelecek kor­

kusu, yaşam kaygısı vardır. Bu kaygı, bu korku gençle-

25

Page 22: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

ri güvensizliğe, doyumsuzluğa sürüklemiştir, burada din

erek değil, gereçtir.

Duvarlarda, alanlarda "Kurtuluş İslamda" söylem­

leri içeren yazılar görülür. Şimdi hangi kurtuluş, İslam

kimi kurtardı? sorusunu sorarsak şaşkınlık verici durum­

larla karşılaşırız. Bugün, yeryüzünde, bir milyar dolayın­

da Müslüman halkın yaşadığı söyleniyor. Bunlar arasın­

da, Tanrı'nın kendisine verdiği yeraltı kaynaklarını, zen­

ginliklerini kendi ürettiği araçlarla işleten, işletebilen bir

İslam ülkesi bilinmiyor. Ortadoğu bunalımlarının başlı­

ca nedeni de bu yeraltı kaynaklarıdır, "petrol" denen bü­

yülü nesnedir. Bakalım Suudi Arabistan, Körfez Emir­

likleri, Kuveyt, Cezayir, Pakistan, İran, Afganistan, Mı­

sır gibi.çoğu "petrol zengini", sayılan ülkelerde çağdaş

bilimin, tekniğin değil yanında, arkasında bile yürüye­

cek topluluk (İslam) bilinmiyor. İngiltere, Amerika, Al­

manya, Fransa, İtalya ile öteki Avrupa ülkeleri bu İslam

topluluklarını öylesine kolay, öylesine ucuzundan sömü-

rüyor ki Tanrı'ya inanmış bir kimsenin buna güleryüzle

bakması olanaksızdır.

Bugün, dünyanın Müslüman ülkeleri arasında, ken­

dini kurtarmış, özellikle kadın sorunları konusunda hep­

sinin önüne geçmiş ülke Türkiye'dir, Atatürk devrimle­

ridir. Oysa, çağdaş yetkileri kazanmış kadınlarımızın

başlarına bu niydüğü belirsiz örtüyü çekerek devrimle­

re, Atatürk'e karşı çıkmaları tinsel bir bunalım dışında

açıklanamaz. "Türban" dışa vurmuş, içerikten yoksun,

26

Page 23: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

görünüşü kurtarma, başkalarını kandırma aracı olmak­

tan öteye geçemez, bu nedenle bir inancın değil, kayna­

ğı yeterince açıklanamayan bir bozukluğun, dengesizli­

ğin simgesidir. Bu dengesizlik kişisel bilinç yetersizli­

ğinden kaynaklanıyor.

İslam bilime büyük önem verir diyenlerin de, ner-

deyse hepsi yalan söylüyorlar, kavramsal kandırmacalar-

la çevreyi oyalıyorlar. Şöyle: İslam bilime, sanata büyük

önem veriyorsa hangi İslam ülkesinde çok gelişmiş bir

fizik, tıp, kimya, gökbilim, teknik; felsefe, resim, yontu,

müzik, seramik, tiyatro, bale gibi yaratı türlerinde göz

doldurur bir ilerleme, bir başarı vardır?

"Türban"ın gerçekte bir inanç sorunu olmadığını

vurguladıktan sonra, bu aracın kadınları savunma, koru­

ma amacını gütmediğini, eskiye, yıpranmışa, günü geç­

mişe, değerden düşmüşe yönelmenin simgesi olduğunu

da söyleyebiliriz. Bu örtü bir saygı, sevgi aracı değil, bir

üstünlük sağlama, toplumda gösterişe, görünüşe yöne­

liktir demekte bir çelişme, sakınca yoktur. Bu örtü yeni­

liğe, çağdaş uygarlığa karşı sinsi bir direnmenin görün-

tüsel örneğidir. Bir yandan Islamın bütün kurallarına uy­

mayı, İslama uygun bir yaşam biçimini savunacaksın, öte

yandan İslam ülkelerini bir sömürü odağı diye gören, aşa­

ğılayan, ezen, küçümseyen Batı uluslarının en ileri bu­

luşlarından yararlanacaksın, buna "İslama hizmet" adı­

nı koyacaksın. Peki, "Hıristiyan Batı Kulübü" bu çağ­

daş araçları yapıp satmasa, bizimkiler îslamı neyle sa-

27

Page 24: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

vunacak, ona neyle "hizmet" edeceklerdi? Yoksa "İslam

hizmetsiz" mi kalacaktı? Bunları savunanların ne denli

tutarsızlık içinde yuvarlandıklarını görmek kolaydır, siz

onların söyledikleriyle yaptıklarını, önerdikleriyle uygu­

ladıklarını karşılaştırın düşünsel yozlaşmanın eşsiz ör­

neklerini görmekte güçlük çekmezsiniz?

"Türban" konusunda başka bir yutturmaca daha var:

Bu örtü kadının değerini yükseltiyor, ona toplumsal ki­

şilik kazandırıyor. Yalanın böylesi, tinsel denge bozuk­

luğunu vurgular. İnsanlar, kadınlar "türban"dan çok ön­

ce vardı. İslam inançları bu örtüden bin dört yüz yıl ön­

ce doğmuştur, yirmi otuz yıldır bu başlık kullanılıyor.

Öyleyse daha önceden kadınların değeri, kişililiği yok

muydu? Görülüyor, konuya ne yandan bakılsa, ne yan­

dan yaklaşılsa, insan değerleri adına, utanç verici görün­

tü sergileniyor.

insan denen varlık, ister erkek, ister dişi, başkasına

giydiğiyle, omuzlarına astığıyla değer kazanmaz, değer

günlük giysilere benzemez, onlarla ölçülmez, değer in­

san varlığının özüyle ilgilidir, kılığıyla değil. Bu neden-

le,"türban" giyen daha çok değerli, giymeyen daha az

değerlidir demek çılgınlığın, bilinç bulanıklığının başka

bir göstergesidir.

Burada, yine örtünmeden kaynaklanan, bir kadın de­

ğeri, kadına saygı sorunu gündeme geliyor. Aşırı dinci­

lere göre İslam dini kadına, ana olarak tarihte görülme­

dik, benzersiz bir saygı kazandırmıştır. Bu da bir kandır-

28

Page 25: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

maçadır. Ana olan kadına gösterilen saygının kökenin­

de " a n a " niteliği yatmaktadır. "Ana saygısı" Ìslam

inançlarından binlerce yıl öncedir, islamlıkla ilgisi yok­

tur. Sözgelişi, bugün elimizde, anaya gösterilen saygının

somut kanıtları olan yontular vardır. "Kubaba" , "Kübe-

l e " bir "ana-Tanrıça"nın adıdır, 10 7000 (yedi bin) yı­

lından kalma, topraktan yapılmış yontular vardır. Ona

adak sunulur, adına törenler düzenlenir, saygı gösterilir­

di. Bu Tanrıça evin, kadının, çocukların koruyucusudur.

Saygınlığı da bu koruyucu niteliğinden gelir, islam di­

ninde "cennetin anahtarları ananın ayakları altındadır"

denir, anaya saygının en gözde anlatımı sayılır. Peki ana

olmayan, çocuksuz kadının durumu nedir? Anaya veri­

len Tanrısal değeri kadın soyuna yüklemek de yüzeysel

bir kandırmacadır. Uygarlık tarihinde, insanlık tarihin­

de anaya saygı göstermeyi buyurmayan, bir erdem kura­

lı vurgulamayan bir din yoktur, en ilkel sayılan, en geliş­

memiş inanç kurumlarında bile " a n a " saygındır, kutsal­

dır.

Toplumumuzda, özellikle 1950'den sonra yüzeye

vurmuş, değişik çarpılmalar gösteren, genellikle de es­

kiye sarılmayı önemli bir gelişim sayan eğilimler vardır.

Bunların içinde çağdaş akımlarla, yenilikçi girişimlerle

ilgili olanı yoktur. Toplumumuz bir değerler bunalımına

sürüklenmiş, eskinin değersiz diye dışladığı birtakım gi­

rişimler yeniden değer odağı durumuna getirilmek isten­

mişti. Şimdi, bunun güldürücü örneklerini, Osmanlı Dev-

29

Page 26: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

leti'nin gücünün doruğuna ulaştığı onaltıncı yüzyılda,

Kanuni Süleyman döneminde tartışılan örneklerini gö­

relim. Bunlar bütün Osmanlı tarihlerinde vardır. Bu tar­

tışılan konular şunlardır (birkaçı): Firavun Allah'a inan­

mış mı, inanmamış mı? Hızır Aleyhisselam yaşıyor mu,

yaşamıyor mu? Peygamberin miraca çıkışı maddi midir,

manevi midir? (Miraca çıkış tinsel mi, yalnız Peygam­

berin ruhu mu yoksa gövdesi de mi miraca çıkmıştır?)

İnsanın tini gövdeden önce mi yaratılmış, sonra mı? Ruh

gövdenin neresindedir? Cehennemde ceza görecek olan

ruh mu, gövde mi?

Bu örnekleri gelişigüzel bir düşünceyle seçmedik,

Kanuni dönemi yazarlarının yapıtlarını okuyun, görür­

sünüz. Şimdi, bu yazıda anlatılanlarla, Kanuni dönemin­

de tartışılanlar arasında açık bir eğilim benzerliği gör­

memek elde değil. Uygarlık insan soyuna uzayda mutlu

bir yaşam ülkesi yaratmaya çalışırken bizim gençlerimiz,

başlarını türbanla örtmezse saçlarının yılan olup cehen­

nemde boyunlarına sarılacaklarına inanabiliyorlar. Biraz

düşünelim, bir kadının başında kaç tel saç vardır, bunla­

rın hepsi yılan olsa nereye sığar? Üstelik cehennemde yı­

lanın ne işi var, cehennem suçlu insanlar için, hayvanlar

için değil.

30

Page 27: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

KARANLIĞIN YÜKSELİŞİ

12 Eylül döneminin düşünsel alanlarda yarattığı tü­

kenmişliği güçlülüğe dönüştürmek için karşıt görüşlü

odakların gelişmesine olanak sağlandı. Boş başların do­

lu görünme özlemiyle gündeme getirdikleri çağın dışı­

na taşan uygulamalar, insan değerlerinin ötesinde, ken­

di düşük niteliklerine yaraşır biçimde etki odakları bul­

makta gecikmedi. Sözgelişi "dinsiz devlet o lmaz" gibi

utanç verici bir savla "anayasa"lar düzenlendi, özel bö­

lümler eklenerek, yöneticilerin boşluğu doğrultusunda

uygulama kuralları yürürlüğe kondu. "Dinsiz devlet ol­

m a z " ne demektir? Hangi devlet dinli, hangi devlet din­

sizdir? Devletin dinliliğinin ölçüleri nelerdir? Dinli dev­

let hangi uygarlık ilkelerine göre kurulabilir? Bu soru­

ların hepsi boşluktadır. Devlete din gerekirse, devletin

içinde yaşayan bütün yurtaşların hangi dini benimseme­

leri gerekir? Devlete vergi, orduya er gönderen yurttaş­

lar, bu görevleri, hangi din ölçülerine göre yerine getir­

me gereğindedir? Bu sorular da yanıtsızdır.

Uygarlık tarihinde, devlet dinin koruyucusu olmuş­

tur, ancak din kurucusu olmamıştır. Din, belli bir çevre­

nin yarattığı koşullarla, yine belli bir çevrenin toplum­

sal olanaklarına göre düzenlenir, bu düzenlemede dev­

let yönetiminin etkisi, katkısı olursa, din kendi özgürlü­

ğünü yitirir, bir yasa niteliği kazanır, o durumda da din

olmaktan çıkar. 12 Eylül yöneticileri bu gerçekleri anla-

31

Page 28: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

yabilecek durumda kimseler değildi, yarattıkları çelişki­

lerin arkasında gelecek korkusu saklıydı. Bu korku, bi­

çim değiştirerek "din koruyuculuğu"na dönüştü. Nite­

kim, durup dururken, anayasaya . . . "din" kavramı soku-

luverdi, din öğretimi devletin toplumsal görüşü gibi ser­

gilendi. Bu anlayışın, bu sergilemelerin en somut olarak

din ilkelerine dayanan " p a r t i " birlikleri oluşu verdi, söz­

gelişi RP böyle bir görüşün, tabana yansımayan, dini

"devlet d i n i " diye görmenin yanılgısı içinde oluştu. Ca­

miler birer "politika odağı" durumuna getirilerek, din bi­

reyin gönlünden alanlara dökülüverdi, bir çıkar, bir ka­

zanç aracı olmakla da kalmadı, toplumsal birlik biçimi­

ni alıverdi.

Özellikle Nakşibendilik denen koyu "şeriat" yanlı­

sı, İran kökenli "tarikat" kimi devlet görevlilerince bes­

lendi, güçlendirildi. Gelir kaynakları yasal kurumların

önüne geçti. Oysa bütün tarikatlar birer örgüttür, belli

amaçları vardı, islam dininde "tarikat", " m e z h e p " gibi

kuruluşların birine bile yasal dayanak verilmemiştir. Ku­

ran'da, hadislerde (Muhammed'in ağzından çıktığı ileri

sürülen özdeyişlerde) tarikata yasallık tanıyan bir bö­

lüm, bir anlatım yoktur. Tarikatların, mezheplerin doğ­

masında başlıca neden iran'dır. Eski bir uygarlığın yara­

tıcısı olan Iran, inanç bakımından, islam dininin içeriği­

ne aykırıdır. Iran uygarlığı büyüktür, eskidir, kendi do­

ğuş ortamında özgündür, islam dini ise dar, gelişmemiş,

verimsiz, çöllerle kaplı bir yörede doğmuş, özellikle Tev-

32

Page 29: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

rat'ın değişik bir yorumu olarak ortaya çıkmıştır. Bu di­

nin gelişmiş bir uygarlığın egemen olduğu ortamda do­

yurucu, inandırıcı, güven verici bir içeriği yoktur. Gerek

Kuran, gerekse hadisler incelendiğinde, kadın-erkek iliş­

kilerine ağırlık verildiği, kadının bir " i n s a n " değil, se­

vişme, doğal ilişkilerde bulunma aracı olduğu kolayca

anlaşılır. Nitekim, "Sahih-i Buhari"nin birinci cildinin

sonunda yer alan üç bölüm okunduğunda, kadınların ay­

başı durumlarında bile ne yolla temizlenmeleri gerekti­

ğini Muhammed'den açıkça sordukları görülür. Kadın,

bir topluluk içinde, aybaşı olduğunu, dölyatağının çev­

resine bulaşan kanın ne yolla temizleneceğini, çok açık

bir dille Muhammed'den sorar, yanıtını alır. Yine bu ya­

pıtta, Muhammed' in bir gecede dokuz kadınla yattığı,

onda otuz erkek gücünün bulunduğu söylenir. Başka bir

hadiste, Muhammed'in dışkılığını çıkardıktan sonra, si­

linmek için, yanındaki arkadaşlarından üç taş istediği

yazılıdır. Öte yandan, Muhammed'in dışkılığını döker­

ken arkasını Kabe'ye döndüğü, bu nedenle ayak yolun­

da arkasını Kabe'ye dönerek gereksinme gidermenin suç

olmadığı bildirilir.

Muhammed'in yaşadığı dönemde, içinde bulundu­

ğu toplumda kadınlar çarşaf, peçe bilmezdi, o gibi giy­

siler o toplumda yoktu. Ayrıca, sarık, cübbe gibi giysi­

ler de yoktu, bilinmezdi. Nitekim Arap dilinde bu giysi­

lerin karşılığı olabilecek sözcükler yoktur. Hadis topla­

yıcılarına gelince, bunlar da Arap değildir, yalnız Nesai

33

Page 30: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

(830-915) Mekkelidir, öteki beş kişi İranlıdır (Buhari, Si-

cistani, Tirmizi, Kazvini, Müslim) hepsi İranlıdır, hepsi

Muhammed'in ölümünden 180-200 yıl sonra doğmuş­

tur. Bu nedenle hadislerin çoğu tartışmalıdır, yalnızca

belleğe dayanır. Öte yandan Kuran'ın özgünlüğü de tar­

tışmalıdır. Muhammed'in ölümünden sonra, Halife Os­

man döneminde toplatılıp düzenlendiği, birçok hafızın

belleğine başvurulduğu, karşılaştırmalar yapıldığı, de­

ri, kemik, tuğla taş gibi gereçlerin üzerine yazılı "ayet­

l e r i n karşılaştırılarak incelendiği söylenir. Bugün eli­

mizde bulunan Kuran dağınık bölümlerden oluşturul­

muş bir bütündür, ancak kesin değildir. Nitekim, örnek

alınan, dayanılan en güvenilir yazmanın, Ömer' in kızı,

Muhammed' in karısı Hafza'da (605-665) bulunduğu

sonradan elinden alınıp yakıldığını en güvenilir İslam

kaynakları bildirir. Bu yazma neden yakılmış, hangi dü­

şüncelerle ortadan kaldırılmış kesin değil. İleri sürülen

biricik neden, gelecekte birinin eline geçerse kuşku uyan­

dırır, o yüzden ortadan kaldırılmalıdır biçiminde tutar­

sız bir içerik taşır. Ancak, şurası açıkça biliniyor: Kuran,

elimizde bulunan biçimden bambaşkaydı, düzenlenir­

ken birtakım değişikliklere uğratılmıştır.

İran düşüncesinin İslam karşısındaki üstünlüğü, kö-

kenliliği önemli bir etkendir. Arabın yalnızca yöresel i-

nanç gereksinimlerine yanıt veren İslam İran uygarlığı­

nın yarattığı görkemli ortamda öncül duruma geçeme­

miştir. İşte "Şiilik" denen inanç düzeninin doğmasında

34

Page 31: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

başlıca neden İslamın bu içeriksel yetersizliğidir. Bu­

gün, özellikle RP'nin dayandığı Humeyni anlayışı, ger­

çekte İslamm özüne aykırıdır. Osmanlı İmparatorluğu

"Şii İran "la, aralıklı olarak, yüz elli yıl savaşmıştır. Sün­

ni Osmanlı Şeyhülislamı, Şii İran şahlarını "sapkın",

"rafizi", "kızılbaş", "dinsiz" diye suçlarken, yine Sün­

ni olduğunu ileri süren RP topluluğunun geçmişi unuta­

rak, başlangıçta Şiiliğin içeriğinden beslenen Humeyni

yönetimine yönelmesi çok anlamlıdır. Bunun nedeni de,

bu gibi ortamların doğmasına olanak sağlayan, dini salt

ortamından çıkararak alanlara sürükleyen 12 Eylül ka­

ranlığı, yozlaşmışlığı olmuştur. 12 Eylül sorumlularını,

gerçekte sorumsuzluğun başıboşluğunda, bütün çağdaş

gelişmelere ters düşen bir doğrultuyu benimsemeleri,

tinbilim bakımından doğaldır. Düşünsel alanda, en ufak

bir başarı gösterme yeteneğinden yoksun bir topluluğun,

ordu gücüne dayanarak yeterli görünmeye çabalaması

aşağılık duygusunun ağırlığı altında ezilmekten başka bir

anlam taşımaz. Bunu, Kenan Evren'in yayımladığı anı­

larından anlamak kolaydır. Bu anılarda sergilenen tutar­

sızlık, kişisel bilinç bulanıklığının, ezikliğinin eşsiz ör­

neğidir. Bir yandan ileri, çağdaş görünme çabaları, öte

yandan da sözcüklerden korkmak, ürkmek, kurtuluşu or­

du gücünün arkasına sığınmakta bulmak, sonra Marma­

ris'te bir koruyucu birliğin denetimi altına girmek, yurt­

taşlar arasına katılmamak.

12 Eylül yönetiminin RP gibi başka gerici, devrim-

35

Page 32: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

lere karşı eskiyi savunucu kuruluşlara yaşama alanı ya­

ratan girişimleri, uygarlığın en gelişmiş çağında bile ba­

şın içinde bilimsel birikimlere değil de omuzlarda taşı­

nan ordu aşamalarının imlerine dayanması, Kurtuluş Sa-

vaşı'nı kazanmış, çağımızda bir eşi daha görülmeyen

devrimleri gerçekleştirmiş bir toplum için çok mu çok

utanç vericidir.

ANAP'ın yapısı, işlerlik biçimi, kuruluş ilkeleri yan

tutmayan bir anlayışla incelendiğinde, 12 Eylül yöneti­

minin, Ortaçağın bile gerilerine giden, bir düşünceye

saplandığını gösterir. Yönetimi eline geçiren bu 12 Ey­

lül ürünü ANAP, 12 Eylül Anayasası'na dayanarak, Tür­

kiye Cumuhriyeti 'nin temel ilkelerini değiştirmiş, dev­

letin varlığını pekiştiren düşünsel odakları yürürlükten

kaldırmış, devlet-din birliğinin en gülünç örneğini ver­

miştir. 12 Eylül Anayasası, halk-devlet ilişkisini din-dev-

let özdeşliğinin denetimi altına vererek yozlaştırmıştır.

