Upload
others
View
38
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET BİLİMİ(YÖNETİM BİLİMİ)
ANABİLİM DALI
TÜRKİYE’NİN İDARİ REFORM POLİTİĞİ
Doktora Tezi
Hüseyin YAYMAN
Ankara-2005
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET BİLİMİ(YÖNETİM BİLİMİ)
ANABİLİM DALI
TÜRKİYE’NİN İDARİ REFORM POLİTİĞİ
Doktora Tezi
Hüseyin YAYMAN
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Birgül A. GÜLER
Ankara-2005
İÇİNDEKİLER
Sayfa
Tablolar..………………………………………………………………..….………..…….ıv
Kısaltmalar............................................................................................................................v
GİRİŞ.....................................................................................................................................1
Çalışmanın Konusu..………………………………………………..….….……..………19
Çalışmanın Amacı..…………………………………………………………...……….….21
Çalışmanın Sınırlılıkları..……………………………………………………………..…24
BÖLÜM I
KLASİK İDARİ REFORM ANLAYIŞI DÖNEMİ VE TÜRKİYE UYGULAMASI
I.Tanım ve Kavramsal Çerçeve…………….........................................................................26
I.I.1- İdari Reform Kavramı ve Bir Yöntem Arayışı…….……………..…....................26
I. I.2- İdari Reformun Nedenleri........................................................................................46
I.I.3- İdari Reformun Amaçları..........................................................................................51
II. Türk Kamu Yönetiminin Genel Durumu………………................................................56
I.II.1- Osmanlı İmparatorluğunda Reform Düzenlenmelerinin Gelişimi........................56
I. II. 2- Cumhuriyetin İlk Yıllarında Kamu Yönetiminin Gelişimi....................................69
BÖLÜM II
TÜRKİYE’DE ERKEN DÖNEMDE YAPILAN İDARİ REFORM ÇALIŞMALARI
I. Cumhuriyet Dönemi Kamu Yönetimini Modernleştirme Çalışmaları..............................79
I.1- Yeni Bir Rejim ve Kapitalist Dünya ile Eklemlenme…...........................................81
I.2- 1929 Dünya Ekonomik Krizi ve Yeni Düzen Arayışları...........................................84
I.3- Yabancı Uzmanlar Tarafından Yapılan İdari Reform Çalışmaları………………...88
I.4- - Dorr Raporu, 1933.................................................................................................94
II. Dünya Savaşı Sonrası Dönem ve Kalkınma Sorunu......................................................111
II.1- Thornburg Raporu, 1949.........................................................................................118
II.2- Neumark Raporu, 1949............................................................................................132
I
II.3- Barker Raporu, 1951................................................................................................150
II.4- Martin-Cush Raporu, 1951......................................................................................163
II.5- Gruber Raporu, 1952...............................................................................................170
II.6- Hanson Raporu, 1954..............................................................................................174
II.7- Baade Raporu, 1959.................................................................................................176
II.8- Chaillaux-Dantel Raporu, 1959...............................................................................184
III. Diğer Çalışmalar.............................................................................................................191
III.1- Demiryollarının Rasyonalizasyonu Raporu…….....................................................197
III.2- Max Der Porten Raporları.......................................................................................199
III.3- Karayollarının Durumu: Hilts Raporu, 1948….......................................................213
IV. Yabancı Uzman Raporları ve Ulaşılan Sonuçlar.........................................................220
BÖLÜM III
PLANLI KALKINMA DÖNEMİNDE YAPILAN İDARİ REFORM ÇALIŞMALARI
I- Yeni Bir Dönem ve Yeni Bir Başlangıç 1961 Anayasası...............................................228
I.1- Planlı Ekonomi Politikaları Doğrultusunda Yeni Yön Bulma Arayışları…...….........234
I. 2- İdari Reform ve Reorganizasyon Hakkında Ön Rapor, 1961.....................................237
I.3- Mook Raporu, 1962, ....................................................................................................243
I.4- Fisher Raporu, 1962.....................................................................................................248
I. 5- Podol Raporu, 1963....................................................................................................251
I. 6- Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırma Projesi, 1963..................................................258
II. 12 Mart 1971 Siyasal Bunalımı ve Yönetimin Yeniden Düzenlenmesi
Çalışmaları....................................................................................................................267
II.1- İdari Reform Danışma Kurulu Raporu, 1972...........................................................268
II.2- Kamu Yönetimi Araştırma Projesi, 1991.................................................................271
II.3- MEHTAP, İYD ve KAYA Projelerinin Değerlendirilmesi.....................................276
BÖLÜM IV
İDARİ REFORM KAVRAMINDA PARADİGMA DEĞİŞİMİ VE DEVLET
REFORMUNA GEÇİŞ
1-1980 Sonrası Dönem ve Küresel Sisteme Eklemlenme Süreci.......................................279
2- Küreselleşme ve Kamu Yönetiminde Değişim..............................................................283
II
3- Kamu Yönetiminde Paradigma Değişimi ve Yeni Kamu Yönetimi Anlayışı……...294
4- İdari Reform Kavramının İçeriğinin Değişimi ve Devlet Reformu...........................304
5- İkinci Dalga: Kamu Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Getirdiği
Yeni Düzenlemeler, 2004..............................................................................................316
6-“Vatan Nasıl Kurtulur” Düşüncesinden Günümüze Türkiye’de İdari
Reform Çalışmalarının Politiği ve Reform İdeolojisi..............................................344
SONUÇ VE GENEL DEĞERLENDİRME.............................................................349
KAYNAKÇA..............................................................................................................362
ÖZET...........................................................................................................................384
SUMMARY.................................................................................................................386
III
TABLOLAR
Sayfa
Tablo I. Barker Raporu ile Mehtap Raporunun Karşılaştırılması……..……………….…....262
Tablo II. Mehtap Raporu ile İdari Reform Danışma Kurulu Raporunun Karşılaştırılması…..270
Tablo III. İdari Reform Danışma Kurulu Raporu ile KAYA Raporunun Karşılaştırılması..275
Tablo IV Geleneksel Yönetim Anlayışından Yeni Kamu Yönetimi Anlayışına Geçiş…….301
IV
KISALTMALAR
AİD : Amme İdaresi Dergisi
AÜSBF. : Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
BM : Birleşmiş Milletler
C. : Cilt
DB : Dünya Bankası
DMK : Devlet Memurları Kanunu
DPB : Devlet Personel Başkanlığı
DPD : Devlet Personel Dairesi
DPT : Devlet Planlama Teşkilatı
DTÖ : Dünya Ticaret Örgütü
IMF : Uluslararası Para Fonu
İRDKR. : : İdari Reform Danışma Kurulu Raporu
İÜİF. : İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi
İYD. : İdarenin Yeniden Düzenlenmesi
İYY. : İdarenin Yeniden Yapılandırılması
KAYA : Kamu Yönetimi Araştırma Projesi
KİT : Kamu İktisadi Teşebbüsleri
MEHTAP : Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırma Projesi
ODTÜ : Orta Doğu Teknik Üniversitesi
ÖİK : Özel İhtisas Komisyonu
TODAİE : Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü
S. : Sayı
s. : Sayfa
V
EK I. TÜRKİYE’NİN İDARİ REFORM KRONOLOJİSİ*
I. ULUSAL ÖLÇEKTE YAPILAN ÇALIŞMALAR Raporun İsmi Çalışmanın Tam Adı Raporun Kime Sunulduğu Tarihi
Dorr Raporu Türkiye’nin İktisadi Bakımdan Bir Tetkiki
İktisat Vekili Celal Bayar 1933
Hilts Raporu Türkiye’nin Karayollarının Durumu Ulaştırma Bakanı Kasım Gülek 1948 Thornburg Raporu Türkiye Nasıl Yükselir Belirsiz 1949 Neumark Raporu Başbakanlık 1949 Barker Raporu Başbakanlık 1951
Martin-Cush Raporu Maliye Bakanlığı 1951 Gruber Raporu Başbakanlık 1952 Hanson Raporu Başbakanlık 1954 Baade Raporu Başbakanlık 1959
Chaillaux-Dantel Raporu Devlet Personel Dairesi 1959 İdari Reform ve Reorganizasyon
Hakkında Ön Rapor İdari Reform ve Reorganizasyon
Hakkında Ön Rapor Milli Birlik Komitesi 1961
Mook Raporu Devlet Personel Dairesi 1962 Fisher Raporu Devlet Personel Dairesi 1962 Podol Raporu Devlet Personel Dairesi 1963
MEHTAP Raporu Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırma Raporu
Başbakanlık 1963
Merkezi İdarenin Taşra Teşkilatı Üzerine Bir İnceleme
Merkezi İdarenin Taşra TeşkilatııÜzerine Bir İnceleme
Başbakanlık 1966
Türk Mahalli İdarelerinin Yeniden Düzenlenmesi Üzerine
Bir Araştırma
Türk Mahalli İdarelerinin Yeniden Düzenlenmesi Üzerine Bir
Araştırma
Başbakanlık 1966
İdari Reform Danışma Kurulu Raporu
İdari Reform Danışma Kurulu Raporu
Başbakanlık 1972
Kamu yönetimi reformu Milli Birlik Komitesi 1983 KAYA Raporu Kamu Yönetimi Araştırma Raporu Başbakanlık 1991
Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma Projesi
Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma
Başbakanlık 2004
*Bu isimlendirme yapılırken Cumhuriyet döneminde yapılan yenileşme çalışmaları çalışmanın sınırlılıkları bağlamında kapsam dışında tutulmuştur. Bu kronoloji doğal olarak içinde bir kısım eksiklikleri taşıyacaktır. Bu eksikliklerin zaman içinde giderilerek konu ile ilgili tam bir liste oluşturma çabası devam etmektedir.
II. KURUM DÜZEYİNDE YAPILAN ÇALIŞMALAR
Raporun İsmi Çalışmanın Tam Adı Hangi Makama Sunulduğu Tarihi Bell Raporu Türkiye Devlet Demir Yolları İşletmesi Hakkında Umumi Rapor Ulaştırma Bakanlığı 1934
A. Mundorf Raporu Feshane Çuha Fabrikası ve Faaliyeti Hakkında Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1935 Gorsky Nazilli Civarındaki Gerenez Linyit Ocaklarına Ait Tetkikler Başbakanlık Murakabe Birimi 1935
M. V. Porten Yeminli Muhasipler Hakkında Kanun Projesi Başbakanlık Murakabe Birimi 1935 Granigg Karabük Sanayi ve Çakırköy Kömürü Hakkında Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1935 Gerstner Türkiye Devlet Demir Yolları Cer Servisinde Çalışan Ecnebi
Mütehassısların Raporları Başbakanlık Murakabe Birimi
Orth Posta Teşkilatı Hakkında Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1936 Josef Reminger Kütahya Keramik Fabrikasının Tadili Hakkında Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1936
M. V. Porten Bakırköy Bez Fabrikası Hakkında Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1936 Marcel Biron Avrupa Üzüm Cinslerinin Türkiye İklimine İntibakları Hakkında
Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1937
M. V. Porten Zonguldak’tan İstanbul’a Kömür Navlunlarının Tererffü Sebepleri ve Alınması Lazım Tedbirler
Başbakanlık Murakabe Birimi 1938
M. V. Porten İzmit Kağıt Fabrikasındaki Maliyet Hesabı Hakkında Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1939 E. Hirsch İktisadi Devlet Teşekküllerinin Hukuki Mahiyeti Hakkında Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1939
Hösli Ereğli Bez Fabrikası Hakkında Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1940 Dr. Klopfer Sümerbank Memur ve Amelelerine Prim ve İkramiye Esasları
Hakkında Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1941
Raphael Cottier Sümerbank Personel Sigorta Sandığı Statüsüne Müteallik Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1941 F. Baade Tekel İdaresi Ambalaj İmal Vaziyeti Hakkında Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1946
İnternational Construction Co.
Karabük Demir Çelik Fabrikalarında Yapılması Düşünülen Tadilat ve Tevsi İşleri Hakkında Rapor
Başbakanlık Murakabe Birimi 1946
E. Buchmann Malatya Bez Fabrikasının Reorganizasyonu Hakkında Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1946 Bernfuss Paşabahçe İspirto Fabrikası İmalatının Rasyonelleştirilmesi Hakkında
Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1947
Marcel Biron Elazığ’ın Kırmızı Şarapları Başbakanlık Murakabe Birimi 1947 Prof. Dr. Frederic Bergius Türkiye Kimya Sanayi Hakkında Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1947
K. Mestenhauser Tekel’in Umumi Durumu Hakkında Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1947 Dr. Wallock Karabük Kimya Sanayi Hakkında Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1948
K. Mestenhauser Tekel Genel Müdürlüğü Malt fabrikasının Tesis Edileceği Yer Hakkında Rapor
Başbakanlık Murakabe Birimi 1948
K. Mestenhauser Tekel Genel Müdürlüğü, Paşabahçe Fabrikasının Şişe Maliyetleri Başbakanlık Murakabe Birimi 1948
Hakkında Rapor Otto Schöne Ağaçlı ve Batı Anadolu Kömürlerinin En Ekonomik Şekilde
Kullanılması ve Ek rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1949
İnternational Construction Company
Karabük Demir Çelik Fabrikaları Haddahanesinin Islahı Hakkında Müşavir Mühendis Raporu
Başbakanlık Murakabe Birimi 1949
K. Mestenhauser Tuzun Bütün Yurtta Tek Fiyatla Satılması Hakkında Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1949 K. Mestenhauser Tekel’in Mali Durumu Hakkında Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1949
Rademscher Filyos Ateş Tuğlası Fabrikası Hakkında Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1950 Dr.Ottmar Aockerblom Ereğli Kömür İşletmelerinin İşçi mevcudu ile Teknik Kadrolar
Üzerinde Yapılması Gereken Değişiklikler Hakkında Nihai Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1952
Anderson- Nicholas And. Co Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demir Yolları İş Değerlendirme Programına Dair Nihai Rapor
Başbakanlık Murakabe Birimi 1954
Anderson- Nicholas And. Co Türkiye Limanları Hakkında Nihai Rapor Başbakanlık Murakabe Birimi 1955
GİRİŞ
Yönetim pratiği bakımından uzun bir tarihe ve önemli bir birikime sahip olan
Türkiye’de “idarenin ıslahına ve idari reforma” dair önemli çalışmalar
bulunmaktadır. Bu çalışmalar ilk olarak “devletin nasıl kurtarılacağı” düşüncesi
etrafında, askeri ve mali konularda devlet adamlarına öğütler ve bozuklukların
düzeltilmesinde tutulacak yollar biçiminde ortaya çıkmıştır. Osmanlı döneminin
ıslahat fermanlarından günümüze, devleti ve toplumu reforma tabi tutmak isteyen
pek çok çalışmanın olduğu görülmektedir(Savcı, 2003:397). Modernleşme
hareketleri ile birlikte yasal-ussal bürokrasiye geçiş arayışları hız kazanırken
İmparatorluğun son dönemine damgasını vuran ıslahat fikri, Cumhuriyetle birlikte
devam etmiştir. Bu zihni arka plan “idarenin ıslah edilmesi” ve “idari reform”
kavramlarının vulgarize edilmesine ve büyük beklentilerin oluşmasına neden
olmuştur. Sürekli bir “yönetim krizi” haleti ruhiyesi içinde şekillenen Türkiye’nin
yönetim pratiği, her on yılda bir yaşadığı kriz sonrası reform imtihanına tabi
tutulmuştur.
Geniş bir yorumlama ile idarenin ıslah edilmesine dair talepleri Lütfi Paşanın
Asafname(1541) adlı çalışmasına kadar götürebiliriz. Vezir bu çalışmasında,
köylerdeki nüfus azalışının tehlikelerine dikkat çekerek, taşra idaresinin
fonksiyonlarını devam ettirebilmesinin bir aracı olarak vergide mülayimlik ve
köylerin nüfuslarının düzenli sayımlar yoluyla korunması gerektiği belirtmekteydi.
Yine erken döneme ait çalışmalara örnek teşkil edecek Koçi Bey Risalesini ve
Defterdar Sarı Mehmet Paşanın (Nesayihü’l-Vüzera ve’l Umera) “Devlet
Adamlarına Öğütler” isimli çalışmalarını(Lewis, 1991:32-33) sayabiliriz. Osmanlı
İmparatorluğunun çözülme devrinin, gelenekçi bir bakış açısıyla yorumlanması
1
şeklinde ortaya çıkan bu çalışmaların temel problematiği, devlet adamlarına
nasihatler ve öğütler biçiminde olduğu gözlenirken, gerilemenin durdurulmasının
“kanunu kadime riayetle” mümkün olacağını belirtmekteydiler(Öz, 1997:108). On
dokuzuncu yüz yılın başından itibaren ıslahat hareketleri yeni bir içerik kazanarak
gelenekçi yorumlamanın değiştiği ve yerini daha köklü değişiklikleri içeren “yeni
düzen” arayışlarına bıraktığı ve gelenekçi önerilerin yerini kurtuluşu “Batılılaşmada”
gören bir anlayışa ve amaca yönelinildiği görülmektedir. Bu ve benzeri çalışmaların
çoğundan istenilen sonuçlar alınamamış olmakla birlikte sonraki çalışmalara ciddi bir
zemin hazırladığı görülmektedir(Davison, 1997:31).
Osmanlı İmparatorluğundaki reform çalışmalarının 1800’lü yıllarla birlikte
yoğunluk kazandığı, elitler düzeyinde de olsa yeni örgütlenmelerin ve daha kapsamlı
çalışmaların ortaya çıktığını görmekteyiz. Prens Sabahattin tarafından kaleme alınan
“Türkiye Nasıl Kurtulur” isimli risale ile ilk defa sorunu bu ölçüde açık biçimde
ortaya koymaktaydı. Savunduğu fikirler bakımından ciddi eleştiriler alan Prens
Sabahattin“Türkiye Nasıl Kurtulur?” adlı çalışmasında, Osmanlı toplumunun geri
kalmışlığının sebebini bütüncül yapıda görerek, bireyi geliştirecek bir eğitim sistemi,
ferdiyetçi toplum yapısının kurulması, yönetimde adem-i merkeziyete geçilmesi gibi
öneriler sunmaktaydı. Prens, önerilerinde bireysel özgürlüğü öne çıkarırken, özel
mülkiyeti ve girişim hürriyetini de İmparatorluğun kurtulması için esas olarak
görüyordu. Prensin ileri sürdüğü “adem-i merkeziyetçi” görüşler imparatorluğun son
dönemine damgasını vururken bu görüşlerin devletin dağılması, “teşebbüsü şahsiyi”
savunan görüşlerinin ise ülkenin yarı sömürge haline gelmesi süreciyle paralellik arz
ettiği görülmektedir. Bu anlamda “devlette reform” yapmak ve yeni bir çığır açmak
2
isteyenlerin zengin bir birikime sahip Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi reform
pratiğini yeniden okumaları önemli bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkmaktadır.
Tanzimat’ın ilanı projesinden günümüze kadar Türk idare sisteminin
değişmez gündemini oluşturan idari reform konusu bir anlamda adem-i merkeziyetçi
fikirleri ile Prens Sabahattin ile merkeziyetçi üniter bir yapıyı savunan Ahmet
Rıza’nın görünmez mücadelesi şeklinde geçmiştir. Cumhuriyet yönetimi referans
olarak Ahmet Rıza Beyin merkeziyetçi üniter yapısını model alırken, 1933 tarihinden
başlayarak bu yapının gevşetilerek, daha liberal ve adem-i merkeziyetçi bir yapıya
geçilmesi hususunda yabancı ve yerli uzmanların tespitleri bulunmaktadır. Ancak
mevcut yapının tüm eleştirilere rağmen kısmi iyileştirmelerle devam ettiği
görülmektedir. Ülkemizde idari reform ya da yönetimin yeniden düzenlenmesi
çalışmaları uzun zamandır devam eden “Türkiye’nin düzeni ne olmalıdır?” sorusu
bağlamında ortaya çıkan bir düzen arayışına ve son tahlilde bir politik tercihe işaret
etmektedir. “Düzen arayışı” sorunu ilk olarak III. Selim’in “Nizamı Cedid” (yeni
düzen) projesine kadar gitmekle birlikte Cumhuriyet’in ilanı ile başlayan dönem,
düzen fikrinin en çok tartışıldığı dönem olmuştur. 1923’le başlayan dönem
içerisinde kimi zaman örtülü kimi zaman açık biçimde “düzen tartışması ve düzen
arayışı” devam etmiş ve entelektüel yaşamımızı zenginleştiren tartışma alanlarından
biri olmuştur.
Türk modernleşmesinin araçlarından biri olan idari reform çalışmaları son
tahlilde, yönetim aygıtının patrimonyal bir yapıdan yasal-ussal bir niteliğe kavuşması
anlamında önemli çabalar ve denemeler olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak bu proje,
yasa ve yönetmelikler son tahlilde çağdaş modernleştirme şemaları olarak görülmüş
ve toplumsal karşılığı ihmal edilmiştir. Fransız idare sisteminin etkisi altında
3
merkeziyetçi bir yönetim anlayışını benimsemiş olan Türk kamu yönetimi
geleneğinin, çoğu zaman iç dinamiklerden ziyade uluslararası dinamiklerin etkisiyle
daha liberal bir modele doğru evrildiği görülmektedir. Bu anlamda Fuat Paşa
tarafından dile getirilen “pabuççu muştası” terimi günümüzde de açıklama gücünü
muhafaza eden bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.
On dokuzuncu yüzyılın hakim siyasi doktrini olan liberalizmin Osmanlı
devletine yansıması 1838 Ticaret Anlaşması ile olurken, bu anlaşmanın getirdiği
yeni düzenlemelerle Osmanlı ekonomisi Batılı sanayileşmiş ülkeler tarafından yarı
sömürge haline getirilmeye çalışılmıştır. 1839 Tanzimat Fermanı ile bu ekonomik
liberalleşmenin hukuksal ve yönetsel ayağı tamamlanmaya çalışılmıştır. Tabiri caizse
Osmanlı Devleti Tanzimat reformları ile liberal ekonominin hukuksal temelini ve
modern bürokratik örgütlenmesini tamamlayacağına dair bir taahhüt altına girmiştir.
1856 yılında ilan edilen Islahat Fermanı ile pekiştirilen bu süreç Osmanlı Devletinde
köklü bir yeniden yapılanma ve düzenleme dönemini başlatmıştır.
Türkiye’nin reform pratiği kendi iç dinamiklerinden daha çok uluslararası
aktörlerin ve konjonktürün etkisi altında yürüyen bir süreç olmuştur. Yani sürekli bir
“pabuççu muştası”na ihtiyaç duyulmuştur. Reformlar kimi zaman ABD’li uzmanlar,
kimi zaman Birleşmiş Milletler Kalkınma Örgütü, kimi zaman ise Dünya Bankası ve
Uluslararası Para Fonu öncülüğünde yürütülmüştür. Özellikle 1960 sonrası dönemde
Türk uzmanlar tarafından yürütülen Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırması Raporu
(MEHTAP, 1963), İdarenin Yeniden Düzenlenmesi İlkeler ve Öneriler (İYD, 1972)
Kamu Yönetimi Araştırma Projesi (KAYA, 1991) gibi yapılan kapsamlı ve ayrıntılı
reform çalışmaları bulunmakla birlikte, bu çalışmaların başta Dünyanın ve sonra
4
Türkiye’nin içine girdiği iktisadi ve idari krizlere denk düştüğü gerçeği gözden
kaçırılmamalıdır.
İkinci Dünya savaşı dönemi sonrasında oluşan “yeni dünya düzeninde”
Türkiye’ye de bir rol verilmiş ve günümüzün Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak
nitelendirebileceğimiz ancak kapsam bakımından çok daha geniş ölçekli olan
Marshall Planı ile Türkiye başta askeri alanda işbirliği olmak üzere, ekonominin ve
idarenin yeniden yapılandırılması bağlamında Amerikancı reçetelerin etkisi altına
girmiştir. Mevcut yönetim pratiğinin personel sitemi başta olmak üzere 1950 sonrası
yabancı uzmanların projeleri ile oluşturulduğu ve temellerinin atıldığı görülmektedir.
İkinci Dünya savaşı dönemi sonrasında dünyada oluşan “yeni düzen” Türkiye’yi de
etkilemiş ve bir çok yeni düzenleme yapılmıştır. Çok partili hayata geçilmesiyle
birlikte Türkiye yeni bir dönem başlarken toplumsal ve siyasal muhalefetin
yükselmesi bir iktidar değişikliğiyle sonuçlanmıştır. 1950 Demokrat Parti (DP)
iktidarı ile yeni bir dönem açılmıştır.
Geçen zaman içinde Türkiye, niceliksel ve niteliksel bir kısım değişimler
geçirmiş olmakla birlikte; değişen dünyayı anlamak ve yorumlamak bağlamında
çağdaş dünyanın gerisinde olduğu ve merkeziyetçi yapının süreç içerisinde kendini
yeniden üreterek devam ettiği öne sürülmektedir(Kamu Bürokrasisi, 1983: 20-21).
Bu süreçte önemli, kilometre taşlarından bir diğeri 24 Ocak 1980 tarihi olmuştur. 24
Ocak kararları ile ekonominin liberalizasyonu noktasında yasal düzenlemeler
yapılarak yapısal uyarlama politikalarının ilk adımı atılmıştır. AKP hükümetinin acil
eylem planında yer alan kamu yönetimi reformu ile 24 Ocak kararları ile gerçekleşen
ekonomik liberalleşmenin yönetim ayağı tamamlanmak istenmektedir(Güler, 2003).
Özellikle merkezi düzeyde toplanmış bulunan yetkilerin yerel yönetimlere devri ile
5
merkezi idarenin kürek çekmekten kurtarılarak dümen tutar hale getirilmesi ve
piyasacı bir yönetim aygıtı oluşturulmak istenmektedir.
“İdari reform”, “yeniden düzenleme” yada “yönetimin yeniden
yapılandırılması” sözcükleri aynı anlamda kullanılan terimler olmakla birlikte
“yeniden yapılanma” terimine geçmişe nazaran daha kapsamlı ve daha yenilikçi bir
anlam yüklenmiştir. Ülkelerin yönetim sistemlerini çağın gereklerine uygun yapılara
kavuşturmak istemesi, son yıllarda yöneticilerin gündemlerinde önemli bir yer
tutmaya başlamıştır. Disipliner anlamda “İdari Reform” terimi II. Dünya savaşı
sonrası dönemde ortaya çıkmıştır. Savaşın bitiminde ülkelerin hızlı biçimde
kalkınmalarını sağlamak için bulunan kalkınma yönetimi ve idari reform terimi
kamu yönetimi literatürünün en popüler kavramlarından biri haline gelmiştir.
Türkiye’deki uygulaması “bitmeyen senfoniye” dönüşen idari reform sorunu, kamu
yönetim disiplininin zengin konu başlıklarından biri durumuna gelmiştir. Türkiye
özelinde idari reform sözcüğü kimi zaman aynı kimi zaman farklı anlam ve içerikte
olmak üzere “ıslahat, devrim, inkılap, idari rasyonalizasyon, reorganizasyon,
idareyi geliştirme, kırtasiyeciliğin azaltılması, yönetimin iyileştirilmesi, örgüt
geliştirme, yönetimin yeniden düzenlenmesi, yönetimin yeniden yapılandırılması,
kamu reformu ve devlet reformu” sözcükleri küçük nüanslar olmakla birlikte
çoğunlukla eş anlamlı yada birbirinin yerine kullanılmıştır.
İdari reform kavramı, “idarenin işlevlerinde, rolünde, atanmış-seçilmiş
ilişkisinde, karar alma süreçlerinde bir denge arayışını” yansıtmaktadır. Yönetim
sisteminin hem iç ilişkilerinde, hem de dış çevresiyle olan ilişkilerinde önemli
değişikliklere neden olmaktadır(İYD, 1972). İdari Reform teriminin “idari ıslahat”,
“idari reform”, “devlet reformu” biçiminde bir evrim geçirdiği gözlenirken bu
6
terimlerin farklı dünya görüşlerini ve bakış açılarını ifade ettiğini belirtmek
gerekmektedir. Çalışma içinde İdari Reform konusu üç ayrı kategoride ele
alınmaktadır. İdari Reform kavramı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde “İdari
Islahat”; Cumhuriyet döneminde “İdari Reform” ve 1980 sonrası dönemde “Devlet
Reformu” veya “Devletin Yeniden Yapılandırılması” ismi altında üç farklı düzeyde
irdelenmektedir.
Özellikle gelişmekte olan ülkelerde Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu
gibi uluslararası örgütlerin etkisiyle, 1980 sonrası döneme tekabül eden “yapısal
uyarlama politikaları” bağlamında, yönetimin yeniden yapılandırılması talepleri,
sadece mevcut durumun rehabilite edilerek, teknik olarak yönetim sürecinde
işlerliğinin sağlanmasını değil; bütüncül bir kavrayış çerçevesinde, sistemi
bütünüyle sorgulayan ve köklü değişiklikler yapmayı amaçlayan bir içerik
kazanmıştır. Günümüzde ülke gündemlerinin değişmez maddesini oluşturan “idari
reform” sorunu, neo-liberal teorinin iktisadi boyutunun yanına yönetim boyutunun
da eklenmesi ile “devlet reformu” kavramına dönüşmüştür. Bugün gelinen noktada,
Türkiye özelinde kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması projesinin 3 Kasım
1839 tarihinde ilan edilen Tanzimat Fermanı kadar güncelliğini ve sıcaklığını
muhafaza ettiği belirtilmektedir(Aykaç, 1991). Son tahlilde Tanzimat Fermanı metni
ile Avrupa Birliğine uyum yasaları çerçevesinde Koopenhag kriteri metinlerinin
temel başlıklar anlamında pek farklı metinler olmadığı ortadadır.
İkinci Meşrutiyetin ilanını izleyen günlerde Tanin Gazetesi yazarlarından
Ahmet Şerif’in Meşrutiyetin İlanının Anadolu’daki tesirlerini izlemek maksadıyla
yaptığı geziyi(1909) ve anılarını yeniden okuduğumuzda, Anadolu’daki devlet
düzeninin, devletin taşradaki işleyişinin, eğitim kurumlarının durumunun, devlet-
7
vatandaş ilişkilerinin seyrinin, halkın gündelik yaşamının ve yaşanan sorunların
dünden bugüne öz itibarıyla değişmediği görülmektedir(Ahmet Şerif, 1977). Yüz yıla
yakın bir zaman geçmiş olmasına, sayısız reforma ve yeniliğe rağmen yapılan
değişikliklerin, meselenin ruhuna inmekten ziyade daha çok biçimsel bir değişime
işaret ettiği, sorunlar karşısında alınan tavır ve tutumların değişmediği görülmektedir.
Çeşitli örneklerde de görüldüğü üzere, Türkiye yönetiminde yaşanan karmaşanın
yalnızca dar anlamıyla “idareyi” ilgilendiren bir sorun olmadığı ortadadır(Duran,
1988:11). Sorun sistemin işleyişini, çalışanlarını ve ilgililerini kapsayan karmaşık bir
sorun alanı olup sosyo-ekonomik sahayla da yakından ilgilidir. Türkiye’nin yönetim
pratiği, derin bunalımlar içinde devam ederek bugün içinden çıkılmaz ve uzmanlık
isteyen bir sorun alanı haline gelmiştir(Mıhçıoğlu, 1987). Azgelişmiş ülkelerde
görülen egemen bir anlayış olmakla birlikte aslında yönetimin yeniden
yapılandırılması çalışmalarının temel sorunu; az gelişmiş ülkelerde yönetim
sistemlerinin iç dinamiklerden daha fazla dış dinamiklerin tesiriyle değişmesi ve
gelişmiş ülke yönetimlerini taklit etmeleriyle ortaya çıkan işlevsiz kurum ve süreçler
sorunudur(Heper, 1973). Kamu yönetiminin işleyişine ve süreçlerine ilişkin mevcut
sorunlarla birlikte geçen zaman içinde kamu örgütlerinin kurumsallaşamaması ve
toplumsal alanda kök salamaması kendisine yöneltilen taleplere cevap verme
yeteneğini azaltan bir başka sorun alanı olmuştur.
İmparatorluk döneminin bazı kurumları Cumhuriyet rejimi ile devam etmekle
birlikte Cumhuriyetin ilanı ile bir çok kurumsal ve hukuksal düzenleme yapılmıştır.
Cumhuriyet projesi yeni bir dönemi açarken idare alanında da ciddi adımlar
atılmıştır. Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra bu alanda yapılan ilk
çalışmanın, kamu yönetimi sistemini bütüncül bir bakış açısıyla ele alan 1933 tarihli
8
Dorr raporu olduğu görülmektedir. Ancak ülkemizdeki reform çalışmalarının II.
Dünya savaşı sonrası dönemden başlayarak yoğunlaştığı bilinmektedir. II. Dünya
savaşı sonrası döneminin Türkiye’de yeni toplumsal yapılar ve ilişkiler biçiminin
ortaya çıkarmasına bağlı olarak devletin fonksiyonlarında da değişimler olmuş ve
yönetim sisteminde yeniden düzenleme çalışmaları hız kazanmıştır(Şaylan,
2003:417).
Cumhuriyet döneminde yaşanan hukuki, sosyal, siyasal ve ekonomik
gelişmeler kamu yönetiminde de köklü değişiklikler yapılmasını gerektirmiştir
(Sürgit, 1972:65). Cumhuriyetle birlikte bürokrasinin ve yönetsel görev alanlarının
büyümesi ve iktisadi devlet teşekküllerinin kurulup, ekonominin gelişmesiyle
yönetim sistemimiz personel sorunlarından, yapısal sorunlara değin pek çok sorunla
karşılaşmıştır. Bu tabloya, II. Dünya Savaşı’nın yıkım ve tahribatı da eklenince pek
çok ülke gibi Türkiye’nin de ulusal kalkınmasını ve gelişme hamlesini idari reformla
gerçekleştirebileceğine inanılmıştır. Günümüzde yürütülen idari reform
çalışmalarının uluslararası örgütlerin dayatması ile yapıldığı eleştirisi getirilirken,
Türkiye’de kamu yönetimi kürsülerinin kurulmasından alanla ilgili uzman bir
kuruluş olan Amme İdaresi Enstitüsünün kurulmasına kadar disiplinle ilgili bir çok
gelişmenin 1951 tarihli Barker Raporu ile teklif edildiği gerçeği unutulmaktadır.
Cumhuriyet döneminde yapılan ilk çalışmaların, genel çözümler getirmeyi
amaçlayan daha çok yabancıların yaptığı, kişisel gözlem ve tavsiyelerin ağırlıkta
olduğu, personel sorunları üzerinde pek durulmayan raporlardan ibaret olduğu öne
sürülürken(İYD, 1972:19) daha sonra Türk uzmanlar tarafından yapılan çalışmaların,
bu raporlarda dile getirilen tespit ve önerileri tekrarladığı ihmal edilmektedir. 1947
yılı içinde Başbakanlığın talebi üzerine devlet teşkilatında rasyonelliği ve verimliliği
9
sağlayacak tedbirleri incelemek, çözümler üretmek ve önerilerde bulunmak üzere
bakanlıklarda komisyonlar kurulmuş olmasına rağmen bu komisyonların hazırladığı
çalışmalardan ciddi bir sonuç çıkmaması üzerine yabancı uzmanlara yaptırılan
çalışmalar dönemi başlamıştır.
Farklı ülkelerden gelen uzmanlar tarafından bir çok çalışma yapılmıştır. Bu
çalışmalar çoğunlukla birbirinin tekrarı olmakla birlikte bu çalışmaların ortaya
koyduğu saptamalar ve önerilerin ancak bir kısmı uygulamaya yansımıştır. Bunlar
sırasıyla; Dorr Raporu (1933), Hilts Raporu(1948), Thornburg Raporu(1949),
Neumark Raporu(1949), Barker Raporu(1951), Roy Blough Raporu(1951), Martin-
Cush Raporu(1951), Leimgruber Raporu(1952), Hanson Raporu(1954), Baade
Raporu(1959), Chailloux-Dantel Raporu(1959), Mook Raporu(1962), Fischer
Raporu(1962), Podol Raporudur(1963) ve son olarak 1930 yıllardan başlayarak
1940’lara kadar ülkemizde bulunan ve hemen her konuda raporlar hazırlayan Max
Porten’in çalışmaları. Bu raporlar çalışma içerisinde kısa bir biçimde ele alınıp
değerlendirilirken, tezin sınırlılıkları kapsamında incelenmeyip sadece isimleri
sayılan altmış civarında ayrıca rapor bulunmaktadır. Bu raporlar ülkenin sahip
olduğu yer altı ve yer üstü zenginliklerinden başlayıp, hukuksal düzenlemelerin
yapılmasına ve sanayi yatırımlarının rasyonalitesine kadar uzanmaktadır.
Bu çalışma içerisinde Dorr, Hilts, Thournburg, Hanson, Baade, Porten ve
Podol’un çalışmaları ilk defa gün yüzüne çıkarılarak incelenmiştir. Diğer çalışmalar
ilgili bölümde kategorik biçimde sıralanıp irdelenirken aslında sadece 1923-1945
döneminde yapılan yabancı uzman raporlarının irdelenmesi başlı başına büyük bir
çalışma olacaktır. Listede görüldüğü üzere otuz yıl gibi kısa sayılacak bir sürede
10
toplam on dört kapsamlı çalışmanın yapıldığı gözlenmektedir ki bu durum iki yıl
gibi bir sürede bu çalışmaların tekrar edildiğini ortaya koymaktadır.
İdari reform konusunda yapılan bu genel çalışmaların yanında Kamu İktisadi
Teşebbüsleri özelinde bu kurumların rasyonalizasyonuna dair altmış civarında ayrıca
çalışma yapılmıştır. İlginçtir ki bu çalışmalar 1930’lu yıllardan başlayıp 1960’lara
kadar akla gelebilecek her alanda yapılmış olup her birinin ayrı bir hikayesi
bulunmaktadır. Yabancı Uzman Raporları başlığı altında incelenen çalışmaların
bugüne değin kısa başlıklar halinde de olsa ele alınmış olmakla birlikte bu raporların
orijinal metinlerine ulaşılmadığı yapılan incelemeler sonucunda anlaşılmıştır.
Literatürde ismi sayılan bir kısım raporlar yapılan tüm tarama faaliyetlerine rağmen
bulunamamıştır. Özellikle 1952 yılında hazırlanarak Ekonomi ve Ticaret Bakanı
Muhlis Ete’ye sunulan İsviçreli uzman Leim Gruber’in “İdare Teşkilatı ve Personeli
Hakkında Rapor” isimli çalışma mevcut kütüphaneler ve dönemin yöneticilerinin ve
akademisyenlerinin kişisel kütüphaneleri dahil bütün çabalara rağmen elde
edilememiştir.
Konu ile ilgili olarak 1962 yılında hazırlanan isimsiz bir derleme
çalışmasında (Hükümete Sunulan Yabancı Uzman Raporları, DPT Yayını) ilgili
raporlara ait özet metinler bulunmakla birlikte asıl çalışmaya ulaşılamamıştır. Ancak
bu çalışmaları ararken yeni bir takım raporlar bulunmuştur. Bu çalışmaların bir
kısmı Kamu İktisadi Teşebbüsleri hakkında yapılmışken bir kısmının genel olarak
Türkiye ekonomisi ve idare hakkında yapıldığı gözlenmektedir. Bu alanda yapılan
çalışmaların ilki sayılabilecek olan rapor Amerikalı bir grup uzman tarafından
hazırlanan 1933 tarihli “Türkiye’nin İktisadi Bakımdan Bir Tetkiki” isimli Dorr
11
Raporudur. Bu çalışmada ayrı bir bölüm olarak “İdare Teşkilatı” incelenerek bir
kısım önerilerde ve tavsiyelerde bulunulmuştur.
Bir başka çalışma 1949 yılında ABD’de bulunan 21. Yüzyıl Vakfı tarafından
Thornburg başkanlığında bir heyete yaptırılan “Türkiye Nasıl Yükselir” isimli
çalışmadır. Bu çalışmada Türkiye’nin içinde bulunduğu durum ayrıntılı bir biçimde
incelenerek bir rapor hazırlanmış ve hükümete sunulmuştur. Dönemin genel
özelliklerini içinde barındırması ve ülkenin yaşadığı dönüşümü göstermesi
bakımından en ilginç çalışmalardan biri olan Hilts raporu, Türkiye’nin yol durumu
hakkında hazırlanmış olmakla birlikte aslında bu yol sadece somut anlamda bir yolu
değil, aynı zamanda kamu politikalarının yönünü belirleyen bir çalışma olmuştur. Bu
dönemde yapılan bir diğer inceleme Birleşmiş Milletler Uzmanlarından A.H. Hanson
tarafından 1954 yılında hükümete sunulan “Türkiye’deki İktisadi Devlet
Teşekküllerinin Bünyesi ve Murakabesi” isimli çalışmadır. Hanson kendisine
yardımcı olarak verilen bir kısım Türk uzman ve yöneticileri ile birlikte Türkiye’de
Kamu İktisadi Teşebbüslerini ayrıntılı bir biçimde irdelemiştir. Bir diğer çalışma
1959 yılında FAO tarafından Alman uzman Baade’ye yaptırılan incelemedir. Bir
başka çalışma, 1963 yılında Amerikalı uzman Podol tarafından “Bir Yabancı Uzman
Gözüyle Türk Kamu Yöneticileri” isimli çalışmadır. Bu çalışmaların bir kısmı çok
kısa bir risale şeklinde iken bir kısmı bin sayfadan oluşan çok ayrıntılı raporlar
şeklindedir.
1930’lu yıllarda Kamu İktisadi Teşebbüsleri Hakkında Yapılan incelemeler
çok ilginç özellikler taşımaktadır. Türkiye’nin sahip olduğu yer altı ve yer üstü tüm
zenginlikleri hakkında bir yabancı uzman raporu muhakkak bulunmaktadır. Bu
raporların enteresan olan içeriklerinin yanında şimdiye kadar bu raporlara hiç
12
değinilmemiş olması da bir o kadar bu çalışmaları önemli kılmaktadır. Farklı
tarihlerde altmışa yakın çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalar idare teşkilatının
sorunlarından, Malatya Bez Fabrikasının Reorganizasyonuna, Paşabahçe Cam
Fabrikasının Personel Masraflarının azaltılmasına ve Elazığ’daki üzüm bağlarının
ıslahına kadar uzanmaktadır. Bu çalışmaların daha çok şu plan üzerine inşa edildiği
görülmektedir. “Umumi mahiyette mülahazalar(Genel değerlendirmeler), Mali bünye
ve mali seyir, Teşkilat ve idare(İdari teşkilat), Teknik teşkilat, Ticari servislerin
teşkilatı, muhasebe teşkilatı, Hesap yılındaki işletme, Bilanço tahlili, Neticeler, teklif
ve tavsiyeler” gibi. Bu raporlara ilişkin liste ilgili bölümde ayrıca sıralanmıştır.
Bu raporlarda dile getirilen tespit ve teklifleri rapor sayısınca çoğaltmak
mümkün olmakla birlikte 1930-1960 döneminde yabancı uzmanlar tarafından
yapılan tespit ve önerileri şu şekilde özetleyebiliriz: “Aşırı kırtasiyeciliğe karşı idari
işlem ve usullerin basitleştirilmesi temin edilerek kanunların yeniden
kodifikasyonuna gidilmesi; bazı bakanlıkların ve genel müdürlüklerin
birleştirilmesinin sağlanması; bakanlıklar bünyesi içinde rasyonalizasyon
komisyonlarının kurulması; devlet dairelerinde büro makinelerinin kullanılması
sağlanarak memurların yetiştirilmesinin temin edilmesi; kamu yönetiminin
sorunlarının çözümü ve halka açıklanması amacıyla Başbakanlığa bağlı
Enformasyon Bürosunun kurulmasının sağlanması; kamu personelinin ülke
genelindeki dağılımında yaşanan dengesizlikler ortadan kaldırılarak çalışanların
niteliklerini artıracak tedbirlerin alınması; kamu personelinin ücret sisteminin
yeniden düzenlenerek baremde yatay ve dikey ilerleme sağlanması; Türk kamu
yönetiminde yetki devri gerçekleştirilerek yetki ve sorumlulukların yeniden
dağıtılmasının sağlanması; yerel yönetimlere daha fazla yetki ve sorumluluk
13
devredilmesi; bütün kamu personelinin kapsayacak biçimde personel politikalarını
belirlemek, uygulamaları tek elden yürütmek ve birleştirmek amacıyla merkezi
düzeyde Devlet Personel Dairesinin kurulması; kamu yönetimi ve işletme
sahalarında devletin ve özel sektörün ihtiyacı olan uzman personelin temin edilmesi
ve gerekli uzmanlaşmanın sağlanması amacıyla üniversitelerde kamu yönetimi
kürsülerinin kurulmasının sağlanması; devlet dairelerinde çalışma usul ve
metotlarının birleştirilmesi amacıyla organizasyon ve metot birimlerinin
kurulmasının sağlanması” gibi tespitler ve öneriler sıralanmıştır ki bu öneri ve
tekliflerin 2004 yılı içinde hükümetçe TBMM’ne gönderilen “Kamu Yönetimi Temel
Kanunu” çalışmasında sıralanan öneri ve tekliflerle benzer olduğu görülmektedir.
Yukarıda sıralanan saptama ve tavsiyelere baktığımızda başta merkeziyetçi
yapının gevşetilmesi ve yerelleşme, bakanlık sayısının azaltılması, yetki devri, kamu
personelinin niteliğinin artırılarak sayısının azaltılması olmak üzere, sorunların
birkaç ana başlık üzerinde toplandığı görülmektedir. Buradan bir soyutlamaya
gittiğimizde genel olarak idarenin bir takım yapısal sorunlar bulunbuğu, ikinci olarak
memur sorunlarına dikkat çekildiği ve son olarak da işleyiş ve bürokratik kültür
sorunu üzerinde ısrarla durulduğu söylenebilir. Bu sorunların genel anlamı ile devlet
aygıtının işleyişine ve yapılanmasına ait evrensel bir tartışma alanı üzerinden
yürütüldüğü görülmektedir. Türkiye’de devlet aygıtının merkeziyetçi, vesayetçi ve
tekçi yapısının daha demokratik, daha yerelleşmiş ve daha liberal bir yapıya
dönüştürülmesi taleplerinin idari reform ya da yeniden yapılandırma projelerinin
temel argümanı olduğu gözlenmektedir.
Cumhuriyetle birlikte nitelik değiştiren yenileşme hareketleri, 1950’li yıllara
kadar içe dönük bir biçimde yürütülürken, İkinci Dünya savaşı sonunda uluslararası
14
konjonktürün de etkisiyle yeni bir döneme girmiştir. Türkiye bu yıllarda yalnızca çok
partili hayata geçmekle kalmamış aynı zamanda yönetim alanında da yabancı
uzmanların yardımıyla önemli çalışmalar ortaya koymaya başlamıştır. “İdarenin
rasyonel bir işleyişe” kavuşturulması amacıyla yapılan bu çalışmalar, yabancı uzman
raporları adıyla Türk kamu yönetiminde ayrı bir başlık altında irdelenir hale
gelmiştir. Bu çalışmalara ilave olarak 1960 sonrası dönemde başlayan ve devam eden
İdari Reform ve Reorganizasyon Hakkında Ön Rapor(1961), Merkezi Hükümet
Teşkilatı Araştırma Projesi(MEHTAP,1963), İdari Reform Danışma Kurulu
Raporu(1972), Kamu Yönetimi Araştırma Raporu(KAYA,1991) ve son olarak 2004
yılında hazırlanan “Kamu Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması” raporları gibi
Türk uzmanlar tarafından yapılan çalışmaları sayabiliriz. Bu çalışmalar öz itibarıyla
bugün de günceliklerini muhafaza eden ve çoğunlukla birbirini tekrar eden tespit ve
önerileri içermektedir.
Askeri müdahaleler devam eden yeniden yapılanma çalışmalarına hız vermiş,
paradoksal olarak yeni reform hamlelerinin daha çabuk uygulamaya aktarılması için
uygun zemin hazırlamıştır(Mıhçıoğlu, 1963). Bu zemin yeni bir anayasanın
hazırlanmasıyla pekiştirilmiş ve planlı bir kalkınma ile idarenin planlı kalkınmanın
gereklerine uygun olarak geliştirilmesi ve yeniden düzenlenmesi karara bağlanmıştır.
Bu çalışmalardan büyük ümitler beslenmesine ve her türlü koşulun uygun olmasına
rağmen, bu atılım çabaları(Sürgit, 1972:78) gerçekleşme ve uygulama imkanı
bulmadan dejenere olmuş, bütün zamanlarda olduğu gibi asıl amacından
uzaklaşmıştır.
İdari reform çalışmaları ile askeri yönetimler arasındaki bir ilişki de dikkati
çekmektedir. Bu durum Arın tarafından dile getirilen “kriz-yeniden yapılanma”
15
ilişkisini açık biçimde ortaya koyan ve bizim bütün bir tez boyunca çeşitli kereler
ifade ettiğimiz temel argümanı destekleyen bir veridir. Siyasal ve ekonomik
bunalımlar sonrası yeni gelen yöneticilerin ilk iş olarak istikrarsızlığın sebebi olarak
gördükleri idare sistemini reforme etmek ve kuralları yeniden koymak istemişlerdir.
Olağanüstü dönem koşullarında hazırlanan ve bir refleks ifadesi olarak karşımıza
çıkan bu çalışmalar toplumsal ve siyasal meşruiyet bakımından şüpheyle
karşılanmışlar ve çoğu hayata geçirilememiştir. Türkiye’deki reform süreci, yönetim
sorununu aşan ve top yekun bir “sistem sorununa” işaret eden açıklamalarda; bu
arayışların devlete öncelik veren bir siyaset anlayışından, bireye öncelik veren bir
siyaset ve yönetim anlayışına geçişi ifade ettiği belirtilmektedir.
1980 sonrasında egemen olan neo-liberal ekonomi düşüncesinin temelinde
devletin küçültülmesi yer almaktadır. Neo-liberal devlet anlayışı ile savunma,
diplomasi, adalet gibi tam kamusal nitelikteki hizmetlerin sunulması devlete
bırakılırken yarı kamusal mal ve hizmetlerin (eğitim, sağlık vb) devlet tarafından
rasyonel olarak sunulamayacağı ve bu tür hizmetlerin piyasa tarafından
gerçekleştirilmesinin daha iyi sonuçlar ortaya koyacağını ileri sürülmektedir. Bu
süreç kamu yönetimin özel sektör gibi yönetilmesini ve yönetim hizmetlerinde
rekabet sağlanmasını ve özelleştirmenin cesaretlendirilmesi, yönetimin masraflarının
azaltılmasını öngörmektedir(Güler, 2003:527-544). Esas olarak uluslararası
dinamiklerden kaynaklanan küreselleşme, özelleştirme, yerelleştirme gibi
gelişmeler, devletin küçültülmesi eğilimlerinin sonucu, ulusal kamu yönetimlerinin
yeniden yapılandırılması amacını taşımaktadır. Bu süreç devletin uluslararası
konumunu ve işlevlerini, devlet-vatandaş, devlet-toplum ilişkilerini ve idare aygıtın
örgütlenme ve çalışma ilkelerini de değişmeye zorlamaktadır.
16
Son dönemde yoğun biçimde tartışılan devletin küçültülmesi ve
etkinleştirilmesi, devletin sınırlandırılması, ekonomik liberalleşme, kamu
harcamalarının azaltılması, özelleştirme, demokratikleşme, küreselleşme, yerelleşme,
yeni kamu yönetimi, kamu yönetimin rolünün yeniden tanımlanması, yönetimin
yeniden yapılandırılması, yönetişim, kamu işletmeciliği, işletmeci rasyonellik,
değişim mühendisliği, toplam kalite yönetimi, yalın yönetim gibi kamu yönetimine
ve işletme yönetimine ait pek çok kavram Türkiye’de de konuşulmaya ve
tartışılmaya başlanmıştır. Bu süreçte devletin yüklendiği hizmetlerin ve bu hizmetleri
üretecek örgütlenmenin köklü biçimde değişmesi ve yerelleşmesi gerekmektedir. Bu
bağlamda merkezi devlet tarafından yerine getirilen bir kısım kamu hizmetlerinin
daha etkin ve verimli bir biçimde üretilmesi için bu hizmetlerin yerelleştirilmesi
hususunda görüş birliği bulunmaktadır(Şaylan, 1998:150-151).
Geleneksel yönetim anlayışından kopuşu ve bir paradigma değişimini ifade
eden bu süreçte daha liberal ve katılımcı bir yönetim modeli çerçevesinde -ki buna
“yönetişim” adı verilmektedir- bir yönetim anlayışına geçiş öngörülmektedir.
Türkiye özelinde de hükümet tarafından yapılmak istenen “Devlet Reformu” ile
“kürek çeken devlet anlayışından dümen tutan devlet anlayışına” geçiş
amaçlanmaktadır. Mevcut yönetim yapısı, çağdaş kamu yönetiminin ögeleri olarak
sayılan “müşteri odaklı, hesap verebilir ve saydam olma ilkeleri ile bilgi edinme
hakkı ve yurttaş katılımını esas alan” yeni bir yönetim felsefesi ile değiştirilmek
istenmektedir(Eryılmaz, 2003: 14). Ancak burada üzerinde durulması gereken
önemli bir konu, ülkemizde popüler akımlara karşı büyük bir ilgi ve merak
bulunmasıdır. Küreselleşme olgusu bağlamında yaşanan değişim sürecinin, yüzeysel
aktarımlarla yakalanmağa çalışılması ve kavramların içeriğinin iyi analiz edilmemesi
17
mevcut idare sistemimizin daha fazla tahrip olma ihtimalini de içinde
barındırmaktadır.
İşte bu çalışma ile genelde Türkiye’nin idare reform politiği irdelenirken
özelde Türkiye’de idari reform hareketlerinin gelişimi, ulaşılan sonuçlar, bürokratik
yönetim geleneğinin dönüşümü ve idari reform çalışmalarının arka planı analiz
edilmeye çalışılmaktadır. Ayrıca reform projelerinin üzerine oturduğu toplumsal,
siyasal ve uluslar arası düzlem incelenmeye çalışılarak bu çalışmaların politik boyutu
ve dış çevresi incelenmeye çalışılmaktadır. Bu çalışma ile bir anlamda “idari reform
tarihi” yada özet bir “yakın dönem Türkiye tarihi” yazılmaya çalışılmıştır. Türkiye
özelinde idari reform tarihi yazmanın aslında Türkiye’nin iktisadi gelişme tarihini ve
uluslararası ilişkiler tarihini de yazmakla eş değer olduğu görülmektedir.
18
Çalışmanın Konusu
İdari reform kavramı farklı biçimlerde ifade edilen terimlerden biridir.
Ülkemizde en yaygın kullanılan biçimi idari reform terimi olmakla birlikte 1980’li
yıllarda kullanılmaya başlanan yönetimin yeniden yapılandırılması kavramı, Türkçe
için henüz yeni bir terim olup, çoğunlukla idari reform kavramıyla aynı anlamda
kullanılmakladır. İdari reform kavramının tarihsel olarak gelişim çizgisine
baktığımızda kavramın iki yüz yıllık bir geçmişe sahip olduğu görülmektedir. Bu
tarihsel süreç içerisinde kavramın, ıslahat, inkılap, idarede reform, idarenin
rasyonalizasyonu, idarenin reorganizasyonu, yönetimin yeniden düzenlenmesi,
yönetimin iyileştirilmesi yönetimin yeniden yapılandırılması ve devlet reformu gibi
farklı sözcüklerle ifade edildiği gözlenmektedir. Burada hemen şunu belirtmek
gerekmektedir ki her sözcüğün farklı dönemleri betimlediği ve farklı bir yaklaşımı
ifade etmek için kullanıldığı belirtilmektedir(Aykaç, 2003:256). Yönetimin yeniden
yapılandırılması ve devlet reformu kavramları idari reform teriminden farklı olarak
daha çok yönetimde köklü değişiklikler yapmak anlamında kullanılmaktadır(Tutum,
1994:4). İdari Reform terimi çeşitli metinlerde ve farklı raporlarda farklı biçimlerde
tanımlanmaktadır. Ancak en kapsamlı ve en yaygın kullanılan tanımın, İdari Reform
Danışma Kurulu Raporunda yapıldığı görülmektedir. Tanımda idari reform sözcüğü,
“kamu örgütlerinin amaçlarında, görevlerinde, örgüt yapısında, personel sisteminde,
kaynaklarında ve bunların kullanış biçiminde, mevzuatında, halkla ilişkiler
sisteminde, mevcut aksaklıkları, bozuklukları, eksiklikleri düzeltmek amacını güden
kısa ve uzun vadeli geçici sürekli nitelikteki düzenlemelerin tümü olarak
tanımlanırken, özetle “yönetimin içinde bulunduğu durumla kendinden beklenen
durum arasındaki farklılıktan doğan ihtiyaç” anlamında kullanıldığı gözlenmektedir.
19
Tanıma dikkat edildiğinde reform teriminin daha çok yönetsel yapı, çalışanlar ve
yönetim süreçleri anlamında ele alınırken siyasal sistemle ve karar alma süreçleri ile
ilişkisi bağlamında ele alınmadığı görülmektedir. İdari reform ihtiyacı yalnız
gelişmekte olan ülkelerde değil, tüm dünyada kabul görmüş, özellikle II Dünya
savaşı sonrası ortaya çıkan kalkınma yönetimi anlayışı ile örtüşerek kamu yönetimi
literatürünün popüler kavramlarından biri haline gelmiştir. Ülkemizde ortaya çıkışı
ve uygulaması bütün dünyada olduğu gibi uzun zaman alan idari reform projelerinin
iki yüz yıldır devam eden bir evrim içerisinde Türk kamu yönetimi pratiğinin en
zengin konu başlıklarından biri olmuştur.
Osmanlı imparatorluğunun modernleşme çabalarının bir parçası olarak ortaya
çıkan ıslahat ve yönetimin rasyonelleştirilmesi girişimleri, Cumhuriyet yönetimine
zengin bir birikim bırakırken döneme ait tartışmaların daha çok “vatanın nasıl
kurtarılacağına” ilişkin görüşler etrafında ortaya çıktığı ve devam ettiği
gözlenmektedir. Tanzimat Fermanının ilanından önceki döneme ait reform
çalışmalarının çoğundan istenilen sonuçlar alınamamış olmakla birlikte bu
çalışmaların daha sonra yapılacak çalışmalara bir zemin hazırladığı ve II Mahmut’la
hızlanan bürokrasinin oluşturulması çalışmalarına önemli katkı sağladığı öne
sürülmektedir(Davison, 1997:31). Bir başka deyişle tarihi geriye gidişi durdurma
gayreti içinde olan yönetici kadroların Batının gelişmişlik seviyesini yakalamak için
yoğun ıslahat çalışmaları içine girdikleri gözlenmektedir(Şaylan, 2003:415).
Çalışmanın konusu yukarıda ifade edilmeye çalışıldığı gibi Türkiye’nin idari
reform politikalarının ortaya çıkışı, gelişimi ve sonuçlarının neler olduğu, hangi
politik tercihler üzerinde yükseldiği, uluslararası siyasal ve iktisadi konjoktürle ne
ölçüde eklemlendiği veya ne tür bir ilişki içinde olduğu ve nasıl bir arka plana
20
dayandığı konusudur. İdari reform konusunun ülkemizdeki uygulamalarında
dünyada benzer uygulamalarda olduğu gibi istenilen sonuçlara ulaşılamadığı
görülmektedir. Zengin bir idari reform birikimi mevcut olmakla birlikte yaygın
görüşle bu yazının kütüphane raflarında yerlerini aldığı öne sürülmektedir. İdari
reform konusu hükümetlerin, siyasal partilerin ve kamu yönetimi disiplininin önemli
çalışma alanlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda doğal olarak
mevcut reform çalışmalarının bir adım gerisine geçerek bir arka plan irdelemesi,
yöneten – yönetilen dizgesi içinde ve yürütme erkinin kullanılması anlamında idari
reform konusunun nasıl bir politik tercih üzerine inşa edildiği, çalışmaların istenilen
sonuçlara ulaşması anlamında önem kazanmaktadır. İşte bu çalışma ile özelde
Türkiye’nin idari reform politikası genelde ise bir başka yönüyle Türkiye’nin idari
reform tarihi irdelenmeye çalışılacaktır.
Çalışmanın Amacı
Çalışmanın amacı, Türkiye’nin idari reform politikalarını ve bu politikaların
araçlarını tespit ve analiz etmektir. Ülkemizde idari reform konusu birkaç istisna
çalışma hariç, daha çok tanımlayıcı, ansiklopedik ve teknik bir konu ve üslup içinde
ele alınırken sorunun, neticede bir politik tercih konusu olduğu gerçekliği ihmal
edilmiş bir çalışma alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. İdari reform konusu ile ilgili
çalışmalar sonuçta siyasal karar alma süreçleri içerisinde bir politik zemin üzerine
oturmakta, toplumsal ve ekonomik değişim taleplerine karşılık gelmektedir. Bu
anlamda idari reform konusunun salt kamu yönetiminin inceleme alanına girmekle
kalmayıp, siyasal erkin kullanılması anlamında siyaset bilimi disiplini ile ve aynı
zamanda sosyoloji disiplini ile de yakından ilgili olduğu görülmektedir.
21
Bugün için idari reform terimi daha kapsamlı ve daha köklü değişiklikleri
ifade etmek için kullanılmaktadır. Ülkelerin idari sistemlerini çağın gereklerine
uygun yapılara kavuşturulmak istenmesi, son yıllarda toplumların gündemlerinde
önemli bir yer almaya başlamıştır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde Dünya
Bankası ve Uluslararası Para Fonu gibi uluslararası örgütlerin 1980 sonrası döneme
tekabül eden yapısal uyarlama politikaları bağlamında yönetimin yeniden
yapılandırılması projelerini ülke kamu yönetimlerinin sadece mevcut durumunun
rehabilite edilerek, teknik olarak yönetim sürecinde işlerliğinin sağlanmasını değil
aynı zamanda siyasal sistemde de köklü değişiklikler yapmayı amaçlayan daha
kapsamlı bir bakış acısını benimsedikleri ve yönetimin yeniden yapılandırılması
tanımını daha geniş anlamda kullanma eğilimi içinde girdikleri görülmektedir(Güler,
1996:41).
Tez konusu, daha önce yapılan bir kısım çalışmalarda farklı biçimlerde ele
alınmış olmakla birlikte, idari reform çalışmalarının politiği incelenmiş bir konu
değildir. İşte bu çalışma ile iki yüz yıldır devam eden ve heyecanından hala hiç bir
şey kaybetmemiş olan idari reform sorunu “Türkiye’nin Modernleşmesi,
Çağdaşlaşması, Batılılaşması Projesi” gibi farklı terimlerle adlandırılan son tahlilde
ülkenin yasal- ussal bir bürokratik yapıya kavuşması ve uluslararası sistemle uyumlu
hale getirilmesi problematiği çerçevesinde dönen bir tartışma konusu içinde ele
alınmaya çalışılmaktadır.
İdari reform sorununun örgüt-yöntem boyutuna indirgenerek irdelenmesi,
sorunun farklı yönlerinin görülmesini engelleyerek üretilen çözüm önerilerinin
yetersiz kalmasına neden olmaktadır. İşte tam da bu anlamda Taylorist-Weberyen bir
yönetim anlayışını ifade eden “verimli-etkili-hızlı” kamu yönetimi anlayışının yanına
22
demokratik olmak, saydamlık ve katılımcılık gibi çağdaş kamu yönetiminin temel
ilkelerinin de eklenmesi gerekmektedir. Türkiye pratiğinde olağanüstü dönemlerde
yaşanan krizlerin tesiriyle, ülkenin içinde bulunduğu bunalım ve kaos ortamından
çıkarılması için yapılan idari reform çalışmalarında kamu yönetiminin bütünlüğünün
kaybedildiği görülmektedir. Bu durum, idare sistemimizin devamlılığını kesintiye
uğratarak tepkisel bir karaktere bürünmesine neden olmuştur. Böylece yapılan
çalışmalar henüz pratiğe aktarılmadan ve sonuçları görülmeden yeni çalışmalar
yapılarak süreç, devamlılık arz eder bir niteliğe bürünmüş; önceden tespit edilen
reformun yönü ve stratejisi kaybedilerek(Payaslıoğlu, 1971:4), uygulamaya ait
sonuçlardan istenilen başarılar elde edilememiştir. Bununla birlikte yönetim
anlayışının ve idari reform zihniyetinin dar örgütsel yapıda olması ayrıca yönetim
sistemimizin kendisine yöneltilen taleplere cevap verebilecek donanımdan yoksun
olması(Oktay, 1997:185), değişim ve idari reform terimlerine aşırı anlamlar
yüklenerek, bunların sihirli formüller olarak algılanmasına neden olmuştur.
Bugün itibarıyla, Türk kamu yönetiminin, örgütsel yapısı, işleyişi ve
çalışanları ile kendisinden beklenen hizmetleri, etkin, hızlı, verimli ve kaliteli bir
biçimde sunmaktan hayli uzak olduğu öne sürülmektedir. Zaman içinde sorunların
üst üste yığılmasıyla aşırı merkeziyetçilik, görev, yetki ve sorumlulukların
paylaştırılmasında dengesizlik, verimsizlik, niteliksizlik, aşırı mevzuatçılık,
kronikleşmiş personel sorunları gibi kamu yönetiminin genelini kapsayan eksiklikler
ve aksaklıklar ortaya çıkmıştır. Yukarıda sayılmaya çalışılan sorunlarla birlikte
Türkiye’nin yaşadığı hızlı ekonomik ve toplumsal değişmeler/gelişmeler siyasal
istikrarsızlıklara neden olurken bu durum idari yapıda da önemli değişikliklere yol
açmış kısa zaman aralıkları yapılan reform çalışmaları iktidarların hızlı biçimde
23
değişmesi ile sahipsiz ve ortada kalmıştır(Aykaç, 1997:211). Bu süreç döngüsel
olarak devam ederek, beklenen ve umulan iyileşmelerin ortaya çıkmasına engel
olmuştur.
İdari reform çalışmaları içinde gerçekleştiği siyasal ve toplumsal gerçeklikten
kopuk çalışmalar değildir. Sonuçta, yönetsel reform çalışmaları ile kültürel değerler,
siyasal tutumlar ve yönetim felsefesi arasında yakın bir ilişki vardır. İdari reform
çalışmaları çoğu zaman pragmatik nedenlerden kaynaklansa da son tahlilde
çoğunlukla politik bir tercihe yaslanmaktadır. İdari reform çalışmaları ile uluslararası
siyasal ve ekonomik koşullar arasında dikkate değer bir bağımlılık ilişkisi vardır.
Türkiye özelinde yürütülen idari reform çalışmaları, iki yüz yıldır devam eden
ülkenin gelişme ve kalkınma çabaları kapsamında değerlendirildiğinde daha anlamlı
ve farklı bir içerik kazanmaktadır. Tanzimat Fermanının ilanından günümüze,
yapılan idari reform çalışmaları arasında büyük benzerlikler olup bu çalışmaların
büyük oranda birbirini tekrar ettiği görülmektedir.
Çalışmanın Sınırlılıkları
Çalışmanın kavramsal çerçevesinde genelde idari reform kavramının ortaya
çıkışı, gelişimi, içeriği, yöntemi, amacı ve özellikleri konusuna değinildikten sonra
özelde Türkiye’nin idari reform pratiği üzerinde durulmaktadır. Çalışma içerisinde
genel olarak idari reform sorunu üzerinde durulurken tezin sınırlılıkları çerçevesinde
kamu personel reformu konusu üzerinde özel olarak durulmamış yeri geldiğinde kısa
değinmelerle konu sınırlı biçimde ele alınmıştır. İdari reform sorununun disiplinler
arası bir konu olması ve çalışma konusunun genişlemeye müsait bir konu olması
nedeniyle özelde idari reform çalışmalarının tarihsel gelişimi, toplumsal ve siyasal
koşulların bu çalışmalara etkisi, uluslar arası düzlemde meydana gelen gelişmeler ve
24
bu projelerin arka planında yer alan politik tercihler bağlamında bir irdeleme faaliyeti
içinde bulunulmuştur.
Çalışmanın başında belirlenen sınırlılıklar hayli aşılarak bir çeşit reform tarihi
ve bir anlamda yakın dönem Türkiye tarihi (baştan amaçlanmamakla birlikte) ortaya
çıkmıştır. Ancak burada hemen belirtmek gerekmektedir ki literatürün çok çalışılan
konularından biri olarak gösterilen idari reform konusunda tarihi metinlerin ortaya
çıkarılmasından başlayarak yeni ve farklı bir okuma ve anlama çabası içinde
olunulmuştur.
25
BÖLÜM I
KLASİK İDARİ REFORM ANLAYIŞI DÖNEMİ VE TÜRKİYE UYGULAMASI
I- TANIM VE KAVRAMSAL ÇERÇEVE
I.1- İdari Reform Kavramı ve Bir Yöntem Arayışı
Modern devletlerin ortaya çıkması süreci ile idare aygıtının önemi artarken
ulusal birliklerini geç tamamlamış ve geri kalmış devletlerin kalkınma sorunlarını
çözmek ve rasyonel işleyen bir idare örgütüne sahip olmak için reform çalışmalarına
hız verdikleri görülmektedir. On sekizinci yüz yılda ortaya çıkan ve hızlanan
sanayileşme hareketi ülkelerin bürokratik yapılarını etkilerken kamu bürokrasileri bu
ülkelerde sadece kamu görevlerini yerine getirmekle sınırlı kalmamış aynı zamanda
kalkınmanın ana ögesi ve modernleşme hareketinin de halka anlatılması görevi-
misyonu da verilmiştir. En yalın ifadesi ile 1760 sonrası dönemde İngiltere’de
ekonomik ve sosyal alanda kapsamlı değişmelere neden olan teknolojide ve üretim
ilişkilerinde meydana gelen değişmeleri ifade etmek için kullanılan sanayileşme
hareketi 1830’larda Fransa ve Belçika, 1850’lerde ise Almanya, daha sonra ABD,
Rusya ve Japonya’ya sıçrayarak seri üretime dayalı endüstriyel yaşamı
başlatmıştır(Kuyucuklu, 1985:49). Sanayi devrimi ile birlikte kapitalist ekonomik
düşünce zaman içerisinde sistemleşmiş, pazar bulma arayışları hızlanmış, karların
artırılması temel hedef haline gelmiş ve paylaşım/bölüşüm sorunu yeniden ortaya
çıkmıştır. Bütün bu gelişmeler üniter, merkeziyetçi güçlü devlet örgütlerini ortaya
çıkarırken idare aygıtı yeni süreçte ulus devletin vazgeçilmez dönüştürme aracı
olmuştur.
Batılı olmayan toplumlardaki değişim sürecini ifade etmek için kullanılan
modernleşme kuramı her şeyden önce “modern” ve “geleneksel” olarak kategorize
26
edilen iki toplum tipinin karşılaştırılmasını amaçlamaktadır. Modernleşeme kuramı
doğası gereği etnosentrik bir içeriğe sahip olup batılı toplumsal, siyasal örgütleniş
biçimini ve değerlerini “modernleşen toplumların” varması gereken nihai toplum
düzeni olarak kabul edilmiştir. Bu yaklaşım batının, batılı olmayan toplumlardan
daha ileri bir yapıyı temsil ettiğini varsayarak Batının on altıncı yüz yılda başlayan
ve kendi iç dinamiklerinin bir sonucu olan “modernleşmesini” , batılı olmayan
toplumların benimsemesini ve bu gelişmeleri daha kısa bir süre içerisinde
gerçekleştirmesini amaçlamaktadır. Batılı olmayan toplumları, batının geçirdiği
evrimi yaşamadan gerçekleştirecek olanlar bu ülkelerdeki aydınlar ve yönetici
sınıflar olacaktır(Köker, 1990:119). Bu pozitivist ve aynı zamanda determinist tarih
ve modernleşme yaklaşımının mantıksal bütünlüğü içerisinde bütün toplumların aynı
gelişme çizgisini izledikleri ileri sürülmektedir. Modernleşme kuramı içerisinde kimi
ülkelerin az gelişmişlikleri bu ülkelerdeki “ussal hukuk, bürokrasi ve özgür emek”
yokluğu ile açıklanmaya çalışılmaktadır(Güler, 1996:19),
Modernleşme yaklaşımı yirminci yüz yılın başında batılı olmayan
toplumlarda çoğunlukla benimsenirken yönetici sınıfların gözünde batılı
modernleşmiş toplumlar idealize edilerek zaman-zaman baskıcı ve otoriteryen
modernleşme hareketlerinin yaşanmasına neden olmuştur. İşte tam da bu noktada
batılı olmayan toplumları batılılaştırma faaliyetinde, değiştirici bir işlev ve misyon
yüklenen idare aygıtının batılı ülkelerin yönetim sistemlerine benzetilmesi ayrı bir
önem taşımaktadır.
Modernleşme süreci içerisinde başta Batının hukuksal ve idari yapısına
benzemek esasken zamanla gündelik yaşamından başlayarak hemen her alanda Batı
örnek alınmaya ve taklit edilmeye başlamıştır. Bu gelişme on dokuzuncu yüz yılda
27
kapitalizmin bir ekonomik sistem haline gelmesi ile daha dayatmacı bir nitelik
kazanırken, gelişmiş ülkelerin pazarlarını genişletmek ve “yeni sömürgecilik” olarak
da adlandırılan faaliyetlerini yaygınlaştırmak noktasında hukuksal ve yönetsel
düzenlemeler ayrı bir önem kazanmıştır.
Rusya’da II. Petro, Osmanlı İmparatorluğunda II. Mahmut, Japonya’da
imparator Meiji dönemi modernleşme ve kalkınma çabaları, Batı da ise Almanya’nın
imparator Bismarck dönemi reform düzenlemeleri, gelişmiş ve sanayileşmelerini
tamamlamış, İngiltere ve Fransa’yı yakalama çalışmalarının tipik
göstergeleriydi(Avcıoğlu, 1968:38). Osmanlı Devletinin diğer ülkeler gibi kalkınma
ve modernleşme çalışmalarında başarılı olamaması bu çalışmanın temel
problematiğini oluşturmamakla birlikte bu süreçte Batının Osmanlı ülkesi üzerindeki
ekonomik baskısı ülkeyi açık bir sömürgeye dönüştürürken aynı zamanda
imparatorluğun güçlenmesine ve kalkınmasına izin vermiyordu.
İdari reform konusu kamu yönetimi literatürünün en zengin konu
başlıklarından biri olmasına rağmen tanımlama güçlüğü ve sorunu yaşayan
kavramlardan biridir. Gournay(1971:96) konu ile ilgili olarak yaptığı
değerlendirmede “reform formülü üzerinde bu kadar durulmasına rağmen muhtevası
hakkında hiçbir zaman kesin bir görüş belirtilmemiştir.” Bu kadar kesin olmasa dahi
kavramın tanımı konusunda ciddi bir sorun olduğu muhakkaktır. Konu farklı
terimlerle ifade edilirken her terimin farklı bir anlamı ve tanımı bulunmakta
kullanıma bağlı olarak değişmektedir. Tanım ve sözcük seçimi konusunda yaşanan
sorunların yanında idari reform yaklaşımları konusunda da yaşanmaktadır. Reform
en iyimser bir yaklaşımla yüz yıldır gündemdeki yerini korurken konu ile ilgili
çalışmaların daha çok betimlemeye ve olgusal gerçekliği nakletmeye dayandığı
28
görülmektedir. Konu ile ilgili kuramsal incelemeler çok az olup bu durumun mantıklı
bir açıklaması bulunmamaktadır. Hem disiplinin hem de uygulamanın en kışkırtıcı ve
popüler konularından biri olan idari reformun yönteminin yeterince irdelenmemesi
önemli bir eksiklik oluşturmaktadır. İdari reformla ile ilgili eksikliklerden bir diğeri
konu ile ilgili bir çok ezber bulunduğu ve bunların kolay-kolay sorgulanmadığı
gerçeğidir. Disiplinde idari reform konusunun II. Dünya savaşı sonrası dönemde
ortaya çıktığı öne sürülürken bunun çok doğru ve bilimsel bir yaklaşım olmadığı;
bunun tam olarak böyle olmadığını belirten görüşlerin ise pek dikkate alınmadığı
görülmektedir.
İdari reform konusunun II. Dünya savaşı sonrası dönemde ortaya çıkan bir
sorun alanı olduğunu kabul edip irdelemeyi bu dönemden başlatmak modern ulus
devletlerin ortay çıkış süreçlerinin atlanmasına neden olacaktır. Caiden’in(1969)
doğru ve yerinde yaklaşımı ile konu modern devletlerin ortaya çıkması ve
kurumsallaşması bağlamında ele alınmakta modern ulus devletin tarihsel olarak
gelişimine bağlı olarak kullanılan farklı terimleri idari reform sözcüğünün bir türü
olarak ele almaktadır. Türkçe literatürün en az irdelenen konularından biri olan bu
sorunun daha çok mevcut durumun benimsenmesi ve aktarılması şeklide geliştiği
görülürken istisna olarak Tutum ve Güler’in çaba ve arayışları dikkat çekmekte ve
farklılaşmaktadır. Daha sözcük kullanımı ve tanımlama konusunda görüş birliğine
varılamayan bir konuda doğal olarak yaklaşım konusunda da farklı tutumlar ortaya
çıkmaktadır. Türkiye özelinde konu ile ilgili dikkat çeken bir başka nokta, yapılan bir
saptamanın veya değerlendirmenin bütün yazarlar tarafından aynına yakın biçimde
tekrar edildiği ve benimsendiği görülmektedir. Bu durum ülkemizde eleştirel bir
geleneğin olmamaması ile de ilgili bir sorun olmakla birlikte daha çok ikincil
29
kaynaklardan ve nakilcilik üslubunun hakim olduğunu da belirtmek gerekmektedir.
Ancak burada hemen ifade etmek gerekmektedir ki bu eleştiriler ve sorunlar sadece
Türkiye özelinde yaşanan bir problematik olmayıp genel anlamda yaşanan sorun
alanına işaret etmektedir.
Bu çalışma içerisinde konu genel olarak “idari reform” terimi etrafında
irdelenirken, idari reformun Caiden’in yaklaşımı ile çağdaş merkezileşmiş devletin
ortaya çıkması süreci bağlamında ele alınmaya çalışılmaktadır. Çalışmanın ilgili bir
çok yerinde konu ile ilgili tartışmalara yeniden dönülürken idari reform sorunu
“devlet aygıtının önceden kurgulanmış ekonomik-politik hedefler doğrultusunda
işlev ve konum bakımından yeniden düzenlenmesi” çabaları ele alınmaktadır. Konu
daha çok, geniş bir perspektifle toplumsal ve siyasal gelişmeler ve dönüşümler
bağlamında ele alınmaya çalışılmaktadır.
Kamu yönetimi literatürü içerisinde pek de tartışılmayan bir konu olan idari
reform yaklaşımları sorunu aslında reform deneyimleri kadar önemli bir tartışma
konusudur. Yaygın kabul gören biçimi ile “etkili-verimli-hızlı” idare amacına
yönelik olarak yapılan her türlü düzenlemeyi mevcut hali ile ele alıp irdeleyen ve bir
“yöntem belirleme” gibi sorunu olmayan çalışmaların istisnaları olmakla birlikte
genel olarak böyle bir yaklaşımın egemen olduğu görülmektedir. Bu çalışma
içerisinde iki yüz yıldır devam eden yenileşme ve reform çalışmalarına dair bir
yöntem belirleme gibi toptancı bir mantık ve iddia olmamakla birlikte bu tartışmalara
küçük de olsa bir katkı yapmak amaçlanmaktadır. Böylesine bir yöntem belirleme
sorununun ayrıca toplumsal karşılığının ve politik yönünün daha iyi görülmesini de
sağlayacaktır.
30
İdari reform olgusunun geçmişi eskilere dayanmakla birlikte disipliner
anlamda yaygın biçimde irdelenmeye başlaması henüz yenidir. II. Dünya savaşı
sonrası dönemde ortaya çıkan “reform seferberliğinden” sonra bu alanla ilgili
araştırma ve inceleme faaliyetleri hızlanmış ve konu ile ilgili yayınların sayısı
artmıştır. Bu çalışmaların sayısı zaman içerisinde artarken konuyla ilgili ayrıntılı ve
karşılaştırmalı çalışmaların dünyada olduğu gibi Türkiye’de de 1960’ların sonlarına
doğru ortaya çıkmaya başladığı görülmektedir. 1970’li yıllarda yaşanan iktisadi ve
mali krize bağlı olarak idari reform konusu yeniden heyecanlı biçimde ele alınmaya
başlamış ve ülke gündemleri yeniden yoğun bir reform baskısı altına girmiştir. Bu
dönemde artık sadece idari reformun içeriği, kapsamı, aşamaları ve alanları değil
aynı zamanda yöntemi de tartışılmaya başlanmıştır. İdari reformun yöntemi veya
idari reform yaklaşımları sorunun üzerinde en az durulan başlıklarından biri olup
daha çok uygulamalar üzerinde durulmuştur. İdari reform yaklaşımının nasıl olması
gerektiği konusunda ilk çalışmalardan olan Chapel, Heady, Hanson, Riggs, La
Polambara, Eisenstadt’ın çalışmalarını özetleyerek Türkçe’ye aktaran
Tutum’un(1971) incelemesi bu alandaki en kapsamlı metinlerden biridir.
İnceleme idari reform yaklaşımları konusunda klasik yaklaşım, dengeli ve
dengesiz sosyal gelişme yaklaşımı ve son olarak politik yaklaşımdan bahsetmektedir.
Bu yaklaşımların günümüzde de geçerli olduğu görülürken konunun böylesine
popüler olmasına rağmen reform yaklaşımı konusunda neden daha az çalışma
yapıldığı anlaşılamamaktadır. Klasik yaklaşımın en yaygın yaklaşım olduğu
belirtilirken günümüzde bu yaklaşımın kısmen terk edildiği görülmektedir. Klasik
idari reform yaklaşımının temel tezi idari reformun iyi bir şey olduğu ve mümkün
olan en kısa sürede hayata geçirilmesi gerektiğidir. Bu yaklaşım batılı ülkelerde
31
yaşanan reform sürecinin az gelişmiş ülkeler transfer edilebileceğini savunurken
daha çok kalkınma kuramcıları tarafından benimsendiği gözlenmektedir. Transfer top
yekun biçimde olabileceği gibi seçici biçimde gerçekleştirilebilecektir. Daha çok
modernleşme hareketlerinde ve ulus devletlerin oluşum süreçlerinde yaygın biçimde
kullanılan bu yöntem günümüzde de eskisi kadar olmasa bile geçerliliğini
korumaktadır.
Klasik yaklaşımı savunan yazarlar arasında reformun stratejisi bağlamında
ortaya çıkan farklılıklar dengeli ve dengesiz idari reform yaklaşımını ortaya
çıkarırken; dengeli sosyal gelişme yaklaşımının idareyi bir güç merkezi olarak
gördüğü ve idare aygıtında yapılacak düzenlemelerin diğer gelişmelerle uyumlu hale
getirilmesi gerekmektedir. Bu görüşe göre idare ülkelerin kalkınmasında ve
gelişmesinde başat rol oynamaktadır. İdeal olan yapılacak düzenlemelerde siyasal
reformlarla bürokratik reformlar arasında dengeyi sağlamak ve gelişmeyi
hızlandırmaktır. Dengesiz sosyal gelişme yaklaşımında ise dengeli sosyal gelişme
yaklaşımından yapılması gerekenler aynı iken sadece rasyonelleri farklıdır. Bu
yaklaşıma göre az gelişmiş ülkelerde gelişme düzensiz ve asimetriktir. Bu ülkelerde
bürokrasi rakiplerinden ileri gitmiştir çünkü bu toplumlarda idareye yüklenen anlam
çok fazladır ve idarenin yeteneğinin artırılması gerekmektedir. Burada yapılacak iş
bürokrasinin rolünü tartışmak değil bürokrasiyi meşrulaştıracak ve iş görme
yeteneğini artıracak tedbirleri almaktır.
La Palombara tarafından savunulan politik yaklaşımda ise idari reformla
yapılacak düzenlemelerin ülkenin içinde bulunduğu durumla irtibatlandırılması
gerektiği üzerinde durulurken özellikle toplumsal koşulların dikkate alınması
savunulmaktadır. Rejimin etkinliği idare aygıtının güçlendirilmesine bağlı olup idari
32
reformun stratejisi toplumsal koşulların doğru bir biçimde analizine bağlıdır. Reform
yapılmadan önce temel sorunlar ve bunalımlar tespit edilerek kökeni araştırılmalı ve
buna bağlı olarak bir model ve tutum belirlenmelidir.
Bu çalışma içerisinde idari reform sorunu “politik yaklaşım” yöntemi ile
ele alınmaya çalışılmaktadır. İdari reform, birikim rejimlerine bağlı olarak ortaya
çıkan değişimin sonucunda idare aygıtının değişen bu yapıya uyumlu hale getirilmesi
anlamında kullanılmaktadır(Arın1983(a): 105). Bu yaklaşımın doğal olarak çok
politik bir yaklaşım olduğu ve bunun sürecin tam olarak anlaşılması hususunda bir
kısım sakıncalar doğuracağı noktasında tabii olarak eleştirilecektir. Ancak hem genel
anlamda yürütülen idari reform çalışmalarının hem de Türkiye özelindeki
çalışmaların içeriklerinin, yaslandıkları politik ve toplumsal arka planlarının daha net
biçimde görülmesi bakımından bu yaklaşımın açıklayıcı bir tarafı bulunmaktadır.
Aksi takdirde idari reform çalışmaları Taylorist bakış açısı ile yönetim dizgesi
içerisinde salt bir rasyonellik arayışı olarak tanımlanacaktır ki bu açıklama denemesi
idari reform sürecini tam olarak izah etmeyen teknik ve işlevselci bir bakış açısıdır.
Arın’ın ifade ettiği gibi üretim güçleri değişirken, toplumsal ilişkiler, yapılar ve
kurumlar da yeniden düzenlenmektedir. Bu süreçte düzenleme sadece iktisadi
süreçlerle de açıklanamamakta, iktisadi ilişkiler kadar ideolojik duruşun ve devletin
belirleyici rolü de bulunmaktadır. Bu süreç asla kendi kendine işleyen otomatiğe
bağlanmış bir süreç olmayıp döngü, “kriz” ve “yeniden yapılanma” biçiminde devam
etmekte ve bilinçli bir tercihe dayanmaktadır. Yeniden düzenleme oluşan yeni
birikim sürecine bağlı olarak sürecin önündeki toplumsal, kurumsal ve yapısal
engellerin kaldırılmasını amaçlamaktadır. Türkiye’nin idari reform tarihine bu
33
noktadan baktığımızda çalışmaların zamanlamaları ve içerikleri daha net biçimde
görülmektedir.
1929 Dünya ekonomi krizi ile birlikte dünyanın farklı coğrafyalarında krizin
etkilerinden en az etkilenmek ve krizin önüne geçtiği kalkınma sorununu çözmek
bağlamında ortak bir pratiğin oluştuğu görülmektedir. Bu bağlamda Latin Amerika
deneyimi önem kazanmaktadır. Latin Amerika’da da krize kadar Türkiye’de olduğu
gibi liberal ekonomi uygulanmaktaydı. Krizle birlikte Latin Amerika’da ve birçok
ülkede liberal ekonomi tercihinin ideal bir yol olmadığı ortaya çıkarken kalkınma
sorunu bu dönemle birlikte anti-emperyalist ve devrimci bir yolla çözülmeye
çalışılacaktı. Bu yol her ülke için kendine özgü nitelikler taşısa da son tahlilde ortak
bir çok noktası da bulunmaktaydı. Az gelişmişliğin nedeninin emperyalizm olduğu
etrafında birleşen bu görüşler daha çok ideolojik yönü ağır basan fikirlerdi. 1930’lı
yıllardaki Latin deneyimini temel alan ve II. Dünya savaşı sonrasında teorik bir
içeriğe kavuşarak tüm dünyada popüler hale gelen bu görüşler 1948 yılında
Economic Comission for latin America(ECLA) ismi altında resmen ortaya
çıkmıştır(Gülalp, 1983:120). İşte tam da bu noktada yapısalcılık olarak adlandırılan
Latin Amerika orijinli kalkınma arayışları ile reform konusunun bir biri ile içi içe
geçen ve yer-yer örtüşen olgular haline geldikleri görülmektedir. Kapitalist
ekonomiler dönem- dönem kar hadlerinin düşmesine bağlı olarak istikrarlı sermaye
birikimi imkanlarını yitirmelerine bağlı olarak bir kriz içine girebilirler. Ortaya çıkan
bu krize bağlı olarak bir yandan sistemin kendisi tehdit altındadır ve sistemin
işlerliğinin sağlanması yapısal değişikliklerin yapılmasını zorunlu kılmaktadır.
Krizin boyutuna göre bu yeniden düzenleme faaliyeti ulusal ölçekte veya uluslar
arası boyutta ortaya çıkabilmektedir.
34
Türkiye özelinde idari reform çalışmalarının yöntemini ve mahiyetini Fuat
Paşa’nın şu ifadesinde aramak gerekmektedir(Avcıoğlu, 1969:97)
“Bir devlette iki kuvvet olur biri yukarıdan diğeri aşağıdan gelir.
Bizim memlekette yukarıdan gelen kuvvet cümlemizi eziyor.
Aşağıdan ise bir kuvvet hasıl etmeye imkan yoktur. Bunun için
pabuççu muştası gibi yandan bir kuvvet kullanmaya muhtacız. O
kuvvetler de sefaretlerdir.”
Bu yaklaşım sadece Osmanlı devleti için değil bütün az gelişmiş ülkeler için geçerli
olan bir yöntem ve uygulama olmuştur. Osmanlının son döneminde sefaretler bu
işlevi yerine getirirken daha sonraki dönemlerde sefaretlerin yanına Birleşmiş
Milletler Kalkınma Örgütü, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası örgütlerin
eklenmesi ile süreç daha da hızlanarak devam etmeye başlamıştır.
Daha önce ifade edildiği gibi literatürde kabul gören şekli ile idari reform
teriminin ikinci dünya savaşı sonrası dönemde disipliner anlamda incelenmeye
başlandığıdır. Bu görüşün kısmen haklılık payı olmakla birlikte uygulamada reform
kavramının on sekizinci yüz yılın başı ile yaygın biçimde kullanıldığı görülmektedir.
İdari reform konusunun disipliner anlamda incelenmeye başlanmasının ikinci dünya
savaşı sonrasına rastlamasının haklı ve yerinde nedenleri bulunmaktadır. Savaş
sonrası dönemde gelişmiş devletlerin savaşın etkilerinden kurtulmak ve
bağımsızlıklarını yeni kazanan devletlerin kalkınma yarışına girmeleri ile bir
anlamda idari reform alanında bir seferberlik ilan edilmiştir. Özellikle gelişmekte
olan ülkelerde yaşanan reform deneyimleri kalkınma sorununa daha bilimsel,
objektif, tutarlı ve ortak sonuçlara ulaşan bir yaklaşıma ulaşılması gerektiğini ortaya
çıkarmıştır.
35
Chapel konu ile analizinde, sömürgelikten kurtulan ve bağımsızlıklarını
henüz kazanan ülkelerin geri kalmışlıklarına son verme çabalarının istenilen
sonuçları vermemesinin reform sorununa daha ciddi bir biçimde yaklaşılmasını
zorunlu kıldığını belirtmekte ve bu noktada gelişmeye engel olan durumun idare
aygıtı olarak görülmeye başlandığına işaret ederek yönetsel azgelişmişlikten
bahsetmektedir(Chapel,1968:103). Bu durumun sonucunda toplumlarda idarede
köklü değişiklikler yapılmadan kalkınma sorunun çözülemeyeceği ve rasyonel
biçimde örgütlenmiş bir idare aygıtının kalkınma sorunun çözümünde etkin bir araç
olarak kullanılması gerektiği öne sürülmeye başlanmıştır(Tutum, 1971:34). Tutum
reformun değişim süreci ile ilgili olduğunu belirtirken bu tanımlamaya bağlı olarak
yönetsel yapı, siyasal sistem ve ekonomik düzene uyumlu hale getirilmeye ve
değişime direnen engellerin ortadan kaldırılması gerektiği ifade etmektedir. Tutum
idari reform ihtiyacını devletin görevlerinde ve bu görevleri yerine getirecek
mekanizma arasındaki farklılıktan doğduğunu belirtirken idareden çok şey
beklendiği dönemlerde bu ihtiyacın arttığı ve idarenin diğer sosyal kurumlar gibi
değişen şartlara uyması zorunlu ve kaçınılmaz bir sonuç olarak görülmektedir.
Tutum, Şaylan gibi idari reform sorununu toplumsal koşulların değişmesi ile paralel
biçimde değerlendirirken her iki yaklaşımın da toplumsal değişimden neyi kast
ettikleri tam olarak anlaşılamamakta ve bu değişimin yerel koşullardan mı yoksa dış
kaynaklı değişmelerden mi kaynaklandığı açıklanmamaktadır. Değişim sözcüğü nötr
bir kavram olarak ele alınmaktadır.
İdari reformun tanımı ile ilgili bir çok açıklama bulunmaktadır. Bu terimle
ilgili idari ıslahat, idari reform, yönetimin yeniden yapılandırılması, yönetimin
iyileştirilmesi, yönetimin yeniden düzenlenmesi, örgüt geliştirme, devlet reformu
36
gibi birbiri ile aynı anlama gelen veya aynı anlama gelmese bile birbirinin yerine
kullanılan terimler olduğu öne sürülürken(Yalçındağ, 1971:24), reform sözcüğü
genellikle hataları giderme düzeltme iyileştirme ve biçim verme anlamlarında
kullanılmaktadır. Bazı değerlendirmelerde idari reform terimi geniş anlamda
kullanılmakta ve kavrama çok farklı anlamlar yüklenebilmektedir(Ar, 1983:7). İdari
reform terimi çoğu zaman yönetim aygıtının sorunlarının düzeltilmesinde ve
çözülmesinde küçük değişikliklerden köklü değişikliklere uzanan geniş bir
değerlendirme biçiminde de kullanılmaktadır(Sürgit, 1972:7). Türkiye’nin reform
pratiği içinde ve kuramsal olarak bir kavram kargaşasının yaşandığı görülmektedir.
Zaman içinde birbirinin yerine kullanılarak aşkınlaştırılan ve sihirli bir sözcük haline
dönüşen terimler literatürde çok az tartışılan sorun alanlarından biri olmuştur.
Konu ile ilgili çalışan akademisyenlerin farklı yaklaşım ve tanımlama çabası
içinde oldukları görülmektedir. Burada konu ile ilgili kısa-kısa ilgili kişilerin
görüşleri sıralanarak terimin hangi anlamlarda kullanıldığı tespit edilmeye
çalışılacaktır. Sürgit(1972:10)idari reform terimini, “...idarenin ulusal amaçların
gerçekleştirilmesine yardımcı olacak süratli, tasarruf sağlayıcı, verimli ve kaliteli
hizmet görülmesini sağlayıcı bir düzene kavuşturulması ve böyle bir düzen içinde iş
görmesini sağlayacak çabaların tümü” olarak tanımlamaktadır.
Şaylan ise idari reformu, “...bir üst toplumsal sistem ve kurumda, alt
sistemlerdeki değişmeye bağlı olarak ortaya çıkan alternatif durum” olarak
nitelendirilirken idari reform “kamu örgütlerinin bilinçli ve planlı değişimi” olarak
tanımlanmakta ve sonuçta toplumsal yapıdaki değişikliklere paralel olarak idari
yapı, kurum, ilişki ve davranışlarında ortaya çıkan gereksinme olarak ifade
edilmektedir(Şaylan, 2003:423). Şaylan literatürdeki en kapsamlı idari reform
37
tanımını yaparken reform olgusu ile toplumsal ve ekonomik değişim arasındaki
ilişkiye dikkat çekerek kavramın teknik ve dar anlamda tanımlanma sorunundan da
kurtarmaktadır. Bu çalışma içinde de idari reform kavramı, sosyal ve ekonomik
değişimin yönetsel yapıyı değiştirmesi yada yönetsel yapının sosyal ve ekonomik
değişmelere ve yapıya uyumlu hale getirilmesi anlamında kullanılmaktadır.
Berkman(1981:207) “...bir yönetim sisteminin amaçlarına yönelik olarak
işlevlerini daha hızlı, nitelikli, verimli ve etkili bir şekilde yapacak düzeye çıkarmak
üzere örgütsel yapı ve süreçte, idari yöntem ve tekniklerde ve personel unsurunda
yapılan bilinçli değiştirme, yeniden düzenleme girişimleri” olarak tanımlamaktadır.
İdari reform, idari ıslahat, yönetimin yeniden düzenlenmesi, idareyi
geliştirme, reorganizasyon, gibi terimlerin çoğu zaman birbirinin yerine kullanıldığı
görülmekle birlikte literatürde bu kavramların farklı biçimde tanımlandıkları
görülmektedir. DPT tarafından hazırlanan yeniden düzenleme el kitabında
“düzensizlik ve yetersizlik nedenlerinin araştırılarak optimum çözüm yollarının
bulunmasıdır” şeklinde tanımlanırken bu tanımın çok genel ve kapsayıcı bir tanım
olduğu bu tanım çerçevesinde kamu kurumlarında yapılacak her türlü çalışmanın bir
reorganizasyon çalışması olarak nitelenebileceği görülmektedir. 1971 Yılında
hazırlanan “Kamu İktisadi Teşebbüsleri Reform Komisyonu Ön Raporunda”
komisyon kendisine verilen görevi şu şekilde tanımlanmaktadır: “kamu iktisadi
teşebbüslerine rasyonellik ve disiplin anlayışını sağlam bir biçimde birleştirerek
onları gerçek sahibi olan ulusumuza en yararlı biçimde hizmet etmeye elverir bir
yapıya kavuşturmaktır”(Kuyaksil, 1994:50). Görüldüğü gibi idari reform terimi
genel olarak, idari sistemde esaslı düzenlemelerden, metotlardan başlayarak ikincil
38
nitelikte sayılabilecek değişikliklere kadar tüm düzenleme ve geliştirme faaliyetlerini
ifade etmek için kullanıldığı görülmektedir.
Ülkemizde en yaygın kullanılan biçimi, idari reform terimi olmakla birlikte,
1980’li yıllarla birlikte kullanılmaya başlanan yönetimin yeniden yapılandırılması
kavramı Türkçe için henüz yeni bir terim olup, çoğunlukla idari reform kavramıyla
aynı anlamda kullanılmaktadır(Tutum, 1994: 3-6). İdari reform sözcüğüyle ilgili en
kapsamlı ve en yaygın kabul gören tanımın İdare Reform Danışma Kurulu
Raporunda yapılan tanım olduğu görülmektedir. Kurulun yaptığı ve daha sonra bir
çok kişi tarafından benimsenen tanımla idari reform sözcüğü şu şekilde
tanımlanmaktadır(1972: 7):
“...kamu örgütlerinin amaçlarında, görevlerinde, örgüt yapısında,
personel sisteminde, kaynaklarında ve bunların kullanış biçiminde,
mevzuatında, halkla ilişkiler sisteminde, mevcut aksaklıkları ve
eksiklikleri düzeltmek amacını güden kısa ve uzun vadeli geçici
yada sürekli nitelikteki düzenlemelerin tümü olarak tanımlanırken,
yönetimin içinde bulunduğu durumla kendinden beklenen durum
arasındaki farklılıktan doğan ihtiyaç olarak ifade edilmektedir”
Yaygın kanaatin aksine idari reform ihtiyacı yalnız gelişmekte olan ülkelerde
değil, tüm dünyada kabul görmüş, savaş sonrası dönemde ülkelerin hızlı bir biçimde
kalkınmalarını sağlamak için ortaya çıkan ve gelişen kalkınma iktisadı arayışları ile
kamu yönetimi literatürünün en popüler kavramlarından biri haline gelmiştir.
Ülkemizdeki uygulaması “bitmeyen senfoniye” dönüşen ve daha çok “vatanın nasıl
kurtarılacağı” düşüncesi etrafında şekillenen idari reform sorunu, Türk kamu
yönetimi pratiğinin en zengin konu başlıklarından biri olmuştur.
İdari reform yada yönetimin yeniden yapılandırılması kavramı, devletin
niteliğinde işlevlerinde, rolünde, bürokrasi, siyaset ilişkilerinde karar alma
39
süreçlerinde, yeni bir denge arayışını yansıtmaktadır. Yönetim sisteminin hem iç
ilişkilerinde, hem de çevresiyle olan ilişkilerinde önemli değişikliklere neden
olmaktadır. Wallis(1989) idari reformu; yönetsel alanla ilgili, organize, kalıcı
iyileştirme çalışmaları olarak tanımlamaktadır. İdari reform kavramı 1945’ten sonra
dünyada en ilgi çekici kavramlardan biri olmuştur. Azgelişmiş ülkelerde bu süreç
1945-1980 dönemi ve 1980 sonrası dönem çalışmaları olarak kategorize edilmiş,
birinci aşamaya idari reform yaklaşımı dönemi ikinci aşamaya ise yapısal uyarlama
yaklaşımı dönemi denilmiştir(Güler, 1996). Dünyadaki ve Türkiye’deki reform
tanımlarının ve reform hareketlerinin ortak özellikleri;
a)Reforma hareketleri toplumsal değişimle yakından ilgilidir.
b)Reform planlı, organize değiştirme çabasıdır.
c)Reform ilke olarak köktenci değişiklikleri anlatır.
d)Reformdan amaç söz konusu yönetim sistemini daha etkili ve verimli hale
getirmektedir.
e)İdari reform yönetsel olduğu kadar siyasal içerikli bir değişim olayıdır.
Türkiye özelinde “idare sanatı” ile ilgili önemli çalışmalar bulunmaktadır. Bu
çalışmalar daha çok “devletin nasıl kurtarılacağı” düşüncesi etrafında, askeri ve mali
konularda “devlet adamlarına öğütler” ve “bozuklukların düzeltilmesinde tutulacak
yollar” biçiminde ortaya çıkmıştır. Türk tarihinin uzun bir kısmı reform sorunu içinde
geçmiştir. Modernleşme hareketleri ile birlikte yasal-ussal bürokrasiye geçiş
arayışları hız kazanırken İmparatorluğun son dönemine damgasını vuran “Devletin
kurtarılması” düşüncesi, Cumhuriyetle birlikte devam etmiştir. Daha öncede ifade
edilmeye çalışıldığı gibi Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde girişilen ıslahat
hareketlerinin temelinde batıyı örnek alarak bir kısım yenilikler yapmak ve böylece
40
geri kalışı önlemekti. Yönetici elitler batının hızla ilerlediğini görürken Osmanlının
geriliğinin batılı kurumların ülkelerinde tesisi ile mümkün olacağını ifade ederlerken
daha rahat kontrol edebileceklerini düşündükleri idare aygıtı ile bu dönüşümü daha
rahat yapabileceklerini tasarlayarak kamu yönetimini batıda görülen bir biçime
kavuşturmak istemişlerdir(Şaylan, 2003:416). Cumhuriyet yönetimi ile birlikte
reform fikri ağırlığını ve güncelliğini kaybetmeden devam etmiştir.
Türkiye özelinde yapılan ve idari reform tarihinin önemli çalışmaları olarak
nitelenen kapsamlı reform projelerinde yapılan tanımlara baktığımızda bu metinlerde
biri hariç net bir tanım yapılmamaktadır. Bununla birlikte kavramla ilgili bir ifade
birliği de bulunmamaktadır. Bu durumun komisyonların kendilerini bağlayıcı bir
idari reform tanımına varmak istemelerinden kaynaklandığı kadar aynı zamanda bu
çalışmaların ne kadar birbirini tekrar etse de aynı zamanda o kadar da birbirinden
kopuk çalışmalar olduğu görülmektedir. Bu metinler dikkatli bir gözle
incelendiğinde çalışmaların sanki ilk defa yapılıyormuş gibi bir duygu oluşmaktadır.
Bu çalışmalara dair yapılacak önemli saptamalardan biri de tarihsel devamlılık
anlamında aralarındaki ilişkinin kurulamaması ile sosyal ve tarihsel gerçeklikten
sanki soyutlanmışlıklarıdır.
İdari reform raporlarında kavramın tanımına baktığımızda ise şu tanımların
yapıldığını görmekteyiz. 27 Mayıs sonrası dönemde kurulan Milli Birlik Komitesinin
isteği üzerine yapılacak büyük bir idari reform projesine alt yapı hazırlamak amacı
ile kaleme alınan “İdari Reform ve Reorganizasyon Hakkında Ön Rapor” da
doğrudan bir idari reform tanımı yapılmamakla birlikte reform kavramının
çerçevesini çizen, reformu doğuran nedenleri, içeriği, uygulama alanları, aşamalarına
dair ayrıntılı ve doyurucu açıklamalar yer almaktadır. Ön Raporla ilgili alanda konu
41
ile ilgili daha uzun yorumlamalar bulunmakla birlikte bu çalışmanın reform olgusu
ile sosyal değişim ve kriz dönemleri arasındaki ilişki etraflı biçimde ortaya
konulmaktadır. Ön rapor doğrudan bir idari reform tanımı yapmak yerine dolaylı bir
yol izlemekte ve daha sonra sıkça kullanılacak olan” basit-süratli ve ucuza mal olan”
bir idare amacı ile yapılan düzenleme çalışmalarının tamamına idari reform
demektedir(Ön Rapor, 1965:6).
1963 Yılında hazırlanan MEHTAP raporunda ise idari reform kavramı
yanında idareyi geliştirme ve daha da çok yeniden düzenleme terimleri
kullanılmaktadır. MEHTAP Raporunda da doğrudan bir idari reform tanımı
yapılmamakla birlikte reform kavramının çerçevesini çizen, reformu doğuran
nedenleri, içeriği ve uygulama alanlarına dair açıklamalar yer almaktadır. Ancak
genel olarak Türk idare sistemi içerisinde idari reform yada yeniden düzenlemenin
“personel rejiminin düzeltilmesi, organizasyon meseleleri ve idari usul ve işlemlerin
düzeltilmesi” konularını kapsayan, ülkenin süratli ve sürekli biçimde kalkınması için
devlet teşkilatının modern bir getirilmesi çalışmaları olarak ifade
edilmektedir(MEHTAP Raporu, 1966:414)
12 Mart muhtırası sonrası yapılan “İdari Reform Danışma Kurulu
Raporunda” kavram artık net biçimde tanımlanmaktadır. Bu raporda idari reform
sözcüğü yanında yeniden düzenleme terimi de kullanılmakta ve “kamu kuruluşlarının
amaçlarında, görevlerinde, görevlerin bölünüşünde, örgüt yapısında, personel
sisteminde, kaynaklarında ve bunların kullanılış biçiminde, metotlarında,
mevzuatında, haberleşme ve halkla ilişkiler sisteminde mevcut aksaklıkları,
bozuklukları ve eksiklikleri düzeltmek amacını güden kısa ve vadeli geçici ve sürekli
nitelikteki düzenlemelerin tümü”(Danışma Kurulu Raporu, 1972:7) olarak
42
tanımlanmıştır. Bu tanım gerçekten idari reform sözcüğü konusunda yapılmış en
ayrıntılı ve en kapsayıcı tanımların başında gelmektedir.
1991 yılında yapılan Kamu Yönetimi Araştırma Projesinde yine net bir idari
reform tanımı yapılmamakta idari reform sözcüğü yerine yeniden düzenleme terimi
kullanılmakta ve tercih edilmektedir. Bu çalışmanın giriş kısmında kısa bir tanım
yapılırken diğer çalışmalarda olduğu gibi daha çok kavramın çerçevesi çizilmekte,
reformun nedenleri ve amaçları sıralanmaktadır. KAYA raporunda yeniden
düzenleme yada idari reform kavramı, “var olan sistemin işleyişinde beliren
sorunları saptayarak; sistemi, öngörülen amaçları daha etkin ve ussal yollarla
gerçekleştirecek bir niteliğe kavuşturma çabaları” biçiminde tanımlanırken bu
çalışmanın dönemsel olarak örtüştüğü yeni kamu yönetimi anlayışı görmezden
geldiği ve bu tezlerle yüzleşmediği görülmektedir. Zaten çalışmamız içerisinde de
KAYA Raporu dönemsel olarak 1980 öncesi çalışmalar kategorisine dahil edilmiş ve
bu bağlamda bir analiz yapılmıştır.
Çeşitli örneklerde de görüldüğü üzere, Türkiye yönetiminde yaşanan
karmaşanın yalnızca dar anlamıyla “idareyi” ilgilendiren bir sorun olmadığı
ortadadır(Duran, 1988:11). Sorun, sistemin işleyişini, çalışanlarını ve ilgililerini
kapsayan kompleks bir sorun alanı olup sosyo-ekonomik sahayla da yakından
ilgilidir. İdare tarihimiz yoğun bunalımlarla geçen dönemler halinde devam ederek
bugünkü içinden çıkılmaz ve uzmanlık isteyen bir sorun sahası haline
gelmiştir(Mıhçıoğlu, 1987: 201-210). Bütün azgelişmiş ülkelerde görülen egemen
bir anlayış olmakla birlikte aslında yönetimin yeniden yapılandırılması
çalışmalarının temel sorunu; az gelişmiş ülkelerde yönetim sistemlerinin iç
dinamiklerden daha fazla dış dinamiklerin tesiriyle değişmesi ve gelişmiş ülke
43
yönetimlerini taklit etmeleriyle ortaya çıkan işlevsiz kurum ve süreçler
sorunudur(Heper, 1973: 113-131). Onar’ın(1960:248) konu ile ilgili yorumu da
benzer niteliktedir:
“Bizim eski müesseselerimizin ölümü, Tanzimat müesseselerinin
kuruluş ve gelişmelerinde rastlanan güçlükler, inkılabımızın ve inkılap
müesseselerimizin geçirdiği ve geçirmekte olduğu buhranlar bir çok
sahada amme hizmetlerimizin kanunların ve teknik vasıtaların
mükemmel olmasına rağmen Avrupa’da olduğu gibi şekil ve derecede
görülmemesi bu teorinin ışığı altında çok olay anlaşılır. Bu teori fikir
unsuru mevcut ve kuvvetli olmayan müesseselerin birer manken gibi
cansız ve harekesiz kalmaya ve pek çabuk devrilmeye mahkum
olduğunu, içtimai muhitte yayılamayan ve içindeki kuvvetle bu
muhitte tutunamayan müesseselerin ne kadar hayati bir ihtiyacı
karşılarsa karşılasın ve şeklen ne derece mükemmel olursa olsun
menfi cereyanlar ve reaksiyonlar karşısında yıkılabileceğini kolayca
izah etmektedir”
Kamu yönetiminin süreçlerine ilişkin mevcut sorunlarının yanına, Onar’ın da işaret
ettiği gibi kurumsallaşamama sorunu da eklendiğinde, yürütme erkinin kendisine
yöneltilen taleplere cevap verebilme yeteneği iyice azalmaktadır.
İdari reform sorununu Caiden’in, çağdaş merkezileşmiş devlet gücünün
kurumsallaşması ile başlatan değerlendirmesini isabetli bir kategorizasyon ve
tanımlama uğraşısı olarak gören Güler, kavramın genel bir “idari reform kuramı”
oluşturacak kadar ilgi çektiğine dikkat çekerek Türkçe literatürde kavramın farklı
biçimlerde kullanılmasına işaret etmektedir. Genel olarak paylaşıldığı görülen bir
tanım çerçevesinde idari reform kavramının, yönetim alanı ile ilgili olması gerektiği,
bilinçli bir uğraşı olması gerektiği ve kalıcı etkiler yaratarak bir iyileştirme sağlaması
gerektiği belirtmektedir(Güler, 1996:25-26). İdari reform konusunda yöntemsel
eksiklikler disiplinin önemli tartışma konularından biri olmuştur. İdari reform
44
sorununun toplumsal, kültürel ve örgütsel değişim sürecine bağlı olarak ele alınması
gerektiği belirli zamanda belirli alanda yapılan bilinçli değiştirme faaliyeti olarak ve
bir “alt süreç” olarak algılanması gerektiği öne sürülmektedir (Aykaç, 2003:257).
Türkiye özelinde “reform” kavramının gelişim seyrine baktığımızda
sözcüğün, Osmanlı dönemindeki karşılığı olarak “idari ıslahat”, Cumhuriyet
döneminde ise 1930’lu yıllarda “devrim ve inkılap”, 1940’lı yıllarda “reform ve idari
rasyonalizasyon”, 1950’li yıllarda “idari reform”, 1961yılında hazırlanan, İdari
Reform Komisyonu Raporunda “idari reform ve reorganizasyon”, MEHTAP
raporunda “idari reform ve idareyi geliştirme”, 1970 yıllarda hazırlanan İdari Reform
Danışma Kurulu Raporunda “idarenin yeniden düzenlenmesi”, 1990’lı yıllarda
yapılan KAYA Raporunda “yönetimin yeniden düzenlenmesi”, 2004 yılında
hazırlanan çalışmada “kamu yönetimi reformu” terimleri idari reform karşılığı
olarak kullanılmıştır. Kalkınma planlarında “yönetimin iyileştirilmesi ve yeniden
düzenleme” kavramlarının kullanıldığı bilinmektedir. 1980 sonrası dönemde
TÜSİAD, TOBB ve TESEV gibi sermaye örgütleri tarafından hazırlanan
çalışmalarda, “idari reform” terimi 1983 yılında bir kez kullanılırken 1990’lı yıllarda
hazırlanan çalışmalarda “yönetimin yeniden düzenlenmesi”, “kamu reformu” ve
“devlet reformu” sözcükleri kullanılmıştır. Görüldüğü üzere Türkiye pratiğinde idari
reform sözcüğü kimi zaman aynı kimi zaman farklı anlam ve içerikte olmak üzere
“ıslahat, devrim, inkılap, idari rasyonalizasyon, reorganizasyon, idareyi geliştirme,
kırtasiyeciliğin azaltılması, yönetimin iyileştirilmesi, örgüt geliştirme, yönetimin
yeniden düzenlenmesi, yönetimin yeniden yapılandırılması, kamu yönetimi reformu,
kamu reformu ve devlet reformu” sözcükleri küçük nüanslar olmakla birlikte
çoğunlukla eş anlamlı yada daha doğru bir ifade ile birbirinin yerine kullanılmıştır.
45
Bu çalışma içerisinde idari reform sorunu salt teknik bir iyileştirme, etkili-
verimli-hızlı bir idare cihazını işletme ve düzenleme etkinliği olarak değil daha
kapsamlı top yekun bir değişme anlamında ele alınmaktadır. Bu bağlamda idare
aygıtında düzenleme çabaları iktisadi-toplumsal-siyasal ve hatta entelektüel alanda
meydana gelen değişmeler ve dönüşümler anlamında ele alınmaktadır. Şüphesiz ki
bu çok kapsamlı ve hayli zor bir uğraşı olup çalışmanın sınırlılıkları göz önüne
alındığında bir doktora tezinin hacmini aşacaktır. Ancak bu konuda yönetim bilimi
disiplinin en çok eser verilen bir alanı olarak nitelenen sorun alanının bu bağlamda
irdelenmesi konusunda mütevazi de olsa bir başlangıç olacağı umulmaktadır. Bu
anlamda bu çalışma idari reform politiğini saptamak kadar Türkiye’nin yaşadığı
değişimi ve dönüşümü göstermesi bakımından da ilginç veriler taşımaktadır.
I.2- İdari Reform Nedenleri
İdari reformun nedenleri başta reform yaklaşımı ve reformun amaçları ile
ilgilidir. İdari reformun nedenleri reformun yönü ve stratejisini belirleyen önemli
verilerdir. Yönetim dinamik bir süreç olup sürekli olarak değişip-gelişmek
zorundadır. Yönetimin çevresel koşullar karşısındaki uyum yeteneği onun çağdaş bir
nitelik taşıyıp taşımadığı konusunda etkili olan önemli faktörlerden biridir.
Geçmişten günümüze yapılan idari reform çalışmalarını irdelediğimizde reform
projelerinin nedenleri olarak bir çok sorunun sıralandığını görmekteyiz. Temel
tartışma konusunun devletin yada idare aygıtının rolü noktasında ortaya çıktığı
görülmektedir. İdare aygıtına biçilen role uygun olarak hem reformun amaçları tespit
edilmekte hem de reformun nedenleri sıralanmaktadır. İkinci bir neden kamu
kesiminin hacmi sorunudur. Yine bu sorun alanı da projeyi hazırlayanların bakış
açılarına ve dünya görüşlerine göre şekillenmektedir. Eğer kamu kesimine
46
ekonomide toplumsal alanda daha fazla yer verilmesi gibi bir durum söz konusu
olduğunda reformun nedeni bu yapıya uygun bir idare örgütünün tasarlanması
olurken, yok eğer kamu kesiminin daraltılması ve küçültülmesi esas ise temel
politikanın ve yaklaşımın özelleştirme aracı olduğu görülmektedir.
İdari reformu gerekli hatta zorunlu kılan çeşitli nedenler olmakla birlikte,
hepsinin ortak noktası yönetimin eskimesi ve yeterliliğini kaybetmesi olarak
gösterilmektedir. İdari Reform Danışma Kurulunda sıralanan nedenler konu ile ilgili
tatmin edici bilgiler verirken daha sonra yapılan bir çok çalışmanın da bu nedenleri
aldığı ve kullandığı gözlenmektedir. Bu nedenler çalışma içerisinde şu şekilde
sıralanmaktadır(İdari Reform Danışma Kurulu Raporu, 1972:9):
a)Kamu hizmetlerinin niteliği ve kullanılan yöntemler değişsin veya değişmesin,
kamu hizmetlerinden yararlananların artması, kamu görevlerinin sayı ve çeşitçe
artmasına ve kamu hizmetlerinin genişlemesine neden olmaktadır. Bu durum
yönetimin, yetki genişliği ve yerinden yönetim esaslarına göre yeniden düzenlenmesi
gereğini ortaya çıkarmaktadır.
b)İhtiyaç ve koşullarda meydana gelen değişiklikler, hizmet programlarında, örgüt
yapılarında ve sorumluluklarında değişiklik yapılmasını gerektirmektedir.
c)Kamu hizmeti kavramında meydana gelen gelişmeler, hangi hizmetlerin kamu
görevi sayılıp sayılmayacağını içeren ve devlet kavramı üzerine yapılan, siyasal-
felsefi tartışmalar ve tercihleri içermektedir.
d)Teknolojik yenilikler ve bu yeniliklerin yönetsel süreçlere etkisi, yönetimin
yeniden düzenlenmesini gerektirmektedir.
e)Bu genel nedenlerin yanında ayrıca, yönetimde mevzuata sıkıca bağlı kalmaya
dayanan geleneksel ve biçimci bir yönetim anlayışının ve dürüstlük sağlama
47
endişesiyle yapılan aşırı denetlemelerin yönetimi işlemez hale getirmesi, ülke
statüsündeki değişiklikler ve siyasal bunalımlar, idareyi geliştirme ile ilgili kurum ve
kuruluşların teşvik edici çalışmaları, sosyal ve ekonomik planların uygulanmasında
yönetime bir rol düşmesi ve bunun sonucunda yönetimdeki eksikliklerin ortaya
çıkması gibi nedenler yönetimde yeniden yapılanmayı gerektiren diğer faktörlerdir.
İdari Refom ve Reorganizasyon Hakkında Ön Rapor, Mehtap, İdari Reform
Danışma Kurulu Raporu ve Kamu Yönetimi Araştırma Kurulu Raporlarında tekil
biçimde sıralanan idari reformun nedenlerini belli başlıklar altında toplamak
gerekirse bunları şu şekilde sıralayabiliriz: 1. Örgütsel Nedenler, 2. Çevresel
Nedenler, 3. Dışsal Nedenler(Emre, 1986), 4. İdare Anlayışında Yaşanan değişimden
Doğan Nedenlerdir.
Bu aşamada Türk kamu yönetimi özelinde idari reform çalışmalarının
nedenlerinin bazıların özetle şöyle sıralanmaktadır -ki bu nedenler 1960’lardan
1990’lı yıllara gelinceye değin yapılan tüm çalışmalarda fazla bir değişikliğe
uğramadan söz konusu raporlarda aynen yer almıştır(MEHTAP, 1963; İYD, l972;
KAYA, 1991);
a)Türk kamu yönetiminin en çok aksayan yönü, kaynakları en etkili biçimde
kullanmak suretiyle, hizmetleri kaliteli, hızlı, verimli ve etkili bir biçimde yerine
getirememe sorunudur. Aşırı mevzuatçılık; işlerin amacından uzaklaşmasına ve
biçimsel muhteva kazanmasına neden olmuştur. Bunun sonucunda, personelde ve
yöneticilerde inisiyatif kullanma yerine, pasif kalma, içinde bulunulan düzeni
sürdürme eğilimi kurumsallaşmaktadır.
48
b)Kamu yönetimi yerine getirmekle yükümlü olduğu pek çok görevi; kaynak
yetersizliği ve kaynakların öncelikli amaçlar doğrultusunda kullanılmaması sonucu,
yapamamaktadır. Sınırlı kaynaklardan rasyonel olarak faydalanamamaktadır.
c)Günümüz ihtiyaç ve şartlarına cevap veremeyen eskimiş, daha çok eski gelenek ve
alışkanlıkları yansıtan mevzuatın aşırı ayrıntıcı, katı kuralları, kamu hizmetlerinin
yerine getirilmesini güçleştirmekte, kamu yönetiminin çağdaş gelişmelere uymasını
engellemektedir.
d)Aynı amaca dönük kuruluşlar arasında, işbirliği sağlama, yol gösterme ve
koordinasyonun gerçekleştirilmesi konusunda sorunlar bulunurken, bu durum bir
kısım işlerin ortada kalmasına neden olmaktadır.
e)Vatandaşların hizmetlerle ilgili kararların alınmasına ve uygulanmasına katılımının
sağlanması, yönetim süreçlerinin “gizliliği” ve bilgi edinme hakkının çağdaş bir
anlayışla düzenlenmemesi, vatandaşlarla kamu yönetimi arasına ciddi engeller ve
sorunlar çıkarmaktadır.
f)Bir kısım kamu görevlerinin kurumlar arasında rasyonel biçimde dağıtılmaması,
zamanla amaçlarının ve fonksiyonlarının yeniden irdelenmemesi sonucu ikincil
görevler birincil konuma yükselmiştir. Ayrıca, örgüt yapılarının gerçekleştirecekleri
hizmetlere uygun olmaması, değişen çevresel girdi ve değişkenlere uyum sağlayacak
esneklikten yoksun bulunması, görev, sorumluluk ve yetki sınırlarının açık biçimde
belirlenmemesi, yetki devrinden kaçınılması, yönetimin nitelikli ve çağdaş hizmet
vermesinin önündeki en büyük engellerdendir.
g)Yönetsel ve mali merkeziyetçilik, yönetim sistemimizin bütün zamanlarda kriz ve
kaos içinde kalmasına yapısının ve süreçlerin yozlaşmasına, aşırı büyümeye,
kırtasiyeciliğin artmasına, zaman ve kaynak israfına neden olmaktadır.
49
h)Yönetimi geliştirmenin dar ve biçimsel anlamda algılanması, yeterli örgütlenmeye
kavuşturulamaması, gelişmelerin kurumsallaşmasını engelleyerek, olayın kişisel
boyutta kalmasına neden olmuştur. Diğer bölümlerde de ifade ettiğimiz gibi, yeniden
düzenleme çalışmalarında, yaratıcılıktan ziyade taklide önem verilmesi, “yerel”
moral değerlerinin ve insan faktörünün ihmal edilmesi sık-sık yönetimin yeniden
düzenlenmesine gerekçe olmuştur.
ı)Bir yandan yukarıda saymağa çalıştığımız faktörler, bir yandan yönetim
sistemimizin çağdaş bir yapıya kavuşmamış olması, diğer yandan sosyo-ekonomik
ve siyasal koşulların yarattığı ortamın olumsuz yönde gelişmesi, yönetime duyulan
güvenin sarsılmasına neden olmuştur. Partizanlık, kayırma, rüşvet, rant kollama,
otorite boşluğu, yasaların uygulanmasında fiili ayrımcılık kamu yönetimimize karşı
daimi bir hoşnutsuzluk doğurmaktadır.
1980’li yılların başından itibaren dünyada çok yönlü bir dönüşüm yaşandığı
belirtilerek bu dönüşümün sanayi toplumundan bilgi toplumuna, fordist üretimden
esnek üretime, modernist düşünceden postmodern düşünceye geçiş olarak ifade
edilmiştir. Bu sürecin idari reform nedenleri ile önceki dönemlerim nedenleri esaslı
biçimde değişirken temel amaç yeni dünya düzenine uyum bağlamında yapısal
uyarlama politikaları ile piyasa düzeninin yerleşmesi ana hedef haline gelmiştir. Bu
dönemde idari reform çalışmalarının nedenlerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
1.Değişen ekonomik koşullar, 2. Halkın hükümetten beklentilerinin artması, 3. Kamu
yönetimini modernize etme ihtiyacı(ÖİK Raporu, 2000:10-11), 4. Bütçe açığı, 5.
Güven açığı, 6. Performans açığı, 7. Uluslar arası gelişmeler 8. Ekonomik
krizler(Yılmaz, 2001:3).
50
Bu betimlemeden bir sonuç çıkarmamız gerekirse Türkiye idaresinin başta
örgütlenme olmak üzere, çalışma yöntemleri, çalışanları, ilgilileri, karar alma
süreçleri, kamu politikalarının toplumsal mütekabiliyeti, bürokratik kültür ve
değerler dizgesi bakımından önemli sorunlarla karşı karşıya olduğu ve acil bir reform
talebi ile muhatap olduğu görülmektedir. Ancak tam bu noktada ciddi bir algılama ve
yöntem sorunu ortaya çıkmaktadır ki reform ihtiyacı hiç kimse tarafından
yadsınmazken reformun kapsamı, ölçeği ve referansları noktasında ciddi görüş
ayrılıkları ortaya çıkmaktadır.
Ülkeler bir yandan gelişmiş bir ekonomik yapıya ve kalkınmış bir topluma
sahip olmayı isterken bu süreçleri pratiğe aktaracak bir idare aygıtına ihtiyaç
duymaktaydılar. Kapitalist sistemin içine girdiği kriz bir anlamda az gelişmiş ülkeler
için farklı bir pencerenin açılmasına neden olurken iktisadi yapının dönüşümüne
bağlı olarak yönetsel yapının da buna uygun hale getirilmesi gerekmekteydi. Bu
noktada reform sorunu ortaya çıkıp hayati bir önem kazanırken çevre ülkeleri olarak
nitelendirilen az gelişmiş ülkeler için “reform sorunu” gündemin değişmez maddesi
haline gelmekteydi.
I.3- İdari Reformun Amaçları
İdari reformun amaçları reform yaklaşımlarına ve kavramın tanımına bağlı
olarak farklılık göstermektedir. İdari reformun amaçlarının idari reforma yol açan
nedenlerle benzerlikler gösterdiği belirtilmektedir. Düzenleme nedeni olarak ortaya
çıkan sorunların reformun amacını ve yönünün tayin edilmesinde birebir etkisi
olduğu öne sürülürken bunun evrensel bir hale geldiği öne sürülmektedir.
Payaslıoğlu idari reformun evrensel hale gelen amaçları olarak sıraladığı “etkili-
verimli-hızlı” yönetim idealinin ve “yasal-ussal bürokrasi” amacının aslında Taylor-
51
Weber tarafından tanımlanan bilimsel yönetim anlayışının temel argümanlarından
biri olduğu görülmektedir. Reform olgusunu iktisadi-politik değişmenin bir aracı
olarak değil mevcut bürokratik yapının iyileştirilmesi bağlamında irdelediğimizde
idari reformun sadece yürütme erki içinde bir düzenlemeyi değil bütün olarak kamu
yönetimi sisteminde bir yeniden yapılanmayı amaçladığını görürüz.
Mosher, idari reformun amaçlarını örgütsel yapının, politika ve
programlarının yeniden düzenlenmesi, idarenin veriminin artırılması, yönetim
süreçlerinde tasarruf sağlanması, dış tehdit ve baskıların bertaraf edilmesi ve
çalışanların sorunlarını iyileştirmeye yönelik olarak yapılan çalışmalar olarak
sıralamaktadır(Sürgit, 1972:28). Bu amaçların yanında az gelişmiş ülkelerde idari
reformun birincil amacının kalkınma ve gelişmeyi sağlayacak bir örgütsel düzenin
kurulmasını sağlamak olarak görülmektedir. Venezüella’da idari reformun
gelişmesini ve idari reformun kalkınmanın sağlanmasındaki rolünü irdeleyen
incelemede reformun amacı şu şekilde ifade edilmektedir(Carias, 1971:130):
“İdari reformun amacının geleneksel yönetimi geliştirmek değil onu
kalkınma yönetimine dönüştürmektir. Yol gösterici, özendirici ve
denetimci yönetim kalkınmanın temel koşuludur. Bu nedenle yönetim
kalkınmanın bir aracı olmaktadır. Artık devletin rolü daha insancıl,
daha mutlu bir toplum yaratabilmek için sosyal ve ekonomik faktörleri
dengeleyerek, kalkınmayı hızlandırıcı, teşvik edici bir yönetim ve plan
uygulanmasına yönelmek olmuştur. Devlet kalkınmaya yönelik yeni
bir yönetime ihtiyaç duymaktadır. Yeni yönetimin amaç ve yöntemleri
eski uygulamalara göre çok değişik olduğundan idari reform süreci,
yeni yönetim biçimine uygun, etkin bir bütün olarak ele alınmalıdır.”
Yukarıdaki ifadelerde açık biçimde görüldüğü gibi idari reform kalkınmanın temel
amacı olarak görülmekte ve idarenin bu doğrultuda yeniden düzenlenmesi
öngörülmektedir. Bu yaklaşımın dönemin hakim görüşü olduğunu hemen
52
belirtmemiz gerekmektedir. Özellikle az gelişmiş ülkelerdeki idari reform çalışmaları
ile gelişmiş ülkelerin seviyelerine ulaşabilmek için idare aygıtına hiç olmadığı kadar
bir anlam ve misyon yüklenmiştir. Bu değerlendirmelerle beraber idari reformun
amaçlarını, “kamu giderlerinin azaltılması, mevcut yönetimin yerinden yönetim
ilkesi doğrultusunda düzenlenmesi, geleneksel devlet memurluğunun çağdaş bir
yapıya kavuşturulması, kalkınma amacının gerçekleştirilmesi”(Zamor, 1971:122-
123) olarak gören yaklaşımda bulunmaktadır. Çalışma içerisinde çeşitli defalar
belirtildiği üzere bu dönemsel yaklaşımın daha sonra değiştiği ve idareyi
kalkınmanın bir aracı olarak gören anlayışın yerini mevcut idareyi ve yönetim
anlayışını gelişmenin ve dünyayla uyumlu hale gelmenin önünde engel olarak gören
yaklaşıma bırakmıştır.
Türkiye’de yapılan reform çalışmalarında ise idari reformun amacının
dönemlere göre farklılaştığı görülmektedir. Bu dönemde yapılan çalışmaların dünya
ile benzer biçimde Türkiye’de de kalkınma planlarında saptanan görüşler
doğrultusunda şekillendiği belirtilmektedir. 1960 dönemi ile başlayan süreç
içerisinde devlet aygıtına yeni görevler verilirken bunların başında “iktisadi ve
toplumsal kalkınmanın sağlanması ve buna bağlı olarak idare aygıtının bu doğrultuda
yeniden düzenlenmesi” gelmektedir. Ancak 1961 yılında hazırlanan “İdari Reform
ve Reorganizasyon Hakkında Ön Raporda” bu amacın görülmediği tespit edilirken
idari reformun amacı “etkili-kaliteli-ekonomik” bir idare anlayışı olarak saptanmıştır.
Bu anlayışın sonraki çalışmalarda tekrarlanan “etkili-verimli-hızlı” idare amacının
öncüsü olduğu ve idari reformun amaçlarını daralttığı öne sürülmektedir. Bu
yaklaşımın aynı zamanda yönetimi sosyo-ekonomik ve siyasal düzenden
soyutlayarak, kendi içinde alınacak önlemlerle daha iyi çalışan bir idare aygıtı
53
meydana getirileceği görüşüne dayandığı belirtilmektedir(Yalçındağ, 197:25). Bu
değerlendirme reform metinlerinin giriş kısmına ve amaçları başlığı altındaki
ifadelere baktığımızda doğru olmakla birlikte reform metinlerinin tamamı
irdelendiğinde bunun çok doğru bir saptama olmadığını görmekteyiz. Örneğin
Mehtap raporu görece daha devletçi bir dönemde hazırlandığı için “etkili-verimli-
hızlı” idare dizgesinin dışına çıkarak:
“...Türkiye’nin süratli ve sürekli biçimde kalkınması için devlet
teşkilatını modern devlet anlayışına uygun bir hale getirmeye ihtiyaç
olduğu aşikardır. İdareyi geliştirme bir çerçeve tespiti ve mevzuat
değişikliğinden ibaret değildir.”
denilmek sureti ile Mehtap raporunun amacı olarak iktisadi kalkınmanın
gerçekleştirilebilmesi için yeni anlayışa ve görevlere uygun biçimde düzenleneceği
belirtilmektedir.
İdari Reform Danışma Kurulu tarafından hazırlanan “İdarenin Yeniden
Düzenlenmesi İlkeler” isimli raporda çalışmanın amacı “Türk kamu idaresi, bir çok
yönlerden, bugünün ihtiyaç ve koşullarına cevap vermekten uzaktır” denilmek sureti
ile kamunun değişen bu koşullara uyum sağlamasının esas alındığı görülmekte,
“etkili-hızlı-verimli” kamu yönetimi hedefine ulaşmak için alınması gereken
tedbirler sıralanmaktadır. İdari Reform Danışma Kurulu raporunda Mehtap
raporunda açık biçimde dile getirilen “ülkenin kalkınma arayışlarına uygun bir idari
mekanizma” amacı yer almamaktadır. Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyelik
sürecinde kamu yönetiminin topluluğa uyumunu sağlamak ve Türk kamu
yönetiminin içinde bulunduğu tespit etmek amacı ile hazırlanan Kamu Yönetimi
Araştırma Projesinin amacının artık kalkınmada devletin öncülüğü bir yana kamunun
54
küçültülmesi politikalarından bahsedilmektedir. Raporun amacı şu cümlelerde daha
çık biçimde görülmektedir:
“kamu yönetimi sisteminin toplumun gereksinmelerini karşılamada
etkin bir araç durumuna dönüştürülebilmesinin başlıca koşullarından
birisi, sistemin gelişen ve değişen koşullara ayak uydurmasını
sağlayıcı yönde sürekli yenilenmesidir. İdari reform çalışması ile öz
olarak “daha etkili, daha verimli, daha hızlı” bir kamu yönetimi
sisteminin kurulabilmesi amaçlanmaktadır.”
En son yapılan “Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma, 2004” isimli
çalışmada ise amacın değişen dünyaya uyum, küreselleşme sürecine entegrasyon,
kamunun küçültülmesi ve özelleştirme politikaları olduğu görülmektedir.
Hazırlanan kanunun amacı şu şekilde ifade edilmektedir:
“bu kanunun amacı, katılımcı, saydam, hesap verebilir, insan hak ve
özgürlüklerini esas alan bir kamu yönetiminin oluşturulması; kamu
hizmetlerinin adil, süratli, kaliteli, etkili, verimli bir şekilde yerine
getirilmesi için merkezi idare ile mahalli idarelerin görev, yetki ve
sorumluluklarının belirlenmesi, merkezi idarenin teşkilatının
yeniden yapılandırılması ve kamu hizmetlerine ilişkin temel ilke ve
esasları düzenlemektir.”
55
II. TÜRK KAMU YÖNETİMİNİN GENEL DURUMU
I- Osmanlı İmparatorluğunda Reform Düzenlenmelerinin Gelişimi
Türkiye’nin içinden çıktığı Osmanlı İmparatorluğu altı yüz yıldan fazla bir
süre egemen bir devlet olarak varlığını devam ettirmiştir. Batının siyasi ve askeri
üstünlüğünün 17. yüz yılda ortaya çıkana değin sıkı örülmüş askeri ve mülki teşkilatı
ile Osmanlı devleti dünyanın büyük devletlerinden biri olarak varlığını devam
ettirirken on yedinci yüz yılın sonuna doğru imparatorluk hızlı bir biçimde
çözülmeye başlamıştır. Reform hareketleri üzerinde derin etkileri olan “çözülme”,
aynı zamanda reformun temel sebeplerinden birini oluşturmaktaydı. On yedinci yüz
yılın sonlarından itibaren Batının her alanda üstünlüğü ile bozulan dünya dengeleri
Osmanlının aleyhine işlemeye başlamıştı. Osmanlı, aleyhine bozulan dengeyi
düzeltme yollarını aramaya başlarken yüzünü tamamen batıya döndü. Duraklamanın
ve çözülmenin farkına varan yöneticiler, çözüm bulmak amacı ile 1720 tarihinde
Çelebi Mehmet’i Türklere faydalı olacak şeyleri alıp gelmek üzere Avrupa’ya
gönderdiler. Bu seyahatin sonucu olarak matbaa getirildi(Karpat, 1996:31-32). Bu
arayışlar devam ederken On sekizinci yüz yıla gelinceye değin bunların devlet
adamlarına nasihatler şeklinde ortaya çıktığı görülmekteydi. Karpat, Osmanlı
Devletinde gerçek anlamdaki reformların on sekizinci yüz yılda ortaya çıktığını öne
sürmektedir.
Osmanlı devleti aslında daha Kanuni zamanında bir kısım arayışlara girmiş
olmakla birlikte gerçek anlamda ıslahat çalışmalarının başlaması için on yedinci yüz
yılı beklemek gerekecekti. Kanuninin vezirlerinden Lütfi Paşa’nın hazırlayıp 1541
yılında sultana verdiği Asafname isimli çalışması bu anlamda yapılmış ıslahat
metinlerinin ilki olarak kabul edilebilir(Lewis, 1991:25). Lütfi Paşa çalışmasında
56
imparatorluğun doğal sınırlarına ulaştığı, bir kısım tedbirler alınmazsa açık
denizlerdeki üstünlüğünü kaybedeceğini ve bunun öngörülemeyen sonuçlar
doğuracağını söylemekteydi. İmparatorluğun açık denizlerde üstünlük sağlayabilmesi
için daha büyük gemiler yapması gerektiği ve denizlerde üstünlük kurmanın önemine
işaret eden Lütfi Paşa’nın bu çalışmayı İmparatorluğun en güçlü olduğu bir dönemde
yazması onu daha da ilginç hale getirmektedir. Gerileme ve çöküş dönemlerinde
ortaya çıkan aksaklık ve bozuklukların Asafname’de bir-bir sıralanması Osmanlı
siyasal ve yönetsel aklının yaşanan değişiminden aslında çok da habersiz olmadığını
göstermektedir.
17. yüz yıldan itibaren idarede ıslahat ihtiyacı duyulmaya başlamış ve bu
anlamda ilk ıslahat metinleri ortaya çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğundaki reform
ihtiyacının kötülüklerin ve aksaklıkların artmasından ortaya çıktığı, çözülme
eğilimleri artıkça reform hareketlerinin hız kazandığı görülürken, Osmanlı
devletindeki askeri başarısızlıklar ile reform gündemi paralel biçimde
ilerlemiştir(Imbert, 1981:124). Reform sorunu çöküşü durdurmak ve en azından on
sekizinci yüz yıl reformlarında geçmişteki günlere dönmek maksadı ile özel bir önem
verilmiş ve reformcular kurtarıcılar olarak algılanmıştır. 17 ve 18. yüzyıl reform
metinleri daha çok kişisel çalışmalar olarak nitelenirken etkileri sınırlı kalan
metinlerdi. Bu çalışmalar sistemi bütüncül anlamda kapsayan çalışmalar olmaktan
ziyade günün sorunlarına çıkış yolu arayan, kişiye özel, halkın görüş ve
beklentilerinin yer almadığı, eklektik ancak sorunları doğru teşhis eden metinlerdi.
Bu ıslahat metinleri kabaca sıralamak gerekirse düzenli olarak on yedinci yüzyıldan
başlayarak, imparatorluğun dağılmasına kadar devam ettiği ve birbirini tekrar ettiği
görülmektedir. Reform metinlerinin özünde batıyı yakalama çabasının olduğu
57
görülürken, on dokuzuncu yüz yılda reform sürecine Batılı ülkelerin doğrudan
müdahil oldukları ve neler yapılması gerektiğini elçilikler aracılığı ile dikte
ettirdikleri görülmektedir. İdarenin ıslahına ve reformuna dair metinleri ayrıntısına
girmeden genel başlıkları ile sıraladığımızda uzun bir liste ile karşılaşmaktayız:
1. Kitabı Müstebat 1620,
2. Koçi Bey Risalesi 1631,
3. Katip Çelebi Risalesi 1652,
4. Defterdar Sarı Mehmet Paşa Risalesi 1742,
5. Nizam-ı Cedid Projesi,1793,
6. Senedi İttifakın İlanı,1804,
7. Serbest Ticaret Anlaşması, 1838,
8.Tanzimat Fermanı, 1839,
9. Islahat Fermanı, 1856,
10. I. Meşrutiyetin İlanı,1876,
11. II. Meşrutiyetin İlanı,1908,
12. İttihat Terakki Dönemi, 1908,
13. Prens Sabahattin ve Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet
II. Osman’a sunulan ve yazarı belli olmayan Kitabı Müstebat’ta (Güzel
Kitap): eski kanunlara uymama, adaletsizlik, hazinedeki açıklar, askeri düzenin
bozulması, rüşvet ve iltimasın yaygınlaşması, idarecilerin yeteneksizlikleri temel
sorunlar olarak sıralanırken, sorunların reaya(halk), hazine ve askeri alanlarındaki
bozukluklardan kaynaklandığı belirtilmektedir(Eryılmaz, 1992:31). Sultan IV.
Murad’a sunulan Koçi Bey Risalesinde Kitabı Müstebat’ta sıralanan tespitler ve
çözüm önerileri tekrarlanırken, bu çabaların Osmanlı devletinin içine girdiği krizin
kaynağını bulmak noktasında önemli bir işleve sahip olduğu gözlenirken, çözüm
noktasında eksik kaldığı ve çözümlerin pratiğe aktarılamadığı görülmektedir.
58
Arnavutluk doğumlu bir Osmanlı memuru olan Koçi Bey, devşirme yolu ile
saray hizmetine girmiş ve uzun yıllar devlete hizmet etmiştir. Ünlü tarihçi Hammer
tarafından Türklerin Monteskiyösü olarak isimlendirilen ve iyi yetişmiş bir devlet
adamı olarak nitelenen Koçi Bey, hem Osmanlı’da hem de Avrupa’da ilgiyle
izlenmiştir(Lewis, 1991:22). IV Murad’a ve Sultan İbrahim’e devletin işleyişi ve
aksaklıkların düzeltilmesine dair risaleler sunan Koçi Bey hakkında bir çok kaynak
değerli bir şahsiyet, nitelikli bir devlet adamı ve güvenilir bir kişilik olarak
bahsetmektedirler. Koçi Bey’in kişiliğinin daha iyi anlaşılabilmesi için onun IV.
Murad gibi tarihin en sert ve acımasız hükümdarı ile tahta çıkana değin bir oda da
ölüm korkusu ile yaşamak zorunda kalan buna bağlı olarak her şeye şüphe ile
yaklaşan ve her türlü telkine açık olan, Sultan İbrahim’e devlet idaresi hakkında
ciddi raporlar sunması ve bildiklerini çekinmeden söylemesi onun hakkında daha iyi
bilgi sahibi olmamızı sağlamaktadır(Danışman, 1985:9-10). Koçi Bey’in Risalesi
temel olarak, saray, bürokrasi, adliye, maliye ve askerlik işlerinin düzenlenmesi
hakkında sultana nasihatler aksaklıkları giderecek çözüm yollarını göstermekteydi.
Koçi Bey, Kitabı Müstebat’ta yapılan ve artık klasik bir değerlendirme olan
görüşleri tekrarlayarak Osmanlı düzeninin içinde bulunduğu durumu açık biçimde
ortaya koyarken, cesur bir biçimde bozulmanın Kanuni zamanında başladığını ve
artarak devam ettiği görüşünü öne sürmektedir. Mülki ve askeri teşkilatın önemine
işaret eden Koçi Bey bu kurumların içinde bulundukları dejenerasyona dikkati
çekerek, devlet memurlarının rüşvetle iş yapmalarına, halkın yoksulluk ve fakirlik
içinde olmasına, ilmiye sınıfının bozulmasına vurgu yaparken düzenin sağlanmasının
ancak bu aksaklıkların giderilmesi ile mümkün olacağını ileri sürmüştür. Koçi Bey’in
Sultan IV Murad üzerinde önemli etkisi olduğu ve bu dönemde yapılmak istenen bir
59
çok düzenlemenin fikir babasının Koçi Bey olduğu öne sürülmektedir. Koçi Bey
risalesi genel olarak devletin içinde bulunduğu durumu ortaya koyarken devlet
adamlarının neler yapması gerektiği ve devletin nasıl yönetilmesi konularında da bir
kısım tavsiyelerde ve nasihatlerde de bulunmaktadır.
Katip Çelebi’nin “Bozuklukların Düzeltilmesinde Tutulacak Yollar”
isimli çalışması 1652 yılında hazırlanarak Sultana sunulmuştur. Katip Çelebi eserini
asker, reaya ve hazine olarak üç kısma ayırmış ve Osmanlının sorunlarını bu
başlıklar altında toplamıştır. Küçük bir risale şeklinde olmasına rağmen Katip
Çelebi’nin çalışması daha isminden başlayarak hayli öğretici ve içerik bakımından
zengin bir metindir.
Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın “Devlet Adamlarına Öğütler” isimli
çalışması 18. yüzyılda ortaya çıkarken bu çalışma da kendinden önceki çalışmalar
gibi üç temel konu üzerinde durmaktadır. Osmanlının içinde bulunduğu kötü
durumun sorumlusu olarak reayanın fakirleşmesi, hazinenin boşalması, askeri
düzenin dejenere olması ve yöneticilerin liyakatsizliği gösterilirken çözümün dolu bir
hazine, iyi yetişmiş yöneticiler ve reayanın idareye duyulan hoşnutsuzluğunun
giderilmesi ile mümkün olacağı öne sürülmüştür.
Erken dönem ıslahat metinleri olarak niteleyebileceğimiz bu metinlerin temel
olarak mali, askeri ve idari sorunlar üzerinde durduğu görülmektedir. Bu metinlerin
sultana sunulan daha çok kişisel, görüş, tavsiye ve nasihatlerden oluştuğu görülürken
ıslahat metinlerinde dile getirilen önerilerin uygulamaya başarılı biçimde
aktarılamadığı, istenilen sonuçların alınamadığı Padişahların ve sadrazamların iktidar
dönemleri ile sınırlı kaldığı görülmektedir. Ancak burada hemen şunu belirtmek
gerekmektedir ki bu çalışmalar başta ıslahat ve daha sonra reform metinlerinin
60
hazırlanması konusunda, etkisi ve izleri Cumhuriyet dönemine kadar uzanan bir
reform geleneğin oluşmasına önemli katkı sağlamıştır. Cumhuriyet dönemi reform
çalışmaları için söylenen ve artık ezber haline gelmiş bir cümle olan idari reform
metinlerinin birbirini tekrarladığı savının yalnız bu dönem için değil erken dönem
ıslahat metinleri içinde aynen geçerli olduğu bu çalışmaların birbirini takip ve tekrar
eden çalışmalar olduğu, saptama, öneri ve tavsiyelerinin birebir örtüştüğü
görülmektedir.
Yukarıda ifade edildiği gibi erken dönem ıslahat layihalarının konularının
“padişah ve devlet adamlarının keyfi yönetimi, kanunların kötü uygulanması, askeri
düzenin bozulması, vezir ve devlet adamları arasındaki rekabet, hazinenin boşalması,
reaya ile ilgilenilmemesi, toprak düzenin dejenere olması, ordunun uğradığı
bozgunlar, yer- yer çıkan isyanlar” gibi konulardır(Uğur, 2001:5). III. Selim
dönemine kadar hazırlanan ıslahat metinlerde örnek alınması gereken dönem olarak
Kanuni ve önceki sultanlar devri gösterilirken buna “kanuni kadime” dönüş adı
verilmektedir. III. Selim’le birlikte artık batının örnek alınması gerektiği fikri ağır
basmaya başlamış ve sultan konu ile ilgili çalışmaların kişisellikten kurtarılarak
kurumsallaşması hususunda önemli bir adım atmıştır.
III. Selim tahta çıkması ile birlikte ülke sorunlarını daha kapsamlı ve esaslı
biçimde ele alarak devlet düzeninin iyileştirilmesi konusunda raporlar istemiştir. Bu
çağrıya yirmisi Türk, ikisi gayri Müslim devlet adamı birer rapor yazarak cevap
verirken Sultan, bu raporları konularına göre ortak başlıklar altında toplayarak bir
eylem planı oluşturmuştur. Bu bağlamda ilk yapılan iş askeri alanda olmuştur. Askeri
alanda bir çok düzenlemeye gidilmek istenirken, Batılı askeri kurumlar Osmanlıda da
kurulmak sureti ile çözülme durdurulmak istenmiştir. Sultan, Nizami Cedidi(yeni
61
düzeni) hayata geçirmek üzere irad-ı cedid adında özel vergi koyarken buradan
sağlanan gelirlerle yeni düzenin işlevsel hale getirileceği umulmaktaydı. Ancak
buradan sağlanan gelirler devlet adamları tarafından amacı dışında kullanılınca
Nizam-ı Cedid hareketine karşı hoşnutsuzluklar artmaya başlamış ve bu gelişmeler
III. Selim’in tahttan indirilip II. Mahmut’un sultan olması ile sonuçlanmıştı.
Osmanlı imparatorluğunda bu gelişmeler yaşanırken 18. yüzyıl aslında hem
Türkiye hem de dünya tarihi bakımından bir çok dönüşüme sahne olan bir yüzyıl
olarak insanlık tarihine geçmiştir. Bu yüz yıldaki olayların başında 1789 Fransız
devrimi gibi önemli gelişmelerin yanında İngiltere’de yeni teknolojinin üretim
süreçlerinde kullanılması ile ortaya çıkan yeni üretim biçimi ve iktisadi yapı, yeni bir
doğuşa işaret etmekteydi. Bütün ülkeler gibi Osmanlı İmparatorluğu da bu
gelişmelerden etkilenmiş ve ortaya çıkan milliyetçilik akımına ve sanayi devrimine
karşı bir kısım iktisadi ve idari tedbirler almak istemiş ancak bu çabalar istenilen
sonuçları vermemiştir. Tanzimat dönemi ile başlayan ve I. II. Meşrutiyet dönemi ile
devam eden modernleşme ve reform çalışmalarının son tahlilde Türkiye
Cumhuriyeti’nin ortaya çıkmasına zemin hazırlayan kurumların oluşmasını sağladığı
bundan daha da önemlisi düşünce birikimi temin ettiği gözden kaçırılmamalıdır.
Weiker, Osmanlı modernleşmesi ve reform pratiği üzerine yaptığı ayrıntılı
çalışmasında reformlar konusundaki asıl meselenin soruna bütünsel anlamda
yaklaşımdan kaynaklandığını belirterek bu çalışmaların ülkenin reform pratiği
bakımından önemli bir birikim sağladığına dikkat çekerek Türkiye’nin
çağdaşlaşmasında önemli yapı taşı vazifesi gördüklerini öne sürmüştür(Weiker,
1973:111).
62
Askeri alanda başlayan ve ordunun ıslah edilmesini amaçlayan reform
çalışmaları askeri okulların açılması ile sonuçlanmıştır. Model olarak kendisine
Fransız sistemini ve yapılanmasını örnek alan Osmanlı reform çalışmaları askeri
alandan başlayarak gündelik hayatın düzenlenmesine kadar her alana yayılarak
devam etmiştir. Batıyı yakalamak isteyen ıslahat girişimleri askeri yenilgiler
karşısında mağlubiyetten kurtulmak isteyen bir zihni arka plana dayanırken bu
psikoloji çözülmenin hızlanmasına neden olmuştur. Islahat hareketleri II. Mahmut
dönemi ile birlikte daha kapsamlı ve kalıcı bir nitelik kazanırken II. Mahmut dönemi
ıslahat girişimleri sadece askeri alanla sınırlı kalmamış idari ve toplumsal yapıyı
dönüştürecek bir özelliğe kavuşmuştur. Türk modernleşmesinin önemli aktörlerinden
biri olan II. Mahmut batılı kurumları ilk defa Osmanlı devletine getirmiş ve devletin
ancak Batı kurumlarının oluşturulması ile kurtarılabileceğine inanmıştır(Balta,
1970:31). Bu bağlamda kılık kıyafet alanından başlayarak, batılı kurumların
getirilmesi, devlet hizmetlerinin genişletilmesi, kültür ve toplum hayatında radikal
değişikliklere yine bu dönemde gidilmiştir.
II. Mahmut döneminde başlayan yenileşme hareketleri Tanzimat Fermanı ile
somutlaşırken Tanzimat metni, hukuk, yargı, yönetim, ve maliye alanında bir kısım
yenilikleri Osmanlı devletine getirmiştir. Tanzimat Fermanı ile birlikte reform
sorunu uluslar arası boyut kazanırken reformların, uygulamasının takipçiliği başta
İngiltere ve Fransa olmak üzere batılı devletlerce yapılacağı karar altına alınmıştır.
Bu noktada 1856 yılında ilan edilen Islahat Fermanı Tanzimat metninde yer alan bu
düzenlemenin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Islahat Fermanı, Tanzimat
Fermanının pratiğe aktarılması konusunda batılı ülkelerin bir nevi ültimatomu
şeklinde de değerlendirilirken bir kısım çevrelerde gayri Müslim tebaanın lehinde
63
yapılan düzenlemeler nedeniyle tepki ile karşılanmıştır(Balta, 1970:32-33). Ancak
geçen zamanla birlikte yabancı devletlerin ıslahat girişimlerine daha fazla müdahil
olduğu görülmeye başlamıştır.
Aslında Tanzimat reformlarına geçmeden önce bahsedilmesi gereken önemli
bir düzenleme 1838 Serbest Ticaret Anlaşmasıdır. Osmanlı devleti bu anlaşma ile
sanayi devrimi sonrası yaşanan ekonomik krizlerin getirdiği yeni kaynak ve pazar
arayışlarına ikili bir ticaret anlaşmasıyla çözüm üretmeye çalışmış ancak bunda
başarılı olamamıştır. Serbest Ticaret Anlaşması yada Balta Limanı anlaşması olarak
bilinen düzenlemeler sanayi devriminin yaygınlaştığı yeni bir dönemde
imzalanmıştır. Yapılan bu düzenlemeler küresel sermayenin kaynak ve pazar
arayışını hızlandırdığı günümüzde IMF ile yapılan stand-by anlaşmalarına birebir
benzemektedir.
Serbest Ticaret Anlaşması ile Osmanlı toprakları üzerinde yabancıların ticaret
yapabilmesi, Osmanlı’ya ihraç edilen malların ülke içi satışında yabancılara hak
tanınması, bazı malların satımında yerli tacirin tekel olmasının kaldırılması şeklinde
özetlenebilecek hükümler getirilmiştir. Bu anlaşmanın sonucu olarak ortaya çıkan
1881 de kurulan Düyunu Umumiye idaresi ile Türkiye’nin kapitalist ekonomik
düzene eklemlenmesinin ve yarı sömürge haline gelmesinin yolu açılmaktaydı. Balta
Limanı Anlaşmasıyla başlayan süreci tamamlayan bir diğer gelişme Aralık 1913
yılında çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu Muvakkatıdır. Yapılan bu düzenlemeyle
yurt içinde üretilmeyen hammaddenin ithalatında gümrük ödenmemesi, yabancıların
teşvik tedbirlerinden yararlanabilmesi, ihraç edilecek mallarda gümrük bağışıklığı
sağlayarak günümüzün küresel politikaları gibi sisteme kaynak yaratmaya
hedeflemiştir.
64
Avrupa’daki sanayi devrimimin bir ürünü olan 1838 Ticaret Anlaşması
Osmanlı İmparatorluğunu gelişmiş batı ülkelerinin açık pazarı haline getirirken iç
yapı üzerinde de ikili bir etkisi olmuştur. Öncelikle Batılı ülkelerin sanayiinin
rekabetine dayanamayan Osmanlı yerli sanayi çökerken öte yandan dünya pazarı ile
bütünleşmek isteyen aracı bir sınıf türetmiştir. 1838 anlaşması gibi 1839 Tanzimat
Fermanı da İngiltere tarafından empoze edilmiştir. Söz konusu reformlarla
İmparatorluğun içine girmeye çalıştığı kapitalist sistemin yönetsel, siyasal ve mali
düzenlemeleri tamamlanmak istenmiştir. Osmanlı devletinin ilk borçlanmasını 1840
tarihinde yapması tesadüf olmayıp 1938 sürecinin bir sonucudur ve bu çizgi kısa bir
müddet sonra 1881’de Duyunu Umumiye sisteminin kurulmasına vararak Osmanlıyı
yarı sömürge bir ülke haline getirmiştir. 1838 Anlaşması serbest ticaret imkanlarını
hazırlarken Tanzimat fermanı ise Batı kapitalizmi yararına açık pazar haline
getirilmiş bir ülkede açık pazar düzeninin idari ve mali reformlarını getirmekteydi.
Tanzimat reformu şüphesiz can ve mal güvenliğinin sağlanması, idarede ve vergi
sisteminde reformlara gidilmesi, ticaret, ceza alanlarında yeni kanunlar hazırlanması
toprak sisteminin ıslahı gibi bir takım düzenlemeler Türkiye’nin kendiliğinden
yapması gereken reformlardı ancak bağımsız bir kapitalist gelişme yoluna giremeyen
Türkiye için bu reformlar Batılı sanayileşmiş ülkelerin dikte ettiği düzenlemeler
olmuştur. Ancak hem 1838 anlaşması hem de 1839 reformları Türkiye’nin açık bir
sömürge memleketi olmasına neden olarak sömürgeleştirme faaliyetlerini
hızlandırmıştır(Avcıoğlu, 1969:51-52).
Tanzimat reformlarının denetlenmesi yabancı devletlere bırakılmıştı.
Devletler Tanzimat reformlarının takipçisi olmak üzere görevlendirilirken bu
devletler reformların takipçiliğini Osmanlıya müdahale aracı olarak kullanmışlardır.
65
1856 Islahat Fermanı yabancı devletlere bu anlamda yeni bir müdahale imkanı
sağlamıştır. Avcıoğlu, Tanzimat Reformlarını eleştirirken reformların ülkeyi yarı
sömürge ekonomisi haline getirme yolunda atılmış önemli adım olduğunu
söylemektedir. Aslında Fermanla ülkenin toprak bütünlüğünü güvence altına aldığı
Avrupa amme hukukunun Osmanlıya uygulanacağı karar altına alınmaktaydı. Ancak
bu kısa bir süre sonra unutulmuş ve Osmanlı devleti batılı ülkeler tarafından
aralarında yaptıkları anlaşmalar sonucunda paylaşılmıştır.
Hukuki, adli, idari ve iktisadi alandaki ıslahat gayretleri başta Osmanlı devlet
adamlarının inançlarının eseri olarak ortaya çıkarken zamanla yabancı ülkelerin
etkisi altına girmiş ve onların kontrolü altında yürütülmüştür.
Önceleri devletin kurtarılması bağlamında gelişen arayışlar Avrupalı
devletlerin sürece eklemlenmesi ile birlikte nitelik değiştirerek etkilerini Cumhuriyet
döneminde dahi devam ettirmiştir. Avrupalı devletler ıslahat hareketlerine
başlangıcından itibaren ilgi duymuş ve başta yabancı uzman göndermek şeklinde bir
fonksiyon üstlenirken daha sonra Osmanlı devleti yönetimi altında yaşayan gayri
Müslim tebaanın haklarının korunması bahanesi ile Osmanlının iç işlerine karışmaya
başlamışlardır. Osmanlı devletinin son döneminde yabancı devletler ıslahat
girişimlerini teşvik etmek ve yardımcı olmaktan ziyade bizzat reform metinlerini
Avrupalı başkentlerde hazırlayarak elçiler vasıtası ile Osmanlıya dikte ettirme yoluna
gitmişlerdir. Bu etki öylesine ileri bir noktaya ulaşmıştır ki yabancı devletler
ülkedeki yöneticilerin atanması, hükümet temsilcilerinin belirlenmesi ve
değiştirilmesine varacak kadar ileri gitmişlerdir. Bilindiği gibi Osmanlının son
döneminde bir kısım yöneticiler büyük devletlerden birinin taraflısı haline gelmiş ve
bu ülkelerin çıkarlarını koruma ve gözetmeye başlamışlardır(Balta, 1970:35).
66
Tanzimat reformları giderek çözülen imparatorluğun çöküşünü durdurmak ve
etkisi altına girdiği Avrupalı ülkelerin, Gayri Müslim azınlığı koruma altına almak
gerekçesiyle müdahalelerini önlemek amacıyla devleti yeni bir siyasal ve hukuksal
düzene bağlama çabasının ürünüdür(Sencer, 1986:75). Yapılan düzenlemeler
devletin çöküşünü durduramadığı gibi hızlandırıcı bir etkisi dahi olmuştur. Yenilikler
küçük bir aydın kesim dışında halk kesimleri tarafından benimsenmemiş olup bu
değişiklikler siyasal ve toplumsal yapıda istenilen etkiyi yaratmamış ancak Batılı
ülkelerin etkisi ve baskıları ile Osmanlı idare sisteminin merkez ve taşra örgütünde
esaslı değişiklikler olmuştur.
Tanzimat düzenlemeleri ile Osmanlı devletinde hakim olan yönetim anlayışı
yerini Fransa modelinden alınan merkez-taşra örgütlenmesine bırakmış olup
eyaletlerdeki valilerin yetkileri sınırlandırılmak sureti ile merkezin otoritesi
artırılmak istenmiştir. Bu dönemde yapılan en önemli düzenlemelerden biri 1864
tarihli “İdareyi Vilayet Nizamnamesi” olmuştur. Fransız yönetim örgütlenmesini
model alan Nizamname ile Osmanlı devletinin taşra örgütlenmesi daha küçük
parçalara ayrılmak sureti ile Bonapartist ve merkeziyetçi bir idare örgütlenmesine
geçilmek istenmiştir. 1864 Nizamnamesi 1870 ve daha sonraki yıllarda yapılan
düzenlemelerle yeni ve daha kapsamlı bir içerik kazanırken günümüz Türkiye’sinin
de taşra örgütlenmesinin temelini oluşturan bir düzenleme mahiyeti kazanmıştır.
Tanzimat reformları ile aynı zamanda mahalli düzeyde bir yerel yönetim
meclisi olması düşünülen ilk “idare meclisleri” kurulmuştur. Sancak ve kazalarda
muhassıllar tarafında kurulacak bu meclislerin on üç üyeden oluşması öngörülürken
bu üyelerin muhassıl, iki katip üye, kadı, müftü, bir asker zabiti ve halkın seçtiği dört
seçilmiş kişi ile azınlık temsilcisi olarak üç dinin temsilcisinden oluşması
67
planlanmıştır. Bu meclisler vasıtası ile yerel düzeyde bir yeni modele gidilirken
merkezi idarenin taşra üzerindeki etkileri de azaltılmak istenmiştir. Tanzimat
reformları bir yandan merkezi idareyi güçlendirecek bir kısım düzenlemeler
getirirken diğer yandan yerel düzeyde yapılan düzenlemelerle bir mahalli idare
geleneği ve pratiği de oluşturmak istemekteydi. Yerel düzeyde yapılacak
düzenlemelerle azınlıklara inisiyatif kazandırılırken merkezi düzeyde yapılan
düzenlemelerle devlet aygıtının kontrolü elde tutulmak istenmekteydi.
Türk düşünce hayatında önemli bir yere sahip olan bu dönem aynı zamanda
memleketin kurtarılmasına dair yoğun entellektüel tartışmaların yapıldığı bir
dönemde olmuştur. Bu anlamda İttihat Terakki hareketi içinde ortaya çıkan Ahmet
Rıza Bey, Prens Sabahattin ayrışması yakın dönem Türkiye tarihine damgasını vuran
önemli bir mücadele alanı olmuştur. Osmanlı devletinin sorunlarının merkeziyetçi,
devletçi ve otoriter bir yönetim anlayışı ile çözüleceğini savunan pür pozitivist
Ahmet Rıza Bey’in fikirlerine karşı Osmanlı devletinin sorunlarının adem-i
merkeziyetçi ve teşebbüsü şahsiye dayalı olarak çözüleceğini savunan pür liberal
Prens Sabahattin’in fikirleri arasındaki mücadele günümüze kadar devam eden iki
farklı dünya görüşü olmuştur. İttihat Terakki Cemiyeti içindeki mücadelede olduğu
gibi Cumhuriyetin kuruluşunda da Ahmet Rıza Bey’in görüşleri egemen olmuştur.
Prens Sabahattin’in fikirlerinin ülkeyi bölünmeye götüreceği ve Türk toplumsal
yapısına pek uygun olmadığı görüşü yaygınlıkla kabul edilmiştir.
On sekizinci yüz yılda ortaya çıkan Batılılaşma fikri, Tanzimat dönemi ile
birlikte Türk aydının kafasında daha bir netleşmiş ve büyük bir ihtirasa dönüşmüştür.
Bilindiği gibi bu özlem Avrupa ülkelerinin askeri zaferleri ile başlamış daha sonra
yerini onların gelişme düzeylerini yakalama ve gündelik yaşamlarına duyulan
68
kıskançlığa dönüşmüştür. Osmanlının son döneminde iyice ortaya çıkan bu
“asrileşme projesi” ile Batı gibi sanayileşme, fabrika sahibi olma, makineleşme,
şirketleşme Tanzimat aydının temel felsefesi haline gelmiştir(Çavdar, 2003:170).
Ancak bu çabalar son tahlilde Çavdar’ın da belirttiği gibi biçimsel olmaktan öteye
geçememiş ve Türkiye iki yüz yıldır devam eden batılılaşma projesinde aşırıya varan
bir kısım uygulamalara rağmen bir türlü gelişmiş kapitalist batılı ülkeler seviyesine
ulaşamamıştır.
2 – Cumhuriyetin İlk Yıllarında Kamu Yönetiminin Gelişimi
Cumhuriyet yönetimi, devir aldığı idari hizmetleri ihtiyaca elverişli hale
getirirken Osmanlı mirasını da hepten yok saymamış yeni koşulların gerekli kıldığı
değişmeler dışında Osmanlı bürokrasisini büyük bir kısmını devam ettirmişti.
Cumhuriyeti kuran irade devleti yeni baştan biçimlendirme ve ekonomiyi yeniden
düzenleme ihtiyacı duyarken yönetsel görevlerin bu yeni misyona bağlı olarak
genişlediği görülmektedir(Ergun, 2002:303). Ancak ülkenin içinde bulunduğu
yokluk ve yoksunluklar nedeniyle idari hizmetlerin tüm toplum kesimlerine eşit
biçimde dağıtılması yetişmiş personel eksikliği ve mali yetersizlikler nedeniyle
istenilen ölçüde hızlı olmamıştır. Cumhuriyet yönetimi ilk andan başlayarak genel bir
kalkınma hamlesi içinde olmuş bunun sonucunda idari faaliyetler toplumsal
ihtiyaçlar bağlamında ekonomik ve sosyal alanları kapsayacak biçimde genişlemiştir.
Cumhuriyet döneminin idari yapılanmasını ve yönetim anlayışını iki alt döneme
ayırıp incelemek mümkündür. Birinci alt dönem olarak kuruluş yıllarını kapsayan
1923-1930 yılları arasındaki liberal dönem, ikinci alt dönem olarak ise 1930-1938
yıllarını kapsayan müdahaleci-devletçi alt dönemi olarak kategorize edebiliriz.
69
Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşının ardından yeni Cumhuriyet kurulmuş ve
her alanda büyük atılım ve yenilik içinde olmuştur. Cumhuriyetin kurulması ile
birlikte yeni bir devlet örgütlenmeye başlamış, yüzünü tamamen Batıya dönen bu
irade örgütsel ve toplumsal çağdaşlaşmayı birincil hedef haline getirmiştir. Zengin
bir devlet idaresi geleneği miras alan yeni kurulan cumhuriyet, kurucuların aynı
zamanda devlet yönetim konusunda yetkin bir bilgi ve beceri birikimine sahip
oldukları görülmektedir. Cumhuriyet Türkiye’nin kuruluş yıllarında devlet işlerinin
klasik görevleri kapsadığı ve daha sınırlı bir örgütlenme ve yönetim felsefesi içinde
olduğu bilinmektedir. Bakanlık sayısının on bir veya on iki arasında değiştiği, kamu
hizmetlerinin güvenlik, adalet, savunma ve maliye konularında sınırlandırıldığı
görülürken bu anlayışın Osmanlı Devletinin son dönemine egemen olan yönetim
anlayışı ile birebir benzerlikler taşımaktadır(Şaylan, 1983:391). Bu politik tercihin ve
yönetim felsefesinin, daha önce ifade edildiği gibi 1920’li yıllara egemen olan
iktisadi liberalizmin tesiri ile toplumsal gelişmenin ve ekonomik kalkınmanın özel
teşebbüse bırakılması ile devletin kamu alanını hizmet üretenden daha çok
denetleyen ve teşvik eden bir rol üstlenmesi düşüncesine dayanması kadar dönemin
koşulları gereği ortaya çıkan bir takım zorunluluklardan ve maddi imkansızlıklardan
da kaynaklandığını belirtmek gerekmektedir.
Ancak burada hemen belirtmek gerekmektedir ki Osmanlı Devletinin külleri
üzerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti, başta hukuk alanında olmak üzere ülkenin
çağdaş bir yönetim yapısına kavuşması, din işleri ile devlet işlerinin ayrılması, idari
yapının kurumsallaşması, eğitim seferberliği ilan edilmesi ve 1930’lı yılların başında
ülkenin top yekun bir kalkınma hamlesi içine girmesi başlı başına devrim
sayılabilecek gelişmelerdir. Genç cumhuriyetin tam bağımsızlıkçı yapısı ve kuruluş
70
yıllarında iktisadi politika tercihi, idari yapılanmasına doğrudan etkide bulunurken
Cumhuriyetin onuncu yılına gelindiğinde bu politikaların büyük değişikliğe uğradığı
ve uluslar arası alanda yaşanan gelişmelere paralel olarak yeni bir anlayışa evrildiği
tespit edilmektedir.
Bir anlamda Türkiye’de kamu yönetiminin gelişimi seksen beş yıllık
cumhuriyet tarihinin gelişimi ve evrimi biçiminde olmuştur. Yönetsel yapı siyasal
yaşamın ayrılmaz bir parçasını oluştururken kendi gelişimi de bu dinamikler içinde
olmuştur(Demirci, 2003:2). Cumhuriyet tarihi bu anlamda politik düzeyde tek parti
dönemi, çok partili yaşama geçiş, çok partili yaşamın askeri müdahalelerle kesintiye
uğraması biçiminde devam ederken ekonomik düzeyde kuruluş döneminde kısa
süreli liberal ekonomik tercihler, 1930’lu yıllarla birlikte devletçilik uygulamaları,
ikinci büyük savaş sonrası dönemde uygulamaya geçirilen liberal dönem, 1960’larda
planlı ekonomiye geçiş çalışmaları ve karma model dönemi ile son olarak 1980
sonrası dönemle birlikte neo liberal politikaları benimsenmiştir.
Bu gelişme çizgisine bağlı olarak kamu hizmetlerinin ve idare aygıtının
ekonomik ve toplumsal değişmelere bağlı olarak şekillendiği açık biçimde ortaya
çıkmaktadır. Bu gelişmeler ve değişmeler karşısında bağımlı bir değişken olan
yönetim anlayışının bu süreçlere bağlı olarak kamu hizmeti alanının kimi zaman
genişlediği kimi zaman daraldığı kimi zaman ise tamamen ortadan kaldırılmak
istendiği gözlenmektedir. Cumhuriyetle birlikte bir yeni bir uyanışla birlikte, amacı
“muasır medeniyeti yakalamak” olarak nitelenen devrimler dönemi başlarken
kuruluş yıllarının temel vurgusunun tam bağımsızlık savı olduğu açıktır. Bu
bağlamda ekonomi politikalarının önemi daha net biçimde ortaya çıkarken çeşitli
toplumsal hizmetlerin devletin görev alanı içine alınması ile birlikte bu dönem kamu
71
hizmeti alanının genişlediği ve çeşitlendiği bir dönem olmuştur. Ancak hemen
belirtmek gerekmektedir ki bu dönemler içinde de bütüncül tek bir politikanın
yürütüldüğünü söylemek oldukça güçtür.
Kuruluş yılları olarak nitelenen 1923-1945 döneminin farklı yazarlarca çeşitli
biçimlerde dönemlendirildiği görülürken genel kabul gören yaklaşımla dönemin şu
alt dönemler halinde analiz edilmeye çalışıldığı saptanmaktadır: a) 1923-1929 özel
girişimci dönem, b) 1929-1938 devletçi ve planlı dönem, c) 1938-1945 savaş yılları
ve son olarak d) 1945-1950 serbestleşme geçiş dönemi(Sencer, 1991:26).
Çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde bu kısımlandırma çalışması ile ilgili daha geniş
analizler yapılmaya çalışılırken tam da tezimizin ana fikrini oluşturan ekonomik ve
politik tercihlerin kamu hizmeti anlayışını doğrudan etkilediği ve idare aygıtının bu
dönemlere bağlı olarak genişleme ve daralma eğilimi içine girdiği izah edilmeye
çalışılmaktadır. Çalışmanın çeşitli yerinde ifade edilmeye çalışıldığı gibi doğası
gereği disiplinlerarası bir bilim dalı olan kamu yönetimini dış çevresinden
soyutlayarak irdeleme çabaları literatürde de belirtildiği gibi eksik ve yetersiz bir
analiz düzeyini ortaya çıkarmakta ve disiplinde yaşandığı söylenen “kimlik krizini”
derinleştirmektedir. Bu bağlamda bu çalışma içerisinde hem disipliner anlamda hem
de kamu politikalarının uygulamaları bakımından kamu yönetimi sözcüğü mümkün
olduğunca geniş anlamda ele alınmaya çalışılmaktadır.
Şaylan’ın saptaması ile Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarındaki devlet
yönetimi ve hizmetlerinin az sayıdaki bakanlık eli ile yürütülmesi ilkesine benzer
biçimde Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında da bakanlık sayısı on bir ve on iki
rakamları arasında değişmiştir. Bu dönemde Batılı ülkelerin hukuk normları aynen
veya kısmen değişikliğe uğrayarak kabul edilmiş ve din işleri ile devlet işlerinin ayrı
72
biçimlerde yürütüleceği açık biçimde ortaya konulmuş ve her biri başlı başına bir
reform metni olan yeni düzenlemeler hızlı biçimde kabul edilmiş ve uygulamaya
sokulmuştur. Burada Cumhuriyeti kuran kadronun reformların benimsenmesi ve
yürütülmesi noktasında halktan kopuk olmakla birlikte halk yararına çalıştığı öne
sürülürken(Ergun, 2002:304) bu kadroların ekonomik ve toplumsal kalkınmayı en
büyük ülkü olarak benimsedikleri görülmektedir.
1923-1929 alt döneminde kamu kesimine, benimsenen ekonomi politikaları
doğrultusunda fazla bir rol verilmemesine rağmen yeni devlet örgütlenmesinin laik
devlet ve hukuka dayalı idare anlayışı doğrultusunda hızlı ve kapsayıcı biçimde
yürütüldüğü ve yeni siyasal rejimin gerçek kimliğini bu düzenlemelerle aldığı
belirtilmiştir(Sencer, 1986:103). “İleri düzeyde bir yeniden düzenleme” dönemi
olarak da nitelenen bu dönem bir anlamda Osmanlı’dan tarihsel kopuşa da işaret
eden ve yeni bir burjuva devriminin ilk aşamasını oluşturması bağlamında sermaye
birikiminin hızlandırılması için gerekli yeni örgütlenmelerin yaratıldığı bir dönem
olduğu bu politikalara bağlı olarak kamu hizmeti alanının genişlemeye başladığı
belirtilmektedir(Demirci, 2003:10). Bu dönemde bir çok kamu örgütü kurulmuş
olmakla birlikte bu dönem daha çok Cumhuriyetin yasalar yolu ile kurulması ve
kurumsallaşması yıllarıdır. Sayıştay, Danıştay, İl Özel İdareleri, Köy Kanunu,
Belediye kanunu bu dönemin ürünüdür.
1923-1929 Özel girişimci döneminin ekonomi politikaları bakımından, 1908-
1922 dönemi ile bir çok benzerlik gösterdiği Boratav tarafından işaret edilirken bu
dönemde devletin genel olarak güvenlik, savunma, eğitim ve sağlık alanlarında daha
çok hizmet üretmeye çalıştığı saptanırken devletin ekonomideki rolünün sınırlı
tutulmaya çalışıldığı ve yatırım-üretim-işletmecilik gibi ekonomik işlevler açısından
73
konunun öneminin farkında olunduğu ancak devletin sınırlı bir rol sahibi kılınmaya
çalışıldığı öne sürülmektedir. Dönemin sonuna doğru ekonomi alanının tümüyle özel
sektör faaliyetine bırakılamayacağı fikri ile devletin öncülüğünde yeni bir kısım
yatırımlar ve etkinlikler içine girilmeye başlanmıştır(Boratav, 1985:28). 1930’lı
yıllara gelindiğinde ise devletçilik uygulamasına ve planlı ekonomi dönemine
geçilmesine bağlı olarak kamu örgütlenmesinin hızlı biçimde geliştiği ve
yaygınlaştığı devlet örgütlenmesinin bir önceki dönemde olduğu gibi sadece klasik
kamu hizmetlerinin yanına geniş kapsamlı yükümlülük anlayışının sonucu olarak bir
çok alanda devlete rol verilmiştir. Bu dönemde merkezi devlet örgütlenmesinin yeni
biçilen rolüne uygun olarak genişlediği ve bunun başta bakanlık örgütlenmeleri
olmak üzere toplumsal ve iktisadi alanda devam ettiği görülmektedir. Bu dönemde
bakanlık sayısı önceki döneme göre artmıştır. Aynı dönemde Sümerbank 1933, Halk
Bankasının Kurulması 1933, Etibank 1935, Ereğli Demir Çelik Fabrikası 1935,
Maden Tetkik Arama Enstitüsü 1935, Elektrik İşleri İdaresi 1935, Devletçilik
İlkesinin anayasal ilke haline getirilmesi 1937, Mahsulleri Ofisi 1938, gibi daha
sonraki dönemlerde Türk ekonomisinin lokomotifi olan iktisadi devlet teşekkülleri
kurulmuştur. Bu dönemde kurulan devlet işletmeleri iktisadi bir artı değer üretmenini
yanında özellikle 1950’li yıllara kadar aynı zamanda “Batılılaşma” sürecinin
hızlandırılmasında ve yaygınlaştırılmasında da önemli bir işlev üstlenmişlerdir.
Tarıma dayalı geleneksel ilişkilerin egemen olduğu Anadolu coğrafyası içerisinde bu
yapının kırılması ve modern bir toplumsal yapının inşası Cumhuriyetin temel görevi
ve misyonu olmuştur. Bu bağlamda devletin 1930 yıllardaki politika değişikliği daha
önce ifade edildiği gibi salt iktisadi bir devletçilik olarak kalmamış bütün toplum
kesimlerini içine alan daha kapsayıcı bir müdahale olmuştur(Köker, 1990:121). Yine
74
Osmanlının son döneminden miras alınan bu anlayışın bilindiği gibi bir Jön Türklere
dayanan seçkinci, pozitivist ve dayanışmacı bir anlayışın güçlü bir merkezi devlet eli
ile yürütülmesi ve halkın aydınlatılması bu dönemin temel felsefesini
oluşturmaktadır.
1940’lı yıllarda ise devletçilik uygulamaları önceki döneme göre hızını ve
etkisini kaybetmiş olmakla birlikte savaşın olumsuz etkilerine rağmen devam
etmiştir. II. Sanayi planı dünya savaşı nedeniyle uygulamaya konamazken 1940
yılında Milli Korunma Kanunu kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiştir. Savaşla birlikte
daha ihtiyatlı bir devletçilik politikası yürütülürken iktisadi devlet teşekkülleri
kurulmaya devam etmiş, 1941 yılında Petrol Ofisi, 1944 Türkiye Zirai Donatım
Kurumu, 1945 İller Bankası, 1946 yılında ise Emlak Bankası kurulmuştur.
Merkeziyetçi, müdahaleci ve plancı olarak betimlenen bu dönemde yapılan
yasal-idari düzenlemeler ile kurulan devlet teşekküllerinin 1945 sonrası dönemde çok
partili yaşama geçişi kolaylaştırıcı bir etkisi olduğu Cumhuriyeti kuran iradenin
öngörmediği biçimde sınıf farklıklarını keskinleştirdiği ve bir burjuva sınıfının artık
oluştuğu görülmektedir.
Bu dönem başlı başına bir reform dönemi olup bu dönemde yapılan
düzenlemeleri ayrıntıları anlatmak bu çalışmanın sınırlılıklarını aşmaktadır Ancak
özet olarak bahsetmek gerekirse aynı dönemde bu iktisadi kuruluşların yanına ulus
devletin inşa sürecinde önemli roller üstlenen Halkevleri, Türk Tarih Kurumu, Türk
Dil Kurumu, Devlet İstatistik Enstitüsü, İstanbul Üniversitesi, Ankara Hukuk
Fakültesi gibi Türk modernleşmesinin temel yapı taşlarını oluşturan örgütler
kurulmuş ve Cumhuriyetin kurumsallaşması bağlamında önemli roller
üstlenmişlerdir.
75
Şaylan Cumhuriyet dönemi kamu yönetiminin genel karakterinin anti
emperyalist ve bağımsızlıkçı özelliğine dikkat çekerken bu özelliğin İttihat Terakki
döneminin uzantısı olduğunu belirtmektedir. İttihat Terakki Fırkasının iktidarını
“milli burjuva devrimi” olarak niteleyen yazar, bu dönemin temel özelliklerinin
“klasik özgürlükleri savunan, anayasalı-parlamentolu bir yönetime dayanan, liberal
ekonomi politikalarını ve Türk milliyetçiliğini benimseyen, milli burjuva özlemini”
yansıttığını belirtmektedir(Şaylan, 1983a:299). Cumhuriyet döneminin temel
niteliklerinin İttihat ve Terakki dönemi ile birebir benzerlikler gösterdiği öne
sürülürken, bu benzeşmenin doğal sayılması gerektiği dile getirilmektedir.
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki idari anlayışın “düzen ve asayiş” siyaseti üzerine
yükseldiği belirtilmektedir. Bu döneme ilişkin Gülalp(1983) saptamalarında ise genel
değerlendirmelerden kısmen ayrılırken, Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki anti-
emperyalist niteliğinin zaman içerisinde terk edildiğini ve emperyalist olarak
nitelenen bu dünya ile sıkı işbirliği içerisine girilerek tercihin sermaye tarafına
kaydığı ve halkçılık fikrinin zayıfladığını ileri sürmektedir.
Tanzimat reformları ile hızlanan modernleşme ve batılılaşma hareketinin
Cumhuriyetin ilanı ile birlikte artarak devam etmiş ve batılılaşma politikası devletin
temel politika haline gelmişti. Cumhuriyeti kuran iradenin ana ülküsünün
sanayileşmek ve modern bir idari yapıya sahip olmak olduğu görülürken bu
politikaların içerde yükselen siyasal muhalefete karşı başarılı biçimde uygulamaya
geçirildiği görülmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında reformların uygulaması
noktasında zaman- zaman radikal ve sert bir tutum içinde olan yöneticilerin bu
tavırlarına karşı bazı toplum kesimleri arasında hoşnutsuzluklar ortaya çıkmıştır. Bu
76
dönemde kamu bürokrasinin rutin görevleri yanında devrimlerin vatandaşlara
benimsetilmesi görevi de bulunmaktaydı.
Reformları halka benimsetmek bürokrasinin misyonu haline gelirken bu
durum bürokrasi –parti özdeşliğinin ortaya çıkmasına neden olmuştu. Bu sürece 1935
yılında devlet-parti özdeşliği eklenip, İçişleri Bakanı Cumhuriyet Halk Partisinin
genel sekreteri, valilerin Cumhuriyet Halk Partisinin il başkanı olması ile parti-devlet
özdeşliği daha da ileri bir noktaya varmıştır. Bu süreci tamamlayan bir gelişme
olarak Cumhuriyet Halk Partisinin altı okunun 13 Şubat 1937’de Anayasaya girmesi
parti-devlet özdeşleşmesinin ileri aşamalarından biri olmuş ve bu düzenlemeyle
CHP, bürokrasinin siyasal örgütü; bürokrasi ise CHP’nin yönetsel örgütü olarak
tanımlanmasına neden olmuştur(Şaylan, 1976:44). Bu durumun Osmanlı son
döneminden miras alınan yönetim-siyaset bütünleşmesi ile benzer nitelikler
gösterdiği ve yapısal sorunun bürokrasinin siyasal iktidarlar karşısında göreli
özerkliğini yitirmesine neden olduğu belirtmektedir(Fişek, 1976:333).
Valilerin aynı zamanda partinin il başkanı olması uygulaması 1939 yılında
sona ererken parti-devlet özdeşliği gevşeyerek 1950 yılına kadar devam etmiştir.
Özellikle 1935 yılında toplanan dördüncü parti kurultayında CHP’nin gittikçe
katılaşan bir tutum içine girdiği ve İtalya’da yaşanan “tek ulus, tek şef, tek parti”
örneğinden fazlası ile etkilendiği ve bu kongrede programını“tek ulus, tek şef, tek
parti” anlayışı ile gözden geçirip yeniden belirlediği görülmektedir. Genel sekreter
Recep Peker’in kurultaydaki söylevi partinin temel politikalarının yönünü
gösterirken Peker’in aşırıya kaçan uygulamaları eleştiri konusu olmuştur(Çavdar,
1999:326-327). Devletle parti arasındaki ideolojik kaynaşma zaman içerisinde
rejimin katılaşmasına ve baskıcı bir nitelik kazanmasına yol açarken, başta temel hak
77
ve özgürlükler olmak üzere bir çok alanda özgürlükler kısıtlanmış ve “fert yok
cemiyet var” savı temel politika haline gelmiş, parti hızlı biçimde halka
yabancılaşmaya başlamıştır.
Balta, Cumhuriyet yönetiminin idari hizmetlerin geliştirilmesi yanında
sürekli biçimde idari ıslahat hareketleri içinde olduğunu belirtirken bu gayretlerin
daha çok konuyu incelemek üzere bir uzman heyeti kurmak veya yabancı uzman
heyetleri getirmek şeklinde olduğunu öne sürmektedir. Balta ayrıca yabancı uzman
raporlarına aşırı derecede ümit bağlanmasını eleştirirken bu durumun reformlardan
istenilen başarıların alınmasını engellediğini belirterek asıl ihtiyacın her alanda
olduğu gibi idare alanında da ülkenin kendi tecrübelerinden faydalanması gerektiğini
öne sürmüştür. Yabancı uzman raporlarının kurtarıcı reçeteler olarak görülmesi ve
umut bağlanması yerinde ve doğru bir saptama olmakla birlikte burada hemen şunu
da belirtmek gerekir ki yabancı uzman raporları kadar 1960 sonrası dönemde yerli
uzmanlar tarafından reform metinlerinin de pratiğe aktarılması ve umulan sonuçların
alınması bağlamında istenilen noktadan uzak oldukları görülmektedir.
78
BÖLÜM II
TÜRKİYE’DE ERKEN DÖNEMDE YAPILAN İDARİ REFORM ÇALIŞMALARI
I. Cumhuriyet Döneminde Kamu Yönetimini Modernleştirme Çalışmaları
Osmanlının Cumhuriyet dönemine bıraktığı yönetsel mirasın Cumhuriyetin
kuruluş yıllarında bu yapıyla birlikte yükseldiği görülürken zamanla yürütülen
reform çalışmalarına bağlı olarak bu tarihsel mirasın dönüştürülmek istendiği
görülmektedir. Osmanlı yönetsel mirası olarak nitelenen bu yapının sırası ile küçük
mülkiyet tabanı ve geri kalmış bir ulaşım-haberleşme teknolojisi üzerine yükselen
katı merkeziyetçilik anlayışı, siyaset-yönetim bütünleşmesi olarak tanımlanan
bürokrasi-parti yada devlet-parti özdeşleşmesi, üçüncü olarak askeri bürokrasinin
siyasal ve yönetsel yapı üzerinde anayasal bir kısım düzenlemelerle göreli bir
özerkliğe kavuşması ile hiyerarşik denetimin dışına çıkmaları sorunu(Fişek,
1976:333) ile başta il idaresi kanunu olmak üzere bir çok yasal düzenleme ve
mevzuatın Osmanlı döneminden alındığı görülmektedir.
Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte Osmanlı son döneminin modernleşme
hareketinin de amaçlarından biri olan Batılılaşma projesi hız kazanmıştır. Batılılaşma
projesi aynı zamanda devletin son dönemde içine girdiği bağımlılık ilişkilerinden
kurtarılması ve emperyalist etkilerin ortadan kaldırılması çabaları ile birlikte
yürütülmek istenmiş bu bağlamda ülkenin kalkınması ve sanayileşmesi davası en
birinci gaye haline gelmiştir(Şaylan, 1976a:31). Yeni kurulan cumhuriyetin yukarıda
sayılmaya çalışılan hedeflere ulaşması ve bunları gerçekleştirebilmesi için doğal
olarak merkeziyetçi bir yönetim anlayışına dayanmış ve kısmen otoriter bir tutum
içine girmiştir. Bu politikalara karşı hem iktidarın içinden hem de dışardan eleştiriler
getirilirken daha liberal politikaları benimseyen Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası(TCF) ve Serbest Cumhuriyet Fırkası(SCF) deneyimleri bu bağlamda
79
düşünülmesi gereken çok partili yaşama geçiş sınamaları ve bir nevi yeni bir açılım
yaratma deneyimleriydi..
Cumhuriyet dönemindeki ilk kapsamlı idari reform çalışması 1933 yılında
yapılan çalışma olmuştur. Ancak literatürde kabul gören biçimi ile ülkemizdeki
reform çalışmalarının II. Dünya savaşı sonrası dönemden başlayarak yoğunlaştığı
öne sürülmektedir ki bu eksik bir değerlendirmedir. II. Dünya savaşı sonrası
döneminin ‘Türkiye’de yeni toplumsal yapılar ve ilişkiler biçiminin ortaya
çıkarmasına bağlı olarak devletin fonksiyonlarında da değişimler olmuş ve yönetim
sisteminde yeniden düzenleme çalışmaları hız kazanmıştır’(Şaylan, 2003:417),
değerlendirmesi bir gerçeklik payı taşımasına rağmen kendi içinde teorik ve olgusal
bir çok çelişkiyi de taşımaktadır. Bu değerlendirme yerine, idari reform
çalışmalarının II. Dünya savaşı sonrası dönemde hızlandığını söylemek daha doğru
olacaktır. Türk kamu yönetimi içerisinde de idari sistemin verimlilik ve etkinlik
amacına yönelik bir çok araştırma yapılmış olmakla birlikte Türk uzmanlarca yapılan
kapsamlı ve planlı çalışmaların 1960 sonrası dönemde yapıldığı
görülmektedir(Mıhçıoğlu, 2003:391).
Türkiye’de idari reform incelemeleri daha çok planlı dönemden önce yapılan
çalışmalar ve planlı dönemde yapılan çalışmalar şeklinde iki dönem halinde
incelenmektedir. Bu çalışma içerisinde de kronolojik bir değerlendirme kullanılacak
olmakla birlikte konu daha çok idarenin iç ve dış çevresinin irdelenmesi bağlamında
ele alınacaktır. Bununla birlikte idari reform metinleri ayrıca,
a- Örgütsel yapıya ilişkin değerlendirmeler
b- Kamu Personeline ilişkin değerlendirmeler
c- İdari Reform Sürecine ilişkin değerlendirmeler
d- Bürokratik kültüre ilişkin değerlendirmeler
80
e- İdari reformun stratejisine ve politikasına ilişkin değerlendirmeler
bağlamlarında sorunun etraflı biçimde tartışılması ve incelenmesi yapılacaktır.
Yaygın olarak benimsenen örgütsel yapıya, personele ve süreçlere ilişkin
değerlendirmelerin yanına idari reformun yönü ve stratejisi sorunu ile çalışmaların
bürokratik yönetim geleneği üzerine etkileri konuları ayrıca ele alınarak metinlerin
nasıl bir toplumsal gerçeklik üzerine oturtulmaya çalışıldıkları ortaya konulmaya
çalışılacaktır.
I.1- Yeni Bir Rejim ve Kapitalist Dünya ile Eklemlenme
Kurtuluş savaşından sonra kurulan cumhuriyetin zengin bir yönetim
deneyimine sahip olduğu görülmektedir. Yeni devleti kuranların ciddi bir siyasal ve
ekonomik bağımsızlık arayışı içinde oldukları demeçlerinde ve politikalarında net
biçimde görülmektedir. İzmir İktisat Kongresinin açılış nutkunda konu ile ilgili
görüşlerini açıklayan Mustafa Kemal “...yeni devletimizin ve yeni hükümetimizin
bütün esasları, bütün programları ekonomi programından çıkmalıdır” derken kamu
politikalarının belirlenmesinde ekonomik kararların belirleyici niteliğine dikkatleri
çekmektedir(Demirci, 2003:4-5). Kurucu kadronun ulusal egemenlik ile ekonomik
bağımsızlığı eş anlamlı olarak gördüğü ve bu bakış açısının her türlü eylem ve
işlemlerinde net biçimde görüldüğü anlaşılmaktadır.
Söz konusu dönemin değişik incelemelerde1 farklı isimlerle adlandırılsa bile
son tahlilde benzer biçimde aynı ana tema çerçevesinde “liberal ekonomi
dönemi(1923-1929), devletçi ekonomiye geçiş dönemi(1929-1938), ve savaş yılları
(1939-1945)” dönemi gibi alt dönemlere ayrıldığı ve incelendiği görülmektedir. Biz
bu kısımda özet olarak dönemin genel bir panoramasını çizerek Türkiye
1Konu ile ilgili daha fazla bilgi için Kepenek-Yentürk, Boratav, Tezel, Çavdar gibi İktisat Tarihi araştırmacılarının incelemelerine bakılabilir.
81
Cumhuriyeti Devletinin içinde geliştiği ekonomik, toplumsal, siyasal ve yönetsel
ortamı irdeleyerek bir anlamda Türkiye’nin idare tarihi ve çoğu zaman onu tayin
eden iktisadi tarihi içinde kısa bir ufuk turu yapmaya çalışacağız.
Öncelikle iktisadi alanda yaşanan gelişmelere baktığımızda yeni devletin
Osmanlı imparatorluğunun iktisadi aklını miras aldığı ve büyük değişikliklere
gitmeyeceği anlaşılmaktadır. Bu anlamda Lozan görüşmeleri sırasında İzmir’de
toplanan İktisat kongresi simgesel bir anlam taşımaktadır. Ulusal kurtuluş savaşı
sonrası imzalanan Lozan Barış Anlaşması ile Osmanlı dönemindeki ekonomik çıkar
mekanizmaları aynen devam ettirilmek istenmiş ve sıkı pazarlıklar yapılmıştır.
Lozan’da Batılı ülkeler tarafından öne sürülen istemleri kısaca sıraladığımızda:
kapitülasyonların devam ettirilmesi, Osmanlı İmparatorluğunun borçlarının
ödenmesi, işgal kuvvetlerinin savaş zararlarının tazmini, İstanbul ve boğazların
boşaltılması gibi maddeler olmuştur. Lozan Barış görüşmelerinin kesildiği sırada
toplanan İzmir İktisat Kongresi dış dünyaya ulusal ekonomi politikalarına sahip ülke
imajı ile siyasi bağımsızlığın sergilenmesi adınadır. Lozan görüşmeleri kurulmakta
olan devletin uluslar arası plandaki siyasal konumu belirlerken aynı sırada toplanan
İzmir İktisat kongresi ise ülkenin toplumsal ve siyasal plandaki konumunu saptama
işlevi görmekteydi. Bu çerçevede kongrede doğal olarak İstanbul sermayesinin
kontrolü altında cereyan ederken sonuçta onların istek ve görüşleri doğrultusunda
kararlar alınmıştır(Gülalp, 1983:22).
Mustafa Kemal kongre açılış konuşmasında ekonomik ve siyasi
bağımsızlığın bütünlüğü meselesini:
“...bir devlet ki tebasına koyduğu vergiyi, ecnebilere koyamaz; bir
devlet ki gümrükleri için rüsum muamelesi vesaire tanzimi hakkından
82
men’edilir., bir devlet ki ecnebiler üzerindeki hakk-ı kazasını
tatbikattan mahrumdur. O devlete müstakil devlet denemez”
gibi müstakil devlet olmak hususunda önemli görüşlerini açıklarken yabancı sermaye
konusunda ise:
“...zannolunmasın ki, ecnebi sermayesine hasımız; bizim
memleketimiz vasi’dir. Çok say ve sermayeye ihtiyacımız var.
Kanunlarımıza riayet şartı ile ecnebi sermayelerine lazım gelen
teminatı vermeye her zaman hazırız. Ecnebi sermayesi bizim
say’imize inzimam etsin ve bizim ile onlar için faideli neticeler versin”
gibi daha yumuşak mesajlar vererek yabancı sermaye önündeki engellerin
kaldırılacağını belirtmiştir. Yukarıda ifade edilmeye çalışıldığı gibi Cumhuriyet
devrinin ekonomik eğilimini belirleyen önemli olaylardan biri İzmir İktisat
Kongresidir. İzmir iktisat kongresi bilindiği gibi milli bir girişimci sınıf yaratmayı ve
liberal bir kalkınma yolunu önermiş bunun için koruyucu gümrük tarifeleri, özel
girişime ucuz ve kolay kredi sağlanmasını öngörmüştü. Gerek endüstriyel gelişme ve
gerekse girişimci sınıfın hamle yapmasını önleyen en büyük engel yeterli sermaye
yokluğuydu. Bu bağlamda İttihat Terakki yönetiminin oluşturmak istediği
“müteşebbis bir sınıf” yaratma fikri aynen benimsenirken bu bağlamda liberal bir
politik tercihte bulunulduğu görülmektedir.
İzmir İktisat Kongresinden Ekim 1929 da büyük krize gelindiğinde
devletçilik uygulamasının tarihsel bir zorunluluk olarak ortaya çıktığı
belirtilmektedir. CHP iktidarının devletçilik pratiğinin özel girişimi sınırlamak
şeklinde olmadığı iktisadi şartların bir zorlaması olarak bulunan bir pratik çözüm
yolu olduğu öne sürülmektedir. Devletçilik politikasının üretim güçlerinin
gelişmesine önemli katkılar sağladığı görülürken I. Beş Yıllık Sanayi Planı ile tekstil,
şeker, cam, demir-çelik kağıt, kimya endüstrilerinin kurulmasını sağlamıştı.
83
Böylesine önemli alanlarda kapsamlı yatırımlara devlet eliyle gidilirken diğer yandan
özel teşebbüs de küstürülmek istenmiyordu. Bu konuda zamanın Başbakanın planın
meclise takdimi sırasında söylediği, “planın özel girişim ve sermayeye büyük
teşvikler sağladığını ve CHP’nin özel girişimi ekonominin temeli olarak gördüğünü”
ifade eden cümlesi verdiği mesajlar bakımından ayrı bir anlam taşımaktaydı. Kimi
yazarlarca genç cumhuriyetin, şartların zorlaması ve zorunluluklar sonucu ortaya
çıkan devletçilik uygulamalarının, toplumda sosyo-ekonomik yönden ayrıcalıklı
sınıfların yararına işlediği, üretim güçlerini geliştirerek kapitalist üretim biçiminin
gelişmesini hızlandırdığı öne sürülmektedir(Şaylan 1974:78-79). Kısmen doğru olan
bu yargının dönemin dikkatli bir biçimde irdelenmesiyle çok da doğru bir sav
olmadığı görülmektedir. Ulusal kurtuluş mücadelesini başarı ile yürüten bir ulusun
ve öncü kadrolarının uzun zamandır özlemini çektikleri “tam bağımsızlık” fikrini
gerçekleştirmek noktasında serbestiyetçi fikirlerden ziyade daha müdahaleci ve
plancı fikirleri benimsediklerini görüyoruz.
Özel girişimi teşvik etmek amacıyla 1927 yılı içinde Teşvik-i Sanayi Kanunu
çıkartılırken bu yabancı sermayeye bir alternatif olsun maksadıyla ile değil liberal
ekonomi politikası doğrultusunda önemli bir adım olarak görmek gerekmektedir.
I.2- 1929 Dünya Ekonomik Krizi ve Yeni Düzen Arayışları
1929 ekonomi krizi kapitalist dünyanın kalbi olarak nitelenen Wall Street
Borsasının çöküşüyle başlamış ve ABD’den tüm dünyaya yayılmıştır. Kapitalizmin
belli aralıklarla tekrarlanan bunalımlarından biri belki de en şiddetlisi olarak
gösterilen 1929 bunalımı özetle piyasadaki toplam arzın, toplam talebin çok önünde
olması sonucu ortaya çıkan ve kapitalist iktisatçılar tarafından ezber haline getirilen
“her mal kendi talebini yaratır” savının işlemediği büyük bir krizin ortaya çıkmasına
84
neden olmuştur. ABD’de Birinci Dünya savaşı sonrası yaşanan iyimser hava bir
üretim patlamasına neden olurken ekonomiye olan güven had safhaya ulaşmıştı.
1920’li yılların başında yaşanan iyimser hava toplam arzın, toplam talebin çok önüne
geçmesine ve şirketlerin elindeki stokların aşırı ölçüde birikmesine neden
olmuştu(Çavdar, 2003:226). Stokların eritilememesi şirketlerin içine girdiği ödeme
krizi, borsadaki hisselerini satmalarına neden olurken yaşanan bu yoğun satışlar
şirketlerin hisse değerlerinin hızla düşmesine ve iflaslara neden olarak işyerlerinin
kapanmasına ve işsizliğin ortaya çıkmasına sebep olmuştu.
ABD’de ortaya çıkan bu büyük kriz dalgalar halinde dünyanın hemen her
yerine ulaşırken pür liberal iktisadi anlayışı sarsmış ve eleştirileri yoğunlaştırmıştı.
Kapitalizmin içine girdiği büyük bunalım gözlerin Sovyet deneyimine çevrilmesine
neden olurken Sovyetlerin planlama pratiği daha anlamlı hale gelerek evrensel bir
model olma özelliğini kazanmıştı. Kapitalizmin büyük krizi alternatif politika
arayışlarının hızlanmasına neden olurken krizin en çok etkilediği ülke başta Almanya
olmak üzere gelişmiş Avrupa ülkeleri olmuştu. Kriz dünya kapitalizmini sarsarken,
büyük toplumsal sorunların ortaya çıkmasına neden olmuş ve bu süreç yeni siyasal
arayışların hızlanması üzerinde bir katalizör etkisi görmüştür. Bu süreç sonunda
Almanya’da Hitler’in, İtalya’da Mussolini’ni iktidara getirirken dünya hızla
otoriterleşmeye ve totaliter yönetimler tarafından idare edilmeye başlamış ve dünya
bölüşüm sorunu çözmek üzere ikinci büyük savaşa sürüklenmiştir.
1920’lerin pür liberal iktisadi anlayışı krizle birlikte yerini Keynes’in daha
sonra “refah devleti” olarak adlandırılan “müdahaleci” anlayışına bırakırken bunun
tipik uygulaması ABD’de Demokrat Partiden Roosvelt’in 1932’de iktidara gelmesi
ile olmuştu. Roosvelt “New Deal” olarak bilinen yeni bir program çerçevesinde
85
devletin öncülüğünde bir takım büyük yatırımlar yapılmaya başlamış, sosyal ve
ekonomik politikalarda önemli bir değişime karar verilerek ekonomiye devletin
müdahalesi önemli bir iktisadi araç haline gelmiştir.
Krizin Türkiye üzerine yansımalarına geldiğimizde ise Türkiye, Lozan
Anlaşmasının devlet gelirleri üzerindeki sınırlayıcı hükümlerinin son bulduğu 1929
yılına girerken uluslararası krizin büyüklüğünün pek farkında değildi. Yaşanan
süreçte artan devlet gelirlerinin sanayi yatırımlarına dönüştürülebileceğini
düşünülmüştü. Buna karşılık halkın tasarruf kavramına alışmamış olduğu para kredi
mekanizmalarını ülke düzeyinde kontrol edecek bir kurumun olmadığı, tüketim
kalıplarının daha çok ithal malları yönünde olduğu hesaba katılmamıştı. Dünya
ekonomik krizi genç cumhuriyeti oldukça zora sokmuş büyük ölçüde ithalata bağımlı
yaşayan ülkede fiyatlar seviyesi krize bağlı olarak artmış ve büyük halk kesimleri
yoksullaşmıştır. Toplusal muhalefet yükselmeye başlamış ve ülke içinde
huzursuzluklar artmaya başlamıştı. Dönemin genel özelliklerini tespit etmek ve
“kriz-düzenleme” ilişkisini bir kez daha görmek bakımından bahsedilmesi gereken
bir gelişmede yükselen muhalefete karşı kurucu iktidarın görece daha liberal bir
programa sahip Serbest Fırka deneyimi ile sistemin işlerliğini yeniden sağlaması
deneyimi olmuştur(Çavdar, 2003).
Uluslararası krizin etkisine liberal kalkınma modelinin başarısızlığı eklenince
devletçilik, alternatif kalkınma politikası haline gelmiştir. Devlet öncülüğünde
ekonomik kalkınma modeli yalnız Türkiye’de değil bütün dünyada uygulama alanı
bulmuş bir tercihti. Klasik iktisadın politika araçlarının krizi çözmekte başarısız
kalması “her arz kendi talebini yaratır” kuralının işlevini yitirmesi üzerine aksayan
kapitalizmin devlet gücüyle ayağa kaldırılmaya çalışılmıştır(Kepenek-Yentürk,
86
1997). Devletin buradaki işlevi ülkelerin gelişmişlik düzeyine göre farklılaşmaktadır.
Türkiye özelinde bu durum yeni kurulmuş bir devlette ulusal bir sermaye yaratılarak
ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmek adınadır. Birinci Beş Yıllık Sanayi
Planı(1934) ve Milli Korunma Kanunu(1940) devleti, sanayi ve maden
işletmelerindeki üretim miktarından tarımda neyin ekileceğine kadar yetkili kılarken
özel girişimciyi de teşvik eden hükümler içermekteydi.
Türk ekonomisi bütün kesimleri ile ekonomik krizden etkilenirken en çok
zarar gören tarım kesimi olmuştu. Bunalım dünya piyasalarında tarımsal mallara olan
talebi düşürürken bu Türk ekonomisi üzerinde olumsuz tesirde bulunmakta ihracat
gelirleri düşmekte ve bütçe kaynakları önemli oranda azalmaktaydı. Memlekette
iktisadi faaliyet azalmış Türk parasının kıymetinin azalmasına bağlı olarak fakirlik
dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı(Yenal, 2001:88). Yaşanan bu gelişmelere karşı genç
Cumhuriyetin idarecileri ekonomi politikasında önemli bir politika değişikliğine
giderek Sovyet deneyimini yakından inceleme gayreti içine girmiştir. Bu gelişmelere
bağlı olarak bir kısmı üst düzey olmak üzere çeşitli heyetler bu ülkeye giderek
Sovyet tecrübesini yerinde görmek istemiş ayrıca bu ülkeden teknik danışmanlar
getirmek sureti ile devletçi ve planlı ekonomiye geçilmiştir.
İkinci Dünya savaşına kadar olan dönemde ulusal bağımsızlık tezi ile
kalkınma arayışları arasındaki denge korunmaya çalışılırken savaşın ortasına doğru
bu bağın kopmaya başladığı ve dışa bağımlılığı artıracak ilişkiler içine girilmeye
başlandığı gözlenmektedir(Minibaş, 2004:18-19). İç piyasada fiyatların düşük,
savaşın yeni bitmiş olması nedeniyle uluslar arası piyasalarda yüksekken yapılması
bağlamında, 1946 devalüasyonunu Minibaş, dışa bağımlılık sürecinin miladı olarak
kabul etmekte ve dış borçlanma sürecinin başladığını öne sürmektedir.
87
I.3- Yabancı Uzmanlar Tarafından Yapılan İdari Reform Çalışmaları
Cumhuriyet döneminde yaşanan hukuki, sosyal, siyasal ve ekonomik
gelişmeler, kamu yönetiminde de köklü değişiklikler yapılmasını
gerektirmiştir(Sürgit, 1972:65). Cumhuriyetle birlikte bürokrasinin ve yönetsel görev
alanlarının büyümesi ve iktisadi devlet teşekküllerinin kurulup, ekonominin
gelişmesiyle(Ergun, 1992:14) yönetim sistemimiz personel sorunlarından, yapısal
sorunlara değin pek çok sorunla karşılaşmıştır. Bu tabloya, II. Dünya Savaşı’nın
yıkım ve tahribatı da eklenince pek çok ülke gibi Türkiye’de ulusal kalkınmasını ve
gelişme hamlesini idari sistemini yeniden yapılandırarak(Başbakanlık, 1994:27-28)
gerçekleştirebileceğine inanmıştır.
Türkiye 1929 ekonomik krizi karşısında yeni iktisadi politika arayışlarına
girdiğinde Osmanlının son döneminde olduğu gibi yabancı uzmanlardan yararlanma
yolunu yeniden tercih etmiştir. Cumhuriyet döneminin yabancı uzmanlar
konusundaki tavrı sürekli ikircikli tutum şeklinde olmuştur. Başvekil İnönü 8 Kasım
1930 tarihinde ABD Ticaret Nezareti Başkan Müsteşarı Klein ile yaptığı görüşmede
kurulacak Merkez Bankası için ABD’den sermaye sağlanması hususunu görüşürken
aynı zamanda yabancı uzman sağlanması yollarını da araştırmıştır. İnönü getirilecek
uzmanlarda aranılacak nitelikleri şu şekilde sıralamıştır:
“...hem işinin ehli olmalı hem de kapitalist mehafilin tesiratından
azade kalabilecek bir şahsiyet sahibi olmalıdır. Bu son nokta
mühimdir ve bu noktada ısrar ederiz”
diye belirtmiştir. Görünen odur ki kurtuluş savaşı mücadelesini yürüten Cumhuriyet
yöneticileri yabancı uzmanlar konusunda dikkatli davranmaya azami önem
vermektedirler. Devletçilik ilkesini yaşama geçirecek Birinci sanayi Planının
hazırlanmasında Profesör Orloff başkanlığında Rusya’dan gelen uzmanlar
88
heyetinden faydalanılırken bu tercihte Rusya’nın plan konusundaki başarısı kadar
yukarıda ifade edilmeye çalışılan ikircikli tutumun etkisi olduğu muhakkaktır(Tekeli-
İlkin, 1977:185).
Orloff başkanlığındaki heyet daha çalışmalarını bitirmeden İstanbul
gazetelerinde çıkan olumsuz haberler ve “devletçilik ilkesinin aşırı uygulamaları
hususunda yapılan eleştiriler üzerine” 9 Eylül 1932 tarihinde Mustafa Şeref Bey
(Özkan) İktisat Vekilliğinden alınarak, yerine İş Bankası Umum Müdürü Mahmut
Celal Bey (Bayar) atanmıştır. Bizzat Gazi tarafından verilen direktifle İktisat
vekilliğine atanan Celal Bayar’a verilen görev
“...milli iktisat yolunda emin olarak ve emniyet vererek kat’i ve radikal
adımlar atarken, esas programımızın ilham ettiği ameli tedbirleri tercih
etmek en doğru yoldur. İçtimai heyetimizin bütün iş bölümü sahiplerini
aynı faydalı alaka ile bu yolda el ele vermiş omuz omuza dayanmış bir
hedefe yürüyen samimi yolcuların yapmak, devletin iktisat işinde
yorgunluğunu azaltmak ve muvaffakiyet zamanını kısaltmak için tek
çaredir”.
Başvekil İnönü, Ankara Hukuk Fakültesinde 20 Kasım 1932’de irat ettiği
nutukta yabancı uzman konusundaki görüşlerini açıklarken yabancı uzmanların
politika yapım süreçlerinde ve yöneticilik pozisyonlarında bulunmayacağını ancak
danışman olarak istihdam edilebileceklerini izah ediyordu(Tekeli-İlkin, 1992: 10).
Ancak geçen süre içinde görülen ve uygulamada karşılaşılan odur ki İnönü’nün
söyledikleri pek gerçekleşmemiş ve yabancı uzmanlar günden güne Türkiye’ye daha
fazla gelmeye ve memleketin temel meseleleri üzerinde fikir beyan etmeye ve çözüm
paketleri sunmaya devam etmişlerdir. Bu duruma memlekette her alanda yetişmiş
uzman sayısının azlığı kadar, uluslar arası konjonktürden kaynaklanan ve
89
Cumhuriyeti kapitalist dünya ile eklemlemek ve o dünyanın dışında kalmamak
siyasetinin de önemli etkisi olduğu görülmektedir
1933 yılı başında İktisat vekili Celal Bayar’ın teşebbüsü ve Washington sefiri
Ahmet Muhtar Bey aracılığı ile başlayan yabancı uzman getirme işi daha sonra
artarak devam etmiş ve kamu politikalarının belirlenmesinde bu uzmanlar önemli
roller ve misyonlar üstlenmişlerdir. Yabancı uzman getirme ve yabancı uzman
istihdamı bir anlamda Türk kamu yönetiminin karakteristiği haline gelmiştir.
Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesi bu süreci hızlandırırken Nazi Almanya’sından
ayrılmak zorunda kalan uzmanlar için Türkiye ikinci bir vatan olmuş ve bu uzmanlar
Türkiye’de üniversite reformunun yapılmasından sonra başta İstanbul Üniversitesi
olmak üzere bir çok alanda istihdam edilmişlerdir. Hatta 1933 sonrası dönemde
dünyadaki en iyi Alman Üniversitesinin İstanbul Üniversitesi olduğu belirtilmeye
başlamıştır.
Döneme ve yabancı uzman konusuna ilişkin önemli kaynaklardan olan
Profesör Hirsch’in ve Profesör Widman’ın anıları gerçekten ilginç olaylar aktarmakta
ve dönemin siyasal ve sosyal koşullarını açık biçimde ortaya koymaktadır. Adı geçen
bu eserler yalnızca kişisel gözlemleri değil aynı zamanda Türkiye’nin geçirdiği
değişim ve dönüşümü de gözler önüne koymaktadır. Bu çalışmalarda üniversite
reformunu ayrıntılı biçimde anlatılmakta, Alman bilim adamlarının Türkiye
serüvenini ve burada yaşadıklarını akıcı bir üslupla ve bir roman havasında ortaya
konulmaktadır. Bu eserlere ilave olarak Hirsch ve Widman kadar ayrıntılı olmasa da
Profesör Neumark tarafından yazılan “Boğaziçine Sığınanlar” isimli çalışmada bu
konuda bahsedilmesi gereken bir diğer çalışmadır. Yabancılar, Türkiye maceralarını
ilk günden başlayarak ayrıntılı biçimde kaleme alırlarken, döneme ve yabancı
90
uzmanlara dair Türkler tarafından kaleme alınan herhangi bir esere
rastlanılamamıştır. Yabancı uzmanlara dair Türkçe literatürde çok kısa birkaç
makale dışında herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Örneğin bu uzmanların dünya
görüşleri, politik fikirleri ve Türkiye’ye dair kanaatleri hususunda hiçbir veri
bulunmamaktadır. Bu dönemin tasvir edilmesi ve bu uzmanların eserlerinin
irdelenmesi bakımından önemli bir eksiklik doğurmaktadır. Bu uzmanların bir
kısmına dönemin özelliğinin gereği olarak Alman ajanı olarak bakılmış ve polis
takibatı altında tutulmuşlardır. Ancak şurası muhakkaktır ki adı geçen uzmanların
Türkiye’de modern bir üniversitenin kurulmasında önemli roller üstlenmişler ve
birçok ana bilim dalının kurucu babası olmuşlardır.
Almanya’da “Devlet Memurluğuna Yeniden Saygınlık Kazandırma” yasası
çerçevesinde “ari ırka mensup olmayanlar veya ari ırktan evli olmayanlar” devlet
memurluğundan ve üniversitedeki görevlerinden uzaklaştırılması politikasına bağlı
olarak 1933 yılında Zürih’te bir akademik mülteciler komisyonu kurulmaya
başlanmış ve bu insanlara yeni iş bulmakla görevli olmak üzere patoloji Profesörü
Philipp Schwartz başkanlığında “Yurt Dışındaki Alman Bilim adamları için Yardım
Cemiyeti” adında bir örgüt kurulmuştur. Profesör Schwartz’ın Zürih’te yaşayan
kayınpederi Profesör Tschulok’da 1905 Rus devriminden kaçmak zorunda kalan
biriydi ve Türkiye’de hazırlanmakta olan “Üniversite Reformu”na yol göstermekte
olan Cenevre Üniversitesi Pedagoji Profesörü Albert Malche’nin dostuydu ve işsiz
kalan Alman bilim adamları için Türkiye’deki yetkililerden yardım isteyen
kişiydi(Neumark, 1982: 12). Malche’nin yardımları ve Schwartz’ın çabaları ile
Alman bilim adamlarının Türkiye macerası böylece başlamaktaydı.
91
Yabancı uzmanlar konusunu irdelerken konu ile dolaylı bir ilişkisi bulunan
“Üniversite Reformu”ndan kısaca bahsetmek gerekmektedir. Üniversite reformunu
başından itibaren Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifleri ve emirleri doğrultusunda
yürüten Maarif Vekili Dr. Reşit Galip, 1.8.1933’te yeni İstanbul Üniversitesinin
açılışında yaptığı konuşmada sorunu şu şekilde ifade etmektedir:
“...memlekette büyük politik ve toplumsal dalgalanmalar
olmaktaydı. Üniversite(Darülfünun) bunun karşısında tarafsız bir
seyirci rolünü sürdürdü. İktisat alanında önemli değişimler
olmaktaydı. Darülfünun bunlarla tamamen ilgisiz görünüyordu.
Hukukta köktenci değişiklikler yapıldı. Darülfünun yeni kanunları
yalnızca ders programına almakla yetindi. Yazı reformu yapılmış,
dilin özleştirilmesi hareketi başlamıştı. Darülfünun bununla hiçbir
surette ilgilenmiyordu. Yeni bir tarih değerlendirmesi ulusal bir
hareket anlamında bütün ülkeyi sarmıştı. Darülfünunun buna karşı
ilgisini uyandırmak için üç yıl beklemek ve çabalar sarf etmek
gerekti. İstanbul Darülfünunu en sonunda sustu, kendi kabuğuna
çekildi ve adeta bir ortaçağ yalıtılmışlığıyla dış dünyadan tamamen
koptu”
5 temmuz 1933’te İstanbul’a gelen Profesör Philipp Schwartz Türk Hükümeti ile
Alman Bilim Adamları Yardım Cemiyeti arasında yapılan görüşmeler sonucunda
Kasım 1933 tarihinde reform geçirip yeniden yapılandırılan İstanbul Üniversitesi
yeni ders yılının açılışını Alman bilim adamları ile yapmaktaydı.