İslamcıların savlarına bakılırsa, İslam dini bilime, sa­

nata, uygarlığa, tüzeye, yasaya en çok değer veren bir ku­

rumdur. Oysa bütün İslam ülkelerinde sürdürülen uygu­

lamalar ışığında sorunlara yaklaşılırsa, büsbütün tersinin

benimsendiği görülür. Bugün hangi İslam ülkesinde, ça­

ğın uygarlık anlayışına, bilim dizgelerine uygun, verim­

li bir gelişme vardır? Hangi İslam ülkesinde fizik, kim­

ya, tıp ilaç üretimi, teknik, felsefe, dirimbilim, tinbilim,

toplumbilim, tarih gibi daha ince başarı alanında övünü­

lecek bir gelişme gözlenebilir? İslam dininin kadına bü-

36

Page 33: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

yük değer verdiği, onu yücelttiği ileri sürülür. Peki top­

lumun hangi aşamasında, hangi uygulama alanında ka-

dın-erkek eşitliği, kadının yüceltildiği öne sürülebilir?

RP'li kadınların (bir bilim kurulunun araştırmalarına gö­

re, gazeteler aralık 14-17) yüzde seksenden yukarısı "ka­

dının görevi çocuk yetiştirmektir" demiş, erkeğin kadı­

nı dövebileceğini savunmuş. Bu sav Kuran'dan kaynak­

lanıyor. Peki, doğurmak, yavru büyütmek, geliştirmek

doğada yalnız kadının işi mi? Görevi mi? Doğada yav­

rusunu doğurur doğurmaz kaldırıp atan, bakmayan, kol-

lamayan, onunla ilgilenmeyen kaç yaratık türü vardır?

Ana olmanın, doğal bir anlamı da yavrusunu, belli bir sü­

re bakmak, yetiştirmek, kollamak değil midir? Bir kedi,

bir köpek, bir çakal, bir tilki, bir kurt, bir domuz, bir ge­

yik, bir arslan doğurduğu yavruya bir süre bakmaz mı?

Doğuruculuk toplumun değil doğanın verdiği bir yeti, bir

görevdir, doğum gücünün kaynağı toplum, yönetim de­

ğildir. Kadını, yalnız doğurup çocuk bakmakla görevli

sayarsak, öteki dişi yaratıklar ötesinde, bir insan olarak,

değeri, ayrıcalığı kalır mı? İşte 12 Eylül yönetiminin ge­

liştirdiği toplumsal anlayışta, aile düzeni, kadının top­

lumdaki yeri böyle nitelenir.

Çağımızda bütün tek Tanrılı dinlerde bir değişme,

bir başkalaşma görülmektedir. Bu durum bir gelişmenin,

ilerlemenin dışa vurmuş görüntüsü değildir; dinin ayak­

ta durabilmesi için çağın buluşlarından yardım istemesi

gizlice onların koruyuculuğu altına sığınmasıdır. Nite-

37

Page 34: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

www.cizgiliforum.com enginel

Page 35: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

kim, özellikle giyim kuşam bakımından, çağdaş kılığa

karşı çıkarak sarık, cübbe, peçe, şalvar, çarşaf, başörtü­

sü giyenlerin nerdeyse hepsinin çağdaş donanımlı konut­

larda oturdukları, oturmak istedikleri, çağdaş buluşlar­

dan (tıp, teknik, araç-gerç bg.) yararlanmada şaşırtıcı bir

yarışmaya girdikleri gözden kaçmamaktadır. Batıya öy­

künme (Batı taklitçiliği) diyerek alanlara, yollara dökü­

len bilinçsiz gericilerin hangisi çağdaş buluşlardan ya­

rarlanmıyor, "gâvur işi" dedikleri araç-gereçlere sarıl­

mıyor? Dahası, bu Müslüman geçinen bilinçsiz sürüle­

rin hangisi "dolar" , "mark" , " s ter l in" gibi yabancı ak­

çelerin tutsağı değildir? Son yöresel seçimlerde, kimi

bölgelerde RP büyük bir başarı sağlamış gibi gösterili­

yor. Bu bir kandırmacadır. Seçim bölgelerinin toplum­

sal aşamaları, inanç yapıları, yaşama biçimleri yansız

bir tutumla incelensin, bütün başarının çarşaf-peçe-sa-

rık-cübbe-başörtüsü gibi giyimlerden kaynaklandığı ko­

layca görülür. RP ile benzeri kuruluşların kazancı, başa­

rısı bilinç ışığından yoksun kalmayı İslamın bir beceri­

si, öze değgin tutumu sayan anlayıştadır. Aşırı dinci ki­

şi, varlıklıdır, alışverişçidir. Eczane, sağlık evi, sağıltım

kurumu açmıştır, kurumun girişinde, kapının üstünde

" ihlas","tekbir", " tevhid" gibi Arapça, dinle ilgili söz­

cükler görülür. Bu kişi, kişiler dinden yararlanır, ancak

içeri girip alışverişe başlayınca "KDV fişi" vermedik­

leri, atlatmaya çalıştıkları görülür, bunu hepimiz yaşıyo­

ruz, görüyoruz günlük işlerimizde. İslam dini "malının

38

Page 36: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

kırkta birini zekât olarak vereceksin, kırk devesi olan bir

deve yavrusu zekât diye vermelidir" kuralını getirmiş­

tir. Bugün, bu din kuralına uyan, islam dininin beş ko­

şulundan (namaz, hac, zekât, oruç, tevhid) biri olan "ze­

kât" görevini yerine getiren kaç dini bütün Müslüman

vardır?

İslam dininde cami, mescit gibi tapım odakları (iba­

det yerleri) gösteriş için değil, gereksinme sonucu yapı­

lır, kullanılmak içindir, kazanç sağlamak, gelir edinmek

için değildir. İslam dininde şundan bundan yardım top­

layarak, akçe dilenerek "ibadet yeri" yapılmaz, böyle bir

kural yoktur. Oysa günümüzde gösteriş için yapılıyor

bunlar, 12 Eylül yönetimiyle bu tür yapıların yapımı hız­

landırılmıştır. İstanbul'dan Van'a, Trabzon'a giderken

büyük yolların kıyılarında, sağlı sollu dizilmiş camiler

ot biter gibi ortaya çıkmaktadır. Oysa, cami insanların yo­

ğun oldukları, namaz kılmak gereksinimi duydukları yer­

lerde yapılır, Müslüman görünmek için değil. Yol kıyı­

larına dizilen camilerde, çoğunlukla öğle-ikindi namaz­

ları kılınıyor, sonrası boş. Bu görev yerlerinde çalışan­

ların hepsi devletten aylık alırlar. Bir günlük namazların

süresi iki saati bulmaz. Görevli, aralıklı olarak, günde i-

ki saat camide kalır, öteki çalışma süresini alışveriş ye­

rinde geçirir. Peki bu davranış tslamın özüne uyar mı?

İslamda akçeyle namaz kılmak, akçeyle Kuran okumak

var mıdır? Yoktur (Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin bu

konuda yasaklayıcı fetvaları vardır). .

39

Page 37: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

12 Eylül yönetimiyle gelen tutarsızlık arasında bir

de "vakıf" kurma yansı başlamıştır. Yalnız İstanbul'da

kurulan bu " v a k ı f l a r ı n sayısı yüzün üstündedir. Bu ku-

ruluşlann en büyük, en varlıklı bölümü dine dayalıdır.

Bunlar arasında "İlim Yayma Cemiyeti" gibi çok geniş

bir alana yayılan, saylav, bakan, genel müdür gibi toplu­

mun en yüksek görev aşamasında üyeleri bulunan kuru­

luş oldukça ilginçtir. Bu kuruluş "i l im"den ne anlıyor?

Anladığı açık: Yalnızca İslam diniyle ilgili konular. Pe­

ki, bir çağda, bir toplumda " i l i m " denince yalnız dine

değgin sorunlar anlaşılırsa, bu kuruluşları ayakta tutan

kaynakların, o kaynakları ellerinde bulunduranların ya­

şama biçimleri ne olmalıdır? Benimsedikleri söyledik­

leri İslam dininin koşullarına uygun bir yapı değil mi?

Şimdi soralım, bunlardan hangisi Islama uygundur? Ev­

lerin donanımı, taşıtları, alışveriş olanakları, iletişim

araçları arasında Islamın ürettiği var mı? Konuyu biraz

daha genişletelim, devletin genel bütçesini oluşturan ver­

gi düzenine geçelim.

Devlet ufaklı büyüklü bütün işletmelerden, işyerle­

rinden vergi alır. Bunlar arasında yasaya dayalı genelev­

ler, kumarhaneler, meyhaneler, bütün içki türleri, siga­

ra, tütün, gece kulüpleri, dinli-dinsiz, imanlı-imansız,

ayık-sarhoş gibi saymakla bitmez vergi odakları vardır.

Öyleyse bütün RP saylavlarının, cami görevlilerinin ay­

lıklarında, burada İslama aykırı sayılan, dahası dince ke­

sinlikle yasaklanan nesnelerden toplanan vergilerin bir

40

Page 38: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

bölümü vardır. İslamın "haram" diyerek yasakladığı ver­

gi odaklarından toplanan akçelerin de içlerinde bulun­

duğu "bütçe"lerden müftüye, imama, hocaya, "İlim Yay­

ma Cemiyeti"nin aylık görevlilerine, "Aydınlar Oca­

ğının devletten aylık alan sayın üyelerine, yandaşları­

na gerekli bölüm düşmektedir. Demek ki akçenin ucu

keskin, sivri kargısı "İslama hizmet" için çalıştığını ile­

ri sürerek oy toplamaya, seçim kazanmaya çıkan yüksek

görevlilerin, "adil düzen" çığırtkanlarnın "İslamın ima­

nı "yla -pekiştirilmiş, berkitilmiş gönüllerini kolaylıkla

delebiliyor, bir yanından girip öte yanından çıkabiliyor.

Akçenin gücü " i m a n " ı n üstesinden geliyor. Bu olumsuz

bir gelişmedir, içeriği anlamsızlıkla sulandırılmış kav­

ramların arkasına sığınma eğiliminden doğan, olumsu­

zu olumlu gösterme çabalarından kaynaklanan yüzeysel

yansımadır. 12 Eylül sorumluluları, böyle bir yansıma­

nın gelecekte, ulusun başına ne denli işler açacağını bi­

lemediler, bilmeye bilimsel güçleri yetmedi, yetemezdi.

Onların yaşadıkları dünyaya, ancak omuzlarına yerleş­

tirilmiş sanların, Atatürk'ün yarattığı Cumhuriyet Tür-

kiyesi'nde geçerlik kazanan yetkilerin gözlüğüyle bakı­

lıyordu. Oysa Atatürk böyle düşünmemişti, devrimin ta­

bandan, Cumhuriyet'le gelen kurumları oluşturan bilinç­

li odaktan gelmesi gerektiğini vurgulamıştı. Tarihte bir­

çok büyük önder, büyük devrimci, büyük devlet kurucu

kimseler gelmiş geçmiştir. Ancak, ülkenin geleceğini,

güvenini "gençlik"e bırakan onu devletin koruyucu güç­

lü odağı diye anlayan bir önder daha görülmemiştir.

41

Page 39: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Ulusların tarihlerinde, büyük devrimcilerin bize ka­

lan düşünsel yapıtlarında, yurdun geleceğini yetişecek

gençlere bırakan bir devlet kurucusu bilinmiyor, bilini­

yor diyen beri gelsin. 12 Eylül yetkilileri bu gerçeği an­

layabilecek olgunluk aşamasında değildi. Çok bildikle­

rini, çağın en ileri yönetimlerini çok iyi anladıklarını sa­

nan bu yetkililerin yüreklerini ezen, bilinçlerini kavra­

yış gücünün ötesine iten biricik etken 27 Mayıs olayıy­

dı. Onlar, 27 Mayıs döneminde de, 27 Mayıs'ı gerçek­

leştirenlerin yetiştikleri ocaktaydı, seslerini bile çıkarma­

dan, kimi yerde yalvarmajarla, yakarmalarla durumu

kurtarmaya çalıştılar. Sonra, 27 Mayıs'ın yerlerde sü­

rüklediklerini nerdeyse Atatürk'ün bile ilerisine götür­

meye çalıştılar, sözün kısası uzun süre "musalla taşında

bekleyen" birer "cenaze"nin kaldırıcısı olmanın tadına

varmakla övündüler, kendilerine tarihte bu yolla yer edin­

meye çabaladılar, uğraştılar, didindiler, hepsi bu.

Atatürk'ün, Cumhuriyet'in koruyucu, yaşatıcı gücü

olarak nitelediği "gençlik" toplumun tabanından gelen

bir birikimdir. Bu birikimin yönlendirilmesi, eğitimin

çağdaş uygarlık anlayışının ilkelerine göre olabilir. Bu­

nu çok iyi bilen Atatürk'ün yurdumuzu "çağdaş uygar­

lık düzeyine ç ıkarma"nm koşulunu da gençlikte gör­

müştür. 12 Eylül yönetimi, nedense, bu ince görüşü do­

ğal eğilimiyle seziverdi. Açıktan açığa Atatürk'e karşı

çıkmayı göze alamadı. Ne yaptı, işe tabandan, gençlik­

ten başladı, bunun için de "din eğitimi"ni gerekli gör-

42

Page 40: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

dü. Bu eğitim, eğitim çağında olan kimselere verilebilir,

tabanı oluşturan, ulusun geleceğini güvenceye alan da bu

kesimdir işte. Dine dayalı eğitimin çağdaş olamayacağı,

çağın gerilerinde bol otlu. sulak bir otlama alanı bulaca­

ğı belliydi. Bu sulak, otlak alanı, Adnan Menderes sağ­

lamıştı. Bu yüzden, Atatürk'ün üstün görüşünü kavraya­

cak güçte olmayan eski Osmanlı artıkları Menderes'in

çevresinde toplandılar. Böylece, 12 Eylül yıkımının güç­

lenmesine yarayışlı otlaklar sağlanmıştı. İş, bu bol otlu,

sulak otlaklarda yayılacak sürüleri bulmaya kalmıştı. İş­

te 12 Eylül yetkilileri bu görkemli otlağı bulup sürüleri­

ni yayladılar.

Din, hangi ortamda olursa olsun, kendi değişmez il­

kelerine bağlı kalınmasını, onların eksiksiz uygulanma­

sını ister. İslam dininde, yönetimi ele geçirme, devlet

kurma eğilimi ağır basar. Nitekim Muhammed bir dev­

let kurucusu sayılır. Onun yaşadığı dönemde toplumu

(daha sonra devleti) yönetebilecek kişi "halife", ya da

"imam"dı. Muhammed, kurucu olarak " i m a m " , ondan

sonra gelenler yönetici olarak "hali fe" sanını taşıdılar.

"Hali fe" öncekinin yerine geçen, sonradan yönetimi eli­

ne alan, ardıl gibi anlamlara gelir. Bu nedenle Muham-

med'e "halife" denmez. Yavuz Selim, Mısır'ı ele geçir­

dikten sonra yönetimi ardılların (halifelerin) ellerinden

aldı, Osmanlıya bağladı, böylece Osmanlı padişahı "ha­

life" sanını da kazandı. Nitekim, 12 Eylül yönetiminin

başı Evren'in Trabzon'da tanıdığı söylenen Necmettin

43

Page 41: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Karaduman, "Meclis Başkanı olur olmaz, Meclis'in ya­

nında bir de cami yapılmasını kolaylaştırdı. Arkasından,

kimi saylavlar, burada "cuma namazı" kılmaya başladı­

lar. Bu uygulama Islamda " Halifenin cuma namazı kıl-

ması-kıldırması" geleneğinin yüzeysel, bilinçsiz bir sap-

tırmasıydı. Nitekim ANAP başkanının ilk işi, bu cami­

de cuma namazı kılmak olmuştu, sonra Nakşibendi tari­

katı yandaşları saylav seçilince, imamın arkasında top­

lananların sayısı arttı.

Bu olay çok ilginçtir, basınımızın ünlü yazarları,

sözde yetkilileri bu olayın tabanını bilmediklerinden,

Turgut Özal'ın cumhurbaşkanı olduktan sonra, Ameri-

ka'dakine benzer bir "başkanlık yönetimi "nden yana ol­

masını, bu konuda direnmesini gereğince anlayamıyor­

lar. İslam dinine göre, Muhammed döneminde " i m a m " ,

ondan sonra "halife" sınırsız yetkileri olan "başkan"dır,

toplumu tek elden yönetir, son sözü o söyler. Bu yöne­

tim biçimi yüzeysel görünümde Amerika yönetimine

benzer, içerik bambaşkadır. Bu nedenle "başkanlık" ku­

ramı, îslamın "halifelik" uygulamasına yakındır (sığ bir

yorumla), ayrılıküretim-tüketim ilişkilerinde, toplumsal

kurumların iç yapısında görülür.

Yine çok ince, duyarlı bir konuya değinelim. Osman­

lı yönetimi dine dayalıydı, ancak ilk dört padişahın dı­

şında, hepsi (padişahların) " S ü n n i " görüşe dayanıyordu.

(Üçüncü Selim, Abdülaziz, Beşinci Murad dışında. Bu

padişahlardan ikisi Mevlevi, Abdülaziz Bektaşi diye bi-

44

Page 42: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

linir). Oysa bütün padişahlar (adı geçenler dışında, ilk

dördü, son üçü) tarikatçıydı, bu tarikatlar da " Sünni "ydi.

Osmanlı yönetimi (padişah) bu inceliği sezdi, onun için

şeyhülislamlık kurumunu oluşturdu. Padişah "tarikat­

ç ı " olabilirdi, ancak şeyhülislam olamazdı. Durum, gö­

rünüşte, kurtarıldı. 12 Eylül yöneticileri, çok iyi bildik­

lerini sandıkları bu gerçekleri duymadıkları için, öğre­

tim kurumlarında " d i n " e yer verilmesinden yana ağır­

lık koydular. Bunun sonucu, "Nakşibendi tarikatı" yan­

daşları ağırlık kazandı. (İlim Yayma Cemiyeti bu tarika­

tın elindedir, çoğunlukla). Durum ne oldu, 12 Eylül yö­

netiminin üstün, Atatürkçü örtüsüne bürünerek "Nakşi­

bendilik" Çankaya'ya değin tırmandı, önce gizlice, son­

ra açıkça. Bu tarikatlara göre toplumun en yüksek görev

aşamasında bulunan kimsenin " S ü n n i " , dolayısıyla,

"ehl-i ibadet" olması gerekir. İşte, bugün, ülkemizde

"cuma namazları"nın sığmağına böyle girilir. 12 Eylül

yönetiminin güçlendirdiği "Nakşibendilik" tarihin bü­

tün evrelerinde, bugün ülkemizde görülen, etkinlik aşa­

masına ulaşamamıştı. Doğu Anadolu'da yaşanmış ayak­

lanma olaylarının büyük öncülerinin hepsi "Nakşiben­

di 'yd i . Kürt yurttaşlarımızın bugün PKK yanında bulu­

nanların, nerdeyse hepsinin, büyükleri "Nakşibendi 'ydi.

12 Eylül yetkililerinden birinin büyük babası Trabzon'un

Akçaabat-Vakfıkebir ilçelerinden Merzifon'a göçen bir

kişinin torunudur (bu ilginç olayı burada değil, başka bir

yazımızda açıklama gereği duyduk). Durum pek iç açı-

45

Page 43: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

cı değil, yetkililer görünüşte kurtarıcı, ancak birbirleri­

nin düşünsel inançla bağlantılı kökenlerini bilmedikle­

rinden, uçurumun sisleriyle kapalı yolunu da göremedi­

ler.

Osmanlı yönetiminden beri, istanbul'un Fatih yöre­

si, tarikatçıların ağırlık gösterdikleri bir alandır. Bu alan­

da Nakşibendilik, Halvetilik, Rifailik gibi kuruluşlar et­

kilidir. Karagümrük yöresinde, Kadirilik varsa da yay­

gın, etkin değildi, ikinci Abdülhamid döneminde, "de­

lidir" nedeniyle Toptaşı tımarhanesine atılan, Said-i Nur-

si (Bediüzzaman) da koyu bir Nakşiydi, sonradan adının

" n u r " (gerçekte Nors, bir köydür Doğu'da) sözcüğünden

dolayı "Nurculuk" adlı kuruluşun öncüsü sayılmıştır,

yanlıştır. Bu kişi, gerçekte, Doğuda "bağımsız bir Kürt

devleti" kurmaya yönelik girişimlerin "silahlı öncüle-

ri"ndendir. Nitekim, Necib Fazıl Kısakürek'in çıkardığı

"Büyük Doğu" dergisinin besleyici kaynağı da Said-i

Norsi 'nin (gerçek adı budur, Nors köyünden gelen Said

demektir) çevresinde toplananlardır. Bu kişi, oy toplamak

düşüncesiyle, Menderes döneminde büyük ilgi görmüş­

tür. 12 Eylül yetkililerinin, Said-i Nursi 'nin özlemleri

doğrultusunda, eğitim kurumlarına "din kültürü" ya da

"din dersi" koyma gereğini duymalarının tabanında, bu

yeterince bilinmeyen, örtülü eğilimlerin derin izleri var­

dır.