Cumhuriyetle birlikte nitelik değiştiren yenileşme hareketleri, İkinci Dünya
savaşı sonunda uluslar arası konjonktürün de etkisiyle nitelik değiştirmiştir. Türkiye
bu yıllarda yalnızca çok partili hayata geçmekle kalmamış aynı zamanda yönetim
alanında da yabancı uzmanların yardımıyla önemli çalışmalar ortaya koymaya
başlamıştır. “İdarenin rasyonel bir işleyişe” kavuşturulması amacıyla yapılan bu
çalışmalar, Yabancı Uzman Raporları adıyla Türk kamu yönetiminde ayrı bir başlık
92
altında okutulmaktadır. Ancak tezin çeşitli yerlerinde ifade edildiği gibi bu raporlarla
ilgili ayrıntılı çalışmalar maalesef yapılmamış, bu metinlerin toplumsal ve politik
arka planları hangi toplumsal ve yönetsel gerçeklik üzerine oturdukları yeterince
irdelenmemiştir. Yapılan çalışmalar kadar raporları hazırlayan kişilerin hikayeleri
ayrı bir inceleme konusu niteliği taşımakta olup bu konu üzerinde de yeterince
durulmamış ve inceleme yapılmamıştır. Her biri ayrı bir tez konusu olabilecek bu
çalışmaların hepsinin aynı anda irdelenmesi resmin bütününün görülmesi ve tarihsel
gelişme çizgisi içerinde değerlendirme imkanı vermesi gibi bir kısım avantajlar
sağlarken, metinler üzerinde yeterince durulmaması ve ayrıntılı biçimde
irdelenememesi gibi bir kısım dezavantajları da beraberinde taşımaktadır. Bu
çalışmada yöntemsel olarak bu zorlukları beraberinde taşımakta ve bir ilk olma
özelliği taşımaktadır.
Hemen şunu belirtmek gerekmektedir ki yabancı uzman raporları konusu
Türkiye’nin yakın dönem sorunlarından biri değildir. İki yüz yıldır devam eden
modernleşme çalışmalarına bağlı olarak başta askeri ve teknik alanlar olmak üzere
akla gelebilecek her alanda ülkemize Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden çok sayıda
uzman gelmiştir. Bu uzmanlar kimi zaman teknik ve idari düzeyde çalışmalar
yürütürken çoğu zaman karar alma süreçlerine katılmış ve politikaların
belirlenmesinde temel rol oynamışlardır. Ancak burada şunu da eklemek
gerekmektedir ki yabancı uzman sorunu sadece Türkiye özeline ait bir sorun alanı
değil tüm az gelişmiş ülkeler için geçerli olan ve çoğu zaman bu kişilerin işlevleri,
görevleri, yetkileri ve faaliyetleri bakımından ve daha da önemlisi bu kişilerin
beşinci kol faaliyetleri nedeniyle yoğun eleştirilere neden olmuş ve olmaya da devam
etmektedir.
93
1.4- Dorr Raporu, 1933
Cumhuriyet döneminin en kapsamlı ve ayrıntılı ilk reform çalışmalarından
olan Dorr Raporu 1929 dünya ekonomik krizi sonrası ortaya çıkan devletçi ekonomi
tartışmalarının yoğun biçimde yapıldığı bir dönemde gündeme gelmiş ve tartışmalara
neden olmuştur. Liberal ekonomik tercihin düşüş yaşaması, tüm dünyada olduğu gibi
Türkiye’de de iktisadi politika ve kalkınma arayışlarını hızlandırırken genelde
kalkınmanın özelde ise sanayiinin planlanması, bu çabalar sonucu ortaya çıkan
somut projelerdir. Dorr Raporuna geçmeden önce rapor öncesi tabloya baktığımızda
yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyetinin henüz yapılanma dönemi içerisinde olduğu iç
ve dış bir çok sorunla boğuştuğu görülmektedir. Kurtuluş savaşı sonrası Cumhuriyet
Türkiye’si yalnız, harap ve yıkık bir yurt, geri bir tarım ülkesi, ilkel bir sanayi devir
almanın yanında temelleri İttihat ve Terakki döneminde atılan iktisat politikalarını ve
daha da önemlisi son döneminde yarı sömürge haline gelmiş Osmanlı Devletinin
borçlarını ve zihniyet dünyasını da devir alıyordu.
Bir yandan ulusal bağımsızlığını sağlamaya diğer yandan ekonomi
politikalarına yön vermeye çalışan Türkiye 1923 İzmir İktisat Kongresi ile bir
anlamda ekonomik tercihini belli etmişti. Önceki bölümde geniş biçimde irdelendiği
üzere I. İktisat Kongresi kararları ve sonuçları bakımından Cumhuriyet Tarihinin
önemli dönüm noktalarından biridir. Lozan Görüşmeleri sırasında verilen arada
İzmir’de toplanan İktisat kongresi ile Türkiye Batı dünyasına bir mesaj vermekteydi.
Kongrenin en örgütlü grubu konumunda olan İstanbul burjuvazisinin tezleri ana
hatları ile toplantıya hakim olurken kongre bir anlamda İstanbul sermayesi ile yeni
siyasi kadroların birbiri ile kaynaşma ve bütünleşmesini sağlamıştır. İzmir İktisat
94
Kongresi bu görüntüsü ile daha sonraki yıllara hakim olacak yerli burjuva-yabancı
sermaye-siyasetçi işbirliğinin de başlangıcı olmuştur.
Bu dönem daha çok İstanbul burjuvazisinin yüksek siyasi-yönetici kadrolarla
yakın ilişkiler kurabilmiş kesimlerinin siyasi görevlerle, yabancı sermayeye aracılık
yapmak üzere doğrudan veya dolaylı olarak bu işlerle uğraşan kesimler için başarı
sayılabilecek yıllar olmuştur. Boratav’ın değerlendirmesiyle Lozan Antlaşmasında
emperyalizme verilen iktisadi tavizler ve yabancı sermaye-yerli burjuvazi-siyasetçi
ortaklıkları aslında ortaya siyasi iktidarın emperyalizme ve onun yerli ortaklarına
teslim olduğunun çıkarılabileceğini ileri sürmekle birlikte 1929 sonrası uygulamaları
ile bu savın pek de geçerli olmadığı sonucuna ulaşılmaktadır(Boratav 1983:414).
1929 Dünya ekonomik bunalımı gelişmiş bir kapitalist yapıya sahip Batı
Dünyasını olduğu kadar bu yapının bir parçası olmaya çalışan Türkiye’yi de
etkilemiş ve onu yalnızca ekonomi politikaları açısından değil tüm kamu politikaları
tercihi bakımından top yekun yeni bir yol ayrımına getirmiştir. Ulusal bağımsızlık
mücadelesini yeni vermiş ülkenin hem iç politik dengeler hem de ekonomik politika
tercihi bakımından liberal bir ekonomik sistemi benimsemesi bağlamında krizi
karşılamakta daha sınırlı olanaklara sahip olduğu muhakkaktır. Krizin getirdiği
sorunlara ilkel bir tarımsal yapı içerisinde çözüm arayan Türkiye iktisadi olduğu
kadar politik bir tercihte bulunarak liberal ekonomi politikalarından devletçilik
uygulamalarına ve politikasına geçmeyi benimsiyordu (Tekeli-İlkin, 1983:2). 1929
Buhranı içinde Türkiye’nin yön arayışları dünyadaki diğer ülkelerin politika
arayışlarından kopuk bir süreç olmayıp onlarla eklemlenmek isteyen bir nitelik arz
etmektedir. Bu bağlamda ülkenin içine girdiği krizden çıkması, hızlı kalkınmasının
sağlanması, yer altı ve yer üstü kaynaklarının saptanması maksadıyla Osmanlı
95
döneminde olduğu gibi yine yabancı uzmanların görüşlerine başvurulmaya devam
edilmiştir. Bu amaçla çağrılan ilk grup, başarılı bir plan deneyleri olması yanında
uluslar arası denge oyununda ulusal kurtuluş mücadelesini destekleyen ve katkı
sağlayan Sovyet uzman heyeti olmuştur.
Sovyet uzman heyeti, Sovyet proje tröstü yöneticisi Profesör Orloff(İktisatçı),
Prof. Kovalefski(İktisatçı), Mamurin(Tekstil Mühendisi), Gogolin(Kimyager), Prof.
B. Volinski(Enerji Uzmanı), Troyanski(Maden Mühendisi), Prof. Nikolayef(Mimar),
Prof. A. Samgin(Mühendis, Su ve Kanalizasyon Uzmanı), Mark(İnşaat Mühendisi)
1932 yılında Türkiye’ye gelmiş ve ayrıntılı incelemeler sonucunda 1934 yılı başında
uygulamaya konulan I. Sanayi Planının omurgasını oluşturan, “Türkiye Pamuk,
Keten, Kendir, Kimya, Demir Sanayi Hakkında Rapor” isimli bir çalışma hazırlamış
ve İktisat vekili Mustafa Şeref Özkan’a sunmuşlardır.
Mustafa Şeref Özkan, İtthat ve Terakki’nin yurt dışına yolladığı ilk
öğrencilerden biri olup Paris Hukuk Fakültesinden mezun olduktan sonra yurda
dönmüş ve İstanbul Darülfünunda Amme Hukuku kürsüsünde hocalık yapmıştır.
Talat Paşa kabinesinde Ticaret ve Ziraat Nazırlığı yapan Mustafa Şeref Bey, I. İnönü
savaşından sonra Anadolu’ya geçmiş ve kurtuluş savaşına katılmıştır. Mustafa Şeref
Bey Eylül 1930 tarihinde Şakir Kesebir’in istifası ile İktisat vekilliğine
getirilmiştir(Tekeli-İlkin:1982:144). Mustafa Şeref Özkan’ın devletçilik fikri,
devletçilik ilkesini halkçılık ilkesi ile bağdaştırmak ve bu çerçevede özel sektöre
sağlanacak korumayı azaltmak, ayrıcalıkları sınırlı tutmanın yanında devletin
yalnızca özel sektörün yatırım yapmadığı alanlarda değil tüm alanlarda faaliyetler
yapmasına dayanıyordu. 1931 tarihinde yapılan CHP Üçüncü Büyük Kurultayında
Devletçilik ilkesinin benimsenmesinden sonra devletçiliğin nasıl ve ne ölçekte
96
uygulanacağı ciddi tartışmalara neden olmuştur. İtalya’daki ve Sovyetlerdeki başarılı
plan uygulamaları yöneticilerin dikkatini çekerken bu ülkelere üst düzeyde yapılan
seyahatler plan fikrinin hızla uygulamaya geçirilmesine önemli katkı sağlamıştır.
Plan çalışmalarının hızlanması ile birlikte kurulacak devlet teşekküllerinin
nasıl bir örgüt tarafından yönetileceği, özel sektör yatırımlarının hangi koşullarda ve
nasıl destekleneceği, yabancı yatırımlara ne gibi hallerde izin verileceği gibi sorulara
toptan cevap vermek maksadıyla Devlet Sanayi Ofisi ve Türkiye sanayi Kredi
Bankası kurulması yoluna gidilmiştir(İlkin 1982: 267). Ayrıca yine bu dönemi takip
eden süreç içinde Türk sanayiinin önemli kurumları olan Sümerbank, Etibank, Demir
Çelik İşletmeleri ile bir çok yerde kumaş ve dokuma ve şeker fabrikaları
kurulmuştur.
Sovyet uzmanların Türkiye’ye gelip bir kısım incelemelerde bulunması ve
Türkiye’ye dair bir rapor hazırlaması, başta iş çevreleri ve İstanbul basının etkisiyle
kamu oyunda tepkilere yol açarken, memleketin Sovyet tesirine mi girdiği gibi
spekülatif tartışmalar yapılmaya başlamış ve bir süre sonra Ankara Hükümeti bu
tartışmalara kulağını kapayamaz hale gelmiştir. Kamu oyunda oluşan muhalif havayı
dağıtmak ve tepkileri yumuşatmak maksadıyla iktisat vekilinin daha serbestici bir
isimle değişmesi uygun görülmüştür. Mustafa Şeref Beyin İktisat vekilliğinden
istifasından sonra İktisat vekili olan Celal Bayar’ın ilk iş olarak iktisat ve maliye
konularında yabancı uzmanlar getirileceğini beyan etmesiyle başlayan süreç, 1933
yılının ilk aylarında Washington sefiri Ahmet Muhtar Bey vasıtasıyla ABD’den
Türkiye’nin İktisadi bir tetkikini yapmak üzere New York’ta faaliyet gösteren Hines,
Rearick, Dorr, ve Hammond isimli bir firma ile görüşülerek Walker D. Hines
Türkiye’ye davet edilmesiyle başlamıştır.
97
Firma adına bu görevi yürütmek üzere Türkiye’ye gelen Walker D. Hines’in
ABD başkanı Roosevelt’in yakın dostu olduğu üzerinde durularak Hines’in daha
önce Amerikan Demiryolu İdaresini yönetmesi, Milletler Cemiyeti adına Tuna
memleketlerinin iktisadi vaziyetlerini tetkik etmesi ve Roosevelt’in başkan
seçilmesinden sonra ona verdiği raporlar önemli referansları olarak gösterilmiştir.
Yabancı uzmanların getirilmesi ile ilgili olarak İktisat Vekili Celal Bayar’ın 2
Kasım 1932 yılında çıkan gazetelere verdiği demeçte şöyle demektedir(Tekeli-İlkin,
1982:172):
“...memleketin iktisadi bünyesini tetkik ettirmek üzere meşhur
iktisatçılardan birkaç ecnebi mütehassıs getirmeye karar vermiştir. Bu
mütehassıslar heyeti memleketimizin iktisadiyatının inkişaf ve terakkisi
için alınması gereken tedbirler hakkında ilmi ve ameli bir rapor
verecekler ve vekalet bu rapora göre hareket edecektir. İktisat vekaletine
daimi bir müşavir vekalette her şubenin başına bir ecnebi mütehassıs
getirilecektir”
İktisat vekilinin bu demecine cevap çok geçmeden 21 Kasım 1932 tarihinde
Başvekil İsmet İnönü tarafından verilmiştir. Başvekil Hukuk Fakültesinde verdiği
söylevde yabancı uzmanlar konusunda cumhuriyetin ne kadar kararsız ve farklı
görüşlere sahip olduğunu ortaya koyan bir izahatta bulunmuştur(Tekeli-İlkin,
1982:172):
“...bu memleketin her işleri gibi mali ve iktisadi işlerinin de düzelmesi
de biz kendimiz düşünmeğe mecbur olduğumuz kadar başka birinin
bizden evvel ve bizden ziyade düşünmesine müsaade edemeyiz. Bu o
kadar hem bizim hakkımız hem de bizim mecburiyetimizdir. Sonra
dahası da var nefsimize güvenerek söyleyebiliriz ki Türkiye’ye taalluk
eden işlerin ana ve temel esaslarının ne olduğunu en doğru olarak biz
Türkler biliriz”
98
Bu sözleri ile başvekilin kesin olarak politika yapım süreçlerinde yabancı
uzman istemediği ancak Sovyet heyetinde olduğu gibi teknik düzeyde yabancı
uzmanların bilgisinden faydalanmayı tercih ettiği görülmektedir. Ancak ayrımın nasıl
yapılacağı bilinmemektedir. Bu bilinmezliğe bağlı olarak da hem kendisinin
başvekilliği sırasında hem de daha sonraki dönemlerde bir çok yabacı uzman
memlekete gelmiş ve hayati konularda bir çok çalışma yapmıştır.
Dorr raporunun ana hatlarını içeren özet bölümü, I. Sanayi Planı Bakanlar
Kurulunda görüşülürken İktisat Vekaletine sunulmuştur. Ancak raporun tamamı
sanayi planının hazırlanmasından sonra bitirilerek üç cilt halinde İktisat Vekaletine
verilmiştir. Dorr raporu bu çalışma içinde diğer raporlardan farklı olarak görece
daha uzun biçimde irdelenecektir. Kamu yönetimi literatüründe günümüze değin bu
raporla ilgili herhangi bir irdeleme olmadığı2 için bu açığı kısmen de olsa telafi
etmek bağlamında adı geçen eser üzerinde tezin sınırlılıkları göz önünde
bulundurularak detaylı bir irdeleme yapılmaya çalışılacaktır. Asıl ismi “Türkiye’nin
İktisadi Bakımdan Bir Tetkiki” olan bu çalışmaya teamül olduğu üzere raporu
hazırlayan heyet başkanının ismi verilmiştir. Komisyonun kurulduğu günlerde
başkanlığı Walker D. Hines yürütürken Hines’in rahatsızlanarak vefatı üzerine
Hines’in halefi olarak Goldthwaite H. Dorr heyet başkanı olmuştur. Aynen Neumark,
Thornburg, Barker, Hilts ve diğer raporlarda olduğu gibi rapora komisyon başkanının
adı verilmiştir. Kamu yönetimi literatürünün üzerinde en çok çalışılan konularından
biri olarak kabul edilen idari reform konusunun başlangıcı kabul edilecek
çalışmalardan biri olan Dorr raporunun ayrıntılı bir biçimde irdelenmemiş olması
2 Bu çalışmadan ilk bahseden kişi Celal Özdicle olup 1965 tarihinde teksir olarak çoğaltılmış ve toplam yetmiş sayfadan oluşan Türkiye’de Amme İdaresi ve İdarede Devrim Yapılmasını Zorunlu Kılan Nedenler isimli küçük bir risale ilk defa bu çalışmadan kısa bir özet yapılmıştır. Ayrıca Türkiye’nin İktisadi Bakımdan Tetkiki isimli çalışmadan Nuri Tortop Yönetim Bilimi isimli eserinde İdari Reform konusu içinde sadece bir cümle ile bahsetmiştir.
99
ilginç bir durum oluşturmaktadır. Özellikle konu ile ilgili önemli uzmanlardan
Sürgit, Berkman, Payaslıoğlu, Mıhçıoğlu gibi literatüre önemli katkılar sağlamış ve
konu ile ilgili ilk çalışmaları yapmış olan isimlerin bu raporu irdelememiş ve reform
konusu ile ilgili tüm tezlerini 1945 sonrası ve daha da çok 1950 sonrası dönemde
yapılan çalışmalar üzerine inşa etmeleri büyük bir eksiklik oluşturmaktadır. Bunda
Güler’in(1996:32) de belirttiği gibi idari reform konusunun II. Dünya savaşı sonrası
dönemde “bir seferberlik ve bir inanç dalgası olarak ele alınmasının” önemli bir
etkisi olduğu düşünülmektedir.
İdari reform raporları incelendiğinde en kapsamlı ve en detaylı çalışma olan
“Türkiye’nin İktisadi Bakımdan Tetkiki” isimli metnin nasıl olup küçük risale
sayılabilecek çalışmalar dahi uzun bir biçimde anlatılırken bu çalışma yok
varsayılmıştır anlaşılamamaktadır. Bu durum birçok çıkarımın yapılacağı bir zemin
oluşturmakla birlikte öncelikle kamu yönetimi disiplininin içine girdiği körlüğü
göstermesi bakımından ilginçtir. Türkiye özelinde kamu yönetimi disiplinin
genellikle toplum bilimleri, iktisat tarihi, uluslararası ilişkiler ve siyasal hayat
bağlamından koparılarak salt teknik ve dar bir kapsamda incelenmesi disiplinin
körleşmesine ve toplumsal mütekabiliyetini yitirmesine neden olmakta teorik
gelişmeler bir yana olgusal gerçekliği dahi takip edemediğini göstermektedir. Burada
Küçük’ün(1985:457) haklı bir uyarısına yer vermek gerekmektedir ki, o da
Türkiye’de tozlu mahzenlerden çıkarılan vesikalardan çabuk hayrete düşüldüğü ve
abartıldığı şeklinde bir saptamadır. Mümkün olduğunca bu hataya düşmemeye gayret
ettik ama takdir etmek gerekir ki Dorr raporu reform literatürünü değiştirme
niteliğine sahip bir çalışma olarak karşımıza çıkmaktadır. Umut edilir ki Dorr raporu
100
gibi şimdiye kadar irdelenmemiş çalışmalar ayrı bir tez veya makale konusu olarak
daha detaylı bir biçimde incelenir ve tozlu raflardan kurtarılır.
Başta Tekeli-İlkin ve Tezel olmak üzere bir kısım iktisatçıların çalışmalarında
“Türkiye’nin İktisadi Bakımdan Bir Tetkiki” isimli raporla ilgili kısa da olsa söz
edilirken idari reform konusunda çalışanların bu incelemelere bakmadıkları ve
reform konusunu sadece teknik yönetim sorunu olarak aldıkları görülmektedir. Bu
durum “ayrı bir disiplin konusu oluşturacak çok üzerinde durulan ve irdelenen” idari
reform konusunun, iktisadi ve toplumsal gerçeklikten ne ölçüde kopuk biçimde ele
alındığını ve irdelendiğini göstermektedir3. İşte bu tezin esas amaçlarından biri bu
eksikliğin giderilmesi konusunda bir başlangıç yapmak ve reform konusunun
yalnızca idare aygıtını ve kamu yönetimi disiplinini ilgilendiren bir sorun alanı
olmadığını, sorunun disiplinler arası niteliğine vurgu yaparak ve iç ve dış
konjonktürle ilişkisine işaret edip, konunun kalkınma ve gelişme ideolojileri
bağlamında da irdelenmesi gerektiği gibi farklı bir noktaya dikkati çekmektir.
İlk olarak Türkiye’ye Haziran 1933’te heyetin başkan yardımcılığını yapan
mühendis Brehon Sommervell ve ziraat uzmanı O.F. Gardner gelerek çalışmalara
başlamıştır. Ali Süreyya Cumhuriyet gazetesindeki 18-19 Haziran 1933
tarihlerindeki “Ziraat Mütehassısı” ve “İktisadi ve Zirai Tetkikat” isimli yazılarında
heyetin yapacağı işi özetle şöyle ifade etmiştir “...gelecek seneler zarfında milli
iktisadiyatımızı genişletmek ve ilerletmek için takip edilecek program çizilecektir”.
25 Haziran 1933 tarihinde Türkiye’ye gelen heyet başkanı Hines bir müddet
Ankara’da bulunduktan ve bir kısım incelemeler yaptıktan sonra Türkiye’den
3 Konu ile ilgili başta Şaylan ve Güler’in farklı bir yaklaşım içinde oldukları görülmekle birlikte söz konusu incelemelerinde idari reform konusunu bir yöntem ve yaklaşım sorunu çerçevesinde ele almadıkları ve bu problemin disiplinlerarası niteliğine yeterince işaret etmedikleri görülmektedir.
101
ayrılmıştır. Kısa bir süre sonra sağlık durumu bozulan Hines vefat etmiş yerine
Princeton Üniversitesi maliye ve para uzmanlarından Profesör Dorr getirilmiştir.
Amerikalı uzman heyetine daha sonra Dış ticaret uzmanı Profesör Charles R.
Whitlessey ile Türkiye İşleri uzmanı Profesör Walter L. Wright katılmışlardır.
Heyette yer alan Türk uzmanlar ise şu isimlerden oluşmaktaydı: İktisat vekaletinden,
Ahmet Muzaffer, Şükrü Hüseyin, Hazım Atıf, Turhan Süleyman, Azmi Cemil,
Ahmet Cemil, Resai, İsmail Mehmet, Mehmet Satı, Dr. Kasım Nebioğlu, Ressam
Hikmet, ressam Hakkı ve tercüman Rüçhan Naci Beylerdir.
Şakir Kesebir ve Mustafa Özkan Beylerin İktisat Vekillikleri dönemlerinde
uygulanan devletçilik politikalarından rahatsız olan çevrelerin baskısı ile İktisat
Vekili olan Celal Bayar, görece daha liberal bir devletçilik uygulamasına geçmek
maksadıyla yukarıda ifade edilmeye çalışıldığı gibi yeni bir iktisadi program
hazırlama yoluna gitmiş ve bu maksatla ABD’den uzmanlar getirtmiştir. Dorr Heyeti
Türkiye idaresi için yeni bir geleneğin başlangıcı olurken ABD’li uzmanlardan
faydalanma talebi 1945 sonrası dönemde Marshall yardımları çerçevesinde olağan
bir hale gelmiştir.
Dorr Raporunda, Türkiye’nin tarım, sanayi, ticaret, gümrükler, madenler,
altyapı, ulaşım, devlet maliyesi, para ve banka ile idare teşkilatı gibi her alanda bir
çok tespit ve önerilerde bulunulmaktadır. Amerikalı uzmanlar tarafından yapılan çok
kapsamlı bir çalışma olup toplam üç cilt, altı kitap ve 1661 sayfadan oluşmaktadır.
Çalışma ile Cumhuriyetin yeraltı ve yer üstü kaynaklarının ayrıntılı bir envanteri
çıkarılmış durumdadır. Yeraltı kaynakları, madenler, su kaynakları ve debileri, mali
yapı, para ve bankacılık sektörü, idare gibi akla gelebilecek her konuda bir bilgi
bankası hazırlanmış durumdadır. Birinci ciltte Umumi mütalaalar sonuç ve öneriler
102
yer alırken, daha sonra Cumhuriyetten doğan ruh başlığı altında yeni idare ile eski
idare arasındaki farklar ortaya konulmuştur. Üçüncü kısımda ise ülkenin üretim
kabiliyeti ve yüksek yaşam standardına ulaşabilmesi için gerekli iktisadi şartlar
sıralanmıştır. Dorr başkanlığında hazırlanan çalışmanın diğer bir özelliği sadece
idare aygıtını ele almayıp kamu yönetimi sistemini ilk defa detaylı bir biçimde
alması ve bir model önermesidir. Bu kapsamda bir çalışma daha sonra yapılmamıştır.
1945 Sonrası önemde yapılan en kapsamlı çalışmalar olan Thornburg ve Barker
raporlarında Dorr raporundan isim olarak bahsedilmemekle birlikte kullanılan
yöntemin aynı olduğu görülmektedir. Adı geçen çalışmalar dikkatli biçimde
irdelendiğinde içindekiler kısmından başlayarak bu çalışmanın model alındığı, ileri
sürülen savların ve Türkiye’ye dair görüşlerin kısmen farklılıklar gösterse de temelde
aynı içerikte oldukları görülmektedir. Raporda incelenen konuları şu başlıklar altında
toplamak mümkündür:
I. Ziraat
II. Orman Servetleri
III. Maden Servetleri
IV. Su Servetleri
V. Mahrukat ve Muharrik Kuvvet
VI. Sanayii
VII. Münakalat
VIII. Dahili Ticaret
IX. Harici Ticaret
X. Mali İşler
XI. Evkaf
XII. Mesai işleri
XIII. Sıhhat ve Maarif
103
XIV. İdare
Raporda Türkiye’nin iktisadi koşulları, doğal donanımı, sermaye birikimi,
sanayii, ulaştırma yapısı, iç ve dış ticareti, maliyesi, para ve banka sistemi, vakıfları,
çalışma sorunları, sağlık ve eğitim hizmetleri ve kamu yönetimi hakkında kapsamlı
bir çalışma yapılmıştır. Tezel raporu Türkiye’nin I. Sanayi Planı ile yürürlüğe giren
sanayileşme planını destekleyen olumlu bir içeriğe sahip olmakla birlikte demir çelik
gibi ağır sanayi alanlarında Türkiye’nin girişeceği yatırımların ileri bir tarihe
ertelenmesi gerektiğini öne sürerek rapora dair bir gerçeğe de dikkat
çekmektedir(Tezel, 1986:268).
Dorr raporu dönemsel olarak devletçilik politikalarının yaygın biçimde
uygulamaya sokulduğu bir dönemde kaleme alınmış olmasına rağmen devletçi
ekonomi politikaları konusunda ihtiyatlı bir dil kullandığı ve Türkiye özelinde daha
çok tarıma dayalı bir kalkınma reçetesi tavsiye edilmektedir. Henüz kurulma
aşamasında olan demir-çelik, kağıt, kimya sanayi alanlarında yatırımlar yapılmasını
rasyonel görmemekte ve bu yatırımların iktisadi bakımdan faydalı olmadıklarını öne
sürmektedir. Başka bir anlatımla raporda açık biçimde dile getirilmese de bir çok
yerde serbesti yanlısı ve özel teşebbüsün önünün açılması gibi iktisadi politikaların
kalkınmada esas alınması tavsiye edilmektedir. Bu durum sonuç kısmında şu cümle
ifade edilmektedir(Dorr, 1934:30)
“hedeflere ulaşabilmek için bir takım amiller bulunmaktadır
bunlar ticaret ve piyasa arz usullerinin ıslahı, münakalat ve
muvasalat yolları(ulaşım sisteminin ıslahı), say ve amelin yarım
istihsal temin eden yahut hiçbir semere vermeyen sahalardan
uzaklaştırılması ve personel ve sermayenin iktisaden esaslı ve
sağlam teşebbüslere hasredilmesi, fertlerde bir teşebbüs ruhu
104
inkişaf ettirmek ve yaratmak gruplarda birbirleri ile teşriki mesai
istidat ve kabiliyetlerini tenmiye etmektir”
Çalışmada Türkiye’nin içinde bulunduğu imkansızlıklarve yokluklar tek-tek
anlatılarak nüfus sorununa ve yetişmiş insan gücü eksikliğine dikkat çekilmektedir.
Raporda ülkenin kalkınmasında liderlik konusuna işaret edilerek Türkiye’nin iyi
yönetilerek çağdaş dünyayı yakalayacağı belirtilmektedir. Raporda yapılan bir kısım
saptamalarda sık-sık Türkiye ABD ve Avrupa ülkeleri ile coğrafi ve gelişmişlik
düzeyi bakımından karşılaştırılmakta ve ülkenin sahip olduğu hammadde ve
kaynaklar bakımından bu ülkelerden ileri imkanlara sahip olduğu örneklerle
gösterilmektedir. Çalışmada dikkat çekilen bir diğer husus da kalkınma ve ilerleme
konularında komisyonun kestirme ve kolay bir yol öneremeyeceği ve bu konuda
mutlak bir çare bilmedikleri gibi bir ifade kullanmaktadırlar.
Dorr Raporu, Sovyet heyetiyle aynı zamanlarda olmasa bile birbirini takip
eden yakın sürelerde Türkiye’de bulunmuş olmasına rağmen bu heyetten ve bu
kişilerin çalışmalarından bahsetmemektedir. Çalışmada dünyanın içinde bulunduğu
iktisadi krizle ve tavsiyelerle ilgili olarak çok az değinilmekte ve bugünden
bakıldığında yazılanların soyut, içinde bulunduğu toplumsal gerçeklikten uzak ve
hemen-hemen her ülke için geçerli olabilecek genel değerlendirmeler olduğu
görülmektedir.
Münakalat ve Muvasalat(Taşıma ve Ulaşım) başlığı altında, Türkiye’nin büyük
paralar ve büyük bedeller ödeyerek yurdu çelik ağlarla ördüğü belirtilerek bundan
sonra otomobil ve kamyon nakliyatının geliştirilmesi gerektiği belirtilmektedir.
Demir yolu ağının daha ileri götürülmesinin iktisadi olmayacağı öne sürülmektedir.
Karayolu sisteminin geliştirilmesinin ulaşım masrafların azaltılması yanında
105
memleketin zirai ve sanayi üretiminin artmasında ve hammadde kaynaklarının hızlı
bir biçimde piyasalara arzında önemli bir rol üstleneceği öne sürülmektedir.
Raporun ilerleyen bölümlerinde teşebbüsü şahsi başlığı altında memleketin
gelişmesinde teşebbüsü şahsinin önemine işaret edilerek idarede ki en büyük hatanın
iş başına yetkili ve sorumluluk sahibi kimselerin getirilmemesi olarak gösterilirken
bunun neticesinde idare sisteminin baştan aşağıya bozulacağı ve enerjinin
ehemmiyetsiz işlere harcanacağı öne sürülmektedir. İyi bir idarenin ölçüsünün
yöneticilerin merkeziyetçi bir anlayışının sonucu olarak yetkileri kendi ellerinde
toplamalarının değil yetkileri devretmek sureti ile zamanlarını daha önemli sorunlara
ayırmaları gerektiği üzerinde durulmaktadır(Dorr Raporu, 1933:78). Raporda
memleketlerin kalkınmasının önündeki en büyük engellerden biri olarak kırtasiyecilik
gösterilmekte ve bu engele karşı alınması gereken tedbirler şu başlıklar altında
sıralanmaktadır; örgütlerde kırtasiyeciliğe karşı daima uyanık olmak, yetkilerin
devredilmesini sağlamak, hükümetlerin görevinin halka hizmet olduğunu memurlara
anlatmak, memur sayısını azaltmak, çalışanların istek ve gayretle çalışmalarını
sağlayacak tedbirleri almak ve son olarak idari usul ve sonuçlarını zaman- zaman
uzman kişilerin denetimine tabi tutmak ve incelemek.
Çalışmanın 1933 yılında yapıldığını ve Türkiye’nin o günkü mevcut idare
sistemini, kamu çalışanı sayısını ve memleketin içinde bulunduğu genel durumu göz
önüne aldığımızda komisyonun ısrarla memur sayısının azaltılması konusu üzerinde
durmasını anlamak mümkün değildir. Bir yandan dünyanın içine girdiği ekonomik
krizin serbesti yanlısı politikaların başarısızlığını ortaya koyup devlet
müdahaleciliğinin önünü açıp kamu politikalarında bir tercih değişikliğine gidilirken
diğer yandan ülkenin hızlı bir biçimde kalkınabilmesi için iyi yönetilmesi ve liderlik
106
sorunu üzerinde durulmakta ve bunların sonucunda memur sayısının azaltılması
ısrarla tavsiye edilmektedir.
Dorr Raporunun en dikkate değer taraflarından biri çalışmanın devletçi
politikaların dünyada ve Türkiye’de uygulamaya geçtiği bir dönemde kaleme
alınırken bu durumun içerikte yer almadığı ve görülmek istenmediği gözlenmektedir.
Çalışmanın bir çok yerinde teşebbüsü şahsi fikrinin önemi ve erdemleri anlatılırken, I.
Sanayi Planı ile birlikte hızlı biçimde uygulamaya geçilen devletçilik uygulamaları ve
devletçilik fikri üzerinde hemen hiç durulmamakta ve sanki bu politikalar yok
sayılmaktadır. Raporda heyetin İzmir’den Kars’a Edirne’den Antep’e kadar gidilen
seyahatler ve yerinde yapılan gözlem ve incelemelere bağlı olarak Türkiye devletinin
büyük bir kalkınma iştahı ve hamlesi içinde olduğu ve bu gayretlerin muhakkak
başarı ile sonuçlanacağı belirtilmektedir.
Çalışmada açık biçimde serbesti taraftarı bir irade görülürken heyetin samimi
ve yapıcı üslubu dikkat çekmektedir. Komisyonun üç cilt ve sayfalar dolusu metinle
en ufak ayrıntısına kadar incelediği Türkiye’nin, sağlıktan güvenliğe, istihbarattan
nüfus yapısına, kalkınma hamlesinden Anadolu coğrafyasındaki hayvan çeşidine ve
sayısına, yer altı kaynaklarından bunların hangi vasıtalarla pazara nakledileceğine,
hangi alanlarda fabrikalar kurulacağından bunların makine ve ekipman durumuna, su
kaynaklarının mevcudiyetinden ve kullanımından orman alanlarının durumuna ve
bunların gelecekteki önemine, balıkçılığın mevcut durumundan, çini ve porselen
fabrikalarının nerede kurulacağına, kömür ve linyit yataklarının durumundan milli
savunma faaliyetleri için asit sülfirik ve nitritin önemine, Türkiye’nin yol siyasetinin
ne olması gerektiğinden mahalli idarelere yetki devredilmesine, limanların mevcut
durumundan vapur ve hava istasyonunu sayısına, demiryollarının mevcut
107
durumundan bunların gerekli bağlantılarının yapılmaması nedeni ile istenilen
faydaları sağlamamasına, posta idaresinin ıslahından tayyare yollarının
düzenlenmesine, dahili ticaretten harici ticaret düzenlemelerine, Maliye Vekaletinin
yeniden düzenlenmesinden mali yapının mevcut durumuna, para kambiyo ve sigorta
işlerinin düzenlenmesinden Merkez bankasının mevcut kambiyo durumuna, maarifin
içinde bulunduğu durumdan yurt dışına öğrenci gönderilmesine, üniversitenin
durumundan yeni ders kitaplarının hazırlanmasına ve basılmasına, kuru tarım
imkanlarından hangi sebze türlerinin yetiştirilmesi gerektiğine değin her alanda
saptamalarda ve tavsiyelerde bulunulmuştur. Dorr raporu bu çalışmanın sınırlarını
fazlası ile aşan ve birkaç tez konusu olabilecek bilgi ve belgeyi içinde taşımaktadır.
Yukarıda kısaca ifade edilen alanlarda komisyon özet olarak şu
değerlendirmelerde ve tavsiyelerde bulunulmaktadır. Türkiye’nin kalkınması için
büyük ve devasa işlere girmek yerine küçük ölçekli işlerden başlayarak bir
sanayileşme politikası izlenmesi, uzun süreli planlar yapmak yerine kısa vadeli
planlar yapılması, ülkenin sanayileşme hamlesi yerine zirai alanda yatırımlar
yapılması, halka acı çektirecek biçimde ağır olan vergilerin azaltılması, personel
istihdamı konusunda zecri tedbirlere başvurularak memur sayısının azaltılması,
formalitelerin basitleştirilmesi, ecnebi seyyah akınının(yabancı sermaye) ülkeye
gelmesinin sağlanması için iyi bir teşkilat yapısının kurulması, şahsi teşebbüsün
teşvikinin ve emniyetinin sağlanması, mahalli teşebbüs ruhunun canlandırılması ve
merkezi idareden vazgeçilmesi, ülkenin en çok ihtiyaç duyduğu nitelikli personelin
yetiştirilmesinin sağlanması, kırtasiyeci zihniyetle hareket eden personelin idarenin
çalışmasını engellenmesinin önüne geçilmesi, sayıları on milyonu bulan köylü
108
kitlesinin eğitimi ve iktisadi hayata katılması, talim ve terbiyesi cumhuriyet
yöneticilerin birinci vazifesi olmalıdır.
Raporun V ve VI kitaplarının yer aldığı üçüncü cildin XIV. bölümü “İdare”
başlığını taşımakta ve bu başlık altında toplam yirmi altı sayfada Türkiye idaresi
genel hatları incelenerek şu konular irdelenmektedir(Dorr Raporu, 1933:364):
I. Müessir Bir İdarenin Ehemmiyeti
II. İdarenin Muhtelif Vecheleri
III. Teşkilat
IV. Personel
V. İktisadi Mesailde Kifayetli Malumata Lüzum
VI. Kanunlar
VII. Mütehassıslardan Yardım
VIII. Konklüsyon ve Tavsiyeler
Bu durum karşısında heyet Türkiye idaresi için aşağıdaki tavsiyeleri dikkate
sunmaktadır(Dorr Raporu, 1933:398-399):
1. Milletin idareci kuvvetleri memlekette idare meselesini çözümü en zor ve
önemli bir dava olarak telakki etmeli ve daima memleketin karşılaşacağı bir
güçlük olarak tanımalı ve bu noktada daima ıslahat yapma imkanlarının
mümkün olduğunu takdir etmelidir.
2. Çalışanlara yetki devredilmesi hususunda ısrar edilmeli ve yetki devri için
gereken bürokratik süreçler sadeleştirilmelidir.
3. Nitelikli kamu personelinden azami ölçüde faydalanabilmek için işe elverişli
olmayan memurların işten uzaklaştırılması elzemdir. Memurların işe
alınması, tayini hususlarında daha etkili usuller geliştirilmeli ve bunda ısrar
edilmelidir.
109
4. Gerek hükümetin gerekse de halkın iktisat işlerinde muhtaç olduğu bilgi ve
malumatın önemi kavranarak bu doğrultuda ciddi adımlar atılmalı ve düzenli
istatistikler tutulmalıdır.
5. Mevcut kanunlarda birbiri ile çelişen aykırılıklar gözden geçirilerek ortadan
kaldırılmalıdır. Başka bir ülkede başarı ile uygulanmış bir kanunun
Türkiye’de başarı ile uygulanacağını düşünmek yanlış olacaktır. Bu noktada
ithal edilecek kanunların Türkiye şartların uygun hale getirilmesi
gerekmektedir.
6. Çeşitli bakanlıklarda hükümet politikalarına yön vermekle görevli
memurların gerek teknik gerekse idari uzmanların görüşlerinden
faydalanması için gerekli imkanlar bu kişilere sunulmalıdır. Bu gibi
uzmanların öncelikle Türk uzmanlardan oluşması, olmadığı takdirde yabancı
uzmanlardan faydalanılması yoluna gidilmelidir.
7. Bütün bu sayılanların üstünde bir husus vardır ki bu mesele milli amaçların
gerçekleştirilmesinde en büyük engeldir. Bu engel kırtasiyecilik sorunudur.
Bu sorunu kökünden kazıyıp atmak için bütün idarecilerin mesailerinin bu
konu üzerine vermeleri ve daima uyanık olmaları gerekmektedir.
Daha önce yeri birkaç kez ifade edilmeye çalışıldığı gibi ilgili literatürde
yaygın olarak, yabancı uzman raporları başlığı altında incelenen çalışmaların çok
kısa başlıklar altında ele alındığı, bu çalışmalara ilişkin olarak sorulması gereken, bu
çalışmalara neden ihtiyaç duyulduğu, nasıl bir toplumsal ve siyasal düzleme
oturduğu, hikayelerinin ne olduğu ve çalışmalar sonucunda neler olduğu? gibi
soruların sorulmadığı ve bu çalışmaları yapan uzmanlara ilişkin çok kısada olsa
herhangi bir bilgi verilmediği belirtilmişti. Bu yargı en çok Dorr başkanlığında
110
yapılan çalışma için geçerli saptamalardan biridir. Rapor öylesine kapsamlı ve
hacimli bir çalışmadır ki hayretler içinde kalmamak mümkün değildir. Üç cilt
halinde yayınlanan çalışmada kullanılan resimler, krokiler, ve haritalar yerli ve
yabancı başka hiçbir çalışmada kullanılmamıştır. Tespitimiz odur ki herhangi bir
Türk bilim adamı bu çalışmayı gördüğünde şaşkınlık içinde kalacaktır.
II. Dünya Savaşı Sonrası Dönem ve Kalkınma Sorunu
II. dünya savaşı sonrası dönemde ortaya çıkan en belirgin gelişmelerden biri
1929 krizinden sonra kapitalizmin içine girdiği derin ve yaygın bunalımdı.
Avrupa’da açık biçimde görülen savaşın yıkımının sarsıntıları dünyanın dört bir
yanında hissedilirken özellikle sömürge ve yarı sömürge ülkelerde ciddi bir
dalgalanma ortaya çıkmaya başlamış ve bu ülkeler özgürlüklerini ilan etmeye
başlamışlardır. Kapitalizmin bunalımı savaşın maddi hasarları ve insan kayıpları ile
sınırlı değildi sadece aynı zamanda üretici güçlerdeki yıkımın, alt yapıdaki tahribatın,
kentlerin harabeye dönmesinin yanında kapitalizmin yeni bir paylaşım savaşı
başlıyordu(Gerger, 1999:24-25). Uluslar arası sermaye açısından ortaya çıkan bu
tabloya karşı Atlantik’in ötesinde yeni bir güç yükselmekte idi. Kısmen de olsa
büyük yıkımdan fazla etkilenmemiş olan Amerika Birleşik Devletleri yeni bir güç
olarak dünya sahnesine çıkarken aslında dünyada yeni bir düzen başlamakta idi. Bu
düzenin temel aracı Truman doktrini olurken ABD Marshall yardımları ile elini
çekmemek üzere Ortadoğu’ya ve Avrupa’ya sokuyordu.
II. dünya savaşı sonrası dönemde dikkat çeken bir gelişme de kapitalist
sisteminin ve sermayenin uluslar arasılaştırılmasıdır. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki
sanayi sermayesinin az gelişmiş ülkelerdeki yerli sermaye ile birlikte ortak
yatırımlara girişmesi yeni bir iş bölümü olarak nitelendirilmiştir. Türkiyede bu sürece
111
eklemlenmek yolunda önemli birçok adımlar atarken yapılan askeri ve ekonomik
anlaşmalara bağlı olarak ülke üzerinde ABD etkisinin arttığı görülmektedir. Savaş
sırasında yaşanan ekonomik bunalımla çöken ekonomik sistem savaştan sonra
yeniden düzenlenirken Türkiye’de bu sisteme eklemlenme yolunda uluslar arası
sistem ve ABD önderliğindeki yapılanma aşamalarına paralel bir düzenleme içine
girdiği görülmektedir. Bu dönemde gelişmiş kapitalist ülkeler için en önemli sorun
uluslar arası meta ve sermaye dolaşımının yeniden canlandırılması ve sürekliliğini
sağlayacak yeni bir sistemin kurulması sorunudur. Bu amaçla 1944 yılında Bretton
Woods anlaşması ile kurulan Uluslar arası Para Fonu(IMF) ve Dünya
Bankası(IBRD) kurulmuştur. Gülalp bu kurumları uluslar arası kapitalizmin
işleyişini denetleyen birer üst organ, uluslararası kapitalizmin kollektif beyni olarak
niteleyerek önemine işaret etmektedir.
Savaş sonrası dönemde ABD ekonomik bakımdan güçlenmiş olarak çıkarken
1937 de kapitalist dünyanın toplam ithalatının % 14.2’ni yapan bu ülke 1947 yılında
ise bu oranı %32 ye çıkarmıştı. Amerikan ordusu da savaş öncesinde dünyanın en
büyük on yedinci ordusu iken savaş sonrası dönemde dünyanın en büyük ordusu
olmuştu. Bu yeni gücün yeni görevleri ve misyonları vardı. Bu misyonun başında ise
yaşlı kıtanın ayağa kaldırılması ve imar edilmesi gerekmekteydi. Bu durum aslında
“yeni bir dünya düzenine” işaret etmekteydi. ABD’nin elinde durmadan artan üretim
kapasitesi ve sermaye birikimi bu yeni güce yer yüzündeki bütün kapıların açılması
ve yeni yapıların ortaya çıkması gerekmekteydi. Bu dönemde benimsenen açık kapı
politikası ile yeni bir restorasyon süreci başlarken bağımsızlığını kazanan yeni
devletlerin modern idare cihazlarına sahip olmaları gerekmekteydi. Açık kapı
politikası ile sermayenin önündeki engellerin ortadan kaldırılmasını ve serbest
112
dolaşımını öngörürken aynı zamanda pazarın güvence altına alınması, üretimden
dağıtıma dek dolaşım ağının açık tutulması, piyasaya dayalı iç düzenlemelerin
yapılması, liberal kapitalizmin teşvik edilmesi savaş sonrası Amerikan politikalarının
genel ilke ve amaçlarını oluşturmaktaydı.
Savaş sırasında uluslar arası ilişkiler alanında yürütülen denge politikasını
savaş sonrasında değiştirmek durumunda kalan Türkiye, savaş sonrası dönemde
yalnızlaşama politikası ile karşı karşıya kalmıştır. Türkiye bir yandan Sovyet
tehdidini ensesinde hissederken diğer yandan yükselen güç ABD ile daha sıkı
ilişkiler kurmanın yollarını aramaktadır. Ülke içinde ise savaş sırasında yürütülen
politikalar nedeniyle durum pek parlak gitmemekte toplumsal muhalefet sesini
duyurmaya çalışmaktadır. Savaş yıllarında artan hayat pahalılığı toplum kesimlerini
hoşnutsuz ederken ekonominin içinde bulunduğu kriz durumu işsizliğin artmasına ve
yokluk ve karaborsanın hızla yayılmasına neden olmuştu. Yoksullaşma, yoksunluk
ve karaborsa, işçileri, memurları, serbest meslek sahiplerini ve esnafı son derece
olumsuz etkiliyordu. Savaş döneminde kişi başına düşen milli gelir neredeyse % 25
oranında düşmüştü. Bu yoksullaşma kırdan kente göçü hızlandırmakta ve kentlerin
etrafında göçle gelen gecekondu bölgelerini oluşturmaktaydı(Yerasimos, 1989:165).
Ekonomik kriz siyasal baskılarla birleşerek gündelik yaşamı olumsuz yönde
etkilerken savaş döneminde palazlanan yeni sermaye sınıfı egemenliği ele geçirme
mücadelesi vermeye başlamıştı.
1940’ların Türkiye’si geniş bir prekapitalist sektör ile ticari niteliği ağır basan
kapitalist sektörün yan-yana bulunduğu bir sosyo-ekonomik yapıya sahiptir. Modern
anlamıyla bir sanayi burjuvazisi gelişmemiştir ve iktisadi hayata bankalar-ticaret
burjuvazisi- büyük toprak sahipleri hakimdir. Savaş döneminde yükselen yeni
113
sermaye sınıfı ve özellikle spekülatif kazançları artan ticaret burjuvazisi ile Türkiye
yeni bir toplumsal denge noktasına doğru ilerlemekteydi.
Savaş sonrası dönemde uluslar arası konjonktürün iç gelişmelerle örtüştüğü
ve kısmen benzerlikler gösterdiği bilinmektedir. Savaşın sonunda özel girişimin
önündeki engeller bizzat ABD tarafından kaldırılmak istenirken Türkiye’de savaş
döneminde zenginleşen bir takım grupların yönetimde daha fazla söz hakkı almak
istemektedirler. Türkiye’nin yaşadığı yoksulluk ve ekonomik kriz ülkeyi tek partinin
yönetmesini zorlaştırırken yine ABD’nin dış politika doktrini sayesinde iktidar acil
biçimde çok partili yaşama geçiş kararı almakta ve uluslar arası arenadan dışlanmak
istememektedir.
1945 sonrası süreçte yaşanan gelişmeleri uluslar arası sistemde meydana
gelen gelişmelerden daha çok ülke dinamikleri ile açıklamak isteyen bir kısım
görüşler de bulunmaktadır. İkinci dünya savaşı yıllarında hızla özel sektörün elinde
toplanan sermaye artık belli bir potansiyele erişmiştir. Bunun sonucunda sermaye
kesimi 1930’lı yıllarda uygulamaya konulan devletçiliği bütün engellerinden
sıyrılmak ve tüm ekonomiyi özel girişimin kontrolüne almak istemekteydi. 1948
Kasımında İstanbul’da toplanan iktisat kongresinde devletin ekonomi alanında
öncülüğünü tamamladığı ve artık sadece eğitim, haberleşme, milli savunma,
araştırma, denetim gibi temel kamu hizmetlerini yerine getirmesi ekonominin bundan
böyle özel kişilerce yönetilmesinin zorunlu ve kaçınılmaz olduğu öne sürülmüştür.
Diğer taraftan giderek gelişen özel sermaye savaş sonrası dönemle birlikte yabancı
sermaye ile eklemlenmeye gittiği görülmektedir. 1947 yılında “Yabancı Sermayeyi
Teşvik Kanunu” çıkarılmıştır. 1947 yılı sonrası yıllarda artık kalkınmanın stratejisi,
ekonominin yönetimi ve yönü büyük ölçüde Thorburg, ICA, IBRD raporları gibi
114
yabancı sermaye ve özel girişime her türlü kolaylığı ve önceliği sağlayan ABD’deki
eğilimlerin temsilcisi fikirlere göre tayin edilmeye başlamıştır(Şaylan, 1974:80).
1923-1950 yılları arasında uygulanan devletçilik politikalarına bağlı olarak burjuva
sınıfı özellikle savaş yıllarında gelişmiş ve yabancı sermaye ile bütünleşme yoluna
gitmeye başlamıştır. Bu bütünleşme önceleri acentelik almak şeklinde olmuşsa da bir
müddet sonra ortak yatırımlara gidilmeye başlanmıştır.
Bu raporlarda özellikle ekonomik hayatta devletçilik uygulamalarına
kesinlikle son vererek özel girişime öncelik vermek ve pazar ve fiyat
mekanizmalarını esas yön verici olarak kabul etmek, ağır sanayi alanlarındaki
yatırımlara son verilerek ekonominin dengeli büyümesini hedeflemek ve
kalkınmaya tarımdan başlamak, iç pazarı genişletmek için kırsal nüfusun hayat
standardını yükseltmek bağlamında başta karayolları ağı ile ulaşım
olanaklarını geliştirmek olarak sıralayabiliriz.
Şaylan sosyal yapıda meydana gelen bu gelişmelerin siyasal sistem üzerinde
de etkisini gösterdiğini belirterek siyasal sistemi de sosyal yapıdaki değişime uygun
bir pozisyon almaya zorladığını ve sosyal değişime uyumlu hale gelme yolunda bir
dönüşüm geçirdiğini belirtmektedir. Bu saptamayı yaparken yaşanan değişimin
ülkenin iç dinamikleri ile gerçekleştiği gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır ki bu çok
doğru bir çıkarsama olmasa gerektir. Kendisinin de çalışmasının önceki bölümlerde
ifade ettiği gibi 1945 sonrası dönemde özellikle ABD’nin etkileri ve baskıları
sonucu, Türkiye bu dönüşümü ucu dışarıda olan bir manivela ile gerçekleştirmiştir.
Şaylan burada Marshall yardımına eklemlenme sürecinde yaşanan uluslar arası
gelişmelere pek değinmemektedir. Halbuki yaşananlara baktığımızda görmekteyiz ki
Türkiye’de yaşanan gelişmelerin yönünün dünyadaki gelişmelerle paralel bir seyir
115
izlediği görülmektedir. Dünyadaki gelişmelere bir uyumun sonucu olarak ortaya
çıkan çok partili hayat geçiş ve buna bağlı olarak içerde liberal kapitalizme geçişi
hızlandıracak yeni ekonomik ve idari politikaların tespiti ile dış politikada ağırlığı
gittikçe hissedilen ABD egemenliğine bir yöneliş görünmekteydi.
Gelinen noktada, CHP ve hükümet yıpranmış, düzenin bekası için acil bir
çıkış yoluna ihtiyaç duyulmaktadır; uluslar arası gelişmeler ve ABD hegemonyası
Türkiye’nin ortaya çıkan yeni düzene uygun bir siyaset ve dış politika izlemesini
mecbur hale getirmektedir. İçerde ise yeni ortaya çıkan ekonomik tablo ve sınıfsal
dengeler çok partili hayata geçilmeyi ve bir reform programı uygulanmasını zorunlu
kılmaktadır(Gerger, 1999:39). Burada bir saptama yapmak gerekirse, farklı kişiler
tarafından çeşitli şekillerde yorumlanan bu dönemin uzlaşmacı bir yorumla; ülkenin
yaşadığı değişim ve dönüşümün içerdeki gelişmeler kadar belki de daha fazla uluslar
arası alanda meydana gelen gelişmelerin etkisinde olduğu ve reform sürecinin bu
bağlamda yürüdüğü söylenebilir.
Bu noktada tam da Güler tarafından dile getirilen “1870-1930 klasik
sömürgecilik dönemi, 1930-1970 yeni sömürgecilik, 1970 sonrası dönemde ortaya
çıkan küresel sömürgecilik” dönemlendirmesi konumuz bakımından önemli bir
açıklama gücüne sahip olduğu görülmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde
bağımsız devletlerin sayısı hızla artarken yeni dönemin egemen gücü ABD ile az
gelişmiş ülkeler arasında “dış yardım”, doğrudan yabancı yatırım”, istikraz ve kredi”,
“karma ortaklıklar” şeklinde ortaya çıkarken bu durumun somut göstergesi Truman
Doktrini ve Marshall Planı olmuştur.
Klasik sömürgecilik dönemi yapısı gereği uluslar arası ekonomik düzenleyici
kuruluşlara gerek duymazken, savaş sonrası dönem ülkeler arası ilişkilerin ikili
116
ilişkilerle sınırlandırılamayacak özelliği nedeniyle uluslar arası kuruluşların
kurulması ve işlevselleştiği bir dönem olmuştur. Sayıları giderek çoğalan bağımsız
devletlerin ve bunlar arasındaki ilişkilerin yönlendirilmesi, Birleşmiş Milletler
kurumunda somutlaşmıştır. Birleşmiş Milletler sistemi içinde kurulan UNESCO,
FAO gibi özel uzmanlık kuruluşlarının yanı sıra 1945’te kurularak faaliyete geçen
IMF ve IBRD gibi özerk kurumlar dünya sisteminde önemli görevler ve misyonlar
üstlenmişlerdir(Güler, 1996:15). Yardım programları içerisinde bir alt kategoriyi
oluşturan “idarenin modernizasyonu” uluslar arası kuruluşların temel faaliyet
alanlarından biri olmuştur. Özellikle az gelişmiş ülke idarelerinin reforma tabi
tutulması daha fazla öne çıkarken el kitaplarının hazırlanmasından başlayarak amme
kürsülerinin kurulmasına uzanan geniş bir faaliyetler dizisi gerçekleşmiştir.
Uzman ve profesörlerden oluşan ekipler az gelişmiş ülkelere kurucu-
danışman olarak gelirken ayrıca bu ülkelerden bir kısım öğrenciler de yurt dışına
gönderilmiştir. Bu gelişmelerin yanın da başta Latin Amerika bölgesine hizmet
etmek üzere 1951 yılında Rio de Jenario’da kurulan Latin Amerika Amme İdaresi
Enstitüsü, 1952 yılında Orta Doğu Bölgesine hizmet etmek üzere Ankara’da Türkiye
ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü, Orta Amerika bölgesine hizmet etmek üzere
Kosta Rika’da ve aynı yıl Mısır’da Amme İdaresi Enstitüleri kurulurken, 1954
yılında bu defa Hindistan’da kurulmuştur. BM’nin bu seferberliği “iktisadi kalkınma
programları ve idari teşkilatların modernizasyonu” projeleri ile hayata geçirilmiştir.
Bunların en bilineni Türkiye’de de bir çok projenin hayata geçirilmesini sağlayan
Agency for International Development (AID) dir.
117
I.3.3- Thornburg Raporu, 1949
1933 tarihli Dorr Raporundan sonra 1949 yılına gelinceye değin yapılan en
kapsamlı çalışmalardan biri Thornburg Raporudur. Amerika Birleşik Devletlerinde
faaliyet gösteren Yirminci Asır Vakfı tarafından 1948 yılında Yunanistan’da yapılan
çalışmadan hemen sonra Standart Petrol Şirketi Mühendisler Meclisi Başkanı ve aynı
zamanda aynı şirketin Orta ve Uzakdoğu şubelerinin başkan yardımcılığını yanında
ABD Dış İşleri Bakanlığının Petrol Müşaviri olan Max Weston Thornburg ve
Kanada asıllı Amerikan vatandaşı Uzakdoğu ve Hindistan uzmanı Graham Spry ile
George Soul tarafından kaleme alınan “Turkey: An Economic Appraisal” isimli
çalışma ABD’nin yürüttüğü yeni siyasetin bir parçası olarak ortaya çıkmıştır.
20. Asır Vakfı ile ilgili Türkçe metnin önsözünde şu bilgiler yer almaktadır.
20 Asır Vakfı, Amerika’nın dünya çapında ekonomik ve sosyal meseleler hakkında
bilimsel araştırmalarıyla tanınmış kuruluşlarının başında gelmektedir. ‘Bu müessese
Birleşik Amerikanın II. Dünya Harbinden sonra iktisadi bakımdan geri kalmış
memleketlerin kalkınmalarına yardım etmek maksadıyla geniş bir program tatbikine
başlayınca bu program çerçevesinde yer alan memleketlerin gerçek durumlarını ve
bundan sonraki ihtiyaçlarını tespit etmek üzere faaliyet gösteren bir kurumdur’
denilmektedir. Aslında bugün de değişen bir husus bulunmamaktadır. ABD geri
kalmış memleketlere demokrasi ve refah getirmek amacıyla benzeri sivil toplum
örgütleri ve araştırma enstitüleri ve think-thanklarla aynı işi yapmaya devam
etmektedir.
Türkiye’nin Amerika ile yakın ilişkiler kurması ve uluslararası ilişkilerinde
başat bir güç merkezi haline gelmesi bu çalışmanın ana teması olmamakla birlikte
Türkiye’nin reform politikalarının anlaşılabilmesi ve reformların yaslandığı
118
ekonomik, sosyal ve felsefi arka planın görülmesi bakımından bu ilişkilerin bilinmesi
ve detaylandırılması hayati önem taşımaktadır. II. Dünya savaşı sonrası dönemde
ABD yeni bir dış politika stratejisi belirleyerek Truman Doktrini çerçevesinde eski
dünyaya ve özellikle Ortadoğu’ya yeni bir yol haritası eşliğinde barış ve refah
getirmek istemektedir. Bu tez günümüzün Büyük Orta Doğu projesi olarak
adlandırılan Ortadoğu’ya demokrasi, barış ve zenginlik getirmek isteyen tezle
örtüşmekte ve benzer parametrelerden hareket etmektedir. Savaş yıllarında tarafsız
bir politika izlemeye çalışan ve savaşın tahribatlarından en az zararla çıkmaya özen
gösteren Türkiye batılı ülkelerle arasındaki iki yüz yıldır devam eden “denge
oyununu” devam ettirmek istemiştir.
Kurtuluş savaşı yıllarında Sovyet Rusya ile yakınlık kuran Türkiye, Kurtuluş
savaşında da bu ülkeden destek almış daha sonra bu ilişkiler ilerletilerek 1929 krizi
sonrası ortaya çıkan devletçi politikaların belirlenmesinde Sovyet tecrübesinden
faydalanılmaya çalışılmış ve Birinci Sanayi Planı için bu ülkeden uzmanlar istenerek
birçok sanayi kuruluşunun temeli atılmıştır. Celal Bayar ve ismet İnönü bu amaçla
Sovyetler Birliğine ziyaretlerde bulunmuş ve mevcut dostluğun ilerletilmesi için
heyetler arası görüşmelerin devam etmesi karar bağlanmıştır. Sovyetler Birliği
kurulan bu yakın ilişkiler başta İngiltere ve Almanya olmak üzere Türkiye’nin eski
müttefiklerini harekete geçirmiş ve bu ülkeler de Türkiye üzerindeki nüfuzlarını
kaybetmemek üzere ekonomik yardımlarını hızlandırmışlar ve Türk hükümetinin
önüne bir çok projeler getirmişlerdir. İkinci Dünya savaşının ayak seslerinin gelmeye
başladığı 1936 yılı ile birlikte Türkiye üzerindeki etkinliklerini artırmak isteyen
Almanya ve İngiltere Türkiye’yi kendi saflarına çekebilmek için var güçleri ile bir
mücadeleye girmişlerdir. İngiltere öncülüğünde Türkiye Balkan ve Sadabat Paktını
119
imzalarken, 1929 krizi sonrası başta gaz ve elektrik gibi enerji alanı olmak üzere
ulaşım ve daha birçok alanda çeşitli Alman firmalarıyla imtiyazlı anlaşmalar
yapılarak Almanya ile yakınlaşılmaktadır. Bu denge politikası Türkiye
diplomasisinin yabancı olmadığı bir uluslar arası ilişkiler oyunudur ve Türk
diplomasisi son iki yüz yıldır bu denge politikası sayesinde bir çok kazanımlar elde
etmiştir. Bugünde bu denge oyunu örtülü biçimde devam etmekte Türkiye kimi
zaman ABD’ne karşı Avrupa Birliği siyasetini öne çıkarmakta kimi zamanda AB’ne
karşı ABD ile ilişkilerini yoğunlaştırarak iki güç merkezine karşı birinden birini
kaldıraç olarak kullanmaya çalışmakta kimi zamanda bunda kısmi başarılar elde
etmektedir.
İkinci dünya savaşından sonra ise Türkiye görece daha zor bir döneme
girmekteydi. Bir yandan Boğazlar ve Doğu Anadolu üzerinde toprak talebinde
bulunan Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği diğer yanda ise artık ne İngiltere ve
ne de Almanya kalmıştır. Diğer tarafta artık Amerika Birleşik Devletleri
bulunmaktaydı. Türkiye, Sovyet tehdidine karşı cepheyi genişletmek istemekteydi
ancak elinde çok fazla enstrüman olmamakla birlikte her zaman olduğu gibi jeo-
stratejik önemi, yer altı ve yer üstü kaynakları dolayısıyla asla gözden de
çıkarılamayan bir ülke idi. Ayrıca savaştan hayli fazla zarar gören Türkiye bu
yaralarını sarmak ve içerde yükselen toplumsal muhalefeti susturmak maksadıyla
yeni ekonomik yardımlar almak ve yeni ittifaklar bulmak zorundaydı. İşte bu
noktada Türkiye’nin Amerikancı bir yöneliş içine girmesi artık siyasal ve toplumsal
zemini hazırlanmış bir süreçti ve Türk dış politikası bundan sonra güçlü müttefik
olduğunu belirterek ABD ile çok sıkı ilişkiler kurmaya yönelmiştir. 1950’li yıllarda
120
Celal Bayar tarafından dile getririlen “Türkiye’yi küçük Amerika yapma” söylemi
döneme egemen olan temel düşüncelerden biri olmuştur.
Bu Amerikancı yönelmenin ilk adımı Truman doktrini çerçevesinde dağıtılan
Marshall yardımına dahil olmak olmuş ve bunu askeri yardımlar ve Türk Silahlı
Kuvvetlerinin modernizasyonu altında yürütülen çalışmalar izlemiştir. Bu bağlamda
ABD ordusunun kullanmadığı birçok askeri malzeme Türkiye’ye gönderilmiş,
karşılıklı imzalanan anlaşmalar doğrultusunda bir kısım askeri personelin ABD’de ve
NATO şemsiyesi altında eğitilmesi hayata geçirilmiştir. Ancak ABD bu yardımları
yapmadan önce ve Türkiye’nin Marshall Planından faydalanabilmesi için birçok
uzmanını sırası ile Türkiye’ye göndermeye başlamış ve bu uzmanlar Türkiye ile ilgili
ayrıntılı raporlar hazırlayarak ve Türkiye’nin bundan sonra neler yapması ve
yapmaması gerektiğini belirten detaylı tavsiyeler ve kalkınma reçeteleri
hazırlamışlarıdır. Türkiye’de hazırlanan erken dönem reform projeleri aslında
Türkiye-ABD ilişkilerinin bugüne kadar üzerinde pek durulmayan farklı bir
boyutuna işaret etmektedir. Bir anlamda erken dönem idari reform çalışmaları
Türkiye-ABD ilişkilerinin tarihi mahiyetindedir. Bu noktada ortaya çıkan en önemli
gelişme Thornburg başkanlığında heyetin Türkiye’ye gelerek yaptıkları araştırma ve
Amerikan dış yardım siyasetine yön verme çabalarıdır. Bu çalışmayı Hilts heyeti,
Barker heyeti ve daha sonra bir çok heyet izlemiştir.
Çalışmanın önsözünden anladığımız kadarı ile 20 Asır Vakfı Türkiye
araştırmasını yapmadan önce Yunanistan’da incelemelerde bulunmuş ve raporunu
1948 yılında yayınlamıştır. Vakıf Direktörü Evans Clark’ın önsözde anlattığına göre,
Vakıf Türkiye incelemesinden sonra aynı amaçlarla Latin Amerika’da da benzeri
araştırmaları yapacak ve ilk olarak Brezilya’da incelemelerde bulunacaktır. Böylece
121
yalnızca ABD dış yardımının rasyonel bir biçimde kullanılması değil aynı zamanda
özel sermaye içinde entelektüel sermayeyi hammaddeyi hazırlamak amacıyla öncü
birer proje olarak hazırlanmıştır. Raporun önsözünde Türkiye incelemesinin, Truman
Doktrinin ilanından önce ülkenin stratejik önemi ve komünizmin genişlemesine karşı
yapılacak savunmada kilit öneme sahip bir kale ülke olmasından dolayı yardım
ihtiyaçlarının gereklerini bir tarafa bırakarak ve ülkenin stratejik değerini ön planda
tutarak yapıldığına işaret edilmektedir. Raporun incelemesine geçmeden sadece bu
ifadelerden yola çıktığımızda raporun gerçek amacının ne olduğu açık biçimde
görülmektedir. Türkiye stratejik değeri, coğrafi konumu ve sahip olduğu kaynakları
ve nüfusu bakımından komünizmin önündeki son kale olarak görülmekte, ABD’nin
askeri garnizonu olacak ve bölgedeki amaçlarına hizmet edecek bir yarı sömürge
ülke yapılmak istenmektedir. Bu tespit ve değerlendirmeler soğuk savaş döneminin
değişmeyen ezberlerinden birini oluşturacak, içerden ve dışardan yapılan propaganda
faaliyetlerinde komünizm tehlikesinin boyutlarına dikkat çekilmek istenmiştir.
Türkçe literatürde rapora dair ilk inceleme Osman Okyar tarafından İstanbul
Üniversitesi İktisat Fakültesi Dergisinde yayınlanmıştır. Okyar, politik tercihler ve
dünya görüşü bakımından Thornburg raporunu beğenmekte ve samimi bularak Türk
ekonomisi üzerinde yapılmış ciddi ve yerinde bir çalışma olarak takdim etmektedir.
Okyar, raporla ilgili incelemesini metin henüz Türkçe’ye çevrilmeden orijinal
İngilizce metin üzerinden yapmış ve çalışmanın heyecan verici bir irdeleme
olduğunu belirtmiştir. Okyar, yazarların alanlarında uzman kimseler olması ve Türk
ekonomisi ile Türkiye’ye ecnebi yardımı imkanları hakkında vardığı sonuçlar
bakımından üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir çalışma olduğunu ifade
etmiştir(1948:288).
122
İnceleme yayınlanır yayınlanmaz 1950 yılında Nebioğlu Yayınevi tarafından
Semih Yazıcıoğlu’na “Türkiye Nasıl Yükselir” ismi ile tercüme ettirilerek Türkçe
yayınlanırken, aynı yıl içinde Nail Artuner tarafından tercüme edilerek teksir halinde
“Türkiye’nin Bugünkü Ekonomik Durumunun Tenkidi” adıyla yayınlanmıştır. Aynı
yayının neden iki tercümesinin yapıldığını anlamak mümkün olmamakla birlikte
Semih Yazıcıoğlu tarafından yapılan çevirinin raporun ruhunu yansıtması
bakımından doğru bir çeviri olduğu görülürken, Nail Atuner tarafından çevrilen ve
Ziraat Bankası tarafından baskısı yapılan metnin çok kısaltılmış ve Türkiye’ye dair
bir çok acımasız eleştirinin yapıldığı bir çok ifadenin tercüme metin içinde yer
almadığı ve daha çok raporun özet mealinin olduğu tespit edilmiştir. Literatürde bir
kısım incelemelerin iki çeviriye bakıp Thornburg’un iki farklı raporundan
bahsettikleri görülürken gerçeğin öyle olmadığı ve aslında ortada sadece iki farklı
çevirinin olduğu görülmektedir. Burada “Türkiye Nasıl Yükselir” ismine dikkat
çekmek gerekmektedir. Bu isim başka bir kurtuluş reçetesini çağrıştırmaktadır.
Yazarların bu çalışmadan haberdar olup olmadıklarını bilmiyoruz ancak çalışmaların
isimlerinde bir kelimeyi değiştirdiğimizde aynı olduklarını görüyoruz. İsim
benzerliği olan çalışma Prens Sabahattin tarafından kaleme alınan “Türkiye Nasıl
Kurtarılabilir?” isimli eserdir. Thornburg’un eseri Prens Sabahattin’in çalışmasına
sadece isim olarak değil ana fikir bakımından da benzemektedir.
“Türkiye Nasıl Yükselir” isimli çalışma da 1933 tarihli “Türkiye’nin İktisadi
Bakımdan Bir Tetkiki” isimli çalışma gibi literatürde yeterince irdelenmemiş raporlar
olarak karşımıza çıkmaktadır4. Her iki çalışmada da Türkiye’ye dair pek çok saptama
4Bu durumun istisnalarını Doğan Avcıoğlu ve Yalçın Küçük oluşturmaktadır. Avcıoğlu Thornburg raporunu Türkiye’nin Düzeni’nde, Küçük ise Planlama Kalkınma ve Türkiye isimli çalışmasında ciddi biçimde eleştirmektedir. Ayrıca Sami Güven 1950’li Yıllarda Türk Ekonomisi Üzerine Kalkınma Reçeteleri” isimli kitabında Thornburg Raporunu irdelemektedir.
123
ve öneride bulunulurken bu eserlerin yakın dönem Türkiye tarihi çalışan
araştırmacılar ve akademisyenler tarafından yok sayılması veya irdelenmemiş olması
anlaşılmaz bir durum oluşturmaktadır. Thornburg raporu olarak bilinen “Türkiye
Nasıl Yükselir” isimli çalışmanın neyi anlattığını bir cümle ile ifade etmemiz
gerekirse, raporun baştan sona “Türkiye’de devletçilik uygulamasının ve mevcut
düzenin keskin bir eleştirisini yapmakta olduğu görülürken ülkenin sanayileşme
politikasının yanlış olduğunu ve çözüm yolu olarak Amerikan tecrübelerinin ışığında
liberal bir ekonomi politikası tercihinin yapılması” gerektiğini tavsiye etmektedir.
II. Dünya savaşı sonrası ortaya çıkan yeni güç dengesi ve savaş döneminde
ortaya çıkan krizin ortadan kaldırılması bağlamında ABD dünya sahnesinde yerini
alırken, ilişki kurduğu ülkelerin izleyecekleri başta ekonomi politikaları olmak üzere
genel olarak politik tercihleri üzerinde denetim kurmaya ve yakın kontrolü altında
tutmaya büyük önem vermiş ve yapacağı yardımları sıkı koşullara
bağlamıştır(Sander, 1979:51). ABD’nin bu anlamda en çok etkilediği ülkelerin
başında Türkiye gelirken ABD dış yardımları aynı dönem içinde başta Avrupa olmak
üzere Güney Amerika’yı da kapsamaktaydı.
Türkiye II. Dünya savaşında ABD tarafından dağıtılan dış ekonomik
yardımlardan faydalanmak maksadıyla 1947 yılında Marshall yardımı kapsamına
alınması için başvurmuş ve 1948 yılında Türkiye Marshall Planına dahil edilmiş ve
Türkiye ile ABD arasında “İktisadi İşbirliği Anlaşması” imzalanmıştır. Anlaşmayı
izleyen aylarda bir Amerikan heyeti Russel Dorr başkanlığında bir heyetle Ankara’ya
gelerek yerleşirken böylece Türkiye’nin kalkınmasında Amerikan görüşlerinin hakim
olacağı yeni bir dönem başlamıştır(Güven, 1998:1). Avcıoğlu(1969:275) yeni
dönemin ekonomi politikasını, devlet kontrolünün azaltılması ve liberalleşmenin
124
tesis edilmesi şeklinde olduğunu belirtmektedir. Dönemin temel karakteristiğini
Thornburg şöyle ifade etmektedir:
“Amerikan görüşlerini göz önünde bulundurmak şartı ile Birleşik
Amerikanın Türk ekonomisinin ıslahına yardımda bulunup
bulunamayacağı, bulunabileceği takdirde ne gibi yardımlara ihtiyaç
duyulacağını ve bunun nasıl tatbik edileceğini konusunda vereceği
karalarda ön verileri sağlamayı amaçlamaktadır. Türkiye hürriyet
istemiyorsa, Amerikan yardımının ne Türklere ne de Amerikan
politikasına faydası olmayacaktır.”
Bir misyonermişcesine tüm yakın ve uzak doğuyu dolaşan Thornburg,
Türkiye’ye geldiğinde büyük Türk dostu olarak karşılanmış ve kendisine her türlü
olanak sağlanarak raporunu tamamlaması temin edilmiştir. Thornburg ve
arkadaşlarının çalışma kapsamında nerelere gittiği ve bu gruba eşlik eden bir Türk
heyetinin olup olmadığı bilinmemekle birlikte Thornburg, Basım ve Yayım Müdürü
Dr. Nedim Veysel İlkin ve İlkin’in yardımcısı Nejat Sönmez’e özellikle teşekkür
etmektedir. Yukarıda ifade edildiği gibi heyetin hangi illere gittiği belirtilmemiş
olmakla birlikte başta sanayi tesislerinin olduğu pek çok yöreye gittikleri ve güç
koşullarda binlerce kilometre yol kat ettikleri raporun incelenmesinden ortaya
çıkmaktadır. Toplam bir buçuk ay (altı hafta) Türkiye’de kalan heyet hükümet
yetkilileri tarafından gezdirilmiş ve ilgili bilgiler kendilerine verilmiştir. Heyet
Türkiye’de kısa bir süre bulunduktan sonra Amerika’ya dönmüş ve bilahare raporunu
kaleme almıştır. Raporun daha çok şahsi gözlemler genel intibalar düzeyinde olduğu
tarihsel gerçeklerle günün koşullarını bir arada irdeleme faaliyeti içerisinde olduğu
müşahede edilmektedir. Okyar raporun üslubu ile ilgili olarak daha önceki birçok
uzmanının lüzumsuz bir ihtiyat içerisinde gerçek kanaatlerini söylemediklerini,
ancak Thornburg ve arkadaşlarının samimi bir biçimde hiçbir ihtiyat payı
125
bırakmadan sistemi eleştirdiklerini dile getirirken, çok iyi niyetli olduğunu
gördüğünü belirtmektedir. Ancak tam metni incelediğimizde Okyar’a katılmak
mümkün değildir. Rapor baştan sona Türkiye’ye dair subjektif, haksız, tutarsız ve
yer-yer aşağılayıcı yargılar taşımaktadır.
Thornburg raporunun kime takdim edildiği belirtilmemekle birlikte süreç göz
önünde bulundurulduğunda CHP iktidarı döneminde sipariş edildiği ve Şemsettin
Günaltay Başbakanlığındaki hükümet yetkililerine teslim edildiği bilinmektedir.
Yazar önsözde bu konuya açıklık getirirken aynı zamanda raporun amacını da şu
şekilde ifade etmektedir:
“...bu kitapta Bakanlar veya ilgili diğer sorumlu hükümet
makamlarıyla açıkça mülahaza edilmemiş hiçbir kanaat ve şüphesiz ki
hiçbir önemli tenkit yoktur. Amerikan görüşlerini göz önünde
bulundurmak şartı ile Birleşik Amerika’nın Türk ekonomisinin
ıslahına yardımda bulunup bulunmayacağı, bulunabileceği takdirde ne
gibi yardımlara ihtiyaç duyulacağını ve bunun nasıl tatbik edileceği
konusunda vereceği kararlarda ön verileri sağlamaktır”.
Çalışma dokuz ana bölümden meydana gelmektedir;
I. Memleket ve Halk,
II. Türk İnkılabı,
III. Ziraat,
IV. Taşıt ve Ulaştırma,
V. Madencilik ve İstihsal,
VI. Enerji Kaynakları ve Gelişme,
VII. Ekonomi ve Maliye,
VIII. Hulasa ve Tenkidi Kıymet Takdiri
IX. Tavsiyeler
Bu başlıklar altında Türkiye’nin yeraltı ve yer üstü kaynakları, yönetim sistemi,
ekonomi politikaları, politik tercihleri ayrıntılı biçimde irdelenmektedir. Raporda
126
Türkiye’deki devletçi düzeni sıkı bir biçimde eleştirmekte ve yürütülen sanayileşme
hareketinin baştan sona yanlışlarla dolu olduğunu öne sürmektedir. Çalışmada
Türkiye’nin devletçilik siyaseti ve sanayi faaliyetleri kritik edilirken genel tavsiye
olarak sistemin başta iktisadi alandan başlayarak serbestleştirilmesi ve liberal bir
düzenin tesis edilmesi önerilmektedir.
Okyar(1948:289), raporla ilgili değerlendirmesinde cevabı aranan temel
sorunun, geniş bir coğrafyaya, zengin tabii imkanlara, geniş sahilleri ve ulaştırma
imkanları bakımından avantajlı bir durum arz eden ve büyük emek gücü ihtiyatları
olan Türkiye’nin inkişafını temin etmek için ne yapılması gerekmektedir? Bu
memleketin garp üslubunda daima genişleyen bir ekonomi vaziyetine getirilmesi
nasıl mümkün olacaktır? Okyar bu soruların cevabı olarak raporda, Amerikan iş
adamlarının zihniyeti ile çıkış aradıklarını ve Amerikan kalkınma tecrübesinden
ilham aldıklarını ve yazarların ağzından “şartlar oluştuğu takdirde Amerika’da
tahakkuk eden kalkınma rüyası bazı mühim ayrılıklar arz etmekle birlikte pek ala
Türkiye’de de tahakkuk ettirilebilir” tespitini yapmaktadır. Gerçekte Okyar büyük bir
yanılgı içinde bulunmakta idi 1950’lerin Türkiye’sinde sermaye birikiminin
olmadığı, henüz alt yapı çalışmalarının yeni kurulmaya çalışıldığı, sanayiinin yeni
filizlenmeye başladığı bir süreçte ve yüz yıllar süren savaşlardan bitap düşmüş bir
ulusun ve henüz kurulmuş olan genç cumhuriyetin mevcut koşullarında rapora konu
olan pür liberal ekonomi politikaları ile sözü edilen kalkınma hamlesini yapmasını
bir yana bırakalım olsa-olsa bu politik tercihlerle yeniden yarı sömürge haline
gelecekti.
Thornburg, Türkiye’deki sistemi sıkı bir biçimde eleştirdiğinin farkında olup,
bu durumu “düşman güldürür, dost ağlatır” ata sözü ile açıklamakta ve kendisinin
127
acı gerçekleri söyleyerek aslında bir Türk dostu olduğunu söylemeye çalışmaktadır.
Yirminci Asır Vakfı bu raporu hazırlamaktaki amacını ‘bu kadim memlekete
yapılması imkan dahilinde olan her türlü Amerikan yardımı için fikri zemini temin
edeceğini ümit etmektedir’ derken daha sonra bu incelemenin aslında ‘Truman
Doktrini öncesinde Türkiye’nin stratejik değerinden dolayı çok önceden tasarlandığı
ve Türkiye’nin coğrafi bakımdan komünizmin genişlemesine karşı yapılacak
herhangi bir müdafaada kilit noktada yer alan bir kale olduğuna’ vurgu
yapılmaktadır.
Yazarın Türkiye’ye dair sert eleştirilerine kitabı Türkçe’ye kazandıran
yayınevinin de katıldığı görülürken bu durum şu şekilde ifade edilmektedir;
“...şimdiye kadar memleketimizi geliştirmek ve yükseltmek isteyenler
iktisadi sahada sınırı belli olmayan hatta bazen keyfi idareye kadar
giden sıkı bir devletçilik siyaseti güttüler. Türkiye için bu siyasetin bir
çok faydaları tahakkuk etmiş olmakla birlikte telafisi imkansız büyük
zararları da olmuştur. Bu siyaseti güdenler bilhassa, tamamıyla plansız
ve programsız çalışmış hususi teşebbüsün memleketin umumi
gelişmesiyle mütenasip inkişafına mani olmuş: devlet, teşebbüslerinde
istihsali rasyonel bir şekilde tanzim edememiş: kendi mamullerinde
fiyatları aşırı derecede yükselterek hayatın pahalılaşmasına sebep
olmuş ve bu yoldan vatandaşların omuzlarına ayrı bir vasıtalı vergi
yüklemiştir; inhisar durumuna dayanarak fena kalitede mal istihsal
etmiş; devlet fabrikalarını zarardan korumak ve yüksek karlar temin
etmek için istisnai muamelelere tevessül etmiş ve bu suretle gayri
meşru rekabete girişmiş, aşırı memur kadroları ve kırtasiyecilikle
maliyeti yükseltmiş; devletçilik siyasetini ilk çıkış noktasından
tamamen uzaklaştırarak bütün ferdi teşebbüs sahalarına yayılmakla
mutlak devletçi ve inhisarcı bir sisteme gitmiş; ve en mühimi iktisadi
sahada insan haklarını nazarı itibara almayan keyfi ve mütehavvil
kararlarla hususi teşebbüs için emniyet ve kısır bir saha yaratmış ve
128
bütün bu hareketleriyle memleket iktisadi ve sosyal hayatı için telafisi
imkansız bir zaman ve enerji kaybına sebep olmuştur”
denilerek Yirminci Asır Vakfının Amerikan menfaatlerinin yakından alakadar
olduğu Türkiye iktisadi durumunu tetkik etmeye karar verildiği ileri sürülmüştür.
Çalışma 1949 yılında yapılmış olmasına rağmen ileri sürülen görüşlerin liberal
teorinin ezberi haline gelmiş klasik görüşleri olduğu görülürken günümüzde reform
çalışması yürütenlerin yukarıda ileri sürülen savlara benzer görüşler ileri sürdüğü ve
mevcut ezberin devam ettirdiği görülmektedir.
Thornburg raporu sadece Türkiye idaresinin kırtasiyecilik ve mevzuatçılıktan
kurtarılmasını değil, topyekun sistem eleştirisi yapan ilk çalışmadır. Dorr raporu
daha yapıcı bir üslupla bir kısım telkin ve tavsiyelerde bulunurken Thornburg raporu,
Dorr tarafından önerilen sanayi yatırımlarına karşı çıkarak şiddetle ve pervasızca
eleştirmektedir. Raporun ikinci bölümünü oluşturan “Türk İnkılabı” başlığı altında
Osmanlıdan devir alınan miras, Cumhuriyetin kuruluşu ve inkılapların bir
değerlendirmesi yapıldıktan sonra Devletçilik politikaları ve planlama fikri
eleştirilmekte ve bu politikalardan süratle vazgeçilerek özel sermayenin önünü
açacak daha liberal kamu politikalarının benimsenmesi tavsiye edilmektedir.
“Devletçi ve devlet kontrolüne tabi olan ve hususi sermayenin
randımanlı çalışma tarzı yerine merkeziyetçi bir teşkilat kuran bir
sistem zarar ve başarısızlık hususunda baştakiler tarafından zekice ileri
sürülen mazeretler ne olursa olsun müdafaa edilemez”
Raporda dikkat çeken bir diğer husus başka çalışmalarda da görüldüğü üzere
kendinden önceki hiçbir çalışmaya atıfta bulunmaması ve onları yok sayarak her şeye
yeni baştan başlamış olmasıdır. Bu durum Türkiye’de yürütülen reform
çalışmalarının temel özelliğini ve eksikliğini oluştururken önceki raporlarda ortaya
konulan öneri ve tavsiyelere de ne kadar uyulup uyulmadığı tespit edilememektedir.
129
Bu eksiklik zaman içinde tekrarlanarak iki yüz yıldır devam eden kısır döngünün
kurumsallaşmasına neden olmuştur.
Küçük, Thornburg’un bir misyonu temsilen Türkiye’ye geldiğini belirtirken
Thornburg’un geride ölü doğmuş bir kalkınma planı bırakırken yerini IBRD
tarafından hazırlanacak Barker raporuna bıraktığını söylemektedir(Küçük,
1985:460). 1947 yılı Türkiye için her anlamda bir yol ayrımına işaret ederken 1947
Kalkınma Planı içeriği, politik tercihleri, kalkınma modeli, akıbeti ve
uygulanamadan rafa kaldırılması bağlamında dönemin önemli göstergelerinden ve
simgesel öneme sahip gelişmelerinden biridir.
Thornburg raporu burada çok kısa özeti ve sadece başlıkları verilen bu ve
benzeri görüşleri taşımaktadır. Rapor baştan sona dikkatli biçimde irdelendiğinde
savunduğu görüşlerin ve tavsiyelerin Türkiye’nin asla hak etmediği ayakları yere
basmayan ve ülke gerçekleriyle örtüşmeyen savlar olduğu görülmektedir. Thornburg
raporunda bu ve benzeri görüşler sıralanırken çalışma şu ifadelerle bitirilmektedir:
“Mamafih Türkiye’de siyasi hakimiyeti ellerinde bulunduranların
hareketlerinde esaslı bir değişme olmadıkça ne Türkler ne de
Amerikalılar için büyük imkanlar mevcut olabilir. Artan bir servetin
refah yaratacak biçimde şekilde müstahsil olması isteniyorsa
memleket ekonomisi ve iş sahipleri tek partili bürokratik rejimin
menfaatinden ziyade müstahsil veya müstehlik halkın menfaatine
faaliyette bulunmalıdır. Bütün dikkat en geniş ölçüde ihtiyaç duyulan
malların verimli surette istihsali üzerine toplanmadıkça, ne amme ne
de hususi teşebbüsler münasip şekilde faaliyette bulunabilirler. Türkler
zengin kaynaklarını mükemmelen kullanabilecek hale gelmeden veya
Amerikalılar onlara bu şekilde hareket etmeleri için yardımlarda
bulunmadan önce, ağır ve yıkıcı vergiler ıslah olunmalı, keyfi ve
kapris eseri idarelerle emirlerin önüne geçilmeli, idari mesuliyetin
130
siyasi maksatlarla istimalinden kaçınılmalı, adam kayırma ve farklı
muameleler ortadan kaldırılmalıdır”
Türk idare sistemi ve sanayileşme hamlesine karşı en sarsıcı ve şok edici
tespitlerde bulunan Thornburg raporunun incelenmesi bizim tez çalışmamızın bir alt
başlığı olmaktan ziyade ayrı bir doktora tez konusu olacak içerikte ve önemdedir.
Umarız ki burada yeniden işaret edilen ve gün yüzüne çıkarılan bu ve diğer
çalışmalar ayrı birer çalışma konusu olarak daha detaylı biçimde incelenir ve kritik
edilirler.
Türkiye üzerine Amerikan görüşleri içerisinde sarsıcı ve çarpıcı eleştirilerde ve
analizlerde bulunan Thornburg Raporunda ele alınan konuların ve sorunların ayrıntılı
biçimde irdelenmesi tezimizin kapsamını ve sınırlılıklarını aşmaktadır. Ancak
raporun kimi zaman absürd sayılacak bir kısım saptama ve önerilerini kısaca
belirtmek gerekirse; başta Türk inkılabının kritiği olmak üzere, devletçilik
uygulamasının neticeleri, aşırı devletçilik uygulamalarına son verilmesi, sanayi
yatırımlarının durumu, sanayileşmeye yavaş biçimde geçilmesi, büyük sanayi
yatırımları yerine tarıma öncelik verilmesi, halktan kopuk olarak nitelenen
sanayileşme hamlesine son verilmesi, çelik, kimya, uçak motoru, gübre, kağıt sanayi
gibi ağır sanayi yatırımlarından vazgeçilerek başta tırmık ve saban olmak üzere ziraat
alanı gibi hafif sanayi alanlarında yatırımlar yapılması, büyük enerji projelerinden
vazgeçilmesi, Türkiye ekonomisinin önceliklerinin yenden tespit edilmesi, mevcut
idari sistemin işleyişi, keyfi idareye son verilmesi, merkezi-yerel idare arasındaki
görev bölüşümünün yeniden düzenlenmesi, kamu personelinin niteliğinin
yükseltilmesi ve sayısının azaltılması, başta hukuk reformu olmak üzere kanunların
yeni iktisadi vaziyete uygun hale getirilmesi, vergi toplama sisteminin yeniden
131
düzenlenmesi, özel sermayenin ve yabancı sermayenin önündeki engellerin
kaldırılması, özel teşebbüs için siyasal risklerin ortadan kaldırılması, Türk meslek
cemiyetlerinin teşekkülü ve Amerikan teşekkülleri ile fikir ve neşriyat teatisinde
bulunmaları, Türkiye’nin ulaşım durumu ve karayollarına öncelik verilmesi, turizm
imkanlarının geliştirilmesi, Türkiye’de Amerikan dergilerinin satılması ve başta çok
satan kitaplar olmak üzere bir kısım faydalı yayınların çevirilerinin yapılması,
Amerikan sigorta şirketlerinin ve bankalarının Türkiye’de acentelik açmalarına izin
verilmesi, kamyonla yük taşıma işinde Amerikan tecrübelerinden faydalanılması,
Türkiye idaresi üzerindeki Alman ve Sovyet etkilerinin azaltılarak yükselen bir güç
olan ABD’nin etkinliğinin artırılması, büyük ölçekli kalkınma planları yapılmaktan
vazgeçilmesi, kamu iktisadi teşebbüslerinin özelleştirilmesi, Türkiye’nin kalkınma
arayışlarında Amerikalı uzmanların görüşlerinden ve iş tecrübelerinden
faydalanılması gibi bir çok öneri ve tavsiyelerde bulunulmuştur.
I.3.2- Neumark Raporu, 1949
Neumark raporunu irdelemeden önce Neumark raporunun yazılmasına neden
olan iç ve dış gelişmelere baktığımızda 1929 Dünya ekonomik bunalımı ile özünde
taşıdığı liberal fikirlerden(Karpat, 1996:125) kısa dönemli olsa da vazgeçilmesini
takiben 1932 yılından başlayarak devletçilik ve plan fikri öne çıkmış uygulamaya
aktarılmıştır. Krizin etkilerinin geçmesi ve sermaye gruplarının siyasal iktidar
üzerinde kurduğu baskılar neticesinde 1936 yılından itibaren sıkı devletçilik
politikaları gevşetilmeye başlamış ve Dünya savaşının da etkisiyle II.Sanayi planı
uygulamaya konulamamıştır.
Türkiye II. Dünya savaşı boyunca olayların gelişimini dikkatlice izlemiş ve
her halükarda tarafsız kalmayı yeğlemiştir. Zaman-zaman akılları karıştıracak bir dış
132
politika izlenmesine rağmen savaşın galibinin belli olmasıyla Türkiye Mihver
devletleri ile ilişkisini kesmiş ve Birleşmiş Milletlere üye olabilmek için 23 Şubat
1945’te Almanya’ya karşı savaş ilan ederken bir gün sonra 24 Şubat’ta Birleşmiş
Milletler Beyannamesini imzalamıştır. Savaş döneminde henüz yapılanma
aşamasında olan genç cumhuriyet ve onu kuranlar büyük fedakarlıklar yaparak
ülkeyi savaşın dışında tutmayı başarırlarken bu durum CHP iktidarının desteğinin
azalmasına ve toplumla yabancılaşmalarına neden olmuştur(Ahmad, 1995:147;
Karpat, 1996:127). II. Dünya savaşı sonrası kurulan hür dünyanın dışında kalmak
istemeyen ve Sovyetlerin baskısını yoğun biçimde hisseden Türkiye hızlı bir biçimde
çok partili hayata geçmeye karar vermiştir. İsmet İnönü 19 Mayıs 1945’te yaptığı
konuşma ile rejimde liberalleşmeye gidileceğini ifade ederken 1 Kasım 1945’te
TBMM açış konuşmasında bir muhalefet partisine duyulan ihtiyaçtan bahsetmiştir.
Bu konuşmadan kısa bir süre sonra Nuri Demirağ “Milli Kalkınma Partisini”
kurmuştur. Avcıoğlu döneme ilişkin gelişmeleri şöyle değerlendirmektedir
“İnönü’nün teşvikleri ile başlayan çok partili hayatın, Anglo-Amerikan telkinlerle
doğduğunu öne sürenler vardır. Bunlara göre, beliren Sovyet tehlikesine üzerine
Batılılar ile sıkı ilişkiler kurma çarelerini arayan İnönü yönetimi, Batı kamuoyunda
tek parti rejimlerine karşı o tarihlerde duyulan antipatiyi göz önünde tutarak çok
partili hayata yönelmiştir. Batılılar da bu yolda telkinlerde bulunmuşlardır.”
Türkiye’nin çok partili hayata geçişi iç dinamiklerin etkisiyle mi? Yoksa dış etkilerin
tesiriyle mi? olduğu konusu Türk siyasal hayatının temel tartışma alanlarından birini
oluştururken aslında her iki nedeninin çok partili hayat geçişte önemli bir rol
oynadığı inkar edilemez bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tartışmalar
Türk düşünce yaşamında uzun zamandır devam eden Fuat Paşanın meşhur “pabuçcu
133
muştası” tartışmasına katkı sağlayan gelişmeler olmuştur. Bu tartışmalarda orta
yolun, yeni dönemi hazırlayan faktörlerin dış tesirlerin etkisi kadar iç baskıların da
önemli bir payı olduğunu söylemek şeklinde olacaktır. Savaş yıllarının sıkıntılarının
ve bürokrasinin sert davranışının, sivil-asker ilerici aydınlardan, toprak kanunundan
ürken toprak ağalarına kadar geniş bir hoşnutsuzluk yaratmıştır. Kütleler bir kurtarıcı
peşindedir ve siyasal muhalefet rejimin liberalleşmesi yönünde baskılarını
artırmaktadır (Avcıoğlu, 1969:249).
1839 Tanzimat fermanı ile idare aygıtını “modernleştirmek” isteyenler
1950’lere gelindiğinde sistemi yeni baştan oluşturmak ve daha serbest hale getirmek
istemektedirler. Şaylan’ın(1973:498) betimlemesiyle, II. Dünya savaşı Türkiye’de
yeni bir toplumsal yapı ve ilişki biçiminin giderek hakim hale gelmesinin
başlangıcını belirlerken değişen yapıda, yeni sosyal ve siyasal ilişkilere göre idare
aygıtında bazı değişiklikler yapılması zorunlu hale gelmiştir. Savaştan sonra alınan
dış yardımlarla yeni bir kalkınma hamlesi başlamış ve başta ulaşım, ziraat, sağlık
alanlarında yeni düzenlemeler yapılmıştır. Bu noktada yeni dönemin yönetim
aygıtını oluşturmak üzere 1947 yılında Başbakanlığın isteği üzerinde bakanlıklarda
komisyonlar kurularak “devlet örgütünde rasyonellik sağlayacak” önlemleri
belirlemek üzere kamu kurumları teftiş kurulların vasıtasıyla raporlar hazırlanmıştır.
Ancak bu raporların akıbeti hakkında herhangi bir bilgiye ulaşılamamış hatta söz
konusu raporlara dahi ulaşılamamıştır. İlgili literatürde de bugüne değin isminden
bahsedilen ancak bir türlü ortaya çıkmayan bu raporların sonuçları hakkında
herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Yerli uzmanlarca yapılan bu ilk çalışmaların
bulunamaması idari reform yazını için büyük bir kayıp oluştururken kısa bir süre
134
sonra bu defa yabancı uzmanlara yeni raporlar hazırlatılması yoluna gidilmiştir. Bazı
raporların kaybolması gibi bu çalışmalar da kaybolmuştur.
Son iki yüz yılı reform gündemi ile geçen bir ulusun reform yapmaktan öteye
ilgili metinleri bir araya getirememesi ve bu metinleri tasnif edememesi başka bir
tartışma konusu olsa gerektir. Teftiş kurulları tarafından hazırlanan bu raporlar
reform tarihi içinde hem bir ilki oluşturmanın yanında aynı zamanda yöntem
bakımından da sonraki çalışmalardan ayrılmaktadır. Bu raporlardan önce ve sonra
yapılan çalışmaların çoğunlukla kamu yönetimi örgütü dışındaki bazen yabancı
uzmanlar veya yerli üniversiteli uzmanlar tarafından yapılırken ilk reform
çalışmasının yönetimin ilgililerine yaptırılmış olması farklı bir durum
oluşturmaktadır. İdari Reform Danışma Kurulu Raporunda(1972) belirtildiği üzere
iktidar tarafından yeterli bulunmayan bu çalışmalar pek fazla dikkate alınmayarak
bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi Profesörlerinden Neumark’tan yeni bir çalışma
yapması istenilmiştir.
Daha önce belirtildiği gibi her reform çalışması aslında beraberinde ayrı bir
öyküyü ve gelişmeyi barındırmaktadır. Literatürde reform çalışmalarına bu bağlamda
hiç bakılmadığı ve bu çalışmaların içinden çıktığı toplumsal ve siyasal koşulların
ihmal edildiği gözlenmektedir. Neumark’ın yazdığı rapor kadar Neumark’ın yolunu
Türkiye’ye düşüren hikaye de önemli ve ilginçtir. Çünkü Neumark ismi aynı
zamanda tez konumuzu dolaylı biçimde ilgilendiren “Üniversite Reformuna” kadar
uzanmakta yazarın öyküsü yeni dönemin hikayesi ile örtüşmektedir. Bu noktada
CHP içinde yaşanan tartışmaları ve ortaya çıkan ayrışmaya da dikkat çekmek
gerekmektedir. Neumark’a raporunu bizzat devrin başbakanı sipariş etmiş ve
konunun takipçisi olmuştur.
135
Neumark Raporunun girişinde amacını şu ifadelerle dile getirmektedir:
“Buyrulan emirler gereğince, Devlet idaresinde rasyonel çalışma
bakımından mevcut olan noksanlarla bunların bertaraf edilmesini
sağlayacak tedbirleri inceledim. Tetkik mevzunun genişliği sebebiyle,
nihayet iki aya inhisar eden araştırmalarımın neticeleri esas itibarı ile az
çok umumi bir karakter taşımakta ve teferruattan ziyade müşterek bir
takım reorganizasyon meselelerine taalluk etmektedir. Raporda temas
edilen bazı hususlar hakkında –arzu edildiği takdirde- ilerde daha derin
ve geniş malumat verilebilir. Buna karşılık teknik, iktisadi, hukuki, vs.
hususiyetler arz eden diğer bazı meseleler ayrı bir inceleme konusu
teşkil etmekte ve buna binaen mevzubahis sahalarda mütehassıs sayılan
kimselerin hazırlayacağı hususi birer raporun verilmesini icap
ettirmektedir”
Neumark Raporunun hikayesi 1905 de Rusya’daki ilk ihtilal olaylarına kadar
dayanmaktadır. Neumark’ın öyküsünü bu kadar geriden almak bu çalışmanın
kapsamını aşmakla birlikte yaşananları özet biçimde aktarmak gerekmektedir.
Dönemin koşullarının ayrıntılı biçimde ele alınması olayların arka planına gidilmesi
sorunun net biçimde görülmesini sağlayacaktır. Aslında Neumark raporundan önce
“Üniveriste Reformu” olarak nitelenen gelişmelerin başlı başına bir inceleme konusu
olduğu açıktır. Ancak burada hemen belirtmek gerekmektedir ki Cumhuriyet
tarihinin önemli kilometre taşlarından biri olan üniversite reformunun dahi yabancı
uzmanların günlüklerinin ve hatıralarının yayınlanması ile daha net biçimde ortaya
çıktığı görülmektedir(Widman, 2000).
Konu ile ilgili en kapsayıcı çalışmalardan biri olan Widman’ın “Atatürk ve
Üniversite Reformu” isimli çalışmasının yanında Profesör Hirsch’in “Anıları” ve
Profesör Neumark’ın “Boğaziçine Sığınanlar” isimli çalışmaları süreçle ve dönemle
ilgili ayrıntılt bilgiler sunmaktadır.
136
Neumark Raporunun hikayesi 1905 de Rusya’daki ilk ihtilal olaylarına kadar
dayanmaktadır demiştik. Bu noktadan olayların izini sürdüğümüzde ilginç tesadüfler
zinciri ile karşı karşıya gelmekteyiz. 1917 İhtilali öncesinde bu hareketin provası
olarak ortaya çıkan 1905 ayaklanmasına katılan Profesör Tuschlok, hareketin
başarısızlığa uğraması sonucu ülkeyi terk etmek zorunda kalmış ve İsviçre’nin Zürih
kentine yerleşmiştir. Profesör Tuschlok burada bir çok dost edinmiştir. Bu
dostlarından biri de pedagoji Profesörü Albert Malche’dir. Albert Malche 1931
yılında Türkiye’de üniversite reformunun mimarlarından biri olarak öne çıkan
yabancı isimlerden biridir. Genç Cumhuriyetin yöneticileri yapılan devrimler
karşısında yeterince destek vermeyen ve devrimleri halka anlatmak hususunda bir
gayret içinde bulunmayan İstanbul Darülfünunu lağvetmek ve yerine modern bir
üniversite kurmak istemiştir. Maarif Vekili Dr. Reşit Galip’in bizzat davet etmesi ile
üniversite ile ilgili bir rapor hazırlamak üzere Cenevre Üniversitesi pedagoji
Profesörlerinden Albert Malche bu amaçla görevlendirilmiştir(Widman, 2000:82).
Malche bir süre Türkiye’de araştırma ve incelemeler yaptıktan sonra hazırladığı
raporu 1933 yılında Maarif Vekili Reşit Galip’e sunmuştur. Hükümet rapor üzerine
İstanbul Darülfünunu lağvederek 1 Eylül 1933 tarihinde İstanbul Üniversitesi adı ile
yeni bir yapılanmaya gitmiştir.
Üniversite reformu ile Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesi ve Yahudilerin
sürgüne gönderilmesi ve toplama kamplarında toplanması olayları üst üste gelince,
kader 1905’te Rusya’dan ayrılıp Zürih’e sığınan Profesör Tuschlok ve Türkiye’deki
üniversite reformunu yapan Profesör Malche’nin yollarını kesiştirmiştir. Profesör
Tuschlok’un damadı Hitler Almanyasından kaçmak zorunda kalan ve yerleştiği
Zürih’te tek göz odada Yahudi asıllı bilim adamları ile irtibatı sağlamak üzere
137
“Danışma Bürosunu” kuran Frankfurt Üniversitesi Patoloji Profesörü Philip
Schwartz’dır(Akpınar, 1997:11). Tek göz odada faaliyet gösteren “Danışma Bürosu”
kısa bir süre sonra “Yurtdışındaki Alman Bilim Adamları Dayanışma Derneği”
adıyla yeni bir yapılanma içine girmiş ve faaliyet alanını genişletmiştir. Neumark’ın
“Boğaziçine Sığınanlar” isimli anılarında dediği gibi Profesör Philip Schwartz
Türkiye gelen Alman asıllı bilim adamları projesinin öncüsü ve projenin fikir
babasıdır. Profesör Schwartz’ın çabaları ve bir dizi tesadüfler sonucu Almanya’da
işini kaybeden ve sürgün hayatı yaşayan Yahudi asıllı birçok bilim adamı için
“Üniversite Reformunu” yapan ve birçok alanda üniversite hocasına ihtiyacı olan
Türkiye ikinci bir vatan olmuş ve bu insanlar Türkiye’ye gelerek önemli bir boşluğu
doldurmuşlardır. Bu bilim adamalarının arasında birçok önemli aydın ve alanında
öncü isimlerde bulunmaktaydı.
Üniversite reformu sonrası Türkiye’ye gelen bilim adamlarından biri de
Frankfurt Üniversitesi profesörlerinden Fritz Neumark’tır. 1900 doğumlu olan
Neumark, Türkiye’ye(1933) geldiğinde henüz profesörlüğe yükselmişti ve daha otuz
üç yaşındaydı. Üniversite eğitimine Münih Üniversitesinde başlayan Neumark, Jena
Üniversitesinde İktisat Fakültesini bitirmiştir. Aslında Alman Dili eğitimi almak
isteyen ancak etkisinde kaldığı meşhur iktisatçı Kessler’in tesiriyle iktisat okuyan
Neumark daha sonra Profesör Kessler’le Türkiye’de aynı fakültede hocalık
yapmıştır. Frankfurt Üniversitesine asistan olarak giren Neumark “Enflasyon
Kavramı ve Mahiyeti” isimli doktora çalışması ile 1921 yılında doktor ünvanını
almıştır. Türkiye’ye gelmesinden iki yıl gibi kısa bir süre sonra Türkçe ders
anlatmaya başlayan Neumark Türkiye’de en uzun süre kalan yabancı bilim adamıdır.
Neumark Türkiye’de maliye ve iktisat biliminin gelişmesine önemli katkılar sağlamış
138
ve eserlerini Türkçe yazmıştır. Türkiye’den bahsederken “memleketim ve biz”
ifadelerini kullanmaktan çekinmemiştir(Widman, 2000:195). Neumark üniversitede
hocalık yapmanın yanında bazı enstitülerin kurulmasında görev alarak buralarda
yöneticilikte yapmıştır. İktisat fakültesi tarafından çıkarılan fakülte dergisinin ilk
editörlüğünüde yapan Neumark 1945 sonrası vergi reformu ve mali yapının ıslahı
hususlarında hükümete proje bazında danışmanlıklar yapmış ve raporlar yazmıştır.
Neumark’ın ilk asistanları daha sonra alanlarında önemli bilim adamları olacak Sabri
Ülgener5, Orhan Dikmen, Osman Okyar ve Memduh Yaşa olmuştur. Neumark 1952
yılında Almanya’ya dönmüş ve asistan olarak girdiği Frankfurt Üniversitesine rektör
olmuştur.
Üniversite reformu yapılıp Alman asıllı hocalar Türkiye’ye geldiklerinde
önce Hukuk Fakültesi bünyesinde istihdam edilmişler daha sonra bu hocaların
öncülüğünde yürütülen çalışmalar sonucunda kurulan İstanbul Üniversitesi İktisat
Fakültesine geçmişlerdir. Üniversite reformu ve Türkiye’ye gelen yabancı bilim
admaları konusu içinde bir çok hikayeyi barındırması, bir anlamda Türkiye’nin yakın
dönem tarihine tanıklık etmesi bakımından bir çok ilginç olayı içinde taşımaktadır.
Widman’ın geniş kapsamlı çalışmasının sonuna eklediği yaşam öykülerinin
tarafımızdan sayılması ile anladığımız kadarı ile 1933-1945 dönemi içinde
Türkiye’ye tam 126 bilim adamı gelmiştir. Bu kişilerin uzmanlık alanları akla
gelebilecek her alanda olup kütüphanecilikten-bale eğitimine, mimaridan-biyolojiye,
5 İstanbul Üniversitesi İktisat Tarihi Profesörlerinden Ahmet Güner Sayar tarafından kaleme alınan “Bir İktisatçının Entelektüel Portresi: Sabri F. Ülgener” isimli monografi çalışmasında dönemin ayrıntılı bir resmi çekilmekte ve Alman asıllı hocaların Türkiye macerası ilginç anekdotlarla anlatılmaktadır. Eserde ayrıca Alman hocaların Türk bilim hayatına etkileri asistanları üzerinden yürütülen açıklamalarla izah edilmektedir.
139
heykeltraşlıktan-laborantlığa kadar hemen her alanda başta Almanya ve
Avusturya’dan bir çok bilim adamı gelmiştir.
Bu hocaların Türkiye’nin yakın dönem tarihinin yazılması ve tanıklıkları
bakımından önemli veriler sağladığını ifade ederken konumuzla ilgisi bağlamında
Hukuk, İktisat ve Siyasal Bilgiler Fakültelerine gelen bilim adamlarının verdikleri
dersleri, yazdıkları yazıları ve bu hocaların asistanlarını saydığımızda konu daha net
biçimde anlaşılacaktır. Örneğin Profesör Kessler, ırksal nedenlerle değil nasyonal
sosyalizme karşı yürüttüğü çalışmalar nedeniyle Almanya’dan ayrılmak zorunda
kalmış bir iktisatçı ve sosyologtur. Türkiye’de bulunduğu süre içerisinde İktisat
Fakültesinin kuruluşunda bulunmanın yanında bu fakültenin kütüphanesini bizzat
Orhan Tuna ile birlikte kurmuştur. Kessler 1946 yılında Türk İşçi sendikasını kurmuş
ve sendikalcılık alanında ilk eserleri vermiştir. Kesslerin asistanları sonradan İktisat
Fakültesinin önemli hocalarından olacak olan Orhan Tuna, Ziyaeddin Fahri
Fındıkoğlu, Cavit Orhan Tütengil ve 1950 sonrası dönemde DP’nin Ekonomi ve
Ticaret Bakanı olacak Muhlis Ete’dir.