Din birey için gerekli olabilir, toplumların düşünsel

yapısına göre, yararlı olduğu çağlar da vardı. Ancak, uy-

46

Page 44: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

www.cizgiliforum.com enginel

Page 45: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

garhğın hızlı gelişimi, yaratıcı devrimleri, doğurucu gi­

rişimleri karşısında olduğu gibi kalmayı ilke edinen bir

inancın kendi kendine kuyu kazdığından da kuşku du­

yulmamak Bir inanç kaynağında ne denli güçlü olursa

olsun, gelecekteki yaşamını benimsemediği bir uygarlı­

ğın verileriyle bağlamışsa, onlarla sürdürmekten başka

yol bulamıyorsa, çökmeye, yıkılmaya yönelmiş demek­

tir. İslam böyle bir döneme, Ortaçağın bitiminden sonra

girmiş, belli alanlarda gerici olsa bile, kilisenin başarı­

larını sağlayamamış, onlar karşısında yenik düşmüş ezik

kalmıştır. Kutsal saydığı "zemin" i bile "gâyur"un yap­

tığı kapta saklayan, başka ülkelere götüren, yakınlarına

sunan bir dinin tabanında beliren büyük çatlakları gör­

mezden gelmek sarsaklıktan öte bir anlam taşımaz. Bu­

gün İslam dini, alanlarda, kalabalıklarda dinlediğimiz,

gördüğümüz gibi, hep "gâvur kasetleri"yle yayılmaya

çalışıyor, var olduğunu kanıtlamaya çabalıyor. 12 Ey-

lül'ün, İslama en büyük yardımı da, "gâvur buluşuyla

beslenme" eğilimini yasallaştırmasındadır. Türk din gö­

revlilerinin aylıklarını Suudi Arabistan'ın ödemesini ola­

ğan karşılayan 12 Eylül yetkilisinin tutumu, çağın uygar­

lık gelişimlerini göremeyen gözleri bunun kanıtıdır. 12

Eylül yönetimi, bütün atıp tutmalarına, güçlü görünmek

istemelerine karşın Trabzonlu genç bir ozanın, bir şiirin­

den korkarak, eli ayağı titreyerek Türk Dil Kurumu'nu

kapatmıştır, bir yönetim için bundan daha acınası işlem,

bundan daha güldürücü eylem olabilir mi?

47

Page 46: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

TÜRK-tSLAM SENTEZİ

Son yıllarda, özellikle 1950 yönetiminin egemenli­

ği altına girişin ardından, islamcı çevrelerde, "Türk-Is-

lam sentezi" başlıklı bir akım oluşturulmak istendi. Bu

akımın öncülerinin çoğu, Türkiye'ye sonradan gelen,

geçmişleri komşu ülkelerde kökleşen kimselerdir. Bun­

ların önemli bir bölümü tarihçidir, adlarını burada anmak

istemiyoruz. Bunlara göre Türk denen insan ancak islam

inançlarını benimsedikten sonra yerleşik yaşama düze­

nine geçmiş, uygarlığa ilk adımım bu geçişle atmıştır.

Türkün anayurdu, atalarımın ocağı Orta Asya'dır. Türk­

ler, sonraları büyük-geniş yaylalardan büyük obalara bö­

lünerek B a t i ya göçmeye koyulmuş, Çin'den Avrupa or­

talarına değin değişik bölgelerde birçok devlet kurmuş­

tur. Bu Türk devletlerinin bilinen en güçlü kolu Hun-

lar'dır, başlarında Avrupa'yı sarsan Attila vardır. Bugü­

nün Avrupasinda yaşayan Macarlar, Bulgarlar, Peçe-

nekler, Kumanlar eski Türk boylarının torunlarıdır, bu ad­

larla anılan ülkeler de eski Türk yurtlarıdır, dolayısıyla

bu ulusların kökenleri Türk'tür, kiminin adı sonradan

değişmiştir, bu da Hıristiyanlık'ı benimsemelerinin so­

nucudur. Özellikle Doğu Avrupa devletlerinin çoğu Türk

kökenlidir. Şimdi bu görüşü birçok tarihçinin benimse­

diğini biliyoruz. Başta Bulgarlar, Macarlar, Çekler olmak

üzere birkaç Avrupa topluluğunun Türk kökenli ya da Or­

ta Asya çıkışlı olduğu onaylanmaktadır. Bu sorun tartı-

49

Page 47: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

şılmış, değişik görüşler öne sürülmüş, ancak Doğu'dan,

Asya'dan gelip Balkanlar'a yerleşen büyük konar-göçer

toplulukların varlığı, etkinliği yadsmmamıştır. Biz, bu­

rada bu konunun ayrıntılarına girmeyeceğiz, üstelik bi­

zim için, burada, gerekli-değildir. Ancak, kendilerini

"Türkçü", "İs lamcı" diye niteleyen Türk aydınlarının

hepsi bu konuda birleşir; kimi Türk'e kimi İslama üstün­

lük tanır, o da ayrı bir sorundur.

Türkler, ancak Arap komutanı Kuteybe'nin Asya'ya

özellikle Uygurlara saldırmasından sonra İslam dinini

benimsemeye başlamışlardı, ondan önce doğa dinlerin­

den birine bağlıydılar, bunu Orkun Yazıtlarından, Kül-

Tigin'in sözlerinden öğreniyoruz. Bir başka görüşe gö­

re de Türkler " Şaman inançlarına" bağlıydılar. Bu da çok

Tanrılı bir inanç öbeğidir. Demek, Türk topluluğu İslam

inançlarıyla ancak 8. yüzyıl başlarında karşılaşmıştır. Bu

karşılaşma daha çok Batı Türk boylarıyla olmuş, Gök-

Türk topluluğu bundan pek etkilenmemiştir. Burada il­

ginç olan yan Türk topluluklarının İslam inançlarıyla

alışveriş işine girmeleridir. İşte Türk-İslam sentezi yan­

daşlarının konuyu başlattıkları evre bu "İs lamlaşma"

dönemidir. Türkler, İslam inançlarıyla karşılaşmadan,

yakınlık kurmadan önce, başka topluluklarla pek karışıp

kaynaşmış değillerdi, kendilerinde bir "soy arınmışlığı"

vardı, bu da onların yüksek yaylalarda konar-göçer ol­

maları yüzündendi. Bu Türk topluluklarında yerleşik ya­

şama düzenine geçişle başka topluluklarla karışma ey-

50

Page 48: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

lemi de başlamıştır. Eski Türk topluluklarının soy bakı­

mından, kan yönünden saltlığı, annmışlığı gittikçe yok

olmuştur, işte İslamcıların savundukları savlardan biri de

budur: Islamı benimseyen Türkler hızla uygarlaşmaya

başlamışlar, yerleşik yaşama düzenine girmişler, büyük

devletler kurmuşlardır.

Türk-İslam sentezi yandaşlarının en güçlü, en sağ­

lıklı dayanağı bu anlatılan olaydır, bunda tarih bakımın­

dan gerçeğin etkinliği yadsınamaz. Ancak bütün Türk­

lerin islam inançlarıyla uygarlaştıklarını savunmak da

pek tutarlı değildir. Nedeni de bu " is lamlaşma" girişim­

lerinin başka topluluklarla karışıp kaynaşma sorununu

gündeme getirmesidir. Türkler İslam inançlarıyla yakın­

lık kurmaya başlayınca, bu adı geçen karışıp kaynaşma­

lar da hızlanmıştır, bu tartışma götürmeyen bir olaydır.

Türk topluluklarının büyük obalar durumunda B a t i y a

göçmeleri İslam inançlarıyla tanışmalarından çok önce­

dir, bu göçüşler genellikle Rusya yaylalarından, ovala­

rından geçerek gerçekleşmiştir. Bugün Doğu Avrupa

uluslarının Türk ya da Orta Asya kökenli sayılanları çok-

tanncıydı, sonraları Hıristiyan inançlarını benimsemiş­

lerdir. Önceden onların Müslümanlıkları söz konusu de­

ğildir. Anadolu'ya göçen Türk topluluklarının ise (11.

yüzyılla başlayan akınlara katılanlar) hepsi Müslüman-

dı. Bunların en güçlüleri, Anadolu'nun "Türkleşmesi"ni

gerçekleştireni Selçuklular olmuştur. İmdi ortada iki du­

rum vardır: Asya'dan Anadolu'ya gelmeden önce Islamı

51

Page 49: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

seçen Türkler, yine Asya'dan Batı Avrupa'ya göçtükten

sonra Hıristiyanlaşan Türkler, Türk-İslam sentezi yan­

daşlarının üzerinde önemle durdukları sorun, birincisi­

dir.

Burada konuya açıklık, anlaşılmada kolaylık sağla­

mak amacıyla yeniden "İs lam' kavramına, bu kavramın

içerdiği inanç odağına dönelim, bir açıklamayla soruna

yaklaşalım. İslam sözcüğü İbrani dilinde geçen " s a l e m "

kökünden gelir. O dilde "kurtuluş", "güven", "sağlam­

lık", "sağlığa kavuşma" gibi değişik anlamları içeren bu

"salem-salam-salm" sözcüğü Arapçaya geçerken epey­

ce anlam değişikliğine uğramıştır. Nitekim, daha önce­

leri Arapçada, şimdiki anlamda böyle bir sözcük yoktu.

Arapçada bu sözcük salt bir din kavramıdır, köken anla­

mını yitirmiştir, insanla Tanrı arasındaki tinsel bağlantı­

yı vurgular, sayısız yoruma uğratılır. Sözgelişi bir nes­

neyi başkasına vermek, bırakmak, adamak, ödünç ola­

rak yanında saklamak, kendini birine vermek, özgürlü­

ğünden, bağımsızlığından geçmek, kadının kendini er­

keğe vermesi, onunla yatması, dölleşmesi, tutsak olma,

güvence sağlama, Tanriya bağlanma, birinin ardından

gitme gibi genelde dinle ilgili anlamsal yorumlara çeki­

lir. Bu yorumların hepsine din açısından bakılır, burada

o da önemli değil.

İslam sözcüğünün kökeniyle ilgili bağlantılı olma­

dığını, Arapçada ayrı bir içerik kazandığını vurguladık­

tan sonra etki alanını görmeye çalışalım. Bu sözcük, bir

52

Page 50: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

din kavramı olarak, Peygamber'in ortaya çıkışıyla, Tan­

rısal buyrukları çevresine bildirmesiyle, sözün kısası

" Müslümanlık" ı yaymakla görevlendirilmesiyle günde­

me getirilmiştir. İslam dininde, bu sözcüğün içerdiği an­

lamlar birer koşul, birer kural niteliği taşır; bu nedenle

bu sözcük yönlendirme, biçimlendirme karşılığındadır.

İslam denince, Muhammed'le gelen, insanları bir bütün­

lük içinde anlayan din söz konusudur, daha açığı bir

inançlar birikimidir, yalın anlamlı değildir. Bu biriki­

min, birer Tanrısal buyruk niteliğinde düşünülen öğele­

ri şunlardır: Tanrının birliğine inanmak, namaz, oruç,

hac, zekât. Bunlara "İslamın beş koşulu" denir. Bu ko­

şullara uymayan, bağlanmayan, bu koşulların genel içe­

riğini benimsemeyen bir kimse İslam kavramının dışın­

da kalır, " M ü s l ü m a n " olamaz. İş bununla bitmez. Tüze,

aktöre, yasa, uygulama, yaptırım, yönetim, birlik, bütün­

lük, doğruluk, bilim gibi daha nice vurgulama bu sözcü­

ğün kabuğu içine alınır, böylece "İs lam' sözcüğü geniş

kapsamlı bir kurum niteliğine bürünür.

Bu kurumun başlıca özelliği "değişmezlik"tir. Yu­

karda sayılan, İslam sözcüğünün kapsamı içine giren

öğelerin birini bile değiştirme olanağı yoktur, hepsini

gündemde tutmak, onlara uymak dinin getirdiği kesin,

tartışılmaz bir yasa durumundadır. Sözün kısası İslama

ne bir nesne eklenebilir, ne de ondan bir nesne çıkarıla­

bilir. Sözgelişi sağlık bakımından, geçim yönünden

önemli bir sakınca yoksa namazı azaltmak, oruç tutma-

53

Page 51: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

mak, hacca gitmemek, bir sevgiliyi Tanrı yerine koymak

gibi işlemler yapılamaz mı? Yapılamaz, Kuran bu tür iş­

lemlerin hangi koşullar altında sürdürüleceğini kesinlik­

le vurgulamıştır, bu vurgulama değiştirme şöyle dursun

tartışma konusu bile edilemez. Bu niteleyici, belirleyici

bir özelliktir. Bu özelliğin görülmediği, bilinmediği yer­

de İslam sözcüğünün anlamı yoktur.

Kuran İslam sözcüğüyle yansıtılan inanç kurumunun

anlamını, kapsamını, içeriğini oluşturan kurucu öğeleri

kesinlikle saptamıştır, belirlemiştir. Bir düşünür, ne den­

li güçlü olursa olsun, Kuran'ın öngördüğü koşulların öte­

sinde bir din öneremez. İslam konusunda yapılması, dü­

şünülmesi, anlaşılması gereken ne varsa hepsini Kuran

ortaya koymuştur. Bu nedenle, bir Müslüman için düşün­

mek Kuran'ın gösterdiği yolda yürümek demektir. Ku­

ran'ın özüne aykın gelen bir kurum, bir görüş İslam kav­

ramının içine sokulamaz. Aşın İslamcı düşünürlere gö­

re, İslam dini istenç özgürlüğünü, us egemenliğini değer­

lendirmiş, geçerli kılmıştır. Bu tutarlı bir sav değildir, is­

tenç özgürlüğü, us egemenliği Kuran'la çizilmiş çizgiler

içindedir, belirlenmiş yargılara, önyargılara göredir. Bun­

ların dışına çıkan karşısında ölümü bulur. Nitekim İslam

tarihi boyunca öldürülen yazarların, düşünürlerin, ay­

dınların hepsi Kuran yargılarını, İslam koşullarını aş­

makla, çiğnemekle, İslamdan sapmakla suçlanmıştır, yi­

ne Kuran yargılarına göre öldürülmüştür. Peki, burada,

düşünme istenç özgürlüğü nerdedir? Yanıtı açık: Ku-

:S4

Page 52: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

ran'ın gösterdiği çizgiler içinde, bir İslamcıya göre Tan­

rı insanı yaratmıştır, ona us, istenç vermiştir, bunları da

düşünmek için vermiştir. Peki hangi koşullar altında bu

yetkileri kullanarak düşünebilir insan? Kuran'ın, Tanrı­

nın gösterdiği yolda, uygun bulduğu anlayış ortamında.

İslam anlayışı felsefeye karşıdır, nitekim bugün övünü­

len İslam bilgelerinin hepsi çağlarında suçlanmış, dine

aykırı davrandıkları ileri sürülerek kınanmıştır.

İmdi "İslam' sözcüğünün bu genel niteliklerini açık­

ladıktan sonra, gelelim "sentez" kavramına. Bu kavram

Batı dillerine eski Yunancadan, Türkçeye de Batı dille­

rinden geçmiştir. Sözcüğün açık anlamı şöyledir: Birleş­

tirme, uzlaştırma, yan yana getirme, kaynaştırma, bütün­

leştirme, dizileme, bağdaştırma, birlikte koyma, birlik­

te öne sürme, bitiştirme, birbiriyle katıp karıştırma

(uyum sağlama). Bu süzgünün ilk bölümü " s y n " birlik,

bütünlük, topluluk gibi anlamları içerir. İkinci bölümü

" these" ise koyma, yerleştirme, taban oluşturma, yere

oturtma gibi anlamlarda söylenir. Bu iki sözcüğün bir­

leştirilmesinden oluşan "synthese", dilimizde "sentez",

kullanıldığı bilimsel alana göre yorumlanır. Ancak ke­

sin anlamı birleştirme, uyum sağlama, iki ayrı düşünce­

den bir düşünce, bir görüş oluşturma, düşünsel bakım­

dan yeni bir öğe üretme, iki ayrı düşünsel öğeyi bir odak­

ta toplama. Sözcüğün yorumlamasıyla anlam alanının

genişlemesi doğaldır, ancak oluşturucu öğelerin birleşe­

rek yeni bir bütün yaratma gereği vardır. Başka bir an-

55

Page 53: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

lamda, sentez düşünsel üretimle sağlanan yeni bir buluş­

tur. Bir felsefe kavramı olarak "sentez" daha değişik bir

anlam içerir, değişik çığırların, değişik görüşlerin ürün­

lerinden kurulu yeni bir düşünsel bütün diye açıklanır.

İmdi, bu kısa açıklamadan sonra, Türk-İslam sente­

zi konusuna gelelim. Böyle bir sentezin gerçekleşmesi

için, önce Türk'ün yukarda anlatılan "İs lam' kavramı­

nın içeriğini değiştirerek, ona yeni bir katkıda bulunma­

sı gerekir. Peki kökeninde değişmezlik, kesinlik bulunan,

bütün değişmelere karşı çıkan bir din kurumuna Türk'ün

yapacağı katkı ne olabilir ki bir " sentez" ortaya çıksın?

Türk, bu değişmeden İslama ne katabilir, onun neresini

değiştirerek yeni bir bütün, yeni bir birikim oluşturabi­

lir? Türk, İslama yardımcı olmuştur, onun yayılmasın­

da, tutunmasında, güçlenmesinde büyük emek tüketmiş­

tir, büyük özveriler göstermiştir, ancak ona " s e n t e z "

kavramıyla açıklanabilecek bir katkıda bulunmamıştır.

Cami, mescit, çeşme, sebil, han, imaret, kervansaray,

hastane (darüşşifa), türbe gibi genelde dinle ilgili yapı­

ları kurmak "sentez" anlamına gelmez.

Selçuklu, Osmanlı devletleri Müslümandı, bu dinin

etkisi altında birçok ürün ortaya koydular, özellikle sa­

nat alanında çağlarına göre büyük, üstün başarılar gös­

terdiler, uygarlığa belli alanlarda katkıda bulundular. An­

cak bu saygıdeğer başarıları " sentez" değildir. Sözgeli­

şi Osmanlı ozanlarından birinin şiirlerini, sanatta, üstün

bir yere koyabiliriz, başarılı sayabiliriz, ancak bunu han-

56

Page 54: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

www.cizgiliforum.com enginel

Page 55: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

gi "sentez"le açıklayabiliriz? İslam denince anlaşılan

Kuran'la gelendir, buna Türk'ün düşünsel alanda katkı­

sı ne olabilir ki " sentez" niteliğinde yorumlansın? Türk

kökenli düşünürler, yazarlar, ozanlar, sanatçılar (mimar,

ressam, hattat bg.) İslam kavramının kapsamına giren ko­

nuları işlediler, ürünler verdiler, ancak bunlar birer "sen­

tez" değildir, ortada bir Kuran'la düşünürün görüşünü

uzlaştıran yeni bir ürün görülmüyor. İmdi Mimar Sinan

Süleymaniye Camii'ni yaptı diye, bunu "İs lam' kavra­

mının düşünsel kapsamında bir " sentez" olarak görmek

doğru değildir. Nedeni de bu ünlü yapının nesnel bir var­

lık oluşudur. Bu tür örnekleri istediğimiz nicelikte çoğal­

tabiliriz. Sözgelişi bir Hind-îslam sentezi düşünülebilir,

onun ardından Ispanya-İslam, Iran-İslam, Mısır-İslam,

Pakistan-lslam, Kuzey Afrika-İslam sentezleri günde­

me getirilebilir. Ancak, bilimsel gözlükle bakılınca, bi­

zim Türk-lslam sentezi yandaşlarının ekmeğine yağ sü­

recek bir sonuca varma olanağı bulunamaz.

Bu konudaki yanılmanın kaynağı, sorunlara bilinç­

li bir anlayışla yaklaşılmamasıdır, ortada kavram karga­

şalığından yararlanma vardır. Süleymaniye Camii'ni ya­

pan mimar Müslümandır (sonradan), dolayısıyla Osman­

lı uyruğundadır, ancak yaptığı yapı İslam değildir, İslam

ortamında yaşayan bir topluluğun ürünüdür, daha açığı

Müslüman bir aydının yapıtıdır. Taç Mahal, İslam inanç­

larının çevresinde ortaya konmuş bir üründür, dolayısıy­

la Müslüman bir aydının yapıtıdır. Bunu "İs lam' kavra-

57

Page 56: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

minin kapsamına alarak açıklama yanıltıcıdır. Nedeni de

bu yapısal biçimlenmelerin kaynağı islam kavramı kap­

samında değildir, îslamın ortaya çıkışında böyle bir ya­

pı geleneği bilinmiyordu. Islamm doğduğu yörede bir mi­

marlık anlayışının varlığını kanıtlayacak bir belgemiz

yoktur. Böyle bir mimarlık gelişiminde Hindistan'da gö­

rülen "stupa"ları, Iran yapılarını (Islamdan önce), Hıris­

tiyan yapılarını, sözgelişi, Ayasofya'yı nereye koyacak­

sınız? Daha doğrusu bugünkü "islam sanati 'nı hangi Is­

lama özgü kaynaklara dayanarak açıklayacaksınız? Bu

başarılar İslamın mı, yoksa Islamı benimsemiş topluluk­

ların mı? Bütün sorun burada odaklaşıyor, yanıtı da is­

lamcı anlayışla bakılırsa, çok güçtür. Gerçek şudur, is­

lam inançlarını benimseyen ulular, islamın yayılması,

tutunması için büyük başarılar sağladılar, büyük ürünler

ortaya koydular, ancak bunlar islam kavramının, içeri­

ğiyle kapsamıyla bağlantılı değildir, nedeni de böyle bir

sanat anlayışının İslamda bulunmayışıdır.

İslamcı aydınların yanıldıkları önemli bir konu da­

ha var, o da ortaya konan ürünün özgünlüğünü, İslam söz­

cüğünün içerdiği dinci anlama bağlamalarıdır. Burada

din içerikli anlamla sanatta özgün yaratıcılık birbirine ka­

rıştırılıyor. Sözgelişi Anadolu'da büyük su kemerleri, bü­

yük tiyatrolar vardır. Bu tiyatroları yapanlar Anadolu

yerlileri iseler de, yaptıran yöneticiler ya Roma'lıdır ya

da ona komşu bir toplum. Selçuklu, Osmanlı dönemle­

rinde yapılan su kemerleri Müslüman aydınların ellerin-

58

Page 57: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

den çıkmıştır, ancak Ìslam ülkelerinde, İslamla başla­

yan, salt Islamm buluşu denebilecek böyle bir yapı ge­

leneği yoktur. Bugün, kimi İslam ülkelerinde bulunan ti­

yatro, sinema, resim, yontu, mozaik kabartma, müzik,

felsefe, fizik, kimya, gökbilim, tıp, matematik ile ben­

zeri bilimler, sanatlar, doğa bilimleri köken olarak İslam

sözcüğünün kapsamı dışındadır. Kuran'da birkaçının adı

geçer, hepsi bu. Bu bilimlerin hangisi İslam kavramının

kapsamından çıkmıştır? Türk-İslam sentezi yandaşı bu

soruya güvenilir bir yanıt veremez, işi kavram oyuncu­

luğuna çevirerek geviş getirir. Öte yandan, yine bu ay­

dınlar, İslamın yasakladığı buluşlarla övünmeyi de bir be­

ceri sayarlar. Daha önce, Şeyhülislam Ebussuud Efen-

di'nin yargılarından söz etmiş, yasaklarından örnekler

vermiştik. İslam dini "suref ' i , bir yaratığın benzerini, be­

timini (resmini, yontusunu) kesinlikle yasaklamış, hep­

sini birer " p u t " saymıştır. Buna karşın, Selçuklularda,

Osmanlılarda bu yasakların dinlenmediği, İslam kavra­

mının dışına çıkıldığı biliniyor. Selçuklularda, Osman­

lılarda resim (minyatür), kabartma (hayvan, bitki), yazı-

resim (başlıca konu insandır), mezar taşlarında kabart­

malı, bitki-hayvan süslemeleri yaygındır. İmdi bu insan

başarılarını, Islama karşın ortaya konan sanat ürünlerini

Türk-İslam sentezi içinde açıklama olanağı varını? Sağ­

lıklı bir baş, bir sağduyu İslamın yasakladığı bir başarı­

yı yine İslamda açıklayabilir mi?

Türk-İslam sentezi savunucularının başlıca düşün-

59

Page 58: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

cesi, Anadolu'da ortaya konan, genelde, 11. yüzyddan

sonra başlayan, bütün basanların İslam kökenli, İslam et­

kili olmasıdır. Oysa, biraz derinliğine düşünülürse, bu ba­

şarıların çoğu İslamın özüne aykırıdır. Sözgelişi çalgı,

oyun, ezgi İslamla bağdaşmaz. Oysa, Anadolu insanla­

rının, özellikle kırsal kesimlerde yaşayanların, en önem­

li başarıları bu yasaklanan alanlarda görülüyor. Halk ya­

zının ilginç ürünleri bu yasak kesim ortamında sergilen­

miş, yeşermiştir. Mimarlık alanında görülen üstün nite­

likte yapıtların kökeni de ilkçağ Anadolu uygarlığından

beslenen bir geleneğin gelişim çizgisi üzerindedir.

Türk tarihi konusunda düşünmek, onun gelişim doğ­

rultusunu izleyerek, Türk insanının uygarlık alanındaki

başarılarını sergilemek gerekirse, varılacak sonuç Türk-

İslam sentezine çok ters düşer. Bugün, elimizde bulunan

nesnel belgelere göre, Türk en büyük başarısını Anado­

lu'da göstermişti, en güçlü en uzun yaşamlı devletini

Anadolu'da kurmuştur. Anadolu Türkü'nün hepsi İslam-

dır, ancak önemli bir bölümü yine bu "İs lam' kavramı­

nın içeriğiyle bağdaşmadığı söylenen başka bir inanca

bağlıdır. Bu bölüm, İslamdır, "Alevi "dir diye nitelenir,

suçlanır. Bu suçlama da bugün Türk-lslam sentezini sa­

vunan öbeğin bağlı bulunduğu "Sünnil ik"ten kaynakla­

nır. Sünni Osmanlı yönetimi Alevilik'i sapkın, dinden

çıkmış,azmış saymış, onbinlerce Alevi yurttaşın kanına

ekmek doğramıştır. Oysa bugün adı geçen İslamcı top­

luluk bu sapkın sayılan kimselerin özgün ürünlerini de

60

Page 59: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

kendi ortamında gösterir. Sözgelişi, Hacı Bektaş Veli bi­

le onların ermişidir (Sünnidir). Bu yılışık çelişkiyle bir

yere varılmaz. Demek ortada olumsuz etkisi sezilmemiş

bir bilinç bulanıklığı vardır bu nedenle bütün başarılar

Tanrf ya bağlanmıştır, işte yine bu bilinç bulanıklığı bu

saptırıcı-dinci girişim ülkemizde bir tarih bilincinin do­

ğup gelişmesini engellemiştir. Bu engelleme nedeniyle

bütün toplumsal olaylara İslamcı gözlüğüyle bakılmak­

tadır.

Türk-lslam sentezi düşüncesinin Türk tarihi bakl­

anından çok sakıncalı, tutarsız bir gelişim çizgisi üzerin­

de olduğunu görüp göstermek kolaydır. Türkler Anado­

lu'da 11. yüzyılda egemenlik kurmaya başlamış. Anado­

lu'nun bütününü neredeyse dört yüz yıla yakın bir süre­

de ele geçirmişlerdir. Daha önce Anadolu Hıristiyandı.

Türk değildi, karışık insan topluluklarının yaşadıkları

bir yerdi. Anadolu'nun ilk yerlileri de tarih öncesinden

günümüze değin gelen kimselerdi, biz onların torunları­

yız, çok değişik kökenlerden gelenlerin karışımından

oluşmuş bir bütünüz, böylece Türküz. Bu Türk Anado­

lu demektir.

İmdi, tarihe böyle dinci biracıdan bakılırsa, Anado­

lu ancak 11. yüzyıldan sonra " b i z i m " olmuştur diyebi­

liriz. Bu "b iz im" sözcüğü de Türk-lslam sentezi sonu­

cu "Müslüman Türkiye" anlamındadır. Peki üzerinde

yaşadığımız bu topraklar kimindir? Biz bu topraklar üze­

rinde belli bir yılla oturmaya başlayan göçebeler miyiz?

61

Page 60: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Türklerden önce Anadolu'da yaşayan insanlar ne oldu­

lar, onların torunları kalmadı mı, soyları sürmedi mi?

Anadolu'yu Müslüman Türkler kimlerden aldılar, bu al­

dıkları insanlar ne oldular? Anadolu 11. yüzyıldan son­

ra "b iz im" olmuşsa, bu toprakların gerçek egemenleri,

gerçek iyeleri (sahipleri) kimlerdi, şimdi bu toprakları

bizden isterlerse vereceğimiz karşılık ne olabilir? Bu tür

soruların benzerlerinin karşılıklarını bugün Almanya'da

"Hitlerci dazlaklar" vermeye çalışmaktadırlar, işte Bi­

rinci Dünya Savaşı yıllarında, bütün Avrupa uluslarının

Türkleri Avrupa topraklarından çıkardıktan sonra, Ana­

dolu'yu bölüşmek, Türkleri geldikleri yerlere sürmek is­

temelerinin başlıca nedeni buydu. Yunan ordularının,

bütün Avrupa topraklarından çıkardıktan sonra, Anado­

lu'yu bölüşmek, Türkleri geldikleri yerlere sürmek iste­

melerinin başlıca nedeni buydu. Yunan ordularını, bütün

Avrupa uluslarının yardımlarıyla, Polatlı yakınlarına u-

laştıran böyle sarsakça, savruk bir anlayıştı. Bir ulusun

varlığını inandığı dinle bağlantılı kılmak, tarihini diniy­

le başlatmak, yalnız sağıltım görmesi gereken bilinçsiz

sayrıların işi olabilir, bu da ülkemizde olmuştur. Yugos­

lavya'da kesilen Müslümanlar oranın yerlileridir, oraya

Anadolu'dan, Arabistan'dan gitmediler. Buyursun islam­

cı sürüler kurtarsınlar onları, dindirsinler, iniltilerini. Ne­

den hep Türkiye yardımcı olsun, Sırbistan Müslümanla-

rını kurtarsın deniyor. Nerde îslamın Tanrı yardımıyla

yeryüzünü sarsacak orduları, nerde Arabistan petrolleri-

62

Page 61: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

ni sömüren Avrupa karşısında kuyruğunu kıvırıp oturan

görkemli Arap şeyhleri? İşte Türk-İslam sentezinin ta­

banı da böyledir. Sen üzerinde yaşadığın, İslam olmak­

la övündüğün toprağın tarihine karşı çıkıyorsun, onu

kendinden saymıyorsun, sonra dönüyorsun "toprakları­

mızda gözleri var" demek saçmalığını gösteriyorsun. Bu

saçmalıklarla Avrupa aydınının, uygarlığın karşısında

yerin yoktur.

Burada bir tarih kuramı, sözde yeni bir görüş sergi­

lenmek isteniyor, bu bilimsel bir anlayış tabanına otur­

sa sevindiricidir, ancak bu görüşü ileri sürenlerin hızla

bilimden kaçtıklarını görüyoruz, kendilerini yakından

tanıyoruz. İmdi, bütün duygularımızı, usla bağdaşmayan

eğilimlerimizi, gücümüz yettiğince bir yana iterek düşü­

nelim. Hepimiz, inansak da, inanmasak da Müslüman bir

bireyler topluluğu içinde yaşıyoruz. Geçmişten gelen

birtakım geleneklerimiz, alışkanlıklarımız, uygulamala­

rımız vardır. Bunları eleştirebiliriz, yetersiz görebiliriz,

gereksiz sayabiliriz, ancak hepsini birden kaldırıp atama­

yız, kendimizi birden bire bir boşluğa bırakamayız. Çev­

remizde toplanan, bizimle komşuluk kuran, yakınlık sağ­

layan, az çok düşüncelerimize katılan insanlar vardır,

gönüldeşlerimiz, arkadaşlarımız vardır, bunların hepsin­

den kopmamıza da gerek yoktur. Ancak düşünen, bili­

min, uygarlığın tadına varan bir kimse için geçmişten ge­

len değişmezliklere bağlanmak da saçmalıktır. Geçmi­

şimize, geleneklerimize, alışkanlıklarımıza saygı göste-

63

Page 62: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

receğiz, hepsini tepmeyeceğiz, onlara bilinçsizce de bağ­

lanmayacağız. Ben bunları yazarken kendimi, geçmişi­

mi, çevremi düşündüm, belleğimin çekmecelerini açtım,

ne varsa ortaya döktüm. Şu sonuca vardım: ben, geçmi­

şine saygı duyan, ancak sarsakça, savrukça bağlanan bir

kimse değilim. Anamın, babamın, dedemin, ninemin,

bütün büyüklerimin inançlarına, davranışlarına, uygula­

malarına saygılıyım, onların anısına istediklerini de yap­

mayı kendime bir insanlık borcu diyebilirim. Öte yan­

dan onların inandıklarına inanmıyorum, onları gerçek

saymıyorum. Onlarla ortak bir geçmişim, ortak bir çev­

rem vardır, kendim onlara borçluyum, onlar olmasalar­

dı ben de olmazdım.

Yukarda söylediklerimle şimdiki durumum arasın­

da bir karşılaştırma yaparsam çelişkilere sürüklendiği­

mi anlarım, bu çok kolay. Ancak, bu çelişkiler bende,

kendi kişiliğimi yansıtan, biçimlendiren düşüncelerin

doğmasına, gelişmesine engel değildir. Geçmişime duy­

duğum saygı geçmişimi olduğu gibi uygulamamı gerek­

tirmez. Ben, geçmişini belleğinin çekmecelerine yerleş­

tirerek çağının bilimsel, düşünsel odaklarına inanan, bağ­

lanan bir insanım. Bu durum, ilk bakışta kötü bir çeliş­

me sayılabilir, ben öyle düşünmüyorum. Üretici düşün­

menin boyutları vardır, bu boyutların birincisi yönlendi­

rici olan, geçmişten geleceğe doğru gelişim çizgisi üze­

rinde uzanandır. Bu gelişim çizgisi kopuksa, geçmişin

yaratıcı düşünme odaklarıyla bağını sürdüremiyorsa atıl-

64

Page 63: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

ması kaçınılmazdır, engelleyicidir, anlamsızdır. Bu an­

lamsızlık geçmişe duyulan, az önce açıklanan, saygıyı

saygısızlığa dönüştürür, çıkar tutkusu geçmişe duyulan

saygının örtüsüne bürünerek kişiyi yozlaştırır.

Geçmişe saygı, bağlılık konusunda çarpıcı bir örnek

verelim: kimi büyüklerimizin gömüldükleri yerlere gi­

diyoruz, onları anıyoruz, anılarıyla kendimizi onlara bağ­

lıyoruz. Yasal uygulamalarda, kamuya özgü büyük tören­

lerde, Atatürk'ün gömülü olduğu yeri, anıtı da görmeye

gidiyor, ona saygı duyuyoruz. Atatürk, bugünkü varlığı­

mızın, bağımsızlığımızm, daha açığı ulus olarak kişili­

ğimizin tarihin gücüyle özdeş odağıdır. Hangi güç, han­

gi etkinlik olursa olsun, Atatürk'ü tarihteki yerinden in­

dirme olanağı yoktur. Buna en güçlü sayılabilecek bir di­

nin de gücü yetmeyecektir. Bu açık, kesin, evrensel bir

gerçektir. Atatürk, birçok İslam aydınının, düşünürün,

yöneticisinin de söylediği gibi, "Islamın namusunu kur­

taran adamdır"; bu yargı, bu açıklama benim değildir.

1950 yönetimiyle, Türk tarihi bakımından çok utanç ve­

rici bir uygulama başladı; kimi İslam devletlerinin bü­

yüklükleri, uluslararası ilişkiler nedeniyle, ülkemize ge­

lince Anıtkabir'e gitmiyorlar, bir çiçek bırakmıyorlar.

Bu saygısız, soysuz konuklara uyan, onların davranışla­

rını doğru sayan, onlardan daha soysuz yetkililerimiz

vardır. Üstelik bu yetkililerin çoğu, "Türk-İslam sente-

zi"nden yanadır. Peki İslam dininde, özellikle Kuran'da

ölülerinizi iyilikle anın, onlara Tanrıdan iyilik dileyin, gö-

65

Page 64: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

www.cizgiliforum.com enginel

Page 65: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

müldükleri yerleri gidin görün, onları anın gibi anlam­

lara gelen öğütler yok mu? Vardır, hadislerde de böyle

öğütler birer din görevi sayılmıştır.

Yukarda anlatılanların etkisiyle, Türk-lslam sente­

zini savunanlara soralım: Asya Türklerinde özellikle Uy-

gurlarda, Göktürklerde ölüler adına, yönetici büyükler

adına dikilmiş anıtlar yok mu? Göktürk yazıtları çevre­

sinde anıt yok mu? Türklerde "Balbal" ne anlamda söy­

lenirdi? Bu gerçeği günümüzün İslamcı Türk aydını öğ­

renmek, bilmek istemez, bağlandığı Arap inancı onu,

"milliyetçi" geçinmesine karşın bütün ulusal bağların­

dan, erdemlerinden uzaklaştırmıştır. Onun bilebildiği

Türk tarihi, ancak İslama kullukla başlamıştır. Böyle bir

kimsede, böyle bir toplumda tarih bilinci yok demektir.

Bize kalırsa diri varlıklar arasında yalnızca düşünen, dü­

şünsel alanda üreten insanın tarihi vardır. İslama bağla­

nan, bu inanç kurumunun değişmez ilkelerine saplanan

bir kimsede bilinç uyanıklığı olmadığından, onun, tari­

hi de yoktur. Bu nedenle İslamın da tarihi yoktur, ancak

tarihe konu olabilecek olayları vardır. Biz bu görüşü "Ta­

rihin İlkeleri, 1991, Say, yay." adlı çalışmamızda ayrın­

tılarıyla inceledik, kimin tarihi olabileceğini, hangi ge­

lişmelerin tarihin kapsamı içine girdiğini örneklerle gös­

terdik. İslam toplumlarında, felsefe ilkelerine dayanan,

bilgi öğeleriyle beslenip gelişen bir tarih anlayışı doğ­

mamıştır, buna başlıca engel dindir.

Özellikle İslam dini birtakım değişmezliklere daya-

66

Page 66: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

nır, onlarla kalıcı olabileceğine inanır. Değişmezliğin

egemen olduğu yerde tarih de yoktur derken, tarihi ya­

pan olayların bulunmadığını vurgulamak istedik. Bu ne­

denle bir "İslam tarihi" söz konusu değildir, o ancak bir

"İslam öyküsü" olabilir, tarih kavramının içerdiği anla­

mın dışında kalır. Bu nedenle de bir Türk-îslam sentezi

düşünülemez, çelişmelere düşülür.

Anadolu'ya yerleşen Türklerin hepsi Müslüman de­

ğildi, bunlar arasında büyük bir Hıristiyan Türk toplulu­

ğu da vardı. Bu topluluk, birdenbire ortadan kalkmadı,

Hırisityan olurken benimsediği yöresel gelenekleri de or­

tadan kaldırmadı, peki ne oldu? Kuşkusuz İslam kavra­

mının içine aktarıldı.

"Anadolu'da ne kadar Hıristiyan Türk mevcut oldu­

ğu hakkında hiçbir şey tahmin etmek mümkün değildir.

Yalnız onların öteden beri İslamlar ile harb etmek üzere

hudut bölgelerine yerleştirildiğini ve Kapadok'ta ve To-

ros geçitlerinde mühim bir kesafete malik olduklarını

tahmin edebiliriz. Bu Hıristiyan Türklerin bir kısmı ls-

lamiyeti kabul ederek fetihlere karışmışlar ve Müslüman

elan her fert gibi vatandaş hukukuna malik olmuşlardır.

Müslüman olmayanlar ise Türkçeden başka bir dil bil­

medikleri halde mensup oldukları kiliselere isnad edile­

rek Rum ve Ermeni adlarını haksız yere taşıyıp zamanı­

mıza kadar gelmişlerdir. (Prof. Mükrimin Halil Yınanç,

Türkiye Tarihi Selçuklular Devri. 1944, s. 176). Bu alın­

tı çok ilginçtir, üstelik bu yapıtın yazarının öğrencileri,

67

Page 67: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Türk-îslam sentezinin öncüleridir, imdi bu alıntıya gö­

re, günümüzde bile Rum-Ermeni diye nitelenen yurttaş­

larımızın bir bölümünün Türk olduğu gündeme geliyor.

Biz buna, Doğu Anadolu'da yaşayan, Kürt denen yurt­

taşlarımızın önemli bir bölümünü de katabiliriz. Nedeni

şudur: bugün "Kürt topraklan" denen yörelerde, daha

önce Kürt olmayan halklann devletleri vardı, sözgelişi

Diyarbakır yörelerinde bir Ermeni Krallığı'nın bulundu­

ğunu, bu ili Tigranes adlı kralın kurduğunu, ona "Tigra-

nokerta/ Tigranes i l i" dendiğini biliyoruz. Bu yöreler

sonralan Türk egemenliği altına girmiş, Islamlaşmış, es­

ki toplumsal özelliklerini yitirmiştir. Bugün, o yöreler­

de yukarıdaki alıntıya dayanarak konuşursak, Hıristiyan

Türklerin, başka insanlann inanç değiştirmiş torunları

yaşamaktadır, ilkçağda, Doğu Anadolu'da, yoğun bir

Türk topluluğunun bulunduğunu gösteren kaynaklar, yok

elimizde. 13. yüzyılda yaşadığı bilinen Abu'l-Farac'ın

bildirdiğine göre, Kürt topluluğunun önemli bir bölümü

Medya dağlannda yaşarlardı, daha büyük illere inmemiş,

yerleşik yaşama düzenine geçmemişlerdi. Öte yandan

Urfalı Mateo da "Vakayi-name "sinde Türk toplulukla­

rının daha 10. yüzyıl bitimiyle 11. yüzyıl ortalarına de­

ğin, Iran üzerinden gelen Türk ordularının bu yörelere

akınlar düzenlediklerini, Ardze (Erzurum) ilini aldıktan

sonra "...Müslümanlar, kılıçlarını kaldırmış oldukları

halde şehre hücum ettiler ve 150.000 kişi kadar olan hal­

kı kamilen kılıçtan geçirdiler, (s. 86)." Bu olayın 1050

68

Page 68: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

dolaylarında.Sultan Tuğrul döneminde olduğu biliniyor.