Önce İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Ticaret Hukuku, Hukuk
Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi derslerini veren Hirsch bir müddet sonra Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesine geçmiş ve burada çalışmalarına devam etmiştir. 1950
yılında iki ciltlik “Dünya Üniversiteleri ve Türkiye Üniversitelerin Gelişmesi” eserini
yazan Hirsch, ticaret hukuku ve hukuk felsefesi alanında birçok ilke imza atmıştır.
Hirsch’in o dönemde asistanlığını yapan ve daha sonra kürsülerinin önemli isimleri
140
haline gelen kişiler, Muammer Aksoy, Yaşar Karayalçın, Ünal Tekinalp, Ersin
Çamoğlu, İlhan Akipek, Hamide Topçuoğlu6 ve Ergun Önen’dir.
Türkiye’ye gelen Alman asıllı bilim adamları arasında isimi en çok tartışılan ve
ismi etrafında şüpheler dolaşan kişilerden biri Profesör Ernst Reuter olmuştur. 1933
yılına kadar Almanya’da Magdeburg belediye başkanı ve parlemento üyeliği yapan
Reuter, iki defa toplama kamplarında götürülmüş ve tutuklu kalmıştır. 1935 yılı ocak
ayında Hollanda üzerinden İngiltere’ye geçmiş ve ileriki bölümlerde ayrıca
bahsedilecek olan ve Türkiye hakkında birçok çalışmaya imza atan Profesör Baade
aracılığı ile Türkiye’ye gelmiştir. Türkiye’ye geldiği ilk zamanlarda Türk İktisat
Vekaletinde uzman olarak çalışan Reuter, 1938 yılında Siyasal Bilgiler Yüksek
okulunda şehircilik kürsüsünde hocalık yapmaya başlamış ve 1946 yılında
Almanya’ya dönerek Berlin Belediye başkanlığı yapmıştır. Türkiye’de şehircilik ve
komün bilgisi hakkında bir çok eser veren ve belediye maliyesi hakkında kapsamlı
incelemeleri bulunan Reuter’in Türkçe de yazılmış yaklaşık yetmiş yazısı
bulunmaktadır. Reuter’in asistanlığını daha sonra SBF şehircilik kürsüsünün
gelişmesinde ve büyümesinde büyük emekleri olan Fehmi Yavuz ve Bedri Gürsoy
yapmıştır.
Liberal fikirleri ile tanınan Profesör Wilhelm Röpke, daha çok teorik iktisat
alanında çalışmıştır. Türkiye’de kısa sürede kalan bilim adamları arasında sayılan
Röpke kaldığı kısa süre içerisinde bir çok çalışmaya imza atmış ve İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü görevini yürütmüştür. Röpke’nin
asistanlığını daha sonra aynı kürsüde profesör olacak Muhlis Ete yapmıştır.
6 Hamide Topçuoğlu daha sonra Ford Vakfı tarafından desteklenen Matthews’in “Yetişen Türk İdarecileri” 1955 isimli çalışmasında yazarla birlikte çalışmıştır.
141
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde İktisadi Coğrafya ve İktisat Tarihi
kürsülerinin kurucusu olan Alexander Rustow, “iktisadi coğrafya, harbin sosyolojik
mahiyeti, hammaddelerin milletlerarası dağıtımı, teknik terakki, aşırı nüfus ve
kitleleşme” farklı alanlarda eserler veren Rustow liberal fikirleri ile öne çıkan
hocalardan biridir.
Nürnberg Üniversitesinden zorla emekli edilmek istenen Profesör Alfred
Isaac 1937 yılında İstanbul Üniversitesinde çalışmaya başlamış ve Türkiye’de
bulunduğu süre içerisinde işletme iktisadı alanında çalışmalar yapmış ve daha sonra
Barker Raporu ile kurulması fikri ortaya çıkan İşletme İktisadı Enstitüsü ile ilgili bir
çok öncü çalışmayı yapmıştır. İşletme profesörü olan Isaac alanı ile ilgili literatüre
katkı sağlayacak bir çok çalışmaya imza atmıştır.
Sosyal bilimler alanında çalışan ve kısa yaşam öykülerini verdiğimiz bilim
adamları bir anlamdan Türkiye’de sosyal bilimlerin temellerini atmışlardır. Bu
kişilerin öyküleri Türk sosyal bilimler hayatına etkileri ve katkıları maalesef
yeterince irdelenmemiştir. Cavit Orhan Tütengil’in hocası Kessler’i anlattığı kısa bir
yazısı ve daha başka kısa birkaç makale ve dolaylı yazılar dışında döneme ait çok az
kaynak bulunmaktadır. Adı geçen bilim adamlarının anıları da olmasa sosyal
bilimlerin kurulması ve gelişimi bakımından bir çok önemli bilgi ve belge olmak
üzere ders kitapları, günümüz anlamında fakülte dergiciliğinin gelişmiş örneklerinin
verildiği ve döneme tanıklık eden bir çok makale gün ışığına çıkarılamayacaktır.
Asıl konumuz olan Profesör Neumark’a dönersek; Neumark, dersleri,
konferansları, makaleleri ve araştırmaları ile Türkiye’de sosyal bilimlerin
gelişmesine önemli katkılar sağlamış bir bilim adamıdır. Geniş teorik bilgisi ve
uygulama alanında Türkiye’de kazandığı tecrübelerle Neumark, Türk resmi
142
çevrelerinin takdirini ve sempatisini kazanan biridir. Almanya’ya döndükten sonra
Frankfurt Üniversitesinde iki defa rektörlüğe seçilmiş ve Alman akademi
çevrelerinden ve Alman hükümetinden büyük takdirler almıştır. Türkiye’de
bulunduğu süre içerisinde Türkçe yayınlamak üzere aşağıdaki eserleri vermiştir ki bu
çalışmaların hemen hepsi alanında ilk çalışmalardır:
1. Genel Ekonomi Teorisi,
2. Ekonomi Politikası Dersleri,
3. Maliyeye Dair Teknikler,
4. İktisadi Düşünce Tarihi,
5. Türkiye ve Yabancı Memleketlerde Gelir Vergisi
Profesör Neumark yukarıda sayılan kitaplarının yanında ekonomik gidişe,
gelir vergisi düzenlemelerine ve Türkiye idaresine dair bir çok rapor, inceleme ve
makale yazmıştır. İşte Neumark’ın Türkiye idaresine dair altmış sayfadan ve yedi
bölümden oluşan incelemesi çalışmamızın temel konusunu oluşturmaktadır. 1949
yılında Başbakanlık matbaası tarafından basılan eser alanında ilk olma özelliğin
taşımaktadır. 1933 tarihli Dorr, 1949 tarihli Thornburg raporlarından sonra kendisini
Türk gibi hisseden bir Türk üniversitesinde çalışan Alman asıllı bir bilim adamı
tarafından idare aygıtı üzerine yapılan bu çalışma literatürde genel ifadelerle
geçiştirilirken hak ettiği ilgiyi ve irdelemeyi görmemiştir.
1938 Ticaret Anlaşması ile başlayan ekonomik serbestiyi nasıl ki 1839
Tanzimat Fermanının idari ve hukuksal serbestisi izlemişse; 1945 sonrası dönemde
de Thornburg raporu ile başlayan ekonomik liberalleşme projelerini Neumark’ın
idarenin rasyonelleştirilmesi çalışması izlemiştir. Rapor ana fikir bakımından
kendinden önceki Dorr ve Thornburg raporları ile birebir benzemekte ve ideolojik
duruş olarak liberal bir dünya görüşünün yansıması olarak ortaya çıkmaktadır.
143
Neumark’ın bu raporları gördüğü ve incelediği şu satırlardan
anlaşılmaktadır(Neumark, 1949:6):
...bütün bunlara ilaveten sayısı düzinelere varan yerli ve yabancı
uzmanlarca hazırlanan ve ekseriya çok değerli olan bu raporların ya hiç
ya da yeter ölçüde dikkate alınmadığı keyfiyeti göz önünde tutulacak
olursa, pek ehemmiyetli olan rasyonalizasyon davasının çözümünün, bu
konuda uygulamaya dönük olumlu tekliflerin öne sürülmesi kadar, bu
gibi tekliflerin pratiğe aktaracak tam yetkili makamların oluşturulması
gerekmektedir”
Neumark kendi çalışmasından önce yapılan sayısı düzineleri bulan
çalışmalardan sadece olgusal olarak bahsetmekte bunların isimleri hususunda
herhangi bir açıklama yapmamaktadır. Bu konu beraberinde iki eksikliği ortaya
çıkarmaktadır. Birincisi Neumark gibi ciddi bir bilim adamının bu raporlardan
bahsetmemesi büyük bir noksanlık oluştururken, bugün bu raporların tam olarak
hangileri olduğu konusunda elimizde tam bir veri bulunmamaktadır. En azından bu
raporda adı geçen çalışmalardan isim olarak bahsedilmiş olunsaydı, çalışmalar
olmasa dahi varlıklarından haberdar olunulacaktı. İkinci olarak literatürde reform
konusu irdelenirken Neumark raporu milat olarak kabul edilmekte ve her şey bu
çalışma ile başlatılmaktadır. Toplam altmış sayfadan oluşan bu çalışmada kendinden
önce onlarca idarenin rasyonalizasyonuna ve reformuna dair rapor hazırlandığı öne
sürülürken bu çalışmaların neler olduğundan hiç bahsedilmemekte ve her şey 1949
yılı ile başlatılmaktadır. Anlaşıldığı kadarı ile Neumark bahsettiği çalışmalar yabancı
uzmanlar tarafından yapılan ve çalışmamızda kısmen irdelediğimiz raporlar olsa
gerektir. Ancak bu yorum sadece bir akıl yürütme sonucu ulaşılan bir değerlendirme
olup doğruluğu şüphelidir.
144
Hemen belirtmek gerekmektedir ki Neumark Raporu adı geçen diğer
çalışmaların sahip olduğu kısmen “aşağılayıcı ve hor görücü” bir üsluba asla sahip
değildir. Rapor samimi bir kısım gözlem ve tespitleri taşımaktadır. Neumark eserinde
sürekli biçimde Türkiye’den “memleketim” ve Türklerden “biz” diye
bahsetmektedir. Ancak bu yapıcı üslup raporunda dile getirilen gerçekleri görmemize
engel olmamaktadır. Adı geçen raporları gördüğü ve okuduğu anlaşılan Neumark’ın
en azından bu raporları üslup bakımından eleştirmemesi ve bu çalışmalara dair kısa
da olsa bir değerlendirmede bulunmaması anlaşılmaz bir tavırdır ve yazarın
samimiyeti ile çelişmektedir. Ama çok açıktır ki yazar diğer eser sahiplerinden tavır
ve üslup bakımından farklılaşmakta ve daha yerli bir noktada durmaktadır. Bu
bağlamda belki de Neumark raporunu yabancı uzman raporları kategorisinden
çıkarmak gerekmektedir. Bu raporun yabancı uzman raporu olarak anılmasını
sağlayanın yazanın isminin Neumark olması olup raporu kendini Türk hisseden yada
en azından samimi bir Türk dostu olduğu kesin olan biri tarafından kaleme alınması
gerçeğine istinaden yeni bir sınıflandırmaya tabi tutmak mümkündür.
Rapor metni incelendiğinde yazarın görüşlerinde samimi olduğu ve asıl
sorunun daha verimli bir idare teşkilatına ulaşmanın yollarını aradığı gözlenmektedir.
Bu amaçla yazar idareyi kuşbakışı bir değerlendirmeyle incelemekte ve şu ortak
sorun alanları üzerinde durmaktadır(Neumark Raporu, 1949:5):
1. Memurların sayısı ve nitelikleri ile sorunlar
2. Örgütsel eksiklikler
3. Kanunlarımızın elverişsiz olması
4. Aşırı kırtasiyecilik zihniyetini doğurduğu formaliteler ve bundan kaynaklanan
zorluklar
5. Teftiş ve denetim sisteminden kaynaklanan sorunlar
145
Literatürde yaygın olan anlatım biçimiyle, İstanbul Üniversitesi
Profesörlerinden olan Fritz Neumark’ın 1949 yılında Başbakanlığa sunduğu “Devlet
Daire ve Müesseselerinde Rasyonel Esasları Hakkında Rapor” Cumhuriyet
döneminde merkezi düzeyde yapılan ve bugüne ulaşan en eski çalışmalardan biridir.
Mıhçıoğlu’na göre 1947 yılında Başbakanlığın isteği üzerine başlatılan ve teftiş
kurulları tarafından hazırlanan çalışmalar(ki daha sonra bu çalışmalar ortadan
kaybolmuştur) Profesör Neumark tarafından tamamlanarak mevcut rapor ortaya
çıkmıştır(Mıhçıoğlu, 2003:191).
Neumark Raporunda özetle şu hususlar üzerinde durulmaktadır:
Rapora Dair Genel Değerlendirmeler:
1) Aşırı kırtasiyeciliğe karşı idari işlem ve usullerin basitleştirilmesi temin edilerek
kanunların yeniden kodifikasyonuna gidilmelidir.
2) Maliye Bakanlığı ile Gümrük ve Tekel Bakanlığı; Çalışma Bakanlığı ile Sağlık
Bakanlığının; Ulaştırma Bakanlığı ile Ekonomi ve Ticaret Bakanlığının gibi bazı
bakanlıklar ile bir kısım genel müdürlüklerin birleştirilmesi sağlanmalıdır.
3) Bakanlıklar bünyesi içinde rasyonalizasyon komisyonlarının kurulmalıdır.
4) Devlet dairelerinde büro makinelerinin kullanılmasının sağlanarak memurların
yetiştirilmesi temin edilmelidir.
5) Kamu yönetiminin sorunlarının çözümü ve halka açıklanması amacıyla
Başbakanlığa bağlı enformasyon bürosu kurulmasının sağlanmalıdır.
6) Kamu personelinin ülke genelindeki dağılımında yaşanan dengesizlikler ortadan
kaldırılarak çalışanların niteliklerini artıracak tedbirler alınmalıdır.
7) Kamu personelinin ücret sistemi yeniden düzenlenerek baremde yatay ve dikey
ilerleme sağlanmalıdır.
146
8) Türk idare hizmetlerinde görünüşte bir ademi merkeziyet mevcutsa bile
uygulamada aşırı merkeziyetçi bir yapının hakim olduğu ve buna son verilerek
zaman kaybına neden olan bu durumun önüne geçilmesi önerilmektedir.
9) TBMM’de görüşülmekte olan Bakanlık Teftiş Kurullarının kaldırılarak
Başbakanlığa bağlı merkezi bir teftiş kurulunun oluşturulmasına dair yasa taslağının
başta anayasanın ruhuna aykırı olduğu belirtilerek bu uygulamanın mahzurları
üzerinde durulmakta ve gerekli çözüm önerileri sıralanmaktadır. Bilindiği gibi bu
husus 2004 yılında yapılması düşünülen reform projesinin temel düzenlemelerinden
birini oluşturmaktadır.
10) Bakanlık bünyelerinde oluşturulan Hukuk Müşavirliklerinin “Devlet Hukuk
Müşavirliği” adı altında birleştirilerek Adalet Bakanlığına bağlanması idarede
rasyonalizasyonu sağlayacak bir uygulama olarak görülmektedir.
11) Raporda iktisadi devlet teşekkülleri ve DDY ve PTT gibi bir kısım kamu
örgütleri üzerinde de durularak bu kurumların
“...iktisadi, mali, siyasi bakımlardan önemine bağlı olarak bir yandan
teknik ve iktisadi görevlerinin mükemmel ifasını temin edecek öbür
yandan da devlet murakabesine izin verecek ve gerekse hususi
menfaatlerin duyurulmasını sağlayacak bir yapılanmaya kavuşmaları
gerekmektedir”
ifadesi kullanılmaktadır. Ancak bu ifade ile tam olarak neyin kast edildiği
anlaşılamamakla birlikte üstü kapalı biçimde bu kurumların özel sektör anlayışı ile
yönetilmesi ve karlılığın esas alınması tavsiye edilmektedir.
12) Kamu kurumlarının çıkardığı bir kısım dergiler ve neşriyat müdürlükleri
işlevlerini kaybettikleri için kaldırılmalıdır.
147
13) Mahkemelerde davalar çok uzun sürmekte ve adalet tam olarak tesis
edilememektedir bu maksatla Adalet Bakanlığının görev ve işlevlerini yeniden
düzenleyecek özel bir komisyon kurularak bu sorunlar çözülmelidir.
14) Memleketin ekonomi politikalarına yön vermek ve yatırımların rasyonel biçimde
yapılmasını sağlamak hususunda “hukuki ve mali bakımdan tamamen bağımsız bilim
adamalarından ve uzak görüşlü ekonomi tatbikatçılarından oluşan ‘Ekonomik
Tetkik ve Araştırma Enstitüsü’nün veya Başbakanlığa bağlı gayet sınırlı sayıda
üyeden oluşan bir “Ekonomi İstişare Kurulunun” kurulması tavsiye edilmektedir.
Memur Sorunu:
Neumark Raporu'na göre kamu kurum ve kuruluşlarında rasyonel çalışma
ilkelerini belirlerken üzerinde ısrarla durduğu sorunlardan biri kamu personeli sorunu
olmuştur. Memur sayısı ile niteliğine ilişkin sorunlar rasyonel çalışmayı engellediği
için önemli görülmektedir. Memur sayısının, kimi dairelerde az olduğu belirtilmekle
beraber, genelde gereğinden fazla bulunduğu dile getirilmekte, işin gerektiği nitelikte
ve yeterli sayıda memuru elde tutup geriye kalanların tasfiye edilmesi
önerilmektedir. Memurların taşrada değil merkez birimlerde yığıldığı öne sürülerek
bunu çözülmesi istenmektedir. Kamuda en çok rastlanan memur grubunun odacılar
olduğuna dikkat çekilerek bunu sebebi olarak hizmetlilere verilen ücretin düşüklüğü
ve bu kişilerden tam olarak faydalanılamamasına bağlanmaktadır.
Memur sayısının azaltılması konusunda önemli bir adım olarak bir kısım
bakanlıkların birleştirilmesi yanında bazı genel müdürlükler içinde bulunan benzer
nitelikte görevler icra eden birimlerinde tek çatı altında toplanması önerilmektedir.
Bu durumda ücret yetersizliği sorunu da giderilecek, çok sayıda kişiye maaş ödeyip
verim sağlayamama yerine bu para, işinin gerektirdiği bilgiye sahip ve görevinin
148
öneminin bilincinde olup tam randımanla çalışacak az sayıdaki memura dağıtılarak
bu kesimin yaşam standardı artırılmış olacaktır. Yukarıda sıralanan memur sorununa
dair savların günümüzde de yabancı ve yerli uzmanlarca aynı biçimde tekrarlandığı
gözden kaçmamaktadır.
Neumark Raporu özet olarak idari reform yapılmasını gerektiren nedenler
sıralanırken, kamu personelinin dağılışındaki dengesizlik ve kamu personelini
vasıfsızlığı, kamu örgütlerindeki eksiklikler, mevzuattaki bozukluklar, aşırı
kırtasiyecilik, teftiş ve denetim sistemindeki eksikliklerdir. Raporda ayrıca, idari
reorganizasyon için kurulması gereken kamu örgütü üzerinde durulmakta ve
bakanlıklar bünyesi içinde rasyonalizasyon komiteleri kurulması tavsiye
edilmektedir. Raporun üçüncü bölümünde idari sistemin içinde bulunduğu sorunları
ve bu sorunların çözümü için alınacak tedbirleri halka anlatacak ve onların desteğini
sağlayacak Başbakanlığa bağlı bir enformasyon birimi kurulması önerilmektedir.
Daha sonraki kısımlarda ise memur sayısı ve kalitesi, enflasyonist politikalar
yüzünden alt üst olan ücret rejiminin düzeltilmesi, memur sayısının azaltılmasının
nedenleri ve bu uygulamaya bağlı olarak ilkelerin belirlenmesi ile tasfiye edilecek
memurlarla ilgili yapılacak işlem ve alınacak tedbirler üzerinde durulmaktadır. Son
olarak ise idarenin rasyonel çalışmasını sağlayacak çeşitli teklifler ve öneriler
sıralanmaktadır.
Neumark Raporunda bugünde güncelliğini koruyan sorun alanlarının şunlar
olduğu görülmektedir: idari reformun gerekliliği, aşırı mevzuatçılık ve
kırtasiyecilik, teftiş ve denetim yöntemlerindeki aksaklıklar gibi genel kamu
politikalarını ilgilendiren sorunların yanında memur sayısının hizmete göre
149
dağılımı, memurların niteliği, memurların ücret rejimi, ve rasyonel çalışmayı
sağlayacak ilkeler gibi özel sorunlar ve öneriler üzerinde de durulmaktadır.
I.3.4- Barker Raporu, 1951
Barker Raporu olarak isimlendirilen bu çalışma, 1949 senesi başında Türk
Hükümetinin istemi ile Milletlerarası İmar ve Kalkınma Bankası yetkililerinin
görüşmeleri sonrasında ortaya çıkmıştır. Çalışmanın önsözünde raporun hikayesi
şöyle anlatılmaktadır: 1949 senesinin Temmuz ayında Türk Hükümeti Banka
yetkililerinden ekonomik bir etüt yapmak üzere bir heyetin gönderilmesi ricasında
bulunmuş ve masraflara iştirak edileceğini beyan etmesine bağlı olarak 1949 yılının
Eylül ayında James Barker başkanlığında bir heyet oluşturularak çalışmalara
başlanılmıştır. Heyet mensuplarından bir hazırlık grubu 1950 Martında Türkiye’de
malzeme toplama ve bunları tahlil etme işine başlamıştır. Mayıs ayında yapılan
seçimler sonucunda ortaya çıkan yeni hükümet heyet için olan daveti tekrarlamış ve
evvelce planlandığı biçimde çalışmaların devam etmesini istemiştir. 8-18 Haziran
1950 tarihinde Türkiye’ye gelen heyet Ankara’ya yerleşerek çalışmalarına başlamış
ve değişik yerlere ziyaretlerde bulunmuşlardır. 15 Eylül 1950 tarihine kadar toplam
doksan gün Türkiye’de kalan heyet çalışmalarını ABD’de devam ederek 1951
yılında tamamlamıştır.
James M. Barker başkanlığında Milletlerarası Kalkınma Bankasına mensup
bir heyet tarafından “Kalkınma Planı için Tahlil ve Tavsiyeler” isimli rapor
halinde 1951 yılında Türk hükümetine sunulmuştur. Milletlerarası İmar ve Kalkınma
Bankasının Türkiye Hükümeti ile birlikte finanse ettiği bir komisyon tarafından
ülkenin sosyal ve ekonomik kalkınmasına ait görüşlerini bir rapor haline getirerek
Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a sunmuştur.
150
Çalışmayı hazırlayan heyette sırasıyla Duke Üniversitesi Ekonomi Profesörü
Ratchford(Baş İktisatçı ve Amme Maliyesi Uzmanı), E.R.Hondelik(Milletlerarası
Münakele Müşaviri), Devenco kumpanyası müdürü T.J.Kauffeld(Endüstri ve
Madencilik uzmanı), M.A Middle East Institue’dan bursiye R.W.Kerwin(İktisatçı),
FAO Ziraat kısmı Nebat Endüstri Şubesi şefi L.E.Kirk(Ziraat uzmanı), Liverpool
Tropik Tıp Okulu, Tropik Hijyen Lektörü W.P.H. Lightbody(Umumi Sağlık
Uzmanı), Milletlerarası İmar ve Kalkınma Bankası İkrazat Uzmanı
G.S.Mason(İrtibat memuru), Vanerbilt Üniversitesi Ekonomi Profesörü
W.H.Nicholls(Ziraai İktisat Uzmanı), Güney Kaliforniya Üniversitesi Amme İdaresi
Okulu Dekanı E. E. Olson(Amme İdaresi Uzmanı), J.Hopkins Üniversitesi Ekonomi
Profesörü R.A.Rennie(Maliye Uzmanı), Institute of Current World Affairs Üyesi
R.D. Robinson (Bölge Uzmanı ve Etüd Yardımcısı), Milletlerarası İmar ve Kalkınma
Bankası Kıdemli İktisatçı M.Ross(Milli Ekonomi Hesapları ve Yatırım Uzmanı),
E.S. Troy(Sekreter), R. Williams(Sekreter)
Türk hükümeti tarafından hazırlanan talimatnamede komisyonun görevi şu
şekilde ifade edilmiştir: “Heyetin vazifesi, bilhassa aşağıda yazılı uzun vadeli bir
politikanın tespiti bakımından Bankanın Hükümetinize tavsiyelerde bulunabilmesini
mümkün kılacak bir surette,... Türkiye ekonomisi üzerinde geniş bir etüt yapmaktır:
1- Türkiye ekonomisinde yatırımların en iyi şekilde kanalize edilebileceği
istikametler. Bu da, memleket iktisadiyatının muhtelif belli başlı sektörleri
ile, bu kabil her sektör içerisinde çeşitli teşebbüs tipleri arasında, yatırım
bakımından bir rüchan sırası tespitine dair olan tavsiyeleri icap ettirir.
2- Türkiye’nin zirai ve sınai istihsal seviyesini yükseltebilecek ve memleketin
inkisam sisteminin verimliliğini artıracak diğer metot ve tedbirler.
151
3- Türkiye’nin kalkınma gayelerini tahakkuk ettirmeye elverişli bir amme
maliyesi politikası ve idare mekanizması”
Banka sayılan bu görev talimatını Türkiye hükümetine bildiren mektubunda
şöyle demişti: “Şüphesiz ki Heyetin, Türkiye’nin bütün kalkınma meselelerinin
halline yarayacak şümullü ve teferruatlı bir plan hazırlaması mümkün olamayacaktır;
zaten heyetin böyle bir teşebbüs etmesi de Bankanın niyetlerine uygun düşmez.
Bizce heyetin gayesi daha ziyade Türkiye’nin müstakbel ekonomik gelişmesi için
umumi bir ana planı kısaca ifade etmek ve bu maksada hizmet edebilecek olan
muayyen icraata dair tekliflerde bulunmaktır”
Liberal bir üslupla kaleme alınan raporun bir çok yerinde özel teşebbüsün
geliştirilmesi ve özel teşebbüs önündeki engellerin kaldırılmasını isterken 1934
tarihinde yapılan Dorr Raporu ile birlikte titiz bir irdeleme ve özenli çalışmanın
ortaya konulduğu ve diğer yabancı uzman raporlardan farklılaştığı görülmektedir.
Rapor yalnızca idare aygıtına dair bir reform teklifinden daha çok Türkiye için top
yekun bir kalkınma modeli önermektedir. Hususi teşebbüsle ilgili öneriler çarpıcı
biçimde ortaya konmaktadır(Barker Raporu, 1951:188):
1. Hükümet Devletin endüstri, madencilik ve ticaret faaliyetlerine doğrudan
doğruya karışmayı tasarladığı sahayı daha açık biçimde belirlemelidir.
2. Bazı muayyen devlet teşebbüsleri derhal satılmalıdır.
3. Hükümetin halen kredi, döviz ve ithal lisansı ve hammaddeler temininde ve
mamullerin satışında devlet teşebbüslerinin faydalanmakta oldukları hususi
imtiyazları lağvetmek suretiyle, devlete ait teşebbüslerle hususi teşebbüsleri
yekdiğeri ile müsavi bir rekabet zeminine oturtması lazımdır.
152
4. Çiftçi, işçi ve tüccar birlikleri üzerindeki doğrudan doğruya kontroller
kaldırılmalıdır.
Rapor ekler dahil toplam üç yüz sayfadan ve iki bölümden oluşmaktadır.
Çalışmanın birinci bölümü üç fasıldan oluşurken birinci fasılda Türkiye’nin tarihsel
birikimi ve tekamülü, ikinci kesimde mevcut kaynakların etüdü başlığı altında fiziki
coğrafyadan başlayarak iklim-yağış durumu, ekilebilir toprakların miktarı ve
verimlik durumu, sahillerin uzunluğu ve seyrüsefer durumu, maden servetleri, insan
kaynağının durumu, zirai teçhizat ve hayvancılık imkanları, endüstri tesislerinin ve
enerji kaynaklarının durumu, ulaşımın durumu, kamu maliyesinin durumu ve milli
gelir istatistikleri ayrıntılı bir biçimde ele alınmıştır. Raporun ikinci bölümünde
heyetin Türkiye için öngördüğü program ve tavsiyeler on üç başlık altında
sıralanmıştır.
I. Tarihi Tekamül
II. Mevcut Kaynakların Etüdü
III. Kaynakların İşetilmesi ve Ekonomik Kalkınmanın Umumi Vechesi
IV. Ekonomik Politikanın ve Ekonomik faaliyetlerin Koordinasyonu,
V. Ziraat-Ormancılık-Balıkçılık,
VI. Sanayi ve Madencilik,
VII. Ulaşım ve Enerji,
VIII. Devlet Teşebbüslerinin Organizasyonu,
IX. Eğitim ve Sağlık,
X Amme İdaresi,
X. Kamu maliye politikası,
XII. Uluslar arası İlişkiler ve Dış Ticaret,
XIII. İktisadi Kalkınma Programı için Tavsiyeler.
Raporun yalnızca içindekiler kısmına bakıldığında dahi Türkiye’ye dair ne
kadar kapsamlı ve ayrıntılı bir irdeleme çalışması olduğu görülmektedir. Raporla
eyleme dönük ses getirecek bir çalışma yapılmaya gayret edildiği, hükümete bu
153
tavsiyeleri hayata geçirebilecek ve sorumluluk üstlenecek ehliyetli ve uzman bir
kuruluşu görevlendirmesini önerirken bunun gerçekleştirilmemesi durumunda diğer
raporlar gibi bu çalışmanın da başarısız olacağı belirtilmektedir.
Barker raporu kendisinden bir yıl gibi kısa bir süre önce yapılan Thornburg
raporunun içindekiler kısmından başlayarak tekrarı gibidir. İki rapor arasındaki
temel fark, üslupları bakımındandır. Barker raporu daha diplomatik bir dille kaleme
alınırken Thornburg raporu çok daha keskin ve sivri bir dille yazılmıştır. Barker
raporunun daha yapıcı bir anlatım tarzına sahip olduğu görülmektedir. Barker
raporunun giriş kısmında daha önce birçok çalışma yapıldığı belirtilirken bu
çalışmaların hangileri olduğu hususunda bir bilgi bulunmaktadır. Ancak hem Dorr
hem Thornburg raporları incelendiğinde Barker raporunun bu iki raporunun
birleştirilmesi şeklinde olduğu ve orada yapılan tespit ve tavsiyelerin tekrarlandığı
görülmektedir(Barker Raporu, 1953:14).
“...son yirmi sene içerisinde Türkiye ekonomisini ıslah etmek
maksadıyla pek çok rapor hazırlanmış, etüdler yapılmıştır. Fakat
maalesef bunların ekserisi dosyalarda unutulmuş, umumi inkişaf seyri
üzerindeki tesirleri az olmuştur. Bazı hallerde bu neticeden mütevellit
kısmi mesuliyet alakalı raporlara atfedilebilir. Filhakika bunların bazıları
teferrüatlı koordinasyondan mahrum bir yığın tavsiyeleri ihtiva
etmektedir, bazıları icraat yerine munzam etüdler teklif etmişlerdir, diğer
kısmı da o sıralarda Türkiye’nin içinde bulunduğu iktisadi inkişaf
merhalesine uymayan tavsiyelerde bulunmuşlardır. Bazı hallerde de
Türkiye hükümeti bu raporlardan faydalanmak üzere her hangi bir
harekette bulunmamış yahut ta teferruata taalluk eden anlaşmazlıklar
daha geniş meselelerdeki icraata set çekmiştir.”
Barker raporunda amme idaresi başlığı altında uzun- uzun Türkiye idaresinin
sorunları irdelenmiş ve tavsiyelerde bulunulmuştur. Barker raporunda bahsedilen
154
Devlet Personel Dairesi yaklaşık on yıl sonra 13.12.1960 tarihinde kurulmuş olmakla
birlikte kamu personelinin çağdaş bir yasaya kavuşması ve modern personel
ilkelerini kapsayan bir kimliğe bürünmesi için uzun yılların geçmesi gerekmiştir.
Ayrıca kurul raporunda bahsedilen kamu yönetimi ve işletme kürsülerinin kurulması
teklifi doğrultusunda 1953 yılında Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi, 1957 yılında ise
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Amme İdaresi şubesine bağlı olarak
amme idaresi kürsüleri kurulmuştur. Yine bu doğrultuda İstanbul Üniversitesi
bünyesinde İşletme İktisadı Enstitüsü kurularak eğitim faaliyetlerine başlamıştır.
Türkiye ekonomisi üzerine geniş bir araştırma yapmakla görevli heyetin aynen
Neumark raporunda olduğu üzere Barker raporunda da Türk kamu yönetiminin
esaslı bir incelemeye tabii tutmuş ve bu çalışmaların devamı için bir komisyon
kurulmasını tavsiye etmiştir. Rapor Türk kamu yönetiminin sorunları ve çözüm
yolları üzerine bazı teklif ve önerilerde bulunmuş, özellikle merkeziyetçi sistemin
mahzurları belirtilerek, yetki devrine gidilmesi tavsiye edilmiş; ayrıca personelin
ücret, sınıflandırma, işe alma, emeklilik, iş ve görev tanımları, terfi usulleri gibi
hususlar üzerinde durmuştur. Malum olduğu üzere bu sorunlar bugün de
güncelliklerini korumakta ve acil çözüm bekleyen sorunlar listesinde ön sıralarda yer
almaktadır.
Raporun onuncu bölümü Amme İdaresi başlığını taşımakta ve toplam on
sayfada salt Türkiye idaresi mercek altına alınmaktadır. Konu ile ilgili yapılan
tespitte,
“...raporda teklif ettiğimiz kalkınma programının tatbikinde, bizzarur
devlete büyük rol düşmektedir, bu sebeple burada daha ileri gidilerek
Türkiye’deki amme idaresinin bir kısım daha umumi safhaları
üzerinde mütalaa beyan edilmesi heyetimizce münasip görülmüştür.
155
Yaptığımız incelemeler bizi tekmil devlet faaliyetlerinin tam ve
şumüllü bir tetkik edilmesi zamanının gelmiş olduğuna ikna etmeğe
yetmiştir. Hükümetin bu işte gerek yerli ve gerekse yabancı amme
idaresi mütehassıslarından faydalanmak suretiyle, bu tarz bir etüd için
gerekli, tertibatı almasını kuvvetle tavsiye ederiz”
Raporun ilerleyen bölümlerinde bu heyetin kimlerden oluşması gerektiği ayrıntılı
biçimde tasvir edilirken ilk defa halk arasından seçilmiş kişilerden bahsedilmekte ve
bu komisyonda halk temsilcilerinin yer alması tavsiye edilmektedir. Halk
temsilcilerinin neden böylesine uzmanlık isteyen bir komisyonda yer alması gerektiği
sorusunun cevabı raporda yer almazken hazırlanacak nihai metninin yabancı
uzmanlar tarafından istişare edilmesi gerektiği belirtilmiştir(Barker Raporu,
1951:216). Barker heyetinin bu tavsiyesinden sonra bir çok yabancı uzman gelerek
başta personel sistemi olmak üzere Türk idaresini incelemiş ve birbirinin fotokopisi
bezerlikte raporlar hazırlamışlardır.
Barker Raporunda amme idaresine dair dile getirilen bir kısım saptama ve
öneriler şu temel çıkış noktası üzerinden yürütülmüştür. Tavsiye edilen ekonomik
kalkınma programının başarılı biçimde uygulanması idare organizasyonun başarılı
biçimde düzenlenmesini, idari organizasyon ve işletmecilik alanlarında verimlilik
bazında ele alınmasını tavsiye etmektedir. Önceki bölümlerde devlet organlarının ve
devlet teşebbüslerinin organizasyonuna ve faaliyetlerine dair tavsiyelerde
bulunulmuş ve kalkınma programının uygulanmasında devletin üzerine düşen önemli
role vurgu yapılarak bu programın hayata geçirilmesinde idareye hakem rolü
verilmiştir.
Yetki ve Sorumlulukların Devri
Üst düzey yöneticilere yetki devredilmesi suretiyle, rutin işlerden
kurtulmalarının sağlanması ve birimlerinin gerçek iş ve görevleri ile ilgilenmelerini
156
sağlayacak yeni düzenlemelere gidilmesi tavsiye edilirken devletin icra organlarında
yetkilerin büyük ölçüde yüksek kademelerde toplandığı ifade edilmektedir.
Merkeziyetçi yapının mahzurları sıralanırken bunun kaynak israfına neden olduğu ve
bürokrasiyi artırdığına işaret edilmektedir. Yetkilerin devredilmesi sorunun kanun
çıkarmakla çözülemeyeceği belirtilirken bürokratik kültür sorununa dikkat
çekilmektedir. Yapılan öneriler arasında vilayetlere gönderilen tebligatların vilayet
yerine ilgili birimlere doğrudan yapılması gerektiği gibi pragmatik çözüm
önerilerinde bulunmakla birlikte soruna daha çok mevcut şablonlar üzerinden ve
yerel yönetimlerin öne çıkarılması gibi bir pencereden bakıldığı
görülmektedir(Barker Raporu, 1951:217).
Devlet otoritesinin lüzumundan fazla merkezileştirilmesinin önüne geçmek
ve ancak idari politikaya taalluk eden önemli meselelerin karar için yüksek
makamlara götürülmesini sağlamak üzere bir kısım tedbirlerin alınması gereği
açıktır. İdari politikaya ve icra faaliyetlerine dair olan mesuliyetlerin taksim edilmiş
bulunmasının arz ettiği ehemmiyeti daha önce devlet teşebbüslerinin organizasyon
şekillerinin ve ekonomik politikalarının koordinasyonuna dair bölümlerde yapılan
izahlarda olduğu gibi amme idaresi lüzumundan fazla kırtasiyecilik işlerine
boğulmuştur ve bir çok kamu kuruluşlarında personel lüzumundan fazladır. Salahiyet
büyük ölçüde en yüksek mevkilerde temerküz ettirilmiş, muhabere(iletişim) kanalları
haddinden fazla girifttir. Rutin faaliyetler kırtasiyecilik ve engellerden oluşan bir çok
sorunla karşılaşmakta ve bu da verimliği ciddi ölçüde engellemektedir.
Merkezi ve Mahalli İdare
İdarenin fazlaca merkezileştirilmiş olması, Ankara’da bulunan merkezi
hükümet ile vilayetler ve sair organlar arasındaki münasebetler bakımından da
157
sorunlar yaratmaktadır. Heyetimizin fikrine göre vilayet ve belediye amirlerine
devlet fonksiyonlarından daha fazla kısmının tevdii suretiyle mahalli inisiyatif ve
mesuliyet hissinin teşvik olunması gerekmektedir. Raporda seçilmiş kişilerin merkez
tarafından atanmış kişilerin gölgesinde kaldığı ve bir kısım kararların bu memurların
tasdikine bırakıldığı belirtilerek bu durum eleştirilmekte ve mahalli idareler
anayasada bir çok göre ve sorumluluk verildiği halde bu birimlerin bu görevleri
yerine getirecek mali kaynaklardan yoksun olduğu ve bu kaynakların acil olarak bu
birimlere aktarılması önerilmektedir.
Personel
Personelin sevk ve idaresi sorununun ister özel sektörde, ister kamu
kesiminde olsun başlı başına bir problem olduğu belirtilirken kamu personelinin
mevcut görünümünün verimsiz ve israfa imkan tanıyan yapısal bir takım sorunları
beraberinde taşıdığı öne sürülmektedir. Ancak bu kanaate nasıl varıldığı hususunda
herhangi bir açıklama yer almamaktadır. Bu tür bir yargı çok genel bir saptama olup
bütün zamanlar için ve bir çok ülke için geçerli olabilecek bir saptamadır ve
bilimsellikten uzaktır.
Raporda memur sorunu ile ilgili olarak devlette haddinden fazla memur
olduğu ve bunların niteliklerinin çok düşük olduğu öne sürülürken alınan memurların
hizmetle alakalandırılmadığı ve vazifelerin tam olarak tespit olunmadığı ve tasnifinin
yapılmadığı öne sürülmektedir. Ayrıca terfilerin liyakat ilkesi üzerine yapılmadığı
keyfi uygulamaların had safhada olduğu, verimsizliğin memur rejimi tarafından
beslendiği belirtilmektedir. Türkiye’de ihtiyaçtan fazla memur olduğu öne
sürülürken bunun nasıl hesaplandığı konusunda herhangi bir açıklama yer
almamaktadır. Bir yandan Türkiye’nin raporda öngörülen kalkınma hamlesini
158
gerçekleştirebilmek için bir memur siyasetine ihtiyaç olduğu ve kamunun öncü
rolüne işaret edilirken diğer yandan kamu personelinin fazla olduğundan söz
edilmektedir.
Devlet dairelerinde çalışma usul ve metotlarının birleştirilmesi amacıyla
organizasyon ve metot birimlerinin kurulmasının sağlanması ve kamu personeli
politikalarını tespit etmek, geliştirmek ve tek bir elde birleştirmek amacıyla merkezi
düzeyde bir Personel biriminin kurulmasının sağlanması gibi öneriler getirilmektedir.
Personel sorunu ile ilgili olarak ayrıca şu saptama da bulunulmaktadır(Barker
Raporu, 1951:221):
“...memleketin personel idaresi sisteminin baştan başa yeniden gözden
geçirilmesi icap eder gibi görünmektedir. Bu maksatla Hükümetin,
memleketteki personel idaresini yerli ve yabancı mütehassıslara dikkatli
bir surette etüt ettirmek üzere tertibat alması lazımdır.”
Üzerinde durulması gereken meseleler arasında şunlar sayılmaktadır:
1. Bir pozisyon tasnifi planının hazırlanması,
2. Kifayetli bir maaş, emeklilik ve maluliyet sigortası sisteminin idame ettirilmesi,
3. Hizmete alma ve terfi programlarının tespiti,
4. Ehliyetsiz personelin işten uzaklaştırılması bakımından bir usulün konması,
5.Hizmet sırasında yetiştirme programlarının tespiti
6. Daimi bir merkezi personel biriminin kurulması
Genel olarak çalışmada, Türkiye’nin iktisadi politikalarını belirlemek üzere
bir planlama birimi kurulması, merkeziyetçiliğin gevşetilerek mahalli idarelere
yetkilerin devredilmesi ile ayrıca genel anlamda Türk kamu yönetiminde yetki devri
acil olarak gerçekleştirilerek yetki ve sorumlulukların yeniden dağıtılması, bütün
kamu personelinin kapsayacak biçimde, personel politikalarını belirlemek,
159
uygulamaları tek elden yürütmek ve birleştirmek amacıyla merkezi düzeyde Devlet
Personel Dairesinin kurulması, kamu yönetimi ve işletme sahalarında devletin ve
özel sektörün ihtiyacı olan uzman personelin temin edilmesi ve gerekli
uzmanlaşmanın temin edilmesi amacıyla üniversitelerde kamu yönetimi kürsülerinin
kurulmasının sağlanması gibi önemli bir kısım saptama ve önerilerde bulunulmuştur.
İktisadi Kalkınma:
Barker heyeti raporunun sonuç bölümünde Türkiye ekonomisi için yapılan
tavsiyelerde, öncelikle vurgulanan ana temanın Türkiye’nin bir tarım memleketi
olduğu ve kalkınma arayışlarına bu noktadan başlaması gerektiği ısrarla
işlenmektedir. Raporda ana başlıklar olarak sıralayacağımız temel argümanlar şu
şekildedir: Devlet yatırımlarına son verilerek bu alanların özel sermayenin uğraşı
alanına bırakılması, kalkınmada önceliğin ağır sanayi yerine tarıma ve tarımsal hafif
sanayiye verilmesi, devlet yatırımlarının alt yapı yatırımları ile sınırlı kalması ve
devletin bu işlerden çekilmesi, kimi devlet fabrikalarının ve madenlerin özel sektör
girişimcilerine devir edilmesi, Türkiye yeterli demir yolu sistemine ulaştığı için
demir yolu yapımı yavaşlatılmalı, ekonomik kalkınma tedrici olmalı, ağır ve büyük
ölçekli sanayi yatırımlarından acil olarak vazgeçilerek hafif sanayiye yönelinmesi
gibi önceki döneme göre daha liberal bir ekonomi politikası ve daha serbest bir
düzen önerilmektedir. Raporda Türkiye’nin ekonomik durumu, mevcut yatırımların
fonksiyonelliği ve verimliliği, Türkiye için nasıl bir yön belirlenmesi gerektiği uzun
biçimde anlatılmıştır.
Raporun Türkiye ekonomisine dair bir çok çarpıcı görüşü bulunmaktadır ve bu
görüşleri burada aktarmak mevcut sınırlılıklar göz önüne alındığında mümkün
değildir; ancak çalışmadan birkaç pasaj alındığında mesel daha net biçimde ortaya
160
çıkacaktır. Aslında raporun sonucunda yer alan tavsiyelerde durum bir anlamda
özetlenmektedir(Barker Raporu, 1951:295):
“....heyetimizin teklif ettiği programda mevcut ekonomik kalkınmaya
ve yatırım tahsislerine dair umumi tavsiyelerde abide projeler
gidilmemesidir. Bunlar bizim mantığımıza göre yanlıştır. Bizim
programımızda böyle projelerin olmayışı, heyetimizin dikkate aldığı
değerlendirmelere göre, Türkiye şimdiki kalkınma aşamasında ve
eldeki sınırlı kaynakları ile ekonomik kalkınmasının en iyi şekilde
ülkeye yayılacak olan ve nispeten kısa sürede geniş toplum
kesimlerinin yaşam düzeylerini yükseltmek için düzenlenmiş çeşitli
küçük projelerle hızlandırabileceğidir. Türkiye’nin geçmişteki büyük
projelere dayanması, raporumuzda da vurguladığımız gibi, nüfusunun
sınırlı bir oranına yarar sağlamış, dengesiz bir ekonomi ve dengesiz bir
kalkınmaya neden olmuştur. Bizim görüşümüze göre halka bir bütün
olarak doğrudan ve hemen etkisi olacak daha mütevazı ve daha yaygın
çabalar, hızlı ekonomik kalkınma için daha kalıcı temel oluşturacaktır”
Barker raporu ekonomik kalkınma programı anlamında aynen Thornburg
raporunda olduğu gibi bir çok öneri ve tavsiyelerde bulunurken temel çıkış
noktasının Türkiye’nin devlet eliyle yürütülen merkeziyetçi idari yapısının terk
edilmesi, mevcut sanayi yatırımlarının özelleştirilmesi, devletçi ekonomik kalkınma
modeli eleştirilerek bu modelden vazgeçilmesi, özel sermayenin önünün açılması,
demir yolları yerine karayolları ulaşımına öncelik verilmesi gibi artık ezber haline
gelmiş pür liberal bir yön tayin etmekte ve Türkiye’nin ABD yardımlarından
faydalanacaksa ancak bu önerilen program doğrultusunda hareket etmesi tavsiye
edilmekte hatta dikte edilmektedir.
Barker Raporu ile ilgili yapılan ilk değerlendirme olan Avcıoğlu’nun analizinde
şu eleştiriler getirilmektedir, Türk Hükümetinin ekonomi politikasının tespitine
161
yardımcı olması amacıyla çağırdığı Dünya bankası Heyetinin hazırladığı raporda
Thornburg raporu gibi itibar görecek ve el üstünde tutulacaktır. Halbuki raporda dile
getirilen görüşler Thornburg raporunda dile getirilen görüşlerle aynıdır. Dünya
Bankası Heyeti Raporu ile sunulan reçete, kapsamlı bir planlamaya gidilmemesi,
kalkınmada ağırlığın tarım ve hammadde üretimine verilmesi, devletçiliğin tasfiye
edilmesi, özel teşebbüse her alanın açılması ve yabancı sermayeyi engelleyen
mevzuat değiştirilerek yabancı sermayenin getirilmesi sağlanmalıdır(Avcıoğlu,
1969:272).
Son tahlilde Barker raporu, Türkiye'nin ekonomik kalkınma arayışlarına ve
yön bulma çabalarına ilişkin Amerikalı uzmanların liberal bir dünya görüşü ile
dışardan bakışını içermektedir. Rapor, Türkiye’nin iktisadi kalkınmasını
gerçekleştirecek mali politikayı ve idare sistemini incelemek amacıyla sipariş
edilmiştir. Barker misyonu raporu olarak da adlandırılan bu çalışma ile idarede
merkezileşme olgusunun zararları ve bu uygulamanın hafifletilmesi, yetki devrine
gidilmesi, il idaresinde merkezden gelen emirlerin valilik kanalından geçmeden
doğrudan ilgili birime gönderilmesi gibi köklü değişiklik önerileri getirilmiştir.
Raporda ayrıca devletin toplumsal, ekonomik ve kültürel kalkınmadaki rolü üzerinde
durularak personel rejimine ilişkin kimi saptamalar yapılmıştır. Buna göre; personel
ve barem yasalarının getirdiği sistemin yetersiz kaldığı, hizmete alma işleminin çoğu
kez gereksinime göre yapılmadığı için devlet dairelerinde gereğinden çok memur
bulunduğu belirtilerek memur sayısında azaltmaya gidilmesi tavsiye edilmiştir.
Kamu personel sisteminde hizmetlerin sınıflandırılmadığı, yükselmelerin
yeterlilikten çok kıdeme dayandırıldığı, her geçen gün memurun satın alma gücünün
azaldığı öne sürülerek bu saptamalar temelinde görevlerin tasnifi, emeklilik,
162
maluliyet sigortası, işe alma ve terfi usullerini saptamak ve yürütmek üzere merkezi
bir personel dairesinin kurulması ve kamu personel rejiminin baştan sona yeniden ele
alınması önerilmiştir. Rapor mevcut durumun fotoğrafını çektikten sonra Türkiye’de
devlet hizmetlerinin esaslı bir revizyona tabi tutulmasını tavsiye etmiştir(Şaylan,
2000).
I.3.5- Martin-Cush Raporu, 1951
Marshall Planı yardımından faydalanmanın koşullarından biri olan bu
inceleme, 13 Ağustos 1951 yılında tamamlanarak Maliye Bakanı Hasan Polatkan’a
sunulmuştur. 1951 yılında tamamlanan Barker raporu ile eş zamanlı yürütülen
inceleme özelde Maliye Bakanlığını irdeleyen bir araştırma olmasına rağmen genelde
Türk idare sistemi ve Türkiye iktisadiyatını araştıran ve dönemin sosyal gerçekliğini
betimleyen bir araştırma raporudur. Barker Raporunun amaçları arasında sayılan
“Türkiye’nin kalkınma gayelerini gerçekleştirmeye elverişli bir kamu maliyesi
politikasının ve idare mekanizmasının tespiti” noktasından hareketle bu incelemenin
yapıldığı ve birbirini tamamlar nitelikte olduğu görülmektedir. Raporun çeşitli
yerinde Barker raporuna atıf yapılarak yapılan saptamaların ve getirilen önerilerin
Barker raporunda da ifade edildiği belirtilmiştir.
Rapor ECA’nın gözetim ve denetiminde James W. Martin ve Frank C. Cush7
tarafından 1951 yılında hazırlanmış aynı zamanda çalışma grubunda yer alan Haluk
Demirtaş tarafından 1952 yılında Türkçe’ye çevrilmiştir. Raporun önsözü dikkatli
okunduğunda idari reform tarihi bakımından ilginç bir durumla yeniden
karşılaşılmaktadır. Önsözde raporun amacı, anlamı ve saptamalarına dair bir kısım
ifadelerin yanında bu raporun yazılmasından bir yıl önce Türkiye’de bulunan ABD
7 James W. Martin and Frank Cush, Administration of Turkish Ministry of Finance, 1951, çalışma Haluk Demirkan tarafından Maliye Bakanlığı Kuruluş ve Çalışmaları Hakkında Rapor, ismi ile Damga Matbaası tarafından 1952 yılında Türkçeye çevrilerek yayımlanmıştır.
163
Başkanı iktisat müşaviri Roy Blough tarafından yine ECA’nın isteği ile hazırlanan
ve Türkiye’nin iktisadi yapısını inceleyen çalışma Martin-Cush raporuna temel teşkil
ederken her türlü arama çalışmalarına rağmen Roy Blough’a ait bu inceleme
bulunamamıştır. İdari reform literatüründe yer almayan bu rapor başlı başına ayrı bir
inceleme konusudur. Sorunun birkaç boyutu bulunmaktadır. Öncelikle Roy Blough’a
ait çalışmanın bulunamaması literatür için önemli bir kayıp olurken aynı zamanda
yapılan incelemelerin eksik kalmasına neden olmaktadır. İkinci olarak Türkiye’de
idari reform konusunda çalışan uzmanların dikkatinden kaçan bu inceleme idari
reform çalışmalarının içeriği ve niteliği bakımından önemli bir veri olsa gerektir.
Sürgit tarafından 1972 yılında kaleme alınan çalışmada bu raporun
bulunamadığından bir cümleyle bahsedilmiştir. Bu durum başta Türkiye’nin idari
reform tarihinin ne kadar az irdelenmiş bir konu olduğu ve yapılan incelemelerin de
aslında ne kadar eksik çalışmalar olduğunu göstermektedir. Burada bu noktaya
değinmekteki amacımız böylesine bir eksikliğe dikkatleri çekmek ve bu çalışmaların
isimlerini anarak daha sonra bu konuyu çalışacakların dikkatlerini bu konu üzerinde
yoğunlaştırmaktır.
Roy Blough’a ait çalışmanın bulunamaması esin kaynağı olduğu Martin-Cush
raporunun irdeleme faaliyetlerinin eksik kalmasına neden olmaktadır. Roy Blough
raporunda hangi konular irdelenmiş ve mesele hangi problematik etrafında ele
alınmıştır ki bu çalışma tamamlanır tamamlanmaz aynı kurumdan iki farklı uzman
gelerek adı geçen rapor üzerinden aynı konuda yeni bir çalışma yapmışlardır? Bu ve
benzeri soruların cevabı ancak Roy Blough raporu bulunduktan sonra
verilebilecektir.
164
Tam adı “Maliye Bakanlığı Kuruluş ve Çalışmaları Hakkında Rapor” olan
inceleme tüm dünyada ve ülkemizde olduğu gibi incelemeyi yapan yazarların ismi ile
anılmaktadır. Toplam 165 sayfadan oluşan inceleme Martin-Cush önderliğinde
Maliye Bakanlığı bürokratlarından oluşan geniş bir heyet tarafından yürütülmüş ve
Türkiye’nin Marshall planı yardımlarından faydalanması işlerini yürüten aynı
zamanda ECA misyon şefi olan Russel Dorr’un himayesinde ve yönlendirmeleri ile
tamamlanmıştır.
Dönemin sosyal gerçekliğine ve yapılan reform projelerine baktığımızda
1945 sonrası ile yeni bir başlangıç yapan ve 1950’lerde hızlanan Türkiye’nin yeni
döneme hazırlanma faaliyetleri birbirini tamamlayan bir yap-bozun parçaları gibi
örtüşmektedir. Öncelikle Barker Raporu ile genel olarak Türkiye’nin İktisadi
Bakımdan Bir Tetkiki(1951) yapılırken, Martin-Cush(1951) raporu ile Maliye
Bakanlığı ve İktisadi yapı ele alınmakta ve iki yılı aşan arama çalışmalarıma rağmen
maalesef bulunamayan Gruber(1952) raporu ile idare teşkilatı, Chailloux-
Dantel’in(1959) Türkiye’de Devlet Personeli Hakkında Bir Araştırma isimli
çalışması ile kamu personel sitemi reformu ile Türkiye’nin “yeni döneme” uyumu
sağlanmış olacaktı.
Martin-Cush raporunun amacı önsözde şu ifadelerle anlatılmaktadır: “Maliye
Bakanlığının ve ona bağlı servislerin kuruluş ve işleyişi hakkındaki bu mühim
inceleme, Türkiye iktisadını sağlamlaştırma arzusunun ışığı altında yapılmıştır.
İktisadi faaliyetlerin geniş bir kısmını doğrudan doğruya idare etmekte olan bir
devlette, devletin mali fonksiyonu, ferdi mali münasebetler bakımından olduğu gibi
milli gelirin miktar ve istikrarı bakımından da bilhassa ehemmiyet arz eder”
denilmek suretiyle iktisadi faaliyetlerin devletin geniş bir kısmının devletin elinde
165
olması eleştirilmiş ve bu bağlamda Maliye Bakanlığının bir reforma tabi tutulması
tavsiye edilmiştir(Martin-Cush, 1952:5).
Yazarlar özelde Maliye Bakanlığı genelde ise Türk idare teşkilatı ile ilgili
gözlemlerinde en çok merkeziyetçi yönetim yapısı üzerinde durarak bu yapının
değiştirilmesini istemişlerdir. Martin ve Cush başlıca gözlemlerini aşağıdaki şekilde
sıralamışlardır. Öncelikle başta Maliye Bakanlığı olmak üzere idare teşkilatından
örnekler verilerek Türkiye’de yaşanan “eşi görülmemiş bir merkeziyetçilikten”
bahsedilmektedir. Burada “eşi görülmemiş” deyimi ile neyin ifade edilmek istendiği
tam olarak belirtilmemiş ise de anlaşıldığı kadarı ile yazarlar memurların “görev-
yetki” uyuşmazlığına ve “bürokratik süreçlerin zaman alıcı olmasına” dikkat çekmek
istemektedirler. Bahsedilen bir diğer husus yönetici pozisyonlarında bulunan
memurların niteliklerinin yetersizliği saptaması ile alt kademede çalışan
“hayatlarından memnun olmayan memurlar” sorunudur. Genel olarak Türk idare
teşkilatında “müspet sevk ve idarenin olmamasına ” dikkat çekilirken bu durumun
aşırı mevzuatçılık ve merkeziyetçilik hastalıkları ile beraber masraflı bir yönetim
faaliyetinin ortaya çıkmasına neden olduğu öne sürülmektedir (Martin-Cush,
1952:6).
Raporda, Maliye Bakanlığının yeni bir teşkilat yapısına kavuşması önerilirken
bu yeni yapının hangi görevleri ifa etmesi gerektiği nasıl bir örgüt yapısına sahip
olması gerektiği ayrıntılı bir biçimde sayılarak sıralanmıştır. Çalışmada Maliye
Bakanlığının bütün birimleri tek-tek ele alınarak bu birimlerin mevcut durumları
kritik edilerek sorunlar ve çözüm önerileri sıralanmaktadır. Yöneticilerin gündelik
rutin işlerden kurtarılarak kamu maliye politikasının planlanması işi ile meşgul
olmaları(Martin-Cush, 1952: 37) memurların müsvedde kağıtlar yerine yazı işlerini
166
daktilolar ile yürütmeleri ve çalışma metotlarının iyileştirilmesi önerilmektedir.
Raporun dördüncü kısmını oluşturan personel meseleleri üzerinde uzun bir biçimde
durularak Barker raporunda sayılan bir kısım öneriler tekrar edilerek merkezi
düzeyde bir personel biriminin kurulması, işe alma usullerinin geliştirilmesi,
sınıflandırma ilkesinin benimsenmesi, memurların yetiştirilmesi, emeklilik ve
hizmetten çekilme işlemlerinin belirlenmesi gibi tavsiyelerde bulunulmaktadır.
Maliye Bakanlığına ilişkin olarak ise “Bakanlığın vazifeleri mantıki bir plan
dahilinde teşkilata ve personele tevzii olunmalı, salahiyetlerin ve mesuliyetlerin
hududu kabil olduğu kadar açık ve kati olarak çizilmelidir. Bütün teşkilatta emir
vahdeti ilkesine uygun olarak emirler tek bir amirden alınmalıdır. Bütün idari
müesselere kabili tatbik olan esas ölçüler şunlardır: tasarruf(hizmetler kaça mal olur),
verimlilik, yeknesaklık , adalet(Martin-Cush, 1952: 37)
Martin-Cush raporunun Türkiye için yapılan önemli saptamalarından biri
Barker Raporunda da tekrarlanan Amerika ve Avrupa devletlerinin bir çoğunda olan
“iktisadi politikalarını tanzim eden bir teşkilata” sahip olması gerektiği (Martin-
Cush, 1952:112) önerisinde bulunulmuştur. Merkezi düzeyde örgütlenmiş bir iktisadi
planlama biriminin kurulmasının ekonomik faydaları ABD ve İngiltere örnekleri ile
ayrıntılı biçimde anlatılırken Türkiye için neden gerekli olduğu şu biçimde ifade
edilmektedir: “...Marshall yardımının tevzii iyi bir plana göre yapılırsa Türk
iktisadının elde edeceği kazançlar yardımın plansız veya münferit bir şekilde planlı,
eksik ve diğer iktisadi planlarla irtibatı olmaksızın kullanılışına nazaran çok daha
fazla olacaktır.” Yazarların iktisadi planlamayla aslında Türk ekonomisinin
gelişmesinden ziyade Thourngburg raporunda değinildiği gibi Amerikan
yardımlarının hükümetlerin kafalarına göre kullanmalarının önüne geçmek ve kendi
167
önerdikleri sektörlerde kullanılmasını sağlamak istedikleri açık biçimde ortaya
çıkmaktadır. İlk denemesi 1933 yılında I. Sanayi Planı ile başlanan planlama
tecrübesi kurumsal olarak bir örgüte sahip olması 27 Mayıs 1960 sonrası askeri
döneminde olacaktır.
Barker raporuna da atıfla “...şehirlerin kalkınma faaliyetlerine esaslı biçimde
iştirakini temin etmek maksadıyla mahalli idarelerin esaslı bir revizyona tabi
tutulması şarttır”(Martin-Cush, 1952:83) denilerek merkeziyetçi yönetim yapısının
değiştirilmesi önerilmektedir. Ayrıca merkezi bir personel dairesi kurulması gerektiği
belirtilerek devlet memurlarına adil ve eşit davranılması, bütün kamu hizmetlerini
içeren bir sınıflandırma yasası çıkarılması, adil bir ücret sisteminin kurulması ve
korunması, işe almada merkezi bir sınav sisteminin oluşturulması ve bir personel
kayıt sisteminin oluşturulması yer alıyordu.
Maliye Bakanlığına Yönelik değerlendirmeler
1) Üst düzey yöneticilere yetki devredilmesi suretiyle, rutin işlerden kurtulmaları
sağlanmalı ve birimlerinin gerçek iş ve görevleri ile ilgilenmelerini sağlayacak yeni
düzenlemelere gidilmelidir.
2) Maliye Bakanlığı bünyesinde personel işlerini yürütmek ve koordine etmek üzere
bir birim kurulmalıdır.
3) Bütçe Genel Müdürlüğü Maliye Bakanlığına bağlı kalmalıdır. (Barker raporunda
Bütçe Genel Müdürlüğünün Başbakanlığa bağlanması teklif edilmiştir.)
4) Defterdarlar mesuliyetleri ile mütesanip salahiyetleri olmalıdır.
5) Gelirler Genel Müdürlüğü ile Hesap Uzmanları Kurulu birleştirilmelidir.
6) Sayıştay tam olarak sarf sonrası kontrolü yapmalıdır.
168
7) Bakanlığın mali ve idari bütün dahili kontrolü müfettişlerce yaptırılmalı
kontrolörlükler kaldırılmalıdır.
8) Bakanlık bünyesinde Enformasyon birimi kurulmalıdır.
9) Gümrükler Genel Müdürlüğünün Maliye Bakanlığına yine bir genel müdürlük
olarak bağlanmasını tavsiye etmektedir.
Genel İdareye ilişkin Değerlendirmeler
1) Kamu personeli politikalarını tespit etmek, geliştirmek ve tek bir elde birleştirmek
amacıyla Devlet Personel Dairesinin kurulması sağlanmalıdır.
2) Barem rejimi mutlaka değiştirilmelidir.
3) Türk idaresinde yetişmiş personel sorunu çözülmelidir.
4) Liyakat sistemi mutlaka tatbik olunmalıdır.
5) Memurlar için kanunen yapmakla mükellef oldukları vazifelerin kanuni
mesnetlerini gösteren hizmet talimatnameleri hazırlanmalıdır.
6) Devlet dairelerinde çalışma usul ve metotlarının birleştirilmesi amacıyla
organizasyon ve metot birimlerinin kurulması sağlanmalıdır.
7) Türk idaresinde mevzuatçılığın ve kırtasiyeciliğin önüne geçilmelidir.
8) Türkiye’nin iktisadi politikalarını belirlemek üzere Başbakanlığa bağlı bir İktisadi
Planlama birimi kurulmalıdır.
8) Merkeziyetçiliğin gevşetilerek mahalli idarelere yetkilerin devredilmesi yoluna
gidilmelidir. (Mahalli idarelere tedricen muhtariyetler verilmelidir. s.84-88)
169
I.3.5- Gruber Raporu, 1952
1950 sonrası dönemde yapılan idari reform çalışmalarından bir diğeri İsviçreli
Profesör Leim Gruber tarafından hükümetin isteği üzerine hazırlanan “İdare
Teşkilatı ve Personeli Hakkında Rapor”dur. Çalışma 25.11.1952 yılında
tamamlanarak Ekonomi ve Ticaret Bakanı Muhlis Ete’ye sunulmuştur. Rapordan
anlaşıldığı kadarıyla Gruber bir müddet Türkiye’de bulunup gözlem ve
incelemelerde bulunduktan sonra İsviçre’ye dönerken bir kısım dokümanların daha
sonra Bern’e gönderilmesini istemiş ve raporunu İsviçre’de tamamlayarak
Türkiye’ye göndermiştir. Çalışmanın içinde Türk uzmanlar olup olmadığı hususunda
herhangi bir açıklama yer almazken çalışmanın yalnızca Gruber tarafından
hazırlandığı sanılmaktadır. Diğer çalışmalarda olduğu gibi bu çalışmada da
hazırlanan raporun başka bir ülkeden değil de neden İsviçreli bir uzmana
hazırlatıldığı, rapor öncesinde ne gibi hazırlıkların yapıldığı ve bunların neler olduğu,
neden böyle bir çalışmaya ihtiyaç duyulduğu konularında herhangi bir açıklama yer
almamaktadır.
Siyasal iktidarın idari reform konusundaki açlığını anlamak ve yorumlamak
mümkün değildir. Barker tarafından hazırlanan raporun henüz mürekkebi
kurumadan bu defa başka bir yabancı uzmana başka bir çalışma yaptırılmıştır.
Değişik yerlerde ifade edildiği gibi bu çalışmaların birbirinden habersizmişçesine ve
bir önceki çalışmaları yok varsayıp her şeye yeni baştan başlaması hem zaman
kaybına hem kaynak israfına hem de daha önceki çalışmaların değerlendirilmesine
engel olarak birbirinden bağımsız çalışmaların ortay çıkmasına neden olmuştur.
İktidarı CHP’den devir alan DP “yeni dünyada” yerini almak ve ABD
yardımlarından daha fazla faydalanmak maksadıyla hızlı bir biçimde yeni bir idare
170
teşkilatı kurmak ve yeni bir personel sistemi oluşturmak için hazırlıklara hız
vermiştir. Aynen CHP’nin yaptığı gibi yabancı uzmanlara raporlar hazırlamasını
havale etmiştir. İşte Gruber raporu da söz konusu çalışmalardan biridir.
İsviçreli uzmanın adıyla anılan bu çalışma iki yıla varan her türlü arama
çalışmasına rağmen maalesef bulunamamıştır. Konu ile ilgili akademisyenlerin
sürekli ikincil kaynaklardan atıflar yaparak irdeledikleri Gruber raporunun orijinal
metni idare teşkilatı hakkında bir çok önemli veri içerirken bu metne ulaşılamaması
hem Türk idare tarihi hem de idari reform tarihi bakımından önemli bir eksiklik
oluşturmaktadır. Konunun uzmanı olan yazarlar tarafından8 yapılan çalışmalarda bu
raporun bulunamadığından söz edilmektedir. Bu raporun orijinal metninin
bulunamaması dahi Türkiye’de yürütülen idari reform çalışmalarının serüveni
bakımından önemli bir bilgi olsa gerektir.
1963 tarihinde Başbakanlık Devlet Personel Dairesi tarafından “Hükümete
Sunulan Yabancı Uzman Raporları” teksir olarak basılan özetler ise başlı başına bir
irdeleme konusudur. Öncelikle bu özetleri kimin yaptığı hususunda herhangi bir bilgi
bulunmazken orijinal raporların tam adı dahi yazılmamıştır. Ayrıca bu raporların kaç
sayfadan oluştuğu hangi heyetler tarafından hazırlandığı, hangi makamlara verildiği,
hangi matbaa tarafından basıldığı, içinde hangi bölümlerin ve başlıkların yer aldığı
konularında da herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Tüm bunların yanında aslında
raporların özetinden daha çok sayfalar süren alıntıların yapıldığı kısaltılmış metinler
şeklinde bir kes-yapıştır yapılmıştır. Sayılan tüm bu ve benzeri eksikliklere rağmen
idari reform konusu ile ilgili literatürün bu eksik özetler üzerinden yürütülüyor
olması başlı başına başka bir noksanlıktır. Konu ile ilgili yapılan araştırmalarda
8 Kenan Sürgit, Fikret Ar, Arif Payaslıoğlu ve Ümit Berkman orjinal metnin bulunamadığı belirtilmiştir.
171
görüşülen akademisyenlerin çoğu söz konusu raporların Devlet Personel Başkanlığı
kütüphanesinde bulunması gerektiği yönündeki ifadelerine rağmen bu kurumun ve
tüm kütüphanelerin arşivlerinde bu esere rastlanamamıştır. 1962 yılında yapılan özet
teksire yazılan önsözde de bu çalışmaların çok zor bulunduğu belirtilmiş olmasına
rağmen titiz ve bilimsel bir özetlemeye gidilmemesi bugün için telafisi olmayan bir
durum oluşturmuştur. Dönemsel olarak bir çok inceleme raporu bulunmakla birlikte
yalnızca idare aygıtı üzerine çalışmalardan biri olan Gruber raporu bu bağlamda daha
da önemli hale gelirken son tahlilde sunduğu reçeteler diğer çalışmalardan çok da
farklı olmayıp diğer çalışmaları tekrar eder içeriktedir.
Leim Gruber raporunda genel olarak Türkiye’nin o günkü idare teşkilatı
üzerine gözlemlerini ve tetkiklerini aktarırken özelde bakanlıkların organizasyon
yapıları ve daha çok da personel sorunları üzerinde durmaktadır. Devlet Personel
Dairesi tarafından hazırlanan özet metinde raporun sadece personel sorunlarına ait
kısımlarının özeti bulunurken yazarın idareye dair tek bir değerlendirmesi ve
cümlesi bulunmamaktadır.
Bu çalışma içinde bizde maalesef özet metin üzerinden gitmek durumunda
kaldık doğaldır ki bu değerlendirmelerde eksik değerlendirmeler olacaktır. Özet
metinden anladığımız kadarıyla Gruber’in çalışmasının 14-38. sayfaları arasında
personel sorunları üzerinde durularak konu şu başlıklar altında ele alınmıştır.
a) Kamu personelinin hukuki statüleri hakkında düşünceler,
b) Personelin ücret rejimi hakkında düşünceler,
c) Personelin çalışma saatleri hakkında düşünceler,
d) Kamu personelinin sınıflandırılması hakkında düşünceler,
e) Kamu personel kadrolarının şişkinliği hakkında düşünceler
172
Çalışmanın personel sorunları üzerine getirdiği yorumların ve reçeteleri başlıklar
halinde şu şekilde aktarabiliriz:
1- En kısa zamanda merkezi düzeyde bir personel dairesinin kurulması
gerekmektedir.
2- Ücret sistemi acil olarak iyileştirilmelidir.
3- Çalışma saatleri sınırlandırılmalı ve bir standarda kavuşturulmalıdır.
4- Memur sayısının ihtiyaca göre yeniden düzenlenerek azaltılmalıdır.
5- Acil olarak sınıflandırma esasına geçilmelidir.
Gruber bu önerilerin yerine getirilmesinde karşılaşılacak güçlükleri raporunda
dile getirirken şu açıklaması ilginç bir durum oluşturmaktadır. “Memurin kadrosu
topyekun yeni ve daha düşük miktara, daha doğrusu yeni teşkilat tedbirlerine uygun
bir seviyeyi buluncaya kadar, hiçbir surette yeni tayinler yapılmamalıdır. Karar
istisnasız ve şahsın mevki ve hatırı düşünülmeksizin tatbik olunmalıdır. Buna
mukabil baş tarafta zikredilen işbirliği komisyonu veyahut başkaca yukarıda
zikredilen gerekli itibar ve matlup yetkileri haiz bir meslektaşlar heyeti, herhangi bir
memur ihtiyaç ve talebini objektif şekilde tetkik edecek ve talebi muhik gördüğü
takdirde, bir başka daire ve hizmette mevcut ve bu işe az çok kabiliyetli olan kimseyi
inha edecektir. Bu hususta vaki olacak itirazlar hiçbir surette nazarı dikkate
alınmayacak ve açık olan memuriyetler, kadro fazlaları azalıp matlup haddini
buluncaya kadar takas suretiyle ikmal edilecektir” . Bu ifadeden anlaşıldığı üzere
Gruber çalışmasında Türkiye’de memurların fazla olduğunu belirterek bu fazlalığın
hiçbir itiraz dikkate alınmayarak azaltılması ve hiçbir suretle yeni memur
alınmamasını önermektedir. Bu öneri günümüzde dile getirilen IMF önerileri ile
birebir örtüşmektedir.
173
I.3.6- Hanson Raporu, 1954
1929 Dünya ekonomik krizi ile bütün dünyada müdahaleci bir döneme
geçilirken önceki bölümlerde ifade edildiği gibi Türkiye’de bu sürece eklemlenmiş
özellikle Sovyet planlamasının tecrübelerinin de etkisiyle devlet eliyle bir kalkınma
hamlesine başlamıştır. Bu maksatla Sovyetler Birliğinden gelen uzmanların
çalışmaları ve birinci sanayi planının hazırlanması ile Türkiye büyük bir kalkınma
sevdasını gerçekleştirmek için bütün enerjisini sanayi yatırımlarına vermiştir. Bu
çabaların sonucu olarak başta Sümerbank, Etibank, Ereğli Demir çelik gibi devlet
teşekkülleri olmak üzere bir çok sanayi kuruluşu oluşturulmuştur.
Genel olarak 1923-1950 dönemi olarak adlandırılan bazı yazarlar tarafından
ise 1923-1929 ve 1929-1945 alt dönemlerine ayrılarak incelenen dönemin, Osmanlı
İmparatorluğunun yarı sömürge durumunda olmasına rağmen yürütülen ulusal
bağımsızlık ve kurtuluş savaşı sonrasında kapitalist bir gelişme stratejisinin
benimsemesi sonucu 1930’larda sanayi alanında ortay çıkan devletçi politika ve
uygulamanın iktisadi kalkınmayı uzun vadeli olarak Türk burjuvazisinin
geliştirilmesine yönelik bir kalkınma stratejisinin benimsenmesi ve uluslar arası
koşullarda meydan gelen değişimlere bağlı olarak Türkiye’nin dış iktisadi
ilişkilerinde ortaya çıkan değişme ile Türkiye’deki kapitalist gelişme stratejisinde
görülen ana politika değişiklikleri arasında görülen ilişki(Tezel, 1982: 18) ve ortaya
çıkan değişmelerin dönemin temel karakteristikleri olarak karşımıza çıktığı
görülmektedir. Aslında bu yalnızca 1923-1950 dönemine ait bir bağımlılık ilişkisi
olmayıp genel olarak Türkiye tarihine dair kaba bir değerlendirme ve saptamadır.
İşte genç cumhuriyetin idealist kadroları tarafından başlatılan bu kalkınma
hamlesinin mevcut durumunu incelemek ve geleceğe ilişkin bir takım öngörülerde
174
bulunmak üzere yine bir yabancı uzmana yalnız bu defa TODAİE bünyesinde çalışan
bir uzmana yeni bir rapor hazırlatılmıştır. İngiltere’nin Leeds Üniversitesi iktisat ve
sosyal bilimler öğretim üyelerinden A.Hanson, 1953-1954 yılları arasında Birleşmiş
Milletler uzmanı olarak Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü Araştırma
Müdürlüğü faaliyetini yürütürken hükümetin isteği üzerine 1954 yılında
“Türkiye’de İktisadi Devlet Teşekküllerinin Bünyesi Murakabesi” isimli
çalışmasını yapmıştır. Rapor Siyasal Bilgiler Fakültesi doktor asistanlarından
Mümtaz Soysal ve Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü asistanlarından
Gülgun Gönenç tarafından Türkçe’ye çevrilerek Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi
Enstitüsü tarafından yayımlanmıştır.
Çalışma üç bölümden ve asıl metin ekler hariç toplam yetmiş bir sayfadan
oluşmaktadır. Raporun birinci bölümünde genel olarak Türkiye’de devletçilik
siyasetinin ortaya çıkışı, gelişimi ve diğer ülkelerde görülen uygulamalardan farkı
anlatılmaya çalışılmaktadır. İkinci bölümde mevcut iktisadi devlet teşekküllerinin
bünyesi ve genel durumu ele alınmaktadır. Üçüncü bölümde ise iktisadi devlet
teşekküllerinin değerlendirilmesi yer almaktadır.
Hanson Raporu kamu iktisadi teşebbüslerini irdeleyen bir rapor olmakla
birlikte çalışmanın genel anlatımında bir anlamda Türkiye’de 1930’lu yıllarda
uygulamaya konulan devletçilik politikasını ve düzen arayışını irdelemektedir.
Hanson Raporu kamu iktisadi teşebbüsleri alanında yapılan ilk değerlendirme
çalışması olup bu alanda yapılan çalışmaların en derinliklisi ve niteliklisidir.
175
I.3.8- Baade Raporu, 1959
“Türkiye ağır hastadır, fakat ümitsiz değildir” diyen Profesör Baade yazdığı
raporlar kadar yaşam öyküsü bakımından da ilginç bir şahsiyettir. Hayatının önemli
bir kısmını Türkiye’de geçiren Baade’nin Kırşehir ilinin fahri hemşehrisi olmasını
ve burada yaptığı faaliyetleri bilmek, Baade’nin Türkiye serüveni hakkında en
çarpıcı bilgilerden biri olsa gerektir. Türkiye’de yaşayan veya Türkiye ile ilgili
raporlar yazan kişilerle ilgili pek az bilgi ve veri bulunurken Baade bu durumun
istisnalarından birini oluşturmaktadır. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi
Profesörlerinden Cavit Orhan Tütengil’in 1964 yılında “Türkiye’nin Sorunları ve
Prof. Dr. Fritz Baade” isimli makalesi Profesör Baade hakkında azda olsa bir bilgi
sahibi olmamıza imkan sağlamaktadır.
Göttingen Üniversitesinde iktisat doktorası yapan ve daha sonra Berlin
Üniversitesine geçerek Doçent olan Baade ziraat ekonomisi alanındaki çalışmalarıyla
meşhur olmuş ve az gelişmiş ülkelerde yaptığı incelemelerle tanınmıştır. Sosyal
demokrat kökenli bir protestan olan Baade, Alman Sosyal Demokrat Partiden 1949
yılında ikinci defa milletvekili olmuş, (ilk milletvekilliği 1930-1933 yılları
arasındadır) 1946-1947 yılları arasında Amerika’da yayın işlerinde de
çalışmıştır(Tütengil, 1964:109-110). Çeşitli araştırma enstitülerinde çalışmış olan
Baade başta FAO olmak üzere bir çok uluslar arası kuruluşa raporlar hazırlamıştır.
1961 yılında Bonn’da kurulan “Az Gelişmiş Ülkelerin İktisadi Meselelerini
Araştırma Enstitüsü”nün müdürlüğünü yapan Baade özellikle Türkiye, Pakistan ve
Hindistan üzerine yazdığı raporlarla bilinmektedir.
Türkiye’ye gelen bir çok Alman bilim adamı gibi Hitler iktidarı ile arası
olmayan Baade’nin Türkiye macerası 1935 yılında Ekonomi Bakanlığı müşavir
176
olarak görev alması ile başlamıştır. Bu görevini aralıksız olarak 1939 yılına kadar
tarım mahsulleri piyasası hususunda uzman olarak istihdam edilirken 1939’dan 1944
yılına kadar da hususi müşavir olarak görevine devam etmiştir. Aynı zamanda
Ankara Ziraat Fakültesinde zirai pazarlama dersleri okutan Baade ikinci dünya savaşı
sırasında güvenlik nedenleriyle Kırşehir’e enterne edilmiş ve burada Hacıbektaş
taşları ve Terme sularıyla ilgilenmesinden ve Kırşehir iline yaptığı faaliyetlerden
dolayı fahri hemşehrilik beratı verilmiştir(Tütengil, 1964:110). Tütengil, Baade’nin
savaş sırasında Kırşehir’e nakledilmesi ile ilgili bir bilgi vermezken genel olarak
olumlu bir görüş bildirmektedir. Yazar Türkiye ekonomisi hakkındaki ilk eserini
henüz geldiği yıl “Türkiye Yumurta Satışının Rasyonalizasyonu Hakkında Rapor” ile
verirken bunu 1937 yılında yazdığı “Kuru Üzüm Ekonomimizin İnkişaf İmkanları”
ile devam ettirmiştir. Çalışmamıza konu olan ve yazarın Türkiye ilgili en hacimli
çalışması FAO tarafından yaptırılan Akdeniz Kalkınma Projesi Memleket Etüdü
raporu olup bu çalışmasında Baade diğer yabancı uzman raporlarının çok azında
olduğu üzere Türkiye ziraatını en ince ayrıntısına kadar araştırarak kaleme almış ve
Türkiye’nin geleceğine dair bir projeksiyonla çalışmasını tamamlamıştır. Baade
yalnızca Türk tarımı ile eserler vermemiş en çok tartışılan çalışmalarından biri olan
“Türkiye Turizminin İnkişaf İmkanları” isimli raporuyla da Türkiye için turizm
sektörünün önemiyle ilgili de eser vermiştir. Baade Guy Finlayson ile birlikte
“Türkiye’nin İhracatı ve Görünmeyen Gelirleri Nasıl Geliştirilebilir” isimli başka bir
çalışma daha yapmıştır. Baade bu raporların yanında günlük gazetelerde ve süreli
yayınlarda Türkiye tarımı ve kalkınma sorunları ile yazılar kaleme almıştır.
Baade ile ilgili değerlendirmede bulunan bir diğer yazar da Doğan
Avcıoğlu’dur. “Türkiye’nin Düzeni” adlı eserinde Türkiye’nin kalkınma yollarından
177
biri olarak gösterilen “turizm efsanesini” irdeleyen Avcıoğlu, Profesör Baade’nin
kurtuluş reçetesi olarak takdim ettiği turizm efsanesini irdelemektedir(Avcıoğlu,
1969: 496-497). Yazının başında ifade edilen kuruculuğunu ve müdürlüğünü
Baade’nin yaptığı Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı adına yapılan “Türkiye
Turizminin İnkişaf İmkanları” isimli raporunda Türk turizminin geliştirilmesi ile
ilgili olarak dile getirilen: Devletin de arazi vererek katılacağı milletlerarası şirketler
eliyle tatil köyleri kurulmasıdır. Bu köyler hukuki bakımdan köy kanunu dışında
tutulmalıdır. Bunlarda yabancı turistler, serbestçe yaşayabilmeli ve arazi satın
alabilmelidir. Yabancı emlak şirketleri bu yolda faaliyet gösterebilmelidir. Tatil
köylerinde Almanya’da Helgoland adasında gerçekleştiği üzere, özel bir gümrük
statüsü tanınmalıdır. Şarap, şampanya, havyar, sigara gibi maddeler bu köylere
gümrüksüz ithal edilebilmelidir. Bu tedbirleri alırsa ve gerekli yatırımları yaparsa
Türkiye kısa sürede 200-300 milyon dolar gelir sağlayabilecektir(Avcıoğlu,
1969:497; Baade, 1963: 96). Avcıoğlu’nun turizm sektörünün ekonomik olarak
demir çelik veya tekstil sektörleri gibi rasyonel olmaması, ekonomi üzerinde
enflasyonist bir yan etkisinin olması, mevsimlik bir faaliyet olması dolayısıyla bu
yatırımların sekiz ay boş kalacak olması gibi nedenlerin yanında sosyolojik ve
psikolojik olarak turizm sektörünün özellikle gençleri kolay para kazanma yoluna
itmesi, az gelişmiş bir toplumu çürütücü ve bozucu etkilerine dikkat çekerek Baade
tarafından hazırlanan raporu eleştirmektedir(Avcıoğlu, 1969: 497). Aslında
Avcıoğlu’nun getirdiği eleştiriler turizm sektörünün bizatihi kendisinden ziyade
karşılaştırmalı olarak diğer sanayi dalları karşısındaki stratejik değeri ve önemi
noktasındadır. Avcıoğlu Baade’nin turizm raporu ile ilgili görüş belirtirken diğer
çalışmalarından ve raporlarından bahsetmemektedir. Ancak burada hemen
178
belirtmek gerekmektedir ki Baade ve Finlayson tarafından hazırlanan “Türkiye’nin
Turizmden Temin Edebileceği Döviz Gelirleri” isimli rapor toplam on altı sayfa
olmasına rağmen diğer bir çok yabancı uzman raporunda olduğu gibi çok ayrıntılı ve
ciddi bir emek verilerek hazırlanmış çalışma olduğu görülmektedir. Yazar raporunu
yazarken çalışmada adı geçen yerlere bizzat giderek yerinde inceleme ve
gözlemlerde bulunurken, İzmir’den başlayarak bütün sahil şeridini raporunda adım-
adım örnekler vererek anlatmış ve bunu raporuna eklediği haritalarla da göstermiştir.
Baade raporunda ayrıntılı bir turizm eylem planı ortaya koyarken turistlerin hangi
yollardan Türkiye’ye gelecekleri, hangi yollardan geri dönecekleri, kıyı şeridinde
hangi ören yerlerine uğrayacakları ve nerede konaklayacaklarını anlatırken, Türk
Rivierası olarak adlandırdığı Ege sahillerinde hangi yörelerde tatil köyleri yapılacağı
bunların şehir merkezlerine uzaklıklarının ne kadar olacağı, deprem yöresi olan bu
bölgelerde yapılacak inşaatlarda nelere dikkat edilmesi gerektiği, bu yörelerin rüzgar
ve deniz suyu sıcaklığı, bu yörelerin bitki örtüsü ve bunların özellikleri, iklim ve
yağış durumu, turizm sezonunun uzunluğu, sahil şeridine yakın dağlardaki kayak
imkanları, eski eserlerin ve antik kentlerin turizm yörelerine yakınlığı, turistlerin
nerelerde barındırılacağı, turizm sektöründe çalışacak personelin yetiştirilmesi gibi
konular ve Avrupa ülkelerinde bulunan turizm merkezleri ile karşılaştırmalı olarak
irdelenerek Türkiye’nin turizm potansiyeli söze hacet bırakmayacak biçimde ortaya
konulmuştur. Raporda dile getirilen ilginç bir diğer teklifte Ege ve Akdeniz
kıyılarının turizm potansiyeli yanında İstanbul ve Marmara sahillerinin turizm
potansiyeline dikkat çekilerek başta Uludağ olmak üzere kış turizmi bakımından da
Türkiye’nin sahip olduğu imkanlar açıklıkla ifade dilmiştir.
179
Turizm olanakları bakımından cazip koşullara sahip Türkiye’nin dış yardıma
muhtaç olmaması için ihracatın yanı sıra turizm gelirlerinin artırması gerektiğini
belirtirken yabancı sermayeye yatırım kolaylığı sağlanması hususuna dikkat
çekmektedir. Bu bağlamda bütçe dengesinin kısa zamanda sağlanmasının ancak
turizm gelirleri ile olacağı belirtilerek Türkiye’nin içinde olduğu buhrandan ancak bu
şekilde çıkacağı ifade edilmektedir(Baade, 1960)
Türkiye’de daha çok “Baade Raporu” olarak bilinen ancak tam adı “FAO
Türkiye Raporu” olan bu çalışma yazarın Türkiye ile ilgili kaleme aldığı en önemli
çalışmadır. Eklerle birlikte toplam yüz yetmiş dört sayfadan ve iki ciltten oluşan
çalışma Türkiye’nin tarımsal yapısını akla gelebilecek en ince ayrıntısına kadar
örnekler vererek ve karşılaştırmalar yaparak irdelemiştir. Baade raporun amacını şu
şekilde ifade etmektedir: “Bu etüdün mühim bir kısmı, Türkiye’de ziraat sektörünün
detaylı olarak tetkikine ve yeni Türkiye ziraatının, sağlam bir iktisadi temel üzerine
bina edilmesi için muhtemel yatırım ihtiyaçlarının tahliline tahsis edilmiştir. Diğer
sektörlerin tahlilleri daha sathi olarak işlenebilmiştir. Onun içindir ki bu sektörün
lüzumlu yatırım ihtiyacı ve gelişim potansiyeli tahminleri için lüzumlu esaslı
malumat iyi bir şekilde kıymetlendirilememiştir. Türkiye’nin kalınmasına ait şumüllü
iktisadi bir planın formüle edilebilmesi için bu açıkların doldurulmasının icap
edeceği bedihidir. Bu malumat noksan oldukça, kati tahminler yapılamaz”(Baade,
1960:10-11). Baade Türkiye’nin gelişmesinin sadece yabancı kaynaklarla
sağlanamayacağı ve krizin sübvansiyonlarla aşılamayacağını belirterek her şeyden
önce bizzat Türkiye’nin kendi öz kaynaklarına ve daha da önemlisi insan
kaynaklarına dönerek hareket geçmesi gerektiğini belirtmektedir.
180
Raporda, genel olarak kaynakların kötüye kullanılmasının ve tahriplerin
Türkiye tabiatını ne hale getirdiği, erozyon tehlikesinin, gereken ciddi tedbirler
alınmazsa ülkenin geleceğini nasıl tehdit ettiği ayrıntılı olarak anlatılırken ayrıca
hızlı nüfus artışının olumsuz sonuçları üzerinde durulmaktadır. Baade raporunun
birinci cildine öncelikle genel olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun
fotoğrafını çekerek başlamaktadır. Ülkenin içinde bulunduğu iktisadi gelişme ve
kalkınma tarihsel seyir içinde ele alınırken Türkiye’nin önemli yol kat ettiği ancak
durmadan bu çabaların devam etmesi gerektiği ifade edilmektedir (Baade, 1960:2).
Daha sonra iktisadi gelişme ve arazi kullanımının arasındaki ilişkinin, iklim, toprak,
su, topoğrafya, tabii flora, nüfus, mali durum, devlet ve hususi sektörün yatırımları
ve terkipleri, yabancı iktisadi münasebet konuları üzerindeki tesirleri ayrıntılı
biçimde irdelenmektedir.
Çalışmanın üçüncü bölümünde ise arazi ve su kullanma problemlerinin
olumsuz yönleri üzerinde durulurken, yaşanan erozyon afetine karşı bir tedbir
alınmadığı takdirde iki yüz yıl sonra Türkiye’nin topraklarının kalmayacağı çarpıcı
bir dille ifade edilerek erozyon sorununa dikkat çekilmektedir.
Raporda ayrıca meraların yanlış hayvan otlatmaktan -ki bu meraların topoğrafik
yapısı ve bu meralarda otlatılan hayvanların tırnak yapısından et ve süt verimine
kadar bütün özellikleri ayrıntılı biçimde anlatılmaktadır; sürülebilen arazilerin
durumuna, kıl keçilerinin verdiği zararlara, ormanların zaman içinde yok olmasına ve
yok oluş nedenlerine, sulak alanların ıslahına, sulanabilir arazilerin çoraklaşma
tehlikelerine, nüfus artışının olumsuzluklarına ve tarım siyasetine dair daha bir çok
konuya en ince ayrıntısına kadar değinilmiştir.
181
Baade’nin Türkiye raporunu bugünden bakıldığında ilginç kılan bir diğer
özellik raporun ekler kısmında yer alan J.E. Christiansen’e ait “Türkiye’de Su
Kaynakları İnkişafı Programı” adı altında irdelenen Türkiye’nin su sorunudur.
Çalışmada öncelikle Türkiye’nin su rezervleri anlatılıp, ekilebilir arazilerin sulama
olanakları irdelenirken sulamaya bağlı sedimantasyon ve erozyon meselesi ele
alınmıştır. Raporun son kısmı ise “Milletlerarası Nehirler Meselesi” ne ayrılmıştır.
Bugün sınır aşan sular olarak tabir edilen Ortadoğu bölgesinde petrol sorunu kadar
büyük bir sorun alanı olan Fırat, Dicle, Aras, Çoruh ve Meriç ırmaklarının durumu
irdelenerek bu nehirlerin özellikleri ele alınmıştır. Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde
hem sulama hem de enerji amaçlı barajların yapılması tavsiye edilirken Suriye ve
Irak devletleri arasında çıkabilecek ihtilaflara dikkat çekilmiş ve “...milletlerarası
nehirlerin müstakbel inkişafları ile ilgili meselelere derhal ehemmiyet verilmelidir”
diyerek bugün önemli bir anlaşmazlık haline gelen soruna işaret edilmiştir.
Sonuç olarak “Türkiye ağır hastadır, fakat ümitsiz değildir” diyen Baade
Türkiye’nin kaynaklarını iyi kullanmak suretiyle selamete çıkabileceğini ifade
etmekte programlı çalışma, yeni kaynaklar bulma ve akıllı kullanmak kaydıyla
kalkınabileceğini öne sürmektedir. Tarım ile sanayiinin birlikte yürütülmesi ve
ihracat artışının yanı sıra turizm gelirlerinin üzerinde ısrarla durması Baade’nin top
yekun bir kalkınma fikrini benimsediğini gösterirken bu Baade ile her konuda aynı
düşüncede olunduğu anlamına gelmemektedir(Tütengil, 1963:119). Türkiye’yi
Avrupa pazarına bağlı olarak gören ve ele alan Baade Türkiye’nin birleşmekte olan
Avrupa ekonomisi çerçevesinden ne çıkarılabileceğini ne de ayrı tutulabileceğini
ifade ederek Türkiye’nin yabancı yatırımcılara muhtaç olmamak için şu tedbirleri
almasını tavsiye etmektedir(Baade, 1960:12)
182
“1. Türkiye yatırım planları çerçevesi dahilinde sulama, toprak
muhafazası, ve ormancılığın gelişmesine müteallik bütün hususlara özel
teşebbüse olanak sağlamalıdır. Bunun gibi projeler için tahsis edilen
amme tahsisatı ehemmiyetli ölçüde artırılmalıdır.
2. 1975 yılına kadar, Türkiye uzun vadeli beynelminel yardım görmelidir.
3. Türkiye köylerinde kullanılmamakta olan insan gücü memleketin
inkişafı bakımından harekete geçirilmelidir.
Tütengil, Baade’yi yabancı sermayenin sözcüsü saymanının haksızlık
olacağını belirtirken son tahlilde Baade’nin de Batı Almanya adına konuştuğunun
gözden kaçmadığını da ifade ederek bu tutumun ülkemize gelen bir yabancı
uzmanının Türkiye’de ne kadar uzun süre kalırsa kalsın ve ne kadar yakından tanırsa
tanısın, Türkiye’nin sorunlarını düşünürken iki yanlı hareket etmekten
kurtulamayacağına dikkatleri çekmekte ve yerli uzmanların yetiştirilmesi sorunu
üzerinde durmaktadır.
Türkiye üzerine yaptığı çalışmalarında özel sektörün güçlendirilmesini dile
getiren Baade, Türkiye’nin kalkınma çabalarında öncelikli olarak tarım ve turizm
gibi sektörler üzerinde durmaktadır. Özellikle ABD’li uzmanlara nazaran daha insaflı
ve yapıcı eleştiriler getiren yazar Türkiye’nin düzen arayışında sanayi yatırımları
hususunda pek görüş belirtmezken dolaylı olarak devlet eliyle yürütülen bu kalkınma
arayışlarının Türkiye ekonomisini krize soktuğu ve yabancı yardımlara bağımlı hale
getirdiğini öne sürerek kendi kaynaklarının devreye sokulmasını ve yetişmiş insan
gücünün önemi üzerinde ısrarla durmuştur.
183
I.3.9- Chailloux-Dantel Raporu, 1959
1945 Sonrası dönem, Thornburg Raporu ile başlayan, idare cihazını ve genel
anlamda yönetim sürecini içine alan bir dizi reform projesi ile gündeme gelmekteydi.
Bu sürecin 1950’lerin ikinci yarısından başlayarak idari reform konusunun yanına
kamu personel düzenini de tartışmaya eklediği görülmektedir. Daha önceki
çalışmalarda küçük değinmeler şeklinde birkaç cümle veya bir paragrafla değinilen
kamu personeli sorunu ilk defa kapsamlı bir biçimde Maurice Chailloux-Dantel
raporu ile ele alınmış bir çok saptama ve öneride bulunulmuştur.
Demokrat Partinin 1950 seçimleri ile iktidarı devir almasını izleyen süreçte
kamu politikaları tercihinde önceki döneme göre bir çok değişiklik olmuş ve Türkiye
dünyaya koşut olarak yeni bir yöne doğru yol almaya başlamıştır. Aslında temelleri
1945 sonrası CHP hükümetleri atılan bu serbestleşme ve dışa açılma politikaları
1950 sonrası başlayan on yıllık periyodla beraber daha ileri bir aşamaya geçmiştir.
DP iktidarının temel politikalarından birini oluşturan bürokrasinin azaltılması ve tek
parti iktidarı devrinde “halka tepeden bakan bürokratik oligarşinin” ortadan
kaldırılmasına yönelik olarak yapılacak reformların başında idarenin ıslah edilmesi
ve aşırı mevzuatçılığa son verilmesi politikası olmuştur. Bu anlamda değişik
kısımlarda ifade edildiği gibi başta yabancılar olmak üzere bir çok uzmana bu konu
ile ilgili çalışma yaptırılmıştır.
Kamu personeli rejimi sorunu DP’nin üzerinde durduğu temel sorun
alanlarından biri olmuş ve iktidar olmalarının ilk yıllarından başlayarak bu konu ile
ilgili çalışmalar yapmışlardır. Bu çalışmaların başında Devlet Memurları Kanunu ve
merkezi düzeyde bir personel örgütünün kurulması düşünceleri gelmektedir. Bu
bağlamda Devlet Personel Dairesinin kurulması 1960 sonrası döneme kalırken
184
Devlet Memurları Kanunu hususunda çalışmalar hızlı bir biçimde yürütülerek
sonlandırılmış 1956 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisine görüşülmek üzere bir
kanun tasarısı gönderilmiştir. 657 Sayılı yasanının öyküsü ise çok başka bir hikaye
olmakla birlikte bu yasanın geçirdiği evrim ve başına gelenler gerçekten ibret belgesi
mahiyetindedir. Başlı başına 657 sayılı Devlet Memurları Kanunun, hikayesi ve
geçirdiği değişiklikler dahi Türkiye’de kamu yönetimi sisteminin içinde bulunduğu
durumu anlamaya yetecek veriler taşımaktadır.
Bu bağlamda Demokrat Partinin daha iyi işleyen bir kamu personel sistemine
kavuşmak için hazırlattığı bu rapor aslında daha çok kamu personelinin ücret
sorunundan yola çıkıp top yekun sistemin ele alınması noktasına varmış, uzun ve
detaylı bir çalışma olmuştur.
Birleşmiş Milletler Başmüşaviri Maurice Chailloux-Dantel tarafından
“Türkiye’de Devlet Personeli Hakkında Bir Araştırma” isimli üç ciltten ve toplam
387 sayfadan oluşan oldukça hacimli bir çalışma Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi
Enstitüsü bünyesinde hazırlanmıştır. Chailloux-Dantel Raporu Türk idare sistemi
içerisinde bir çok ilke imza atılmıştır. Reform metni Barker raporu ile kurulan
Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsünün bu alanda yaptığı ilk reform projesi
olup çalışma Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü tarafından teksir olarak
basılmıştır. Aynı zamanda bu çalışma idari reform tarihimizdeki ilk personel reformu
araştırması olup bu alanda yapılan ilk alan araştırması da yine bu rapor ile ortaya
çıkmıştır. Daha sonra yapılan hiçbir araştırmada alan araştırması yöntemine
başvurulmamıştır. Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü Araştırma şubesinde
araştırmacı olarak çalışan ve sonraki yıllarda önemli eserler veren Doğan Avcıoğlu
185
çalışmanın ikinci cildinde yer alan “Devlet Personelinin Maaş ve Ücretleri” isimli
bölümü kaleme almıştır.
Raporun birinci cildini oluşturan “Türkiye’de Devlet Memuriyeti ve
Reformu” ile “Devlet Personel Kanunu Projesinin İzahı” isimli bölümler 1959
yılında kaleme alınmışken diğer iki cildin 1958 yılında kaleme alındığı
görülmektedir. Raporun birinci cildinde “Türkiye’de Devlet Memuriyeti ve
Reformu” ile “Devlet Personel Kanunu Projesinin İzahı” isimli iki ayrı inceleme
bizzat Chailloux –Dantel tarafından yapılırken, ikinci cildin “Devlet Personeli Maaş
ve Ücretleri” isimi çalışmanın Doğan Avcıoğlu ve “Türkiye’de Amme
Hizmetlerinin Gelişimi ve Devlet Personeli” adlı ikinci bir çalışmanın ise Gülgun
Gönenç tarafından kaleme alındığı görülmektedir. Üçüncü ciltte ise “Sosyal
Güvenlik” konusu Nabi Dinçer, “Mahalli İdareler Personeli” konusu İbrahim Yasa
ve alan araştırmasına dayanan “Devlet Memurlarının Morali” isimli konu ise Sevda
Erem tarafından kaleme alınmıştır.
1945 sonrası döneminin hakim anlayışı doğrultusunda Türkiye için yeni bir
yol haritası çizilmeye çalışılırken başta Barker Raporu olmak üzere bir çok yabancı
uzman raporunda öncelikle idare aygıtının reforme edilmesi öngörülmektedir. Bu
yapıyı tamamlamak üzere kamu personeli sisteminde de reform yapılması tavsiyesi
bütün çalışmalarda yer almaktadır. İşte Chailloux –Dantel raporu bu alanda yapılan
ilk çalışma olup Demokrat Parti hükümeti tarafından 1956 yılında meclise gönderilen
“Devlet Personel Kanun”un bir kritiği, diğer bir anlamda bir ön incelemesi ve daha
sonra yapılacak olan düzenlemelere zemin hazırlayan bir etüt olmuştur. Raporda ilk
defa “Mahalli İdareler Personeli” sorunu kapsamlı bir biçimde ele alınarak nitel ve
186
nicel bir irdelemeye tabi tutulmuştur. Raporun önsözünde çalışmanın amacı şu
ifadelerle anlatılmaktadır:
“Bir memleketin idari müesseseleri, siyasi rejim müstekar olsa bile,
sabit kalamaz. Demografik, ekonomik, sosyal, kültürel şartlar süratle
değişmekte ve bu değişme reformları zaruri kılmaktadır. Tekniklerin
ilerlemesi kanun, doktrin, ictihad veya tatbikatın kurmuş oldukları
“örnek” müesseselerinde değişmesini intaç eylemekte, ortaya yeni
örnekler çıkmakta ve bu vetire böylece tekerrüre devam eylemektedir.
Türkiye artık, idari reformların özlendiği bir çağa erişmiş bulunuyor.
1923’te Cumhuriyetin ilanını büyük bir idari inkılap takip etmişti.
Modern Türkiye’nin meydana gelmesinde bunun büyük yardımı
olmuştur. Fakat ikinci dünya savaşından beri demografik ve ekonomik
gelişmeler, bütün milli bünyeyi alt-üst edecek derecede değiştirmiş
bulunmaktadır. Böylece geniş ölçüde bir idari reform zarureti yeniden
baş göstermiştir. Bu reformun unsurları arasında, Devlet Memuriyeti
baş mevkii işgal etmektedir.”
Yukarıdaki uzun alıntıda ve çalışmanın değişik kısımlarında izah edilmeye
çalışıldığı gibi Türkiye’nin idari reform tarihi ve bu reformların politiği dış dünyada
meydana gelen değişmeler ve bu değişimin sonucu oluşan baskılar kadar Türkiye’nin
geçirdiği evrimin ve değişen sosyal gerçekliğin de etkisi altında yürümektedir.
Chailloux –Dantel Raporunun yazılış gerekçeside yer alan bu tanımlama aslında idari
reform projelerinin değişmez gerekçesini oluşturmuştur. Ancak görülen odur ki
raporun gerekçeleri sıralanırken uluslararası gelişmeler bahsi üzerinde pek durulmak
istenmemiş ve sadece II. Dünya savaşı sonrası oluşan yeni yapılanma döneminden
çok kısa bir cümle ile bahsedilmiştir.
Maurice Chailloux-Dantel raporunda devlet hizmetinde çalışanların mesleki
niteliklerini etkileyen unsurlar üzerinde durulmuştur. Bu bağlamda devlet
memuriyetinde çalışanların mesleki yönden yetişmeleri için alınmış ciddi önlemler
187
bulunmadığı dile getirilirken özellikle orta kademe memurlar için bunun önemli bir
sorun oluşturduğu dile getirilmektedir. Bu memurların, idarenin karşılaştığı
sorunlarla bunların çözüm yolları hakkında daha çok bilgilendirilmeleri, bunlar için
sistematik bir örgütlenmenin gerekliliği vurgulanmaktadır. Rapora göre, maaş ve
ücretler, fiyat değişmelerine göre zamanında ayarlanamamaktır, bunun sonucunda
(memurlar) satın alma güçlerinin bir kısmını kaybetmişlerdir(Şaylan, 2000).
Chailloux –Dantel raporun yazılma öyküsünü şu şekilde açıklamaktadır:
“Hükümet 1956’da Meclise Devlet Personeli Kanunu projesini tevdi
etmekle, devlet Memuriyeti reformunun zaruretini kabul etmiştir. Bu
kanun projesinin tetkikine birkaç yıl önce başlanmış ve bir çok heyet
veya şahsiyetlerden bu husustaki mütalaaları sorulmuştur. Bu projenin
Meclise tevdiini izah yolunda ekseriya ileri sürülen sebep, memur ve
hizmetlilere ödenmekte olan maaş ve ücretlerin yetersizliğidir. Filhakika
maaş ve ücret durumlarının hükümeti meşgul ettiği muhakkaktır. Fakat
teklif olunan reformun tek sebebi bu değildir. Son yıllarda hükümetin
teşebbüsü ile devlet personeli istihkaklarının yavaş - yavaş yükseltilerek
nihayet 28 Şubat 1956 tarihli ve 7244 sayılı kanunun, 31 Aralık 1946
tarihli 4988 saylı kanunla tespit edilmiş bulunan istihkakların iki katına
çıkarılması bunun en büyük delilidir. Şu hale göre uzun bir kanun
projesinin hazırlanmış olmasının sebebi istihkakların artırılması zarureti
değildir. Devlet memuriyetinde baş gösteren buhranın maaş ve ücretleri
hayat pahalılığına göre ayarlama meselesini aştığını kabul etmek
lazımdır”
ifadelerde açık biçimde görüldüğü üzere devlet personeli sorunu ilk defa
ücretler –hayat pahalılığı dizgesinde kopartılarak geniş kapsamlı biçimde ele
alınmakta ve Türkiye’nin memur siyasetine dair derin analizler ve
betimlemeler içermektedir.
188
Chailloux –Dantel ve ekibinin Türkiye’de memur siyasetine dair
saptamalarını başında şunlar yer almaktadır(Chailloux –Dantel Raporu, 1959:3):
: Türk Devlet memuriyeti, birleştirilmesi için pek çok gayret sarf edilmiş
ve edilmekte olmasına rağmen bugün bir mozaik manzarası arz
etmektedir. Bu vakıanın izahını muhtemelen dünyanın hemen her
tarafında müşahede edilmekte olan, tabi bir parçalanma temayülü ile
vekillerin ve müstakil veya yarı müstakil müessese amirlerinin şahsi
mesuliyetleri bünyesinde görmek mümkündür. Bir çalışma grubu teşkil
edilerek, vekalet, müdürlük, hizmet, müessese ismini alınca, göreceği
işin hususiyeti, kendisini teşkil eden kimseler arasındaki nisbi menfaat
birliği, bu vasatta gelişen ve bu teşekkülü diğer teşekküllerden ayıran
hatta onlara karşı cephe almağa sevk eden “meslektaşlık zihniyeti”
bunların personellerini kendilerine has biçimde idare etmelerine sebep
olmaktadır.
Bu durumun söz konusu reform projesi ve kanun metni ile acil biçimde
çözülmesi salık verilerek bu parçalanmışlığın tek çatı altında toplanması
istenmektedir. Metinde dikkat çeken bir diğer husus personel sorununa ücret
sorunun ötesinde daha kapsamlı bir bakış açısına sahip olduğu ve daha temel
sorunlar üzerinde durduğu görülmektedir ki bu sorunların başında kamu
personelinin özlük haklarının belli bir standarda kavuşturulması, atama ve
terfilerde keyfiliğin önüne geçilerek tek bir çatı altında toplanması
amaçlanmaktadır.
Chailloux –Dantel Raporunda mevcut sorunlar bağlamında ortaya çıkan
sorunlar şu şekilde sıralanmıştır(Chailloux –Dantel Raporu, 1959:4);
1. Memuriyet unvanları pek çok çeşitlidir,
2. Kamu personelinin niteliği sorunu bir kurumdan diğerine değişmektedir,
189
3. “Birbirine benzer işe müsavi ücret” (eşitişe eşit ücret) ilkesi uygulanmamakta ve
görülen odur ki kısa sürede de uygulanamayacaktır,
4. Tayin ve terfiler kişi ölçüsüne münhasır muameleler olarak kalmaktadır.
5. Geçici meslek grupları hukuken mevcut olmadıklarından, bunların her birine
hususi bir statü vermeğe imkan yoktur.