Bu alıntının bulunduğu yapıt (Vakayı-name) Türk-lslam

sentezi öncülerinin egemen olduğu "Atatürk Kültür, Dil

ve Tarih Yüksek K u r u m u " aracılığıyla, ikinci kez

1987'de yayımlanmıştır, başkalarını suçlama gereği kal­

mamıştır artık. Bu tarih gerçekleri karşısında Türk-lslam

sentezinin söyleyeceği ne olabilir? Hıristiyan Türkleri,

onlardan önce Anadolu'da yaşayan Hitit öncesi insanla­

rını, Hititleri, Hunileri, Luvileri, Urartulan, Frigleri, Lig­

leri, Persleri, Arapları, Ermenileri, Kürtleri, Rumları, Ya­

hudileri, Gürcüleri bunlar gibi daha nicelerini bu Türk-

İslam sentezini savunan ünlü "beşik uleması" nereye

koyacak, hangi tarih, hangi bilim anlayışına göre değer­

lendirecek? Bu soruya sağduyunun verebileceği bir ya­

nıt yoktur.

Türk-lslam sentezi yandaşlarının, düşüncelerini sa­

vunurken, hep tarihe dayandıklarını, kendilerine göre

kaynaklar bulduklarını da biliyoruz. Ancak, yine kendi

aralarında büyük çekişmelere yuvarlandıklarını da biz

söyleyelim. Onların, gerçekten geniş bilgisiyle ün kazan­

mış öncüleri, bizim de yakından tanıdığımız, Beyazıt

kahvelerinde uzun uzun söyleştiğimiz Mükrimin Halil

Yınanç'tı. Bu saygıdeğer kişi tarih olayları karşısında

belgesiz konuşmayı pek sevmez, varsayımlarını bile bir­

takım kaynaklara dayamaya önem verirdi. Onun yukar­

da adı geçen yapıtında şöyle bir vurgulama var: "Bu tak­

dirde bu açılış zamanında Anadolu'ya gelen Türk ve

69

Page 69: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Müslümanların miktarının l.OOO.OOO'u geçtiğini kabul

etmek mümkün olur. (s. 176)."

Bu alıntı üzerinde uzun boylu durmanın gereği yok-

tur.Türk egemenliği 1071 olayıyla başlamış, evre evre

1461 'de, Trabzon'un alınmasıyla doruğa ulaşmıştır. İm­

di 1071 ile 1461 arasında 390 yıllık bir süre vardır. De­

mek ki Anadolu'da Islam-Türk egemenliğinin sağlan­

ması en az 390 yıl boyunca savaşmayla olmuştur. Peki,

Türkler üç yüz doksan yıl boyunca, Anadolu'da kimler­

le savaşmışlar, bu savaştıkları insanlar ne oldular? Ana­

dolu'nun ıssız kaldığını, böyle bir dönemin yaşandığını

bilmiyoruz, elimizde bir kaynak yok. Öyleyse bu insan­

ların, bu Müslüman Türk olmayan toplulukların, İslam-

Türk sentezine katkıları ne olabilir? Ortada bir tutarsız­

lık, öne sürülen görüşle varılan sonuç arasında uyumsuz­

luk açıktır, bu da seçilen kavramların içeriğini yeterince

bilmemekten geliyor.

Yurdumuzda, özellikle yüksek öğretim kurumları­

nın etkinliğinin çoğalmasıyla başlayan, Osmanlı medre­

selerinden kaynaklanan bir "ucuz konuşma geleneği"

vardır. Bu geleneğin bilimsel öncüsü Fuad Köprülü'dür,

nitekim Türk-tslam sentezi yandaşlarının, tarih, edebi­

yat öğrenimi görenleri, onun öğrencileridir. Bu ucuz ko­

nuşma geleneğinin başlıca özelliği, seçilen kavramlar

konusunda dil sorumluluğu taşımamaktadır. Dilimizde

"dilin kemiği yoktur" atasözü kapsamınca bu geleneğin

bir tabanı var demektir. Önce Anadolu'nun uzak geçmi-

70

Page 70: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

şini, tarih öncesini, tarih dönemlerini iyi bilmek gerekir.

Bu topraklar üzerinde yaşamış insanları belli bir kökene

bağlama, hepsini bir kökten türetme olanağı yoktur. Ana­

dolu, insan toplulukları bakımından, sayısız karışıp kay­

naşmaların yarattığı bir birikimdir, biz bu birikime bu­

gün " T ü r k " adı altında "Türkiye Cumhuriyeti ulusu",

ya da Türk ulusu diyoruz. Bu ad, belli bir soyun, belli bir

kan özdeşliğinin değil, çağların oluşturduğu bir bileşim

(synthese) niteliğindedir, bu nedenle Anadolu ulusu- bir

"bileşim"dir. Bunda, bu bileşim olayında, Islamın oldu­

ğu gibi, başka dinlerin, başka inançların, başka gelenek­

lerin de etkileri, katkıları vardır, bütün başarıyı Islamda

görmeye çalışmak, bilim adına bir sapkınlıktır. Bugün

yaşadığımız üzücü, acıklı, tatsız, tedirgin edici, uygar­

lıkla bağdaşmayan olayların kaynağı bizde bir tarih bi­

lincinin uyanmaması, bilim kurumlarımızda felsefe ilke­

lerine dayalı bir tarih anlayışının bir tarih felsefesinin

doğmayışıdır.

Yeryüzünde aydınları, dışadönük düşünen bir ulus

varsa o da biziz, bilimsel kavramların kabuklarına bak­

maya alışmışız, kavramı söylerken bilimle uğraştığımı­

zı, kapsamlı bir düşünce, derin bir görüş sergilediğimi­

zi sanmanın karanlığı içindeyiz. Dilimize doladığımız

kavramların gerçek içeriklerinin ne olduğunu, konuşu-

ruken ne dediğimizi kendimiz bile bilmeyiz. Nedeni de

bilmeden konuşmaya, anlamadan dinlemeye alışmamız-

dır. Nitekim dinimiz öyle buyuruyor, öyle gerektiriyor.

71

Page 71: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Kutsal kitabımızda binbir anlamlı sözcüklerin bulunma­

sı, bizi anlamadan dinlemenin yüce erdemine ulaştırmış­

tır. Bu yüzden Müslüman olmakla "gurur duyuyoruz"

diyor bütün anlamadan konuşmaya alışmış büyüklerimiz.

Nerede utanç duyulacağını bilemeyen bir yüksek görev­

linin İslamla övünmesi (gurur duyması) doğaldır, eşek

öldükten sonra onu ister kurt yesin ister çakal, önemli de-

ğil-

Anadolu'da bir bireşim (synthese) düşünülebilir, an­

cak bu dinle olmaz, bu topraklar üzerinde yaşamış, ya­

şayan değişik toplulukların emekleriyle ortaya konan uy­

garlık ürünlerinden oluşan geliştirici bütün Anadolu in­

sanlarının ortak yaratışıdır. Son yıllarda, yine Anado­

lu'da, bilim örtüsü altında, Türk-İslam sentezine benzer

kuramlar sergilenmektedir. Bu kuramlara göre Anado­

lu'nun belli yörelerinde bağımsız uygarlık, bağımsız bir

ekin ortaya konmuş, böylece ulusal bir dayanak yaratıl­

mıştır. Bu, bilim adına, utanç verici bir girişimdir. Ana­

dolu'da bağımsız bir Türk ekini (öteki insanları dışlaya­

rak, Asya'ya bağlanarak), bağımsız bir Çerkez ekini, yi­

ne bağımsız bir Kürt ekini, daha başkalarını aramak bi­

limsel anlayışla bağdaşmaz. Ekinde bağımsızlık söz ko-

unsu olsa bile, konar göçer toplulukların karşılaştığı köp-

rübaşlarında olmaz bu iş. Özellikle Doğu Anadolu'da

bağımsız bir ekin, ulusal bir ekin birimi aramak, böyle

bir gerçeğin bulunduğunu savunmak, bilinç bulanıklığın­

dan öte bir anlam taşımaz. Doğu Anadolu, tarihi boyıı-

72

Page 72: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

nuca bir konar göçer obasıdır, bir konaklama yeridir. O

konaklama yerinden gelip geçmiş obaları, bilimsel ka­

nıtlara dayanarak, belge göstererek saymamıza olanak

yoktur, ancak belli belirli olanları bilebiliriz. Bunlar da:

Persler, Urartular, Luviler, Hurriler, Araplar, Süryaniler,

Gürcüler, Ermeniler, Türkler, Grekler, Romalılar, daha

adı bilinmeyen nice topluluk. Bu toplulukların Kürtçe dı­

şında, hepsinin özgün bir dili vardır. Kürtçe yapısı, içe­

riği, dizini bakımından Farsçanın epeyce değişmiş bir

uzantısıdır, özgünlük savıyla ortaya atılarak yanıltıcı,

kandırıcı odaklar aramayalım. Bilimsel savlarla ortaya

atılan, bilime gerçekten saygısı olan bir araştırıcının, ulu­

sal birlik düşüncesi güdüyorsa, yapacağı ilk iş, Doğu

Anadolu'daki il, ilçe, bucak, köy, yaylak, oba, dağ adla­

rının kökenlerini araştırmaktır. Bir yerleşme yerinin adı

hangi dille açıklanabilirse, onun kurucusu, yerleştiricisi

(insanlara bir yerde oturma olanağı sağlama), düzenle­

yicisi o dili konuşan topluluktur. Konuya bu açıdan ba­

kılırsa, bugünkü ulusal savların hepsi boşlukta kalır.

Yeryüzünde değişik kökenli toplulukların en çok ka­

rışıp kaynaştığı yeni birikimler oluşturduğu bir iki böl­

ge Doğu Anadolu'dur. Bu bölgede Kafkasya, Mezopo­

tamya, Hind, İran, Batı Anadolu gibi değişik yönlerden

gelen topluluklar birbiriyle yoğurulmuş, bireyler köken-

sel özelliklerini yitirmiştir, bu nedenle bu bölgede özgün

bir toplululuk yoktur. Bugün, çözülmesi çok güç bir so­

run varsa o da Kuzeydoğu Anadolu ile Güneydoğu Ana-

73

Page 73: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

dolu insanları arasında bir köken birliğinin, soy özdeşli­

ğinin varlığını savunmaktır, buralarda konuşulan dil

önemli bir etken, inandırıcı bir kanıt değildir. Dilin bi­

limsel kanıt olmayışını söylememizin nedeni şudur: bu

yörelerde bugün Türkçe, Çerkezce, Gürcüce, Arapça,

Kürtçe, Süryanca konuşan topluluklar vardır, bunların

hangisi bilimsel taban olarak alınabilir? Bu toplulukla­

rın hangisi İlkçağda bu bölgede yaşamış, devlet kurmuş

topluluklara bağlanabilir? Bilim bu sorular karşısında

susmaktan başka ne yapabilir?

Konuyu epeyce genişlettik, ilk bakışta başka sorun­

lara değinerek, taban sorundan ayrıldığımız sanısı uya­

nabilir, ancak Türk-lslam sentezini yargılayabilmek için,

bütün karşıt görüşleri sergilemekte yarar var kanısında­

yız. Bugün Anadolu'da özgürlük, bağımsızlık savları ar­

dında koşan aydınlarımızın sayısı az değildir. Bu saygı­

değer uygarca bir davranıştır, özgürlük, bağımsızlık uy­

garlığın kurucu ilkeleridir. Bu konularda bilimsel içerik­

li bir tabana dayanılmazsa, sorunlar duygusal etkinlik­

ler altında gündeme getirilirse düşünme ortamında kar­

gaşa başlar. Sorunlara yönelen kişinin bir takım önbilgi­

ler edinerek, uğraşacağı konunun çevre çizgilerini belir­

lemesi, araştırmada, varılan sonuç gerektirirse, bu çizgi­

leri daha genişletmesi doğaldır. Türk-İslam kavramları­

nı yan yana getirmek kolay, birini ötekinin içeriğiyle dol­

durmak güç, dahası olanaksızdır. Bu tutum son yıllarda

ortaya çıkan kimi aydınların, bütün Doğu Anadolu'yu

74

Page 74: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

www.cizgiliforum.com enginel

Page 75: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

belli bir oymağın uygarlık alanı saymasına, bütün geç­

mişi o oymağa bağlamasına benzer.

Toplumları yönlendiren, düzenleyen, onlara yaşa­

ma olanakları sağlayan dinler değildir, çağımızda dinle

kalkınan, mutluluğa ulaşan bir toplum görülmemiştir.

Uygarlık, dinlerin dışında, daha etkili, daha çekici sorun­

lar getiriyor, yaşamı tinsel değil nesnel üretim odakları­

nın egemenliği altında görüyor, dinler genelde bireysel

eğilimler olarak anlaşılıyor. Bugün İslam ülkelerinde bir­

lik, bütünlük, yardımlaşma, birbirini koruma, belli bir i-

nanç odağında toplanma gibi olumlu girişimler yoktur.

Bu durumda Türk-Islam sentezi yoldaşlarının olumlu bir

sonuç alacaklarını sanmıyorum, nedeni de bütün sorun­

ları nesnel ortamdan tinsel ortama kaydırmaları, özellik­

le üretim-tüketim ilişkilerinin etkinliğini gözardı etme­

leridir. Nedense, bu dine bağlı çevrelerde bütün sorun­

ların, toplumsal bunalımların yukardan aşağı doğru ön­

lemlerle çözüme ulaşacağı kanısı yaygındır. O çevreler­

de taban sorunlarına ilişkin kavramların geçerliliği yok­

tur, bir altyapı düşüncesi doğmamıştır. Bütün yaşamasl

gereksinimlerin Tanrı buyruğuyla karşılanacağını sanan

bu İslamcı görüş Arap petrollerinin önemini, etkinliğini

anlayacak bilinç aşamasına bile ulaşamamıştır. Avrupa

uluslarının, Amerika'nın petrol çıkaran İslam ülkelerine

yakınlaşmalarını bile İslam inançlarına duyulan etkilen­

me gibi gösteren İslamcı aydınlarımız, bilginlerimiz az

değildir, hepsi de Türk-İslam sentezi ardınca yayılırlar.

75

Page 76: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Gündeme getirilen bir sorunun önce kendi içeriğiy­

le bağlantılı olması, çevre sorunlarla çelişik duruma düş­

memesi gerekir. Bir sorun ele alınınca onunla ilgili yan

sorunlar dışlanamaz, nedeni de sorunların yalnız olma­

yışı, yeterince görülemezse bile bir çevreyi taşımasıdır.

Çevresiz sorun olmaz, bir sorun da çevresinden soyutla­

namaz. Türk-Islam sentezi, bir sorun olarak düşünülür­

se, önce yan sorunlarını da saptamak gerekir. Bu yan so­

runlarla kurulan bağlantı önemlidir, kimi sorunlarda o-

dak soruna girebilmek için yan sorunları aralamak, bir

yol açmak gerekir. Burada İslam sözcüğü gündeme ge­

tirilirse ilk soru şudur: Hangi islam? Sözgelişi Hanefi

mezhebinin anladığı islam mı? Türk-Islam sentezini öne

sürenler, islam mezheplerinden birine bağlıysa iş deği­

şir, İslam kavramının kapsamı içinde bir mezhep düşü­

nülür, bü da islam sözcüğüne o mezhebe göre bir yorum

getirmeyi sağlar. Bu durumda sorunlar birbirine dolaşır,

içinden çıkılmaz. Türk-Islam sentezi, yandaşlarının dü­

şüncelerinden, davranışlarından anlaşıldığına göre, Ame­

rika güdümünde bir görüştür. Amerika, petrol nedeniy­

le İslam ülkelerine özel bir yakınlık duymaktadır. Petrol

çıkarmayan ülkeler bu yakınlıktan yoksundur. Bu petrol

ülkeleriyle kurulan özel ilişkiler sonucu, Amerika bu ül­

kelerin hep dine bağlı kalmalarını, hep dinle yönetilme­

lerini ister bu isteğini yerine getirmek için de çok yönlü

uygulamalara girişir. Sözgelişi, Amerika yüksek düzey­

de bir görevliyi, bir komutanı istemiyor diyelim, gecik-

76

Page 77: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

meden o komutan düşüncelerine karşıt bir uygulama

gündeme getirilir. Bizde imam-hatip çıkışlıların Kara

Harp Okulu'na alınmamaları, nedense îslartu çok seven

petrol kokuşlu Amerika'yı tedirgen eder. Ona göre Türk

ordusuna imam-hatip çıkışlılar girmeli, Müslüman bir or­

du kurulmalı, Atatürk'le gelen bütün yenilikler ortadan

kaldırılmalı, Osmanlıya dönülmeli, daha açık, daha se­

çik bir Amerika egemenliğinin altına girilmeli, manda­

cılık yasallaşmalı. Bu durum çok açıktır, oysa bizde din­

ci geçinen bir topluluk da böyle düşünüyor, ordu îslam-

laştınlmah. Peki orduyu oluşturan bireyler Müslüman de­

ğil mi? Kuşkusuz Müslüman, genelde geleneklerine bağ­

lı, ancak katı yobaz değil, şeriatçı değil. Amaç belli, bü­

tün yurt düzeyinde etkinliğini sürdüren bir " is lam dev­

leti" kurmak. Bu devletin kurulması ordunun Islamlaş-

tırılmasına bağlı değildir. Türkiye'de İslamcı anlayışa, şe­

riatçı gericiliğe karşı çıkan büyük bir oy birikimi vardır.

Aleviler vardır, yine şeriat yönetimine karış güçler var­

dır. Bu çağda, bunların hepsini bir yana iterek bir "şeri­

at devleti" kurmak pek kolay değildir, öte yandan İran,

Suudi Arabistan, Amerika istiyor diye bütün Türk Müs-

lümanlarını sürüye dönüştürerek başkalarının güdümü­

ne bırakmak pek kolay değildir. Şunu çok iyi bilmeliyiz

ki imam-hatip okulları da, günün birinde, Osmanlı med­

reseleri gibi kendi kuyusunu kazacak, kendi başını yiye­

cektir. Nedeni de, bu kuruluşların amaçları dışına taşma­

sı, kuruluş ilkelerine aykırı bir taban üzerinde durmala-

77

Page 78: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

ndır. Bu okulların altyapısıyla üstyapısı arasında yaşam­

sal bir bağlantı, bir uyum yoktur. Bugün, ayakta duran

Müslüman devletlere bakıldığında, düşünce bakımın­

dan, yönetim bakımından bağımsız, Amerika ya da Av­

rupa güdümünde olmayanı görülmez, peki hangisi ken­

dini kurtarabiliyor? Yanıt yok.

Dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir olayın

içindeyiz. Dinciler, şeriatçılar birleşerek ülkemizi Birin­

ci Büyük Savaş öncesine getirmeye çalışmaktalar, Os­

manlı devletini yıkan, ondan irili ufaklı birçok bağımsız

devlet oluşturan dış güçlerin denetimi altına girmeyi Tan­

rının buyruğu gibi görmekteler. Amerika, ülkemizin bu­

günkü durumundan çok kıvanç duymaktadır. Ülkemiz bir

yığın çözümü güç sorunlarla karşı karşıyadır: Kıbrıs so­

runu, Kürt sorunu, üretim-tüketim ilişkilerinin dengesiz­

liğinden doğan, şu "ekonomi" kavramının kapsamına gi­

ren olaylar sorunu. Bu içinden çıkılması yalnızca Türk

yönetiminin elinde olmayan sorunlar: devletimiz daha

çok sarılsın, daha çok güçten kesilsin diye çalışanların,

İran, Suudi Arabistan, Al-Baraka yardımlarıyla beslenen

dincilerin yarattıkları İslam sorunu. Geçmişe bakılırsa bi­

rinci Büyük Savaş öncesinde, Kurtuluş Savaşı dönemle­

rinde yine bu tür sorunlar ortaya atılmıştı, bunların kay­

nağı yine kimi dış devletlerdi. O dönemlerde şunlar gün­

demdeydi: dış borçlar (duyûn-i umûmiye-kapitülasyon-

lar), Osmanlı yönetimine bağlı kimi ulusların bağımsız­

lık sorunu, Osmanlı yönetimi altında yaşayan azınlıkla-

78

Page 79: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

nn sorunları, ülkemizde başta Amerika-lngiltere olmak

üzere kurulan yabancı okullar sorunu. Bu sorunlar kar-

şılaştınlırsa, değişmedikleri, hep Türkiye'nin gündemin­

de bulunduruldukları anlaşılır. Kurtuluş Savaşı evrelerin­

de de yine bu tür sorunlar gündeme getirilmişti. Doğu

ayaklanmaları, hepsi Nakşibendi tarikatının etkisiyle,

Kürt sorunu, Musul petrolleri sorunu, din sorunu, dış

borçlar sorunu. Sorunlar tükenmiyor, özden değişmiyor,

yalnızca kabukları boyatılıyor, başka bir görünümle su­

nuluyor, öneriliyor. îmam-hatip çıkışlı dinci şeriatçı yurt­

taşımız bu öldürücü gerçeği göremiyor, düşünemiyor.

Geçen yüzyıl sonlarına doğru, ülkemizde Osmanlı­

cılık, İslamcılık, Turancılık adlarını alan akımlar doğ­

muştu. Bugün, bu akımların doğuş nedenleri araştırılın­

ca, hepsinin dış kökenli olduğu, başka devletlerce bes­

lendiği anlaşılmıştır. Osmanlıcılık akımının besleyicile­

ri, kurucuları hep dönme yurttaşlardı, sonradan Müslü­

man olan, yurtdışından gelen kimselerdi. Turancılık'ın

öncüsü Alınanlardı, islamcılığın kılavuzu da İngilizler,

Amerikalılardı. Hepsinin ereği Osmanlı devletini içinden

çökertmek. Nitekim "Osmanlı Bankası"nı kuranlar da

yabancılardı. Osmanlı devletinde ileriye dönük kıpırda­

malar sezilince, Avrupa başını kaldırır, azınlık sorunla­

rını gündeme getirir, ülkede bir yönetim tedirginliği ya­

ratırdı. Bugün durum değişmemiş, yalnız kullanılan bi­

linçsiz uşaklar değişmiştir.

Türkiye bugün bir sorunlar karmaşası içindedir, bu

79

Page 80: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

burgacın en güçlü döndüğü evrede, çevrintinin en çok baş

döndürdüğü aşamada, beklenmeyen bir dönemde, Türk-

İslam sentezi gündeme getirildi. Daha önce, ilk kuruluş

öğeleri 1950 yönetimi evrelerine uzanan, İlim Yayma

Cemiyeti kurulmuştu, onun ardından Aydınlar Ocağı

oluştu. Bu üç kuruluşta bulunan, görev alan kimselerin

çoğunu yakından tanırız, biliriz. İlim Yayma Cemiyeti,

Nakşibendi tarikatına eğilimli bir kuruluştur. Biz bu ku­

ruluşları kötülemeyi, yermeyi düşünmüyoruz, ancak hep­

sinin çağdaş bir anlayış içinde olmadığını, Atatürk'le ge­

len yeniliklere sıcak bakmadığını Osmanlı yanlısı oldu­

ğunu söylemeliyiz. Burada ilginç bir olayı öyküleyip ge­

çelim:

Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız, 1970-1973 evresin­

de, Meydan-Larousse Ansiklopedisi'nde, tarih bölümün­

de çalışan, sevecen, tatlı dilli, güler yüzlü, çekingen bir

asistandı, öğretmeni Prof. Dr. Şahabeddin Tekindağ'ın

sevdiği, doçent olması için ağırlığını koyduğu bir kim­

seydi. Aradan yıllar geçti ilerledi, tarih profesörü olarak

görevini sürdürdüğü dönemde akciğer kanserine (bir söy­

lentiye göre beyin kanserine) yakalandı. Sağıltım girişim­

leri olumlu sonuç vermedi, yüzü çarpıldı, tanıyanları

üzen bir duruma geldi. Artık ölüm, kendisine son uyarı­

sını yapmıştı, görevine şöyle böyle gidip geliyordu. Ay­

dınlar Ocağı ne yaptı bilir misiniz? Bu ölümle buluşmak

üzere olan arkadaşımızı, Turgut Özal'ı yanıltarak, rek­

tör seçtirdi bir süre sonra da musalla taşında selamladı.

80

Page 81: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Bu üzücü bir olaydır. "Bizden olsun da ne olursa olsun"

düşüncesinin anlamsız bir uygulamasıdır. O da Türk-İs-

lam sentezinden yanaydı, toprağı bol olsun.

Ülkemizde, böyle değişik başlıklar altında oluşan

derneklerin, özellikle dinci, "mil l iyetçi" kuruluşların

çağdaş uygarlıktan yana bir tutumu benimsemeleri dü­

şünülmemeli, eğilimleri buna elverişli değildir. Yeri gel­

mişken bir anımı daha aktarayım. İstanbul'da, Laleli Ca­

mii karşısında özel sayrı bakım yeri (muayenehane) olan

ünlü bir doktorumuzu tanırım, tinsel sayrılıklar (ruh has­

talıkları) uzmanıdır, bu alanda epey ün sağlamıştır. Bu

eski arkadaşımız, sayrılarını "Kuran'dan ayetler" okuya­

rak sağıltmaya çalışır, sonra bilimsel gereçleri uygula­

maya koyulurdu, gereğini yapardı (reçete yazardı). Bu

uzmanımız, bir gün*, Çemberiitaş'ta, "Muallimler Birli­

ği "nde, "Bir Komünistin Beyin Anatomisi" adlı bir ko­

nuşma sergilemişti. İlgilendim gittim, en arkada sessiz­

ce oturup dinledim. Konuşmanın odağı şuydu: "Bir ko­

münistin beyin dokuları incelendiğinde, sağlıklı düşünen,

böyle aykırı yollara sapmayan bir kimsenin beyin doku­

larından kolaylıkla ayrılır. Tanrı komünistin beynini oluş­

turan dokuları dinine, ulusuna bağlı bir Müslümanınkin-

den çok başka, değişik düzende yaratmıştır..." Bugün

Aydınlar Ocağı, İlim Yayma Cemiyeti gibi kuruluşlarla

yakın ilişkisi olan bu yurttaşımızın Tevfik Fikret için "O

bir ruh hastasıdır" dediğini de anımsatalım. İşte Türk-

îslam sentezi yandaşlarının bilim, uygarlık, insanlık aıı-

81

Page 82: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

layışları. Bu adı geçen kuruluşlara bağlı yurttaşlarımızın

hepsinin Amerika anlayışından yana olduklarını, onun

izini sürdüklerini söylemenin gereği kalmamıştır.

Bu alıntılardan çıkarılmak istenen sonuç şudur: Av­

rupa, Amerika kalkınmış, gelişmiş, güçlü, bayındır, uy­

gar bir Türkiye istemiyor, onların bu tutumu Osmanlı­

dan bu yana değişmeden sürdürülmektedir. Türkiye han­

gi yıkımlara, hangi olumsuz olaylara karşı çıkarsa han­

gi sıkıntılardan sıyrılmak isterse Amerika da, Avrupa da

olumsuz karşıt yolu benimser, Türkiye'yi kurtulmak is­

tediği durumun içinde kalmaya iterler. Türkiye aşırı din­

cilikten kurtulmak isterse onlar aşırı dincileri beslerler,

Türkiye bütün alanlarda bağımsız, özgür davranmak is­

terse onlar özgürlüğü, bağımsızlığı önleyecek güçlü, et­

kili odaklar bulmakta gecikmezler, üstelik bu engelleyi­

ci odakları Türkiye yararmaymış gibi göstermekte bece­

rili, başarılı olurlar, ülkeyi içinden sarsmak için özveri­

li uşaklar, beslemeler, yanaşmalar, odalıklar bulurlar, en

yüksek görevlere getirme çabası gösterirler. Türk-İslam

sentezi diye sergilenen görüşün besleyici toprağı bu ya­

bancı kökenli gübrelerle verimli kılınır, başka neden ara­

manın önemi kalmamıştır.

82

Page 83: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

NURCULUK DEDİKLERİ

Ülkemizde, özellikle 1946'dan beri, toplumu tedir­

gin eden bir uyanışın ağırlığı sezilmektedir. 1950 yöne­

timinin güçlendirdiği, Adnan Menderes'in "Siz isterse­

niz hilafeti bile getirirsiniz" sözleriyle yüzeye yansıyan

gericiliği okşayan tutumuyla yönlendirdiği çağdışı akım­

lar arasında bir eskiye dönme yarışı başlamıştır. Bu ya­

rışta halkımızın olayların derinliğine inme alışkanlığı ol­

madığından, kimin neyi istediği açıkça bilinememiştir.

1980 yönetimiyle, ülkemizde yasalar bir yana itilmiş,

Cumhuriyet ilkeleri geçersiz kılınmak istenmiş, ortalık

tslamın özüne bile aykırı akımlara bırakılmıştır. Burada,

üzerinde duracağımız Nurculuk denen girişimdir, sinsi

gericiliktir.

Bu yazının yazarı, 1939 yılında, daha on dört yaşın­

dayken Nakşibendi tarikatına girmiş, orada altı yıl (yir­

mi yaşına değin) kalmıştır. İmdi "Nurculuk" denen akım

bu tarikatın yüzyılımızın ilk dörtte birinde ortaya çıkma­

ya başlamış, 1946'da açık adını saptamış bir akımdır.

Bunun kurucusu Bitlis'in Ncrs köyünde doğan, doğdu­

ğu yere göre "Nersi-Nursi" adını alan, Said'tir. Sonra

"Said-i Nersi/Nursi" diye tanınmıştır.

Bizim tekkede bulunduğumuz sürede (1939-1945)

bu kişinin adı Şıh Said-i Kürdi idi. 1870 yıllarında do­

ğan Said düzenli bir öğrenim görmemiş, çevresindeki

yaşlılardan Kuran okumayı, biraz da Arapça öğrenmiş,

83

Page 84: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

www.cizgiliforum.com enginel

Page 85: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

daha sonra "Teali-i Kürdistan Cemiyeti" üyeleri arası­

na katılmış, özellikle Derviş Vahdetimin çıkardığı "Vol­

k a n " dergisinde dini savunan yazılar yayımlamıştı. Bu

evrede Sultan İkinci Abdülhamid'in ilgisini çekince gö­

zaltına alınmış. Bir süre Toptaşı Tımarhanesi'nde yatı­

rılmıştır. Burada geçen günlerini "İki Mekteb-i Musibe­

tin Şahadetnamesi"" adlı yazısında bozuk, karışık bir dil­

le anlatmaya çalışmıştır.

Said-i Kürdi, başlangıçta, ingilizlerin yanını tutmuş,

doğuda bir Kürt devletinin kurulması için çalışmaya ko­

yulmuş, başarısızlığa uğrayınca bir süre susmuştur. Da­

ha sonra 31 Mart diye bilinen gericilik olayına katılmış,

tutuklanmış, sonra sürgüne gönderilmiş, yakalanan ar­

kadaşı Derviş Vahdeti asılarak öldürülmüştür. Şıh Said-

i Kürdi 1925'te, yine İngiliz kışkırtmalarıyla başlatıldı­

ğı söylenen, Şeyh Said Ayaklanmasına katılmış yargıla­

nıp yine sürgüne gönderilmiştir.

Şıh Said-i Kürdi, başlangıçta Kurtuluş Savaşımdan

yana görünmüş, Ankara'ya gelmiş, ancak Cumhuriyet

kurulunca, umduğunu bulamamış, özellikle Halifeliğin

kaldırılışında büyük sarsıntıya uğramış, Ankara'dan ay­

rılıp Van'a gitmiştir. Onun, Kurtuluş Savaşı'ndan yana

olduğunu söyleyen yandaşlarının ellerinde bulunan, Ata­

türk'le İnönü'nün adlarının da geçtiği belgeler bu dönem­

le ilgilidir. Şıh Said-i Kürdi'nin geçmişi araştırılırsa

olumlu bir yanının bulunmadığı, sağlıklı bir eğitim gör­

mediği, İstanbul'a geldiğinde "Sebilürreşad"çı Eşref

84

Page 86: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Edib'le görüştüğü, Fatih Camii yanında, çokluk Doğulu

yurttaşların bulundukları kahvelerde oturduğu anlaşılır.

Gençliğinde beli bıçaklı, kamalı, göğsü armalı, kolunda

uzun namlulu Osmanlı beşlisi bulunan fotoğraflar çek­

tirmiş, değişik dergilerde yayımlatmıştır. İşte bugün, o-

nun gençliğinde yurtsever bir "kahraman" olduğunu ile­

ri sürenlerin ellerinde bulunan bu fotoğraflardır. Bura­

da, onun bu yanıyla daha ilgilenmeyip düşüncelerini ser­

gilemeye çalışacağız.

Onun, adına eklenen " n u r " sözcüğü, sonradan, Ku-

ran'ın " N u r " adlı bölümünden alınmıştır. "Ners/Nurs"

sözcüklerinin bozulmuşu değildir. Yazılarına "Risale-i

N u r " demesinin nedeni de Kuran'ın adı geçen bölümü­

dür. Nitekim kendisi de bir "Yeni Kuran" yazma amacı­

nı güdüyordu. Said-i Nursi (Kürdi)nin, bizim bildiğimiz

evrede, yüz on dört yazısı (risale) vardı. Bu sayı gelişi­

güzel değildir. Kuran 114 bölümdür (sure). Bu nedenle

Said-i Kürdi'nin "Risale-i Nur"u 114 bölüm olarak dü­

şünülmüştür. Onun, bu gizli düşüncesi açıklığa kavuşun­

ca, koyu dincilerin tepkisini çekmemek için anılarının da

katılımıyla bu yazıların sayısı 130 dolaylarına yükseltil­

miştir. Ancak, yalnızca, "Risale-i N u r " adı verilen, Ku­

ran'ın sözde çağdaş bir yorumu diye gösterilen bölüm

114 kesimden oluşur.

Şimdi Nurcular, bu art düşünceyi örtbas etmek için,

114 sayısını Kuran'a, onda geçen "sure"lere bağlarlar.

Oysa, iyi bir okuyucu bunun ne denli yalan olduğunu ilk

85

Page 87: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

okuyuşta sezebilir. Nitekim, Said-i Nursi bütün "sure"le-

ri yorumlayamamıştır. Nedeni'de, Kuran'ın bütün ince­

liklerini, ayrıntılarım kavrayacak oranda Arapça bileme-

yişidir. Onun çevresinde toplananların nerdeyse hepsi

okuma yazma bilmeyen kimselerdi. Sonraları, genellik­

le Doğu illerinden İstanbul'a yükseköğrenim görmeye

gelen gençler, ailelerinin etkisiyle " N u r yazılarıyla" il­

gilenmeye başlamışlar. İşte, bu akımın yayılma serüve­

ni böyle başlamıştır.

İlkin, çok yakından tanıdığımız, değişik adlarla der­

gisinde yazı yayımladığımız Necip Fazıl Kısakürek, As-

malımescid kahvelerinde, oyun oynanan yerlerde elinde

avucunda bulunanı kaptırınca para sıkıntısı çekmeye baş­

lamıştı. O dönemde, Said-i Nursi'nin yazılarını yayımla­

maktan kaçınan Eşref Edib'in önerisi üzerine, Necip Fa­

zıl Kısakürek, yalnızca gelir sağlamak, sürüm sağlamak

umuduyla işe girişti. Onun yazılarını "Bediüzzaman Sa­

id-i Nursi hazretleri" başlığı altında sergilemeye koyul­

du. Artık geçim yolu açılmış, özellikle padişahçı çevre­

lerde büyük bir ilgi uyanmıştı. Büyük Doğu dergisini,

okuyanların çoğu Necip Fazıl'ın dinci içeriklerle dolu şi­

irlerinin yayımlanmasıyla toplanan kimselerdi. Bunlar

Beyazıt kahvelerine, Marmara Kıraathanesi'ne, Küllük'e

gelen gençlerdi, önemli bir çoğunluğu Doğu illefimizden-

di.îşte "Nurculuk" bu yazıların yayımlanmasıyla etkisi­

ni göstermiş, bir inanç akımı niteliği kazanmıştır. Şimdi

onun gerçekten bir akım olup olmadığını araştıralım.

86

Page 88: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Nurculuk derli toplu, düzenli, sağlam ilkeleri, kural­

ları bulunan bir akım değildir, gelişigüzel bir topluluk­

tur. Bu topluluk için bilinçli denemez, duygusaldır, bü­

tün güç, bütün etkinlik "Şeyh" in (önceleri şıh denirdi)

ardından gelmektedir. Bütün nurcular, kendilerine belli

görevler seçmişlerdir, onlar da özetle şöyledir:

A- Said-i Nursi adı çevresinde tartışmadan, eleştiri­

ye sapmadan toplanmak, kesinlikle ona bağlanmak, onu

savunmak.

B- "Risale-i N u r " u okumak, okuma bilinmiyorsa

okutup dinlemek. Bir kimse bu yazıları okumayı bilme­

yebilir, ancak, okuyanı bulup, ona okutarak dinlemesi ka­

çınılmazdır.

C- Hangi koşullar altında olursa olsun, Said-i Nur­

si'yi savunmak, onun bütün eksikliklerden arınmış, yü­

ce, ulu bir kişi olduğunu yaymak, başkalarını buna inan­

dırmak, bu yolda elinde avucunda ne varsa hepsini dü­

şünmeden tüketmek.

Ç- Tartışmalara girmemek, aşırı olaylara karışma­

mak, özellikle kadından, kızdan uzak kalmak, onların

arasına katılmamak, onları aralarına almamak.

D- Said-i Nıırsi'nin Tanrısal kişiliği konusunda tüm

kuşkulardan, kaygılardan uzak kalmak. Nitekim, Said-i

Nursi yazılarında, Tanrısal bildirileri açıklarken "... mü­

ellife buyurdu ki..." sözlerini söyleyerek kendinin doğru­

dan doğruya Tanrıdan buyruk aldığını vurgulamıştır, an­

cak Tanrısal bilgiye varmayanlar bu sözleri anlayamazlar.

87

Page 89: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

E- Said-i Nursi'nin "Risale-i N u r " u îslamın özüdür,

yeni bir Kuran'dır, yeni bir yorumdur. O, bunu Tanrının

buyruğuyla yazmış, açıklamıştır, bu konu tartışılmaz,

geciktirilmez.

F- İnanmış, arınmış, kendine güvenmiş bir nurcunun

(onlar Nur talebesi derler) başlıca görevi nereye giderse ora­

da bir yeni "nurcu" yetiştirmek, birliğe kazandırmaktir.

G- Ülkenin neresinde olursa olsun, nurcuların top­

lanarak "Risale-i N u r " okumaları gerekir. Toplantılarda

sesi güzel, uyumlu, uygun kimse okur, ötekiler dinleye­

bilirler. Bu toplantılarda, Tanrı adlarından sonra Said-i

Nursi 'nin adını söylemek gerekir. Bu ad, gizli bir sesle

de yansıtılabilir, bilgisizler anlamasın diye.

G- Bir nurcunun evinde Kuran olmayabilir, ancak

"Risale-i N u r " u n bulundurulması kesindir.

H- Risale-i Nur okumak isteyip de almaya gücü yet­

meyen olursa durumu iyi bir nurcunun ona bir takım alıp

bağışlaması büyük iyiliktir. Nedeni de bir nurcunun gö­

revi topluluğa üye kazandırmak, Nurculuğun gelişmesi­

ne de katkıda bulunmaktır.

K- Bir ülkede Nurculuğa karşı çıkanların hepsi din­

sizdir, şeriattan ayrılmıştır. Nurculuk gerçek Müslüman­

lıktır, Nurculuğa karşı çıkmak İslamı yıkmaktır.

L- Nurcuların Doğu'da çoğalmaları, Batı'da azalma­

ları uygundur.

M- Risale-i Nur, çağın anlayışına, gereksinimine gö­

re bir "Yeni Kuran'dır", ona göre davranıla.

88

Page 90: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

N- Devlet şeriata dayanırsa doğru, dayanmazsa eğ­

ridir. Bütün devlet kurumlan şeriat buyruklarına, daha

açığı Risale-i Nur bildirilerine dayanmalıdır. Tüm yük­

seköğrenim kurumlarının adları "Medrese-i N u r " ola­

rak değiştirilmelidir, namaz kılınmayan yerde öğrenim

olmaz.

Örnekleri daha çoğaltabiliriz. Nitekim Risale-i

Nur 'u okuyanlar burada dizilenlerin karmaşık, bozuk bir

dille yazıldığını görseler bile amacı anlamakta güçlük

çekmezler.

Nurculuk, yukarda özetlendiği gibi, dizgeli bir akım

değil, ancak ulus yönetimini elinde bulunduranların oy

toplama tutkusu nedeniyle çok ilgi toplamıştır. Nurcu­

luk Islama uygun, İslama bağlı, Kuran'a dayalı bir ku­

ruluş değildir. Nakşibendi tarikatının bir kolu olması,

kendisinden de "Aczmendilik" diye bir kolun doğması

Islamı dışladığının nesnel örnekleridir. Islamın kaynağı,

odağı Kuran'dır. Şimdi bu kuruluşun neden Islanfa, Ku­

ran'a aykırı olduğunu görelim:

A- İslam dininin kaynağı olan Kuran'da mezhep, ta­

rikat yoktur. Kuran bütünleştiricidir, bölücü (tefrikacı)

değil. Oysa tüm mezhepler, tarikatlar bölücüdür, ayrı ay­

rı topluluklar oluşturmayı yeğler.

B- Islamda bütün tapımlar (ibadetler) Tanrı adına

sürdürülür. Kuran'da adı sanı geçmeyen kimseler adına

değil. Oysa Nurculuk'ta kurucusunun adı, Tanrı adları

yanında anılır.

89

Page 91: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

C- Islamda biricik kutsal kitap Kuran'dır, onun "ye­

nisi", "eskisi" olamaz, benzeri, örneği yazılamaz, baş­

ka bir kitap Kuran anlamında alınamaz, yorumlanamaz.

Oysa Nurculuk'ta "Risale-i Nur" , "... müellifin..." gibi

Kuran yerine de okunmaktadır. Bu tutum, şeriata göre

"Küfr-i kebir/büyük suç "tur, ölümü gerektirir.

Ç- Kuran'da bütün inananların kardeş oldukları, Tan­

rının bütün evrenin yaratıcısı olduğu bildirilir, insanlar

arasında üstünlük-aşağılık ayrımı gözetilmez. Oysa Nur­

culuk'ta Said-i Kürdi üstün yaratılışlı, Tanrıyla dolaysız

ilişki kuran bir kimse diye nitelenir.