6. Personel idaresine ait muameleler umumiyet itibarı ile bireysel bir karakter arz
etmekte olup top yekun muamele vasfını haiz bulunmamaları sebebi ile daha az
teknikleşmiş, daha az muntazam ve daha çok masraflı hale gelmiştir.
7. Memuriyetlerin tasnifi, bu unvanların mahdut miktardaki örneklerle icrası demek
olduğundan bugün için tahakkuk ettirilmesi müşküldür.
8. Her çalışanının niteliğine bağlı olarak iş sahalarına ayrı olarak iş organizasyonları
yapılması bulunmamaktadır. Her iş sahasına bağlı olarak bu tahlillerin yapılması
elzemdir.
9. Mevcut yapı içerisinde kontrol güç temin edilmekte ve ferdiyetçi vasıflarını
muhafaza etmektedir. Bundan dolayı kontrol neticeleri umumileştirilememekte ve
amme idaresi sahasındaki ilerlemeler çok yavaş husule gelmekte ve kısmi
kalmaktadır.
Önceki sayfalarda ifade edildiği gibi rapor alanında pek çok ilki içinde
barındırmakta ve kamu yönetimi alanında bir çok kıymetli bilgiyi içermektedir.
Üçüncü ciltte yer alan araştırmada ilk defa memurlara yönelik bir anket çalışması
yapılmış ve bu araştırmaya bağlı olarak memurların neden memuriyete girdikleri,
memnuniyet düzeyleri, mesleki tesanüdleri(dayanışmaları); ücret ve emeklilik
şartlarından memnuniyet, devlet memuriyetine cemiyet içinde atfedilen itibar, amir
memur münasebetleri, devlet idaresinin istenildiği gibi işlediğine dair inançları, diğer
190
devlet memurlarının kendilerinden beklenen şekilde çalıştıklarına olan inançları, terfi
sisteminden memnuniyet gibi başlıklar altında irdelenen memur sorunu kapsamlı bir
incelemeye tabi tutulmuştur. Ayrıca çalışmada memurların mesleki ve teknik
dayanışmasının sağlanması için bugünkü anlamda memur sendikalarının karşılığına
gelen meslek birliklerinin kurulması önerilmektedir.
Çalışmanın saptamaları irdelendiğinde özet olarak kamu personel sisteminin
kişiselleştiğinden, atama-nakil ve terfilerde kurumlara ve kişilere göre farklılıklar
olduğundan, mevcut durumda sınıflandırma, liyakat ve kariyer sistemi
benimsenmediğinden sistemin kayırma ve kollamaya açık olmasından, Barker
raporuna atıfla merkezi düzeyde bir personel biriminin kurulmasından, kamu
personelinin nitelik bakımından yetersiz olmasından uzun- uzun bahsedilmekte ve
kamu personelinin ücret sorunun çözülmesi önerilmektedir.
III. Diğer Çalışmalar
1960 öncesi dönemde yukarıda özetlenmeğe çalışılan çalışmalar dışında idari
reforma yönelik bir takım çalışmaların daha yapıldığı bilinmektedir. Bu dönemde
kamu personel rejiminin düzenlemeleriyle ilgili olarak Maliye Bakanlığı tarafından
da iki çalışma yapılmıştır. Bunlardan ilki, Maliye Bakanlığı Tetkik Kurulu tarafından
hazırlanan “Türk Bareminin Islaha Muhtaç Noktalarını, Araştırarak Halen
Mevcut Olan Kanunlarda Yapılması Gereken Islahatı Tespit” gayesiyle
hazırlana rapordur. İkincisi ise, Maliye Bakanlığı tarafından hazırlanarak 1956
yılında TBMM’ne sunulan fakat yasalaşmamış olan “Devlet Memurları Kanun
Tasarısı”dır. Yine bu dönemde yerli bir uzman tarafından gerçekleştirilen bir diğer
çalışmada, “Devlet Memurları Ücret Rejiminin Islahı Hakkında” hazırlanan Gıyas
Akdeniz Raporudur. Raporda ücret reformu teklif edilerek, özel-kamu kesim
191
ücretleri arasında koşutluk, esnek ücret sistemi, alt düzeydeki memurlara asgari
geçim standardının uygulanmasını ve devlet yapısının ussallaşması konuları
işlenmiştir. Rapor, yabancı uzmanlar karşısında yerli bir uzman tarafından hazırlanan
ve özellikle günümüzde de olumsuz etkilerini fazlasıyla hissettiğimiz sorunlar
karşısında oldukça gerçekçi çözümler getiren bir rapor olması açısından da ayrı bir
önem taşımaktadır. 1952 yılında hazırlanan Gıyas Akdeniz Raporu, Devlet
Memurlarının Ücret Rejiminin Islahı Hakkında Rapor başlığını taşımaktadır. Burada
bir ücret reformu öngörülmektedir. Yapılacak reform ile alt düzeylerde asgari geçim,
üst düzeyde azami tatmini temel alan, kamusal ve özel kesim ücretleri arasında
paralellik, uyum ve denge sağlayan, bölgelerin koşullarını da dikkate alan esnek bir
ücret sisteminin kurulması, taban ve tavan sınırlarının belirlenmesi gerekiyordu.
Yeri gelmişken Gıyas Akdeniz’le ilgili bir saptamada bulunmak
gerekmektedir. Asıl mesleği maliyecilik olan ve bir süre İstanbul Defterdarlığı
görevini de yürüten Akdeniz, Türkçe literatürde ilk defa “Devlet Teşkilatı ve
Rasyonalizasyonu” isimli makaleyi yazan ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi
Dergisinde 1948 yılında yayınlayan kişidir. Yazarı ilginç kılan nokta, 1945 sonrası
dönemde henüz idari reform seferberliğinin başlamadığı bir dönemde oldukça
kapsamlı ve nitelikli bir çalışma yapmasıdır. Ana teması devlet teşkilatının işletme
iktisadı ilkelerine göre yeniden düzenlenmesini isterken ülkenin içinde bulunduğu
idari yapıyı ve memur meselelerini etraflı biçimde ele alarak “acil bir
rasyonalizasyon ihtiyacından” bahsetmektedir. Akdeniz(1948:66-67) konu ile ilgili
görüşlerini ayrıntılı biçimde anlatırken idarenin örgütlenme biçiminden başlayarak,
memuriyet sisteminin içinde bulunduğu duruma ve oradan ulaşım sisteminin nasıl
olması gerektiği sorununa değin ülkenin temel sorunları üzerinde görüşlerini
192
sıralarken çözüm yolu olarak ademi merkeziyetçi yapının kurulması, idarenin işletme
iktisadı prensiplerine göre yürütlmesi, “köye memurun değil yolun götürülmesini” ,
vilayetlerin içtimai ve iktisadi sisteme göre sınırlandırılmasını, yetki devrine
gidilmesini önermektedir.
Türkiye için henüz çok yeni bir konu olan bu sorun alanında böylesine
kapsamlı bir incelemede ve yerinde saptamalarda ve bir kısmına katılmadığımız
çözüm önerilerinde bulunan Gıyas Akdeniz’in daha sonraki çalışmalarını maalesef
bulamadık. Yazdıklarından anladığımız kadarı ile görece liberal fikirlere sahip olan
Akdeniz’in kısa bir süre sonra yapılan çalışmalar hakkında ne düşündüğünü
bilememekteyiz. Daha önce çeşitli kereler söylendiği üzere Türkiye’de uygulaması
ve ele alınması oldukça aşkınlaştırılan bir konu olan idari reform sorunu hakkında bir
Türk tarafından yapılmış ilk inceleme olmasına rağmen bu kişiye şimdiye kadar bir
defa dahi atıf yapılmamış olması ve yazıdan haberdar olunmaması konunun hangi
boyutlarda ele alındığını göstermesi bakımından anlamlı bir tutum olarak
değerlendirilmektedir.
Yazılış tarihlerine göre aşağıda sıralanmış bulunan, çeşitli alanlarda çeşitli
milletlerden kişiler tarafından hazırlanan raporlar kimi üç yüz sayfadan oluşan
hacimli çalışmalar; kimi on sayfadan oluşan kısa çalışmalar olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bu raporların bir kısmı tez konumuzun dışında amaca yönelik sektörel
rapor özelliği taşırken, kimisi yeni kurulacak bir kamu örgütü için mevzuat taslağı
kimisi de ülkede yetiştirilen asma kütüklerinin ıslahına dair önerileri içermektedir.
Bu konuda iki husus ortaya çıkmaktadır. Öncelikle ne konuda olursa olsun ülkenin
en stratejik sorunları konusunda bu derece ayrıntılı ve iddialı çalışmaların
yapılmasının amacı hususunda nasıl düşünülmesi gerektiği sorunu, bir diğer konu ise
193
bu raporlara şimdiye kadar dikkat çekilmemesi ve bu çalışmaların irdelenmemesi
sorunudur. Her biri ayrı bir inceleme konusu olan bu çalışmaların şimdiye kadar yok
sayılması veya irdelenmemesi dikkat çekmektedir. Bu durum en iyi niyetli yorumla
Türkiye’deki sosyal bilim gerçeğini yeniden düşünmeye bir çağrı özelliği taşımakta,
kendi yakın tarihimiz konusunda ne kadar bilgi sahibi olduğumuz gerçeğini ortaya
koymaktadır.
Bu çalışmaların bir kısmı Türkiye Cumhuriyeti Devletinin memuru olarak
çalışan yabancılar tarafından yapılırken bir kısmı ülkede danışman olarak bulunan
uzmanların yaptığı çalışmalar olarak ortaya çıkmaktadır. Çalışmaların içeriği kadar
uzmanların çok farklı ülkelerden olması dikkatlerden kaçmamaktadır. Bu
çalışmaların bir kısmı konumuzla doğrudan ilgili olmamakla birlikte aslında
Türkiye’de kamu örgütlerinin ve kamu iktisadi teşebbüslerinin geçirdiği evrimi
ortaya koyması ve kamu politikalarının hangi politik tercihler üzerinden yürüdüğünü
göstermesi bakımından ve daha da önemlisi idari reform çalışmalarının tarihi
bakımından oldukça ilginç veriler taşımakta ve tarihe tanıklık etmektedirler. Bu
raporlar çalışmamızın sınırlılıkları bağlamında irdelenememiş ve sadece isim, konu
ve yayım tarihleri bahsedilmek sureti ile kısa geçilmiştir. Bu raporları tarih sırasına
ve alanlarına göre şu şekilde sıralayabiliriz:
ALANLARINA GÖRE YAPILAN DÜZENLEME ÇALIŞMALARI
A- DEMİR ÇELİK FABRİKALARI HAKKINDAKİ RAPORLAR
- Dr. İng. Ottmar Aockerblom, Ereğli Kömür İşletmelerinin İşçi mevcudu ile
Teknik Kadrolar Üzerinde Yapılması Gereken Değişiklikler Hakkında Nihai Rapor,
1952.
- Granigg, Karabük Sanayi ve Çakırköy Kömürü Hakkında Rapor, 1935
194
- İnternational Construction Company, Karabük Demir Çelik Fabrikalarında
Yapılması Düşünülen Tadilat ve Tevsi İşleri Hakkında Rapor, 1946.
- Dr. Wallock, Karabük Kimya Sanayi Hakkında Rapor, 1948.
- Dr. İng. Ottmar Aockerblom, Ereğli Kömür İşletmelerinin İşçi mevcudu ile
Teknik Kadrolar Üzerinde Yapılması Gereken Değişiklikler Hakkında Nihai Rapor,
1952.
- İnternational Construction Company, Karabük Demir Çelik Fabrikaları
Haddahanesinin Islahı hakkında Müşavir Mühendis Raporu, 1949.
B- TEKSTİL ALANINDA YAPILAN RAPORLAR
- A. Mundorf, Feshane Çuha Fabrikası ve Faaliyeti Hakkında Rapor, 1935.
- M. V. Porten, Bakırköy Bez Fabrikası Hakkında Rapor, 1936.
- M. V. Porten, “Feshane ve Hereke Bez Fabrikaları Raporu”, 1936
- M. V. Porten, “Pamuk Piyasası Şeraiti Hakkında Rapor” 1937
- M. V. Porten, “Pamuk İpliği Fabrikalarında Vaki Tetkikata ait Rapor” 1937
- M. V. Porten, “2262 No’lu Sümerbank Kanununda Yapılması Gereken Tadilat
hakkında Rapor”1937
- M. V. Porten, “Kaput Bezi Maliyet Masrafları Hesabı Hakkında Rapor”, 1937
- M. V. Porten, “Milli Müdafaa-Sümerank Fabrikalarının Verecekleri Yünlü ve
pamuklu Mensucat Fiyatları Hakkında Rapor”, 1937
- M. V. Porten, “Kamgran Yün İpliği Hakkında Rapor”, 1938
- M. V. Porten, “Pamuk Piyasası İpliği ve Dokuma Durumları Hakkında Rapor”,
1939
- Hösli, Ereğli Bez Fabrikası Hakkında Rapor, 1940
195
- Dr. Klopfer, Sümerbank Memur ve Amelelerine Prim ve İkramiye Esasları
Hakkında Rapor, 1941.
- Raphael Cottier, Sümerbank Personel Sigorta Sandığı Statüsüne Müteallik Rapor,
1941.
- E. Buchmann, Malatya Bez Fabrikasının Reorganizasyonu Hakkında Rapor,
1946
C- PAŞABAHÇE FABRİKALARI HAKKINDA RAPORLAR
- M. V. Porten, “Paşabahçe Şişe ve Cam fabrikası Hakkında Rapor”, 1939
- Bernfuss, Paşabahçe İspirto Fabrikası İmalatının Rasyonelleştirilmesi Hakkında
Rapor, 1947.
- K. Mestenhauser, Tekel Genel Müdürlüğü, Paşabahçe Fabrikasının Şişe
Maliyetleri Hakkında Rapor, 1948.
D- TEKEL’İN RAZYONALİZASYONU HAKKINDA RAPORLAR
F. Baade, Tekel İdaresi Ambalaj İmal Vaziyeti Hakkında Rapor, 1946.
K. Mestenhauser, Tekel Genel Müdürlüğü Malt fabrikasının Tesis Edileceği Yer
Hakkında Rapor, 1948.
K. Mestenhauser, Tekel’in Umumi Durumu Hakkında Rapor, 1947.
K. Mestenhauser, Tekel Genel Müdürlüğü, Paşabahçe Fabrikasının Şişe Maliyetleri
Hakkında Rapor, 1948.
K. Mestenhauser, Tekel’in Mali Durumu Hakkında Rapor, 1949.
196
III.1- Demir Yollarının Rasyonalizasyonu Raporu
Rapor, 1928 yılında Alman Demir yollarından müdür Emelyos, Başmüşavir
Doerdot, Müşavir Z. Mayer atarafından yazılmış olup toplam 124 sayfadan
oluşmaktadır. Türkiye’de bu anlamda yapılan ilk çalışmalardan biri olan rapor
Ankara’da Nafia vekili Behiç Beye takdim edilmiştir. Çalışma, Türkiyede DDY ait
Münferit Hatların İşletme Netayici ve Netayici İktisadiyesi, Yol Tamiratı
Mütemadiye Hidematı, Hareket ve Münakalat Hidematı, İşletme Cer Hidematı ve
Umumi teşkilat ana başlıklarından oluşmaktadır.
Çalışma DDY ait ayrıntılı maliyet muhasebesini, yol uzunluklarını, yoların
mevcut kapasitesini kapasitelerini, çalışan personelin çalışma durumunu ayrıntılı bir
biçimde analiz etmektedir. Yapılan değerlendirmelerde Türkiye’de bulunan
DDY’nin I. Dünya savaşı ve Kurtuluş savaşı sonrası yıkılmasına ve harap olmasına
bağlı olarak kullanılamaz hale geldiğine işaret edilerek bu yolların ivedi olarak tamir
edilmesine dikkat çekilmektedir. Türkiye’de DDY’nın dik ve gayrı meskun
dağlardan geçtiğine değinilerek bunun neticesi olarak tesisat ve işletme masrafının
yükseldiği belirtilmektedir. Cihan harbinde ve Kurtuluş harbinde Yunanlılar
tarafından hasara uğramış hatların tamiratı için mevcut personelin yetersiz olduğuna
dikkat çekilerek bu durum karşısında Alman Demiryoluna ait tecrübeli personelden
istifade edilmesi gerektiği belirtilmiştir.
İlginç bir biçimde Demiryolunun geçtiği arazi hakkında toprağın mahiyeti
hakkında coğrafyanın özellikleri hakkında etraflı bir biçimde ayrıntılı bilgiler
verilerek hattın her noktadaki mevcut fotoğrafı çekilerek bir durum tespiti
yapılmıştır. (Sayfa 13). Örneğin Toros dağlarından geçen hattın “beyaz renkli kayıcı
197
bir toprak mıntıkadan geçmesi suretiyle kuvvetli yağmurlardan sonra bu toprağın
kayganlaşarak tehlikeli bir hale geldiği belirtilerek bu başta tünellerin ve hattın tüm
kısımlarını acil olarak tahkim edilmesi gerektiği öne sürülmektedir.
1. Hatların mevcut kapasitesi
2. Hasar tespit durumu
3. Hatlarda seyrüsefer yapan yolcu ve katar sayısı
4. Şubelerde çalışan personel sayısı
5. Mevcut atölyelerin durumu
6. Mevcut malzeme ve mağazaların (şubelerin) durumu
7. Tarife ve hasılat durumunun murakabesi
8. Kurumun muhasebe durumunun tetkiki
9. DDY Zat İşlerinin tetkiki
10. Limanların mevcut durumu
11. DDY’da çalışması gereken personelin yapacağı işlerin cetvelleri (Görev
tanımları)
Kurumda zat işlerinde fazla sayıda personelin istihdam edilmesine rağmen
arazideki personelin nicelik ve nitelik olarak yetersiz olduğuna işaret edilmekte ve
örneklerle durumun fotoğrafı çekilmeye çalışılmaktadır (s71).
Raporun 83 sayfasında Memurun ve Müstahdemin tenkisine dair başlığın
altında
“Evvelce zikredilen mebahisdeki tekliflerin kısmı azamında iktisadiyatın
tealisi için memurin ve müstahdemin tenkisi derpiş edilmiştir. Bir
cihetten lüzumsuz işlerin kaldırılması diğer cihetten lüzumlu işlerin daha
iktisatkarane bir surette icrası yani mevcut mesai kuvvetinden daha iyi
surette istifade suretiyle memurin ve müstahdemin mevcudunun tenkisi
mümkün olmalıdır”
198
denilerek personelin azaltılması önerilmektedir. Bu tedbirin şiddetli bir tedbir olduğu
ve uygulamasının zorluklarına dikkat çekilirken aynı durumun Almanya’daki
karşılaştığı güçlükler örnek verilmektedir.
Bu duruma bağlı olarak şu teklifler yapılmaktadır (s.81)
1. Vucudundan az istifade edildiği anlaşılan memurin ve amele, bila kaydü şart terhis
edilmelidir.
2. Vazife ve faaliyetleri hiçbir hususi tahsil ve tecrübeyi istilzam etmeyen memurin
ve işçiler aynı vechile terhis edilmelidir ki yüksek derecelerde kadro fazlası kalacak
memurin aşağı derecelerdeki boş kalacak kadrolara yerleştirilebilsin.
Bu suretle mesela lokomotif makinistleri, muvakkaten ateşçi olarak ve ateşçiler de
işçi veya silici olarak tavzif olunabilir ve buna mukabil silicilerde gayri muallim
işçiler terhis olunurlar.
3. Ledel’icap kadro harici kalacak demiryol memurlarının kabulü zamanında posta,
telgraf ve telefon ve gümrük müdüriyeti umumileri ile itilaf akdolunabilir.
4. Yeni inşaat deruhte eden firmalar, kadro fazlası kalacak memurin ve işçilerin bir
kısmını istihdam etmelidir.
III.2- Kamu İktisadi Teşebbüslerinin Tetkiki: Max Der Porten Raporları
Yukarıda sayılan çalışmalar ve isimler içerisinde en dikkat çekenlerden biri
Max Von Der PORTEN’dir. Türkiye’de bulunduğu süre içerisinde bir çok eser veren
Max Von Der PORTEN külliyat sayılabilecek miktarda eser vermiş olmasına rağmen
bu kişi ile ilgili bir tek çalışma mevcuttur. Sadece bu veri dahi Türkiye’de sosyal
bilimlerin içinde bulunduğu durumu göstermesi, yakın dönem tarih anlayışı ve
yazımı ile Türkiye’de bir şekilde bulunup karar alma süreçlerinde bulunan kişiler
hakkında acınacak bilgi fakirliğini göstermektedir.
199
Max Von Der PORTEN hakkında yazılan tek eser İlhan Tekeli ve Selim
İlkin’e ait olan “Dr. Max Von Der Porten’in Türkiye’deki Çalışmaları ve İktisadi
Devlet Teşekküllerinin Sisteminin Oluşumu” isimli çalışma olup bu eserin
yazılmasının öyküsü dahi bir başka çalışma konusunu oluşturmaktadır. Yazarlar
1960’lı yılların sonunda Türkiye’de planlama ve devletçiliğin gelişimi üzerine
çalışmalarını yürütürken dönemin bürokratları ile görüşüp ellerindeki belgelere ve
bilgilere ulaşmak istemişler ve bu amaçla başta Şevket Süreyye Aydemir, A. Şerif
Önay ve Kemal Süleyman Vaner gibi döneme damgasını vuran bürokratlarla
görüşmüşlerdir. 1947 Türkiye Kalkınma Planı’nın büyük ölçüde hazırlayıcısı olan
Kemal Süleyman Vaner döneme ait belgelerle birlikte Max Von Der Porten’e ait
dokümanları da Tekeli ve İlkin’e vermiştir. Böylece ilk defa Türkiye’de bulunmuş
yabancı bir uzman hakkında bir Türk tarafından risale boyutunda bir kitap ortaya
çıkmıştır9. Max Von Der Porten, Weimar Cumhuriyeti döneminde Brüning
hükümeti sırasında devletin sanayi yatırımlarının gerçekleştirilmesinde ve
yönetilmesinde önemli görevler almış uygulamadan gelen önemli bir uzman olarak
nitelendirilmektedir(Tekeli-İlkin, 1992:14). Ari ırktan olmadığı için Almanya’dan
uzaklaşmak zorunda kalan Porten Almanya’nın en büyük alüminyum fabrikasının
başında yönetici olarak bulunmuş ve iktisadi devlet teşebbüslerinin kurulması ve
yönetilmesi konusunda hayli birikime sahip biriydi. Neumark’ın değerlendirmesi ile
9 Döneme ilişkin olarak başta Hirsch, Widman ve Neumark’ın eserleri olmakla birlikte bunlar yabancıların Türkiye’ye dair gözlem ve saptmalarından oluşmaktadır. Tez çalışmasını yürütürken yapılan arama-tarama faaliyetlerine ve dönemin bürokratları ve siyasetçileri ile yapılan tüm görüşmelere rağmen yabancı uzmanlar konusunda ciddi herhangi bir veriye ulaşılamamıştır. Hatta bu kişilerin toplu eserlerine dahi ulaşılamamıştır. Bunların yanında bu kişilerin yazdığı eserler hakkında bir iki makale dışında herhangi bir veri bulunmamaktadır.
200
Porten, İngiliz Dışişleri ve Savunma bakanlıkları ile yakın temasları olan tuhaf
biridir.
İktisat Vekili Celal Bayar’ın beğenisini kazanan Porten, Bayar’ın başvekil
olmasından sonra onunla çalışmaya devam etmiştir. Ameli bilgileri ile Bayar’ın
yakın çalışma arkadaşlarından biri olan Porten, başta iktisadi devlet teşekkülleri
olmak üzere ‘umumi murakabe heyetinin’ (teftiş kurulu) kurulmasına kadar bir çok
alanda çalışmanın içinde bulunmuştur. 1934 Yılı sonunda Türkiye’ye gelen toplam
4.5-5 yıla yakın bir süre Türkiye’de kalmış olan Porten 1939 yılında ikinci dünya
savaşının başlaması ile birlikte ülkemizden ayrılarak ABD’ne gitmiştir. Türkiye’den
ayrılmasında Umumi Murakebe Heyetinin kurulması konusunda yaşanan hayal
kırıklığının etkisi olduğu öne sürülürken bunda Porten’in Celal Bayar’a yakın bir
müşavir olmasının ve başvekalete Dr Refik Saydam’ın getirilmesi ile Porten’in
görevlerine son verilmesinin etkisi olduğu görülmektedir.
Porten Türkiye’de bulunduğu süre içerisinde önce pratik konulardan
başlayarak iktisadi devlet teşekküllerinin kurulması ve gelişimi üzerine yazılar
yazmış daha sonra Türkiye’yi tanımasına ve Celal Bayar’la olan yakın çalışma
ilişkisine bağlı olarak genel iktisat politikaları üzerine yazmaya başlamıştır.
Türkiye’de bulunduğu süre içerisinde toplam yetmiş bir adet çalışması bulunan
yazarın bu çalışmalarından bir kısmına ulaşılabilmiştir. Porten’in çalışmaları yalnızca
iktisat politikaları veya iktisadi devlet teşekkülleri bağlamında değil aynı zamanda
idare örgütünün durumu hakkında da önemli veriler taşımakta, birçok betimlemeyi
ve saptamayı da bünyesinde barındırmaktadır. Yazılarında eleştirel bir bakış açısına
sahip olan Porten pratik yönü gelişmiş olması noktasında üretim teknikleri üzerinde
201
durmuş ve kamu işletmeciliğinin nasıl olması gerektiği sorusuna cevap bulmaya
çalışmıştır.
Porten henüz kuruluş aşamasında olan kamu iktisadi teşebbüslerinin piyasa
fiyatlarından daha pahalıya mal edildiğini ve iyi işletilmediğini öne sürerken bu
saptamasının cevabını Başvekil Celal Bayar’a verdiği 22 Mart 1939 tarihli “Devlet
ve Hususi Sanayi İşletmelerinin Kontrolü İrşası ve Islahı Hakkında” risalesinde
vermeye çalışmaktadır. Porten Türkiye’de kurulan sanayi tesislerinin başka
memleketlerde kurulan tesislerden iki kat fazla fiyata mal olduğunu ve bu durumun
nedeni olarak bu fabrikaların planlanması ve ihale süreci olduğunu öne sürmektedir.
Porten’in devletin sanayi tesisleri kurmasına ve korumacı iktisat politikalarına kerhen
taraftar olmakla birlikte son tahlilde bunun çıkar yol olamayacağını ve bu durumun
iç pazardaki fiyatların artmasına neden olacağını söyleyerek henüz kurulma
aşamasında iktisadi devlet teşebbüslerinin rekabet edebilmek için gümrüklerin
arkasından çıkmasını savunmaktadır. Bu analizin dönemin koşulları göz önüne
alındığında çok doğru bir politika olmayacağı açık olmakla birlikte Porten’in
özellikle bu işletmelerin idaresi, yetişmiş işgücünün noksanlığı bu işletmelerin
rasyonel biçimde idaresi gibi işletmecilik bilgisi gerektiren hususlarda bir kısım
doğru ve yerinde saptamalarda bulunduğu da aşikardır.
Porten de kendisinden önceki ve sonraki bir çok yabancı ve bir kısım yerli
uzman gibi Karabük Demir Çelik Fabrikasının yer seçiminin yanlış olduğunu ve
birinci sanayi planı doğrultusunda yürütülen sanayileşme politikasının rasyonel bir
işletmecilik bilgisinden yoksun olduğunu belirtmiştir.
Dr. Max Von Der Porten’in 22.3.1939 tarihinde kaleme aldığı ve en önemli
eserlerinden biri olan “Devlet ve Hususi İşletmelerin Kontrolü ve Islahı Hakkında
202
Rapor” toplam altı sayfadan oluşan çok kısa bir rapor olmasına rağmen yazarın en
kısa fakat en kapsamlı ve içerikli çalışmalarından biridir. Porten öncelikle mevcut
sanayi kurumlarının batıdaki örnekleri ile mukayese ederek bu kurumların inşa
aşamasından başlayarak hem daha pahalı hem de daha masraflı bir biçimde inşa
edildiğine işaret ederek yeni kurulacak fabrikalarla ilgili olarak yapılması ve
yapılmaması gereken eylemlere işaret etmektedir. Porten bu sorunu çözümü için
İktisat Vekaletinde sanayinin planlanmasına yol gösterecek bir sanayi şubesinin
açılmasını önermektedir. Bu şube hem devletin kurmak istediği sanayi kuruluşlarına
hem de teşviki sanayi kanunun getirdiği muafiyetlerden yararlanarak kurulacak özel
kesime de yol göstermede öncü bir rol üstlenecektir. İktisat Vekaletine bağlı sanayi
şubesinde fabrikaların talep ve maliyet fiyatı, nitelik bakımından rasyonel olarak
kurulmasını sağlayacak incelemeler yapılacağını ileri sürerek bu birimin önemine
işaret etmektedir.
Ülkenin çeşitli yerlerinde bulunan fabrikalara yapılan ziyaretlerde görülen
eksiklikler şu şekilde sıralanmıştır.
1. Batıdaki şeker fabrikaları ile mukayese edildiğinde ülkemizde inşa edilen
şeker fabrikaların iki misline mal edilmişlerdir.
2. Fabrikaların yer seçiminde ciddi hatalar yapılmıştır.(Paşabahce cam fabrikası,
diğer memleketlerdeki cam fabrikalarına nazaran iki misline mal olmuştur.)
3. Yeni yapılan fabrikaların tesisinde de aynı hatalar devam etmektedir.
4. İhale edilen makinelerden daha fazla kazanç sağlamak isteyen müteahhidler,
ülkenin ihtiyaçlarını dikkate almadan “cihazın maksadımıza ve istihsalimize
uygun olup olmadığına düşünmeden en iyi ve en pahalı cihazı teklif
ediyorlar” (s.2)
203
5. İhracat politikasının Almanya ve İngiltere’ye bağlı olması rekabet imkanını
ortadan kaldırarak bir bağımlılık yaratmaktadır.
Raporda Teşviki Sanayi kanunundan tam olarak istifade edebilmek için şu önerilerde
bulunulmaktadır(s.3)
1. Halkın ihitiyacı ve hükümetin tasavvuru bakımından kurulacak fabrikaların
milli iktisada göre yerinde olup olmadığına,
2. Fabrikanın planına göre imal edilecek metaın miktar, kalite, ve fiyatının
fabrika kurulduktan sonra muvafık olup olmayacağına,
3. Talep edilen fiyatın yüksek olup olmadığı, diğer şartların makul ve verilen
garantilerin kafi olup olmadıklarına,
4. Tesisatın teknik ve iktisadi bakımdan modern, kullanışlı ve şeraitinize uygun
olup olmadığına,
5. Fabrikanın mamulatı muhammen maliyetinin memleket şeraiti yani
hammadde işletme masrafları işçilik, gümrük, vergi, amortisman ve faiz
masrafları bakımından ne olacağına, şamil olmalıdır denilerek sanayinin
yukarıda sayılan tedbirlerle rasyonel bir inkişafının temin edilebileceği
belirtilmektedir.
Yeni sanayi inkişafı müddetince gümrükle daima himayeye muhtaç olduğu
belirtilerek “terbiyevi gümrüklerin” lüzumundan bahsedilmektedir Ayrıca bu sanayi
kurumlarının murakebesi için gerekli personelden bahsedilerek bu kişilerin temininin
ehemmiyetine dikkat çekilmektedir.
Sanayi kurumlarını tetkikinin şu başlıklar altında yapılması tavsiye edilmektedir(s.6).
1. İşletmenin emniyeti
2. Binanın, tesisatın, makine ve cihazın vaziyeti,
204
3. Hammadde, tali ve işletme malzeme istihlaki,
4. Elektrik, kazan, buhar ve gaz ve su tesisatlarının vaziyet ve sarfiyatı
5. İş teşkilatı, işçi, çavuş, ustabaşı ve mühendislerin faaliyeti,
6. Tesisatın tamir ve tecdidi,
7. İmalatın artması, standardizasyonu ve mamulat kalitesinin ıslahı,
8. Umumi masraflar, idare masrafları, amortismanlar ve faizler
9. Muhasebe tetkikatının yapılması
Rapor genel olarak Türkiye’de sanayinin mevcut durumunun fotoğrafını
çekmekte görülen eksikliklere işaret ederek sanayinin inkişafı için alınması gereken
tedbirleri sıralamaktadır.
10 Kasım 1937’de yazdığı “Devlet Sermayesiyle Kurulan Bankalara Bağlı
Müessesler Hakkında” isimli kısa çalışmasında Sümerbank ve Etibank örnekleri
üzerinden giderek
Max Von Porten hakkında bilgi sahibi olmak için Porten’in yazdıklarına
bakmak dahi yeterli olacaktır aşağıda Porten’in Türkiye’de bulunduğu süre içerisinde
verdiği eserler tarih sırasına göre dizilmiştir(Tekeli-İlkin, 1992:17). Söz konusu
çalışmaların bir çoğunun bulunmaması yakın dönem Türkiye ve kurum tarihleri
bakımından büyük bir kayıp oluştururken Porten’in ne kadar geniş bir alanda ve ne
kadar hızlı yazdığı listede çarpıcı bir biçimde gözükmektedir. Bir teorisyenden daha
çok uygulayıcı biri olan Porten Türkiye’nin yer altı ve yer üstü zenginliklerini bizzat
yerinde görerek incelemiş ve önemli saptamalarda bulunmuştur.
Porten’in çalışmaları Tekeli ve İlkin tarafından üç soru etrafında toplanarak
irdelenmektedir. Porten’in ülkemizde kaldığı süre içerisinde ilk olarak Türkiye’de
devletçiliğin karşılaştığı sorunlar üzerinde durduğu görülmektedir. Aslında burada
205
devletçilikten kastedilen devlet eliyle kurulan sanayi tesislerinin durumudur.
Devletçilik ilkesinin uygulamasının sonuçlarından biri olarak ortaya çıkan iktisadi
devlet teşebbüsleri Porten’in özel ilgi alanını oluşturmaktadır. Porten iktisadi devlet
teşebbüslerinin sorunların kaynağı olarak bu kuruluşların yer seçiminden başlayarak
aşama-aşama ilerlemekte, ihale sistemindeki sorunlara işaret etmekte, devlet
kesimine uygulanan korumacılık anlayışının yanlış anlaşıldığını ve maliyet
masraflarının görmezden gelindiğini belirterek bu kuruluşlarda üretilen malların dış
piyasalarda üretilenlerden daha pahalıya mal olduğunu ve bunu sonuçta hayat
pahalılığına neden olduğunu öne sürmektedir. Konu ile ilgili değerlendirmesinde
Porten
“...yüksek gümrük himayesiyle ecnebi işletmelerinden %50 veya % 100
nispetinde daha pahalıya mal edilmesine karşın para kazanılacağına
güvenilerek yeni kurulan fabrikaların maliyet masraflarına ehemmiyet
vermemeye nihayet verilmelidir”
demekte ve terbiyevi gümrük uygulamalarının bir memleketin sanayi
çocukluk devresini geçirinceye, işçi ve mühendisleri talim edilinceye kadar himaye
edilmelidir diyerek Türkiye’deki sanayi uygulamalarının artık emekleme devresini
tamamladığını ve gümrük duvarlarının arkasından çıkması gerektiğini söylemektedir.
1938 yılında dile getirilen bu saptamanın doğruluğu tartışmaya açık bir sorun alanı
olup Porten’in rekabet konusunu abarttığı ve henüz kurulma aşamasında olan Türk
sanayinin gelişmiş ülke sanayileri ile girişeceği rekabetten yenik çıkacağını
görememekte ve aşırı iyimser düşünmektedir.
Devletçilik uygulamalarının veya iktisadi devlet teşebbüslerinin karşılaştığı
sorunların bir diğerinin bu kuruluşların etkili bir muhasebe ve denetim sistemine
sahip olamamasını göstermekte ve konu ile ilgili yazdığı “Sermayesi Eshama
206
Münkasım Limited, Komandit ve Sermayesi Devlette Bulunan Sosyetelerin
Kontrolü” isimli çalışmasında ister özel ister devlet olsun sanayinin geliştirilmesi
için birinci koşulun ciddi bir muhasebe isiteminin kurulmasına bağlı olduğunu
belirtmekte ve İktisat Vekaletine bağlı bir teftiş ve murakebe biriminin kurulmasını
önererek bu birimle ilgili bir nizamname ve talimatname hazırlamıştır. Porten
karşılaşılan bir diğer sorunun sanayi kuruluşlarında çalışan personelin nitelik
bakımında çok zayıf olduğunu belirterek bu eksikliği Hereke, Feshane, Bakırköy ve
Paşabahçe fabrikalarında yaptığı incelemeler sonrasında yazdığı ve Sümerbank
umum müdürüne verdiği raporunda dile getirmektedir
“...gerek Feshane, gerek Hereke ve gerekse Bakırköy’de hastalık daima
derindir. Muallem işçi ve ustalara malik değiliz. Mevcutlar aşağı yukarı
işi öğrenmiş kimseler ve iplikçilik, dokumacılık ve finişçilik öğrenmiş
kimseler değillerdir.”
Sorunun çözümü olarak ise politeknik okullarının açılmasını değil fabrikalarda
açılacak kurslarla kısa sürelerde işçilerin yetiştirilmesinin önermektedir. Porten
işçilerin veriminin artırılmasını sadece eğitimde görmemekte fabrika içi iş
ilişkilerinde bu amaçla düzenlenmesini tavsiye ederek işçilerden maksimum faydanın
elde edilmesi için parça başına üretime geçilmesini önermektedir.
Porten’in çalışmalarını ilginç kılan ve diğer uzmanlardan ayıran yön,
Porten’in üretim tekniklerini iyi bilen işletmecilik deneyimine sahip teorisyen
yönünden daha çok “ameli” yönü gelişmiş bir kişi olarak Türkiye’de bulunduğu süre
içerisinde sanayi kuruluşlarını bizzat yerinde görüp inceleyerek ayrı-ayrı çözümler
teklif etmiş samimi bir yaklaşım sergilemiştir. Porten Türkiye’de bulunduğu süre
içerisinde kamu iktisadi teşebbüsleri neden pahalıya mal oluyor ve bu kuruluşlar
207
neden pahalıya üretiyor soruları etrafında çalışmış ve konu ile ilgili bir çok yazı ve
rapor kaleme almıştır.
Porten’in çalışmaları belki daha çok iktisat tarihçilerini ilgilendirmekle
birlikte ayrıca Türkiye’de devletçilik uygulamalarının gelişimi, iktisadi kalkınma
arayışları, devlet eliyle kurulan sanayi kuruluşlarının ortaya çıkması ile rasyonel bir
işleyişe kavuşturulması ve son olarak bu kurum ve kuruluşların kuruluşu, gelişimi ve
karşılaştığı sorunlar bağlamında da önemli verileri taşımakta ve merkezi ve kurumsal
düzeyde Türkiye’nin idari reform tarihine mühim katkılar sağlamakta ve geçikmiş
bir irdelemeye konu olmaktadır.
Porte’in çalışmlarını 1945 sonrası ülkemize gelen diğer yabancı uzmanlardan
ayıran temel özellik Porten’in Türkiye’de uzun sürekalması ve sorunları bizzat
yerinde görerek öneriler getirmesidir. Porten ve onunla aynı kaderi paylaşan
uzmanların başta iyi yetişmiş uzmanlar oldukları kesin olup birlikte bulundukları
süre içerisinde Türkiye’yi tanımak için gayret sarfetmiş ve ülkenin koşularına uygun
çözüm önerileri getirmeye gayret etmişlerdir. Bu uzmanlar tarafından dile getirilen
önerilerin uygulamaya geçirilmesi dönemin yöneticilerin ikna olmasına bağlı iken
1945 sonrası dönemde gelen uzmanların kısa sürelerle ülkemize geldiği, bağlı
bulundukları uluslar arası kuruluşların reçetelerini çözüm olarak sundukları ve bu
çözüm paketlerinin standart paketler olarak ilgili ülke gerçekleri ile örtüşmediği ve
bu önerilerin uygulamaya geçirilmesinin yöneticilerin ikna edilmesinden ziyade
uluslar arası kaynakların harekete geçirilmesine bağlı olduğu görülmektedir(Tekeli-
İlkin, 1992:58). Porten ve 1930’lı yılların sonunda Türkiye’ye gelen Alman
uzmanların en azından bir kısmının Alman ulusalcı korumacı iktisat anlayışından
208
gelmeleri Türkiye için bir kazanç sayılırken gelişmekte olan bir ülke olan
Türkiye’ninde bu uzmanlar için ayrı bir laboratuvar olduğu kesindir.
Porten’in çalışmalarına iktisadi devlet teşebbüslerinin rasyonel bir işleyişe
kavuşturulması ve özelleştirme uygulamaları tartışmalarının yoğun olarak yapıldığı
günümüzde daha açıklayıcı çalışmalar olduğu görülmektedir. Özelleştirme
savunucularının Porten’in çalışmalarından haberdar olmadıkları görülürken bu
çalışmaların ne kadar kapsamlı ve değerli çalışmalar olduğu yeniden ortaya
çıkmaktadır. Porten’in son tahlilde liberal bir dünya görüşüne ve liberal bir tercihe
sahip olmakla birlikte Türkiye’yi anlamak ve tanımak bağlamında ciddi emekler
verdiği ve kamu iktisadi teşebbüslerinin daha verimli ve üretken olmaları bağlamında
karşılaştığı sorunlara dikkat çekerek yerli çözümler öne sürmektedir. Bir anlamda
Porten’in öyküsü Türkiye’de planlamanın, devlet eliyle sanayileşmenin ve devletçilik
uygulamasının kısa bir tarihi mahiyetindedir.
1930’larda Dünya ekonomik krizinden çıkmanın yolu olarak devletçilik,
planlama ve iktisadi devlet teşekküllerin kurulması benimsenirken 1980’li yıllarda
ise krizden çıkmak için özelleştirme politikaları, piyasa mekanizması ve özel
girişimcilik tercihi benimsenmiştir(Tekeli-İlkin, 1992:59). Bir anlamda ekonomi
politik sarkacının bir uçtan diğer uca gitmiş olduğu ve politik tercihlere bağlı olarak
araçların da değiştiği ve farklılaştığı görülmektedir. Portenin diğer eserleri tarih
sırasına göre aşağıdaki gibidir:
1935 YILI
1- 24.01.1935 “Zirai Borçların Tayinine Müteallik Kanun Layihası Hakkında
Mülehazat”
2- 14.02.1935 “Türkiye Kooperatiflerinin Müstakbel Vazifeleri”
209
3- 8.05.1935 “Toprak Kanunu Hakkında Rapor”
4- Haziran 1935 “ Vilayet İdare Talimatnameleri hakkında Rapor”
5- Haziran 1935 “ Memur Kooperatifinin Vaziyeti e Reorganizasyonu Hakkında
Rapor”
6- 18.10.1935 “Konjonktür Servisi Hakkında Rapor”
7- 5.11.1935 “ Yeminli Muhasipler Hakkında Kanun Layihası”
1936 YILI
8- 10.02.1936 “Yüksek Deniz Ticaret Mektebinde Bugün ve Gelecekte Yapılması
Lazım Gelen İşler Hakkında Rapor”
9- 21.05.1936“Türkiye’de Mahdut ve Kontrol Altında Kredi Tesisi Hakkında Rapor”
10- 10.27.1936 “Bakırköy Bez Fabrikası Hakkında Rapor”
11- 22.12.1936 “Feshane ve Hereke Bez Fabrikaları Raporu”
1937 YILI
1- 20.01.1937 “Harp Vukuunda İktisadi Seferberlik”
2- 02.03.1937 “İthalat ve İhracat Meseleleri Hakkında Rapor”
3- 09.03.1937 “Şantiye Tesisi hakkında Rapor”
4- 12.03.1937 “Denizyolları İdaresinin 1936 Yılı Bilançosu Hakkında Rapor”
5- 14.04.1937 “Denizyolları İşletmesi Hakkında Rapor”
6- 03.05.1937 “Pamuk Piyasası Şeraiti Hakkında Rapor”
7- 03.06.1937 “Pamuk İpliği Fabrikalarında Vaki Tetkikata ait Rapor”
8- 09.06.1937 “Alman Devletine ait İktisadi Antrprizlerin teşkilatı Hakkında Rapor”
9- 09.06.1937 “2262 No’lu Sümerbank Kanununda Yapılması Gereken Tadilat
hakkında Rapor”
10- 09.06.1937 “Kaput Bezi Maliyet Masrafları Hesabı Hakkında Rapor”
210
11- 26.06.1937 “Milli Müdafaa-Sümerank Fabrikalarının Verecekleri Yünlü ve
pamuklu Mensucat Fiyatları Hakkında Rapor”
12- 04.10.1937 “Filoda Kalacak gemilerin Tamir Masrafı Hakkında Rapor”
13- 12.10.1937 “Pamuk Fiyatı Hakkında Makama Mektup”
14- 15.10.1937 “İstanbul Mezbahası Tetkik Neticeleri”
15- 22.10.1937 “Hayat Pahalılığı Hakkında Rapor”
16- 10.11.1937 “Devlet Sanayi ile Teşkil Edilen Bankalara Bağlı Müesseseler
Hakkında siyasi Müsteşar Ali Rıza Bey’e Verilen Rapor”
17- 13.12.1937 “Mütemadiyen Yükselen Altın Fiyatlarına Karşı tedbirler”
18- 20.12.1937 “Devletin İktisadi Mahiyetteki Teşebbüslerine Dair Kanun Layihası
Hakkında Mütalaalar”
1938 YILI
1- 14.01.1938 “Zonguldak’tan İstanbul’a Kömür Nakliye Ücretlerindeki Tereffu
Sebepleri ve Bu Hususta Alınması Lazım Gelen Tedbirler Hakkında Rapor”
2- 17.01.1938 “İktisadi Devlet Teşekküllerinin Teşkilatı ile İdare ve Murakabaları
Hakkkında Kanun Layihası Tadil Teklifleri”
3- 18.01.1938 “Şakir Zümre Soba Fabrikası Hakkında Rapor”
4- 12.04.1938 “Çimento Sanayinin Tesisat Kıymetleri Hakkında Rapor”
5-20.05.1938 “Omnium Bomonti Fabrikalarında Asit karbonik Fiyatları Hakkında
Rapor”
6- 04.06.1938 “Kamgran Yün İpliği Hakkında Rapor”
7- 17.06.1938 “Umumi Kontrol Heyeti Hakkında Not”
8- Haziran 1938 “Türkiye Milli İktisadiyatının Rasyonel Teessüs ve İnkişafı
Hakkında Teklifler”
211
9- 06.07.1938 “28.06.1938 Tarihinde Zonguldak Kömür Havzası Tetkik Raporu”
10- Temmuz 1938 “Çimento Azami satış Fiyatlarının Tespiti Maksadıyla Çimento
Fabrikalrında Yapılan Tetkik Raporu”
11- 30.09.1938 “Harp Vukuunda Gıda Tedbirleri”
12- 4.10.1938 “Umumi Murakabe Heyetinin ve Bürosunun Terekküp ve Faaliyeti
Hakkında Teklifler”
13- 13.10.1938 “Pamuklu Sanayinin Bugünkü Durumu Hakkında Rapor”
14- 01.11.1938 “İhracat ve İthalat Dolayısıyla Döviz ve Para Vaziyetimiz”
1939 YILI
1- 02.01.1939 “İş Bankasının Bir Sanayi Şubesi Tesisi Hakkında”
2- 11.01.1939 “Türkiye Ekonomisinin Son yıllarda İnkişafına Dair Rapor”
3- 24.01.1939 “Denizbank Bütçesine Konan Masarifin Zaruri Olup Olmadığı
Hakkında Rapor”
4- 07.02.1939 “Çimento Satış Fiyatları Hakkında Rapor”
5- 15.02.1939 “Sigorta Primleri Hakkında Rapor”
6- 27.02.1939 “Pamuk Piyasası İpliği ve Dokuma Durumları Hakkında Rapor”
7- 08.03.1939 “Paşabahçe Şişe ve Cam fabrikası Hakkında Rapor”
8- 22.03.1939 “ Devlet ve Hususi Sınai İşletmelerinin Kontrolü, İrsadı ve Islahı
Hakkında Rapor”
TARİHİ BELİRSİZ YAZILAR
1- İzmit Kağıt Fabrikası Hakkında Rapor
2- Van Gölü İşletmesine Mahsus İki Yolcu Gemisinin İnşaatıan Müteallik Rapor”
3- İzmir Limanı Hakkında Rapor
4- İstinye Dok Şirketi Kıymet Takdiri
212
5- Semayesi Eshama Munkasım Limited Komantid ve Sermayesi Devlette Bulunan
Sosyetelerin Kontrolü
6- Afyon Hakkında Notlar
7- Murakabe Heyeti Nizamnamesi Projesi
8- Murakabe Heyeti Talimatnamesi
9- Teftiş Heyeti Resiliği Talimatnamesi
10- Etibank Tarafından Kurulacak Kömür Şirketinin Bialnço Numunesi
11- Banka ve Sınai AG Kontrolü Meselesi Hakkında Mülahazat
I.6.4- Karayollarının Durumu: Hilts Raporu, 1948
Türkiye’nin kapitalist sisteme eklemlenmesi bağlamında ulaşım sisteminin
yaşamsal önemi bulunmaktaydı. Bu bağlamda ülkemizdeki ilk kapsamlı çalışma
Amerika Birleşik Devletleri Federal Karayolları Örgütünün yaptığı çalışma olmuştur.
1948 yılında ABD Federal Karayolları Örgütünün Genel Müdür Yardımcısı Hilts’in
başkanlığında bir heyetin ülkemize yaptığı ziyaretle başlamıştır. Heyet Türkiye’de
bulunduğu süre içerisinde bir çok bölgeye ziyarette bulunmuş ve Türkiye’nin yol
durumu hakkında incelemelerde bulunarak ziyaretin sonunda Şubat 1948 tarihinde
“Türkiye’nin Yol Durumu” isimli bir rapor hazırlayarak Bayındırlık Bakanı Kasım
Gülek’e sunmuştur. Rapor toplam on yedi bölüm ve eklerinden oluşurken raporun
içeriğinde esas olarak ülkenin yol ihtiyacı ve karayolu ulaşımının örgütlenmesi gibi
konular üzerinde durulmuştur. Rapor Türkiye’nin Marshall Planına alındığı 1948 yılı
içersinde yapılan yardım anlaşması neticesinde hazırlanmış ve Bayındırlık
bakanlığına sunulmuştur. Raporun orjinali daktilo ile yazılarak teksir halinde
çoğaltılmış olup ekler dahil toplam yüz altı (rapor doksan iki ekler on dört sayfadır)
sayfadan oluşmuştur. Rapor kısa bir süre sonra matbada da basılarak kitap haline
213
getirilmiştir. Türkiye’nin Yol Durumu isimli raporu ilginç kılan önemli taraflarından
biri ekler kısmının teksir halindeki raporla, matbaa basımı farklı olmasıdır.
Orijinal metin kabul edeceğimiz ilk nüshanın ekleri toplam 14 ekten oluşurken, Türk
Hükümeti tarafından yapılan baskıda yedi ek bulunmaktadır. İkinci Nüshada yer
almayan ekler sırasıyla şu başlıklardan oluşmaktadır:
D. Türkiye’de Yol Nakliyatı, 1946
E. Türkiye’nin Nüfus Haritası, 1945
F. Türkiye’de Buğday İstihsali, 1945
G. Türkiye’de Arpa İstihsali, 1945
H. Devlet Gelirleri, 1936- 1946
L. Türkiye’nin İç ve Dış Borçları, 1937-1947
M. Türkiye’de Para ve Sermaye, 1933-1947
Türkiye’nin yol durumunu inceleyen raporda Türkiye’nin nüfus haritası,
buğday, arpa üretimi, iç ve dış borçları ile devlet gelirlerinin ne alakasının olduğunu
sormak gerekmektedir ve maalesef bu soru sorulmamıştır. İkinci soru olarak teksir
halindeki metinde bu ekler var iken Türk hükümeti tarafından basılan metinde bu
başlıklar neden çıkarılma ihtiyacı duyulmuştur. Her iki raporda da yer alan bir diğer
ilginç nokta ABD haritası üzerine işlenen Türkiye haritasıdır ki bunu anlamak daha
da güçtür. Ekler kısmında B maddesinde “Aynı mikyasta Amerikan haritası üzerine
tatbik edilmiş Türkiye haritası” isimli başlıkta ABD haritası içerisine sınırları
flulaştırılmış ve hangi ölçekten alınmış olduğu belli olmayan bir Türkiye haritası
yerleştirmekle ne anlatılmak istenmiştir?. Maalesef bu sorulara net cevap vermek
mümkün olmamakla birlikte bir takım akıl yürütmelerde bulunulabilir ki bu da
spekülatif bir yorum olacaktır. Ancak en iyimser yaklaşımla dahi ABD heyetinin asıl
amacının sadece Türkiye’nin yol durumunun incelenmesinin olmadığı açıktır.
214
Raporun eklerinde yer alan Türkiye’de Buğday İstihsali başlığı altında şu ifadeler yer
almaktadır;
“...zirai iktisatçılar tarafından tahmin edildiğine göre harman
ambarlama ve satış zamanında yol bulunmaması dolayısıyla buğday
mahsulü en aşağı %10 ziyan olmaktadır. Bundan daha mühimi şayet
nakil imkanları bulunan buğday istihsalinin pek az bir gayretle %75
artırılacağı keyfiyetidir. Adı geçen zirai iktisatçılara göre yeter
derecede her mevsimde geçit veren yol inşa edilmedikçe mevcut
istihsal daha fazla artırılamaz”
Benzer yorumlar Arpa üretimi için de tekrarlanırken ABD’li uzmanların yol
planlama ile tam olarak neyi kast ettikleri satır aralarında ve niyetlerinde açık
biçimde ortaya çıkmaktadır. Amaçlarının, dünyanın önemli tahıl ambarlarından biri
olarak gördükleri Anadolu coğrafyasını karayolları ağı ile örerek hammadde ihracını
kolaylaştırmak ve Anadolu’da üretilen ürünleri daha kolay uluslar arası pazarlara
nakletmek olduğunu öne sürerlerken rapor içinde söylenmemekle birlikte yeni yol
siyasetinin temel hedeflerinden biri Amerikan otomotiv sanayinin Türkiye pazarına
girmesini sağlamak ve imal ettikleri arabaları Türkiye pazarına satmaktır.
Raporun amacı giriş bölümünde şu biçimde ifade edilmiştir:
“...yollar ve üzerinde hareket eden taşıtlar, karayolu nakliyatının
maddi unsurlarıdır. İyi planlanmış ve tekemmül ettirilmiş bir
nakliye sistemi, herhangi bir nakliye sistemi, herhangi bir
memleketin refah ve ilerlemesi için lüzumlu bir ihtiyaçtır. Halkın ve
istihsal ettikleri ürünlerin serbest hareketinin çoğalması doğrudan
doğruya genişleyen ve faydalı olan bir ekonominin fonksiyonudur.
Yiyecek maddeleri üretimi ve dağıtımı öğretim fırsatları ve
endüstriyel teşebbüsler potansiyel hizmetlerin inkişafı ve hatta milli
215
istiklal ve emniyet doğrudan doğruya iyi bir halde bulunan yolların
mevcudiyetinin tesiri altındadır.”
Raporun giriş kısmında karayolu sisteminin sağlayacağı faydalar kısaca anlatıldıktan
sonra Türkiye için önerilen karayolu ağı konusunda şu iafedeler yer almaktadır:
“...bu hakikatler Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri
Hükümetleri tarafından kabul edilmiştir. Karşılıklı işbirliği ile uzun
vadeli bir yol ıslah programının ve yeter bir Türk Devlet Yolları
sisteminin işlemesi için lüzumlu idarenin tesisi kararlaştırılmıştır. Bu
kararın tatbiki, teşkilat ve fonksiyonlarının tetkikini, plan, inşa ve
bakım standartalarının tespitini ve yeter bir Türk yol sisteminin
muntazam surette işlemesini temin edecek devamlı gelir ve menba
miktarlarının tesisini gerektirir.”
Raporda Bayındırlık Bakanlığına bağlı bir “Yollar Genel Müdürlüğü”nün
kurulması önerilmekte ve bu genel müdürlüğe bağlı olarak kurulacak on bölge
müdürlüğünün ve bu bölge müdürlüklerine bağlı illerin isimleri ayrıntılı biçimde
sayılmaktadır. Ayrıca kurulacak bu genel müdürlükte kaç tane genel müdür
yardımcılığı tesis edileceği ve bu yardımcıların hangi işlerden ve birimlerden
sorumlu olacağı bu kişilerin nitelikleri açık biçimde tarif edilmiştir.
Raporda Türkiye izlenen demir yolu yapımının amacına ulaştığı ve artık demir
yolu yapılmaması önerilmekte ve Van’a kadar ulaştırılacak demir yolu ile bu işin
sonlandırılması gerektiği belirtilmektedir. Raporda ayrıca teknik personelin
yetiştirilmesi maksadıyla ABD eğitime gönderilmesi gerektiği, bir karayolları fonu
kurulması, ticari araçlardan tescil, kilometre vergisi alınması, şoför yetersizliği
sorununu çözmek için ordu kuvvetlerinden faydalanılması gerektiği, yollar fonuna
ayrılan paraların başka amaçlarla kullanılmaması için yasla düzenleme yapılması
gerektiği kayıt altına alınmıştır. Raporda çok ayrıntılı biçimde yol ve köprü
standartları ile şehir içi ve şehirler arsı yolların genişliğinin ne kadar olacağı, hangi
216
köprülerin nerede ve hangi genişlikte, satın alınacak arabaların tekerlek çapları ve
dingil genişliğinin ne kadar olacağına varıncaya değin ayrıntılı biçimde
karayollarının her aşaması planlamıştır. Bu bağlamda yapılacak yolların hangi
merkezlere bağlanacağı hangi limanlarla ve demiryolu ağı ile entegre hale
getireliceği ayrıntılı biçimde planlanmıştır. Rapor dikkatli biçimde incelendiğinde
ABD’nin ileri bir tarihte Anadolu coğrafyasında yapacağı askeri veya ticari bir eylem
planının yol haritasını oluşturduğu hissini vermektedir. Bu bağlamda raporun “askeri
Malzeme” ismini taşıyan bölümünde şu ifadeler yer almaktadır(Hilts Raporu,
1948:51)
“...karadaki bütün harp sahalarında yol nakliyatının büyük mikyasta,
yeni yollar, yeni köprüler ve mevcut yolların esaslı surette ıslahı ile
mümkün olduğu görülür. Fazla iktidarda asker ve malzemenin tek
demir yolu ile büyük harp birliklerine ulaştırılması bu gibi nakliyeyi
bertaraf edecek kadar hava kuvvetine sahip bir ordu tarafından
müsaade edilemez. Karada yapılacak harpler teşebbüs kabiliyeti
yüksek ve her bakımdan beslenmesi mümkün küçük birliklere ihtiyaç
gösterecektir. Karada malzeme tedariki yollarının talebe cevap
verecek şekilde elastiki olması icap edecektir. Bu ise yüksek
standartlı az yoldan ziyade aynı istikamette kullanabilecek muhtelif
yollara ihtiyaç gösterecektir”
Hilts raporundan kısa bir süre sonra 11 Şubat 1950 tarihinde kabul edilen 5539
sayılı yasa ile Bayındırlık Bakanlığına bağlı “Şose ve Köprüler Reisliği” Karayolları
Genel Müdürlüğüne dönüştürülmüş ve Marshall Planından sağlanan yol makineleri
ve paralarla yol yapımına büyük bir hız verilmiştir. Marshall Planı çerçevesinde ilk
yapımına başlanan yolların başında askeri amaçlı İskenderun-Erzurum yolu
olmuştur. ABD’nin Irak’ı işgal planı doğrultusunda Türkiye’ye ilk askeri İskenderun
217
limanına çıkarması ve Hilts raporunda belirlenen güzergah üzerinden personelin ve
teçhizatın nakledilmesi ilginç bir tesadüf oluşturmaktadır.
Hilts raporunun uygulamaya aktarılmasına bağlı olarak asfalt kaplama,
stabilize yollar, köprüler ve tünellerin sayısında büyük artış gözlenirken yolların
artışına bağlı olarak yollarda seyir eden araç sayısında da büyük artış olmuştur.
Doğal olarak bu araçların hemen tamamı ABD alınan kamyonlardan oluşmaktaydı.
Yollar ağının sağladığı iktisadi yayılma, ticaret burjuvazisinin hızla gelişmesine ve
yabancı menşeli ithal mallarının yurdun en ücra köşesine ulaşmasına olanak
sağlarken özellikle kamyonun ülkeye girişi ile köylerdeki bakkal sayısında büyük
artış olmuş ve bu bakkallarda satılan mallar arasında her çeşit temizleme tozları,
gazozlar, margarin, makarna, gripin, aspirin gibi ilaçlar ve her türlü ihtiyaç maddeleri
miktarında büyük artış dikkat çekmeye başlamıştır(Tütengil, 1960:125).
Yol ağının gelişmesine bağlı olarak bu türden iktisadi ve sosyal değişme hız
kazanırken, Türkiye çok uluslu otomotiv şirketlerinin en büyük pazarlarından biri
olmaya doğru hızla yol almaya başlamıştır. Genç Cumhuriyetin demir yolu siyaseti
tamamen terk edilerek karayolları demir yollarına kesin üstünlük sağlamıştır.
Hilts raporunun hazırlanmasından sonra hazırlanan eylem planı yapılması düşünülen
yollar ve gerekçeleri şu şekilde sıralanmıştır
I. İstanbul Beypazarı-Ankara
II. Anakara-Aksaray-Tarsus
III. Mesin-Toprakkale
IV. Ankara-Eskişehir-İzmir
V. Geyve-Balıkesir- Afyon-Antalya
VI. Bandırma-Manisa
VII. İzmir-Aydın-Dinar
VIII. Kalaycıdağ-Bolu-Ankara
218
IX. Yeniçağ-Zonguldak
X. Afyon-Ulukışla
XI. Konya-Kulu
XII. Ankara-Yozgat-Erzincan
XIII. Çerikli-Çorum-Samsun
XIV: Sivas-Kayseri-Kemerhisar
XV. Elazığ-Bingöl-Muş
XVI. İskenderun-Bahçe- Gaziantep-Urfa -Diyarbakır
Görüldüğü üzere yapılması planlanan yol ağı ile Türkiye’nin önemli
merkezlerini limanlara bağlayan stratejik bir harita çizilmiştir. Türkiye karayolları
haritasına bakıldığında mevcut yol güzergahlarının 1948 eylem planına birebir bağlı
kaldığı ve öngörülen hedefler doğrultusunda peyder pey inşa edildiği görülmektedir.
Yapılan hesaplamanın başta askeri amaçlar olmak üzere iç ve dış ticaretin
geliştirilmesi ve kültürel maksatları da cevaplamaya dönük olduğu ileri
sürülmektedir(Tütengil, 1960:36)
Cumhuriyetin başlangıç yıllarında üzerinde en çok durulan konulardan biri
demiryolları ağının yurdu sarması ve izlenecek yol siyaseti olmuştur. Bu bağlamda
İnönü’ün demiryolunun Sivas’a ulaşması törenlerinde dile getirdiği nutuk günün
atmosferini ve bakış açısını göstermesi bakımından çok manidar bir söylevdi.
Demiryolu siyaseti ile ilk defa Anadolu coğrafyasında bir iktisadi bütünlük
sağlanmak istenmiş “bir karış fazla şimendifer” politikası hayata geçirilmeye
çalışılmıştır. Milli vahdet, milli mevcudiyet ve milli istiklal meselesi olarak ele
alınan demiryolu siyaseti istihsal membaları ile istihlak merkezleri arasında iktisadi
bir muvazeneyi temin edeceği demiryolunun geçtiği yerlerin içtimai hayat üzerinde
ilerleme sağlayacağı beyan edilmekteydi. Milli emniyet, iktisadi ve ictimai bir vasıta
olarak düşünülen demiryolları, Türkiye’nin iktisadi inkişafı, iktisadi seviyesi, ve zirai
219
tutumu noktasından lazım olduğu kadar, vatanın cehalet yuvalarına ilim, irfan ve
medeniyet nurunu akıtmak huzur, milli vahdet ve milli emniyet noktai nazarından
elzem sayılıyordu. Demiryolu ağının Doğu Anadolu’ya kaydırılması ile bu bölgenin
imar ve dolayısıyla bölgede sürüp giden asayişsizliğin son bulması şeklinde
açıklanıyordu. İşte sayılan tüm bu amaçlar ve hedefler 1948 Hilts raporu ile son
bulmuş ve Türkiye’nin yol siyaseti yeni baştan belirlenerek demiryolu yapımına
öncelik yerine karayolu tercihi daha öne çıkmıştır.
IV- Yabancı Uzman Raporları ve Ulaşılan Sonuçlar
1933 yılında Dorr Raporu ile başlayan yabancı uzmana başvurma uygulaması
aslında Türk kamu bürokrasisinin yabancı olmadığı bir yöntemdir. Osmanlı
imparatorluğunun son dönemi ile birlikte Avrupa’nın hemen her ülkesinden çeşitli
alanlarda uzmanlar gelmiş ve politika belirleme sürecinden farklı seviyelere
danışmanlık yapmışlardır. Bu döneme ilişkin olarak özetle de olsa değinilmesi
gereken bir konu bazı elçiliklerin Osmanlı Devletinin politikaları üzerine derin
etkileri olduğudur. İmparatorluğun son dönemine damgasını vuran, modernleşme ve
yenileşme hareketinin öncüleri olarak gösterilen Mustafa Reşit Paşa, Fuat Paşa ve
Ali Paşa ile ilgili tartışmalar devam ederken bu paşaların sefaretlerle kurdukları
ilişkiler daima eleştiri konusu olmuştur(Akarlı, 1978: xv). 1838 Tanzimat’ın ilan
edilmesi ile başlayan süreç içerisinde bürokratların ve bürokrat kökenli devlet
adamlarının hakimiyetinin ve siyaset sahnesinde yer aldıkları bir dönem olmuştur.
Avcıoğlu, “Tazimat aydını, Tanzimat batılılaşması” olarak nitelendirdiği ve
sert biçimde eleştirdiği bu dönemde bir kısım bürokratların ve siyasetçilerin
yükselmek için “sefaretlere kapılanma” anlayışının egemen olduğunu belirtmektedir.
Sefaretlerin politika belirleme merkezi olduğu bu dönemde örnekleri çoğaltmak
mümkün olmakla birlikte son döneme damgasını vurmuş bazı bürokrat ve siyasetçi
220
“ünlü” isimlerin mesela Mustafa Reşit Paşanın İngiltere, Ali ve Fuat Paşaların
Fransa, Mahmut Nedim Paşanın Rusya, Damat Ferit Paşanın Almanya elçilikleri ile
kurdukları samimi ilişkiler(Avcıoğlu, 1969:58) devletin içinde olduğu durumu
göstermesi bakımından anlamlı göstergelerdir.
Osmanlı deneyimini bizzat yaşamış ve ülkenin içine sürüklendiği yanlış
politikaların nelere mal olduğunu görmüş olan Cumhuriyeti kuran iradenin “yabancı
uzamanlar” konusunda şüpheci ve ikircikli bir tutum içinde olduğu görülmektedir.
Ancak uygulamada ilk zamanlardaki yabancı uzman konusundaki keskin tavrın
kısmen de olsa gevşediği ve daha pragmatik politikaların benimsendiği yeniden
yabancı uzmanlardan faydalanma yoluna gidildiği görülmektedir. Bu durumun
ülkenin yetişmiş insan kaynağı eksikliğinden ve başlatılan sanayileşme seferberliği
ile kurulan büyük ölçekli fabrikaların kurulmasından, makinelerin monte
edilmesinden başlayarak bir çok alanda yetişmiş personele ihtiyaç duyulmasından
kaynaklandığı görülmektedir. Ancak zamanla sadece uygulamada görev alan teknik
uzmanların değil karar alma süreçlerinde de etkili olan uzmanların, danışman ve
araştırmacı olarak görev aldıkları görülmektedir.
Uluslar arası güç yapısındaki değişimden en çok etkilenen ülkelerin başında
gelen Türkiye ikinci dünya savaşı sonrasında yeni ittifaklar aramaya başlamıştır.
ABD’nin verdiği askeri ve ekonomik yardımlardan faydalanmak isteyen Türkiye
1948 yılında Marshall Planına dahil edilmiştir. Bu anlaşmayı izleyen yıllarda çeşitli
Amerikan heyetleri ülkemize gelmeye başlamış ve Türkiye’nin izleyeceği ekonomi
siyasetini, sanayileşme stratejisini, dış politikasını ve tüm bunlara bağlı olarak idare
sistemini içeren raporlar hazırlamışlardır. Bu raporlarda Türkiye için biçilen rol
özetle, ekonomide devlet müdahalesine son verilmesi, özel sektör ve yabancı
221
yatırımcılara öncelik verilmesi, ticaretin serbestleştirilmesi, devlet yatırımları
bayındırlık ve alt yapı işleri ile sınırlı tutulmalı, devlet büyük sanayi tesisleri kurmak
yerine hafif sanayiye ve tarıma öncelik vermelidir. Merkeziyetçi yönetim anlayışı
terk edilerek yerel yönetimlere ağırlık verilmeli ve kamu personelinin sayısının
azaltılması gibi bir kısım tavsiyelerde bulunmuşlardır.
Yabancı uzman raporlarının literatürde yaygın olarak10, bütünlükten uzak,
sistematikten yoksun, yeterli araştırma ve incelemeye dayanmayan, kişisel görüş ve
bilgileri içerdiği ve kısa zamanlarda hazırlandığı ileri sürülse de gerçekte durumun
böyle olmadığı, en kapsamlı araştırmaların ve raporların yabancı uzmanlar tarafından
kaleme alındığı görülmektedir. Örneğin 1933 yılında yazılan ve üç ciltten oluşan
Dorr Raporu, yine 1952 yılında yayımlanan Barker Raporu bu alandaki kapsamlı ve
ayrıntılı çalışmalardır.
Bu çalışmalarla ilgili yapılan saptamalara ve tavsiyelere geldiğimizde özetle
şu başlıklar üzerinde durulduğu ve bunların önemli bir kısmının uygulamaya
aktarıldığı görülmektedir. Uygulamaya aktarılmasa bile bu metinlerin döneme
tanıklık etmeleri ve tarihe bir not düşmeleri bağlamında dikkate alınması gereken
incelemeler olduğu görülmektedir.
Yabancı uzman raporları konusunu daha iyi anlayabilmek ve Türk idare
sistemi üzerine etkilerini tam olarak görebilmek için ülkemizde “amme idaresi”
kürsülerinin, Türk kamu yönetiminin köklü kurumlarından olan Türkiye ve Orta
Doğu Amme İdaresi Enstitüsünün, kamu ve özel sektöre yönetici yetiştiren İstanbul 10 Başta Mıhçıoğlu olmak üzere, Sürgit, Karaer ve Berkman’ın bu görüşte oldukları tespit edilirken aynı zamanda hazırlanan idari reform metinlerinde bu saptamaların devamlı tekrarlandığı görülmektedir. Gerçeğin tamda böyle olmadığı bu metinlerin incelenmesinden anlaşılmaktadır. Zaten ilgili isimlerin idari reform incelemeleri konusunda da tüm metinlerin görülmesi konusunda da bir eksiklik içinde oldukları tespit edilmektedir.
222
Üniversitesi İşletme İktisadı Enstitüsünün Barker Raporu tavsiyeleri doğrultusunda
kurulduğunu hatırlamak gerekmektedir.
Amerikan dış yardımına bir ön bilgi mahiyeti taşıyan bu raporlarda dış
yardımlar ve savunma işbirliği anlaşmaları ile Türkiye’nin kamu politikaları
belirlenmek istemiştir(Güven, 1998:143). Devletçiliğin tasviyesini, planlamadan
vazgeçilmesini, devletin sanayi yatırımlarından vazgeçmesini öngören bu çalışmalar
ülkenin içine girdiği bağımlılık ilişkisini göstermesi bakımından hayli anlamlı
raporlardır.
Türkiye’yi komünizmle mücadelede ileri ve sarsılmaz bir karakol olarak
gören Amerikan hakim politikası, ülkenin stratejik önemine bağlı olarak dış
yardımlarını öncelikle askeri alanda sağlamış ve Anadolu coğrafyasının çeşitli
yerlerine askeri üsler kurmuştur. Ayrıca yine bu anlamda Türk silahlı kuvvetler
mensuplarını eğitmek üzere çeşitli savunma ve güvenlik anlaşmaları yapılmıştır.
Amerikalı uzmanların Türk idare sistemi ve kamu politikaları üzerine ilk
etkilerinden biri kalkınma anlayışı ve gelişme stratejileri konusunda olmuştur. Savaş
sonrası dönemde oldukça iddialı bir kalkınma planı hazırlanmıştır. Hazırlanan plan
sanayi, madencilik, ulaştırma, tarım sorunları, bölge kalkınması gibi başlıklar altında
devletin öncülüğünde yeni bir kalkınma hamlesi gerçekleştirmek istiyordu. Ancak
ABD ile başlayan görüşmeler ve Marshall Planına dahil olma istekleri bu planın
ABD’li uzmanlarca incelendikten sonra Amerikan dış yardım siyasetine uygun
düşmeyeceği belirtilerek rafa kaldırılmasına neden olmaktaydı. Bu arada Başbakan
Şükrü Saraçoğlu yerini Hasan Saka’ya bırakırken, devletçi görüşleri ile bilinen
Şevket Süreyya Aydemir ki planı hazırlayan komisyonun sekreteridir, görevinden
uzaklaştırılacaktır. ABD’nin, Türkiye’nin sadece dış politikasını değil aynı zamanda
223
iç politikasını da etkilemeye başladığı ve etkili bir güç ülke politikasının içine
yerleştiği görülmektedir(Avcıoğlu, 1969:277). Saka döneminde rafa kaldırılan
ekonomi planı yerine daha liberal, özel sektöre öncelik veren, devlet teşebbüslerinin
özel sektöre devredileceğini belirten görüşler yer alırken. Amerikanın istekleri
doğrultusunda karayolu ulaşımı, tarım ve enerji sektörlerine ağırlık verileceği
belirtilirken sanayi yatırımlarına son sıralarda yer verilmekteydi.
Türkiye’nin ısrarlı çabaları sonucu Marshall Planına dahil edilmiş ve 8
Temmuz 1948 yılında imzalanan bir anlaşma ile ABD ile Türkiye arasındaki iktisadi
işbirliği tasdik edilmiştir. Türkiye’nin Marshall Planından faydalanmasının amacı
Amerikalı uzmanların çalışmalarında şu şekilde anlatılmaktadır(Avcıoğlu, 1969:270)
‘…savaştan harap ve yıkık biçimde çıkan Avrupa’nın gıdaya ve
hammaddeye ihtiyacı bulunmaktadır. Türkiye aldığı yardımlarla tarım
sektörünü canlandıracak ve Avrupa’nın gıda ve hammadde deposu
olacaktır’
1930’lı yıllarda sanayileşme ülküsünü birincil amaç haline getiren ve önemli
adımlar atan ülkenin içine girdiği politika değişikliği çarpıcı olduğu kadar aynı
zamanda hazin de olmuştur.
Yabancı uzman raporlarında dile getirilen diğer bir konu, özel sektöre
öncelik verilmesi ve bu amaçla krediler verilmesi sorunudur. 1950 yılında devlet
fonları ve dışardan sağlanan kredilerle özel sektöre düşük faizli krediler vermek ve
rehberlik etmek amacı ile Türkiye Sınai Kalkınma Bankası kurulmuştur(Avcıoğlu,
1969:277). Bu dönemde yabancı sermayeye karşı tutum değişecek ve bu sermayenin
ülkeye gelmesi için gerekli her türlü tedbir alınarak çeşitli kolaylıklar sağlanacaktır.
1951 yılında çıkarılan “Yabancı Yatırım Kanunu” ile yabancı yatırımcı
getirilmek istenmişse de yabancıların kar artırımlarını sınırlayan kimi düzenlemeler
224
nedeniyle istenilen düzeyde yatırımcı gelmemişti. Bunu üzerine yeniden ABD’li
uzmanlara müracaat edilmiş Randall başkanlığında bir heyet gelerek bir kısım
incelemelerde bulunmuş ve DP tarafından 1951 yılında çıkarılan 5821 sayılı yabancı
sermaye kanununu yetersiz bulmuş ve yasada hangi düzenlemelerin yapılması ve
nelere dikkat edilmesi gerektiği hususlarında bir rapor hazırlayarak hükümete
sunmuştur. Bu öneri ve telkinler doğrultusunda 6224 sayılı “Yabancı Sermayeyi
Teşvik Kanunu” 18 Ocak 1954 yılında çıkarılmıştır. Çıkarılan yasa dönemin en
liberal yabancı yatırım kanunu olarak nitelenirken ekonominin tüm kesimlerini
yabancı sermayeye ve özel teşebbüse açmaktaydı. Yabancı sermayeye teşvik
kanunundan yaklaşık iki ay sonra 7 Mart 1954 tarihinde “Petrol Kanunu”
çıkarılmıştır. Petrol kanunu da ABD’li uzmanların telkinleri sonucu ikinci kez
düzenlenen bir yasa olmuştur. 1926 yılında çıkarılan ilk petrol kanunu petrol çıkarma
ve işleme faaliyetlerini devlete vermiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarından beri Türkiye
petrol işlerinde devletçiliği benimsemiştir. Bu yasa yeterli bulunmayarak ABD
hükümeti petrol işleri avukatlarından Max Ball memleketimize davet edilmiş ve bir
süre inceleme ve araştırma faaliyetlerinde bulunduktan sonra yetkililere petrol
işlerinin düzenlenmesi hususunda bir rapor vermiştir(Avcıoğlu, 1969:324-325).
Ball’ın telkin ve önerileri doğrultusunda hazırlanan petrol kanunu ile yabancı petrol
şirketlerine, ruhsat verme, işletme koşulları, vergi ve kar transferleri bakımından
büyük kolaylıklar sağlanmıştır.
Kamu personelinin sorunlarını çözmek ve bir merkezi düzeyde personel
birimi kurulması bağlamında Devlet Personel Dairesi kurulması başta Barker Raporu
olmak üzere hemen her çalışmada tavsiye edilmiş ve 27 Mayıs sonrası dönemde bu
örgüt kurulmuştur.
225
İdare alanında üniversitelerin ve vatandaşların ihtiyaçlarını karşılamak üzere
çevirilerin yapılması ve bir kısım yayınların ders kitabı olarak okutulması yabancı
uzman raporları sonucunda olmuştur. Yine bu doğrultuda faaliyetlerden biri olarak
amme idaresi alanında yurt dışına eğitim görmek amacı ile eleman gönderilmeye
başlanmıştır. Barker Raporu uyarınca yürütülen görüşmeler sonucunda ilk olarak beş
kişiden oluşan bir grubun Güney Kaliforniya Üniversitesi Kamu Yönetimi okuluna
gönderilmesi kararlaştırılmıştır. Bu kişiler arasında SBF’den Cemal Mıhçıoğlu, Bedri
Gürsoy, Cumhur Ferman, Behiç Hazar ve Hukuk Fakültesinden Erol Bilik
bulunmaktaydı. Anlaşma doğrultusunda daha sonra ise SBF’den Arif Payaslıoğlu,
Fahir Armaoğlu, İlhan Unat ve Suat Bilge yer almaktaydı. Ayrıca istanbul
Üniversitesi Hukuk ve İktisat Fakültelerinden gidenler olmuştur(Mıhçıoğlu, 1988:7-
8). Burada hemen şunu da ifade etmek gerekmektedir ki Güney Kaliforniya
Üniversitesi Kamu Yönetimi okulunun dekanının Barker Raporunu yazan
komisyonun üyelerinden Emery Olson olduğudur.
Raporlarda en çok saptamada bulunulan konulardan biri olan kamu idareler
arasında görev bölüşümü konusu aynı zamanda idari reform tarihinin ve yakın
dönem Türkiye tarihinin üzerinde en çok eleştiri getirilen konusudur. Türkiye’nin
aşırı merkeziyetçi bir yapıda olduğunu öne süren bir kısım görüşler devletin rasyonel
bir işleyişe kavuşturulması bağlamında yerelleşmenin önünün açılmasını istemekte
ve vesayetçi bir yönetim anlayışının egemen olduğunu öne sürmektedirler.
Türkiye’nin idare sistemine dair ezberlerden biri olan bu konuda sistematik bir
araştırma ve inceleme bulunmamakla birlikte alışkanlıktan olsa gerek idareyi
eleştirmek isteyenlerin ilk yaptığı işlerden biri kamu idareleri arası görev paylaşımı
konusunu gündeme getirmek olmaktadır. Bu eleştirinin kısmen de olsa bir haklılık
226
payı bulunmakla birlikte Türk kamu yönetimine dair temel sorunun kamu hizmetinin
sunumunun iyileştirilmesi, niteliğinin artırılması ve kaynak sorununun çözülmesi
olduğu unutulmaktadır. Sorun kamu hizmetini merkezi idarenin mi yerel yönetimin
mi yaptığından daha çok nasıl yapıldığı ve etkinliği sorunu olduğu unutulmakta veya
ihmal edilmektedir.
Yabancı uzman raporlarında yer alan konulardan bir diğeri memur sayısının
azaltılması sorunudur. Günümüzde de sıkça dile getirilen bu görüşün doğru olmadığı
nüfusa oranla kamu personeli sayısına baktığımızda daha iyi anlaşılmaktadır. Kamu
personeli sorunu sadece kamu personeli sorunu olarak ele alınmaması gereken bir
sorun alanıdır. Ülkenin içinde bulunduğu kamu politikalarından bağımsız olmayan
memur siyaseti, devlete yüklenen görev ve sorumluluklarla yakından ilgilidir.
Örneğin neo-liberal yönetim anlayışında devletin küçültülmesi ve kamu
hizmetlerinin piyasa aktörlerine gördürülmesi yaklaşımı benimsenirken doğal olarak
böyle bir yapı içerisinde kamu personelinin azaltılması gerekmektedir. Yada
1930’ların koşulları içerisinde kamuya bir çok alanda görev verilirken bu görevleri
yerine getirmek üzere daha fazla kamu görevlisine ihtiyaç duyulmaktadır.
Bu raporlarda dile getirilen tavsiyelere bağlı olarak kurulan kamu
örgütlerinden biri de Karayolları Genel Müdürlüğüdür. Daha önce Bayındırlık
bakanlığına bağlı bir daire başkanlığı biçiminde örgütlenmiş bulunan bu birim,
Türkiye’nin yol siyasetini belirlemek üzere kaleme alınan 1948 tarihli Hilts raporu
sonucunda yeniden düzenlenerek genel müdürlük olarak örgütlenmiştir. Bu raporla
aynı zamanda ulaşımda demiryolu tercihi tamamen rafa kaldırılarak karayollarına
öncelik verilmiştir.
227
BÖLÜM II
PLANLI KALKINMA DÖNEMİNDE YAPILAN İDARİ REFORM
ÇALIŞMALARI
I- Yeni Bir Dönem ve Yeni Bir Başlangıç 1961 Anayasası
Demokrat Parti iktidarının son döneminde toplumsal hoşnutsuzluklar ve iç
siyasetteki gerginlikler yeni gelişmelerin ip uçları olarak aslında tarihsel bir uyarı
görevi üstlenmişlerdi. Askeri bürokrasi, hükümeti bir çok defa uyarmış ancak
dönemin başbakanı bir müdahale olmayacağı konusunda kendinden emin biçimde
ABD ile Sovyetler Birliği arasında bir denge oluşturmaya çalışıyordu. Bu tavrı ile
DP, iktidarını garanti altına almaya çalışıyordu. Hükümetin 1960’lı yıllara doğru
ABD ile arası açılmaya başlamış ve Başbakan Sovyetler Birliği kartını kullanmaya
başlamıştı(Gerger, 1999:92). Dış finans çevreleri, IMF ve ABD planlı bir
stabilizasyondan yana tavır alırlarken bu aslında DP iktidarının sonunu hazırlayan
önemli bir karar olmuştu. Askerler 27 Mayıs 1960 sabahı idareye el koyduklarını ilan
ederlerken, yeni bir dönemin de kapıları açılmaktaydı.
1950 yılında iktidarın el değiştirmesiyle ortaya çıkan atanmışlar-seçilmişler
çelişkisi dönemin ve yakın dönem cumhuriyet tarihinin temel tartışma alanlarından
biri olmuştur. DP iktidarı döneminde sivil bürokrasinin siyasal iktidara Cumhuriyet
ilkelerine fazla hassasiyet göstermediği, piyasa ekonomisine fazla önem verdiği ve
zamanla otoriteryen bir tutum içine girdiği gibi bir kısım eleştiriler getirererk
hükümeti uyarmıştır. Demokrat Parti iktidarı bu uyarıları önceleri dikkate alıp daha
ihitiyatlı bir tutum izlerken üst üste kazandığı seçim başarıları nedeniyle zamanla bu
eleştirilere kulaklarını tıkamış ve iktidar sarhoşluğu ile hırçınlaşarak muhalefeti
susturmak istemiştir.
228
Önceki dönemde dış yardıma dayalı bir birikim modeli çerçevesinde bir
kalkınma çabası içinde olan Türkiye bu dış yardımların çoğunu ABD’den
almaktaydı. Soğuk savaş döneminin kilit ülkelerinden biri olan Türkiye uluslar arası
denge politikasında “stratejik ve jeo politik” önemini kullanmakta, Marshall planı ile
kendisine biçilen NATO ve Avrupanının tedarikçi ülkesi işlevini yerine
getirmekteydi. Türkiye’ye verilen bu rol 27 Mayıs 1960 müdahalesi sonrasıda da
devam etmiş ve Türkiye soğuk savaş ortamında bloklar arası yürütülen mücadelede
politikasını ABD lehine iyice pekiştirmiştir. 27 Mayıs müdahalesine, müdahale
sonrası gelişen uluslar arası olaylar açısından baktığımızda Türkiye’ye biçilen rolün
ne olduğu daha açık biçimde görülmektedir. Soğuk savaşın ve dehşet dengesi olarak
nitelenen nükleer savaş tehdidinin zirvede olduğu bir dönemde ABD ile ilişkilerini
soğutmaya ve Sovyetler Birliğine yakınlaşmaya çalışan bir Türkiye yerine, ABD ile
olan askeri ve ekonomik ilişkilerini daha da artıran göreceli de olsa istikrara
kavuşmuş bir Türkiye tercih edilmekte ve ABD çıkarları açısından daha olumlu bir
gelişme olarak değerlendirilmektedir. Askeri müdahaleye sadece uluslar arası
konjonktör açısından değil müdahale sonrası iç gelişmeler ve yapılan düzenlemeler
açısından da bakıldığında bu savı destekleyen önemli gelişmelerin olduğu
görülmektedir. Yeni anayasa ile önce Genelkurmay Başkanlığının statüsü yeniden
düzenlenerek Savunma Bakanlığından ayrılarak Başbakanlığa bağlanmıştır. Milli
Güvenlik Kurulu anayasal bir kurum haline gelmiştir. Yine bu dönemde Ordu
Yardımlaşma Kurumu (OYAK) kurulmuştur.
1961 Anayasasının Büyük Millet Meclisini, egemenliği tek başına kullanan
kurum olmaktan çıkararak egemenliğin kullanımını anayasal bir kısım yetkili
organlara devrettiği, bu durumun anayasanın özgürlükçü ve demokratik olma
229
özelliğini zayıflattığı sivil bürokrasiyi siyasal iktidar karşısında güçlendirdiği dile
getiirlmiştir(Heper, 1983:296). Bu kuruluşların başında Anayasa Mahkemesi, Milli
Güvenlik Kurulu ve Üniversiteler gelmektedir. Türkiye’nin önemi 1962 yılındaki
Küba krizi ile yeniden ortaya çıkmıştır. ABD’nin Küba’da bulunduğunu iddia ettiği
Sovyet füze rampalarının sökülmesi talebini Küba makamları kabul etmeyince ABD
bu ülkeyi abluka altına almış ve olaya Sovyetler Birliği müdahale etmiştir. Yaşanan
krizi sonucunda ABD ve Sovyetler Birliği bir nükleer savaşın eşiğine gelmişlerdir.
ABD ve Sovyetler Birliği aralarında yaptıkları müzakerelerde Türkiye’de bulunan
ABD, Küba’da bulunan Sovyet füze rampalarının sökülmesi konusunda başlangıçte
bir anlaşma sağlanamazken, ancak aylar süren görüşmeler sonucu bu ülkelerdeki
füze rampalarının sökülmesi konusunda bir uzlaşma sağlanabilmiştir. Türkiye
gelişmeleri uzaktan izlemekle yetinmiş ve süreç sonunda ortada kalmıştır. Soğuk
savaş döneminin hedef tahtasındaki ülkesi Türkiye, bir yandan az gelişmişlik
kıskacında kalkınmaya ve gelişmeye çalışırken diğer yandan uluslar arası politikada
kendisine yol çizmeye çalışıyordu.
1961 Anayasası kamu çalışanlarına sınırlı biçimde de olsa örgütlenme hakkı
vermesi, Danıştay’ın üst mahkeme olarak yürütüme organının eylem ve işlemelerine
karşı denetim gücünün artırılması, üniversitelere bilimsel ve idari özerklik vermesi
gibi bürokrasiyi iktidar karşısında dengelemeye çalışırken aynı zamanda ekonomi
politikları konusunda da neo- devletçi bir politika ve tutum içine girilmiştir. Ancak
bu politika ve yön değişiklikleri Adalet Partisi iktidarı tarafından dikkate alınmamış
ve bürokrasi ile siyasal iktidar arasında yeniden bir sürtüşme ve mücadele
başlamıştır. Bu mücadele 12 Mart 1972 askeri müdahalesine varan bir süreçte
ilerlerken ülke yeniden siyasal ve yönetsel bir kriz içine girmiştir.
230
1961 Anayasasının getirdiği yeni düzen içerisinde devlete yeni bir takım
görevler verilirken bu görevlere bağlı olarak kamu hizmetlerinin alanı genişlemiş ve
kamu görevlilerinin sayısı hızla artmıştır. Bu dönemde DPT öncü bir kurum niteliği
kazanırken hazırlanan beş yıllık kalkınma planları ile yeni bir kalkınma hamlesi içine
girilmiştir. Bu dönemde başta idarenin yeniden düzenlenmesi olmak üzere DPT’na
önemli görevler verilmiştir. DPT bünyesinde yetişmiş olan tekno-bürokrat olarak
isimlendirilen(Heper, 1983:297; Eryılmaz, 2002:148) yeni bir bürokrat tipini de
ortaya çıkarmıştır.
27 Mayıs 1960 askeri müdahalesini izleyen günlerde yoğun bir biçimde
idarenin yeniden düzenlenmesi çalışmaları üzerinde durulmuştur. Bu çalışmaların
yürütmelisine katkıda bulunmak üzere Devlet Planlama Teşkilatı ve Devlet Personel
Başkanlığı kurulmuştur. Bu doğrultuda idarenin yeniden düzenlenmesine ilişkin
olarak en bilinçli, konuya hakim, çalışmaların 1960’lı yıllardan itibaren başladığını
görüyoruz.
Askeri müdahale sonrası Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi, Devlet Planlama
Teşkilatı ve Devlet Personel Dairesi üst düzey yöneticilerinden oluşan bir komisyon
tarafından Milli Birlik Komitesine sunulan raporda: “Şumullü bir idari reform ve
reorganizasyonun esaslarını hazırlamak, bunun için lüzumlu incelemeleri yapmak ve
yaptırmak; devletin başlıca teşkilat bölümleri arasındaki görev ve yetki
tedahüllerinin, tekerrürlerinin ve boşlukların giderilmesini sağlamak; değişen
ihtiyaçların idari teşkilat ve usullerde yapılmasını gerektirdiği değişiklik ve
ayarlamaların devamlı surette yapılmasına nezaret etmek; çeşitli idari ıslahat
faaliyetleri arasında ahenk sağlamak; bu faaliyetlerle ilgili olarak ortaya çıkabilecek
231
ihtilafları gidermek üzere gerekli tedbirleri almak gibi öneri ve tavsiyeler” yer
almıştır.
27 Mayıs müdahalesi, devam eden idari reform çalışmalarına hız vermiş, yeni
reform hamlelerinin daha çabuk uygulamaya aktarılması için uygun zemin
hazırlamıştır(Mıhçıoğlu, 1963:1-3). Bu zemin yeni bir anayasanın hazırlanmasıyla
pekiştirilmiş ve planlı bir kalkınma ile yönetimin planlı kalkınmasının gereklerine
uygun olarak geliştirilmesi ve yeniden düzenlenmesi karara bağlanmıştır. Bu
çalışmalardan büyük ümitler beslenmesine ve her türlü koşulun uygun olmasına
rağmen, bu atılım çabaları(Sürgit, 1972:78) gerçekleşme ve uygulama imkanı
bulmadan dejenere olmuş, bütün zamanlarda olduğu gibi asıl amacından
uzaklaşmıştır.
Bu dönem içinde yine hükümetçe kabul edilen hedefleri gerçekleştirecek
uzun ve kısa vadeli planlar hazırlanmak maksadıyla 30 Eylül 1960 tarihinde Devlet
Planlama Teşkilatı (DPT) kurulmuştur. Ayrıca 13 Aralık 1960 tarihinde Devlet
Personel Dairesi (DPD), kamu personel yönetimi alanındaki çalışmaları yürütmek,
koordine etmek ve düzenlemek maksadıyla kurulmuştur(Ergun, 1992; 15). 1960
yılından sonra başlayan planlı kalkınma döneminde kamu yönetiminin gelişmesine
katkı sağlamak ve karşılaşılan sorunlara çözümler getirmek maksadıyla bir kısım
çalışmalar yapılmaya devam edilmiştir.
1960’lı yıllarla birlikte devletin yeni rolüne uygun olarak giderek artan ve
çeşitlenen kamu hizmetlerini karşılamak üzere çeşitli kamu örgütleri kurulmuştur.
Bunlar bakanlık düzeyinden başlayarak, en küçük birime kadar devam ederken ülke
yeni bir heyecan ve kalkınma anlayışı ile yeni bir atılım hamlesi içine girmiştir. Bu
dönemde artan önemine ve işlevine istinaden enerji politikalarını belirlemek, ülkenin
232
ihtiyaç duyduğu enerji kaynaklarıın tespit etmek amacı ile farklı kurumlara verilen
bu görevler tek çatı altında Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı ismi altında
toplanmıştır. Ayrıca köylü ve çiftçi kesimlerinin sorunlarını daha yakından takip
etmek ve bu sorunlara en kısa zamanda çözümler üretmek amacı ile Köyişleri
Bakanlığı kurulmuştur. Yine bu dönemde artan önemine ve orman varlığının
korunması konusunda merkezi düzeyde bir örgütlenmeye ihtiyaç duyulması
nedeniyle Orman Bakanlığı ve gençlik ve spor işlerini yürütmek üzere Gençlik ve
Spor Bakanlığı kurulmuştur(Sencer, 1986:211). Ayrıca bu dönemde 657 sayılı
Devlet Memurları Kanunu hazırlanarak meclise sunulmuştur. 1965 yılında
yasalaşarak yürülüğe giren devlet memurları kanunu ile parçalı bir yapıda olan ve
uzmanlık isteyen bir alana dönüşen kamu personeli rejimi kısmen de olsa bir düzene
kavuşmuştur. İlgili bölümde ifade edildiği gibi memur siyasetinin belirlenmesi ve
liyakat ve kariyer esaslı bir personel rejiminin düzenlenmesi, 1950’li yıllarda
başlayan ve hemen her idari reform raporunda üzerinde ısrarla durulan ve önemine
değinilen bir konu olmuştur. Bu raporlarda üzerinde durulan konulardan biri olan
personel sorunu konusunda merkezi düzeyde bir düzenlemeye gidilmesi isteği bu
dönemde çözüme kavuşturularak merkezi düzeyde bir Devlet Personel Dairesi
kurulmuştur.
Yeni toplumsal talepleri karşılamak üzere hazırlanan 1961 Anayasası yasama
ve yürütme karşısında denetleyici ve dengeleyici biçimde yargı erkini öne
çıkarmıştır. Anayasa bu bağlamda demokratik ve toplumsal beklentilere karşılık
olarak temel hak ve hürriyetleri tam bir güvence altına alırken, vatandaşların çağdaş
ülkelerde olan sosyal ve ekonomik haklara sahip olmasını da kapsamlı biçimde ele
almıştır. 1961 Anayasası ile geniş hak ve özgürlükler elde eden farklı toplum
233
kesimleri giderek daha örgütlü bir yapıya bürünerek toplumsal muhalafetin
öncülüğünü yapmaya başlamışlardır(Sencer, 1986:132). Toplumsal muhalefetin bu
derece etkin ve işlevsel bir niteliğe kavuşarak politika belirleme süreci üzerinde
önemli bir aktör haline gelmesi iktidarları rahatsız ederek bu durumdan anayasayı
sorumlu tutmaya başlamışlardır.
1- Planlı Ekonomi Politikaları Doğrultusunda Yeni Yön Bulma Arayışları
1950’li yılların ikinci yarısında yaşanan tıkanma ve durgunluk dönemi
uygulanan uyum politikaları ile 1960’lı yılların başında son bulurken ekonomi yeni
bir genişleme sürecine hazır hale getiriliyordu. Bu dönemin temel özelliği öncelikle
iktisat politikalarının planlama tabanına oturtulmuş olmasıydı. 1963 yılından
başlayarak beşer yıllık planlarla dördüncü plana kadar yapılan tüm eleştrilere rağmen
bu planlar yatırım politikaları üzerinde etkili olmuştur. Bu dönemde kamu yatırımları
plan çerçevesinde hazırlanan yıllık programlara uymak durumunda iken özel sektör
yatırımları çeşitli teşvik ve desteklerden yaralanabilmek için Devlet Planlama
Teşilatı ve diğer kamu kuruluşlarının onayına gerek duymakta idiler. Bu durumun
sonucu olarak yatırım politikaları ve uzun dönemli kaynak tahsisleri önemli ölçüde
plan doğrultusunda yürütülmekteydi(Boratav, 1995: 94). 1960 sonrası dönemde
yaşanan planlama deneyimi 1930’lu yıllarda yaşanan sanayi planları ile bir çok
alanda benzerlik taşımakla birlikte farklı içerikteki yapılanmalar olduğu
gözlenmektedir. Boratav bu dönemin, korumacı, iç pazara dönük ve ithal ikameci
görüntüsü ile 1930’lı yıllara benzemekle birlikte sanayileşmenin içeriği, yatırımların
dağılımı ve sektör öncelikleri bakımından farklı özellikler taşıdığını belirtmektedir.
1950’li yıllarda uygulanan liberal ekonomi politikaları ile toplumsal değişme
hız kazanırken yeni sınıfsal ilişki ve oluşumlara yol açan ekonomik ve toplumsal
234
gelişmeler, devlet yapılanmasında ve bürokratik yönetim geleneğinde önemli
dönüşüme ve değişime de işaret etmektedir. Üretim ilişkilerinde ve birikim
süreçlerinde yaşanan değişime bağlı olarak toplumsal alanda yeni aktörler ortaya
çıkarırken, devlet eliyle sanayileşme yerini özel sektör öncülüğünde bir kalkınma
anlayışına bırakmıştır. İşte 1960 müdahalesi bu yapıyı değiştirmek ve devleti yeniden
kalkınmada öncü ve motor güç haline getirmek amacı ile yapılmışken geçen zamanla
hızla bu amacından uzaklaşmış ve 1970’ların ortalarına gelindiğinde bambaşka bir
yapı ortaya çıkmıştır.
Planlı kalkınma dönemi 1961 Anayasası ile başlarken, DP iktidarının son
günlerinde bir planlma birimi kurulacağı konuşulurken bu örgütün ancak iktidarın
buna ömrü yetmemiş ve Devlet Planlama Teşkilatı Tinbergen öncülüğünde yapılan
çalışmalarla 1962 yılında, büyük heyecanlar ve beklentilerle resmen kurulmuştur.
Devlet Planlama Teşkilatı 1970’li sonuna kadar ülkenin en önemli ve en prestijli
kurumlarından biri olurken, kurum bir anlamda önemli bir okul haline dönüşmüş ve
ülkenin bir çok aydın ve bürokratı buradan çıkmıştır.
Bu dönemde giderek çeşitlenen kamu hizmetlerini karşılamak üzere yeni
bakanlıklar kurulmuş, devlet bakanlıklarının sayısı artmaya başlamış ve DPT’ye
önemli bir işlev yüklenmiştir. Heper’in “neo-devletçilik” olarak nitelendirdiği bu
dönemde DPT bünyesinde çalışan teknokrat-bürokratların kamu politikalarının
belirlenmesinde siyasal iktidardan daha çok kendisinin öne çıkmasını isterken bu
durum iktidarla bu gurup arasında sürtüşmelere yol açmıştır.
Türkiye bu dönemde Batı ile ilişkilerin kuvvetlendirmek isterken, 1 Aralık
1964 yılında imzaladığı Ankara Anlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu(AET)
ile üyelik anlaşması yapmıştır. Türkiye’nin Ortak Pazar üyeliği yolunda ilk adımı
235
oluşturan bu anlaşma ile sonucu kestirilemeyen ve nerede nasıl biteceği belli
olmayan bir ilişki başlamıştır. 22 Kasım 1970 yılında imzalanan ek protokol ile
Türkiye’nin yirmi iki yıllık bir süreçte tam üyeolacağı öne sürülürken içerde yerli
sanayinin Avrupa rekabetine dayanamayacağı ve çökeceği tezi etrafında toplanan bir
kısım görüşler “onlar ortak biz pazar” savını ileri sürerek bu ortaklık anlaşmasına
muhalefet etmişlerdir.
Bu dönemde “tam bağımsızlıkçı ve iktisadi kalkınmayı devlet öncülüğünde”
sağlamayı amaçlayan ve “Türkiye’nin yönünün ne olması gerektiğini soran” sorular
etrafında tartışmalar yürümekteydi. Bu tartışmalar dönemin temel politikalarını
göstermesi bakımından önemli veriler sağlarken Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni”
isimli kitabının yayınlanması, Cumhuriyet Halk Partisinin 1969 seçimlerinde seçim
bildirgesinde “düzen değişikliği” kavramını kullanması ve “ortanın solunda
olduğunu” ilan etmesi ülkede yükselen sol muhalefeti gösteren önemli gelişmelerdi.
1965 seçimlerinde İşçi Partisinin parlamentoya girmesi ile bu süreç hızlanırken
Adalet Partisi iktidarına karşı toplumsal muhalefet yükselmekteydi. Ancak hemen
belirtmek gerekmektedir ki sol söylemin iktidar alternatifi haline gelmesi için 1973
seçimlerini beklemek gerekmekteydi.
İthal ikameci ve montaj sanayine dayalı olmakla eleştirilen Türkiye’deki iktisadi
sistem radikal eleştirilere maruz kalırken tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de
kalkınma gelişme kavramları sihirli sözcükler haline gelmiş bu tartışmalar
entellektüel yaşamın ve kamu politikalarının değişmez gündemi haline gelmiştir.
236
2- İdari Reform ve Reorganizasyon Hakkında Ön Rapor, 1961
27 Mayıs 1960’da askerlerin yönetime el koyması ile yeni bir süreç başlamış,
kamu kurumlarının kurumsallaşması bir anlamda bu dönemde olmuş ve önemli bir
çok yeni kamu örgütü kurulmuştur. Bir anlamda genç cumhuriyete yeni bir “yön”
verme amacı ile heyecanlı tartışmalar ve entelektüel arayışlar hızlanmıştır. Bu
amaçla yapılan önemli çalışmalardan biri Milli Birlik Komitesi ve DPT’nin talebi
üzerine Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi öncülüğünde yapılan ve 10 Şubat 1961 de
ilgili makamlara verilen “İdari reform ve Reorganizasyon Hakkında Ön Rapor”dur.
Yabancı ve Türk uzmanların ortak çalışması olan bu kısa çalışma11 ile ilk defa Türk
uzmanlar kapsamlı bir çalışma içinde yer almışlar ve bu amaçla bir komisyon
kurarak askeri yönetimin isteği üzerine daha sonra yapılacak olan daha kapsamlı bir
idari reform projesi için taslak bir metin hazırlamışlardır. Toplam yirmi bir sayfadan
oluşan bu taslak metin daha sonra yapılacak tüm çalışmaların yöntem, varsayım,
saptamalar ve tavsiyeler bağlamında esin kaynağı olmuştur. Bu metinde yapılan
değerlendirmeler ve analizler daha sonra yapılacak olan MEHTAP, İYD ve KAYA
raporlarına aynen girmiş hatta Kenan Sürgit tarafından kaleme alınan “Türkiye’de
İdari Reform” çalışması bu çalışmanın sistematik ve veriler bakımından tekrarı
mahiyetinde olmuştur. Bu husus Emre tarafından da yerinde bir saptama ile tespit
edilmiştir. Giriş kısmında raporun amacı şu ifadelerle anlatılmaktadır:
“...öncelikle idari reform ve reorganizasyonun mahiyeti hakkında
realist bir görüşe varılmasına hizmet etmek ve ikinci olarak
11 Rapor TODAİE bünyesinde oluşturulan ve başkanlığını TODAİE Genel Müdürü Profesör Kemal Fikret Arık’ın yaptığı üye olarak Birleşmiş Milletlerin Enstitü müşaviri David M. Watters ve yine BM müşavirlerinden J. M. Foster ile Türk uzmanlar Doç. Dr. Cemal Mıhçıoğlu, Kenan Sürgit, Nabi Dinçer, Tahir Aktan ve Özer Ozankaya’nın bulunduğu komisyon kısa bir süre içinde yapılacak daha büyük bir çalışma için ön rapor hazırlamışlardır.
237
Türkiye’de girişilecek bir idari reformun hangi sahaları içine
alabileceği, idari reformu doğuran sebepler, reformun mahiyeti ve
kapsamı, idari reform ve reorganizasyonu gerçekleştirecek
mekanizma ve reformla ilgili bazı genel düşüncelere varmaktır”
Çalışma iki bölümden oluşmuştur. Birinci kısımda konun genel bir tartışması
yapılarak idari reform ihtiyacını doğuran sebepler, reformun içeriği ve kapsamı ile
reformla ilgili bir kısım genel düşünceler üzerinde durulmaktadır. İkinci bölümde ise
Türkiye özelinde yapılan idari reform çalışmaları özet biçimde tekrarlanmış ve idari
reformu gerçekleştirecek kurumlar üzerinde durulmuştur. Fakat burada “İkinci
Dünya Savaşından Sonra Türkiye’de Yapılan İdari Reform Çalışmaları” başlığı
altında ilginç bir biçimde sadece Neumark, Barker ve Martin-Cush Raporu
sıralanmış Dorr, Thornburg, Chaillaux, Mook, Fisher raporları gibi kurumsal bazda
yapılan çalışmalar yok sayılmıştır. Bu hususta ayrıca herhangi bir açıklama da
yapılmamıştır.
İdari reform ihtiyacını doğuran sebepler sıralanırken konu genel ifadelerle
anlatılmaya çalışılmış ve sistematik çerçevede ele alınmamıştır. Bu yaklaşım daha
sonraki incelemelerde de aynen tekrarlanmıştır. Burada yapılan tanımlama ve çizilen
çerçeve doğrultusunda idare aygıtının sürekli bir reform ihtiyacı içinde olduğu
sonucuna varılmaktadır(Ön Rapor, 1965:6). Kısmen haklılık payı bulunmakla
birlikte raporda idari reformun anlamı ve içeriği konusunda bir netlik yoktur. Daha
baştan yapılan bir tanımlama ile reform terimi muğlak, her tarafa çekilebilen, sınırları
net olarak çizilemeyen, belirsiz bir kavrama dönüşmüştür. İdari reform teriminin
kapsam ve içeriğinin tam olarak belirlenememesi yapılacak iyileştirmelerin nerede
durması gerektiği sorununu ortaya çıkarmakta ve istenilen sonuçların alınmasını
engelleyen bir psikolojik eşik oluşturmaktadır.
238
Raporda reformu doğuran sebepler sıralanırken bir çelişki dikkatlerden
kaçmamaktadır. Bir yandan idari reform ihtiyacının iktisadi ve sosyal alanda ileri
hamleleri büyük ölçüde devlet eliyle yapmak zorunda bulunan ülkelerin idare
aygıtını etkili bir kalkınma aracı haline getirmek arzusunun II. Dünya savaşı
sonrasında ortaya çıktığı öne sürülmektedir. Diğer yandan ise 1900 yıllardan
başlayarak devletlerin görev ve sorumluluklarının artmasına bağlı olarak idare
hizmetlerinin kapsamının genişlediği ve ölçeğinin büyüdüğü, bu gelişmelere bağlı
olarak kamu sektörünün çok sayıda personel istihdam etmeye başladığı ve büyük
masraflarla işleyen muğlak bir devlet mekanizmasının ortaya çıktığı öne
sürülmektedir. Bu durum sonucunda devlet kesiminin verimliliği ve ekonomikliği
tartışmaya açılmakta, bir süre önce devlet kesimini büyüten kamu politikalarını
uygun gören yaklaşım bir süre sonra bundan vazgeçerek devletin kötülükleri
üzerinde durmaya ve bu bağlamda devlet kesimini küçültmek isteyen politikalar
üretmeye başlamaktadır(Ön Rapor, 1965:6). Gözlerden kaçan bu iki saptama aslında
birbiri ile iki zıt dünya görüşünü ve yönetim sistemini ifade etmektedir.
Benzer bir durum “idari reformla ilgili bazı genel esaslar” isimli başlık
altında sıralanan dokuzuncu maddede de görülmektedir. İdari reformun siyasi tercih
meselesi olabilecek konulara dokunmaması tavsiye edilirken devletin iktisadi alana
müdahalesinin ölçüsü gibi politik tercih konusu olan bir sorun alanının idari
reformun kapsamı dışında tutulması gerektiği belirtilmektedir(Ön Rapor, 1965:9).