D- Kuran'a göre tapım belli bir düzene göre, alçak­

gönüllüce sürdürülür. Nurculuk'ta değişik kılıklara bü­

rünmek, olduğundan başka türlü görünmek, ilgi çekici

giysilerle donanmak, elde değnek (asa) bulundurmak, ca­

milerde oyun andırır nitelikte tören düzenlemek vardır.

Bu tür davranışlar Islamda yasaktır, inanca aykırıdır.

E- Islamda belli bir dinciler kesiti (sınıf) yoktur, bü­

tün insanlar eşittir. Oysa Nurculuk'ta " N u r talebesi" de­

nen özel bir topluluk, ayrı bir dernek vardır.

F- Islamda tapım açıktır, gizli kapaklı değildir. Nur­

culuk'ta tapım gizlidir, toplumun gözünden uzaktır, içe

kapalıdır. Nitekim, ülkemizde, Nurcuların oluşturdukla­

rı toplulukların hepsi gizlidir.

Bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz, ancak gerek­

mez. Nedeni de "Risale-i Nur" denen yazıların düzen­

siz, dağınık olmasıdır. Buna karşın, Said-i Nursi, özel-

90

Page 92: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

likle "Sikke-i Tasdik-i Gaybi" adlı "risale"sinde kendi-

yazılarını Kuran'la özdeş sayar, kendini Tanrıyla konu­

şan, Peygamber'le, Abdulkadir Geylani ile, Muhyiddin-

i Arabi ile eş tutar. Nitekim şöyle bir yorum getirir: "Ri-

sale-i Nur'u, cenabı Allah Kuranıkerim'de imzalamıştır.

Başta Hazreti Muhammed olarak, Hazreti Ali, Abdulka­

dir Geylani, Muhyiddin Arabi ve öteki büyükler de Ri-

sale-i Nur 'a imza koymuşlardır." Bu sözler böyle düz­

gün değil, karmaşık, dağınık niteliktedir. Nurcular bu dil

bozukluklarını anlam derinliğine, Tanrısal bildirilerle

gelen ürperişlere yorarlar.

Said-i Kürdi, sürgün olarak bulunduğu İsparta'da

yazdığı "Lemalar"da şunları söylüyor: "Risale-i Nur gir­

diği her yeri kutsal laştırmış (mübareklendirmiş), bu ara­

da... İsparta'ya mübareklik mekânı kazandırmıştır... Ri­

sale-i Nur, İsparta'ya bütün illerin üstünde bir dindarlık

meziyeti sağlamıştır." Özetlenerek alınan bu alıntıda ya­

zar kendinin bulunduğu yerin kutsallaştığını söylerken,

üstü kapalı olarak Tanrısal bir niteliğe büründüğünü vur­

gulamaktadır. İslam dinine göre yalnız Tanrı "müba­

rek", "mukaddes" bir varlıktkır, il, ilçe "mübarek" ol­

maz.

Kendi kendini "mübarek" diye niteleyen Saıd-i Nur­

si "Sönmez Risalesi"nde, şu sözlerle "Risale-i N u r " u

övmektedir: "Risale-i Nur Kuran'ın aynasıdır, bir muci­

ze niteliğindedir." İslam dininde, Peygamber "benden

mucize beklemeyin" derken bizim "mübarek" yazari-

91

Page 93: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

mız yazılarını bir yandan Kuran'la karşılaştırıyor, bir

yandan da " m u c i z e " diye niteliyor. Yine bu "risale"nin

başka bir yerinde şöyle diyor: "... Risale-i Nur 'a kimse

karşı koyamaz, onunla boy ölçüşemez, ona denk tutula­

maz." Bu sözler önceleri Kuran için söylenmişti, onun

"bir benzerinin yazılamayacağı" vurgulanmıştı.

Said-i Nursi'ye göre "Risale-i N u r " kendisine Tan­

rının isteği üzerine, dolaysız olarak indirilmiştir. Nitekim,

"Bediüzzaman Cevap Veriyor, 1960" adlı yazıda: "Risa­

le-i Nur, Said-i Nursi 'ye Allah tarafından verilmiştir"

denmektedir. İslam dinine göre Tanrı dört yalvaca (Pey­

gambere) kitap indirmiştir: Tevrat, Zebur, İncil, Kuran.

Bunlardan birincisi Musa'ya ikincisi Davud'a üçüncüsü

İsa'ya, dördüncüsü Muhammed'e indirilmiştir. Bunların

indirilmesi "vahy" yoluyladır. Bunların dışında kalan, yi­

ne Tanrısal sevgiden kaynaklanan kitapların yazılmasın-

daki gizemsel etkinliğe "İlham/esin" denir. Oysa Nur­

cu önderi burada, Kuran'da geçen " insa l " sözcüğünü

tersine çevirerek kullanıyor. Nitekim "Emirdağ Lahika­

s ı" adını verdiği yazısında da "Kuranıkerimin ruhu, Ri­

sale-i Nur 'un cesedine girmiştir" demekten kendini ala­

mıyor. Bu sözler yorum gerektirmez, anlamları açık. Ya­

zar, benim yazdıklarım "Kuran,'dır" açıklamasını geti­

riyor, sağlıklı bir sağduyunun bunlara verebileceği baş­

ka bir anlam yoktur.

Bu tür sözleri öne sürerek, Tanrısal bir nitelikle do­

natıldığını söyleyenlerin öncüsü Muhyiddin-i Arabi'dir.

92

Page 94: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

www.cizgiliforum.com enginel

Page 95: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

O da kimi yazılarında, kendisinin Tanrıyla dolaysız gö­

rüştüğünü, Tanrının bir insan kılığına (özellikle yatağa

girmiş güzel bir kadın) bürünerek kendisine yaklaştığı­

nı ortaya atmıştı. Şeriat, onun, Gazzali'nin yazılarını suç­

lamış, yasaklamıştı. Said-i Kürdimin söyledikleri de baş­

ka türlü değil. İmdi, yine Nursi 'nin "Mesnevi-yi Nuri­

y e " adlı yazısından, özetleyerek şunları aktaralım: "Ri-

sale-i Nur, Kuran'ın bir mucizesi olduğundan her şeyde

bir marifet penceresi açmıştır. Bu kitap Kuran'a ait bir

sırrı çözerek bir yıllık işi bir saatte bitirecek duruma gel­

miştir... Risale-i Nur, Musa peygamberin asası gibi ne­

reye vurmuşsa oradan su çıkarmıştır."

İslam dinine göre, başta insan olmak üzere, bütün

yaratıklar kendi dillerince Tanrının adını anarlar, ona

karşı saygı-sevgi duyarlar, işte bu yorumu "Risale-i Nur"

yazarı tersine çevirerek, kendi yazısını da Kuran'a eş tu­

tarak şöyle söylüyor: "Risale-i Nur'u yalnızca kuşlar de­

ğil, gökte ve havada bulunan tüm varlıklar alkışlar." Bu­

rada da anlatılmak istenen çok açık, yorumsuzdur. Ya­

zarın dilinin altında, yapıtının Kuran olduğu savı okuyu­

cuya göz kırpmaktadır.

Said-i Nursi büyük bir birikime ulaşan yazılarının

hepsinde, kendini kimi yerde üstü kapalı, kimi yerde çok

açık olarak paygamberlerle karşılaştırır. Tanrıyla dolay­

sız konuştuğunu vurgular. Onun "Hizmet Rehberi" de­

diği yazısından, gelişigüzel birkaç bölümcüğü özetleye­

rek aktaralım: "Ama onda (Risale-i Nur'da) yazılanlar

93

Page 96: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Kuran'ın malıdır. Hepsi Allah'tandır... Peygamberimiz

Kuranıkerim'in sadece bir tercümanı idi. Üstat da (Sa-

id-i Kürdi) Risale-i Nur 'un sadece bir tercümanı gibi­

dir." Bu alıntıların amacı Kuran'la "Risale-i N u r " arasın­

da bir özdeşliğin, Peygamber'le Said-i Nursi arasında

bir yakınlığın bulunduğunu vurgulamaktı. Risale-i Nur

dizisinin tümünü okuyanlar, bu alıntıların bu nicelikte

kalmadığını, oldukça bozuk, dengesiz bir dille bütün bö­

lümlere serpiştirildiğini görmekte güçlük çekmezler. O-

nun "İman Hakikatleri" başlıklı yazısında söyledikleri

ürperticidir: "Risale-i Nur, peygamberimizin risaletinin

yani peygamberliğinin bir mirasını üstada verir." Açık­

lamaya, uzun yorumlara gerek kalmıyor, Nursi ile Mu-

hammed özdeş ortamda bulunuyor. İslam dininde Ku-

ran'a "sağlam i p " , "sağlam tutacak/kulp" anlamında

"urvetü'l vüska" denir. Nitekim Nursi de, gerek "Hiz­

met Risalesi", gerekse "Meyve Risalesi" adlarını taşı­

yan yazılarında, özetle şunları dile getirir: "Risale-i Nur...

urvetü'l vüska kopmayan kulptur., bir Allah ipidir, bu Al­

lah ipine tutunan kurtulur." Bu sözlerden çıkan anlam da

açıktır. Okuyucuyu duraksatan yalnızca Arapça "urvetü'l

vüska, hable'l metin" gibi sözcükler olabilir. Nitekim "h-

abl 'el metin" de sağlam ip, Tanrının ipi, Kuran anlamın­

dadır. Bu alıntıya göre "Risale-i N u r " bir Kuran'dır, sö­

zün başka bir yorumu yoktur.

Said-i Nursi çevresinde toplanan, Anadolu'nun göz­

lerden uzak bucaklarına dağılan " n u r talebesi", özellik-

94

Page 97: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Ie şeriata bağlı kimseler arasında tepki uyandırdı. Nite­

kim, 1970'li yıllarda, bu konuda yayınlar da görüldü. Bi­

zim bu konuyla ilgili yayınlar arasında en çok ilgimizi

çeken "Muğla îmam Hatip Okulu Müdürü, Ali Gözü-

tok"un yayımladığı "Müslümanlık ve Nurculuk, 1971"

oldu. Yazar, "Risale-i N u r " u baştan aşağı okumuş, ince­

lemiş, Kuran'la karşılaştırmış, ilginç alıntılarla sergile­

miş, "Nurculuk" denen akımın tüm ayrıntılarını sergi­

lemiştir. Bu yazıyı yazarken başvuru belgelerimizden

biri de o çalışma olmuştur.

"Risale-i Nur 'un, Hizmet Risalesi" bölümünde ge­

çen şu sözler de ilginçtir: "Risale-i Nur 'a karşı çıkıla­

maz (itiraz). Yapılacak her itiraz. En ulu kişilerden, Kut­

bu'1 Azam'dan da gelse aldırış edilmemeli." Bu alıntıda

da Kuran'a değgin bir özellik vardır. Nitekim İslam

inançlarına göre Kuran buyruklarına, açıklamalarına,

bildirilerine karşı çıkılamaz, Kuran eleştirilemez, tartı­

şılamaz. Kuran konusunda gündeme gelebilecek bir kar­

şı çıkış (itiraz) kesinlikle sutur, bunu yapan çağının en

büyük bilgini, en büyük ermişi (evliyası) tinsel bakım­

dan en üstün sayılan kişisi olsa bile sözleri geçersizdir.

İslam dünyasında Peygamber'e de "Kutbu'l a ' zam" den­

diği unutulmamalı. "Kutbu'l a ' z a m " en yüce, en üstün

yetke, çağına yön veren, ışık tutan gibi anlamlarda da

söylenir. Burada "Risale-i Nur "la Kuran yanyana geti­

riliyor. Bu tutum İslam dinine göre çok ağır bir suçtur.

Oysa, "Risale-i N u r " yazarı buna aldırmıyor bile.

95

Page 98: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Ali Gözütok'un, yukarıda adı geçen çalışmasında,

Said-i Nursi 'nin yazılarından yapılan alıntılar, onlarla il­

gili açıklamalar çok ilginç niteliktedir. Yazar, "Risale-i

Nur"da geçen yorumlarla Kuran ayetlerini karşılaştırıyor,

Said-i Nursi 'nin "Yeni Kuran" yazma tutkusunu bütün

açıklığıyla sergiliyor. Birkaç alıntı verelim:

"Kuranıkerim ve Risale-i Nur Rahman ve Rahim

olan Allanın bir indirişidir, s. 38)" , alıntılarını sürdüre­

lim: "Kuranıkerim ve Risale-i Nur 'un indirilişi aziz ve

hakim olan Allah'tandır... işte o nur hem Kuranıkerim'dir,

hem de Risale-i Nur'dur... Risale-i Nur 'un 129 parçası

Kuran'dan uzanan elektrik telinin ucuna takılan 129

elektrik lambası gibidir... Bu öyle bir kitaptır ki, insan­

ları karanlıktan ışığa çıkarasın diye sana indirdik. (Ku­

ran Secde Suresi)... Said-i Nursi'ye göre: Bu ayetlerde-

ki nur, yani ışık sözüyle anlatılmak istenen yine Risale-

i Nur'dur... Bu öyle bir kitaptır ki sen onunla insanları

Risale-i Nur 'un ışığına çıkarasın diye onu sana indirdik.

Allaha çağıran, güzel işler yapan ve ben Müslümanlar-

danım diyen kimsenin sözünden daha güzel ne olabilir

(Kuran Fuss. Suresi ayet 33)... Said-i Nursi 'ye göre: Hiç­

bir sözün kendisininkinden daha güzel olamayacağı

" s ö z " , Risale-i Nur Külliyatından olan "Sözler" adlı Ri­

sale yani kitaptır. Ayetle, işte bu kitap anlatılmak isten­

miş ve övülmüştür. Allah'a çağıran, güzel işler yapan ve

ben Müslümanım diyen Said-i Nursi'nin: Sözler adlı ki­

tabından daha güzel ne olabilir? s. 38-40."

96

Page 99: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Yukarıda sergilenen alıntılar iyice okunur, üzerinde

düşünülürse, İslam dininin, özellikle Kuran'ın ne gibi

çarpık yorumlara uğratıldığı Said-i Nursi 'nin Kuran'ı

bile kendi sözlerine, eylemlerine tanık gösterdiği, "Ri-

sale-i N u r " u n Kuran'da bile anıldığı, bir Tanrı buyruğu

diye tanıtılmak istendiği kolayca anlaşılır. Biz, burada

uzun yorumlara dalmak istemiyoruz. Ancak, Sadi-i Nur­

si'nin ne olduğunu, hangi isteklerin ardınca sürüklendi­

ğini anlamak için, öğrencilerinin (Nur talebesi), yandaş­

larının sözlerini dinlemekle değil yazılarını ilgiyle oku­

makla sağlanabileceğini vurgulayalım.

Yazılarının Kuran'la, bin üç yüz elli yıl önceden bil­

dirildiğini söyleyen, yüzlerce sayfa tutan "Risale-i

Nur"un pek çok yerinde, oldukça karışık, bulanık bir dil­

le sergileyen bir kimsenin "Müslüman" kavramı içine so­

kulmak istenmesi, bir de adının başına "bediüzzaman/ça-

ğın tansığı" gibi bir niteliğin eklenmesi sağlıklı bir sağ­

duyunun işi değil kanısındayız. Bir kimse durup durur­

ken, "beni Tanrı söyletiyor, bana yeni bir Kuran yaz di­

yor, bana esinler, vahiyler gönderiyor, bugün yapacağı­

mı önceden Kuran'la bildirmiştir" savını ileri süren ki­

şiye ne denir bilemiyoruz.

islam ülkelerinde, Tanrıyla yakınlık kurduklarını,

ondan dolaysız olarak esin-aldıklarını, Tanrısal esinle

yazı yazdıklarını, konuştuklarını söyleyen nice düşünü­

rün, ozanın, ermişin öldürüldüğünü biliyoruz, yazılı kay­

naklardan öğreniyoruz. Sözgelişi Hallac-ı Mansur, Sey-

9 7

Page 100: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

yid Nesimi, Şeyh Bedreddin, Oğlan Şeyh İbrahim daha

nicesi inançlarından dolayı ölüme gönderilmiştir. Onla­

rın söyledikleriyle Said-i Nursi 'nin "Risale-i Nur"da

yazdıkları arasında bir karşılaştırma yaparsak, öncekile­

rin salt aydın, suçsuz kimseler olduklarını, Said-i Nur­

si'nin ise "Şeriat" anlayışına göre İmam Gazali, Muh-

yiddin-i Arabi gibilerden çok daha derin bir "Günah uçu­

rumuna" yuvarlandığını anlamakta güçlük çekmeyiz.

Şeyh Bedrettin suçlanırken gerici Şeyhülislamlar: "Bu

adam ben peygamberim diyor, bana bunları söyleten Al-

lahtır diyor, yeni bir din getirmek istiyor..." çığlıklarını,

yaygaralarını koparmışlardı. Şimdi "Risale-i Nur 'u oku­

yunca insanın parmağı ağzında kalıyor. Eksiksiz "Müs­

lüman" geçinen bir kimsenin Kuran karşısındaki tutumu

böyle mi olmalıydı?

Bugün, Batı uygarlığının İslamdan doğduğunu, bü­

tün buluşların Kuran'dan alındığını söyleyen sözde bil­

ginlerimiz az değildir. Ancak sağduyunun sorduğu şu so­

ru da yanıtsız kalmaktadır: Bütün buluşlar Kuran'dan

alınmışsa, neden hepsi Kuran'a inanmayanların, onun

varlığını bile duymayanların, onu okumayanların ellerin­

den çıkmıştır. Neden Kuran'ın indiği toplumda, ona bağ­

lanan uluslarda böyle bir kimse çıkmamıştır?

İlkçağ Yunan-Roma uygarlığının, Avrupa'da tanın­

masında, özellikle Ortaçağ'da İslam aydınlarının etkisi

yadsınamaz, çalışmaları önemlidir. Ancak bu etki, bu

çalışmalar Yunan kaynaklarının bilinmesinde, öğrenil-

98

Page 101: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

meşinde yardımcı olmuştur. Batı uygarlığı kısa bir süre­

de tüm Ortaçağı, Islamı aşmıştır. Tüm İslam buluşları,

yenilikleri on üçüncü yüzyıl ortalarına bile ulaşamamış­

tır. On beşinci yüzyıl ortalarında Avrupa'da şaşırtıcı bir

gelişme, deneyci bir atılım yaşanmıştır. Gökbilim, fizik,

matematik, kimya, tıp alanlarında önemli buluşlar sergi­

lenmiştir. Elimde "Modern Çağ Öncesi Fizik, J.D. Be-

mal, Çev. Deniz Yurtören, 1995" adını taşıyan ilginç bir

yapıt var. Bunda, uygarlık tarihi boyunca sürdürülen bi­

limsel gelişmeler, buluşlar anlatılıyor, İslam aydınlarının

emeklerinden saygıyla söz ediliyor. Ancak, bu İslam uya­

nışı, bilimsel aracılığı pek uzun sürmüyor, Ortaçağ'la

kapanıyor, unutulup gidiyor.

Peki islam dünyası, Ortaçağ'daki olumlu gelişimi

neden sürdüremedi, neden günümüz İslamcılarına yal­

nızca o döneme özgü bir övünme kaldı? Bu duraklama­

nın, gerilemenin nedenleri neler olabilir? Bunları bizim

Nurculara, gericilere, "Kurtuluş İs lamda", "Anayasa

Kuran olmalı" diyenlere sorarsanız alacağınız yanıtlar

bellidir: "A- Masonlar, B- Tanzimat Döneminde Batılı­

laşma girişimi, Mustafa Reşid Paşa, Mithat Paşa, daha

sonra ittihat ve Terakki topluluğu, en sonra da Atatürk.

Bu engeller olmasa İslam inançları çağdaş dünyaya ege­

men olacaktı. Şimdi, biraz daha genişleyelim, şunları so­

ralım: Atatürk, ondan önceki engeller yalnızca Türki­

ye'de görüldü. Öteki İslam ülkelerinde böyle bir durum

yoktu. Sözgelişi Suudi Arabistan, Pakistan, İran, Endo-

99

Page 102: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

nezya, Fas, Cezayir, Tunus, Irak, Suriye gibi İslam ülke­

lerinde Atatürk yoktu, ondan önce gelen Reşid Paşa, Mit­

hat Paşa yoktu. Neden bu ülkelerde, çağdaş Avrupa öl­

çüsünde bir uyanma, bir silkinme, kendine dönüş olayı

yaşanmadı, yaşanmıyor da? Bu ülkelerin hangisi Atatürk

Türkiyesi'nden daha ilerde, daha saygın, daha güçlü, da­

ha özgürdür?

Nurculuk'ta nedense "tarikat" sözcüğü kullanılmaz,

Nurcular kendi topluluklarına "cemaat" derler. Bu bir kan­

dırmacadır. Nedeni belli: İslam inançlarına göre bu dini se­

çenlerden oluşan topluluğa "cemaat" denir. Peygamberin

çevresinde toplanan, Kuran'a bağlanan kimselerin birliği

"cemaaf'tır. Said-i Nursi de yeni bir din kurduğunu ileri

sürdüğünden ona bağlı topluluğa "cemaat" demiştir.