Halbuki raporun Türkiye başlığı altında sıralanan ve özetleri verilen Neumark,
Barker, Cush gibi raporlarda ve bu çalışmada yer almayan Dorr ve Thornburg
raporlarında idari reform konusu doğru biçimde tam olarak politik bir sorun olarak
239
ele alınmakta ve idari reform sorunu devlet sorunu ile eş değer bir sorun olarak
değerlendirilmektedir.
Çalışmanın ana temasını oluşturan “idari reform konusunun politik tercihlerle
doğru orantılı bir sorun alanı olduğu” şeklindeki önermenin bu çalışmada net
biçimde ortaya çıktığı görülmektedir. 1950-1960 döneminde uygulanan görece
liberal politikalara –tek nedeni bu olmasa da nedenlerden biri olarak gösterilen-
refleks olarak gelişen ve ortaya çıkan 27 Mayıs askeri müdahalesi ile “plancı ve daha
devletçi” kamu politikaları ve bu anlamda yeni bir yön arayışı ortaya çıkmıştır. Bu
bağlamda Ön Rapor metni bu atmosferi birebir yansıtmakta ve önceki dönemin
reform projelerinden ayrılmaktadır. Örneğin memur sorunu bu çalışmada diğer
metinlerde “ezber” haline gelmiş bir tespitten uzaklaşarak Türkiye’de memur
sayısının söylendiği gibi çok olmadığı, sorunun kamu personelinin dağılımından
kaynaklandığı ve memur sayısının fazla olduğuna dair görüşün “sathi bir
değerlendirme”(Ön rapor, 1965:9) olduğu belirtilmektedir. Halbuki önceki
çalışmalarda memur sayısının fazla olduğu ve acil olarak bunların sayısının
azaltılması ve bu konu ile ilgili “tenkisat komisyonları” kurulması tavsiye
edilmekteydi. Bu farklılaşma ve ayrım kısa bir süre sonra aynı heyetin katılımı ile
ortaya çıkan MEHTAP raporunda daha net biçimde görülmektedir.
Raporun idari reformu doğuran sebepler başlığı altında sıralanan nedenlerin
aslında kuşbakışı bir değerlendirme ve sınıflandırma ile iki başlık altında toplandığı
görülmektedir. İdari reformun öncelikle en yalın ifadesi ile idare aygıtının basit ve
hızlı çalışan bir işleyişe kavuşturulması için alınması gereken tedbirlere ve yapılacak
olan düzenlemelere işaret eden ve idari sistemin iç dinamiklerinden kaynaklanan
nedenler ile idari sisteme dışardan gelen yeniden düzenleme talepleri(Ön rapor,
240
1965:6). Ancak dış faktör değerlendirmesinin tüm çalışmalarda yok sayıldığı ve
üzerinde durulmadığı görülmektedir. Fuat Paşa’nın bir asır önce “pabuçcu muştası”
dediği dış faktör gerçeği hep yok varsayılmıştır. Halbuki Türkiye’nin yakın dönem
tarihi, reform pratiği ve modernleşme öyküsü bakımından önemli bir veri olan bu
saptama gözlerden uzak tutulmuştur.
1945 sonrası dönemde çok partili yaşama geçilirken, bu konu daha net
biçimde ortaya çıkmaktadır. Nasıl ki Türkiye’nin çok partili yaşama geçmesi sadece
Türkiye’nin toplumsal dinamikleri ve iktisadi gelişmeleri ile değil uluslararası
ilişkilerde yaşanan gelişmeler ve yeni saflaşmalar bağlamında da ele alınmakta ve
açıklanmaya çalışılmakta ise Türkiye’nin idari reform pratiği de bu bağlam
düzeyinde ele alınmak ve irdelenmek durumundadır. İdari reform çalışmalarını salt
teknik, idareyi ve idarenin işlem ve eylemlerinin basitleştirilmesi noktasında ele
aldığımızda konunun tam olarak anlaşılmasının önünde setler oluşturmakta ve ciddi
bir yöntemsel hata yapılmaktadır. Bu nokta kamu yönetimi disiplininin temel
problemlerinden biri olarak karşımıza çıkarken idari reform sorununu Taylorist bir
bakış açısı ile “etkili, verimli, hızlı” idare dizgesine hapsetmek reformun toplumsal
ve siyasal ve ekonomik boyutunun gözden kaçırılmasına neden olmaktadır. Yönünü
iki yüz yıldır batıya dönmüş Türkiye’nin modernleşme hareketinden bağımsız bir
reform projesi düşünmek eksik bir değerlendirme olacaktır. II. Mahmut döneminde
başlayan modernleşme hareketi bir yandan Türkiye’yi ileri, çağdaş, batılı ülkeler
seviyesine getirmek isterken diğer yandan yönetsel ve örgütsel anlamda da ona
benzetmek istemektedir.
1933 Dorr Raporu ile başlayan, Thornburg, Neumark, Barker, Martin-Cush,
Mook ve Fisher Raporları ile devam eden reform çalışmalarında sürekli olarak
241
uzmanlardan oluşan bir komisyon kurulması ve idarenin esaslı bir biçimde
incelenmesi tavsiye edilirken bu öneri İdari Reform ve Reorganizasyon Hakkında
Ön Raporda da tekrarlanmıştır. Bu tavsiyeye ancak 1963 yılında yayınlanan
MEHTAP Raporu ile uyulmuştur.
İdari Reform ve Reorganizasyon Hakkında Ön Rapor idari reform hakkında
yazılan en kısa metinlerden biri olmasına rağmen en nitelikli ve idari reformun
felsefesini tartışan nadir çalışmalardan biridir. Çalışmada idari reform sorununun
tarihsel, toplumsal ve iktisadi sorunlarla doğrudan ilgisine dikkat çekilmekte ve bu
çalışmaların idare aygıtının sorunlarını bir anda çözecek “sihirli formüller” olarak
görülmemesi gerektiği öne sürülmektedir. Ayrıca idari reform çalışmalarının başarılı
olabilmesi için “psikolojik havanın” önemine dikkat çekilmekte ve bu çalışmaların
sonuca ulaşmasında kamu çalışanları tarafından benimsenmesinin önemine işaret
edilmektedir. Memurların reform çalışmalarına karşı geliştirecekleri direncin ne
kadar başarılı reform metinleri oluşturulursa oluşturulursun istenilen sonuçların
alınamayacağı ve başarı şansının düşük olduğu ileri sürülmektedir. Aynı şekilde
halkın reform çalışmalarını benimsemesinin ve katılımının sağlanmasının önemine
vurgu yapılarak(Ön Rapor, 1965:8-9) bir anlamda Türkiye’nin reform pratiğinin
ciddi bir eksikliğine işaret edilmektedir. Türkiye’de yapılan reform çalışmaları ya
yurt dışından gelen yabancı uzmanların reçetelerine yada içinde uygulayıcıların ve
toplum kesimlerinin olmadığı kuramcıların oluşturduğu “ihtisas komisyonu”
raporlarına dayanmaktadır.
Sonuç olarak bu çalışma ile Türkiye idaresinin sorunlarını; yabancı ülkelerde
yapılmış çalışmaların ışığı altında ve Türk yönetim tarihi tecrübeleri doğrultusunda
ilgilileri düşünmeye davet eden sadece bir ön rapordur. Rapor iki amaçla yapılmıştır.
242
Öncelikle, idari reform ve reorganizasyonun anlamı hakkında gerçekçi bir kanaate
varılmasının sağlanması ikinci olarak ise Türkiye’de yapılacak bir idari reform
çalışmasının kapsamını nasıl gerçekleştirilebileceği hakkında somut bir fikir vermek
olmuştur. Zaten bu çalışmadan kısa bir süre sonra metinde öne sürülen savlar
doğrultusunda yeni bir reform metni hazırlanmış ve kamu oyuna açıklanmıştır.
3- Mook Raporu, 1962
Tartışmaları uzun zamandır devam eden yeni bir personel rejimi kurma
sorunu 27 Mayıs sonrası dönemde de devam etmiş ve bu konudaki arayışlar daha da
hızlanarak başta merkezi bir personel dairesi kurulması olmak üzere 1950’li yıllarda
Amerikalı uzmanlarca ısrarla dile getirilen ve Amerikan personel rejiminden oldukça
esinlenen çağdaş bir kamu personel yasası çıkarılması hususunda çalışmalar yapmak
üzere yabancı uzmanlar çağrılmaya devam etmiştir.
Bu durum Devlet Personel Dairesi tarafından hazırlanan 1963 tarihli teksirde
şöyle nakledilmektedir: Yeni personel rejimi üzerinde derhal çalışmalara başlanması
için Başbakan tarafından Devlet Personel Dairesine ocak ayı sonunda verilen emrin
tatbikine, bir taraftan mevcut durumun tespiti için İstatistik Enstitüsü ile çalışma
birliğine gidilerek araştırmalar yapılırken diğer taraftan da teknik yardım
imkanlarından faydalanılarak yabancı uzmanların görüşlerinin alınması suretiyle
çalışmalara başlanmıştır. Bu maksatla OECD(Avrupa İktisadi İşbirliği İdaresi) ve
AID(Milletlerarası Kalkınma Teşkilatı) ile yapılan anlaşmalar gereğince iki uzman
Ankara’ya gelerek DPD’de müşavir sıfatı ile çalışmaya başlamışlardır. OECD
tarafından gönderilen Van Mook birinci defa 21.3.1962 tarihinde Ankara’ya gelip
göreve başlamış ve 7.4.1962 tarihinde ayrılmıştır. Aynı uzman ikinci defa 30.5.1962
tarihinde tekrar Ankara’ya gelmiş ve 14.7.1962 tarihinde ayrılmıştır. Ankara’ya iki
243
gelişi arasındaki süre içerisinde Fransa’da hazırladığı dört raporu Devlet personel
Dairesine sunmuştur. Rapora yazılan önsözden anlaşıldığı kadarıyla Van Mook
“Türkiye’de Memuriyet Rejimi Alanında Reform” isimli raporunu hazırlamak
için Türkiye’de birinci seyahatinde dokuz, ikinci seyahatinde ise kırk dört olmak
üzere toplam elli üç gün kalmıştır. Mook’un çalışması Devlet Personel Dairesine
teslim edildikten kısa bir süre sonra Türkçe’ye çevrilerek tam metni 1963 yılında
yayınlanmıştır.
Toplam dört ayrı rapordan oluşan incelemenin birinci kısmında Türkiye’de
“Personel Rejimi Hakkında Genel Durum” ve düşünceler sıralanırken, ikinci kısımda
“Türkiye’de Personel İdaresinde Yapılacak Reformun Ana Prensipleri ve Gayeleri”,
üçüncü kısımda Devlet Personel Dairesi başkanı Hasan Şükrü Adal’a personel
reformunun akıbeti hakkında verilen muhtıra! ve dördüncü kısımda ise “İdareci Sınıf
İçin Memur Alma ve Yetiştirme” konuları ele alınmıştır. Mook, Türk personel
sitemine dair olarak yaptığı bir değerlendirmede(1963:21),
“...Milletin kültürel, sosyal ve ekonomik sahalarda rasyonel ve
mütekamil kalkınmaya kavuşabilmesi için her şeyden önce bir
personel rejiminin tesisine lüzum vardır. Hükümetin politik
liderliğinde ve parlamentonun murakabesi altında iyi koordine ve
formüle edilmiş bir personel sistemi politikası hazırlanmalı ve bu
sistemin memleketin ve vatandaşların hayrına müessir ve dürüst bir
şekilde tatbiki sağlanmalıdır”
demek suretiyle Türkiye’de bulunuş amacını açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
Yazar, Türkiye’de Memuriyet Rejimi Alanında Reform isimli birinci raporunda
mevcut durumu şu cümlelerle ifade etmektedir (Mook, 1963:4-5):
1- “Mevcut gruplara hiyerarşik derecelere ve maaşlara taalluk eden kadrolar,
kuruluşlarında modern idarenin icap ettirdiği nizam ve metod bakımından
244
aşikar bir terakki arzettiği halde ihtisaslaşmaya birçok yönden imkan
vermeyecek surette fazlasıyla katılaşmış(rigid) bir hale gelmiştir.
2- Personel politikası mevzusunda, kuvvetli bir merkezi sevki idarenin yokluğu,
perakende kanunlarla ihtiyaçları karşılama neticesini doğurmuş ve çıkarılan
kanunların mütecanis bir şekilde tatbik edilememesi de durumu karışık bir
hale sokmuştur.
3- Enflasyonun sık-sık tekerrürü memurlar için tatminkar bir ücret ve maaş
sisteminin tatbikinin idamesini fazlasıyla güçleştirmiş ve tashih edici
tedbirlerin kabulü ise esas sistemi büsbütün karıştırmıştır.
4- Bir taraftan pratik ihtiyaçları karşılamaktan ziyade akademik ve nazari bir
sisteme giden eğitim, diğer taraftan teknolojik eğitimde yeni gelişmelere ayak
uydurulamaması amme hizmetlerinin ihtiyaçları ile yetiştirilmiş eleman
arasındaki farkı fazlalaştırmıştır.
5- Politik ve sosyal tesirler, daha yüksek memuriyetlere liyakat esasına göre terfi
ettirilme kaidesi ile memuriyet teminatını zaman-zaman engellemiştir.”
Mook 18 Mart 1926 tarihinde kabul edilip 31 Mart 1926 tarihinde yayınlanan
788 sayılı Memurin Kanununu bir çok noktada eleştirerek mevcut uygulama
içerisinde farklı statülerin yaratıldığı, ödül-ceza dengesinin tam olarak kurulamadığı,
çağdaş bir sınıflandırma sisteminin benimsenmediği ve liyakat ilkesine uyulmadığını
belirterek kanunun “çıkarıldığı günden beri müteaddit tadilata uğramış, ve ilaveler
yapılmıştır, ki bu tadilatlar kanunu daha karışık bir hale sokmuştur” demek suretiyle
mevcut yasayı düzeltmek yerine bu eksiklikleri gideren yeni bir yasa yapılması
yoluna gidilmesini önermiştir.
245
Mook raporunda ülkemizdeki kamu personel rejimini genel itibarıyla
değerlendirmiş; uzmanlık, öğretim, teknik personel konuları ile personel kayıt ve
istatistiklerinin tutulması, sınıflandırma ilkesinin uygulamaya geçirilmesi gibi somut
öneriler getirilmiştir. Mook hazırlanacak yeni personel reformunun şu niteliklere
sahip olmasını önermiştir(Mook 1963:21-35):
1- Mevcut barem rejimi kaldırılarak, kamu personelini rasyonel bir
sınıflandırma ve derecelere ayırmak,
2- Daha iyi ve ekonomik mesai yapılabilmesi için devlet dairelerindeki personeli
revizyondan geçirerek ıslah etmek,
3- Merkezi ve departmantal personel alma sistemini esaslı şekilde tespit edilmiş
standartlara bağlamak ve açık imtihan sistemini tesis etmek.
4- Terfi usullerini liyakat esasına göre tam olarak uygulamak,
5- Merkezi ve departmantal olarak hizmet içi eğitimi organize etmek ve
geliştirmek,
6- Yabancı ülkelerde eğitim yapacakları bir merkezden idare etmek ve yurda
döndüklerinde en faydalı olacakları işlerde istihdam etmek.
7- Çalışanlar için yeterli bir maaş sistemi hazırlamak ve tatmin edici bir
emeklilik maaşı ve sosyal yardım düzeni kurmak ve geliştirmek,
8- Personel haklarını ve statülerini koruyan mevzuatı geliştirerek sağlam
temellere bağlamak,
9- Mesleki ve diğer personel derneklerinin kurulmasına yardımcı olmak ve
gerekli yasal düzenlemeleri yapmak,
10- Devlet personel dairesini personel sorunları hususunda daha aktif ve yetkili
hale getirmek,
246
11- Yeni personel mevzuatının takibi, Devlet Personel Dairesi ile Maliye
Bakanlığı birlikte koordineli biçimde yürtümelidir..
12- Kamu personeli yaptıkları işin alanına, cinsine, mahiyetine, güçlüğüne göre
gruplara ayrılmalıdır.
13- Personelin işe alınması liyakat esası üzerinden yürütülmeli ve her açık
pozisyon için o pozisyonu tanımlayan ve memur namzedinde olması gereken
nitelikleri sıralayan esaslar belirlenmelidir.
14- Tatbik kabiliyeti görülen hallerde, aynı sınıfa personel alınması işi bütün
idareye veya muayyen bakanlık ve kurumlara raci olmak üzere
merkezileştirilmelidir.
15- Yükselme ve terfiler liyakat, kıdem ve hizmet esaslarına göre yapılmalıdır.
16- Her sınıf, kategori ve derece için maaş cetvelleri tanzim edilmelidir.
17- İktisadi Devlet Teşekküllerinde istihdam dilecek personelinin durumunun
diğer kamu personelinden farklı bir statüde değerlendirilmesi gerekmektedir.
Mook’un raporunda dile getirdiği görüşler Devlet Memurları kanununda aynen
yer alarak bir anlamda yazarın çerçevesini çizdiği metin zenginleştirilerek
benimsenmiştir.
H. O. Van Mook tarafından hazırlanan rapor personel rejiminde süratle reform
yapılmasını gerektiren sorunlardan yola çıkmaktaydı. Raporda genel olarak şu sorun
alanları üzerinde durulmaktadır: ilk olarak maaşların satınalma gücüne paralel olarak
artırılması bir gereklilik olarak görülmektedir. Personel yönetimini benzer bir
uygulamaya götürecek merkezi bir yönetimin yokluğu önemli bir sorun alanı olarak
görülmektedir. Yürürlükteki barem rejimi kaldırılmalı, rasyonel bir sınıflandırma için
kadrolar kategori, grup, sınıf ve derecelere ayrılmalı, kariyerler geliştirilmeli, derece
247
ve unvanlar standardize edilmeli, yükselmede liyakat sistemi uygulanmalı, hizmet
öncesi ve hizmet-içi eğitim örgütlenip genişletilmeli, yurtdışında öğrenim görecekler
bir merkezden yöneltilmeli, yeterli bir maaş sistemi ile emeklilik ve sosyal
yardımlara ait sistemlerin geliştirilmesi tavsiye edilmektedir(Şaylan, 2000:112-113).
4- Fisher Raporu, 1962
OECD uzmanı Van Mook’la aynı dönem Türkiye’de bulunan bir diğer uzman
AID tarafından gönderilen Amerika Birleşik Devletleri California Devlet Personel
Dairesi Genel Müdürü olan John Fisher’dir. Fisher 3.5.1962 tarihinde Ankara’ya
gelmiş ve 29.6.1962 tarihinde ayrılmıştır. Toplam elli altı gün Türkiye’de kalan
Fisher bu kısa sürede çalışmasını tamamlayarak ülkesine dönmüştür. Mook’la aynı
dönemde Ankara’da bulunan ve aynı konuları irdeleyen bu uzmanların beraber
çalışıp çalışmadıkları ve birbirinin çalışmalarından haberdar olup olmadıkları
konusunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.
Fisher’de Mook gibi ilk defa genel idare örgütünden ayrı olarak personel
konusu üzerinde çalışmış ve 657 sayılı Devlet Memurları Yasasının alt yapısını
oluşturmuştur. Bu uzmanlara çalışmalarında Türk uzmanların yardımcı olup
olmadığı hususunda herhangi bir veri bulunmamaktadır. Bu iki çalışmayı diğer
reform projelerinden farklı kılan husus her iki uzmanın da yeni kurulan Devlet
Personel Dairesinin müşaviri olarak istihdam edilmiş ve diğer raporlar gibi genel
idare örgütü üzerine değil sadece personel reformu üzerine çalışmış olmalarıdır.
Fisher Türkiye’de bulunduğu süre içerisinde Devlet Personel Dairesi Başkanı Hasan
Şükrü Adal’a üç rapor vermiştir. Birinci raporda Türkiye’de Devlet Hizmetlerine
Memur Seçme Hakkında Program Teklifi, ikinci raporunda Devlet Personel
248
Dairesinde İmtihanları yapacak olan Teşkilata Dair Mütalaalar, üçüncü raporda ise
Türk Personel Sistemi konularını incelemiştir.
Fisher raporunda Mook’un bahsettiği konuları tekrar ederek bir anlamda
yazılanları teyit etmiştir. Ancak farklı ülkelerden gelen iki uzmanın aynı kurumda
çalışıp farklı konuları irdelemek yerine aynı problematik çerçevesinde çalışmaları ve
aynı tespit ve önerilerde bulunmaları reform tarihi bakımından ilginç bir durum
oluşturmaktadır. Bir çok defa ifade edildiği gibi Türkiye’de yürütülen idari reform
çalışmaları çoğunlukla günü kurtarmaya dönük bir anlamda yasak savma kabilinden
yürütülen çalışmalar olmuştur.
Fisher birinci ve ikinci raporunda özellikle memur seçme ve işe alma konuları
üzerinde ısrarla ve ayrıntılı bir biçimde durarak yapılacak personel reformunda bu
konunun sıkı esaslara bağlanmasını önermiştir. Çalışmasında işe alma sınavlarında
uyulacak kuralları, bu sınavlarda oluşturulacak komisyonlarda kimlerin yer alması
gerektiği ne gibi prosedürlerin izleneceği, sınavın şekli, sınav sorularının kimler
tarafından ve nasıl hazırlanacağı uzun-uzun anlatılırken aynı zamanda bu konu ile
ilgili Devlet Personel Dairesi bünyesinde oluşturulacak müsabaka imtihanlarını
yürütecek teşkilatın görevlerini ayrıntılı bir biçimde maddeler halinde sıralamıştır.
İncelemesinin son kısmında Türk personel sisteminin genel durumu üzerinde
duran Fısher, Mook gibi mevcut personel sisteminin yapılan değişikliklerle içinden
çıkılmaz bir hal aldığını ve Türkiye’nin ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak
olduğunu belirterek Devlet Personel Dairesi öncülüğünde acil olarak bir personel
reformuna gidilmesini tavsiye etmiştir. Yazar, bu noktada
“...yapılacak bir personel reformunun tam manasıyla
kıymetlendirilebilmesi için bu reformlar, idari bünyenin her yönünü
içine alan ıslahat programının bir cüzini teşkil etmelidir. Şayet
249
daireler arası münasebetler bozuk ise aynı zamanda görevler ve
yetkiler açık olarak belirtilmemiş ise, memuriyet mevkilerini
sınıflandıran ve tayin eden mazbut bir sistemden tam olarak fayda
sağlanamaz. Memur fazlalığı ve personelin azami derecede randıman
vereceği yere tayin olunmaması yüzünden, iyi bir seçme
programından elde edilebilecek istifadeler heba olur. Bundan dolayı
eğer Türk hükümetinde personel sahasında ıslahata gidilecek ise, bu
yoldaki reformalar kamu hizmetlerinin idaresi cephesinde yapılacak
geniş ıslahat hareketlerinin bir cüz’ini teşkil etmelidir”(Fisher,
1963:112).
Bu konu idari reform sorunsalının temel eksikliklerinden birinİ
oluşturmuştur. Genellikle idari reform konusu personel reformundan
bağımsızmışçasına ele alınmış ve farklı çalışmaların sonucunda birbiri ile çelişen
raporlar ortaya çıkmıştır. Fisher’de Mook gibi Türkiye’de memurların kayıtlarının
tam olarak sağlıklı bir şekilde tutulamadığını ve farklı memur sayılarının ortaya
çıktığını belirtirken aynı zamanda memur fazlalığından şikayet etmişlerdir.
Memurların çoğunun nitelik bakımında yetersiz olduklarını, görevlerinin tam olarak
belli olmadığını ve memurların coğrafi dağılımının dengesiz olmakla birlikte bunun
tam olarak bilinemediğini ve ücretlerin düşük olduğunu öne sürmüşlerdir. Personel
reformu konusunda kendilerinin hazırladıkları metinlerin kendilerine verilen
İngilizce kısa metinler üzerinden, yapılan görüşmelerden ve gözlemlerden
kaynaklandığını belirtirken esaslı bir personel reformu yapmak için raporlarında dile
getirilen sorunları daha detaylı araştıracak komisyonlar kurulmasını belirtmişlerdir.
Bu itibarla
“...gelişen şartların icap ettirdiği personel politikasındaki
değişiklikler üzerinde iyice durulmalı ve bütün kamu hizmetlerinde
yapacağı tesirler dikkatle hesaba katılmalıdır. Ne acele olarak hal
çaresine başvurulmalı ne de bir grubun zorlamasına veya diğer
250
grubun tesirine kapılmalıdır. Daha ziyade muhakemeye, bütünlüğe
ve aynı zamanda her tarafın ihtiyacını karşılayacak adilane bir
icraat yoluna gidilmelidir”(Fisher: 1963114).
Türk hükümeti tarafından da paylaşılan bu saptamalar neticesinde mevcut
aksaklıkları ortadan kaldırmak ve idarenin rasyonel bir işleyişe kavuşturulmasını
sağlamak maksadıyla Devlet Personel Dairesine yeni bir personel yasası hazırlama
görevi verilmiştir. Fisher’in de raporunda bahsettiği genel idareye dair ayrı bir
çalışmanın da yapılması için ayrı bir komisyon kurularak eş zamanlı olarak Merkezi
Hükümet Araştırma Projesi(Mehtap) başlatılmıştır. Bu konuda sergilenen yapıcı
tavrın ve sonuç almaya dönük çalışmaların dönemin otoriter özelliklerinden
kaynaklandığı sanılmaktadır. Bilindiği üzere 27 Mayıs sonrası askeri yönetimin
yaptığı ilk icraatlardan biri tartışmaları uzun zamandır devam eden idari reform
konusunu sonuca bağlamak ve kötü hal ve gidişatın sorumlusu olarak görülen idare
aygıtını reforma tabi tutmaktı. Mevcut yönetim bu konuda kararlı olduklarını hem
personel reformu hem de idari reform konusunda gösterdiği çalışmalarla ortaya
koymuştur.
John F. Fisher çalışmasında liyakat ilkesinin benimsenmesi, liyakat
standartlarının geliştirilmesi, personel gereksinimin belirlenmesi, sınavların biçimi ve
örgütlenmesi konuları çözülmesi gereken sorun alanları olarak tespit
edilmiştir(Şaylan, 2000:113).
5- Podol Raporu, 1963
Bu dönemde yapılan ve oldukça önemli kabul edilen diğer bir çalışma da,
Richard Podol tarafından hazırlanan ve Podol Raporu olarak bilinen çalışmadır. Bu
çalışma “Bir Yabancı Gözüyle Yirminci Yüzyıl Ortasında Türk Kamu
Yönetimi” adıyla 1963 yılında yayınlanmış 1967 yılında TODAİE uzmanlarından
251
Cahit Tutum tarafından Türkçe’ye çevrilerek Amme İdaresi Bülteninde
yayınlanmıştır. Podol raporundan bahsetmeden önce benzer nitelikte olan
Matthews’in “Yetişen Türk İdarecileri” ve Caldwell tarafından hazırlanan “Türk
Yönetimi ve İdarei Maslahatçılık Siyaseti” isimli çalışmalardan da kısa biçimde de
olsa bahsetmek gerekmektedir. ABD’nin dış yardım siyasetine ve Thournburg,
Barker raporlarında dile getirilen Türkiye ve ABD arasındaki görüş alışverişlerinin
artırılması, amme idaresi alanında yöneticilerin yetiştirilmesine bağlı olarak
yaptırılan bu çalışmalarda, idari yapının mevcut durumunun değerlendirilmesine
bağlı olarak başta merkeziyetçilik eğilimlerinin gevşetilmesi, otoriter devletçilik
uygulamalarının son bulması, kırtasiyeciliğin azaltılması ve Türk idarecilerinin
nitelik bakımından yetersiz oldukları gibi konu başlıkları üzerinde durulmuştur.
İdarecilerin 1954 yılında Ford Vakfı tarfından desteklenen çalışma Türk kamu
yönetimi üzerine yapılmış ilk anket çalışmasının yapıldığı inceleme de olmuştur.
Bir diğer çalışma 1957 yılında yapılan değerlendirmede Caldwell,
Türkiye’nin idari sistemini ayrıntılı biçimde irdelerken, idari yapı hakkında yerinde
bir kısım tespitlerde bulunmaktadır. Caldwell yazısında sadece idari yapıyı
incelemekle kalmamış ayrıca ülkenin sanayileşmesi, devletçilik uygulamaları ve
iktisadi politikalarını eleştirmiştir. Caldwell’in değerlendirmelerin devamı
mahiyetinde olarak yapılan Podol raporu, bu alandaki önemli çalışmalardan biridir.
Çalışmanın 1960 askeri müdahelesi sonrası yapılması çalışmayı daha da anlamlı hale
getirmektedir.
1961-1965 yılları arasında Ankara’daki Birleşik Amerika “Milletlerarası
Kalkınma Örgütü”nde (AID) yönetim danışmanı olarak görev yapan ve bu sürenin
önemli bir kısmını Devlet Personel Dairesinde geçiren Richard Podol tarafından
252
kaleme alınan çalışmanın birinci hedefinin Türkiye’ye yeni gelen Amerikalı
uzmanlara Türk kamu yöneticileri hakkında bir fikir vermek amacıyla hazırlandığı
öne sürülmektedir. Toplam on sayfadan oluşan ve bir küçük risale şeklinde olan
çalışma maalesef diğer bir çok çalışmada olduğu gibi literatürde irdelenmeyen ve
görmezlikten gelinen çalışmalardan biridir. Podol’un çalışmasının özgünlüğü ve
diğerlerinden ayrılan yönü, daha önce ve sonra yapılan reform çalışmaları kamu
yönetimi sistemini ele alan kapsamlı incelemeler iken bunun, yöneticiler üzerinden
yönetim aygıtını irdeleyen bir çalışma olmasıdır. Rapor, yazarın da itiraf ettiği gibi
bilimsel bir araştırmaya dayanmaktan ziyade yazarın kişisel gözlemlerine ve
subjektif analizlerine dayanmaktadır. Raporun hazırlanma amacından başlayarak
müstemlekelerini daha iyi yönetmek isteyen efendilerin çalışmalarını hatırlatmakta
ve çalışmanın başından sonuna bu üslup ve hava kendini göstermektedir. Bu
bağlamda yazarın Amerikalı uzmanların Türkiye’deki faaliyetlerine ilişkin olarak
yaptığı saptamalar önem kazanmaktadır(Podol, 1967:13).
“On yıldan fazla zamandır Türkiye’de faaliyette bulunan Amerikan
yardım programı şimdi meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli
mevkilerde Amerika’da eğitim görmüş bir Türk’ün bulunmadığı
bir bakanlık yada bir kamu iktisadi teşebbüsü hemen-hemen
kalmamıştır. Halen bulundukları kuruluşlarda ilerici kuvvet niteliği
taşımakta olan bu kimselerin kısa zamanda genel müdürlük yada
müsteşarlık görevlerine geçmeleri beklenir. AID bütün çabalarını
bu gruba yöneltmelidir”
Milletlerarası Kalkınma Örgütü ile yapılan anlaşma gereği Türkiye’de uzun
sayılabilecek bir süre kaldıktan sonra Nepal’e giden ve danışmanlık hizmetlerine
orada devam eden Podol, Türkçe literatürdeki ilk “Sevk ve İdare” kitabının da
yazarıdır. Yazarın 27 Mayıs sonrası Türkiye’ye gelmesi ve bizzat Devlet Personel
253
Dairesinin kuruluşuna nezaret etmesi ilginç bir durum oluşturmaktadır. 1960
öncesini sıkı bir biçimde eleştiren askeri yönetimin, eski uygulamayı sürdürerek
Amerikalı uzmanlardan faydalanmaya devam etmiştir. 27 Mayıs müdahalesinin tam
bağımsızlıkçı, yaşanan süreci kritik edici ve ilerici öngörüleri sözde kalırken ve aynı
dönemde Türk uzmanlar tarafından hazırlanan Mehtap raporu ortaya çıkmışken
Podol’un Türkiye’de bulunması bir çelişki oluşturmaktadır.
Çalışma en genel ifadesiyle, Türk kamu yönetiminin özelliklerinden bahsederek,
yöneticilerimizin belirgin bir niteliğinin bulunmayışı, iş başarma eğiliminin
zayıflığına, merkeziyetçi yönetim anlayışına, yatay ve dikey iletişim eksikliğine,
teknik personelin yetersizliğine değinmiştir. Yazar çalışmasının giriş kısmında
Osmanlıdan devir alınan kültürel ve siyasal mirasa dikkat çekerek Türkiye’nin
geçmiş ve gelecek arasında tezatlar yaşayan insanlardan oluşan bir ülke olduğunu
belirtmektedir. Türkiye’de yönetim problemlerini daha iyi anlayabilmek için Türk
yöneticisini tanımak gerekmekte olduğunu öne süren Podol Türkiye’nin esas
itibarıyla 20 yüzyıl yaşantısına girmeye çalışan daha doğrusu buna itilen bir ülke
olduğunu, Türklerin 1920’lere kadar ticaret ve iş hayatını daima küçümsediğini öne
sürerek çoğunlukla savaşçı ve çiftçi olduklarını; Türk toplumunun dinde siyasette,
ailede ve özet olarak her alanda otokratik bir düzene sahip olduğunu belirtmektedir.
Podol bu yargıya nasıl vardığını belirtmezken Türkiye’nin çocukluk çağını yaşayan
bir devlet olduğunu ve burada en çok ihtiyaç duyulan iki şeyin “zaman ve sabır”
olduğunu belirterek kendisi de doğululara mahsus bir saptamada bulunmaktadır.
Podol Türkiye ve Türk yöneticisi hakkındaki saptamaların daha çok kanaat ve
muhakeme yoluyla yapılan bir portre çizme hadisesi olduğunu belirterek Türk
yöneticisinin kişisel özelliklerini başlıklar halinde şu şekilde sıralamaktadır:
254
1. Türk yöneticisinin iş başarma eğilimi zayıftır.
2. Türk yöneticisinde merkeziyetçi bir yönetim anlayışı egemendir.
3. Haberleşme bakımından çok zayıftır.
4. Rütbe ve mevkie çok önem verir.
5. Çalışma yerinde mahremiyet yoktur.
6. Batılı olduğuna inanır.
7. Öğrenmek ve gelişmek ister.
Yazar ilk beş maddede genelde Türklerin, özelde Türk yöneticisinin olumsuz
özelliklerini anlatıp onu eleştirirken altıncı ve yedinci maddelerde sanki onun
gönlünü almak istercesine gururunu okşayan ifadeler kullanmıştır.
Podol Türk yöneticisinin temel özelliğinin mevzuata sıkı-sıkıya bağlılık ve alt
kademedekilerin yetersiz olduğu savı ile yetki devrine yanaşmamaları olduğunu
belirtirken, bu durumun sıkı teftiş mevzuatı ile desteklendiği ve ayrıntılara boğulmuş
merkeziyetçi yapının karar alma mekanizmasını yavaşlatarak hizmet kalitesini
etkilediğini öne sürmektedir. Yazar Türk yöneticisinin karar verme anında
çoğunlukla pasif kalmayı tercih ederken bu kararı üst makamlara bıraktığını ve Türk
yöneticisi en büyük zaafının hareket ve teşebbüs noksanlığı olduğunu belirtmektedir.
Türkiye’de yöneticiliği etkileyen yedi ana sebep olduğu öne sürülürken bunlar
sırasıyla aile, eğitim sistemi, mevzuat, maharet noksanlığı, iş bulma güçlüğü, iktisadi
devlet teşekküllerinin gerçek hüviyetlerinin açıklığa kavuşturulamamış olması,
batıya dönüklük olarak saptanmıştır. Özellikle kamu iktisadi teşebbüsleri konusunun
yöneticilik konusu ile ilintisi tam olarak kurulamamış olması yanında bu başlık
altında dile getirilen konular ilginç saptamalar içermektedir.
“Gerçekten bu teşebbüslerin varlık nedenleri kesinlikle belli değildir.
Özel teşebbüslerin başaramadığı ya da yapmak istemediği bazı
görevleri mi yerine getirmek için kurulmuşlardır, yoksa özel kesimin
sınırlarını göstermek için mi? İlerdeki yatırımlar için bir sermaye
255
biriktirme aracı mıdırlar, yoksa hazineye yükleyecekleri zarara
bakmaksızın işsizlere iş bulmak ve halka düşük fiyatla mal ve hizmet
sağlamak için mi kurulmuşlardır? Bunlar ticari bir teşebbüs müdür,
yoksa sadece hükümetin siyasi direktiflerini yerine getirmek için mi
muhafaza edilmektedir?” (Podol, 1967:13):
Dikkat edildiği üzere yazarın 1960’lı yılların başında kamu iktisadi
teşebbüsleri üzerine getirdiği yorumların ileri sürdüğü görüşlerin daha sonra dile
getirilen eleştirilere esas teşkil ettiği ve bu kurumların özelleştirilmesi konusunda
temel argüman olduğu görülmektedir.
Rapor sonuç olarak yürürlükteki mevzuat, adet ve geleneklerin Türkiye’nin
ihtiyaç duyduğu hızlı gelişme ve kalkınma hamlesi için gerekli yönetsel uygulama ve
tavırları engellediğini belirterek, Türklerin kendilerini bu kargaşadan kurtaracak bir
Atatürk beklediklerini öne sürerken, Türk kamu yönetiminin temel eksikliğinin
“müesseseleşmenin” sağlanamamış olması ve yönetim alt yapısının kurulamamış
olması işarete tmektedir. Raporda yöneticilere dair ise, yöneticilerin en önemli
kusurlarından biri yeni usul ve yöntemler konusundaki eksiklik ile yeni fikirleri
uygulayacak yeterli teknik personel eksikliği olduğu ve işlerin birkaç kişinin
omuzlarına yüklenerek bu kişilerin yetki ve sorumluluğuna bırakılarak işlerin ve
görevlerin şahsileştiği belirtilmektedir. Üst kademe yöneticilerinin teknik yetenek ve
becerileri olsa bile yetkisizlikleri ve maruz kaldıkları müdahalelerin iyi birer yönetici
olmalarını engellediği ve bu gruba giren kişilerin eski kültürle yetişmiş batı kültürü
ile ancak 20-30 yaşlarında tanışmış insanlar olduğu ve bu durumun kişiliklerinde
ister istemez bir bölünme yarattığı ileri sürülmüştür.
Podol’a göre orta kademe yöneticilerin ise üst kademe yöneticilere göre
durumları nisbeten daha iyi olan gruptur. Bu gruptakilerin çoğu Atatürk reformlarını
uygulamaya konulduğu dönemde doğmuşlar ve Türkiye’nin modernleştirilmesi
256
gerektiğine inanmış ilerici kişilerdir. Ayrıca bu gruptakilerin çoğu Amerikalı
uzmanlarla temas halinde olmuş, Amerikan bursu ile Amerika’da eğitim almış
kişilerden oluştuğu ileri sürülmektedir.
Rapordaki bir takım yerinde saptamalar bulunmakla birlikte genel üslubuna
ve değerlendirmelere bakıldığında sanki özelde yönetim aygıtı ve yöneticiler genelde
ise Türkiye için bir “misyonerlik” ve ehlileştirme havası sezilmektedir ki bu ciddi bir
rahatsızlık uyandırmaktadır. Bu durum rapor kaleme alındığı dönemde de dile
getirilmiş ve yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Hatta bu eleştiriler öyle bir noktaya
gelmiştir ki çalışmada nelerin ileri sürüldüğünün tam olarak anlaşılabilmesi için
metnin tamamının Türkçe’ye çevrilmesi uygun görülmüş ve Türkiye Ortadoğu
Amme İdaresi Enstitüsü uzmanlarından Cahit Tutum tarafından çevirisi yapılmıştır.
Çeviriye yazılan giriş paragrafında Podol’un yönetim sorunu ve yöneticilere dair
görüşlerinin tamamına katılmadığı ve yabancı bir uzmanla böylesine “içli-dışlı”
olmanın tasvip edilmediği dile getirilmiştir(Podol, 1967: 10)
Özet olarak Podol Raporu, personel sisteminin yönetici boyutunu ele almıştır.
Podol’a göre, Türk yöneticisinin kişisel özellikleri olarak iş başarma eğilimi yetersiz
ve merkezcidir, iletişim açısından zayıftır, rütbe ve mevkie çok önem verir, çalışma
yerinde gizlilik yoktur, Batılı olduğuna inanır, öğrenmeyi ve gelişmeyi ister, teknik
yetişkinliği ve yeteneği ABD yöneticilerine göre geridir, yöneticilik eğitimi görmüş
olanların sayısı azdır. Bu durumda yapılması gerekenler: yöneticinin geniş çapta
fikren hazırlanması, gelenekçileri zararsız hale getirmek, personel, bütçe ve O ve M
gibi çeşitli uzmanlık alanları için uzman yetiştirmek, temel iyileştirme davranışlarına
girişme isteği, enerjisi ve cesareti olanlara destek olmak, yönetimi geliştirme
amacına yönelmiş kurumları desteklemektir(Şaylan,2000:113).
257
6- Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırma Projesi (MEHTAP), 1963
1960 yılı ile başlayan dönem Türk kamu yönetimi için bir çok ilkin
yaşanmasına neden olurken idarenin iyileştirilmesi noktasında da çalışmaların daha
kapsamlı ve tutarlı bir biçimde yeni bir heyecan ve yön bulma arayışı içinde
yapılmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu dönem, 1950-1960 döneminin görece liberal
anlayışı yerine daha müdahaleci bir anlayışın egemen olduğu bir dönemdir. Bu
dönem 1950’li yılların sonlarında ciddi biçimde tartışılmaya başlanan plan fikrinin
uygulamaya sokulduğu bir dönem olmuştur. Mehtap raporunun soğuk savaş
döneminin en yoğun biçimde hissedildiği ve bloklar arası güç dengesinin zirvede
olduğu bir dönemde hazırlandığına dikkat etmek gerekmektedir. Belki burada
Menderes Hükümetinin iktidarının son döneminde bozulan ABD ilişkileri yerine
ikame etmeye çalıştığı Sovyetler Birliğini ve bu ülkeye yapmayı planlayıp
yapamadığı seyahate dikkati çekmek gerekmektedir(Tuncay, 1989:156). İktidarın bu
politika değişikliği düşüncesi karşısında askerlerin yönetime el koyması ile DP
iktidarı son bulmuş ve yeniden ABD ile sıkı ilişkiler içine girilerek yeni üslere izin
verilmiştir. Ayrıca NATO ile bir kısım askeri ve savunma anlaşmaları daha yapılarak
kuzeye karşı kalkan görevi verilmiş tüm bunlara bağlı olarak ABD’den artan
miktarlarda dış yardımlar alınmıştır(Gerger, 1999:98-99). Askerlerin yönetime el
koymasına dış dünyada gelişen olaylar bağlamında baktığımızda Türkiye’nin jeo-
politik öneminin daha net biçimde ortaya çıktığı ve vazgeçilemez bir ülke
konumunda olduğu görülmektedir. 1962 yılında patlak veren Küba krizi ve yaşanan
gelişmeler Türkiye gibi Sovyetler karşısında kale görevi gören ülkelerin
vazgeçilmezliğini ortaya koyarken aynı zamanda ABD bağımlılığının ülkeyi nasıl bir
nükleer tehlike ile karşı karşıya getirdiği de görülmektedir.
258
Askeri yönetimin ilk yaptığı işlerden biri de idarenin rasyonel bir işleyişe
kavuşturulması amacıyla reform sorununu gündeme getirmek ve düzenin sağlamasını
yapacak yeni bir kısım kamu örgütleri kurmak olmuştur. Literatürde 27 Mayıs
hareketinin ulusal duyarlılıkları temsil eden bir hareket olduğu noktasında görüş
birliği olmakla birlikte sonuçları itibari ile Türkiye’nin dışa bağımlılığını pekiştiren
ve orta vade de ülkenin istikrarsızlaştırılması gibi sonuçlar doğuran etkileri de
olmuştur. Bu bağlamda 1960’lı yıllarla birlikte yüksek sesli biçimde “Türkiye’nin
düzeni”12 tartışılmaya başlanmış ve daha bağımsızlıkçı politikalar izlenmesi
konusunda ciddi bir muhalefet gelişmiştir. Çalışmamızın ana teması bakımından
hayli anlamlı olan bu tartışmalar ve yeni yön arayışları 1960’ların sonuna doğru daha
somut ve rafine hale gelmiştir.
Bu uzun girizgahtan sonra Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırma
Projesine(MEHTAP) geldiğimizde, projenin döneminin genel yönelimlerini ve
özelliklerini taşıdığı görülürken yöntemi, niteliği ve kapsamı bakımından 1972 ve
1991’de yapılan idari reform çalışmalarına her anlamda öncülük ettiği görülmektedir.
İktidarı ele geçiren askeri yönetimin rasyonel işleyen bir idare sistemine
kavuşabilmek için ilk iş olarak bir komisyon kurup idare sorununa el atmıştır. Askeri
yönetimin idare sorunun çözümünü sivillere bırakmayıp bizzat konseyin el atması
ilginç bir durum oluştururken neden böyle bir yola başvurdukları konusunda
elimizde herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Askeri yönetimin bu girişimi başka bir
geleneğin daha oluşmasına neden olarak 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri 12 Düzen teriminin isim babası “Türkiye’nin Düzeni” isimli çalışması ile Doğan Avcıoğlu olurken, 1969 Genel seçimlerinde bu kavramın CHP’nin seçim bildirgesinin ismi olduğu ve Bülent Ecevit tarafından sıkça kullanıldığı görülmektedir. Bu gelişmelere bağlı olarak İdris Küçükömer’in “Düzenin Yabancılaşması” isimli eseri de yine bu dönemin politik atmosferini ve “düzen” sözcüğünün yarattığı heyecanı göstermesi bakımından anlamlı göstergelerdir.
259
yönetimleri de 27 Mayıs 1960’da olduğu gibi ilk iş olarak idare sistemine el atmış ve
hemen reform komisyonları kurarak aksaklıkların düzeltilmesi için girişimlere
başlamışlardır. 1960 sonrası dönemde yapılan düzenlemelerle Cumhuriyetin
kurumsallaştığı ve toplumsal talepleri önceleyen bir kimliğe bürünerek daha derine
kök saldığı görülmektedir.
Türk idare sistemi içerisinde daha önce ifade edildiği gibi Türk uzmanlarca
yapılan en kapsamlı ve en nitelikli projelerden biri olan Merkezi Hükümet Teşkilatı
Araştırma Projesinin kanaatimizce literatürde hak ettiği yeri almadığı ve ciddi
biçimde irdelenmediği görülmektedir. Başlı başına bir tez konusu olacak bu raporun
zamanın ilerisinde bir öngörü ve yönetim mantığına sahip olduğu ve idare aygıtını
bütüncül bir bakış açısı ile ele aldığı görülmektedir. Ekleri ile birlikte toplam 436
sayfadan oluşan bu raporun literatürde bir veya iki paragrafla anlatılmaya çalışıldığı
gözlenirken çoğunlukla sanki orjinal metine bakılmadığı hissi uyanmaktadır.
Türkiye’nin 1980’li yılların ortasıyla birlikte yoğun biçimde yaşamaya başladığı
kamu hizmeti açığı, görev paylaşımı, kamu hizmetlerinin koordinasyonu ve
niteliğine ilişkin bir çok sorunun bu proje ile tartışmaya açıldığı ve dikkate
sunulduğu görülmektedir.
Planlı dönemde yapılan en kapsamlı araştırmalardan ilki olan Merkezi
Hükümet Teşkilatı Araştırma Projesi, TODAİE ve DPT tarafından bir yıl içerisinde
hazırlanmış ve 24 Nisan 1963 tarihinde Başbakan İsmet İnönü’ye sunulmuştur.
Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırma Projesi yönetim kurulu şu isimlerden
oluşmaktadır: Tahsin Bekir Balta, Kemal Fikret Arık, Kenan Sürgit, Mümtaz Soysal,
Hasan Şükrü Adal, Süleyman Demirel, Ziya Eralp, John W. Foster, Arif Payaslıoğlu.
Komisyonda yer alan J.W. Foster Birleşmiş Milletlerin TODAİE bünyesinde görevli
260
uzmanıdır. Komisyonda yeni kurulan Devlet Planlama Teşkilatını ve Devlet Personel
Dairesini temsilen sırası ile Ziya Eralp ve Hasan Şükrü Adal bulunmaktadır.
Araştırma TODAİE, DPT ve Devlet Personel Dairesi öncülüğünde yürütülürken bu
kurumlara yardımcı olmak üzere ilgili fakülteler ve bakanlıklar görevlendirilmiştir.
Araştırma bilgi ve belge toplamadan başlayarak nihai raporun hazırlanmasına değin
yedi safhada oluşurken bu aşamalarda toplam otuz üç uzman görev almıştır.
Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırma Projesi ekleri ile birlikte toplam dokuz
bölüm ve 436 sayfadan oluşmuştur. Yabancı uzman raporlarından sonra en kapsamlı
ve en hacimli çalışma olan raporun titiz bir çalışmanın ürünü olduğu görülmektedir.
Ancak burada hemen belirtmek gerekmektedir ki diğer çalışmaların bir kısmı genel
reform metinleri iken Mehtap raporunun sadece idare aygıtına dair olduğunu hemen
belirtmek gerekmektedir. Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırma Projesinin kapsamlı
bir çalışma olduğunu söylememize rağmen 1933 tarihinde yapılan Dorr Raporunun
ancak küçük bir kısmına karşılık geleceğini belirtmemiz gerekmektedir. Yabancı
uzman raporlarında mevzuattan bağımsız ve daha çok genel değerlendirmeler
yapıldığı görülürken Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırma Projesinde mevcut
mevzuat üzerinden bir irdelemenin olduğu gözlenmektedir.
Çalışmada devletin kalkınmadaki rolünün ne olması gerektiği ve kamu
iktisadi teşebbüsleri konularının raporun kapsamı dışında bırakıldığı belirtilmektedir.
Ancak satır aralarında bir kısım mesajların verildiği görülürken yabancı uzman
raporlarına göre özel teşebbüs sözcüğünün çok az kullanıldığı, ihtiyatlı bir dil
kullanıldığı, daha çok bu konulara dair söz söylenmemeye çalışılmaktadır. Ancak
daha önceki çalışmalarda olduğu gibi iktisadi devlet teşebbüslerinin özelleştirilmesi
veya bu kuruluşların verimsiz kurumlar olduğuna dair ifadelerde bulunmamaktadır.
261
Raporda daha önce yapılan reform çalışmalardan bahsedilmemekte ve herhangi bir
atıf yapılmamaktadır.
Mehtap raporu gibi böylesine kapsamlı bir çalışmada daha önce yapılan
çalışmalardan bahsedilmemesi ve bu raporlara dair özette olsa bir değerlendirmenin
yapılmamış olması çalışmanın temel eksikliklerinden biri olsa gerektir. İdari reform
raporları konusunda belki yapılması gereken çalışmalardan biri de farklı dönemlere
ait raporların karşılaştırılmalı biçimde irdelenmesi konusudur. Bu çalışma içinde
zaman-zaman böylesine bir çaba içinde olunmakla birlikte çalışmamızın sınırlılıkları
bağlamında bunun bu tezin kapsamını aştığı görülmektedir.
Raporda ayrıca Türk ve yabancı uzmanlarca yapılan diğer çalışmalarda
olduğu gibi incelemenin Türkiye’nin ve Dünyanın yaşadığı sosyal gerçeklikten
oldukça kopuk olduğu ve raporun öyküsüne dair bir betimlemenin olmadığı
görülmektedir. Örneğin Mehtap raporuna bugünden baktığımızda metnin 27 Mayıs
sonrası gibi Türk siyasal yaşamının dönüm noktalarından biri olan bir gelişmenin
ardından yapıldığını ve bizatihi 27 Mayıs’ın varlığını öğrenememekteyiz. Reform
metinlerinin böylesine sosyal çevresinden yalıtılarak yazılması ve değerlendirilmesi
ciddi bir eksiklik oluşturmaktadır.
Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırma Projesinden kısa bir süre önce yapılan
Barker raporu ile bu raporunun inceleme konularını çok genel olarak incelediğimizde
karşımıza şu tablo çıkmaktadır:
262
Tablo I Barker Raporu ile Mehtap Raporunun İnceleme Konularının Karşılaştırılması
Barker Raporu, 1951 Mehtap Raporu, 1963
I. Tarihi Tekamül I.Merkezi Hükümet Teşkilatının Genel Yapısı II. Mevcut Kaynakalrın Etüdü II. Ortak Görevler III.Kaynakların İşetilmesi ve Ekonomik Kalkınmanının Umumi Vechesi
III. Geleneksel Görevler
IV. Ekonomik Politikanın ve Ekonomik faaliyetlerin Koordinasyonu
IV. Mali ve İktisadi Görevler
V. Ziraat-Ormancılık-Balıkçılık V. Sosyal Görevler VI. Sanayi ve Madencilik VI. Kültürel Görevler VII. Ulaşım ve Enerji VII. Görevlerdeki Eksikliklerin Sebepleri VIII. Devlet Teşebbüslerinin Organizasyonu VIII. Tekliflere Göre Merkezi Hükümet
Teşkilatının Temel Kuruluşu IX. Eğitim ve Sağlık IX. Yapılması Gereken Başka Görevler X Amme İdaresi X. Kamu maliye politikası XII. Uluslar arası İlişkiler ve Dış Ticaret XIII. İktisadi Kalkınma Programı için Tavsiyeler
Mehtap Raporu; merkezi hükümet teşkilatının genel yapısı, ortak görevler,
geleneksel görevler, mali ve iktisadi görevler, görevlerdeki eksiklik ve eksikliklerin
nedenleri, tekliflere göre merkezi hükümet teşkilatının aldığı biçim, yapılması
gereken başka araştırmalar, ana başlıkları altında merkezi hükümet örgütünün
görevlerini irdelemiştir. Türkiye merkezi hükümet teşkilatına dair bakanlık, daire ve
müesseseler arasında merkezi hükümet görevlerinin dağılış tarzı ve bu dağılışın
kamu hizmetlerinde en verimli bir şekilde gerçekleşmesine imkan sağlayıp
sağlamadığını inceleyen ve sonuçta çeşitli teklif ve tavsiyelerde bulunan çalışma
yerli uzmanlar heyeti tarafından hazırlanan en kapsamlı çalışmadır. Ancak bu
çalışma ile başlayan ve takip eden araştırmalarla devam eden bir gelenek haline
gelen TBMM, Cumhurbaşkanlığı, Genel Kurmay Başkanlığı, Milli Savunma
Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Üniversiteler ve Kamu İktisadi Teşebbüsleri
inceleme kapsamı dışında tutulmuşlardır.
Raporda, bakanlıklar ve yapıları incelendikten sonra, genel sorunlar üzerinde
durulmuş, sebepleri ve sonuçları ortaya konulmaya çalışılmıştır. Başta personel
263
rejimi olmak üzere, yönetim yapısı, süreçler ve geliştirme faaliyetleri incelenmiştir.
Raporun genel amacı, merkezi hükümet görevlerinin rasyonel şekilde dağıtılışını
temin etmek suretiyle, daha sistemli ve düzenli bir planlama, daha iyi işleyen bir
personel sistemi, daha çağdaş örgütsel yapı ve daha etkin bir mali kontrol kurmayı
hedefleyerek, yapılacak çalışmalara yol göstermeyi amaçlayan tavsiyelerde
bulunmak olmuştur(MEHTAP, 1963).
Mehtap raporu ilgili kamu kurum ve kuruluşlarını ayrıntılı biçimde
irdeleyerek Cumhuriyetin kuruluşundan 1962 yılına değin geçen gelişmeleri ve
mevzuat düzenlemelerini tek-tek sıralarken bu mevzuat incelemesini takiben sırası
ile bu örgütlerin amaçları, görevleri, merkez ve taşra teşkilatı, fonksiyonları, işlevini
kaybetmiş kaldırılması gereken eski birimler ve kurulmasında fayda görülen yeni
birimler ve bunların statüleri detaylı biçimde sıralanmıştır. Raporun bütününde açık
biçimde görüldüğü üzere yapılmak istenen yeni düzenlemelerle bir çok alanda
devlete öncü bir rol verilmekte ve plan fikri etrafında bir kalkınma modeli
önerilmektedir.
Çalışmanın, görevlerdeki eksiklikler ve eksikliğin nedenleri isimli bölümüne
baktığımızda daha sonra yapılan reform çalışmalarının bu raporda dile getirilen
saptama ve önerilerin tekrarı biçiminde olduğunu görüyoruz. Çalışmamızda sık- sık
ifade edildiği gibi Türk kamu yönetiminde pek çok yönetimi yeniden yapılandırma
çalışması uygulamaya aktarılamamış veya eksik aktarılmıştır. Örneğin; MEHTAP
raporunda sıkça bahsedilen; merkezi hükümet tarafından yerine getirilmesi gereken
bazı görevler hiç yapılmaması, yönetimin aşırı merkeziyetçi-bürokratik yapısının,
kaynak ve zaman israfını arttırması, mali kaynak yetersizlikleri, personel sorunları ve
264
işleyişe ilişkin sorunlar gibi buna benzer pek çok sorunun dünden bugüne form
değiştirerek devam ettiği ve kronik bir durum arz ettiği görülmektedir.
Mehtap Raporu, planlı kalkınma dönemine girilmesiyle yapılan ilk merkezi
ve en kapsamlı araştırma niteliğini(Dinçer-Ersoy, 1974:353-359) taşımaktadır. Bu
anlamıyla daha sonra yapılacak çalışmalara ışık tutar mahiyette olmuştur. Rapor,
genel anlamıyla, reformun başarısız olmasının temel nedenini, üst yöneticilere
bağlamıştır(Ergun, 1992:17). Üst yöneticilerin her türlü sınıfsal, siyasal bağlantı ve
kanaatlerden arındığı varsayılmıştır. Raporda ayrıca, idareyi geliştirme konusunun
her bakanlık ve kurumun kendine düşen bir görev olduğu ve her kurumda “İdareyi
Geliştirme Komitesi” kurulması öngörülmüş, uygun görülecek bakanlık ve
kurumlarda “organizasyon ve metod” birimleri kurulması teklif edilmiştir.
İdareyi geliştirme konusunda genel sorumluluğu taşımak üzere Başbakanlığa
bağlı ve sınırlı genişlikte bir merkezi birim kurulması gerektiği, bu birimin genel
idare ile birlikte mahalli idareleri ve iktisadi kamu teşebbüslerini de içine alması
gerektiği ifade edilmiş, Merkezi birimin görevleri; idareyi geliştirme politikasının ve
hedeflerinin tespitine yardımcı olmak, geliştirme faaliyetlerinin genel planlamasını
yapmak ve koordinasyonunu temin etmek, uygulamaları izleyerek gerekli tedbirlerin
alınmasını sağlamak olarak belirlenmiştir.
Merkezi teşkilatın görevlerine dair şu saptamalarda bulunulmaktadır (MEHTAP,
1966:400-412),
1. Merkezi hükümet teşkilatınca yerine getirilmesi gereken bazı görevlerin hiç
yapılmadığı,
2. Merkezin görevi olarak görünmekle beraber gerçekleştirilmeleri için
teşkilatlanmaya gidilmeyen görevlerin bulunduğu,
3. Görevlerin yapılmasında ve hizmetlerin halka ulaştırılmasında mahalli
farklılaşmanın kamu hizmetlerindeki etkinliği azaltmakta olduğu
265
4. Kamu örgütlerinin etkinliğinin ve verimliliğinin zamanla azaldığı
saptamalarında bulunulurken
Bu durumun sebepleri olarak ise
1. Mali imkan yetersizliği,
2. Personel aksaklıkları,
3. Yön gösterme ve gözetim yokluğu,
4. Teşkilat bozuklukları,
5. Kırtasiyecilik
6. İyi düzenlenmemiş merkeziyetçilik olarak belirtilmiştir.
Bu saptamaların ve tespitlerin yabancı uzman raporlarında ve 1972 ile 1991
yıllarında yapılan reform projelerinde de tekrarlandığı görülmektedir. Bu durum
sanki Türk kamu yönetiminin ezber konularından biri olduğu hissini vermektedir. Bu
bağlamda reform projelerinin giriş kısmında sayılan tespitlerin ve çözüm
önerilerinin herhangi bir ampirik araştırmaya dayanmaması ve masa başında bir
“örgüt mühendisliği” anlayışı çerçevesinde sayılması yıllardır söylenen bu projelerin
neden istenilen sonuçlara ulaşamadığı sorusuna da bir cevap niteliği taşımaktadır.
Doğrudan bir ilgi kurmamakla birlikte reform projelerinden istenilen sonuçların
alınmaması incelemelerin saptama ve tavsiyelerin yerindeliğini tartışmaya açması
gerektirmez miydi? Ancak bu sorunun şimdiye kadar sorulmadığı ve üzerinde
durulmadığı görülmektedir.
Bu dönem içinde bahsedilmesi gereken iki çalışma daha bulunmaktadır.
Başbakanlığın talebiyle Mehtap Raporunu tamamlamak üzere ısmarlanan bu
çalışmalar, Arif Payaslıoğlu tarafından hazırlanan “Merkezi İdarenin Taşra Teşkilatı
Üzerine Bir İnceleme, 1966” ile Fehmi Yavuz tarafından hazırlanan “Türk Mahalli
İdarelerinin Yeniden Düzenlenmesi Üzerine Bir Araştırma, 1966” isimli
çalışmalardır. Bu incelemeler çalışmamızın sınırlılıkları bağlamında ele alınmamıştır.
266
II. 12 Mart 1971 Bunalımı ve Yönetimin Yeniden Düzenlenmesi
Çalışmaları
Önceki bölümlerde iktisadi krizlerin, toplumsal yaşantıda, üretim ilişkilerinde,
siyasal yapılarda ve idare aygıtında önemli değişikliklere neden olduğu belirtilmişti.
Amerikan ve diğer ekonomilerin kriz içine girmeleri doğal olarak bu yapının bir
parçası olmaya çalışan Türkiye’yi de ölçeği ve niteliği değişmekle birlikte
etkilemektedir. Ekonomik bunalımlar ve toplumsal dönüşümler arasındaki
paralelliğin tarihsel gelişim seyri içinde bir çok örneği bulunduğu yadsınamaz bir
gerçekliktir(Küçük, 1985:333). 27 Mayıs 1960 Askeri müdahalesi ile başlayan yeni
dönem, 1970’li yılların başına geldiğinde yeniden tıkanmış ve ülke büyük bir
yönetim krizine ve siyasal ve ekonomik istikrarsızlığa sürüklenmiştir.
Türk siyasal yaşamında “12 Mart Muhtırası” veya “12 Mart Rejimi”olarak
bilinen bu dönemin temel özelliği meclis çoğunluğuna sahip Adalet Partisinin
hükümetten uzaklaştırılarak teknokratlardan ve bürokratlardan oluşan partiler üstü
yeni hükümetlerin kurulması çalışmalarıdır.
1963 yılından başlayarak beş yıllık planlar uygulamaya başlanmış, yapılan yeni
düzenlemelerle ülke görece daha istikrarlı bir döneme girmiştir. Kamu yatırımları
hazırlanan planla uymak zorunda olup özel sektör ise özendirici bir kısım
desteklerden faydalanması Devlet Planlama Teşkilatının bırakılmıştır. Böylece hem
özel sektör hemde kamu kesimi plan doğrultusunda hareket etmekteydi. Birinci Beş
Yıllık Kalkınma Planının açık tercihi olan ithal ikameci sanayileşme tercihi
doğrultusunda toplumsal yapı yeniden şekillenirken kentli ve taşralı burjuvazinin bu
dönemde daha bir palazlandığı ve bir güç odağı olarak daha çok öne çıktığı
görülmektedir(Boratav, 1995:94-95).
267
12 Mart 1971 krizini hazırlayan siyasal sürecin başında Adalet Partisi(AP)
içindeki ayrışmanın olduğu görülmektedir. İktidardaki Adalet Partisinin hazırladığı
bütçenin kendi milletvekillerinin ret oyu vermesi ile başlayan süreç hükümetin krize
girmesine neden olurken yaşanan ekonomik kriz, sürecin hızlanmasına sebep
olmuştur. 12 Mart 1971’de yaşanan gelişmelerden sonra kurulan hükümet, kamu
yönetiminin gelecek dönemlerde istikrarsızlığa ve belirsizliğe mahkum olmaması
için daha önceki hükümetlerin yaptığı gibi idari reform konusuna büyük önem
vermiş ve bizzat Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın direktifleri ile “Hükümet
Programına göre Devlet kesiminin yeniden düzenlenmesinin genel yönünü ve
stratejisini saptamak üzere ilişik listede adları, sıfat ve unvanları gösterilen zatlardan
bir danışma kurulu kurulması Bakanlar Kurulunca 29.5.1971 tarih ve 5/2527 sayılı
ile tutanak altına alınmış ve kararlaştırılmıştır.
Söz konusu dönem içerisinde, ülkenin sosyo-ekonomik ve siyasal bunalımlar
içinde çalkalandığı mevcut koşulların yönetim sistemini değişmeye zorladığı
görülmektedir. Askeri müdahale dönemlerinde idari reform çalışmalarının
hızlanmasının nedeni olarak bu dönemlerde politik kaygılara bağlı kalmadan, süratle
karar almaya ve uygulamaya uygun olması tezi ileri sürülmektedir(Sürgit 1980:39).
12 Eylül 1980 Askeri İhtilali sonrasında da kamu yönetimi öncelikli olarak ele alınan
ve yeniden düzenlenmek isteyen kurumların başında yer almıştır. Askeri dönem
içinde köklü sayılabilecek düzenlemeler yapılmamakla birlikte daha sonraki
çalışmalara imkan verecek hazırlıklar yapılmıştır(Karaer, 1987:53).
1- İdari Reform Danışma Kurulu Raporu, 1972
Rapor, idarenin yeniden düzenlenmesinde izlenecek yol, örgütlenme,
uygulamada takip edilecek ilkeler ve kamu iktisadi teşebbüsleriyle uyum konularını
268
içermektedir(İYD, 1972:2). Çalışmada; bugüne kadar yapılan yönetimin yeniden
düzenlenmesi çalışmalarının da değerlendirilmeleri yapılmıştır.
Bu dönemde merkezi idare, merkezi idarenin taşra teşkilatı, mahalli idareler,
personel yönetimi, mali yönetim, kamu iktisadi teşebbüsleri bütünüyle gözden
geçirilerek, bu alanlarda yapılacak reformun yön ve stratejisini tespit için büyük çaba
sarfedilmiş ve 29/05/1971 tarih ve 7/2527 sayılı kararname ile “Hükümet Programına
göre devlet kesiminin yeniden düzenlenmesinin genel yönünü ve stratejisini
saptamak üzere” bir İdari Reform Danışma Kurulu kurulmuş ve 18 Haziran 1971
tarihinde göreve başlamıştır. 10 kişiden oluşan Kurulda genel sekretarya görevi
TODAİE tarafından yerine getirilmiştir. Kurul, yeni bir araştırma yapmamış,
idarenin yeniden düzenlenmesi konusunda daha önce hazırlanan Mehtap raporunu
temel alarak yeni bir çalışma hazırlamıştır.
Raporda idari reformun anlamı, yapılan çalışmalar ve sonuçları
değerlendirilmiştir. Raporda 1970 yılına kadar yapılan idari reform çalışmalarında
çeşitli kuruluşların görev aldığı ancak, bunların kuruluş, amaçları, görevleri,
personeli ve örgütsel yapıları yönünden bu işi başaracak imkanlara sahip olmadıkları
belirtilerek, çalışmaların bütününden sorumlu olan bir örgüt bulunmamasının
başarıya ulaşmayı engellediği sonucuna varılmıştır. Bu sebeple idareyi geliştirme
çalışmalarını bütün olarak ele alacak merkezi bir birime ve bununla işbirliği içinde
çalışacak birimlere ihtiyaç olduğu ve bu yüzden bir merkezi idareyi geliştirme birimi
kurulması gerektiği belirtilmiştir. İdari Reform Danışma Kurulu Raporunda daha
önce yapılan çalışmalarda yapılmayan bir çok şey yapılmıştır. Öncelikle ilk defa
daha önce yapılan reform metinleri özet olarak anlatılmıştır.
269
Birimin, genel olarak idareyi geliştirme politika ve hedeflerinin tespitinden,
çalışmaların planlanmasından, uygulamaların izlenmesinden, gereken önlemlerin
alınmasından, merkezi düzeyde yapılması gereken idareyi geliştirme hizmetlerini
yerine getirmekten sorumlu olacağı belirtilmiştir. Raporda ayrıca birimin nasıl
örgütleneceği ve görevlerinin neler olacağı ve Başbakanlığa bağlı olması gerektiği de
ifade edilmiştir. Birimin örgütlenmesi sırasında genel idare, mahalli idareler ve kamu
iktisadi teşebbüsleri için ihtisas birimleri oluşturulması ve personel, bütçe,
organizasyon ve metod konularında alt birimlerin kurulması teklif edilmektedir.
Danışma Kurulu, 10 Kasım 1971 tarihinde Raporunu hükümete sunduktan
sonra dağıtılmıştır. Rapor, daha sonra tüm bakanlık ve kuruluşlara gönderilerek
görüş istenmiş, bazı bakanlık ve kuruluşlarda yeniden düzenleme çalışmalarına
girişilmeye başlanmıştır, yeniden düzenleme konusunda DPT tarafından bazı
tedbirler alınmaya başlanmıştır.
Tablo II. Mehtap Raporu ile İRDK Raporunun İnceleme Konularının Karşılaştırılması
Mehtap Raporu, 1963 İdari Reform Danışma Kurulu Raporu,1972I.Merkezi Hükümet Teşkilatının Genel Yapısı A.I. İdari Reformun Anlamı ve Niteliği II. Ortak Görevler A.II. Türk İdaresinin Bugünkü Durumu ve Yeniden
Düzenlemeyi Gerekli Kılan Nedenler III. Geleneksel Görevler A.III. Bugüne Kadar Yapılan İdari Reform
Çalışmaları ve Sonuçları IV. Mali ve İktisadi Görevler B.I. Merkezi İdare Kuruluşu V. Sosyal Görevler B.II. Ortak Görevler VI. Kültürel Görevler B.III. Merkezi İdare Görevleri VII. Görevlerdeki Eksikliklerin Sebepleri B.IV. Merkezi İdarenin Taşra teşkilatı VIII. Tekliflere Göre Merkezi Hükümet Teşkilatının Temel Kuruluşu
B.V. Mahalli İdareler
IX. Yapılması Gereken Başka Görevler B.VI. Personel Yönetimi Ekler B.VII. Mali Yönetim B.VIII. Yer, Araç, Gereç, Metod, Mevzuat B.IX. Kamu Kurumu Niteliğindeki Kuruluşlar B.X. Kamu İktisadi teşebbüsleri-İdare İlişkileri
270
2- Kamu Yönetimi Araştırma Projesi, 1991
Kamu Yönetimi Araştırma Projesinin irdelenmesine geçmeden önce bir
açıklama yapmamız ve bir saptamada bulunmamız gerekmektedir. Çalışma planının
belirlenmesi ve bir dönemlendirme yapılması noktasında normal şartlar altında ve
tarihsel akış seyri içinde bu çalışmanın son bölümde incelenmesi gerekmekteydi.
Ancak Kamu Yönetimi Araştırma Projesi metni içeriği ve niteliği bakımından 1980
sonrası dönemin karakteristiklerini göstermekten ziyade yönetimin dış çevresini
algılaması, “yeni gerçeklerle” yüzleşmesi bağlamında 1960 sonrası reform
çalışmalarının devamı niteliğinde olduğundan bu bölüm içerisinde incelenmiştir.
Güler’in(1996:39) belirttiği gibi 1970’lerden itibaren gündeme gelen ve 1980’lerle
birlikte zirve noktasına ulaşan politikalara bu metin kulaklarını kapamış
gözükmektedir. Türkiye özelinde 1980 sonrası dönemde parti programlarına ve
hükümet programlarına girdiği belirtilen, (a) devletin rolünün yeniden belirlenmesi,
(b) kamu kesiminin daraltılması, (c) hizmet etkinliğinin artırılması şeklindeki
taleplerin sadece bu üç cümleden ibaret kaldığı ve yalnızca giriş kısmında belirtilen
bir saptamadan öteye gitmediği metnin tamamı incelendiğinde açık biçimde
görülmektedir.
Dönemsel olarak dünyada yeni sağ, küreselleşme, yeni kamu yönetimi,
özelleştirme tartışmalarının Türkiye’de ise yerel meclislerin parlemento görevi
üstlenmesi gerektiği, valilerin seçimle iş başına gelmesi ve federasyon modeli
tartışmalarının yoğun biçimde yapıldığı bir dönemde yazılmış olmasına rağmen rapor
bu olgulardan ve yaklaşımlardan bahsetmemekte ve yok varsaymaktadır. Tamda bu
noktada raporu hazırlayan ekibin başında olan Ergun’un açıklamaları önem
271
kazanmakta ve yukarıda sayılan durumu teyit eden görüşler ileri sürmektedir. Ergun
KAYA projesini köktenci değişmeleri tavsiye eden bir çalışma olarak değil mevcut
durumun iyileştirilmesini savunan radikal değişiklikler yerine sistemi rayına
oturtmayı öneren mütevazi bir rapor olarak nitelemektedir. Anlaşılabilir gerekçelere
dayanan bu savların idare sistemin içinde bulunduğu durumun tam oalrak
saptanmasına ve dünyadaki dönüşümlere ve değişime sırtını dönmesine gerekçe
olamayacağı açıktır. Kamu yönetimi litaratüründe KAYA projesi yaptığı saptama ve
önerdiği modelden daha çok görmediği veya görmek istemediği olgular dolayısıyla
haklı biçimde eleştirilmektedir.
Bu durumun “ironiye” neden olduğu öne sürülürken projenin tam anlamı ile
bir idari reform dönemi çalışması olduğu belirtilmektedir(Güler, 1996:40). Altıncı
Beş Yıllık Kalkınma Planının hazırlıkları öncesinde ve Türkiye’nin AT’ye üyelik
başvurusu sonrasında yaşanan heyecan fırtınası ile hem Altıncı Beş Yıllık Plana bir
vizyon katmak hem de AT’ye olası bir katılım durumunda yönetsel uyumu sağlamak,
o güne kadar yapılan çalışmaların uygulamaya neden aktarılamadığını saptamak ve
mevcut durumun geniş bir fotoğrafını çekmek maksadıyla DPT tarafından
TODAİE’ye yeni bir idari reform projesi ısmarlanmıştı. Proje hazırlıkları 1989
yılında başlamış olmakla birlikte metin 1991 yılında tamamlanarak yayınlanmıştır.
Proje koordinatörlüğünü yapan Ergun’un ifadesi ile projeye büyük bir heyecanla
başlanmış ancak proje tamamlandığında bu heyecan ve heves yerini daha ihtiyatlı bir
havaya bırakmıştır. Projenin sahibi olan DPT, çalışmayı hükümete sunmakta hayli
çekimser bir tutum içinde bulunmuş ve tabiri caizse raporuna sahip
çıkmamıştır(Ergun, 1993)
272
1980’lerin sonuna gelindiğinde Türkiye’nin kamu yönetiminin, örgütsel
yapısı, işleyişi ve iş görenleriyle kendisinden beklenen hizmetleri, “etkin, hızlı,
verimli ve kaliteli” biçimde sunmaktan hayli uzak olduğu, merkezi yönetimin
görevlerindeki artışa oranla sistemin bir çok noktasında tıkanıklar olduğu, merkez,
taşra ve yerel yönetimler arasında görev ve yetki dağılımının sağlıklı biçimde
olmadığı, aynı görev için birden fazla kuruluşun görevlendirildiği gibi MEHTAP
raporunda ileri sürülen savların KAYA raporunda da tekrarlanarak yeni bir reform
projesine gerekçe olduğu görülmektedir. Mevcut sistemin dünyada ve ülkemizde
yaşanan dönüşümlere göre kendisini uyarlayamadığı öne sürülerek idarenin bu
değişime uygun hale getirilmesi için daha çok uygulayıcılardan oluşan yeni bir
reform komisyonu kurulmuştur. Geçen zaman içinde sorunların üst üste yığılmasıyla
aşırı merkeziyetçilik, görev, yetki ve sorumlulukların paylaştırılmasında dengesizlik,
verimsizlik, niteliksizlik, aşırı mevzuatçılık, kronikleşmiş personel sorunları gibi
kamu yönetiminin genelini kapsayan eksiklik ve aksaklıkların ortaya çıktığı öne
sürülerek 24 Ocak’la başlayan sürecin idare ayağının eksik kaldığı ve bu durumun
ülkenin önünde bir set oluşturduğu belirtilmiştir.
12 eylül askeri yönetiminin başladığı ama bitiremediği çalışmalar Kamu
Yönetimi Araştırma Projesi(KAYA) ile tamamlanmak istenmiştir. Kamu Yönetimi
Araştırma Projesi 1988-1990 tarihleri arasında yapılmış ve 1991 yılında
tamamlanarak yayınlanmıştır. KAYA Projesi ile örgütsel yapı, mali yapı, personel
sistemi, yerel yönetimler, haberleşme, halka ilişkiler ve kamunun işleyişi konularında
kapsamlı çalışmalar yapılarak, mevcut sistemdeki; aksaklık, eksiklik ve bozukluklar
tespit edilerek, öneriler ve çözüm teklifleri getirilmiştir.
273
KAYA raporu, Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Plânı ve yıllık program
uygulamalarına ışık tutacak şekilde, kamu yönetiminin geliştirilmesi ve yeniden
düzenlenmesi amacıyla hazırlanan ve kapsamına merkezi yönetimi oluşturan genel
ve katma bütçeli kuruluşlarla, bunların taşra örgütleri, yerel yönetimler ve öteki
kamu kurumları alınan bir çalışma olup Türk Silahlı Kuvvetleri ve Kamu İktisadi
Teşebbüsleri araştırma kapsamı dışında tutulmuştur.
KAYA Raporu’nun amacı şöyle ifade edilmektedir; “Kamu hizmeti gören
merkezi yönetimin merkez ve taşra örgütü ile yerel yönetimleri etkili, süratli,
ekonomik, verimli ve nitelikli hizmet görecek bir düzene kavuşturmak; kamu
yönetiminin gelişen çağdaş şartlara uyumunu sağlamak; kamu kuruluşlarının
amaçlarında, görev, yetki ve sorumluluklarında ve bunların bölünüşünde, örgüt
yapılarında, personel sisteminde, kaynaklarında ve bu kaynakların kullanılış
biçimlerinde, yöntemlerinde, mevzuatında, haberleşme ve halkla ilişkiler
sistemlerinde var olan aksaklıkları ve eksiklikleri tespit etmek ve bu konularda
yapılması gerekenleri incelemek ve önermektir”. Kamu Yönetimi Araştırma Projesi,
Taylorizmin yönetim sistemindeki nihai amacını ifade eden “etkili-verimli-hızlı”
yönetim anlayışının bir örneği olarak idare aygıtını rasyonel bir işleyişe
kavuşturmak, kamu yönetiminin çağdaş dünyayla uyumunu temin etmek, yönetimin
amaçlarında, görev-yetki ve sorumluluklarında, bunların dağıtımında, personel
rejiminde, kaynaklarda ve bu kaynakların kullanılış şekillerinde ve süreç konularında
var olan sorunları tespit etmek istemektedir.
274
Tablo III. İRDK Raporu ile KAYA Raporunun İnceleme Konularının Karşılaştırılması
İdari Reform Danışma Kurulu Raporu,1972 KAYA Raporu, 1991 A.I. İdari Reformun Anlamı ve Niteliği I. Giriş A.II. Türk İdaresinin Bugünkü Durumu ve Yeniden Düzenlemeyi Gerekli Kılan Nedenler
A.III. Bugüne Kadar Yapılan İdari Reform Çalışmaları ve Sonuçları
II.Bakanlar Kurulu ve Başbakanlık
B.I. Merkezi İdare Kuruluşu IV. Ana Hizmet grupları B.II. Ortak Görevler III. Ortak Görevler B.III. Merkezi İdare Görevleri V. Avrupa Topluluklarına Yönetsel Uyum B.IV. Merkezi İdarenin Taşra teşkilatı VI. Taşra ve Yurt Dışı Kuruluşları B.V. Mahalli İdareler VII. Yerel Yönetimler B.VI. Personel Yönetimi VIII. Personel Rejimi B.VII. Mali Yönetim B.VIII. Yer, Araç, Gereç, Metod, Mevzuat IX. Bürokratik Yöntem ve İşlemler B.IX. Kamu Kurumu Niteliğindeki Kuruluşlar B.X. Kamu İktisadi teşebbüsleri-İdare İlişkileri Ekler
KAYA Raporu sonucunda varılan saptama ve önerilerin daha evvel yapılan
çalışmalardan pek farklı olmadığı görülmektedir. Geçmişteki sorunlarını çözemeyen
idare sistemimiz siyasal-felsefi ve iktisadi alandaki evrensel tartışmaları, gelişmeleri
takip etme yeteneğinden de yoksun kalmakta ve kendi içine kapanmaktadır. KAYA
Raporu, bu Raporun hazırlanış gerekçesini belirtir şekilde giriş kısmında, kamu
yönetiminin toplumun gereksinimlerini karşılamada daha etkin hale gelebilmesinin
şartlarından birinin kendisinin, gelişen ve değişen koşullara ayak uydurmasını
sağlayıcı yönde sürekli yenilenmesi olarak belirtilmiş, amacın ise daha hızlı, daha
etkili ve daha verimli bir kamu yönetimi sisteminin kurulabilmesi olduğu
belirtilmiştir.
Yönetimde yeniden düzenlemeyi gerektiren nedenler çalışmada şu şekilde
sıralanmıştır:kamu yönetimi sisteminin aksayan yönlerinin tespit edilerek hizmetlerin
değişen ve gelişen koşullara duyarlı duruma getirilmesi, kamu yönetimi sistemi
içinde yer alan kurumların gereksinimlerinde ve işleyiş düzenlerindeki süreç
boyutunda beliren iç değişmeler, yeni teknolojilerin sisteme kazandırılması ve
275
teknoloji kullanımından kaynaklanan sorunlar, yönetim-halk ilişkilerindeki
değişmeler, yönetim ile sosyoekonomik yapı ve siyasal düzen ilişkilerindeki
uyumsuzluklar, devletin üstlenmesi gerekli yönetsel görev ve sorumluluklar
konusunda yönetim felsefesinde ortaya çıkan değişmeler olarak gösterilmiştir.
II.3- MEHTAP, İYD ve KAYA Projelerinin Değerlendirilmesi
Bu dönemin idari reformları içerik, yönetim anlayışı, politik tercihler ve
yöntem bakımından ziyade “örgüt mühendisliği” bağlamında değerlendirildiğinde bir
çok başarısız teklif ve önerilerden oluştuğu öne sürülebilir ki literatürde böyle bir
yaklaşım da mevcuttur. Reform metinlerinin içinden çıktıkları toplumsal ve siyasal
atmosferden, uluslar arası gelişmelerden kopartılarak ve amaçları görmezden
gelinerek önemli bir yanlışa düşülmekte ve reform projelerinin tekil önerilerinin
pratiğe ne kadar aktarılıp-aktarılamadığı tartışması baştan sonuçsuz kalmaktadır.
Acık biçimde görüldüğü üzere bu dönemin idari reform seferberliklerinin
amaçlarından biri “dış yardım”, “doğrudan yabancı yatırım”, “kredi istikraz” akışının
kesintisiz biçimde devam ettirilmesi ve bu yapının yönetsel ayağının
düzenlenmesidir. İkinci olarak kapitalist gelişmenin gereklerini yerine getirmeye
uygun bir bürokratik yapının kurulması ve mevcut idari yapının sürekli biçimde
tartışmaya açılarak bürokratik yapının rolü ve konumu değiştirilebilir ve esnetilebilir
bir yapının ortaya çıkarıldığı görülmektedir(Güler, 1996:41).
Hemen belirtmek gerekmektedir ki MEHTAP, İYD ve KAYA Projeleri on
yıllık periyodlarla yapılan farklı zamanlarda ve farklı toplumsal koşullarda
yapılmasına rağmen birbirinin tekrarı olan ve birbirini tamamlayan Türk uzmanlarca
yapılan en kapsamlı üç önemli çalışmadır. Rapor metinleri dikkatli biçimde
irdelendiğinde son iki çalışmanının MEHTAP raporunun özeti olduğu görülmektedir.
276
Konuların ele alınışı, rapor başlıkları, inceleme sırası, ifadeler aynıdır. Bu durum
İdari Reform Danışma Kurulu Raporunun başında belirtilirken KAYA raporunda
bundan bahsedilmemektedir. Ancak idari yapıya dair yapılan saptamaların ve
getirilen tavsiyelerin birebir MEHTAP raporunun tekrarı olduğu görülmektedir13. Bu
durum her üç çalışmanının tutarlılığı, yapılan değerlendirmelerin ve saptamaların
yerindeliği, öne sürülen savların doğruluğunu göstermesi bakımından anlamlı
olmakla birlikte aynı zamanda reform projelerinde dile getirilen öneri ve tavsiyelere
uyulmadığını ve istenilen sonuçların alınamadığını da göstermektedir.
Her üç çalışmada da idari reform sorunu yapısal/örgütsel ve işlevsel bakış
açıları ile ele alınmıştır. Bu çalışmalarda bir yandan Bakanlar Kurulu, Başbakanlık,
Bakanlıklar şeklinde kuruluşların ele alındığı görülürken aynı zamanda idarenin
koordinasyon, planlama ve denetim gibi işleveleri de ele alınmaktadır. Bu yöntemsel
benzerliğin yanında idare aygıtına dair saptamaların da her üç araştırmada aynı
olduğu ve birbirini tekrar ettiği görülmektedir.
13 Bu benzerliklere ilk defa Turgut Tan, Cahit Tutum, Birgül A. Güler ve Cahit Emre dikkat çekmiştir. Ancak bu benzerliklerin detayları ve nereye kadar benzeyip benzemedikleri hangi kısımlarda ne kadar tekrara düşüldüğüne dair ayrıntılı bir çalışma yapılmamıştır. Aslında bu raporlarının üçlü yada ikili karşılaştırmlarının yapılmamış olması başta kamu yönetimi disiplini olmak üzere idari reform tarihi ve sorunu açıısndan da önemli bir kayıp olşturmaktadır.
277
-Her üç araştırma da TODAİE öncülüğünde yapılmıştır.
-Her üç araştırmada da uygulayıcılar çoğunluktadır.
-İlk iki araştırma hükümetin talebi üzerine yapılmışken KAYA raporu DPT’nin
siparişi ile yapılmıştır.
-Her üç çalışmada da idari reformun önemi ve anlamı özenle ve cididyetle
belirtilmektedir.
-Her üç çalışmada da çoğunlukla betimleme ve tavsiyeler yer almakta analitik bir
bakış açısı yer almamaktadır. Tutum bu duruma semptomatik yaklaşım adını
vermekte ve hastalığın gerçek nedenlerinin bulunamadığı dolayısı ile eleştirmektedir.
-Her üç araştırmada da idari reform nedeni olarak aşağıdaki nedenler
sıralanmıştır(MEHTAP, 1963: 400-413; İYD, l972:15-17; KAYA, 1991:5-6);
1) Kamu yönetimi kapsamındaki bir kısım görevler ya hiç yapılmamakta ya da ancak
sınırlı ölçülerde ve amaçtan uzak biçimde gerçekleştirilmektedir.
2) Temel nitelikli bazı görevlerin yürütülmesinde hizmette birlik ve bütünlük
temel bir sorun olarak her alanda kendisini göstermektedir.
2) Bazı görevler merkezi yönetim kapsamında bulunmakla birlikte, görevi
gerçekleştirecek fonksiyonel nitelikte örgütsel düzenlemelere gidilmediğinden,
mevcut yapı günümüzün ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır.
4) Merkezi yönetim görevlerinin büyük bir kısmında gereksiz ve amacı aşan
bir büyüklüğe ulaşmıştır.
5) Kamu kurum ve kuruluşlarında; görev, yetki, sorumluluk dengesi iyi
kullanılmadığından, hizmetlerde etkinlik ve verimlilik sağlanamamaktadır.
278
6) Vazifelerin bölünüşünde ve düzenlenmesinde görev ve örgüt ile çevresel girdi ve
değişkenler göz ardı edildiğinden, pek çok kurumda işlevsiz alt hizmet birimlerinin
doğmasına neden olmaktadır. Bu karmaşa pek çok işin ve görevin ortada kalmasına
ve vazifelerin etkili, hızlı biçimde yapılmasına engel olmaktadır.
7) Merkez-taşra ve yerel yönetimler arasında görevlerin rasyonel dağılımı
gerçekleştirilememiştir.
8) Genel itibarıyla kamu yönetiminde yoğun ve sürekli olarak bir kaynak problemi
yaşanırken ivedilik taşımayan kimi meselelerde kaynak savurganlığı gözlenmekte;
sınırlı kaynaklardan, daha etkili olarak yararlanma yoluna gidilememektedir.
Yukarıda genel hatları itibarıyla özetlenmeye çalışılan bu saptamalar bizi
idare sisteminin bütününe bakmağa zorlamaktadır. Bu anlamda her üç raporda genel
başlıklar anlamında şu sorun alanları üzerinde durulmaktadır: Yapısal/örgütsel
Sorunlar, Personel Sorunları, Uygulama ve Süreç Sorunlari, Bürokratik Kültür
Sorunu
279
BÖLÜM III
İDARİ REFORM KAVRAMINDA PARADİGMA DEĞİŞİMİ VE DEVLET
REFORMUNA GEÇİŞ
1-1980 Sonrası Dönem ve Küresel Sisteme Eklemlenme Süreci
Türkiye’nin ekonomi politikalarının, kapitalizmin yeniden yapılanma
dönemlerine göre şekillendiği öne sürülürken, yönetici elitin bu durumun çok da
farkında olmadığı öne sürülmektedir. Bu duruma siyasi kadroların kapitalizmin kriz
dönemlerini dışsal faktör olarak algılamaları ve krizle birlikte çıkar ve sorumluluk
dengelerindeki değişimi göz ardı etmeleri etkili olmuştur. Zira kriz sürecinde
kapitalizmin kendini yenileme biçimi farklılık taşımaktadır. II. Dünya savaşı sonrası
yeniden imar ve inşa döneminde Keynesyen ekonomi politikaları doğrultusunda
devlet öncülüğü tercih edilirken 1968’le başlayan son krizin temelinde karların artış
hızındaki düşüşün yatması ve yeni kar alanlarının yaratılması gerektiği öne
sürülmüştür. Yeni kar alanlarının başında ise maden, tarım, enerji gibi yüksek girdi
olan sektörler öne çıkmaktadır(Minibaş, 2004:21-22). Diğer taraftan karların artış
hızının düşmeye başlaması sürecine bağlı olarak sermaye birikiminin istikrarı
bozulmuştur. 1980 sürecinde IMF ile stand-by anlaşması yapan azgelişmiş ülkelere
moneterasit ekonomi programlarının önerilmesi de zaten bu nedenledir.Yüksek faize
dayalı sıkı para ve kredi politikaları ile bu ülkelerdeki fiyatlar kontrol altına
alınmaya çalışılmıştır. Sıcak para hareketleriyle ulus ötesi sermayenin çabuk ve
kolay nemalanması yani karların korunması amaçlanmıştır.
1980’de neo-liberal ekonomi politikaları doğrultusunda girilen yeni
liberalleşme süreci, sermaye birikimi sorununu çözmeye yönelik politikalar, sistemin
krizini üstlenmeye yönelik politikalar, sistemle bütünleşmeye yönelik politikalar
olmak üzere üç ayak üstüne oturmaktaydı. Bir yandan faiz ve kur politikaları ile
280
sermayenin hızlı nemalanması sağlanmış, diğer yandan da kamu işletmelerinin
özelleştirilmesi yoluyla sermayeye yeni alanlar yaratılmıştır. 1980 yılı sadece
Türkiye’nin değil kapitalist sisteminde önemli dönemeçlerinden biri olmuştur.
Sistem 1929 Büyük Dünya Bunalımına kadar “her arz kendi talebini yaratır” savı
üzerine oturmuştu. 1920’lerin başından itibaren oluşan aşırı stoklar, geri dönmeyen
krediler, yüksek oranlı işsizlik ve banka iflaslarıyla birlikte sistem aksamaya
başlamıştı. Uluslar arası boyut kazanan krize sistem devlet harcamalarını artırarak
efektif talebi beslemek yoluyla çözüm bulmuştu. Gerek savaş ve gerekse savaş
sonrası tahribatını gidermek için girişilen imar çalışmaları devletin piyasalara
doğrudan müdahalesiydi. Ne var ki 1960’ların ikinci yarısında karların artış hızının
düşmeye başlamasına Keynesyen teorinin cevap getirememesi hem devletin bizzat
yer aldığı sektörlerin piyasaya açılmasını hem de ticaretin önündeki gümrük ve
desteklemelerden oluşan engellerin kaldırılmasını gündeme getirdi. Böylelikle
devletin, kapitalist sistemin efektif talep yetersizliğini çözmek için piyasaları
yönlendirme işlevi bitmiş oldu. 1980 bir anlamda 1945’lerin New Deal
politikalarıyla piyasalara müdahale eden devletin piyasalardan çekilerek işlevlerini
piyasa mekanizmasına bırakmaya başlamasının da gayri resmi tarihi
olmuştur(Minibaş, 2004).
1980’de yaşanan değişimde mal ve hizmet üretim ve ticaretinde serbest
piyasa modeli, dışa açık sanayileşme tercihi, devletin yeniden yapılanması olmak
üzere üç ayak üzerine oturmaktaydı. Her ne kadar model, ekonominin yüksek
enflasyon, döviz darboğazı, bütçe açığı gibi sorunlarını çözmek için benimsendiyse
de uluslar arası krizin etkileri ile bu tam böyle bir sonuç vermemiştir. Arz ve talep
cephesinin ilişkilerini düzenleyen kurumlar oluşturulmadan serbest piyasa modeline
281
geçildiği, iç pazara yönelik üretim ve pazarlama yöntemleriyle dışa açılma
hedeflendiği düşünüldüğünde bu iddia daha kesinlik kazanmaktadır(Minibaş,
2004:23). 1980 yılı dış ekonomik ilişkileri düzenleyen tercihler bakımından da bir
dönüm noktasıdır. Bu dönemde benimsenen ekonomi politikaları ile ithal ikameci
kalkınma politikalarından dışa borçlanmaya dayalı dışa açılma politikaları hayata
geçirilmeye başlanmıştır.
Türkiye’nin 1980 modeli doğrultusunda uygulamaya soktuğu dışa açılma
modeli uluslar arası piyasalardaki eşitsiz konumunu derinleştiren bir model
oluşturmuştur. 1980 sonrası dönemle birlikte uygulamaya konulan neo-liberal
politikalar, temelde devletin küçültülmesi, kamu hizmeti ve kamu yararı
kavramlarının yeniden tanımlanarak piyasa kavramı içine oturtulması fikrinden yola
çıkarak daha çok özelleştirme ve deregulation uygulamaları ile kamunun piyasa
ekonomisinin mantığı içinde işlemesini sağlamayı amaçlamaktaydı. Bu bağlamda
önce devletin ekonomideki payının küçültülmesi fikri ile başlayan tartışmalar geçen
süre içinde devletin ekonomiden tamamen çekilmesi noktasına varırken, kamu
harcamalarının kısılması, sosyal işlevlerinin azalması veya ortadan kaldırılması,
klasik işlevlerini yerine getirirken de “etkililik ve verimlilik” anlayışının aşkın
biçimde hakim kılınması ve tüm bunların sonucunda “kamunun
işletmeselleştirilmesi” ana gayeler olarak sunulmaktaydı(Emre, 2002:301). Başta
kamu iktisadi teşebbüslerinin özelleştirilmesi ile başlayan süreç bir müddet sonra
başta hizmet sektörü olmak üzere tüm kamu alanlarının piyasa mantığına açılması ile
devletin yerine özel teşebbüsün ikame edilmesi noktasına ulaştı. Bu noktada zaten
günah keçisi hazır beklemekteydi mevcut yapılanması ile devlet örgütlenmeleri
hantal, verimsiz, mevzuatçı, kırtasiyeci ve merkeziyetçi yönetim anlayışından
282
sıyrılması gerekmekteydi. Durumdan vazife çıkarıldığında çözüm hemen el altında
beklemekteydi, mevcut haliyle işlemez durumda olan devleti özel sektör örgütlerinin
ve piyasanın mantığı ile yeniden donatmak ve düzenlemek gerekmekteydi.
Başta İngiltere ve ABD özelinde başlayan “yeni sağ’ın” kamu politikalarının kısa
bir süre sonra tüm ülkeleri içine alan, önünde durulamaz ve karşı konulamaz bir
hegamoniye dönüştüğü gözlemlenmektedir. Bu yeni dönemle birlikte aslında kamu
yönetimi teorisinin kimi yazarlarca paradigma değişimi olarak da nitelenen büyük bir
dönüşüm yaşadığı öne sürülmekteydi(Al, 2002:280). Bu yeni dönemin kamu
yönetimleri üzerindeki uygulamaya dönük sonuçları başta kamu hizmetlerine bakış
olmak üzere örgütlenme biçimlerinin, karar alma süreçlerinin, çalışma usullerinin,
amaçlarının, değerlendirme biçimlerinin ve değerlerinin özel sektör örgütlerine
benzetme ve özdeşleştirme çabaları öne çıkmaktaydı. Emre’nin yerinde tespiti ile
kamu yönetiminde bir değişim gereksinimi yadsınamaz bir gerçeklikti ancak bunun
tek yolunun kamunun özel sektör örgütleri ile benzeştirilmesi ve aynılaştırılması
değildi. Emre’nin, Lane’ye atıfla yaptığı analiz yerinde ve tutarlı bir yaklaşımdır.
Lane “kamu kesiminde işletmecilik anlayışı ile kamu yönetiminin geleneksel anlayışı
arasında bir bağ kurulması zorunludur; bu bağı kuracak olan da hukuk devleti
ilkesidir” diyerek kamunun yeniden yapılandırılması çalışmalarında üzerinde
durulmayan önemli bir noktaya işaret etmektedir. Üstüner ise konu ile ilgili
yorumunda yapılmak istenenin, sadece kamunun özel kesime benzetilmekle
kalmayacağı, aynı zamanda sakıncalı bir girişim olarak bu uygulamaların sonucunda
kamunun özelleştirilmesinin yanında kollektifliğin bireyselleştirileceği bunun hem
kuramsal olarak hem de uygulama bakımından mümkün olmadığına dikkat
çekmektedir(Üstüner, 2003:376).
283
Bu dönemde, 1970’li yıllarda Frederickson’un dikkat çektiği katılım olgusu ve
demokratik kamu yönetimi tartışmaları yeni bir bakış açısı ve yeni bir referansla
yeniden gündeme gelmektedir. Ancak bu kavramlar artık yeni bir yönelişe dikkat
çekmekte ve Frederickson’un söylemek istediğinden farklı bir noktaya işaret
etmektedir. Bu süreç katılım kavramını aşkınlaştırılarak fetiş haline getirmiş ve
temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçiş olarak formüle edilen bu yönelişte
katılımdan bireylerin katılımından daha çok sivil toplum örgütlerinin katılımı
amaçlanır hale gelmiştir. Bu durum demokrasi kavramının ağırlığını temsil
kavramından kopararak parti/devlet ilişkisi dizgesi yerine doğrudanlık olgusunu
gündeme getirerek tartışmayı farklı bir düzleme taşıyarak sadece demokrasi
olgusunda ılımı değil aynı zamanda kamu örgütlerinde ve karar alma süreçlerinde de
katılım fikrini öne çıkarmıştır(Keyman-Üstüner, 2003:313). Kamu yönetimi
literatüründe bu olgu, yönetişim(governance) terimi ile kavramsallaştırılırken bu
süreçte kamu yönetimine katılımın mevcut merkeziyetçi ve mevzuatçı yapısı ile
mümkün olamayacağı ve kamu yönetimlerinin yerelleştirilmesi ve adem-i merkezi
yönetimlerin bu sürecin temel şartı olduğu belirtilmektedir.
2- Küreselleşme ve Kamu Yönetiminde Değişim
1970’li yıllardan başlayarak dünyada çok yönlü ve çok boyutlu bir değişim
yaşanmaktadır. Kapitalist sistemin 1970’li yılların ortasında içine girdiği kriz
sistemin sorunlarının çözümü ve yeniden yapılandırılması neo- liberal politikalarda
aranmaya başlamıştır(Aksoy, 2004:32). Yerinde bir saptama ile yaşanan değişim
olgusunun ekonomik bir yeniden yapılandırmanın ötesine geçtiği sürecin teknolojik,
siyasal ve sosyal düzlemdeki bir çok değişimle birlikte ilerlediği görülmektedir.
Başta kamu politikaları olmak üzere değişimin sarmalının kamu yönetimi disiplinini
284
de içine aldığı ülke yönetimlerini, örgütlenmelerinden başlayarak karar alma
süreçlerine ve ilgililerine değin yönetim pratiklerini ciddi bir dönüşüm içine ittiği
belirtilmektedir. Bu dönüşümün 1980’li yıllarla birlikte bütün dünyada somut bir
gerçeklik olarak ortaya çıktığı belirtilirken dönüşümün işletme temelli ve sistem
temelli olmak üzere farklı iki yaklaşım tarafından açıklanmaya çalışıldığı ve
konunun her şeyi söylemeye açık bir alan olduğu öne sürülmektedir(Dikmen,
2000:281).
Kapitalizmin tarihsel gelişim süreci içerisinde çeşitli aşamalardan geçerek
1970’li yıllara gelirken her bir aşamada belli bir özgüllük ve sorunlara karşı
geliştirilen bir çözüm geliştirdiği bu sorun-çözüm diyalektiği çerçevesinde gelişen
esnek yapının 1970 sonrası dönemde daha önceki dönemde reçete olarak sunduğu
müdahaleci devlet yaklaşımını günümüzde reddetmekte ve devlete bu defa başka bir
rol vermektedir. Bu süreçte devlete yüklenen misyon ve rol çok önemlidir. Önceki
dönemde sosyal refah uygulamalarının motoru olan “müdahaleci devlet anlayışı”
daha sonra yeni sağ politikaların uygulanması ve yaygınlaşmasında yine devlet eliyle
yapılmıştır. Aksoy’un yerinde tespiti ile burada değişmeyen tek şey devletin varlığı
iken değişen devletin işlevleri ve rolüdür. Buradan bir çıkarsamada bulunulduğunda
yeni sağın küreselleşme süreci ile eklemlenmesi ile devleti küçültme politikalarının
sonucunda aslında devlet farklı bir role bürünerek sistemin işlerliğini sağlamakta ve
katalizör etki yapmaktadır. Başka bir ifade ile küreselleşme pratiğinin Marksist
teorinin nihai amacı olarak belirlenen “devletin sönümlenmesi” ile sonuçlanacağı
tezinin çok anlamlı olmadığı ve yaşanan sürecin devleti yeni ve başka bir düzleme
taşıyarak “güçlü devlet” noktasına yeniden vardığıdır. Ancak burada bahsedilen
devlet artık daha büyük ölçekli ve başka rolleri olan küresel bir tek devlet olsa
285
gerektir.
Kamu sektöründe ve özel sektörde örgüt yapısı, hizmet verme düşüncesi ve
insan kaynakları anlayışı sorgulanmakta, örgütlerin amaç, yapı, teknoloji ve insan
unsurunun sürekli gözden geçirilmesi zorunlu hale gelmektedir. Günümüz kamu
yönetimine, özel sektörde geliştirilen örgütsel yapılar ve hizmet anlayışı, kamu
yönetiminin ana ögeleri gözünün de tutularak uygulanmak istenmektedir (Rhodes,
1996: 652). 1980’li yılların başında, pek çok ülkede devletin küçültülmesi ve
etkinleştirilmesi, kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması tartışmaları siyasal ve
yönetsel kurumların işlevlerinde ve yapılarında önemli değişiklikler ortaya
çıkarmıştır (Mascarenhas, 1993: 319). Bu tartışmalara genel anlamıyla “yeni kamu
yönetimi” adı verilmektedir (Dunleavy and Hood, 1994: Mascarenhas, 1993:
Rhodes, 1996). Bu süreçte devletin küçültülmesi temel amaç iken özelleştirme,
deregulasyon ve liberalizasyon uygulamaları ile sosyal devletin kurumlarının tasfiye
edilmek istenmektedir. 1980’li yıllarda neo liberal ideolojinin sunduğu “minimal
devlet” “optimal devlet” söylemleri ile yapılmak istenen düzenlemelerle şirket
mantığı ile işleyecek bir kamu yönetimi yapılanması önerilmektedir(Güzelsarı,
2004:20).
İngiltere, Avusturalya ve Yeni Zelanda kamu yönetimlerindeki reform
çalışmalarını irdeleyen Masceranhas (1993: 319-327), bu ülkelerdeki reform
ihtiyacını doğuran gelişmeleri şu şekilde özetlemiştir:
a- Küreselleşme ve ulusal ekonomilerin zayıflaması,
b- Ekonomideki zayıflamayla birlikte, refah devleti anlayışının kamu
kaynakları üzerindeki artan baskısı,
c- Kamu hizmetlerinin niteliğinin yarattığı hoşnutsuzluk,
286
d- Kamu kesiminde özel sektör anlayışının egemen kılınmasını talep eden yeni
sağ felsefenin iktidarlara gelişi.
Ekonomiyi kontrol etmede düşülen başarısızlık ülke yönetimlerini yeni
sorunlara karşı eski çözüm yöntemlerini değiştirmeye zorlamıştır (Smith, 1994:128).
Pazar teorisine dayalı olarak geliştirilen yapısal çözüm önerileri ülke kamu
yönetimlerine yoğun bir şekilde tavsiye edilmiştir (Gray and Jenkins, 1996: 77). Bu
tartışmalar içerisinde özellikle kamu yönetiminin büyüklüğü, kamu harcamalarının
fazlalığı, merkeziyetçilik, örgütsel yapılar, ekonomilerin liberalleşmesi, özelleştirme,
yönetimlerin yeniden yapılandırılması gibi konular dikkat çekici mahiyettedir
(Masceranhas, 1993). Bu bağlamda, yeni bir bin yıla girerken, kamu yönetimleri
kendi disipliner ortamlarından çok ekonomik ve teknolojik gelişme süreçlerini etkisi
altında kalmaktadırlar (Gullick: 1987: 118). Genel anlamıyla, yaşanan bu süreç
sonunda kamu yönetimlerinin örgütlenmesine ilişkin olarak, devletin küçültülmesi ve
etkinleştirilmesi (Stewart and Walsh, 1992: 499); kamu örgütlerinde, kamu
işletmeciliği anlayışının benimsenmesi (Golembiewski, 1996: 139), ekonomik
liberalizasyonun sağlanması (Masceranhas 1993), esaslara geri dönme (Al Gore,
1993), kamu harcamalarının kısılarak kamudaki israfa son verilmek istenmesi,
müşteri odaklı olma (Osborne and Gaebler, 1993: 166) tezleri ileri sürülmektedir.
Dikkat edildiğinde, tüm bu gelişme ve tartışmaların temelinde ekonomik ve
toplumsal değişmenin yattığı gözlemlenmektedir
Aslında uzun zamandır devam eden ancak 1980’lerin başında somut olarak
ortaya çıkan ve esas unsurunu, uluslararası mali kriz sonucunda, kamu kaynaklarının
rasyonel kullanılmaması sorununun oluşturduğu sosyo-ekonomik dönüşüm süreci
ülke yönetimleri üzerinde önemli etkilerde bulunarak, kamu yönetimlerini yeni
287
arayışlara yöneltmiştir.
Genel olarak, dünya ekonomisindeki yapısal değişmeler ve yüksek
teknolojilerin etkisi, söz konusu değişimin en önemli unsurları olarak
değerlendirilmektedir. Ancak, yalnızca teknolojinin veya yalnızca ekonomik
küreselleşme eğilimlerinin tek başına bir süreci izah etmesi mümkün değildir. Zaten
toplumsal değişim süreçleri de bir tek faktörün etkisine bağlanabilecek süreçler
olmayıp çoğu zaman birbirlerini etkileyen pek çok faktörün etkisi altındadır. Refah
devleti, kapitalizm içinde gelişen sanayileşmenin belli bir yoğunluk kazanışının
ürünü olup, kesin bir tanımı olmamakla birlikte esas unsurunun “düzenleme” olduğu
söylenebilir (Sezer, 1992: 10). Bununla birlikte refah devletinin düzenleme olgusu ile
özdeşleşmesine rağmen, refah devletinin bu sürecin belli bir kısmını oluşturduğunu
belirtmek gerekmektedir.
Neo liberal politikaların sonuçlarının 1990’ların ikinci yarısında alınmaya
başlaması ile süreç içerden ve dışardan daha fazla eleştirilmeye başlanmıştır. Bu
eleştirilerin ve yeni arayışların sonunda üç temel hedef ortaya çıkmaktadır; birinci
olarak kamu kesiminin daralması, ikinci olarak; devletin rolünün yeniden
tanımlanması ve son olarak kamu kesiminin etkin hale getirilmesi çabalarıdır(Tutum,
1004).
1970’lerden başlayarak sanayi ve ticarette yeni bir döneme girilmiştir.
1990’lara gelindiğinde ise çevresel değişmeler olarak ortaya çıkan, küreselleşme,
demokratikleşme, insan hakları kavramlarının önem kazanarak uluslararası
politikanın bir aracı haline gelmesi, bilgi işleme, haberleşme teknolojisindeki
gelişmeler ve artan rekabet bu dönemin hakim yönelimleri olmuştur. Dünya
ekonomisinde imalat temelinden, hizmet temeline; ulusal temelden, küresel temele;
288
geniş kapsamlı yükümlülükler anlayışından, sınırlı kamusal yükümlülükler
anlayışına doğru bir geçiş olduğu dile getirilmektedir. Geleneksel endüstriler yüksek
teknolojiyi gerektiren endüstrilere dönüşürken, uluslararası ekonomik ilişkiler ön
plana çıkmaktadır. Sözcük olarak dünyanın bütünleşmiş tek bir yapı haline gelmesini
ifade eden küreselleşme kavramı ekonomiden başlayarak tüm disiplinleri etkilemekte
ve değişime zorlamaktadır(Şaylan, 1997: 97). Ekonomi temelli değişim süreçleri
sonunda, kamu yönetimleri de bu değişim sürecinin etkisinde girmiştir. Kamu
yönetimine yansıyan bu etkileri özetle dört noktada toplamak mümkündür (Tutum
1994: 27).
1-Devletin küçültülmesi ve etkinleştirilmesi
2- Siyaset-yönetim dengesinin yeniden kurulması
3- Şeffaf ve dürüst yönetim
4- Merkeziyetçilikten uzaklaşma eğilimi
Küreselleşme olgusu dünyayı sınırsızlaştırırken ekonomileri dünya ekonomisi
haline getirerek uluslar aşırılaşma kavramının gündeme gelmesine neden olmaktadır.
Peter F.Drucker yeni bir gerçeklik olarak dünya ekonomisi kavramını irdelerken
küreselleşmenin şu nitelikleri üzerinde durmaktadır:
Global ekonomiyi biçimlendiren olgu, mal ve hizmetlerin ticaretinden çok
para akışıdır, global ekonomilerde, doğal kaynaklar giderek ikincil duruma
düşmektedir. Global ekonomilerde tek amaç sadece kâr maksimizasyonu değil aynı
zamanda pazarın da maksimizasyonudur. Geleneksel ekonomi kuramına göre,
ekonomi politikalarını oluşturabilecek tek birim devlet iken, global ekonomilerde
bunu dört aygıt sağlayabilmektedir. Bunlar sırasıyla, ulusal devlet, bölgesel
bütünleşmeler, dünya ekonomisi ve dünyanın tümünü bir pazar olarak gören küresel
289
şirketlerdir. Global ekonomilerde, ekonomi politikaları giderek serbest ticaret ya da
korumacılıkla değil, bölgeler arasında karşılıklı ilişkilere göre oluşturulmaktadır.
Global ekonomiler fiili bir gerçeklik olduğu halde, kendisi için gerekli olan pek çok
kurumdan hala yoksundur.
Son yirmi yıl yeni bir dünya sisteminin oluşumuna tanık olmuştur.
Küreselleşme süreci olarak adlandırılan bu sistem, tüm ülkelerde yeni sosyo-
ekonomik politikalarla ve kamu örgütlenmelerinin yeniden yapılanması ile beraber
ilerlemiştir(Güler, 1997). Ulusallığın giderek dönüşme eğilimleri gösterdiği bu süreç
içinde devletin işlevinin toplumsal denge ve dayanışmadan, toplumsal denetime
dönüştüğü ileri sürülebilir(Şaylan, 1996: 13).
Bu bağlamda yetkilerin bir kısmı uluslararası örgütlere, bir kısmı gönüllü
kuruluşlara bir kısmı ise yerel yönetim kuruluşlarına devredilecektir (Golembiewski
1996). Bu dönüşümlerin yaratılan topyekun seferberlik ve propagandalarla en
azından bir kısmının tamamlanmış olduğunu görülmekte olup yaşanılan deneyimlere
bağlı olarak özellikle az gelişmiş ülkelere daha fazla yoksulluk ve kaos getirdiği
muhakkaktır.
Küreselleşme, yönetimde mükemmellik, insan hakları, enformasyon çağı,
uluslararası rekabet, ülkeler arası sınırların ortadan kalkması, bilgi toplumu, esnek ve
hızlı karar verme zorunluluğu, vatandaşların (müşteri) ihtiyaçlarına hemen cevap
verebilme, toplam kalite anlayışı, yalın yönetim, vizyon yönetimi, öğrenen
organizasyon gibi bu ve buna benzer kavramlar ve gelişmeler, organizasyonların
yapılandırılmaları ve işleyişi üzerinde köklü değişiklikler meydana getirmektedir. Bu
tartışmalar ve gelişmeler kamu yönetimlerinde, yeni anlayışların gelişmesine neden
olmuştur (Rhodes 1996: 666). Hukuksal rasyonellikten, işletmeci rasyonelliğe(Tan,
290
1996), geleneksel yönetim anlayışından yeni yönetim anlayışına, yönetimden-
yönetişime (Rhodes 1996) geçiş olarak kavramsallaştırılan bu yeni arayışlarının bir
ortak özelliklliği bulunmaktadır.
İletişim teknolojisi gelişme ile sanayi toplumunda bilgi toplumuna geçildiği
öne sürülürken küreselleşme ile zaman ve mekan terimlerinin mevcut tanımlamaların
değiştiği buna bağlı olarak başta sermaye akışı olmak üzere bilgi akışının ve
paylaşımının sistemin temel unsuru olduğu belirtilmiştir. Bilgi ağının gelişimi ve
yaygınlaşması ile ulusal sınırların ortadan kalktığı ulus devletin zayıflatılmaya ve
karar alma süreçlerine uluslar arası aktörlerin aktif biçimde katılımı ile iktidarın
kullanımının parçalı bir hale geldiği ve artan bir bağımlılık ilişkisinin ortaya çıktığı
bilinmektedir.
Yaşanan süreçle birlikte ülke ekonomileri üzerindeki IMF ve Dünya Bankası
gibi uluslar arası kurum ve kuruluşların etkisi artarken bu kuruluşların kredilerini
verirken verdikleri kredinin hangi amaca yönelik olarak kullanılacağını en ince
detayları ile bilmek istemekte hatta bunun da ötesinde kullanım alanlarını ülke
yönetimleri ile birlikte belirleyebilmekte ve bazen daha da ileri giderek bu kredilerin
nasıl ve hangi alanlarda kullanılacağının ülke yönetimlerine dikte etme yoluna bile
gidebilmektedirler. Bu uygulama ile kapitalist sistemin dünya ölçeğinde
kurumsallaşmasının araçları devreye sokularak sistemin işlevselliği sağlanmaya
çalışılmakta ulus devletin özgür biçimde karar alma süreçleri daraltılmakta ve uluslar
arası bir sistemin etkisi günden güne artmaktadır. Benzer bir değişim süreci
demokrasi teriminin kapsam ve tanımında da yaşanmaktadır. Temsili demokrasi
pratiği yerini hızla güya daha katılımcı ve çoğulcu bir yapıya bırakmaktadır. Uzun
süredir temsilcileri aracılığı ile istemlerini, amaçlarını ve politikalarını tayin etmeye
291
çalışan toplum kesimlerinin yeni durumla birlikte artık temsilcileri ile değil bizzat
örgütleri aracılığı ile karar alma süreçlerine katılmak istemekte ve daha aktif bir
tutum içine girdikleri görülmektedir. Yalın ifadesi ile çok hoş görünen ve ideal
olarak algılanan bu durumun gerçekte bu kadar sorunsuz olmadığı ve uygulama
aşamasında bir kısım tuzakların olduğu bilinmektedir. Bu uygulama ile devletin karar
alma tekeli kırılmakta ve sisteme ulusal ve uluslar arası sivil toplum kuruluşları
olarak nitelenen yeni aktörlerin girmesi ile merkezi düzeydeki karar alma yetkisi
dağıtılmakta ve yerelleşmektedir. NGO adı verilen sivil toplum örgütleri ülke
yönetimleri ve uluslar arası kuruluşlar tarafından muhatap kabul edilerek bu
kuruluşların meşruiyeti ve yaptırım güçleri artırılmaktadır.
Küreselleşme süreci ile ortaya çıkan bir diğer gelişme ulus devletin temsil ettiği
tekçi ve homojen yapıların hızla çözülerek kimlik tanımlamasının yeniden yapıldığı
etnik, dini ve cinsel ve cinsiyete dayalı alt kimliklerden oluşan bir toplumsal
mozayiğin varlığı ile daha sağlıklı bir toplumsal yapının oluştuğu iddia edilmektedir.
Yaşanan süreçte alt kimliklerin öne çıkarılması ile bir anlamda küçük şehir
devletlerinin oluşturulduğu çok parçalı ve çok hukuklu bir yapı ortaya çıkmaktadır.
Kamu yönetiminde gelişen global eğilimler yönetimde yeniden yapılanmayı
gerekli kılmaktadır: Devletin küçültülmesi ve etkinleştirilmesi (büyüyen devletin
ortaya çıkardığı bürokratik ve diğer sorunlar devletin küçültülmesi, özelleştirme gibi
kavramları gündeme getirmektedir), siyaset-yönetim dengesinin yeniden
kurulması(yeni işletmecilik anlayışında kamu yöneticilerinin karar alma sürecini
politikacıyla paylaşan kişiler değil kurumun teknik yöneticisi olmalarını
gerektirmekte bu noktada demokratik değerler ile bürokratik değerlerin uzlaştırılması
gerekmektedir), şeffaf ve dürüst yönetim, merkeziyetçilikten uzaklaşma, yeniden
292
yapılanmayı gerekli kılan unsurlar olmuştur. Bugün hemen her platformda, kamu
yönetiminin yeniden yapılanması gerektiği belirtilmektedir.
Son yıllarda özellikle kamu yönetiminin yeniden yapılanması sürecinde
gündeme gelen en etkin ve kapsamlı düşünce olarak kabul edilen yeni kamu
yönetimi anlayışı özellikle gelişmiş ülkelerde bu alanda uygulamada gösterilen
propagandadan dolayı yoğun bir şekilde ilgi görmüş ve dikkat çekmiştir. Bu durum
bir çok ülkede son yıllarda görülen yönetimin yeniden yapılanması çalışmalarının,
sürekli olarak yeni kamu yönetimi düşüncesinin temel görüşleri çerçevesinde
şekillenmesine yol açmıştır. Bu süreçte özellikle OECD ülkelerinin ulusal kamu
sektörlerinde, radikal bir şekilde dönüşüm yaşanmaya başlanmıştır.Bu dönüşüm
piyasa-devlet, yönetim-bürokrasi, yönetim-vatandaş, bürokrasi-vatandaş ilişkilerinde
önemli değişimlere yol açmıştır. Dolayısıyla bu değişiklikler kamu yönetiminin
yeniden düşünülmesine neden olmuştur(Ömürgönülşen, 1997:529-530). Bu süreçte
gündeme gelen yeni kamu yönetimi anlayışı, geleneksel kamu yönetiminden bir çok
alanda ayrılmış, kamu tercihi ekonomisine dayanan oldukça yoğun ve yeni bir
gündem oluşturmuştur(Gray-Jenkins, 1995:94). Geleneksel kamu yönetiminin geniş
ölçekli, hiyerarşik örgütlenmiş bürokrasisiyi reddetmiş, ademi merkeziyetçilik, yetki
devri, rekabet, tercih imkanı, müşteri-merkezcilik ve esneklik gibi
değerleri(Bayraktar, 2003:58) gündeme getirmiştir. Bu yönüyle yeni kamu
yönetiminin temel değer olarak, katılımı benimsediği söylenebilir.
Küreselleşme sürecine yeni sağ politikaların iktidara gelmesi olgusu eklenince
ilk olarak devletin rolü ve işlevleri tartışılmaya açılmış(Şaylan, 2003) ve bir
paradigma değişiminden söz edilmeye başlanmıştır. Yaşanan değişimin bir
paradigma değişimine neden olacak kadar büyük ve kapsamlı bir değişim olup
293
olmadığı tartışmaya açık olmakla birlikte olgusal bir gerçeklik olarak mevcut devlet
yapılanmasının dönüşüme zorlandığı da ayrı bir gerçeklik olarak karşımıza
çıkmaktadır. Yeni devlet tanımlaması ile devletin örgütlenmesinin büyüklüğü,
faaliyet alanı, işlevleri, kapsam ve mahiyeti tartışmaya açılarak. Devletin
küçültülmesi, faaliyet alanının daraltılması, ekonomik nitelikli faaliyetlerine son
verilmesi, bir kısım etkinliklerinin rekabete açılması, kamu hizmeti kavramının
yeniden tanımlanarak sosyal devlet ilkesi yerine kar amacının öne çıkarılması gibi bir
takım yeni kamu politikalarının pratiğe aktarılmaya çalışıldığı bilinmektedir. Bu
uygulamalara bağlı olarak kamu artık hizmet üretmek yerine çoğunlukla hizmeti
satın alma yoluna gitmekte ve özelleştirme politikalarına öncelik vermektedir.
Özelleştirme politikaları sadece mülkiyetin devri şeklinde değil aynı zamanda kamu
kurum ve kuruluşlarında bir kısım hizmetlerin de özelleştirilmesi yoluyla taşeronlar
aracılığıyla hizmet satın alınması yoluna gidilmektedir.
Küreselleşme tartışmalarının kamu yönetimleri üzerine bir diğer etkisi, kamu
yönetimi sistemine özel sektör mantığının ve işleyiş biçiminin yerleştirilmesi ile
kamunun işletmeleştirilmesi politikalarında ortaya çıkmaktadır. Burada işletmecilik
alanının kuramsal ve yöntemsel ilkelerini kamu kesimine aşılamayı amaçlayan
“kamu işletmeciliği yaklaşımını”(Üstüner, 2003) benimseyen bir anlayış ile hem
disipliner hem de pratik anlamında kamu yönetimi yerini kamu işletmeciliği
disiplinine bırakmaktadır. Yaşanan süreçte küreselleşme olgusunun devleti dünya
ölçeğinde değiştirdiği belirtilmektedir(Farazmand, 2000: 246)
Desantralizasyon sadece coğrafi anlamda olmamakta bağımsız idari otoriteler
yolu ile başka bir düzlemde ilerlemeye devam etmektedir. Klasik kamu
örgütlenmesinden ayrılan bu model ile merkezi düzeydeki karar alma sürecine
294
siyasal iktidarın dışında yeni bir aktör katılmaktadır(Aksoy, 2004:38). Türkiye
özelinde bu kurulların bağımsız olup olmadıkları ve esin kaynağı olan Fransız
modeline ne kadar benzeyip benzemedikleri tartışılmakla birlikte(Duran, 2003) bu
kurulların zaman içinde yaygınlaşıp kurumsallaşmaları dikkat çekmektedir.
Bu süreçle birlikte kamu kesiminde ortaya çıkan bir diğer gelişme kamu
hizmetlerinin fiyatlandırılması politikasıdır. Neo-liberal politikalara bağlı olarak
ortaya çıkan özelleştirme politikalarına paralel olarak kamu hizmeti kavramının
tartışmaya açıldığından önceki bölümlerde bahsetmiştik. Bu bağlamda kamu hizmeti
terimi özel sektör mantığı ile yeniden yoğrularak amacı karlılık olan yeni bir yapı
ortaya çıkarken her hizmet için bir bedel ödenmesi esas alınmakta ve sosyal devlet
ilkesi terk edilmektedir. Her hizmetin fiyatlandırılması politikasına bağlı olarak
devlet-vatandaş dizgesi yerini devlet-müşteri ilişkisine bırakmakta ve müşteri
memnuniyeti esas amaç haline gelmektedir. Buna bağlı olarak ayrıca hizmetlerin
fiyatlandırılması da piyasa koşulları üzerinden yapılmaktadır(Aksoy, 2004:32-47).
3. Kamu Yönetiminde Paradigma Değişimi ve Yeni Kamu Yönetimi Anlayışı
Kamu yönetimi disiplinindeki yeni arayışlar ve bu bağlamda “kimlik
bunalımı”(Waldo, 1968: 5), tartışmalarının tarihi 1930’lara kadar gitmekle birlikte
(Dahl, 1947: 126), söz konusu arayışlar günümüzde de devam etmektedir (Üstüner,
1992: 5). Özellikle 1970’lerde hızlanan değişim süreci örgütsel yapılar ve işleyiş
üzerindeki baskılarını arttırarak, kamu yönetimlerini yaşayabilmek için çevresel
değişmelere daha duyarlı bir hale getirmiştir (Sargut, 1997: 1). Yeni bir model
üretilmesinde ve bürokratik yapının yerine başka bir yapının konulmasında farklı
görüşler ortaya çıkmış bu durum zamanla kamu yönetimlerinin “işletme
yönetimine” ya da “kamu işletmeciliğine” kaymasına neden olmuştur (Denhardt,
295
1993: 6-11). Hukuksal rasyonellikten, işletmeci rasyonelliğe geçiş (Tan, 1988 ve
2004) olarak da isimlendirilen bu eklemlenme süreci, klasik kamu yönetimcileri
tarafından şiddetle eleştirilmekte, nesnesi idare olan kamu yönetimi anlayışı yerine
nesnesinin özel sektör anlayışı olduğu yeni kamu yönetimi düşüncesinin (Dunleavy
and Hood, 1994: 9) hakim paradigma olarak sunulduğu belirtilmektedir.
Bu tartışmalar yalnız ülkemizde değil tüm dünyada yapılmakta geleneksel
kamu yönetimleri reform gündeminin yoğun baskısı altında tutulmaktadır (Gray and
Jenkins, 1995: 77). Yeni kamu yönetimi anlayışı “pazar teorisine” dayalı olarak
ortaya çıkan ve yeni bir yönetim kültürü geliştirmek isteyen nitelikler taşımaktadır
(Dunsire, 1995: 1-15). Kamu yönetiminde yeni nesne arayışı gün geçtikçe popüler
hale gelmekte ve gizemli bir kavrama dönüşmektedir.
Yeni kamu yönetiminin bu şekilde yükselişinde, devletin belli başlı ekonomik
faaliyetlerinden geri çekilmesinin ve topluma daha fazla tercih ve özgürlük tanınması
anlamında toplum hayatına daha az karışmasının(Bayraktar, 2003:58) çok önemli
etkisi olmuştur. Özünde yeni kamu yönetimi, “kürek çekmek değil dümen tutmak”,
“süreç değil sonuç”, “politika değil üretim”, “güç değil güçlendirme”, “çatışma değil
işbirliği”(Lynn-Laurence, 1998:237) olduğuna dair genel bir kanı bulunmaktadır.
Aslında Yeni kamu yönetimi bu unsurların dışında da birçok özellik taşımakta ve
farklı bakış açıları içermektedir. Kamu kuruluşlarına yalnızca yapısal ve fonksiyonel
olarak bakmamakta, aynı zamanda kamu kuruluşlarının politik temelleri ile de
ilgilenmektedir(Gray-Jenkins, 1995:86). Yerellik, yetki devri, sonuçlara göre
yönetim, projecilik, sözleşmecilik, değerlendirme, örgütsel gelişme, sorumluluğu
yayma, karşılaştırma, müşteri katılımı, sürekli olarak yeni kamu yönetimine atfen
gündeme getirilen konular arasında gösterilmektedir (Frederickson, 1977:8). Yeni
296
kamu yönetimi; kamunun rolünü sorgulayıp yeniden tanımlamak, piyasayı yönetim
için bir model olarak görmek, kamu hizmetlerini rekabet ortamında alternatif
yöntemlerle sunmak, bürokrasiyle mücadele etmek, aşırı merkeziyetçi ve hiyerarşik
yönetim yapılarını yerellik anlayışıyla değiştirmek, hizmet sunumunu hizmet
sunulanlara en yakın yerden ve söz konusu kişilerle irtibat halinde gerçekleştirmek,
esnek bir yapı sunmak, kamusal sorumluluğun yeniden dağılımını ve yönetime yeni
aktörlerin dahil edilmesini sağlamak, özel sektörce uygulanan bazı yönetim
tekniklerinin kamuda kullanılmasının önünü açmak, sonuçlara ve performansın
artırılmasına daha fazla vurgu yapmak, etkinliğe ve verimliliğe önem vermek,
kaynak kullanımında daha fazla disiplin ve ekonomiklik için uğraşmak, kaliteye
vurgu yapmak ve güçlendirilmiş hesap verme yükümlülüğü ve müşteri odaklılığı
üzerinde yoğunlaşmak(Al, 2002:115-116) gibi daha da artırılabilecek bir çok konuda
etkinlik göstermektedir. Yeni kamu yönetiminin özellikleri daha da ayrıntılı ele
alınacak olursa, yönetimin yeniden yapılandırılmasına yönelik şu unsuları içerdiği
görülmektedir(Özer, 2004:173-178); Profesyonel yönetimi oluşturmak, standartları
belirginleştirmek ve performansı ölçmek, çıktı kontrolüne büyük önem vermek,
ayrışmaya vurgu yapmak, müşteri odaklılık, rekabete vurgu yapmak, özel sektör
yöntemlerine vurgu yapmak, kaynak kullanımında disiplin sağlamak, ademi
merkezileşme.
Yönetimin yeniden yapılandırılması sürecinde gündeme gelen yeni yönetim
ve yeni kamu yönetimi düşünceleri özellikle gelişmiş ülkelerde uygulamaya
aktarılarak, bu alanda somut sonuçlar elde edilmektedir. Bu ülkelerde yeniden
yapılandırma sürecinde öncelikle üst yönetimlerin harekete geçtiği belirtilmektedir.
Bunun için en başta, bütün yönetim birimlerinde yeniden yapılanma birimleri
297
kurulmakta ve bunların yeniden yapılanma stratejilerini pratikte gerçekleştirecek
birimler olarak ön plana çıkarıldığı ifade edilmektedir. Merkezi yönetimde liderlerle
çalışanların temsilcileri arasında ilişkiler başlatıldığı ve yeniden yapılanma
çalışmalarının çalışanları çok rahatlatacağı, çalışanların katkılarının ise yeniden
yapılanma gruplarının çalışmalarına önemli katkıları olacağı düşünülmektedir.
Ayrıca performans anlaşmaları yapılmakta ve belirlenen genel ilkelerin yönetim
yapısına yayılması için çeşitli mekanizmalar geliştirilmektedir. Yönetimlerin bu tür
çalışmaların yanında, yeniden yapılanma ile ilgili olarak ileriye dönük planlar ve
projeler tasarlamakta, bazı spesifik konularda olabilecekler konusunda hazırlıklı
olabilmek için çalışmalar yapmaktadırlar.
1980’li yılların başında tüm dünyada devletin küçültülmesi ve
etkinleştirilmesi düşüncesi bağlamında devletin yeniden yapılandırılması ülke
gündemlerine girmiştir. Bu anlamda OECD üyesi bazı ülkelerin kamu
yönetimlerinde de yeniden yapılanma çalışmaları yapılmıştır. Bu çalışmalar genel
trendlerle örtüşmekte olup bir çok ülkede benzer düzenlemelere gidilmiştir. Bu
durum dünyada yaşanan gelişmelerin ne kadar kontrol edilemez ve hegemonik bir
biçimde geliştiğini göstermesi bakımından ilginç bir durum oluşturmaktadır. 1980’li
yılların başında ortaya çıkan ve temelde ekonomik ve toplumsal içerikli değişim
dalgası tüm ülkeleri etkilemiş, bütün dünyada dikkatleri kamu yönetimleri üzerine
yoğunlaştırmıştır. Küresel ekonomilerdeki kapsamlı değişiklikler kamu yönetimleri
hakkındaki temel soruları yeniden gündeme getirmiştir. Bunlar, kamu yönetimleri
neyi yapabilir neyi yapamazlar?; kamu yönetiminin rolü ne olmalıdır?; kamu
harcamaları sınırlandırılmalı mıdır?; kamu hizmetlerinin kalitesi nasıl olmalıdır? gibi
sorulardır.
298
1980’li yılların başında yapılan teorik tartışmalar 1980’li yılların ortalarında
yerini uygulamaya bırakmıştır. OECD’ye üye ülkelerde kamu yönetiminin yeniden
yapılandırılması ile ilgili yapılan çalışmalarda tüm ülkelerde hemen-hemen benzer
uygulamaların olduğu dikkati çekmektedir Değişik ülkelerde uygulanması söz
konusu olan bu düzenlemelerin ortak noktalarını şöylece sıralamak mümkündür:
1-Kamu hizmetlerinin sunumunun iyileştirilmesi.
Bu amaçla:
a) İşlemlerin ve süreçlerin basitleştirilmesi,
b) Hizmet sunma kapasite ve verimliliğinin arttırılması,
c) Vatandaşların bilgi edinme haklarının temini,
d) Gereksiz ve zorluk çıkaran düzenlemelerin kaldırılması,
e) Vatandaşların ihtiyaçları konusunda araştırmalar yapılması.
2- Enformasyon teknolojisinin kullanım alanın ve kullanım etkinliğinin arttırılması.
3- Bakanlıkların işleyişinin ve yapısının modernleştirilmesi.
4- Personel politikalarının ve yönetimin geliştirilmesi.
5-Topluma daha iyi kaliteli hizmet götürmek amacıyla, kamu hizmetlerinin
günümüz ihtiyaçlarıyla uyumlu hale getirilmesi.
6- Karar verme yetkisinin dağıtılması ve adem-i merkezileşme
7- Bütçe reformu ve finansal yönetim.
8-Denetim mekanizmasının çağdaşlaştırılarak verimlilik denetiminin
yaygınlaştırılması girdi denetimi yerine, çıktı denetiminin yapılması.
9- Kamu yönetiminin yerine getirmekle yükümlü olduğu iş ve hizmetlerde toplam
kalitenin sağlanması ve yerine getirilmesi.
10- Kamu kesimi işlemlerinin, özel sektör rekabetine açılması.
11- Kamu harcamalarının azaltılması, verimliliğin ve etkinliğin sağlanması.
12- Özelleştirme programının uygulanması, özelleştirmenin mümkün olmadığı
durumlarda KİT’lerin özel sektör rekabetine açılması.
13- Kurumların özerkliklerinin arttırılması.
14- Devletin küçültülerek sınırlandırılması.
15- Kamu yönetiminin rolünün gözden geçirilerek yeniden tanımlanması.
299
Yeni kamu yönetimi literatürü içerisinde farklı duruşu ile önemli bir yer tutan
bir çalışma da ABD’nin kamu yönetim sistemini inceleyen, bir kısım saptama ve
önerilerde bulunan Osborne and Gaebler’in “Reinventing Government” isimli
çalışmasıdır. Yazarların yalnız söz konusu ülke için değil, tüm kamu yönetimleri için
bir durum saptamasında bulundukları belirtilirken 1980’li yıllarda, bilinçli ya da
farkında olmadan gelişen, eskimiş örgütsel yapılardan kurtulma arzusu ve yeni
arayışlar kamu yönetimleri için fiili bir durum oluşturmuştur. Yazarlara göre kamu
yönetimlerinin temel misyonu çok para kazanmak değil, topluma iyi ve kaliteli
hizmet sunmaktır. Kamu yönetimleri çoğunlukla sunduğu hizmetler için
vatandaşların ödeme güçlerini dikkate almaksızın herkese eşit hizmet vermek
durumundadırlar. Bu sebeple, özel sektörle aynı rekabet ve pazar etkinliği içerisinde
bulunamamaktadırlar. Her iki sektör arasında bir çok benzerlikler olmasına rağmen,
yukarıda özetlenmeğe çalışılan söz konusu durum kamu yönetimlerinin özel sektör
kuruluşları gibi yönetilemeyeceğini açıkça ortaya koymaktadır.
Çalışma, bu bağlamda değişmekte zorlanan ‘bürokratik kamu yönetimi’ yerine
değişime daha rahat uyum sağlayabilecek ‘girişimci kamu yönetimi’ kavramını
ortaya atmaktadır. Bürokratik kamu yönetiminin, girişimci kamu yönetimine
dönüşmesi 10 ilke ile açıklanmaktadır. Bu ilkeler şöyledir; 1- Katalitik Devlet:
Kürek Çekmek, Değil Dümen Tutmak, 2-Toplumun Sahip Olduğu Kamu Yönetimi:
Hizmet Değil Yetki Verme, 3- Hizmet Götürmede Rekabetçi Devlet, 4- Misyona
Dayalı Kamu Yönetimi, 5- Sonuçlara Yönelik Kamu Yönetimi, 6- Müşteriye
Yönelik Kamu Yönetimi, 7-Girişimci Devlet, 8- Geleceği Hesaplayan Kamu
Yönetimi, 9- Merkeziyetçilikten Kurtulmuş Kamu Yönetimi, 10- Piyasaya Yönelik
Kamu Yönetimi.
300
1990’lara gelindiğinde, kamu yönetimleri için artık kısmi düzenlemeler
anlamını yitirmiş gözükmektedir. Bununla beraber, yönetimin yeniden düzenlenmesi
çalışmaları siyasal bir boyut kazanmış, salt idari olmaktan çıkmıştır. Geçmişin kısmi
rehabilitasyon çalışmaları yerini kamu yönetimi örgütlenmesini bütünsel manada
algılayan ve çevreleyen bir çizgiye terk etmiştir. Al Gore Raporu’nda da ABD’nde
federal hükümetin yapılanmasına ilişkin olan bu çalışma ile genelde tüm kamu
yönetimleri özelde ise ABD kamu yönetimi için köklü değişiklikler önerisi
getirmektedir. Bu raporla Clinton yönetimi, ABD halkı ile yeni bir müşteri/hizmet
sözleşmesi yapmanın vakti geldiğine inanmaktadır. Amaç daha iyi ve daha ucuz
işleyen bürokratik sistemle sonuçlara yönelik bir kamu yönetimi oluşturmaktır.
Temel düşünce, daha iyi çalışmak ve daha ucuza mal etmektir. Al Gore Raporunda
kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması ve reform çalışmalarının başarıya
ulaşması dört ana başlığın gerçekleşmesine bağlanmıştır. Bunlar, kırtasiyeciliği
azaltma, müşteri odaklı olma, çalışanlara sonuç elde etmeleri için inisiyatif ve
sorumluluk verme ile son olarak esaslara geri dönmektir.
301
Geleneksel kamu yönetiminde önemli değişmelere neden olan bu süreç kimi
yazarlarca yönetim felsefesinde bir paradigma değişikliği olarak da kabul
edilmektedir. Bütün bu değişimleri özetleyip bir tabloda topladığımızda yeni kamu
yönetimi anlayışının temel özellikleri daha net biçimde görülmektedir.
Tablo IV Geleneksel yönetim anlayışı ile yeni kamu yönetimi anlayışının temel değerleri
Geleneksel Yönetim Anlayışı Yeni kamu yönetimi anlayışı Sanayi toplumu Bilgi toplumu Kamu yönetimi İşletme yönetimi Planlama Esneklik ve ihtiyacın karşılanmasına önem verme Statüye ilişkin sorunlar Verimlilik, rasyonellik ve kaliteye ilişkin sorunlar
Yasal düzenlemelerle ayrıntılı kurallar koymak Yasal düzenlemelerin sayıca azaltılması ve sadeleştirilmesi
Yetki ve yetki gaspı ile ilgili sorunlar Amaçların ve hedeflerin gerçekleştirilmesi ile ilgili sorunlar
Kurallar Roller, kamu hizmeti ölçümleri Muhafazakar ve otoriter yapı Değişim ve dönüşüm
Vatandaş Müşteri Emir-komuta Karar almaya katılım Merkezden Yönetim Yerinden yönetim ve yetki devri Yasal-hukuksal denetim Başarı ve performans denetimi Eşit ücret Performansa ve başarıya dayalı ücret Klasik devlet muhasebesi ve bütçesi Yönetim muhasebesi, Maliyet-fayda analizi Geleneksel yönetim anlayışı Proje yönetimi anlayışı Kamu sektörünün kesin egemenliği Özel sektörden daha fazla yararlanma çabası ve
piyasa hakimiyeti Kanun tekelciliği Rekabetcilik, piyasa türü yönetim araçları PODSCORB, zaman ve eylem araştırması Yönetim
Yeni yönetim anlayışı Yönetişim Kalite yönetimi Post modern kamu yönetimi
Dışarıya kapalı ve gizlilik esaslı yapı Vatandaşların bilgi edinme hakkını savunan ve gün ışığında yönetim anlayışının hakim olduğu yapı
Aktif yönetim Pro-aktif yönetim Katı yönetim anlayışı Esnek çalışma analyışı Kamu yararı ve kamu hizmeti anlayışı Kamu yararı ve kamu hizmeti kavramlarının piyasa
temelinde yeniden tanımlanması Memur güvencesi Sözleşmeli statü Hiyerarşi Esneklik ve şebeke Maliyet kontrolü ve verimlik Kalite kontrolü ve değer yaratma Süreçlere yönelik anlayış Sonuçlara yönelik anlayış Dikey örgütlenme Yatay örgütlenme Bürokratik yapılar Post-bürokratik yapılan Sosyal refah devleti anlayışı Düzenleyici-Minimal-Sınırlı devlet anlayışı
302
Değişim sonucunda ilk dönüşen yapılardan biri örgütler olmuştur. Yeni
örgütlenme modeli ile esnek yapıda, küçük ölçekli ve iletişim teknolojisinden azami
ölçüde faydalanan yeni örgüt modeli ortaya çıkmıştır. Esnek karar alma
mekanizmalarına sahip örgütlenme modeli ile hiyerarşi zayıflatılmakta uzmanlık öne
çıkmakta ve Taylorist yapılardan post-fordist bürokratik yapılara geçilmektedir. Özel
sektörde gözlenen bu yeni yapılanmaya bağlı olarak kamu sektörü de bu
dönüşümden nasibini alarak yasal-ussal bürokrasiden rasyonel bürokrasi modeline
geçiş hedeflenmektedir. İşlevlerini kaybeden bürokratik yapıların yerini post-
bürokratik yapılara bırakacağı öne sürülürken proje bazında örgütlenmenin yeni
dönemin temel argümanlarından biri olduğu bilinmektedir(Aksoy, 2004:41).
Yeni yönetim anlayışın esaslarından bir diğeri hesap verebilirlik olmaktır.
Amerikan işletmecilik anlayışının bir yansıması olarak kamu sektörüne uygulanmak
isteyen bu yaklaşımla politik hesap verebilirlik teriminin yanına yönetsel hesap
verebilirlik sözcüğü eklemlenmektedir. Kamu yönetimi disiplinin ve pratiğinin yeni
tanıştığı bu kavram ile özellikle hizmet sektöründe kamu yararı amacı ile faaliyette
bulunan kamu örgütlerinin nasıl bu pozisyona getirileceği merak konusudur. En yalın
biçimi ile hesap verebelirlikten amaç piyasa koşullarında belirlenmiş ve kar amacı
güdülenmiş kamu örgütlerinin belirlenen bu hedefe ulaşıp ulaşmadığının
ölçülmesidir ki bu da kaosa neden olacak bir uygulamadır. Devletin karar alma
tekelinin parçalanmasına ve kırılmasına bağlı olarak sisteme ulusal ve uluslar arası
bir kısım yeni aktörlerin girmekte merkezi düzeydeki karar alma yetkisi dağıtılmakta
ve yerelleşmektedir. Sivil toplum örgütleri ülke yönetimlerinde daha aktif biçimde
yer alırken bu yeni modele yönetişim adı verilmektedir. Yönetişim modeli ile sivil
toplum örgütleri toplumsal amaçların belirlenmesinde daha aktif rol alacaklar ve bu
303
amaçların yerine getirilmesinin takibi bağlamında ayrıca bir görev üstleneceklerdir.
Kamu politikalarının birlikte belirlenmesi ve karar alma tekelinin devletin elinden
alınması ile devlet ve siyasal iktidarlar geleneksel mevzilerini kaybetmekte ve üçlü
bir yapı ile kararlar alınır hale gelmektedir(Aksoy, 2004:41-48). Kamu yönetimi
disiplinin kuruluşundan bugüne devam en belki de hiç bitmeyecek olan yönetim ile
siyasetin kesin çizgilerle birbirinden ayrılması tartışması, çağdaş kamu yönetiminin
önemli sorunlarından biridir. ABD örneğinde kamu yönetimi disiplininin hukuksal
yaklaşımdan uzak teknik düzeyde temellenmesi kıta Avrupa’sı örneğinde yaşanan
umumi amme hukuku ve idari hukuku esaslı yaklaşımla çelişen bir durum ortaya
çıkarmıştır(Dimock, 1954). Ülkemizde kamu yönetimi disiplini kurulurken aynı
durum cereyan etmiş, mevcut umumi amme hukuku birikimi bir kenara itilerek ABD
kamu yönetimi literatüründeki kuramlar ve mantalite aynen ithal edilmiştir(Güler,
2003).
Masceranhas 1980’li yıllarda başlayan yeniden yapılanma sürecinin sonunda
kamu yönetiminin ahenginin bozulduğuna dikkati çekerek şu sakıncalardan
bahsetmiştir:
a)Kamu kurumlarına tanınan aşırı özerklik, eşgüdümü engelleyerek ulusal
politikaların belirlenmesini güçleştirmiştir.
b)Sonuçlara yönelik yönetim anlayışı içerisinde kurumların verimliliği, kamu
çıkarından daha önemli hale gelmiştir.
c)Kamu işletmeciliği kültürü ile kamu kurumları arasında yıkıcı rekabet egemen
olmağa başlamıştır.
d)Kamusal hizmetler hükümetlerin politikalarıyla aşırı biçimde özdeşleşerek,
hizmetlerin hükümetlerle başlamasına ve bitmesine neden olmuştur.
304
Bir başka çalışmada, 1982 yılında Fransa’ da başlatılan yönetimin yeniden
yapılanması programı çerçevesinde yürütülen “bölgelerin, illerin, komünlerin hakları
ve özgürlüklerine” ilişkin adem-i merkezileşme çalışmaları sonucunda, devlet yerel
düzeyde sarsılmış, otoritesi ve yetkileri konusunda mütereddit bir tutum içine
düşmüştür. En köklü yetkilerin il yönetimlerine devredilmesi ile yeni feodal beyler
ortaya çıkmıştır. Adem-i merkezileşme yerel demokrasilerin değil, yerel iktidarların
güçlenmesini sağlamıştır. Bugün, Fransa’da bu reform programları sonucunda,
genelleşmiş bir karmaşa, kamu yönetiminde pek çok sorunu ortaya çıkarmıştır
(Bozkurt, 1991:149-159).
Kamu yönetimine uygulanmak istenen kamu işletmeciliği anlayışının, kamu
sektörünün özel sektör olmadığı ve aynı anlayışla yönetilemeyeceği açıktır (Terry
1993). Kamu yönetimine egemen olan, eşgüdüm, işbirliği, süreklilik, kamu yararı
gibi ilkeler devlet-toplum ve devlet birey ilişkilerinin özel sektörde egemen olan
müşteri ilişkisinden farklı olması gibi bakış farklılıkları, kamu işletmeciliği
anlayışının yakın ve uzak gelecekte tanımlaması ve çözmesi gereken en önemli
kavramlar ve sorulardır(Özer, 2004:172).
4- İdari Reform Kavramının İçeriğinin Değişimi ve Devlet Reformu
Yirminci yüzyıl, kamu örgütlerinin büyümesi, çeşitlenmesi, sayıca artması ve
nihayette yürütülen kamu hizmetlerinin hacmi bakımından kamu yönetimi ve kamu
hizmeti kavramları ile karakterize de edilmektedir. Refah devleti politikaları ile
devletin büyüdüğü ve kamu faaliyeti alanının genişlediği belirtilerek kamunun büyük
bir hantallık ve kırtasiyecilik sorunu ile karşı karşıya kalmasına neden olduğu öne
sürülmektedir(Eryılmaz, 2004:10). Kamu yönetiminin içine girdiği bu yönetme
krizinin 1970’li yıllarda ortaya çıkan kamu mali krizi ile şiddetlendiği ve yaşanan
305
sürecin idare aygıtına duyulan hoşnutsuzluğu artırdığı ve yeniden yapılanma
çalışmalarını tetiklediği ifade edilmektedir.
1980 sonrasında egemen olan neo-liberal ekonomi düşüncesinin temelinde
devletin küçültülmesi yer almaktadır. Sınırlı ve sorumlu bir devlet anlayışı ile
savunma, diploması, adalet gibi tam kamusal nitelikteki hizmetlerin sunulması
devlete bırakılırken yarı kamusal mal ve hizmetlerin (eğitim, sağlık vb) devlet
tarafından rasyonel olarak sunulamayacağı ve bu tür hizmetlerin piyasa tarafından
gerçekleştirilmesinin daha iyi sonuçlar ortaya koyacağını ileri sürülmektedir. Bu
süreçte kamu yönetimin özel sektör gibi yönetilmesini ve yönetim hizmetlerinde
rekabet sağlanmasını ve özelleştirmenin cesaretlendirilmesi, yönetimin masraflarının
azaltılmasını öngörülmektedir(Weikart, 2001:359). Sanayileşmiş ülkelerde devlet
klasik rolünden uzaklaşarak özel sektörün ihtiyaçlarının tedarikçisi konumuna
geliyor(Bardouille, 2000:88). Refah devletinin gelişimi bireyselliği de artırarak
bireye yeni haklar kazandırmıştır. Bu durum bireyin politik yükümlülüklerini de
azalttı. Refah devletinde bireyler haklarını, çıkarlarını korumaları için teşvik edildi.
Vatandaş, kullanıcı ve müşteri oldu. Vatandaş yönetim ilişkileri müşteri odaklı
olmaya başladı(Jenssen, 2002:298). Tüm kamu yönetimlerini etkileyen, değişik
ülkelerce farklı isimler verilen bu süreç ülkemizi de etkisi altına almış, geleneksel
kamu yönetiminin, kamu işletmeciliğine doğru evrimleştiği gözlemlenmiştir(Güler,
1996).
Tüm bunlarla birlikte yeni kamu yönetimi anlayışının teori ve pratiği bir
araya getirebilmesi hususunda şüpheler bulunmaktadır. Yönetimin her kademesinde
kamu yöneticileri, yönetimi yeniden keşfediyor, yeniden inceliyor, girişimci olmaya
çalışıyorlar, müşterilerine iyi hizmet için çabalıyorlar, daha yaratıcı olmak istiyorlar,
306
risk almaya çalışıyorlar. Bu açıdan yeni kamu yönetimi etkili ve klasik kamu
yönetimi ilkelerinin yerini almış durumda. Ancak çelişki yeni kamu yönetiminin
bunu nasıl yapacağı hususunda ortaya çıkmaktadır. Kötü bürokrasinin devre dışı
bırakılacağı, yerine iyi bürokrasi geleceği öne sürülmekle birlikte adının yine
bürokrasi olacağı unutulmaktadır (Fredercikson-Smith, 2003:124). Yeni kamu
yönetimi anlayışına karşı bir çok eleştiri getirilirken bu yaklaşımın son tahlilde bir
yönetim teorisi olduğu gerçeğinin unutulmaması ve sonuçta bu anlayışın
Taylorizmin geliştirilmiş hali olduğu ve birçok teorinin bir sentezinden meydana
geldiği öne sürülmektedir (Lane, 2000:7).
Özellikle kamu sektörünün işleyişi üzerine yoğunlaşan eleştiriler, ekonomi
teorisinde meydana gelen değişimler, bireyin ve sivil toplum örgütlerinin öne
çıkması ve son tahlilde kamu maliyesinin içine girdiği kriz 1980’li yılların başında
yönetim alanında bir paradigma değişimini ortaya çıkarırken bu değişimin basit bir
hizmet sunumunun iyileştirilmesi ve idare cihazının etkili- verimli-hızlı servis
sunmasının ötesinde daha kapsamlı bir biçimde devlet teorisinde, yapısında,
işleyişinde, faaliyet alanlarında ve toplum-birey-piyasa dizgesinde radikal bir
dönüşümü ve yeniden yapılanma sürecini kapsamaktaydı. Hakim neo-liberal
anlayışın sonucu olarak genelde bir bütün olarak devlet, özelde ise idare aygıtı
kabahatli ilan edilerek bu durumun iyileştirilmesinin köklü bir yeniden yapılanma ile
sağlanabileceği öne sürülmüştür. 1980’li yılların ilk yarısından itibaren ABD,
İngiltere ve Yeni Zellenda’da başlayan bu süreç yaygınlaşarak ülke yönetimleri
reform baskısı altına almıştır. Karşı konulmaz bir süreç olduğu ilan edilen bu süreç
odağına küreselleşme, özelleştirme ve yerelleşme olgularını alarak geleneksel
yönetim anlayışının yerini piyasacı yönetim anlayışına bıraktığını öne sürmüştür.
307
1980’e kadar olan dönem kamu yönetimindeki yeniden yapılanma
çalışmaları, genellikle geniş kapsamlı değil, daha çok geleneksel yönetim düşüncesi
çerçevesinde örgütlenme, çalışma yöntemleri, ve kuralların gözden geçirilmesi gibi
büyük ölçüde kendi içini düzenlemeye yönelik ıslahatçı bir yaklaşımla
gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmalarda kamu yönetiminin faaliyet alanı, büyüklüğü,
piyasa, sivil toplum ve bireylerle ilişkileri ile iş görme yöntemleri gibi daha çok dış
çevresiyle ilişkisinin nasıl olması gerektiği konularıyla ilgilenilmemiştir. 1970’lerin
ikinci yarısında mevcut krizin aşılmasında idari reform yaklaşımının yetersizliği ileri
sürülmeye başlamıştır. Bu sürece bağlı olarak yönetim alanında bir paradigma
değişikliğine ihtiyaç olduğu yönünde güçlü eğilimler ortaya çıkmaya başlamıştır.
1980’den itibaren mevcut krizi aşabilmek ve devletin klasik görevlerini daha etkin
yerine getirebilmesi için yapısının küçültülmesi, hizmet yöntemlerinin değiştirilerek
piyasa mekanizmasından daha çok yararlanılması yönündeki düşünceler uygulama
alanına konulmaya başlanmış ve “idari reform” terimi yerine daha bütüncül bir
düzenlemeyi esas alan “devlet reformu” sözcüğü ve kavramı kullanılmaya
başlanmıştır.
Uzun zamandır kamuda uygulanmakta olan hakim örgütlenme biçiminin, yeni
şartlara cevap verebilecek esnekliğini kaybettiği ve dolayısıyla yeni bir örgütlenme
modelinin gerekliliği üzerindeki düşünceler, konunun hem teorik hem de uygulama
yönünden tartışılmasını yoğunlaştırdı. Geleneksel yönetim anlayışı daha çok, Taylor,
Fayol, Weber saçayağının ilkelerini oluşturan bürokrasi modeline göre örgütlenmişti.
Bu model, ayrıntılı kurallara ve biçimselliğe dayalı, katı hiyerarşi ve bir ölçüde
merkeziyetçi nitelikler taşımaktaydı. Weberyen örgüt modeli ve onun dayandığı
paradigma, örgütlerde disiplin, baskı ve kontrol kültürünü geliştirdiği, esneklikten
308
yoksun olduğu, girişimciliği ve yaratıcılığı önlediği, katılım kültürünü engellediği
gerekçeleriyle eleştirilmiş ve özel sektördeki rasyonellik anlayışının kamu
yönetimine de yansıtılması yönünde güçlü bir eğilimi ortay çıkarmıştır. Ayrıca
üretim, finans ve ticaretteki global sistemlerin rekabet edici baskılar ile bilgi ve
iletişim sektöründeki hızlı gelişmeler, geleceği tahmin edebilmenin zorlaştırdığı ve
dolayısıyla belirsizleştirdiği bir çevreyi ya da ortamı meydana getirmiştir. Böyle bir
ortamda yönetim tarzını süratli ve sürekli olarak çevresel şartlara göre ayarlayabilen
ve daha fazla girişimciliği öğrenen örgütlerin daha başarılı olacağı düşünülmektedir.
Anti-bürokratik bakış açısına göre girişimci örgütler, değişimi, esnekliği ve katılım
kültürünü ve dolayısıyla kişilerin gelişmesini artırmayı amaçlamaktadır(Eryılmaz,
2004:50-60).
Yeni kamu yaklaşımı, mekanikliğe bağımlılığı azaltma, dikey yönetim
yapısından çok, yatay yönetim yapısını oluşturarak çalışanlar arasında eşitliği
artırma, çalışma grupları içinde yarışmacılık ruhunu ve bireysel sorumluluğu
geliştirme, bireyleri ve grupları yönetimin bir parçası olarak görme eğilimindedir.
Yeni kamu yönetimi yaklaşımı, performansa, sonuçlara, hizmetlerde niteliğe,
etkinliğe, verimliliğe, vatandaşa, sivil topluma, ve piyasa sisteminin önemine vurgu
yapmaktadır. 1980’den sonra kamu yönetimi karşısında vatandaş ve sivil toplum
yeniden keşfedilmiş, yönetimin edilgen bir unsuru değil, karar ve uygulama
süreçlerinde kendisinden yararlanılan bir ortağı haline gelmeye başlamıştır. Böylece
kamu yönetimi yeni süreçte kendi içini düzenlemeye yönelik bakış açısından dışıyla
bütünleşmeye çalışan, onlarla aktif bir etkileşim ve işbirliği içinde olan toplumu,
yönetimin ayrılmaz bir parçası olarak gören bir bakış açısı kazanmıştır. Yeni kamu
yönetimi yaklaşımının amaçlarından biride siyasetçiler ile kamu yöneticilerinin
309
görev ve yetkilerini birbirinden ayırarak yeniden düzenlemek olmuştur. Yeni kamu
yönetimi siyaset ile idare arsındaki ilişkilerde siyasi yöneticileri, stratejistler ve
düşünce oluşturucular olarak görmektedir. Siyasiler değerleri ve vizyonları belirleyip
uygun stratejiler seçerek ve makro seviyede kaynakları tahsis edeceklerdir. Yönetim
pratikleri, performansları değerlendirilecek olan profesyonel yöneticiler tarafından
icra edilecektir. Üst düzey kamu yöneticileri ise orta ve alt kademedeki çalışanların
yetkilendirilmesi ile birlikte daha fazla liderlik üstlenecekler, işin vizyonunu
oluşturarak ve bunları çalışanlara anlatarak amaçlara ve sonuçlara odaklanmış bir
yönetim kültürünün geliştirilmesine çalışacaklardır(Eryılmaz, 2004). Kısaca kamu
yöneticileri sadece siyasi liderliğe yada üstlerine değil hizmet standartlarına, kalite
ölçülerine ve müşteri memnuniyetine önem vererek vatandaşlara karşıda sorumlu
hale gelmektedirler.
Yeni kamu yönetimi anlayışının vurgu yaptığı konulardan bir diğeri de kamu-
özel sektör zıtlığına dayalı paradigma yerine, bu iki sektör arasında işbirliğine
verdiği önemdir. Kamu hizmetlerinin üretilmesi ve sunulmasında piyasa aktörlerine
öncelik verilmekte, kamunun hizmetler konusundaki rolü, onların düzenlenmesi ve
yönetilmesi konularıyla sınırlanmakta ve daha çok topluma karşı garantör
konumunda görev yapmak biçiminde yeniden şekillenmektedir. Bilimsel düzeyde
kamu yönetimi-işletme yönetimi farklılığına dayalı yönetim düşüncesi yerini,
kamuda ve özel sektörde de yönetimin ortak yönlerinin bulunduğu ve benzer
ilkelerin her iki alanda da uygulanabileceği yönündeki görüşlere bırakmaya
başlamıştır. Kamunun egemen olduğu bir sivil toplum politikası yerine, karşılıklı
işbirliği ve kontrole dayalı bir yönetişim süreci giderek benimsenmektedir(Al, 2002:
282-294). Kamu yönetimindeki yeniden yapılanma çalışmaları önceden bir teorisi
310
oluşturularak yürütülen faaliyetler olmamış, daha çok önce İngiltere ve ABD gibi
ülkelerde hükümetler tarafından yürürlüğe konulan reform programları ile
şekillenmiş ve bilahare bu uygulamalardan teorik açıklamalar ve formülasyonlar
ortaya konulmuştur. Dolayısıyla yeni kamu yönetimi anlayışı, sadece teorik bir
ilkeler ve düşünceler demeti değil aynı zamanda değişik ülkelerdeki politikaları ve
uygulamaları de ifade etmektedir.
Genel olarak karma ekonomik modelden 1980’de liberal ekonomik modele
geçiş ekonomik alandaki dönüşümle sınırlı kalmamış kamu yönetimini de
etkilemiştir. Küreselleşmenin ve Avrupa Birliğine uyum sürecinin getirdiği dış
ticarette serbestleşme, özelleştirme ve hukuk devleti, piyasa ekonomisinin
geliştirilmesi, demokratikleşme, temel haklar konusundaki gelişmeler, bireyin ve
sivil toplumun artan önemi, sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş, IMF ve
Dünya Bankası gibi kuruluşların telkin ve yönlendirmeleri ile gelişmiş ülkelerdeki
başarılı uygulamalar, kamu yönetiminin dış çevresinden gelen ve değişimi uyaran
önemli gelişmeler olmuştur. Bunların yanında yaşanmakta olan mali kriz, yönetim
yapısının hantallaşması, hizmetlerde verimsizlik ve etkinsizlik, insan kaynakları
yönetiminde yozlaşma, kamu-vatandaş ilişkilerinde güven krizi ve nihayet vizyonunu
ve misyonunu kaybetmiş bürokratik yönetim anlayışı kamu yönetiminde geleneksel
yönetimden kopuşu hızlandıran faktörler olduğu öne sürülmektedir(Eryılmaz,
2003:11). Özet olarak, 1980’li yıllarda büyük ölçüde ekonomik engellerin
kaldırılması ve serbestleşmeye dayalı birinci dalga reform çalışmaları, kamu
yönetiminin yapısı, rolü, yönetimler arası ilişkiler, hizmet yöntemleri ve politikaları,
piyasa ve sivil toplum ilişkileri gibi daha çok yönetim sisteminin tümünün yeniden
yapılandırılmasını amaçlayan ikinci dalga reformlar ile tamamlanmıştır.
311
Devlet reformu terimi, idari reform, yönetimin yeniden yapılandırılması,
yönetimin iyileştirilmesi terimlerinden farklı olarak idare aygıtında ve devlet
yönetiminde köklü bir düşünce değişikliğini getirmektedir. Yeni kamu yönetimi
perspektifi olmadan geleneksel yönetim paradigmasına bağlı kalarak yönetimde
reform yapmak olanaklı olmadığı belirtilirken mevcut yönetim düzeninin Weberyen
anlayışa dayalı bürokratik yapı, aşkın devlet anlayışı ve bunu temsil eden merkezi
bürokrasi fikri, yeni kamu yönetimi bakış açısına göre yeniden yapılanma
çalışmalarının en önemli engelleri olarak sayılmaktadır(Eryılmaz, 2004:63-64).
Yönetime ilişkin mevcut zihniyet yapısının değiştirilmesi için yeniden yapılanma
çalışmalarının neden gerekli olduğu ve hangi amaçlara yönelik bulunduğunun
kapsamlı bir şekilde belirtilerek kamu oyuna sunulması ve onunla paylaşılması
yönünde genel bir politikaya ihtiyaç duyulduğu öne sürülerek yeni düzenlemeler için
siyasal ve toplumsal bir meşruiyet alanı sağlanmaya çalışılmaktadır.
Devlet reformu süreci bütüncül bir yaklaşım içinde ele alınmakta, yeniden
yapılanma çalışmaları, yönetimi meydana getiren her alt sistemi de içerecek
kapsamda olmak durumundadır. Merkezi idare, bağlı, ilgili, ve ilişkili kuruluşlar ile
yerel yönetimlerin örgütsel yapısı, görevleri ve yetkileri, ilişkileri, personel sistemi,
mali kaynakları, denetimleri, yönetim süreçleri ve hizmet yöntemlerinin bir bütünlük
içinde ele alınması halinde daha yararlı sonuçlar vereceği belirtilmekte ve yeni
reform stratejisi çizilmeye çalışılmaktadır. Devlet reformu veya yeniden yapılanma
sürecini yeni kamu yönetimi anlayışının pratiğe aktarılması bağlamında kısa zaman
içerisinde tamamlanacak bir süreç olarak görmemek gerekmektedir. Bu sürecin
sürdürülmesi için esnek bir yönetim modelinin olması gerektiği belirtilirken bu
yapının başında mutlaka bir siyasi liderliğe ihtiyaç olduğu dış halkada bilim
312
adamları, sivil toplum temsilcileri ve yenilikçi üst düzey bürokratlardan oluşan bir
yapının bu sürecin yönlendirilmesinde ve yönetilmesinde önemli bir rolü vardır.
Böyle bir mekanizmanın etkin olmaması halinde ise yeniden yapılandırma
çalışmaları bürokrasinin direnç stratejileri karşısında başarısız olma riski ile karşı
karşıyadır. Yeniden yapılanma çalışmalarında yeni fonksiyonları eski kurumlarla
yürütmenin güçlükleri de dikkate alınmalıdır. Mevcut yapı içerisinde bürokratik
kurumların belirli bir kurum kültürünün etkisi altında yeni fonksiyonları yerine
getirmede uyum sorunu ile karşı karşıya kalacakları öne sürülmektedir(Dinçer-
Yılmaz, 2003).
Yeni süreçte devlete biçilen rol liberal teorinin jandarma devlet modelidir. Bu
model içerisinde merkezi idare yapıları, günlük hizmetlerini yerine getirmek için
uğraşmak yerine küreselleşme süreci ile birlikte artan uluslar arası ilişkiler nedeniyle
yeni rolleri etkin olarak yerine getirme, hizmetlerine ilişkin genel ilke, politika, amaç
ve hedef belirleme, koordinasyon sağlama ve denetleme alanında hizmet
sunmaktadır. Kısaca, kamu büyük ölçüde politikalar oluşturacak ve uygun stratejileri
belirleyerek uygulamalara hakemlik edecektir.
Devlet reformu ile kamu personeli yönetimi anlayışından işletme yönetiminin
terimlerinden biri olan insan kaynakları yönetimi sözcüğü ikame edilmek
istenmektedir. Türkiye özelinde birkaç bakanlık (İçişleri, Dışişleri, Maliye) hariç,
diğer bakanlıklarda liyakate dayalı kariyer sistemi kurulamadığı, kamu görevlilerinin
hizmet sınıflarına göre dağılımında önemli dengesizlikler bulunduğu, kayırma ve
yozlaşmanın her biçimine rastlandığı, istihdamda aşırı güvenceye bağlı memurluk
statüsü bulunduğu bu durumun verimlilik ve etkinlik için gerekli değişimin önündeki
engellerin başında geldiği belirtilmektedir. Bu durumun sonucu olarak ise personelin
313
performansını değerlendirmeye yönelik bir denetim ve ödüllendirme sistemi
kurulamadığı, işe dayalı objektif değerler yerine işle alakalı olmayan başka değerler
önem kazandığı ve bu nedenlerle işin niteliğine ve kişinin işteki başarısına dayalı
esnek bir personel politikasını olanaklı kılan bir statüye ihtiyaç bulunduğu
belirtilerek devlet reformu ile memur güvencesi son bulmakta ve sözleşmeli statü
uygulamasına geçilerek fiilen ve resmen esnek istihdam yoluna gidilmektedir.
Devlet reformu ile merkezi idare-mahalli idareler arası ilişkilerini güvensizlik
esasına dayalı bir vesayet ilişkisine indirgemek yerine, hizmetler bazında karşılıklı
işbirliğine dayalı yeni bir yaklaşımla ele alınacağı öne sürülmektedir. Kamu ve özel
sektörün birbirine yaklaştıkları ve yoğun işbirliğine girdikleri bir ortamda, merkezi
idare-mahalli idare ilişkilerinin hizmet ve proje ölçeğinde işbirliğini geliştirici ve
yardımlaşmayı artırıcı bir anlayışla yeniden düzenlenmesine ihtiyaç duyulduğu
belirtilerek merkezi idarenin görev ve sorumluluklarının büyük bir kısmı yerel
yönetimlere devredilmek istenmektedir. Ancak böylesine bir yerelleşmenin nerede
duracağı ve ne gibi sonuçlar vereceği konusunda herhangi bir açıklama ve analiz
bulunmamaktadır. 1980’lerde kamu hizmetlerinin kullanıcıları yada tüketicilerine
bakış büyük ölçüde değişmiş ve onlar müşteri gibi görülmeye başlamıştır. Ayrıca
yurttaşların kamu yönetimi ile bütünleştirilmesi ve karşılıklı ilişkilerin
geliştirilmesine yönelik mekanizmalar devreye sokulmuştur. Hesap verme
mekanizmalarının güçlendirilmesi, saydamlık, bilgi edinme hakkı, hizmet kalitesinin
iyileştirilmesi, müşteri memnuniyeti, yönetime katılmaya önem verilmesi gibi ilkeler
yurttaşın kamu yönetimi karşısındaki konumunu yeniden tanımlama amacına
yöneliktir. Refah devleti kurumları ve politikaları ile zayıflayan sivil toplumun yeni
kamu yönetimi ilkeleri ile yeniden canlandırılması amaçlanmaktadır. Sivil toplumun
314
yeniden canlandırılması kamunun küçültülmesi ve hukuk devleti ile kamu yönetimi
hizmetleri alanında onunla işbirliğini geliştirmeye bağlı olduğu kadar, saydamlık,
bilgi edinme hakkı ve yönetime katılma mekanizmalarının geliştirilmesi suretiyle
kamusal alanın yeniden inşasına da bağlıdır. Teknolojik gelişmeler, sanayileşme,
şehirleşme, hızlı nüfus artışı, savaş ve siyasi dönüşümler gibi birçok faktörün
etkisiyle, yüzyıllara yayılan bir süreçte şekillenen kamu yönetimi; özellikle 20.
yüzyılda toplumsal koşulları ve gündelik yaşamı etkileme bakımından doruk
noktasına ulaşmıştır(Dinçer-Yılmaz, 2003). Yapılacak reforma gerekçe olarak son
tahlilde kamunun yapısı büyüdüğü ve işlevleri son derece çeşitlendiği
belirtilmektedir.
Genel olarak ve Türkiye özelinde öne sürülen bu tezlerin ve idarenin içinde
bulunduğu duruma ilişkin değerlendirmeler de bir kısım haklılık payı bulunmakla
birlikte bu görüş ve düşüncelerin pür liberal bir dünya görüşünün kamu politikalarına
yansıması olduğu saptaması da bir başka gerçekliktir. Reform ihtiyacı modern çağın
daha iyi bir idare aygıtı için vazgeçilmez araçlarından biridir ancak bu reform yada
yeniden düzenlemenin kapsamı, yönü ve içeriğinin ihmal edilebileceği anlamına
gelmemektedir.
Bu uzun betimlemeden sonra bu tartışmaların Türkiye özeline yansımalarına
geldiğimizde, Türkiye özelinde yaşanan gelişmelerin ABD örneğine benzediği ve
aralarında bir koşutluk olduğu görülmektedir. Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin
inisiyatif alarak idare aygıtı üzerinde doğrudan ve dolaylı olarak etkileri bulunmakla
birlikte bunların somut olarak ortay çıktığı alan idari reform ve devlet reformu
araştırmalarıdır. Bu kurumların başında sermaye çevrelerinin örgütleri olan
TÜSİAD, TESEV ve TOBB gelmektedir.
315
Türkiye’nin idari sistemi hakkında STK’ların ilk kapsamlı araştırması
TUSİAD tarafından 1983 yılında yapılan “Kamu Bürokrasisi” Raporudur. Bunu
aynı kurum tarafından 1995 yılında Coşkun C. Aktan’a hazırlatılan “Optimal Devlet”
ve Selçuk Yalçındağ’a hazırlatılan “Yerel Yönetimler Sorunlar, Çözüm Önerileri”
incelemeleri izlemiştir. 1996 yılında bu defa TOBB, Halil Nadaroğlu başkanlığında
oluşturulan bir komisyon tarafından hazırlanan “Mahalli İdarelerin Yeniden
Yapılandırılması” isimli çalışma yayınlamıştır. Bu arada özellikle TUSİAD, seçim
sistemi, ombudsman, mali yapı, siyasal ve sosyal değerler, demokratikleşme gibi
ülkenin güncel sorunları karşısında bir çok çalışma yaptırmış ve özgürlükçü-
demokrat tavrı ile ilerici bir görüntü vererek gündemi tayin etmeye başlamıştır. Bu
kurumun 1970’li yılların sonundan itibaren ekonomik verileri ve istatistikleri
yayınladığı bilinmektedir. Ancak son dönemde ilgisini sadece ekonomiye değil diğer
alanlara da kaydırmıştır. TUSİAD’ın bu reform paketi seferberliği karşısında
TOBB’da reform projeleri satın alma işini hızlandırmış ve Doğu Ergil’e Doğu(Kürt)
sorunu hakkında bir proje ısmarlamıştır. Ayrıca Avrupa Birliğine uyum sürecinde
Türk kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması konusunda Cahit Emre
koordinatörlüğünde hazırlanan başka bir araştırma yayınlamıştır.
TUSİAD tarafından 2002 yılında iktidarın kamu yönetimi reformuna esin
kaynaklığı yapan “Kamu Reformu Araştırması” yayımlanmıştır. Ülkenin içinde
bulunduğu durumun fotoğrafı çekilerek mevcut durumun pek iç acıcı olmadığı ve
acil biçimde kamu kesiminin reforma tabi tutulması önerilmiştir. Hemen belirtmek
gerekmektedir ki araştırmanın temel tezleri “yeni kamu yönetimi” anlayışının
tezlerine dayanmaktadır. 2000’li yılların başında İstanbul merkezli Türkiye
Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı ismine “Devlet Reformu” denilen bir dizi
316
incelemeler yaptırmıştır. Bu çalışmaların bir çok farklı anlamlarının olduğu
muhakkaktır ancak şurası kesindir ki iktidar tarafından hazırlanan idari reform
çalışmalarını hızlandıran ve meşruiyet sağlanması noktasında işini kolaylaştıran bir
işlev de görmüşlerdir.
5- İkinci Dalga: Kamu Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Getirdiği Yeni
Düzenlemeler
Hemen belirtmek gerekmektedir ki iktidar tarafından hazırlanan reform
projesi, gerekçeler kısmında anlatıldığı gibi 1980 sonrası dönemin genel
yönelimlerine uygun bir metindir. Metin, baştan sona liberal tezin yönetim anlayışını
oluşturan “yeni kamu yönetimi anlayışı”, “kamu işletmeciliği yaklaşımı” ve
“yönetişim” kavramlarının Türk yönetim sistemine uygulanmasının gerekçelerini ve
amaçlarını anlatırken aynı zamanda bu anlayışın erdemlerini de sıralamaktadır. Bu
durum metin içinde açık biçimde görülürken tasarının sahipleri bunu saklama gereği
duymamakta ve metnin bir çok yerinde ifade etmektedirler.
Tasarının genel gerekçeleri, süreci daha net biçimde açıklamakta “değişimin
yönetimi için yönetimde değişim” sloganı ile özetlemektedir. Siyasal iktidarın
böylesine bir tercih içinde olması bir noktaya kadar anlaşılabilir bir tutumken bir
noktadan sonra yapılmak istenen tam olarak anlaşılamamaktadır. Üzerinde
tartışmaların devam ettiği ve henüz tam olarak sonuçlarının görülmediği, alınan
sonuçların da çoğunlukla olumsuz olduğu bir anlayışın ve ideolojinin tam bir
teslimiyetle kabulü ve “kurtuluş reçetesi” olarak sunulması anlaşılır bir davranış
değildir. Bütün olumsuzlukların sorumlusu olarak mevcut yönetim anlayışının
görülmesi ve çözüm olarak “değişim” kavramının ve yeni kamu yönetimi anlayışının
görülmesi olsa- olsa ideolojik bir körleşmedir.
317
Hükümet tarafından hazırlanan kamu yönetimi reformu paketi, 1980 yılından
bu yana ilerleyen yapısal uyarlama projelerinin ikinci dalgası olduğu belirtilmektedir.
1980’li yılların başında gerçekleştirilen iktisadi ve mali liberalizasyon politikalarının
devamı olarak hazırlanan tasarı ile kamunun küçültülmesi ve devlete düzenleyici bir
rol verilmesi amaçlandığı ve tasarı ile küresel reform politikalarının kavram ve
kurum ağının tartışmaksızın kabul edildiği ileri sürülmektedir(Güler, 2004:27). 3
Kasım seçimleri sonrasında büyük bir sayısal çoğunlukla iktidara gelen AKP’nin
parti programında ve hükumetin acil eylem planında belirtilen kamu yönetiminin
yeniden yapılandırılmasına dair vaatlerin sonucu olarak hazırlanan “devlet reformu”
çalışmaları kapsamı, içeriği, öngördüğü sistem ve sonuçları bağlamında cumhuriyet
tarihinin en kapsamlı ve radikal reform projesidir. Yapılmak istenen düzenlemelerle
kamu kesimi baştan sona değiştirilmekte ve dünyadaki yönelimlere uygun olarak
daha liberal bir yöne doğru evrilmektedir.
Türkiye’nin idari reform pratiği içerisinde devam eden çalışmaların genel
olarak daha çok Ahmet Rıza Bey’in merkeziyetçi ve üniter modeli çerçevesinde
yürüdüğü görülürken ilk defa bu kadar açık ve net biçimde bu yapının değiştirilmek
istendiği ve Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyetçi ve teşebbüsü şahsici görüşleri
etrafında yeniden düzenlenmek istediği tespit edilmektedir. Siyasal iktidarın
ideolojik duruşu ve toplumsal tabanının talepleri ile örtüşen bu tasarı ile uzun
zamandır devam eden “seçilmişler-atanmışlar” sorunu yeniden gündeme
gelmektedir. Mevcut iktidar bir anlamda bürokrasi-siyaset dengesini yeniden
düzenlemek istemekte ve kendi lehine bir sonuç almak istemektedir. İktidarın rövanş
duygusu içinde olup olmadığı bilinmemekle birlikte dünyada oluşan olumlu havanın
318
da etkisi ve desteğiyle “seçkinci bürokratik geleneği” ve merkeziyetçi idari sistemi
dönüştürmek istediği görülmektedir.
Bu bağlamda bir kısmı parlamentoda kabul edilen bir kısmı parlamentoya
henüz sevk edilen ve bir kısmı hazırlanmakta olan “reform seferberliği” ki biz buna
“devlet reformu” demeyi daha uygun görmekteyiz. Gerçekten de yapılan
düzenlemelere baktığımızda iktidarın büyük bir reform atağı içinde olduğu
izlenmektedir. Ancak yürütülen çalışmaların başta yöntemsel olmak üzere bir çok
hukuksal sorunla ve eksiklikle karşı karşıya olduğu görülmektedir. Berkman’ın
“reformun yönetilmesi sorunu” dediği eksikliğin iktidarın önemli bir zafiyeti olarak
ortaya çıktığı görülmektedir. İktidarın “kamu yönetiminde yeniden yapılandırma”
kavramını kullanmayı tercih ettiği görülürken devletin baştan sona değiştirilmek
istendiği tespit edilmektedir. Bu tasarıları şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı14,
2. İl Özel İdareleri, Belediyeler ve Büyükşehir Belediyeleri Kanun Tasarısı,
3. Kamu Personel Rejimi Yasa Tasarısı,
4. KİT yasa tasarısı,
5. Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu,
6. Üst Kurullar Yasa Tasarısı
7. İdari Usul Yasa Tasarısı
8. Bilgi Edinme Yasa Tasarısı
9. Sosyal Güvenlik Kurumları Yasa Tasarısı
Tasarıyla yeniden düzenlenmak istenen kamu sektöründe şu değişiklikler yapılmak
istenmektedir:
14Bu tasarının ismi, getirilen eleştiriler karşısında TBMM’de görüşüldüğü sırada “Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun Tasarısı” olarak değiştirilmiştir.
319
1. Tasarı ile hizmet bakanlıkları taşra teşkilatı bulunanlar ve bulunmayanlar
olarak ikiye ayrılmaktadır. Adalet, Milli Savunma, Çalışma ve Sosyal
Güvenlik, Milli Eğitim, İç İşleri ve Maliye Bakanlıklarının taşra teşkilatına
sahip olmaları öngörülürken; Dışişleri, Bayındırlık ve İskan, Çevre ve
Orman, Kültür ve Turizm, Enerji ve Tabi Kaynaklar, Tarım ve Köyişleri,
Sanayi ve Ticaret, Ulaştırma, Sağlık Bakanlıklarının taşra örgütleri
kaldırılmaktadır.
2. Devlet bakanlıklarının sayısı sekiz, hizmet bakanlıklarının sayısı on beş ile
sınırlandırılmaktadır.
3. Müsteşar, müsteşar yardımcısı, genel müdür ve başkan gibi üst düzey
bürokratların hükümetle gelip-gitmesi esası benimsenmektedir.
4. Yerel yönetimlerde halk deneticisi(ombudsman) getirilmektedir.
5. Dışişleri ve TİKA dışındaki kamu örgütlerinin yırt dışında teşkilat kurmaları
yasaklanmaktadır.
6. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu ve Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü
kaldırılmaktadır.
7. Müsteşar yardımcılığı, genel müdür yardımcılığı gibi bir kısım makamlar ilke
olarak kaldırılırken istisnai durumlarda korunmaktadır. Daire başkan
yardımcılığı tamamen kaldırılmaktadır.
8. Merkezi idare ve yerel yönetimler ve diğer kamu tüzel kişileri üstlendikleri
hizmetleri özel kişi, şirket ve sivil toplum örgütlerine gördürebileceklerdir.
9. Denetim, iç ve dış olmak üzere ikiye ayrılırken Sayıştay tarafından yapılacak
denetime dış denetim denilmekte ve bu kuruma yeni süreçte bir çok görev ve
sorumluluk verilmektedir. Tüm kamu örgütlerindeki denetim elemanları
Maliye Bakanlığına devredilmektedir.
10. Mevcut idare sistemi tersine çevrilerek idari faaliyetleri yerel yönetimlerin
yürütmesi genel kural haline gelirken bu faaliyetlerin merkezi idare
tarafından yürütülmesi istisnai hale gelmektedir.
11. Dışişleri Bakanlığı, MGK, MİT ve MSB bu kanun kapsamı dışında
tutulmaktadır.
Metin içinde değişim sözcüğü sihirli bir anlam yüklenmiş gibidir. Değişim
kavramı süreci açıklamakta maymuncuk görevi üstlenirken bu değişimin nasıl bir şey
320
olduğuna ve nerede duracağına dair bir öngörü bulunmamaktadır. Değişimi doğuran
nedenler uzun-uzun anlatılırken değişim sonrası ortaya çıkan yeni durum ve buna
yöneltilen eleştiriler üzerinde hiç durulmamıştır. Değişim kelimesi metin içinde şu
şekilde tanımlanmaktadır(Dinçer-Yılmaz, 2003:20):
“...yaşadığımız çağın en belirgin özelliklerinden biri ise değişimin
hızlanması ve çok boyutlu hale gelmesidir. Teknolojik, ekonomik,
siyasi, toplumsal ve kültürel alanlarda hızlı ve etkileşimli bir değişim
süreci yaşanmaktadır. Yaşanan değişim, bireyleri olduğu kadar
ülkeleri ve kurumları da köklü bir şekilde etkilemektedir.”
Değişimin temel alanları ekonomi teorisinde değişim, yönetim teorisinde
değişim, özel sektörün rekabetçi yapısı ve kaydettiği ilerlemeler, toplumsal eleştiri ve
değişim talebi ile sivil toplumun gelişimi olarak sıralanırken yeni dönemde klasik
Weberyen bürokrasi anlayışı çerçevesinde şekillenen yönetim teorilerinin de
dönüşüme uğrayarak yerini “rasyonel-üretken” bir çizgide yeni örgüt modellerine
bıraktığı belirtilmektedir.
Metin içinde en çok vurgulanan kavramlardan bir diğeri “küreselleşme ve bilgi
toplumudur”. Kamunun yeniden yapılandırılmasında yazarlara göre bu kavramlar
anahtar bir rol üstlenmekte, kamu yönetiminin yeni rolünün ve gitmesi gereken yönü
tayin etmektedirler. Metin içinde bu durum şu cümlelerle ifade edilmektedir(Dinçer-
Yılmaz, 2003:11):
“...Dünyadaki değişim, genel olarak, küreselleşme ve sanayi toplumu
şartlarından bilgi toplumuna geçiş şeklinde özetlenebilir. Ancak,
geçmiş kalıplarımız ve mevcut yapımız ile bu yeni ortama uygun
çözümler üretmek yönetim kapasitemizi aşmaktadır. Bu çerçevede,
sadece yönetim yapımızı değil, yönetim paradigmamızı da değiştirmek
kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu da insanlığın ortak tecrübesi ile
ülkemizin birikimleri üzerine kurulan bir yeniden yapılanma sürecini
321
ifade etmektedir. Dünyadaki gelişmeler ve halkımızın talepleri
doğrultusunda yapılacak olan kamu yönetiminde yeniden yapılanma,
etkinliğin artırılması ve katılımcılık eksenine oturmaktadır.”
Burada kamu yönetimi reformunun felsefi dayanağını ve temel
varsayımlarını oluşturan kavramın “mevcut kamu yönetimi anlayışı-yeni kamu
yönetimi anlayışı” çerçevesinde yürütülürken bu değişimin başarılabilmesi için
sadece yönetim yapısının değil aynı zamanda “yönetim paradigması”nın da
değişmesini gerektiği belirtilmektedir(Saran, 2004:213). Ancak metin içinde geçen
“halkın talepleri” konusunda herhangi bir açıklama yer almadığı ve taslağın dış
kaynaklı bir metin olduğu öne sürülmektedir(Güler, 2003:10). Genel gerekçedeki
“küreselleşme”, “bilgi toplumuna geçiş ” “halkımızın artan ve çeşitlenen talepleri”
“etkinliğin artırılması” ve “katılımcılık” kavramları ekseninde kamu yönetiminde
kapsamlı bir yeniden yapılanma ihtiyacının olduğu vurgulanmaya çalışılmaktadır.
Küreselleşme sürecinin; bir yandan uluslar üstü ve bölgesel entegrasyonları
güçlendirirken, diğer yandan yerel değerleri ve farklılıkları canlandırmakta, yerinden
yönetimin önemini artırdığı belirtilirken birbirini tamamlayan bu süreçlerin ulus
devletleri ve merkezi yönetim yapılarını etkilediği öne sürülmektedir. Bu yeni
ortamda kamu yönetimlerinin eski gücünü ve araçlarını yitirirken, diğer yandan
eskisinden de etkili ve çeşitli hizmetler sunma zorunluluğu ile karşı karşıya kaldığı
tespiti yapılarak idare aygıtındaki değişime dikkat çekilmektedir. Bu süreçte devlete
biçilen yeni rolün, özelleştirme, sivilleşme ve yerelleşme şeklinde olduğu öne
sürülürken kamu kuruluşlarının özel sektörün daha verimli üretim yaptığı alanları
terk etmesi amaçlanmaktadır. Geçmiş dönemde "doğal tekel" olarak düşünülerek
devletin kontrolüne bırakılan alanlar özel kesime açılmakta, bazı kamu hizmetleri
322
sivil toplum kuruluşlarına devredilmekte, merkezi yapılar yerine yerinden yönetim
anlayışı hakim hale getirilmek istenmektedir.
Yeni dönemle birlikte yirminci yüzyılın sanayi toplumuna ait ideolojilerin ve
kurumların tıkandığı öne sürülürken eski düzenin büyük oranda ortadan kalktığı
belirtilerek gelecekteki ortamın temel çizgileri şu şekilde özetlenmeye
çalışılmıştır(Dinçer-Yılmaz, 2003:29):
1.Tek taraflılıktan veya tek aktörlülükten çok taraflılığa ve çok aktörlülüğe, katılımcı
ve yönetişimci bir anlayışa,
2.Tepkisel ve geçmiş yönelimli bir anlayıştan, sorunları ortaya çıkmadan önce
önlemeye dönük pro-aktif ve gelecek yönelimli bir anlayışa,
3.Girdi odaklı olmaktan sonuç ve hedef odaklı olmaya,
4.Kendine odaklı olmaktan vatandaş odaklı olmaya,
5.Vatandaşı "hedef kitle" ve "müşteri" olarak algılamaya,
6.Temin eden ve sunan bir anlayıştan, kolaylaştırıcı ve katalizör rolü üstlenen bir
anlayış çerçevesinde ayrıntılara boğulmadan asli işlevlerini yerine getirmeye doğru
köklü bir değişime uğramaya başlamıştır. Bu yeni anlayış içinde, 21. yüzyılda kamu
yönetimi; saydam olmak, katılımcı olmak, hesap verebilir olmak, etkili ve verimli
olmak, insan hak ve özgürlüklerine saygılı olmak, belirsizliği ve ayrımcılığı
azaltacak şekilde hukuka dayanmak, öngörülebilir, esnek ve süratli olmak zorunda
olduğu belirtilmiştir.
Temel metinde daha uzun biçimde sıralanan ve kimsenin karşı çıkmayacağı
bu ideal düzenin nasıl gerçekleştirileceği konularında her hangi bir açıklama yer
almamakta ve teorik metinlere referanslar verilerek durum idealize edilmektedir.
Tasarının temel bakış açısına göre bugüne kadar yapılan yeniden yapılanma
323
çalışmaları üç aşamadan oluşmaktadır. İlk olarak “idari reform” kavramı etrafında
şekillenen ve 1980’li yıllara kadarki dönemi kapsayan ve daha çok gündelik
sorunların çözümüne dönük olarak yapıları, süreçleri ve prosedürleri iyileştirmeye
yönelik düzenlemeler kast edilmektedir. İkinci olarak, 1980’li yıllarda hakim hale
gelmiş ve kurumsal çalışmaların ötesine geçerek, devletin rolünü yeniden tanımlama
ve işlevlerini sınırlandırma üzerinde yoğunlaşarak özel sektörün yönetim anlayışını
esas alan bir bakış açısı anlatılmaktadır. Son olarak ise, 1990’lı yıllardan itibaren
güçlenmeye başlayan ve kamuya kendi içinde bakmak yerine, kamu yönetimini
toplumun geneli ile birlikte düşünme yaklaşımını getirmiş olan ve karar alma
süreçlerine özel sektörün yanı sıra, sivil toplum örgütlerini de dahil edecek şekilde
tasarlanmış bulunan yönetişim temelli bir düzenleme içinde olunacağı
belirtilmiştir(Dinçer-Yılmaz, 2003:32).
Kamu yönetimi temel kanunun teorik gerekçelerini oluşturan birinci kitabın,
1980 sonrası dönemde ABD yönetim bilimi literatüründe ortaya çıkan yönelimleri
kapsadığı görülmektedir. Yeni kamu yönetimi anlayışı olarak da kavramsallaştırılan
bu sürecin ülke yönetimlerini reform baskısı altına alması irdelenirken yaşanan
gelişmeler sıralanarak durum meşrulaştırılmak istenmekte dünyada gelişmelerin bu
yönde olduğu iddia edilerek Türkiye’nin de bu değişimin dışında kalamayacağı aksi
takdirde bunalımlara sürükleneceği öne sürülmektedir.
Başta Kamu Yönetimi Genel Kanunu Tasarısı, İl Özel İdareleri, Belediyeler
ve Büyükşehir Belediyeleri Kanun Tasarısı, Kamu Personel Rejimi Yasa Tasarısı,
KİT yasa tasarısı, Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu, Üst Kurullar Yasa
Tasarısı, İdari Usul Yasa Tasarısı, Bilgi Edinme Yasa Tasarısı, Sosyal Güvenlik
Kurumları Yasa Tasarısı gibi düzenlemelerle kamu hizmetlerinde kamunun
324
etkinliğinin azaltılması ve kamu kesimini tasfiye etme girişimlerinin somut birer
örneği olarak ortaya çıktığı belirtilmektedir(Güler, 2003b:5).
Üzerinde tartışmaların devam ettiği kamu yönetiminin yeniden
yapılandırılması projesi, 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlayan, ekonomik ve mali
liberalizasyon politikaları olarak adlandırılan yapısal uyarlama politikalarının ikinci
aşaması olan siyasal ve yönetsel sistemi liberalize etme politikalarının bir sonucu
olarak ortaya çıkmıştır. İMF ile yapılan stand-by anlaşmaları, AB Katılım Ortaklığı
Belgesi, OECD Düzenleyici Reform Raporları ile GATS anlaşması devletlerin
egemenliklerini sınırlayan bir içeriğe sahipken bu anlaşmalar doğrultusunda ülkelerin
siyasal, mali ve yönetsel sistemlerinde köklü düzenlemeler yapmayı zorunlu
kılmaktadır. Bu bağlamda, kamunun rolünün tartışmaya açılması, devletin
küçültülmesi, kamu hizmetlerinin piyasa denetimine bırakılması gibi politikalar
gündemin değişmez maddesini oluşturmaktadır(Güler, 2003b:3: Karahanoğulları,
2004:13) .
Hayata geçirilmesiyle kamu hizmetlerinin büyük oranda özel sektöre ve sivil
toplum örgütlerine devrinin gerçekleşeceği anlaşılmaktadır. Tasarıda, kamu
yönetiminde ki temel açıklar, stratejik açık, bütçe açığı, performans açığı, güven
açığı olarak sıralanırken; tasarının amaçları, bürokrasiden kurtulmak,
merkeziyetçilikten kurtulmak, yolsuzluğu önleme, yerel yönetimleri
güçlendirmek, halkın taleplerini karşılamak ve demokratikleşmek olarak ifade
edilmiştir(Dinçer-Yılmaz, 2003:65). Tasarının gerekçe kısmında küreselleşmenin
ortaya çıkardığı değişimin ülkemiz kamu yönetiminde başarılamadığı, hızlı değişime
(bunlar ekonomi teorisinde değişim, yönetim teorisinde değişim, özel sektörün
rekabetçi yapısı ve kaydettiği ilerlemeler, toplumsal eleştiri ve değişimi talebi ile
325
sivil toplumun gelişimi) ayak uydurmak gerektiği, kamuda yeniden yapılanmanın
ihtiyacın da ötesinde gereklilik olduğu, hedefin merkezi idare ve mahalli idarelerde
"iyi yönetişim" ilkelerini hayata geçirmek olduğu, iyi yönetişim ilkelerinin de
kamunun üretimden çekilmesi, düzenleyici işlevinin güçlendirilmesi, özel sektör ve
toplum ile paydaşlık ilişkisi geliştirmesi olduğu belirtilmiştir.
Özelleştirme, sivilleştirme ve yerelleşme olgularına dayanan bu düzenleme
ile merkezi yönetimin görevleri; standart belirleme, plan hazırlama, eşgüdüm,
koordinasyon, denetim, veri toplama olarak belirtilmiş, merkezi yönetimin görevleri
olarak adalet, savunma, güvenlik, istihbarat, dış politika, maliye, dış ticaret, gümrük,
sosyal güvenlik, tapu ve kadastro, nüfus ve vatandaşlığa ait görevler ile milli
eğitimde eğitim ve öğretim birliğini sağlama, acil durum yönetimi ve sivil savunma
görevleri ile sınırlanırken; merkezi yönetimin görevleri dışında kalan görev ve
hizmetlerin bütünü ile yerel yönetimlere ait olduğu vurgulanmıştır. Tasarlanan bu
yeni role uygun olarak sosyal devlet ilkesinin ortadan kaldırılacağı ve metinde de
açık biçimde ifade edildiği gibi devlete düzenleyici bir işlev verildiği
gözlenmektedir(Bayramoğlu, 2003:143).
Tasarı ile il özel idarelerine devredilecek kuruluşlar şunlardır: Eğitim
hastaneleri hariç olmak üzere sağlık bakanlığı taşra teşkilatı, belediye sınırları
dışındaki kültür ve turizm bakanlığı taşra teşkilatı, yine belediye sınırları dışındaki
çevre ve orman bakanlığı taşra teşkilatı, tarım ve köy işleri bakanlığı taşra teşkilatı,
belediye sınırları dışındaki sosyal hizmetler ve çocuk esirgeme kurumu genel
müdürlüğü taşra teşkilatı, belediye sınırları dışındaki gençlik ve spor genel
müdürlüğü taşra teşkilatı, sanayi ve ticaret bakanlığı, bayındırlık ve iskan bakanlığı
326
taşra teşkilatı, genel müdürlük ve İstanbul birimleri hariç olmak üzere köy hizmetleri
genel müdürlüğü.
Belediyelere devredilecek kamu kuruluşlar ise; belediye sınırları içindeki;
kültür ve turizm bakanlığı taşra teşkilatı, çevre ve orman bakanlığı taşra teşkilatı,
sosyal hizmetler ve çocuk esirgeme kurumu genel müdürlüğü taşra teşkilatı, gençlik
ve spor müdürlüğü taşra teşkilatıdır. Sağlık evi, sağlık ocağı, sağlık merkezi,
dispanser özel idarelerce daha sonra belediyelere devredileceği belirtilmiştir.
Yeni Düzenlemeler Dair Bir Kısım Saptamalar ve Yöneltilen Eleştiriler
Yapılan bazı değerlendirmelerde tasarıya yönelik eleştirilerin ideolojik olan
radikal eleştiriler ve tasarıyı kısmen olumlayan ve destekleyen görüşler olarak
kategorize edildiği görülürken(Saran, 2004:220) bu tasnifin neye göre yapıldığı
belirtilmemiştir. Bu eleştirilerin genel olarak kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi,
yerelleşme, üniter yapının bozulması, yönetişim, kamu personelinin durumu, denetim
sorunu ve hukuksal meşruiyetin eksikliği sorunu gibi başlıklar altında toplandığı
görülmektedir(Güler, 2003b). Tasarıya dair yöneltilen eleştirilerin büyük bir
kısmında idarede reform sorununun yadsınamaz bir gerçeklik olduğunu kabul
edilirken aynı zamanda hazırlanan tasarıya karşı şiddetli bir muhalefet
yürütülmektedir. Bu eleştirilerin tasarıda öngörülen yeniden yapılandırma projesinin
felsefesi ve tasarının referanslarını oluşturan “yönetim paradigması” noktalarında
toplandığı görülmektedir(Saran, 2004:220).
Burada hemen şunu belirtmek gerekmektedir ki reform tasarısına farklı
kesimlerden farklı biçimlerde eleştiriler getirilirken tasarıyı açık biçimde savunan
327
kişi ve kurum sayısı çok az gözükmektedir15. Uygulamaya dair bir kısım eleştirileri
olmakla birlikte tasarıya ve tasarının dayandığı yönetim felsefesine açık desteğin,
TUSİAD, TESEV, TOBB gibi işadamı örgütlerinden ve Liberal Düşünce Topluluğu,
Hak-İş ve Sağlık İş Sendikası gibi farklı sivil toplum örgütlerinden geldiği dikkat
çekmektedir. Tasarıya dair değerlendirmesinde Tan(2003:30) şu görüşleri ifade
etmektedir:
“...bu tasarıya getirilen eleştiriler neler? Deniliyor ki bu tasarı ve bu
tasarının getirdiği model globalleşme, küreselleşme çerçevesi
içerisinde uluslar arası kuruluşların Türkiye’ye empoze ettiği bir
modeldir. Doğru bazı raporlarda uluslar arası kuruluşların
düzenlediği raporlarda bu reformun tümünü değil ama bir takım
bölümlerinin gerçekleştirilmesini isteniyor. Ama sadece bunlar
uluslar arası kuruluşlar tarafından istenmiştir diye karşı mı çıkalım?
Yani eğer bunlar Türkiye için gerekliyse biz bunların zaten
yapılmasını sağlamalıyız.”
Açık olarak görülmektedir ki Tan, tasarının uluslar arası kuruluşlar tarafından
desteklenmesini en azından çıkarılması için baskı yapılmasını normal
karşılamaktadır. Ancak konuşmasının ilerleyen bölümlerinde tasarının hukuki olarak
bazı eksiklikler taşıdığı ve uygulanmasının anayasa değişikliği ile mümkün
olabileceğini belirterek tasarıdaki eksikliklere de işaret etmektedir. Tan ayrıca yerel
yönetimlere yetkilerin devredilmesini, ombudsmanlık kurumunun oluşturulması
hususlarında bir kısım eleştiriler getirmekle birlikte tasarı ile getirilen değişiklikleri
yerinde bulmaktadır. Görmez’de tasarının uygulanmasına dair bazı eleştirilerini 15 Tasarıya açık biçimde destek verenlerin başında sermaye çevreleri ve tasarıyı hazırlayanlar gelirken akademik camiadan ise tasarıyı savunup tam destek veren Prof.Dr. Bilal Eryılmaz’dır. Tasarının bir kısım eksiklikler taşımakla birlikte kamuoyunca dile getirilen hakim eleştirilere katılmadıklarını en azından tasarının felsefi referanslarına karşı olmadıklarını belirterek, tasarının değişen dünyayı yakalayabilmek için bir zorunluluk olduğunu öne sürenler arasında ise Prof.Dr Turgut Tan, Prof.Dr Kemal Görmez ve Doç. Dr. Ali Ulusoy’un isimleri gelmektedir.
328
sıraladıktan sonra tasarıda dile getirilen görüşlere katıldığını belirtmekte ve
hükümetin sürecin yönetimini başarılı biçimde yürütemediğini, tasarının
geciktirilmeden çıkarılmasını savunmaktadır(Görmez, 2003:28).
Kamu yönetimi disiplininin ve uygulamanın en tartışmalı konularından biri
olan idari reform sorununun mevcut birikimlerin görmezden gelinerek, her şeye
yeniden başlanılması “reform geleneği” bakımından anlaşılabilir bir durumken
tasarının kamu oyunca benimsenmesi ve pratiğe aktarılması bağlamında rasyonel bir
tutum olmadığı görülmektedir. Reform sorunu ve ihtiyacı hakkında büyük bir
mutabakat bulunurken tasarıya bu kadar yoğun muhalefet yapılması ve şiddetli
eleştiriler getirilmesi üzerinde iyi düşünülmesi gereken bir husustur.
1. Kamunun Piyasalaşaması: Tasarı ile birçok kamu hizmetinin piyasaya terk
edilmesi ile hukuksal alt yapının bir ayağı daha tamamlanmış olacaktır. Türkiye’nin
1995 yılında imzalamak suretiyle taahhüt ettiği GATS anlaşmasının “kamu
hizmetlerinin serbestleşmesi” ilkesi başka bir ifade ile kamu hizmetlerinin
özelleştirilmesi özünün hayata geçirilmesi sağlanacaktır. Bu sonucu; “Kamu kurum
ve kuruluşları, kanunlarla kendilerine açık olarak verilmeyen ve kuruluşun amacıyla
doğrudan ilgili olmayan alanlarda işletme kuramaz, mal ve hizmet üretimi yapamaz,
bu amaçla personel, bina, araç, gereç ve kaynak tahsis edemez” ve “Kamu
hizmetlerinin daha etkili ve verimli olarak yerine getirilmesi amacıyla, merkezi idare
ve mahalli idareler, kendilerine ait hizmetlerden kanunda belirtilenleri, ilgileri
itibariyle üniversitelere, noterlere, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına,
hizmet birliklerine, özel sektöre ve alanında uzmanlaşmış sivil toplum örgütlerine
gördürülebilir” maddelerinden çıkarmak mümkündür. Bu maddelere göre; öncelikle
devlet, merkezi ve yerel düzeyde piyasa lehine sınırlanmakta, kamu hizmetlerinin
329
gördürülme işi özel sektöre devredilmekte, kaynaklara ve görevlere kavuşan yerel
yönetimleri yerli veya yabancı sermayeye aktarma istasyonu olarak
kullanılacaktır(Güler, 2003b).
Bu şekilde yapılacak bir düzenleme ile örneğin yerel yönetimlerin yap-işlet-
devret sistemleri ile, yerel yetkilerini yerli ve yabancı şirketlere devretmelerine
olanak sağlanacaktır. Bu noktada aynı paralelde hazırlanan Mahalli İdareler Kanunu
Tasarısında “Mahalli idari hizmetlerinden yararlananların, hizmetin bedelini
ödemeleri esastır” hükmü ile kamu hizmetlerinin özel şirketlere gördürülmesi ve
alınan kamu hizmeti karşısında ücretinin ödenmesi garanti altına alınmış olmaktadır.
Kanunda kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ile ilgili hükümler şunlardır:
a- Kamu hizmetlerinin daha etkili ve verimli olarak yerine getirilebilmesi amacıyla,
merkezi idare ile mahalli idareler, kendilerine ait hizmetlerden kanunlarda
öngörülenleri, ilgileri itibariyle üniversitelere, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşlarına, hizmet birliklerine, özel sektöre ve alanında uzmanlaşmış sivil toplum
örgütlerine gördürebilir. Bu durumda idarenin sorumluluğuna ilişkin hükümler
saklıdır. Piyasada yapılan mal ve hizmet üretilmez, işletme kurulamaz ibarelerini
içeren 11. madde,
b- Kamu kurum ve kuruluşları, kanunlarla kendilerine açıkça görev olarak
verilmeyen ve kuruluşun amacıyla doğrudan ilgili olmayan alanlarda işletme
kuramaz, mal ve hizmet üretimi yapamaz, bu amaçla personel, bina, araç, gereç ve
kaynak tahsis edemez ibarelerini içeren 5. maddenin (l) bendi,
c-Kamu kurum ve kuruluşları ile özel sektör, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşları ve sivil toplum örgütleri arasında iletişim ve işbirliğini sağlayıcı
330
mekanizmalar oluşturmak, hizmet ve işlev kapasitelerini geliştirmek ibarelerini
içeren 6. maddenin (d) bendi ile
d-5 inci maddenin (l) bendine aykırı mal ve hizmet üretimi yapan birimler iki yıl
içinde tasfiye edilir ibaresini içeren geçici 6. maddedir.
2. Yerelleşme sorunu: Tasarı üniter-merkezi devleti ikincil plana iten yerel
yönetimleri öne çıkaran bir felsefeye dayanmaktadır. Kavramın bu anlaşmada yer
almasıyla, yerel ve bölgesel idarelerin üst makamlar karşısındaki özerkliklerin
korunması ve artırılması amaçlanmıştır. Yerelleşmenin amacı merkezi devletin
müdahalesinin kapsamını daraltmak, yerel/bölgesel yönetimin alanını genişletmektir.
Avrupa Komisyonu raporlarına göre merkezi hükümet yetkilerinin en azından bir
kısmını ilgili birimlere devretmelidir ki bu da yerel yönetimlerdir. Yerelleşme arayışı
Türkiye’de sermaye kesimlerinin merkezi idarenin planlama ve tek biçimli
örgütlenme aracılığı ile bütüncü yapının ve bölgelerarası eşitsizliklerin mümkün
olduğunca giderildiği bir ülke coğrafyasını yaratma işlevinin artık gereksiz
görmesiyle de ilgisi olduğu ileri sürülmekte(Karahanoğulları, 2004:22) ancak bu
tasarı ile yerele devredilen hizmetlerin bizzat kamu örgütlerince yerine getirilmesi
durumunda geniş halk kesimleri ve demokrasinin kurumsallaşması anlamında
olabileceği belirtilmektedir.
Yerelleşme ilkesinin tasarıda “kamu yönetiminin kuruluş ve işleyişinin temel
ilkeleri” başlığı altında 5. maddenin e bendinde şu şekilde belirginleşmektedir:
“Görev, yetki ve sorumluluklar hizmetten yararlananlara en uygun ve en yakın
birime verilir”. Tasarının Anayasanın 127 maddesinde, mahalli idarelere ortak
mahalli ihtiyaçları karşılama görevi verilirken tevsi mezuniyet ve tefriki vezaif
ayrımına giderek bir düzenlemede bulunduğu yapılmak istenen düzenleme ile
331
merkezi idare ile mahalli idare arasındaki ilişkilerin ters yüz edilerek yeni
düzenlemenin yerelin üstüne oturtulmaya çalışıldığı, bunun Anayasaya aykırı olduğu
ve bunun uygulamada bir çok soruna yol açacağı belirtilmektedir(Güran, 2003:36-
37).
Kanun taslağında merkezi yönetimi ile yerel yönetimler arası görev bölüşümü
yapılırken; Doğrudan merkezi idare tarafından örgütlenip yerine getirilecek hizmetler
(adalet, savunma, eğitim, güvenlik, istihbarat, dış ilişkiler ve dış politika, maliye,
hazine, dış ticaret, gümrük hizmetleri ile piyasalara ilişkin düzenleme) ile merkezi
idarenin planlayacağı veya yönlendireceği ve sadece ulusal düzeyde gereklilik ortaya
çıktığı zaman üstlenebileceği hizmetler (Ulusal ve bölgesel düzeyde ekonomik,
sosyal ve fiziki planları hazırlamaya, bölgeler arasındaki gelişmişlik farklılıklarını
gidermeye yönelik program ve projelerin uygulanmasını sağlamaya ilişkin görev ve
hizmetler, Diyanetle ilgili; sosyal güvenlik; tapu ve kadastro, nüfus ve vatandaşlığa;
acil durum yönetimi ve sivil savunma ile ilgili ulusal düzeyde yapılması gereken
görev ve hizmetler, vakıflarla ilgili görev ve hizmetler; mahalli idarelere teknik ve
mali yardımda bulunma, rehberlik yapma ve eğitim desteği sağlama görev ve
hizmetleri ) olarak ayırıma gidilmiştir.
Böylelikle merkezi yönetimin sahip olduğu ve yerine getirmesi gereken
görevlerin çoğunun yerel yönetimlere görev, yetki ve sorumluluk şeklinde
devredilmesi sağlanırken ülkenin her bir bölgesinin kendi sorunun kendisinin
çözmesi olan yerelleşme ilkesinin hayata geçirilme süreci bir anlamda
başlatılmaktadır. Türkiye gibi bölgeler arası eşitsizliklerin yoğun biçimde yaşandığı
ülkelerde her bölgeyi kendi kaderiyle baş başa bırakacak düzenlemeler, varolan
adaletsiz yapının daha da bozulmasına neden olacaktır. Ülke kaynaklarının adilane
332
biçimde dağıtılması ödevi merkezi hükümete ait olduğuna göre yerelleşme yönünde
yapılacak her düzenleme ülke kaynaklarının belirli bölgelerde kalmasına ve ülkenin
geri kalmış bölgelerin ekonomik ve sosyal olarak gerilemesine neden olacaktır(Işıklı,
2003:1).
Yerelleşme ilkesinin görünmeyen ve aslında kalkınma dengesizliğinden daha
tehlikeli olan yönü ekonomik ve sosyal gerileme ile bağıntılı olarak mevcut siyasal
yapının parçalara bölünüp federatif bir yapıya dönüşmesi ve böylece ulus-devlet
modelinin çözülmesidir(Güler, 2003b). Gerçekten de görev, yetki ve sorumluluğun
aktarılma sürecinin tamamlanması ve tamamen devri halinde sonuçlanacak olan
adaletsiz gelir dağılımı, bölgeler arası eşitsizlikler, kendi personelini ve kendi teşkilat
yapısını kendinin kurabilme hakkının doğması ülkenin idari rejiminin parçalara
ayrılmasına neden olabilecektir. Azrak bu tasarının bazı bakanlıkların görev ve
yetkilerinin, yerel yönetimlere, daha doğrusu birkaçı dışında, il özel yönetimine
devredilmesinin öngörülmüş olmasını sakıncalı bir durum olarak değerlendirmekte
tasarının 7. ve 8. maddede yapılan düzenlemelerle ortaya çıkan modelde, yerel
yönetim genel yetkili, merkez yönetimi ise sınırlayıcı sayma yöntemine göre
görevleri belirlenmiş yönetim niteliğine bürüneceğini bu bakımlardan tasarının
Türkiye idaresinde köklü ve ciddi bir sistem değişikliği öngördüğünü ileri
sürmektedir.
Tasarı ile köklü değişiklikler yapılırken kamu örgütünü ve çalışanlarını tam
bir kaos beklemektedir. Bunlardan en önemlisi, kamu personelinin karşılaşacağı yeni
durumdur. Şöyle ki, kamu yönetimi temel kanunu tasarısı bu personelin statüsünün
ve kadrolarının esas itibarıyla saklı tutulmasını öngörmesine karşılık, yerel
yönetimler kanunu taslağında ise ‘yerel yönetimlerde istihdam esas olarak
333
sözleşmeliliğe dayanır’, yolunda bir hüküm yer almaktadır. Aynı zamanda
sözleşmelerin beş yıllık olması öngörülmektedir. Bu durum keyfiliği artırarak kamu
hizmetlerinin sürekliliği ve objektifliği ilkelerini zedeleyecek bir uygulama olacaktır.
Ancak bu eleştirilerin yanında tasarıdaki düzenlenen yerel idarenin öne
çıkarılması görüşünü savunan, bu uygulama ile ülkenin demokratikleşeceğini üniter
yapının zarar görmeyeceğini ileri süren ve eğer bu yaklaşımın ideolojik bir yaklaşım
olduğu iddia ediliyorsa bunun doğru bir tercih olduğunu savunan görüşlerde yer
almaktadır(Görmez, 2003:26; Ulusoy, 2004:137).
3. Türkçe’ye “iyi yönetişim” olarak çevrilen “good governance” kavramı;
kamunun tümünü veya bazı kesimlerini yakından ilgilendiren hususlarda alınacak
kararlarda yetkilerin nasıl kullanılacağı ve yurttaşların kendi görüş, fikir ve
yararlarını kararlara dahil edebilmeleri için neler yapmaları gerektiğiyle ilgili olan
kurum, kural, süreç ve davranışları da göz önüne alarak, sorumlu (responsible) ve
duyarlı (responsive) bir biçimde güç kullanımıdır(Zabçı, 2002).
Yönetişim; vatandaşların ve grupların, çıkarlarını iletebilecekleri, hukuki
haklarını kullanabilecekleri, yükümlülüklerini yerine getirebilecekleri ve
farklılıklarının arasını bulabilecekleri mekanizmaları, süreçleri ve kurumları
kapsamaktadır. Yönetişimin üç boyutundan söz edilmektedir: iktisadi yönetişim bir
ülkenin iktisadi faaliyetlerini ve diğer ekonomilerle olan ilişkilerini etkileyen karar
süreçlerini, siyasi yönetişim siyasa oluşturmadaki karar süreçlerini, idari yönetişim
ise siyasa uygulama sistemini içerir. Sonuçta “iyi” yönetişim, siyasi ve sosyo-
ekonomik ilişkileri katılımcı, şeffaf ve sorumlu biçimde yönlendiren süreç ve yapılar
anlamına gelmektedir.
334
Katılım, hukuk devleti, şeffaflık, duyarlılık, etkinlik, verimlilik, sorumluluk
ve stratejik vizyon iyi yönetişimin temel özellikleri olarak sıralanmaktadır.
Yönetişim, bürokrasi, özel sektör ve sivil toplum kuruluşu olmak üzere üç eşit
ortaktan oluşmaktadır.
Tüm kamu kurum ve kuruluşlarının piyasa sistemi içine dahil edilmesi
sonrasında kamu hizmetlerinin sunumunun piyasaya bırakılma mekanizmasının alt
yapısı hazırlanmaya başlanmıştır. Kanun tasarısının 5 inci maddesinin f fıkrasındaki
“Kamu hizmetlerine ilişkin temel kararların alınmasında, ilgili kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşları ve sivil toplum örgütlerinin görüş ve önerilerinden
yararlanılır” ibaresi ile 6 ncı maddesinin d fıkrasındaki
“Kamu kurum ve kuruluşları ile özel sektör, kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşları ve sivil toplum örgütleri arasında
iletişim ve işbirliğini sağlayıcı mekanizmalar oluşturmak, hizmet ve
işlev kapasitelerini geliştirmek”
ibareleri bu mekanizmanın hukuksal altyapısının oluşturulması çabasının ürünüdür.
Öngörülen bu mekanizma ile merkezi yönetim, bürokrasi, özel sektör ve
STK’lar arasındaki iletişim ve işbirliği içinde olması için gerekli olan temel
oluşturulacaktır. Temelin oluşturulmasından sonra kamu kudretinin kullanımı bu
mekanizma içinde yerini alan aktörlere dağıtılarak, kamu kudretinin kullanımındaki
yetki sahipleri birden üçe çıkacak, özel sektör ve sivil toplum kuruluşları da bu
yetkiyi kullanma hakkını haiz olacaklardır. Yönetişim adı verilen bu sistemde,
kamusal karar alma mekanizmasını bürokrasinin tekelinden alıp toplumsal
kesimlerinden sermaye kesimini tercih etmekte geniş halk yığınlarını sistem dışına
itmektedir(Güler, 2002:93).
335
4. Kamu Personeli Sorunu: Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı Kamu
hizmetlerinin görülmesindeki tüm düzenlemeleri değiştirerek kamu personeli
sistemi sözleşmeli statüye dönüştürülmek istenmektedir. Tasarının dördüncü
bölümünü oluşturan “Çeşitli ve Geçici Hükümler” başlığını taşıyan, 46. maddede
düzenlenen “insan kaynakları yönetimi” ismi altında:
"Kamu hizmetleri memurlar, tam zamanlı veya kısmi zamanlı
çalışan diğer kamu görevlileri ve işçiler eliyle yürütülür… Diğer kamu
görevlileri ile işçilerden tam zamanlı veya kısmi zamanlı olarak ve
kadro şartına bağlı olmaksızın sözleşmeli statüde istihdam
edileceklerin sözleşmelerinde, ilgili personelin görevleri, hak ve
yükümlülükleri ile performans ölçütleri yer alır. Memurlar ve diğer
kamu görevlileri, performans ölçütlerine göre değerlendirilir ve
ödüllendirilir. Hükümetin görevi sona erdiğinde, müsteşarlar ile
başkanlık ve genel müdürlük şeklinde kurulan bağlı ve ilgili
kuruluşlarda kendi genel kurullarının seçimiyle gelenler dışındaki
başkan veya genel müdürlerin görevi kendiliğinden sona ermiş sayılır.
Ancak bu görevlere yeni bir atama ya da görevlendirme yapılıncaya
kadar bu kişiler görevlerine devam ederler. Bu şekilde görevi sona
erenlerden başka bir göreve atanmayanlar, özlük hakları saklı kalmak
üzere, kadro şartı aranmaksızın bakanlık müşaviri olarak atanırlar…"
ibarelerini içermektedir. Böylelikle memurluğun istisnai, sözleşmeliliğin ise esas
durum haline getirilmek istendiği öne sürülmektedir(Dikmen, 2003; Erdoğdu, 2003).
Tasarıda yapılan düzenlemelerle Türk kamu personel sisteminin baştan aşağı
değişeceğinin işaretleri verilmiştir. Yapılacak düzenlemelerin sonucunda memuriyet
sisteminin ortadan kaldırılacağı ve işin memurların tasfiye edilmesine geleceği
belirtilerek sistemin tarumar edileceği uyarısında bulunulmaktadır(Güran, 2003:40).