"Risale-i Nur" , bir yorum olmakla birlikte, Kuran'ın

bütününü kapsamaz, gelişigüzel seçilmiş ayetlerin, gö­

reli açıklamasını getirir. Ancak bu açıklamalar da, yu­

karda aktarılan alıntılardan anlaşıldığına göre gelenek­

sel Kuran yorumlarına uygun değildir, birtakım aykırı dü­

şünceleri içerir. "Risale-i Nur"un "Miftahü'l-iman" bö­

lümünde geçen şu sözleri de özetleyerek aktaralım:

"...Risale-i N u r " ab-ı hayattır... Musa Peygamber'in asa­

sı nasıl dokunduğu taştan oniki pınar akıttıysa, gerek

Hazreti Musa'yı, gerekse yanındakileri nasıl susuzluk­

tan kurtarmışsa, "Risale-i N u r " da onun gibidir. Bir Ku­

ran asasıdır". Bu sözlerin anlamı belli, yazar "Risale-i

Nur"la Kuran'ı özdeşleştiriyor.

100

Page 103: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

Saidi-i Nursi, " N u r Meyveleri" adını verdiği yazı­

sında şöyle diyor: "Risale-i Nur okumak veya yazmak,

alim olmak için yeterlidir, başka bilgiye gerek yoktur."

İmdi, bu sözleri okuyan bir kimsenin bilimden ne anla­

şıldığını sorması, üzerinde düşünmesi doğaldır. "Risa­

le-i Nur"da hangi bilimsel bilgiler vardır? Yukarda ser­

gilenen örneklere bakılırsa, bunların bir teki bile düzen­

li, sağlıklı bilgi değil, birtakım sanılar, sanrılar, sayıkla­

malar. Bilim us ölçülerine, düşünme kurallarına, bilim­

sel koşullara göre sağlanır. Bilim kavramının kapsamın­

da tarih, fizik, kimya, gökbilim, yerbilim, kazıbilim, sağ-

lıkbilim, dirimbilim, toplumbilim, coğrafya, matematik,

geometri, mekanik daha nice deney bilimi vardır. Peki

"Risale-i Nur"da bunların hangisi bulunur, bulunabilir?

İnsan bilimlerinde, özellikle insanın tinsel varlığını

ilgilendiren sağlık korumayı amaçlayan bilimlerde şaşır­

tıcı saptamalar vardır. Kimi sayrılıkların, denge bozuk­

luklarının saptanmasında konuşmaların, yazıların, yazı­

larla anlatılan konuların önemi büyüktür. Sayrılığın be­

lirtileri konuşmaya, yazıya, çizime yansır. Nitekim Fre-

ud ile öğrencilerinin önemle vurguladıkları bilinçaltı ev­

reni insanın anlaşılmasında tükenmez bir birikim kayna­

ğıdır. Bugün tinsel sayrılıkların, bilinç bozukluklarının

çoğu bu bilinçaltı alanına inmekle, oradan çözümleme­

ler getirmekle açıklanmaktadır. Bilinçaltı kişiliğin, ıra­

nın sığınağıdır. Oraya inmeyi başaran bir uzman, kaça­

ğı yakalamakta güçlük çekmez. Yukarıda söylenenlerden

yola çıkarak, Said-i Nursi'ye yaklaşmaya çalışalım:

101

Page 104: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

1- Said-i Nursi "Risale-i Nur"da geçen sözlerinin

Tanrıdan geldiğini, esin kaynağının Tanrı olduğunu sa­

vunmaktadır. Bu sav, onun dolaysız olarak, Tanrıyla iliş­

ki kurduğu anlamına gelmektedir. Peki Tanrıyla dolay­

sız ilişki kuran kimselere "peygamber" denmez mi? Bü­

tün peygamberlerin öne serdikleri savlar böyle değil mi?

Böyledir. Öyleyse, durup dururken peygamber olduğu­

nu savunana ne derler?

2- Said-i Nursi, yine örneklerden anlaşıldığına gö­

re, yeni bir Kuran yazma yolundadır. "Risale-i N u r "

Tanrısal esinlerle bütünleşen "kutsal kitap "tır, ona kar­

şı çıkılmaz, değiştirilemez, eleştirilemez. Bu niteliklerin

hepsi Kuran için geçerlidir. Oysa, yazdığı kitaba üstü

kapalı olarak "Kuran"dır diyen kişiye ne derler? Bu so­

runun yanıtını Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin "Fet­

vaları "ndan buluyoruz "Katli vacibtir." Yargı bununla

bitmiyor, "anın mezhebinden olanlar dahi katledilir." İş­

te şeriatın Said-i Nursi ile yandaşları, "nur talebesi" ko­

nusunda söyledikleri bunlardır.

3- Said-i Nursi İslamı savunurken, onun getirdiği ko­

şulların birine bile uymuyor. Bu kişi, lslamın öngördü­

ğü "a i le " birliğinden yoksundur, Tanrının bu konudaki

buyruğunu yerine getirmemiş, Peygamber'in yoluna

(sünnetine) bağlanmamıştır. Bu nedenle nurcuların ner-

deyse büyük bir bölümü evlilikten kaçınmaktadır.

4- tslamda özel bir giyim, toplumda ayrıcalık doğu­

racak nitelikte giyinip kuşanma yoktur. Oysa Nur tale-

102

Page 105: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

besi toplumun ilgisini çekecek biçimde dışadönük giy­

silere bürünmektedirler.

5- İslamda çalışmak bile "ibadetten sayılır"ken Nur­

cular çalışmazlar, tarla işlemezler, hayvan yetiştirmez­

ler. Peki neyle geçinirler, bu geçim kaynağını nerden sağ­

larlar? İslamda sömürü, dilenme, çalışmadan geçinme,

daha açığı " takva" denen toplumdan el etek çekerek e-

mek tüketmeden, kazanmadan yaşama yoktur, yasaktır.

"Müminler takvayı sevmezler". Oysa Nur talebesi hep

gizlilikler içinde, görünmeyen, bilinmeyen yerlerde ça­

lışmadan yaşar.

6- "Risale-i N u r " yayınlarıyla bu yurtların, okulla­

rın, derneklerin ayakta durmasına, yeni görkemli yapı­

ların, konutların yapılmasına olanak yoktur, bunlar kişi­

sel yardımlarla da olacak işler değil. Burada "değirme­

nin suyu nereden geliyor" sorusu bütün ağırlığıyla kar­

şımıza çıkıyor. İlk bakışta önemsiz gibi görülen bu son

sorun, hepsinden önemlidir. Nedeni şu: Düşünsel çalış­

malarda, güdülen amaç sorunların gerçeklere uygun, bi­

limsel yöntemlere dayalı olarak gündeme getirilmesi,

onlara yanıt aranmasıdır. Bu işte kapalılık, gizlilik yok­

tur.

Topluma açık, belli ereği, anlamsal içeriği olan bir

kuramın çevresinde toplananlar için kazanç, sömürü söz

konusu olamaz. Ancak, Nurculuk öyle değil. Toplumun

belli bir kesimini ele geçirerek yönlendirmek, çağdaş

anlayışla gelen görüşleri, oluşan kurumlan ortadan kai-

103

Page 106: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

dırmak, sözde bir "şeriat devleti" kurmak. Durum böy­

le olunca, bilimsel çalışmanın, görüşün ötesine geçilir,

örtülü amaç gündeme gelir. Durum böyle olunca geçim

olanakları, tüketim kaynakları ister istemez sorular dizi­

sine dönüşür, değirmenin suyunun kaynağı aranır.

Biz, yakından tanıdığımız Nurcuhrdan sezinlediğimi­

ze göre, Nurculuk Ortaçağ'da, İran'da ortaya çıkan, Hasan

Sabbah'ın kurduğu derneği "Haşhaşiye" diye nitelemek

yaygın bir gelenektir. Hasan Sabbah, İran'da "Alamut Ka­

lesi" denen dağlık yere çekilmiş, orada çevresinde topla­

nanlara "haşhaş" vererek uyuşturuculuğu aşılamıştır. Bu­

na alışan kimseleri, istediği gibi kullanmada, ölüme gön­

dermede güçlük çekmemiştir. Onun sonradan "Batınilik"

diye anılan çığırı İslam ülkelerinde uyuşturucu kullanma­

yı bir gelenek durumuna getirilmiştir.

Batinilikte, Kuran'ın görünen değil, görünmeyen

yanına, anlamsal içeriğine önem verilir, böylece alışıl­

madık bir yorum türü ortaya çıkar. Birliğin "başında bu­

lunan kimse Tanrılaştırılır, sözleri Tanrısal kaynaktan

gelmiş gösterilir, karşı konulmaz, tartışılmaz, eleştiril­

mez, yalnızca toplu olarak okunur, dinlenir.

Nurculuk, ister tarikat, ister topluluk (cemaat) olsun,

hangi görüşü benimsemiş, hangi ereğe yönelmiş, kısaca­

sı ne istiyor? Bu sorunun yanıtı yoktur. Nitekim "Risale-

i Nur"u sıkılmadan, bunalmadan okuyan bir kimse yaza­

rının ne istediğini bunları neden yazdığını anlamakta çok

güçlük çeker. Nurculara sorarsanız amaç, Türkiye Cu-

104

Page 107: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

muhriyeti yerine bir "şeriat devleti" kurmaktır. Ancak, al­

tı yüz yıl İslam geleneğine bağlanan Osmanlı Devleti'nin

sonu nereye vardı? diye sorulunca yanıt yoktur. Bugün, şe­

riata bağlılığını savunan İslam devletleri içinde Ameri­

ka'ya Avrupa'ya el açmayanı, dilenmeyeni yoktur. Türki­

ye'nin şeriat devleti olması, dilenci İslam devletlerinin sa­

yısını arttırmaktan başka bir işe yaramaz.

Diyelim ki gerçek amaç, Kuran içeriğine uygun bir

toplum düzeni kurmak, insanları ona göre eğitip yetiştir­

mektir. Oysa "Risale-i Nur"un Kuran'a uymadığı, onu ye-

nidenyazmayı düşündüğü ortada sergilenen yorumlardan

belli. Kuran'ın Nurculuğun isteklerini doyuramadığı, gi­

deremediği Said-i Nursi'nin açıklamalarından belli. Son­

ra, Müslümanlığa gönül vermiş bir kimsenin Kuran du­

rurken "Risalei-i Nur" okumasına gerek var mı? Bir in­

sana Müslüman olması için Tanrının kitabı yetmiyor mu?

Nurculuğun açık bir ereği, anlamı görülmüyor. Yük­

seköğretim kurumlarının "medrese-i nûriye" adıyla anıl­

masını isteyen Nurculuk o kurumlarda bilim adına ne

okutacak? Yalnızca "Risale-i N u r " okumak için yükse­

köğretim kurumuna gerek kalmamıştır.

Çağdaş bir toplumu, üstelik onlarca milyon insan­

dan oluşan büyük bir birikimi yönetmek için yalnızca

"Risale-i Nur" okumak yeter mi? Tüm toplumsal kurum­

ların yönetimi, düzenlenmesi, yaşatılması, gelir-gider iş­

lemleri, denetimi hangi ilkelere göre uygalanacak? Çağ­

daş dünyada içine kapanıp kendi başına yaşayabilen bir

105

Page 108: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

devlet yoktur. Uluslararası ilişkiler, sözleşmeler, anlaş­

malar, hep çağın anlayışına, uygarlığın gidişine göredir.

Türkiye bunların dışına çıkarsa, bunları yadsırsa kom­

şularıyla hangi koşullar altında barış sağlayacak, birlik-

düzen kurabilecek?

İslam çağımıza yetmiyor. Bütün buluşlar, gelişme­

ler, yenilikler toplumlararası ilişkiler Ortaçağdan beri

dinlerin dışına taşmıştır, hepsi Islamın dışında,.uzağın­

da varlığını sürdürme olanağı sağlamıştır. Bugün, topra­

ğının altındaki petrolü kendi olanaklarıyla, kendi buluş­

larıyla çıkaran, işleten arındıran, satabilen bir İslam dev­

leti yoktur. Yine bugün sağlığını kendi olanaklarıyla sa-

ğıltan bir İslam devleti yoktur. Varlıklı yöneticiler, "pet­

rol zenginleri" başları ağrıyınca hep Avrupa'ya, Ameri­

ka'ya koşuyorlar, sağıltım gereçlerini Kuran'da, "Risa-

le-i Nur"da aramıyorlar. Çağımız bütün dinleri aşmış bir

uygarlık anlayışının aydınlığında yürüyor.

Said-i Nursi bir yazısında: "Risale-i Nur, Kuranıke­

rim'in en hakiki tefsiridir. Risale-i Nur, kendisine hiz­

met edenler, başta talebelerini mutlak cennete götürecek"

demektedir. Oysa İslam dinine göre kimin cennete gide­

ceğini yanlınzca Tanrı bilir. Ortaçağ Avrupası'nda geçim

sıkıntısı çeken kiliseler varlıklı kimselere büyük gelirler

karşılığında "cennet satarlardı", bunu tarih kaynakla­

rından öğreniyoruz. Burada da, ona benzer bir açıklama

görülüyor, "Risale-i N u r " okuyanlar, onu yaymaya ça­

lışanlar kesinlikle "cennete gidecekler." Böyle bir sav

106

Page 109: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

sağlıklı bir düşünme odağından çıkamaz. Bu "cennet"

sözcüğünün arkasında yüklü bir çıkar, kazanç tutkusu­

nun pusuya yattığı besbelli. Kuran'da bile, "Kuran oku­

yan cennete gidecek" denmemiştir. Nitekim Kuran'ı, il­

gi duyunca bir papaz da okuyabilir.

Burada, Said-i Nursi'nin derin bir bunalım içine düş­

tüğü, sarsıldığı, dengesinin bozulduğu anlaşılıyor. Nite­

kim yazılarında, tümceler arasında sağlıklı bir anlam

bağlantısı görülmüyor, kavramlar yan yana dizilmiş, an­

cak içerikleri birbirinden kopuk. Bu kopukluk düşünme

eyleminin sık sık kesintiye uğraması sonucudur. Düşün­

me eylemi sağlıklı işlemiyor, sıçramalara, sapmalara,

anlam kaymalarına yöneliyor.

Durum düşünce yetersizliğinden doğuyor, bilinç bu­

lanıklığı düşünme eylemini saptırıyor, buna bilgisizlik,

kendini beğenmişlik, çevrede toplananların savrukluğu,

sarsaklığı eklenince iş içinden çıkılmaz bir bulaşıklığa

dönüşüyor. Said-i Nursi 'nin çok üstün düşünceler üret­

tiğini savunanlar, bü üstün düşüncelerin neler olduğu so­

rulunca, bir örnek istenince konuyu saptırıyor, anlamsız

sözcükler sergileyerek gerçek bir çözüm getirdiklerini sa­

nıyorlar. 1950 yılında, Edebiyat Fakültesi'nin Felsefe

Bölümü'nde öğrenciyken Muhsin Alev adlı nurcu bir ar­

kadaşımız vardı. Sonradan Berlin'e giderek, orada yeni

bir "nur derneği" kurdu, adını da "Muhsin Elkovani"ye

dönüştürdü. Bu arkadaşımız, Almanca yayımladığı bir

yazısında, Nursi ile Kant' ı karşılaştırmış (biz yazıyı gör-

107

Page 110: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

medik, yalnızca işlenen konunun aktarılmışını dinledik),

Nursi'yi Kant'tan daha üstün bulmuş. Biz, Kant'ın tüm

yazılarını okuduk, Nursi 'nin "risale'Merini de biliyoruz.

İkisini karşılaştırmak şöyle dursun adlarını yan yana yaz­

mak bile çılgınlıktır. Kant'ın görüşlerinden birçok felse­

fe çığırı doğmuş, Avrupa düşüncesi yeni bir içerik ka­

zanmış. Üstelik Kant bir yorumcu değil çığır açıcı düşü­

nürdür. Oysa Nursi yeterince öğrenim görmemiş, bilgi

edinmemiş, yalnızca Kuran'ın kimi yerlerini açıklama­

ya, yorumlamaya yeltenmiş, dağınık düşünceli, sağlık­

sız dilli bir kimse. Ayrıca Nursi dinci, kendinden bin üç

yüz elli yıl önce gelmiş bir dinin özünü kavrayamadan

savunucusu olmaya kalkışmış bir kimse. Kant, bizim Sa-

id-i Nursi'nin bir "yeni Kuran" yazmaya kalkışması gi­

bi "yeni İncil" yazmayı düşünmemiş. Neyse sözü uzat­

mayalım, bu söylenenlerle yetinelim.

Said-i Nursi'nin başlıca özelliği yetiştiği çevrenin

gereğince aydınlanmamış olmasıyla bağlantılıdır. Nite­

kim bütün İslam ülkelerinde durum böyledir. Kendini

Tanrının özel elçisi sayan, peygamber niteliğinde görüp

göstermeye yeltenen tüm dinciler bilgisiz, dengesiz, sav­

ruk anlayışlı kimselerdir. Uygarlık tarihi, din kurucula­

rının çoğunun birtakım dengesizlikler içinde çırpındığı­

nı gösteriyor. Düşünce üreten, geleceği aydınlatıcı, ge­

liştirici yapıt bırakan, düşünce çığırı açan bir din kuru­

cu görülmemiştir. Hepsi Tanrı adına konuştuklarını ile­

ri sürmüş, tutarsız kişiliklerini Tanrı kavramı arkasında

108

Page 111: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

gizlemişlerdir. Bu yüzden, yeryüzünde, din kurucu bir

bilgin, bir bilge görülmemiştir. Dinlerin hepsi yoksul

çevrelerde, üretim-tüketim dengesizliğinin egemen oldu­

ğu bölgelerde, karanlıkta yaşayanlar arasında doğmuş­

tur. Varlıklı bir din kurucu bilmiyoruz. Demek yoksulun

başarısı Tanrı adına konuşmasındadır.

İmdi, buraya değin anlatılanların hepsi Said-i Nur-

si'nin bir din kurucusu, inanç, yayıcısı olarak ortaya çı­

kışıyla, eylemleriyle ilgili bilgi kırıntılarıydı. Peki, din dı­

şında, dinden kaynaklanmayan hangi çağdaş girişimler­

le bu alanda başarı sağlanacak, toplum gelişmesinin önü

açılacak? Bu sorunun olumlu yanıtı yoktur. Said-i Nur-

si'nin dedikleri en ince ayrıntılarına değin toplumsal ku­

rumlara uygulanırsa, Türkiye yeryüzünün en bayındır ül­

kesi olurmuş. Peki tarihte yalnızca dinsel uygulamalarla

varlığını sürdüren, bayındırlaşan, gelişen, yükselen bir

devlet var mı? Bir Nurcu neyi örnek alarak, hangi çağdaş

verilere dayanarak Türk toplumunu yükseltecek? Bunu

düşünen bir kimse çıkmamıştır. Atatürk'ü yermekle, cum­

huriyet yönetiminin dine baskı yaptığı yalanını diline do­

lamakla ülke kalkınmaz. Ülkeyi kalkındıran belli kay­

naklar, odaklar vardır. Bunların başında üretim gelir.

Okullara din dersi koymakla, din görevlilerinin aylıkla­

rını arttırmakla, bütün toplum kurumlarını dine bağla­

makla kalkınma olur mu? Bir Nurcu hangi üretim alanın­

da verimli, varsıl olabilmiştir? Hepsi olumsuz.

Üretim kalkınmanın birinci koşuludur. Ürettiği ken­

dine yeten, artığını başkalarına satarak gelir sağlayan, baş-

109

Page 112: Ismet Zeki Eyüboğlu - Irtica

kalanndan yardım beklemeyen, ürünlerine dünya satak-

lannda alıcı bulan, toprağın altındaki gelir kaynaklarını iş­

letmeyi bilen bir ulus kalkınır. Kalkınmanın başka bir ola­

nağı yoktur. Yeryüzünde dinle sağlanan geniş kapsamlı bir

üretim yoktur. Şeriat yanlısı devletlerin yeraltı kaynakla­

rını bile, İslama inanmayan uluslar işletip sömürmektedir.

Kadınları eve kapamakla, kara örtülerin altına sok­

makla, kızları yalnızca din-tarikat bilgileriyle aydınlat­

maya çalışmakla ne üretim sağlanır, ne de dilencilikten

kurtulma olanağı bulunur. Türk kadını kırsal kesimde kaç

göç bilmez, kara örtülere bürünmez. Türk kadını tarla­

sında, çayırında, harmanında, ağılında erkeğiyle yan ya­

nadır, komşularıyla uzlaşım içindedir. Kapanma, örtün­

me büyük yerleşme yerlerinde, işsiz güçsüz oturmakla

başlar, bu nedenle gericiliği besleyen kaynaklar da bu­

ralardır. Kırsal kesimin üretici kadını, büyük yerleşme

yerlerine göçünce gecekonduların tüketici dişisi durumu­

na getiriliyor, benliğinden, kişiliğinden uzaklaştırılıyor.

İkinci Abdülhamid'in delidir, sapkındır diyerek,

Toptaşı Tımarhanesi'ne attırdığı Said-i Kürdi, Cumhu­

riyet döneminde Tanrıyla konuşan, ondan buyruklar, bil­

diriler, öneriler alan bir olağanüstü kişi durumuna geti­

riliyor. Peki bütün delilerin yazgısı böyle değil mi? Tan­

rıyla konuşmak, Tanrılaşmak deliliğin en yüksek aşama­

sıdır? Tanrı, bilinmeyen bir nedenle, cumhuriyetten son­

ra ülkemize gönderdiği böyle ermiş delilerle ulusumu­

zu çok sevdiğini kanıtlamıştır.

110