Tasarıda bulunan “Kamu hizmetleri memurlar, tam zamanlı veya kısmi
zamanlı çalışan diğer kamu görevlileri ve işçiler kadro şartına bağlı olmaksızın
336
sözleşmeye dayalı olarak istihdam edilir. Sözleşmede, ilgili personelin hak ve
yükümlülükleri ile performans ölçüleri yer alır. sözleşmelerinde ilgili personelin
görevleri, hak ve yükümlülükleri ile performans ölçüleri yer alır” hükmü ile Mahalli
İdareler Kanun Tasarısındaki “Mahalli idarelerde sözleşmeli personel çalıştırılması
esastır” hükmü, bu tezi doğrular niteliktedir. İl özel idaresi ile belediyelere
devredilecek olan kamu personelin büyük çoğunluğunun sözleşmelilik tehdidi altında
bulunması(Güler, 2003:25), yıllık veya seçim dönemlere endeksli olmak üzere en
fazla 5 yıllık yapılacak sözleşmeler, kamu görevlisi güvencesini de tehdit etmekte ve
sistemi keyfileştirmektedir.
Türk hukuk ve personel mevzuatına göre memurluk bir meslek, memur ise
devlet otoritesi temsil eden, devlet adına yetkisini kullanan ve bu çerçevede güvence
altına alınan kimsedir. Bu yüzden memurların, özel kesimde çalışan işçilerin içinde
bulunduğu statü hukukuna tabi olması beklenemez. Ancak, kamunun işletme anlayışı
içinde yönetilmeye başlanması ile birlikte kamu sektöründe çalışan kimselerinde bu
güvenceleri tehlike altına girmiştir.
Maddedeki "Hükümetin görevi sona erdiğinde müsteşarlar ile başkanlık ve
genel müdürlük şeklinde kurulan bağlı ve ilgili kuruluşlarda başkan veya genel
müdürlerin görevi kendiliğinden sona ermiş sayılır" hükmü, üst düzey yöneticileri
için liyakat ilkesini tümüyle ortadan kaldıran ve siyasal kayırmacılığı yasallaştıran
bir özellik arz etmektedir. Hükümetin görev süresi bittiğinde üst yöneticilerin de
görevlerini sona ereceği ibaresi siyasallaşmayı yasalaştıracaktır(Kırca, 2004). Bu
düzenleme ile Amerika ve İngiltere'de bir zamanlar geniş ölçüde uygulanmakla
birlikte günümüzde hemen- hemen terk edilmiş olan, ganimet ya da kayırma sistemi
bu tasarıyla Türkiye'de resmiyet kazanacağı öne sürülmektedir(Azrak, 2004:233).
337
Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı’yla düzenlemek istenen bir diğer
husus kamu hizmetlerini yürüten görevlilere ödenecek ücretlerle ilgilidir. Tasarının
45. maddesindeki “Memurlar ve diğer kamu görevlileri, performans ölçütlerine göre
değerlendirilir ve ödüllendirilir” ibaresi “performansa dayalı değerlendirme”
kavramını ön plana çıkararak, kamu çalışanlarının performanslarına göre
değerlendirilip, sicillerinin performanslara dayalı olarak düzenleneceğini
vurgulamaktadır.
5. Denetimle ilgili Düzenlemeler: Tasarının 18. maddesi ile İçişleri, Maliye, Milli
Eğitim, Sağlık ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlıkları dışındaki bakanlıkların
Teftiş Kurulları kaldırılması hedeflenmiş, 38, 39 ve 40. maddelerinde ise denetimin
dış ve iç denetim şeklinde ikiye ayrılması, dış denetimin Sayıştay tarafından
yapılması veya yaptırılması, iç denetimin ise kamu kurum ve kuruluşlarının kendi
yöneticileri veya üst yöneticisinin görevlendireceği iç denetim elemanlarınca
yapılması veya yaptırılması öngörülmüştür.
Tasarının genel gerekçesinde denetimle ilgili olarak şu ibareler dikkat
çekmektedir(Dinçer-Yılmaz, 2003:103);
“……Çok sayıda, birbiriyle zaman-zaman örtüşen, kurallara göre
çalışma üzerinde yoğunlaşan ve hata bulma mantığı ağırlıklı denetim
sonucunda yöneticiler iş yapamaz hale getirildikleri gibi, israf ve
yolsuzluklara da herhangi bir çözüm üretilmemektedir. Denetimde
keyfilik ve denetim sisteminin siyasi tercihler ile amaç dışı kullanımı
da eklendiğinde denetim sistemi son derece sorunlu bir haldedir. Aksi
taktirde, ülkemizde bu ölçüde israf ve yolsuzlukların yaşanması ve
halkın ihtiyaçlarının karşılıksız kalması gerçeği ile karşı karşıya
kalınmazdı”
Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunun 64. maddesinde, iç denetçinin
görevleri arasında denetim sırasında veya denetim sonuçlarına göre soruşturma
338
açılmasını gerektirecek bir duruma rastlandığında, bunun ilgili idarenin en üst
amirine bildirileceği belirtilmekte, fakat bu soruşturmaların kimler tarafından ve
nasıl yapılacağı hususunda bu Kanun ve Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısında
herhangi hüküm bulunmamaktadır. Tasarının özellikle üzerinde durduğu ve
yapılmasını istediği şey "performans denetimi”dir. Daha öncede belirttiğimiz gibi
performans; kişilerin üretime katkısının değerlendirilmesidir. Bu noktada, müfettişin
kendisini görevlendiren makamın isteklerini yerine getirmesine imkan ve zemin
hazırlanmakta, az da olsa var olan bağımsız denetim anlayışı daha da yok olmaktadır.
Ayrıca belirtilmesi gereken bir nokta da, tasarı ile birlikte kamu kurumları
kamu hizmetlerini özel şirketlere yaptırabileceğine göre denetim işinin de
özelleştirilmesi kaçınılmaz görünmektedir. Özellikle mali denetimlerin bağımsız
denetim kuruluşlarınca yaptırılması yabancı mali denetleme şirketlerin tüm kamu
gelir ve giderlerinin bilgisine sahip olması anlamına gelmektedir(Güler, 2003:25).
Güran, denetim konusu ile ilgili yerinde bir eleştiride bulunarak iç denetimin başına
siyasi atamalı olarak gelen müsteşarın ve siyasi olan bakanının teftiş heyetlerinin
uygulamada mevcut durumdan daha çok sorunlara yol açacağını öne sürmüştür.
Tasarı denetim konusunda radikal bir değişikliğe gitmiştir. Tasarıda ayrıca,
bir çeşit ombudsman olan Mahalli İdareler Halk Denetçisi öngörülmüş
bulunmaktadır. Bu denetçinin görev ve yetki alanı hayli geniş olmakla birlikte
kararları sadece tavsiye niteliğindedir. Öte yandan, tasarıda Anayasa'nın 127.
maddesinde açıkça öngörülmüş ve amaçları belirlenmiş olan, mahalli idareler
üzerindeki idari vesayet denetimine yer verilmemiş olması hem 'idarenin birliği'
ilkesine hem de 127. madde hükmüne aykırı olduğundan bu haliyle yasalaştırıldığı
339
takdirde Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilmesi olasılığının yüksek olduğu
belirtilmektedir(Azrak, 2004:231).
6. Hukuka Aykırılık sorunu: Öncelikle tasarıda Anayasaya aykırı bir çok hüküm
bulunduğu belirtilirken anayasa bir tarafa kanun bir tarafa mantığı ile hukuk
devletinde bir düzenleme olamayacağı belirtilmekte ve yasalar yolu ile Anayasanın
değiştirilmesi yönteminin kabul edilemeyeceğini bunu devlet ciddiyetine
yakışmadığı ve hukuk devleti ilkesinden ödün verilmemesi gerektiği öne
sürülmüştür(Güran, 2003:36-37).
Tasarının başlığı olan “kamu yönetimi” kavramı Türk idare hukuku
terminolojisine yabancı olduğu ve bugüne kadar hiçbir TC Anayasası'nda bu deyim
yer almadığı kaydedilmekte tasarının yaratmak istediği idare modelinin, Amerikan
yönetim modeline uygun bir model olduğu öne sürülmektedir. Ayrıca “Temel kanun”
başlığının taşıdığı anlam, bunun bir üstün kanun olduğu şeklinde olup bu
terminolojinin Türk kamu hukukunda ve kanunlar arasında böyle bir sıralı düzen söz
konusu değildir. Bunun ancak federasyon biçiminde örgütlenmiş devletlerde görülen
bir uygulama olduğu dile getirilmektedir(Azrak, 2004:226). Bu eleştiri daha sonra
yapılan değişikliklerde dikkate alınarak isim sorunu çözülmüştür.
Anayasanın 123. maddesi; idarenin kuruluş ve görevlerinin merkezden
yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayandığını, 126. maddesi; merkezi idarenin
kuruluşu bakımından, Türkiye’nin coğrafya, ekonomik şartlar ve kamu hizmetlerinin
gereklerine illere, illerin de diğer kademeli bölümlere ayrıldığını, 127. maddesi ise
mahalli idarelerin il, belediye veya köy halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını
karşılamak üzere kuruluş esasları kanunla belirtilen ve karar organları, gene kanunda
gösterilen, seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu tüzel kişileri olduğunu
340
ve mahalli idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri, yerinden yönetim ilkesine
uygun olarak kanunla düzenleneceğini içermektedir. Görüleceği gibi, idare
örgütlenmesinin iki temel parçasını oluşturan Merkezi idare ile mahalli idareler,
devlet örgütlenmesinde hem hizmeti ve hem de coğrafyayı esas almış, mahalli
idarelerin hizmet verme sınırı konu ve coğrafi olarak sınırlandırılmıştır. Öyle ki
merkezi idarenin ülkenin tümünde kamu hizmetlerinin tamamını örgütleyebilme
yetkisi haiz iken bu mahalli idarelerde bulunulan yerin yanı sıra mahalli müşterek
ihtiyaçların giderilmesi ile çerçevelenmiştir(Karahanoğulları, 2003). Bunlarla birlikte
idare hukukçuları tasarının Anayasaya aykırı bir çok düzenleme içinde olduğunu
belirtmektedirler(Güran,2003; Tan, 2003).
Taslaktaki; “Merkezi idare birimleri, mahalli idarelerin sorumluluk alanlarına
giren görev ve hizmetler için mahalli düzeyde teşkilat kuramaz, doğrudan ihale ve
harcama yapamaz” ifadesi ile getirilmek istenilen, mahalli yönetimlerin hizmet
ürettikleri alanda merkezi idarenin örgütlenme imkanının ortadan kaldırılmasıdır. Bu
şekilde yapılacak düzenlemenin genel görevli olarak mahalli idareleri, özel görevli
olarak merkezi idareyi işaret ettiği ve Anayasa’nın 126 ncı ve 127 nci maddelerine
aykırı olduğu belirtilmektedir(Karahanoğulları, 2003).
Yerel yönetimler ile merkezi yönetim arasındaki görev ve yetki bölüşümünde
temel alınabilecek ölçütleri 4 ana maddede toplamak mümkündür. Bunlar; ekonomik
verimlilik ölçütü; yani, bir hizmetin hangi yönetim birimi tarafından daha düşük
maliyetle üretilip halka sunulacağı göz önünde bulundurulması, görevin, bir hizmeti
daha az masrafla halka sunan yönetim birimine verilmesi; mali adalet ölçütü; yani.
bir bölge halkının ödediği vergilerle, o bölgeye sunulan mal ve hizmetler arasında bir
paralelliğin bulunması; siyasal sorumluluk ölçütü; kamu hizmeti sunan yönetim
341
birimlerinin, hizmetten faydalanacak olan halka karşı siyasal bir sorumluluk taşıması
ve idari etkinlik ölçütü; bir kamu hizmetini en etkin olarak hangi yönetim birimi
yerine getirebilecekse, hizmet görevinin o birime verilmesidir.
Kamu Yönetimi Temel Kanunu Taslağının 42. maddesi ile “Her ilde, mahalli
idareler ve bunlara bağlı kuruluşlar ile bu idareler tarafından kurulan birlik ve
işletmelerin, gerçek ve tüzel kişilerle ilgili işlem ve eylemlerinin hukuka
uygunluğunu değerlendirmek, aralarındaki anlaşmazlıkların çözümüne yardımcı
olmak üzere bir halk denetçisi seçilir.” İfadesi kullanılarak “mahalli idarelere halk
denetçisi” kurumu getirilmektedir. Taslağa göre seçilecek olan halk denetçisi, ara
yargıç gibi görev yapacaktır. Bir yargılama sürecini andıran halk denetçisine
yapılacak başvuru süreci mahkemelerde dava açma hakkını ortadan kaldırmamakta
ise de halk denetçisine başvuru, idari dava süresini durdurmakta, idari işlem veya
eylemdeki hukuka aykırılığın halk denetçisinin kararı ile giderilebileceği
düşünülmektedir.
Tasarı ile devlet örgütlenmesinin A’dan Z’ye değiştirildiği ve tarumar
edildiği belirtilerek önceliğin yerele verilmesi ile idarenin federalleşmesinin önünün
açıldığı, sürecin zayıflatılmış merkezi otoriteli bir modele doğru gittiği ve bunun
siyasal federalizme dönebileceği eleştirisi getirilmektedir. Teorik olarak doğru
adımlar atılsa bile Türkiye özelinde yerelleşmenin tehlikeli sonuçlar doğurabileceği
ve yerel siyasi güç yaratma ile bu gücün merkezdeki siyasal güçle mücadele içine
gireceği öne sürülmektedir (Güran, 2003:38-39). Bu eleştirel görüşlere karşı daha
iyimser olan bir kısım görüşlerde bulunmaktadır. Yapılacak düzenlemelerin öncelikle
bir anayasa değişikliği yapılarak yargı ve siyasal partiler yasalarını da içine alacak
biçimde daha kapsamlı reform çalışmalarına ihtiyaç duyulduğu belirtilmekte ve
342
içine tüm kurumların dahil edildiği bir “devlet reformu”nun yapılmasının uygun
olacağı öne sürülmektedir(Ulusoy, 2004:144).
Tasarının hukuksal meşruiyetine ve hukuka uygunluğuna dair eleştirilerin
yanında ideolojik bir kısım eleştirilerde bulunmakta ve tasarı ile ülkenin uluslar arası
finans örgütlerinin yönlendirmeleri ile gideceği yapısal uyarlamaların toplumsal ve
ekonomik yapıyı bozacağı ileri sürülmektedir. 1995 tarihli GATS anlaşmasının
imzalanması bağlamında Türkiye’nin serbest ticaretin önündeki tüm engelleri
kaldıracağı yükümlülüğünün bir yansıması olarak dikkati çeken son reform metninin
kamu hizmetlerinin sunumunda kamu yönetimi anlayışından işletme anlayışına
geçişin somut bir ifadesi olduğu bu amaçla devletin küçültülmesi, kamu
hizmetlerinin sunumunun devlet dışı aktörlere bırakılması düzenlemelerinin yeni
dünya düzeninin belirleyici öğeleri olan liberalizm ve küreselleşmenin ilkelerinin bir
sonucu olarak öne çıktığı belirtilmektedir(Güler, 2003b). Ayrıca tasarı ile getirilen
düzenlemelerle Türk kamu yönetimi sisteminin baştan sona değiştirilerek yönetsel,
ekonomik ve hukuksal bağlamda bağımlı bir ülke haline gelebileceği ihtimaline
dikkat çekilmektedir.
Sonuç olarak yapılmak istenen düzenlemelerle, merkez örgütünün bir çok
görevi yerel yönetimlere devredilmekte; kamu hizmetlerinin üretilmesinin özel
sektöre devredilmesi esası kabul edilmekte; kamu personelinin sözleşmeli hale
getirilmesi amaçlanmakta, memuriyet rejiminin statüsü değiştirilmekte; kamu
hizmetlerinin sunumunda kamu yararı kavramından kar etme amacına geçilmekte ve
kamu hizmetleri piyasa süreci içerisinde yerine getirilmek istenmekte; yönetişim
formülüyle yerel yönetimlerde karar alma süreçlerine özel sektör ve sivil toplum
örgütleri dahil edilmektedir(Aydemir, 2004). Tasarı bu değişikliklerin yanında ayrıca
343
yerel yönetimlerin sorunlarını, kendi kaynakları, kendi personeli ile kendisinin
çözmesi ilkesini hayata geçirmeyi amaçlamaktadır. Bu durumun bölgeler arası
eşitsizlikleri artıracağı ve ulus devlet yapısı önemli ölçüde zaafa uğratılacağı öne
sürülmektedir; zaman içerisinde ekonomik ve toplumsal gelişmelere bağlı olarak
siyasal yapının parçalara bölünüp federatif bir yapıya dönüşmesinin ve böylece ulus-
devlet modelinin çözülmeye başlayacağı eleştirisi getirilmektedir.
Türkiye'nin kuşkusuz ki bir idari reforma ihtiyacı vardır, fakat bunun mevcut
tasarı ile değil, idari işlerin basitleştirilmesi ve hızlandırılmasını amaçlayan, idarenin
bütünlüğü ilkesi çerçevesinde bir kısım yetkilerin devredilmesini ve suiistimalleri
önleyecek ciddi bir denetim sisteminin geliştirilmesini öngören bir biçimde yapılması
gerekmektedir. Ayrıca böylesine bir düzenlemenin, idari vesayet sorunun çağdaş bir
çözüme kavuşturulması, kamu personel sisteminin memuriyet rejimi göz önünde
bulundurularak yeniden düzenlenmesi, kamunun kaynak sorunun akılcı bir biçimde
çözülmesi, idareler arası görev ve yetki paylaşımının üniter yapıyı ve idarenin
ahengini bozmayacak biçimde yeniden düzenlenmesi gibi bir kısım düzenlemelerin
yapılması ile mümkün olacaktır ki böyle bir reform projesine kimse karşı değildir.
Ancak mevcut tasarıda bu nitelikler görülmemektedir. Ayrıca mahalli idarelerin daha
etkin olması isteniyorsa onlara merkezin önemli görevlerinin devredilmesi yerine,
eskimiş yasa hükümleri değiştirilerek bu idarelerin görev ve yetkilerinde çağdaş ve
akılcı yöntemlerle düzenleme yapılması, bunların daha özerk bir yapıyla verimli
çalışmalarını mümkün kılacak mali imkânlara kavuşturulmasının gereğine işaret
edilmektedir.
344
7- “Vatan Nasıl Kurtulur” Düşüncesinden Günümüze Türkiye’de İdari Reform
Çalışmalarının Politiği ve Zihinsel Arka Plan
Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde yapılan reform çalışmalarının
temel amacı devleti parçalanmaktan kurtarmak ve batılı anlamda, yasal-ussal bir
bürokratik yapı kurmak ve modern idari yapı oluşturmaktır. Türkiye özelinde erken
dönemde yapılan idari reform çalışmalarının “devletin nasıl kurtarılacağı” düşüncesi
etrafında, askeri ve mali konularda devlet adamlarına öğütler ve bozuklukların
düzeltilmesinde tutulacak yollar biçiminde ortaya çıkmıştır. İmparatorluğun son
dönemine damgasını vuran reform düşüncesi, Cumhuriyetle birlikte devam etmiştir.
Bu tarihsel arka plan “idari reform” kavramının aşkınlaştırılmasına ve bu kavramın
sihirli bir sözcük haline gelmesine neden olmuştur. İdarenin içinde bulunduğu
irrasyonel yapının düzeltilmesini yabancı ve yerli uzmanların kurtuluş reçetelerinde
arayan anlayış sürekli bir reform seferberliği içinde olmuştur. İdari reform
çalışmalarını şekilsel bir düzeltme faaliyeti olarak gören bu bakış açısı yasa
çıkarmakla mevcut sorunların çözüleceğini sanarak idari reform sorununu bir
mevzuat düzenlemesi konumuna indirgemiştir.
Türkiye özelinde yürütülen idari reform çalışmaları en başta, merkezi
yönetimin gevşetilmesi hatta adem-i merkezi bir yönetim modeline geçmesini
arzularken bu talebin Osmanlı devletinin son dönemine kadar vardığı bilinmektedir.
Ancak ülkenin içinde bulunduğu koşullar bu talebin çok da doğru bir yaklaşım ve
görüş olmadığını ortaya koyarken, bu talebin ülkenin üniter yapısını bozacağı
yönünde ciddi bir kısım eleştirilerde getirilmiştir.
345
1983 Tarihli TÜSİAD raporunda geçen zaman içinde Türkiye’nin, niceliksel
ve niteliksel bir kısım değişimler geçirmiş olmakla birlikte; değişen dünyayı anlamak
ve yorumlamak bağlamında çağdaş dünyanın gerisinde olduğu ve merkeziyetçi
yapının süreç içerisinde kendini yeniden üreterek devam ettiği öne sürülerek bir idari
reform yapılması önerilirken(Kamu Bürokrasisi, 1983: 21), 2002 yılına gelindiğinde
aynı kurumun yürütme erkinde bir düzenlemenin ötesinde kamunun top yekun
reformundan bahsetmeye başlamıştır(Kamu Reformu Araştırması, 2002:29). Aynı
yaklaşım DPT tarafından hazırlanan kalkınma planlarında ve özel ihtisas komisyonu
raporlarında ve idari reform metinlerinde de görülmektedir. İdari reform kavramında
günümüzde bir paradigma değişimi olmuş ve kavram “devletin yeniden
düzenlenmesi” noktasına gelmiştir. Bu durumun sadece toplumsal ve ekonomik
dönüşümlerle izah edilmesi oldukça zordur. Açık biçimde görüldüğü üzere 1980
sonrası dönemde uluslar arası örgütlerin etkisi ile ülke gündemleri reform baskısı
altına alınmış küresel sisteme uyum sürecinde idare aygıtının yeni yapının
parametreleri doğrultusunda yeniden yapılandırılması temel hedef haline gelmiştir.
Türkiye’nin idari reform pratiği içerisinde çok tartışılan konulardan biri de
reformların dışardan mı-içerden mi istendiği şeklinde bir soru etrafında dönen
tartışmadır. Bunu daha önce tartışmamıza rağmen yeri geldiği için yeniden ifade
etmek gerekirse “pabuçcu muştası” kavramı ile açıklamak daha kolay olacaktır. Açık
biçimde görüldüğü üzere Türkiye’nin reform uygulamaları daha çok dış faktörlerin
etkisi altında ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Bu noktadan bakıldığında idari reform
çalışmalarının sadece idareyi ilgilendiren bir sorun alanı olmayıp ülkenin düzenini
belirleyen daha büyük bir sorun alanına işaret etmektedir. Düzen arayışı hakim
346
unsurun görüşleri doğrultusunda belirlenirken zamanla bu yapının daha çok uluslar
arası gelişmelerin ve dış faktörlerin etkisi altına girdiği görülmektedir.
Bu çalışma içerisinde de görüldüğü üzere idari reform uygulamaları aynı
zamanda ülkenin idare tarihini ve ekonomi politikalarını göstermektedir. Bu
bağlamda 1929 krizi sonrası belirlenen yol haritası ile 1945 sonrası dönemdeki yön
arayışı farklılaşmaktadır. Aynı biçimde 1960 sonrası dönemde uygulanan ekonomi
politikaları ile 24 Ocak 1980 sonrası dönemde benimsenen politikalar bir birine taban
tabana zıt politik tercihlere dayanmaktadır.
Cumhuriyet dönemini ile birlikte hukuksal, toplumsal, siyasal ve iktisadi
alanda önemli bir çok düzenleme yapılırken 1930’lı yıllardan başlayarak yabancı ve
yerli uzmana bir çok idari reform projesi hazırlatılmıştır. Bu raporlarda yapılan tespit
ve tavsiyeleri rapor sayısınca çoğaltmak mümkün olmakla birlikte bunların büyük bir
kısmının söylenenin aksine peyder pey uygulamaya geçirildiği görülmektedir.
Bu raporlarda dile getirilen sorunların en genel biçimi ile merkeziyetçi
yapının gevşetilmesine dair örgütsel düzenlemeler, kamu personeline dair sorunlar,
yetki devrinin sağlanması, işlemlerin basitleştirilmesi ve bürokratik kültür sorununa
dair noktalarda toplandığı görülmektedir. Buna bağlı olarak Türkiye’de devlet
aygıtının merkeziyetçi ve vesayetçi bir yapıda olduğu, bu yapının daha demokratik,
daha yerel ve daha liberal bir yapıya dönüştürülmesi talepleri, idari reform
projelerinin temel argümanı olduğu gözlenmektedir.
Türk kamu yönetiminde reform geleneği içerisinde reform çalışmalarından
istenilen sonuçların alınamadığı dile getirilirken bu yargının çok da doğru olmadığı
görülmektedir. En azından bu çalışmalar, kendilerinden sonraki çalışmalara zengin
bir idari reform birikimi bıraktıkları ortadadır. Türkiye’de bürokratik modernleşme
347
Tanzimat’la başlamış ve süreç içinde geleneksel patrimonyal bürokrasi yavaş da olsa
zamanla yerini rasyonel kurallara dayanan yasal-ussal bürokrasiye bırakmaya
başlamıştır.
Türkiye’de iki yüz yıldır devam eden merkeziyetçilik- adem-i merkeziyetçilik
tartışmaları zaman içinde isim değiştirerek bazen idari reform, kimi zaman da
yönetimin yeniden yapılandırılması adını alarak “uzun ince bir yolda” yoluna devam
etmektedir. Fişek, 1856 yılında bu günkü anlamda ilk “idari ıslahat” komisyonu
kurulduğunu ifade ederken kriz dönemleri ile reform talepleri ve düzenleme
arayışları hız kazanmıştır. Yönetim anlayışının ve idari reform zihniyetinin dar
örgütsel yapıda olması, Türk kamu yönetiminin çevresel gelişmeleri de takip
etmesini engelleyen önemli sorunlarından biri olmuştur.
1980 sonrasında egemen olan neo-liberal ekonomi düşüncesinin
benimsenmesi ile reform çalışmaları farklı bir boyuta taşınmıştır. Bu süreç kamu
yönetimin özel sektör gibi yönetilmesini ve yönetim hizmetlerinde rekabet
sağlanmasını ve özelleştirmenin gerçekleştirilmesini, yönetimin masraflarının
azaltılmasını öngörmektedir. Esas olarak uluslararası dinamiklerden kaynaklanan
küreselleşme, özelleştirme, yerelleştirme gibi gelişmeler, devletin küçültülmesi
eğilimlerinin sonucu kamu yönetimlerinin yapısal uyarlama politikaları ile
küçültülmesini ve uluslar arası sisteme uyumunu amaçlamaktadır. Bununla birlikte
yeni süreçte devletin, uluslararası konumu ve işlevleri tartışılmaya açılmıştır.
Geleneksel yönetim anlayışından kopuşu ve bir paradigma değişimini de ifade eden
bu süreçte daha liberal ve katılımcı bir yönetim modeli çerçevesinde bir yönetim
anlayışına geçiş öngörülmektedir. Türkiye özelinde de bu yönelimlere uygun olarak
348
hükümet tarafından yapılmak istenen “Devlet Reformu” ile gerçekleştirilmek
istenmektedir.
Çalışma içerisinde çeşitli kereler belirtildiği gibi Türkiye’nin idari reform
pratiği 1980 öncesi ve sonrası olmak üzere iki ana döneme ayrılarak irdelenmiştir.
Doğal olarak dönemlerin politikaları ve reform uygulamalarıda farklı olmuştur. 1980
tarihi itibarı ile 1960’lı yıllarla başlayan ithal ikameci ve içe kapalı karma ekonomi
modelinden, 24 Ocak 1980 tarihi ve 24 Ocak kararları ile dışa açık liberal ekonomik
modele geçilmiştir. İdari reform anlayışı ve uygulamaları da bu değişimden
etkilenmiş sadece yürütme erkini içine alan bir düzenleme değil top yekun devleti
yeniden düzenlemek isteyen bir anlayışı ortaya çıkmıştır.
349
SONUÇ VE GENEL DEĞERLENDİRME
Bu çalışma, Türkiye’nin idari reform incelemeleri pratiğinin tarihsel
gelişimini ve bu gelişim çizgisi içerisindeki değişim olgusunu irdeleme çabası olarak
tanımlanabilir. Reform olgusu, devlet aygıtının iktisadi-politik amaçlar
doğrultusunda yeniden düzenlenmesi ve yapılandırılması faaliyeti olarak ele
alınmaktadır. Çalışma içerisinde idari reform terimi salt yönetim alanında yapılan bir
kısım düzenlemeler olarak değil sosyo-ekonomik ve siyasal alanda meydana gelen
değişiklileri anlatmak için kullanılmaktadır. Türkiye’nin idari reform tarihi üç
dönem halinde incelenmiştir. Osmanlı döneminde ıslahat, Cumhuriyet döneminde
idari reform ve 1980 sonrası dönemde “devlet reformu” kavramları ile kategorize
edilen idari reform pratiğini, son tahlilde iki ana döneme ayırarak incelemek
mümkündür. Güler’in de ifade ettiği gibi 1980 öncesi dönemi kapsayan ve idare
aygıtını Weberci anlamda yasal-ussal bir yapıya kavuşturmayı amaçlayan “idari
reform” süreci ve 1980 sonrası dönemde neo-liberal ekonomi politikalarının ve
küreselleşme sürecinin etkisiyle sadece yürütme erkini değil bütün olarak devleti
dönüştürmeyi amaçlayan “devlet reformu” dönemi şeklinde bir kategorizasyon idari
reform tarihi ve politiği bakımından daha anlamlı bir değerlendirme olacaktır. Ancak
her iki dönemde de devletin görev ve sorumluluklarının iktisadi-politik amaçlar
çerçevesinde yeniden tanımlanmak ve belirlenmek istendiğinin ifade edilmesi
gerekmektedir ki bu sav bu çalışmanın temel tezini oluşturmaktadır
Türkiye’nin reform pratiğinin bir anlamda üretim ve bölüşüm ilişkilerinin
serbestleştirilmesi ve idare aygıtının bu amaçla yeniden düzenlenmesi doğrultusunda
geçtiği de söylenebilir. Bu dönüşüm ve değişimin kapitalist sistemin yeniden
yapılanma dönemleri ile paralellik gösterdiği ve ekonomik-siyasal yapılanma
350
anlamında örtüştüğü görülmektedir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında dışa açık liberal
ekonomi politikalarının benimsendiği ve bu doğrultuda bir kamu hizmeti anlayışının
egemen olduğu görülürken dünya ekonomik krizi ile birlikte devletçi, plancı ve
korumacı ekonomi politikalarının hayata geçirilmesi ile birlikte kamu politikaları da
değişikliğe uğramıştır. 1945 sonrası dönemde ise farklı bir politika içine girildiği
liberal ekonomi politikalarının hukuksal ve yönetsel alt yapısının kurulma çabası
içinde olunduğu görülmektedir.
Osmanlı İmparatorluğundaki reform çalışmalarının 1800’lü yıllarla birlikte
yoğunluk kazandığı, elitler düzeyinde de olsa yeni örgütlenmelerin ve daha kapsamlı
çalışmaların ortaya çıktığı görülmektedir. Bu anlamda Fuat Paşa tarafından dile
getirilen “pabuççu muştası” terimi günümüzde de açıklama gücünü muhafaza eden
bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’nin reform pratiği kendi iç
dinamiklerinden daha çok uluslararası aktörlerin ve konjonktürün etkisi altında
yürüyen bir süreç olmuştur. Yani sürekli bir “pabuççu muştası”na ihtiyaç
duyulmuştur. Reformlar kimi zaman ABD’li uzmanlar, kimi zaman Birleşmiş
Milletler Kalkınma Örgütü, kimi zaman ise Dünya Bankası ve Uluslararası Para
Fonu öncülüğünde yürütülmüştür. Bu anlamda yönetimi yeniden yapılandırmak
isteyenlerin zengin bir birikime sahip Osmanlı ve Cumhuriyet reform pratiğini
yeniden okumaları önemli bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle 1960
sonrası dönemde Türk uzmanlar tarafından yürütülen Merkezi Hükümet Teşkilatı
Araştırması Raporu (MEHTAP, 1963), İdarenin Yeniden Düzenlenmesi İlkeler ve
Öneriler (İYD, 1972) Kamu Yönetimi Araştırma Projesi (KAYA, 1991) gibi yapılan
kapsamlı ve detaylı reform çalışmaları bulunmakla birlikte, bu çalışmaların başta
dünyanın ve sonra Türkiye’nin içine girdiği iktisadi ve idari krizlere denk düştüğü ve
351
mevcut yapının bu düzene eklemlenme çabaları olduğu gerçeği gözden
kaçırılmamalıdır.
Türkiye’de idari reformun gelişimi aynı zamanda yönetim tarihinin ve kamu
yönetimi disiplinin gelişim tarihi olmuştur. Fransız yönetim modelinin etkisi altında
merkeziyetçi bir yönetim anlayışını benimsemiş olan Türk kamu yönetimi
geleneğinin, çoğu zaman iç dinamiklerden ziyade uluslararası dinamiklerin etkisiyle
daha liberal bir modele doğru evrildiği görülmektedir. 19. yüzyılın hakim siyasi
doktrini olan liberalizmin Osmanlı devletine yansıması 1838 Ticaret Anlaşması ile
olurken bu anlaşmanın getirdiği yeni düzenlemelerle Osmanlı ekonomisi Batılı
sanayileşmiş ülkeler tarafından yarı sömürge haline getirilmiştir. 1839 Tanzimat
Fermanı ile bu ekonomik liberalleşmenin hukuksal ve yönetsel ayağı tamamlanmaya
çalışılmış, Tanzimat reformları ile liberal ekonominin hukuksal temelini ve modern
bürokratik örgütlenmesini tamamlayacağına dair bir taahhüt altına girilmiştir. 1856
yılında ilan edilen Islahat Fermanı ile pekiştirilen bu süreç Osmanlı Devletinde köklü
bir yeniden yapılanma dönemini başlatmıştır.
İkinci Dünya savaşı dönemi sonrasında oluşan yeni düzende Türkiye’ye de
bir rol verilmiş ve günümüzün Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak
nitelendirebileceğimiz ancak kapsam bakımından çok daha geniş ölçekli olan
Marshall Planı ile Türkiye başta askeri alanda işbirliği olmak üzere, ekonominin ve
idarenin yeniden yapılandırılması bağlamında Amerikancı reçetelerin etkisi altına
girmiştir. Mevcut yönetim pratiğinin personel sitemi başta olmak üzere 1950 sonrası
yabancı uzmanların projeleri ile oluşturulduğu ve temellerinin atıldığı görülmektedir.
ABD’den gelen bir uzman topluluğu tarafından hazırlanan raporlarla, Türk kamu
yönetiminin merkeziyetçi yönetim yapısından kaynaklanan sorunlara dikkat çekilmiş
352
yerel yönetimleri önceleyen bir model içine girilmesi tavsiye edilmiştir. Bu
çalışmalarda sadece idare alanında değil üniversitelerde kamu yönetimi kürsülerinin
kurulması ve merkezi bir personel biriminin oluşturulmasından gündelik hayatın
düzenlenmesine kadar geniş bir alanda reforma gidilmesi önerilmiştir.
İdari reform tarihi içerisinde kilometre taşlarından biri de 24 Ocak 1980 tarihi
olmuştur. 24 Ocak kararları ile ekonominin liberalizasyonunu sağlamak amacıyla bir
kısım yasal düzenlemeler yapılarak yapısal uyarlama politikalarının ilk adımı
atılmıştır. Hükümetinin acil eylem planında yer alan kamu yönetimi reformu ve 24
Ocak kararları ile gerçekleşen ekonomik liberalleşmenin yönetim ayağı
tamamlanmak istenmektedir. Özellikle merkezi düzeyde toplanmış bulunan
yetkilerin yerel yönetimlere devri ile merkezi idare neo liberal politikaların temel
savı olan “devletin kürek çekmekten kurtarılarak dümen tutar” hale getirilmesi
istenmektedir.
Türkiye’nin yakın dönem tarihi bu açıdan değerlendirildiğinde kapitalizmin
krizi ve yeniden yapılanma süreçleri ile ülke içindeki kamu politikalarının benzerlik
gösterdiği görülmektedir. 1970’li yıllarda ortaya çıkan iktisadi krizin başlattığı süreç
1980’de 24 Ocak kararları ile piyasa modeline geçilmesi doğrultusundaki
politikalarda somutlaşmaktadır. Kapitalist sistem 1990’lı yıllarda tüm piyasalarda
yeniden yapılanırken Türkiye’de bu yapılanmaya ekonomik istikrar ve yapısal uyum
programlarında yer alan reformlarla eklemlenmektedir. Bu bağlamda ele alınan mal
ve hizmet piyasalarının serbestleştirilmesi ile para ve sermaye piyasalarının
serbestleştirilmesi politikalarına zaman içerisinde yasal mevzuatın bu
serbestleştirmelere bağlı olarak düzenlenmesi ve son olarak ise tüm bu düzenlemeleri
353
kapsayacak biçimde devletin yeniden yapılandırılması ve devlet reformu gibi dört
temel üzerine oturmaktadır.
İlk dönem çalışmalarının daha çok tasarruf sağlayıcı, idareyi etkinleştirici,
bürokrasiyi güçlendirici ve modern bir yönetim örgütü kurmayı amaçlayan; devleti
kalkınmanın ve gelişmenin öncüsü yapmak isteyen projeler olduğu görülürken ikinci
dönem çalışmalarının devleti neo-liberal teorinin görüşleri doğrultusunda küçültmeyi
ve ona düzenleyici bir rol vermeyi amaçlamaktadır. Devlet reformu ile kamu
bürokrasileri küçültülüp, kamunun rolü ve işlevleri sınırlandırılırken onun yerini sivil
toplum örgütleri ve şirketler almaktadır. Birinci dönemde devlete biçilen rol gereği
geniş kapsamlı bir kamusal yükümlülük anlayışı bağlamında kamu hizmetlerinin
alanı genişleyip çeşitlenirken ikinci dönemde devletin rolü sınırlandırılmasına ve
küçültülmesine bağlı olarak kamu hizmetleri piyasa rekabetine açılmakta ve
özelleştirilmektedir.
İkinci dönem idari reform anlayışının “yeni kamu yönetimi” anlayışı olarak
ifade edilen görüşlerde karşılık bulduğu görülmektedir. Yeni kamu yönetimi
yaklaşımını politik tercihe bağlı olarak farklı biçimlerde değerlendirmek
mümkündür. Ancak görünen odur ki olgusal bir gerçeklik olarak ortaya çıkan bu
sürecin hem disipliner anlamda hem de uygulama bakımından merkezden çevreye
doğru yayılmakta olduğu ve mevcut yönetim pratiklerini ve anlayışlarını değişime
zorladığı görülmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta bulunmaktadır ki
küreselleşme sürecinin erdemleri olarak sunulan bir çok olgunun ve yapılan
düzenlemelerin gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde farklı biçimlerde uygulandığı
ve öngörülenden farklı sonuçlara ulaşarak kaotik bir düzenin ortaya çıkmasına neden
olduğu gözlenmektedir.
354
Kuruluşundan beri bir kimlik sorunu yaşadığı öne sürülen kamu yönetimi
disiplini bilindiği gibi siyaset bilimi-hukuk ve işletme saç ayağı üzerinde
disiplinlerarası bir bilim dalı olarak yükselmekteydi. Küreselleşme tartışmaları ve
neo-liberal politikalarla bu dengenin işletme yönetimi lehine bozulduğu gözden
kaçmamaktadır. Günümüzde kamu yönetimi disiplini hiç olmadığı kadar işletme
yönetimine yaklaşmış ve onun etkisine girmiş bulunmaktadır. Bu gelişme, disiplinde
yaşanan “kimlik krizini” derinleştirici bir nitelikte olup sürecin nerede ve nasıl
duracağı öngörülememektedir.
İdari reform sözcüğü geçmişe nazaran daha kapsamlı ve daha yenilikçi bir
anlam kazanmıştır. Ülkelerin yönetim sistemlerinin çağın gereklerine uygun yapılara
kavuşturmak istemesi, son yıllarda yöneticilerin gündemlerinde önemli bir yer
tutmaya başlamıştır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde Dünya Bankası ve
Uluslararası Para Fonu gibi uluslararası örgütlerin etkisiyle, 1980 sonrası döneme
tekabül eden “yapısal uyarlama politikaları” bağlamında, yönetimin yeniden
yapılandırılması talepleri, sadece mevcut durumun rehabilite edilerek, teknik olarak
yönetim sürecinde işlerliğinin sağlanmasını değil; bütüncül bir kavrayış
çerçevesinde, sistemi bütünüyle sorgulayan ve köklü değişiklikler yapmayı
amaçlayan bir içerik kazanmıştır. Günümüzde ülke gündemlerinin değişmez
maddesini oluşturan “idari reform” sorunu, neo-liberal teorinin iktisadi boyutunun
yanına yönetim boyutunun da eklenmesi ile “devlet reformu” kavramına
dönüşmüştür.
Türkiye özelinde yaşanan idari reform sorunu konusundaki karmaşanın
yalnızca dar anlamıyla “idareyi” ilgilendiren bir sorun olmadığı ortadadır. Sorun
sistemin işleyişini, çalışanlarını ve ilgililerini kapsayan sofistike bir sorun alanı olup
355
sosyo-ekonomik sahayla da yakından ilgilidir. Mıhçıoğlu’nun da belirttiği gibi
Türkiye’nin yönetim pratiği, derin bunalımlar içinde devam ederek bugün içinden
çıkılmaz ve uzmanlık isteyen bir sorun alanı haline gelmiştir. Azgelişmiş ülkelerde
idari reform çalışmalarının temel sorunu; bu ülkelerin yönetim sistemlerinin iç
dinamiklerden daha fazla dış dinamiklerin tesiriyle değişmesi ve gelişmiş ülke
yönetimlerini taklit etmeleriyle ortaya çıkan işlevsiz kurum ve süreçler sorunudur.
İki yüz yıldır devam eden modernleşme ve reform süreci sonunda temel
sorunlara çözümler getirilemediği ve idareye dair şikayetlerin devam ettiği ileri
sürülmektedir. Mevcut düzenin, devletin taşradaki işleyişinin, eğitim kurumlarının
durumunun, devlet-vatandaş ilişkilerinin seyrinin, halkın gündelik yaşamının ve
yaşanan sorunların dünden bugüne öz itibarıyla değişmediği görülmektedir. Sayısız
reforma ve yeniliğe rağmen yapılan değişikliklerin, meselenin ruhuna inmekten
ziyade daha çok biçimsel bir değişime işaret ettiği sorunlar karşısında alınan tavır ve
tutumların değişmediği görülmektedir.
Disipliner anlamda “idari reform” kavramının II. Dünya savaşı sonrası
dönemde ortaya çıktığı ileri sürülmektedir. Bu yaklaşım disipline hakim olan bir
anlayış olmakla birlikte çok doğru bir saptama olmadığı düşünülmektedir. Eğer bu
ifade ile idari reform teriminin savaşın bitiminde ülkelerin hızlı biçimde
kalkınmalarını sağlamak için ilan edilen reform seferberliğini ve kavramın literatürün
popüler kavramlarından biri haline gelmesi kast edilmekte ise kısmen doğru bir
yaklaşımdır. Aksi takdirde idari reform kavramını açıklamakta eksik izah denemesi
olacaktır. Çalışmamızın değişik yerlerinde ifade edilmeye çalışıldığı gibi bu savın
kabul edilmesi durumunda idari reform kavramı dar bir döneme sıkıştırılmakta ve
ülkelerin yönetim süreçlerindeki dönüşümleri açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Bu
356
çalışma içerisinde idari reform kavramı modernleşme hareketleri bağlamında ele
alınmakta ve terimin modernleşme sürecinin temel araçlarından biri olduğu ileri
sürülmektedir.
İdari reform sözcüğü bu dönemde az gelişmişlik sorununu aşmak için idare
aygıtına öncülük misyonu yüklenmesinin ifadesi olurken dış yardımların sağlanması
ve bu yardımların efektif biçimde kullanılmasının ancak modern bir kamu örgütü
aracılığıyla olacağı öngörülmekteydi. Bu anlayışın sonucu olarak dış faktörlerin
etkisi doğal olarak artarken içerdeki az gelişmiş bir iktisadi yapının yanında
Chapel’inde belirttiği gibi “azgelişmiş bir idari yapının da” olduğu ve bu yapıların
dönüştürülmesinin amaçlandığı gözlenmektedir.
Türkiye’deki uygulaması “bitmeyen senfoniye” dönüşen idari reform sorunu,
kamu yönetim disiplininin zengin konu başlıklarından biri konumundadır. İdari
reform teriminin “idari ıslahat”, “idari reform”, “devlet reformu” biçiminde bir evrim
geçirdiği gözlenirken bu terimlerin farklı dünya görüşlerini ve bakış açılarını ifade
ettiğini belirtmek gerekmektedir. Türkiye’de idari reform çalışmalarının tarihi
İmparatorluk dönemini saymazsak 1930’lu yıllardan başlayarak günümüze kadar
devam etmektedir. En son metinlerden biri olan “Kamu Yönetimi Temel Kanun
Tasarısı’na” değin bir çok çalışma yapılmış, bine yakın öneri ve teklif getirilmiştir.
Yapılan idari reform çalışmalarına iç dinamiklerin etkisi kadar uluslararası
konjonktürün de önemli bir tesiri olmuştur. Uluslararası kuruluşların ve yabancı
uzmanların Türk kamu yönetimi üzerine bir kısım saptamalarda bulunup öneriler
getirmesi reform çalışmaları kadar tartışma konusu olmuş ve olmaya da devam
etmektedir.
357
Ülkemizdeki idari reform çalışmalarının belli bir sistem çerçevesinde
yapıldığını söylemenin oldukça zor olduğu dile getirilirken adı geçen çalışmaların
birbirini tekrar eden tespitler ve önerilerden oluştuğu görülmektedir. İmparatorluğun
son döneminde Fransız idari yapısının Bonapartist merkeziyetçi ve tekçi yapısının
model alınması merkeziyetçilik eğilimlerini kurumsallaştırarak yapısal bir çok
sorunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu aynı zamanda yönetim kültürünü ve
son tahlilde bürokratik yönetim geleneğini etkileyerek, çevreden yönelen taleplere
cevap verme yeteneği hayli zayıflamış bir idari sistemi ortaya çıkarmıştır. Bir
anlamda idari reform çalışmaları “bonapartist ve tekçi” yönetim yapısının, yeniden
düzenlenerek daha liberal ve adem-i merkeziyetçi bir anlayış çerçevesinde
düzenlenmesini öngörmekte veya en azından böyle bir çabaya işaret etmektedir.
Tanzimat’ın ilanı projesinden günümüze Türk idare sisteminin değişmez
gündemini oluşturan idari reform konusu bir anlamda adem-i merkeziyetçi fikirleri
ile Prens Sabahattin ile merkeziyetçi üniter bir yapıyı savunan Ahmet Rıza’nın
görünmez mücadelesi şeklinde geçmiştir. Cumhuriyet yönetimi referans olarak
Ahmet Rıza Beyin merkeziyetçi üniter yapısını model alırken, 1933 tarihinden
başlayarak bu yapının gevşetilerek, daha liberal ve adem-i merkeziyetçi bir yapıya
geçilmesi hususunda yabancı ve yerli uzmanların çalışmaları bulunmaktadır. Ancak
mevcut yapının tüm eleştirilere rağmen kısmi düzenlemelerle devam ettiği
görülmektedir. Türkiye’de idari reform ya da yönetimin yeniden düzenlenmesi
çalışmalarının tartışması uzun zamandır devam eden “Türkiye’nin düzeni” sorunu
bağlamında ortaya çıkan bir düzen arayışına ve son tahlilde bir politik tercihe işaret
etmektedir. Düzen arayışı sorunu Cumhuriyetin kuruluş yıllarından başlayarak kimi
358
zaman örtülü kimi zaman açık biçimde günümüze kadar uzanmış ve entelektüel
yaşamımızı zenginleştiren tartışma alanı olmuştur.
Uluslar arası güç yapısındaki değişimden en çok etkilenen ülkelerden biri
olan Türkiye, ikinci dünya savaşı sonrası dönem içerisinde yeni ittifaklar aramaya
başlamıştır. ABD’nin verdiği askeri ve ekonomik yardımlardan faydalanmak isteyen
Türkiye 1948 yılında Marshall Planına dahil edilmiştir. Bu anlaşmayı izleyen yıllarda
çeşitli Amerikan heyetleri ülkemize gelmeye başlamış ve Türkiye’nin izleyeceği
ekonomi siyasetini, sanayileşme stratejisini, dış politikasını ve tüm bunlara bağlı
olarak idare sistemini içeren raporlar hazırlamışlardır. Bu raporlarda Türkiye için
biçilen rol özetle, ekonomide devlet müdahalesine son verilmesi, özel sektör ve
yabancı yatırımcılara öncelik verilmesi, ticaretin serbestleştirilmesi, devlet
yatırımlarının bayındırlık ve alt yapı işleri ile sınırlı tutulması, devletin büyük sanayi
tesisleri kurmak yerine hafif sanayie ve tarıma öncelik vermesi, merkeziyetçi
yönetim anlayışının terk edilerek yerel yönetimlere ağırlık verilmesi ve kamu
personelinin sayısının azaltılması gibi bir kısım tavsiye ve önerilerde bulunmuşlardır.
Yabancı uzman raporları, literatürde yaygın olarak bütünlükten uzak,
sistematikten yoksun, yeterli araştırma ve incelemeye dayanmayan, kişisel görüş ve
izlenimleri içerdiği ve kısa zamanlarda hazırlandığı ileri sürülse de gerçekte
durumun böyle olmadığı, en kapsamlı araştırmaların ve raporların yabancı uzmanlar
tarafından kaleme alındığı görülmektedir. Amerikan dış yardım siyasetine bir ön
bilgi mahiyeti taşıyan bu raporlarda dış yardımlar ve savunma işbirliği anlaşmaları
ile Türkiye’nin kamu politikaları belirlenmek istemiştir. Devletçiliğin tasfiyesini,
planlamadan vazgeçilmesini, devletin sanayi yatırımlarından vazgeçmesini öngören
359
bu çalışmalar ülkenin içine girdiği bağımlılık ilişkisini göstermesi bakımından hayli
anlamlı raporlardır.
Raporlarda en çok öneride bulunulan konulardan biri idareler arası görev
bölüşümü konusudur. Bu konu sadece yabancı uzman raporlarının değil aynı
zamanda idari reform tarihinin ve yakın dönem Türkiye tarihinin üzerinde en çok
eleştiri getirilen konusudur da. Türkiye’de aşırı merkeziyetçi bir yapı olduğunu öne
süren bir kısım görüşler devletin rasyonel bir işleyişe kavuşturulması bağlamında
yerelleşmenin önünün açılmasını istemektedirler. Türkiye’nin idare sistemine dair
ezberlerden biri olan bu konuda, sistematik bir araştırma ve inceleme bulunmamakla
birlikte alışkanlıktan olsa gerek idareyi eleştirmek isteyenlerin ilk yaptığı işlerden
biri idareler arası görev paylaşımı konusunu gündeme getirmek olmaktadır.
1960 sonrası dönemde planlı kalkınma arayışları bağlamında ortaya çıkan
idari reform çalışmalarının içerik, yönetim anlayışı, politik tercihler ve yöntem
bakımından önceki dönem çalışmalarından kısmen de olsa ayrıldıkları görülmektedir.
Bu dönem çalışmalarının daha çok “örgüt mühendisliği” bağlamında
değerlendirildiğinde uygulamaya aktarılamayan teklif ve önerilerden oluştuğu öne
sürülebilir ki literatürde tam da böyle bir yaklaşım mevcuttur. Reform metinlerinin
içinden çıktıkları toplumsal ve siyasal atmosferden, uluslar arası gelişmelerden
kopartılarak ve amaçları görmezden gelinerek yapılan değerlendirmelerle önemli bir
yanlışa düşülmekte ve reform projelerinin tekil önerilerinin pratiğe ne kadar
aktarılıp-aktarılamadığı tartışması baştan sonuçsuz kalmaktadır.
Güler’in ifade ettiği gibi klasik dönem idari reform seferberliğinin amacı “dış
yardım”, “doğrudan yabancı yatırım”, “kredi istikraz” akışının kesintisiz biçimde
devam ettirilmesi ve bu yapının yönetsel ayağının düzenlenmesidir. Reform projeleri
360
ile kapitalist gelişmenin gereklerini yerine getirmeye uygun bir bürokratik yapının
kurulması ve mevcut idari yapının sürekli biçimde tartışmaya açılarak bürokratik
yapının rolü ve konumunun değiştirilebilir ve esnetilebilir bir hale getirilmek
istendiği görülmektedir.
Hemen belirtmek gerekmektedir ki Mehtap, İdarenin Yeniden Düzenlenmesi
ve Kamu Yönetimi Araştırma Projeleri onar yıllık periyotlarla yapılan yer-yer
birbirini tekrar eden ve birbirini tamamlayan kapsamlı çalışmalardır. Rapor metinleri
dikkatli biçimde irdelendiğinde son iki çalışmanın Mehtap raporunun özeti
niteliğinde olduğu, aynı saptama ve önerilerden oluştuğu görülmektedir. Her üç
çalışmada da idari reform sorunu yapısal/örgütsel ve işlevsel bakış açıları ile ele
alınmıştır. Her üç araştırma da TODAİE öncülüğünde, uygulayıcıların çoğunlukta
olduğu projelerdir. Her üç çalışmada da çoğunlukla betimleme ve tavsiyeler yer
almakta analitik bir bakış açısı yer almamaktadır. Tutum bu duruma semptomatik
yaklaşım adını vermekte ve hastalığın gerçek nedenlerinin bulunamadığı dolayısı ile
eleştirmektedir. 2004 yılında hazırlanan kamu yönetiminde yeniden yapılanma
projesi ile bu durumun değiştiği ve ayrıntılı bir düzenleme gayreti içinde olunduğu
görülmektedir. Son düzenleme ile sadece kamu yönetiminin durumu tasvir edilmekle
kalmayıp somut çözüm önerileri getirilmiş ve bu amaçla bir yasa tasarıları paketi
hazırlanarak meclise sunulmuştur.
Türk modernleşmesinin araçlarından biri olan idari reform çalışmaları son
tahlilde, yönetim aygıtının patrimonyal bir yapıdan yasal-ussal bir niteliğe kavuşması
anlamında önemli çaba denemeleri olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak bu projelerin
siyasal elitler tarafından yasalar ve yönetmelikler marifetiyle çağdaş modernleştirme
şemaları olarak görülmüş ve toplumsal karşılıkları ihmal edilmiştir. 1980 sonrası
361
dönemde yaşanan yapısal uyarlama politikalarına bağlı olarak varılmak istenen
“devlet reformu” ile önceki dönemlerde çözüm önerisi olarak sunulan refah devleti
uygulamaları yoğun biçimde eleştiriye tabi tutulurken idare örgütünün aşırı biçimde
büyüdüğü, kamu kaynaklarını yuttuğu, israfçı ve savurgan bir kamu maliyesinin
bulunduğu bu durumun ise gelişmenin önünde engel teşkil ettiği belirtilmeye
başlamıştır.
Devletin ekonomideki varlığının ve korumacı politikaların, piyasa
mekanizmalarının önünde engel oluşturduğu bu yapının aynı zamanda demokrasinin
gelişimini de yavaşlattığı öne sürülmektedir. Bu bağlamda yapılacak yeni
düzenlemelerle öncelikle iktisadi yapıların serbestleştirilmesi ve buna bağlı olarak da
idari yapının bu sürece uyumlaştırılması gerekmektedir. Yeni sağ politikaların
yönetim felsefesinin temel amaçlarından biri bürokrasinin zayıflatılması ve
etkinliğinin azaltılmasıdır. Geçmişte yabancı elçilikler, Birleşmiş Milletler Kalkınma
Örgütü ve ABD yardımları bağlamında ilerleyen reform politiği bugün için Dünya
Bankası ve Uluslararası Para Fonu gibi uluslar arası örgütler eliyle yürütülmekte ve
desteklenmektedir.
362
KAYNAKÇA
Ahmad Feroz, Demokrasi Sürecinde Türkiye, 1945-1980, (Çev. Ahmet Fethi), Hil
Yayınevi, İstanbul, 1996.
Akarlı Engin Deniz, Belgelerle Tanzimat: Osmanlı Sadrazamlarından Ali ve
Fuat Paşaların Siyasi Vasiyetnameleri, Boğaziçi Üniversitesi Yayını, 1978
Akdeniz Gıyas, “Devlet Teşkilatı ve Rasyonalizasyon”, İktisat Fakültesi
Mecmuası, Yıl 9, No 1-2, 1949
Akpınar Turgut, “Fritz Neumark”, Tarih ve Toplum, S.157, 1997.
Aksoy Şinasi, “Yeni Sağ ve Devletin Değişimi”, Kamu Yönetimi Disiplini
Sempozyumu Bildirileri, TODAİE Yayını, C. 2, Ankara, 1995.
Aksoy Şinasi, “Kamu Yönetimi Nereye Gidiyor? Bir durum Saptaması”, II. Kamu
Yönetimi Forumu, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, 2004.
Al Hamza, Bilgi Toplumu ve Kamu Yönetiminde Paradigma Değişimi,
Bilimadamı Yayınları, Ankara, 2002.
Altıntaş Hakan, “Yerel Yönetimlerin Modernizasyon Süreci ve Yeni Kamu Yönetimi
Anlayışı”, Çağdaş Yerel Yönetimler, C.12, S.1, 2003.
Ar Fikret, “Türkiye ve Amerika Birleşik Devletlerinde Yapılan Bazı İdari Reform
Çalışmaları”, Amme İdaresi Dergisi, C. 6, 1983.
Arın Tülay, “Kapitalist Düzenleme, Birikim Rejimi ve Kriz(I): Gelişmiş
Kapitalizm”, 11. Tez, C. 6, 1983a.
Arın Tülay, “Kapitalist Düzenleme, Birikim Rejimi ve Kriz(II): Azgelişmiş
Kapitalizm ve Türkiye”, 11. Tez, C. 6, 1983b.
Arnold, Peri; “Reforms’ Changing Role”, Public Administration Review, Vol.55,
No.5, September/October, 1995.
Avcıoğlu Doğan, Türkiye’nin Düzeni, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1969.
Aydemir S.Ruhi. “Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısının Değerlendirilmesi”
Yerel Yönetim ve Denetim Dergisi, Nisan 2004.
363
Aykaç Burhan, “Yönetimin İyileştirilmesi ve Örgütsel Değişim”, Türkiye’de Kamu
Yönetimi, (Der. B. Aykaç, Ş.Durgun-H.Yayman), Yargı Yay., Ankara, 2003.
Aykaç Burhan, Kamu Bürokrasisi ve Türk Kamu Personel Yönetiminde
Bürokratik Eğilimler, Ankara, 1997.
Ali Ülkü Azrak, “Kamuda Tehlikeli Reform”, Radikal Gazetesi, 12.01.2004.
Ali Ülkü Azrak, “Türk İdaresinde Reform Girişimlerinin Değerlendirilmesi”, Hukuk
ve Adalet Dergisi, S.2, 2004.
Baade, Fritz, FAO Türkiye Raporu, (Teksir halinde) Ankara, 1960
Baade, F. – G. Finlayson, Türkiye’nin İharacatı ve Görünmeyen Gelirleri Nasıl
Artırabilir, (Teksir halinde) Ankara, 1960.
Baade, F. – G. Finlayson, How to İmprove Turkish Exports and İnvisible
Receipts, OECD, 1960.
Baade, Fritz, Türk Turizminin İnkişaf İmkanları, (Teksir halinde) Ankara, 1960.
Balta Tahsin Bekir, İdare Hukukuna Giriş, TODAİE Yayını, 1970.
Baran Paul A., Büyümenin Ekonomi Politiği, (çev. Engin Günçe), May Yayınları,
İstanbul, 1974.
Başbakanlık DPB, Yabancı Uzman Raporları, Başbakanlık Devlet Matbaası,
Ankara, 1963.
Başbakanlık DPB, Devlet Personeli Rejimi Hakkında Ön Rapor, Başbakanlık
Devlet Matbaası, Ankara, 1962.
Başbakanlık DPB, Atatürk Döneminde Devlet Personeli Rejimi (1923-1938),
Devlet Personel Başkanlığı Yayını,Ankara, 1982.
Başbakanlık DPT, İdareyi ve İdari Metodları Yeniden Düzenleme Konusunda
Hazırlanacak Mevzuatla İlgili Genel İlkeler, Ankara, 1962.
Başbakanlık DPT, Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, Ankara, 1963.
Başbakanlık DPT, İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, Ankara, 1968.
Başbakanlık DPT, Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı, Ankara, 1973.
364
Başbakanlık DPT, Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı, Ankara, 1979.
Başbakanlık DPT, Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, Ankara
Başbakanlık DPT, Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı, Ankara
Başbakanlık DPT, Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1996-2000) , DPT Yayını,
Ankara,1995.
Başbakanlık DPT, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, Ankara, 2000.
Başbakanlık, 21. Yüzyıla Girerken Kamu Yönetiminin Geliştirilmesi ve Bazı
Ülkelerde Uygulamalar, Ankara, 1994.
Bayramoğlu Sonay, “OECD ve Kamu Yönetimi”, Kamu Yönetimi Dünyası
Dergisi, Yıl 4, S. 14, 2003.
Bayraktar, Gonca; “Yeni Sağ Düşüncenin Kamu Yönetimindeki Yansıması Olarak
YKY Anlayışı”, Türkiye’de Kamu Yönetimi, (Der. B. Aykaç, Ş.Durgun-
H.Yayman), Yargı Yayınları., Ankara, 2003.
Berkes Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1973.
Berkman Ümit, “ Administrative Reform or Bureaucracy Reform: the Choice for the
Underdeveloped Countries”, ODTÜ Gelişme Dergisi, S. 9, Güz 1975.
Berkman Ümit, “Planlı Dönemde İdari Reform Anlayışı ve Uygulaması: İdari
Reformun Yönetilmesi Açısından Bir Değerlendirme”, ODTÜ Gelişme
Dergisi, Özel Sayı,1981
Bonwitt, Bob, Kamu Yönetiminde Reform: Görevler ve Amaçlar, (Çev. R.
Çiçek), DPB yayını, 1992.
Boratav Korkut, “İktisat Tarihi 1908-1980” , Çağdaş Türkiye 1908-1980, Cem
Yayınevi, İstanbul, 1989
Boratav Korkut, İktisat Tarihi 1908-1980, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1989.
Boratav Korkut, Türkiye’de Devletçilik, AÜSBF Yayınevi, Ankara, 1989.
Bozkurt Ömer, “Fransa’da Adem-i Merkezileşmenin Beklenmeyen Bir Sonucu
Feodalleşme”, Amme İdaresi Dergisi, C. 24, S. 4, 1991.
365
Brever R., A. Carias, “İdari Reform ve Venezuella’nın Sosyo-Ekonomik
Kalkınması”, (Çev. E. Oyal), Amme İdaresi Dergisi, C. 4, S. 2, 1971.
Butler, Robin; “Reinventing Government”, Public Management Symposium, Public
Administration, Vol.72, No.2, Summer, 1994.
Caiden Gerald E., “Implemetation- the Achilles Heel of Administrative Reform”,
The Management of Change in Government, (Ed. Arne F. Leemans),
Martinus Nijhoff-The Hague, 1976.
Caiden Gerald E., “İdari Reformun Güncelliği” (çev. Nihat Özgöl), Türk İdare
Dergisi, Yıl 61, S.382, 1989.
Caiden Gerald E., Administrative Reform Comes of Ages, New York, 1991.
Caldwell L.K. “Türk Yönetimi ve İdarei Maslahatçılık Siyaseti”, AÜSBF Dergisi,
C.XX, N.2, 1965.
Carias- Brever A.R., “İdari Reform ve Venezüella’nın Sosyo-Ekonomik Kalkınması”
(çev. E. Oyal)Amme İdaresi Dergisi, C.4, S.2, 1971.
Chapel Yves, “İdari Azgelişmişlik”, (çev. Visalettin Pekiner)Amme İdaresi Dergisi,
C. 1, S. 2, 1968.
Cope , Stephan-Frank Leishman-Peter Storie; “Globalization, New Public
Management And The Enabling State”, International Journal Of Public
Sector Management, 10,6: 444-460, 1997.
Crow Ralph - A. İskender, Lübnan’da İdari Reform 1958-1959, (Çev. Ö.
Ozankaya), TODAİE Yayını, Ankara, 1962.
Crozier Michel, “Fransız Yönetiminde Bunalım ve Yenileşme”, (Çev. M. Gülmez),
Amme İdaresi Dergisi, C. 7, S. 4, 1974.
Çavdar Tevfik, Türkiye’de Liberalizm(1860-1990), İmge Kitapevi, Ankara, 1992.
Çavdar Tevfik, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi(1839-1950), İmge Kitapevi, 2.
Baskı, Ankara, 1999.
Çavdar Tevfik, Türkiye Ekonomisinin Tarihi(1900-1960), İmge Kitapevi, Ankara,
2003.
366
Çelebi Katip, Bozuklukların Düzeltilmesinde Tutulacak Yollar, (Haz. Ali Can)
Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını, Ankara, 1982. İzlenecek
Çiner C. U., “Devlet Reformunda Birleşmiş Milletler: Birimleri ve Faaliyetleri”,
Kamu Yönetimi Dünyası Dergisi, Yıl 4, S. 14, 2003.
Çoker Ziya, Yönetimin Yeniden Yapılanması, Ankara, 1995.
Dahl Robert, “ The Science of Public Administration : Three Problems”, Public
Administration Review, V. 7, N. 1, 1947.
Davison Roderich H., Osmanlı İmparatorluğunda Reform I, (Çev. Osman
Akınhay), Papirüs Yayınları, 1997, İst.
Davison Roderich H., Osmanlı İmparatorluğunda Reform II, (Çev. Osman
Akınhay), Papirüs Yayınları, 1997, İst.
Dean Alan L. - W. F. Finan, “İdari Reformların Hazırlanması ve Uygulanmasına
İlişkin Usuller”, Amme İdaresi Dergisi, C. 4, S. 3, 1971.
Defter Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Osmanlı Devlet Düzeni,
(Düz. Ragıp Uğural), TODAİE Yayını, Ankara,1969.
Demirci G. Filiz, “Türk Kamu Yönetiminin Evrimi(I)”, Amme İdaresi Dergisi,
C.36, S.1, 2003.
Dertilis P. B., “Yunanistan ve Marshall Planı”, İÜİF, C.12, S.1-2, 1950-1951
Dikmen Ahmet A., “Küresel Üretim, Moda Ekonomileri ve Yeni Dünya
Hiyeararşisi”, Toplum ve Bilim Dergisi, S.86, Güz 2000.
Dikmen Alpay, “Kamu Yönetimi Temel Kanunu Taslağı Hakkında Sorular ve
Yanıtlar”, AÜSBF GETA Tartışma Metinleri, No:59, Kasım 2003.
Dimock Marshall, “Amme İdaresinde Yeni Gelişmeler”, (çev. C. Mıhçıoğlu)
AÜSBF Dergisi, C.IX, N.1, 1954.
Dinçer Nabi - T. Ersoy, Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırma Projesi
Tavsiyelerinin Uygulama Durumu Değerlendirme Araştırması, TODAİE
Yayını, Ankara, 1974.
367
Dinçer Nabi - T. Ersoy, “Kamu Yönetimini Yeniden Düzenleme Çalışmaları ile ilgili
Bir Değerlendirme”, Amme İdaresi Dergisi, C. 7, S. 4, 1974.
Dinçer Ömer, Cevdet Yılmaz, Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma 1,
(Değişimin Yönetimi için Yönetimde Değişim) TC. Başbakanlık, Ankara,
2003
Dorr Raporu, Türkiye’nin İktisadi Bakımdan Umumi Bir Tenkidi, Köy
Öğretmeni Basımevi, 1933
Drucker Peter F., Değişim Çağının Yönetimi, (Çeviri: Z. Dicleli), Türk Henkel
Yayını, İstanbul, 1995.
Drucker Peter F., 21. Yüzyıl İçin Yönetim Tartışmaları, (Çeviri: İ. Bahçıvangil-G.
Gorbon), Epsilon Yayınevi, İstanbul, 1999.
Duran Lütfi, İdare Hukuku Ders Notları, İÜHF Yayını, İstanbul, 1982.
Duran Lütfi, Türkiye Yönetiminde Karmaşa, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1988.
Dunleavy P. -C. Hood, “From old Public Administration to New Public
Management”, Public Money and Management, V. 14, N. 3, 1994.
Emre Cahit, Yönetimin Yeniden Düzenlenmesi- 12 Eylül 1980’den Sonra, AÜ
SBE Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 1986.
Emre Cahit, “Türkiye’de Bürokratik İşlemlerin Basitleştirilmesi ya da Yazçizciliğin
Azaltılması, Genel Bir Değerlendirme”, AÜSBF Dergisi, C. 46, S. 3-4,
1991.
Emre Cahit, “Değişen Kamu Yönetimi Anlayışı ve Mülki İdare Amirliğinin
Geleceği”, İyi Yönetim Arayışında Türkiye’de Mülki İdarenin Geleceği,
Türk İdari Araştırmalar Vakfı Yayını, Ankara, 2002.
Erdoğdu Seyhan, “Kamu Personel Rejiminde Uyarlama”, AÜSBF GETA Tartışma
Metinleri, No: 60, Kasım 2003.
Ergun Turgay, “Türkiye’de Yönetim Biliminin Uygulamaya Yansıması”,
Türkiye’de Sosyal Bilim Araştırmalarının Gelişimi, Türk Sosyal Bilimler
Derneği yayını, Ankara, 1986.
368
Ergun Turgay, “Kamu Yönetiminin Yeniden Düzenlenmesi Gereksinmesi ve Kamu
Yönetimi Araştırma Projesi”, Amme İdaresi Dergisi, C.24, S. 4, 1991.
Ergun Turgay, “Kamu Yönetimi Disiplinin Gelişmesine Kısa Bir Bakış: Yeni
arayışlar ve Gerçekler”, Kamu Yönetimi Disiplini Sempozyumu Bildirileri,
TODAİE Yayını, C.1, Ankara, 1995.
Ergun Turgay, “Post-Modernizm ve Kamu Yönetimi”, Türkiye’de Kamu Yönetimi,
(Der. B. Aykaç, Ş.Durgun-H.Yayman), Yargı Yay., Ankara, 2003.
Ergun Turgay, “Türkiye Cumhuriyetinin Devlet Yapısı”, Türkler Ansiklopedisi,
C.17, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002.
Erkin Vedat, “Personel Rejimi Geliştirme Çabaları”, Amme İdaresi Dergisi, C. 4, S.
1, 1971.
Ertürk Berin, “Bir Psikolojik Değişim Sorunu Olarak İdari Reform”, Amme
İdaresi Dergisi, C. 4, S. 3, 1971
Eryılmaz Bilal, Tanzimat ve Yönetimde Modernleşme, İşaret Yayını, İstanbul,
1992.
Eryılmaz Bilal, “Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma Perspektifi ve Stratejisi”,
İdarecinin Sesi Dergisi, C.XV, S.100, 2003
Eryılmaz Bilal, “Kamu Yönetiminde Değişim”, II. Kamu Yönetimi Forumu,
Hacettepe Üniversitesi Yayınları, 2004.
Farazmand Ali, “Küreselleşme ve Kamu Yönetimi”, Mülkiye Dergisi, C.XXV, S.
229, 2000.
Finan W., Dean A., “İdari reform Hazırlanmasına ve Uygulanmasına İlişkin
Usuller”, Amme İdaresi Dergisi, C.4, S.3, 1971.
Findley Carter V., Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform, (Çev. L.Boyacı-İ.
Akyol), İz Yayınları, İstanbul, 1994.
Fişek Kurthan, Mülki İdare Amirliği, (Ed.) TİD Yayını, Ankara, 1976.
Frederickson, H. George; New Public Administration, USA: Alabama Un. Press
USA, 1997
369
Frederickson H. G., - Kevin B. Smithl; The Public Administration Theory Primer,
Westview Press, USA, 2003.
Garcia Zamor, J. Claude, “İdari Reformda Ekolojik Bir Yaklaşım: Brezilya Örneği”,
( Çev. E. Oyal), Amme İdaresi Dergisi, C. 4, S. 2, 1971.
Gerger Haluk, Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği, Belge Yayınları, İstanbul,
1999.
Gilmer J. H., “Memur ve Siyaset: Yönetime Bağlılık”, (Çev. V. Pekiner), Amme
İdaresi Dergisi, C. 1, S. 1, 1968.
Gray John, Sınırlı Devlet Pozitif Bir Gündem, (Çev. D. Leblebici), Ankara, 1993.
Grindle Merilee S. and Johhn W. Thomas, Public Choice and Policy Change: The
Political Economy of Reform in Developing Countries, The J. Hopkins
University Press, ,Baltimore, 1992.
Golembiewski R.B. “The Future of Public Administration: End of a Short Stay in
the Sun? Or a New Day A-Dawning?”, Public Administration, V. 56, No. 2,
s. 139-149, 1996.
Gore, Al; “Best Kept Secrets Of The Government”, National Performance Review,
1996, USA.
Gournay Bernard, “Fransa’da İdari Reform Çalışmaları”, (çev. İ. Kuntbay), Amme
İdaresi Dergisi, C.4, S.2, 1971.
Görmez Kemal, “Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısının Değerlendirilmesi”,
Kamu Yönetimi Reformu, ASAM Yayınları, 2003.
Gray A-Jenkins B. , “From Public Administration To Public Management:
Reassesing a Revolution:”, Public Administration, Vol. 73, s. 75-99, 1995.
Groves R. T, “Administrative Reform and Political Development”, The
Management of Change in Government, (Ed. Arne F. Leemans), Martinus
Nijhoff-The Hague, 1976.
Gülalp Haldun, Gelişme Stratejileri ve Gelişme İdeolojileri, Yurt Yayınları,
Ankara, 1983
370
Güler Birgül A., “Nesnesini Arayan Disiplin: Kamu Yönetimi”, Türkiye’de Kamu
Yönetimi, (Der. B. Aykaç, Ş.Durgun-H.Yayman), Yargı Yay., Ankara, 2003.
Güler Birgül A., Yeni Sağ ve Devletin Değişimi Yapısal Uyarlama Politikaları,
TODAİE Yayını, Ankara, 1996.
Güler Birgül A., “Yerel Yönetimleri Güçlendirmek mi?Adem-i Merkeziyetçilik
mi?”, Çağdaş Yerel Yönetimler, C. 9, S.2, 2000.
Güler Birgül A., “Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye”, Praksis Dergisi, S. 7, 2002.
Güler Birgül A., “Devlette Reform”, Kamu Yönetimi Dünyası Dergisi, Yıl 4, S.
13, 2003a.
Güler Birgül A., İkinci Dalga: Siyasal ve Yönetsel Liberalizasyon Kamu
Yönetimi Temel Kanunu, Türkiye Yol İş Sendikası Yayını, 2003b.
Güler Birgül A., “Kamu Yönetimi Temel Kanunu Üzerine”, Hukuk ve Adalet
Dergisi, S.2, 2004.
Güler Birgül A., “Değişme ve Disiplin”, II. Kamu Yönetimi Forumu, Hacettepe
Üniversitesi Yayınları, 2004.
Sait Güran, “Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısının Değerlendirilmesi”, Kamu
Yönetimi Reformu, ASAM Yayınları, 2003.
Güven H. Sami, 1950’li Yıllarda Türkiye Ekonomisi Üzerine Amerikan
Kalkınma Reçeteleri, Ezgi Kitapevi, Bursa, 1998.
Güzelsarı Selime “Neo-Liberal Politikalar ve Yönetişim Modeli”, Amme İdaresi
Dergisi, C.36, S.2, 2003..
Güzelsarı Selime “Kamu Yönetimi Disiplininde Yeni kamu İşletmeciliği ve
Yönetişim Yaklaşımları” AÜSBF Tartışma Metinleri, No: 66, Mart 2004.
Hanson, A.H., Türkiye’deki İktisadi Devlet Teşekküllerinin Bünyesi ve
Murakabesi, TODAİE Yayını, Ankara, 1954.
Hanyal Ragıp, Türkiye’de ve Yabancı Memleketlerde Barem Rejimi, Başbakanlık
Devlet Matbaası, 1951.
371
Heper Metin, “Osmanlı- Türk Devletinde Bürokrasinin Siyasal Rolü: Kamu
Yönetimi Açısından”, Amme İdaresi Dergisi, C. 6, S. 2, 1973.
Heper Metin, Bürokratik Yönetim Geleneği: Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye
Cumhuriyetinde Gelişimi ve Niteliği, ODTÜ Yayını, Ankara, 1974.
Heper Metin, Türk Kamu Bürokrasisinde Gelenekçilik- Modernleşme, Boğaziçi
Üniversitesi Yayını, İstanbul, 1977.
Heper Metin- Ümit Berkman, “Türkiye’de Kamu Yönetimi Araştırma ve Eğitiminde
Kavramsal Kuram ve Yöntem Sorunları”, Amme İdaresi Dergisi, C. 12, S.
2, 1979.
Heper Metin, “Kamu Bürokrasisi”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi,
C.2, İletişim Yayınları, İstanbul.1983
Hirsch Ernest E., Hatıralarım, Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk
Ülkesi, (çev. Fatma Suphi), Tubitak Yayınları, 6. Baskı, Ankara, 2000.
Hood Christopher, Her Zaman için Geçerli Olan Bir Kamu Yönetimi, (Çev. R.
Çiçek), DPB Yayını, 1991.
Horvarth Bela, Anadolu 1913, ( Çev.Tarık Demirkan), Tarih Vakfı Yayınları, 2.
Baskı, İstanbul, 1997.
Hughes, Owen; Public Management&Administration, USA:ST.Martin’s Press, 1998.
İdari Reform ve Reorganizasyon Hakkında Ön Rapor, TODAİE Yayını, Ankara,
1965.
Imbert Paul, Osmanlı İmparatorluğunda Yenileşme Hareketleri, (çev. Adnan
Cemgil), Havass Yayınları, İstanbul, 1981.
Işıklı Alparslan, “Yerelleşme”, AÜSBF GETA Tartışma Metinleri, No: 60, Kasım
2003.
İlkin Selim, “Birinci Sanayi Planının Hazırlanışında Sovyet Uzmanların Rolü”,
AÜSBF Dergisi, 1981.
İnan Afet, Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyetinin Birinci Sanayi Planı
1933, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1972.
372
Kamu Yönetiminin Yeniden Düzenlenmesi, Başbakanlık Basımevi, 1982, Ankara.
Kamu Yönetimi Araştırma Projesi Genel Rapor, TODAİE Yayını, Ankara, 1991.
Kamu Yönetiminin İyileştirilmesi, Özel İhtisas Komisyonu Raporu, DPT Yayını,
Ankara, 1994
Kamu Yönetiminin İyileştirilmesi ve Yeniden Yapılandırılması, Özel İhtisas
Komisyonu Raporu, DPT Yayını, Ankara, 2000.
Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma 2, Kamu Yönetimi Temel Kanunu
Tasarısı, TC. Başbakanlık, Ankara, 2003.
Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma 3, Mahalli İdareler Kanun Tasarısı, TC.
Başbakanlık, Ankara, 2003.
Kansu Günal, Planlı Yıllar - Anılarla DPT’nin Öyküsü, İş Bankası Yayınları,
İstanbul, 2004.
Karaer Tacettin, “Kamu Yönetimini Yeniden Düzenleme ve Girişimleri ve
Sonuçları Üzerine Bir Deneme”, Amme İdaresi Dergisi, C. 20, S. 2, 1987.
Karaer Tacettin, “Kalkınma Planları ve İdari Reform”, Amme İdaresi Dergisi, C.
24, S. 2, 1991.
Onur Karahanoğulları, “Kamu Yönetimi Temel Kanunu Taslağındaki Anayasaya
Aykırılıklar”, AÜSBF GETA Tartışma Metinleri, Özel Sayı, No:59, Kasım
2003.
Karahanoğulları Onur, “Kamu Reformu Tartışmalarına Metodolojik Bir Yaklaşım”,
Hukuk ve Adalet Dergisi, S.2, 2004
Kayra Cahit, “Defterdar Sarı Mehmet Paşanın Dramı”, Amme İdaresi Dergisi, C.3,
S.2, 1970.
Karaosmanoğlu Attila, Türkiye’de Yeniden Yapılanmayla İlgili Sorunlar,
TUBA Yayınları, 2003a.
Karaosmanoğlu Attila, “1960’lı Yıllarda Türkiye’de Planlama Deneyimi”, Planlı
Kalkınma Serüveni, Yayına Hazırlayan Fahri Aral, İsanbul Bilgi
Üniversitesi Yayını, 2003b.
373
Karpat Kemal H., Türk Demokrasi Tarihi, Afa yayınları, İstanbul, 1996.
Kelly, Mae Rita; “An İnclusive Democratic Polity, Representative Bureaucracies
And The New Public Management”, Public Administration Review,58, 3:
201-209, 1998.
Kerwin Robert W., “Türkiye’de Karayollarının İnkişafı”, İÜİF Dergisi, C.10, S.1-4,
1948-1949.
Kepenek Yakup-Nurhan Yentürk, Türkiye Ekonomisi, Remzi Kitabevi, 9. Basım,
1997
Kırca Coşkun, Devlette Yozlaşmayı Yenmek, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1994.
Koçi Bey Risalesi, (Sadeleştiren: Z. Danışman), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını,
Ankara, 1985.
Köker Levent, Modernleşme Kemalizm ve Demokrasi, İletişim Yayınları, İstanbul,
1990.
Kuyaksil Ali, Türkiye’de Yönetimi Yeniden Düzenleme Çalışmaları- Çok Partili
Dönem, Der Kitabevi, İstanbul, 1994.
Kutlu Önder, “İdari Reform Transferi: Ülkelerin Birbirinden Kamu Politikaları
Transfer Etmeleri ve Öğrenmeleri”, Kamu Yönetiminde Çağdaş
Yaklaşımlar, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2003.
Küçük Yalçın, Planlama Kalkınma ve Türkiye, Tekin Yayınevi, 4. Basım,
İstanbul,1985.
Laubadere, A., Devletin Ekonomik Hayata Müdahalesi ve Mülki Taksimatta
Reform, (çev. T. Akkutay, Ö. Ozankaya), TODAİE Yayını, 1961
Lane, Jan-Erik, New Public Management, Routledge, London, England, 2000.
La Palombara Jozeph, Bureaucracy and Political Development, (Ed.), New
Jersey, 1963.
Lawrence Paul, “Değişikliğe Karşı Direnç Nasıl Giderilebilir?”, (Çev. M. Tosun),
Amme İdaresi Dergisi, C. 6, S. 1, 1973.
374
Learned Edmund P., Audrey T. Sproat, Örgüt Kuramı Ve Politikası, (Çeviri: G.
Şaylan), TODAİE Yayını, Ankara, 1972.
Leemans Arne F., The Management of Change in Government, (Ed.), Martinus
Nijhoff-The Hague, 1976.
Lewis Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu,(Çev. Metin Kıratlı), TTK yayınevi,
4. Baskı, Ankara, 1991.
Lübnan’da İdari Reform, TODAİE Yayını, Anakara, 1962
March James C., Herbert A. Simon, “ Bürokrasinin İşlevsizliği”, (Çev. G. Şaylan),
Amme İdaresi Dergisi, C. 6, S. 3, 1973
Lynn, Jr. And E. Laurence; “The New Public Management: How to Transform a
Theme into a Legacy”, Public Administration Review,, 53, 3:231-238, 1998
Matthews A.T.J., Yetişen Türk İdarecileri, (çev: Nermin Abadan), AÜSBF
Yayınları, Ankara, 1955.
Masceranhas R. C., “Building on Enterprise Culture in the Public Sector: Reform of
the Public Sector in Australia, Britain and New Zealand”, Public
Administration Review, V. 53, N. 4, 1993
Maor, Moshe; “The Paradox of Managerialism”, Public Administration Review,,
59, 1:5-19, 1999.
Mehtap Raporu, TODAİE Yayını, Ankara, 1966.
Merikoski V., “İdarenin Siyasileşmesi”, (Çev. C. Tutum), Amme İdaresi Dergisi,
C. 4, S. 4,1971
Mıhçıoğlu Cemal, İdari Reform – Belçika Tecrübesi ve Türkiye İçin Alınacak
Dersler, AÜSBF Yayını, Ankara, 1963.
Mıhçıoğlu Cemal, “Kırtasiyecilikle Savaş”, Amme İdaresi Bülteni, Sayı 3, 1965.
Mıhçıoğlu Cemal, “İdareyi Yeniden Düzenleme Çalışmaları”, Amme İdaresi
Bülteni, S. 1, 1965.
Mıhçıoğlu Cemal, Türkiye’de Çağdaş Kamu Yönetimi Öğretiminin Başlangıç
Yılları, AÜ SBF Yayını, Ankara, 1988.
375
Minibaş Türkel, “Liberalleşme Yolunda Seksen Yıl”, İFMC İktisat Dergisi, S.440,
2003.
Moltke H. Von, Türkiye Mektupları, (Çev. K. V. Gül), Varlık Yayınları, İstanbul,
1967.
Neumark Fritz, Devlet Daire ve Müesseselerinde Rasyonel Çalışma Esasları
Hakkında Rapor, Başbakanlık Devlet Matbaası, Ankara,1949.
Neumark Fritz, Boğaziçine Sığınanlar,(çev. Ş.A. Bahadır), İÜİF Yayını, 1982.
Nicolson F. I., “Gelişmekte Olan Ülkelerde Bürokrasi”, (Çev. O. Çitci), Amme
İdaresi Dergisi, C. 5, S. 2, 1972.
Oktay Cemil, “Devletin Siyasal Olarak Yeniden Yapılandırılması”, İFMC İktisat
Dergisi, (Özel Sayı), 1997a.
Oktay Cemil, Siyasal Sistem ve Bürokrasi, Yükselen İstemler Karşısında Türk
Siyasal Sistemi ve Kamu Bürokrasisi, Der Yayınevi, İstanbul, 1997b.
Okyar Osman, “Mr. Thorburg ve Türk Ekonomisi”, İÜİF Dergisi, C.9, S.4, 1948.
Onar Sıddık Sami, “İdare İlmi ve İdare Hukuku Bakımından Türkiye’nin İdari ve
Hukuki Bünyesinin Geçirdiği İstihaleler ve Bugünkü Durum”, Türkiye’de
Kamu Yönetimi, (Der. B. Aykaç, Ş.Durgun-H.Yayman), Yargı Yay.,
Ankara, 2003.
Onar Sıddık Sami, “Personel Reformu”, Amme İdaresi Dergisi, C. 4, S. 1, 1971.
Ortaylı İlber, “Türkiye’de Taşra Yönetimi ve Yöneticiliğin Evrimi”, Türkiye’de
Mülki İdare Amirliği, TİD Yayını, Ankara, 1976.
Ortaylı İlber, Türkiye İdare Tarihi, TODAİE Yayını, Ankara, 1979.
Osborne D and T. Geabler, Reinventing Govrnment, How the Enterpreneurial
Spirit is Transforming the Public Sector, Plume Books, New York, 1993.
Ömürgönülşen Uğur, “Kamu Yönetimi Disiplini Araştırma ve Öğretiminde Yeni
Arayışlar ve Bu Arayışların Kamu sektörü Reform Çalışmalarına
Yansımaları:Eleştirel Bir Değerlendirme”, 21. Yüzyılda Türkiye’de Kamu
Yönetimi Reformu Sempozyumu, 2004.
376
Ömürgönülşen, Uğur; “The New Public Management”, AÜSBF Dergisi, 52: 517-
566, 1997.
Öz Mehmet, Osmanlı’da “Çözülme” ve Gelenekçi Yorumcuları, Dergah Yayınları,
1997.
Özel Mehmet, “Kamu Yönetiminde Yeni Bir Örgütlenme İlkesi:
Yerellik(Subsidaritaet), Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi, C.9, S.3, 2000.
Özer Mehmet A., “Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma ve Son Gelişmeler”, II.
Kamu Yönetimi Forumu, Hacettepe Üniversitesi yayınları, 2004.
Özen Şükrü, “Kamu Yönetimi Yazınımız ve Örgütler- Yönetim Çalışma Alanı:
Tehlikeli İlişkiler”, Kamu Yönetimi Disiplini Sempozyumu Bildirileri,
TODAİE Yayını, C.1, Ankara, 1995.
Arif Payaslıoğlu, Merkezi İdarenin Taşra Teşkilatı Üzerine Bir İnceleme,
TODAİE-DPT Ortak yayını, Ankara, 1966.
Payaslıoğlu Arif, “İdari Reformun Yönü ve Stratejisi”, Amme İdaresi Dergisi, C. 4,
S. 2, 1971a.
Payaslıoğlu Arif, “İdari Reformun Sınırlılıkları”, Amme İdaresi Dergisi, C. 4, S. 2,
1971b.
Podol Richard, “Bir Yabancı Gözüyle Yirminci Yüzyılın Ortasında Türk Kamu
Yöneticisi”, (çev. C.Tutum), Amme İdaresi Bülteni, Sayı 10, 1967.
Prens Sabahaddin, Türkiye Nasıl Kurtarılabilir?, (Çev. F. Unan), Ayıraç Yayınları,
Ankara, 1999.
Riggs Fred W., “Bürokratlar ve Siyasal Gelişme: Çelişmeli Bir Görüş”, (Çev. S.
Yalçındağ), Amme İdaresi Dergisi, C. 4, S. 2, 1971.
Riggs Fred W., “Administrative Reform and Political Responsive: A Theory of
Dynamic Balancing”, (Ed. H. Eckstein and T Robert), Comparative Politcs
Series, V.1
Rowat, C. Donald, Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülkelerde Bürokrasilerin
Karşılaştırılması: İstatistiki Bir Analiz, DPB Yayını, 1991.
Sander Oral, Türk Amerikan İlişkileri, AÜSBF Yayını, Ankara, 1979
377
Saran Ulvi, Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma, Atlas Yayınevi, Ankara,
2004.
Sargut Selami, “Kamu Örgütleri Kuramını Arıyor: Kuramsal Bir Yaklaşım”, 21.
Yüzyılda Nasıl Bir Kamu Yönetimi Sempozyumu, TODAİE Yayını,
Ankara, 1997.
Savcı Bahri, “Yeni Bir Anayasa Rejimine Doğru Gelişmeler”, AÜSBF Dergisi, C.
XVI, N.1, 1961.
Savcı Bahri, “Türkiye’de Reform Hareketlerinin Bir Analizi”, AÜSBF Dergisi, C.
XX, S. 4, 1965.
Schımenke Dieter, “Federal Almanya’da Yönetsel Gelişme ve Yönetsel Reformlar”,
Amme İdaresi Dergisi, C.19, S.3, 1986.
Sencer Muzaffer, “Osmanlı İmparatorluğunda Tanzimat Sonrası Siyasal ve Yönetsel
Gelişmeler”, Amme İdaresi Dergisi, C.17, S. 3, 1984.
Sencer Muzaffer, “Cumhuriyet Hükümetleri”, Amme İdaresi Dergisi, C.18, S. 4,
1985.
Sencer Muzaffer, Türkiye’nin Yönetim Yapısı, 1986.
Sencer Muzaffer, “Türkiye’de Kalkınma Stratejileri ve Planlama Süreci”, Amme
İdaresi Dergisi, C.24, S. 4, 1991.
Sezer Birkan U., “Büyük Devlet-Küçük Devlet Tartışmaları”, Amme İdaresi
Dergisi, C. 25, S.4, 1992.
Shaw Stanford, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye I, (Çev. Mehmet
Harmancı) E Yayınları, 2. Baskı, İstanbul,1994.
Shaw Stanford J.-Ezel K. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye II,
(Çev. Mehmet Harmancı) E Yayınları, 2. Baskı, İstanbul,1994.
Smith T., “Post-Modern Politics and The Care for Constitutional Renewal”, Political
Quarterly, V. 65, N. 2, 1994
Stewart John and K. Walsh, ”Change in the Management of Public Services”, Public
Administration, V. 70, N. 4, 1992.
378
Suvla Refii Şükrü, “Türkiye ve Marshall Planı(1)”, İÜİF Dergisi, C.10, S.1-4, 1949.
Sürgit Kenan, “Türkiye’de İdareyi Yeniden Düzenleme ve Geliştirme Çabaları”,
Amme İdaresi Dergisi, C.1, S.1.
Sürgit Kenan, Türkiye’de İdari Reform, TODAİE Yayını, Ankara, 1972.
Şaylan Gencay, “Üçüncü Beş Yıllık Plan ve İdari Reform”, Amme İdaresi Dergisi,
C. 6, S. 2, 1973.
Şaylan Gencay, “Toplumsal Değişme, Yönetsel Bozulma ve Yolsuzluk”, Amme
İdaresi Dergisi, C. 8, S. 4, 1975.
Şaylan Gencay, Türkiye’de Kapitalizm, Bürokrasi ve Siyasal İdeoloji, TODAİE
Yayını, Ankara,1974.
Şaylan Gencay, “Mülki İdare Amirliği Sisteminin Belirleyici Bir Özelliği:
Merkezcilik”, Türkiye’de Mülki İdare Amirliği, (Ed. K. Fişek), TİD
Yayını, Ankara, 1976a.
Şaylan Gencay, “Günümüz Mülki Amirlik Sistemini Nitelendiren Bir Eğilim: Siyasal
Yönetsel Yapı Bütünleşmesi”, Türkiye’de Mülki İdare Amirliği, (Ed. K.
Fişek), TİD Yayını, Ankara, 1976b.
Şaylan Gencay, “Cumhuriyet Bürokrasisi”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Ansiklopedisi, C. 2, İletişim Yayınları, İstanbul, 1983a.
Şaylan Gencay, “Türkiye Cumhuriyetinde Devlet Yapısının Evrimi”, Cumhuriyet
Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 2, İletişim Yayınları, İstanbul, 1983b.
Şaylan Gencay, “Bağımsız Bir Disiplin Olarak Kamu Yönetimi: Yeni Paradigma
Arayışları”, Amme İdaresi Dergisi, C. 29, S. 3, 1996.
Şaylan Gencay, Değişim, Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevleri, İmge Yayınevi,
Ankara, 1997.
Şaylan Gencay, “Devletin Yeniden Yapılanması”, Türkiye’de Bunalım ve
Demokratik Çıkış Yolları, TÜBA Yayını, Ankara, 1998.
Şaylan Gencay, Devlet Reformu: Kamu Personel Yönetiminden İnsan
Kaynaklarına Geçiş, TESEV Yayını, İstanbul, 2000.
379
Şaylan Gencay, “Bir Yapısal Değişim Sorunu Olarak Yönetim Reformu”,
Türkiye’de Kamu Yönetimi, (Der. B. Aykaç, Ş.Durgun-H.Yayman), Yargı
Yay., Ankara, 2003.
Schmanke Dieter, “Federal Almanya’da Yönetsel Gelişme ve Yönetsel Reformlar”,
(Çev. M. Yıldırım), Amme İdaresi Dergisi, C. 19, S. 3, 1986.
Tan Turgut, “Kamu Hizmeti, Özelleştirme ve Bürokrasinin Azaltılması Üzerine”,
Türk İdare Dergisi, S.378, 1988.
Tan Turgut, “KAYA Çerçevesinde Merkezi İdarenin Yeniden Düzenlenmesi”,
Kamu Yönetimini Yeniden Düzenleme, Kayud Yayını, Ankara, 1993.
Tan Turgut, “Yönetimde Yeni Rasyonellik Arayışları ve Hukuk”, Kamu Yönetimi
Disiplini Sempozyumu Bildirileri, C. 2, TODAİE Yayını, Ankara, 1995.
Turgut Tan, “Kamu Yönetimi Reform Temel Kanun Tasarısı Değerlendirmesi”,
Kamu Yönetimi Reformu, ASAM Yayınları, Aralık 2003.
Tekeli İlhan-Selim İlkin, 1929 Dünya Buhranında Türkiye’nin İktisadi Politika
Arayışları, ODTÜ Yayını, 1983.
Tekeli İlhan-Selim İlkin, Uygulamaya Geçerken Türkiye’de Devletçiliğin
Oluşumu, ODTÜ Yayını, 1982.
Tekeli İlhan, “II. Dünya Savaşı Sırasında Hazırlanan savaş Sonrası Kalkınma Plan ve
Programları”, ODTÜ Gelişme Dergisi, 1980.
Tekeli İlhan-Selim İlkin, Dr. Max Von Porten’in Türkiye’deki Çalışmaları ve
İktisadi Devlet Teşekkülleri Sisteminin Oluşumu, Frederich Ebert Vakfı
Yayını, İstanbul, 1992.
Tekeli İlhan, “Yönetim Kavramı Yanısıra Yönetişim Kavramının Nedenleri
Üzerine”, Sosyal Demokrat Değişim, S.3, 1996.
Tekeli İlhan, “Devletin İktisadi Hayattaki Yeri”, İFMC İktisat Dergisi , (Özel Sayı),
1997.
Terry L.D., “Why We Should Abandon the Misconcecieved Quest to Reconcile
Public Entrepreneurship With Democracy”, Public Admiministration, V.
53, N. 4, s. 319-328.1993.
380
Terry, D. Larry; “From Greek Mythology to the Real World of the New Public
Management and Democratic Governance”, Public Administration Review,
59,3,272-278, 1999.
Tezel Yahya Sezai, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, Yurt Yayınları, 2. Baskı,
1986.
TODAİE, İdari Reform ve Reorganizasyon Raporu, TODAİE Yay, Ankara, 1961.
TODAİE, Merkezi Hükümet Araştırma Projesi, TODAİE Yayını., Ankara, 1963
TODAİE, İdarenin Yeniden Düzenlenmesi İlkeler ve Öneriler, TODAİE, Ankara,
1972.
TODAİE, Kamu Yönetimi Araştırma Raporu, TODAİE Yayını, Ankara, 1991.
TOBB, Mahalli İdarelerin Yeniden Yapılandırılması, Yerel Yönetim Reformu,
Özel İhtisas Komisyonu Raporu, 1996.
Tortop Nuri, “İdarenin Yeniden Düzenlenmesi”, AİTİA Dergisi, C.III, S.2, 1971.
Trak Ayşe, “Liberalizm-Devletçilik Tartışması (1923-1939)”, Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi, C. 4, İletişim Yayınları, İstanbul, 1983.
Tutum Cahit, “Fulton Raporu”, Amme İdaresi Dergisi, C. 2, S. 1, 1969.
Tutum Cahit, “İdari Reformda Başlıca Yaklaşımlar”, Amme İdaresi Dergisi, C. 4,
S. 2, 1971.
Tutum Cahit, “İdarenin Yeniden Düzenlenmesine İlişkin Çalışmalarda Personel
Reformu Konusu”, Kamu Yönetimini Yeniden Düzenleme, KAYUD
Yayını, Ankara, 1993.
Tutum Cahit, Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma, TESAV Yayını, Ankara,
1994.
Tutum Cahit, “Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma”, Türkiye’de Kamu
Yönetimi, (Der. B. Aykaç, Ş.Durgun-H.Yayman), Yargı Yay., Ankara, 2003.
TÜSİAD, Kamu Bürokrasisi Raporu, TÜSİAD Yayını, İstanbul, 1983.
TÜSİAD, Yerel Yönetimler Sorunlar Çözümler, TÜSİAD Yayını, İstanbul, 1995.
TÜSİAD, Kamu Reformu Araştırması, TÜSİAD Yayını, İstanbul, 2002.
381
Tütengil, Cavit Orhan, “Türkiye’nin Sorunları ve Prof. Dr. Fritz Baade”, İÜİF
Dergisi, C.24, S.1-2, 1963-1964.
Ulusoy Ali, “Kamu Yönetimi Reformu Hakkında Bir Değerlendirme”, Hukuk ve
Adalet Dergisi, yıl 1, S. 2, 2004.
Uotila Jaakka, “Finlandiya’da Kamu Yönetiminin Geliştirilmesi”,(çev.Ü. Fesçioğlu)
Amme İdaresi Dergisi, C.4, S.2, 1971.
Üstüner Yılmaz, “Kamu Yönetimi Disiplininde Yöntem Sorunsalı”, Türkiye’de
Sosyal Bilim araştırmalarının Gelişimi, Türk Sosyal Bilimler Derneği
Yayını, Ankara, 1986.
Üstüner Yılmaz, “Kamu Yönetimi Disiplininde Kimlik Sorunsalı”, Türkiye’de
Kamu Yönetimi, (Der. B. Aykaç, Ş.Durgun-H.Yayman), Yargı Yay.,
Ankara, 2003a.
Üstüner Yılmaz - Fuat Keyman, “Globalleşme, Katılımcı Demokrasi ve Örgüt
Sorunu”, Türkiye’de Kamu Yönetimi, (Der. B. Aykaç, Ş.Durgun-
H.Yayman), Yargı Yay., Ankara, 2003.
Üstüner Yılmaz, “Kamu Yönetimi Kuramı ve Kamu İşletmeciliği Okulu”,
Türkiye’de Kamu Yönetimi, (Der. B. Aykaç, Ş.Durgun-H.Yayman), Yargı
Yay., Ankara, 2003b.
Yalçın Aydın, “İktisadi Durumuz Hakkında Barker Heyeti Raporu Üzerine
Düşünceler”, AÜSBF Dergisi, C.VI, N. 1-4, 1951.
Yalçındağ Selçuk, “Kamu Yönetimimizin Evrimi Üzerine Notlar”, Amme İdaresi
Dergisi, C.3, S.2, 1970.
Yalçındağ Selçuk, “Devlet Kesiminin Yeniden Düzenlenmesi Çalışmalarının Yönü
ve Stratejisi Üzerine”, Amme İdaresi Dergisi,C.4, S. 2, 1971.
Yalçındağ Selçuk, “Bitmeyen Senfoni: Yerel Yönetimler Reformu”, Amme İdaresi
Dergisi,C.26, S. 1, 1993.
Yalçındağ Selçuk, Yerel Yönetimler, Sorunlar, Çözümler, TÜSİAD Yayını,
İstanbul, 1995.
382
Yayla Yıldızhan, “Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısında Denetim”, Hukuk ve
Adalet Dergisi, S.2, 2004.
Yenal Oktay, Cumhuriyetin İktisat Tarihi, Türkiye Sınai Kalkınma Bankası
Yayını, İstanbul, 2001
Yerasimos S., Türkiye’de Az Gelişmişliğin Tarihi, Belge Yayınları, 1972.
Yıldızhan Yayla, “Türkiye İdaresinin Yeniden yapılandırılması Üzerine Bazı
Gözlemler”, Türkiye’de Kamu Yönetimi, (ed. B.Aykaç vd.)Yargı
Yayınları, 2003.
Yılmaz Osman, Kamu Yönetimi Reformu: Genel Eğilimler ve Ülke Deneyimleri,
DPT Yayını, Ankara, 2003
Younis Talib, S.A.M. İbrahim, M.A. McLean, “Administrative Development and
Reform in Turkey: A Historical Overwiev (Part I)”, İnternational Journal
of Public Sector Management, V. 5, N.1, 1992.
Yücel Yaşar, Osmanlı Devlet Düzenine Ait Metinler, TTK Yayını, 1974
Zabcı Filiz Ç, “Dünya Bankası’nın Küresel Pazar için Yeni Stratejisi: Yönetişim”,
AÜSBF Dergisi, C.57, S.3, 2002.
Zamor Garcia J., “İdari Reforma Ekolojik Yaklaşım”, (çev. E. Oyal)Amme İdaresi
Dergisi, C.4, S.2, 1971.
Zürcher Erik J., Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, (Çev. Yasemin S. Gönen),
İletişim Yayınları, 8.Baskı, İstanbul, 2000.
Waldo Dwight, “A Theory of Public Administration Means in Our Time a Theory of
Political” (Ed. N. B. Lynn, A. Wildasvky), Public Administration – the
State of The Discipline, New Jersey, 1990.
Waldo, Dwight; The Administrative State, USA:Holmes & Meier Pub., 1984
Wallis Malcom, Bureaucracy İt’s Role İn Third Development, Mc Millan
Publishers, 1989.
Ward Robert E. and D. A. Rustow, Political Modernization in Japan and Turkey,
(Ed.), Princeton University Press, New Jersey, 1964.
383
Waterbury John, Sonsuz Yanılgılar Karşısında, (Çev. M. Mengütürk, N. Nas), Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul, 1997.
Weikart , A. Lynne. “The Giuliani Administration and the New Public Management
in New York City”, Urban Affairs Review, XXXVI, 3, (January 2001), 359-
382.
Weiker W. F., “Osmanlı Bürokrasisi: Modernleşme ve Reform”, (Çev. S.
Büyükdevras-E. Oyal) Amme İdaresi Dergisi, C. 6, S. 1, 1973.
Widman Horst, Atatürk ve Üniversite Reformu, (çev.A. kazancıgil, S. Bozkurt),
Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1999.
Wilson Woodrow, Seçme Parçalar, (Çev. N. Abadan), Türk Siyasi İlimler Deneği
Yayını, İstanbul, 1961.
Wright Deil S. -Yasuyoshi Sakurai, “Administrative Reform in Japan: Politcs, Policy
and Public Administration in a Deliberative Society”, Public Administrative
Review, March/April, 1987.
384
ÖZET
Yönetim pratiği bakımından uzun bir tarihe ve önemli bir birikime sahip olan
Türkiye’de “idarenin ıslahına ve idari reforma” dair önemli çalışmalar
bulunmaktadır. Bu çalışmalar ilk olarak “devletin nasıl kurtarılacağı” düşüncesi
etrafında, askeri ve mali konularda devlet adamlarına öğütler ve aksaklıkların
düzeltilmesinde tutulacak yollar biçiminde ortaya çıkmıştır. Osmanlı döneminin
ıslahat fermanlarından günümüze, devleti ve toplumu reforma tabi tutmak isteyen
pek çok çalışmanın olduğu görülmektedir. Modernleşme hareketleri ile birlikte yasal-
ussal bürokrasiye geçiş arayışları hız kazanırken İmparatorluğun son dönemine
damgasını vuran reform fikri, Cumhuriyetle birlikte de devam etmiştir.
Türkiye’nin idari reform pratiği kendi iç dinamiklerinden daha çok
uluslararası aktörlerin ve konjonktürün etkisi altında yürüyen bir süreç olmuştur.
Reformlar kimi zaman ABD’li uzmanlar, kimi zaman Birleşmiş Milletler Kalkınma
Örgütü, kimi zaman ise Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu öncülüğünde
yürütülmüştür. 1960 sonrası dönemde Türk uzmanlar tarafından yürütülen Merkezi
Hükümet Teşkilatı Araştırması Raporu 1963, İdarenin Yeniden Düzenlenmesi İlkeler
ve Öneriler Raporu 1972, Kamu Yönetimi Araştırma Projesi 1991, gibi yapılan
kapsamlı ve detaylı reform çalışmaları bulunmakla birlikte, bu çalışmaların başta
Dünyanın ve sonra Türkiye’nin içine girdiği iktisadi ve idari krizlere denk düştüğü
gerçeği gözden kaçırılmamalıdır. Türkiye’de idari reformun gelişimi aynı zamanda
yönetim tarihinin ve kamu yönetimi disiplinin gelişim tarihi olmuştur. Türk kamu
yönetimi geleneğinin farklı dinamiklerin etkisiyle daha liberal bir modele doğru
evrildiği görülmektedir.
385
“İdari reform” sözcüğü günümüzde geçmişe nazaran daha kapsamlı ve daha
yenilikçi bir anlam kazanmıştır. Ülke gündemlerinin değişmez maddesini oluşturan
“idari reform” sorunu, günümüzde neo-liberal iktisat politikalarının yanına yönetim
boyutunun da eklenmesi ile “devlet reformu” kavramına dönüşmüştür. İdari reform
teriminin tarihsel gelişim çizgisi içerisinde “idari ıslahat”, “idari reform”, “devlet
reformu” biçiminde bir evrim geçirdiği görülürken, bu sözcüklerin farklı dünya
görüşlerini ve bakış açılarını ifade ettiğini belirtmek gerekmektedir.
Bugün gelinen noktada, Türkiye özelinde kamu yönetiminin yeniden
yapılandırılması projesinin 1839 tarihinde ilan edilen Tanzimat Fermanı kadar
güncelliğini ve sıcaklığını muhafaza ettiği belirtilmektedir. Yüz yıla yakın bir zaman
geçmiş olmasına, sayısız reforma ve yeniliğe rağmen yapılan değişikliklerin,
sorununun ruhuna inmekten ziyade daha çok biçimsel bir değişime işaret ettiği
sorunlar karşısında alınan tavır ve tutumların değişmediği görülmektedir.
Zamanla kamu yönetimi literatürünün en popüler kavramlarından biri haline
gelen idari reform sorunu, kamu yönetimi disiplininin zengin konu başlıklarından biri
durumuna gelmiştir.
386
SUMMARY
Turkey, which has a long history and substantiel amount of accomplation of
administration practies, there are important studies regarding the reformation of
administration. Fist example of these studies were formed around the ıssue of “how
the state will get rid of the serious problems” . For this aim there have been formed
advices to statesmen in terms of military and fiscal matters. There can be seen that
there are numereous studies aimed at reforming the state and society. While the
establishment of legal rational bureaucracy going on parallel line with the
modernization movement was gaining momentum, the idea of reformation dominant
in the late Ottoman period has contiued also in the Repuclican era.
The administrative reform of Turkey has been a precens which was shaped
under the affects of international actors and conjoncture rather than being stimulated
solely by internal dynamics. These reforms have been conducted by supervision of
varios instutions such as World Bank, IMF, Although there are very detailed and
comprehensive reformation projects such as Central Government Organization
Report 1963, the Reformation of Administration: Principles and Advices of 1972,
and Public Administration Project of 1991, it must be taken into consideration that
they coincide with the economical and administrative crises which Turkey has faced
at these year. The adjustment of administrative reform has also been the
advancement the history of administration and the discipline of public
Administration.
The concept of “Administrative Reform” has gained more comprehensive and
innovative meaning today compared with the past. The question of “administrative
reform” which is the unchanging issue of national agenda has turned to another
387
concept called “state reform” after on administration dimension was added to the neo
liberal economical policies. Although the concept of “administrative reform” has
evolved through the concepts administrative reform, administrate reform and state
reform; all these terms reflects different world views and point of views.
Today, the reformation project of Turkish Public Administraion is still up to
date and fresh as the Tanzimat Fermanı, 1839. Although there had been made
numerous reforms anda innovations during the past hundured years, the changes
conducted was not successful in grasping the essence of the problems. They had
rather pointed a formal change and the attitudes has not cahnged in the face of the
problems.
The questions of administrative reform which has become one of the most
populer concepts of the literature of public administration with time is alive
388